Print Friendly and PDF

Futuhatı Mekkiyyeden Seçmeler- Selahaddin Alpay 1

Bunlarada Bakarsınız

 

ÖNSÖZÜMÜZ

Muhterem okuyucularım, Aziz Müslümanlar!

Himmetleri varolsun bir çok münevver din adamlarımız bu memleketin yarım asra yaklaşan dini ilimlerdeki aksayan ve gerileyen bilgileri telâfi etmek için bir çok faydalı eserleri telif ve terceme ederek tarihi boyunca Allah'ına, Resulüne ve vatanına devletine kalben bağlı ulan müstakbel ve dindar Türk gençliğinin hizmetine vermiş bulunmaktadır. Şu nokta iyice bi-linmeliki Allah'sız ve imansız bir kütle hiç bir zaman payidar olamaz. Vatanın yükselmesi, yaşaması, ve payidar olması ancak sağlam bir akide kalpte yaşatılan kuvvetli bir iman ve Allah aşkiyle mümkün olur.

Bilhassa dinimizin getirdiği îlahi kanunlar ve hükümler, yalnız müslümanlar için değil bütün dünya için bir nur ve rahmet olmuştur. Bilhassa Türkler bu dine bütün varlıklarıyle sarıldıklarından, ve ahkamını amel ettiklerinden dolayı vatan tesis etmişler ve büyük bir imparatorluk ve medeniyyet kurmuşlardır.

Resulüllah efendimizin hayırlı ümmetlerinden ve en başta gelen fedakâr bir kütle olmuşlardır. Şu cihet açıkça biliniyor ki İslâmiyet çalışmayı emreder, İslâmiyet güzel ahlâkı emreder, İslâmiyet ataleti, tenbelliği, manâsız ham taassubu red eder. İslâmiyet dünya ve ahiret huzuru ve Mutluluğunu temin eder. İslâmiyet tecavüzü (yerine göre) red eder, İslâmiyet barışı sever, İslâmiyet her türlü ilim ve fende ilerlemeyi emreder, İslâmiyet bidat ve hurafeleri kabul etmez, İslâmiyet zulüm ve zorbalığı şiddetle red eder. İslâm'da adalet ve hukuk vardır, İslâm'da kölelik yoktur.

Bütün bunlardan anladığımıza göre İslâmiyet dört başı mamur bir dindir. İşte bu zayıf ve naçiz arkadaşınız da içleri

imanla dolu memleket çocuklarının hizmetine İslâm'ın en büyük mutasavvıflarından Şeyh Mühiddin-i bin Arabinin Müelle-fatmdan olan Fütuhatı Mekkiyeyi terceme edip sunmakla şeref duyar.

Muhterem okuyucularım! Sizlere sunduğumuz bu eser hakkında biraz bilgi verelim. Bu muhterem zatın hayat hikâyesini tafsilatiyle kitabımızın sonunda bulacaksınız. Kendisi İspanya kıtasının Endülüs'ünde dünyaya gelmiş hicaz araplarınm en Asil bir ailesine intisabı vardır. Bu Aile cömertliğiyle, söz ve ahitleriyle, şairliğiyle ün almış bir aile idi. Abbasi Devletinin kurulmasiyle Şam Emeviye devletinin yıkılması takibata uğrayanlardan bazı kütleler, mağribe iltica ederek oradan Ispanya'ya geçmişler Endülüs Emeviye devletini kurmuşlardı.

Tarık bin Zeyyad, Musa bin Naşir gibi İslâm kahramanları, cebelüt-tarık boğazını geçtikten sonra gemilerini yakarak ma-iyyetlerine ya ölüm veya yasamak için mücadele ruhunu alevlendirmiş ve İslâm'ın Ispanya’ya tutunup kalmasına ve yayılmasına sebep olmuşlardır.

İşte İslâm fütuhatı İspanya'da genişlemiş Abdürahman Ga-fiki kumandasındaki İslâm orduları Pireneleri aşarak Fransa'yı dahi tehdit ederek, Puvatya'ya kadar varmışlardır.

İşte bu Muazzam fütuhatı Batı'dan Araplar, Doğudan da Türkler tamamlamış olsalardı, bugün için bütün Avrupa İslâm ülkesi haline gelirdi. İşte bu olay, İspanya'da kurulan Endülüs İslâm devletinin sekiz buçuk asra yakın payidar olmasına sebep olmuş muazzam İslâm medeniyetinin doğmasına amil olmuştu.

Avrupa o devirlerde cehalet içinde ve şövalyelik yaşantısını yaşarken İspanya'da şehirler kuruluyor, kütüphaneler tesis ediliyor, alimler yetişiyor, saraylar, hastahaneler, imaret haneler, camiler, mescidler, hamam. 1ar, yollar yapılıyor. İlme susamış binlerce talebe Avrupa'dan, Afrika'dan, Asya'dan oraya akın ediyor, ve feyizlerini alıyorlardı... Tıb, Astronomi, yapı ilimleri tarih coğrafya, edebiyat, ve bilhassa dinî ilimler, fıkıh, hadis, felsefe, mantık, gibi ilimler oldukça gelişmiş, ve büyük alimler yetişmiş, bunların yazdıkları binlerce eser, kütüphane raflarım doldurmuştu.

Esefle arz- edeyim ki, bu gün için bu İslâm diyarında, tarihi bir kaç kalıntıdan ve o muazzam medeniyetin cansız yapılarından başka bir şey kalmamıştır, Avrupa'da Rönesansm doğmasının birinci amillerinden biri Endülüs İslâm medeniyyetidir. Bin bir terceme ve telif eserlerle dolu kütüphaneler, yağma edilmiş yıkılmış ve yakılmış, İslâm halkı da kılıçtan geçirilmiş, ve son olarak sahillere doğru kaçışan Müslümanları da Barbaros Hayrettin paşa kurtararak Cezayir'e götürüp yerleştirmiş, ve böylece Endülüs İslâm devleti de bunca asırdan sonra, düştüğü sefahat ve Ahlâksızlığın, bir birini çekememezliğin cezasını ağırca ödemişti. Son hükümdarlarından üçüncü Abdürrah-man bu muazzam İslâm diyarının parçalanması ve yok olması acısiyle ağlarken, faziletli annesi oğluna şöyle hitap etmiştir:

Ağla gözüm ağla hicran yaraşır

Vatansız erkeğe zindan yaraşır

Böylece İslâm'ın arasına nifak, adaletsizlik, zulüm tefrika, girmesi Allah, Kuran ve Peygamberi yolundan ayrıldığı için bu azamet çökmeye başlamış, ve bilhassa ilimden uzaklaşma keyif ve sefaya, sefahate meyletme koca Endülüs İslâm medeniyetinin yok olmasına sebep olmuştur, Bu bizler için bir ders olmalı, seciye ve ahlâkımızı sağlam tutmalı, örf ve adetlerimizi bin yıllık tarihimizi sarsacak, ahlâki düşkünlüklerden uzak kalmalıyız, tarih bir dersi ibrettir, koca İmparatorluğumuzdan bize emanet kalan anadolu, ancak kuvvetli bir seciye ve ahlâk, sağlam bir akide ve iman, ve durmadan çalışmak, ve ilme fenne bağlanmakla bu vatanı ve şüheda diyarını koruyabiliriz.

Muhterem okuyucularım! İşte bu kitabın yazarı böyle bir diyarda doğmuş yetişmiş, zamanının büyük mutasavvıflarından biriydi. Hayatı boyunca eser yazmış, talebe yetiştirmiş doğu ve batıyı dolaşmış, adı bütün cihana ve İslâm ülkelerine yayılmış ve itibar görmüştü.

Fütuhatı mekkiyesini hicazda yazmış, ve hocasına ithaf etmişti. Tahminen 2800 sahife tutan bu muazzam eser, gayet kapalı, zor bir dil ve lisan üzerine ve üslubu ile yazılmıştır. Cümleler arası, başlangıç ve sonu hiç bir şekilde noktalanmamış ve ayrılmamıştı. Ağır tasavvuf! fikir ve münakaşalarla lebaleb doludur.

Mana ve fikir bakımından bu eserde üç yön görülmektedir,

·        1 — Kendi şahsiyyeti ve ermişliği ve fikirleri,

·        2 — Şeriat ve Ahkâm yönünden düşünceleri ve tavsiyeleri,

·        3 — Tasavvuf! şiirleri.

Çaşadığımız günlerin, zorluğu, hayatın ağır olması, bir insanın vakit bulup üç bine yakın Ağır manâlı, ve herkesin hazım edemiyeceği, bu eseri okumaya vakit bulmaması yönünden ve Ahkam şeriat kısımlarında, Islâmda oturmuş ve yerleşmiş olması bakımından, bizler bu büyük zatın tasavvuf! düşüncelerini, yani Allah ahiret ve din telakkisini, nazara alarak, bu eserin faydalı ve en önemli muğlak kısımlarını nıüslüman kardeşlerimize yarayacak ve anlayacak bir dille terceme etmeye karar verdik, ve arz ettiğim gibi diğer kısımlarının tercemesinden sarfı nazar ettik. Gayemiz bu şahsiyetin büyüklüğünü, ermişliğini, müslüman halkımıza anlatmak ve tanıtmaktır.

Çok kıymetli okuyucularım! Geceli gündüzlü çalışarak mümkün mertebe yanlış yapmadan bu şahsiyyetin fikriyyat mümkün mertebe yanlış yapmadan bu- şahsiyetin fikriyat kısmını çıkarmak için, beş ay uğraştım, şairliğim olmadığı halde, hazan şeyhin ruhaniyetinden ilham alarak bir kaç kıymetli şiirini yerine göre ve kendi şiirine sadık kalarak, türkçeye çevirdim, bunda hece veya aruz vezni diye bir sanat yokur, yalnız aslına uygun bir mana vardır.

Tam kemal sahibi Hazreti Allah olduğu için benimde muhakkak bir çok kusur ve noksanlarım vardır ve olacaktır. Terceme sırasında yegâne dikkat ettiğim nokta ifadenin aslına sadık kalmak olmuştur. Çünkü bu eser bir biriyle çelişen fikirleri kapsadığı için bunları bugünkü saçma terimlerle ve uydurma kökü olmayan kelimelerle bu günkü türkçemizde ifade etmek imkansızdır. Bu sebeple biraz eski birazda yeni türkçedeki oturmuş ve yerini bulmuş terim ve kelimeler kullanarak maksadımızı anlatmaya çalıştık. Kitabımızın sonunda burada geçen bazı kelime ve istilahların türkçe olarak kısa bir lûgatcesi-ni koydum.

Bu kitabın tercemesine başlamadan evvel uzun uzun düşümdüm, daha doğrusu cesaretim yoktu, büyük şeyhin ruhani-yetinden çekiniyordum. Hata yapmaktan korkuyordum. Fakat Allah’ın inayeti bana yetişti, rüyamda bu ulu zatın bana seslenerek beni anadolu çocuklarına ve halkına tanıt, ben onları severim, vaktiyle o diyarları da ziyaret etmiştim. Mevlâna gibi bir talebem vardır, diye seslenmesi bana bu kitabı tereceme etmeme, ve bilhassa beni tanıyan Allah sever vatandaşlarımın ve hususiyle Şakir Hoca Kitabevi'nin maddî ve manevî teşvik ve desteğiyle bu eserin tereme ve tabına tevessül edilmiştir. Zatın rizasmı kazanmış isek ne mutlu bizlere.

Muhterem kardeşlerim! Bu kitabı okurken bir masal veya uydurma bir hikâye veya bir vehim mahsulü ve maksadiyle yazıldığını zan etmeyin, bu zat gerçek olarak miraç sahibi bir evliyadır. Allahü teâlânm, Evliyaları için Kuranında zikrettidiği gibi onları hiç bir korku ve endişe tutmaz, buyururlar. Bütün imbatlarını Kur'an âyetlerinden, hadislerden ve kendisinin manen olan Esrasmdan almış, gördüğünü bildiğini, duyduğunu yazmış ve anlatmıştır. Hadisleri iyi bilenler ve büyük zatların başta Peygamberimiz olduğu halde naklettikleri rivayet ve hadislerden bu zatın doğru ve gerçekçi olduğunu anlar ve tasdik ederler.

îşte bu sebeple zamanının ham düşüncelileri, bu zatı zındıklıkla, veya peygamberlik iddiasiyle linç etmeye kalkmış Hak tealâ onu her defasında korumuştur. Kendisi su katılmadık bir gerçekçi idi. Ve hatta Nasihat babası idi. Bildiklerini, duyduklarını cesaretle söyler etrafını uyarırdı.

Sîzlerde bu kitabı okurken ilk önce hayrete düşeceksiniz, okudukça bu zatı benimseyeceksiniz, ve bu zatın ruhuna indik-çe hakikati görmüş olacaksınız, sakın aklınızdan bir şey geçmesin, ben bu ön sözümdeki yazımla onun Propogandasını yapmıyorum, yalnız hakikatleri ifade ediyorum. Şeyh Mühiddin hazretleri her şeyden münezzeh temiz ve pak, ilahi Aşkın bir sembolüdür.

Mevlâna Celâleddin Rumî Harretterine de vaktiyle hücum edilmiş ve bin bir itham altında tutulmuştu. Her büyük kişinin mutlak çekemeyenleri ve düşmanları olduğu gibi bu zatında mevki ve yüceliğini çekemeyen ham kafalar vardı. Bu sebeple kendisine yakışmayan adlar takılmış, ve bir takım kimseler ileri giderek ona (Evliyayı küfür) adını takmışlardı. Bu ne de-naet, bu ne bayağılık, bir kerre evliyadan kafir nasıl olur. Bu açıkça Kuranla alay ve istiskal değilmidir?

Muhterem okuyucularım! Bu zat Kuran ahkâmından, tefsirinden, hadislerden ve kendine vahiy olunandan başka bir şey ifade etmemiş ve söylememiştir. İşte felsefesi, ilahi anlayışı böyle idi, hiç bir noktasında ne küfür, ve nede bir hezeyana, rastlanamaz, düşünceleri tasavvufidir, tasavvufun ne olduğunu bilenler, bu zata hayrandır ve onu anlarlar ve doğrularlar.

Dikkat edilecek olursa bütün hayatı boyunca ilim ve fenne karşı gelenlere karşı koymuş ve onlarla uzun mücadeleler etmişti.

Fenayı fena, iyiyi iyi olarak göstermiştir. Bundan dolayı sevilmiş ve takdir edilmiş, maddiyattan uzak ve fakir, ruhan zengin olarak yaşamıştır.

Gerek suriye Selçuklarınm ve gerekse anadolu Selçuk Padişahlarının takdir ve sevgisini kazanmıştır. Ne yazıkki ömrü pek uzun sürmemiş 76 yaşının en verimli zamanında göçüp gitmiş doğduğu ve yetiştiği vatanından uzakta ve yine tarihi bir İslâm ülkesinde gözlerini hayata yummuştu. Vatan hasreti gerek şiirlerinde gerekse fikir ve yazılarında açıkça sezilir.

Okuyucularımı daha çok tatmin için bu zatın o devirdeki vatanı olan Endülüste yetişen ulema ve günümüze kadar gelmiş ve dillerde destan olan yapılariyle kütüphanelerini anlatan ve tarafımdan yazılan, bir yazıyı da kitabımızın hitamında bulacaksınız.

Bu kitabı sizlere terceme edenin Hayat hiyayesini gelince: Kısaca, sabık hicaz hattı kumandanlarından ve askeri mühendislerinden şehit Erzurumlu Osman Feyzi bey mahdumu aslen İstanbullu, ve rumelili Türk bir babadan 1326-1910 da Medinei Münevverede doğdum, şamda nüfusa kayd oldum. Çok küçük yaşta Şamda çalık mahallesindeki Şeyh Abdullah tekkesine devamlı Kuran tilavetini Öğrendim. Daha sonra. Şeyh Hamit et-taki Elnakışbendi hocamdan, arapça sarf ve nahiv, inşa imla, kitabet ve hat, ile Kuran tefsiri, mana ve hadisleri öğrenip yüksek derecede icazet aldım, bu meyanda arapçadan gayri yabancı bir dile de merak edip öğrendim. Cumhuriyetin ilanından sonra, İzmir havalisinde, yunan işgal ve katliamından sonra hayatta kalanlarla, İstanbula gelerek, üsküdarda yerleştik, ve kuleli askeri idadisine 1925 senesinde girerek ve orayıda 1931 1932 senesinde harp okuluna ve daha sonra, 1934 senesinde bir muvazzaf subay olarak şerefli ordumuzun sıralarına katıldım. 15 sene hizmetten sonra, İkinci Dünya Harbinin hitamında, 946 senesi sonunda yetiştiğim bu şanlı ordu ocağından ayrılmak mecburiyetinde kaldım. Tekrar hicaza döndüm yüksek okullarda İslâm tarihi, astronomi, topografya okuttum ve bir hayli talebe yetiştirdim, on iki sene memleketim olan İstanbula döndüm. Baki kalan hoş bir sedadır.

Bu eserin tercemesi Allah’ın inayetiyle 15/haziran/İ971 günü temamlamış oldum.

Selâhaddin ALPAY

ÖNSÖZ

 

Bismillahirrahmanirrahim

"Elhamdü lillahi Rabbı’lâlemin. Vessalâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedi'n hâtemil enbiyâi vel mürse-lîn. Ve alâ âühi ve sahbihi ecmain."

Hamd, alemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim, Din gününün sahibi olan Allahu Teâlâ (c.c.)'ya; salat ve selam; Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu ve's-selam'a, temiz ehli beytine, ashabına ve bütün ehli İslâm ve bütün mümin kullarına olsun.

Yaratıcı ve yaratılmışların arasındaki ilişkiyi, bağı, his ve duyguları, sevgi muhabbet ve aşkların ifadesi ne iledir? Yaratılmışların canlı olanlarından bitkilere dek baktığımızda helan, her lahza yaratıcısına şükretmenin hazzını zikrederek yaşadığını duymaktayız ve hissetmekteyiz. Hatta öyle anları olur ki bitki, nebatat âleminin gözyaşlarını ta toprağa kadar ulaştırır, toprakta bu gözyaşların ne için aktığını bütün benliğiyle Rabbine olan aşkın ifadesindeki hazzı duyar.

Allahü Zülcelâl, göründü ve gösterdi. Lâkin bu sırrı sonradan gizledi. Ve örttü. Kuldaki göz ve görüş, ilk olarak onun isim ve yüceliğini isbat etti. Çünkü bu müşahede ve görüş, Onun yüce mevcudiyetinin kat i bir subut delilidir. Yani Birinci Adın subutiyetidir. İkinci Adile, bizlere yokluğun ve Mahviyetin, tahdir müşahadesinin subutma imkân verdi. Çünkü bundan evvel var oluşunu bizlere isbatlamıştır. Şayet asrımız ve asrımızdakiler olmasaydı, yani Alim ve cahiller omasaydı, hiç bir kişi bu yüceliğin ne birinci ve nede ikinci adını bilip ve öğrenemezlerdi. Ne Batın ve ne de Zahir bulunabilirdi. Ve ne de Hak Teâlâ’mn (Esmaül Hüsna) yani güzel adlarını ve nede yüceliğe giden yolu göremezler ve bulamazlardı. Şu varki, bu yol menzillerde yani konaklarda bir tebayün görülür bu hususa Hülul [İnceden inceye bir şeye nüfuz etmek] edildiğinde her şey zahir olur ve görülür.

Mesela: Abdülhalim - abdülkerim olamaz, Anlamdada eşitlik yoktur, na bakımdan sakin ve uysal kula, cömert eli açık kul diyebilir miyiz? Sunun tersi de böyledir. Ve yine Abdülgafur Abdüşşekur olur mu? Tabiatile cevabı olmaz. Her şey sıfatile müscmmadır[Adlandırma isimlendirme] Her AbdfKul - köle] ile bezenmiş ad ol kimsenin rabbıdır. O bir cisim adı ise O cismin kalbidir.

O her şeyi bilir ve öğretir O öyle bir yargıçtırki, yargılar ve yargılatır. O öyle bir kuvvet ve azametdir ki, kudretine, büyüklüğüne, erişilmesi imkansızdır. O öyle bir kahirdir ki kahreder ve kahrettirir. O öyle bir Bakidirki, Ezelden var olan, sonsuzluğu olmayan bir varlıktır. O her menzil ve durakta temiz ve pâkdır. Fakat bir kul, karar kılacak bir menzilde Onu tenzihe hakkı yoktur. Çünkü Süphanehu ve Taalayi o parlak Azametli mevkiinde kendisine benzetmiş olur ki, haddi zatında onun benzeri olması gerek. Aksi halde o kulda yönler değişir zülcela-la nazar ettiğinde, o îlahi mültefit bakışlar yok olup gider.

İzzet ve Azametinin hicap perdesi kendisinden gayrisine kapanmış olur. Bana hibe ettiği ilmi, başına bahş ettiği güzel sıfat ve İlahi terbiye ve göstermeyi lütf ettiği celal çehresinden dolayı yüce Tanrıya Hamd ve senalar olsun. O Tanrı ki Zâtını bilme yolları kapalı ve kilitlidir. O bir kula hitap ettiğinde, emrini duyurur ve işittirir. Şayet o kul onun emir ve isteğiyle hareket ederse, O kul terbiyeli ve itaatlidir. Bu hakikat belli olduğundan, hayretimi mucip olmuş, bu hikmete göre irticalen şu şiirimi söyledim.

Allah Haktır kulda haktır bu şirimle zorlanmasaydam

kul der isem o fanidir Allah der isem ne zorluğu vardır

Allahü Teala kendi nefsine itaati, kendi güzel Hulkile kendi nefsinde icra eder. Kendi Azameti Hakkaniyetine göre insaf hakkına sahiptir. Bunun aksi ise damları yıkılan hayal kaşanelerinin çıkardığı hoş bir gürültüden başka bir şey olamaz. Bunlar öyle sırlar ki, ancak hidayet yolunda yürüyüp, doğruya erişenler bunu duyar ve bu gizliliği bilir. Allah’a şükürler olsunk^ bu yolda Mahviyetle, sabırla güçlükle araştırma ve incelemeli rin neticesinde Allahın yüce ismi bana zahir ve beyan oldu.

(La havle vela kuvvete illa Billah) manayı celili ile O ulu varlığın seha ve kerametinin cömertliğinin Hakikat ölçüsü zuhur etmiştir. Aksi halde Cenneti amel mükâfatı olarak kullarına verseydi, o İlâhi kerem ve cömertlik nasıl düşünülürdü.

Kişiliğine göre ilim sana ondan bir bağıştır. Bu yöne göre nefsin yani kişiliğin utangaç ve gizlidir. Eğer sana ait olmayan bir ceza veya mükafatı istemiş olsan, kendi esas gayeni veya amelini nasıl görürsün? Öyle ise Halikı ve seninle halk ettiği şeyleri bırak rızıklarla rızıkların sahibini unut?... Bıkmadan usanmadan kuluna hibe ve ihsanda bulunan, Ata ve kerem vasfîle herkese sonsuz bol bol veren, ancak O dur. İzzet ve Saltanatının celali kendindedir. Kullarının her yaptığını bilen ve onlara karşı daima iyi olan, güzellik sıfatının sahibi ancak odur. O duyar ve görür. Hiç bir benzeri yoktur.

Kainatin gizliliklerine ve inceliklerine, Alemin istek ve arzularına, elleri Allah’a doğru uzanan, veçhesi rabbma doğru yönelen, ve yedi yolu aşan kalbi mükaşefe ve bir gaybet anında huzur-u süphaniyesine kabul eden yüce bariye selât ve selâmlar olsun.

Bu hutbeyi yazarken âlemi hakikatte, ve huzuru celâlide o yaradanm gaybetinde kalbi mükaşefe anında büyük Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem i o lemde hâkim, maksatları masum, müşahedeleri yazılı ve mahfuz, ve harekatile muzaffer ve galip gördüm. Bütün Peygamberler elleri arasında sıralanmış duruyorlardı. Onun sevdiği hayırlı ümmetide etrafını çevirmişti. Göz kamaştıran vazifeli Melekler etrafında dönüyorlar, diğer melâikeler de emrine amade olarak bekliyorlardı.

Hazret-i Sıddık sağında, hazret-i Faruk ise sol tarafı kudsi-lerinde idi. Elinde mührü nübüvveti taşıyordu! Hazret-i Ali ise bu mührün dilile tercümanlığını yapıyordu. Zinnureyn/Hazreü! Osman] ise haya ve hicap dolu halile ona yönelmiş duruyordu. O sırada Nur ve keşif sahibi, zerafet ve güzellik sahibi, temizlik ve paklığın bir timsali olan o en büyük Efendimiz beni bu hatmin arka'sında gördü. Benim oradaki mevcudiyetim, her ikimiz arasında müşterek bir karar ve hükme varmak ve kendilerde istişarede bulunmak içindi.

Bu sırada Hatim/Mü/ıür, yüzük] e işaret ederek ve beni göstererek: Bu efendi senin bacanağın ve eşindir. Oğlun ve dostundur. Ona ılgın ağacından bir minder kur? önümde ve ellerimin arasında olsun. Sonra bana işaret ederek: kalk ya Muham-med/Şey/ı Muhittin-i İbn-i Arabî’nın esas adı] ona doğru yürü seni bana göstereni .bana getir. Sende benim saçımdan bir kıl var! Benden ayrılmak istemez işte o senin sultanlığının işaretidir. Bana dönecek olursan bu kily&[Tac, zinetli kanat, süs] ile dön. îlerdede mutlak döneceksin. Bu dönüş zor ve sıkıntılı olmayacaktır. İşte benim için bu müjde bir seâdet oldu. Buna şükürler ettim. Bu sırada minber kuruldu bu azamet bütün hey-betile göründü. Minberin cephesinde nurla yazılı parlak bir yazı vardı. Bu yazı şöyle idi: «Bu minber Muhammedin makamıdır, buna kim çıkarsa onlar Muhammedin varisleri dirler. Şeri-at-ı İlâhiyyeyi yaymaya ve hakları korumaya memurdurlar». O vakit bu Hikmet ve hitabın azameti bana Cenab-ı Allah'tan bir lütfü İlâhi ve bağış olarak verildiğini his ettim. Allah'a hamd ve şükür ederek minberin en yüksek yerine çıktım. Yüce Peygamberle karşılaştım. O Allah’ına yakın ben de ona yaklaşmıştım. Benim bulunduğum son basamakların birinde bana beyaz birkaç örtü vererek bulunduğum basamağa yaydım. Ve üstünde durdum. Bunun sebep ve manası yerimi bilmek ve onun bulunduğu dereceyi aşmamak idi. Ve bizlerede bir tenbih ve ihtar idi. Allah’ın vechini görmek ve ona bakmak için ve kendisinin gördüğünü görmek, biz Varisleri için ancak ve ancak onun elbisesi arkasından bu imkâna kavuşa bilirdik. Bizlerde bu hakikati ayan beyan görür ve keşf ederdik. Onun bildiğini de bilirdik.

Onun izi üzerinde yürüyenleri görmüyor, musunuz? Onun izlerini bizler görmüyor, onun sıfatlarını, çalıp nasıl haber verip anlatacaksın? mesela O sıfatı olmayan bir toprak parçası gördü ve üstünde ilerledi. Sen onun kendisini değil ancak ayak izlerini görürsün. Burada öyle bir sırrı ilahi [Gizlilik] hafi hali vardır ki eğer bundan konuşacak olursam ve açıklarsam, sen de bu sırrı vakıf olursun. O hidayetten beri önder olduğu için en önder oldu Ve ilerledi. Hiç bir izi görmez ve bilmezdi 1 ben Onun keşf etmediğini keşf ettim?... İşte bu makam Hazret-i Musanın inkarıile zahir oldu. Ona, peygamberlere ve Hızır Aleyhisse-lâm'a selâm ve salât. olsun, İşte bir gaybet haline o Esra [Miraç - huzuru İlâhiye çıkış] gecesi htızur-u celâlde ve onun ellen arasında ondan Kabe Kavseyn [İki yay uzaklığı] ve Edna mevkiine vardığımda bana bir hal gelerek kendimden utandım. Bu kudsî Ruhu Teyit ederek irticalen şunları söyledim:

Yâ münezzile el âyati vel enbiya

Enzil âleyye meâlimi il esmaî

Hâttâ ekûne lihamdi zatike camiân

Bi ma hamide esserrai vel zerrai

Manası: Ey Âyetlerin ve Haberlerin münezzili, banada isim ve sıfatını öğret ki, senin iyiliklerinin, ve iyiliklerinin tümüne hamd ve senada bulunayım. Bundan sonra efendimize dönerek şunları söyledim:

Ve yekûne haza esseyyidü el ilmi ellezi Cerredethû min devreti el hulefai Vecaltehû el aslu elkerimi ve ademe Mabeyne tineti helkihi velmai

Ve nekaltehu hattâ estedare zemanihi

Ve ateftû ahirihi alâ elibdai

Ve ekimtuhu abden zelilen hadıan

Ve hırren binacikûm bigari harra

Hattâ atahu mubeşşiren min indekum Cibrile elmahsusi bil embai

Kâle esselâmu aleyke ente muhammeden Surru el ibadi ve hatime elenbiyai Ya seyyidi hakken akûlu ve kâle li Sıdkan netaktü ve ente velle zidai Fahmid vezid fî hamdi rabbike cahiden

Felaked vehebtü hakaiki el eşyai

Ve esirlena min minşeni rabbike maencelâ

Li fuadike elmahfudi fî el zulema

Min kullî hakkın kaimin bi hakikatihi

Yetike memlûken bigayri şirain

Bu Şiirin Türkçe Mana ve Karşılığı Şöyledir.

Odur İlmin Efendisi Onu Hülefalardan ayırdın

Cömertlikle Ona Hulk verdin çamur ve suyla yarattın

Zamanı gelince onu gönderdin bize kurremize

Başlangıcına bağladın sonunu öyle bize

Onu öyle İtaatli bir kul yaptın ki, bulunmaz

Senelerce gözleri Hara de yüce Bâriden ayrılmaz

Sizlerden ona bir müjdeci geldi sevindirdi

O haber Eltisinin adı Hazret-i Cibril idi

Va Muhammed Selâmlar olsun sana seslenerek

Sen bu i bâdın sırrı elçilerin hatimisin diyerek

Ey efendim sana doğruyu söyledim ne dersin

Doğruyu söyledin Sen Benim örtümün gölgesisin

Hamdet Allah’ına duaların artsın ve yağsın bana

Ben sana Bahş ettiğim hak esrarım öğrettim ya

Hak ve tecelli için bizlere şirinle devam et

O temiz kalpte saklanan esrarı bize İfşa et

Her Hakkın Hakikatim bizlere böylece söyle

Bunları alacak, parasız köleler gelecektir bekle

Bundan sonra öğretenin dilile konuşmaya başladım, Yüce Peygamberimize hitaben Temiz olanların ancak tutabileceği Kuranı sana indirene Hamd ve senalar olsun. O kitap senin güzel hulk ve tabiatından ötürü sana gönderildi. Seni her türlü şer ve kötülükten korur, ve muhafaza eder. Nun da Cenab-ı Hakka dediki:

Bismillahirrahmanirrahim, Nun velkâ-lemi vemâ yas-turun, Ma Ente bi nimeti Rabbike bi Mecnun, ve Enne leke leecren gayre Memnun, ve inneke lealâ Huluken Azim, Fesetubsiru ve yubsirun?... Manası şöyledir: Levhi Mahfuzu yazan Kaleme yemin ederim ki, sana Rabbinin verdiği nimetlerden delirmezsin, senin için bir çok mükâfat vardır, sen bir ahlak timsalisin, az bir süre sonra hanginizin delireceği sizler ve onlar de göreceklerdir. Sonra irâde kalemini alarak sonsuz ilminin hokkasına daldırarak kudretinin sağında bulunan Levhi Mahfuza yazdı.

Görünen ne varsa aslında yoktu. Onun için olmayacakta olur. O isterse yaratır, isterse yaratmaz. Bu onun sonsuz ilminin en tartılı kudretinden başka türlü nasıl olabilir? (ve sü'phane Rabbike ve Kabbil İzzeti Amma yasifun) O Allah ki bir tektir. Birin Biridir. Müşrikler O Ahadiyyet sıfatından dolayı şirke kapıldılar, işte Cenab-ı Hakkın isim kalemi şu adı yazdı. O Ya Muhammed ben sana Mülk olacak bir Alem yaratacağım buyurdular. Ve yarattı.

İşte ilk olarak su Cevherini halk etti. Ve bunu yarattı. Bu sanadır dedi O yine O anda görmemezlik ve yapamaz, diye bir şey yoktur.

Hak Teâlâ suyu katı ve soğuk olarak bir mücevher ve yuvarlak bir şekilde yaratmıştır. Ve parıldamaktadır. Bunun içine bütün kuvvetile Cismi Zatları ve bunun zıtİarını yerleştirdi. Sonra Arşı [Allah’ın makamı] yaratıp Rahman [Allah’ın ikinci adı] adile üstüne yerleşti sonra kürsüyü vücuda getirerek iki ayağını üstüne sarkıttı.

Sonradan o İlâhi bakışla yarattığı o su cevherine bakınca, O mücevher utancından derhal eridi. Zerreleri birbirinden ayrılarak su oldu. O vakitler henüz bu arzımız ve gökümüz mevcut değildi, işte Rabbinin Arşı o eriyen suyun üstünde idi. Burada ancak gerçekler tezahür ediyor. Kendisi suya üflediğine su titreyerek dalgalandı. Arşın sahilinde bulunan saka çarptı. Sak titredi ve seslendi: Ben Ahmedim dedi. Su utanıp ters yüz ederek kardı. Ve çekildi. Bu çekilme ile sahilde bir tortu bıraktı. Her çalkalanan suyun bıraktığı tortu ve öz gibi.

İşte Haliki mutlak bu özden yuvarlak dünyamızı vücuda getirdi. Yerin sürtüşmesinden hasıl olan ateş ve duman semâları yararak göklere yükseldi. Yükselen bu duman gök sakinlerinin evi olan bir işim merkezi oldu. Bu merkezin çevresini yıldızlarla süsledi. Çünkü dünyamızda bitki ve çiçeklerle süslü olduğu gibi, ondan sonra Ademle iki çocuğunu hazırladı. Burada cesedi bir varlık vücuda getirerek iki eşit parçaya ayırdı Birincisi kendi cesediyetinin zevali, İkincisi ise bekâsının kabulü idi.

Bu cesedi neşetin meskenini vücud yuvarlağı içinde bulundurdu. Yalnız göz ve basiretini gizledi. Ve ibâdma dönerek! Bu yaptığım yapıya bakın. Ne direği vardır ve ne de bir dayanağı buyurdular. İnsan evlâdı hayat Berzahından [İlâhi geçit -boğaz] geçerken gökler yarılır akıcı yağlı bir ateş gibi geçer. Bu izafi hakikatleri anlayan, haber verdiğimiz bu işaretleri de anlamış olur.

Katiyyetle bilinen bir şey var ki, bir dam direksiz ve mesnetsiz [Direk - dayak - tutucu] inşa edilemez. Meselâ: Baba olmayınca çocuk olur mu?. Olmayacağı bellidir. Direkten mana ve kasdımız kubbeyi tutan demektir. Eğer elleriyle tutan insan olduğunu kabul etmiyorsan, o tutanı kudretin sahibi olduğunu kabul et! Bundan da bu kubbeyi tutanın kim olduğu anlaşılır. Bir mal ve mülk olurda sahibi olmaz mı? Akıl hangisine yatarsa işte o damın tutucusu demektir. İyi ve kötülerin demle beka anı, yani kudrete doğru intikal vaktini düşünüyorum. Bu sonsuzluğa intikal eden yapıların çürük veya sağlam oldukları düşünüldüğünde Saadet ve bahtiyarlık suratla vücud bulmaya Mihnet ve şekavet sahiplerinde de inkâr görülür.

Hak Teâlâ bahtiyarlar hakkında bizleri ikaz edip neticeden haberdar etti ve dedi ki:

 “Ülâike yüsâriûne fiyhayrâtive hüm lehâ sâbikûn.”

bunun medlulü ve manası sürattir, iyilik yapmada doğru olmada tezliğin subutudur. Şekavet için Hak Teâlâ şöyle buyuruyorlar, işte buda atalet ve Şekâveti doğuran ve gerilemeye bir ikaz ve tenbihdir. Dünyaya mahsus o güzel kokular vücutlara temas edip esmeseydi, bu Alemde ne bir Âlim ve ne de bir cahil bulunmazdı.

 

“Feseyyetehüm ve kîlaküdû kagalkâidîne.”

Yüce Peygamberimiz sürat ve Atalet hakkında bizlere şöyle bir haberde bulundu.

“İrme rahmetallâhi sebakat gadabehu.”

mânâsı: Allah'ın Rahmeti gazabını geçer veya önündedir.

Sonra Hak Teâlâ hakikatleri kendi Hakkaniyet isimleri sayısınca vücuda getirdi. Kendi sıfat ve hulkuna göre ve bu hul-kun sayısınca Teshir Melâikesini yarattı. Ayrıca her bir hakikate kendi yüce isimlerinden bir isim vererek, bunlar O isimle onu tanır bilir ve ibâdet eder. Ayrıca her biri Sırrı Rabbanisine göre hizmet edecek bir melek yarattı, işte bu hakikatlerden biri de kendi nefsinin gizli ve ismi zatisi tarafından görülmemesidir. İşte bu, kendi teklif ve hükmünden çıkarak Rabbma karşı inkâra sapmıştır. Bunlardan inkâra sapmayanların kademlerini tesbit ederek isimlerini kendi isminin önüne aldığından, bunlar bundan dolayı Rab-lerine daimi secdededirler. Böylelikle görülen birinci yoldan kutupların nurunu çıkardı. Bunlar öyle güneşlerdi ki, İlâhi makamatta ve boşlukta yüzüyorlardı. Sonradan kerem ve sehâ sıfatı taşıyan ve kainat boşluğunda yüzen Nüceba [Cömert - iyi ahlâklı - eli açık cemi nücebadır] nurunu yarattı. Sonradan 4 esas rüknü yerleştirdi. Bunlarla üns ve cin korundu. Arzımızın sarsıntılarını yok edip sakinleştirdi. Böylelikle dünyamız ağaç, çiçek ve bitkilerle süslendi. Bunlarla arzımız bereketlendi. Gözler bu iç açıcı görünüşlerden, burunlar o ıtır misâli kokuları koklamaktan, ağızlar ise bu iştah açıcı nimetlerden faydalandı.

Sonradan O bilen ve düşünen 7 salih kişiyi gönderdi. Bunlardan her biri o memleketin sahibi veya önde giden kutupların veziri ve tabiî oldular.

îmam Ebû Hamid'in dediği gibi: Hak Teâlâ dünyamızı, bütün zerafet ve inceliğiyle ve artık bundan daha güzel olamayacak bir şekil ve görünüşte yaratmıştır. Mevcudiyetini belli etmiştir. Bunları nakleden der ki: Bir gün bulunduğum bir toplantıda bizlere: Allah vardı ve beraberinde bir şey yoktu, işte o öyle bir mevcudiyyettir demişti. Allah'ın selâtı ona olsun?.

Kâinatın Hakikati bu haktır. Başka hakikatları ilâve edemeyiz. Bu şeyin olmaması o şeyin vücut bulmaması demektir. Bu hakikatlar ilimden ayrı, başka türlü olsaydı, buradaki düşünce ve hükümde ayrılık ve fark hemen belirirdi. ‘Bundan dolayı hükümde, kararda, hakikatları arayıp, ve buna erişmek ancak ilim yoliyle olur.

Faraza diyelim ki, O hakikat vardı! Vücut bulması için bir sebep yoktur! Fakat O Allah'ını tanımada eskiden olduğu gibidir. İşte bütün yaratıklarda hak ve hakikat böylece belli olur, ve isim alır. Buna başka türlü bir sebep aramak imâda bulunmak, isim ve sıfattan dolayı sende bir şüphe ve tereddüt doğurur.

Anlattığımız bu hakikatlerin mânâsına erişmek ve bunu kavramak güç ve türlü türlüdür. Şayet başlangıçla sonsuzluğun sebebi ve birbiriyle bağlantısını bilmeseydik, bizler birbirimizi tanıyamazdık. Ve ilk hükmümüzle bunu isbatlayamazdık. O vakit kısaca Allah ve kul vardı deyip geçerdik. Her kim nefsinin mevcudiyetini ve şifâsını arzularsa, terennüm [Şarkı söyleme] ettiğim, bu nağmeleri dinlemelidir.

Her şeyin sonu o şeyin başlangıcı olduğunu görmüyor musun? En doğrusu budur. Ne için insan cahil ve kör olsun? ve neden karanlıkta yürüsün ne bir su ve ne de bir gölge görmesin? En doğru haber insanın anlayış ve düşüncesidir. Mürekkep ve basit olan bu kainat çevresinin varlığı, güneşte ışıkta görülen toz zerreleri gibidir. İşte bu görülen ve görülmeyen zerreler vücudun (var olmanın) bizatihi aslı olduğuna göre, Rabbani ışık böylece tecelli etmiş olur. Tecelli eden bu ışık, şekil ve çehre, senden bir parçadır. Görüşleri ayni, tabiatı gaybi, Cenneti Ade-ni, duygusu kalemle yazılı, bilgileri sağcı, gizlilikleri uzuncu, ruhları vahyi, yapısı beşeri olan senin mevcudiyyetini anladım ve kabul ettim?

Sen Ruhaniyette eskiden olduğu gibi bizim velimizsin Âdem Aleyhisselâmı da o toplulukta bizlere cismani bir peder olarak işaret ettin; işte bu unsurların ebeveyni vardır. Görülmeyen bir zerrenin asıl ve esasta bir olduğu gibi, bu husus bir şey veya bir neticeden olmayıp, iki sebepten neşet eder. Senin mevcudiyetinin beka ve kudreti, Alim bu sıfatla hükümlerinin doğruluğunu, başkasının yardımı olmadan kazandığın bu hususları kimden alıyorsun? demek sen Mürid/Ta(e6e - istekli - O yolun yolcusu - (İlâhi yolda giden)] sin, isteklisin, onun için çırpmıyorsun, demek bir hakikati görüyorsun ki ondan faydalanmaya çalışıyorsun?

Bir mevcudiyetin teferrüdü doğru olamaz. Ve imkânsızdır, o şeyin zafiyetini araştırmak bizleri yorar. Bu yorgunluğun nedenini bilemez ve keşf edemez isek o hakikatlara karşı körüz demektir. Bir sıfatla vasf edeceğin bir şeyi kavramak ve öğrenmekle bu yorgunluğun hakikati o anda belli olur. Yoğunlaşan bu Âlemleri meydana getirip, ve bunların yeşilliklerini, yataklarını ve şerefli basamak ve mertebelerini hazırladıktan sonra, ilk devrede kendisinin mümessili halife olarak bakireyi nuzül ettirdi. Bundan dolayı Hak Teâlâ dünyada olan vaktimizi 7 bin sene olarak emir buyurdu. Bu müddet sonunda uyku ve uyanıklık arasında kalarak yokluğa mahkûm oluruz. Ve yolların birleştiği bir Berzaha geçmiş olur. Uçar ve hayali hakikatler diğer hakikatları yener, izzet ve devlet ruhlara geri döner, onun halifesi de o esnada 600 kanatlı bir kuş olur ve uçar. O sırada Ruhlara tabiî olan bir çok hayaletleri görmüş olursun, o esmada insan arzuladığı, bir şekil ve surete girebilir ki, Haşır günü kabirlerinden doğrulanlar ve Cennete şevkini bekleyenler, o minnettarlık çarşısını görür ve doğrularlar.

Adem Aleyhisselâmı kasd ederek bakınız dedim, Allah'ın Rahmeti üzerinire olsun Rahman olan Hak Teâlâ onu Cismanî olarak babaların ilkini yarattı, bizleri Müslümanlıkla isimlendiren şu görünen nura bakın! (yani ikinci pederi) kasd ederek, sağır ve dilsizleri beyaz ak saçlıları ihlasla avaz ederek iyi edene bakın! Kitapta da yazıldığı gibi, düşük bir paha ile satılan şu güzellik timsali nefis yakutuna bakın? Onun hulk ve sıfatı olanı göstererek şu kırmızı a i tına bakın dedim.

Sonra Faziletle konuşanları göstererek: Şu karanlıkta parıldayan sarı Yakuta bakın, dedim.

İşle kim ki bu ışıklara doğru yönelirse İlâhi gizliliklere varmış olurlar yeter ki bulunduğu mertebe ve dereceyi iyice anlamış ve kavramış olsun. O vakit öyle bir makam sahibi olur ki, şükranla Allah'a yönelir ve secdeye varmış olur. İşte o an Rab Merbubuna, Aşıkta Maşukuna kavuşmuş olur? Böylelikle sîzlere Sırlarımdan ve Hikâyelerimden daha bilgi verecek olursam, zaman ve imkân buna müsaade etmeyeceği gibi, halkında bu buluşları kavramayacağım, ve bilmeyeceği, cihetle bu kadarla iktifa ediyorum. Korkarım ki bu hikmetin manâsını anlamayanla, mevzu dışına çıkmış olmasınlar. Hak Teâlâ’ya hamdile hamd ve senadan sonra! Onu o yüceliklere eriştirene selât ve selâmım tam olsun.

Ey Allah'ın dostu ey akıl ve edep sahibi insan hikmet ve sır sahibi olan kişi, evinden ve dostlarından uzaklaşmak zorunda olsa dahi, orada olup bitenleri Gaybeti esnasında muhakkak bilir ve görür. Şu bilinmeli ki, Allah'ın dostu (Veli) görünüşte onlardan uzaktır, hakikatte O oradadır. Hakkında iyi veya kötü konuşanları bilir ve görür.

İşte bu Allah'ın dostu, Allah onu korusun 590 senci hicriye-sinde dost ve yakınlarından ayrılarak ilk sefere yani ilk yolculuğa çıkmıştı. Benim bu ayrılığıma kimse aldırmadı ve iltifat edilmedi. Benim maksatlarıma, düşüncelerime karşı bir hoşnutsuzluk uyanmıştı. Bunların başında benim bir dostum vardı, Allah'ın rızası üstüne olsun. Aleyhimde beyan olunan ve gaybetim de hakkımda serd edilen mülahaza ve mazeretleri sezince, hali zahir ve nassı şahit olarak, batını duygularımı benden alıp ona verdi. Çünkü ben o dostumdan ve ailesinden ve yakınlarından yolculuğumun sebebini gizlemiş bulunuyordum. Ve kendilerini bazan uyarıyordum. Bunlardan biri dahi kem güzle bana bakmaya Allah razı değildi. O dostumun bir gün meclisinde kulakları çınlamaya başlamıştı. Fakat Allah'ın bu dostu o meclisin baş köşesinde oturmasına Allah tarafından emr edildi. Bizim Esra kitabımıza şu şiirleri yazarak ve terennüm ederek tevdi ettim

 

Enâ el kur’anu velseb’i elmesani

Ve ruhu erruhu li erihi elevani

Fuadi inde mâlumi mukimun

Yüşahidehu ve inde kemmi lisâni

Efelâ tentezure bi tarafike nahve cemi

Ve idde an ettenaumi bilmaâni

Ve gussa fî bahri zate elzati tahassürün

Acaibe mâ tebedded lîl âyani

Ve esraren teraetu mübhimatun

Müsterretün bi ervahi el maani

Manâsı: Ben Furkanım ben Kuranım şey ruhu değil ruhun tâ kendisiyim Kalbim malumumda dilim sizlerde görünür malumumla kalbim mukim Cismime'yan gözle bakma sakın sayısız nimetlerle dolu bir manâyım Zatının zat ummamna dalarsan şayet görürsün acayipleri aşikâr Sana mübhem görünür bundakiler manâların ruhile dolu kapalı Esrar

Şuna yemin ederim ki, bu manzumeden henüz bir satır okumamıştım, bir an kendimi ölmüş gördüm. Okuduğumu duyuyordum. Söyleyen sanki ben değildim. Bu hikmetin İlâhi bir rızayı arzulamaktan başka bir gayesi yoktu. Bu güzide topluluk ve Ehlullah hakkında kanaat ve duygularım bundan ibaretti.

İleri bir makam sahibi ve önder olan Ebû Abdullah bin Mu-rabit bana zıt bazı düşünce ve duygularını ve benim işime müdahale hususunu, diğer ileri yaşta merhum olan Şeyh Cerrahın bulunduğu bir mecliste onun huzurunda alenen tartışmıştık.

Hattâ ondan ayrıldıktan sonra dahi, ona karşı daima minnettarlık hissettim. Onun meziyetlerini ve menkibelerini andım. Yüksek ahlâk ve edebini herkese anlatarak oyaladım. Ona karşı bu duygularımı dahi kalemimle yol boyunca kitaplarıma yazdım. Bir ay böylece bir çok şehirlerde onu düşünerek avundum.

Bütün bunlara o Allah'ın dostu vukufu olmuş ve kendi iç âleminde bunları görmüş ve bilmişti. Dostluğumun kıymet ve se-dakâtini ben göstermeden, evvel onda malûm olmuştu. İşte uzaktan uzağa olan mükaşefei kalbiyye ve rabıtamız, [Rabıta, Bağ veya bağlantı demektir] bir kaç sene sonra mahallinde buluşarak tahakkuk etmişti. Onunla ikâmetimiz tam dokuz ay bulmuştu. Bu esnada ikimizden her biri karşılıklı olarak anlaşıp anlaşamadığımız hususlarda birbirimizi boş görerek vaktimizi geçirdik. Benim bir dostum ve onunda bir dostu vardı. Her iki dostta vefakar sıdık sahibi idi. Arkadaşımın dostu bilgili her hususu kavramış akıllı bir şeyh olan ve yukarda ismi geçen Ebû Abdullah bin Murabit idi.

İzzeti nefs, mütevaizi, vakur, yüksek ahlâk meziyetine sahip şöhretli bir kişi idi. Hak Teâlânın daimi zikrinden boş kalmaz, bu zikir bazan gizli ve bazen aşikâr olurdu. Geceleri sabahlara kadar teşbih çeker ve Kuran okurdu. O bir Amel kahramanı, hak ve hukuk koruyan ulu bir kişi idi.

Benim dostum ise nur saçan öz bir ışık idi. Kendi aslen Ha-beşli isminde Abdullah Bedir Elhabeşiy Elyemeniy idi. Onda hiç bir şey gizli kalmaz ileri görüşlü, her hakkı bulup sahibine teslim eden, haksızı da durdurup başkasına tecâvüz ettirmeyen meziyetlere sahip makam sahibi bir kişi idi. Kırmızı altın gibi saf, sözü özü doğru, vaitlerine sadık Ulu bir şahsiyet idi. İşte bizler dört kişi olarak dört temel teşkil ediyorduk.

Bu buluşma ve tanışma ve sevişmeden sonra birbirimizden ayrıldık bunun sebebi benim Hacca niyet etmiş olmamdır. Bütün arzum Hac ve Umreyi yapıp Allah'a olan borcumu ödeyip tekrar dönüp o Ulu olan dostlarımın meclislerine katılmak, İlâhi aşk ve cezbeye kavuşmaktı. Bu suretle şehir ve köylerin anası olan Kudüs'ü şerife vardım. Mescidil/KucZiis’tebi Ömer camiî olup Peygamberimizin miraca çıktığı yer] Aksa'yi ziyaretim sırasında, Hak Teâlâ bana O Allah'ın dostu, Ulu Veliyi hatırlattı. Ona yeni bildiklerimden ve öğrendiklerimden haber vermeyi ve kazandığım ilim cevherinden bir hediye göndermeyi düşündüm. Ve yazabildiğim bu öksüz risaleyi, hakiki temiz ve su gibi berrak ve saf, olan ve eşsiz bir sofi olan sevgili dostum, zeki kardeşim, rıza cevheri sahibi oğlumuz Abdullah/Bız zat (Ebülganaim ibin ebil fütüh Elharani) nin azadlı kölesi] el bedir'e ithaf ettim.

îşte böylelikle bu saf ve berrak İlâhi sudan içip şerefli bir gayeye varmak, İlâhi kudret ve varlığının ruhaniyetine erişmek, sonsuz ve inhayetsiz Rabbani ilim denizlerine dalıp bir mücevher bulup çıkarmak gayesiyle, Haremi/Kâbe-i Muazzama’dır.] şerifi tavafım sırasında Murakabeye Dalıp bu risaleyi yazdım. Arifler için bir çok sırları çözecek kıymette olan ve yukarda zikr ettiğim dostuma hediye olan bu naçiz risalemin adını Mâlik ve müklten kinaye olarak Elfütuhatül Mekkiyye koydum...

Allahü Teâlâ Hak'dır, kolaylık ihsan eder kusurumuzu bağışlar. Sallâllahü Alâ Muhammedin ve Alâ Alihittahirin

PEYGAMBERİMİZİN HAKİMİYET HAKKINDA BİLGİ DEVRİ

Allah seni teyit etsin!

Ey ilmin talibi şunu bil ki! Cenab-ı lem-Yezel ve takaddes Hazretleri, cesetlerdeki mahsur olan ruhları, yerin devranına ve kendisinin ona bağışladığı, zamanın bitimine kadar o cesetlerde kalmak üzere yaratmıştır. Evvelâ zamanın hareketini halk edip ondan sonra tedbirli olan ve kendini bilir ruhu yaratmıştır. îşte bu Ruh Efendimiz Muhammed Sallallahü Aleyhi ve sellemin Ruhudur. Sonra bir çok ruhlar Feleğin hareket ve devranile sudur etmiştir. Bu ruhların Alemi gaypta mevcudiyetleri varolup, Alem şehâdette saklı olanlar idi. Hak Teâlâ Nübüvveti kendisine müjdeleyerek bildirdi. İnsanı da su ve çamurdan ol diyerek vücuda getirdi.

Artık Peygamber Efendimizin batını olan zamanı bitmiş, cis-manî mevcudiyeti ve Ruhi bağlantıları zamanın hükmüne ve akımına intikal etmiş, bu da zahiri bilinen cismine ve ismine tahavvül etmiştir. İşte Yüce Peygamberimiz böylelikle cismen ve ruhan zuhur etmiş kendi karar hükmü (diğer peygamberlerde olduğu gibi) kendinde gizli ve batını kalmıştır. Hepsine selât ve selâm olsun.

Fakat sonradan bu hüküm, onda batından zahire dönmüştür. Bu değişme ile bütün batını hükümler ve bu iki hüküm adının arasındaki anlaşmamazhk böylelikle zahiri hükümlere intikal etmiştir. Şeriatı getiren bir kişi ise sahibi de o demektir. Cenab-ı Peygamber: Ben bir peygamber idim buyurmuşlar. Ben insan idim, mevcudiyetim yoktu dememişlerdir. Peygamberlik Allah'ın emriyle getirilen şeriatla başlar öyle değil mi? Bu başka türlü olamaz! Ve kendileri bizlere diğer enbiyanın vücud bulmasından evvel vücud bulduğunu nübüvvetin esas sahibi olduğunu, diğerleri onun bu dünyada mebusları murek-kipleri olduklarını beyan etmiştir.

Yukarıda beyan ettiğimiz gibi yüce Peygamber hissen, cismen ve ruban zahiri ismiyle çıkıp, kendisiyle beraber getirdiği şeriattan Allah'ın emir ve isteğiyle değiştireceği kadarını değiştirdi. Geri kalanı kendi emirlerine bırakıldı.

Ben terk ve tebdil işi Ahkâmı Şeriyyeden olup usulden değildi. Onun terazi ile gelmesi adaleti, hulk ve tabiatının sıcak ve serin yani mülayim olması da ahiret hükmüne işaret idi. Fakat terazinin hareketi cennet ve Cehenneme girmenin bir ölçüsü ve işareti idi. îşte şimdi bu Ümmetteki ilim eskiden daha fazladır ve daha ileri gitmiştir? İlim daima ilerlemeli ve inkişaf etmelidir.

Çünkü Yüce Peygamberi Zişânımız ilmi daha evvelkilere ve hem de sonrakilere vermiştir. Bu bâbta çok şeyler söylemiştir. Hakikatte terazi ve adalet bizlere bu ilmi vermiştir. Velevki eski Alimler daha akıllı ve zeki olsalar dahi, şimdiki Alimlerin ilmi keşfi eskiden daha süratli olarak ilerlemektedir.

Bu Ümmetin bilginleri diğer milletlerin bilginlerini Terceme ederek kendi diline aktardığını görmüyor musunuz?.. Bu İlimleri terceme eden alimler olmasaydı demiş olsak, diğer milletlerin İleri ilim sonuçlarını nasıl öğrenebilirdik ve nasıl faydalanırdık?

Tercümanda bilgi ve nakil kabiliyeti olmasa! Nasıl milletlerin eserlerini terceme eder ve bizlere bu ilimlerden haber verir? Bu hususta Peygamberimiz şöyle buyurmuştur.

, - ,3 .i,

Fealimte ilme elevveline vehüm ellezine tükad-dimuhu sümme kâle vel aherine

Bu sözün sonundaki Aharin demek kendisinden sonra kıyamete kadar öğrenilecek ilimler olduğunu yukarıdaki haberile bize bildirdi. Peygamber Efendimizin bu sözü bizler için bir Şe-hadettir. Ve doğru bir isbattır. İşte yüce Efendimiz dünyada iken Hükmün ve îlmin Efendiliğini temsil ediyor ve bir yerinde şöyle diyorlardı: Şayet bugün Musa sağ olsaydı, benim tabiim olur peşimden gelirdi. Bu kelâmı peygamberden anlaşılan ve İsa'nın bizlere getirdiği hükümlerden anlaşıldığına göre o Dünyaya her yöniyle bir Efendi ve Hakim olarak gelmiştir. İşte böylelikle kıyamet gününde kendi şefaat kapısının açılmasına, ve çok insanların bundan faydalanmasına Allah'ın bu hakimiyeti ancak ve ancak yüce Peygamberimize verdiğini Öğrenmiş bulunuyoruz.

Bir Soru?

Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve sellem sair Enbiyaya ve Me-laikeye Şefaat edip, Onlara da Şefaat Hakkı Tanıdım? Cevabı ise Evet'dir. Melâike, Enbiya ve Mümin Kullarına bu Hakkı verdiğinden o Hakkı onarda kullanacaklardır. Mübarek Mevcudiyetinde Allah'ın iznile şefaatçıların öncüsü ve hem de Artıcısı olacak, İyilerle birlikte bir iyilik ve hayırda bulunmayan kindarları dahi ve ateşte yanmaya mahkûm olanları Ateşten çıkarıp şefaatma nail edecektir.

Bu öyle çizilen bir şeref Halkasıdır, başı onunla başlar, sonunda onun merhamet ile nihayet bulur.

Başlangıcı ona bağlı olup, sonunda onun yüceliği ve kemalile nihayetlenen hangi şeref dairesi bundan daha Azametli ve Şerefli olabilir.

Eşyayı Zatiyye onunla başlar onunla kemal bulur. Şefaatkâr bir Mümin kul için ne azametli şerefdir ki, kendisinin de şefaatçi olarak Peygamberimizin safında olmasıdır. Bundan daha büyük bir şeref payesi olur mu? İman sahibi olan, Allahü Tealâ ile peygamberler arasındadır.

İlim ise yaratılan mahluka aittir. Bunun büyük bir mevkii ve şerefi varsa da, bu derunî saadet İlâhi huzuru getirmez, Saadeti ebediyye ancak ve ancak tam imanla elde edilmiş olur. Bundan da şu hakikata varıyoruzki İnsanda İman nurunun mevkii, imansız İlim nurunun mevkiinden daha şereflidir. Eğer bir imanlıdan ilim çıkıyorsa, bu çıkan ilim ışığı, Alim olmayan bir müminden daha faziletli ve imtiyazlıdır. Cenabı Hakda kendi yönünde, müminlerden İlmi getiren Alimleri ilmi olmayan müminlerin üstünde tutar, onlara rütbe ve derece verir.

Burada Resulullah Sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz Esbabına: Dünya işlerinde sizler benden daha bilgilisiniz derdi. Yüce Allah ona Ümmeti hakkında öyle geniş bir anlayış ve İhata kudreti vermiştir ki, hiç bir felek Onun feleğinden daha geniş olamaz ve değildir.

Bu sebeple diğer milletler ve ümmetler Hakkında Tabiyyete göre malûmat ve vukufumuz olması icab eder. Allahü teâlâ ona vahyile bütün Semavatm emirlerini vermiştir ki, bu hiç bir kimseye verilmemiştir. İlk emir birinci kat semada olup Kur'an'da ne bir kelime ve ne de bir harf değiştirmiştir. Şeytan dahi tilavetinde eksik veya bir fazlalık yapamamıştır.

İşte bu ulviyyet ve ismettir ki Muhammed'in Şeriatı başka şeriatla değiştirilmesine imkân olmamıştır. Bunun istikrarını göklerde ve semalarda bilhassa ikinci semada olan bütün taifeler emri mahsusla şehadet ederler. İşte bundan

“Ya'lemülevvelîne ve'l-âhirîn.”

ilk bilenler ve son bilenler keyfiyeti meydana çıkar ki bu da rikkati kalbi, yumuşaklık ve mülayemeti doğurur. İşte bu sıfatla Muhammed (S.A.V.)'in ruhu bezenmiştir. Allah'da bundan dolayı müminlere karşı daima Rahimdir. Şayet Peygamberimizden bir kabalık görülmüş ise, oda mutlak emri İlâhiyle olmuştur.

Ona Hak Teâlâ şu emri verdi

“Câhidilküffâre ve'l-münâfikîne va'luz a'leyhim”

Manâsı: Ey Muhammedi Küffar ve münafıklarla cihad et Döğüş ve onlara karşı sert davran.

Kendi nefsine kızmak veya nefsini af ettirmek hususiyyeti insanda bulunmasına rağmen bunu yapmak Peygamberimizin tabına uymaydı. İşte bizim belirtmek istediğimiz ilâç budur. Acaba o hiddetin içinde hissetmediği ve duymadığı bir riza ve merhamet var mıdır? ve bu hiddeti riza ve merhamete çevirmez mi? İşte bu hal ve and öyle bir esrar ve ilahi gizlilikler var ki bunu ancak bizler ve bizlerden olan Allah'ın dostları bilir.

Bu yönden onun yüce Efendiliği alemlere hakim olmuştur. Ümmetinden olmayanlarda onun bu yönünü ve Hakikatleri iyice bildikleri halde tahrif ettikleri söylenir. Allahü teâlâ onları sapıklık ve ilim yoksunluğuna ve bizleri de onun zikri uluhi-yetini korumamızı emir buyururlar. Ve Kuranı keriminde der ki.

Kulların işitme, görme, konuşma, tutma (lemis) gibi hassa-lara sahip olması bu kitabın dünyada muhafaza edilmesine sebep olmuştur.

Bu ümmetten gayri ümmetler bunu tahrif ettiklerinden, emri mahsusu ile 3cü semadan vahiy ile gönderilen kılınç Mela-ikelerle birlikte muharebeye girmiştir. Bu 3'cü gök melaikeleri Bedir muharebesinde müslümanlar ve peygamberimizin sıralarında ve onlarla birlikte muharebeye girmişlerdir. Şayet bütün bu ayrı ayrı olan semalardaki olan ve biteni daha geniş ve açık anlatacak olursam, Rasat ilmile uğraşanlardan bazılarının nazarında bu anlatacaklarımın acaip görünüp inkâra gitmelerini önlemek ve doğru görüş ve insaf sahiplerinde hayret tereddütde olmamaları için açıklamamı bu kadarla yetiniyorum.

4'cü semada olan İlâhi vahyi memuru Peygamberimizden evvel gelen peygamberlerin şeriatlarını ve dinlerini ve daha evvel nazil olan kitapları, tüm ile şeriatı muhammediyeye (Dinleri ve kitaplarını dahil) tebdil ederek Allah'ın hükmünü yerine getirmiştir. Bunda da daha evvelki dinlerden hiç bir dinin Allah katında hükmünün kalmadığı anlaşılır. Baki kalacak tek din Hz. Muhammed'in dini ve şeriatıdır. Bunun güneşi de Hazreti Muhammed (S.A.V.)'dir.

“Elem terâ inne allahû atake sureten

Terâ külli melikin biha yetezebzebu

Bi ennike şemsün velmüluki kevkebün

İzâ talaât lemyebdi minhünne kevkebün”

Manâsı: Sana ol sureti veren Bari Hüdadır -sensiz görülen her Mülk bizlere ezadır Çünkü sen bir güneşsin mülkler yjıdız-sen doğunca o yıldızlar hepten kaçışır.

İşte Peygamberimizin ulaştığı basamak, işte onun getirdiği şeriatla diğer enbiyanın şeriatları, hepsine Allah'ın selâmı olsun. Gökte parıldayan ve ziyasını güneşten alan yıldızlar, gündüzler bizler için geceler ise elleriyle cizye veren zillete ve küçüklüğe razı olan kitap sahiplerinedir.

Daha evvel semaların birbirleriyle bağlantısını ve burada her birine düşen vazifeyi öğretmiş ve anlatmıştık. Bunlardan emri vahy ile Hazreti Muhammede bağlı olan 5'ci semadan bahs edeceği?,. Burada kadınları sevmek emrini vermiştir ki, hiç bir peygambere böyle bir paye katiyyen verilmemiştir. Yukarda açıkladığımız gibi O Allah yönünden bir Elçi ve insan olarak da su ve çamurdan yaratılmıştı. O kendisini ancak Allah'ına bağlamış ve adamıştı. Allah ile meşguliyeti o kadar çok idi ki, başka şeylere bakmak fırsatını bulamazdı. O sırf Ab lah'm emir ve telâkkilerini almak, edebini muhafazadan başka bir şey düşünmezdi. Bu sebeple Allah ona kadın muhabbetini emretti. O da bu emri İlâhiye imtisalen kadınları sevdi. O bütün kadınları severdi sebebi Allahü Teâlâ bütün kadınlara onu sevdirmişti.

Müslimin ihraç ettiği sahihindeki iman kapılarındaki yazıda: Adamın biri Resulü ekreme gelerek «Ya Resulullah ben güzel ayakkabı ve elbiseye meraklıyım ve bunları severim» deyince, (Resulullah da: Allah güzeldir, güzelleri sever buyurdular.

İşte bu beşinci gökün vahyi de iyiyi ve güzeli sevmektir, işte nikâhta onun sünnetidir. Uzlet, inziva ve ruhbaniyyet sünnet-i şerifeye girmez ve şeriatı Muhammediyeye aykırıdır.

O Nikâhı kendisine emanet edilen bir sırrı İlâhi olarak getirmiştir, Beşinci semadaki emrü Vahyi ise: Kendisine buradan nüzul eden, kelime ve mânâ itibariyle inen bütün kitaplardan daha belagatli, taklidi imkânsız olan, Kur'an'ı azimüşşandır. Ondan evvel gelen hiç bir peygambere böylesi verilmemiştir. Kendileri şöyle buyuruyorlar: Bana Cenabı Hakdan altı şey ve-rilmişdir ki benden evvel hiç bir Peygambere bunlar verilmemiştir. Bütün bunlardan şunu anlıyoruz ki: Her Sema katının Mahlukat ve dünyamız yararına tatbik edilecek yönleri vardır. Sonuç olarak Allah'ın dördüncü semadaki vahy buyuruş ile o yalnız başına bütün beşerriyeti hidayet yoluna getirmek için gönderildi. Onun muzafferiyeti üçüncü gök katından beslendi.

Hak tealâ, ganaimden helâl kıldıklarım ve dünyamızı da yüce elçisine temiz bir mescid olarak yapılıp verilmesini ikinci gök emrü vahyine vermiştir. Yedinci gök emrü vahy İlâhisiyle kendisine verilen, ve bütün kemaliyle görünen dünyamız semasıdır ki, her şey onunla tamamlanarak, şeriatlar'da bununla kemal bulup kendisinin de son peygamber olarak gelmesidir. Bu misallerle diyebiliriz ki O, toplumun şeref tacı olmuştur.

Meselâ: Onun doğumunda Hak teâlâ bu yedi kat gökte neler olduğunu bize hatırlatmıştır. O daima sene ve ay gibi zamanı ayırmamış, vakte seman demiştir. Bunun anlamı da ölçek (Mizan) ve tartıdır. Çünkü zaman ile mizanı inceleyecek olursak bu kelimedeki mizanın Y harfini Z harfi takip ettiğini görürüz. Z sayısını da zaman içinde hafifletmişdir ki, bunun içinde Z de gunneli bir harf vardır ki, bu da ilk önce zamanın mizanın içinde bulunması ve yer alması, ruhani adaletin vücut bulması de-

mektir. Bu da Peygamberimizin İsmi batım devresi veya zamanıdır. Çünkü kendileri şöyle buyururlar: Ben bir Peygamberdim, insan olarak da su ve çamur arasında idim.

İşte böylelikle zaman devresi işlemiş aradan 78 bin sene bitmiş, ikinci zaman devresi başlamıştı ki buna da ismi Zahir devresi deriz. Bunda kendisi zuhur ederek şeriatı, kinaye olarak değil bütün sarahat ve tam bir açıklıkla meydana çıkmıştır.

Artık burada Cenabı Hak, hükmünü ahirete bağlayarak der ki: Ben bu tartıları kıstas olarak kıyamete bıraktım.

 

“Ve nadau'lmevâzînelkısta liyevmil kıyameti”

Ve bizlere hitap ederek:

“Ve akîmülvezne bilkısti velâ tühsiru'l-mîzâne”

İşte yine bizlere:

 

“Vessemâerefea'ha ve veda'almîzâne”

Mizan demek: Her semaya emr olunan vahy İlâhinin, aramızdaki her şeyin muayyen bir müddet içinde emr olunan hu-susatm ve olacakların neticeleridir.

Hak Teâlâ, (Mizan)’ı alemler için muayyen bir yere asmıştır, (O yeri yalnız O bilir).« Herşeyde ölçü ve tartı vardır. Bunlar manevî ve hissi tartılardır. Bu iki ölçek hiç bir şekilde hata etmez, eksik veya fazla tartmazlar. Kusur ve hatadan temizdirler. Söze, Sanata, düşünceye de, mânâya da terazi girmiştir. Meselâ: Bazı ecramı semaviyye ve bazı cisimlerin mevcudiyeti ve bunların mizan hükmünün yanında taşıdıkları mânâlar, terazinin ilahi vezin olan zamandan evvel mevcudiyeti, İlâhi adaletin görünmesidir ki:

“ Lâ ilâhe illâ hüve”

Bu teraziden de isimlendirilen (Akrep-Elkavs-Elcedi-ed-delu vel hüt-vel Hamel-vessevr-vel Cevza-vesseratan-vel Esed-vessünbüle) dir ki, bunlarla terazinin yani mizanın zaman devresi nihayet bulmuştur.

Terazinin ikinci zeman devresinde Peygamberimiz zuhur etmiştir ki, zemanın her kısmından bir kısmında onun hükmü vardır. İşte yukarda sayılı oniki ad (Terazi-Mizan ile birlikte) Allah'ın var ettiği Melaike adlarıdır. Bunların ayrı ayrı görevleri, yetkileri, ve mertebeleri vardır. Hak tealânm çevresinde o sonsuz boşlukta görevlerini yaparlar. Dünyamız ise bunlardan ayırt edilmiştir. Bununda bir hikmet ve sebebi vardır.

İşte Muhammed Aleyhisselâtü vesselam'm ruhaniyetidir ki, zemanın her devresinde ve hareketinde, İlâhi emre istinaden cismaniyetinin zuhuruna kadar O'nun yüksek ve beğenilir bir sıfat ve ahlâkla gelmesiyle, Allah katında nekadar sevildiğine ve itibar gördüğüne bir delilidir. Hak tealâ, O'na şöyle sesleniyor:

“Ve inneke lealâ hulukin a'zîmin”

Manâsı: O daima sert değil, tatlı, gülümser bir yüze ve yumuşak bir ahlâka sahipti. Bu bakımından Şeriatlar insanların hangi ahlâkla bezeneceklerini göstermek amaciyle gönderil-iniştir. Buna misal olarak en başta, Ana ve Babayı ele alarak, bizlere sesleniyor.

“Ve lâ tekul lehümâ üffin.”

Manâsı: Kavli şerifile insan ahlâk ve mizacına yakışıp yakışmayacak yönlerle, menettiği yani yasakladığı mizacı anlatmak istiyor.

Ve yine Hak Teâlâ:

“Üffin leküm velimâ ta'büdûne min dûnillâhi felâ tehâfûhüm.”

Kavl-i Kerimiyle de Uffen [Sözü kesmek, «yazıklar olsun, of yeter artık!» gibi] kelimesinin korkmadan, nerede ve ne zaman kullanılacağını bizlere açıklamaktadır. (Bunu daha önce yasaklamıştı ).

Ve yine Hak Teâlâ şöyle buyurdu: Hâfûnî— yani benden korkun ve çekinin. Burada da insanlara bu sıfat ve hulkla, nerede bezeneceklerini ve ne sebeple korkacaklarını anlatmıştır.

Keşif ehli olup, ilimle uğraşanlar hakiki alimlerdir. Bizlerin canlı, cansız, taş ve bitki gibi isim verdiğimiz şeylerinde ruhları vardır. Bunlar bizler gibi duyar ve hisseder. Bunları ancak keşif ehli görür ve bilir. Bankaları bunları hissetmez, ve görmez.

Keşif ehline göre, bu cansızlar ve canlıların tümü, birer konuşkan yaratıktır ve canlıdır. İşte bu yaratıklardan özel bir mizaca, şekle, hulk ve sıfat sahibi olan ve konuşan bu canlı yaratığa insan denmiştir. Bu sebeple yaratıklar arasındaki farklar ve mümeyyiz vasıflar mizaca göre ayrıldı. Bizler yani gizli keşif sahipleri, başkalarının görmediği ancak bizlerin görmüş olduğu gizli keşifleri, inancımıza ilâve ettik. Yukarıda belirttiğimiz canlı ve cansızların taş ve bitkinin, Hak Teâlâyı bildiğimiz dille zikr ettiğini gördük ve kulaklarımızla işittik. Bunlar arifler gibi, Hak Tealâya seslendiklerini duyduk.

Bu ciheti her insan aklı idrak edemez ve bilemez. Cenabı Allah’ın halk ettiği her nesne, sıfata ne olursa olsun, âlemlerden bir âlemdir. Bir kez hayvanlara bakalım: Hayvanlarda bazı vasıflar vardır ki, bunlar insanların bilginlerini dahi şaşırtır. Bir otlakta otlayan hayvanlar, ayni renk yeşilliklerin içinden kendine yararlı olanlarını seçer ve yer, kendine zarar vereceklerden uzaklaşır. Bu hal onların fıtratından ve yaratılışlarının sıfatlarından ileri gelmektedir. İşte bu saydığımız canlı ve cansız yaratıkların zikrini ve konuşmasını, Hak Teâlâ kullarından gizlemiş ancak keşif ehline bu yönü açık tutmuştur. Onlar her an ve saatta, bir ehli keşif ile konuşmaktadırlar. İşte bu bir esrarı İlâhiyyedir.

Yüce Peygamberimiz bu keşiflerin tümüne ve tamamına sahiptir. Onun gördüklerini bizler dahi göremez ve keşf edemeyiz. Onun amel etmek üzere verdiği emirleri ehlullah, doğru ve yerinde bulmuşlardır. Bir yerinde der ki: Şayet konuşmalarınızdaki fazlalık ve kalplerinizdeki eksiklik olmasaydı, gördüklerinizi görmeyecek, duyduklarınızı duyamayacaktım.

İşte bu yüksek ahlâk ve sıfatlar hayatı boyunca ona rehber olmuş, iğlerinde, düşüncelerinde ve ibâdetlerinde kemal derecesine varmıştır.

Bu yüce varlığı ile şahsında rabbâniyeti iddia ve his etmemiş olduğu için, şahsi hakimiyetini kurmuş, şeref ve mevkiini . muhafaza etmiştir. Zevcesi hazreti Aişe: Resûlullah bütün vakitlerini, Allah’ın zikriyle geçirirdi, demiştir. Evet Ondan bizle-re çok miraslar kaldı, bunlarda insanın Batını Alemine mahsustur. Bunun böyle bilinmesi lâzımdır. Cenabı Allah, hakkı söyler ve doğru yolu gösterir...

ARŞ VE ARŞIN TAŞIYICILARI HAKKINDA BİLGİLER

Arap dilinde arş kelimesinden murat (Mülk) dür. Ayrıca karyola ve hususî bir beşik mânâsmada gelir. Arş bir mülk ise, onu koruyan sahibidir.Bu sahibi yabancıdan olmaz, kendilerinden olur ve o mülke tahakkümederek, idare eder.

Şayet Arşa, karyola veya beşik dersek, bunlar muntazam köşeli olup, omuz arasında ellerde tutarak taşıyan memurları olması icab eder. Bu Taşıyıcıların kadrosu ve sayısı vardır. Yüce Peygamberimiz arşı taşıyanların dünya hükmünde 4, kıyamette ise 8 olduğunu haber vermiştir. Bu hususta diyorlarki: Rab-binizin Arşını üzerlerinde taşıyanlar sekizdir. Bunuda sonradan şu şekilde izah etmiştir: Bugün için dünyada 4 hamili vardır. Onun daha evvel 8 demesi de ahiret gününde taşıyıcılarının sayısının sekiz olacağı anlamına gelir. Tarikat ve büyük keşif ehli esbabından, İbni Meserret el cebeli’den rivayet olunur-ki : Taşman arşdan murad ve mana (Mülktür. Bu da (Cisim, Ruh, Gıda, Mertebe) içinde münhasırdır.

Adem ile İsrafil şekil ve suretlere-Cebrail ile Muhammed, ruhlara-Mikail ile İbrahim, erzak ve gıdaya-Malik ve Rıdvan ise, vait mertebelere memurdur. İşte hakikat, bu zikr ettiğimiz gibidir.

Gıdalar demiştik, bunun anlamı; duygu yani his, bu da manevi erzaktır. Şimdi bu bapta zikr etmek istediğimiz yegâne Arş, mânâsının mülk oluşudur ki bunun taşıyıcılarınmda, kendi arzu ve tedbirlerde bu işi yaptıklarıdır. Bu tedbirler iki türlüdür: Unsurî-veya nurî bir suretle akıl edilir ve düşünülür. Bunuda tedbirli, basiretli ruhî ışık olarak düşünüp ve canladır-mak lazımdır. Gıdalanmak unsurî bir şekilde olur. İlim ve marifet ise ruhidir. His ve Mertebeler ise Cennete girme Saadeti-le-Cehenneme girme felâketidir.

Ruhi ve îlmi Mertebeler, dört temel ve esas üzerine kurulmuştur. Bunlardan: Birinci mesele Suret, ikinci mesele Ruh, üçüncü mesele Gıda, dördüncü mesele ise, Makam ve merte-be’dir ki, hedefimiz de budur. Her mesele iki kısma ayrılır Bunların toplamı sekizdir. Bunlarda Hameletül Arş dediğimiz mülkün taşıyıcılarıdır. Bunların sekizi birden zuhur edecek olursa, Mülk doğrulup kalkacak. Bu mülkün melikide (hakimi) kalkıp, yükselerek, arşın üzerine çıkıp, oturacak demektir.

Birinci mesele de iki kısımdır: 1- Cismi şekil ve surettir. Bunun tazammum ettiği manada hayali bir ceset şeklidir. 2- Cismi ve miri şekil ve surettir.

Biz burada Cismi Nuriyi ele alalım! Diye bilirizki Cenab-ı lem yezel ve takaddes hazretleri, ilk olarak kendisinin emirlerini ifa edecek hüsün ve cemal sahibi Meleki, cisimlerin ruhlarını yaratmıştır. îlk olarak, bu meleklerden (Birinci akıl ve nefsin tamamı)nı halk etmiştir. Böylelikle Allahın nurundan yaratılmış olan ecsamı nuriyyedirki, onda nihayet bulur.

İşte yukarda açıkladığımız melâikelerden sonra, halk edilen Melâikeler ki, onlar hangi kainat ve eflakte yaratıldı iseler, o feleğin hüküm, tabiat, ve hakimiyetindedirler. Ve o feleğin-cins ve terkibinden yaratılmışlardır. Ve onun düzeni ile vazifelidir. Mesela bunlardan Unsurlar Melâikesi, kulların amel ve nefeslerinden halk olan en son çeşit melâikelerdir. Bunları da sizle-re kısım kısım anlatalım! Allahü Teâlâ ciheti-ve yönü olmayan, Zaman içinde halk edeceği şeyleri halk etmeden Önce, altı boş, üstü boş, sonsuz bir ummanda gizli idi. Onun ilk görünüşünde, onda Zatının İlâhî nuru yükseldi, kitabında dediği gibi.

“Allâhü nurüssemâvâti.”

Manası: Allah, Semavatm ve dünyamızm nurudur. Bu gizlilik, karanlıktan nura boyanınca, ilk olarak tabii cisimlerin ve bütün alemlerin fevkinde bulunacak ve yukarıda anlattığımız Hak tealanm emirlerine amade, sâdık zerafet-incelik, güzellik sahibi sekiz Melâikeyi yarattı, İlâhi arştan ve bunlardan daha ileri ne bir arş ve ne de bir Melâike vardır. Bunları vücûda getirip onlara göründü. Bu görünüşten onlarda gaybet hasıl oldu. İşte bu gaybet onlara ruh oldu. Cenabı Allah’ın güzelliği karşısında kendilerinden geçip bayılıp kaldılar ve uyanamadılar. Vaktaki, Hak Teâlâ yazı ve çizgi Alemini yaratmak istediğinde, kendisine yakın olan melâikelerden birini bu işle vazifelendirdi. (Ehnelâiketül/AZZaA’a yakın melâike - gam ve sakıntı mânasına gelir.] elkerubiyyin.) İşte bu melek, nurdan yaratılan ilk melektir. Bunun adını da Akıl ve kalem koymuşdurki, öğretmek için neye lüzum varsa ve ne yapacaksa, kendinde o kudreti bulur ve zatında ilim hâzineleri bulunan bir melektir.

Hak Teâlânm İlâhi isimlerinden ve Alemi halkı yi çıkarmak için bu akıl meleğinden diğer bir şey vücûda getirdi. Buna da Levha ismini verdi ve kaleme bu levhaya sarkmasını ve kıyamete kadar olacakların, bu levhaya yazılması emir edildi. Ve bu kaleme 360 sene yaş verdi. Tekevvünü yani oluşu bakımından akıl olduğu için ona, 360 incelikle tece\\i[Doğması - görünme - belli olma - gizlilikten çıkma] ettirmiştir. Her tecelli ve incelik, 360 çeşit icmali ilimlerden nasibini alır, doldurur ve tamamlar. Mezkur levhaya açıklığı ile yazar. İşte kalem mahfuz levhaya, bu yazıyı emanet ederki, bunun manası ilmin kıyamete kadar korunacağıdır.

Dünyadaki ilimlerden biri de, tabiat ilmidirki, Hak tealanm arzuladığı ve yaratmak istediği bu levhaya yazdığı ilk ilimdir. Bu tabiat ilmi, nefsimizdirki bunun temamı nur alemindedir. Sonra Hak teala, koyu karanlık olan zulmeti, bu nura karşı zıt olarak yaratmıştır. Buda Aâerai[Kat’i yokluk] mutlakm, vücû-âvı[Kati varlık ve var olmak] mutlaka işaretidir.

Bu karanlığı yarattıktan sonra, tabiatın yardımı ve zati tavsiye ile nuru zulmete ısmarladı. İşte bu nur, bu'karanlığı aydınlatınca, bundan arş tabir ettiğimiz cisim zuhur ederek, İsmi Rahman-İsmi Zahir ile görünerek, çıkıp arşa kuruldu. Bu key-fiyyet, halk (yaratılış) aleminin ilk görüntüsüdür. Bundanda imtizaçlı nuru yarattı. Meselâ, arşın etrafını çevreleyen melâ-ikenin Seher vakti nuru gibi, bir vakitte Kukanda yazılı ayette olduğu gibi.

 

“Ve terelmelâikete hâffîne min havlil ar'şi yüsebbihû-ne bihamdi Rabbihim”

İşte bu melâikelerin görevleri, arşın çevresinde dönerek, kalblerini zikir ve tahnıit etmekten ibarettir.

Biz âlemin yaratılışını (Akliyetül Müstevfez) yani korkanın ilticagahı adlı kitabımızda açıklamıştık. Bu kitabımızın bir kaç yerini inceleyelim. Oradada anlattığımız gibi yaratılan bu arşın bağrında Kürsüyi Muallayı vücûda getirerek, kendi hulku ve tab’ma göre melâike yarattı. Nasılki ademi topraktan yaratıp, arzımızı ona ve çocuklarına imar ettirdiği gibi, yaratılan her felek ve alem kendi bünyesinde ve terkibinden var olarak kendine bir düzen vermiştir.

Bu kudsi kürside, Kelime; haber ve hüküm olarak ikiye bölünmüştür. Allahın arştan sarkan iki kademi (ayak) olduğunu, gerek Kur’an-ı kerim ve gerekse Peygamberimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz bizlere bildirmiştir. Sonradan kürsüyi muallamn bağrındaki boşlukta, alemler içinde alemler yarattı. Her bir alemin imarı ve işlerinin görülebilmesi için, O alemde Melâike denilen elçiler var etti. Bu alemlerin göğünü, diğer gezegenlerle süsleyip, emirlerinin yapılmasını istedi. Ve yaratılacakların suretlerinin halk olunmasını buyurdu.

Hak teâla cansız ve ruhsuz olarak gıyaben vücuda getirdiği, bu nur ve unsuri şekilleri tamamadıktan sonra, her çeşit unsurda şekli bir tekevvünfTe/?eıwiirı, vücut bulma] vücut buldu ki, bu unsurlarda tecelli eden şekillerin ruhlarıdır. Azze ve cel burada ruhları halk edip suretin emrine vermiştir. Bunu Ayrıntılı yapmayıp bir tutmuştur. Yalnız bazılarını diğerlerinden ayırmış ve üstün tutmuştur. Buda suretin oluşuna göre olmuştur. Hakikatte bu suretler, ruhlarla kaynaşmazlar kendilerini büyümserler, halbuki bunlar ruhların mülküdür. Tasarruf ve hakimiyyet ruhdadır.

Bundan sonra Hak teala, güzel ve ince şekillerle hayali ce-sedleri vücuda getirdi. Bu sureti ceseddiyyede aşikar görünen nur şekillerde, ateş şekillerini meydana çıkardı. Bu sureti ce-sediyyede (Uyku hali, ölüm hali, bais) halinde manevî şekil ve suretlerin, hissi şekiller tarafından yüklenildiğini görürüz. İşte bu intikal ve geçiş bir berzah dır. Bu geçit nurdandır. Üstü geniş ve altı dardır. Üst kısmı sema, alt kısmı yerimizdir. Cesedi suretlerde, insanın batınında melâikelerin ve cinnilerin ve cennet çarşısının göründüğü yerler, sureti şekli olarak uyku esnasında görülür.

Sözümüzün başlangıcında dediğimiz gibi hakikatta bu görüşler dünyamıza imar eder ve yeniler?

Üçüncü mesele olarak; Hak teala bu suret ve ruhlara, erzak ve gıda hazırladı, bununla bekalarını temin etti. Buda, hissi Rızık ve Manevi Rızık olarak ikidir. Manevi Rızık, hallerin tecellisi ve ilimle gıdalanmaktır. Hissi Rızık ise bu bellidir. Ruhani manalardan olan yiyecek ve içecek şekilleridir. Bunun neticesinde de Kuvvettir yani bu bir gıdadır... Hissi şekillerde dediğimiz gibi gıda almak umumiyetle manevidir.

Sureti Nuriyye, Sureti Hayvaniyye, veya sureti cesediyye bunlardan hangisi olursa olsun, kendi gıdasını münasip bir şekilde alır ve beslenir. Bunun açıklanması, incelenmesi uzun olacağından sarfı nazar ediyoruz. Şu bilinsinki Hak teala her yarattığı alemde, Saadet ve Bedbahtlık (şekavet) m yer ve basamağını tesbit etmiştir. Bunun tafsilatı geniştir. Saadette yerine göredir. Bunlardan Saadeti Garadıyye yani İş Bahtiyarlığı ve diğerleri Saadeti Kemaliyye-Saadeti Mülaime- Saadeti Va-ziyyedirki yani seri saadettir. Bedbahtlık da, saadette olduğu gibidir. Yani zıddı ve aksileridir. Şekavet veya Bedbahtlık ne iş, ne de kemal ve ne de mizaca ve ne de şeriatla imtizaç edip anlaşamaz, bunların hepsi his edilir ve düşünülür.

Bunlardan, his edilenler, bedbahtlık meskeni olan dünya ve ahiret iztıraplarından duyulan üzüntülerle, bahtiyarlık evi olan dünya ve ahiret lezzetlerinden duyulanlardır. Burada bu iki lezzet, temiz olarak birbirile imtizaç etmişlerdir. Bu temizlik ve haslık ahiret eviyle alakalıdır. Ve imtizaçlı olanlar ise dünya eviyle alakalı olanlardır. Bu hükümle bahtiyar olanlar, bedbaht görünürler. Bedbahtlar da, bahtiyarlar suretinde çıkarlar. Bu suretle, bunların arasındaki fark, ahirette anlaşılır. Şekavet, dünyada bedbahtlığiyle görülürki, ahiret bedbahtlığına kendini bağlamış olur. Burada, bahtiyarda ayni iz üzerindedir. Fakat bunlar Mechulatdadır ve bilinmezler, öteki dünyada farkları anlaşılacaktır. Ayeti celilede

“Vemtâzül yevme eyyühel mücrimûne”

işte burada mertebe ve dereceler, sahiplerine göre tesbit edilecek, demektir.. İşte izahımızla koruyucu ve taşıyıcı melâikele-rin 8 olduğunu, bu da arş tabirini ve ismini teşkil eden melâ-ikeler olduğunu öğrenmiş oluruz. Bu makamda Hak tealanm sıfatı şunlardır : 1- Hayat ?— ilim 3- Kudret 4— İrade 5- Kelam 6- İşitme 7- Görme 8- İdrakdirki bu yenileni, Koklanılan Lemsi kendi sıfatı zatiyyesine göre idrak etmesidir. Bü idrakin işitilecek hususta işitilmesiyle, görülecek hususta görülmesiyle alakası vardır. İşte böylelikle bu arşı teşkil eden Melekler 8 hususta birleşmiş ve arşı vücuda getirmişlerdir. Bunlardan dünyada zahir olanlar ve bilinenler 4’dür. Kıyamette ise 8’i toplu olarak görünürler. Kavli keriminde de

“Ve yahmilu arşe rabbike fevkahüm yevmeizin se-mâniyetün”

buyururlar. Peygamberimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, Onlar bu gün için 4’dür. Bu arşın melâike cephesinden tefsiridir, fakat beşik, veya karyola olan arş içinde: Allahü te-alanm melâikeleri vardırki, onu göğüsleri ve omuzları üzerinde taşırlar, bunlar bugün için 4, yarın için 8 dir, buyurmuşlardır. İbin Meserret’in kavline göre, bu dört hâmelei arştan biri, İnsan, biri Aslan, üçüncüsü Kartal, dördüncüsü Öküz, şekliyle görülür ve şekillenir. İşte Essamiri, bunu böyle görüp onu, Musa’nın Allahı olarak tanıyıp, kendi kavmine bu inek yavrusunu göstererek: İşte bu gördüğünüz sizlerin ve Musa’nın İlâhıdır demiştir. Hikâye bunu böylece anlatır. Hak Teala ise, doğruyu gösterir....

 

ENBİYANIN SIRLARI HAKKINDA BİLGİ

Yukardaki başlıktan kasdım, veli olan enbiya hakkındadır. Tekâmül etmiş milleterin kutupları, Adem Aleyhisselâmdan, son Peygamber Hz. Muhammed (Sallallahü aleyhi ve selleme) kadar gelenlerden hiç birinin ölmediğine göre acaba meskenleri nerededir?

Enbiyanın evliyası birbirlerinin (Varisleridir

Bunları gönderip ilgilenen, ta kendisidir

Dururlar önünde Onun, dehşetle, titreyerek

Bir sır kapmak, onların bir tek gayesidir

Sonra ihsan olunur, onlara Allah tarafından

Hulkune zerk edilmiş olan, ta Makesidir

Şükür olsun, onu izzeti ikbal ile gönderene

Ona kalbiyle şükürde bulunan tâbileridir

O kutupların Meskeni, nerede hangi diyarlarda

Bunu bilen, ancak Onların Sır varisleridir.

Allah seni teyit etsin!

Şunu bil ki: Peygamberimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) e gelen Melek yüce Allah’ın emri vahyile gelmiştir. Bu vahyi İlâhi, şeriatı kendi nefsinde toplar. Şayet Peygamberden başkası gönderilmiş ise, O bir elçidir, yani resuldür. Bu suretle, bu melek ona iki türlü gelir ve sokulur. Birincisi vaziyyet-i ahvale göre, ya kalbine Bizar veya iner. İkincisi kendi izniyle cesedi surete gelir. Söyleyeceğini yani evamir-i İlâhiyyeyi, gözüne görünerek veya kulağına söyleyerek tebliğ eder. O da, onu görür, işidir ve his eder. Bu kapı ve bu keyfiyet, yüce Peygamberimizle son bulup kapanmıştır.

Hak Teala, hiç bir zaman şeriatı Muhammediyeden başka bir şeriatla, kendine ibadeti istemez ve kabul etmez?

İsa Aleyhisselam dahi, dünyaya dönüp hükm etmeye gelse, ancak şeriatı Muhammediye ile hüküm edebilir. Artık O velilerin hatimidir. Yani sonudur. Peygamber efendimizin şeref payelerinden biri de, kendi ümmetinin Allah tarafından velayetinin sona ermesidir. Kıyamet günü, haşır esnasında, Peygamberlerle bir peygamber olarak, evliyalar ile bir evliya ilarak, İlyas peygamberle birlikte haşre katılacaktır. Selat selamımız onlara olsun.

Fakat bu Ümmetten olan evliya Enbiyasının durumu ise: Hak teala her şahsı kendi tecelliyatmdan bir tecelli [Görün inek -Aşikâr olmak] ile getirir. Bunları da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin ve Cebrail aleyhisselamm yardım ve desteğine kavuşturur. Bu ruhani yardım ve destek, o kimsede arzulanan peygamber tarafından bildirilen ve doğruluğunda şüphe olmayan ahkamın hitabını duyurur. Bu hitabın Ümmeti Muhammediyye hakkında nelerle yüklü olduğunu bilmiş olur. Bu emir ve tebligat kesilince o vakit veli olan zat, bu ruhani-yetle kendine duyurulan bu sesle bildirilen ve doğruluğunda hiç bir şüphe ve tereddüt olmayan ve kalbiylede tasdik ettiği bu Peygamberin hükümlerini alıp, onun üzerine amel ederek, Allahını memnun etmiş olur.

Böylelikle ruhu Muhammed ile veli arasında bir irtibat veya bağ kurulmuş olur. Bazı nakil edilen hadislerin şüpheli ve eksik olması sebebiyle Veli, bunu amel etmekten vaz geçer ve red eder.

Veli bir hadisden tereddüdü varsa, bu hadisi yazanla, manen ve ruhan buluşur ve tartışır ve daha katiyyete ve doğru bir neticeye varmak için, Peygamberin ruhundan bunu sorar ve öğrenir. (Nasıl ki günün birinde Peygamberimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) bir meclisde sahabeyle toplu olarak otururlarken Peygamberimizle Cebrail Aleyhisselâmm İslâm, İman, İhsan hakkında konuştuklarını ve birbirlerini tasdik ettiklerini işittikleri gibi).

Eğer Veli, bu hadisi kendisi gibi, yumuşak ve pak bir mu-haddisin[Hadisleri nakl veya hikâye eden kişi] ruhaniyetinden duyar ve işidirse, bunu tıpkı Peygamber efendimizin ağzından işitmiş gibi sayar, artık bu hadisin doğruluğunda şüphesi kalmamış olur.

Belkide nakil edilen hadis, nakiller tarafından doğru söylenmiş hissini verir. îşte bunu keşf eden kâşif (Veli), bu ciheti muayene eder ve Peygamber Efendimizden bu hadisin doğruluğunu sorar. Alman cevap, ya inkar veya tasdiktir. Alman cevap inkar ise Ben böyle bir şey söylemedim, bununla bir hüküm yürütmedim buyurulur. İşte bunun üzerine veli, o hadisi terke-der ve onun üzerinde amel etmez. Velevki bu hadisleri nakil edenler ve bunun doğruluğuna inananlar bununla amel etmiş olsalar dahi, ol veli tarafından bu mükaşefeden sonra bu hadisle artık amel edilmez. Bu hususta Allahın da kat’î beyanı vardır.

Sahih-i Müslim ismindeki kitabında şöyle anlatır: Veli veya mükaşif bazı kimselerce doğruluğuna inanılan bir hadisin, doğruluk derecesini muhakkak bilir. Ruhani bir mazhariyyetle bu hadisin doğruluğu kendisine, bunu nakil eden şahsın sureti ismiyle birlikte bildirilir ve gösterilir, işte bu gibiler enbiyanın evliyasıdır. Bunların ayrı ayrı şeriatları yoktur. Bu şeriatdede fazla bir söz hakları yoktur. Ancak bunu anlatıp, Muhammedin şeriatı olduğunu bildirirler. Bu şeriatın sahibini şahit gösterirler.

İnsanların uykuda idrak edemediği hususları, veliler bir Ya-kaza/77yZm ile uyanıklık arasındaki hal veya dalgınlık] anında Peygamberle buluşup, o hususu idrak edebilirler, işte bu paye ve makam, bu yolda yürüyen evliyalar için tesbit edilmiştir. Allahtan başka hiç bir kimseden yardım görmeyen, hiç bir hocadan faydalanmadan, kendi kabiliyyet ve himmetleriyle çalışıp, doğruluk ve bilhassa ilmi elde eden ve kendilerini insanlık me-ziyyetleriyle süslemiş olanlar, bu makama sahip olmuşlardır.

Bu ilimlerden bir ilimde (bitki ve yeşillik) ilmidir. Allahü te-ala bu ilmi bu şeriatta kendisine Muhammed (Sallallahü aleyhi ve sellem) diliyle ibâdet edilmesi için getirmiştir. Bunların aracıları fakihler ve yazı ve çizgi alimleridir. Bu ilimler Ledün-ni[İndı - kendi tarafını iltizam eden] ilimleridir. Bu ümmetin Peygamberlerinden çıkan ilimler olmadığı gibi, Peygamberlerin varisi olan evliyalarında ilmi değildir. Bu ilim İndi dir ve insan şahsiyetile alakası vardır.

Bunlarla varılan netice şudurki, bütün topluluklar Allaha tam bir şuur ve idrak ile dua etmelidir. Allahü tealanm Peygamberine söylemesini emr ettiği gibi.

“Ud’û ilâllâhi a'lâ basiretin enâ ve menittabea'ni ve hüm ehle hâzel mekâme fihim fî hâzihil ümmihi misle enbiyâi benî isrâil.”

Manası: Bana ve benim yolumda yürüyenler için Basiretle Allaha düa edin, Onlar bu makamın sahibidirler. Onlar bu ümmet içinde İsrail oğullarının veya kavminin, Musânm şeriatiy-le Hânına ibadet eden İsrail peygamberleri gibidirler, (ki burada Hânın aleyhisselam bir peygamber olup, Hak tealada onun peygamberliğini tasdik etmiştir) Bu cihet, KuFanlada açıklanmıştır. İşte bunlar gibiler, hiç şüphesiz hakiki Şeriatı Muhafaza edenlerdir. Ve en çok bilgi sahibidirler. Fakat fukeha buna pek iltifat, itibar etmez ve inanmazlar. Onlar bunların doğruluğunu aramaya lüzum görmezler, onlarca arzulanan tek şey makamlarını korumak ve hakikatleri gizlemektir, öyleki kendilerince doğru olarak bilinen cihetleri dahi, yazı ve çizgi bilginlerine bildirmezler.

Bu hal tıbkı içtihat ve hüküm sahibi bir kimsenin, çalışmadığı ve delaili ile uğraşmadığı halde bir hüküm vermesine benzer, şayet bir hüküm verirse yanlış vermiş olur ki burada hüküm hilafına bir hükümde bulunması edep ve ahlak icabıdır. Müşahede ve görüşleri hatalı olmalıdır. Peygamber efendimizin verdiği bir haberde: Bu ümmetin alimleri de İsrâil peygam-herleriyle birdir, demesi İsrail peygamberleri elçilerle gönderilen şeriatları ezberler ve onunla görevlerini yaparlardı.

İşte bu ümmetin alimleri ve imaijıları da kendi peygamberlerinin ahkamını korur ve ezberler ve onunla amel etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdir.

Esbabın ulemasından, tabii ve onların etbaı gibi. Meselâ: Süfyanüs-sevri ve İbni lyne ve ibni Şirin, Haşan, Mali ve İbni Ebi rebah ve Ebi Hanife ve yine bu et’badan İmam Şafiî ve İmam Hanbel gibi bu yol ve izde yürüyenler ahkamın koruyucusu olmuşlardır.

Ayrıca ve yine bu Ümmetin ulemasından-bir gurup taife var-dırki, Peygamber efendimizin halve tavırları ve ilmmin esrarını ezberlemeye ve öğrenmeye çalışmışlardır. Bunlar sırasıyle: Ali, İbni Abbas, Selman, ve Ebü Hüreyre, ve Hazife gibi ve bunları izleyen Haşan Elbasrî, ve Malik bin dîdar, ve Benan el-hal, Eyyub elsahtiyani ve bunları zamanla izleyen, Şiban EPraî ve Ferec El’esved Elmuammer. Adil bin İyas. Zinnun Elmısri ve bunların izleyicisi olan Cüneyd, Eltesteri gibi ve daha bunlara mümasil bir çokları Peygamberi halin hıfzına ve Ledünni ilimlerle uğraşıp Sırrı İlâhiyi çözmeye çalışanlardır.

Hüküm Muhafızlarının koruyucuların esrarı ise: Arşın altındaki Rab kademinin bulunduğu Kürsüde bulunmaktadır. Onlarda bir peygamberi hal bulunmadığı için seslenerek veya hitap ederek Ledünni ilimleri ifşa etsinler, hali Nebeviyi Ledünnî ilmi hıfz edenlerin ve hüküm muhafızları esrarı ve benzerleri arşın yanındadır, orada durup yürüdüğü görülmez, bunların makamı olup olmadığı bilinmez. Şayet makamları olsaydı, bunların derece ve farkları belli olurdu. Şayet izler arasında bir izi olsaydı o iz en güzel bir belirti olurdu ki, bu da ancak veraseti Muhammediyye tam kemaliyle bağlanmış olanlarda görülürdü.

Bu ümmetten gayri ümmetteki kemale erişmiş ve yaşadıkları zamana göre daha evvel gelen kutupları bir cemaat bana arapça dille isimlerini söylemişdi. Onları toplu olarak bir gay-bet esnasında ve Kurtubada bulunduğum bir sırada bir ber-zahte gördüm. Ve bu kudsi bir müşahede idi. Bulunduğum yerde Meşhedi Akdes ismindeki yerdi. Bu gördüklerimi ve bana arapça söylenen isimlerini sırayla yazıyorum: El müferrek, Müdavilkelum, Velbuka, Elmürtefi, Elşifa, Elmahek, El-menhur, Şahrülma, Unsur elhayat, Elşerit, ‘EIraci, Esse-ne, Ettayyar, Esselem Elhalife, Elmaksum, Elhay, Elvasi, Ebahiır, Elmulsak, Elhadi, Elmusleh, Elbaki. Hazret-i Ademden, Muhammed Aleyhisselâma kadar bizlere bu isimleri başka ümmetlerin kemale gelmiş alimleri vermiştir. (Burada başka veya diğer ümmet demek arap olmayan müslüman ümmet kast edilmektedir).

Fakat Tek kutup olan Muhammed (Aleyhissalâtü vesselamın) ruhaniyetidir ki, bu ruh bütün enbiyalara ve kutuplara insanın neşetinden kıyamete kadar ondan intikal etmiş veya onun tarafından verilmiştir. Allahın selâmı üzerlerine olsun.

Yukarıda yazılı isimlerin yanlış telaffuz edilmemesi için Arâpçası şöyledir:

“El mefraku müdavil kulumi velbikai vel mürtafau veşşifai vel mahiki vel meshuri ve şerhulmai ve unsurul hayati ve eşşeridi verracii vessanii vettayyari ve elsali-mi vel halifeti vel maksumi velhayyü verrabi velvasii vel bahru vel malas vel hadi vel muslahi velbaki.”

Bunların türkçe anlamı da sırasiyle: Ayıran- Yara tedavi eden- Ağlayan- yükselen- şifâ bulan?- Yok eden- İzleyen- kendini öldüren- Şu sakıntısı- Hayat Unsuru- Aylak- gerileyen- Sanatçı- Uçan Güçlü Olan- Halife- Bölünen- Yaşayan- Ok atan- Enli olan- Deniz- Bitişik- sakin- Barıştırıcı- Baki olan. Peygamber efendimize sormuşlar; Ne vakitten beri Peygambersin? O da: Ben çaılıur ve su arasında insandım, buyurmuşlardır. Ona Mudavilkelum ismi verilmiştir. Manası yarayı iyi eden demektir. Bilgi, fikir, dünya Ahiret ve şeytanı ve nefsi bilen bütün peygamberin velayetine sahip olan ve dillerini kusursuz bilen bir mutahassıs idi.

Onda Mekke ve Şamda cismaniyyetinin doğuşuna ait bir müşahede vardı. Sonradan bu müşahededen vaz geçerek kimsenin tahammül edemeyeceği bir yere baktı. Fakat bazı kimseler onun bakışlarını Mekkede yerinde gördüler. Bu ruhaniyetli bakışı ile, o çorak yerlerin suyla dolduğunu gördüler. Bizler ondan bir çok ilim ve malumat aldık, dolayısile ruhi Muhamme-dinin âlimlerde bir belirtisi vardır ki kendisinin teferrüdü, zamanın kutbu olmasının en büyük belirtisi velayeti Muhamme-dinin, umumi velayetin onda son bulmasıdır. Umumi velayetin hatmi İsâ aleyhisselâmdır. Bundan sonraki beyanlarımda sırası gelince anlatacağım. O yara ve bere ve daha bir çok marazların sırlarını bilir bir hekim idi. Ve bu bâbta doğan bir takım ilimlerin sahibi ve âlimi idi. Ondan sonra bu hekimlik sırrı kaza ve kadere teslim olan ismiyle başka birinde görüldü. Sonra bu hüküm Vadii isminde birisine intikal etti. Ondan da Haic (yani taşkm)e, Ondan da Hakem Vazii isminde birine intikal etmişdir. Zan edersem o da Lokmani Hekimdir. Allah doğrusunu bilir. Çünkü bu zat Davut Peygamber zamanında gelmişdir-ki katiyetle onun olduğu anlaşılmaktadır. Sonra ondan Kasibe. Kasibeden de hükmün toplayıcısına geçmiş ve bundan sonra da kime geçtiğini bilip öğrenemedim. Allah doğruyu söyler ve hidayete eriştirir.

NEFESLER VE BUNLARIN KUTUPLARI HAKKINDA BİLGİLER VE İLÂHİ GİZLİLİKLER

Peygamberimiz, (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) efendimiz şöyle buyurdular ki:

“İnne nefsurrahmani yetine min kabli elyemini.”

Manâsı: «Allahın nefesi, kokusu bana Yemenden doğru geliyor» denirki: Ensar (Peygamberimizi küffâr ve müşriklerin yaptıkları kötülüklere karşı koruduğundan) yani Hak Teâlânm Peygambere kanat germiş nefesidir. İşte bu nefesler İlâhi kokulardır.

Arifler burnuna bu koku ve esinti geldiğinden, bunları tanı ve bu koku ve nefesin nereden geldiğini araştırır ve bulur. Bunların Sabit Kadem olan bir mevcudiyyetten geldiğini ve manasının mevcut olduğunu, o gizli makamdan gelen bu nefesin içinde bir çok gizli ilimlerin gizlendiğini araştırır ve bulur. Netice derin araştırmalardan sonra, kendilerinin arzuladığı ve araştırdıkları ilim ve gizliliğin bir zatta bulunduğunu öğrenirler, Hak Teâlâ o zatı bunların içinde bir kutup/Manası en yüksek ve - En ileri bigin] olarak getirmiştir. Kendi semaları ve felekleri onunla birlikte dönmektedirler.

Bu kutubun adı da (Müdavilkelum) dur. Bahsi ve ismi daha evvel geçmişdi. Bir çok ilimler, hikmetler ve gizlilikler onun sayesinde yayıldı ve öğrenildiği. Bu ilimler o kadar çok idi ki, kitaplar yazılsa tükenmez ve bitmez bir vaziyettedir. İşte ilk gizlilik yani sır, birinci zamandan bir çok zamanların ve devirlerin tekevvünü olmuştur. Burada ilk yapılan yedinci gök katının yani arzımız dünyasının semasına Allah tarafından verilen veya emanet edilen İlâhi ruhaniyettir. Burada büyük bir dikkat ve tedbir ile (tedbir sanatı) demir gümüş olmaktadır. Ve yine hususî bir tedbir sanatiyle demir altın almaktadır. Hiç şüphesiz bu acaip bir sır idi. Bu hale ve bu iş san’atma pek rağbet olmadı. Fakat Asıl merak ve arzu bunların değişikliği üzerinde manada idi ki, bu hal tekevvün sırasında olmakta idi. Birinci derecedeki tekevvün sırasında, madeni buharlaşmalar ve boşluktaki kainat hareketleri ve tabii hararetin tesiriyle Cıva ve Asit kibrit gibi maddelerin tesiriyle madenler tekevvün etmiş ve kemal gayesine ulaşmıştır. Bunlardan biride altındır. Bu madeninde bir çok istihalelerden geçerek yani bir çok hastalıklar geçirerek altun olabilme şekline gelmesidir. Meselâ maden cevherlerindeki kuruluk ve onu izleyen şiddetli ve aşırı rutubet, sıcaklık ve soğukluk gibi onu itidalden yani ortamdan çıkarmış ve bu madenlerden demir, bakır ve emsali gibisine sirayet eden hastalıkların sonunda bunların birbiriyle karışmasından altun madeni çıkmıştır.

îşte yukarıda ismi geçen bu hekim veya doktor! Bu hastalıkları yok edecek, tıbbi ilâçları talebesine verince altını bu hastalıklardan kurtarmış oldu. Ve kendi de bu s an’atta kemali bulmuştur. Bu bâbta, bu olgunlukta yeterli değildir. İşte bir cisme hastalık girdimi, kolayca bundan sıyrılamaz, hastada keder ve üzüntü başlar, bütün gücüyle bu afetten kurtulmaya çalışır. Yahya ve Adem Aleyhisselâm gibi.

Asıl gaye insanlık kemâlidirki o da Halika yönelmekle olur. Başka, türlü kemâle erişilmez.

“Halkulinsâne fî ahsene takvimi sümme reddehu esfe-lessâfilîne illellezîne âmenû ve amilussâlihâti.”

Manâsı: Hak Teâlâ insanı en güzel bir şekilde yarattı, sonra en alt dereceye attı. Fakat İman edip iyilik yapanları kendi güzel ve sıhhatli şekilleri üzerine bıraktığını bizlere haber veriyor.

Tabiî olarak insan cismine bir çok illet ve marazlar ariz oldu. Bu hekim hastalanan cismi eski sıhhatma kavuşturmak için kimya denilen bu ilmi san’atı ele aldı ve bununla elde ettiği ilaçlarla cismi eski sıhhatma. koymaya çalıştı.

Hak Teâlâ insanı. Âdem (A.S.) [İnsan demektir] olarak yarattı, bu keyfiyet İnsanî doğuşun ve yaradılışın temeli idi, bu yaradılış tabii ve cismi teşekkülün vücut bulması için dört karışımın mevcudiyetine ihtiyaç vardır. Bunlar: Sıcaktan-soğuğa ve Rutubetten-kuruluğa sonradan bunun tersi olarak Soğuk-tan-sıcağa ve Sıcaktan-nemliliğe tahavvülü insanın bünye unsurunda, dört hayatî unsurun doğmasına sebep olmuştur. Bunlar Morarma (siyahlık) - Balgam - Kan - Saradır. Dikkat’edile-cek olursa bu karışımda dört şeyden ibarettir. Ateş - Hava - Su - Toprakdır ki bu da büyük hekimin bulduğu karışımdır. Hak Teâlâ insanın cismini çamurdan yaratmışdırki bu keyfiyyet su ve toprağın karışımı demektir. Sonra bu çamurdan var ettiği cisme, bir nefes etti (üfledi), bu nefesle o yapıya ruh verdi, bu keyfiyet daha evvel inen ve beni İsrail peygamberlerinden bir peygambere inzal edilen bazı kitaplarda yazıldığı bilinir, bunun nassmı şimdilik sizlere söylemeyip ancak hatırlatma yönünden bildiriyorum. Çünkü bu dersimizle ilgili olduğu için bunu açıkladım.

Hak Teâlânm en doğru haberini bize nakil eden ve elinde senedi olan bir Allah ehl-i olan Kurtuba’h Mesleme bin Vaddah diyorki: Beni İsrail Peygamberine indirilen bazı kitaplarda Allah diyor ki: Ben Ademi su ve topraktan yarattım, ona nefesimle ruh verdim, cesedini topraktan, nemliliğini sudan, ısısını da nefesten, soğukluğu da ruhdan yaptım. Sonra devamla: Cesette 4 türlü şey vücuda getirdimki birbiriyle bağı vardır. İki Acı ödle, kan ve Balgamdır. Bunları birbirleriyle tokuşturdum, Kuruluğun meskenini siyah öd kesesinde, hararetin meskenini sarı öd kebesinde rutubet ve nemliliğin meskenini de kanda, soğukluğun meskenini de balgamda yaptım.

Sonra Azze ve celle diyorki bu cesetlerden hangisinde bir sıhhat ortamı olursa, o cesette sıhhat var demektir, bunlardan biri artar, diğerlerini rahatsız ederse, o cesede hastalık girmiş demektir. Bunun akside, her hangi birinde bir eksilme olursa mukavemet azalacağından, sıhhat ortamı sarsılır ve hastalıkta cesede girmiş olur. İşte Tıp ilmi çoğalmada eksiltmeyi, eksilmede de çoğalmayı âmirdir. Burada da ölçü ve denge, vardır. Vücut daima itidal ve ortamı arar. Ve hekim de bu ortamı arar.

İşte bunları bize nakil eden imam, tabiî neş’et ve tekevvünün en güzide âlimlerinden biri idi: Yukarıda âlemlerde yüzen ve parlayan yıldız; ve uyduların gidip gelmesi ve inip çıkması ve bu sonsuz boşluktaki hareketleri, Hak Teâlâ’nın emir ve vahyile olduğunu söylerdi.

“Ve evhâ fî külli semâin emrehâ.”

ve yine kitabında dünyamız içinde

“Ve kaddere fîha akvâtehâ”

yani dünyamız içinde ölçülü nimetler verdiğini Kupanla bize bildirmektedir. İşte bu zatta geniş bir bilgi, kudretli ve kabiliyetli bir kavrayış vardı. Bütün bu bildikleriyle zevk ve hal bakımından 7. ci semanın hudutlarını aşamamıştır. Ancak bu derin görüş ve ilhamla, bu kainat boşluğunda neler olduğunu ve neler döndüğünü görür ve bilirdi.

Özet olarak diye biliriz ki bu zat fikir, düşünce ve klirasala birlikte ruhaniyetiyle yüzerdi. Onda ölüleri diriltmek için gizli sırlar vardı. Sonra Hak Teâlâ onu hangi yere misafir etse, orada nimet ve bereketler taşardı. Peygamber efendimizden naklen Hızır hakkında rivayet olunur ki: Hızır’a ismini sorunca, oturduğu post veya deri titrer ve altı yeşillenirdi.

İşte bu imamın zatî marifet ve kuvveti zatiyede de derin bir bilgisi olan bir talebesi vardı. Daima yakınlarına onu tavsiye ederdi. Ve onu çekemeyenlere karşı da onu her bakımdan korurdu. İşte bunun için kendisine ad olarak (Müdavilkelum) denmişti. Yakub’un Yusufu kardeşlerinden koruduğu gibi, bu ulu zatta, bu talebesini böylece sever ve korur, onun o ismi alması iftiharını mucip olurdu.

İşte bu talebe, bütün eshap ve yakınlarına ilim tedbiri ve bunun gibi ilim fenninin ilgili olduğu ruhların cesetlere iadesi cesetlerin tahlili ve ruhlarla imtizacı gibi şeyleri öğretir, bu İlâhi yapının ne olduğunu öğrenmeye ve öğretmeye çalışırdı.

İşte bu kutubun çalışmalarından Alemler ilmi çıkmıştır. Bu kitaba yazıp emanet ettiğim şeyleri, o ruh bana haber vermiş ve bildirmişti. Günün birinde dostlarını bir yere toplar bütün mehabbetiyle onlara şunlan söyler: Şu makamımdan sizlere ne işarette bulunduğumu ve ne demek istediğimi bulup çıkarın. Bu sözü işidenler, düşündüler. Hâzinesiyle birlikte hangi âlemde olduğunu ve zamanının vuslatını bulup meydana çıkardılar. Ve kendisine bildirdiler. O da cevap olarak: Size nasihatim şudur ki, benim bu söylediklerimi duyanlar bunu yaymasınlar. Çünkü her ilimde olduğu gibi, bunda da mutahassıs kimseler bulunur ki, bunda infîrad edemezler. Çünkü bu ihtisası yapmak için infirat etmek, buna ne zaman ve ne de vakit kâfi gelmez. Bu ancak toplulukla daha çabuk öğrenilir. Çünkü bir toplulukta, her türlü fikir sahibi bulunur. Birbiriyle anlaşan fikirler olduğu gibi, anlaşamayan ve imtizaç etmeyen fikirlerde bulunur. Topluluk demekten meramın bunların içinden birisi yetişir ki, benim işaret ettiğimi yani anahtarı bulur ve onunla ilim hâzinelerini açar.

Her makamın bir dili vardır, her ilmin adı vardır, her geleceğin bir hali vardır, işittiklerinizi bırakın, ne demek istediğimi anlayın, nurunun nuruna yemin ederim ki, hayatın ruhiyle ve ruh hayatiyle imtizaç edemedim. Ben sizden ayrılıyorum, nereden geldimse ve mevcudiyyetim ne ise, asla rucu ediyorum. Bu karanlıkta oturmam bir hayli uzadı, böylelikle nefsim daraldı, artık sizden uzaklaşmayı niyyet ettim. O da bana yola çıkma ve uzaklaşma iznini verdi. Yalnız benim sözlerime sâdık kalın, o vakit dediklerimi anlarsınız. Kararlaştığım ayrılık süresi bitmeden ve ben avdet etmeden yerinizden ayrılmayın. Çünkü ben kararlaştığım süre bitince döneceğim, şayet içinizden ayrılan varsa döndüğümde o da tekrar dönsün, demişti. Ve gitmişti.

Bu sözlerin mana ve nağmesi çok ince ve yumuşak idi, harfe mananın yenilmesi gibi. Hakikat hakikattir. Yol yoldur. Burada cennetle dünya, tıbkı kerpiçle yapılan bina gibidir. Bunlardan biri çamur ve samandan, diğeri de inci ve gümüşten olsa dahi; aralarında iştirak vardır,, işte o zat, kendi çocuklarına ve dostlarına bunu tavsiye etmişti. Bu cihet çok önemli ve büyük olduğu kadar, ağır bir problemdir, izi ve işaretini bulmak zordur, bunu bilen rahata kavuşur.

Bir gün Kurtuba Kadısı Ebilvelid bin Rüşd’ün huzuruna girdim. Pederim, beni ona göndermişti. Bir halvet esnasında, Hak Teâlânın bana ne gizli sırlar açtığını duymuştu. Bu cihetle pederimden bir mülakat istemişti. Ve o da pederimin yakın bir dostu idi.

Bu davetle huzuruna girdiğim vakit, ayağa kalkıp beni kemâli tazimle ve muhabbetle karşıladı. Boynuma sarılarak beni öptü. Ve bana hitaben, Evet dedi. Ben de ona cevaben, Evet diyerek karşılık verdim. Bu kısa konuşmadan sonra bana karşı iltifat ve sevinci arttı. Bunun tek sebebi ise kendisini bir tek kelime ile anlamış olmamdır. Ben de bu sevincin neden olduğunu sezince ona Hayır cevabını verdim. Bunun üzerine yüzü ta-kallus etti ve rengi değişti, kendinden şüphelenerek şöyle dedi: Feyiz ve keşfi İlâhi ile emrimizi nasıl buluyorsunuz? Acaba nazarımız mı bunu bize verdi? dedi. Ona Evet ve Hayır diye cevap verdim. İşte bu evet ve hayır arasında Ruhlar, madelerrin-den ve Boyunlarda, cesetlerinden uçarlar deyince, İbn-i Rüş-dün rengi sararmış, kendisini bir düşünce alarak oturmuştu. Çünkü ne demek istediğimi anlamıştı. Bu da tıbkı imanı, kutup olan Müdavilkehım meselesine benzer bir mesele olmuştu. Bu hadiseden sonra pederimden tekrar buluşmak için bir mülakat istemişti. Burada bizlere söyleyeceği şeyler vardı. Bu söyleyeceklerine benim muvafakat veya muhalefet edeceğimi anlamak istiyordu. Çünkü bu kadının akıl ve fikri nazari erbabından idi. Ve kendisi der ki: Onun halvetine cahil girip, bir ders veya mütalaa görmeden ve okumadan âlim çıktığımdan, Allaha şükürler olsun. Ve yine derki: İşte bu hal erbabım görmeden, bu hali isbat ettiğimizden, Allaha hamd ve senalar olsun, çok şükür ki, ben fetih erbaba zamanında oldum ve yüce Allaha hamiller olsun ki, onu gözlerimle gördüm demişti.

Sonradan ikinci defa onunla buluşmayı arzuladım! Allah rahmet eylesin onunla çarpı işareti gibi bir perde ile ayrılan, bir hücrede buluştuk. Bu ince tül gibi perdeden ona bakıyordum ve onu görüyordum. Fakat o beni görmüyordu, hatta oturduğum yeri dahi kestiremiyordu. Nefesiyle benimle uğraşıp durdu, ona dedim ki, bu vaziyetle bizi er anlaşamarız ve arzu kırımız da olmaz ve ayrıldık. Aradan yıllar geçtikten sonra 595 seneı hicriyesinde, onunla tekrar Fasın Merakeş’inde buluştuk. Orada rahmete kavuşarak, cismaniyoti Kurtubaya getirildi, kabri de oradadır. Bizde Kurtuba’da bu haberi almıştık. Hayvana yüklenen tabutu önümüzden geçerken, tabutu bir ta ra ita, amelleri de diğer taraftan sarkıyordu, bu ağırlık denk gelmişti! Ben de bu manzaranın şahidi idim.'Ve yanımda da fukahadaıı ve üdebbadan Ebû Sait Efendinin kâtibi Ebul Hüseyn Muhammedi bin Cübeyr ve aziz dostum, Ebulhikem Anıru Ibin Serme Ennasih bulunuyordu. Ebülhikem bize dönerek: İmam Ebû Rüşt kime benzer, bir bakınız, işte imam bir tarafta, amelleri de diğeri tarafında olarak gidiyor ve yükte bir muadelet vardır dedi. Oradan İbni Cübeyr şöyle seslendi: Bu görüşün doğrudur dediklerini defterime yazdım dedi. Bunların hepsi rahmete kavuşarak o vakitler benden başka kimse kalmamıştı. Şu beyti söylemişti:

“Hâzel imâmü ve hâzihi a'mâlühü

ya leyte şi'ri hel etet âmâlehu”

İşte bu imam, işte ameli

Şi’ıimle tahakkuk etti mi ameli.

i

İşte bu ilmin kutbu Müdavilkelum idi. Bizlere Kâinatın hareket halinin sırrını verdi ve gösterdi. Eğer kâinat bu şekliyle olmamış olsaydı, hiç bir şey var olamazdı. Hikmeti İlâhiyye-yi gösterdiki kalpler, Allahın ilmi de eşyasiyle bezensin.

“Lâ İlâhe illâ hüvelalîmül hakîmü”

Manası: O bir tek Allah’tır, hikmet sahibidir ve her şeyi bilir. Zat ve sıfatı öğrenmek için bu kutbun işareti öğrenildi. Eğer dairevî bir yol üzerinde hareket etmeseydi, bu boşluk kâinat olamazdı. Ancak bu hareket boşlukta bir iz olarak kalırdı. Ve bu şekildeki hareketle bir emrin tamamı tekevvün edemezdi. Eksilirdi.

Bu kutbun haberinde: Alemin mevcudiyyeti, çevresi (muhiti) ile orta noktası yani (merkezi) arasında bulunduğunu işaret eder. Bunlarda sıralamış mertebelerine enli veya dar olduklarına göre yerlerini alırlar. Bunlardan dairenin kenarına doğru olanlar daha büyük ve daha geniş. îçe doğru olanlar ise, daha küçüktür. Bunlarda da hacim ve vüsatma göre, günler daha uzun ve mekân itibariyle kapladıkları yüzey daha geniş, lisanı daha sarih, kuvvet tahakkuku bakımından safiyeti daha belli. İşte bu ve bu mevkilere göre diğerleri de aynı tarzda ve bu nis-betle teşekkül ederler. Küçülüp ufaldıkça, aşağıya iner, arzımıza dahi düşerler. Mihver üzerinde muhitteki her parça üstündeki ve altındaki parçaya denktir. Hiç biri diğerinden fazla veya eksik değildir. Çünkü birinin yeri genişlerse, diğerinin yeri daralır. Bu da büyüklerin küçüklere veya kuvvetlinin zayıfı turnesine benzer ki, bu kanun tabiat-ı ilâhiyyeye mugayirdir. Nasıl dar ve küçük bir şey, enli ve büyük olamaz ise, enli de daralıp küçülemez. Bütün bu kâinat kalabalığı bir noktaya bakmaktadır. Nokta en küçük bir cüz olduğu halde, muhitindeki parçaları bizzat kollar ve görür. Muhitin kısaltılmışı noktaların, muhitten (çevreden) kaldırılmış olması demektir. Bunun aksine bakın! Bu unsurlar küçülüp alçaldıkça, sonu arzımızda nihayet buluyor, arzımız da bulandırıyor. Suya düşen bir cemin, suyu bulandırdığı gibi. Her sulu madde indi olarak, dibe bir tortu bırakır, üstü ise temizliğini ve safiyetini muhafaza eder. Bundan mana şudur ki, tabiat âlimleri de bu nurların mahiyeti ve görülmesine mani olan şeyleri, bir takım şehvet birsiyle ve kötü şüphelerin tahtında idrak edemediklerini, o lisanda ve görüşte, işitmede, yemede, içmede, giyinmede, binmede, helâl dahi olsa nikâhlanmada, şehvet tortularının, üstlerine kusması ve dökülmesinden olduğunu zan ederler.

Hakikatte, ahirette de şehvete kimse mani olamaz. Oradaki şehvet hırsı, dünyadakinden daha azametlidir. Çünkü bu bir İlâhi tecellidir. Buna kim mani olabilir. Orada tecelli gözlerdedir, görünür. Dünyada ise, bu görüş ve bakış şehveti görmez ancak his eder, dünyadaki şehvet tecelli mekânı değildir. Buradaki tecelli, zahiri olmayıp bâtanidir. Bâtın ise, şehvet mahallidir ki, tecelli ile şehvet bir yerde birleşemez. Bunun için arif ve zahitler, dünya şehvetlerinden kendilerine düşen payı azaltmaya ve onu ağaç doğrar gibi yıkmaya ve parçalamaya çalışırlar.

İşte bu İmam, yakın dostlarına şunları öğretmiştir: Kâinatta bulunan yedi semanın veya 7 iklimin idarecisi ve koruyucusu olarak yedi zat vardır ki, bunlara (Ebdal) denilir. Bunlarla, Hak Teâlâ yedi iklimi korur. Bu Ebdalden her biri bir sema iklimine sahiptir. Sonsuz yetkileri vardır. Bu yedi Ebdal, yedi iklim ve semavâtm ruhaniyetiyle uğraşır. Ve her biri kendi semasında bulunan peygamberlerin ruhaniyetinden kuvvet alır. Bu peygamberlerden sırasiyle: İbrahimelhalil onuda Musa - Harun -îdris - Yûsuf, bundan sonra da Isâ ve en sonra da Âdem gelir. Hepsine Allahın Selâmı olsun.

Yahya peygambere gelince, onun yeri Isâ ile Harun arasındadır. Onun hakkında bir tereddüt vardır. Bu peygamberlerin hakikat görüşleri, bu yedi Ebdal’m kalplerine girer ve yerleşir. Bu kâinat fezasında ve sonsuzluğunda Allahın emir ve kudretiyle yüzen ve bu yedi iklime, Hak Teâlâmn verdiği hareket, ve buralara hâkim esrarı ilâhiyye ve ilimler, ulvî ve süfli izlerle lebâleb dolu, bu iklimler bu koruyuculara İlâhi nazarla bakarlar. Allahtı Teâlâ şöyle buyurur:

“Ve evhâ fî külli semain emrehâ felehüm fî kulûbihim fî külli sâa'tin ve fî külli yevmin”

Manası: O yerin, o günün ve o saatin sultanı, ne emir ederse, bu ruhani emirler Ebdal’m kalbine indirilir.

İlim babında verilen emirler, îdris aleyhiaselâmın ilmi maddelerinden alınarak Pazar günü verilir veya gönderilin Böylece her ulvi eser, hava ve ateş unsuruna o gün verilir. Misal olarak bundan, Hak Teâlâmn İlâhi nazariyle güneşin bu boşlukta yüzmesi, bununla su. hava ve toprak unsur]anna te’sir etmesi gösterilebilin

4, iklimin harckediiden ve içinde muhafaza ettiği zâtın Eb-Halkıric ne gibi hm netice vereceği durumuna gelince! Bu iklimden şu ilifider verilir ve gönderilir. Ruhâniyyetin esrarı - Nûr ve ziya - Şimşek ve alev -Işıldayan cisimler ve sebepleri - ve bunların mizaçları hakkmdaki ilimlerdir. Meselâ, yuvarlak da-ne şekli hay ■zani ar iböcek ve müstehaseler), bitkilerden incir ağacı, menevşe ve usulü, taşlardan billur taşı, inci ve yakut gibi ve bazı hayvan etleri, Melâikelerde ve insan, hayvan ve emsalinde görülen kemâl ve olgunluk ilmi ile hayvan ve bitkilerde görülen düz istikâmet, hareket ilmi gibi ilimlerdir.

Yerleşme veya temerküz ilmi, nârların nefesleri ilmi, tedbirli ruhların çıkarılıp atılması ilmi, anlaşılmayan gizli ve hali zor olan meselelerdir. Boşluktaki hareket halinde bulunan ve dönen cisimlerin seslerini alma ve musiki aletlerindeki tellerden çıkan sesler ve bunlarla, hayvan ve bitki mizaç ve tabiatlarının arasındaki mukayese ilmi ve içgüdü ile sonuçlanan ilimlerden hoş esanslı kokuların menşei ve bu kokuların neden olduğu, havanın bunları nasıl bir yerden bir yere sürüklediği ve naşı] burun yoliyle koku idrâkine intikali gibi ilimler, pazar ve onu takip eden günlerin belli 4 saatlerinde, o iklimin hükmiyle, oradaki peygamberin ruhaniyetinden faydalanarak, o iklimin sahibi olan Ebdal tarafından cuma günü devresi gelinceye kadar alınır ve öğretilir.

Hava ve ateş unsurundan olan her ulvî eser ve ilmi emir, Âdem aleyhisselâmm ruhaniyyetinden alınarak, Ebdal tarafından pazartesi günü verilir,

Ay kürresinin boşlukta yüzmesi, toprak ve su unsurunda bulunan her süslü eser, dünya semamızın yani 7 nci iklimin sahibine aittir. Bu yedinci iklimin Ebdali orada bulunan Peygamberin ruhaniyyetinden kendi nefsinde neleri toplar ve pazartesi ile cuma günü ve bu belli iki gün arasındaki saatlerde ne gibi ilimler hâsil eder, bunları inceleyelim.

İşte bu yedinci iklimden ve sah günü verilen ilimler şunlardır: Bahtiyarlık ve bedbahtlık, İsim veya ad ilmi ve bunların hususiyetleri, Med ve cezir ilmi, Artma ve eksilme ilmi ve buna benzer ilimlerdir ki Hânın aleyhisselâmm ruhaniyyetinden alınarak verilir. Ateş ve hava unsurundaki her ulvî eser kırmızının ruhaniyetinden verilir. Toprak ve su unsurunun içindeki her süflî eserdeki hareket, 5 sema ikliminde bulunan Bedelden ve yine bunun 3 ncü sema ikliminden aldığı emirle, şu ilimler verilir. Bir mülkin idari ve siyasî ilmi, himaye ve kahramanlık ilmi, ordular teşkili ve harp ilmi, inşa ilmi, kurbanlar ilmi, hayvan kesmek ilmi, nahir günleri esrarı ilmi, ve diğer yerlere sirayet ilmi, doğru yol görme ilmi delalete düşme ilmi gibi ilimlerdir.

Çarşamba günü verilen ilmi emirler ise, Isa aleyhisselâmm ruhaniyetindendir. O gün nûr ve ışık günüdür. Bu ışık yoluna girip girmediğimizi kollar ve bizlere nazar eder. Ateş ve hava unsurundaki her iz ve eser, o semada yüzen kâtibin ruhaniyye-tinden, toprak ve suda bulunan her süfli eser, 2 nci semanın hareketinden ve şu ilimlerde o gün ve saatlarda 6 ncı iklimin sahibi ebdalden çıkar. İlham ve vehimler ilmi, Vahi ilmi, Fikir ve Mukayese İlimleri, Rüya ve İbâdet İlmi, Sanayi Keşifleti İlmi, kokular ilmi ve karışık ilimler ki anlayış, yazı, edep, işkence, kehânet, sihir, tılsım gibi ilimlerdir ki, bu ilimler Musa aleyhisselâmm ruhaniyyetinden perşembe günü verilir. Burada ve bugünde görülen hava ve ateş rüknünde olan ulvî [Ulvî eser demek dünyaya göre gözle yıkanda görülen] eserler Müşteri yıldızının boşlukda yüzmesinden, su ve toprağın unsurunda bulunan süfli iz ve eserler de ikinci semadaki hareketten ve oranın sahibi Bedel’den neş’et eder.

Yine bu günün ve gelecek saatlerinde de bitkiler, namus, ahlâk, kerem ve hayır ilmi, Allah’a yaklaşma ilmi, iş ve amel ilmi ve buna benzer ilimler, Cuma günü verilir. Beşinci semadaki Allah’ın koruduğu zat olan, Yûsuf aleyhisselâmdan çıkar.

Ve her ateş ve havada bulunan ulvî iz ve eser Zühre yıldızının bakışından su ve yer unsurunda bulunan suflî [Süfli eser ise bize oranla ayağımız altındaki su ve topraktır] iz ve eserlerde, yine zühre yıldızının hareketinden olur. İşte bütün bunları halk ettiği sema ve iklimlerine, kendi kudsî zatiyyetinden vermiştir. Bu İlâhi emirler dünyamızla, göğümüz arasında inerek hükmünü icra eder. Nasıl ki insan tekevvünü için dişi yaratık suyu erkekten alıp, kendi rahmine akıttığı gibi ayni hal hayvanlarda da bu şekilde hükmünü icra eder. Hak Teâlâ, Kukan-ı Kerimiyle bizlere diyor ki:

u£-

“Halaka seb'a semâvâtin ve minelardi mislehünne ye-tenezzelülemre beynehünne litaglemû ennellâhe a'lâ külli şey'in kadîrün”

Manası: Kudretin ancak icatla, yani yaratma ve mevcudiyetle alakası vardır. Bu emirlerin inişinden murad, yaratma ve tekvindir.

İşte bugün ve saatlerinde verilen ilimler şunlardır: İnsan ve güzelliklerini gösteren tasvir veya resim ilmi, hal ve durum ilmidir ki, bunlar cumartesi günleri verilir, birinci sema veya iklimindeki Bodel’den gönderilir ki bu ilimler, İbrahim Elhalil’in ruhaniyyetinden çıkar. Buradaki ateş ve hava rüknündeki ulvî eserler, Kivan ismindeki yıldızın kendi semasındaki hareketinden ve burada görülen yer ve su unsurundaki süfli eserler ise, mezkur yıldızın mensub olduğu semanın hareketinden ileri gelir. Hak Teâlâ yarattığı semaların hareketi hakkında şöyle buyururlar:

“Küllün fî felekin yesbehûn”

ve yine

“Ve binnecmi hüm yehtedûne”

yani yıldızlara bakarak yollarını bulurlar. Yine bu gün ve o geri kalan saatlerde gönderilen ilimler şunlardır: Sebat ve temkin, yaş ama ve beka ilmi, ilimleridir ki bu da yukarda bahsi geçen imamın ilminden çıkarki bu imamın hulk ve tabiatı semalarındaki Ebdal gibidir. Hak Teâlâ ona bu mazhariyyeti vermiştir.

Ve kendisi derki: Birinci makam hulk ve âdeti hiç bir şeye benzemez bunun sebebi başlangıcın tekevvünüdir ki, şayet bunu yaşamak isterse veya fırsat bulursa bu hulk ve âdetten kendi makamına alır ki, bunun ikinci makam hulk ve âdetine münasip olduğunu zikir eder.

 

“Lenefidelbahru kable en tenfede kelimâtü Rabbî”

Bunun manası, denizin suyu tükenir Allahın kelâmı bitmez. İşte burada mana, ilki İlâhi ilmin makamı ve onunla ilgili olan sonsuzlukta, onun ikinci vasfıdır.

Birinci vasıf hayattır, bunu ilim takib eder ve üçüncü zatın hulk ve âdeti ve makamı nefsimizin içindedir bunu görmüyor-musunuz? İşte bu üçüncü vasıf mertebedir yani makam basamağıdır.

Birinci âyetler o İlâhi adlardır, İkincileri ise yükseklerdedir, bunu izleyenler ise zati nefislerimizin içindedir.

Hak Teâlâ:

“Senurîhim âyâtinâ fil âfâki ve fi enfiisihim”

onun için, üçüncü hulk ve âdetin Bedeli bu işe tahsis edilmiştir.

·        4 ncü hulk ve âdet makamı.

“Ya leytenî küntü türâben”

Mânâsı: Keşke toprak olaydım. Bunu söyleyen için mihver merkezinin istediği 4 ncü rükün/TemeZ - direk - kök - dayak da-

yamadan] olmuş olur ki, bu söz, bu nokta için değil, yere yakın bir büyüklükte olan bir kürre içindin İşte o noktadır ki çevrenin olmasına sebep olmuştur. O nokta eşyaların daimi mucidi ve Hak Teâlâ’ya yakın olmayı arzular. Bu yakınlık arzusu ancak tevazu ile elde edilir. İşte bu tevazu nehirlerin kendiliğinden taşması ve tazyik ve baskı neticesi inen ve akan sular gibi ilmin menbaıdır. Arzdan yükselen nem ve buharlaşmanın neticesi olarak, su menbalarınm patlaması ve nehir olarak akması ve bu akıntı ile yine buharlaşarak göklere yükselmesi, su olarak tekrar inmesi, dördüncü makam ihtisas ve esaslarına girer.

·        5 nci makam ise bunu bilmiyorsanız zikir ehline sorun! Burada ancak doğmuş olan bilinir. Çünkü o, henüz çocukluk devresin dedir. Ancak seslenilirse anlar ve ses verir, fikir meram edemez.

 

“Ahreceküm min butûni ümmehatiküm lâ taglemûne şey'en.”

Bu Ayetin Manası, sizleri analarınızın karnından bir şey bilmeyerek çıkardı. Evet hiç bir şey bilmez, ancak sual edilirse cevap vermeye çalışır. İşte çocukluk hali beşinci basamaktadır. Çünkü anaları dörttür, bunlar o tıfılhğm esas ve temelleridir. Bu da beşinci makamın hulk ve âdetidir.

·        6 ncı makam hulk ve âdeti ise

 

“Ve üfevvizü emri ilâllâhi”

gibi, yani emir ve arzumu Allaha bıraktım manasmdadır. Bu keyfiyyet altıncı mertebenin, altıncı basamağıdır ki o tıfla aidiyeti vardır. Çünkü, beşinci mertebede çocuk seslenir ve hiç bir şey bilmezdi. Fakat seslendiği şeye karşılık verilirse, o şeyi bilir ve öğrenir ki, böylece Allahını bilir ve tanır, o çocuğun hal emridir ki Allahını kendine vekil ettirir. Çünkü kendi emri elinde olmadığını böylelikle bir şey yapamayacağını, ancak Allahın her arzuladığı şeyi yapacağını öğrenir. Burada tevkil veya tefviz daha tercihli olduğundan bu hulk ve âdet olarak kabullenir.

·        7 nci makam ise, emanettir. Bununda basamağı yedinci basamaktır ki Âdem dediğimiz insanın tekevvünüdür. İnsanın tekevvünü şunlardan olur: Akıl - Nefes - Mahviyyet/Tb^ olma veya kendini manen yok olmuş görme. Tevazuun son basamağına inmedin] Felek - ve iki amel, toplamı altıdır. İnsanın vücudu sünbüle denilen seyyarede olduğu ve zamandan da kendisine yedibin sene verildiğinden, kendisinin zaman ve müddet bakımından 7 nci basamakta olduğu anlaşılır. Yukarda zikir ettiğimiz bu emâneti, bu basamakta olduğundan yüklenmiştir. Buda doğurucunun yedincisidir ki, hulk ve âdetini bu zikir ettiğim âyetten almışdır.

Böylelikle sana doğurucuların makam ve basamaklarını açıkladık ve şunu da sizlere bildirdim ki, kâinatta ki Müdavil-kelum dediğimiz bu kutup, velayeti kendi heykeli içinde hapis edildiği zaman ayağa kalkıp dursaydı, onun bu duruşuna yetmiş kabile ve aşiret ayağa kalkardı. Bunlarda da mevcudiyye-tin esrarı ve İlâhi anlayışlar çıkar ve onun bildiğinden fazla bir şey bilemezlerdi.

İşte bu zat dostlarının yanında uzun müddet kaldı, bu dostlardan kendisine en yakın olanlardan biri de Elmüsteslim ismindeki kişi idi. Bu zat Kutbiyyet makamına çıkınca, kendini zaman ilmine vermişti, Çünkü onun bütün bilgi ve kudreti, zaman ilminde idi. Bu çok şerefli bir ilimdir. Bu ilimden Ezeli [Başlangıcı olmayan] kavradığından ve bildiğinden şunları söylerdi:

“Kânallâhü ve lâ şey'e maa'hu.”

Allah var idi ve yanında bir şey yok idi. Geçmiş zamanlarda insanlardan bu ilmi öğretenler çok azdı, tek tük idi. îşte bu ezelden zaman ve dehir bulundu. Onun için Allaha zaman ve dehir adı veridi. Allahın selâmı ona olsun, derdi ki: Dehre, küfür etmeyiniz. Çünkü, dehir demek, Allah demektir. Bu cihetin Sahih’de kati senedi ve isbatı vardır. Kimki zaman ilmiyle uğraşırsa kendine ancak Hak ilmini görür. Çünkü çok geniş bir ilimdir.

İşte bu ilimle Allah hakkında bir çok söz ve makale yazıldı. Bu sebeble akideler değişti. Bu ilimle uğraşan, bu ilmi bütün hakikatlariyle kabullenmesi lâzımdır. Bu umumi bir ilimdir. Bu İlâhi kapalı bir zarfa benzer. Esrarı da acaiptir. Gözü olmadan her şeye hâkimdir. Hakikâti, hakkın nisbetine göre, tekevvünü de kendi nisbetine göre kabul eder. O bizlerce görünen ve görünmeyen isimlerin Sultan’ıdır.

Bu imamda ki eller beyazdır. Kendi insanlarına dünya hikmetinin oynadığı oyunu bilirdi. Kendi bu oyunun içinde idi. Ona oyun hakkında bir şey sorulduğunda: Şöyle cevap verirdi! Allah oyunu icad etti, ekseriyyetle oyun zamana nisbet edilerek denilir ki: zaman kendi ehliyle oynadı. Ehlinden murad, in-sanlariyle demektir. Bunun ezel ile alakası olmakla sonuca da tahakküm ettiği görülür.

İşte bu imam hikmeti bildiğinden, kazancı zam eder duyurur ve ağzına almazdı. Onun için bu meziyetiyle yükselir ve ilerlerdi.

Haberim oldu ki, bu imam, Hak Teâlânm kendi hulkuna hediye ve emânet ettiği eserlerden 36 000 ilim, ulvî âlemler ilminden de 500 ilim öğrenmeden ölmemişti.

Allah rahmeteylesin. Onu fazıl bir şahsiyyet takip etti. Onun da issi Mazharulhak idi. 150 sene yaşadı ve öldü. Ondan sonra yerine Hale geldi. Bu zat ismiyle şöhret bulmuştu. Kı-lmçla ortalığa çıkmışdı. 140 sene sonra bir muhaberede şehit oldu. Onu mağlup ederek öldürende İlâhi isimlerden Elkahhar idi. Ondan sonra bir şahıs gelir ki ismi Lokmandır? Bu zat hikmetlerin mucidi diye lakap almıştı. 120 sene yaşadı ve öldü. Bu zatın ilimlerin tertibinde büyük bir bilgisi vardı. Bilhassa matematik bilumum riyaziye ilimleri, tabiat ve İlâhi ilimlerde de yekta idi. Bu ilimleri yakınlarına ve sevdiklerine ve bu ilmi arzu etmiş olanlara öğretmek isterdi. Eğer kitapta zikir edilen bu lokman ise, Hak Teâlâ bu zatın oğluna ettiği vasiyyetini bize bildirmiştir. Bununla o zatın ne derece İlâhi ilimlerle uğraştığı ve bunları ne kadar iyi bildiğini bizlere öğretmekte di-.

Oğluna daima soğukkanlılık ve itidali tavsiye etmiş, kast ve tecavüzden uzak kalmasını istemişti. Bu zat, Davut aleyhisse-lâmm zamanında ölmüştür Ondan sonra yerine Elkasip geçti. Bu zat, iki âlem arasındaki münasebet ile, İlâhi münasebet ilminde ileri di Bu imam vücut bulmayan bir eseri göstermek istediği vakit, kendi nefsine tesir eden müessirleri düşünerek, kendi nefsine o anda beliren bir tartı ile baktığında, o eser ve iz derhal doğruca hiylesiz meydana çıkardı. O derdi ki: Hak Teâlâ ilmi, sema iklimi olan feleklerine emanet etmiştir ve insanı da bu alemlerin kölesi veya yumuşak ince kaygan bir yaprak olarak yapmıştır. İşte bu incelik ve yumuşaklık ve mahviyyet, bilen Arif kişiyi istediği anda harekete getirir. Alemde bir şey yoktur ki, onda insanın izi veya eseri bulunmasın, demek âlemin her izi insanda var olduğu anlaşılır. Bunlardan nurun ziyası gibi. İşte bu imam da 80 sene yaşayıp ölmüştü. Ondan sonra onun makamına Camiulhikem isminde biri vâris oldu. O da 120 sene yaşadı ki, bu zatın 7 doğurucuların yani Ebdal halikında ve hoca ile talebesi arasındaki münasebet ve bitkilerdeki esrarda ve bunlar üzerinde geniş ve derin bilgilen vardı.

İşte bu bilgileri sizlere geniş ve zengin olarak açıkladım. Allah daha doğruyu bilir ve hidâyete erdirir...

KEVNÎ VE SÜFLÎ İLİMLER, ALLAH’I BİLMENİN BAŞLANGICI EBDAL VE EVTAD, BUNLARDAKİ ULVÎ RUHLAR, BULUNDUKLARI İKLİMİN TERTİBİ HAKKINDA BİLGİLER

Allah seni teyin etsin, şunu bilki Ebdal’m makamları ve basamakları ve bunlardaki ulvî ruhların kendi feleklerini idare etmesi, bunların nârlarda bıraktığı izler hakkında, bundan evvel size geniş malumat vermiştim Şimdi sîzlere Süfli eserler hakkında bilgi verelim. Buradaki süfli basamaklar ve eserler dört yönde başka bir şey değildir. Çünkü bu dört yönden şeytan insana sokulur.. Bu meleği süfli deriz, sebebi bu şeytan mela-ikeler arasında Allah’a âsi en süfli olanıdır insana münasip olan bir zamanda, münasip bir yönden yani sağdan, soldan arkadan, önden sokulur ve yapacağını yapmaya çalışır.

Hak Teâlâ bu bâbta diyor ki:

“Sümnıe leâtiyennehüm min beyni eydîhim ve miri, halfihim ve an îınânihim ve an şemâihim.”

Manası: O insanın bir yardıma muhtaç olduğu bir anda sözde yardıma gelir, bilhassa onun yardıma gelişi, insandaki şehvet hislerinin uyanması anında olur. İşte insana yakışanı da bu şeytanla dört yönde döğüşmektir. Veya şeytanın girmemesi için dört yönünü tahkim etmesidir Meselâ, şeytan ellerinin arasından sokulmaya çalışırsa, bunu hissettiğin anda onu kovarsın, bu hareketinle sana nûr ilmi görünmeye başlar kı, yaptığın hareketin Allah tarafından sana gönderilmiş bir armağanı olmuş olur. Hak Teâlâ senin kabiliyyet ve gücüne göre bu ilmi sana verir Bu ilim ikiye aynin- 1 - Keşif ilmi, 2 - Burhan il-inidir. Korkunç sapıklığı ve Şüpheleri yüzgeri ederek, Burhan yolu ile Allahın var olduğunu isbat ve onun tevhit etmek, yüce adlarını bilmek, Burhan ve ibâdet ilmiyle mümkündür. Bu burhan ve isbatla buna inanmayanların karşısına çıkılır. Çünkü bunlar, yani şirk ehli Allah’a, daimi bir Allah ortak arar ve bunun böyle olduğunu söylerler.

Allah ne sebeple tevhid edilir? Cevab; Bir tek olduğu için tevhid edilir İlâhi adları bunların hikmetini ve kâinattaki kafi ve doğru izlerini kabul etmeyenlere mana, akıl isbatı yolu ve vasıtasiyle ve Burhanı Sem’i yoliyle karşı çıkılır ve isbatlanır. İşte bu fikri taşıyan feylesoflarada bu yolla cevap verilir. Bundan şu çıkar ki: Hak Teâlâ Fail’dir, Mefûlat da onu taakkul ve işitme keyfiyyetidir.

Keşif ilimlerine gelince, bunlar Tecelliyat ve Mazhariyyette İlâhi bilgilerden hasıl olur. Eğer şeytan sana arkandan sokulur bir şeye buyur ederse, ona senin bildiğini Allah bilmektedir, dersin. Allah’ın sana vahy ettiği burhanın mektubunu sorarsın. Hatta istersin Çünkü Şeytan her ümmette yoldan çıkanları ve Allahı inkâr edenleri görür ve bilir. Dolayısiyle senin de bu kötü yola gitmeni ister, sana eğriyi doğru göstermeye çalışır. Allah’ı tevhit ve tahmitte sana karşı gelir, seni çelmeye çalışır. Şendeki süfli olmayan ulvî melekler ise, bunun tersi olarak senin elinden tutup iyi olanın yapılmasına ve kötü amelden seni alıkoymaya çalışır ve senden bunu ister. Salih amele yönelirsen, o arkana sokulanı koğmuşsun demektir. Hak Teâlâ bunun mükâfatını sana Doğruluk ilmini vermekle, senin cehdine iştirak eder. Hak Teâlâ’nm buyurduğu gibi:

“Fî mak'adi sıdkin”

Yani Hak Teâlâ seni sıdık ve doğruluk koltuğuna oturtmuş olur. Ve yine:

“İ'nde melikin muktedirin.”

Seni oturttuğu sandalya ise, iktidar sahibi bir sultanın yanındadır, iktidar ile sıdık birbiriyle imtizaç eder ve birbirine yakışır manasıda kuvvet demektir Meselâ hedefe isabet eden oka, sadık ok denir ve yine birşey hakkında konuşulurken çok katı ve sert dendiği gibi. Demek burada kuvvet sadıkm sıfatı olunca, nefis güçlenerek onun süsü olur Başka süs arzulamaz. Hak Teâlâ daima kendi kavlinde, hallerinde ve fiillerinde hakkı iltizam eder ki sıdık ile süsleneni, muktedir bir sultanın yanında sandalyaya oturtur, sıdkma karşılık kendisine kuvvet veren İlâhi kuvveti göstermiş olur Bir muharebede bir kuvvet gösterisi için bir şâirin söylediği:

“Melektu bihâ keffeyye feen hertu fetekaha

Yara kaimûn min duniha mavaraiha”

Manası: Bir darbe vurdum yara deşildi Ayaktadır hala destekleyen kimdi.

Bunu yine avuçta sıkılan hamura benzetiriz. Yoğurma aralıksız olur. Şiddetlenirse hamur tavına gelir, bu yoğurma gevşek olursa, hamur tavına gelmemiş demektir. Burada: İlâhi kuvvetle icadın yekdiğeriyle alaka, ilmi belirir Hakikat ehli olan dostlarımız arasında bu noktada bir anlaşamamazlık vardır. Bundan da İsmet, Hıfzı İlâhi ilmi çıkar ki, vehim ve şüpheler sana ve onlara etkisi olmaz O vakit sen Allahına hulus etmiş olursun.

Şayet şeytan sana sağdan sokulursa, ona karşı kuvvetlisin demektir. Onu kovarsın. Şeytan kuvvet vasfı olan bu yönden sana gelirse, senin imanını zayıflatmak için gelir ve senin burhan ve isbatım ve keşfini şüpheli göstermeye çalışır. Allah’ın sana gösterdiği her keşifde, gölge âleminden bir emri vardır. Bu hayal âlemini senin için ve sana benzeterek bulunduğun hal içinde sana gösterir. Hakikatle, hayali ayıracak bir ilmin yoksa, senin makamın Musevî Makamı olur ki, o anda bu çeşit emir elbisesini giymiş olursun. (Sihirbazlar gibi)

Umumiyetle bütün sihirbazların ip ve değneklerinin yılan olacağını hayal ettikleri gibi. Hakikatte bunlar yılan olmayıp, tabii cisimlerdir.

Hazreti Musa elindeki asayı atınca yılan olmuştu ve kendisi de bundan korkmuştu Bu işin esasını ve ma’rif etini Hak Teâlâ ona sihirbazlarla karşılaşmadan evvel ona göstermişti. Bunun bir âyet olduğunu ve kendisine bundan bir zarar gelmeyeceğini bildirmişti.

Onun ikinci korkusu da, sihirbazlar ip ve değneklerini attıkları vakit bunlar halkın gözünde hayalinde hep yılan olarak görünmesi, iple değneği fark edemeyecekleri korkusu idi

İşte bu iki korkunun giderilmesi için Allah’ına dua etti, Hak Teâlâ ona hitâb ederek.

 

“Huz hâ ve lâ tehaf senüîdü hâ sîretehâl ûlâ”

Manâsı: Sen o yılanı elinle tut ve korkma! Onu eski haline getireceğiz, demesiyle onu yakalamış, o yılan da Musa’nın elinde bir âsa haline gelmiştir Hak Teâlâ yılanın berzaha benzeyen dar ve uzun gövdesinde, kendi ruhâniyyetiyle asayı saklamıştı.

Musa’nın bu yılanı, sihirbazların mevhum hayali yılanlarını, bunu seyredenlerin gözleri önünde yutmuş. Artık sihirbazların ip ve değneklerinin zahiri görünüşü kalmadığından, kendi hüccetinin doğruluğu görülünce, orada bulunanlar bu ip ve değneklerin, ip ve değnek olarak yerde durduğunu gördüler. Musa’nın yılanı bu ip ve değnekleri yutarak ortada bir şey bırak-masaydı, Musa şüpheyi davet eder ve hüccetini isbat edemezdi. Sonradan sihirbazlar ve orada bulunanlar Musa’nın yılanı tuttuğunda değnek olduğunu, sihirbazların attığı ip ve değneklerin yerli yerinde bulunduğunu görünce, ruho hınç ve kin kuvvetinin, tabii hınç ve kini desteklemesinde olduğunu anladılar.

Orada Hz. Musa (A.S.)’mn asası, sihirbazların ip ve değneklerinin yılana benzi yen hayat şekil ve suretlerini yutmuştu. Haksız yere konuşan bir kişinin susması, karşı taraf için bir hüccet olurki, susma keyfiyeti karşı taraf iddiasının doğruluğunu isbatlamış olur.

Sihirbazlar Musa hüccetinin kuvvetini görünce ve kendi zayıf hüccetlerine benzememiş olması, Musa’nın da o an için görülen korkusunun kendi içinden olmayıp Allahdan geldiğini, bu korku kendi içinden olsaydı çekinmeden ve korkmadan onu tutabileceğine kanaat getirdiler.

İşte Musa’nın sihirbazlara karşı yegâne burhanı ve isbatı, bu korku olmuştur. Seyredenler de bu korkunun diğerlerini yutmadan ileri geldiğini sanmışlardı. Bu hadise üzerine bütün sihirbazlar onun Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kabul ederek ona iman ettiler. Bir rivayete göre bu sihirbazlar kalabalığı 80 bin kişi idi.

Buradaki en büyük beyyine, kalabalığın gözü önünde bu şekil ve suretlerin yutulması, ve Musa (A.S.) asasının şekli bunların ve sıdkı onları ne re retlerin yutulması, ve Musa (A.S.) asasının şekli bunların gözlerinde yılan olarak görünmesiydi. O vakit Musa’nın doğruluk ve sıdkı onları nereye ve ne için davet ettiğini anlamışlardı. Bu olayın sihir olmayıp İlâhi bir emirle ona verildiği, onun için bu beyyine ile karşılarına çıkdı-ğını anlayarak Peygamberliğine inanmış oldular. Firavn’ın işkencelerini Hak Teâlâmn azabına ve ahireti de dünyaya tercih ettiler ve Allah’ın yüce ilmini doğruladılar ve Allah’ın her şeye kadir olduğuna inanmış oldular.

İşte hakikatler hiç bir zaman değişmez, Musa’nın sihirbazlara gösterdiği bu beyyine İlâhi bir ilimdir, Musa’da bundan faydalanmıştır.

Allah’ın ortaklığı hakkında sende şüphe yaratmak, seni işinden gücünden etmek maksadiyle şeytan sana tepeden sokulursa onu derhal kovmaksın? Bunu yaparsan Hak Teâlâ sana tevhit delâili ve nazari ilmi ile bu yönden kuvvet verir.

İnsanın zayıf yönü arkasıdır ve âtıl kılma yönüdür. Şeytan buradan sana sokulursa, bunu Allah’ın mevcudiyyetini bildiren ilimle ve bilgiyle ona karşı koyar ve kova bilirsin.

Böylelikle arka yön, iş bozma, yukarı yön, şirk ve küfre, sağ yön, hastalık ve zâfa, eller arası yönü ise, duygularda şüphe yaratmaya, yarayacak şeytanın geliş yol ve yönleridir.

İşte burada, sende uydurma ve işe yaramaz duygu doğar ki görüş ve nazar ehli buna beyyinelerin sıhhati ve istinadı derler.

İşte Musa (A.S.) onların yanlış fikirlerini, onlara gösterdiğinden ve onların da buna cevap olarak evet bu gösterdiğin şey ilmin azizliğidir, dediler. Musa (A.S.) da bu bir ilimdir, elinizde bunun ilmin azizliği olduğunu isbat edecek bir beyyineniz var mıdır? Onlar da evet dediler, yine deriz ki bu bir ilim değil birtakım uydurmalardır. Musa (A.S.) bu ısrarlı cevap üzerine: Bu sözlerinizle bunun bir ilim olmadığını, bir takım uydurma ve yanlış görüşler olup ilmin azizliği olduğunu söylüyorsunuz ki, bu ifadelerinizle bunun bir ilim olduğunu isbatlamış oluyorsunuz, diyerek onların içine bir şüphe ve tereddüt sokmuştu.

Hak Teâlâ ismetimizi korudu, duygumuzda bir yanlışlık yoktu. Bir kelime ile diyebilirizki, hissin idraki haktır. Bu hak bir bağlantıdır. Hâkim değil şahittir. Akıl ise hâkimdir. Hükümde hata ve yapmak, hâkimle ilgilidir. Ve ona aittir. Buna bazıları idrak ve his hatası, bazıları da görüşü kötü ise, akıl hatası derler. Böylelikle görüş iki kısımdır, Doğru görüş ve kötü görüş. Bunlar insanın elindedir.

Şunu bilki: Hak Teâlâ insanı kendi bedenî kuruluşundan ötürü iki kısımdan yapmıştır. Kalbi de iki bölümün arasına yerleştirilmiştir. Kalbin bulunduğu yer, bedenin iki kısmı arasında bir hudut çizgisidir.

Birinci bölümün yukarı kısmında ve başın bulunduğu yerde, hissi ve ruhani kuvvetler toplanmıştır. Diğer ikinci kısımda ise, hissi kuvvetlerden ancak lemis hissini yerleştirmiştir. Bu lemis duygusiyle sıcak-soğuk, ince-kaba yumuşak-sert, kuru veya serin olduğuılu tanır his eder, ikinci kısım beden yapısının üzerine bu his hâkimdir.

Tabiat kuvvetinin vücudun idaresi yönünden alâkası ise cazibe kuvvetidir. Bununla karaciğer gibi organlara yaramayacak olan hayvanı nefisleri, cezb ederek onlardan kendi yararını alıncaya kadar orada kalmasıdır.

Bu faydalanma mıdır derseniz? Peki hastalık bedene nereden girmiştir? Şunu bilinki, hastalık bedenin ihtiyaçtan fazla veya eksik gıda almasından doğar. Artı ve eksi olan bu iki kuvvetin yanında bir terazi yokturki tartıp, ölçü ile ihtiyacı versin. Demek bu hal bir terazi işi olmayıp, bir cazibe işi olduğu anlaşılır.

Şayet bu gıdayı tam ölçü ile alırsan, bunun anlayış hükmiyle diğer müessir bir kuvvetten olduğunu, kast hükmünde olmadığını bu ilmi öğreten bilmelidir.

“İnnallâhe yefa'lu mâ yürîdü.”

Allah istediğini yapar. Keza bedende, bir itici kuvvet vardırki bununla insan terler, tabiat itici değildir, tartı ve ölçüsü de yoktur. O başka bir emrin hükmü altındadırki, fuzuli olarak mizaca te’sir ederek insanda şehvet kuvvetini doğurur. İşte bü-tüniyle insan vücudunu yukardan aşağıya etkileyen şeyler bunlardır.

Diğer kuvvetlere gelince onlar, ikinci yarı bedende en şerefli bir yer olan iki hayatın bulunduğu yerdedir. Biri kalptir. Bu kan hayatı yeridir. Diğeri ciğerler nefes hayatı yeri. Bu organlardan hangi birisi ölürse yaşaması için onda bulunması lazım olan kuvvet yok olmuştur,, demektir. Bir organ bir arıza veyahut bütüniyle kuvvetle bir yere çarpmadan ve sarsıntı geçirmeden yok olursa, onun hükmü düşer ve bozulur, doğru bir bilgi vermez Tıpkı bir hayale bir illet ariz olduğu gibi. Hayal bırakılmaz kalır, ilmen doğruluğunun kayıp olduğu görülür. Akıl ve bütün ruhani kuvvetlerde böyledir. Her hangi bir organda, hissi kuvvetler ile idrak arasına bir mania girer. Gözlere inen su gibi. O sırada bütün kuvvetler kendi yerlerindedir ve ayrılmamışlardır. Aradaki barikat yüzünden birbirini.görememektedirler. îşte bunu kör olan kişi bu perdeyi görür, onu karanlık bulur İşte bu perdenin karanlığıdır. Kendisinin baktığı ve gördüğü de bu perdedir. Meselâ, bal ve şekerdeki acılığı his eden dil organı, bunun safra kesesinden geldiğini anlar, his der ki, ben acılık duydum, hâkim yanılırsa bu şeker acıdır der. Eğer doğruya hükmederse hastalığı bilir ve şekeri acılıkla ittiham etmez. İdrak kuvvetini bilir ve hissi de şahit olarak kabul eder.

Bu cihetle gerek kadılar ve gerekse hâkimler, doğru ve hatalı işler yaparlar. Bu yönden Hakkı tanımak için şunu bilmek lâzımdır: Kâinatın, zatı ilimle ilgisi yoktur. İlim mertebe ile alakalıdır ki O da Allah’tır.

Bu İlâhi tanımada, isimlerini bilmede, Celâl sıfatını öğrenmede ve bu kâinatın hangi hakikatle bu sıfatlardan çıkdığını bilmek ve gözle görülmeyen bir keyfiyeti tanımak için yegâne izlerdir.

Şüphe yoktur ki bu keyfiyyet bizce bilinmez, buna Naut yani sıfatlar sahibi denir. Onun daha evvelden ve ezelden mevcudiy-yeti dolayisiyle onu Hades’den tenzih için bu ad verilmiştir. Bunlar öyle isimlerdir ki, onun ezelliğine ve sonsuzluğuna inanmayanlar ve ona bu sıfatları yakıştırmayanlar için konan adlardır.

Bizlerle konuşan bazı şairler arasında bu noktadan anlaşa-mamazlığımız vardır. Onlar Hak Teâlâdan zati sıfatı resmiyye öğrendiklerini zan ederler yazık ki bu sanatın kendilerinde bulunduğunu bilirler. Sonra bir takım konuşmacılar, bunlardan Ebû Abdullah elkittani ve Ebil Abbasil Eşkar ve Cevza’nın sahibi ve ilmi kelâm mutahassısı Eddarir Esselavi ve Ali Ebi Sait elharraz ye Ebi Hâmit ve emsali gibiler Allahı, ancak Allah bilirlerdi ve şöyle derlerdi:

“Lâ ya’arifullâhe illallâh.”

Dostlarımız arasında Allah görüşü hakkında fikir ihtilâfı vardı. Ahirette onu gözlerimizle gördük. Fakat ne görmüştük bu hususta onların gözü açıktır. Bizler bu fikirleri, ayrı ayrı olan bu mevzuları bu kitabımıza açıklığiyle değil, imâ olarak getirdik ve yazdık. Çünkü bu bizler için dar ve sıkıntılı bir mevzudur.

Bütün isbat ve delilleriyle açıkça görüneni reddetmek Peygamberimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin bu yönden söylediklerini nakız etmek bizlerce hayretle karşılanır ve bunun karşısında akıllar da durur.

EvtadfAfesned - temel - direk - mıh mânâsına gelir.] ve bu bahisle ilgili olan cihete gelince: Hak Teâlâ’nm bu kâinatı tutan, koruyan evtâd, beş değil dörttür. Ebdâl, iki imam ve kutup olandan daha başkaca hususiyetleri vardır. Bazıları, bunların 40 olduğunu ve bazıları da 7 olduğunu söyler. Yedi ebdâli evdat haricinde farklı olarak tutarlar. Bizlerden de dört ebdâhn, aslen dört evtâd olduğunu söyleyenler vardır.

Hakikatte ebdâl yedidir, bunlardan dördü evtâd’dır. Diğer iki bedel iki imamdır. Yedincisi de Kutup’dur.

İşte bu heyeti umumiyyeye ebdâl denir ki, manâ bakımından yerine kâim olan demektir. Meselâ bunlardan yani yediden biri ölünce, onun yerini 40’dan biri doldurur. Bundan eksilenini de 300’den biri doldurur. Bundan eksileni de Hak Teâlânm emirleriyle sâlih amel ve mümin kullarından birini seçerek bu açığı onunla kapatır. Böyle olmasaydı o makamlara sahip olamazlardı.

İşte bu dört evtâd da ebdâl da olduğu gibi zâti ve İlâhî ruha-niyet vardır. Bu evtâddan biri Adem’in kalbine, diğeri İbrahim’in kalbine ve bir diğeri İsa’nın kalbine, dördüncüsü de Mu-hammed (aleyhissalatü ve Sellem)in kalbine dayanır veyahut kalbine girer.

Bunlardaki ruhâniyyet ise: Bir Veted-i İsrafil aleyhisselâmm ruhaniyyeti, İkincisini Mikâil aleyhisselâmm ruhâniyyeti, üçüncüsünü Cibril aleyhisselâmm ruhâniyyeti, dördüncüsünü de Azrail aleyhisselâmm ruhâniyyetleri takviye eder.

Her bir Veted’in bir meskende yeri ve rüknü,[Esas yer] vardır. Adem’in kalbinde olan yere Şam Rüknü, İbrahim’in kalbindeki yere Irak rüknü, İsa’nın kalbindeki yere Yemen rüknü, Peygamberimizin kalbindeki yer de Kâbe’de bulunan Siyah taş rüknü, denir ki Allah’a şükürler olsun bu da bizim rüknümüz-dür.

Bizim zamanımızın kuvvetli şahsiyetlerinden ve rükünlerinden Elrebi bin Mahmut Elmardini elhattab adındaki zat öldükten sonra, yerine birisi geçmişti. Ebû Ali Elhavariyye o şahsiyetleri görmeden ve tanımadan Hak Teâlâ tarafından ona keşif ettirmiş ve göstermişti ve kendisi de ölmeden evvel onlardan üçüncü his âleminde görmüş ve tanımıştı. Bu üç kişiden biri hamd olsun bizdik. 599 sene-i hicriyyesinde ölmüştü. Bana verdiği haberde dedi ki: 4 üncüyü göremedim. O bir habeşli olsa gerek, demişti .

Şunu bil ki, bu Evtâd kendilerine yakışan ve lüzumlu ilimlerle bezenmişlerdi. Bu ilimler kendilerine bir mesned ve dayanak olduğundan bu ismi alırlar. Bunlardan bazısı 15 ilim sahibidir. Bazıları da 18 ilim sahibidirler. Bunlardan bir kısmı 21 ilim ve bir kısmı, da 24 ilim sahibidirler. Bunlardan biri veya hepsi fazla olarak cemaatın ilmini toplar. Bunların hususiyetleri de, her biri o ilmi diğeri ölçüsünde almalarıdır. Her birinin bir yönü vardır, bunlardan îblise Karşı olanlar hakkında Hak Teâlânın kelâmını bu mevzuun başında zikr etmiştik.

Bir kimseye İblis hangi yönden girmiş ise, âhiret gününde o yönden şefaatçisi bir veted vardır.

İblisin sokulduğu ilmi yönler: ön cephedeki ilimlere sokulur ki, bunlar: Ekin biçme ve kesme ilmi, Vecit, Heves, devk, aşk, gizli mesele, görüş, beden terbiyesi, tabiat, İlâhî ilim, tartı ve terazi, nurlar ilmi, zahiri yügme, müşahede, yokluk ve mahviy-yet, ruhları kullanma, ulu ruhâniyyetin nuzûl ilmi, haraket, iblis ilmi, mücahede, haşır, neşir, amel ve iş tartıları, cehennem, sırat, ilimleridir.

Sağ yön ilimler: Sırlar, gayp, hazineler, bitkiler, madenî, hayvanı, gizli emirler, sular, tekvin, boyama, kökleşme, sebat makamı ûlâ, eskilik ve kıdem, mevsimler, zahiri ilimler, sükûnet, ûlâ, cennet, ulvî beka, bu ve buna benzer ilimlerdir.

Sol yön ilimleri: Berzahlar ilmi, berzahi ervah, uçuş mantıki, rüzgârların dili, iniş, istihale, işkence ve üzme, zatî müşahede, nüfus hareketlendirme, meyil, mi’rac, yazı, kelâm, nefesler, ahval, işitme, hayret, havailik ve buna benzer ilimlerdir.

Arka yön ilimleri ise: Hayat ilmi, akaide bağlı haller ilmi, nefis tanıma ilmi, tecelli, nikâh, manassat, rahmet, atifet, se-daket, dostluk, zevk, içme ve sulama, Kur’an cevheri, furkan incileri nefsi emmâre gibi her kişinin bildiği ilimlerdir. İşte gerek ebdâl gerek evtâd hakkında ve iki imam ve kutup yönünde size geniş açıklamalarda bulundum, Allah doğruyu söyler ve hidayete erdirir

SONSUZ VE TÜKENMEYEN İLHAHİ İLİMLERİN KEVNİ İLİMLERE İNTİKALİ HAKKINDA BİLGİLER

Allah seni doğrulasın. Şunu bil ki: Âlemde görülen ve görülmeyen ne varsa, bir halden bir hale geçmektedir. Zamanın kev-nide böyle hareket halindedir. Nefis âlemi de her nefiste değişir. Tecelli âlemi de ke*a iiHt kal halindedir. Hareket ve intikal kesilmez daimidir. Hak Teâîâ der ki:

“Külle yevmin hüve fî şe'nin.”

Ve yine bu sözünü Hak Teâlâ şu cümle ile teyid etmiştir:

“Senefrugu leküm eyyühessekalâni”

Her insan kendi nefsinin çalışmasında, hareketlerinde, kalbinde çeşitli hatıralar olur.

Ulvî ve Süfli âlemde bir devrim yoktur ki Allah’ın nazarı onu görmez olsun, veya kendine has tecellisi olmasın. Şu bilinmeli ki bütün kevni ilimler ondandır. Bunlar da kevinlerden alınmış bilgilerdir ki, bu bilgiler de kevinlidir.

Yine kevinlerden alman ilimler vardır ki bunlar kevni ilimler olmayıp Hakkın zatiyyetini bildirir ve yine Hakdan alman ilimler vardır ki, bu da kevinleri bildirir. İşte bu çeşit yollarla bilinen ilimler kevni ilimlerdir.

Bunlar, hareket ve değişmelerine göre adlandırılır. Kişi daima bu kevni ilimlerden birini öğrenmeye çalışır. Veyahut kendi isteğine bir rehber olması için bu kevinlerden bir kevni seçer. Eğer bunda muvaffak olmuşsa Hakkın çehresi ona görünmüştür demektir. Bu tecelli ile diğer şeyleri bırakır, bu çehrede onun tasavvuru değildir. Çünkü kendisi araştırmalarla onu bulmuştur. Ona asılmıştır. Bundan dolayı o ilk arzusunu bırakmış, o çehreden ilme intikal ederek istediğini almaya başlamıştır. Bunlardan bildiği olduğu gibi bilmediği de vardır. Kendisinden de gideni bilmediği gibi geleni de bilmez.

Bazı hal ve tarikat yolcuları derler ki: Bir insanı kırk gün ayni hal içinde görürseniz, o kişinin acaip bir Murâi/İO yüzlü -yalancı - hilekâr] olduğunu biliniz.

İki nefisten birisinin veya iki zamandan bir zamanın bir şekil ve hal üzerinde kalacağını hakikatler bize isbatlayabilir mi? Kalırsa, Uluhiyyet’in Kevni hakkında fiili veya ameli bozulmuştur demektir. Bundan anlaşılır ki, o bilgin intikalin ne olduğunu bilmiyor demektir. Çünkü intikal emsalleriyle olur. Bu intikal nefislerle birlikte bir şeyden bir şeye geçmiş olmasıdır. Yani o nefsin sureti diğer bir nefis suretine elbise gibi giydirilmiş olur.

Meselâ şöyle denir: Filân hâlâ yürümektedir. Yani henüz oturmamıştır, hareket halindedir. Yürüyüş demek bir çok hareketleri içine alır, her hareket şekli bir ötekine benzemez, bir ölçüde olsa dahi. İşte senin bilgin ve ilmin de değişmektedir ve hareket halindedir.

Şöyle konuşulur: Hal onda bir değişiklik yapmadı amma, nice intikaller onda nice haller yarattı, denir.

İlâhi İlimlerin intikali ise: Ebulmaalinin İstirsal ve Muham-med bin Ömer bin elhatibürrazi’nin Taallukat’a gidişi gibi, bu köklü ulu kişiler ve bizim yolda olanlar intikal hakkında bir şey söylemezler. Eşyanın hali kendi malûm olan şekilleriyle Hakkın gözünde görünür ve bilinir. Bunlardan gözleri sonsuz görenler varsa İbn-i Hatibin mezhebiyle alâkası yoktur ve ne de Hara meyn İmamının İstirsal mezhebine girer. Allah onlardan hoşnud olsun?... En doğru akli isbat bizim gidişimizdir. Bizim de onayladığımız Ehlullah’m zikridir ki, akli tavır ye hareketin arkasında bulunan makamdan insana keşif ve buluş key-fiyyetinin verilmesidir ve bunun böyle olacağını bunlar doğrular ve tasdik ederler.

Hak Teâlâ görüşü temin için, gözleri kendisi için değil, yarattığı şeyde bulundurur. Çünkü o olduğu gibi zamanlariyle mekanlariyle olduğu yerdedir. Zaman ve mekan intikallerinde ona bu haleri yani olanları gösterir. Bunu da sıra ile bir halden bir hale intikal ettirerek ona gösterir.

Hak Teâlâya nisbeten bu ayni işdir ve birdir. Onun dediği gibi;

“Ve mâ emrünâ illâ vâhidetün.”

bunun süreside göz kapağının açılıp kapanması kadardır. Bu İlâhi emirle meseleyi çözmüş ve istediğimiz olmuş demektir. Yeter ki bizde yanlış bir görüş ve düşünce olmasın!

Ekseriyetle emirler de birdir, ne yok olur ve ne de kaybolur. Bunun tadını alanlar bu hali böyle görüp, kendilerinin türlü hali olan bir kişi gibi olduğunu anlar, onun her hal ve suretindeki intikali, kendilerinde de aynen görürler. Şimdi, seninle bu suretler arasındaki perde açıldı, senin bu perdede bir suretin vardı, sen bir düşünce ve görüşle bunu hatırlarsın. Hak Teâlâ o perdedeki şekil ve suretinden dolayı bunu kapalı tutmadı, aksine bunu açıp kaldırdı. Ve ona Oluş yani var oluş suretini giydirdi. Bununla ebedi nefsinin ebediyyetinin ne şekilde olduğunu mülahaza ve muayene etti. Hakta bir nazar yoktur. Hak ne mazi ve ne de müstakbeldir. Bütün bu emir suretleriyle sayesiyle, basamaklariyle bellidir ve sayısızdır. Sonu yoktur ki du-raklayasm? İşte bunlar ademiyle, varlığiyle ve mümküniyle Hak Teâlânın azametli idrakidir. Bu sebeple hayal ve haller değişir, yoksa bunları bilmemekle değil keşfinden bilerek istifade etmiştir ki onda hal diye bir şey yoktur. Bu, bir sırdır, kapalıdır. Kader sırriyle ilgisi vardır. Dostlarımızdan pek azı bunu bulmuştur.

Allah Teâlâ hakkmdaki bilgimize gelince: Bu iki kısımdır, Zatı ilâhiyyeyi tanımak kuvvetli ve çevreli bir görüş ve müşahede ile tahakkuk eder. İkinci kısım ise, bilgimizdeki Allah tasavvuru ile tahakkuk eder ki, bu da iki emre dayanır. Bunun birisi Ata İkincisi ise Nazar ve istidlal’dir.

İşte kazanılmış bilgi budur. İlim serbest olduğundan bu serbestlik Hakka nisbetle sıfatlandırıhrsa Ahadiyyet’in mevcudiyeti ona karşı gelir. Hak Teâlâ der ki:

“Efemen hakkat aleyhi keliketülazâbi.”

Ve yine derki:

“Ve lâkin hakkalkevlü minnî.” bu âyetle tamamladığı söz. ne güzeldir.

“Ma yübeddilülkavle ledeyye.”

işte burada kader sırrına işaret etmektedir. Allah’ın kendi hul-kuna en büyük hücceti budur. Allaha da yakışanı budur.

“Ve mâ ene bizallâmin lilabîd.”

Hak Teâlâ’nm kevne ait olanı da

“Ve lev şi'nâ leâteynâ külle nefsin hedâhâ.”

Manâsı: Arzularsak her nefse doğruluğunu getiririz, demektir. O istemeden bunu idrake bağlamış olduğunu, idrakle doğru yolun bulunması imkânını anlatıyor ve işaret ediyor.

Hakikat halde bu nokta üzerinde duralım ve bunu inceleyelim! Bu emrin içinde Hak Teâlâ’mn yalnız emri ve isteği vardır. Hal imkânı nisbetinde Allahça da bilinir,

Meselâ: Belli, aşikâr ve makul olan ve düşünülen bir ihtirasın şahidi, göreni Olmazsa bu keşfin doğruluğu nasıl tahakkuk eder?

Hak Teâlânm bir tek sıfatı subutiyyesi vardır. Bunun iki veya daha fazla olması doğru olmaz, sıfatı subutiyyesi fazla olsaydı, Zati Subutiyyesi mürekkeb olurdu, İlâhi sıfatı için Ter-kib imkânsızdır. Bundan dolayı bunun birden fazlasının isbatı zordur ve olamaz.

Bazıları şöyle düşünür ve söyler: Hak Teâlâ madem ki evliliği ve nikahı şerhan getirmiştir. Acaba kendisi evlenir mi?

Bu söz ve anlayışla bunu ifade etmek Hak Teâlâya karşı terbiyesizlik yapılmış olur!. Bunun söylenmesi ve yapılması imkân olan şeyler üzerinde düşünülüp söylenirse daha doğru olur. Çünkü şeriat evlenmeyi koymuştur, yasaklamamıştır. Akıl da bunu kabul eder, bu kabul etme keyfiyeti Allaha isnad edilmemelidir.

İlâhi ilimler bunlardan daha geniştir. Anlatmakla bitmez. Bu söylediklerim kısacasıdır, şimdilik bu kadarla iktifa ediyorum. Allah doğruyu söyler ve hidâyete erdirir...

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar