MEVLÂNA…
Hazırlayan: SEZAİ KARAKOÇ
BU
KİTAP
Bu
kitap, 19 Aralık 198827 Mart 1989 tarihleri arasında Haftalık Diriliş
Dergisi’nde yayınlanmış olup, metne, 3. baskısından itibaren yazarın diğer
eserlerindeki ilgili yazılar ve Mesnevi’nin “Başlangıç” kısmının çevirisi
eklenmiştir.
MEVLANA
Ölümü
düğün gecesi (şebi arûs)
olarak anlayan insana tesir edecek hangi güç vardır?
O
güçlü, yenilmez insan, Mevlâna’dır. Ölüme ve hayata, zamana
ve tarihe yenilmeyen insan.
Ölümünün
üstünden 700 yıldan artık zaman geçti. Ama o yaşıyor, anılıyor. İnsanlık, onun
önünde saygıyla eğiliyor.
Dünyada
ne kadar değişme olursa olsun, bundan böyle de, anılacak. İnsanlar hep önünde
saygıyla eğilecek.
*
O
da, çocuk yaşta, Horasan ereni olarak Anadolu’ya geldi. Erenlerin kervanında,
omzunda gökle
ri
taşıyan bir çocuk olarak. Öbürleri gibi. Hacı Bektaş gibi. Sahabenin Maveraünnehir’e taşıdığı, zamanla bir hazine haline gelen
sırlar yükünü, bu kervan, bu kez Anadolu’ya getiriyordu. Doğu’yla Batı’nın
karşı karşıya gelip durakaldığı yere. Doğu’yla Batı’nın kalkan kalkana çarpışıp
kalakaldığı yere. Doğu’yla Batı’nın kılıç kılıca, fikir fikire,
göğüs göğüse geldiği ve kaldığı o ülke ki, altı da,
üstü de kat kat medeniyetler tarihini dosyalar. İnsanın trajik kronolojisini,
tabaka tabaka, damar damar
toprağında taşır. Üstü de şehir, altı da şehir olan bir ülke ki, kimi zaman,
harabeleri mamurelerinden, ölüleri sağlarından, hayalleri gölgelerinden,
görüntüleri taş ve toprağından fazladır. O ülke ki, neşesi acısının içinde,
güneşi eriyen karlar içinde, geyiğin ayağı kurdun ağzında...
*
Anadolu
kadar, Doğu’yla Batı’nın kapıştığı, küfürle islâmın
çarpıştığı bir başka toprak yok. Islâmm doğuşundan
kısa bir süre sonra başlayan, karayla gıkın savaşı, bu topraklarda 600700 yıl
sürdü. Bizans, her fırsatta, gelip yerleşen İslâmî, hile ile,
katliamla koğmak istedi Anadolu toprağından. Ama, İslâm, orada her seferinde yeniden yeşerdi, filizlendi,
büyüdü, koskoca ağaç oldu. Diyarbekir (Amid), Malatya ve daha nice irili ufaklı şehir, Bizansla İslâm arasında gidip geldi, alınıp verildi.
Müslümanlar sayısız denecek kadar katliama uğradılar, fakat Anadolu’da
tutundular, yavaş yavaş geliştiler. Sonra Maveraünnehir’den
taze kan geldi. Gelenlerin arkası kesilmedi. Sonunda devletlerini de kurdu müslümanlar. Irmakları Allah deyu
deyu akan cennet bir ülke yaptılar Anadolu’yu.
Mermere fiziğin ötesindeki geçmez, solmaz, eksiksiz aşkın resmini çizdiler
kendilerine özgü nonfigüratifle. Yıldızları yere indirip saçtılar şehrin
sokaklarına. Ebediyyeti, fâni araçların diliyle
söylemek dehasını kurcaladılar eşyada. Maddeyi, ruhun diline kavuşturmak
istediler. Onlar ki, Asya’nın göbeğinden kopup gelmişler, Mekke ve Medine’nin
buhurunu, ıtrim saçıyorlardı ortalığa. Peygamber ocağının yeşiliyle tüm
Anadolu'yu yatırlar beldesi haline getirdiler. Çünkü: onlar şehitlik rüyasıyla
koşmuştular buraya. Yalnızlığın en yalnızlığında nefsi eritip, ruhun saltanatım
bulup ruhlarında, sonra Anadolu’ya gelip, kalabalığın en kalabalığında tevâzuun en tevâzuuyla
aydınlatmıştılar halklarını.
Gâzamn
en halisi buradaydı; burada kırılacaktı karanlığın hücumu. Burada kutlanacaktı
ışığın zaferi.
*
îslâmın
ezelî ve ebedî düşmam fark etti ki, Doğu’nun ve Batı’nın
kaderi Anadolu’da düğümlenmiş. Bir kördüğüm var burada. Kendini İskender sanıp Gordiom’a gelmek için Batı yüzyıllar süren akımna başladı İslâmî yeryüzünden silmek için. Avrupa
köylerinden, kasabalarından, şehirlerinden ve ülkelerinden toplanan
yüzbinlerle, önlerinde Hz. İsa’nın adını sömüren, ruhları karanlık papazlarıyla
sel gibi, kasırga gibi, yangın gibi, gûlyabaniler
sürüsü gibi, tarihöncesi kazma dişli canavarlar sürüsü halinde, yakarak,
yıkarak, öldürerek, silip süpürerek Anadolu’yu ezip geçmeye çalıştılar. Sözde
kutsal Kudüs’e varmanın yolu, Anadolu’yu çiğneyip geçmekti. Yüzbinlerce kişi
öldürdüler. Nice şehirlerde müslümanlara korkunç
katliamlar uyguladılar. Ama, Anadolu direndi, karşı
koydu. O, bir kaç yüzyıl süren kanlı çığ, Haçlılar çığı durduğu zaman, Anadolu
yakılmış, yıkılmış, yoksuldu. Ama yine, ırmakları, Allah deyu
deyu Cennetten çağlıyorlardı.
*
Anadolu’da
durmadan akan mümin kanını yenilemek, telâfi etmek için Maveraünnehir’den
yeni güçler gelmeliydi. Mâneviyatı yenilemek ve
tazelemek için, yeni yeni akışlar olmalıydı. Bu yüzden, hiç kesilmeksizin, ilim
insanları, mânevi âlem insanları akın akın geldiler.
Atları ve çadırlarıyla gelen halkın önünde ve içinde, o kitlelerin ruhu ve
kalbi olarak geldiler.
Anadolu
toprağına durmadan tohum saçıldı. Bundandır ki, açılan binbir
çiçek ve gül, Horasan koktu. Maveraünnehir koktu.
Ahmet Yesevi’den ses geldi Anadolu’ya. Mevlâna, Hacı Bektaşı Veli, Yunus Emre, Cemaleddini
Aksarayî, Seyyit Burhaneddin,
İbrahim Tennurî, Hamiddedini
Aksarayî, Hacı Bayramı Veli... sayısız
veli gözüktü Anadolu toprağında, Haçlıların içine gömdükleri mâsum şehitlerin kanından göğermiş
İlâhî nağmeler olarak.
Hain
haçla çarpışan yüzbinlerce hilâl toprağa düştü. Fakat ordan,
yenilmez, Hakkın güneşleri olarak taptaze doğdular.
Ve
Anadolu toprağı, hep böyle güneşler doğuran bir toprak oldu o şehitlerin
kanıyla yoğrula yoğrula.
Fizik
ve matematik kanunlarıyla bile bu doğrudur; çünkü: şehit kanı, ağırlığıyla,
miktarıyla, anlamıyla, taşı ve toprağı geçti, taştan ve topraktan ziyade oldu.
Toprağın özünü değiştirip kendi özünden bir öz verdi ona.
*
Anadolu’da
yeniden göğerdi hakikat medeniyeti İslâm. Güler
yüzlü, sakin, korkusuz insanlar, güvenli kentler yaptılar, gelip geçenler için
sulhun işareti kervansaraylar yaptılar. Medeniyet, şehirlerde, evlerde,
camilerde, saraylarda, çarşılarda ve insan yüzlerinde aydınlıkla parladı
yeniden. Selçuk, bir fıskiyeydi İslâm havuzunda, gökyüzüne eşsiz armonili
çizgiler, çizgiler çiziyordu, suyla, mermerle. Günışığı o su içinden kıvrılarak
salâvatlar fısıldıyordu ruhlara. Gülün de anlamı bitişmişti ta Peygamberin
doğumuna.
Ama
yine durmadı, düşmanın, şeytanın akım. Bu kez, doğudan vurmak istedi putatapıcılık, Tek
Allah’a
inananları Anadolu’da: Moğol akım geldi.
Batı’dan
yüzyıllarca akan Haçlı siyahından sonra, Doğu’dan bir tufan gibi, bir veba gibi
gelen kızıl akın: Moğol akım. Arkadan vurmak istedi Anadolu’da yeniden
filizlenen İslâmî bu akın.
*
Maveraünnehir’i
yakıp yıktıktan sonra Anadolu’ya uzandı Moğollar. Anadolu’nun kanım emdi,
derisini yüzdü ve iskeletini kemirdi bu akın. İlk çıkışı halâ karanlıklara
gömülü olan Cengiz Akınının kökünde belki yine Batı'vardır.
Papazlar, Cengiz’in yanında idiler. Belki de onlar teşvik etti onu. Belki de
Çin hilesi işin içinde. Çin'in ve Batı’nın kışkırtması ne derecededir, gelecek
zaman tarihçileri bunu araştıracaklardır. Gerçek anlamı ve başlama sebebi ne
olursa olsun, İslâm dünyası, bu akım önüne geçilmez bir tabiat âfeti, bir deprem, bir sel gibi idrâk
etti ve bunun şokunu yaşadı. O yüzden donup kaldı, belki yapabileceklerini de
yapamadı. Ve Moğol, su gibi boğdu, yel gibi sürükledi, ateş gibi yaktı.
Bir
kez daha yakılıp yıkılan yoksul Anadolu, yine için için
kendi öz yaşantısını mayalandırmaya devam etti. Haçlı akınlarından sonra Moğol
akınları da Anadolu toprağında söndü, tükendi. Anadolu, tekrar içten
aydınlandı. Ve sonra açılıp gelişip yeniden doğdu, dirildi. Ama bu olmadan önce
Moğol ateşinden kavrulan Anadolu’nun bu fırın içi yanışında bir Mevlâna
vardı...
II
Mevlâna’nın
babası, Harzemşahlar ülkesini, o baba yurdunu bırakıp
Anadolu’ya gelirken, sanki kaderin yüksek iradesine, o, yalnız şimdiki zamana
değil, geleceğe de hükmeden İlahî değerlendiriş, ölçüş biçiş sırrının tesirine
boyun eğiyordu. Birtakım bahaneler vardı ama, galiba,
asıl sebep ilerideydi. Sanki, Sultanül
Ulema Bahaeddin Veled (ya da diğer adıyla Mevlânayı Büzürg-Büyük Mevlâna), Mevlâna’mızm serpilip gelişeceği ve daha önemlisi görevini
yerine getireceği yeri arıyordu. Akraba olduğu Sultanın, ona olan halkın büyük
saygısını kendine dert etmesi, memleketi terk için yeter bir sebep olamazdı.
Bu, belki itici, harekete geçirici sebeplerden biri olmuştur Büyük Mevlâna
için. Belki de bardağı taşıran son damladır bu. Kimbilir
daha nice nice hoşa gitmeyen olaylarla, ülke hesabına, müslümanlar
hesabına, insanlık adına üzülecek hareketlerle karşılaşmıştır ki, yurdunu
bırakıp gurbetçilerine çıkmak zorunda hissetmiştir kendini. Mânevi
eğitim almış bu büyüklerin öylesine önemli bir hayat değişikliği kararını
vermeleri için, bu tür dış sebepler de yetmez; mutlaka, onlar içlerinde “izin”
çıktığına bir işaret beklerler. İzinsiz hareket etmez onlar. Ya rüya ile veya
uyanıklık halinde, onlar, bu iznin çıktığım anlar ve öyle hareket ederler. Nitekim, diğer birinin halife ve müritlerini Anadolu’ya
gönderip kendisinin ve üç çocuğunun orada kalması (ki Moğol istilâsında
çarpışarak üç çocuğuyla birlikte şehit oldu), şehri savunanların mâneviyatı için zaruriydi. İhanet edip çocuklarını
Moğollara öldürten bir müridine daha baştan yüz vermemesi de hakikatıyla ancak sonradan yorumlanabilmişti o şeyhin.
Zaten, Mevlâna Bahaeddin Veled, Belh’den
çıkıp doğruca Konya’ya gelmiş değil. Ülkeden ülkeye, yerden yere, şehirden şehire geçerek, İran’a, ordan
Irak’a, Suriye’ye inmiş, Erzincan taraflarına gitmiş, ordan
da Larende’ye ve sonra da Konya’ya gelmiş. Her
gittiği yerde saygı görmüş, her yerde kalması için ısrar edilmiş, ama kalmamış.
Bağdat’ta ve Şam’da da kalmamış. Sanki aradığını Konya’da bulmuş. Aslında belki
bir sezgiyle arıyordu aradığını, ama bir kerametle bulduğuna hiç şüphe yok. Bir
rasathane dürbününün dönüp dönüp sonunda aranan
yıldızı gökte buluşu gibi, Büyük Mevlâna da, oğlunun bu dün
yadaki
“yer”ini bulmuş oluyordu.
Horasan
ellerinden gelenler gâzaya geliyorlardı genellikle
Anadolu’ya. Bizans’a ve Haçlılara karşı savaşmak, Allah uğrunda savaşmak için
geliyorlardı. Bahaeddin Veled ve çevresi ise, ilim ve
iç âlem insanları olarak bu savaşçıların yanında bulunmak, böylece onları gâzalarında yalnız bırakmamak niyetiyle gelmişlerdi
anayurtlarından. Ülke içi kokuşuyordu giderek; siyaset ve menfaat çatışmaları,
saf kalbi bulandırıyor, tamamen İlâhî âleme açık olması gereken gönül aynasım buğulandırıyordu. Oysa bu sınır ülkesinde,
serhadde, imânın kılıç ucunda olduğu bu yerde
şehitler vardı, gaziler vardı. Emirler dahi, ne kadar günlük olana dalarlarsa
dalsınlar, yine de, küfrün karşısında imânın silâhı,
kalesi ve kulesi gibi durdukları için, iç İslâm ülke insanlarından ve
yöneticilerinden daha farklı idiler.
Hükümdarla
çatışmak, kimbilir belki de arkadan gelecek Moğol
akınım hissetmek, Belh’den kalkıp Anadolu’nun
ortasına gelmeyi gerektirdi. Fakat kader değişmez. Maveraünnehir’de
Moğolla karşılaşmayan bu insanların buluşması
mukadderdi. Ancak zaman kazanılmış, Moğollar geldiği zaman, Anadolu nisbeten mânen hazırlanmıştı.
Mevlâna da büyümüştü. Artık yalnız Haçlılara karşı değil, Moğollara karşı da mânevi bir savaş verilecektir. Maddî savaş bitmiş,
ezilmeler ve yenilmeler olmuştu. Şimdi bu kez mânevi
savaş başlamıştı. İşte, bu savaş için, âlimler, veliler, yani ilim ve mâneviyat insanları, olacakları sanki önceden
keşfetmişçesine vaktinde gelmişlerdi buraya. Moğollar geldiği zaman maddeten ve
mânen yıkık Anadolu’da bu son direniş kaleleri ayakta
duruyordu. Halk ruhu da bu kalelere sığınıyordu. Buralarda kendini tekrar
bulacak, olağanüstü bir güçle direnecek, daha sonra da, yavaş yavaş Moğollan, demirden ve çelikten sert bu ruhları, kendi
ateşinde ve örsünde yumuşatacak, eritecek, yeniden şekillendirecekti.
Anadolu’yu kurtarmak, Anadolu’daki İslâm serhad
kalesini ayakta tutmak için bu mânevi ocaklar yanıp
duracaklar, ışık saçacaklardı. Bir iki yüzyıl süren Haçlı akını ve seliyle yok
olmayan Anadolu, bu kez âdeta toprağım bile kazan Moğol’a karşı duracaktı. İşte
bu olağanüstü karşı koyuş, DoğuyaBatıya direnişti ki,
saf ve aydınlık ruhun, Anadolu’da yeniden bir göğerme,
bir diriliş gerçekleştirme imkâmna kavuşmasını
sağladı. Ve daha sonra, ayni ruh, yirminci milâdî yüzyıla kadar sürecek olan
büyük Osmanlı kuruluşunu gerçekleştirdi.
Selçuk’un
bitişi ve Anadolu’nun yıkılışının ardından, derinden derine, âdeta isimsiz bir
şekilde oluşan bu dirilişte Mevlâna’nın da rolü, payı, ödevi ve tesiri eşsizdi.
*
Mevlâna,
din ilimlerini ve mânevi eğitimi alabileceği muhiti,
baba ocağında buldu. Babası ve çevresi, bu öğretim ve eğitim için yeterliydi.
Yine de, bu çevrenin de ötesinde, daha geniş ufuklarda kanat çırpmak için
Şam’da öğretim yaptığı rivayetleri vardır. Daha çocuk yaşta iken, babasının
yanında onu gören Muhyiddini Arabi’nin “ne acayip bir
şey görüyorum: güneş, ayın arkasından gidiyor” dediği de ister doğru ve bir
keramet, ister bir yakıştırma olsun, çağın psikolojisini ve büyüklerin umut ve
iyimserliğini yansıtması açısından önemli ve isabetlidir. Haçlı olaylarının
çizdiği trajik tablo, Muhyiddini Arabi gibi ümmet
ulularının mânevîyatmda bir rahne açamamış,
karamsarlık ve umutsuzluk bulutları bu yüce gönülleri kaplayıp karartamamış, o
yüzden de, karşılaştıkları zâtlar ne kadar erişilmez
olursa olsun, sonra geleceklerin belki de onlardan da büyük olabileceği iyi
zannım taşımışlar ve belirtmişlerdir. Bu yüzdendir ki, diğer
büyükler gibi Muhyiddini Arabi de bir köşeye çekilip imânım kurtarmaya çalışmakla yetinme gibi bir yolu
tutmamış, yolları urgan gibi beline dolayarak şehir şehir, ülke ülke dolaşmış, bilginleri aramış, onlardan yeni bir şeyler
öğrenmek istemiş ve kendi bildiklerini ve bulduklarım da istidâth
gördüğü kişilere, gençlere, soyunun gerektirdiği cömertlikle, öğretmiş, âdeta
güneşin ışığını ortaya saçması gibi bilgi ve iç âlem görüşlerini sergilemiştir.
Mevlâna,
klasik eğitimini aldıktan sonra Konya’da medresede öğretimine başlamış, babasımn ölümünden sonra da, bu kez Seyyid
Burhaneddin’in mânevi eğitim kanatları altına
girmiştir. Zaten, Mevlâna hiç bir zaman açık irşad
makamında göstermemiştir kendini. Bulutlar ve perdeler arkasından görünme, onun
hem tevazuuna, hem yolunun usûl ve üslûbuna daha
uygun düşmüştür. Daha sonra Şemsi Tebrizî’yi, ondan
sonra da Selâhaddini Zerkubî’yi
şeyh olarak göstermiş, müritleri ve öğrencileri onların etrafında halkalanmaya
itmiştir.
Bir
yandan, medrese öğretimi devam etmiş, yetişen ilim insanları Anadolu’nun her
tarafına gönderilmiş, böylece Moğol idaresinde bile Anadolu’nun mânen sahipsiz kalmaması sağlanmıştır. İslâmın
din bilimleri, adaletin icrası ve halk moralinin korunması, bu, müftü, kadı,
medrese hocası olarak Anadolu’ya dağılan zâtların
himmetiyle mümkün olmuştur. Bilim tahsilinin yanında, muntazam bir tarikat
eğitimi gibi görünmese de, esasta ruh için gerekli tüm eğitimi, Mevlâna ve
arkadaşlarının sohbetlerinden almışlardır bu kritik devir öğretmenleri. Mevlâna
ve arkadaşları, bu dönemde yönetimle ilişkilerini kesmemişlerdir. Onların,
Moğolların egemenliğinde olan bu yöneticilerle ilişkilerini sürdürmeleri
çelişkili gibi görünebilir bugün gözümüze. Hatta,
kendileri ruhlarıyla maddeten AvrupalIların,
Amerikalıların ve Rusların işbirlikçisi olanlar, gazetelerindeki dizi
yazılarda, Mevlâna’yı Moğol işbirlikçisi gibi göstermeye yeltenmişlerdir. Oysa
Mevlâna ve arkadaşlarının ilişkisi bir kaç katlıdır. Önce bu yöneticilere
yardımcı olmak bir görevdi. Bu Selçuklu beyleri, vezirleri, genellikle iyi
niyetli olup çok güç durumda idiler. Mevlâna ve arkadaşları bu kritik dönemin
sorumluları için tükenmez bir mânevîyat kaynağı oldu.
Öte yandan halk da, mânen, Mevlâna ve diğer
büyüklerin, gerek medreselerinde ve gerek sohbetlerinde, öğrencileriyle, müridleriyle ve yöneticilerle sürekli diyalog içinde
olduklarım görüyor ve bundan direnç ve kuvvet alıyordu. Moğolların maddeten
halkı soymalarına ve onlara ağır baskı yapmalarına dayanmak başka türlü kabil
değildi. Mevlâna, yöneticilerle ilişkisini kesmeyerek hem onlara destek oluyor,
hem de yoksul ve yıkık Anadolu’ya önce ruhlarının imârı
için gerekli elemanların tayin ve şevkini ve onlara da imkân sağlanmasını temin
ediyordu. Diğer şeyhlerin mektubatı, hep tasavvuf
konularıyla dolu olduğu halde, Mevlâna’nın mektuplarımn
daha çok şu ve bu hocanın Anadolu’nun bir şehrine tayin edilip gönderilmesi
ricası şeklinde olmasının sebebi budur. Her büyüğün mektubu kendi zamanı ve
şartlarına göredir. Halkın ihtiyacı neyeyse ona göre olur mektup. O vakit,
halk, kendisini mânen ayakta tutacak kişilere muhtaç
olduğundan, Mevlâna da, bu mektupları, daha çok yöneticilere adamlarının
Anadolu’ya tayini için göndermiştir. Moğollara karşı Anadolu’yu
hazırlamışlardır böylece elbirliğiyle. Öte yandan, ilerde Moğolların da müslüman olacağım anlayan, sezen ya da bilen Mevlâna’nın
onlarla da dolaylı olarak ilişkisini az çok sürdürmesi, görevinin bir parçası
değil miydi? Fihi Mafîh’de
Moğollara bakışım görüyoruz Mevlâna’nın. Ümitsizliğe karşı koyuşunu da, tarihin
isabetle yorumlanışını da bu sohbetlerde canlı olarak gözlemliyoruz.
III
Kimileri
sanır ki, Mevlâna’da belli bir andan sonra ansızın büyük bir değişiklik olmuş,
birdenbire, olduğundan bambaşka bir Mevlâna doğmuştur. Oysa,
hiç bir değişim ve oluşum, birdenbire olmaz. Derinlerde, görünmeyen planda,
yavaş ve uzun bir hazırlanma dönemi olur. Bir deprem gibi. Biz
samrız ki, deprem ansızın olur. Gerçekteyse, kimbilir, toprağın derinliklerinde, ne kadar zaman, nice
fizikî ve kimyevî etki, karşı etki oluşum serilerinin birbirini izlemesinden
sonra yeraltına sığmayacak hale gelen patlamanın yeryüzüne çıkması zaruret
haline gelmekte. Patlama, volkanik dağ uçlarında, yanardağların harekete
geçmesi, faaliyete başlaması şeklinde olur, nisbeten
düz yerlerde de, sarsıntı biçiminde kendini belli eder. Ruhtaki oluşumlar da
bir bakıma böyledir. Yalnız şuurumuzun değil, şuuraltımızın da uzun bir sürede
kendine mahsus bir tarzda bir eğitim alması söz konusudur. Anonim arketiplerin şuuraltında şahsîleşmesi,
bir hayli çile sonucu gerçekleşen mutlu bir olaydır. Bir ruhun olgun, ama
taptaze, yeni, hatta beklenmedik bir kişilik, deyiş ve görünüşle ortaya
çıkması, ruh derinliklerindeki depremin yüzeye vurmasının bir belirtisi olduğu
kadar ve daha çok, bir gülün yavaş yavaş olgunlaşarak birden açılışında olduğu
gibi, tabii gelişmesinin bir meyvesidir. Nasıl ki, hikâye edilir: bülbül âşık
olduğu gülün açıldığı anı merak eder, mutlaka görmek istermiş. Sabaha kadar
gülün başında bekler, goncadan gözünü ayırmazmış. Gül, bir türlü açılmak
bilmezmiş. Uykusunu koğar, gözünü oğuşturur,
uyuyamazmış bülbül. Sabaha kadar sürermiş macera. Şafak sökerken bir an için
dalar bülbül, hemen silkinir, güle bakarmış, ama ne çare! Gül, bülbülün daldığı
o kısacık anda açılmış bile! Böylece gülün açıldığı anı göremeyen bülbül,
dövünmeye başlarmış. Evet gül, bir anda açılır ama, o
anın gelmesi için, kapalı goncanın içinde farketmediğimiz
bir kımıldanış, bir gelişme, hummalı bir faaliyet vardır. O bir anlık açılış, o
uzun ve saklı hazırlığın kaçınılmaz uzantısıdır.
Mevlâna,
çocukluğundan beri sadece ilim çevresinin bir mensubu olmak durumunda değildir,
mânevi bir ortamın da içindedir. Babası ve babasının
müritleri Maveraünnehir geleneği çerçevesinde, hem
dış, hem iç ilimlerin öğrenildiği ve ona göre yaşanıldığı bir bağlanışın
insanlarıdır. Vecd vardır, fakat temkin de vardır.
Temkin hâkimdir. Bu yüzdendir ki, Mevlâna da, önce medrese tahsilini
tamamlamış, bütün mânevi ilimleri (ledün bilgisini)
öğrenmiş, daha sonra da medresede ders vermeye başlamıştır. Gerek Harzemşahlar ülkesinde, gerek Anadolu Selçukluları
Başkentinde, birinci derecede önemli kabul edilen görevlerden biri, eğitim ve
öğretimdir. Çünkü: gençler böylece yetişecek ve günü gelince toplum ve devlet
görevlerini üstleneceklerdir. Hocalık, birinci derecede önemli bir görevdir bu
irfan toplumunda. Devlet ve toplum hayatı normal olarak devam ettiğine göre,
öğretim ve eğitimin de klasik şekilde sürmesi tabiîdir. Ama,
onun yamnda ahlâk ve ruh eğitimi için aynı çevrenin
öbür yüzüyle, yani tâbir caizse resmî olmayan yüzüyle
temasa geçmek gerekmektedir. Medresedeki yüz, gündüz yüzüdür. Bir de gece yüzü
vardır. Medresedeki yüz, resmî ve objektif yüzdür. Ders saatleri dışında ve
bilhassa geceleri karşılaşılan yüz ise, gayri resmî ve sübjektif yüzdür.
Medresedeki adam, hocadır; âdeta, başında sarığı olduğu gibi, yüzünde de hocalık
maskesi vardır. Ama ders bitip cübbeyi kürsüye koyduktan ve medresenin
eşiğinden adımını dışarı attıktan sonra artık o kendi kendisi olacaktır.
Kendini yaşamaya başlayacaktır. Eğer öğrenci, bilimlerin bir de iç yüzünü
öğrenip onları âdeta sımr tammadan
yaşamak için bir yeteneğe sahipse ve kendinde o gücü buluyorsa, bu kez hoca,
ona gece yüzünü, belki kendinin asıl yüzünü gösterecektir. Bu noktada kendi
tecrübelerinin, çilelerinin sonucu kazançlar vardır. Öğrencisine bu
kazançlarından da armağanlar verecektir. Ya da onu yeni bir çalışmaya
götürecek, zahmete sokacak, çileden çileye sürükleyecek, böylece onun da iç ve
dış bakımdan tam olgunlaşmış bir insan olmasına yardımcı olacaktır. Sanki, hoca, burada daha samimi, daha tekellüften
arınmıştır. Sanki burda kural, teşrifat, gözle
görülmeyen, daha ince bir teşrifattır. Burda af daha
büyük bir aftır, burda müsamaha daha büyük bir
müsamahadır. Ama, burda
sınav daha çetin bir sınavdır. Burdaki mahrumiyet
daha büyük bir mahrumiyettir. Belki ceza yok gibidir. Ama,
burdaki kayıp daha büyük bir kayıptır. Ceza, en büyük
ceza, kavuşmak imkânı varken, armağana kavuşmamaktır, kavuşamamaktır. Kısırlık,
yemişe duramama, sarkan salkımlara uzanamama, kaynak başında susuz kalma: ceza
budur ve bu cezalar, maddî, dış cezalardan çok daha ağırdır hissedenler için.
Mevlâna
da bu iki eğitimi en iyi şekilde aldı. Hem zihin ve akla hitap eden ilimleri
öğrendi, hem de babasından ve halifelerden mânevi
ilimleri tahsil etti. Ahlâkını kazandı, çilesini doldurdu mânevîyatın.
Fakat bütün bunlar kendisi içindi. Ancak, görev burada bitmiyordu. Allah’a
karşı olan ödevlerin yanında insanlara karşı ödev vardı. Bu ödevin yerine
getirilmesi ise, insanın kendini buna yeterli görmesi ile mümkündü. Belki,
medresedeki dersleri görmek için, insan, kendini, belli bir ilim seviyesinden
sonra, yeterli görebilir. Ama, daha geniş anlamlı bir irşad vazifesine, ruhları hamur gibi avuç içinde yoğurmaya,
ölü yıkayıcı elindeki bir ölü gibi teslim olmuş gencin mânevi
âlemine tasarruf etmeye, insan, kendini nasıl yetkili görebilir? Nitekim, Mevlâna da muhakkak büyüklerinin isteğiyle
medresede öğretim görevine başlamış, fakat irşad için
ortaya atılma eğilimini göstermemiş, bundan uzak durmuştur. Babası ve daha
sonra babasımn halifeleri, irşad
makamında oturmaktadırlar. Mevlâna da kendini onlara uymak durumunda görmüştür.
Fakat mürşidler ortadan çekilip, mukadder vazife anı
yaklaştıkça, durum kritikleşmiştir. Bu dağdan ağır görevi insan nasıl kabul
edecektir? Bu ateşten gömleği insan nasıl giyecektir? Medresede
hoca olmak, bir bakıma kolay. Çünkü: orada oyunun kuralları vardır. Ama, bu görevde, kuralları sen bulmak zorundasın. Bir
trajedi oyuncusunun palyaço rolüne çıkması, bundan daha kolaydır. İçi ağlarken
yüzün gülmesi bundan daha kolaydır.
Mevlâna’nın
tevâzuu ki, her mâna adamının
özelliğidir, irşad makamına oturma arzusundan onu
uzak tutuyor. Ama, günler geçiyor, takdir edilen
muhtevalar zamanı gelince anları dolduruyor. Olağanüstü zamanlara has
olağanüstü görevler, kendini ona verecek kahramanı bekliyor.
Haçlıların
darbelerini atlatan Anadolu, bu kez Moğol istilâsı altında eziliyor. 1243 Kösedağı Savaşı’nda Selçuk ordusu yenilince, son direniş
çizgisi de çöküyor. En önemlisi, moralin çöküşü. Tarihler,
bir Moğol askerinin 20 kişiyi tek tek öldürürken öbürlerinin hiç bir şey
yapmadan sadece ölümü beklediklerini yazıyor. Demek ki, umudun yok olduğu,
psikolojik çöküntünün son sınıra vardığı bir zamandır bu. Burada görev, artık
sıradan bir görev değildir. Bir yandan medrese eğitimi sürüp
gitmeli, yetişenler Anadolu’ya dağılıp sessiz sedasız gelecekteki kurtuluş ve
yükselişi, hem de Moğol egemenliği altında hazırlamalı, bir yandan, Moğollar
idare edilerek zulüm ve baskıları azaltılmalı, mümkünse müslüman
olmalarının yolu aranmalı, yoklanmak, bir yandan Moğollarla doğrudan ilişkili
beyler mâneviyatça desteklenmeli, bir yandan da halk,
bu aklı aşan felâket ve facia çığırına dayanabilme gücüne ermek için mânen güçlendirilmeli, mânevi
silâhlarla silâhlandırılmak. Görev, böylesine
çok cepheli, karmaşık ve güçtür. Hatta görevin bölümleri birbiriyle biraz da çehşkili gözüküyor. Mânevi eğitim
yapacak insan, inziva insanıdır çoğu zaman. Ama bir yandan da devlet
adamlarıyla görüşmesi gerekmektedir. Ancak, mükemmel mürşit, büyük mürşit, bu
görevi de üstlenmek zorunda, eğer bu görevleri yapacak kimse yoksa. Nitekim, Muinüddin Pervane’nin ve
daha başka vezirlerin, yöneticilerin Mevlâna’yı ziyaretleri, ağır görevlerinde
ondan bir güç, bir destek almaya yönelik ziyaretlerdir bir yandan da. Ondan
aldıkları mânevi dayanma gücüyle Moğolların baskısına
tahammül etmektedirler.
İşte
böylesine bir görev üstlenecek olan mânevîyat
adamının, normal eğitimin üstünde, vecd haliyle,
âdeta kendinden geçerek ilk çıkışı, ilk hareketi yapması zarûreti
vardır. Kendini bu vâdide yine kendisi
görevlendiremez. Bir izin gereklidir. İçten gelen izin bile yetmez buna. Horasan ellerinden, Doğudan, ata yurdundan (o yurt ki sahabenin
oraya gidişiyle Mekke ve Medine’nin uzantısı olmuş, yüzyıllar içinde mânevi ilimler ve yaşantılarla yoğrulmuş, taşı ve
toprağıyla keramet ve hikmet yuvasına dönüşmüştü) bir esinti, bir teşvik, bir
ilham, bir izin gelmelidir ki, insanın içi içine sığmaz olsun, kalkıp İlâhî
neşenin âhengiyle semâ
yapsın, kulağında öteden gelen ney sesleri, muştunun ve umudun nağmeleri olsun.
Bir kıvılcım gerek ki, güneşte âdeta pişmiş olan bu ruh kömürü ateş
alsın, alev alsın. O zamana kadar, almanlar, verilenler, baba ve halifelerinden
almanlar da dahil, bir nevi ruhun kendi iç monologudur. Bir diyalog gerekli ki, taş taşa, demir demire
sürtünsün ve ondan İlâhî kıvılcım çıksın. O kıvılcım da bütün ruhları sarsın ve
alevlendirsin.
IV
İmâmı
Gazalî, İslâm Medeniyetinin, Yunan düşüncesiyle
karşılaştığı anda doğan bunalımı atlatması için, İslâm Âlemine bağışlanmış bir
İlâhî lütuf, bir düşünce fışkırışıydı. Bilginler, kaideyi teşkil ediyorlardı,
bir ehram oluşturuyorlardı. Bu kaideye oturtulan anıt, ya da ehramın zirvesi
idi Hüccet’ül İslâm İmâmı Gazalî. İlim kaynaklı sağlam düşünceyi, fazlalık ve
eksikliklerden arınmış düşünceyi, arı duru, açık seçik düşünceyi, Doğu ve Batı
düşüncesiyle hesaplaşmasım yapmış İslâm düşüncesini
saf bir şekilde ortaya koyan Gazalî, islâmm kıyamete kadar süreceğinin kesin kanıtını bir amteser serisiyle belgelemiş oldu. İslâmm
kişiye ve topluma hitap eden iki cephesini bir kuşun iki kanadı gibi dengeli
bir sistem içinde tasvir etti. Şeriat nedir, tasavvuf nedir, nübüvvet ve velâyet
kavramlarının hakikati nedir, tasavvufla felsefenin kesin farklılığı nereden
kaynaklanıyor gibi soruların cevabını net olarak Gazali düşüncesinde buluruz. Gazali,
böylece, medeniyet katına yükselmiş İslâm düşüncesini, sapmalardan, materyalizm
ya da sahte spritüalizm yönlerine kaymalardan
kurtarıp yine asıl doğrultusuna, Doğru Yol (sırat ı müstakim)a oturttu.
Öleyazan ilmi diriltti. Din ilimlerinin dirilişini gerçekleştirdi. İlim yolunu
yeniledi, tazeledi. Düşünce alanında yeni bir zenginliğin tohumlarım saçtı
tarih tarlasına. Adeta kıyamete kadar sürecek bir pay sahibi oldu kendinden
sonraki bütün İslâm düşüncesi gelişmelerinde. Böylece entellektüel
plandaki bozukluklar, aşırılıklar, esasen sağlam olan müslüman
halk ruhuna intikal etmeden, önlenmiş oldu. Tehlikeyi kendi alanında yine kendi
silâhları ve metodlarıyla bertaraf etti Gazali. Entellektüel plandaki bozuluş durdu ve halk kitlelerine
yayılma imkânı bulamadı. İslâm Milleti yine ruh ve zihin sağlığına kavuştu.
Fakat galip ihtiyaç, zihin planında idi. Tasarruf da bilhassa o alanda oldu. İmâmı Âzamin kaideleştirdiği
İslâm hayatının düşünce fonunu İmâm ı Gazali çizdi.
İslâm medeniyeti ilerleme ve gelişmesinin âdeta sembol kafası oldu
V
Aşağı
yukarı, yüz yıl sonra Muhyiddini Arabi, ruhun sırrını
kurcaladı. Hilkatin hikmetlerini sezmeye çalıştı. Varoluş âhenginin
arkaplanını anlamlandırmak istedi. Böylece, belki, Gazalî’nin geniş bir alanda perçinlediği hakikatlerin özüne
inmek ve ruh cephesindeki çehresiyle hakikatin çıplak fotoğrafını yakalamak, en
mücerret planın şifresini çözmek işine girişti. Fizikötesinin mücerret
dünyasına, akılötesi bir usûlle,
ilhamla erişmeyi denedi. Rüyasında Peygamber ona kitap uzattı. Çağının
bilginleri ve mutasavvıflarıyla görüşerek vardığı hakikati sınavdan geçirdi.
Mutlak hakikati, mümkün olduğu kadar ona yaraşır bir lisanla anlatmak imkânını
zorladı. Nisbî olanla mutlaka nüfuz etmenin en
başarılı atılımının sahibi oldu. Kur’anı Kerimin ruh
açısından büyük yorumunu insanlığa armağan etti. Nice âyetin
esrarına, O’nun ışık ve ayna tutması sayesinde erdik. İslâm ruhunun soyut
cephesini soyut bir dille ifade etme sanatının doruğuna erdi. Materyalizme
kayma eğilimine karşı, ruhun zaferini terennüm etti. İbn
Rüşd’ü sarartan Endülüs’ün ruh şafağından bir
gökkuşağı çizdi. Ruhun asıl, maddenin gölge olduğu ortaya çıktı O’nunla. Gölge oyunlarının aldatamadığı hakikat üstadı
denebilir O’na. Velâyetinin büyüklüğüne bakıp onu “son veli” sandılar. Son veli
değildi ama, son velinin de üzerinde hakkı olacak bir
veliydi. Kimileri de ona “Şeyh i Ekber” dediler. En büyük
şeyh anlamına. En büyük şeyhlerden olduğuna şüphe yok. İmâmı Gazali, “kafa” dünyasının sembol hocalarından biri
ise, Muhyiddini Arabi de, “ruh” dünyasının baş
pirlerindendir.
Ondan
da, aşağı yukarı yarım yüz yıl sonra Mevlâna gözüktü. İmâmı
Gazali ve Muhyiddini Arabi, çağlarının şartlarından
biraz daha farklı şartlarla, İslâm ve dünyası, dışın büyük hücumlarıyla, âdeta
hayat memat savaşıyla karşı karşıya idi. Anadolu’da yoksul, fakat güngörmüş
mümin bir halk, tahammülü aşan güçlere karşı varlığım ve benliğini korumaya
çalışıyordu. İşte bu mazlum halkın mânevi
önderlerinden biri de Mevlâna oldu. O, siklin, idrâkini aşan facialar karşısında sustuğu, ruhun kamaştığı
noktada kalbe müracaat etti. Hakikati kalbin saf aynasında buldu ve buldurdu
kendine inananlara ve güvenenlere. Arif olmayı önerdi bilgin ve bilge olmanın
yanında herkese. Kalb, ruhun duygularımıza açıldığı
kapıydı O’nun gözünde. Saf ve temiz gönülden hareket ederek ruha ve düşünceye
çıkabilirsiniz. Ruhun sağlamına ve düşüncenin doğrusuna. Kalb, tevâzua götürecektir
mümini. Tevâzu, ahlâkın temeli ve köküdür. Kalb, sevginin yuvası. Tanrı sevgisinin
yuvası. Kalb, böylece, ruhun, aklın ve ahlâkın
merkez noktası oluyor. Somut bir dünyadasınız kalb
dünyasında. İmâm ı Gazali ve Muhyiddini
Arabi’nin getirdikleri Mevlâna’nınkiyle birleşince, üç temel öğesiyle İslâm
düşünce, duygu ve ilham dünyasımn bir bütün halinde idrâki ve yorumu mümkün oluyor. İslâm düşünce dünyasının
büyük üçgeni ya da sacayağı da diyebilirsiniz bu üç büyüğe. İmânın
tehlikeye düştüğü noktalarda beliren ışıklardır bunlar. Kur’anı
Kerim’in ve Peygamber Efendimizin mucize ışıklarının devam edişi. Pencerelerden
pencerelere, şehirlerden şehirlere, ülkelerden ülkelere, yüzyıllardan
yüzyıllara vuran ölmez ve sönmez hakikat ışıkları...
Veli,
kendi gönlünün istediğini değil, toplumun ihtiyacı olan hizmeti işleyen kişidir.
Mevlâna, “biz nerde, şiir nerde” der ve açıklar: “biz memleketimizde, yani Belh’te kalsaydık, medresede ders vermekle yetinecektik.
Orada, medresede ders okutmak hizmet için yeterliydi”. Ama,
Anadolu’da Mevlâna, medresede ders vermekle yetinilemiyeceği
görüşündedir. Medresenin dışında da yapılacak büyük görev vardır. Devlet
görevlileri, hatta halk uyandırılmaya, aydınlatılmaya muhtaçtır. Ancak bu
aydınlatma klasik metodla yapılamaz. Ders, medresede,
vaaz ve nasihat camide etkili olur ama, bunların
dışında da geceli gündüzlü bir telkin ağı kurup müslümanları
hıristiyanlık ve putperestlik etkilerinden korumak
gerekiyor. Ancak, insanlar, okumaktan çok eğlenmeye, müziğe, oyuna, sanatlara
ve şiire eğilimli. Halk senin olduğun yere gelmiyorsa, sen onun olduğu yere
gideceksin. O senin dilinden anlamıyorsa, sen onun dilinden anlayacak,
maksadını onun diliyle anlatacaksın. Bir aşk ve coşku dünyası kurmalısın ki,
halkı içine çekebilesin. Halk çocuk gibidir. Hakikatleri çırılçıplak sunma
onları ürkütebilir. Çocuğa, acı ilâcı verdiğinizde yüzünü buruşturur. Ama, onu şekerin içine koyup verirseniz şekerin hatırına
ilâca da razı olur. Murat, şeker vermek değil, acı ilâcı yedirmek olduğundan
şekerli hapın alınmasıyla maksat hasıl olmuş olur. Siz
de doğrudan ders olarak dinletemediğiniz İlâhî bilgileri, şiir içinde,
musikinin aracılığıyla, semâ coşkusuyla
verebilirsiniz. Zaten Maveraünnehir’de de, zaman
zaman mânevîyat dünyasında vecd
hâli, aşkla dönme (semâ) ve şiirle anlatım yok
değildi, ama, aslolan
dersti. Bunlar da zaman zaman kendiliğinden doğan olağanüstü hallerdi.
Ama
Anadolu’da herkesin hayatında geniş yer tutan musiki, oyun ve şiir dünyasının
anlatılacak hakikate mecra yapılması şart haline gelmişti. Mevlâna diyor ki:
“ben şiir söylemiyorum, benim konuşmam böyledir”. Evet, yüce görev, vasıtasıyla
kaynaşmış görevliyi, sürekli olarak kendi havasında tutuyordu. Bunun içindir ki
Mevlâna, güneşin doğuşundan batışına kadar söylüyor, Hüsameddin Çelebi de
yazıyordu. Yıllarca böyle yazıldı Mesnevi. Divanı Kebir’i oluşturan
gazeller ve kasideler bu coşku içinde söylendi. Mevlâna’nm
sonsuzluğa uzanan ruhu araçlarını da etkilemiş, kendi rengine boyamıştı. Evet,
ney, semâ ve şiir, uhrevî dünyanın bu dünyadaki
ipuçları gibi. Dönerek âdeta çevreden soyutlanmak ve göğe
doğru yükselmek, ötenin seslerini duymak, bu dünyanın, nisbî
olamn etkisinden kurtulmak ve şiir burağıyla da anlamlar anlamına hızla ulaşmak, böylece,
gönlü saf ve temiz aynaya dönüştürmek, günün, hatta çağın korkularından,
kaygılarından arındırmak, onu İlâhî tecelli alanı yaparak, “onlar için korku ve
üzüntü yoktur” sırrına erdirmek.
Anadolu
daha kolay ve daha süratli olarak aydınlığını buldu. Somut bir ortamdı onun
için mânevîyat dünyası. Semâsıyla,
ney musikisiyle ve şiirle. Anadolu, ölüm kalım günlerini, Doğudan, Batıdan
gelen putperestlik, ortakkoşuculuk kasırgalarını
atlattıktan ve büyük oluşa, Osmanlı düzenine vardıktan sonra da gelenekleşti bu
somut içinde soyutu bulma töreni. İstanbul’da medreselerin yanında tekkeler yer
aldı. Şairler, musikişinaslar yetişti tarikat çevrelerinde. Şeyh Galib, hem mevlevî şeyhi, hem
şairdi. Şiir ve musiki İslâm ruhunun yüce göklerinde kanat çırptı. Musikimiz ve
şiirimiz, büyük bölümüyle İlâhî bir sesleniş oldu.
Muhyiddini
Arabi’nin hem üveyoğlu, hem öğrencisi, hem
öğretisinin devamcısı büyük bilgin Sadreddin Konevî, Mevlâna’nın dostu idi. Şeyhi Ekber’in yolu da, ulvî
bir unsur olarak Anadolu’nun ruh kumaşında altın çizgilerini işleyecekti. Ama, tümüyle o yolu izlemek mümkün değildi. Halkların,
toprakların mizacı kolay kolay değiş
miyor.
O büyük soyutun Mevlâna öğretisinde daha somut bir karşılığı vardır. Söylenen
aynıdır, söyleyiş farklıdır. Varılan nokta aym, fakat
çıkış noktası farklıdır. Muhyiddini Arabi, hep TEK’i
görür, bütün çokluğun içinde O’nu ve yalnız O’nu. Eşya, insan, yer, uzay,
gökler ve ışık, âdeta bir ayrım olmaksızın, İlâhî tecelliye sahne. İnsanı kâmil
fazladan olarak, bu tecellinin ayrıca şuuruna varmış olandır. Kâinatın
gözbebeği gibi, yüzüğün kaşı gibi, büyük tecelliye kavuşmuş. Bu şuurdandır ki,
onu nur tecellilerinin şimşekleri ve yıldırımları yakmıyor. Bu inanç, onu
koruyor; bu biliş, ona kalkan oluyor. Tanrı, eşyayı kendi ışığıyla aydınlatıyor
ve karanlıklardan kurtarıyor. Vecd ve aşk içinde hep
bu ışıkları ve bu nurları yaşıyoruz.
Mevlâna
ise, insanı, hep insanı bakış nişangâhına almış durumda. Eşya ve dünyayı bir
kenara bırakıyor. Kozmik bir bakışla görmeğe girişmiyor, insana elini uzatıyor,
ikisi elele Tanrı’ya doğru yola çıkıyorlar. Gönüller,
elele oluş gibi, birbirine bakarak, bu somut sevgiyle
büyük sevgiye varmak yolu tutuluyor. Denebilirse, Muhyiddini
Arabi tümden geliyor, Mevlâna ise tüme varıyor. Sohbet, toplum, halk, giderek
büyük Yaratıcı’yı arıyorlar. Kişi gönlünün tevâzuu, kendisinde değil, bir başka gönülde görmek ister
tecelliyi, hakikatin tecellisini. Hakikata varışın
ilk basamağı olacaktır diyalog. Bir nevi, Mevlâna, ruh diyalogunun Eflatun’udur.
Muhyiddini Arabi’nin bilgin katında, bir nevi tepeden
inme gelen hakikatına karşılık, halkı halkalayan bir
gönül gönüle söyleşidir, halktan Hâhk’a
yöneliştir Mevlâna’nın, Anadolu mizacına bakarak izlediği yol. Sevgisiyle
bulduğu, kerametiyle gerçekleştirdiği bu yol. Toplum, kurtulup da büyük oluşumu
gerçekleştirdikten sonra, Muhyiddini Arabi’nin yolu,
gün gelir, büyük istidatta Mevlâna yoluyla birleşir. İsmail Hakkı Bursevî Hazretlerinde olduğu gibi, Mesnevi ile Fütuhatı
Mekkiye, Mevlâna ile Muhyiddini
Arabi O’nda birleşmiş, kaynaşmıştı. Toplumda da öyleydi zaten.
Hz.
İbrahim’in istediği, kalbin inanç yönünden tatmin olması gerçeğine, âdeta
tasavvufun cebirini, logaritmasını bularak eren Muhyiddini Arabi’nin yanında, Mevlâna, petek petek geometrisini örüyor, dostlarla elele,
gönül gönüle altın kemerlerin altından ebedî sevgi
gülümsemesiyle geçiyordu.
·
VI
Gönül
yolu söz konusu olunca, birincisinin kendi varlığını duyması için ikinci bir gönülün gözükmesi şart haline geliyor. Tek gönül,
karanlıklara ve uçurumlara bakan aynadır. Mutlaka ikinci bir gönüle bakması, onunla birlikte gözlerini yukarı kaldırmaya
cesaret etmesi, İlâhî ışık ve şimşekte yanıp kavrulmaması, sevginin
hararetinden, idrakin şiddetinden küle çevrilmemesi için daha güvenli, tedbirli
bir yoldur. En duyarlı âletten daha duyarlı olan gönül için, bu, bir korkaklık,
bir çekingenlik değildir. En yiğitçe atılımların bile bir hazırlığı vardır.
Gönlün, büyük birlik ummanında boğulmaması, mutlak “cem”de
yitip gitmemesi için, “cem” içinde bir “fark” gibi bir diyaloga sarılacaktır
ruh. Büyük yalnızlıkta sesini yükselterek cesaretini toplayacak, âdeta kendi
kendisiyle konuşacaktır. Bu, çölü aşmaktır. Sahranın ötesindeki yeşilin
serabıdır. İlk fecirdir bu. Sohbetle yola koyuluş, ve
giderek, Tanrı’nın karşısında tek başına ayakta durma gücüne ermenin
başlangıcıdır.
Sevgi,
en büyük ve asıl konusuna kavuşuncaya kadar, şefkat, merhamet duraklarından
geçecektir. Hayvanlara acıyış, insanların yardımına koşuş, sadece ahlâkî bir
görev değil, aynı zamanda gönül işi, sevgi işidir. Sılayı rahm,
bir başka sevgi dışavurumunun adı. Hâtıralar, sevginin konusunu bulması için
bir çağrışım odağı olarak hâfızamızda dizi dizi
sıralanmışlardır. Bütün bu sevgiler, asıl sevgiye, kalıcı tek sevgiye,
ebedîliğe lâyık sevgiye bir basamak, bir başlangıç, bir hazırlıktır. Nice ruh
bu basamaklarda yorulur, tükenir. Ama, bütün bu
basamakları aşan gönül ve ruh, mutlak sevgiye, Tanrı sevgisine ulaşır, ona
bağlanır, ondan ötesinin güz yaprakları gibi döküldüğünü görür.
Gönül,
gönüle bakarak, kendisinin arınmış, büyük sevgiyi idrâk edecek cilâlanmaya ermiş olup olmadığını
anlayacaktır. Gönül, çirkinliklerden arınmadan “güzel”e
nasıl, ne cesaretle istekli olabilir? Haset, kin, gurur ve dünyaya tapınmadan
arınmamış, temizlenmemiş gönül, nasıl İlâhî tecellilere, sevgi sultanının
kendini göstermesine nail olabilecektir? Arınış, büyük arınış
gerekli. Bir bir, günlük çile ile, gönlü, kötüden, çirkinden, verimsizlikten, korkudan,
kaygıdan kurtarıp saf, bembeyaz bir kağıt gibi lekesiz hale getirmek gerekir.
Bunun için, başka bir gönül, kar küreği gibi yardıma koşacaktır. Tipilerin,
fânilikten, çağdan, günden sürükleyip getirdiği karı, dostun kar küreği ile
temizleyecektir gönül. Şeyh mürid
ilişkisi, tecrübeli, işlenmiş gönülün ham gönüle yardımı gibidir. Dağa tırmananlar gibi ya da. Yukarı
çıkan, aşağıdakine “el verecek”tir. Ama, kimi zamanda iki arkadaş elele
tırmanırlar dağa. Sırayla, gâh o, gâh beriki, el uzatır, çeker götürür
arkadaşım. Hem şeyh, hem mürittirler birbirine; hem arkadaş, hem dostturlar;
hem öğrenci, hem hocadırlar.
Mevlâna,
büyük görevi, kendisini an an çekerken, gönlünü sınayacağı gönüle
büyük özlem duyuyordu. Ateşten sınavı elbirliğiyle atlatacağı o büyük dostu
arıyordu. Ufuklarda bir atlı görünür ya, savaşın en kritik anında,
ve birden, onunla, savaşın gidişi değişir, işte onun gibi, ruhun kendini
bulması, gönlün saf sevgi aynası haline gelmesi savaşında (bu büyük içsavaşında) bu kez ufukta değil, kapıda, atlı değil, sâde bir yolcu gibi, “arkadaş” çıkıp gelecektir.
Heykeltraşın
mermer içinde hazır duran heykeli çıkartışı gibi, şairin şiirini arı kovanını
ya da oğulunu andıran dilden çekip alışı gibi,
ressamın renkler ve çizgiler dünyasında hayallerini görmesi ve tasvirini
yakalaması gibi, toplum görevlisinin kaderi de, gönül avcısı gönülü nasıl olsa avlayacaktır. Avlamak için avlanacak,
avlanmak için avlayacaktır gönül. Gönül eğitimi böyle böyle
en büyük ava hazırlanacaktır. Ya da en büyük av olmaya. Çünkü;
o makam, öyle bir makamdır ki, orda avlanmak av olmaktır, av olmak avlanmaktır;
av olmak, avcı olmaktır; avcı olmak, av olmak.
Mevlâna,
medresesinden at üstünde dönerken, dizgini tutup soru soran dervişin gönlün
çoktandır beklediği, haberci ve yolcu olduğunu anlamıştı. Gönlün, yol azığım ve
korkulu yolculuk için silâh donanımını tamamlayıp yola çıkması için, bütün bu
konuda kendine bir arkadaş olacak o “doğu yolcusu”nun,
o atalar yurdunca gönderilen armağan gönülün, o Tanrı
misafirinin çıkıp geldiği besbelliydi. Kendisi Iskenderi
Zülkarneyn ise, işte karanlıklar içinde âbı hayatı birlikte arıyacakları
Hızır gelmişti. Şu şartla ki, o da öbürünün Hızırıydı.
Şemsi
Tebrizî’nin gelişiyle, fünye ateş aldı ve birikip
sıkışmış bomba infilâk etti. Mâneviyat dünyası, Konya
Okulu’nu kazandı. Doğu ve batı birleşti. Leylâ ve Mecnun ateşi, bir şimşek gibi
yandı ve muratlar hasıl oldu. Anadolu ruhunun yüksek
fırınlarından biri ateş aldı. Yüksek fırın, geç ısınır, geç ateş alır, fakat
sonunda ateş aldı mı o artık kolay kolay sönmez. Uzun ömürlü olan ateştir o.
Demiri eriten, ateşe çeviren, istenilen şekli vereceğiniz bir uysallığa erdiren
büyük ateş ocağıdır o.
Şemsi
Tebrizî’nin gelişi, Mevlâna’nın kendine gelişi, kendi
kendini buluşudur. Gönlünün ilk silâhım denediği nişan tahtasıdır. Bir yankıdır
Şemsi Tebrizî. Şemsi Tebrizî
ile konuşmak, Mevlâna için bir monologdur. Ayniyle Şemsi Tebrizî
için de Mevlâna öyledir. İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı,
kader yoldaşıdırlar.
Mevlâna
ve Şems i Tebrizî, ayni ruhun iki yüzü. Bir elmanın, bir olmanın iki yarısı.
·
VII
Korkulu
bir yola başlayan için bir arkadaş gerektir. Bir arkadaş gerektir ki, balta girmemiş
sık ormanlarda yol açsın. Şemsi Tebrizî, Mevlâna için
böyle bir arkadaş, böyle bir dosttur. İlerleyecek bir ruh için en büyük engel,
alışkanlıklardır. Cesur, yiğit bir arkadaş gerekir ki, alışkanlıklarımızı
sarsmak istediğimizde bize destek olsun, bizi kamçılasın. Kendi kendimize
söylemeğe cesaret edemediğimiz şeyi, o, bize, yüksek sesle söylesin. Altı ay
yalnızlıkta iki dostun sohbete dalıp kimseyi kabul etmemelerini, Şems’in
Mevlâna’dan şarap testisini başında çarşı ortasında taşımasını istemesini ve
benzeri bir takım görüntüyü aşma denemelerini, halkın insan için söylediklerini
umursayıp umursamama sınavını birlikte saptama olarak düşünmek daha doğrudur.
Diyelim ki, bunlar Şems’in Mevlâna’dan istedikleri. Ya Mevlâna’nın Şems’ten
istedikleri? Bunu menkıbe söylemiyor ama hissettiriyor. Anlıyoruz ki, direkt
konuşma, âdeta yıkma görevi Şems’e verilmiştir. Ama yıkılan yere yeni binayı
kondurmak işi Mevlâna’nındır. Ormanda baltasıyla yol açan Şems’tir.
Ama orman kulübesini yapacak olan ve oradan avı yönetecek olan Mevlâna’dır.
Hatta avı da O yönetmeyecektir. Ama av eninde sonunda O’nun adına yapılacak ve
yönetilecektir. Şemsi Tebrizî, korkusuz, temizleyici
bir kılıçtır. Mevlâna ise, ölüyü dirilten, yere serileni ayağa kaldıran,
diriliş kerametinin alçakgönüllü doktoru. Mâneviyat
yolunda eğriyi doğrultmak, çürüğü yıkmak, eksiği belirtmek, dobra dobra konuşan ve davranan Şems’in mizacıdır. Mevlâna ise,
su gibi güçlü ve ama su gibi de yumuşaktır. O söylediğini dolaylı söyler,
hissettirir. Kimbilir belki de, Şemsi Tebrizi’ye böyle hareket etmesini kulağına fısıldayan da
yine O’dur. Şemsi Tebrizî Mevlâna’dan şöyle veya
böyle davranmasını ister. Bu, Mevlâna’nın kendi kendinden ve arkadaşlarından
istediğidir de ondan. Yoksa Şems, söylemeye güç yetirebilir mi? Aslında hiç bir
şey söylememiştir Mevlâna Şems’e. Fakat Şemsi Tebrizî,
Mevlâna’nın bunu istediğini bilir, öyle konuşur ve öyle hareket eder. Böylece
müritlere söylenmiş olur o söz. Ama bu söylenen ve istenenler,
alışkanlıklarıyla o kadar çelişir ki, müritler isyan ederler. Şemsi Tebrizî’ye tahammül edemeyeceklerini açıkça söylerler. Şemsi
Tebrizî’yi Konya’dan kaçırmak isterler. Aslında
rahatları bozulmuştur. Ondandır isyanları. Nefsin ruha isyanı gibidir bu isyan.
Bu isyanda şeytanın isyanından bir iz, bir koku vardır. Bütün olup bitenler,
belki farkında değillerdir ama, ham ruhların
olgunlaşması içindir; Mevlâna ile Şems, âdeta bir oyunda bir diyalogla bir
mesaj veriyorlar. Oyundan bir anlam çıkarmalıdır çevre. Ama ne yazık ki, bu,
kolay değildir. Nitekim, seyirciler sahneye
yürüyorlar, atak oyuncuyu sahneden kaçırıyorlar.
Şemsi
Tebrizî gitmiştir. Naz psikolojisi kaplamıştır O’nu.
Mevlâna yine kalabalıktaki yalnızlığın dayanılmaz ateşi içindedir. O, gözlerini
mutlak güzelliğe çevirirken, birden kendini büyük yalnızlık çölünde yanar
bulmamak için âşinâ bir yüz arayacaktır. O âşinâ yüz Şemsi Tebrizî idi. O
çekip gitti. Müridler ne yaptılar? Eski
alışkanlıklarına, rahatlıklarına rücu ettiler. İlerleme durdu. O büyük
yenileyici, O, insanı huzursuz kılarak kamçılayan doğulu kılavuz, büyük ahşkanlıksızhk ustası, neredeyse bulunup getirilmeli, yol
tamamlanmalıdır. Yoksa her şey mahvolacaktır. O kadar emekle, zahmetle
kazanılanlar, hiç olup gidecektir.
Bütün
bunlar mevlevîliğin oluş çileleridir. Kimi zaman Şemsi
Tebrizî bir sembol haline gelmektedir. Kimi zaman
nefsimizi sarsan ruhtur o. Kimi zaman bir aynadır ki, bize bütün
eksikliklerimizi, kusurlarımızı, çirkinliklerimizi haykırır. Ama biz ne
yaparız, kusurlarımızı, eksikliklerimizi düzelteceğimize, kızar, tutar aynayı
kırarız.
Şemsi
Tebrizî, zekâ gibi görünen ruh, çılgınlık gibi,
açılımlar, kavisler çizen mânevîyat mantığıdır.
Dersin nasıl iptal edileceğini ders kürsüsünde anlatmaya kalkışan müderristir
O. Maksadı nedir? Maksadı, gönüller sultanı Mevlâna, daldığı büyük murakabeden,
içdalımdan çıkıp başım kaldırsın da, lütfedip
arkadaşlara bir kaç kelâm etsin. Resmiyetin, teşrifatın dışındadır Şemsi Tebrizî. Som samimiliktir O. Ama Mevlâna, ne kadar
âdetlerin dışına çıkarsa çıksın, belli bir resmiyet içindedir, görevi gereği.
O’nun dışında olan alana Şemsi Tebrizî memurdur. Asıl
merkezi göstermek için çevreden dolaşacak olan O’dur.
Işığa işaret etmek için O’nun etrafında dolaşan pervane odur.
Mevlâna,
bir kez daha, karanlıklara karışıp kaybolan pervaneyi bulmayı diledi. Şemsi Tebrizî’nin bulunup getirilmesini istedi. O oğul ki müridlerin en müridi idi. Bu yanmış ocak, sonunda onunla
ışıklanacaktı. Mevlâna, Şems’i çağırmaya oğlunu göndermekle yol arkadaşlarına
yine bir mesaj verdi. Şems’in önemine, büyüklüğüne, gereğine işaret etmiş oldu.
Uyardı müridleri. Alışkanlıklardan dışarı çıkmak
gereğine işaret etmiş oldu. Ve Şems geldi. Yeniden başladı macera. Yeniden
dağlandı yürekler. Yine köz köz ateş kesildi
ciğerler. Sonunda yine isyan mukadder oldu. Nefsin ruha yüzde yüz uyması nerede
görülmüştür? Şems’e yine kaybolmak düştü. Bu kez, bir daha görülmemek üzre, dönmemek üzre gidecekti
Şems. Bir makam bırakarak Konya’da ve silinmez izler bırakarak gönüllerde ve
hâfızalarda.
Ders
bitmiş, artık şahsî tecrübe dönemi başlamıştır. Ney dinleme zamanı bitmiş, ney
üfleme zamanı gelmiştir. O ney ki, üflerken, hatırımıza gelen ve içimizi yakan
hatalarımızın alevli dilidir. O ney ki, acı ve tath
hayat çağrışımlarımızın nağmeleridir. Kendi kendimize buyuruyoruz dinlemeyi.
Dinle ey nefs diyoruz kendimize. Ney, şeyhin, giden
ruhun, uzaklara giden hocamn yerine bize anlatacak
olup bitenin iç yüzünü. Saklanan, gözlerden kaçan sırları açıklayacak. Öyleyse,
ey nefsim, ey zihnim, ey gönlüm, ey ruhum dinle. Dinle, bak, ney neler söylüyor,
neler anlatıyor. Ayrılıklardan nasıl dövünüp yakınıp duruyor. Ayrılık
macerasından bahsediyor. Ve buluşmayı, bir daha ayrılması olmayan buluşmayı
böylece apaydınlık ortaya koyuyor.
Tamamen
kişisel gibi görünen bu yol, gerçekte, kişilerin olduğu gibi, toplumun da
yoludur. Şemsi Tebrizî, o ruh, kaybolduysa, yerine Selâhaddini Zerkubî, aşkından
altın yapraklarını saçan o büyük kuyumcu, koca Mesnevi’yi beyit beyit teşbih tanelerini ipe dizer gibi Mevlâna’dan alıp kağıda geçiren o genç, Hüsameddin Çelebi, birer veliaht
gibi, O’nu anımsatmak üzere, O’nun yerinde duracaklardır. Ve böylece, Mevlâna
da, her zaman, ruhça ve içâlemce hür ve serazat
kalacaktır. Dâva, topluluğun malı olmuştur. Tarihî musibetin âni baskınına uğrayan som hakikat bütünü, bu yenileniş ve
tazelenişle bir gedik açmıştır kurtuluş için.
·
VIII
Şüphe
yok ki, Mevlâna, yeni bir yol çıkartmayı aklının ucundan bile geçirmedi. Zaten
hiç bir büyük dâva eri, sırf yenilik olsun diye, alışılmadık, bilinmedik bir
söz söylemeğe, bir iş işlemeğe, bir davranışta bulunmağa girişmez. İddiadan
uzak durur bu yolun yolcuları. Peygamberler de, hep unutulmuş, ya da unutulmağa
yüz tutmuş hakikati hatırlatmak, insanların onunla olan ilişkisini diriltmek
çabasındadırlar. Yol aynı, hedef aynıdır. Yine de büyük peygamberlerin
getirdiklerinin, bu dünyada genel kanun olan gelişme kanununa dış çizgileriyle
olsun uyan dinin büyük merhalelerine denk düşmesi, bir ayrılığı, bir farkı
değil, çokluk içinde birliği, birliğin zengin âhenk
içinde akışını göstermektedir. Bunun içindir ki: “aralarında bir fark yok”
demektedir Yüce Kitap. Dinin, mutlak özü zaten değişmemekte, ancak ayın
hilâlden bedir haline geçişinde sergilediği görünümler benzeri, her seferinde
yeniden ortaya konuşu söz konusu olmaktadır. Eskimeyen, hep yeniden doğan din,
her yeni doğuşunda o gün doğmuşcasına bir etki
yapacaktır insan psikolojisinde. Buna bir de uygulama eklenince, ihtiyaca göre
öne alınan ya da geri bırakılan kurallar da hesaba katılınca, zarûrî nüanslar ortaya çıkacaktır.
Her yeniden doğuşun ve her dirilişin estirdiği sabah rüzgârı tazeliği,
doğurduğu sabah güneşi yüzünün lekesizliği ve parlaklığından başka bir şey
değildir bu. Velilerin yolundaki farklar da bundan kaynaklanır. İnsanların
mizaç farklılığı, zamanın hastalıkları, onlara göre ilâcı gerektirir. Ancak
bütün yöntemlerle varılmak istenen hedef, insanın, ruhunun yücelmesi, nefsinin
terbiye edilmesiyle, hakkıyla müslüman olması yolunun
açılmasıdır. Mizaçlar farklı, hastalıklar, ilâçlar ve tedaviler çok, sıhhat ve
şifa tektir. İşte o tekliktir ki, yolun önderlerini, gerçek insanlık
doktorlarım bir çizgide toplamaktadır. Mevlâna da, bütün öncekiler gibi,
hakikati olduğu gibi ortaya koymaktan başkasını yapmadı. Ama,
toplum, gününe ve şartlarına göre, yolu, yeni bir isimle anılacak şekilde idrâk etti. Ayrılık yok aslında, birliğe gidiş var.
Mevlâna
da çağında mânevi hastalıkların yaygınlaştığını
görüyor. Kuşku vebası yayılıyor, umutsuzluk zakkumları saçılıyor ortalığa.
Yürekler yanıyor. Haçlıların ve Moğol akutlarının ruhlarda açtığı yaralar,
sebep oldukları sefalet ve akıttıkları kandan daha yakıcı, toplumun bağrını
delen maddî yaralardan daha derindir. Kaderin, aklı aşan görüntülerle gelişine,
zayıf insanoğlu nasıl dayansın? İmânı hedef almış
olan zehirli oktan, can ve ruh, kendini nasıl kurtacaktır?
Nasıl şifaya kavuşacaktır bu zehirlenişten? İşte, bilhassa böyle çağlardadır
ki, ruhları inanç denizi gibi çalkalanan “tabibi mânevî”ler,
mânevîyat doktorları gelecektir. Ruhun, kardeşlerini
tecrübelerinden yararlandırmak ödevidir, borcudur. Ancak, kendini bu
yetkinlikte görmesi: işte en zor nokta, en çözülmez düğüm burada.
Doktorun
diploması vardır. Mânevi tabib
için, insan ruhunu eğiten ekoller olan tarikatlarda icazetnâme
vardır. Ama gerçek diploma, gerçek icazetnâme,
kâğıtta yazıh olan değildir. Kâğıtta yazılı olan,
resmî makamlar ve toplum içindir. Asıl izin Allah’tandır. Şifayı O verecektir,
doktora izni O verecektir. Kimbilir böyle bir göreve
işaret eden kaç rüya gördü Mevlâna? Ama değil mi ki, rüya, insamn
yine kendi duvarları içinde nail olduğu bir mazhariyet. Ya nefs
kendine yontuyorsa bu yeteneğimizi? Kesin izin, hatta emir, ancak dışardan
gelir; nefislerini yenmiş hür ruhlardan ve ufuklardan gelir. Böylesi bir
buyruk, bir izin bir anlam ifade eder. Babanın da, şeyhin de işaret ve
izinlerinden ötesini arama ihtiyatıdır ki, doğu ufuklarından bir toz bulutunun
yükselmesine sebep oldu. Atalar yurdundan izin getirdi bir izinli. Kan ve soy
sop atalar yurduydu görünüşte iznin kaynağı.
Ama
aslında ruh zincirinin halkalarının atalarından gelen izindi söz konusu olan.
İşte
bu yüzdendir ki, Şemsi Tebrizî, bir haberdi, bir icazetnâmeydi, bir mektup ve bir muştuydu. Güneş ışınları
parlıyordu alnında. Yeni doğmuş güneşin taze ışıkları.
Mevlâna
ve Şems'in buluşması Doğu'yla Batı'nın buluşmasıydı. Doğulu olan gelip Batı'da
durmuştu. Doğu'da olan Doğulu da geldi. Doğu ve Batı birleşti.
Eski,
Şemsi Tebrizî'de tükenmişti. Bu haberle gelmişti, bu
haberi getirmişti Şems Doğu’dan. Yeni, Mevlâna'yla başlıyordu, başlayacaktı,
başlamalıydı.
Hangi
"Yeni"? "Eski"ye sonsuz sevgisi,
saygısı ve bağlılığı olan "Yeni".
“İki
denizin birbirine karışmamak üzere kavuştukları yer” âyeti
bu iki ruhun, bu iki dostun kavuşmasına da bir işaret kabul edildi. İki coşku
bir noktada buluştu. Başta açık açık taşınacak şarap testisi, bu coşkuya
işaretti, remizdi. Mümin ruhlar bu coşkuya özlem çekiyorlardı. Kibrit çakılmış,
iki kutup bir araya gelmiş oldu. Şemsi Tebrizî şiddet
kutbuydu. Mevlâna yumuşaklık kutbu. Biri hakikatin gazabı,
kılıcı, öbürü merhameti, rahmeti, şefkati. Ses ve öfke, kılıç ve
güzellik, korku ve muştu; yalvarış, yakarış, titreyiş, sevgi, güzellik...
Derece derece, ruhun morötesi ışınlarından yedi
renge, oradan kızılötesi ışınlarına kadar bütün hâllerin yaşantısı ve hâllerden
yerine oturma üstünlüğüne, makamlara geçiş. Renklerden renklere girişten (telvinden) bütün renklerin birleşip kaynaştığı büyük
senteze geçiş, temkine varış.
Kuşku
bulutlarını dağıtacak, içinde aklın kara kara düşünmekten kurtulacağı, hayatla
ölümü eşitleştirecek, hatta ölümötesinin ağırlığım
iyice duyuracak bir mânevi âlemin, şifa dünyasının, nekahat baharının sûrunu
üfleyecek eşsiz soluk, bu çileler, bu izinler, bu haberler ve bu buluşmalardan
sonra gözükecektir.
Ney
sesi, bizi çevreden soyutlayacak, oksijenle yıkanmış bir gazbezi
gibi apak yapacaktır; arı duru hâle getirecektir görüş ufkumuzu. Sonra dönmeye
başlayacağız. Döne döne yükselmeğe, semâ yaparak semâya doğru yükselmeye başlayacağız. Bir topaç gibi dönüp,
kuşkuları bir bir çivi gibi saplandıkları kalbten çekip alacağız, çıkaracağız. Gönül özgürlüğü, uçuş
kudreti verecektir göğe doğru ruhumuza.
Bir
nevi sarhoşluk, ya da gafletten sıyrılmanın verdiği asıl uyanıklık, ayıklık.
Mevsimlerin tek mevsime, bahara dönüşümü gibi, öğlenin, ikindinin, akşamın ve
gecenin, bütün vakitlerin tek vakte, fecir vaktine çevrilişi gibi, hayatın
düşe, düşün büyük aydınlanışa, içaydınlanışına
dönmesinin yolu açılmış oldu.
Allah’ı
çağırış. Sesle, hareketle O’na doğru koşuş. Engelleri kırmak. Büyük koşuyu kazanmak. Lekesiz, saf imâna
ermek. İlâhî güzelliğe dalıp fâniliklerden fâni olmak. Gönlün
kilitli kapılarını, mühürlerini açmak. Büyük bilince ulaşmak. Ruhun dirilişine
ermek. Nefs ve daha ötedeki küfür,
inançsızlık, red ve inkâr, şüphe ve tereddüt
parmaklıklarından oluşmuş dünya kafesini parçalamak, ya da aralıklarından
sızarak büyük özgürlüğe kavuşmak. Boğulur gibi olan, ölmüş gibi olan ruhu
özgürlüğüne ve dirilişine kavuşturmak. Ölüyü diriltmek,
peygamber mucizesini çağrıştırmak. Bir diriliş kitabıyla, Mesnetliyle;
Allah’ın Kitabı’ndan gelen o diriltici solukla. İlâhî ve rahmani ilhamla.
·
IX
Gerçek
ilme eren, gurura değil tevâzua sahip olacaktır.
İlim, çilesi de eklenince, yüce ahlâk kaynağı olacaktır insan için. Mânevi eğitim, bir yandan ruhu aydınlatır ve ışıtırken, öte
yandan ahlâkı yükseltecektir. İslâm, Allah’a yönelmiş ruh, arınmış gönül,
kurtulmuş zihin, yanlışlıklara düşmemiş akıl ve ulvileşmiş
ahlâk demektir. Medrese de, mânevi ilim ve eğitim
ocakları da, İslâmî her cephesiyle benimsetme kurumu olarak görev yapmıştır.
Çok kritik bir dönemde bu ocakların yetiştirdikleri zâtlar
hizmete koşarak görevlerini yapmışlardır.
Mevlâna
da bu ocaklarda yetişti ve açtığı yol aynı ocakların sürmesini, daha
genişlemesini, yayılmasını ve derinleşmesini sağladı. Musiki de, semâ da, İslâm ruhuyla, İlâhî ilhamla doldu. Bu ruhla
birlikte, yüce İslâm ahlâkı, İslâm merhameti, dünyaya, yaşanır toprak, âhirete hazırlayıcı tarla özelliğini kazandırdı.
Mevlâna,
imânla birlikte bu ahlâkı da telkin etti çevresine.
Bizzat kendisi, en mükemmel örnek olarak, İslâm ahlâkının ne olduğunu somut bir
şekilde ortaya koydu.
Mevlâna
ile bir papazın karşılaşması, bu ahlâkın özelliklerini topluca belirten bir
misaldir. Papaz, Mevlâna’yı görünce önünde eğilip selâm vermiş, aklınca tevâzu örneği göstermiştir. Kimbilir
belki de, Mevlâna’nın karşılık vermemesini, böylece müslümanların
mağrur olduklarına dair eline bir koz geçmesini arzulamış, temenni etmiştir. Ama, Mevlâna, papazın kendi önünde eğilip selâm verdiğini
görünce hemen eğilmiş ve selâm vermiştir. Papaz, başını kaldırıp da Mevlâna’nın
karşılık vermek için eğildiğini görünce tekrar eğilmiş. Fakat tekrar başım
kaldırdığında yine Mevlâna’nın eğildiğini görmüş. Tekrar eğilip zaferin
kendisinde kalmasına çalışmışsa da doğrulduğunda Mevlâna’nın yine eğildiğini
görmüş. Velhâsıl, papaz doğruldukça Mevlâna’nın selâm vermek için eğildiğini
görmüş. Bu karşılıklı selâmlaşma ve eğilme sürüp gitmiş. Sonunda papaz âciz
kalıp müslüman olmakla kurtulmuş.
Bu
menkıbe, aym zamanda bir semboldür. Eğilmek, tevâzuu remzlendirmektedir.
Mevlâna, papaz karşısında, müslüman, hıristiyan karşısında tevâzuda
üstün gelmiştir. Hıristiyanlık, iddia olarak, âdeta alçakgönüllüğü
temel saymaktadır. Ama, pratikte, gurur kaynağı bir dirf haline dönüşmüştür. Çünkü: görünüşte tevâzu yeterli değildir. Asıl tevâzu
içte olmalıdır. Ruh ve gönül, alçakgönüllüğün esas
yeridir. Bir ağacın asıl kökü nasıl toprağın derinliklerinde ise, yani
görünmeyen planda bulunuyorsa, ayni şekilde, tevâzuun
temeli de gönül ve ruhun derinliklerindedir. Gerçek mütevazi
Mevlâna, görünüş tevâzucusu papazı bu sebeple
yenmiştir. İslâm, ahlâk yüceliğinde, görünüşten çok, içimizdeki gelişime önem
vermiştir. İslâm, gerçek tevâzuu getirmiş olduğundan,
müslümanlar, diğer din mensuplarının sahte, yalancı tevâzuundan uzak, yüce ahlâka yakışır tevâzu
ile donanmış olarak, bu açıdan bir karşılaştırmada, elbet zaferin sahibi
olacaklardır.
Menkıbe,
aynı zamanda diyalogun sembolüdür. Selâm vermek, bir insan karşısında bu
maksatla eğilmek, bir diyaloga hazır olmalarını telkin etmiştir müminlere.
Mevlâna, papazın selâmına karşılık vermek ve bunu usanmadan bıkmadan
tekrarlamakla, samimi olarak diyalogdan yana olduğunu belli etmiştir. “Sen o
niyetteysen ve bunda samimiysen, ben de o niyetteyim ve bunda samimiyim”
mesajını vermiştir bu hareketiyle. Papaz, muhtemelen başlangıçta samimi
değildi. Ama, sonunda, Mevlâna’nın samimiyeti ona da
sirayet etti. Diyalog papazın müslüman olmasıyla
meyvesini vermiş oldu. Müslüman, “mütekebbire tekebbür sadakadır” ölçüsüyle
mağrurları ezici üstünlüğüyle devirirken, mütevazilere
de tevâzuuyla karşılık verecektir. Söz konusu,
Mevlâna gibi bir veli olunca, sahte tevâzu bile bir
karşılık görecek ve samimiyete dönüşecektir.
Ve
menkıbenin üçüncü işareti, “tebliğ”edir. Papaz, selâm
vererek lisanı hâl ile dinini tebliğ ve telkin etmektedir. Elbet Mevlâna
Hazretleri bu davranış karşısında suskun kalmayacaktır. Mevlâna’nın da selâm
vermesi telkin ve tebliğdir. Cihaddır bu. Karşılıklı
telkin ve tebliğ savaşı, Mevlâna’nın yenmesiyle son bulmuştur. Bu davranışlarla
konuşma, tartışma, münazara sonunda papaz, ikna olma durumuna gelmiştir.
Menkıbeye,
fizik açıdan baktığımızda ise, dayanıklılığın yine müslümanlarda
bulunduğunu görüyoruz. Mevlâna, bu zaferiyle, kıyamete kadar müslümanlara şu mesajı veriyor: “Maddî güç açısından da, müslüman olmayanlardan üstün olacaksın.” Sırf eğilip
bükülme, yani maddî güç, bugünkü deyişle kondüsyon
açısından baksak, yine müslümanın kâfiri yendiğini
görmüş oluruz.
Menkıbe,
bize, psikolojik direniş ve ısrar açısından, dâvada tahammül ve sabır
noktasından da, şahane bir ders veriyor. Papazın inadı, müslümanın
irade ve ısrarı önünde pes etmiştir.
Menkıbeye,
bir de, riyazet açısından baktığımızda, Mevlâna’nın bu bakımdan tam bir eğitim
ve keramet derecesini kazanmış olduğunu görürüz. Papaz ise, sınırlı bir çile
çapını çiziyor davranışıyla.
Her
yönüyle, öykü, bize, Hz. Musa ile büyücüler yarışmasını hatırlatıyor. Ve hakiki
kerametle yalancısının karşılaşmasındaki sonucu getiriyor.
Ve
yine Mevlâna, ahlâk yüceliğini, çocuklara karşı gösterdiği büyük şefkatiyle isbat etmiştir. Kendini oyundan alamayan çocuğun: “Mevlâna,
bekle, elini öpmeğe geleceğim” diye seslenmesi üzerine yolun ortasında durup
onu beklemesi, her yerde görülen tevâzuunun,
sevgisinin bir başka örneğidir.
Ve
yine Mevlâna yolda, birbiriyle oynaşan köpek yavrularım: “ne güzel
oynaşıyorlar, anlaşıyorlar” diye gösteren müritlerine, “bir kemik atın da ondan
sonra görün” demiş, nitekim dönüşte aynı köpek yavrularının birbirleriyle
hırlaştıklarını hep birlikte görmüşlerdir. Gerçek ahlâkın görünüşte değil, özde
olduğunu bu parlak örnekle bir ders gibi öğretmiştir genç arkadaşlarına
Mevlâna.
Evet,
Mevlâna, yüce İslâm ahlâkını yaşayan ve yaşatan bir eren olarak geçmiş
zamanımızı şereflendiren bir ulumuzdur.
Mevlâna
Hazretlerinin ilk kitabı olarak Mecalisi Seb’a biliniyor. Bir yüzü açık açık fıkha ve onun
ilmine, öbür yüzü gizli gizli ledün bilgisine bakan konuşmaların derlenişi. Divanı
Kebir, Mevlâna’nın, âdeta kendinden geçerek ve sanki yine kendine söylediği
şiirler. Mesnevi, hazır ve gaibteki, şimdiki
zaman ve gelecekteki dostlara, öğrencilere, kardeşlere, derli toplu, bir görüşü,
temsiller, hikâyeler, mazmunlarla sunmak ve öğretmek için, bir nehir gibi akan
çağrışımlar zinciri ve halkalarıyla uzamış temel kitap. Mecalisi
Seb’a ise, belli bir topluluğa, mecliste ya da
camide, bir toplantı yerinde sesleniş, yedi vaaz ve nasihat bütünü. Medreseden gönüle, gönülden kürsüye tutulan yedi ayna. Topluluğa
dolaysız bakış ve onunla diyaloga geçiş. Onun sorusuna cevap veriş. Bu sınavdan
geçen ya da geçirilen Mevlâna, teklere hitap edecek, hatta doğrudan doğruya
Allah’a seslenecek yürek gücüne erecektir sonunda.
Yedi
Meclis, Mevlâna’nın,
bizi, dünyanın yedi ikliminde, tarihin yedi döneminde, Beni İsrail günlerinde,
Peygamber Efendimiz zamanlarında ve bizzat kendi döneminde, yedi renkli mânevi âlemlerde, anlamlar diyarında dolaştırması, nice büyüklerle,
ulularla buluşturmasıdır. Diyelim ki, biz de o vaazlarda bulunduk. Camide bir
sütunun arkasında Mevlâna’nın kutlu yüzüne dalıp gittik. Aklımızı susturduk,
gönlümüzle teslim olduk. O Hızır oldu, biz de itiraz etmeyen Musa. Zaman ve
mekânları geriye ve ileriye doğru aşarak, karanlık perdeleri delerek, ışıktan
daha güçlü ışıklara devr olarak yürüdük ve gittik.
Yıllar ve yüzyıllar geçti. Sonra döndük ve aynı noktaya geldik. Mevlâna sözünü
bitirdi ve sustu. Biz sütunu önümüzde yeniden bulduk. Bu böylece yedi kere
tekrarlandı. Alenî ve toplu zikir, nasıl bizi gizli ve tek başına zikre
götürürse, Mecalisi Seb’a
da, Mevlâna’yı da, bizi de, Mesnevice ve Divanı Kebir'e
götürecektir. O’nu, onları ortaya koymaya, bizi de onlardan yararlanmaya.
Öyleyse,
Mecalisi Seb’a,
tüm Mevlâna külliyatı ve düşüncelerinin bir fihristi, bir özeti, bir fragmanlar demetidir. Eserin ve hizmetin Elif, Lâm, Mim’idir. Giriş dersi, kuşbakışı panoramasıdır.
Mahremiyetler konağının avlusundan sokağa yarı açık avlu kapısı, ya da göz
kırpan penceresidir. Büyük senfoniye başlayış ya da Ayini Şerife giriş
taksimidir. Ney sesleri ve semâ yükselişleri henüz
işitilmeyen sessiz bir müziğe mahsus bir taksim. Senai’den,
Attar’dan şiirler, zenci ve ayna hikâyesi, Barsisa’nın
hikâyesi ve nice misaller; temmuz sıcağında kar satma örneği, sevgili imajı,
bizi yavaş yavaş yeni bir dilin sonsuz dünyasına alıştırmaktadır. Mesnevi’nin ve Divanı Kebir’in dünyasına.
Evet,
Mecalisi Seb’a,
diğer bir açıdan, nesirden şiire, konuşmadan yazmaya geçişidir Mevlâna’nın. Daha doğrusu, konuşmasının yazı, yazısının da şiir haline gelişi. “Ben
şiir söylemiyorum, benim konuşmam böyledir” diyecek hâle gelişi.
Yedi
toplantı, yedi toplanış, yedi toplayış... Hangi açıdan bakarsanız bakın bazı âyetlerin ve kırk kadar hadisin ışığında, insanoğlunun
yürüyüşü değerlendiriliyor, yargılanıyor, tartılıyor, biçiliyor, uçurumlar ve
kurtuluş yolları, korku ve muştu çizgileri gösteriliyor, belirtiliyor.
Görüyorsunuz,
Mevlâna bir meş’ale elinde, karanlıkları yara yara
ilerliyor, biz de bu ışık ve aydınlıkta, ardından gidiyoruz. Nereye gidiyoruz?
Bengisuyu bulmaya. Karanlıklar içerisindeki Bengisuyu. Tıpkı Iskenderi Zülkarneyn ile Hızır’ın
gidişi gibi bir gidiş bu.
Kimbilir
belki ufukta ateş çizgileri, ışıltılar göreceğiz. Mesnevi ve Divanı
Kebir ışıltılarıdır bunlar. Cem ve fark ışıltıları. Cemden
sonraki fark, ikinci fark ışıltıları...
·
XI
“Gel,
gel, yine gel! Ne olursan ol yine gel! Burası ümitsizlik dergâhı değildir.
Tövbeni bin kere bozmuş olsan yine gel.” Mevlâna’ya atfedilen ve İslâm
karşıtlarınca, murat edilmeyen ve murat edilmesi mümkün olmayan bir anlama
çekilen ve âdeta bulundukları hâl için Mevlâna’nın fetvası gibi
değerlendirilmek istenen söz, şiir, bazı araştırıcılara göre, Mevlâna’nın
değil, daha önce gelmiş bir İran şairinindir. Öyle olsa, Mevlâna’nın da olsa
fark etmez. İster olduğu gibi, ister ilâvelerle alıntılanmışı olsun, ister
Mevlâna tarafından söylenmiş bulunsun, O’nun yoluna ve düşüncesine uyan bir
düşünceyi içermektedir bu şiir.
Mevlâna’nın
tüm eserleri, bu çağın gibi bir çağrıdır zaten. İnsanoğluna
bir çağrı. Tümünü bir türkü, bir şiir, bir nutuk, bir öğüt gibi düşünmek
mümkün. Bu sesleniş de, bu bütünün öz bir parçası. Makro bakışla Mevlâna’nın
tüm eserinde bulunacak olan, mikro bakışla da bu çağrıda özetlenmiş olarak
bulunabilir.
Şiirin
anlamı çok açık. Şuraya buraya çekmek imkânsız. Ama
yine de insanoğlu, işine geldiği tarafa çekmek istiyor. İp kopuyor, farkında
değil. Anlam yitiyor, çağrının anlamı kalmıyor, farkında değil İslâm
mutluluğundan mahrum kişi.
Mevlâna,
“Ne olursan ol, putperest olsan da, Hıristiyan olsan da, gel” diyor; “olduğun
yerde ve olduğun gibi kal” demiyor. Eğer çağırdıklarını olduğu gibi ve olduğu
yerde bulunması şeklinde kabul etseydi “gel” demezdi. Oysa “gel!” diyor. Eğer
kâfirin kâfirliğini, hıristiyanın hıristiyanlığını,
yahudinin yahudiliğini,
günahkârın günahkârlığını tasvip etseydi, neden “gel!” diye çağırsın?
Çağırmanın bir sebebi var oysa. Mevlâna, müslüman
olmayanlara bakıyor da, onları kendi kendilerine yeterli, durumlarından memnun
görmüyor. Mutsuz görüyor onları. Hatta sadece mutsuz değil, umutsuz görüyor.
Sadece mutsuz değiller, mutlu olacaklarına olan inançlarını da yitirmişler.
Dipsiz bir yeis uçurumuna yuvarlanıp gitmişler. Karanlıkta kalan birinin sadece
görmemekle kalmayıp ışık bulma umudunu da yitirmesi gibi bir hâl.
Ama,
Mevlâna onların içini görüyor âdeta. İtiraf etmeseler de saplanıp kaldıkları
bataklığı, içine gömüldükleri karamsarlığı biliyor ve onlara sesleniyor,
“gelin!” diyor: “Burası umutsuzluk kapısı değildir!”.
Mevlâna,
mânevi bir tabip olarak onlara teşhisini koymuştur,
iyileşme umudunu yitirmiş hastalardır onlar. Onları kurtarmak için, önce
kurtulabileceklerine inandırmak lâzımdır. Onun için çağırıyor: “Korkmayın,
gelin! Korkacak bir şey yok. Burası, bu dergâh, korkulacak bir yer değil.”
Bu
çağrıdan anlıyoruz ki, Mevlâna, insanoğlunun asıl anlamının, yaradılışının
İslâm üzere olduğu inancındadır. İnançsızlık, küfür, sapkınlık, bir hastalık
gibi insan ruhuna bulaşmıştır. İnsanoğlu, bir takım sebeplerin tesiri altında
umutsuzluğa düşmüş, umutsuzluk da onu red, inkâr,
isyan, inançsızlık ya da gururun bulandırmasıyla oluşan yoz inanç çukuruna
düşürmüştür. Orda, karanlık ve umutsuzluk içinde kıvranmakta.
Eğer bu insandaki umutsuzluğu yıkarsak, ruhundaki dumura
uğramış umut damarlarının donmuş kanını harekete geçirebilirsek, kendini
bulacak ve kendine gelecektir. Bunun için de onun, yerinden kopması, çevresini
değiştirmesi, umut, neşe ve sevinçle çınlayan dergâha gelmesi lâzımdır.
Mevlâna,
“olduğun gibi kal!” demiyor, “gel değiş!” diyor. Çağrılanın değişeceğini
biliyor. Yeter ki gelsin. Allah yolunun gücüne inancıyla yükseliyor Mevlâna’nın
çağrısı. Yeter ki, o kişi, bir niyet edip yerinden kımıldasın, gelsin. O zaman
kurtulacağına şüphe yoktur.
Dergâh,
İslâm ocağıdır. Allah’a inanmışlığın ve ondan umut etmenin ocağıdır. Bağışlanma
yurdudur. Tanrı bağışlarının, mânevi hâzinelerinin insan üstüne
boşandığı, tükenmezcesine boşandığı, mânevi şifa
yurdudur dergâh.
Peki,
Mevlâna, kendisini büyük, ve inançça düşmüşleri küçük,
hor görüp mü çağırıyor? Hayır. Gerçi o bir doktor gibi çağırıyor onları ama, bu, tıp doktorluğundan farklı bir doktorluktur. Tıp
doktorluğunda doktor, doktor, hasta, hastadır. Ama mânevi
doktorlukta iş biraz karışık, biraz karmaşıktır. Kim hastadır, kim doktordur?
Doktor, kendini doktor görecek midir? Bu doktor, o hastalığı görmüş, âdeta o
hastalığı geçirmiş, sanki onu yaşamış, sonra iyileşmiş kişidir. Mânevi derdi yaşamış, çileyi çekmiş, tecrübe etmiştir.
Çağırdığı somut, yaşanmış bir gerçekliktir. Kendisi, o hastanın derdini
yüreğinde hissettiği için, sadece insanlık gereği olarak değil, tek tek her
kişiyle âdeta özdeşleştiği için, kendi kendini onarırcasma
yaklaşmaktadır konuya, dertte de ayrılık gayrılık
yoktur bu yolda.
Dergâha
gelince, putperest de, hıristiyan da, yahudi de, İslâmî bulacaklar ve birlik içinde
eriyeceklerdir orda. Mevlâna’nın deyişiyle, tuzlaya düşmüş at gibi tuz haline
gelecekler, tuzla aynı özde birleşecekler, bir olacaklardır.
İnsan
günahkâr da olsa, bin defa tövbesini bozmuş da olsa yine gelmelidir. “Bu
dergâh, umutsuzluk dergâhı değildir.”. Günahkârın, tövbesini bozanın günahı ne
kadar büyük, durumu ne kadar umutsuz olursa olsun, Allah’ın rahmeti ondan
büyük, af umudu ondan aşkındır.
Mevlâna,
Allah’a çağırıyor. Şüphesiz, Allah, inançsızlıkları giderip inanç bağışlayıcı,
günahları giderip sevaba gark edici, tövbeleri kabul edici, umutsuzluğu umuda çeviricidir.
Yeter ki, kul, niyetlensin, bir adım atsın O’na doğru. Kul, Allah’a doğru
yürümek için bir adım atarsa, Allah, ona doğru koşarak gideceğini söylüyor.
Mevlâna,
sadece müslümanlara seslenmiyor, onlara kapanıp
kalmıyor. Nehir, İslâm nehri, cihan çapında akıyor. Moğolları da, rumları da, yahudileri de
çağırıyor Mevlâna. İslâmm yeni bir genişlemesi
çağrısını yapıyor. Bir takım insanların, islâmm
battığını sandıkları bir dönemde, O, tam tersine bir gelişme bekliyor. İnançlı
ve umutludur. Bu inanç ve umutla haykırıyor. Nitekim,
yüz yıl sonrası Anadolu’suna baktığımızda, bütün moğolların,
bir çok hırıstiyan ve yahudinin
müslüman olduğunu, ve müslümanların
yeniden büyük devletlerini kurduklarını, medeniyetlerinin parlak bir dönemini
başlattıklarını görüyor ve o umudun, o çağrının boşuna olmadığını anlıyoruz.
·
XII
Molla
Cami, Mevlâna için: “Peyamber nist,
veli dared kitap” demişti. Peygamber değildi, fakat
kitabı vardı demek. Mesnevi’ye bu gözle bakıyordu Nefahatül
Ûns yazarı büyük şair, bilgin ve mutasavvıf Molla
Cami. Mesnevi’nin tamamen rahmani kaynaktan geldiğini bundan daha iyi
hiç bir söz anlatamaz.
Molla
Cami demek istiyor ki, Mesnevi, vahiy değildir şüphesiz, ama sıradan bir
kitap da değildir. İlham verimi bir eserdir. Hatta sıradan bir ilhamın ürünü
olmakla kalmayıp üstün bir ilhamın içinde somutlaştığı büyük kitabdır. İlhamın en üst derecesinde, son sınırındaki bir
yücelmenin derlediği ve değerlendirdiği görülmemiş çiçeklenişlerden
oluşmaktadır. Vahiy değildir, ilham kaynaklı
dır
ama, âdeta ondan ötede bir ilham yoktur artık. Herhangi bir ilhama bazı
şeytansı katışmalar olabilir. Ama Mesnevi, o
türlü yaklaşma gücünü kırmıştır sanki şeytanın. Büyük ilhamın önüne katıp
sürüklediği ve sonra yapı taşı gibi kullandığı çağın kültür birikimi, hikâyeler
yığını gibi gözüken zengin malzeme unsurları, tek tek büyük yapıda yerlerini
alırken, âdeta öz değiştirerek ruhanîleşecekler, rahmanîleşecekler ve ulvîleşeceklerdir.
Sanki
dünyanın, dış âlemin verileri, Mesnevi’de anlatılan bir hikâyede olduğu
gibi, Çin ressamlarının kullandığı bin bir renk ve boya olup, Rum ressamlarının
durmadan cilâlayıp parlattıkları ayna ile remzlenen,
gerçekte de gönül aynası olan Mesnevi’ye girince, aynadaki görüntüler
gibi, tabiattan, fizikten arınıp mistik bir kimlik, öteye ait bir yaşantı
kazanıyorlar. Her unsur, âhiretten gelen bir görevi
üstleniyor, bir koku taşıyor. Yüce amaç, en hurda ve miskin aracı bile
güzelleştiriyor, iyilik ve doğruluk yolunda canlı ve etkin kılıyor.
Peygamber
değildir ama kitabı vardır demek, bu kitap “görevli” bir kitaptır demektir. O
kitabın çağ için bir görevi, çağından sonrası için bir görevi vardır. Doğrudan Kur’anı Kerim’e götüren nurdan bir burak
gibi. Bir yorum, ama ateşi kül bağlamamış, vahyin sıcaklığını yüreğinde yaşatan
bir yorum. Nasıl Kur’anı Kerim, her an yeni nazil
oluyormuşçasına ter ü taze olmanın mûcizesine
sahipse, Mesnevi de yeni nazil olan Kur’an’ın amndaki
yorumu olmamn kerametine malikmişçesine bir hararet
neşrediyor.
Peygamber
değildir ama kitabı vardır demek, yeni bir diriliş rüzgârı estirmiştir
demektir. Ahkâm getirmek, peygamberlerin işidir, vahiy işidir. Ama zaman zaman
bunalıma giren müslümanları yeniden kendilerine
getirecek bir çağrı, bir sesleniş, önderlerin ödevi. Gerektiği vakit bu
önderlerin çıkıp gelecekleri, Allah’ın bu ümmete bir lütfü
olarak Peygamber tarafından müjdelenmiştir. Müslümanların ruhlarını canlandırıp
tazeleyecek olan zâtlar, gerektiği her sefer, âdeta
her yüz yılda görüneceklerdir. Mevlâna, Yunus Emre böyle gelmiş
büyüklerimizdir. Müslümanların en umutsuz günlerinde zuhur etmiş yakıcı imân ışıkları, muştu meşaleleridirler. Batan güneşleri
âdeta hızla doğuya götüren ve oradan doğmalarım sağlayan olağanüstü güçle
donanmış erlerdir onlar. Gün öyle batmış ve ortalığa öylesine bir karanlık
çökmüştür ki, sanki güneş bir daha doğmayacaktır. İşte siz gelin de böylesine
karamsar bir hisse kapılmış insanları yeniden ışıklı, aydınlık ve güzel
günlerin geleceğine inandırın. İnancı, şerefi âdeta ayaklar altında çiğnenen
milleti, tekrar mutlu günlerin geleceği güvencine kavuşturun. Ve siz gelin,
cehennemi yaşayan insanlara, gözle görülür, elle tutulur şekilde cenneti
gösterin, yaklaştırın ve tattırın. İşte bunu yapmak görevini yüklendikleri
için, Mesnevi ve Yunus Emre’nin şiirleri, hiç bir eserin ve hiç bir
şiirin varamayacağı bir mânevîyat âlemine
yükseltebiliyorlar insanı.
Hz.
Mevlâna’nın kişiliği, öyle bir kişiliktir ki, sabit bir portreye sığmaz ve
mutlaka ondan dışarı taşar. Görevi ona bu çok cepheliliği
vermiştir. Gürcü Hatun’un ricasım
kırmamak için portresinin yapılmasına razı olan Mevlâna’nın resmini ‘ yapmaya
girişen, fakat her seansta başka bir Mevlâna gördüğü için sonunda âciz kalan ve
bu aczini itiraf ederek hidayet yolunu tutan hıristiyan
ressamın hikâyesi, ayrıca, sembolik olarak, bize Mevlâna’nın ruh kişiliğinin, mânevi kimliğinin de zaptedilmez
olduğuna işaret etmiş olmuyor mu?
Mevlâna’nın
kişiliği, dağlardan şelâleler yaparak inen, zaman zaman yatağının dışına tâşârak akan coşkunluğunun önünde durabilecek bir em. gel tanımayan, zaman zaman düzlüklerde sakinleşen,
durgunlaşan, sonra en beklenmedik anda kayaları sürükleyerek yarlardan aşağı
yuvarlanan, sonunda ummanlaşıp ufukları kaplayan bir
nehirle benzeştirilebilir belki. Divanı Kebir’&eki
gazeller ve kasideler o coşkunlukların somut örnekleridir. O coşuşların, o
şahlanışların, inişlerin ve çıkışların. Kabarış ve
taşışların. Fihi Mafih,
bir göl manzarası ile fikirler dünyasında sakin sakin dolaştırır bizi. Mesnevi
ise, Amazon’dan da, Missisipi'den de uzun bir Nil’dir
ki, firavunları derinliklerinde boğarken, Musa’ları üzerinden selâ? metle yolculayıp
denize ulaştırıyor.
Evet,
meşhur benzetiş ile söylersek, Mesnevi, kendisi denize ulaşırken, titrek
ve mütereddit, her an kaybolmaya aday bir damlayı andıran insan ruhunu da,
Birlik denizine ulaştırarak kurtarır.
Mesnevinin
bin bir renk ve parıltısından şaşıranlara, bütün bu renklerin altındaki tek
rengi, birlik rengini göstererek, Hz. Mevlâna, cevap veriyor. Mesnevi’nin
Kur’an’a mensupluğunu, aitliğini ilân ederek, itiraz, red
ve inkâr yolunu iptal ediyor. Kur’an’m dışında ona
bir varlık tanımıyor. EnelHak sözünde olan gerçek tevâzu, inanç ve fenafillah ruhuyla, Mesnevi’ye,
Kur’an’da fâni olduğunu yine kendi dili ve üslûbuyla söyletiyor.
·
XIII
Mevlâna’nın
Divanı Kebir'i nisbeten klasik divan târifine uyar. Fakat bu uyuş, şekil bakımındandır. Onda da
diğer divanlarda olduğu gibi kasideler, na’tlar, kıt’alar, rubailer vardır. Ama öz bakımından şiirler
tasavvuf terennümleridir. Divan şairi, yücele yücele belki tasavvuf
yüceliklerinden bir yüceliğe aracaktır. Oysa, Mevlâna’da tasavvuftan şairliğe geçiş gibi bir görünüm
vardır. Yine de aldanmamak lâzımdır. Bu, bir görünüşten ibarettir. Bütün mesele
söyleyeceklerini bir parça gizleme, perdeler arkasından göstermedir.
Eğer
Mesnevi, Mevlâna’nın erdiği “makam”dan konuşma
ise, Divanı Kebirdeki şiirler, “hâl’lerinin
bir demetidir. Gerçi bu “hâl”ler de o makamın enstantanelerinden başka bir şey değildir. Biz bu
kasidelerde, gazellerde Mevlâna’nın an yaşantılarını görüyoruz, duyuşlarına
eriyoruz. Buzlu bir camın ardından da verilse bunlar, Mevlâna’nın direkt manevî
tecrübeleridir. Mesnevi ise, bir an için duyguların durdurulup yüce
düşüncelerin ve hakikatlerin dile getirilmesidir.
Divanı
Kebir’de düşünceler
yok mu? Nasıl olur? Kasideler ve gazellerde, rubailerde düşünceleri, kristal
parçaları halinde duygu içinde ve onunla kaynaşmış olarak, yani duyuşa dönüşmüş
olarak buluruz. Mesnevi’de ise, düşünceler, meseller ve hikâyelerde
somutlaşan bol örnekleriyle birbirine eklene eklene dev bir yapı oluştururlar.
Diğer bir deyişle, Divanı Kebir’deki şiirler, türküler ve şarkılardır. Mesnevi ise, bir senfoni, bir ayini şerif. İnsanlık
Senfonisi ya da Ayini Şerifi. Bir nevi, Divanı Kebir, Mevlâna’nın
sübjektivitesi, Mesnevi ise objektivitesidir. Öyle bir sübjektivite ki,
bizim için bir objektivite oluyor. Ve öyle bir objektivite ki, her insanın
sübjektivitesini bal sızdıran petek gibi sunuyor.
Mesnevi,
mevsimler üstü, zaman üstü görünüyor. Oysa, Divanı
Kebir’deki şiirler, mevsimlerden hareket ediyor. Güller, lâleler,
leylekler, kargalar, divan şiirinin bu bahar konukları, olumları,
olumsuzlarıyla, kasidelerde, gazellerde yerlerim alıyorlar. Ne kadar çok bahar
var Divanı Kebir’de? Anlıyoruz ki, her yıl dönümüyle gelen ilkbahar,
Mevlâna’yı coşturmuş ve dile getirmiş. Meram Bağları’nm
baharı, Konya’nın baharı, bozkırın bütün güzelliklerini sergileyen tek varlığı
olan bahar, Mevlâna’nın şiirlerinde, coşkun bir gönül seli olup akmış. Yani,
Mevlâna, her bahar tabiata dalmış ve ondan heybelerini gülle doldurarak
alacağım almış. Tabiatı yüklenmiş, mevsimleri yüklenmiş, baharı yüklenmiş
Mevlâna. Şarabı çağrıştırmış güller ve aşkı çağrıştırmış şarap. Aşkı anlatmış
Mevlâna, aşka çağırmış. Bülbülün, gülün, şarabın anlamını “aşk” kavramında
toplamış, bahar esintilerini gidilecek yöne çevirmiş.
Mevlâna,
tabiata, mevsimlere, bahara dalmış ama orada kalmamış, ordan
mânevi âleme, mânevi
bahara, İlâhî aşka geçmiş. Tabiatı, baharı, gülü ve şarabı da oldukları yerde
bırakmamış. Onları da beraberinde sürükleyip götürmüş. Öz, cevher değiştirmiş
onlar. Fizik âlemden kurtulmuşlar, metafizik varlıklar olmuşlar. Artık bu gül
başka bir gül, bu bahar başka bir bahar, bu şarap başka bir şarap, bu aşk başka
bir aşktır.
Divan
şiirinin üzerinde tasavvufun gölgesi vardır. Ama Mevlâna’nın şiirleri,
tasavvufun ta kendisidir, gölgesiz, saf gönül sesleridir. Edebiyata açılan
Mevlâna, onu da dâvasının bir aracı yapmasını bilmiştir. Ama görüntüsünü
bozmadan, estetik gücüne de güç katarak.
Divanı
Kebir, bu baharlar,
lâleler, güneşler, denizler, ırmaklardan giderek büyük na’t
dünyasına çıkar. Peygamber Efendimiz’i, Hz. Ali’yi
öven şiirleriyle Mevlâna, mânevi örtüsünü,
harmanisini atar bu şiirlerin üzerine. Bir Kubbei Hadra gibi yükselir Divanı Kebir, eserlerden meydana
gelen kümbetler şehri içinde.
Duygular,
düşünceler, Eflâtun’un ideler âlemi gibi, hatta ondan da öte ârifin dünyası gibi bir dünya örerler. Ruhumuz, bu aynada
kendini seyrederek, eksikliklerini sezip yücelme yollarım arayacaktır. Mevlâna
bizi alıp yücelere götürecektir. Bir meşale dünyasına onunla ereceğiz.
Mevlâna
lirizmi, metafizik bir lirizmdir. Estetik, büyük âhengin
kelimelere yansıması şeklinde kendini gösteriyor. Nağmeler, mânevîyat
bayrağının dalgalanış ve titreşimlerinden oluşuyor. Senai
şiirden dervişliğe giderken, Attar bir tarafında şairlik, öbür tarafında
dervişlik, kanat çırpıyor; Mevlâna ise, âdeta günlük dili şiir dili olan bir
öte âlem zümrüdüankasının duyarlığıyla yeşile,
pembeye ve maviye boyuyor gökleri.
·
XIV
Mesnevi,
temelde bir eğitim kitabıdır. Kur’an öğretisini ruhlara sindirme derslerinden
oluşan bir kitap. Kur’an’ın yorumudur, ama klasik yorumlardan bir farkı vardır
bu yorumun. Mevlâna, sûre sûre,
âyet âyet, kelime kelime Kur’an’ı ruhuna geçirmiş, Kur’an hakikatleriyle
ruhunu eğitmiş, ikisini birbirinden ayrılmaz hâle getirmiş, daha sonra o
hakikatleri zihninin, akıl ve muhayyilesinin aynasında somutlaştırmış,
canlandırmış. Her hakikatin hayat hikâyesini mesellerle ve hikâyelerle
anlatmak, böylece, belki de, istilâcılar tarafından ülkede bir inziva köşesine
mahkûm edildiği için iyice sınırlanmış olan Kur’an eğitimini ve öğretimini arka
sokaklardan dolaşarak birden meydanın ortasında bir bomba gibi patlarcasına bir
etki çerçevesinde sürdürmek istenmiş; işte, Mesnevinin tarihîsosyal amacı...
Direkt
metodla değil de endirekt metotla Kur’an
hakikatlerini öğretmek, sadece öğretmek için değil, yaşatmak, müminleri Kur’an
ahlâkıyla ahlâklandırmak, onların ruhlarım Kur’an’la
donatmak, güçlendirmek amacıyla çırpınıyor Mevlâna. Kur’an’m
hikmetlerini süzülmüş bir şekilde hikâyeler içinde veriyor Mesnevide
Mevlâna. Çocuktan büyüğe, herkese sesleniyor. Alim,
ümmi herkes yararlanabilir ondan. İnsan bir yolculuğa çıkıyor Mevlâna’yla Mesnevide.
Uzun bir yolculuk bu. Attar’ın Mantıku’ttayr’da
kuşlara yaptırdığı bu yolculuğu, Mevlâna, bize yaptırtıyor. Abı hayatı birlikte
aramaya çıktığımız Hızır’ımızdır o sanki. Gecelerce gidiyoruz, karanlıklar
içinde gidiyoruz. Fakat ilerledikçe nur artıyor. Tanrı’nın ışığı yolumuzu
aydınlatıyor.
Kelîle ve Dîmne,
insanlara hayvan hikâyeleri arayıcılığıyla ahlâkî öğütler veriyor. Senai ve Attar bu hikâyeleri ulvî amaç için kullanma yolunu
açıyorlar. Mevlâna onları hoca olarak görüyor ve izlediğini söylüyor. Ama, onda bu sanat, büyük virtüözüne kavuşmuş oluyor.
Hikâyeler düşüncelerden, öğütler hikâyelerden, hikmetler öğütlerden aynlmaksızın, ruhun büyük senfonisini dinletiyorlar bize. Mesneviyi
okumaya başlamak, onunla hemhal olmak, yıllar yılı onunla yoğrulmak, bir
değişim sürecine girmek ve onu yaşamaktır. Şeyhin o büyük sohbeti ki, dinleyen,
eski kimliğini içeri girerken kapıda bıraktığını hissetmektedir. Kapıdan
çıkarken de âdeta başka bir insan olarak çıkacaktır.
Bir
bilinçlendirme öğretisidir Mesnevi. Metafizik planlı ve konulu bir
bilinçlendirme yolu. Tann’ya varmak, her an Tanrı’yla
olduğunun farkında ve şuurunda olmak yolunu açan bir aydınlık çizgi. Çoklukta
Tek olanı, eseri ve tesiriyle idrâk edip yalnız
olunmadığım bilme mutluluğuna bir çağrı.
İnançları,
ahlâkı, görüş ve bakışı düzeltmek ve doğrultmak yolu, bin bir kavis çizilerek
anlatılmış. Bin bir lâbirentten geçiyorsunuz. Ama sonunda çıkacağınız cadde,
dosdoğru cadde, Sırat ı Müstakimdir, Ana Yol, Ana Caddedir.
Hikâyeler...
Yahudi vezirin hikâyesi, gülsuyu şişesini deviren tûtinin
hikâyesi, rum ressamları, çin
ressamlarıma hikâyesi, Hindistan tûtilerinin
hikâyesi... sayısız hikâye, içiçe
geçerek, birbirinde eriyerek, kuştüyü gibi uçuşarak, insanı Tanrı adamı kılacak
ortamı hazırlamaktadır ruhlarda.
Fon
müziği olarak ney’in eşlik ettiği miraç lirizmiyle
dolu bir arınış yolculuğu demektir Mesnevii
Mânevî’yi kitap kitap
yaşamak.
İnsanı
kutlu mâneviyat katına yükselten kitap olarak, ona, Mesnevii Şerif denilmiştir. OsmanlIların kadirbilirliklerinin en güzel bir örneğidir
bu.
Veliler,
hayatlarında da, öldükten sonra da, müminlere tesir etmek, onların gidişlerinde
bir iyileşmeye, yükselmeye hizmet etmek anlamında tasarruf sahibidirler. Bu
görevi de, kendilerinden sonra, ya yetiştirdikleri, yetiştirdiklerinin
yetiştirdikleri ve sonra onların yetiştirdikleri, bir zincir gibi uzayıp giden zâtlar, ya da bizzat eserleri, daha doğrusu hem yetiştirdikleri
insanlar, hem eserleri yerine getirir.
Hz.
Mevlâna’nın, Anadolu üzerinde böyle bir mânevi
tasarrufu vardır. Hacı Bektaş i Veli, Hacı Bayram ı Veli gibi, hatta belki
onlardan da fazla bir etki ve tasarruf söz konusudur Mevlâna için. Hem mevlevilik ocağından yetişenlerin, hem de Mesnevî'nin, Anadolu insanının ruh yapısı
oluşmasında büyük katkıları oldu. Mesnevi, Anadolu ruhunu yoğurdu. Bu
hamurun yoğuruluşunda Mevlâna’nın kutlu ellerini görmemek mümkün değildir.
Dedelerimiz,
Mesnevl'ıdn özelliğini sezerek, onu halkın
eğitimi için temel kitaplardan biri olarak kabul etmişlerdir. Hem aydınların,
hem ümmi halkın eğitimi için. Vaizin, camide tefsirlerden yararlanıp vaaz
şeklinde anlattıkları, öz halinde ve mânevi
cepheleriyle, estetik biçimler içinde, şiir olarak ve anlamlı hikâyeler
tarzında, Mesnevi'de yer alarak tamamlanmıştı. Bu yüzden, OsmanlIlar, Mesnevi eğitim ve öğretimine çok önem ve
değer verdiler. Bu emekleri de boşa gitmedi. Karşılığını fazlasıyla aldılar.
Yüce ruhlu ve ahlâklı, zarif aydınlarımızı biraz da bu eğitime borçluyuz
geçmişte.
Sonra
tarihimizin en karanlık günleri geldi. Fetretlerin en fetretli dönemi. Sanki aydınlar İslâmî bırakıp,
geçmişimizi tam inkâr yoluna, dinsizliğe saplanıp kaldılar. Batı hayranlığı,
kendimize ait ne varsa silip süpürüyordu onların ruhunda. İşte bu korkunç
günlerde, klasik devir değerlerinden, en çok yine yaşama direncini
gösterenlerin başında geleni Mevlâna’nın hâtırası ve eseri oldu. Ona hemen
hemen kimse direkt olarak bir söz söyleyemiyordu. Bu yüzden, onu, bir
takımları, çarpık bir aynadan yansıtmak istediler. Ama zaman içinde bu strateji
anlaşıldı. Onun islâmdan, şeriattan kopmasımn mümkün olmadığı görüldü. Onlardan kopmak bir
yana, tam tersine, zaten Mevlâna onlar için vardı. Onlarla, Mevlâna Mevlâna’ydı.
Mevlâna,
bir İslâm ereni, bir İslâm önderi, bir İslâm düşünürü, bir İslâm şairidir. Bu
en basit gerçeği bile saptırmak için nice yıl ne diller dökmediler. Fakat, güneş balçıkla sığanmaz.
Hakikat ortaya çıktı. Şimdi Mevlâna, o günahkârları da: “gel, gel, yine gel”
diye islâma çağırıyor.
Evet,
Mevlâna, devrinin o fetret döneminde, İslâm ruhunun yaşaması için çırpınan bir
pir, bir erendi. Yeniden dirilmenin sancıları için kıvrandığımız bu günde, bu
en korkunç fetret gününde de, ruhu ve hâtırasıyla, bir diriliş piri, ereni
olarak bize yol gösteriyor, ışık tutuyor, mânevi
tasarrufuyla, eseri ve tesiriyle, yardımda bulunmaktan geri durmuyor.
EK
MESNEVİ’DEN
(BAŞLANGIÇ)
Yakınıp
duran şu neyi dinle
Ayrılık
ne demek ondan anla.
Beni
kamışlıktan kestiler keseli, Ben ağlarım, ağlatırım kadınları, erkekleri.
Şerha
şerha yarılmış bir sinem olmalıydı ki, O zaman
anlataydım ne derttir bu özlem derdi.
Kendi
öz toprağından ayrı düşmüş olanlar, Orda geçen o mutlu zamanları anar, arar.
Ben,
her yerde, her toplulukta inledim durdum; iyilerle de düşüp kalktım, kötülerle
de kalktım oturdum.
Herkes
benim dostum sanıyordu kendini; Kimse bilmedi ama sırrı ta içimdeki.
Sırrımı
söylüyorum işte haykırarak, ama, Gözlerde görecek nur
yok, duyacak güç kulaklarda.
Can
vücuttan saklısız, vücut candan;
Ama
izin yok ki ruhu görsün insan.
Ateştendir
şu neyin sesi; yelden, sudan değil;
Kimde
yoksa bu ateş, insan değil.
Aşkın
ateşidir fışkıran ağzından.
Aşkın
coşuşudur şarabı kabartıp duran.
Dostundan
ayrılanın dostu neydir; bizim elin neyleri,
Perde
perde yükselip yırttı bizim perdeleri.
Ney
gibi öldüreni, kurtaranı kim görmüş;
Neyden
üzgün, neyden daha şen olanı kim görmüş?
Ney
kanlı bir yolculuğu anlatır da anlatır;
Aşk
hikâyelerini, Mecnun’u anlatır da anlatır.
Ağzı
yalnız kulaktır dinleyen, sayan;
Aklı
yalnız sarhoşlardır arayan.
Üzgün
günlerimiz bitmez bir güz oldu;
Ömür
kömürümüz ateşte köz köz oldu.
Günler
geçip gittiyse ağlamaya ne gerek!
Var
olsun el uzatan ermiş insan, olgun dilek.
Balıktan
ötesi bol suya kandı;
Günü
geçmiş olanın geçim yolu tıkandı.
Olgunun
durumundan ne bilsin bizcileyin ham kimse;
Sözü
kısa keselim öyleyse.
(Diriliş
Dergisi, 1967)
İslâmın
Şiir Anıtlarından’dan
DÜĞÜN
GECESİ
Dün
gece, şebi arûstu, yani
düğün gecesi. Hz. Mevlâna’nm, gönüller gencinin,
şehzadeler şehza’ desi bir
güvey gibi, ölümün lâmbalarıyla donatılmış bir fener alayını andıran bir düğün
havası içinde uğurlandığı gece. Toprak dünyasından gök dünyâsına,
arzdan arşa, insan ellerindeki ağırlıktan melek kanatlarındaki hafifliğe,
karanlıktan ışıklar ülkesine, kısaca aşağıdan yücelere uğurlandığı saat. Bir
şiddet meleğinin kemikleri kırar casına anâızm kavrayışı şeklinde gelen ölüm bile, demek ki,
Mevlâna’ya, bir düğün gecesinin, bir güveyiye gelişi gibi geldi.
Bu
gece bir yas gecesi olamazdı, bir düğün gecesi olabilirdi ancak. Çünkü: büyük
insan için hep ilerleme vardır. Ölüm, en büyük ilerlemedir onun için. Bir
yandan, bu dünyada, izi ve eseriyle, sönmemecesine yaktığı meşalelerle sağ ve
diri olarak yaşarken, öte yandan, ebedîlik dünyasında da, bütün bir ömür
özlemini çektiği, aşkıyla ateş harmanı gibi savrulduğu bir birlik ve bir
topluluk, geçmez güzellik ve yıpranmaz gerçekler dünyasına ölümün yanına yaklaşamayacağı
bir dirilikle geçmiştir. Ölümle bir hayat ortadan kalkmamış, bir hayat, iki
hayat olmuştur. Sönmemiş, parlamıştır. Azalmamış, çoğalmıştır. Seyrelmemiş
yaşama dakikaları, yoğunlaşmış ve derinleşmiştir.
Bu
geceden sonradır ki, Mevlâna’nın dünya deneyi, öteye taşınmıştır, burada da,
tarihî bir kadro gibi, her doğan çocuğa açık bir gök sofrası halinde uzayıp
gitmiştir. Bir sofra ki, her yüzyıl bir katını daha açacak, bir kıvrımının
sakladığı nar bahçelerini önümüze saçacaktır.
Her
şebi arûsta, savrulan kar
tanelerinin içinde, birbirini izleyen iki gök harmanili
hayal gibi Şems ve Mevlâna’nın arka arka kayarak
ufuklarda kaybolduğunu görmeyen, sezmeyen göz, ne kadar kapalı bir gözdür!
Her
şebi arûsta, tabut,
tahtırevandır; içindeki diri, bir hakikat güveyisi, Hz. Mevlâna’dır. El üstünde
taşıyan müminler bir düğün alayıdır. Ölüm, düğünün ta kendisidir. Hem de sağdıç
olan imam, Hz. Şems’tir. Namaz, alayı harekete getiren bir miraçtır. Dua, Mesnevi'dir.
Ayakların âhengi ateş nefesli neyden fışkırır.
Her
şebi arûsta, Kubbei Hadra, bir fosfor gibi
parlar, Şems’i saklayan bir örtü gibi titrer ve sırrını açıp da gösterir.
Şebi
arûs da canlıdır. Mesnevi’nin yaprakları
arasında yaşar. Kanatları tavus kuşunun kanatlarından daha göz alıcıdır. Hem de
tavusunki gibi gurura batmış aldatıcı bir göz alıcılıkta da olmamak şartıyla.
İşte böyle bir kış gecesinde, o, Mesnevi’nin yaprakları arasından çıkar
ve kanatlarıyla Selçuk haşmeti Konya’yı sığar. Günübirlik tozlardan ne
bulaşmışsa dökülür camilerin duvarlarından. Mevlâna’nın gezdiği yerleri gezer,
onun ziyaret ettiği evlerin pencerelerinden bakar ve kapılarını çalar. O Konya
evlerinin bir çok kapısı çalınır. Selâhaddini
Zerkubî’nin önünde kendinden geçerek döner döner
döner, semâ eder. Onun dönüşünü görenler, bir
eleğimsağmanın, yedi renkli gökkuşağının döndüğünü sanırlar. Sonra Meram Bağları’nın yediveren kütüklerindeki karla örtülü son
üzümlerden bengisuyu içer içer, kanmamacasına içer. Ve Şemsi Tebrizî’nin kaybolduğu noktada, gece bitip de şafak
atarken, etrafında yanan bir ayna gibi dönen dünyaya birkaç ölümsüz bakış
atarak, kanatlarını açar ve gökyüzüne doğru uçar.
(Bâbıâli’de
Sabah, 1967)
Sütun’dan
MEVLÂNA
ENSTİTÜSÜ
Muhyiddini
Arabî hazretlerinin Füsûşül Hikem’i
gibi kendine mahsus bir Kur’an tefsiH olan ve Anadolu
ufuklarım yediyüz yıldır Kur’an ışıklarıyla donatan Mesnevi’nin
ilham sahibi Hz. Mevlâna’nın, düğün gibi karşıladığı ölüm gününü, yine
Kur’an’ın indiği bu kutlu oruç günlerinde yaşadık. Ramazan ayı içinde Kur’anı Kerim, Kur’anı Kerim
içinde, onun aşk kanıyla yazılmış bir yorumu olan Mesnevi, Mesnevi
içinde bir düğün gecesi (şebi arûs):
işte size, bizi çekip götüren Mevlâna’nın yaşayan bir kerameti.
Bu
günler, bir bakıma, Mesnevi’nin dünyayı şereflendirdiği günlerin bir
benzeridir. O zaman, Batı’dan Haçlılar, Doğu’dan da Cengiz orduları gelerek Islâm Dünyası’nı, bir yıkılışa götüren, kuşku ve tereddüde
boğan, aklın kavrayamayacağı ve
ancak
aşk ve vecdle karşılanabilecek acı bir kader şartına
bağlamışlardı. İşte Mesnevi, İslâm Dünyası’nın siperleri olan Anadolu’ya
böyle ulu bir ödevle geldi. Merkez noktasında Mevlâna ve Mesnevi, Horasan
erenlerinden bir halka, Anadolu’da, yeni bir hamleyle İslâm insanını, yeni
devlete, yeni hayata, canlı bir medeniyet kıvamına getirdi. O atılış ve
sıçrayış, İslâmî bu günlere kadar diri ve sağlam olarak getirdi. 20. yüzyıl da
medeniyetimizi, o dönemdeki kıskaca benzer bir kıskaç içine aldı: bir yanda,
Haçlıların yenisi Batı, bir yanda da Cengiz aksiyonunun bir de ideoloji gücüyle
destekli benzeri komünizm. İşte canlı ve yeni inanç, düşünce ve aksiyon
akımlarıyla birlikte ve onlarla içiçe Mesnevi’nin
yeniden en güçlü bir şekilde kurtarıcılık ödevinin gelip çattığı saatler. Daha
önce, Mesnevi, Anadolu ve İslâm Dünyası’nın kurtuluşu için başlıca
ödevini gördükten sonra, klasik kültür eğitiminde baştaki yerini almış,
yüzyıllarca İslâm Dünyasında belli başlı ana din, tasavvuf ve edebiyat, kültür
ve ruh eseri olarak okunmuştu. Şimdi, bu klasik ödevi aşan şartlar geldi.
Öyleyse özünde bir velâyetin diriltici nefesini taşıyan Mesnevi’nin de,
yeniden, olanca ışığıyla ortaya, bir zeytin altı barışı ve bir kılıç gibi
çıkacağı günler geldi.
Yanlış
bir edebiyat kanaati ve bilgisi olarak bir çok kişi Mesnevi’nin
Farsça yazılışına hayıflanır. Halbuki iyice
düşünülürse, bu da, büyük Mevlâna’nın bir kerametinden başka bir şey değildir.
Eğer Mesnevi Türkçe yazılmış olsaydı, ne kadar büyük olursa olsun, zaman
içinde eski bir edebiyat metni gibi karşılanacak ve sadece öğretim alanı içinde
kapalı bir hayatla çevrili olarak kalacaktı. Halbuki,
Farsça söylenmekle bir yandan Anadolu dışındaki dünyaya sürekli olarak seslenme
imkânını sürdürmüş, öte yandan, her yüzyılın canlı Türkçe’sine
çevrilerek Anadolu’da devamlı olarak çağdaş olmuştur. Böylece, büyüklüğün ve
güzelliğin son sınırında da olsa, bir mermer heykel gibi geri çağlarda
kalmamış, her çağ bir çocuk gibi doğmuş, büyümüş, yaşamış, sonra bir sonbaharda
yerini yeni, canlı ve genç bir Mesneviye bırakmıştır. Hepimiz, ufkumuzda
hiç değişmeden duran bir Mesneviyle, bir de her çağ onun açılan bir kıvrımı
gibi gelişen Mesnevi tercümeleri ve şerhleriyle karşılaşmış, her
karşılaşmada da canlı bir kerametin diriltici serin bâdı
sabasını yüzümüzde duymuşuzdur.
Bu
çalışmalar halkın kendi enerjisiyle ve ruh kudretiyle ortaya koyduğu
verimlerdir.
Halkın
ve devletin bütün imkânlarından faydalanan Üniversite ise, Mevlâna gibi dünya
çapındaki bir veli, bir aşk adamı, bir şair, bir ideal insanı, bir İslâm önderi
için hangi etüdlerle karşımıza çıkmıştır?
Vakit
kaybetmeden Edebiyat Fakültesine bağlı bir MEVLÂNA ENSTİTÜSÜ kurmamız ve bir Mesnevi
Kürsüsünü açmamız lâzımdır. Böyle bir teşebbüs, Üniversitemizin şahsiyetini
bulmaya ve kültürümüzün yeniden çağa hitap edebilecek bir diriliğe kavuşmaya
başladığına bellibaşlı bir işaret olacaktır.
(Bâbıâli’de
Sabah, 1967)
Sütun’dan
GELEN
ANADOLU
Batıcılar,
devrimciler, marksistler Türkiye’nin geleceğine ne
gibi bir katkıda bulunabileceklerini düşünselerdi nasıl bir çıkmazda
bulunduklarını anlayacaklardı. Bize yedi yüzyıl öncesinden verimli ışıklarını
hâlâ kurtarıcı bir aşk kaynağından göndermekte devam eden Mevlâna Celâleddini Rûmî Hazretleri ayarında bir mânevi sultan mı getireceklerdir bize? Onlar kimi
getirirlerse getirsinler, daha doğrusu getirdiklerini sanırlarsa sansınlar, o
getirdikleri, Anadolu’nun mânevi tasarrufu elinde
bulunan Mevlâna güneşinin yanında bir mum bile olamayacaktır. Bunu biraz anlar
gibi olduklarından mıdır nedir, Büyük Mevlâna’ya doğrudan doğruya karşı
çıkamıyorlar, hatta kendi yanlış yollarına O’nun bazı söz veya davranışlarını
dayanak yapmak için çırpmıyorlar. Fakat bu çırpınışın sunîliği
ortadadır. Bu kötü niyet teşebbüsleri kendi hesaplarına en ufak bir yemiş
vermemekte, yalnız Mevlâna’nın enginliğini farkında olmadan itiraf etmeleri
anlamına gelmektedir.
Çağ
ne kadar değişmiş olursa olsun, Mevlâna bir meşale gibi ışıklarını saçmakta, müslüman gençliğe yepyeni ufuklar açan ve açacak olan bir
esprinin temel unsurlarından, hayat damarlarından biri olmaktadır.
Batıcılar,
onun sevgi ve acıma duygularıyla insanı kucaklayan yanını, yani hoşgörürlük
yanını görüyorlar, fakat dinden en ufak bir parçanın, bir kılın bile feda
edilmesine göz yummayan yanını görmüyorlar. Bakış çerçeve ve açıları, bu
genişliği ve enginliği bütünüyle kavrayamıyor.
Komünistler
mala tapanları kınamasını görüyorlar da herkesin hakkına ve malına saygısını
göremiyorlar. Onların da bakış alanları bu kadardır. Ama müslümanlar
O’nu her yanıyla görmeye çalışıyorlar. O’nun sembollerinin arkasında yatan özü
seçmeye çalışıyorlar.
Ve
Mevlâna yüzyılların içinden bir kere daha müslümanlara
geri geliyor.
Kendi
zamanında hristiyanlara karşı aşkla, Moğollara karşı
merhametle Anadolu müslümanlarını ayakta tutan bir
esprinin ışığıydı Mevlâna. Bugün de Batı’ya ve komünizme karşı belli başlı
diriliş sütunlarındandır.
Nasıl
ki bir sütun da İmâmı Gazâlî’dir,
bir sütun da Muhyiddini Arabi’dir, bir şutun da İmâmı Rabbanî’dir. Ve bin bir
sütun olarak öbürleri.
Gelecek
nesiller Büyük Kurtuluş yapısını bu
sütunlar
üzerine kuracaklardır.
içimize
bir güve gibi girmiş, derimize bir kene gibi yapışmış yabancı düşüncelerin
melez akımından bu yüce insanların ayarında insanlar çıkar mı hiç?
Onların
niyeti, yani bu yabancı akımların kasdı, Anadolu
ruhunu çölleştirmek, çoraklaştırmaktır.
Ama
bunu başaramayacaklardır.
Gölgesine
sığındıkları bütün putlar yıkılacaktır.
Anadolu’da
yeniden Fatihlerin, Yavuzların, Mevlâna’nın, Yunus Emre’nin, Fuzûlî’nin, Şeyh Galib’in,
Itrî’nin ve Dede Efendi’nin, Hak yoluna adanmış kılıçların ve kalemlerin,
erenlerin ve erlerin nesli gelecektir.
Tarihin
tevâzu çizgileri içinde Anadolu’nun geleceği budur.
Yoksa komünizm çölü veya batı bataklığı olmak değil.
Anadolu’nun
dirilişinde, batıcılık, komünizm bir anti tez, bir reaksiyon olarak ödev
görmeğe mahkûmdur. Bu reaksiyon olmalıdır ki, Anadolu’nun dirilişi hızlansın ve
tam olsun.
Deniz,
kayalara çarpa çarpa büyür.
Irmak,
büyük uçurumlardan atlayarak şelâleleşir.
(Bâbıâli’de
Sabah, 1968) Sütun’dan
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar