Print Friendly and PDF

DİVAN TERCÜMESİ Mevlana Hâlid-i Bağdadi ( Kuddise sirruh Hazretleri )

 

Çeviri/Uyarlama: Süleyman Kuku

ÖNSÖZ

Ziyâeddin Mevlânâ Hâlid hazretlerini, dünyayı zulmetin kapladığı bu kurb-i kıyâmette, Âlemlere rahmet olarak gönderilenin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ) en açık halifesi ve en bâriz mümessili kılıp, onunla islâmı kuvvetlendiren Allahu teâlâya sevdiği ve beğendiği şekilde sayısız hamd ü senâlar olsun!

Mevlânâ Hâlid efendimizi en büyük âlimlerin ve en yüksek evliyâsının yolunda büyük işâret taşı ve nûrlarının taşıyıcısı kılan ve Mücedid-i elf-i sânî ve Mazhar-ı Cân-ı Cânân gibi kafile sürücü ve kolbaşı eyleyip, kendisine hârikul-âde bir zekâ, keskin ve uzağı gören bir akıl veren ve Peygamber edebi ve kalben beş büyük tarîkatin nûrlarını, kemâllerini ihsânla LEDÛNNÎ HÂRİKA ismine lâyık ve münâsib kılan, Muhammed aleyhisselâmın Rabbi ve izzetin Rabbi olan Allahu teâlâya hamdü senâlar olsun!

Mevlânâ Halid efendimizi, meleklerin kendisinden hayâ ettiği eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) en ileri gelenlerinden, Resûlullah efendimize iki defa damat olmakla şereflenen Hazret-i Osman’ın (radıyallahü teâlâ anh) neslinden dünyaya getiren, çocukluğundan Rabbine kavuşuncaya kadar hep Hak üzere bulunduran, şerîat, tarikat ve hakikatin örtülmeğe yüz tutmuş taraflarını Müceddid-i Elf-i Sânî hazretleri gibi gün yüzüne çıkarıp, sohbet, teveccüh ve eşsiz nazarları ile binlerce evliyâ ve âlim yetiştirip, Arabistan, Akdeniz adaları, Mısır, Irak, Sûriye, Filistin, Anadolu, Rumeli, Dağıstan, İrân, Türkistan ve daha birçok ülkelere irşâd için gönderen ve bu vesile ile devleti ve milleti kuvvetlendiren ve irşâdlarının te’sirini bize kadar ulaştıran Rabbimizi tesbîh, tahmîd, takdîs ve tekbîr ile zikrederiz.

Mevlânâ Hâlid efendimizi, Akaid, Kelâm, Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Ahlâk ilimlerinde, gerçekten LEDÜNNÎ HÂRİKA denilecek kabiliyette yaradan, kalb âlemindeki ufkunun nihâyetsizliği ve bu yolda kanâat etmeyip, hep: “Daha yok mu?” diyen istidadı ile, onu Habîbinin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) usulü üzre, sohbet, muhabbet râbıtası, zikir ve murakabe esasları üzere bulunan Nakşibendî ve devamı Müceddidî ve onun da devâmı Mâzharî kolunda zamanın en büyük mürşidi Gulâm Alî Seyyid Abdullah-ı Dehlevî’nin huzûrunda kemâle ve nihâyete erdiren ve oradan yüz binlerce futûhatla irşâd için memleketine gönderip, yeni bir takviye ile Hâlidî feyiz verme yolunu ihsân edip, milyonlarca insanın seâdetine sebep kılan Allahu teâlâya, âlim kullarının yazdıkları kitablardaki kelimeler, evliyâ kullarının dillerindeki ve kalblerindeki zikirler sayısınca hamdü senâlar ve Habîbine, Eshâbına, Âline ve kıyâmete kadar gelmiş gelecek bütün müminlere salatü selâm ve hayır duâlar ettikten sonra deriz ki:

Mevlânâ Hâlid efendimiz hicrî 1192         (m.1778)

senesinde Bağdad civârında Süleymaniye’ye bağlı Şehri Zûr kasabasının Karadağ beldesinde dünyaya geldi. Babası Ahmed, onun babası Hüseyin, babası Alî, babası Abdullah, babası Hüseyin, babası Tâhâ’dır. Bu da insanlar arasında ALTIPARMAK ismi ile meşhûr ve kâmil bir veli olan Pir Mikâil’e çıkar. Bu da üçüncü halife Hazreti Osman Zinnûreyn’e ulaşır. Annesi ise, Hazreti Alî’nin soyundandır.

Küçük yaşta aklî ve naklî ilimleri, din ve fen bilgilerini, ya‘ni tefsir, hadîs, fıkıh, ahlâk, tasavvuf, akaid, nahiv, sarf, meâni, beyân, bedî‘, va‘d, âdâb, aruz, edebîyat, lügat, usûl, mantık, hikmet [fizik], hey’et [astronomi], hesâb, geometri ve benzeri ilimleri tahsil etmiş, hattâ Fîrûzâbadî’nin dört cildlik Kamus lügatını ezberlemiş, asrının bütün âlimlerinin fevkıne çıkmıştı. Esrar ilminde ise Allahu teâlânın âyetlerinden bir âyet olmaklığa canlı numûne idi. 1213       (m.1 798) yılında aklî ve naklî ilimleri

tedrise, okutmağa başladı. Çok âlim yetiştirdi.

Fevkalade edîb olup, nesirde olduğu gibi, Arabî, Fârisî, Kürdî ve diğer dillerde, kaside, gazel benzeri manzûm eser yazmakta da topu herkesten ileri atmış, belâgat ve fesâhatın en güzel meyvelerini meârif ehline arz etmiştir. Derler ki, Hak teâlâ ona öyle bir kabiliyet ihsân etmişti ki, yanına kim gelse, onun dili ile konuşurdu. Şiirinde akıcılık [lirizm] ve ma‘nâ yan yana idi. Yerden fışkıran yeni bir pınardaki kadar coşkun ve berrak idi.

İslâm âleminde en derin, zor ve meşhur kitabları, Şerh-i Muhtasar’ı, Müntehâ’yı, Beydavî Tefsiri’ni, İbn-i Hacer’in Tuhfet-ül-Muhtâc’ını, Şerh-i Mevâkıf’ı, Mekasıd’ı ve Siyâlkutî’nin Muhakkık’ını hâşiyeleri ile ve daha nice derin eserleri, hiçbir şübhe ve suâle yer bırakmadan okutur ve açıklardı. Tahkîk ve tedkîkinden akıllar hayrette idi. İlimde o kadar meşhûr oldu ki, bütün âlemde LEDÜNNÎ HÂRİKA adı ile anıldı.

İki defa hacca gitti. Medine-i münevvere’yi ziyâreti esnasında yazdığı şiirler, muhabbetle dolu yanık kalbinden sızan ince terennümlerin ifâdeleridir. Hicaz’da iken aldığı ma’nevî işâret, sonsuz seâdetinin ilk beşâreti idi. Memleketine döndükten sonra, tafsîlatını diğer kitablarımızdan       okumanıza    bırakalım ve diyelim

Hindistan’a gitti. Zamanın en büyük mürşidi Abdullah Dehlevî hazretlerinin huzur ve sohbetiyle dokuz ay kadar kısa bir zamanda kemâle geldi. İcâzet ve hilâfetle taltîf edilip memleketi olan Irak’a gönderildi. Hindistan’dan ayrıldıktan sonra mürşidi Abdullah Dehlevî hazretleri Farsça : “Hâlid bürd”,yani “Hâlid, burada ne varsa hepsini aldı, götürdü” buyurdu. Bu dönüşü ile insanları, bulunduğu Müceddidî yolunda irşâd etmeğe ve onlara şeriât, tarîkat ve hakikat nûrlarını ve feyzlerini vermeğe koyuldu. İrşâd güneşi yalnız Irak’ı değil, çok ırak yerleri de aydınlatmağa başladı. Yarasa tabiatlı olanlardan başka herkes nûrundan istifâde etti. Son iki üç senesini Şam’da geçirdi ve orada 1242 (m.1826) yılında vefât etti. Cenâze namazını allâme İbn-i Âbidin hazretleri kıldırdı. Allah ondan râzı olsun ve bizleri muhabbet ve şefaâtine mazhar eylesin! Şam’da Cebel-i Kasyon denilen mevkî’de defn olundu. O günden beri sevenleri ziyâret edip, feyiz ve bereketlerinden istifâde etmektedirler.

Mevzumuz olan Divân’a [tercümesine] gelelim: İslâm âleminde yazılmış en güzel, en manidâr birkaç divândan biridir. Mevlâna Abdurrahman Câmî’nin ve Hâfız’ın divânları gibidir. Seyyid Abdülhakîm Arvasî hazretleri, Arabî divânlardan Ömer İbn-i Fârıd’ın, Fârisî’den Mevlânâ Hâlid efendimizin divânlarını takdim ve tercih ederdi. Mürşidi, Seyyid Fehim hazretlerinin torunu Tâhâ efendi’ye, Mevlânâ Hâlidin DİVAN’ını hediye ettikleri zaman: “Bu Divânın kıymetini bil. Bunu çok oku. İstanbol’a bedeldir. Hâşâ! Yanlış söyledim, dünyaya bedeldir” buyurmuşlardı. Bir gün Hüseyin Hilmî Işık hocamız bizim eve teşrif ettiler. İşbu Divândan okuyup izâh ettiler ve buyurdular:         “Mevlânâ Hâlid efendimizin Divân’ını çok

edeble ve muhabbetle okumalı, her beytinde ağlamalıdır. Çok hurmet ve tazîm etmelidir.”

Mevlânâ Hâlid hazretlerinin Divânı tertib edilinceye kadar, o taraf halkı Cüzeyrî hazretlerinin şiirlerini ihtivâ eden Kürdî divânını okurlardı. O da aşk ve muhabbetle yazılmış kalblere tesir eden bir divândır. Sonra Hâlidîler bu Divân-ı Hâlid’i ezberler ve her mecliste okur oldular.

Bu divânın büyük kısmı fârisî, diğeri arabîdir. Mesleğinde, şiir sanatında şâhâne bir eserdir. Edebî eserlerin en başta gelenlerindendir.

Bizim tercümeye gelince: Çok büyük kısmı zâhirî bir tercüme olup kelimelerin lügat manâları esas alınmıştır. Mümkün mertebe vezin ve kafiye kalıblarına uyarlamağa gayret ettik. İşâret, manâ, teşbîh, temsil taraflarına çok eğilmedik. Şiir hâlinde çevirmeğe giriştiğimizden, şiir icabı, bazı ufak ayrılmalar olmuş olabilir. Kafiye ve vezin gereğine bir de bizim eksikliğimizi eklersek, okuyanların bizi afv etmeleri belki daha kolay olur; yoksa Mevlânâ Hâlid hazretlerinin divânını tercümeye, hem de şiir hâlinde tercümeye kalkışmak akıldan uzak olduğu kadar, edebden de uzaktır. Ancak Divânı okumak istiyenlere bir kolaylık olabilir. Yani bu tercümemiz, tam Divân olmayıp, ondan haber veren bir numûnedir. Şiire kabiliyyetim olmasaydı, buna asla cesâret edemezdim. Mâlumunuz, şiirde kasd olunan ma’nâyı en iyi, onu kaleme alan bilir. Ama zâhiren de olsa, şeklen de olsa, sadece kelimelerden ibâret de olsa, yine de çok şey ifâde etmekte, ma‘nâlara doğru ilerlemekte olup, kalb ve rûh letafetine âşina eylemekte, okuyanların ma’nevî taraflarını, kalblerini ve ruhlarını tahrîk ile muhabbet ve yakînlerini kuvvetlendirmekte, şiirdeki o tatlı zevk ve heyacan, insanın içinde saklı olan kudsî emâneti hatırlatmakta ve rububiyyet karşısında ubudiyyet tavrını takınmaktan ibâret olan o ma‘nevi emâneti taşımak ve taşıtmak gayretini kamçılamaktadır. Böyle bir faydaya sebeb olduğundan Mevlânâ Hâlid efendimize minnettârız!

Bütün şâirler, şiirlerinde bu meslekte kullanılan ıstılahlara, deyimlere riâyet eder. Her dalda olduğu gibi, edebiyatta, şiirde de bazı hususî ifâdeler, kelimeler, deyimler, teşbîhler ve temsiller vardır. Şâirlikte mevzû daha çok sevgi, muhabbet ve aşk olduğundan, bu meslekte teşbîh, tasvîr, tavsîf o derece fazladır. Çünkü sıfatlar isimleri izâh eden, anlatan kelimelerdir. Ancak “El-mecâzü kantarat-ül-hakîka”, yanî mecâz [sûret, zâhir] hakîkatin köprüsüdür, buyrulduğundan, hakîkî muhabbetten bahsedenler, hep mecâzî [dünyevî] aşktan misâl ve örnekler verdiler ve sanki sevdiklerini dünyadaki bir insan ve kadın gibi düşündürdüler. Erkeğe göre, güzel bir kadın mükemmel bir sevgili olduğundan, büluğa ermiş ruh için mürşid-i kâmiller, peygamberler, hatta mutlak cemâlin sâhibi Hak teâlâ çok sevgilidir. Sevgili için kullanılan sıfatların en mükemmelleri bunlarda olduğundan, herkes anlamasın, yalnız ehli olanlar anlasın diye zahirî sıfatlarla medh edip, bâtınî ve ma’nevî güzelliklere işâret etmişler, fitneyi önlemişlerdir. Sakın bu kelimelerin lügât ve görünüş manâlarına takılmayın. Nefislerinden kurtulmuş, Hakla bâkı olmuş, Allahu teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmış, maddeden ma‘nâya geçmiş, görünüşte yeryüzünde yürüyen ve fakat hakikatta Arş’ın üzerinde seyr eden, solları [eksikleri, hatâları] kalmamış, hep sağ olmuş, ikilikten kurtulup tevhidin hakîkî ma‘nâsını sağda tatmış, varlığında muhâlefet kalmamış olan o büyüklerin, sevgili kulların, mürşidlerin ve hidayet öncülerinin tek arzularının Hakla olmak olduğunu bilip, ona göre muhabbet ve edeb ölçülerine riâyet edelim.

Tasavvufun        muhabbet       lügatında,       şarab

muhabbettir. Su feyiz, süt ilimdir. Meyhâne tekkedir, şarab şişesi mürşid, kadeh ağzı, ağzındaki mühür, mürşidin dudaklarıdır. Gazel, kaside okumak, mürşidin  sohbette

konuşmasıdır. Sarhoşluk, muhabbet-i ilâhî, zikr-i         ilâhî,

murakabe-i ilâhî veya râbıta esnâsında kendinden geçmektir. Şarab, Kâdirî ve diğer tarîkatlerde kendinden geçme sebebi, afyon Nakşibendîde kendinde olmama sebebidir. Sâkı, yine mürşiddir. Boş kadeh muhabbet azlığıdır. Düzgün boy, selvi boylu, mürşidin kusursuz, sevgi ile dolu kametidir. Yüzü, onun güzelliği, Hakkın tecellisi, benleri, kaşları, yüzündeki ayva tüyleri, güzelliğini 15


tamamlayıcı, cemâlini süsleyen, güzelleştiren sıfatlardır. Saç kıvrımları da böyledir. Ama peçe ve siyah saçlardan murâd sevdiğinin yüzünü görmeye manilerdir. Yüzünü, ağzını öpmek, ağzının suyunu yutmak, ona çok yakın olmaktan, ondan hissedilir derecede çok feyz ve nûr iktibasından, kalbinde, göğsünde olanları muhabbet yolu ile emip almaktan ve nihayet onda fâni olup, onunla bir olmaktan kinâyedir. Bu kinâye ise kerâmete kavuşmaktan, nazarı ise hâlden hâle girmesine işarettir. Seyirciler, müridler, sarhoşlar, yine onlardır. Ya‘nî sohbette muhabbet şarabının sarhoş ettikleridir. Gül bahçesi yine sohbettir. Çeşitli çiçekler zevk alınan sözler ve yüzlerdir. Sevgili mürşiddir.

Ya‘nî tasavvuf edebiyatının kendine mahsus bir dili vardır. Misâller, temsiller, teşbîhler, nümûneler, örnekler bu mesleğin deyimleri ile yapılır. Günümüz insanının bu tarafı eksik olduğundan dikkatlerini çekmek istedim.

Yoksa şâirin çölünden yalnızlığını, engin deniz ve ufuklarından hayalini, göklerden yüceliği, sûretten sireti, mecâzî aşktan hakikî muhabbeti düşünmez ve kıyâs etmezsek, Mevlânâ Hâlid hazretlerini Kerem ile Aslı gibi düşünürüz. Olmaz. Hiç olmaz. Mevlânâ Hâlid efendimiz, Mirâc gecesinde Allahu teâlânın Peygamber efendimize görünüp, âlimlere göre dünya zamanı ile on sekiz sene kadar beraber kalıp, yetmiş-seksen bir rivayette üç yüz bin mevzuda kelâm ettiklerinde Zât-ı baht-ı İlâhînin Habîbinin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem ) kalbine akıttığı sırları, ma’nevî kemâlleri, dünyaya indikten sonra Ebû Bekr’in (radıyallahü teâlâ anh) kalbine akıtmış, O da halifesinin... ve nihâyet sırası gelen Abdullah-ı Dehlevî hazretleri vâsıtasıyla o nûr feyiz ve kemâllere kavuşmuş, yeryüzünde Allahu teâlânın ve Resûlünün halifesidir. Onları temsil etmekte, onların namına emir ve nehy etmektedir. O halde en güzelleri temsil ediyor. O halde bütün güzellikler, doğruluklar, iyilikler, fâydalar Ondadır. Demek ki Nakşî Müceddidî yolunda mürşid-i kâmil çok yüksek derecelere sâhib, yalnız  Allah   ehli     olan    seçilmişlerin

seçilmişlerindendir. Bunun için Mevlânâ Hâlid efendimiz: “ Bu yolumuzun büyüklerini sevmek Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar [1000 sene] ibadetten fâidelidir” buyurdu. Sözümüze gelelim:

Leylâ ve Mecnûn ve benzeri hikâyeler dahî sevmenin, aşk ya‘ni sevginin ifrad derecesinin suretini, dünyevî tarafını, ya‘nî mecâzî bir aşkın insanı nerelere götürdüğü, ne hallere soktuğunu anlatmakta, maksadımız olan hakikî sevgiyi izahta çok işe yarar. Mecâzî, zâhirî âşk böyle olunca hakikî aşkın nasıl olabileceğine buradan yol bulunabilir. O halde buna kelimeler, ifadeler, yetmez. İşâret ve rumuz, mîsal ve teşbîhlerden istifade ile beyana çalışmak icâb ediyor. Öyle de yapılıyor. Hatta zorlama bile olmadan, işin seyri kendiliğinden bu mecrada cereyân ediyor.

Aziz okuyucu! İşte bu Divân’ı okurken, ihtiva ettiği şuara mesleğinin özel deyim, edebî san’at ve teşbihleri, mecâzdan hakikate çevir. Çevir ki, kalbin ve ruhun senin hakikatin olduğundan, hakikat, hakikate gıda olsun ve bu ma‘nâlarla ruhun beslensin, kuvvetlensin. Buyurun; işaret bizden, gayret sizden, muâvenet Allahu teâlâdan deyip, muhabbet iklimine, aşk diyarındaki periler, sevgililer bahçesine girip temâşada olalım.

Süleyman bin Ahmed 15 Safer 1431 30 Ocak 2010


KASİDE

Abdullah Dehlevî hakkındadır:

Güzellerin şahına benden gizli haber ver;
Bahar yağmurlarından yeniden canlandı yer.

Sevenleri dizilmiş onun yolunu gözler,

Güzeller hep toplanmış, mutribten gazel dinler.
Çimende yüzbin işve ve naz ile yürürken,
Bir an gül bahçesinin içine teşrif eder.

Ayak tozu lâlenin kalb yarasına merhem,

Kölesi mührün vurur alnına gül güzlüler.

Taze bahar gülüne letafetinden su yürür,
Bahçedeki fidanlar mahcubiyetinden terler.

O, uzun servileri boyuna köle yapar,

“Bende güzelim” derse şimşiri pişman eder.
Yüzünü kıskanır da, gülün kalbi kan dolar,
Bahçede gezen tavus, hiç görünmeseydim der.

Nur yüzünü görmekle nergisin yüzü nurlanır,

Sümbül, ayağın öpmekle âşuftelikten vazgeçer.

Hakimâne tavırla bahçeye teşrifi bugün,
Cennet bahçelerini gıbtaya mecbur eder.

Zirâ nazda, zerafette rekabet pek kuvvetlidir,

Hem bahçedeki fidanlar, hem saraydaki güzeller.
Bir yandan bunca güzel yüzden açmış peçeyi,
Buna ressam Mâninin kalemi gıbta eder.

Diğer yandan bahçeler, öyle şen şakraktır ki,
Ne kalem onu yazar ve ne dil izâh eder.

Kudretin san’at kalemi çimenin kenarına,
Reyhâni kalemle çizmiş sayısız güzellikler.

Menekşe, sevgilinin beniyle hemrengim, der,
Üstüne çiy düşmüş gül, yâr yüzü gibiyim der.

Gonca ağzındaki sırrı, yavaş yavaş açıklar,

Nergis ise gözüyle gizli işâretler eder.

Reyhan yarın tüyünden, sümbül ise zülfünden,
Haber verir ve servi, yâr gibi boyluyum, der.

Gül katmeri üstüne düşen her çiy damlası,
Yemen yakutuna biten Umman incisine benzer.

Bahçe öyle yeşerdi, zümrüdü de hor görür,
Yeni açılan lâle yakutla alay eder.

Seher yeli Îsanın icâzından dem vurur,

Ve ebr-i nisan verir ölüyü ihyadan haber.

Bahar bulutu ağlayıp coşunca, güller güler,

Tıbkı fânî âşıka gülen pervasız sevgililer.

Yakubun gözü açıldı Yusufun kokusundan,
Bülbülün neş’esi arttı birden açınca güller.

Kızıl gül gölgesinde semender suya döndü,
Yabanîler, bahçenin lutfuyla ehlileştiler.

Bağ yeşil, papağan yeşil, şarkı yeşil, hep yeşil,
Nikisânın güzel sesi, burda makbûle mi geçer!

Seher yelinden bir anda nice binler gül açtı,
Tıbkı Kutb-i Rabbâniden açıldı bunca gönüller.

Hilkat mumu, marifet ve şuhûd burcu güneşi, [ Abdullah

Hikmetin anahtarı, kûdsi sırra odur yer.            Dehletf 1

Mürşidlerin büyüğü, evliyânın kandili,
Ruhanîler kıblesi, ona tâbi rehberler.

Kudsî emin Abdullah ki bir iltifatından,

Kara taş Bedahşanın al yakutuna döner.

Evliyânın imamı, şuhûd sahrası seyyâhı,
İrfân deryası dalgıcı, her an Hakla beraber.

Gerçi parladığı yer Cihânâbâd[1] şehridir,

Ondan ışık almakta bütün dünya, seraser.

Bugün Çinin doğusundan garbın nihâyetine dek,
İnsan nev’inden kimse onunla olmaz eşdeğer.

Kemâli güneşinden yarasa hariç nasibsiz yok,
Dünyada ikincisini yalnız şaşılar söyler.

Mürşidi Mazhardan sonra, hiç kimsenin kalbinde,
Yer bulmadı Kayyûm-i Rabbânideki[2] kemâller.

Cihana feyiz vermekte güneş onla yarışamaz,

Onun ma’nevî boyuyla boy ölçüşemez felekler.

Gönül açmada, yanında rüzgâr bahis açamaz,
Himmeti sıkletine dağlar erişemezler.

Eski muallimler eğer şimdi sağ olsalardı,

Can pahasına ondan ders alsalardı değer.

Sefer der vatan dergâhı mukimlerinin hâli,
Halvet der encümensiz, bir dakka geçirmezler.

Bu mes’ûd insanların nisbetleri yanında,

Hûş der dem, nazar ber kadem ifâde etmez değer.
Yüzlerce kitab ezberden yazan, söyleyen büyükler,
Şâh Abdullahın yanında ilk mektebli gibidirler.

Huzurunda nice Kutb-i Bestâmi ve Mansûr var,
Ama hiçbiri Sübhânî ve Enel Hak söylemezler.

Cihânın kutubları derse, Onun gibiyiz,
Bu söz ışık vermede Sühayla[3] Güneşe benzer.

Ruhâniyyetinden Delhi öyle ruh bahçesi oldu,
İnsan fikri o yüce kalede edemez devr.

Delhi küfür diyarı olsa da, varlığından,
Cennettir ve Kurana ters düşmez böyle sözler.

Hidâyet, irşâd bahçesi solmuş, perişan olmuştu,
Yeniden onun eliyle yeşerdi, geldi feyizler.

Lütf mimarı bu defa, eğer iman köşkünün,

Temelini atmasa, olurdu zir ü zeber. [alt-üst]

Görmeden kendisiyle öyle hallere erdim,

Vermedi Irakîye[4] Mültân pîriyle sohbetler.

Turan ve Horasanlılar beni çok kınadılar,
Müslüman, diyâr-ı küfre nasıl gider dediler.

Delhi’de küfr zulmeti var, dediler kalbime dedim,
Zulmete yürü, âb-i hayat ararsan eğer.

Daha görmeden ondan öyle hallere erdim,

Haremeyn evliyâsından hâsıl olmadı bu haller.

Kurtulmak isteyen nefsin, şeytanın hîlelerinden!

Şah Abdullah’a köle ol bütün varlığınla, ey er!

Sahra[5] , ahdi yüzüğünü bir an parmağına taksa,
Süleyman mülküne murçi[6] kadar vermezdi değer.

Delhi’de olduğu halde fâni dünyaya meyl eden,
Ağlasın bedbahtlığına, neler yitirdi neler!

Bir sefil :” Yakındayım, ama tanımam “ dedi,

Dedim, Ebû Cehille Muhammed hâline benzer.

Kapısı hademesine, bu fakir derim: sakın!

O büyük iksiri elden çıkarmayıversinler.

Kabûlünü umarım, bilirim ki nâ ehlim,

Ya Nakşibend, yâ Geylânî; fakîr sizden meded ister.
Köpeğim, köpekten de çok aşağıyım, ey can,
Lutfunla bu köpeğe nazar edersen eğer.[7]

Doğan misli, nefsimden serçe gibi sana geldim,

Ne mutlu, bu serçeyi doğan yaparsan eğer.[8]

Ben akrabamı bıraktım, sen kendine âşına et,

Ben Selmâna benzediysem, Sen lutf-i Ahmedî göster.

Pâk rûhun Cânı Cânana öyle ayna oldu ki,

Şimdi basîret ehlince, Cânı Canan sensin meğer.

Feyz kadehinden Hâlidi, öyle içir, öyle doyur,
O, çölde susuz bir bitki, ihsân deryandan ona ver!

MEŞHED ZİYÂRETİ [9]

Bu kimin otağı ki, Arştan daha yüksektir,

Kubbesinin nûrundan bütün âlem münevverdir.

Altın güneşlerinden utanan güneşin iki ayağı,
Dördüncü gök tavlasında altı kapıya girmiştir.

Ateş gibi gül renkli otağının aksinden,

Taşta semenderin kayma izi görülmektedir.

Numan Karnak mabedin yaptığına utanır,
Kisra, yıkık kemeri için, kalbi kırıktır.

Yolcu pabuçlarını gözetmek için burada,

Dergâhında binlerce hakan ve kayzer vardır.

Evliyâ önderinin otağıdır bu makam,

Peygamberin göz nûru, burda istirahattadır.

Öyle hazrete mezar ki, doğudan batıya,

Kaftan kafa her yere bu gölge salmaktadır.

Burası Kâzım oğlu Rızanın ravdasıdır,

Ca’ferin bahçesinin taze güllerindendir.

Enbiyâ bahçesinin o dosdoğru servisi,

O Zehrâ ve Haydarın turfanda meyvesidir.

Akıl kuşu konamaz onun kemâl dalına,
Güvercin nasıl Kâbe üstünden geçebilir.

Yer, temiz bedenini can gibi kucakladı,
Göke, bin kere senden üstünüm demektedir.

Kalb ehline esrârdan zâhir olan manâlar,

Onun temiz kalbinin küçük köşesindedir.

Güneş onun yüzünden alır bütün nurunu,

Cezâ ihsâna göre olur sözü delildir.

Ona kölelik ile dareynde âzadlıya,

Yedi iklim şahlığı sanki ar vermektedir.

Hacı “Geri dön onun meşhedine doğru git,

Orada bir an durmak tâ yüz haccı ekberdir.

Âb-i hayat iç burda, karanlığa girmeden,
İskenderin gıbtası, işte bu seâdettir.

Bu türbeden Muhammed kokusu almak mümkün,

Evet, müştak kelime, masdarına delildir.[10]

Fitne dalgalarından param parça olurdu,

Yoksa arz gemisinin demiri Ehl-i Beyttir.

Ey züvvar, haremîne yavaşça ayak basın,

Bastığınız yer kanat, her yer dolu melektir.

Cennetin gılmanları kâkülun demet yapıp,
Daima bu kapıyı işleri süpürmektir.

Sultanım, senin medhin akla, yazıya sığmaz,
Zira ki, faziletin akıldan çok yüksektir.

Ben gibi zavallının seni övmesi şâhım,
Parlak gün aynasına hafif cilâ vermektir.

Ülül-azm eshabının baş tacı, ey ulu can,

Şeref için, hakkında: “Levlâke”... denmektedir.

Sonra Hayber kapısı hikâyesi bir yaprak,(Hazreti Alî )

Sâhibi hürmetine ki o şanlı tarihidir.

Bir de iffeti nûru hürmetine o şahsın, ( Hazreti Fâtıma )

Ki ismi akla kilid, marifete hayrettir.

Sonra zehir içenin, yanan yüreği için,(Hazreti Hasan )

Cihânın iki gözü mateminden nemlidir.

Haksız akan Kerbela şâhının kanı için, (Hazreti Hüseyin)

Ki ufuklar o kandan hâlâ kıpkırmızıdır.

Ve menakıbı derya olanın hürmetine, ( Zeynelâbidin )

Ki Ferzedekin medhi, denizinde bir katredir.

Bâkırın yüce rûhu hurmetine ki, kalbi, (Muhammed Bâkır)

Esrâr cevherlerine açılan penceredir.

Bir de Caferin bâtın nûru hürmetine ki,(Cafer-i Sâdık)

Göğsü kudsî inciler ile dolu denizdir.

Mûsâ Kâzım hakkı çün ki, Caferden sonra,

Seyyidler zümresinin en büyük önderidir.

Sonra senin o güzel yüzünün hakkı için,(İmam Alî Rıza)

Ki, yanında güneş ve dolunay çok eksiktir.

Takînin iyiliği, Nakînin temizliği,

Alî Asker için ki, onun cismi cevherdir.

Ve âdil padişahın hürmetine ki, aslan,(Hazreti Mehdi)
Zamanında kuzuya anasından öndedir.

Hâlide merhamet et! Çünkü o kıyâmetin,

Dehşetinden dal gibi dâim titremektedir.

    *    DEVAM     *---

Sen âdil bir padişah, buysa zaif zavallı,

Serkeş şeytanın, zâlim nefsinin esiridir.

Sen gibi pâdişahın lutfundan, mazlûm bir kul,
Zulümden kurtulursa, ne kadar yerindedir.

Ehil değilim, okşanacak hâlim yok, lâkin
Ehil, nâ ehil, kerim yanında beraberdir.

Alî Rıza! Benim çün Hind’e haberci gönder,

Ki oranın toprağı eşsiz misk-i ezferdir.

O şeyhin her müridi nazarında şeytanlar,
Fırtınanın önünde âciz sivrisinektir.

Hidayet Yolundaki kafilenin başıdır,

Hayy-i ekberin kulluk esrârını bilendir.

Sonsuzluk menziline doğru rahat bir yolcu,
Ve mukaddes haremin sırlarına rehberdir.

Onun güzel isminde şu incelik görülür,[11]

O kapıya canıyla kulluk edenlerindendir.

Hikmet dolu gözünden, ben rahmet, ummaktayım,
Biz müflis isek onun gözleri kimyâgerdir.

Hayır, hayır! Ben kırık bir bakır parçasıyım,
Umarım bir nazarla, o altına çevirir.

Bundan sonraki şiirleri, Resûl-i Ekrem’e
(sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem) ve Ravda-ı
Mutahhara’sına karşı beslediği büyük muhabbet ve
iştiyakının izhârı olarak gayr-i ihtiyârî kaleme alınmıştır.

Mevlânâ Halid efendimiz bu şiirleri Medine-i
münevvere yolunda yazmıştır. Bu şiirler birkaç terkib-i
benden ibârettir. Terkîb-i bend bir manzûm şekli olup,
birinci beytin mısraları kendi aralarında kafiyeli, sonraki
beyitlerin ikinci mısraları birinci beyitle kafiyelidir. Son
beyit ise kendi arasında kafiyelidir. Terci-i bend de ise, her
bendin sonunda tekrarlanan bir beyt bulunur.


Deveci! Zaif, bitkin bu âşıklara acı,
Va’de yaklaştı, sabrın artık yoktur ilacı.

Sudan, yemden haberi olmayan bir deve seç,
Süratli, tecrübeli olsun ve kalmasın geç.

Gecikmeden dizinden dizbağını çözüver,
Âşıkların içinde kalmasın düğümlü yer.

Haram edip kendime huzuru, dinlenmeği,
Bir kenara bırakıp, yemeği ve içmeği.

On menzili bir yapıp baş koyam dost yoluna,
Toprağı göze sürme o eşsiz yâr uğruna.

Sahra işaret taşı, oldu gözümün yaşı,
Canan yolunda kervân niçin seçti yavaşı.

Cemâl şevkinden mecâl kalmadı; devecinin,
Gevşekliğine, dostlar, yandım yardıma gelin!

Deveci! Kalk, sesini yükselt ona nağme ver,

Cana can katan sesle coşsun, koşsun develer.

Deveci! Allah aşkına, ben gibi mest et deveyi,
Yürek yerinden oynadı, sen oynatmadın mahfeyi.

Kulak senin nağmende, can Canan’a gidiyor,
Beden Şam’da, gönülse, Medine’de geziyor.

Medine, vahyin yeri, hidayetin maşrıkı,
Sıdk ve safa ve rahmet semâsının mağribi.

Suyu âb-ı hayattır, toprağı misk karışık,
Kâfur merhemidir her hastaya tutar ışık.[12]

Yâ Rab, sen hastalara o toprağı ihsân et,
Susamışlara o âb-ı hayatı ikrâm et.

Lutfullah kokusunu duyarsın rüzgârından,

Cennet kokusu gelir onun her tarafından.

Asırlık ölü, yüz ra’şayla yerinde titriyor,

Bak, Medine yönünden, canfeza yel esiyor.

Âlem bir şahıs ise, Medine göz olmalı,
O gözün bebeği de Fahr-i cihan olmalı.


Ben ki, Canan’ı severim, korkmam yoksa hânümân,
Yâhud gelir mi kalbime, hiç fikr-i kârü ziyân.

Dar gönlüme Medine aşkı öyle yer etti,

Onda nasıl yer bulsun kendine yâd-i cinân.

Yesrib o topraktır ki, Tubbe, kalbine tuzak, [13]
Mamurluktan yok iken, onda ne nâm ü nişan.

Yesrib o topraktır ki, Cebrail yüz niyazla,
Tavaf için zemine gelirdi âsümandan.

Yesrîb o topraktır ki, kable Âdem sübh-ü şâm,
Tavaf için gelirdi zümre-i rûhâniyân.

Düşünceleri; Bir gün, can dostuma yer olur,
Daha mamur etmeden insanları ve cinniyân.

Bugün medfendir Ona, mahcubiyetime bak,
Nasıl bu kadar sene ben uzak kaldım ondan.

Ey Hâlid! Ne güne dek oturacaksın gamla,
Kalk, türbesini dolaş, içli ağlamaklarla.


Selâm sana, çehresi nûr varlık gecesine,
Selâm sana, kameti benzer bağ servisine.

Selâm sana, yerin bu kara toprak olalı,
Yeryüzü bin naz eder, şu mavi gökyüzüne.

Selâm sana, her yüce, yüksekliğin yanında,
Yüzbin yıl geri kalır, nazaran mertebene.

Selâm, sana hürmeten, yokluk karanlığında,
Oturanlara Hakdan yardım nûru, hazine.

Selâm sana kalb gözü körlüğüne ayak tozun,
Benziyor evliyânın kalbinin şuhûdüne.

Selâm sana, yüzbinde biri mucizatının,
Söylemek, dinlemekten, delildir yücesine.

Selam sana Âdemden daha yıllarca evvel

Yüz mihrabın secdegâh olmuştu meleklere.

Ben nerde, sana selâm nerde, ey Hayrül enâm,
Cihanın hâlıkından sana her an yüz selâm.

Ey âsiler melce’i, ben himâyene geldim,
Ancak sayısız hata huzuruna getirdim.

Dalâlet sahrasında dolaştım senelerce,

Şimdi yüzüm hidâyet güneşine getirdim.

Sen âlemin tabibi, ben kalbi gayet hasta,
Şifâ bulmak ümidi ile sana getirdim.

Cihânda bir cânım var, sen ey cihânın cânı,
Şendendir; diyemem ki fedâ için getirdim.

Kerîmler makamına azık ile çıkılmaz,

Yine şadım, kapına, ancak boş el getirdim.

Sırtımda günah dağı ve yüzüm saman gibi,
Ümidliyim buraya zeval için getirdim.

Senin lütf denizinden bana bir damla yeter,
Gerçi ben yüzüm gibi kara defter getirdim.

Sürsem yüzüm ayağın tozuna ey cân-ı pâk,

Hızır âb-i hayattan ne bulduysa verir hâk.[toprak]

Âlemlerin serveri, sana âşık, hayranım,
Senin ayrılığından gece gündüz ağlarım.

Kâbe -Kavseyn tahtının şahı sen, ben zavallı,
Nasıl diyebilirim senin müsafirinim.

Senin büyük rahmetin âb-ı hayat, ben susuz,
Bir damlasına ermek için ben can veririm.

Başkalar tavaf için Kâbeye gider ve ben,
Bütün varlığım ile yalnız sana gelirim.

Gece rüyâda kondu başıma devlet tacı,

Sanki ayağı değdi başıma hizmetçinin.

Dostu öven bahçenin susmaz bülbülü Câmî,
Hâlimi izâh için şu beytini seçerim;

Susuz ve dili sarkmış, uyuz köpek gibiyim,
Senin ihsan deryanda bir damla su umarım.

---***---***---

Huzuruna çıkmağa, nefs, şeytan ar komadı,
Vuslatınla murada erenler hakkı için.

Hakkı için onların, yaşadığı sürece,
Her an senin rızanı arayıp gözettiler.

Bir problemi aklıyla çözemeyen zekiler,

Gönül aydınlığıyla seni tasdik ettiler. ( Hz. Ebû Bekir )

Tahtsız, taçsız, yamalı giyen padişahlardır,
Hükümdârlardan dünya tacını almışlardır. ( Hz. Ömer )

Kadere boyun eğip, ölümden kaçmadılar,

Sana ittiba’ için canlarından oldular. ( Hz. Osman )

Günlerce oruç tutup çok meşakkat çektiler,
Buldukları ekmeği Allah için verdiler. ( Hz. Ali )

Hepsi için Hâlidin kalb aynasını parlat,
Çünkü nefsi, şeytanı, onu ettiler berbat.

Hâlidi say onlardan, ki senelerce onlar,
Senin vuslat yolunda canların harcadılar.

Sen ihsân kaynağısın, kerâmet de lütfünden,
İşleri güzelleşsin âkıbet cihetinden.

Mevlânâ Hâlid efendimizin Medine’de Ravda-yı
mutahharayı ilk gördüğü zaman söylediği kaside;

Bu dağın eteğinden eşiz neş’e geliyor,

Dersin seher yeliyle yâr kokusu geliyor.

Toprağından kalbimin yaraları düzeldi,

Allahım! Hangi miskten böyle şifâ geliyor.

Vasl-ı dost hilâlinin iydinden nişan verir,

Atın ayak nalı ki, sana doğru geliyor.

Nereden gelir bilmem, yalnız şunu bilirim,

Tabla-ı attârdan hep güzel koku geliyor.

Gece, gündüz nişanı aradan kalktı; çünkü

Arkası kesilmeden dâima nûr geliyor.

O misk gazellerinin en üstünü değilse,

Ya niçin bu topraktan eşsiz koku geliyor.

Âlemin maşukunun zuhur yeri burası,

Misâlini anlatmak akla çok zor geliyor.

O can mâyesi, bir an kalmış ise bir yerde,

O yerden mahşere dek gül kokusu geliyor.

Hangi menzilde varsa, ayağından bir nişan,

Ülül-ebsâr gözüne ondan sürme geliyor.

Salınarak gelince o eşsiz boylu Resûl,

Boyu düzgün serviler, Ona bende oluyor.

Dudağı şevkinden gözden akan her damla kanım,
Cemin yüzük taşının değerinde oluyor.

Uyan gönül! Burada ezelî zuhurattan,

Bitmez tecelli, her an, hüşyâr kalbe geliyor.

Rüyâda görmediğim, uyanıkken el verdi,
Seâdetime bak ki, uyanıkken geliyor.

Hâlid sözü kes artık, sabah rüzgârı ile,

Kûy-i Ahmed muhtârın bûy-i hâki geliyor.

(Lî meallah) emîni, (mâ evhâ) sır mahremi,

Vasfını söyleyemem, tarifime sığmıyor.

(Le amrûk) tahtı şâhı (Levlâke) şehsuvarı,
Âdil Haktan cildlerle sana övgü geliyor.

Ayağını öpmekle yer Arştan üstün oldu,

Bedbaht vehhabî Suûd bunu inkâr ediyor.

Celâli Sarayından saf olmuş meleklere,

Kapıdan ve duvardan,’’açıl’’ sesi geliyor.

Ne büyük saraydır ki, en ednâ kölesinden,
Şehinşâh-ı cihana hicâb ve ar geliyor.

Aşağı mertebenden fikir kuşu Arşa dek,
Çıkar, maksada ermez; ağzından kan geliyor.

Ayağın öpmek aşkı, feleği mecnûn etti,

Onun için dâima böyle dönüp duruyor.

Yolunda inadçıdan kalbime diken batar,
Gülçine gül dikeni, nasıl acı geliyor!

Gönül alan saçından bir tel elde olunca,

Tatar miskinden söze artık sıra gelmiyor.

Öyle bir pâdişah ki, Arşdan gelen her inci,
Medhinden başka hiçbir ipliğe dizilmiyor.

Saçının teli teşbîh sanatını yok eder,

Güzelliğin nesire ve şiire sığmıyor.

Akıl onu övmekte çok sıkıntıya düştü,
Maazallah! Büyük iş! Hakkından gelemiyor.

Onu hulkuyla övmek abes iştigal olur,

Onu hakkıyla öven yalnız rabbi oluyor.

Âlemi bir zerreye sığdırmak mümkün olsa,
Onu sözle anlatmak, bundan da zor geliyor.

Bir zât ki, hurmetine var oldu iki cihan,

Her yüksekten yüksektir, desem ne kâr veriyor.
Kalbindeki esrardan Cebrâil âgâh olmaz,
Gerçi kalbin şak için bir anda yüz kez geliyor.

Bu mevsimde sahrayı boşuna geçme, hacı,
Kâbe şimdi Ravdayı tavaf için geliyor.

Çok kerîmdir; cömerdlik fışkıran varlığından,
Sudan inci, taştan cevher, dikenden gül geliyor.

Huluk-ı aziminden bahs edilse gülzârda,

Sevinçten açılmamış bir gonca bulunmuyor.
Peygamberlerin dahi ah eyledikleri gün,
Hüsn-i iltifatıyla halas mümkün oluyor.

Kâh ay iki şak olur, parmağı hünerinden,

Kâh parmağı dibinden berrak sular geliyor.

Saç kıvrımını teşbîh Çin miskine hatadır,

Bu her yaraya merhem, oysa yara ediyor.

Sadece dağ geyiği onu tasdîk etmedi,

İ’câzını kara taş bile ikrâr ediyor.

Uzun yolu bir anda gitti ve geri geldi,

Akl üstadına bunu ölçmek çok zor geliyor.

Melekler, Sidreye dek yolunda saf olmuşlar,
‘’Müjde, dikkatle bakın! Seyyidi Muhtâr geliyor!’’

Alıcıya yüzünün güneşi zâhir olsa,

Yusuf can bahasına bu pazara geliyor.

Hicrinden odun ağlar, sen ise ölmüyorsun,

Merd isen, bu yaşaman, sana çok ar geliyor.

Bir gün boy ve yüzüne, akl, servi ve gül dedi,

Böyle teşbîhden akla mahcubiyet geliyor.

Güneş nûr saçıyorsa, onun nurlarındandır,

Güldeki ter damlası, gül yüzünden geliyor.

Yüzünden parlayan nûr, aşkından cezbe olur,

Yalvarmak âşıktansa, naz maşuktan oluyor.

Vâdi-i Eymen ağacı tecellisi ondandır,

Tûrda ruyet talebi Mûsanın ondan geliyor.

Kuvvetinden bahs etmek faydalıdır; kısaca,
Eli yeniden çıksa, pençe-i Kahhâr oluyor.

Cûdunda bulut, kendine ağlasa yeridir,
Açık eli binlerce deryalara gülüyor.

İhsanından toprağa bir damla damlar ise,
Çorak toprak her yandan taşıp derya oluyor.

Anlamadı kalbi kör feylesof şu husûsu:

Peygamber vâsıtadır, emr Allah’dan geliyor.

Pâk sinesi sırrından ELEM NEŞRAH verir haber,
Bunu bil yeter, esrar madeni ondan geliyor.

Mahşer günü mevkafta, eğer zâhir olmasa,
Nebilerde cesâret kalması olurdu zor.

Ona hizmet etmekle Cebrâil pek övünür,
Bu yüzden meleklerin en başında geliyor.

Onu vasf edecek söz, bundan yüksektir ama,

Daha yüksek söylersem, ağyâr inkâr ediyor.

Melekler meclisinde üstün insandan bahis,
Olursa önce Muhâcır, sonra Ensar geliyor.

Civanmerddir her biri, aslanı bile yener,

Hepsinde Peygamberin evsafı bulunuyor.

Cömerdliğinden utan, sen ey Hâtem-i Tâî,
Ki o yüce Eshâbın isâr bahsi geliyor.

Hürlerin en büyüğü ve iman hazinesi,

Ebrârın kitabında en başta o geliyor.(Hz. Ebûbekir)
O Sıddîk-ı ekberdir ve şanında Kur’an’da,
‘’Mağarada ikinin ikincisi’’ geliyor.

Hep melekler örtündü yamalı hırkasından,

Rıza müjdesi ise, Yaradandan geliyor.

Sanma ki her muhabbet böyle olur yâr için,
Yılan ısırıyor da ayağını çekmiyor.

Tac yerine yamalı hırka giyen pâdişah, (Hz. Ömer)
Allah’ın kudretini seferi andırıyor.

Azametinden şeytan kaçardı sinek gibi,
Ondan başka böyle hal kimden zuhûr ediyor.

İlm, hilm, adalet ve fadl marifet ve kemâli,

Akıl anlayamayıp hayret içre kalıyor. (Hz. Osman)
Batmamış iki cihanda ayaklarının ucu,
Tâli’ meyvesi yiyen ancak böyle oluyor.

Destan oğlu Rustemin efsânesini bırak,[14]

Çünkü sıra Allah’ın aslanına geliyor. (Hz. Ali)

Mevlânâ Hâlid efendimiz şu arabî kasideyi Cihânâbâd
da denen, mürşidi Şâh Abdullah hazretlerinin
bulunduğu Hindistan’ın meşhûr şehirlerinden Delhi’ye
ulaştığı zaman kaleme almışlardır. Bu              kasidede,

yolculuk esnasında karşılaştıkları bazı mühim
hâdiselere temas ettikten sonra, mürşidinin medhine
geçiyor ve onun iltifâtına mazhar olmağı Cenâb-ı
Hakdan dileyerek, nâil oldukları bu büyük nimetin
şükrünü edaya çalışıyorlar:

Emeller kâbesinin yolları tamam oldu,
Lehül-hamd yolculuğun sıkıntısı son buldu.

Beni taşıyan yorgun, zavallı bineğimden,

Kurtardı, konup göçmek zorlu külfetlerinden.

Beni, akraba, dostun kuvvetli bağlarından,
Ahbaba, mala karşı her türlü alâkadan,

Anayı düşünmekten, kardaşı özlemekten,

Amcayı ve dayıyı aklıma getirmekten,

Hind’de işin yok diyen âlim ve büyüklerden,
Hasûd, leim sözüne kanıp kulak vermekten,

Haddinden çok yalancı ve son derece câhil,
Ve bir o kadar kaba insanların şerrinden,
Yani Azerbaycan’ın, amelleri yüzünden,
En berbadı bulunan râfızî habislerden,

Ve onlardan bir sapık İsmâil-i Kâşi’nin,

İslâmla bağdaşmayan bozuk fikirlerinden,
Yalan, yanlış sözleri, inkâr kokan halleri,
Kendini uzak eden Allah’ın rahmetinden,

Sahîh hadise göre Deccâl’e tâbi olan,

Acem taşkınlarının korudu sözlerinden,

Rızâyı zehirleyen; güyâ kendilerine,
Ehl-i Beyt ismi veren Tus halkının şerrinden,

Ve müfrit Hezaretten, azgın Belûcilerden,[15]

Zulmü itiyad eden memur ve âmirlerden,

Fitneye pek müsaid, hilkaten savaşçılık,

Huyları hâkim olan, taşkın Efganîlerden,

Hunhar Hayberîlerin, dostsuz Mecûsilerin, [16]
Korudu bizi yolda, hepsinin şerlerinden,

Ora Mecûsileri, islamın baş şiarı,

Olan ezanı halka yasak ettiklerinden,

Dalgalı denizlerin üzerime hucûmu,

Ve çok şükür korudu, memur eziyetinden.

Aynı şekilde beni, kaba tesliscilerin,

Ki kibirde eşsizler, korudu kinlerinden.

Hakka hamd olsun, beni erdirdi muradıma,
Murşidime kavuştum artık bakmam ardıma.

Kararmış ufukları nurlandıran zâttır o,

Dalâletten hak yola kavuşturan zâttır o.

Yani Gulam Alî ki, pîrlerin reisidir, [17]

Onun bir bakışıyla ölü kalbler dirilir.

Aslını ararsanız, bir şeye benzetilmez,

Ancak edebiyatçı, temsilde beis görmez:

O, ni’metler denizi ve cömerdlik dağıdır,
O, fazîlet ve iyi hasletler kaynağıdır.

O hidâyet yıldızı, dolunayı zulmetin,
Takvâ, feyz definesi, menba’ı kerâmetin.

Hilmde toprak gibidir, dağ gibi temekkünde,
Aydınlatmada güneş, gök gibi yücelikte.

O,şeriat pınarı, o, marifet menbaı,

Halâikın muini, fadl ü ihsan kaynağı.

O,tarikatlar kutbu, evtâd önderidir o,
O mâhlukların gavsı, ebdâl kıblesidir o.

O,halka şeyhul-islâm, gönüller kıblesi o,
Zor işlerin mercei, ulular reisi o.

Mahrem bir rehberlikle iyiye götüren o,
Ve halkı, yüksek sesle Hakka davet eden o.

Allahın mahbubudur: irşadına uyana,

De ki, ne iyi örnek oldun, ne mutlu sana.
Nefs, hevâ bağlarıyla bağlanmış çok câhiller,
Onun bir nazarıyla doğru yola geldiler.

Yüz çevirdiği için, O nice evliyâdan,
Bir tek eser kalmadı onlarda hârikadan.

Yüceliğini inkâr eden birçok insanlar,
Cezâya düçâr olup helâke uğradılar.

O,bütün nâkısları kemâle erdirendir,

O,bütün kâmillerin naksını giderendir.

Sakladı onu rabbi celâlin ve izzetin,
Kubbeleri altında azamet ve heybetin.

Mekke’de yaşayanlar; etrafın tavaf edin,
Beni dinler iseniz, Hicaz’ı bırakın, gelin!

Hîf’de gecelemeği, Muhassır’da koşmağı,
Terk ediver Minâ’yı, şeytanı taşlamağâ.

Değmez dünya ve ukba bir çift ayakkabıya,

Gel, bu vâdiye yerleş, aldanma o sevdaya.

Madem onu görmeden kalbin feyzden uzaktır,
Senin metafta kalman inan büyük vebaldir.

Başka değil, rızası bulunmalıdır say’da,

Tavaf ise, sâdece halaldır etrafında.

Diyârı şimşeğinden bir parıltı hisseden,

Keser iltifâtını güzel Şam güllerinden.

Medyen’e benzer şehri tarafından nûr gördüm,

Nedir dedim kendime, meraklara gömüldüm.

Ehlime: “siz bekleyin, ateş alıp geleyim”,

Dedim de hasret ile onları terk eyledim.

Ayrılmağa vatandan, dosttan niyyet eyledim,

Kişneyen yağız ata atladım veda ettim.

Atım birkaç menzili kat’ eyledi bir günde,
Sür’atten, mesafeler kısalırdı önünde.

Ma’nevî iştiyaktan unuttum dostlarımı,

Aramızda bulunan ahd ü misaklarımı.

Selâmımı onlara kimler teblîğ edecek,
İhmâl özürlerimi onlara kim deyecek.

Ve aldı aklımı aşk, kalmadı hâtırımda,
Sevgiliye kavuşmak hâric, bir şey yâdımda.

Kavuşmak şerefiyle şimdi ben yüzyüzeyim,
Gücüm yok ki şükrünü eda edebileyim.

Sayısız hamd ü senâ olsun sana Allahım,

Ölüm kokusu aldım, bilmezem solum, sağım.

Vallahi bana eğer sonsuz ömür verilse,

Ve bu âciz, senâdan başka şeyi terk etse.

Bedendeki her kıla karşılık iki bin dil,

Verilse de, âcizim şükranından öyle bil.

Nefsle şeytan vesvese vermesin diye gitse,

Meşgul etmemek için, kalbimi terk eylese.

Ben de, ara vermeden, ömür boyu hamd etsem,

Bütün varlığım ile gücümü buna versem.

Senin bir ni’metine ben şükr etmiş olamam,

Demek sana tam şükür yapılmaz hiçbir zaman.

İhsânı sayısızdır, şükr öyle olmak gerek,

Şükür de bir ni’mettir, böyle anlamak gerek.

Hayal çukurundan çok yüksek olan bir zâtı,

Nazm ile nesir ile deneyemem ben na’tı.

Onun münezzehliği eşinden, benzerinden,
Mecazla konuşmağı bile aldı elimden.

Kemâl sıfatlarının halk âciz idrâkinden,

Her şeyden münezzehdir, haber yoktur künhünden.

Acz benim ifâdemdir, hayret benim düşüncem,
Alâ külli hal artık susmaktır bana elzem.

Yâ rabbi birkaç ayda uzak yol aldırdığın,

Uzun mesafelerde yolda bırakmadığın,

Büyük Çöl’ü geçmede dereye indirdiğin,

Tepelere çıkmada cesâretler verdiğin,

Âfâttan korumada hususî davrandığın,

Korkularda emniyet yollarını açtığın,

Gönüller kıblesinin eşiğini öpmeği,

Ve bununla şeref ve ikbâl verdiğin gibi,

Ey âlemlerin rabbi! Mürşidin hatırına,
Ona yaraşır edeb, ver zavallı kuluna.

Sen bize yardım eyle, lika ve bekasıyla,

Arkası kesilmeyen lütuf ve ihsânıyla,

Ömrümün bir kısmını onun ömrüne ekle,
Halkı, irşad gölgesi altında dâim eyle.

Mürşidimin kabulü ile beni mutlu kıl,

Onu memnun edecek hizmetlerle kutlu kıl.

Hayatta bulunduğum müddet içre kalbimde,
Kadrini her gün yükselt, yâ Rabbi, her hâlimde.

Ve beni öldür sonsuz kurtuluşa vararak,
O benden râzı ve ben ondan râzı olarak.

Rahman, Rahîm ve Muîn olan Rabbime elbet,
Hamd olsun aralıksız, ilâ yevmil-kıyamet.

Sonra salât ü selâm çok olsun Resûlüne,
Seçkin kullar Eshâba ve tertemiz Ehline.

Allahdan kork ey şeref burcunun dolunayı,
Söndür bu yürekteki şu aşktan tutuşmayı.

Hulûs ve dostluğumda bir eğrilik mi gördün,
Bunun için yüzünü benden gayre döndürdün.

Sözünde durmamak ve ahdinde vefasızlık,
Büyüklerin şanına yakışmaz bu aymazlık.

Kaç yolculuğa çıktın bana haber vermeden,
Yine de duâ ettim sen oradan dönmeden.

Kaç gece, sabaha dek, aşkının âteşinden,
Uyuyamadım, o ateş yaktı beni derinden.

Hatırına gelmesem ve girmesem kalbine,
İkametgâhdır kalbim o eşsiz hayaline.

Muhabbetsiz, sevgisiz kalbde fayda ne arar,
İçinde şarab yoksa, cam kadeh neye yarar.

Bilseydim sözünüzde durmayacaktınız siz,
Azab verici aşka bu kalbi atmazdık biz.

Şimden sonra biz sizden artık vazgeçeceğiz,
Ve göreceğimizi ahrette göreceğiz.

Ben ne zamana kadar kınanacağım böyle,
Kaya gibi siteme katlanacağım böyle.

Hileden başka bir şey göremiyorum sizden,
Herkes görüyor, gayri gelmiyor elinizden.

Senden ayrıldım diye ben sızlamayacağım,

Yağmur gibi gözyaşı ben akıtmayacağım.

Pişmanım aramızda geçenden, bugün ben de,
Ne yazık ki pişmanlık vermiyor bir fâide.

Ceddinize Allahdan olsun salât ü selâm,
Ve onu sevenlere olsun; bu da son kelâm.

Kâinatı yaratan Hâlıkın san’atından,

Ne incelikler vardır, gel, dinle bu hayrandan:

Gençler öyle olur ya, bir gün biz birkaç yaşdaş,
Bir bahçeyi dolaşmak için olduk arkadaş.

Köy köy, kır kır dolaşıp, vardık İrem bağına,

Yani ki, Abdelâna, âlimler kaynağına. [18]

Âniden her taraftan: “Âşıklar!” sesi geldi,
“Burası Adn Cenneti, hep burda kalın”dedi.

Bahçeyi seyir için başımızı eğince,

Yüce cennet sevdası, kalmadı kalbimizde.

Servi, şimşir, çam, söğüt bir de karaağaçlar,

Nazlı sevgili gibi sırada durmaktalar.

Gül aşkından selvinin gövdesine sarılan,
Yâsemin zülfü burda bukağıyı andıran.

Ve sanki deli söğüt yârın boyunu gördü,

Ben de ona benzerim dedi, boynunu büktü.

Papağan, turac, sığırcık, çil ve dere kekliği,

Bırakmaz derdli âşıklarda yâr ile dertlenmeği.

Bülbülün ve kumrunun, sülünün tatlı sesi,

Sekizinci gök ehlinin, kulağının bestesi.

Sanki bağ azizlerinin çene çukurundan su,
İçmiş de bu sebebden damlar ayvasından su.

Şeftali, incir, üzüm, fıstık, zerdali ve nar,

Her biri diyor: “Yolcu, gel de, sen benden kopar”.

Elma, armud arasında dâim münâkaşa var,

Ben senden tatlıyım, der, kavgaya tutuşurlar.

Asmalardan çok meyve yere döküldüğünden,

Toprağının kokusu mest eder ebediyen.

Bahçenin yavruları, yanî nazlı serçeler,

Süt yerine incirden tatlı şıra emerler.

Dere kenarındaki sebze ve yeşillikler,

Süsen, lale, menekşe, gözü yaşlı nergisler.

Fasülye, kırmızı gül, ayrıca nice yaprak,

Diyorlar: Güzel benim, benim tarafıma bak!

Bahçenin kuş sesleri feleği sağır eder,

Zühre tevazuundan alnını yere sürer.

Durmaz, ırmağa dalar çıkar güzel semender,
Güllerin gölgesinde sanki ateşe benzer.

Üstünde akar iken, soğuk suyuyla kemer,
Âşıkların sabr ü akl, dînini talan eder.

Bâkıleden yüz nazla, coşup indiği zaman,[19]

Her damlası incidir, ışık yansımasından.

Yâ Rab, bu yüce dağdan, tatlı su mudur akan,

Yoksa döküyor yere gökyüzü gıptasından.

Gönül çeken su sesi ve suyun berraklığı,

Utandırır lavtayı, Çin kızında aklığı.

Kemerden akan sudan çıkan hafif esinti,

Sünbülü, hûri saçı gibi perişan etti.

Yâ Rab, senin Habîbin ve Cibril-i emînin,

Şefaatçım olsunlar yüksek katında senin.

Bilirsin günâhı çok, işbu mahcûb Hâlid’in,
Günâhlarını afvet, yâ Erhamerrahimîn.

Sabr u karar kalmadı, gönül rahat görmedi,
Can dudağa erişti, yâr yüzünü görmedi.

Yüzümün güz bağına, aktı gözyaşı ırmağım,
Çok sular revân oldu, servi revânı görmedi.

Eteğim gülizara döndü kanlı yaşımdan,

Yazık, Cennet bağının fidanını görmedi.

Sevgilinin yâdından çektiğim elemleri,
Periler ülkesinde deliler de görmedi.

Gönülleri çalmada o kadar yüreklidir,
Sanki cihangirlerin heybetini görmedi.

Öyle şehinşâhdır ki, emrini dinlemeyen,

Zamanın çıkmazında hiç emniyet görmedi.

Cevzâ gibi beline kulluk kemeri takan,[20]

Kendine gökten başka duracak yer görmedi.

Böyle cömerd ve âdil, böyle eşsiz âlimi,

Felekler işitmedi, zemin, zaman görmedi.

Her kim görmedi ise bu mükemmel nüshayı,

O Asaf’ı, Cimşid’i Nuşirvan’ı görmedi.

Allaha hamd olsun ki, lutfunun teyidiyle,
Âhır zaman fitnesi gözünden zahm görmedi.

Yücelik merdiveni her gün yükselmektedir,

O merdivenden kimse asla düşüş görmedi.

Mahcubum, şu cihânı seyreyleyen gözlerim,
Görüyor da çoktandır o kapıyı görmedi.

Melik-i zülcelâle hamd ü senâdan sonra,
Kemâl burcu Resûle nice salâttan sonra.

O âdil pâdişahın mehdiyle kalemimi,
Süsleyip kıskandırsın şeker kamışlarını.

Deniz gibi gönlü var asaletli hukümdâr,
Cimşid vakarlıdır o, haslette Dara’ya yâr.

Sehâ, hüner madeni, şerefde yüce dağlar,

Ve onun ihsanından kim olursa hissedâr.

Bir rütbeye erişir o şahsın sâyesinde,

Zühâl yıldızı parlar tacının üzerinde.

Ve ihsan deryasında yüzen beden gemisi,

Yanında gadabının duyulmaz dalga sesi.

Kılıcı karşısında düşman boynunu eğer,

Tedbirinin yanında felek şaşırsa, değer.

Kim ki emirlerine onun isyân eyledi,

Onun kahır elinden, o iki tokat yedi.

Üzerinde ay, güneş nişanları bulunan,

Hâlinden belli her an emre amade olan.

İşte görünen ikbâl onun kucağındadır,

Yüzlerce Cimşid ve Key, terkisi yanındadır.

Âlimdir, değer verir, şeriat erbabına,

Aslı ve kökü yerde, dalı gökte olana.[21]

Malumdur, önceden bir adaşı hürmetine,[22]

Nemrud ateşi döndü bir Cennet bahçesine.

O adâlet güneşi vakta ki dikti âlem,

Kalmadı hiç sıkıntı, gitti âlemden elem.

Doğan kuşu serçenin ağzına koyar yem,
Pervâne kanadına, yanan mum vermez elem.

Nihâyete erişti onunla emn ü emân,
Bu yüzden kemâlini kıskanır Nûşirevân.

Mehdi olursa eğer bu hâlinden haberdar,

Bunu Resûlullahın güzel sünneti sayar.

O,cennet misâli bu beldenin bânisidir,

Zâtül-imâd bağını kendine kıskandırır.

Bu gül bahçesi öyle neşe verir insana,

Hafız-ı Şirâzî’ye o belâgat nişana.

Bir nefes mekân olsa, kendine gelir idi,

Meşhur MUSALLA’sının medhini siler idi.

İşte akıl son sözü böylece ikmâl etsin;

Sen orada ebedî kalanlardan birisin!

Dün gece ta’n ederek aklım dedi ki bana,
İyi olurdu, mahcûb olaydın günahına.

Utancımdan eridim, tekrar tekrar söyledi,

Sen liyakatsız isen, O lütf sâhibi dedi.

Akılla sabaha dek münâkaşa eyledim,

O beni hep kınadı, ben de, özrüm var dedim.
Dedim, irâdem elde yoktu ben ne yapayım,
Dedi, dinde hükmü ne, iradeyi inkârın.

Dedim, can korkusundan yaptım, dedi, hadi git.

Canının korkusunu dile alır mı yiğit.

Dedim, alın yazısı, baştan verildi karar,
Dedi, özür bu ise, kimse olmaz günâhkâr.

Dedim, Hakkın kazası, olacak behemehâl,

Dedi, evet ve lâkin sensin günâha mahal.

Nihâyet dedim akla, her inceyi görürsün,

O halde çare nedir, ne emir buyurursun.

Dedi, de kusurluyum, mahcubum çok âcizim,

Zelil, düşkün, perişan ve nâdim bir nâçizim.

Tehlûkeli günâhlar, kabahatlar işledim,

Şimdi o günahlara yüzbin tevbe eyledim.

Hakkın kulları eğer her gün etse bin günâh,
Bir tevbeyle mahvolur bin günâh bî iştibâh.

Mâdem ki bu büyükler, zıll-ı ilâhîdirler,[23]

O halde lütf-i Hakka ittiba’ etmeliler.

Suçum, günâhım büyük, ben idrâk ediyorum,

Hakkın afvı yanında küçük kalır diyorum.

Afv, magfiret âdeti ulu hukümdârların,
Yoksa kurtulamazdı kimse yanında Hakkın.

İhsân ve ikrâmınla besledin bu garibi,
Bu bir tek günâhından afv et onu ya rabbi.

Derler ki, odun sudan beslendiği içindir,
Ki su onu batırmaz sırtında tutuverir.

Kereminle efendi ve beyin ricâsını,

Bu günâhkâr hakkında kâbul et duasını.

Gök güneş zıyasıyla sıcak, aydın oldukça,

Bahar bulutlarından yere yağmur yağdıkça,
Gökyüzü adâletin nurundan nurlu olsun,
Yer, ihsân bulutundan yeşersin, çimen dolsun!

Gece gündüz zincirin dizen Hakdan isterim,
Saymakla bitmese de, o şâhı medh ederim.

Savaşırken yüreği çelikle alay eder,

Sâir zamanda eli cûdde deryaya güler.

Meziyetleri için Hakkın buyruğu yeter,

Kur’anda ona: “ Ateş, serin, selâmet ol!”der. [24]

Kim kıyaslar Hâtem’in cömerdliğini ona,

Varsa, var yüz bürhânım red cihetinden ona.

Âlî himmeti dağlar, yüce göğün kalbini,
Bol lütfü kıskandırır bahar bulutlarını.

Bütün milletler olur, ihsanından nasîbdâr,

Arab, Kürd, Acem, Tacik ve ardından Türk, Tatar.

Ne zaman hüner atın eyerleyip de biner,
Efsâneler Rüstem’i fadlın itiraf eder.

İntikamen mızrağın gösterince düşmana,
Hiddetinden, düşmanın bit düşer şalvarına.

Kükremiş aslan gibi eğer saldırsa dağa,

Heybetinden kararı kalmaz orda durmağa.

Kahredici nazarın Çin’e çevirse idi,

Çinliyi siyâh ırktan kim fark edebilirdi.

Güneşin âyinesi parlamaz cilâ ile,

İyisi bu şiire son vermek dua ile.

Yâ rab, Levlâke tahtı şâhının hürmetine,
Göklerle dönüp duran melekler hürmetine.

Melek safları ile Resûlün Eshâbının,

Zülmeti tenvir eden on iki hürmetine.

Muhabbet ile doymuş, maddeden soyulmuşlar,
Cennetten bizâr olan kerimler hürmetine.

O din hâkimi bütün evlâdı ile emîn,

Olsun; darbelerinden şu dönen çarkın hemîn.

O daima sevinçli, âmir ve taht üstünde,

Olsun; düşmanı ise, mahrum, zelil, zulümde.

Gece kâkülü bâkir gündüze oldukça setr,
Şeref tacı başında olsun ve şansı yaver.

Şairlikte başka bir kusurum yoktur benim,
Câm, Buhara, Semerkand, Kamar olmadı yerim.

Hâlid, şirin sözleri akıtırsın dilinden,
Okşarsa seni sultan umulur kereminden.

Ne yüce hükümdarsın, ne hoş zıll-ı Yezdânsın,
Devlet, heybet sâhibi halil-i hayy-i Rahmânsın.

Cömerdlik avucuna ben deniz dedim ve kalb,
Avuca deniz demek, cahilliktir söyledi.

Seha, aklü adline âlemde emsâl olmaz,

Hâtem-i Tâî ile Nûşirvan’a yer kalmaz.

Çok âdil olduğundan, dâima kurt ve kaplan,
Ev ev dolaşıyorlar derdleri olmak çoban.

Yiğit, âlim ve âdil, kerîm oğlu kerimsin,

Süleyman’sın, tedbirde vezir Asaf gibisin.

Başında tac öyle bir bulut olmuştur, eğer,
Gören bu hâline der mucize-i Peygamber. [25]

Süvârilik ilminde sanki Hakkın resûlü,

Bu fende sen açmışın sanki vahiy okulu.

Yâ harikalarından niçin hicâb ederler,
Türk’e, Rum’a, İran’a âid baş süvâriler.

At üstünde, şâhâne, basıp da özengiye,
Cihân şâhid olamaz böyle süvâriliğe.

Hâlid’in bu medhinden maksadı arz-ı hüner,
Yoksa parlak güneşsin, seni medh neye değer.

Şükür olsun ikinci Hüsrev’in ikbâlinden,

Sevinç kutusu ayı, şahlık burcu ahterinden.

Rutbesi gök kadar yüce, aslanlar evi mumudur,

Hasan bey ki âlemin göz nûru desem, doğrudur.

Halkı mâteme boğan hastalıktan çabucak,

Her halde ihsân budur, kurtuldu bi fadl-ı Hak.

Bu nimet şükrü için Kerûbiyân melekler,

Tıpkı insanlar gibi hep secdeye gitseler.

Şifâsına ikinci Hüsrev öyle sevindi,

Dersin ki, Yakub, oğlu Yusuf’u buldum dedi.

Fedâdır ona canım, benim gibi yüz kişi,

Uzak, yakın herkese ni’met vermektir işi.

Himmeti bereketi yalnız bana gelmedi,

Diken de, gül de, rahmet suyundan tazelendi.

Ona fedâ olursam, tuhaf karşılamayın,

Zirâ kurbanlık vardır özünde İsmâil’in.

Bahar mevsimi idi, mesire arıyordum,
Kuşları fazla olan güzel bir bahçe buldum.

Gördüm ki orda bülbül hazin hazin ötüyor,
Ve o hoş nağmesiyle mersiyeler diziyor.

Selvi dibinde sülün, öyle bir ah ediyor,

Ki ayrılık korkusu yüreğini deliyor.

Kederi çok kumrunun susup sessiz duruyor,

Derdimden şikâyetim yalnız hakkadır diyor.

Deli söğüt başını eğdi, dizine koydu,

Süsen ise feleğe dâim söğüp sayıyor.

Perişan kırmızı gül yırtıyor yakasını,
Üzüntüden başına toprak saçıp duruyor.

Su; bulut, toprak, rüzgâr ve hatta mehtab ile,
Köpükler çıkararak çağlayarak akıyor.

Ve nergis öylesine mest ve mahzun oldu ki,
Dersin ki, sığırgözü ona afyon veriyor.

Menekşe şikâyetten, bak iki büklüm oldu,
Lâlenin konuşmakta diline lâl geliyor.

Yâsemin ise taun hastalığı yüzünden,
Mâvi renkli benleri yüzünden tırmalıyor.

Bahçede yeşillerden birisi sarhoş gibi,

Hazır cevablık yapıp ona izah ediyor!

İlim, hikmet denizi, marifette yok eşi,
Zühd ve takvâ burcunun ziya saçan güneşi.

Huluk-ı azm sâhibi ve aslı seyyidlerden,
Abdül-kerîm âlemin önde gelenlerinden. [26]

Zamanın gözünden o güneş gibi kayboldu,
Bunun için eteğim gözyaşlarıyla doldu.

O bir define gibi girdi toprak altına,

Gök, yeri kıskancından, sanki bulandı kana.

Gök dedi, keşke ben de toprak olaydım; âh, âh
Öldükten sonra ona ben olurdum karargâh.

Kemâl kutbu cennette yerini aldı heman,
Büyükayı gurubu gibi yanında yârân.

—***—***—

Vefâtı tarihini diledi Rabbirrahîm,
İbâre şu: Kefâküm hâliden dârinnaim.

( Yani tarihi için Rabbim bina eyledi
Ebedî nimet yeri size kâfidir dedi. )
Feryâd, Ferhad’ın kanını akıtanın zulmünden,
Dağ gibi bir himmetin yıkılan direğinden.

—***—***—

Onun gibi birisi ibadet mesleğinde,
Kaydolmamıştır asla varlıklar defterinde.

Kelâm, takvim, felsefe, göğe âid bilgiler,
Onun ilm deryâsından bir katre gibidirler.

Kur’anın esrârında çok malûmat ehliydi,
Sanki onun hocası hazreti Cebrâildi.

Felek bir kabarcıktı fikir dalgalarından,

İlminde Levh-i mahfuz bir harfti bir kitabdan.

Gülşen-i Râz misâli yüz kitab kayb olsaydı, [27]
İki katın ezberden hem söyler, hem yazardı.

Velhâsıl bu dünyada bir tekti her ilimde,

Bir ikincisi yoktu; götürdü hepsini de.

Ecel tuzak kuralı bu fâni insanlara,

Böyle bir kuş düşmedi kurduğu tuzaklara.

Felek bu yastan kızıp, ikiyüz ülker dökse,

Hem aydan, hem güneşten olurdu çok yerinde.

Direksiz gök kubbesi kızarıncaya kadar,
Yıldızların gözünden kan yağdırsa yeri var.

Hâlid, gel ve tahammül şerabından bir yudum,
İç de Allah’a şükür yoluna eyle kudûm.

Ağlamak libâsını bir defada eyle şak,

O merhûmun rûhuna, sen gönder rahmet-i Hak.

Bu gök kubbe altında hiç kimse bâki kalmaz,

Şâh, gedâ, iyi, kötü ölümden kurtulamaz.

---***---***—

Kahramanlık ormanı şîri Selim bin Mahmûd,

Çözülmemiş çok düğüm mızrak ucuna menût.

Gazabla nazar etti, Çin çölü cesed doldu,
Sanki vechi hattından Azrâil sâdır oldu.

O yiğit, hükümdarın önünde ölmek ister,
Nihâyet hayatı bu arzuyla sona erer.

Rûhu mukaddes yuva yolunu tutup uçtu,

Yüksek cennet bağının süsü papağan oldu.

İran şâhı yasından hayli perişan oldu,

Gündüz ona, karanlık şeb-i yelda göründü.

Öldüğünde dünyaya “Ah! Derîga” yayıldı,
Bu sözler ölümüne hicrî târih sayıldı.
[1223 m.1808]

Zâlim feleğin zulmü haddini aştı, imdâd!

Bir bu kadar, bir vucûd harmanı oldu berbâd.

Bir gül yok ki, bu hayat bahçesinde açılsın,

Ve sonunda bu fâni toprağa dökülmesin.

Mürüvvetin madeni, aklın, ilmin kaynağı,

Ferâsetin denizi, irfân ve adl menba’ı,

Olan bu zâtın ruhu, cennete papağandır,

Öz yuvasına erdi, burda memnûn ve şâddır.

Yakub var idi, Yusuf zindanda vefât etti,
Vefâsından başını, o şâha fedâ etti.

Fakîr vefat târihin akıldan taleb etti, [1223 (m.1808]

Mahzûndu, önce DİRİĞ, ondan sonra DÂD dedi

Âh, şu alçak feleğin yaptıklarından yüz âh!

Hak dostları dışında, gayre pusu kurmaz âh!

İlim, irfân denizi, ihsan ve cûd madeni,
Asrının iftiharı ve dinin yücelteni.

Mîr Osman hazreti ki, onun parlak görüşü,
Devletin âhengini bozulmaktan korudu.

Bu zatın cânı, hedef oldu kaza okuna,

Allah rahmet eylesin, onun temiz ruhuna.

Bir Zilhicce ayında, târih yirmi bir Pazar,
Hızlı himmet atını sonsuzluğa hazırlar.

Ve bu alçak dünyâdan toparlar meta’ını,
Yüce cennette kurar ebedi otağını.

Şehâdet şerbetini içti de kana kana,

Komşu oldu adaşı Zinnûreyn-i Osman’a.

Fukaranın başına toprak saçarak gitti,
Kendinden memnûn olan herkesi mahzûn etti.

Elem tozu, dünyâdan o kadar kımıldadı,
Sanki yer ile göğü bir ayıran olmazdı.

Ve sekizinci felek, subha dek mateminden,
Gözlerini yummadı, ağladı kederinden.

Ölüm târihi için içimden şöyle geldi:

Ölümüne yüz defa onun aşk olsun, dedi.


Zorları açan Rabbim, gönül kuşu ayağı,
Ne kadar bekleyecek, yârin zülfüne bağlı.

Feyzi’nin Mâni kalemi, bir reşha serpmeseydi,

Gülün üstüne nerden çiy damlası gelirdi.

Güzelliğinin şavkı, bahçeye düşmeseydi,

Bülbülün feryadını kim işitebilirdi.

Fâreza kudret elin cihânı süslemese,

Sünbül saçın taramak için olmazdı kimse.

Yûsuf’un yüzündeki bir parıltıdan Yâ Rab,

Batıdan Mısra değin velvele doldu türab. [arz]

Süsü yüzün aksinden almayan bir güzellik,

Güzel denmez o yüze, ne kadar sürse allık.

Yâ Rab, âciz Hâlid’in sen yetiş imdadına,
Onun gibi çok vardır, cûd deryan kenarında.

Allahım, lütf eyle de, Hâlid’i nûr şimşeğinle,

Kurtarıver düşmekten devre ve teselsüle. [28]


Seyyid Abdülhakim Efendi’nin (kuddise
sirruh) tercemesidir.

Gamının mimariyle tecdid ettim virânemi,

Yâdın ile Kâbe ettim, âkıbet puthânemi.

Kaldı âciz etıbba çare bulmaktan bana,

Derdinle tedâvi ettim ben dil-i divânemi.

Öyle bed nam etti ki, âlemde sevdan beni,

Kendi güşümle duyardım, etraftan efsânemi.

Şem-i rüyün dolaştım, uçtum döndüm bir zaman,

Ne hoş kurban edip yaktın efendim can pervânemi.

Edibim ki, celisimdi halka-i rindânede,

Duyaydı, mutlak gelirdi, nâle-i mestânemi.

Muhabbet ikliminde harablıktadır mamurluk,

Göz selinde kazmalıyım ben esas-ı hânemi.

Serapa bu nimetem, yine çaresizsin Hâlid,

Nasıl, bilmem, edâ etsem, aceb ben şükrânemi.

Çok yazık ki ayrıldım Hudanın hânesinden,
Nerdeyse kalb, kederden kopacak bedenimden.

Dostun köyünden gitmek arzusu bizde yoktu,
Başı ayak yaparız, çıkamayız emrinden.

Safa ehli ölmüşler Merve üzüntüsüyle,

Safa’dan sağ ayrıldım, zevk almam bu sevinçten.

Nereye gidiyorsun, geriye dön diyorlar,

Hacer ü Makam ü ve Zemzem ü Erkân ü Mültezem

Hannâne ve Habibin Ravda, Minber, Mihrabı,
Sıkı tutmuş çekiyor kalbimin eteğinden.

Yesrib şevki ve Kâbe firakı yanında kalb,

Farksızdır iki saman beyninde kehribadan.

Hâlid mademki dostun tecellisi her yerde,
O halde sen gam yeme, uzak düşsen evinden.

Yüz can ile borç aldım, na’linin tozunu,

Bir canım var sendendir, nasıl öderim onu.

Fırkat gecesi sensiz o kadar uzun oldu,

Geceye kıyasla akl, zülfünü kısa buldu.

Hilâl güneş üstünde, akreb, ülker oynaşır,

Kusursuz hey’etine bunlar güzel yakışır. [29]
Ter damlayan yüzünde sallanan zülüfleri,
Görmeyen rasatçılar anlamaz bu sözleri. [30]
Cüz’ü lâ yetecezza, güneş tek teorisi,
Ağız, yanak, zülfüne ters düşüyor hepisi. [31]

Her işârette, verir senin gözlerin şifâ,
Gözündeki şifâyı bilemez İbni Sina. [32]

Havaya nem veriyor, çehren sevgi suyundan,
Kaşların fark edilir, yüzünün ziyâsından.

Misk gibi kaşlarından, söz eylese de Hâlid,
İki kaş arasını bağlamaya yok ümid.

Yüzünün gülü olmazsa, göze diken kirpiğim,

Yüz Yûsuf senin yanında, duvar üstünde resim.

Adamların kerem edip sormuşlar incinmemi,
Cevab: Ayrılığın yanında, unuttum derdlerimi.

Fakat ağlayan gözlerim beklemekten dört oldu,
Yine dermanı, hastaya merhamet edende buldu.

Gelmememin sebebi halkın kınamasıdır,

Mayası temiz olanlar utanmaktan âridır.

Gelip gelmemek, sanmam benim için fark eder,

Kalbinde hâtırlanmak bu Hâlid için yeter.

Eğer bizi bırakır, gidersen uzaklara,

Gözüm yaşı balığa, âhımsa semalara.

            

Not: Bundan sonraki beyitlerin ilk mısra’ı fârisî, ikinci mısra’ı arabîdir.

Kalb senin mahallene öyle esîr oldu ki,

Kaldırmak için asla güç vermez ayaklara.

Gözlerim dergâhının tozlarını hep arar,

Ayaklarının tozu şifâdır amâlara.

Eğer cemâlin yoksa, Cennete gitsem dahi,

Rahata kavuşamam, gömülürüm gamlara.

Ey ahbab, zaman zaman senin ayrılığınla,

Gözüm kan karıştırır akıttığı yaşlara.

Kerem edip bakışın eğer bir ok atarsa,
Gamzenin karşısında kalbim hedef oklara.

Hâlid için aşkına mümkün mü tedbir almak,
Emir Arşın Rabbinden olunca âşıklara.

Senden başka ruhumun bir sermâyesi yoktur,
Sen yok isen kalbimde Cennet sevdası yoktur.

Hakkında dinleyemem yabancının sözünü,

Benim için sen varsın, senden başkası yoktur.

Senin olduğun yerden uzaklaşırsam eğer,
Benimçün feryâd, figan, derdden gayrisi yoktur.

Hayatın özü sensin, sana kavuşamazsam,

Nerde neş’e, ruhumda gamdan alâsı yoktur.

Ben vefâdarlığına senin yemin ederim,
Ölene dek vefâdan başkası bende yoktur.

( Arabîden )

Sen içimde öyle bir ateş yaktın,

Ya’ni sen beni ateşle eş yaktın.

Bugüne dek bir rahat koklamayan,

Âşıka, merhametle bilsem bir baktın.

Beni sen azdırdın, sen rüsvâ ettin,
Şimdi ise yaralayıp bıraktın.

Keşke beni acele etsen katle,
Ben de sırrımızı vermesem ele.

Ayrılığından kalbim alevlendi bu gece,
Gamından sabır kalbe suda yazı bu gece.

Kalb dudak tuzun ile göz meyi sevdâsında,
Aşkının ateşiyle yandı, bitti bu gece.

Gül yanağın gözümde öyle nakş edilmiştir,

Hep gülsuyuna döndü gözyaşlarım bu gece.

Uykum gelmiyor, yoksa seni görebilirdim,
Şu bahtıma bakın ki, uykudadır bu gece.

Kederinden gözyaşım seli tuttu dünyayı,

Evim harabdır, zira gül yüzün yok bu gece.

Dudağım dudağının berrak suyu susuzu,
Olduğundan gözümde dünyâ serab bu gece.

Hâlid, bakış hayâli ile mest olmuş isem,
Hâlis mey ihtiyâcım benim olmaz bu gece.

Gerçi neş’e sebebleri, yanımda eksik değil,

Ama gül yüzün yok ise, kederdeyim öyle bil.

Muhabbet erbâbı yolu, değildir rahat yolu,

Âşıkın lezzeti elem, onun kalbi derd dolu.

Başının kârı için girme bu yola sakın,

Çünkü bu yolculukta başı vermek ilk adım.

Tâlibsen Key tâcına, Cimşid’in kadehine,
Şişeye sıkı sarıl, al kadehi eline.

Ebedî seâdeti dünyaya satma canım,

Bir iki nefestir o, vefâsı yok dünyanın.

Yaşadığın müddetçe yapsan hep pâdişahlık,
Evveli baş ağrısı, nihâyeti pişmanlık.

Hâlid’den zahm yemeden, sakın şiir bekleme,
Zîrâ ki, kalbi Levh’a, dili benzer Kaleme.

Ey mâh-i nev! Yüzün yoksa virândır benim evim,
Su üstünde yazıdır ayrılığından sabrım.

Rüyada görmek mümkün, ama uykum gelmiyor,

İkbâl gözüm uykuda, bize fırsat vermiyor.

Dün geceki bakışın gerek bırakmadı meye,

Bu gece ciğer kanı ve gam, döndü mey ve kadehe.

Dudağının şarabı ele geçse bir daha,

İhtiyacımız kalmaz, neye, çenge ve saza.

Hâlid, değerli ömür gittiyse etme feryâd,
Ömür gitmek içindir, kaidedir, eyle yâd!

Yine gün yüzlü birinin sevdası derdindeyim,
Karışık zülfünden her an karışık fikirdeyim.

Yanağı ateşinden su kalmadı gözümde,
Evet, doğrudur, çiyin yeri yoktur güneşte.

Dikkatli bakanları haberdar eder ondan,
Dudak altındaki benin mislinin azlığından.

Kalb yarasına merhem istedim zülfün gösterdi,

Yaralara ne zaman misk merhemi elverdi.

O güzeller şâhında kim ki cambazlık bulur,
Rüstem olsa çenesi çukurunun Bijeni olur.
[33]

Hâlid birçok mevzu’da güzel söz söylerse de,

O güzelden söz olsa, ebkem olur dilinde.

Selvi boyuna hasedden selvinin ayağı yerde,
Gülün keten gömleği gül yüzünden pejmürde.

Cevher-i ferd senin ağzın sırrına kinâyedir, [34]

Bu ise anlayış ve idrâk hâricindedir.

Sana bakan sadece bu gözlerim değildir,

Sekiz gök yıldızları hep senin seyrindedir.

Geçersen civârından gamından ölenlerin,
Bin tane şerefli ruh olur yanında senin.

Ağzının zülâliyle zülüflerin kıvrımı,

Giderir âb-ı hayatı ve Dehhak yılanını. [35]

[Zirâ ağzının suyu hayat çeşmesinden daha hayat verici, zülfün
ise, yılandan daha ısırıcıdır.]

Üstümden rüzgâr gibi geçersin ümidiyle,

Hâlid senin yoluna yere düştü hevesle.

Eğer dinin ziyneti bulunan imamları,

Sıra ile sayarsak, şöyle olur adları:

Alî, Hasan, Hüseyin, Zeynelâbidin, Bâkır,

Cafer ve Mûsa Kâzım sonra Alî Rızâ’dır.
Muhammed Takî ile Muhammed Nakî’yi bil,
Hasan Askerî, Mehdî, bunlardır, gayri değil.

Ben sana çok düşkünüm, sende hiç merhamet yok,
Anladım ki, Allah’dan çekinmen yok, korkun yok.

Biz aşkın kumarında canımızla oynadık,

Sen iki yanağınla şah, mat olma korkun yok.

Can belâsı için ben lebinden söz aradım,

Lâ ile beni kandır, madem senin belâ’n yok. [36]

Dedim cana can katan dudakların hayattı,

Dedi, fazla konuşma, çünkü onda hayat yok.

Bilsem öldükten sonra başucuma gelirsin,

Bil ki, ölümden başka, Allah’dan muradım yok.

Ey Hâlid, kaleminden akıp gelen bu gazel,
Herat Pîri’nden gayri kimsenin sözünde yok. [37]

İki kaşın mihrabına yüzümü döndüm boş yere,
Bulunduğun yere doğru secde ettim boş yere.

Sen mazlumların hâline acıyan kimse değilsin,
Zülfünün zincirlerine ben tutundum boş yere.

Yoluna toprak gibi düşmem faydasız idi,
Mahallende inledim sabaha dek boş yere.

Kâkülüne Çin miski dedim de hata ettim,
Güneş gibidir dedim gül yüzüne boş yere.

Haktan korkmaz, cefâkâr, aldatıcı birisin,

Tâ ezelden gönlümle sana döndüm boş yere.

Kalbimi bakışına bağladım, yanılmışım,

Büyülü gözüne cân fedâ ettim boş yere.

Huyun kanım dökse de, yüzün verir yüz bedel,
Hâlid gibi huyundan şikâyetim boş yere!

Fahr-i kâinât (aleyhissalât ü vesselâm) hakkındadır.

Bu nasıl isim ki ondan din sikkesi revâc buldu,

Küfür, dalâlet dünyası, sebebiyle yağma oldu.

Bendeleri üzerinde yüz yamalı hırka var,

Ayakları gök üstünde, ama tacdan ederler ar.

Zâtı imkân ile vücûb beyninde olmasa hâil,

Tatlı ve acı denizler karışırdı, böylece bil.

Nebiler ile velîler kadehinden mest oldular,

İbni İmrân: “Görün”dedi ve “Enelhak”der Hallac’lar.

Li-meallah ona mahsûs yüce bir mertebedir,

Mirâc bu yüce makamın süslü merdivenidir.

Ben ölmeden bir daha tutarsam eteğini,

Felek inad etse de, artık bırakmam seni.

Ayın ondördü gibi meclis süsleyen yüzün,

O çok güzel zamandır, kalmaz bakanda hüzün.

Hâlid seni övmekle bir şöhret peşindedir,
Yoksa güneşin yüzü cilâdan müstağnidir.

Resûl - i Ekrem Hakkındadır.(sallallahü teâlâ aleyhi vesselam)

Mesîh’in günleri senin devr-i lebinde taze,(geri gelir)

Ruh besleyen nefesinden Îsâ’nın ismi taze,(geri gelir)

Tek Mûsa, Îsa değil, güzelliğine tutkun,

Âlem, Âdem, bütün halk, sana esir ve meftun.

Koyamazdı şerefle göklere ayağını,

Îsa tatmamış olsa, bendeliğin tadını.

Îsa’nın ağzında olsa, dilinin özelliği,

Süleyman’a mut’i dünya, ona olmaz mı idi.

Ey Hâlid, mertçe kurtar dünyâdan eteğini,

Îsa’nın tecerrüdü, gök eyledi yerini.

—***—***—

Ey! Yüzünden güneş çaldı, kendi parlaklığını,

Hak süsledi hâlis miskle yüzünü, endamını.

Niçin saklarsın benden yüzünü kuşluk vakti,

Hiç örtmüş müdür güneş, yüzünü kuşluk vakti.

Güneş bütün güzellik ve şa’şaası ile

Utanır da senden gece yüzüne çeker perde.

Bir bakışına meftunum, yüzünü örtme benden,

Ay yüzünün mecnûnuyum, aman yüz çevirme benden.

Bu Hâlid, eğer yüzüne, isterse gülü denk tutmak,

Gül senden utancından, ister suyuyla yıkanmak.

Gül kıskanır o eşsiz yüzünü Muhammedin,

Kan rengi olur teri, terinden Muhammedin.

Gam okları önünde kedere hedef olur,

Kaşına nazar eden hazreti Muhammedin.

Aslanı devirene heybetli âhu gözle,

Tavşan uykusu verir bakışı Muhammedin.

Cenneti istemekten kendini uzak bulur,
İki güzel gözünün esiri Muhammedin.

Bülbül gül bahçesinde dolaşmaktan vaz geçer,
Gelir ise burnuna kokusu Muhammedin.

Kalbim ihtiyac duymaz, tesbihe ve zünnâra,
Kâfidir bana beni, saçları Muhammedin.

[Tesbih taneleri yerine Hazreti Muhammed’in benleri, malûm
kuşak yerine de onun saçları kâfidir.]

Düzgün selvi ağacı başın kor ayağına,

Utanır selvi gibi boyundan Muhammedin.

Hecr[men’] koyarlar sana, Hâlid satın alırsan,
İki dünyaya bedel, bir saçını Muhammedin.[38]
---***---***—

Cân cânânı istikbâle gidiyor,

Susamış âb-ı hayata gidiyor.

Şeydâ bülbül kafesinden kurtuldu,
Gülistanda güle doğru gidiyor.

Cihânda bundan acâib ne vardır,
Yarasa güneşe müsâfir gidiyor.

Yârın eteği elimden çıkalı,

Kanım kirpikten eteğe gidiyor.

Firakına sabretmek mümkün mü hiç,
Beden ayağa kalksa can gidiyor.

Hâlid senin Yemen yakutun aldı,
Bedahşan zenginlerine gidiyor.

—***—***—

Müjde, ey Yakub gibi derdli kalb, Yûsuf geldi,
Nihâyetsiz mihnetler bak nihâyete erdi.

Ey dudağa gelmiş can, geri dön bedene gel,
Zirâ Îsa sıfatlı güzel imdâda geldi.

Ey kalb, dağ gibi gamı, ortadan kaldır, çünkü,
Bû-yi hâk-i yâr seher yeliyle bana geldi.

Zamanın acıları hep silindi kalbimden,

Zirâ o gülen gülden güzel bir koku geldi.

Vefâ bahçesi kuşu olan Hâlid artık sus,
Hayat kaynağı bahar tüm neşesiyle geldi.

Şu mâvi kubbe var ya, kime sığınak olur,
Ya dünyada nerede, bir kişi rahat olur.

Bu dönen çark-ı felek, ne ocaklar söndürdü,
Sanma ki nâmerdliği, seninle bana olur.

İbret gözünü aç da, Kisrâ sarayını gör,
Perdedârı örümcek, baykuş davulcu olur.

İyi bak altın tahtlar üstündeki şahlara,

Şimdi onlara nerde makam, menzil bulunur.
Hâlid biraz yavaş bas, yer denen gezegene,
Onda gümüş bedenli, çok ay yüzlüler olur.

—***—***—

Bu ne topraktır ondan râyiha-yı can geldi,
Otu, dikeni göze sünbül ve reyhân geldi. [39]

Bunu görmekle gönlüm, o kadar sevindi ki,

Sanki bülbül firaktan sonra bahçeye geldi.

Çorak bir yer burası, ot bitmez, çalı bitmez,
Bûyuna Cennet bağı gıbta eder de yetmez.

Ben Huden miski dedim, ama bu hatâ oldu,
Kalb anber gibi dedi ve fakat pişmân oldu.

Burası o yerdir ki, nice seneler önce,

Nîm gece sabaha dek cânâna menzil oldu. (nîm:yarım)

O âhuyu avlayan mest olmuş gözlerine,
Namaz korkusu geldi, kalbi rahatsız oldu. [40]
Orada yarım uyku, şarab neş’esi verir,
Çehresiyle geceyi aydınlatan mum oldu.

Hâlid, geçen gecenin hayat dolu safası,
Çok çabuk geçti ama, ne kadar da hoş oldu.

—***—***—

Büstâm [Bestâm] şehrinde bulunan Bâyezid-i Bestâmî
hazretlerinin türbesini ziyâretleri sırasında yazmışlardır:

Yâ Rab, Sultan Bâyezid türbesi hürmetine,
Yâ Rab, bürhân Bâyezid tiyneti hürmetine.

Yâ Rab, lâ mekân şâhının yuvası hürmetine,
Yâni Tayfur’un ruhunun sana kurbu hürmetine.

Yâ Rab, o geniş meşrebin vüs’ati hürmetine,
Yâ Rab Bâyezid’in hadsiz iştiyakı hürmetine.

Yâ Rab, o mes’ûd pîrin yanan sinesi için,
Ve yine yâ Rab onun îman şulesi için.

Yâ Rabbi, Resûlünden tâ Cafer-i Sâdık’a,
İki kolla ulaşan mürşidler hakkı için.

Yine Gulâm Âlî’den tut da Ebûl-Hasan’a,
Ulaşan müridlerin yek be yek hakkı için.

Bu çâresiz ve garib kolu kırık Hâlid’e,

Bir kapı aç açılır hazne-i Bâyezid’e.

Halid, dudağı müştak saf hidâyet suyuna,

İçir ona Tayfur’un nehrinden kana kana.

Onu sana kavuştur, benlik derdinden kurtar,
Kurtar da olsun onun hizmetçilerine yâr.

—***—***—

Bu kimdir ki, bir bakışla yüz canın yolunu keser,
Ve her zaman meydanın üst yanında alır yer.

Doru atla, şâhane, topa doğru koşunca,

Çevgânı büklümünde, olur Ferhad misli yüz er.

Yüzünün aksinden hûri kendi aksinden geçti,
Vay kölenin hâline, insandır kusur eyler.

O misk gibi, kâkülden dağılan fitnelerde,
Ancak iyi insanlar, iman derdine düşer.

Selvi onun boyundan ve yakut dudağından,
Nergis gözünden hicab, gül yüzünden ar eyler.

Ve güzellik şehrinde sen o kadar azizsin,

Yusuf’u almak için, tâlib yok pazar eyler.

Gamzemden ölmüyorsun, taş yüreklisin, dedin,
Haklısın, kirpiklerin her an kalbimi deler.

Ay, yüzün gibi olmak için ağlar; nihâyet,
Artıkları toplar da ondan bir etek eder.

Hâlid! Beni kapında dilenci eyleseler,

Almam, bedelen mülk-i Süleyman’ı verseler.

—***—***—

Hîle ve iksir ile her toprak altın olmaz,

Alelâde taşlar da kıymette cevher olmaz.

Her yüzük taşıyana yakışmaz Süleymanlık,

Her ayna yapan usta bir gün İskender olmaz.

Ve herkes bülbül gibi kendini âşık eder,

Fakat pervâne gibi herkes başından olmaz.

Dünyada gördüklerin hep Hâlid gibidirler,

Ama İbrâhim gibi hiç kimse tâcdar olmaz. [41]
—***—***—

Kim ki onun ismini sever, muhabbet besler,

Kendi cânı üstüne yüz fazîlete erer.

Bu zâtın yüce adı bu şi’irin son beytinde,

Yer alır inci gibi tıpkı sedef içinde.

Fazîlet hazinesi ve irfân kaynağıdır,

Hâlid onu saklarsa gerekeni yapmıştır.

Öylesine, yer tuttu dar gönlümün içinde,
Sanmayın ki arada canıma yer kalmıştır.

Onun insanlığını anlatmakta dilsizdir,
Her ne kadar kalemim yüz dilin sâhibidir.

Başı örtülü zülüf âşıkların kalbinden,

Ayağı bağlı kuşu yakalamış belinden. [42]

—***—***—

Ey can gel, çünkü dünya sensiz şaşkına döndü,
Mest eden bakışınla çok kimse öksüz oldu.

Meclis, şeref vermeniz ümidiyle hazrolda,

Boyum çenk, gözyaşım tel, gözlerim kadeh oldu.
Çocukken işin hüccetsiz kalbleri mülk etmekti,
Şimdi ise gençliğin bu mülke sened oldu.

Ümidim dudağından bir bûse almak idi,
Bu istek göz ucuyla çenene havâle oldu.

Ey taze gül, bu Hâlid hicrinden ölmediyse,
Mazurdur, zira ölüm, her zaman Haktan oldu.

—***—***—

Yüzünde beliren bir bene yemin,
Etrafında biten tüylere yemin.

Sevdâsında ömrün sona erdiği,
Selvi ağacı gibi boya yemin.

Bayram gecesi görülen hilâle, ->kaşına

Fitneler koparan gözüne yemin.

Gören hevesinden dudak ısırır,

Hayat sırrı olan dudağa yemin.

Kıvrım kıvrım ve büklüm büklüm zülfe,

Yüzdeki o mutlu aklığa yemin.

Olsun, Hâlid derdden öyle zaifdir,

Şu iki mısra hâline şâhiddir:

Senin yüzünde anne kardeşini göreli,

Baba kardeşi tashîfi onun arkadaşıdır. [43]

—***—***—

Ey, visâlin ümidiyle, ayrılık acısı leziz,

Kılıcın suyu boğaza, âb-ı hayat gibi leziz.

O süslü benin lezzeti kalbimden silinmedi,

Habeşi de olur mu, bahçede böyle leziz. [44]

Kâh kirpiğin, kâh hattın, elimden aldı kalbim,

Yüzünün bahçesinde diken ve reyhân leziz.

[ Diken kirpikler, reyhan, yeni ergenlik tüyleri. ]

Güneş yüzünün yâdı, öyle hoş oluyor ki,

Işığa hasret kalmış zindân ehli kadar leziz.

Ey canım, firakından, cân dudağa erişti,

Zâten akıllı cânı, cânânsız saymaz leziz.

Gonca kirpik okların dokununca kalbime,

Gelir bülbüle gülün gülmesi kadar leziz.

Hâlid, onun gül yüzü yoksa, Cennete de çağırma,
O halde Cehennem odu, Cennet bağından lezîz.

—***—***—

Ey kahrından feleğin çok şaşkın olduğu zât,

Tek olmasaydın, böyle durur muydu dokuz kat.

İkizler gibi suyu, ateşi cem eyledin,

Şâhidi de ağaçta olmasıdır ateşin.

Senin hükmünle kolay oluyor bütün işler,

Açılması âlemce güç olan kör düğümler.

Bahçeye bir kıvılcım atmasa sevgi nurun,

Orda gül için sesi çıkar mıydı bülbülün.

Arş, ihsân denizinin onda bir görüntüsü,

Yâhud sonsuz deryâda, bir habbe, bir damla su.

Ölçse de bir karınca gökleri bir çukurdan,

Künhün akılla idrâk, kat kat müşküldür bundan.

Zihinler mahrem değil celâlin sırlarına,

Fikirler de varamaz kemâl okullarına.

Zoru başarmak için, yüz kere sıksa dişin,
Yarım arpa yol almaz, çok yüksek kudsiyetin.

Ne garîb ki, bedene daha yakınsın candan,
Görmek gözün işidir daha yakınsın ondan.

Lâkin yarasa nasib almadıysa güneşten,

Bu onun zaifliği, mâni’idir kendinden.

Ey, hevâ girdabına batmış Hâlid gel, ağla!

Kerîmin kapısında, bu fayda verir zirâ.

—***—***—

Sen, ey melek edâlı, mübârek alâmetli,

Sen, ey felek rütbeli, sen ey âlî kıymetli.

Sen fazîlet, mârifet, muhabbet, vefâ ehli,
Hayâ, edeb kaynağı ve dağ gibi şerefli.

Âlimler zümresinin medâr-ı iftiharı,

Sözüm doğrudur, bunun asla olmaz inkârı.

Esas maksada dönsem, daha iyi olacak,

Ne yazsam derecenden yüzde bir olmayacak.

Seni andığım şu an, Hakkın hikmetine bak,
Haberci mektubunla etti bize bir kıyak.

Mektûb değil, kâinât fihristini yazdınız,
Ayın beyaz yüzüne, siz anber yağdırdınız.

Yazıda büklümlere melekler gıbta eder,
Ondaki nûrânilik yâr yüzünü gölgeler.

İşin garibi şu ki, misk gibi satırları,
Teskîn ediyor kalbde onulmaz ağrıları.

Mektûb geldi her harfi ayrı bir ferah verdi,
Mihnet yükünün ehli garîb murada erdi.

Zarfın ağzını açtım, sanki misk kutusuydu,

Misk ülkesi Tatarı kıskandırıcı oldu.

Mektûb, yâr kaleminin siyah damlaları mı?

Yahud ak gerdandaki saçın kıvrımları mı?

Yahud Hakkın kudreti böyle tablo halk etti,
Gece ile gündüzü bir araya getirdi.

[siyâhla beyazı, mürekkeble kâğıdı]

Öyle neş’e, öyle ruh bu mektûba bahş etti,

Kıyamete dek tekrâr edilse, denmez “yetti”.

Her satırından huzur vermek için zincirler,

Ruhların ayağına doğru gitmektedirler.

Onu medhetmek için Hâlid yorma kendini,

Zirâ sen yapamazsın bunun onda birini.

—***—***—

Nebî, Sıddık ve Selman, Kasım, Cafer ve Tayfûr,
Ebûl-Hasan ve Alî, nûr kaynağı Yûsuf’dur.

Abdülhalik’ten Ârif ve ondan Mahmûd aldı,

Büyüklerin feyzini, Mâverâünnehr oldu Tûr.

Alî, Bâbâ ve Külâl, Nakşibend, Alâeddin,

Yakub-i Çerhî’den sonra Ubeydullah oldu meşhur.

Muhammed Zâhid, Derviş, Hâcegi, Bâkıbillah,
Müceddid, Urvetül-vüska ve Seyfeddin ü Seyyid Nûr.

Habîbullahı Mazhar Şâhı Abdullah pirimiz,
Bunlarla Subh-i îdi kıskandırır gecemiz.

Ve

[Bu taraftan silsilenin devamında demişlerdir.]

[Mevlâna Hâlid, Abdullah, Seyyid Tâha sonra Sâlih

Ve ardından Seyyid Fehîm, sözü oldu, hep irşaddan
Abdülhakim-i Arvâsî Hâlidî feyziyle dolu,
İrşâd etti İstanbol’u Işık saçıyor Bağlum’dan.

İlâ yevm-il kıyamet mürşid-i kâmildir o,
Kur’ânı, hadisleri ve fıkhı hâmildir o.

Kim kavuşmak isterse rabbine cân-ü dilden,
Işık iktibas etsin böyle eşsiz kâmilden.

Yokluğu varlığından efdal olan Süleyman,
Duyduğu günden beri ona bağlandı candan.]

—***—***—

Mevsim bayram, biz ise, ümidsisiz o yardan,
Âlem zevk u safada, biz görmez olduk yaştan.

Herkes sevdiği ile dolaşıyor bahçede,

Eteğim bahçe oldu benimse ağlamaktan.

Câna cân katan yârin olmazsa o teşrifi,

Ne fayda umulur bu cân saçan seyrânlardan.

Çâresiz, endişeli, garib ve çok dertliyim,

El göğüste, baş dizde, göz ayrılmaz yollardan.

Göğsüm, kalbim yanıyor, gezerim kapı kapı,
Kimse uzak düşmesin[
ben gibi]yârından, diyarından.

İki gözümün seli oldu Bekre cuy çayı,

Akıbet devâ ettim, derde Seriçınardan.

Hâlid eğer çöl ölçen bir mecnûn değil isen,
Kâbil, Gazne, Kandehâr nerede, nerede sen!

[Not: Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin bu beyte nâzireleri:

Ey Hakîm, sahra ölçme divânesi değilsen,

Erciş, Bayezid, Antep nerede, nerede sen! ]

—***—***—

Ayrılıktan gündüzüm bir daha gece oldu,

Lâle yüzlü dilberden gönlüm lâleye döndü.

Zâlim felekten bunca keder yükü sırtımda,

Üzerine ayrıca gurbet acısı kondu.

Gurbetin derd yüküyle bedenim kamburlaştı,

Kirpikten ayağa dek iki kan teli oldu.

İstiyorum yırtayım yakamı bir gül gibi,
Çünkü bahçemin gülü, bir mendile nakş oldu.

Hiç yere kederimi paylaşanı bıraktım,

Nerde vardır öylesi, o merhametli kuldu.

Vefâlıya vefâsız davranmak yakışır mı?

Hassaten o yâre ki, ömrü vefâ doluydu.

Keklik bir defa görse, nazlı yürüyüşünü,
Hayatı boyunca hep onun gibi yürürdü.

Hâlid, sakın her sâat bir başka yârı sevme!

Böyle yapan, güzeller yanında rüsvâ oldu.

Aşk yolunda gönülden hasta olmaklık hoştur,
Derdini anlatmakta dilsiz olmaklık hoştur.

Bir hastalık ki, seni görmeğe imkân verir,
Sıhhatli yaşamaktan yüz defa daha hoştur.

Sana kavuşmak varsa, olmaz ölüm korkusu,
Çünkü vuslat, hayatın öz suyundan da hoştur.

Azîzim, kederimden sen sakın kederlenme,
Sen yaşa, yerine yüz ben gibi ölsün, hoştur.

Hastayım ve yaptığın ezâdan ölüyorum,

Üstüme gülden şeker saçman her şeyden hoştur.
[Ağzını açıp benimle konuşman ]

Can çekişiyorum ve bağırmağa gücüm yok,
Gizlice can çekişmek âşıklar için hoştur.

Hâlid, can cevherini ele alabilirsen,

Yâr yoluna can saçmak, her şeyden daha hoştur.

—***—***—

Kalb, içindeki yârı yâdla perişân oldu.

Ciğer, bir gül endamlı derdinden lâle oldu.
[ kan ile doldu ]

Halkı sersem edenin lebi için can verdim,
Gönlümün gitmesine mahmur göz sebeb oldu.

Şeker tebessümlü yâr yağma etti dînimi,
Her geçeceğim yola, bir başka tuzak kurdu.

Ey bâd-ı saba, öldüm, Allah için kereme,
Kalbi gitmiş âşıktan, o yâra haber ilet.

Bahtımın kutluluğu bana verir mi murad,

Kırmızı dudağından ele geçer mi bir tad.

Firak derdinden sonra bilmem gelir mi bir an,
Derdimi ona döksem saatlerce durmadan.

Hâlid, büyüleyici gözünden içse de kan,
Üzülme, ikrÂm gelir kırmızı dudağından.

Kalbime bir güzelin hasreti düştü, sorma!

Gönlüm al yanağından gülistân oldu, sorma!

Canım bir tecrübesiz güzelin avı oldu,

Gönlüm bir süvarının terkisindedir, sorma!

Ay devrinde fitneler koptuğu günden beri, [45]

Onun yüzünden kalbe bir gam yol buldu, sorma!

O sefere çıkalı, gönül kanı gözlerden,

Katar gibi gözyaşı oldu, aktı ki, sorma!


Söyle meyhâneciye açmasın meyhâneyi,
Zirâ ben o gözlerden öyle sarhoşum, sorma!

Sonbahar geldiğinde ben bülbüle ağlarım,
Gülün ayrılığından, inler, ağlarım, sorma!

Bağ gülün gülmesinden uzak ve boş kalınca,
Diken sivri ucunu, kalbe soktu ki, sorma!

Hâlid nazm incileri ve gözyaşı cevherini,
Saçmak ümidi ile nasıl topladı, sorma!

—***—***—

Ayrı kaldım yüzünden, öldüm, ey nazlı, imdâd!

Huyundan bu kalbim kan oldu, ey nazlı, imdâd
Gözümden, her tarafa saçılır kanlı yaşım,
Çıkmıyor evden selvi boyun, ey nazlı imdâd!

Kalb Tatar miski oldu, gözyaşlarım köyünün,
Her tarafında bahçe oldu, ey nazlı, imdâd!

Yüzün yoksa koklamam yâsemini ve rüzgâr
Getirse misk kokusu, almam, ey nazlı, imdâd!

Hâlid bırakıp güzel yüzün bakarsa güle,
Gül yüzünden utansın, senin ey nazlı, imdâd!

—***—***—

O nazlı sevgilinin yanağının aksinden,

Gelen gülün dikeni yüz kalb çeker yerinden. [46]


Bunun yapraklarından hâsıl ikiyüz yakut,
Şâhane inci olur, düşen her damla çiyden.

O gülün medhi ancak, pişmanlık, câhilliktir,

O yâra benzerliği yeter medhi yönünden.

Gülün mavi gömleği yüz parça oldu, evet,

Dolunay dâim böyle sıyrılır çıkar gökten.

Hak bağda teşhîr etti bu hârika nâkışı,

Yaşasın katreler ki, çıktılar kaleminden.

Eşsiz güzelliğiyle, mütebessim geliyor,

Edâsı hûrîlerden, bûyu âhûy-i miskden.[47]

Güzellik pazarında gösterirse yüzünü,

Zelihâ gibi yüz cân fedâ Yusuf-i Mısrî’den.

İrâdesine sâhib, bu gül mevsiminde ancak,

Kendin farklı görmiyendir, duvardaki resimden.

Gül bülbül, mum pervâne aşkına benzer sevgi,
İle bakmayan Hâlid, huzur almaz bu işten.

Anladım ki, ben hasta, asla sensiz edemem,
Ümidsizim hâlimden, sensiz safa süremem.
Yapma! Hicrân derdiyle niye öldürüyorsun,
Gençliğine güvenip kendinden korkmuyorsun.
Ne güne unutulmuş bırakırsın beni sen,
Bir hâtırlarsan beni, merhamet, şefkat etsen!

Ben sensiz yaşamadan bilmezdim hayat vardır,
Mâdem ki yaşıyorum sanma bu bana ardır.

Çok ricâ ediyorum, söyle de anlayayım,
Gizli acılarımı kime açıklayayım.

Geri gel; senin için vaz geçtim her arzudan,
Yanî dünya, âhiret bütün arzularımdan.

Yakub gam köşesinde, baş başa hasretiyle,
Yusuf ise meşguldur cihânı teshîr ile.

Şu felek seni benden ayırdığından beri,
Övünç sebebi oldu kendine bu hüneri.

Cânım! Bahtiyarlığın hakkı için rahmeyle,
Sana candan dost olan garibi bırakma böyle!

İmdada gel, zavallı Hâlid sensiz kalmıştır,
Ve bu yüzden yaşamak ümidi azalmıştır.

Şevkinden mum pervâne gibi vecde geliyor,
Hayır, yalnız mum değil, sofa da raks ediyor.

Kalbe, daha ne kadar, aşka dayan, denecek,
Var mı öyle bir dâne nârdan titremeyecek.

Eğer aşkın bir dağa yapsa gece baskını,
Dağ Mecnûn gibi zıplar, oynar onun her yanı.

Vakardan kalb şişesi siyâh olurcasına,
Sen edebini bozma, oyna çocukcasına.

Kalbdesin, kalb zülfünle çekişip durmaktadır,
Sevgili de, can gibi aşktan oynamaktadır.

Hâlid aşk ateşinden nasıl gelmesin vecde,
Ki aşktan na ehlehil gibi vecde gelmekde.

Habîbullahın medhindedir:

Ey, cihan bağı, şimşir boyun için halk olan, [48]

Varlık nakışhânesi sûretin için olan. [49]
Veşşemsi ile yemin yüzünün güneşidir,
Velleyliden murad da senin siyah saçındır.

Orda gaye kaşların mihrâbı olmayaydı,

Melek Âdem önünde hiç secde yaparmıydı. [50]
Gamzenin oklarından her yerde âşık kalbi var,
Maksadları köyündür, hepsi sana âşıklar.

Perdesiz bahsetmeğe yüzünden gücüm yoktur,
Güzelleri överim gayem senin yüzündür.

Dilde gülün gülmesi, mey tadı ve sünbül var,
Hepsinden güzel huyun, gözün, saçın maksadlar.
[Gülün açılıp gülmesinden, şarabın neşesinden ve sünbülün
kıvrımlarından bahsederim, yanî dilimde hep bunlar vardır.
Fakat gülün gülüşünden güzel huyunu, şarabın neşesinden
gönül çeken gözlerini ve sünbülün büklümlerinden saçının
kıvrımlarını kasd ediyorum].

Hâlid misk gibi dediyse de; Hata demedi, ey cân,
Siyâh ben, kıvrımlı saç, esas maksaddır ondan.

Yâ Rabbi, Hâfız sensin, bizi başka kim korur,
Gedâdan şâha kadar, bütün halkı kim korur.

Sıkıntılarla dolu gurbet evi dünyada,

Çâresiz bir garîbi senden başka kim korur.

Gece karanlık ve yol belirsiz bu sahrada,
Kılavuzsuz yürüyen beni başka kim korur.

Denizin insan yutan azgın dalgalarından,

Allah için söyleyin, kaptanları kim korur.

Azgın, sapık şeytanın, sapık tecâvüzünden,
Bu elsiz, ayaksızı, yanî beni kim korur.

Mekke-i mükerremeye elveda

Ey Hâlık-ı kâinâtın tecelligâhı, elveda’,

Ey kıblegâh-ı Ahmed-i muhtâr sana elveda’.

Ey mahşer gününde sen günâhkârlara şâfi’,    [51]

Ey zâlimlerin ucbunu kıran mekân elveda’.    [52]

Ey Allahın değerli lutuflar hazînesi, [53]

Ey iyilerin zâhire anbarı sen, elveda.

Ey, temiz kalbli zâtların ruhlarının yuvası,

Ey hazreti dildârın eşiği Kâbe, elveda’.

Ey ülûl-azm enbiyânın sen tek eşsiz mabedi,

Ey Muhâcir ve Ensârın maksadı sen, elveda’.

Ey ilâhî yıldızların nûrlarının doğduğu yer,
Ey ince sırlar menba’ı, menşe i Kâbe elveda’.

Hâlid, mâdem geç geldin ve erken gidiyorsun,
Yakışan, az sevinç ve çok kederle elveda’.

—***—***—

Hayatım istenmeyen yolda geçti, ah yazık!

Bir gün olsun yarını düşünmedim, ah yazık!

Ben biçare, kurarım her dem hava üzre ev,

Bu yüzden amel köşküm pek zaifdir, âh yazık!

Günahdan korkmayıp Hakkın afvına bel bağladım,
Kahharlığı aklıma hiç gelmiyor, âh yazık!

Günâhda böyle cesur, sevabda zâif, güçsüz,

Bu bed huyla anam, beni niçin doğurdu, âh yazık!

Fâni bir devlet için bu dünyada ben nice,
Sonsuz devleti elden kaçırmışım, âh yazık!

Yol ince, gecem kara, yol arkadaşım şeytan,
Günâh yükü altında ben ezildim, âh yazık!

Defter-i amâlinde sevab olmayan Hâlid,

Ahrette kurtulmağı nasıl umar, âh yazık!

—***—***—

Ey, yüzün parlak güneşten, yüz defa şereflidir,

Can, hayal oklarının tükenmez hedefidir.

Dolunayı yüzüne kıyas budalalıktır,

Kusuru, lekeler ve tutulması değildir.

Yüzünde âb-ı hayatla parıldayan güneş var,
Misk, anber, şehd ü şeker, lâl, sedefte gevher var.

[Yanî yüzünde misk ü anber[benler] şehd ü şeker [bal ve
şeker [ağız suyu],yakut [lâl, yanî dudak] ve kabuğu içinde
inci, gevher, ya’nî dişler gözükmektedir.]

Deste deste sünbüller süsler nokta ağzını,

Nokta nokta misk benler sıraya girmişlerdir.

Ümid elim bütün gün, iki zülf kıvrımında,

Âh, bu tûl-i emelde, azîz ömr bitmektedir.

Vuslatta çenen elde, dudak dudağımdadır,

Bu halde cânım bazen lebde, bazen eldedir.

Hâlid, alçak dünyadan neşe ümidini kes,

Gam şâhının askeri saf saf beklemektedir.

—***—***—

Şah Şeref Ebû Alî türbesine saçmağa,

Rûm’dan tâ Hindistan’a geldim can avucumda.

Ona yalvarıyorum azîz ruhu hakkiçun,

O gençliğini fedâ etmiş vefası içun.

Kapısında bu kulun büyük hâceti vardır,

Umulur ki, lütfeder yine onu kurtarır.

Hindistan’a yüz şeref kazandıran bir şâhın,

Huzurunda kalbde var ümidi şefâatin.

Böylece kalan ömrüm takvâ üzere olsun,

Ve geçmiş günâhlarım felâh evini bulsun.

Böyle bir şah denize, baksa gazab gözüyle,

Sedef erir su olur içindeki inciyle.

Kerem ile bakarsa, eğer tutulmuş aya,
Güneşin üzerinde ikiyüz leke saya.

İtinâsına mazhar tuğla üstün cevherden,

Zenginliği yanında cevher tuğladan ehven.

Nazar ehline göre şahsiyeti bu şâhın,

Aynadaki aksidir Necef padişahının.

Hâlid, sus, şiir ile sen her ne söyler isen,

Nasibsizler bilirler hep medih kabilinden.

—***—***—

Kalb bir daha parlattı ayrılık ateşini,

Ben nasıl şerh ederim bu firak kederini.

Gözden uyku, kalbden sabr ve bedenden tahammül,

Gitti, böyle geçerse, âh bu firak günleri.

Sana vasl arzusunda öyle hayâle daldım,

Ayrılık oklarını kirpik okların sandım.

Uzaklaştırdı beni yüz hîleyle yanından,
Âh, bu uzaklaştırma tahsîlini alandan.

Ayrılığın ateşi yok etse varlığımı,

Ben sana kavuşmaktan kesemem ümidimi.

Yanmış Hâlid’in sensiz gündüzü gece oldu,
Ayrılıkta nevrûzu şeb-i yeldâya döndü.

Ey firak darlığında kalbe teselli veren,
Ey dayanılamayan kederleri gideren.

Ey meziyeti açık, ey huyu tatlı insan,

Ey bütün emsâlinden üstün ve zeki olan.
Senin lâtif huyundan nasıl bahsedeyim ben,
Aslında letafetten türemiş nâziksin sen.

Kalbdeki heyecanın, gözdeki sağnakların,
İçimdeki yangını söndüren gözyaşların.

And olsun seni güzel şefkatle süsleyene,
Ve nifaktan arınmış huy ile bezeyene.

Ve ayrılırken bana kuvvetli aşk verene,

Yemin olsun ömrümde bir an ayılmamışım.
Huzurunuzda iken ve sizden ayrılalı,
Gözyaşım dinmiş değil, kendimi bulmamışım.

Merh içinde Afârı bakıp görmeyenlere,

Ve canlıdan Mihak’ı kabûl etmeyenlere.[54]
Söyle, Hakkın nasıl da, bende gözyaşı ile,
Aşk odunu beraber bulundurdu görsünler.

O güzel selvi boyun, gözkapağında hoşluk,
Gönlümü öyle çekti, kalmadı onda boşluk.

Yüzünden uzak iken kaide uygulanmaz,

Yanî benim zamanım Mihak’tan hiç boş olmaz.

Uzak kalalı beri kirpiklerin okundan,
Etsiz kemiğe döndüm ızdırab kılıcından.

Ayrılık ne demektir, hiç tatmamış insanlar,

Ayrılıkta bana sabr tavsiye ediyorlar.

Ben ayrılıkta öldüm, ummadım kavuşmağı,

Bu kadar musibete kim bekler katlanmağı.

Hâlid, senin o yakut dudağını hatırladı,

Bu sebebden şiiri taze oldu, tatlandı.

---***---***---

[Bu gazelin bir mısra’ı fârisî, bir mısra’ı arabîdir.]

Ey sevgisinden sabır elbisesi yırtılan,

Gel acı hastalara ölmek üzere olan.

Gittin, ruhlar ordusu senin arkandan geldi,
Ne mutlu o rûha ki, sana kavuşabildi.

Başım üstüne koydun nazından kademini,

Beni bunla yücelttin, Allah yüceltsin seni.

Lâle biter gibi ben yarın çıksam topraktan,

Beni yine yüzüne hep göreceksin hayran.

Yemin ve sözlerine, ben inanamam asla,
Çünkü sen beslenmişsin hep hilaf gıdasıyla.

Zâhid! Onsuz Cennete beni çağırma sakın,
Akıllılarca müjden değildir akla yakın.

Sen ölünce kabrini, Hâlid kirpikleriyle,
Öyle kazacaktır ki, ta varacak lahdine.

—***—***—

[Şu üç beyitteki kelimelerin hiçbirinde fârisî ve arabîde
nokta yoktur. Çok zor bir iş]:

İlmin maharetlisi, Levlâkenin hâkimi,

İdrâk ülkelerinin o biri, birincisi.

Asrının emsâlsizi ve İslâmın hâmisi,

En âlim, en gayretli ve dirâyet sâhibi.

O seâdet yıldızı ve o Ahmed-i Mürsel,

Sihri sildi, yok etti, kalmadı büyücü el!

—***—***—

Parlak yüzün önünde, ay ve güneş utanır,

La’l, yakut, şeker saçan dudağından utanır.

Çin ceylânı, gözünden, Cennet gülü gamzenden,
Bahçede Tavus nazlı gidişinden utanır.

Bekçi, deli zincirin gereksiz yere taşır,

Çünkü halk zülfün bağına düştüğünden utanır.

Ona dedim ki, ayı yüzüne benzetirim,

Dedi, hadi git, yârın bu sözünden utanır.

De ki, bağban gel, gülün taze hatlarına bak,
Gelemez, ona benzer bir gülü yok, utanır.

Köyünden ayrılmama rağmen yaşamaktayım,
Bu suçla seni gören pâk yüzünden utanır.

Hâlid! Gamından figan ne güne dek sürecek,
Zira cihân nâlenden, iniltiden utanır.

—***—***—

Ben kimin âşıkıyım, mesti, viranesiyim,

Kimin câmından içmiş ve kendimden geçmişim.

Ağzımda âb-ı hayat ne aceb acılaştı,

Erimiş yakutunu kimin arzu etmişim.

Yarı Bismil edilmiş, kan ve toprak içinde,

Kimin mest gözlerine av olup seçilmişim.

Kays-ı Âmirî-Mecnûn-gibi derbeder oldum,
Acaba hangi zâtın aşkının şaşkınıyım.

Sabır ve tahammülüm gönülden gider oldu,
Kimin huzursuzuyum ve kimin gamlısıyım.

Baştan ayağa kadar yandım aşk âteşinden,
Eyvah! Kim yaktı beni, ben kimin kebabıyım.

Hâlid! Ben zerre gibi, raks ve cezbede iken,
Kimin âfitâbının onulmaz âşıkıyım.

—***—***—

Eğer şiddetli arzu ve heves kalemiyle,

Kendi aşkımdan ona bir satır yazmak ile.

İkiyüz Mecnûn benim daha ilk mektebimde,
Toplanır, bulunurlar hep delilik meşkinde.

Gamın kalbe verdiği zulmeti etsem izhâr,
Yarasa yuva gibi âfitâbı kucaklar.

Zâlim bir Deylemî’nin tutuldum tuzağına,

Müminim der saldırır, hem kalbe, hem îmana.[55]
Bilmem hangi işteyim, neyim? zâlim hüsnünden,
Kâh gül gibi güler, kâh bülbül gibi inlerim ben.

Kötü huyu hep beni pişman eder sevmemden,
Güzelliğine gelince nâdim eder nedâmetten.

Elçi yapıp her yana bir felesof hayâlini,
Bulamam bir yerde kalbden kaybolmuş nişânını.

Hâlid! Yüzünü bir an, kalb mihrabına çevir,
Belki kan döken gamzesi, seni kurban ediverir.

Kaza kader çomağıyla kırılsın benim elim,
Çünkü o dostum idi, benim parlak güneşim.

İşte o güneşimin hilâl gibi kaşını, [56]

Yaraladım çomakla onun asîl başını.

Sevgisinin oltası beni cezbetmeseydi,

Aklıma çevgan oynu oynamak gelir miydi?

Can ve kalbi elde tuttum kan bedeli olarak,

Kabûl olur ümidiyle gözden cevher saçarak.

Derim: Dünyâ, âhiret mahsûlünü değişmem,

Onun tek bir kılına! Nerede diyet vermem!

Beyaz yüzüne her an lâle gibi kan akar,

Yakam gül gibi yırtık, kalbim her an kan dolar.

Hâlid! Dostun maşrık alnı, kandan şafağa döndü,
Ne vakte dek yaşarsın, işte kıyâmet koptu.

—***—***—

Ey, asrında ilmiyle herkesçe bilinen zât,

Ey, güneş üzerine anber ile çizen zât.

[Yanî kağıda mürekkeble yazan, eser yazan zât.]

Ben şikâyet ederdim sıkıntıdan, elemden,

Silindi kederlerim mektûbun gelmesinden.

Mektûbun satırları, tuzağı ruh kuşunun,

Kokusuysa nefesi parlak gönül korunun.

Hiç kusur işlemedim, sana karşı bilerek,

Lâkin azîz rûhuna, derim yemîn ederek:

Döndüğüm zaman aklım değil idi başımda,
Bu yüzden unutmuşum yanına varmağı da.

İrâdenin dışında nice nice işler var,

Bu kader mevzuunu sizin gibiler anlar. [57]

ı'c ı'c ı'c______ ı'c ı'c ı'c

Hak şâhiddir, hicrinden kuğuya döndüm, ey yâr!

Âteşin ot misâli beni biçecek ey yâr!

Ben yüzünü anmadan bir nefes alır isem,

Tavlada altı kapı gibi bağlanayım, yâr!

Gaflete gelip seni sormadığımı sanma,

Mübârek, nâzik ruhun, sebeb mahcûb durmama.

Vefâsız, gâfil, serkeş biri değilim, lâkin,

Gök kubbenin işidir sebebi hayretimin.

Bu devirde ben gibi bir söz ustası yoktur,
Derdin izaha gelince dilim, kalemim suskundur.

Bir müşkülü çözmede nere baksam yardımcı çok,
Senin işine gelince, hiçbir yerde yardımcım yok.

Resûlullahı(sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)
rüyâda görmeleri hakkında yazmışlardır:

Ne mübârek bir rüyâ, Yâ Rab, dün gece gördüm,

İstediğim ağacı meyveli, tâze gördüm.

İskender âb-ı hayat için geçti zulmetten,

Ben onun kaynağını kara gecede gördüm.

Bakış şarab, çehre gül, bıyık sünbül, boy selvi,

Leb şeker, kirpik neşter kâkülünü misk gördüm.

Kâmedinden kıyâmet oldu, “Kad kamet” dedi,

Mihrabı da yüzüne hayrân bir halde gördüm.

Yüzünde kıyamet günü, şeb-i yeldâ mı göründü,

Yoksa perînin yüzünde iki kıvrım zülf mü gördüm.

Bu uygunsuz teşbîhlerden yüz defa ne’uzu billah,

Vallahi, misli dünyada bulunmayanı ben gördüm.

Ayağının toprağında yuvarlanır, şükrederdim,

Sanki kendimi sincab tüyünden yatakta gördüm.

Yüzünün mumu şevkinden azalarım vecde geldi,

Her tüyünden can bağı ikiyüz çengel gördüm.

O mübârek geceden nûrlu sabah görmedim,

Her ne kadar hâneyi, mumsuz, mehtâbsız gördüm.

Yüzünü görmek için bütün beden göz oldu,

Her uzvumla o taze gülün cemâlin gördüm.

Hâlid, geceki rüyâm müjdeye işâretti,

Ki ben hasta, rüyâmda, gül, şeker, ünnâb gördüm.

[Ya’nî gül yüzünü, şeker sözünü, güzel ellerini gördüm]

Hevâ, heves meyinden o kadar sarhoş oldum,
İdrâk, iz’an ipini elimden çıkmış buldum.

Nefsim ile savaşta ben çok ayak diredim,
Sonunda nefis beni aldattı ve yenildim.

Her lahza bana gayre tapmağı emr ediyor,
Ezelî ahdde kara yüzlü yapmak istiyor.

Can veren, günâh örten, keremi bol Allahım,

Sana bağlandım gayrdan ümid kestim Allahım.

Hâlid! Şuursuzluktan nice tevbeler bozdum,
Şimdi günahdan fazla, ben tevbeden mahcûbum!

—***—***—

Eğer çenk gibi inlersem, kanbur feleğin cevrinden,
Kınaman beni, bedenim düdük oldu hilesinden.

Kimilerini kayıran kiminin kanını içen,

Bu mürüvvetsiz, vefâsız, kâtıl, sevimsiz felekten.

İnsanlığa Cehennemî bir savaş ortaya çıktı,

Hükümdâr münisi gitti, ikbâlim gibi dönmedi.

Yerini belirtmek için gaibden bir târih geldi,
(Kefânî hâliden dâr-ün-naîm) diye cevab verdi.

[Ebedî olarak bana Cennet yeter-121 3]

Hâlid! Gel, bu makamdan azm ile sefer eyle,
Rızâ’nın türbesinden gönülden veda eyle.

Bu ham râfızîlerin bıktım boş sözlerinden,

Eşyalarını bağla ve kat’ı kelâm eyle.

Bid’at yeri olan Tus, gelmez fazla kalmağa,
Kalk, gayret et gönülden Câm pîriyle olmağa.

Kandehar ve Herat’ın topraklarını da geç,

Mâdem kalbin istedi, âmı bırak, hâsı seç,
Şam’da, Mekke’de senin açılmadıysa bahtın,
Hep Hindistan yolunda geçsin sabah-akşamın.

Özün at Gulâm Alî ayakları altına,

Bağdat bahçelerini hiç getirme aklına.

Ömrün efendilikle boşuna geçti öyle,
Kendini Gulâm Alî hızmetine kul eyle.

Hâlid! Mâdem söz ile gelinmiyor kemâle,

Her şeyden geç ve son ver, sen bütün kîl-ü kale.

—***—***—

Çelikten neşter mi bu, kan döken kirpik mi bu,
Şarabın neş’esi mi, mest göz bakışı mı bu.

Gülde çiy mi, o yârın yüzünden ar teri mi?

Yoksa şûh, zâlim yârın alnındaki ter mi bu.

Manînin kalemi mi Çin miski dökmüş yasemine,
Yoksa yârın yanağına biten taze tüyler mi bu.

Güneş mi düzgün selvi tepesinde yer almış,
Belâ mı, yoksa yârın boyu, yanağı mı bu.

Bu maddenin yakutu mu, âşıkların canı mı?

Âb-ı hayat mı, yoksa şekerli dudak mı bu.

Hayat suyu katresi, çene çukur reşhası,
İrem bağı elması, yar çene bu’du mu bu.

Kim ki bu, gönül onun nâmesiyle oynuyor,

Kalbi yanan Hâlid mi, inleyen bülbül mü bu.

—***—***—

Kırmızı dudağından dökünce tatlı sözler,

Her tarafta can boğza erişir birer birer.

Ne zaman baksan göğe, o gülen yüzün ile,
Süreyya seni kapmak ister tam arzu ile.

Dolunay devresinde ay bir baksa yüzüne,

Kaçmaktan başka çare düşmez onun eline.

Tenim kirpiklerinden delik deşik olmuştur,
Beden, sevinci tutmaz bir eleğe dönmüştür.

Mest gözlerin, köyünde çok ciğer kanı döktü,
İnsanlık âleminde bu büyük fitne oldu.

Senin acı cevâbın, hayret ne kadar tatlı,
Evet, karıştı zehir, şeker tadını aldı.

Hâlid! Onun fitneci gözünden yok şikâyet,
Zirâ ki sarhoşlarda fitne çıkarmak âdet.

    ***     ***   

Ey gül yüzünden cennet gülleri kan emen yâr,
Bedenin kıl kadardır kıldan, bir farkın yok yâr.

Bu, karanlık gecede yakılan kandil midir?

Yâhud parlak yüzünden akseden ziyâ mıdır?

Bu da Tataristan’dan getirilmiş misk midir?

Ya omuza dökülen misk saçın ıtrımıdır?

Müşteri yıldızı mı güneşle yer değişti?

Yoksa gün gibi yüzün kaş yayına erişti.

Kan döken gamzenden hem yürek yaralı,hem can,

Mest gözlerine başka var mıdır şâhid olan.

Yakut mudur dudağın, yoksa canıma gıda,

Dünyada cezbeden yok benzeyen o dudağa.

Yüzün gönül çalmada sihirbâzı mûr[58] sayar,

Gözün baksa ceylâna ikiyüz kusur sayar.

Diyorlar yârın sevgi sözlerin ele verme,

Hindû’nun tezgâhında gizli kalmaz hazîne.

[Yanî, güzelin güzelliği ve sevgisi ne kadar gizlense

yine açıktadır, aşikârdır.]

Hâlid, senin sözlerin belâgatsız değildir,

[Ama] Haco’nun gazelleri gibi tatlı değildir. [59]

Bir hükümdârım vardı, mahmuzlayınca atın,
Rûh orduları siner altında ayağının.

İnce dudaklarını kapasa da o yârım,

Dudakları ardında dişlerine bakarım.

Mânî gül yaprağına yapabilse de nakış,

Çizemez yârın yüzün, anber serpilmiş kaşın.

Öldüren gamzesinden aynada çok yarık olur,
Ki aynanın arkasından bile yüzü görülür.

Sincap tüyleri güle öyle eziyet verir,
Gülün sivri okları böyle etkin değildir.

[O tüylerin sevgilinin yanağına batışı, keskin, sivri okların
yüreğe batışından daha inciticidir.]

Hâlid, eğer şâhımın güzel yüzünün nûru,

Şirin’e düşse Ferhat kat kat severdi onu.

—***—***—

Kalbim kan doldu bad-ı saba,gel benimle derd paylaş,
Şehr-i Zûr’a bir an uğra.
[ve sonra dağları aş]

Geçti geçme zamanım sağ iken o diyârdan,
Sen geç, vekil olarak bu kalbi yaralıdan.

Ey saba! Öp meclisin zeminini; hızlı ol,

Ve sonra sevgilinin köşküne perdedâr ol.

Yüzbin edeble onun çöz peçesi bağını,

Gör ilâhî kalemin ne nakşlar yaptığını.

Goncayı açar gibi aç yakası düğmesin,
Berrak göğsünde yok ol gülyüzlü sevgilinin.

Lütfen onun zülfünün bir tel aç kıvrımından,

Ve de ki: Tataristan kıskansın Serçınardan. [60]
Küdründağı bir keder, gam-ı fıraktan kalbe, [61]
Çöktü, ey göz pınarım, sen de dön Serçınâre.

Dünya âvâreliktir ve ehli de âvâre,

Hâlid, sen hepsinden kaç, hiç bakma gayre!

—***—***—

Aşkı uğruna Mecnûn gibi masal olduğum,
Allah için, bu derdli gönle lütûfta bulun!

Pervâne gibi dönen biziz etrafınızda,

Senin hiç tasan yoktur bu bizim yanmamızda.
Mâdem kalbim aşkından yabancıdır her şeye,
O halde bu âşıka, sen de gel merhamete.

Gördükçe yüzündeki beni can ipliğimde,

Yüz daneli tesbîhle bundan sonra işim ne.

Ey can! Aşkından öyle rezîl oldum âleme,
Destanlarım söylenir câmide, meyhânede.

Tesbîhi elden attım, zünnârı da bağlamam,

Metin Kutusu: 60
61
Merdsem, örme saçından başkasına bend olmam.
Hâlid kadehi alıp, önünde mest gözlere,
Baktıkça hep sarhoşsun, çabalama boş yere.

[Arabîden]

Ey konakladığı yer, sevdiğim eşsiz zâtın,

Hâtıran ateşiyle benim kalbimi yaktın. [62]

Ey konak, müjde sana, zirâ o çok sevdiğim,
Yorgundu, sende kaldı, gece dinlenmek için.

Ey konak, vah hâline! Bu gece gördüğünü,
İlel-ebed bir daha göremezsin bu günü.

Bu yerin safasından mey içmiş gibiyimdir,

Bu toprak ne güzeldir ve ne kadar temizdir.

Kavuşmak düşüncesi uyandı aşk eliyle,

Uçacaktım sevinçten bu uyanmak zevkiyle.

Yâ Rab, ilhâm et bana şükür üzre olmamı,
Ve râzı olacağın amelleri yapmamı.

Her an kalb yanma sesi duyulur kulağımda,

Dersin ki, derd ehlinden, boş yer yoktur dünyada.

Ayağı bağlı bir kuş görsem avcı elinde,

Ağlarım, çünkü kalbim bir güzelin zülfünde.

Yârın güzellik bağı, asla hazanda solmaz,

Evet, cennet bahçesi hiçbir zaman yok olmaz.

Yüzünü intizarda gözün başına gelen,
Öyle bir hâdise ki, dünyada yoktur gören.

Hâlid’in eteği hep inci gözyaşlarıyla,
Doludur; saç hepsini, ay yüzlünün yoluna!

Azîzim, dertlerini def’etmek ister isen,

Bu niyetle dostları hâtıra getirirsen.

Ayrılıktan gözyaşım iki deniz olmakta,
Hep yüzüm iskelesi üzerine akmakta.

Ben ağladığım zaman, yüz kez gülesim gelir,
Baharın gözyaşına, âhına bu meseldir.

Ölmezsem azarlama senden ayrıldığımda,
Allaha yemîn olsun, benim dahlim yok bunda.

Senin derdinden kalbim ateş gibi yanıyor,
Sarayda ud ağacı bile öyle yanmıyor.

Ölümden korkmuyorum, bir tek şeyden korkarım:
Bir kez şereflenmezse ziyâretinle kabrim.

Hâlid, dost firakından bu kadar şikâyet çok,
Âşıklık mesleğinde bu denli ağlamak yok.

            

Ey boyu ile selvî, yüzü ile dolunay,

Zülfün, güneşi gizler, ya’nî yüzündür gün-ay.

Dudakların ölüye ebedî hayat verir,
Böyle i’cazdan Îsa nasıl söz edebilir.

Kalb yarasına senden bir merhem istiyorum,

Lütfen can dudağından bûse bahşet diyorum.

Peçeyi açsan kimse farkında olmaz bunun,

Ay mı çıktı buluttan, yoksa yâr açtı yüzün.

Ağzını, öldürdüğünün koyarsan dudağına,

Ölünün dirilmesini inkârda olanlara.

“Hak teâlâ çürümüş kemikleri diriltir,”

Âyetinin ma’nâsı açıkça olur zâhir.

Zindana kondu Yûsuf, ey Hâlid, ayıma bak,
Çenesi çukuruna yüz Yûsuf sığar ancak.

Ey, şeref ve büyüklük burcunun mâhitâbı,
Ey sandıktaki inci, dilberlik özel kabı.

Ey dünyanın güneşi, kemâlin âsumanı,
Peygamberlik bağında yetişmiş gülfidanı.

Anber kokulu gülün bahçesinden seçilmiş,
Birkaç menekşe Zelem bahçelerinden gelmiş.

Her birinin niyyeti zülüf ve kaşlarınla,
Güzellikte yarışmak idi senin fadlınla.

Biz de, alnına “kulluk ve ne güzel kadılık,

Manâsını taşıyan alâmet uyarladık.’’

İşte şimdi o gurup, mahcubiyet içinde,
Geldiler huzuruna, hizmet kemeri belde.

Hepsinin yüzü siyah, hepsinin boynu eğik,
Hepsi de duyuyorlar sözlerinden eziklik.

Âşık Hâlid’se, sizden, dilbâz menekşelerin,
Afvını ricâ eder, kusurlarından geçin!

Ey, senin zülüflerin aya yüz örtüsüdür,
Kur'ân’daki VELLEYLİ saçından bir büklümdür.

Senin yüzün dünyaya yeterli âfitâbdır,
Daha ayla güneşe ne ihtiyacı vardır.

Zühâl, yüceliğinden utandı, hayâ etti,
Ondan beş-altı perde arkasına çekildi.

Kılıcın şeytan huylu sapık düşmanlarına,

Delici ve yakıcı meteordur onlara.

Düşmanların yüreği intikam zamanında,

Kebâb olurlar senin mızrağının ucunda.

[Bahsetmeğe kalkarsak] ilim ve irfânından,
Levh-il mahfûz olamaz bir harf kadar kitabdan.

Büyük büyük denizler ve üstümüzde semâ,
Himmetin deryâsından ancak olur bir damla.

Hâlid! Sıfatlarının mademki yoktur sonu,
Ne bahsedip durursun, anlatamazsın onu.

Bir salâvat ki, kokusundan, Tatar ülkesinin miski,
Kan içer, kalbin, yârın zülfünden kan içtiği gibi.

Bir selâm ki kokusundan, Rıdvan döner şaşkına,

Tıpkı canın canana olan yüce aşkına.

Yüce Allaha hamdden âciz kaldıktan sonra,

Salât ü selâm olsun LEVLÂKE sultanına.

Ondan sonra o ulu şâhın can dostlarına,
Olsun salât, bilhassa ikincisi olana.


Dünyada dört Cennet, ya’nî bahçe var,
Hepsi çok güzeldir, hepsi meşhûrlar.

Semerkand’da Süğd denilen bahçeler,

Basra, Übülle pek güzel yerler.

İran’da Şîraz’da vardır Şi’b Bevvân,
Şam’daki Cennetse Gûte’dir hemân.

Tıyneti bed iblisin ilk ismi Hâris idi: (çalışkan)

Sonra her gökde ismi şu adlarla anıldı:

Âbid, Zâhid ve Evvâb, dördüncü gökte Münib,
Hâşi, Şâkir ve Mut’i, Cennette Azazil’di.

Allah ona rahmetten ümidsiz=iblis dedi,
Cenneten çıkarınca üstelik lânetledi.

Sensiz uykum gelir de, yatar isem yatağa,
Hayâline, de! Gitsin olmasın benim ile.

Ko, biraz dinleneyim, istirahat edeyim,

Böğrümde yanan ateş, soğusun bunun ile.

Ayrılışta ne isem, beni yine öyle bil,

Ey, ay yüzlüm kavuşmak yine olur, son değil

Meydan aslanı, felek rütbeli Abdurrahman, [63]

Bir zât ki şöhretinde Güneş küçük Süha’dan.

Ejder gibi topları kovanlara koyunca,

Düşmanın kalbi ayırd olmazdı humbaradan.

Hasmı hâline uygun târihi ilham oldu,

Nasıl kurtulur kötü düşman ejder ve aslandan.

(1223)

Senin yüzün yok ise, tâkatım da yok benim,
Diyebilirim, elde ihtiyârım yok benim.

Güzel yüzüne visâl iştiyakımdan başka,
Kederli yüreğimin tesellisi yok benim.

Senin ayrılığından can dudağıma geldi,
Hasta hâlime senden başka merhem yok benim.

Ey, kirpiklerinden ben, kana batmış dururum,
Zülfünün deli bağına ben bağlanmış dururum.

Bütün âlem, o mahmûr gözlerine âşıktır,

Üstadımın aşkıysa cümlesinden artıktır.

Gördüğünü avlayan iki âhu gözüne,
Yüz ben ve yüzbin hocam gibiler tam âşıktır.

Terk edilmiş, konuşmaz, başı dönmüş, hastayım,
Kırık, ciğeri yanmış, şaşırmış bir hayranım.

Gözünden bir iltifat bekleyip durmaktayım,
Gözüm üstüne bassan, ben canımı saçarım.

Gözlerine âşıkım, eğer sen ayağını,

Gözlerime koyarsan ben canımı saçarım.

[Son iki beyit birbirine çok benziyor. Bu da bir şiir türüdür.

Mütercim.]


Bugün benim konağım, Nusaybin şehri oldu,
Senden gelen kederle kalb ikiye bölündü.

Köyünden uzak kalmak benim için çok uzak,
Ama ne yapayım ki, nasîbdi, böyle oldu.

Dostların cemâlinin şevkinden şaşkın olan,
Bağ, bahçeyi gezmekten her an nasîbsiz kalan.
Yârine kavuşmaktan geride kalmış bir kul,
Varsa ancak, Hâlid’dir, meskeni Hindusitan.

Kalb, zaman mihnetinden ne kadar yaralandı,
Karacadağ yarası cinsi ile dağlandı.

Ama mâdem göz ümid ediyor kavuşmağı,
Bunu hayâl eyledi, derdinden âzâdlandı.

Ey Saba! Yolun düşerse selvi boylum evine,
De ki, aslan devirenler, hep av oldu gözlerine.
Uzun süren ayrılıktan ve can acıtan hicrandan,
Canınız sağ olsun; Hâlid, o iki kaşına kurban.

Ülkede Molla Mustafa benzeri yoktur bir kadı,
Başkaları gibi odur, olmadığının şâhidi.

Cimridir o, dilberlerin gözünden uykuyu alır,
Tâ ki, onlar rüyâda da görmesinler ekmeğini.

Şarab neş’esi gibi cana can katan selâm,
Arkası kesilmeyen ondan yüksek bir tazîm.

Gençlik bağının taze fidanına olsun ki,
O olmadan yaşamak, zehri hayatımızın.

Arab kavmi Ulusunun toprağını koklayan,
Hiç kaybı olmaz en güzel kokuyu koklamamaktan.
Ayrılığından gönlüme o kadar musîbet doldu,
Söz gelimi, gündüzlere gelseydi, gece olurdu.

Sensiz sevinir isem, günüm neş’e görmesin

Vücûdum sa âfetler denizine gömülsün

Gül yüzün yokluğunda güle, nesrine bakarsam

Kalbim katmerli gonca gibikan dolsun

            

[Terîke-miras-hakları şunlardır.]

Adak, ortak kâr, ödünç verilen şey ve rehin,
Cânî köle ve zekât, masrafı ev halkının.

Mükâteb malı, vasiyet eşyası ve müflise satılan,
Ayıblı mal iâdesi. Ezberle reisi olursun ilmin. [64]
Ey o zât ki, künhünden insanlar bî haberdir,
Akıllı ve akılsız yanında beraberdir.

Hulâsa, senden başka, kimse bilemez seni,
Senin mukaddesliğin iftihâr vesîlemdir.

Huten miski kıskançlıktan, göbeği içre kan içer,
Selvi, boyundan utanır, başını önüne eğer.

Kesin olarak bilirim, zâhid rüyasında görse,
Bulamazdı kaş mihrabından secdeye daha uygun yer.

İsmâil ismi ile muamma;

[Kapalı bir şekilde İsmâil’i ihtivâ etmektedir.]

İki âlemin başı o yâr benim övüncüm,

Tâc-ı âlemi yıldızının ayakaltında görürüm.



 


Ebced kaidesine göre BİR değerine sâhib olan     - den

. ............. - . L... . füJK. .

yine tek bir değer taşıyan       elif çıksa,           lf kalır.

in ortasını, mesâfeyi kat’ etme manasına gelen

Metin Kutusu: lafzı girse,Metin Kutusu: LÂTİFkelimesinin müradifi olan
ism-i şerîfi peyda olur.

ALÎ ismi üzerine;

Ne zaman ki dost oldu, ben’le zülfün âşina,

Bu âlemi kuşattı musîbet ile belâ.

Allahü âlem; bu muammanın da tahlîli şöyle olsa
gerek:

Zülf kelimesinin baş harfi olan - z, ebced usûlüne
göre 7 değerindedir. Beytte geçen -             ben de, mecâz yoluyla

"." noktadan

ibârettir. Yedi ile nokta yan yana gelince 70 eder. Ki ebced
hesabına göre - ayn harfinin değeridir. Şimdi elimize bir -
ayn harfi geçti.

Ayrıca beytteki şud [oldu] da iki manâya gelir: Biri "oldu", diğeri
"gitti" Şud kelimesinin ikinci ma'nâsına göre                                  lafzı,

'■Z--' J lafzından gitse, geriye                           li kalır. - ile birleşirse

Alî ismi hâsıl olur.

FERD: BEYİT

Seyyid Alî’nin yıldızı şeref burcundan doğdu,

Fâtıma sülâlesinden bir ay gibi zâhir oldu.

BEYİT

Feryâdımız taş yürekli feleğin elindendir,

Derdimiz ise, muhabbet bağını kesen mehdendir:aydandır.

BEYİT

Ben eşinden ayrılmış kumru gibi çöllerde,
Ku ku diye ararım selvi boylumu her yerde.

BEYİT

Bütün yeryüzü zeberced oldu: Yemyeşil oldu

Karga, çaylak âhır-i ebced oldu. [65]

BEYİT

Şâh-ı Nakşibend fâdıl, yüce gavs-ı a’zamdır,

Şerefi, şânı yüksek, tecrîdde kahramandır.

BEYİT

Muhtâc ve âciz Hâlid, nâ ehil sıfatlıdır,

Sıddîkla Şâh Nakşibend’in ayağı toprağıdır.

BEYİT

Düzgün boyun, güzel boynun, bâdem gibi gözlerin,

İlim sâhiblerinedir tefsîr-i “İkametin.” [66]

BEYİT

Ben burada yanıldım-kendim de farkındayım,

Vechini açıklamam, tâ ki kınanmayayım.

BEYİT

Resûllerin reisi Muhammed Mustafa’dır,

Şerefli, kerîm, din ülkesi şehinşâhıdır.

BEYİT

Bir zâtın nefesinden eğer söndüyse kandil,

O şeref dâiresi mumu yansın, böyle bil!

BEYİT

Kalb aynasını benlik pasından temizleyen,
Muhammed Hüseynî’dir, işâna hizmet eden.

BEYİT

Vakt ve hâl darlığından öyle yaratmışlardır,

Bizi yürek kan içsin, diye yaratmışlardır.

BEYİT

Çimen, söğüt gölgesi, bir de dere kenarı,
Başım yâr kucağında ve söz, aşk kavgaları.

BEYİT

Şimdi sayayım size meşhûr Abdullah’ları,
Abbas, Ömer, Amr-i As, Zübeyr’in oğulları.

BEYİT

Ta’riflerden bir tarîf, ey dostum, şirin kelâm,

Bazan had, bazan resim, bazan nakıs, bazan tam. [67]

BEYİT

Hâlimi gıbta ettir, meşhûr Mecnûn hâline,
Derdinden gözlerimi çevir Ceyhûn nehrine.

BEYİT

Peygamber ve şerefli Ehl-i Beyt hakkı için,
Bu Hâlid, ebediyen Cennette karar kılsın.

Kalb mektebinde [feyz olur] ders olmaz,

Böyle mes’ele kağıdda bulunmaz.

BEYİT

Sen süvâri bir şâhsın, yok mat olmaktan korkun,

O halde açık konuş, hiç ekşimesin yüzün.

BEYİT

Bu sefer gönder artık. Yoksa şikâyetimi,

Bil ki, felek himmetli şaha deyeceğimi.

BEYİT

Ey, yazından yakutun yüreğinde kan donan,

Ey, sana gıbtadan feleğin oku yay olan.

BEYİT

Bir mektub için elçi, kaç defa gitti geldi,

Ne evet, ne de hayır, bir cevab getirmedi.

Ey, sana kavuşmak en büyük emel,
Hayata, mutluluğa odur temel,

Bu sonsuz hayatta yaşarsam, yâ rab,
Sensiz sevinç içinde bir an yâ rab,
Gençliğin meyvesini yemeyeyim.

Ben düşmüşüm gam ve derd deryâsına,
Gemi geç varır deniz kenârına,
Gönül ateşinden mahvolmuşuz biz,
Ten toprağı yaştan döndü çamura,
Yazık! Sence bilinmiyor ahvâlim.

Ayrılık akşamı yoksa gün yüzün,

Gökten eteğime kan ile hüzün,

Gamdan yakamı yüz parça ederim,
Maksadım hâsıl olmaz ise derim:

“Kan saçmakta fayda yoktur ey hâlim.”

Gonca gibi kan içerim devâmlı,
Gözümden yaş akar Ceyhûn misâli,
Kanlı gözyaşından etek gül doldu,
Bunlar senin selvi boyundan oldu,
Yoksa olur mu idi bahçe aşkım.

68 Her bendi, beşer mısradan meydana gelen şiir türü. Beşinci mısra tekerrür
ederse, mütekerrir muhammes, etmezse ve kafiyece yekdiğere uyarsa
müzdevic muhammes denir.

Ey sevgili, yaşamış isek sensiz,
Mahcûbiyetinden ter içindeyiz,
Ama hilâl kaşına and olsun,
Cemâlin yok ise, hayat kahrolsun,
Aslında ölümdür, hayatım benim.

Bir zaman istekli, yaralı yürek,
Sabrü tahammüle kurdu ünsiyet,
Senin hayalinle kanâat ettim,
Kalb hicrinle kuralı münâsebet,
Dostlardan kesildi alâkam benim.

Ey Hâlid, yâ gizli, yâ âşikâre,

Sen iki gözünden hâlis kan yağdır,
Müddea fidanı doysun bu kere,
Taze suyla mededin olsun zâhir,
Tâ ki, meyve versin, o nihâl âhır.


MUHAMMES [Beş Mısralı]

Yâ rab, yüce melekler hürmetine,

Yâ rab, Levlâke tahtı şâhı hürmetine,

Yâ rab, senden gayriden korkmayan,
Evliyânı şefi’ getirdim hazretine,
Beni erdir onların seâdetine.

Bu akılsızın kalbi sensiz rahat edemez,

Zil çalsan odasında, uyuyan işitemez,
Sinek balı bırakıp başka dost edinemez,
Senden başkası ile kalbim ülfet edemez,
O,bülbüle benzer ki, kafeste rahat edemez.

Muhabbet öz ise de, akıl kabuk olamaz,

Zâhid tavsiyesiyle dost cennetin bırakmaz,
Yüz iyiliği olsa, yalancıyla iş yapmaz,
Kötülerin sözüyle dostundan uzaklaşmaz,
Gönlü birine veren, daha geri alamaz.

Abdurrahman Câmî hazretlerinin gazelini muhammes
[beşli] yapan Mevlânâ Hâlid efendimizin gazeli. Bu beşlinin
her bir bendinde son iki mısra Mevlânâ             Câmî

hazretlerinindir.

MUHAMMES [Beş Mısralı]

Gerçi sen kâinâtta her zerrede zâhirsin,

Bazen hûrîde, bazen sen beşerde zâhirsin,

Mâdem ki, senin zâtın her bir mahlûktan beri,
Ey dost! Sana ne beşer derim, ne hûri, ne de perî,
Bütün bunlar sana perde, sen bunlardan diğeri.

Dilberlik senden, dünya güzelleri perdedir,
Sen engin bir denizsin, gayrisi bir katredir,
Sen gerçek nûr, gayrinin hepsi serab gibidir,
Tertemiz nursun, çamur su bahsi efsânedir,
Sen sırf lütfsün, beşerî sûret bir behânedir.

Mahbubluğunun sırrı akıl kârı değildir,

Gizliliğin sırrını akıl alır değildir,

Güzellik fitnesinin şerhi yine sendedir,

Güzellik husûsunda hayalden de özelsin,
Akıl ne düşünürse ondan daha güzelsin.

Her zerreyle nisbetin ve irtibatın vardır,
Akıl sâhibi seni her şeyde bulmaktadır,
Lâkin iki cihânda benzerin yoktur senin,
Bu yüzden hiçbir sûret seni almamaktadır,
Sûretlerde zâhirsin, ama sen o değilsin!

Yeryüzünde ateşinle yanmayan gönül yoktur,
Zaman bağında yüzüne makes olmayan gül yoktur,
Meyhânelerde bulunan her şarabda aşk özün var,
Hüsnünün tecellisine bütün sûretler gelir dar,
Ama sende her şekilde tecelli etme gücü var.

Enel-Hak davulunu sen çaldın, Mansûr değil, [69]

Tûr’da ERİNİ diyen sen idin, Mûsa değil,

Tecelli eden de sen, görmek isteyen de sen,
Bakış aynalarında bakan sen, bakılan sen,
İkilik mümkün değil, zâtında hep birisin sen.

Kâinâtta güzellik ve aşkın hepsi sende,

Bazan zâhir olursun Yûsuf’un kisvesinde,

Bazan Ya’kub olursun, Yûsuf’una bakarsın,

Önce tecelli eder dünya güzellerinde,

Sonra âşık gözüyle yine ona bakarsın.

Hâlid, ne vakte değin, iddiam hakdır dersin,

Hakîkat ehli katında, sakın küfre girmeyesin,

Fenâ hâlini ifşa edeni iyi dinle,

Yâ rab, eğer bakmazsan, âşıkların gözüyle,
Câmi kim oluyor ki, haklı çıksın sözüyle!

İmam -1 Rabbânî (kuddise sırruh) hakkında:

Eğer senin sözlerin ilham vahyi değilse,
Marifetleri şerhde var mı sen gibi kimse.

Veresiye değil de, peşin ücret verseler,
Bu alışverişinde, ne verselerdi değer.

Yazık, ikinci üstâd sağ değil, görse farkı,

Dokuzuncu felekten şaşar onuncu aklı. [70]

..... ......

BEYİT

Yeri gökten onyedi kat yüce olunca onun,
Ma’rufu, kerâmeti garîb olur mu onun!

Ey Ferîdun misâli âdil şâh ki, hayrına,
Kara, beyaz kuvvetli felek râm olur sana.

Öyle bir şah ki, felek şaşırır heybetinden,

Rustem gibi atının üstüne bindiğinden.

Gönderilen mektûbu şaha arz et, efendim,
Lütfen bu işimi gör sana çok zahmet ettim.

Biz petrol yerindeyiz, havadan ateş yağar,

Ateş ve neft içinde sudan başka ne yaşar.

İmkân kalmadı artık dünyada yaşamağa,

Ama kendim atarsam Kânî Bektiş’e başka.

            

Resmini çizen ressâm noktada şüphelendi,
Ya’nî ağzını bulup, ona yer veremedi.


[Kısaca Resûlullahın-sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem-
şemâili ve ecdadı hakkında]: Gürânî yerine arabîden [71]

Mahlûkatın efdali Arab’ın en büyüğü,

Herkese vâcib bilmek, şu evsafda olduğu:

O beyazla karışık kırmızı renkli idi,

İri ve siyah gözlü güzel yanaklı idi.

Babaları Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim,
Ve sonra Abdi Menâf; sen sor hâzır cevabım.

Benî Hâşim boyundan, Kureyş kabilesinden,
Doğdu Veheb’in kızı hazreti Âmine’den.

O ay yüzlü Peygamber Mekke’de zuhûr etti,
Kırk yaşına gelince, ona nebisin dendi.

Kemiyyet ve keyfiyyet yönünden orta boylu,
Elli üç yaşındayken hicretle emr olundu.

On sene mikdarınca Medine’de yaşadı,
Başındaki beyazlar yirmiye ulaşmadı.

Habîbullah Muhammed altmış üç yıl yaşadı,
Diller bu musibeti izahdan âciz kaldı.

O islâmın güneşi Yesrîb’de üfül etti,
Medine’yi serâpa hoş kokuya gark etti.

Bu kokuyu duyar hep orada sevenleri,

Bu bakımdan Medine pek yüce batış yeri.

(Sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem)

Nakşibendî büyüklerinin

( kaddesallahü teâlâ esrârehum ) silsilesi hakkında;

Yâ Rabbi, senin ism-i azamın hürmetine,
Beşerin Efendisi nûrunun hürmetine.

Ve Ebû Bekr’in yanan kalbinin hürmetine,
Ardından da Selmân’ın, Kasım’ın hürmetine.

Üstüste hucûm eden, düşman safların yaran,
Hârika gücü ile Hayber kapısın açan,
Muharebe fenninde üzerinde olmayan,
Zülfikarının darbı savaş meydanlarında,
Azrâil’den sayılan, Alî’nin hürmetine.

O en boylu selvisi nübüvvet bahçesinin,
Hasan parlak ışığı cömerdlik hânesinin,
Onun mücerred lütfu, hayırseverliğinin,
Bir alâmeti, tahtı bırakması hürmetine.

O taptaze meyvesi risâlet bahçesinin,
Ve erlik meydanının eşsiz birincisinin,
Saîdler zümresinin serveri Hüseyin’in,
O şehidler ordusu serdârı hürmetine.

Müşâhâde ehlinin gözlerine ışık o,
Ve bütün mahlûkata medar olan yine o,
O Alî bin Hüseyin, âbidlerin zeyni o,
Hep Allah ile olan kalbinin hürmetine.

Azîzlik kubbeleri altında saklı duran,

Hep temizlik kaynağı ve nûr menba’ı olan,
İlmdeki vukufundan Bâkır ismini alan,
Yüce şeref, şan dağı Muhammed hürmetine.

İki nûr denizini kendinde bulunduran, [72]
Sıddîk ile Alî’den gelen feyzi toplayan,
İmam Cafer-i Sâdık, herkesçe tasdîk olan,
İki mansıba sâhib olanın hurmetine.

Tertemiz Ehl-i Beyt’in soyundan olanların,
Büyük ve küçüklerin, erkek ve kadınların,
Yakîn denizi gemisi ismini alanların,
Yeryüzünü ayakta tutanlar hurmetine.

Muhabbet şarabıyla kendinden geçmiş olan,
Yılmadan, maharetle aşk deryâsına dalan,
Irfân erbâbı şâhı ve Kutb-i Bestâm olan,
Bu yolda öyle adım atmamış hürmetine.

Senin aşk kadehinden içip kendinden geçen,
Ebûl-Hasan Harkanî aşkının hürmetine.

Kutb-i fâik Bû Alî Farmedî hürmetine,
Gavs-ı halâik Hâce Yûsuf’un hürmetine.

Abdülhalık vakarlı temkinde Elburz kadar,
Dinde önder olanlar onu rehber yaparlar.

Ayağın Peygamberin izi üzerine koyar,
Sünnetinden şaşmayan bahtiyâr hürmetine.

Manâ, Feyz hâzinesi Hace Ârif Rivgeri,
İncir-i Fegnâ Şâhı Mahmûd’un hürmetine.

Azizan pir-i nessac, temkin sâhibi mürşid,
Baş tâcı Arşa değer Râmiten hürmetine.

Bir de Hakkı tanıma burcunun güneşinin,
Ya’ni Muhammed Bâbâ Semmâsî hürmetine.

Seyyid Emir Külâl ki o pir-i kâmil idi,
Başka fikir geçmeyen kalbinin hürmetine. [73]
Buhara pîrlerinin pîrinin hürmetine,
Bir pir ki irşâdıyla katı taş oldu altın,
İsmiyle müsemmâdır o Beha-ı Hak ve din,
Ve bu hidâyet yolu, onunla oldu metin.
Yâ Rab, onun kalbine gayriyi nakş etmedin,
Bu sebebten ismine Şâh-ı Nakşibend dedin.
Çok düğümler, müşküller eli ile açıldı,
Bu yüzden Müşkülküşâ lakabıyla anıldı.

İlim, irfânda kutub Alâeddin-i Attâr,
Hürmetine, açıldı onunla gizli esrâr.
Memleketi Çerh olan mürşidin hürmetine,
Bu yüzden sâhib oldu Yâkub Çerhî ismine.

Pîr-i Ahrâr’ın namus, şerefi hürmetine,
Ki onunla tasavvuf büründü başka bir süse.
Böyle yüksek azizden size ne söyleyeyim,
Câmî’nin dediğini burada nakledeyim:

Hâce Ahrâr’ın yeri tahminden çok yüksektir,
Mertebesi yazının, sözün hâricindedir.
Kalbi engin bir deniz Allahın sırlarından,
Bir katresi erişir onu balığa aydan. [74]

Yolları noktalanan hep kalb temizliğine,
Hâce Zâhid, Mevlanâ Derviş’in hürmetine.

Bidâyette nihayet sır kutusunu açan,
Onu ehline saçan Hacegî hürmetine.

En yüce semâların parlak güneşi olan,
Nakşî hâcelerin hitamı hürmetine.

Muhabbet şarabını dağıtan sâkıdır O,
Mârifet deryâsının incisi Bâkı’dır O.

Ve nihâyetsiz yolun yolcusu hürmetine,
Dirayet erbabının ulusu hürmetine,
Kimsenin bilmediği, yalnız senin bildiğin,
Mahrem ve gizli sırlar menbâ’ı hürmetine,
Manâların o coşkun denizi hürmetine,
Mekânsızlık evcinin şahbazı hürmetine,
Nûruyla Hindistan’ın zulmetini gideren,
Ve Serhendî mubârek Vâdi-i Eymen eden,
Ahmed-i Farûkî’nin göz nûru hürmetine,
Ki onunla şeriat geldi aslına yine!
İnce görüşlülerin meclisi kandilidir,
Dîni pâk olanlarının ordu komutanıdır,
Kimseyle eşit tutmaz makamını bilenler,
Onun bastığı yere gözle de eremezler.

İki gözü hakkıçûn o Gavsın ve Kayyum’un,

Yâni Muhammed Said ve Muhammed Ma’sûm’un.

Kalblere işleyen nûr Abdülehad bin Saîd,
Ve onun yanı sıra vâlâ menâkıb Âbid.

Seyfeddin’le Seyyid Nûr Muhammed hürmetine,
Habibullahı Mazhar Şemseddin hürmetine.

Pîrim hürmetine ki, onların zamanında,
Hidâyet, irşâd kalmış tek onun kapısında.

Ona, kulluktan başka, rahat makam olmadı,

Bundan Abdullah dendi başka isim almadı.

Kemâlâtı yüksektir, ben ondan söz edemem,

Çünkü yüksek hepsinden, ne desem ne düşünsem![75]
[
Müceddiddeki o nûrlar, Hâlid’de kıldılar karar,
Nebi’deki kemâlât var, böyle der âsâr, efendim.

Cihan mübtedi’e dardır, tâ Mevlânâ Hâlid vardır,
Hizmetçileri sultandır, sultanlar şaşar efendim.

Evliyâ kaynağıdır o, ilm, irfan menba’ıdır o,
Nübüvvet ırmağıdır o, cihâna akar efendim.

Bu diyarda bu bereket, onun sâyesinde elbet,
Onlardan sonra bu devlet, seyyidlere yâr efendim.]

[ Pir-i Sâcid Hâlid’in sinesi hürmetine,

Sinesindeki îman nûrları hürmetine,

Şemzin’de mürşid Seyyid Abdullah hürmetine,
Ki ondan din-i mübîn başka güzellik aldı,
Temkin ehli öncüsü Tâhâ’nın hürmetine,
Şemdinli bahçesinde Tavus diye anıldı.

Şemdinli nûr tenine Sedef olandan beri,
Gıbta eder oraya Cennetin bahçeleri.

O şer’-i Muhammed’in ravnakı bi bahadır,
O gülzar-ı Ahmed’in taze gülü Tâhâ’dır.

Yâ Rab, bürhân Tâhâ’nın tiyneti hürmetine,
Yâ Rab, sultan Tâhâ’nın türbeti hürmetine.

Derdli ve düşkünlerin büyük sığınağıdır,
Bizim şehinşâhımız Şehâbeddin Tâhâ’dır.

Biraderi Sâlih’in etba’ı hürmetine,

Ve etrafa nûr saçan ahlâfı hürmetine.

Seyyid Fehim hürmetine ki pir-i fâik idi,
İşte o, zamanında halaikin gavsıydı.

Abdülhakim Efendi Hakka davet ederdi,
O gönüller sultanı, asrının teki idi.

Onun ve pâk pirânın hürmetine yâ Rabbi,
Hepsinin nurlarından hissemend et yâ Rabbi! ]

Divandan devâm...

Garîbim, kimsesizim, yâ Rab, ihsânını saç,
Müşkülüm kimse açmaz, gel, müşkülümü sen aç!

Yâ Rab, bu âsî, serkeş mehcûr, gönlü yaralı,
Üzerine rızândan bir kapı aç, Yâ rabbi.

Her kime kereminle ettin isen bir nazar,
İki âlemi saman çöpüne etmez pazar.

Senin ihsân deryandan, bu azizler üstüne,
Akıttığın çeşmeden, ihsân edersen yine.

Ve bir damla dökersen rahmetle yüreğime,
Çâre olur o damla bütün müşküllerime.

Sevâbdan bahsedersek, hayırlı amelim yok,
Günahdan konuşursak, ne söylense, daha çok.

Kötü amellerimden işlerimden mahcûbum,

Ne doğru bir tâatim, ne de makbûl bir özrüm.

Kendime baktığımda çoktur mahcûbiyyetim,
Kurtuluştan ziyâde Cehennemle hoş hâlim.

Bağışla beni, sorma, ham, kaba işlerimi,
İntikamım sağlamaz benim rezilliğimi.

Her ne kadar kendime, çok zulm etmiş isem de,
Haddi aşan kusurlar suçlar işlemişsem de.

Senin o cömerdliğin deryâsını andıkça,

Yine de ümidliyim rahmetine baktıkça.

Mücerred ihsanından dâima ummaktayım,
Sen bizzat söylüyorsun: “
Ben bağışlayıcıyım”

BİTTİ



[1] Cihânâbâd: Delhî şehri Hindistan'da

[2] İmam-ı Rabbâni hazretlerine işârettir.

[3] Küçükayı grubunda bir yıldızdır.

[4] Şeyh İbrâhim, Irakî ünvanıyla tanınır. Lemeat isminde bir eseri vardır. Şiir
divanı da meşhûrdur. Aslen Hemdanlı olan Şeyh İbrâhim bir grub dervişle
Hindistan'ın Mültân beldesine gidip, Şeyh Behâeddin Zekerriyyanın sohbetine
devam etmiştir. Rivâyete göre on gün riyâzet çekmekle kemâle kavuşmuştur.
Bir müddet sonra Şeyh Zekeriyyanın sohbetinde yirmi beş sene kalmıştır. Şeyhi
vefât edeceği zaman, yerine onu halife tayin etmiştir. Câminin Nefahat ül-üns
adlı eserinden.

[5] Cinnin ismidir

[6] Karınca

[7] Mevlânâ Hâlid (kuddise sirruh) bu iki beytte Şeyh Necmeddin Kübrânın iki
kerâmetine işâret buyurmaktadır: Şeyhin bu kerâmetleri Abdürrahman Câmi
hazretlerinin Nefehat-ül üns isimli fârisi kitabında şöyle anlatılmaktadır: 1- Bir
gün meşhûr Eshab-ı Kehf'in köpeğinden bahis açıldı. O mesele çok incelendi,
Şeyhin müridi Sadeddin Hamevî de orada idi. İçinden bu ümmette acaba
sohbet ve nazarı, köpeğe de tesir edebilecek kimse var mıdır? Diye geçirdi.
Necmeddin Kübrâ, onun kalbinden geçeni keşf etti ve hemen yerinden kalkıp
tekkenin kapısına geldi, durdu. Ansızın bir köpek şeyhin yanına geldi,
kuyruğuna salladı. Şeyh ona bir baktı, O anda köpekte bir hâl oldu. Meczûb
gibi şaştı. Şehr-i bırakıp kabristana yöneldi ve orada sırt üstü yatıp,
münacattakiler gibi ön ayaklarını semâya kaldırdı.

[8] Şeyh bir gün mûridleri ile oturuyordu. Havada bir doğan bir serçeyi kovalayıp
bir türlü peşini bırakmıyordu. Şeyh bir an serçeye nazar etti. Serçe hemen
dönerek doğana vurdu ve onu yere düşürdü. Çeke çeke Şeyhin önüne getirdi.

[9]  İmam Alî Rıza hazretleri oniki imamın sekizincisi olup Musa Kâzım
hazretlerinin oğlu, Muhammed Cevâd Takînin babasıdır. 153 hicri [770 m.]
yılında Medîne-i münevverede tevellüd ve 203 [m.818] de Tus, ya'ni
Meşhedde vefât etti. Namazını halîfe kıldırdı. Memun Hâlife, İmam
hazretlerini çok sever ve sayardı. İmamı kendine damad edinmişti. Bâyezid-i
Bestamî hazretleri, İmamın sohbeti ile şereflendi ve velâyet feyizlerinden çok
şeylere kavuştu. Mevlânâ Hâlid efendimiz, mübarek kabrini ziyâret edip, İş bu
kasîdeyi kaleme almıştır. Edebî eserlerin zirvesinde bir kasidedir.

[10] Beyitte hazreti Alî ile alâkalı bir hâdiseye işaret edilmiştir. Şöyle ki;

Bir gün hazreti Ali Cenâbi peygamberin yanında iken vahiy geldi. Resulullah
vahyin ağırlığından hazreti Aliye yaslandı. Ama hazreti Ali ikindi nemâzını
kılmamış idi. Vahiy ise ancak güneş battıktan sonra nihâyet buldu. Hazreti
Ali'nin namazı geçti. Bunun üzerine Resul-i Ekrem “ Allahım, Alî senin
Resûllunun hizmetinde idi. Sen ona güneşi geri çevir de namazını kılsın diye
dua etti. Duanın akabinde güneş geri geldi ve hazreti Ali ikindi namazını edaen
kıldı. Bu husustaki hadisi şerif, ŞİFA sâhibi Kadı lyad ile Tahavice sahihdir. Bu
mevzuyu iyice anlamak için Yusuf-i Nebhâninin NÜCÜM-ÜL MÜHTEDİN isimli
eserinin 67 ve 68 sahifelerine müracât edilebilir.

[11] Şah Abdullah Dehlevî hazretlerinin lakabı Gulam Alî [Alînin kölesi] dir. Bu
isimle anılmak istemesi, hazreti Alîye, yani büyük ceddine beslediği eşsiz
sevginin bir ifadesidir.

[12] // ■>>■■■          ■■                          <■>    ■■                                    ■ r ■ ıı ■                     ■■■                  ■ t— •                        ■■■

“Medınenın tozu, toprağı, cüzam hastalığına şifadır” hadıs-ı şerifine işarettir.

Bu hadisi Ebû Nuaym, tıbda rivâyet etmektedir.

[13] Yemendeki Himyeri meliklerine Tubbe'derler. Peygamberimizden bin sene
kadar evveldirler. Bu tübbelerden biri kuzeye doğru sefere çıkmış ve küçük bir
köy mesâbesinde olan şimdiki Medinenin yerinde Yesribi tahrib etmek istemiş.
Fakat bir bilge kendisine :”Burası Adı Ahmed olan bir peygamberin hicret
edeceği yerdir” söylendiğinden, bu gaybî haberle fikrini değiştirmiş ve
Peygamber efendimize, ümmetinden kabûl edilmesine dâir bir mektub yazıp
bırakmış ve gitmiştir. O mektub babadan oğla, elden ele vasiyet olarak
Resûllahın zamanına gelmiş, Resûllah Medineye teşrif edince, kendisinden
islâma gelmek için mucize isteyen Hâlid bin Zeyde [Eyyûb sultan], yanında
sakladığın bin yıllık mektubu getir de okuyalım” buyurdular.

Destan, Rustemin babası, Neriman dedesidir. Dedesine Sâm da denir. Babası
beyaz saçlı doğduğu için, ihtiyar manâsına Zal dediler.

5 Hezaret, Afganistan'da moğol ırkına mensub Şii tâifesi - Belûciler, hunhar ve
yol kesen bir kabile.

[16] Kâbil'i Paşaver'e bağlayan güzergâh .

[17] Gulâm-i Alî[Ali'nin kölesi]Abdullah Dehlevi hazretlerinin bir ismidir.

[18] Abdelân: Şehrizûr mıntıkasında bir bahçenin ismidir.

Bâkıle: O havalide bir dağdır

[20]   Cezvâ, koç, koç burcu

[21] “Güzel bir kelime, kökü sâbit ve sağlam ve dalları semâda olan bir ağaç
gibidir."İbrahim sûresi 24.âyet-i kerimesinden mülhemdir. Demek ki Mevlânâ
Hâlid hazretleri medh ettiği bu zâtın nesebini, kökleri yerde sâbit ve dalları
göğün her tarafına yayılmış bir ağaca benzetmiştir.

[22] İbrâhim aleyhisselâm kasd ediliyor. Demek ki bu şiiri, İbrâhim isminde asil
bir zat için yazmışlardır.

3 Bu ifade şu hadis-i şerifde vâriddir: “Sultan yeryüzünde zıllullahdır. Güçsüz
ona sığınır ve zulme uğrayanın intikamı onun tarafından alınır.”Bu hadis-i şerîfi
İbni Neccâr, Ebû Hüreyre'den, Beyhekî ile Hâkim İbni Ömer'den, İbni Ebî Şeybe
Hazreti Ebû Bekir'den (radıyallahü anhüm) rivâyet etmişlerdir.(Keşf-ül-Hafa c.
1, s.552)

[24] Enbiya-69.Maksad, medhettiği hükümdârın isminin İbrâhim olmasıdır. Yoksa
bu âyet İbrahim aleyhisselâm hakkındadır. Başka türlü olamaz.

[25] Doğrudur. Çünkü veliden sâdır olan kerâmet, o velinin tâbi olduğu
Peygamberin mucizesidir.

6 Berzenci ulemasındandır. Bu aile evlâd-ı Resûldür. Mevlâna Hâlid hazretleri
talebeliğinde ondan ilim tahsil etmiştir.

[27] Gülşen-i râz, farsça bir manzûmenin ismidir. 718 (m.1318) yılında vefat eden
Şeyh Hasan Delhînin eseridir.

mesele çok geniş ve uzundur. Tevhîd -Kelâm- ilminde yazılmış eserlere tafsîlatı
bırakalım.

Şimdi sadede gelelim: Mevlânâ Hâlid hazretleri bu dolaşık devir ve teselsül
mes'elesinden kurtulmak için Cenâbı Hakka şöyle yalvarmaktadır: Ey Rabbim,
diyor. Sen kadimliğinden bana, bir nûr, bir parıltı, bir ışık göster de, bu
mevzuya ilim yoluyla değil, en kestirme yol olan müşâhede ile inanayım.

[29] Hilâlden kaş, güneşten çehre, akrebden zülüf, ülkerden ise çehrede beliren
ter damlaları kasd ediliyor.

[30] Ya'ni rasadçılar, hilâlin güneş yüzünde durduğunu ve akreb ile ülker
yıldızının da yine güneş üzerinde hareket ettiklerini görmemişlerdir. Onun için
söylediklerimizi anlayamazlar. Meğerki Ülker yıldızını andıran ter damlaları ile
akreblere benzeyen sallanan zülüflerini yüzünde görürlerse, işte o vakit
muradımızı anlarlar.

[31] Son derece edebî ve ilmî olan bu iki mısra'ın ifâde ettikleri geniş manâ şöyle
olabilir: Kelâm ilminde beyân edildiği gibi, hükemâ cüz’ü lâ yetecezza-
parçalanmayı bir daha kabûl etmeyen en küçük parça-nın varlığını kâbul
etmez. Hâlbuki fevkalâde ufak olan ağzın, Cüz’ü lâ yetecezza’dır. Hükemânın
iddiasını çürütür. Mantık ilminde de şu iki kâideye rastlanmaktadır. Birincisi,
Şems -Güneş- kelimesi, mefhûmu itibarıyla küllidir. Şümüllüdür. Birçok hayâli
güneşlere şâmildir. Fakat hayâl dışında ve haddi zâtında tek bir ferde inhisâr
etmektedir. İkincisi ise şöyledir: Güneş göründüğü müddetçe gece değil,
gündüz vardır. Oysaki birinci kaide iki yanağınla cerh edilir. Zira yanaklarının
her biri birer güneştir. Demek ki, güneşin müteaddid ferdleri vardır. İkincisi ise,
senin zülüflerinle çürütülmektedir. Çünkü gece gibi karanlık ve siyâh olan
zülfün güneş misillü olan çehrenle bir aradadır.

[32] Demek istediği şudur: İbni Sinâ, her ne kadar, Mantıkta İŞÂRET ve tıbda ŞİFÂ
adlı eserler yazmış ise de, yine senin gözlerinin işâretiyle gerçekleşen şifaların
esrarını ve hikmetlerini bilmekten âcizdir.

[33] Meşhûr Rüstem'in kız kardeşinin oğludur. Efrasyab'ın kızı Münije'ye âşık
olduğundan, Efrasyab tarafından bir kuyuya habs edilmişse de, Münije'nin
yardımıyla Rüstem tarafından kurtarılmıştır.( Ferheng-i Ziyâ)

4 Cevher-i ferd, cüz'ü lâ yetecezza.

[35] İran efsânelerine göre Dehhak'ın her iki omzunda yaradılıştan birer tane
yılan varmış. Yılanlar onu sokunca, onlara öldürülmüş insan beyni yedirilirmiş.
Dehhak ancak o sûretle rahat edebilirmiş.

Lâ, hayır. Belâ, evet

[37]    Herat Pîri: Abdullah Ensârî hazretleridir. Meşhûr Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin
torunudur. Dedelerinden Mette, Hazreti Osman'ın hilâfeti zamanında Ahnef
bin Kays hazretleri ile Horasan'a gitmiş ve Herat'a yerleşmiştir. Abdullah Ensârî
hazretleri kendi hayatını anlatırken şöyle buyurur: “Ben medresede yaşı küçük
bir edib ve şâir idim. Öyle şiirler söylerdim ki, arkadaşlarım beni kıskanırlardı.
Yazdığım arabî şiirler altı binden çoktur.''(Nefahat-ül Üns)

[38]   Hâlid, eger muhammed Resûlullahın bir tek saçını iki dünya ile değişirsen
daha rüşdünü isbât edememişbir kimsedir diye- senin üzerine hicr koyup seni
tasarruftan men' ederler.

[39] Bu kasîde tamamen, Resûl-i Ekrem'in (sallallahü teâlâ aleyhi vessellem)
Hayber dönüşünde Sahabe-i kirâmıyla, gece yarısından sabaha kadar
konakladığı yerden bahs eder. Buharî'de şöyle yazıyor: Ravi Ebû Katade diyor
ki, bir gece Resûlullah ile yürüyorduk. Bazı arkadaşlar: Yâ Resûlallah! Keşke
istirahat için bir yerde konaklamamıza müsâde etseydiniz, dediler. Efendimiz,
sabah namazını kaçırmaktan korkuyorum, cevâbını verdiler. Hazreti Bilâl, ben
sizi namaza uyandırırım, diye teminât verdiğinden, sahabe istirahata çekildi.
Bilâl de kendi devesine yaslandı. Uyku basınca o da uyudu. Resûlullah
uyanınca güneş doğmuş idi ilh... Ebû Dâvud Sünen'inde şöyle bir ifade var: İlk
uyanan Peygamber oldu ve telâşlı olarak hazreti Bilâl'e seslendi ilh.

[40] Yanî avları yere seren misk gibi siyâh gözleri uyku şarabı ile mest iken, yanî
uykusuzluğun tesiri altında iken, korkmağa başladı. Yanî uyursak namaz
geçebilir endişesini beyan etti. Önceki maddede izâh edildi.

[41]   Allahü âlem, murad İbrâhim bin Edhem hazretleridir.

Bu beytin açıklamasında Sadreddin Yüksel Efendi der ki, kanaatimce bu
muammanın çözümü şöyledir: ^j[zülf] kelimesinin baş harfi örtülse[alınsa] ve
mürg[kuş] kelimesinin arapça karşılığı olan j^tayr'ın da son harfi düşürülse,
kalan tay kısmı lef
^i kelimesinin ortasına konursa ^^Lâtif ismi meydana
çıkar.

[43] İzahı şöyledir: Arabîde baba kardeşi ^dir. Tashîf edilirse, ya'nî ayn harfi
üzerine bir nokta konursa
^c gam olur.Bu da keder ve hüzün manâsındadır.
Yine arabîde anne kardeşi
J l^ dir, bu kelimenin diğer bir manası da yüzdeki
“ben”dir. Toparlarsak şöyle olur: O senin yüzündeki beni gördüğünden bu
yana gam ve kederden ayrılamamıştır.

[44] Yüzde kahverengi ben, bahçede çikolata rengi habeşe benzetiliyor.

[45]

Müneccimlere göre AY DEVRİ, ilk insanın yaratıldığı bir devirdir. Bu itibarla
ay devri, fitnelerin de meydana geldiği bir devir olur. Öyle ya, fitneler,
imtihanlar ve ibtilâlar hepsi insanoğlu içindir. Ve insanoğlu ile birlikte var
olmuştur. Şimdi "Devr-i kamerî" teriminin efsânefî tefsîrini de bir lügat
kitabından yazalım: Menkuldur ki, her kevkebin-yedi gezegenden her birinin-
devri bin senedir. Her gezegen, kendisine has olan bin senede tam müstakil
olarak ve kalan 6000 senede de diğer gezegenlerle birlikte iş görür. Beşerin
babası olan Âdem aleyhisselâm aya has ,o devre içinde yaratılmış ve bu
devrenin sonunda da Cennet'e buyur edilmiştir(Özetle Burhan-ı Katı tercemesi
shf. 283).

tarafından Deylemî'nin “Müsned-ül Firdevs”adlı eserinde ve daha başka bazı
kitablarda yer alan bu rivâyetin asılsızlığına hükm edilmiştir. Yalnız edebî
mevzuların işlenişinde islâmî esasları zedelememek şartıyla rivâyetlerin sıhhat
derecelerinin üzerinde öyle ziyâde durulmaz. Bu bir; ikincisi, büyük âlim ve velî
Mevlânâ'nın, bahis konusu olan rivâyetin sıhhatine kanaat getirmiş olması da
muhtemeldir.

[47]    Kokusu misk âhusundan

[48] Murad, Peygamberimizdir. (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)

[49] Ey Habîbim, sen olmasaydın, kâinâtı yaratmazdım." hadîs-i kuddîsi manâsı
cihetinden bakılırsa, bu beyt daha iyi anlaşılır. Zira bu hadîsin ışığı altında kaleme
alınmıştır. En iyi bununla îzah edilir.

[50]  İbni Abbâs rivâyetine göre, Âdem aleyhisselâmın bedenine can üfürülünce,
Peygamberimizin nuru alnında güneş gibi parıldamağa başladı. Melekler o nûra
yönelerek Âdem aleyhisselâma secde ettiler. Gerçekte, kendisine secde edilen Cenâb-ı
Hak olup, kıble(cihet)mesâbesinde idi. Ve kıbleden de en büyük maksad, alnındaki nûr-ı
Muhammedî idi.(Siyer-i Zeynî Dahlan, C.1, shf:9)

[51] Vehb bin Münebbih'in bildirdiğine göre Tevrât'ta özetle şunlar yazılı idi:
Kıyamet günüde Cenâb-ı Hak Kâbe'yi mahşer yerine getirmek için 700.000
melek gönderir. Kâbe evvela çevresinde defn edilmiş komşularına şefaatte
bulunur ve Cenâb-ı Hak, bu şefaati kabûl buyurur. Sonra kendisini ziyâret eden
bütün müminler için şefaat eder. Hak teâlâ tarafından bu da kabûl olunur.
Ondan sonra mahşer yerine getirilir.(İanet-üt-Tâlibîn, cild 2. Shf:276 Hac bahsi)

[52] Çünkü Kâbe kendisine kötülük yapmak isteyen zâlimlerin boynunu kırar.
Tavafta bile zâlimlerle herhangi bir ferd arasında bir fark kalmaz. Onlar da
herkes gibi tavaf ederler. Hâlbuki zâlimin elinden gelse, tavaf yerini tamamen
boşaltıp tek başına tavaf etmeği ister.

[53]  Hadis âlimi Hâkim naklediyor: Ruhlar âlem-i ervahda, Hak teâlânın
rubûbiyyetini ikrâr edince Cenâb-ı Hak onların bu ahd ü peymanlarını yazıp
Hacer-i Esved'e emânet etti. Kıyâmet günü, iki göze, iki dudağa ve bir dile
sâhib olarak gelir. Ziyâretine gelen kimseye hüsn-i şehâdette bulunur. Hacer-i
Esved, kendisine tevdi'edilen o yazı husûsunda Allah'ın emînidir.[Feth-ül-Kadir
cild 2. shf:148-149]

4 Merh denilen ağacın içinde, Afâr adlı ağaçla birbirine sürtülen belli iki ağacın
ateş çıkarmasını görmedikleri gibi, canlıdan da bazan mihak-gözükmeme-
olayının meydana geldiğine inanmayan kimselere söyle! Söyle ki, bana bakıp
da Cenâb-ı Hakkın nasıl benim bedenimde yağmur gibi gözyaşlarım ile aşk
ateşini bir araya getirdiğini görsünler.

[55] Deylem: Geylân'da bir şehirdi. Ora halkına Deylemî denirdi. Cesûr ve savaşçı
askerden kinâyedir. Bazan köle ve hizmetçi manasına da kullanılır.

[56] ) Sadreddin Yüksel Efendi, Divân-ı Mevlânâ Hâlid tercemesinde der ki: Merhûm
hocam Bitlisli Şeyh Alâeddin efendi hazretleri, bu kasîdenin yazılışı hakkında şöyle
anlatırdı: Mevlânâ Hâlid daha çok genç, belki çocuk sayılacak yaşta iken bir gün
çevgân[çomak]oyununa katılmıştı. Kazara çomağı bir evlâd-ı Resûlün alnına geldi ve
alnı kanadı. Bu sebebden Mevlânâ günlerce bu gayr-i ihtiyârî olmuş hâdiseden üzüldü
ve nihâyet yazdığı bu bir kaç beyitlik şiiriyle o zâttan özür dileme yolunu seçti. Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu: “Eğer Şeyh Alâeddin'i görmeseydim, şarkta bu iş
bitmişti derdim.”

Yine Seyyid Abdülhakîm Efendi (kuddise sirruh) Şeyh Alâeddin efendiye buyurdu:
Alâeddin Efendi! Başındaki nakşî başlığını çıkar. Zamanı geçti. Şöhret sebebi olur. Yerine
sade bir takke ile başını ört. Bu zamanda böylesi daha münâsib ve muvâfıktır.

“Bazı hâdiselerde, ister istemez kader hükmünü icrâ eder.”şeklindeki hadîs-i
şerîfe işâret olsa gerek. Hadîs-i şerif için Buharî ve Taberânî'nin Kebîr adlı
eserine bakılabilir.

[58]    Karınca

[59]                   ....         ............ _. ..             .         ... .................. .              .    .                                .................

Haco:    Kemaleddin Ebul Ata Mahmud, Kırman'ın tanınmış ailelerinden

birine mensubdur. Bu tasglrll [küçültmell] ad belki de bir dostu tarafından
kendisine verilmiş bir mahlastır. Kasîde, gazel ve mesnevî türlerinde çeşitli
eserler meydana getirmiştir. (İslam Ansiklopedisi).

Süleymaniye yakınında bahçe ve akarsuları ile bilinen bir yerin ismidir.

O civarda bir dağdır.

[62] Geçen manzûmelerin birinde işâret edildiği gibi, Mevlânâ Hâlid hazretleri bu
şiirinde Resûllulah Efendimizin Tebük dönüşünde bir gece yarısından sabaha
kadar, ordusu ile konaklayıp yattıkları ve li-hikmetin sabah namazına
uyanamadıkları yerden bahsetmektedir. Ayrıca Mevlânâ Hâlid hazretleri, bu
yerde Resûllulah'ın muhabbetiyle meşbu olarak kaldığını ve sabah namazına
kalktığına son derece sevinç ve heyecanla işâret etmektedir.

[63] Süleymaniye mutasarrıfı Abdurrahman Paşa'dır

[64]   Arabî terkibli şu iki beyit, İslâm hukukunda terikenin-mirasın-aynına taalluk
eden hakları bildirmektedir. Fıkıh bakımından izahları şöyledir:

ADAK: Kişi belli bir şeyi birisine nezretse [adasa], öldüğü zaman nezr ettiği mal
onun defin masraflarına değil, ancak kendisine nezr olunan kimseye verilir.

ORTAK TİCARET: Sermâye sâhibi kâr ve zararda ortak olmak üzere çalıştırılan
kimseye bir mikdar sermâye verse, sonra hâsıl olan kâr paylaşılmadan ölse, bu
takdirde evvelâ çalıştıranın kârdaki hissesi çıkarılır, sonra onun defin masrafları
gelir.

ÖDÜNÇ: Kişi öldüğünde, ödünç olarak aldığı maldan başka hiçbir terike
bırakmamışsa, ödünç olarak aldığı mal verene iâde olunur.

REHİN: Rehin veren kimse öldüğünde, rehinden başka mal bırakmazsa, o
rehinden evvelâ alacaklının hakkı çıkarılır.

CÂNÎ [CİNÂYET İŞLEYEN]:Köle bir cinâyet işlerse, meselâ bir adamın kolunu
kesse, efendisi öldüğünde artık o köle işlediği cinâyetin bedelidir. Çünkü hak
onun boynuna teallük etmiştir.

ZEKÂT: Zekât, malın aynına teallük ediyor. Verilmemişse mükellefin ölümü
zamanında, evvelâ zekât mikdarı ayrılacak, artarsa defin işine harcanacak.

ÇOLUK- ÇOCUĞUNUN NAFAKASI: Anlaşılıyor.

MÜKÂTEB [KÖLE] MALI: Âzâdlık uğruna ödenen mal. Efendi ile kölesi arasında
bir âzâd etme akdi yapılsa, köle de şart koşulan meblağın bütün taksitlerini
öderse, fakat efendisi onu âzâd etmeden ölse, eğer o ödenmiş mal duruyorsa,
herkesten önce o kölenin hakkıdır ve ona verilir.

VASİYYET EDİLMİŞ MAL: Kişi eğer belli bir şeyin aynını bir kimseye vasıyyet
etmişse, öldüğü zaman kendisine vasıyyet edilen zâtın hakkı ona taalluk eder.

MÜFLİSE SATILMIŞ MAL: Şöyledir: Bir malı, veresiye bir kıymetli satın alan
kimse, eğer ölümünden sonra o maldan başka bir terike bırakmazsa, aynı mal
satana iâde edilir. ESKİ EKSİKLİKTEN dolayı ölmüş satanın üzerine geri
çevrilmiş mal. Bu mal satılır ve her şeyden evvel geri çeviren müşterinin parası
ödenir. Büceyrimi âlâ şerhil Menhec Cild 3 sh.223.

Hâlid, bak! Felek senin sırtını kanbur etti,
Yânî kesin olarak, gitme zamanın geldi.
Kim ki, cünûn şarabından içmiştir,
Hayretinden bütün işleri terstir.

Kükremiş aslanla kavga edersen,
Onu devşirirsin, sen ne ekersen.

Ahmed’in aşk Kerbelâ’sından şehîd,
Canandan ebedî lutf eder ümid.

[65] Ebcedin son harfi غ dir. Gaynın değeri ise bindir.

[66] İkamet kelimesi, ıstılahda müddeayı delil ile isbatlamak, müddeaya dâir
şâhid getirmek demektir. Burada ise ikametten murad, beyitte zikrolunan üç
şeyle güzelliğin isbât edilmesidir. O halde bu, ikametin tipik bir örneği
olmaktadır.

7 Burada bir mantık kaidesine temas edilmiştir. Şöyle ki: Meselâ insanın
tarîfinde sâdece NÂTIK zikredilse, yanî insan nâtıktır dense, o zaman, eğer
“Natıkun” kelimesinden önce “hayvanun” mukadder olsa, hadd-i tâm, eğer
“cismun” takdîr olsa, hadd-i nâkıs ve “şey'un” takdîr edilse, resm olur. Mantık
kitablarında uzun anlatılmaktadır.

Yeri gelmişken arz edelim: Bu beşli tamamen vahdet-i vücûd ile fenâ fillah
manâsı ihtiva etmektedir. Kainâttan tamamen ayrılıp vahdet deryasına
dalmak, takdisî ve tenzîhî nûrların şa'şaasında kendini de tamamen unutmak
makamı sözleridir. Ya'nî meâlen deniliyor ki: Mansûr fenâ makamında, ya'nî
varlığını Hakkın varlığında ifnâ etmiş iken, bir Enel hak söylendi. Bu takdirde
söyleyen yok olmuş, Mansûr değil, ancak Hakdır. Fakat sadece dışa, görünüşe
bakan halk, orada bir Mansur'u görmüş ve o sebebden onu darağacına
çekmiştir. Bu beşlide bunlar mülâhaza edilmelidir.

[70] İkinci üstâd” ünvânını alan filozof Farabî, bir yandan ukul-i aşereyi, ya'nî birbirini var
eden on aklın varlığını bir yandan da, peygamberliğin gerçek olmayıp bir hayal mahsûlü
olduğunu iddia etmektedir. Bu sebebledir ki, Mevlânâ'mız vahy ve ilhamın varlığına
temas ettiği bu kıt'ada Farabî'ye muallim-i sânî-ikinci üstâd- diyerek, zimnen onu tenkîd
etmektedir. Ya'nî Mevlânâ demek istiyor ki, keşke Farabî hayatta olaydı da, varlığına
inandığı onuncu aklın, yanî akl-ı faalin, ilhamla söylenmiş ve yazılmış Mektûbât ve
benzeri sözler karşısında nasıl bir hayret ve şaşkınlık içinde kaldığını göreydi. Farâbî'nin
bu affedilmez hatâsını, ismi aşağıda yazılı kitabda görmek mümkündür.

Yazarı: Ahmed Emin (Zuhr-ül-islâm c. 2 sahîfe: 132-136)

[71] Sadreddin efendinin tercihidir.

[72] Ana tarafından da Ebû Bekr-i Sıddîk'ın torunudur. Yani annesi Ümmü Ferve
Kasım bin Muhammed bin Ebû Bekr'in kızıdır.

[73] Şah-ı Nakşibend hazretleri, ki onun talebesi idi, kendisine cehri zikr bizim
yolumuzda doğru değildir; bu yolda esas olan zikir, kalb ile yapılan gizli zikirdir,
diye arz ettiğinde, doğru bulup talebesinin sözünü kabûl buyurmuş ve
kalbinden aleyhde sayılacak bir fikir geçmemiştir. İşte evliyâ hâlinden bir
misâl!

[74] Mevlânâ Câmi'nin “Yusuf ve Zeliha “ adlı manzûm eserinde geçmektedir.

[75] Silsile-i Aliyye'de sıra kendilerine geldi. Mütercim fakir onların hakkında
birkaç beyit yazmıştım. Sırası gelmişken yazmak uygun göründü. Sonra da
silsilenin devamında Seyyid Abdülhakîm Arvasî ile mürşidi Seyyid Fehim
hazretlerinin oğlu Muhammed Emin Efendi'nin kaleme aldıklarını arz edelim
ve bunlarla tamam olsun.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar