ON BEŞİNCİ SİFİR [FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YÜZ YEDİNCİ KISMI
Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın
Adıyla
YÜZ ALTMIŞ İKİNCİ BÖLÜM
Fakirlik ve Sırlarının Bilinmesi
Fakirlik, tüm oluşu kuşatmış bir iş
Hükmüyle ve varlığıyla, fakat verilmez ondan bir ad
Yaratıcısı karşısındaki
mümkünden başkasına Onu arzular, bundan dolayı öne geçmiş
İstidadıyla güçlü olanın
gücü benzer Zayıf olana, hükümlerde birdirler
Hakikatler, kendi
alanlarında akar .
Her hakkın kendiliğinde bir
mutlaklığı var
Fakirliğin kendisine hakim
olduğu bir fakir Her şeyde, onun elbisesi halk’tır (yaratılmışlık)
Her bir halde onu görürsün
Sanki tabaka tabakadır
Onu Yaratanın gözünden
alıkoymaz Yolundaki afetler ve bağlar
Başka bir şiir ise şöyledir:
Fakirlik bir hüküm ki, onu
idrak edecek kişi Aile ve çocuktan uzaklaşmış olmalı
Fakirlik bir hüküm ki bütün
âlemi kuşatmış Varlıklardan hiçbirini dışarıda bırakmam
Çünkü hepsi de özü gereği
onu arar Fakirlik de şehirlerde onları ister
Hepsi sayıdır, çünkü onlar,
sayılan (şeylerdir)
Hepsi çifttir, ‘ahad (bir)’ diye çağrılan hariç
Onun dışındakiler, dediğim
gibi: el-Vâhid, el-Muhsin ve es-Samed gibi
Kimsenin idrak edemediği Hakk
münezzeh Ne akılda ne bedende doğmuştur
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey
insanlar siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ zengin ve övülendirYani Allah
Teâlâ isimleriyle (âleme ve size muhtaç olmaması anlamında) müstağnidir. Biz
ise O’nun isimlerine muhtacız. Bu nedenle, ayette fcütün ilahi isimleri
kendinde toplayan ‘Allah Teâlâ’ ismi gelmiştir. Ayette ‘Allah
Teâlâ ‘Allah Teâlâ fakirdir, biz zenginiz’ diyenleri duydu’2 buyrulur. Onlar (gerçekte zenginlik
ile) nitelenmiş olsalardı ‘söylediklerini yazacağız’ ayetinin (gereğiyle)
nitelenmiş olurlardı. Bunun sebebi ‘Allah Teâlâ’ya borç
verin’3 (ayeti),
nezihliği ‘karz-ı hasen (iyi borç)’ diye ifade edildi. Açıklaması ve delili ise
şudur: (Güzel kelimesiyle aynı kökten gelen) İhsan, Allah Teâlâ’ya O’nu
görürcesine ibadettir. Bunun karşılığı ise ‘Yaptığını
z hiçbir iyilik örtülmeyecektir54 ayetidir.
Dolayısıyla siz de onu gizlemeyeceksiniz. Fakirlik kapısında, genişliği ve
yaygınlığı nedeniyle, bir izdiham olmaz. Fakirlik, terk edilen bir nitelik
olmakla birlikte kimse, ondan yoksun değildir. Bu yönüyle fakirlik, herkeste o
şeyin hakikatinin gereği üzere bulunur. Fakirlik, ârifin ulaştığı en haz veren
şeydir, çünkü fakirlik ârifı Hakkın huzuruna sokar ve Hakk onu bu sayede kabul
eder. Çünkü Hakk arifi bu özellikle kendine çağırmıştır. Dua bir taleptir ve
kardeşi -ki zillet ve horluktur kardeşiona yakındır. Ebu Yezid şöyle der: ‘Hakk
bana dedi ki: ‘Bana ait olmayan zillet ve yoksunlukla bana yaklaş!’ Böylelikle,
onu zelil kılmış ve perdelemiştir. Bu iki nitelik, dilde mümkünlerin
niteliğidir ve zorunlu varlığın bunlardan -dilde kullanılanbir ismi yoktur. Allah
Teâlâ böylej bir şeyden münezzehtir! Bu konu, kapalı ve kilidi bir kapıdır.
Anahtarı ise üstüne asılıdır. Basiredi onu görürken âmâ farkına varamaz. ‘De ki,
bilenler ile bilmeyenler bir olur mu? Sadece akıl sahipleri öğüt alır.’5
‘Siz Allah
Teâlâ’ya muhtaçsınız56 ayetinde Hakk,
muhtaç olduğumuz ‘her şey’ adıyla bizim için kendisini isimlendirdi. Bunun
nedeni, başkasına muhtaç olunmasına karşı duyduğu gayret ve kıskançlıktır.
Öyleyse yoksul, (Allah Teâlâ’nın kendisini isimlendirdiği) ‘her şey’e muhtaç
iken hiçbir şeyin muhtaç olmadığı kişidir. Böyle biri, muhakkiklere göre, sırf
kuldur. Onun varlık şeyliğindeki hali yokluk şeyliğindeki haliyle birdir. Bu,
amansız bir hastalığa karşı yegâne çaredir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Seni bir şey
değilken yarattı.’7 Bu, (tüm
âlemi ilgilendiren) genel yargı içindeki (özel) bir yargıdır. ‘Daha
önce insan bir şey değil iken yarattığımızı hatırlamaz mı?™ Burada ise
mertebenin üstünlüğüne dikkat çekilir. ‘İnsan
üzerinde zamandan bir kısım geçmiş midir, o zikredilen bir şey değil ikenT9 Bununla birlikte onun aynî varlığı
vardı, çünkü dehr zamanı, onun üzerinden geçmiştir. Öyleyse yoksunluk,
ihtiyacı belirlemeksizin, zâtı yoksunluk demektir. Belirlememenin nedeni,
kendisine en uygunu bilmemektir. Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri de
el-Mani’dir. Allah Teâlâ, her şeye yaratılışını vermiştir. Öyle ki, bizde
yarattığı amaca da yaratılışını Allah Teâlâ vermiştir. Dolayısıyla biz, daima
bir amaç taşırız. Allah Teâlâ ise, ancak bir maslahat nedeniyle, (amacımıza
ulaşmayı) engeller. Nitekim bir topluluğa da daha çok günah işlesinler diye
mühlet verir. Allah Teâlâ onlara günah (yapma imkânı) verdiği gibi günaha da
yaratılışını veren Allah Teâlâ’dır. Binaenaleyh Hakkın nimedendirmesi
sınırlanmaz. Kabiliyeder ise, istidatlarına göre kabul eder. Böylelikle, bu
konudaki yararları bildiği için, bir lütuf olarak onu meneder.
Aktarıldığına göre, bir sûfiye
yoksulun kim olduğu sorulunca şöyle cevap vermiş: ‘Allah Teâlâ’ya ihtiyacı
olmayan!’ Kastedilen, ihtiyacın belirlenmesidir. Başka bir ifadeyle sûfi,
muhtaçlığın fakir için zâtı bir durum olduğuna dikkat çekmiştir. Allah Teâlâ
her şeye yaratılışını verdiği gibi sana da senin maslahatına olanı verdi. Bunu
bilseydin, bu makam sahibinin Allah Teâlâ’dan istekte bulunacağı bir şeyi
kalmayacağım (anlardın). İstemek, bu müşahededen yoksun olana emredildi. Şâri’,
onun başkalarından istediğini görür ve bu nedenle gayrete gelerek kendisinden
istemesini emreder. Allah Teâlâ’nın bilgisinde şu husus takdir edilmiştir: Allah
Teâlâ, başkalarından talepte bulunacak bir kavmi yaratacaktır. Allah Teâlâ,
melek, insan, hayvan vb. yaratıklardan muhtaç olunan ve istenilen her şeyde
gerçekte istenilenin kendisi olduğunu bilmekten bu insanları perdelemiştir. Allah
Teâlâ, bize insanların Allah Teâlâ’ya muhtaç olduğunu bildirdi. Başka bir
ifadeyle, gerçekte kendisinden istenilen O’dur. Çünkü ‘her
şeyin sahipliği ve melekûtu Allah Teâlâ’nın elindedir.,w O halde Allah
Teâlâ’ya muhtaçlık esastır. Allah Teâlâ’yı bilenler ise, hallerini
koruyanlardır.
VASIL
Allah Teâlâ Vasıtasıyla Zengin Olan O’na Muhtaçtır
Fakir diye Allah
Teâlâ’ya nispet edilmek, zengin diye nispet edilmekten üstündür. Çünkü
zenginlik Hakk’ın zatıyla yaratıkların arasındaki ilişkiyi ortadan kaldıran
zâtî bir niteliktir. Her talep, bir münasebet ve ilişkiye imkân verir, çünkü
mevcut olan, arzulanmaz. Dolayısıyla talep ve istek, talep esnasında sahibinde
bulunmayan bir şeyle ilgilidir. Bu nedenle talep, yokluğa -ki madum
demektirilişebilir. Bununla birlikte talep edilen şey, var olan bir varlıkta
bulunabileceği gibi var olmayan bir şeyde de bulunabilir. Alemde sadece talep
eden vardır. Dolayısıyla âlemde sadece istediği şeye muhtaç olan vardır.
Fakirlik başkalarında bulunmayan bir
özellikle diğer niteliklerden ayrılır. Bu özellik, onun madum (yok olan) ve
mevcudun niteliği olmasıdır. Her olumlu nitelik, bir mevcutta bulunmalıdır.
Bakınız! Mümkün, yok iken bir tercih edene muhtaçtır. Var olunca bu kez
varlığını sürdürmede ve korumada muhtaçtır. Dolayısıyla mümkün, hem varlık hem
yokluk halinde ‘fakir’ kalmayı sürdürür. Öyleyse fakirlik, hüküm bakımından
makamların en genişidir. Bu nitelikten kazanılmış olan ise, özel bir izafettir.
Bu ise -başkasına değilAllah Teâlâ’ya muhtaçlıktır ki, bununla Allah Teâlâ
övülür. Bu muhtaçlık, insanı mutlu eder ve kendisini Allah Teâlâ’ya
yaklaştırır. Bu izafette ise, insanda yaratılmış olan her nitelik ona ortaktır.
Örnek olarak cimrilik, hırs, haset, aç gözlülük gibi göj
rak ve
yerine göre üstün-değerli ve değersiz ve düşük olan niteli*
rebiliriz. Hükümdarların
yoksunluğundan daha büyük bir yoksulluk yoktur. Çünkü hükümdar, askerlere olduğu
kadar yönetimini ayakta tutmasını sağlayacak kimselere de muhtaçtır. Hükümdar,
bu adı onun için koruyacak yönetim ve mülke muhtaçtır.
Sultan Selahaddin Yusuf b. Eyyub’a
(ra.) 581 senesinde Ebu’lKamh el-Müneccim, ulaştığı her yeri toza çevirecek
büyük bir fırtına çıkacağını söylemiş. Bazı arkadaşları fırtına gecesi
saklanacağı güvenli bir yer bulmasını tavsiye edince, hükümdar şöyle demiş:
‘Fakat insanlar ölecek, öyle mi?’ ‘Evet’ diye cevap verdiklerinde şöyle demiş:
‘İnsanlar ölürse, ben kime hükümdar ya da sultan olacağım? Hükümdarlık gittikten
sonra, hayatta ne iyilik kalır ki? Bırakın beni de, hükümdar olarak öleyim.
Yemin olsun ki, dediğinizi yapmayacağım.’ Bunun ne kadar güzel bir söz olduğuna
bakınız! Her izafi varlık -bunun farkında olmasa dayoksundur. Onu fark etse
bile, ‘yoksulluk’ denilen şey olduğunu bilemez. Yoksunluğun durumu böyle
olunca, Allah Teâlâ’ya -ki her şeyin melekûtu O’nun elindedirmuhtaçlık, sabit
ve mevcuttur. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onların
sözlerini yazacağız’" buyurdu. Yani, onu zorunlu
kılacağız. Başka bir ifadeyle onlar, yoksulluğun kesinlikle şikâyette bulunmayacakları
zorunlu bir nitelik olduğunu anlayacaklardır. Hâlbuki onlar ‘Biz
zenginiz"2
demişlerdi. Çünkü onlar, gerçekte yoksul olduklarından perdelenmiş, bu nedenle
de kâfir olmuşlardır. Onlar, zevk yoluyla öğrendikleri ve inkâr edemeyecekleri
bir durumu örtmüşlerdir. Sussalar bile, halleri onları yalanlar. Böylelikle
zengin olmadıkları halde ‘biz zenginiz"3 derler. Onlar, ‘Kuşkusuz
Allah Teâlâ fakirdir"4 der. Hâlbuki Allah Teâlâ, zatı yönünden
fakir değildir. O, âlemlerden müstağnidir. Bu kitabın pek çok yerinde Allah
Teâlâ’nın âlemlerden müstağni olmasının anlamı zikredilmiştir. Bu ifade ‘Allah
Teâlâ zengindir"5 ayetinin
benzeri olmadığı gibi ‘Allah Teâlâ zengindir, siz
yoksulsunuz"6 ayetine de
benzemez.
Yoksulluğun bu kadar yaygın olduğunu
öğrenince, onu herkes için ve her durumda dikkate almalısın. Yoksulluğunu
-herhangi bir belirleme olmaksızınkayıtsız anlamda Allah Teâlâ’ya bağla!
Binaenaleyh Allah Teâlâ (senin maslahatını bilmede) senin için daha uygundur.
İsteğim belirlemekten kendini geri tutamazsan bile, -belirlemiş olmakla
birlikteen azından yoksulluğunu Allah Teâlâ’ya bağlamaya çalış! Allah Teâlâ
Hz. Musa’ya şöyle vahyetti: ‘Ey Musa! Benden başkasına ihtiyaçlarını sunma.
Hamuruna katacağın tuzu bile benden iste.’ İşte bu, Allah Teâlâ’nın Musa’ya
öğretmesidir.
Rüyamda Allah Teâlâ’yı gördüm. Bana
şöyle diyordu: ‘İşlerinde beni vekil edin.’ Ben de O’nu vekil ettim. Artık
sadece Allah Teâlâ’nın korumasını gördüm ve bu nedenle O’na hamd olsun. Allah
Teâlâ, bizi kendisine muhtaç olanlardan etsin! Çünkü Allah Teâlâ sayesinde Allah
Teâlâ’ya muhtaç olmak, zenginliğin ta kendisidir. Çünkü Allah Teâlâ, zengindir
ve sen O’na muhtaçsın. Dolayısıyla sen O’nun sayesinde âlemlerden müstağnisin.
Bunu bilmelisin!
YÜZ ALTMIŞ
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
. Zenginlik Makamı ve Sırlarının Bilinmesi
Zenginlik selbi (olumsuzlayıcı) bir nitelik İsimlerin
nispetlerinden mertebesi ayrılır
Hükmü O’na özgüdür, varlığı
yokluktadır Onunla nitelenecek bir var olan yok ki
Neyi
gösterdiği gerçekte meçhul
Onu
söyleyen kimsede, akıl ise onu olumlar
Bu nedenle, tenezzül ederken
‘zengindir’ dedi Oluş âleminden, ayeti ona dair geldi
Ankebut’ta,
bir düşün onu
Söylediğim
olumsuzlamayı görürsün, gösterdiğini vermez
O ancak alametinden bilinir
ve tanınır Dünya ve ahirette, şeriat ise onu olumlar
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki: Zenginlik, Hakk’a ait zâtı bir niteliktir. ‘Allah
Teâlâ zengin ve övülendir.’17 Yani bu nitelikle övülen, Hakk’tır.
Kulun zenginliği, Allah Teâlâ sayesinde nefsin âlemlere muhtaç olmayışıdır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle der: ‘Zenginlik mal (araz) çokluğuyla değil, gönül
zenginliğiyledir.’ Hadisi Tirmizi aktarır. Hadiste geçen ‘araz’, mal demektir.
Bu, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen sahih bir ifadedir. Çünkü
insanın âlem karşısındaki zenginliği geçersizdir. O sadece maldan müstağni
kalabilir. Çünkü Allah Teâlâ kulun maslahatını, âlemin bir parçası olan bazı
eşyayı kullanmasına bağlamıştır. İnsanın onları kullanmayacak derecede zengin
olması düşünülemez] Dolayısıyla insan âlemden müstağni kalamaz. Bu nedenle
hadis, zenginliği mala tahsis etmiştir. Âlemden müstağni olmak özelliğiyle
sadece zatı yönünden Allah Teâlâ nitelenebilir. İnsan ise âlemden müstağni
olabilir fakat el-Ğanî’ye muhtaçtır.
Bilmelisin ki, zenginlik ve izzet,
ancak Allah Teâlâ sayesinde elde edilebilir. Bununla birlikte bu iki nitelik
-kul onlarla Allah Teâlâ sayesinde nitelense bileAllah Teâlâ’nın huzuruna
kendileriyle giremeyeceği iki niteliktir. Kul bu iki niteliği bırakarak yoksul
ve zelil bir halde Allah Teâlâ’nın huzuruna girmelidir. Girmek, Allah Teâlâ’ya
yönelmek demektir. Dolayısıyla kul, O’nunla zengin veya aziz olmak niteliğiyle
Allah Teâlâ’ya yönelemez. Allah Teâlâ’ya zillet ve yoksulluk haliyle
yönelebilir. Çünkü Hakk’ın mertebesi, kendinden kaynaklanan bir gayrete
sahiptir. Öyle ki, izzet sahibini veya zengini bu mertebe kabul etmez. Bu,
kimsenin kendinden öğrendiği ve inkâr edemeyeceği bir bilgidir. Allah Teâlâ
-görünüşte Peygamber’ine saygı öğretmek üzere, gerçekte ise Peygamber
vasıtasıyla biz öğrenelim diyebize saygı öğretmek amacıyla şöyle der: ‘İstiğna
edene gelirsek, sen ona ısrar edersin,’18 Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, o esnada ilahi niteliği müşahede etmekteydi ki bu nitelik
zenginlik idi. Bu nedenle, hakikatinin kendisine verdiği üstünlük nedeniyle o
nitelikten etkilenmişti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem o esnada Allah
Teâlâ’ya çağırmada yoksulluk halindeydi ve davetinin yayılmasını istiyordu.
Biliyordu ki, insanların başkanlara ve zenginlere uyması, bu niteliğe sahip
olmayanlara uymasıyla eşit değildi. Bu nitelikteki bir insan müslüman olursa,
onun müslüman olmasıyla pek çok insan müslüman olacaktı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem böyle birinin müslüman olması için büyük bir hırs duymuştu. Allah
Teâlâ bu konuda onun adına tanıklık yaparak şöyle der: ‘Sizin
üzülmeniz ona güç gelir.’19 Yani, gerçek karşısındaki inadınız
ona ağır gelir. ‘Size karşı haristir.’10 Burada harislik, sizin müslüman
olmanız ve mutluluğunuzun bulunduğu şeye boyun eğmeniz anlamına gelir. Bu ise, Allah
Teâlâ’ya ve Allah Teâlâ katından getirdiği şeye imandır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, böyle bir bilinçle hareket etse bile, bize öğretmek ve onu
uyarmak üzere kınanmıştır. Çünkü insan gaflet mahallidir ve özü gereği
yoksundur. Makam ve mal, bulundukları kimselerin müstağni kalmasını sağlar. Bu
nedenle Allah Teâlâ, ‘İstiğna edene gelirsek’21
demiş, ‘zengine’ dememiştir. Çünkü böyle biri, (müstağni olsa bile) gerçekte
zengin değildir. Aksine, kendini müstağni yapan şeye muhtaçtır. Peygamber şöyle
der: ‘Beni Allah Teâlâ terbiye etti ve ne güzel terbiye etti!’ Güzel ahlâkın
bir yönü de, yoksullara dönmek ve mal ya da mevki gibi şeylerle zengin
olanlardan yüz çevirmektir. Bu nitelikteki birisine yoksul ve hor insanlar
gelirse, Allah Teâlâ ehlinin yoksullara yönelmesi gerekir. Çünkü zenginler
sahip oldukları makam ve malları göstererek kendisine gelirlerse, Allah Teâlâ
ehlinin onlara makamları ve sahip oldukları şeyler nedeniyle yöneldiklerini
zannederler. Böylelikle sahip oldukları halin daha çok sürmesini isterler. Bu
nedenle Allah Teâlâ, ehli olan insanların zenginlere ancak zahit davranarak yönelmesine
izin vermiştir. Yoksul, hor ve kırılmış birisi ile mal ve dünyevi makamıyla
zenginleşmiş birisi Allah Teâlâ ehlinden birinin meclisinde bir araya gelirse, Allah
Teâlâ ehlinden olan kişi, makam sahibi zenginden daha çok yoksula yönelir ve
ona ilgi gösterir. Çünkü yoksul, Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’e öğrettiği saygının konusudur.
Şu var ki Allah Teâlâ ehli, bu konuda
Hakkın terazisine muhtaçtır. Ondan gafil kalırsa, her şeyden daha hızla
yanlışlığa düşer. Terazi, içinde zengine karşı aşırı bir ilgi bulmaması ve konuşmasına
(dikkat etmesidir.) Kastettiğim şey, zengin ya da makam sahibini aşağılayan
ezici bir nitelikle konuşmamaktır. Çünkü zengin, böyle bir niteliğin altında
aşağılanmaz, aksine kaçar ve büyüklüğü artar. Sen ise, Allah Teâlâ’ya davet etmekle
memursun. Öyleyse Allah Teâlâ, bize ve ona öğretmek üzere, Peygamberine
insanları Allah Teâlâ’ya nasıl davet etmesini emretmişse, sen de onu öyle davet
etmelisin. Çünkü biz, Allah Teâlâ’ya davet etmekle yükümlüyüz. Nitekim ayette ‘Ben ve
bana uyanlar, basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet ederiz’22 buyurur. Allah Teâlâ Peygamber’e ‘Hikmet
ve öğüt ile Rabbinin yoluna çağır, onlarla en güzel şekilde tartış’23 buyurdu. Başka bir ayette ise ‘Katı
kalpli olsaydın, etrafından dağılırlardı’24 denilir. İşte bu, dua edenin uyması
zorunlu niteliktir. Allah Teâlâ’ya davet eden insan, bu nitelikteki Allah
Teâlâ’nın kullarının sahip oldukları dünyalık makam ve mala karşı içinde tamahkârlık
duymamalıdır. Çünkü izzet, Allah Teâlâ’ya, Peygamberine ve müminlere aittir.
Öyleyse Allah Teâlâ’nın sana giydirdiği elbiseyi çıkartma! Malın sadece burada
gücü vardır. Hikmetin anlamı da budur.
Allah Teâlâ Peygamberini ilkinde
(kendisine gelen) gruptaki izzet nedeniyle kınamıştı. Onlar, Akra b. Habis ve
benzerleriydi. Onlar şöyle demişti: ‘Muhammed bize özel bir meclis tahsis
ederse, onunla otururuz. Bu kölelerle oturmayı kendimize yediremeyiz.’ Bununla
da Bilal, Habbab vb. kastetmişlerdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de,
onlar döndüğünde pek çok kimsenin Allah Teâlâ’ya döneceğini bildiği ve onlarm
imana gelmeleri hakkındaki hırsı nedeniyle istekli davranmış ve onların
taleplerine olumlu karşılık vermiş, geldiklerinde kendilerine ilgi göstermiş,
yoksullardan yüz çevirmiş, yoksulların kalpleri kırılmıştı. Allah Teâlâ ise,
yoksulların kalbini onarmak üzere bu vahyi indirdi. Bu kez o zengin ve
soyluların gönülleri kırıldı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme Allah
Teâlâ ‘Senin görevin tebliğdir, hidayet etmek
değil, Allah Teâlâ dilediğine hidayet eder™ demiştir. Allah
Teâlâ, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ‘Yüzünü astı ve
yüz çevirdi’26 ayetini
indirdi. Başka bir ayette ise ‘Rablerine dua edenlerle birlikte
kendini sabra alıştır’27 denilir. Başka bir ayette ise ‘De ki
Rabbinizden gelen Hakk: dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin528 buyrulur.
Ardından Allah Teâlâ katında ahirette zalimler için olacak azabı zikretmiştir.
Allah Teâlâ’ya davet ve irşat
yönteminin ölçütü, insanların sahip olduğu mala ve onların sağlayacağı
(imkânlara) karşı Allah Teâlâ ile zenginliktir. Gönlün bu duyguya sahip
değilse, Allah Teâlâ’ya davet etme! Bunun yerine, kendini Allah Teâlâ nezdinde
övülen bu niteliklerle nitelenmeye çağır! Bulunduğun sınırı aşma ve sahip
olduğundan başka bir şeye tamah etme! Yoksa (başkasının malını) gasp eden
olursun. Zorla ele geçirilen yerde namaz ise, görüş ayrılıkları olsa bile, caiz
değildir. Allah Teâlâ’ya davet bir ‘namazdır.’ Bu namazın kılınması ise, Allah
Teâlâ’ya çağırdığın kimselere (ve sahip oldukları şeylere) kölelikten
azadıktır. İşte Allah Teâlâ ile zenginliğin yeri burasıdır ve burada
kullanılır. Başka bir şeye yöneltirsen, terazide haksızlık yapmış olursun. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Terazide haksızlık yapmayın.’29 Başka bir ayette ise ‘Terazide
taşkınlık yapmamak için...’30 buyrulur. Taşkınlık yaparsınız, onu
sınırından çıkartırsınız. Bu ise ‘Dininizde aşırıya gitmeyin’3' ayetinde
dile getirilir. Kastedilen, taşkınlık ve tuğyandır. Bunlar ise taşkınlık
yapanın haddini aşan bir üstünlüktür.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
YÜZ ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
Tasavvuf Makamının Bilinmesi
Bil ki tasavvuf, Yaratanımıza benzemektir Çünkü
o bir ahlâktır, bak, sırrı gör
Ahlâklanmak nasıl olur?
Gizli aldanma var Yaratmasında, bu kadarla perdelenmiştir
Yaratıkların niteliklerinde
onu kınamıştır, ibret alın işte akla verilen bir örnek!
Demir başka bir yerde
işlendiğinde Bu işleme altına çevirir onu
Kötü huy da iyi huya
döndürülür Çünkü o Rahman’a aitti
Tasavvuf, İlah karşısında
temizlenmiş bir ahlâktır Artık ona başka bir bağ arama
Allah Teâlâ yolunun ehli şöyle der:
‘Tasavvuf bir ahlâktır. Kim ahlâk bakımından senin önündeyse, tasavvufta da
önündedir.’ Müminlerin annesi Hz. Aişe’ye Peygamberin ahlâkından sorulunca
şöyle demiştir: ‘Onun ahlâkı, Kur’an idi.’ Allah Teâlâ Kur’an’dan kendisine
verdiği huyla kendisini överek şöyle buyurmuştur: ‘Sen
büyük bir ahlâk üzerindesin.n2 Tasavvuf ile nitelenmenin şartı,
hikmet sahibi olmaktır. Böyle olmazsa, tasavvufun bu kalpte bir payı ve nasibi
yoktur. Çünkü tasavvuf bütünüyle hikmettir, çünkü tasavvuf, ahlâktır. Bu
ahlâk, tam bir mârifete, üstün bir akla, huzur (gaflette olmamak) ve kendisi
hakkında sağlam bir temkine muhtaçtır. Öyle ki nefsanî gayeler, insanda
hükümran olmaz. Bu makamdaki insan, Kur’an’ı önderi yapar: Hakkın Kur’an’da
kendisini hangi özellikle, hangi durumda ve hangi bağlamda ve kime karşı hangi
nitelikle nitelediğine bakar. Böylece sûfi, söz konusu sınıfa karşı bu niteliğe
göre davranır.
Tasavvuf, onu bu şekilde ele alan
kimseler için kolay bir iştir. (Kolay olması için) Kişi kendiliğinden bir takım
hükümler çıkartmaz ve o konuda Hakkın terazisinin dışına çıkmaz. Kendiliğinden
hüküm çıkaran insan 7yi yaptıklarını
zannettikleri halde gayretleri dünya hayatında hoşa giden’33
kimselere katılır. Onlar burada Hakk için bir terazi koymadıkları gibi Allah
Teâlâ da böyle bir insan için ‘kıyamet günü terazi’34 koymayacaktır. Bu nedenle kendi
nitelikleri kendilerine dönmüştür. Öyleyse onlara (yaptıklarından) başkasıyla
azap edilmemiştir. O halde kitabında Allah Teâlâ’nın sözünü iyice düşün! Allah
Teâlâ, her nerede bir kahır ve şiddet niteliği zikretmişse, yanına bir lütuf
ve merhamet niteliği eklemiştir. Bu niteliklerden biri yalnız zikredilir ve
yanına zıddı eklenmezse, onu aramalısın! Zikredilen niteliğinin zıddını başka
bir yerde tek başma zikredilmiş bulacaksın. Tek başına zikredilen bu zıt
nitelik, yalnız zikredilen karşıtı içindir. Fakat Kur’an’da genel olan, zıt
niteliklerin bir arada geçmesidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kullarıma
haber ver ki, ben gafur ve rahim’im.’35 Ardından bunun
karşıtını zikrederek şöyle buyurdu: ‘Benim
azabım şiddetli bir azaptır.’36 Başka bir ayette ise şöyle der: ‘Rabbin,
cezalandırması hızlı olandır.’37 Ardından mukabilini getirerek şöyle
der: ‘O gafur ve Rahim’dir.’38 Başka bir ayette ‘el-Alî’39 ismini zikretmiştir. Ardından ‘Rabbin
cezalandırması şiddetli olandır’40 ayetini getirdi. Bunları incelersen,
sana söylediğimiz gibi olduklarını görürsün. Allah Teâlâ muduluk ehlinin
niteliklerinden birini zikrettiğinde onun önünde veya ardında bedbahtların
niteliklerinden birini zikreder. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Yüzler
vardır, o gün aydınlıktır, güler ve sevinir.’41 Bu ayet, mutlular hakkında zikredilmiştir.
Ardından aynı ayete gönderme yaparak şöyle der: ‘Yüzler
vardır, üzerlerinde toz bulunur. Onlar, kâfir vefâcir kimselerdir.’42 Muduluk ehli hakkında şöyle der: ‘Yüzler
vardır, o gün bakarlar, Rablerine.’43 Sonra ayete gönderme yaparak
bedbahdar için şöyle der: ‘Yüzler vardır o gün buruşacaktır. Bel
kemiklerini kıracak bir felakete uğratılacaklarını sezeceklerdir.’44 Burada yüzler, beşeri nefsler
demektir. Bir şeyin yüzü, . onun hakikati, zatı ve aynıdır. Yoksa gözlerle
sınırlanmış yüzler kastedilmemiştir. Çünkü onlar, zannetmek fiiliyle
nitelenmez. Ayetin bağlamı, burada yüzlerin zikredilenlerin zatları olmasını
gerektirir. Bedbahdar hakkında ise şöyle der: ‘O gün
yüzler vardır, korkar. Şiddetli bir ateşe dayanırlar,MS
Mutlulara atıf yaparak şöyle der: ‘Yüzler
vardır, nimettedir, yaptıkları işten razı, yüce cennetler içindedirler.’46 Muduların halleri hakkında şöyle der:
‘Defteri sağından verilene gelirsek ™7 Burada bir iyiliği zikretmiş, ardından ona gönderme yaparak
şöyle demiştir: ‘Defteri solundan verilene gelince...’48 Burada ise, bir kötülüğü zikretmiştir. Başka
bir ayette şöyle der: ‘Dünya hayatını isteyene ondan
dilediğimizi veririz. Sonra cehenneme yaslarız onu.™9 Bu ayete atıfla şöyle der: ‘Ahireti
isteyerek onun için çalışana gelir sek...550 İnayetinden söz ederken ‘ona
günahını ilham etti’51 der. Sonra buna
atıfla ‘takvasını da’52 demiştir. Başka bir ayette ‘Onu
tezkiye eden kurtuluşa erdi’53 buyurdu. Ayete göndermeyle ‘Onu
ihmal eden hüsrana uğradı554 buyurdu. Bir ayette ‘Veren
ve takva sahibi olan, iyiyi doğrulayan kimseyi kolayla müjdele’55 buyrulur. Sonra ayete göndermeyle ‘cimrilik
yapan ve müstağni davranan, güzeli yalanlayanı ise zorlukla müjdele’56 buyrulur.
O halde sûfi, ahlâkı ve Allah
Teâlâ’nın yaratıkları karşısında kitabında vc (diğer) kitaplarında Hakkın
davrandığı gibi davranan kişidir. Artık ‘Sana ulaşan her iyilik Allah
Teâlâ’dan ve her kötülük kendindendir.’ Seni yola yönlendirdik. Tasavvuf,
sûfilere göre, zikrettiğim ve açıkladığım hususa ilave bir şey değildir. Allah
Teâlâ teraziyi, mertebe ve halleri bilmeyi indirdi. Sen de hikmetin
gerektirdiği şeyin gereğinden dışarı çıkma ve ‘Kur’an’dan
şifa ve müminler için rahmet olan şey iner.’57 Öyleyse onunla ahlâklanmak ve
sınırında durmak, nefsanî hastalıkları ortadan kaldırır. Bunun böyle olması
zorunludur, fakat müminler için şifadır o. Kur’an, ‘zalimlerin
sadece başarısızlığını artırır.’58 Çünkü onlar, onu ve ‘kelimelerini
bağlamından -ve yerlerindençıkarır.’59 Böylelikle özeli genelleştirirken
geneli özelleştirirler, zalimi ‘adil’ diye isimlendirirler. Hâlbuki hakimler,
adaletli olanlardır. ‘Kime hikmet verilirse, ona çok hayır
verilmiştir.’60 Allah
Teâlâ bir şeyi çoklukla nitelemişse, ona azlık girmez. Hikmetin çokluk ile
nitelenmesinin nedeni, bütün varlıklara yayılmış olmasıdır, çünkü varlıkları Allah
Teâlâ ortaya koymuştur. Sonra, insanı yaratmış ve ona emaneti yüklemiştir. Bu
emanet, varlıkları incelemek ve -Allah Teâlâ her şeye yaratılışını verdiği
gibiher birine hakkını ulaştırmak üzere kendilerinde emanete göre tasarruf
etmektir. Allah Teâlâ -yaratıklardan başka birini değilsadece insanı yeryüzünde
halifesi olarak yarattı. Öyleyse insan, Allah Teâlâ’nın yaratıkları üzerindeki
eminidir ve bu nedenle, onlara (davranırken) Allah Teâlâ’nın sünnetinin dışına
çıkmaz. Bütün yaratıklar insanın elindeki bir emanettir. Bu emanet, insana
sunulmuş, o da bunu kabul etmiştir. Emaneti ehline ulaştıran kimse sûfidir.
Ulaştırmayan ise (ayette geçen) zalim ve cahildir. Hikmet ise bilgisizlik ve
zulüm ile çelişir. O halde Allah Teâlâ’nın ahlâkıyla ahlâklanmak, tasavvuf
demektir.
Bilginler, Allah Teâlâ’nın güzel
isimleriyle ahlâklanmayı açıklayarak onların yerlerini göstermiş, ahlâka nasıl
ulaşılacağını belirtmişlerdir. Bu isimler sayılamayacak kadar çoktur. Bunların
en güzeli ise, özellikle Allah Teâlâ karşısında yerine getirilen huylardır. Bir
insan derin düşünür ve bu ahlâkı Allah Teâlâ’ya karşı yerine getirirse, onları
varlıklara karşı nasıl uygulayacağını da öğrenir. Böyle biri, hiçbir zaman
yanılmayan masum, boş yere hareket ve durmaktan korunmuş kimsedir. Allah Teâlâ
bizi Allah Teâlâ’nın haklarını yerine getiren ve O’nun mertebesini yeğleyen sûfılerden
etsin!
YÜZ ALTMIŞ
BEŞİNCİ BÖLÜM
Tahkik ve Muhakkiklerin Makamının Bilinmesi
v .
Doğa
karşısında Hakk Çölde gördüğün gölge gibidir
Onu su zannedersin
Kaybolmasın diye o suya gelirsin
Bak ve ne gördüğünü incele
Belki de o bir aldanıştır
Tecelli edilen suretler
karşısında böyledir Hakk bir emanet gibidir onlarda
Bunları reddederek ve
onaylayarak Şeriatın nasları getirmiştir
Gölgeye iltifat etme Üstün
mertebelerine bak ki
Belirsizin ortaya çıktığını
göresin Özel perdelerin ardından
Şekilsiz ve suretsiz olarak
Doğanın bir araya getirdiği tarzda
■
Öyleyse Hakkı gördüğünde Dinin bağına bağlan
Hadisin
söylediğini sen de söyle
Yaratıkların
kınanmış niteliklerini (Hakka izafe hakkında)
Bir soylu seninle tartışmaya
kalkarsa Ona, itaatkâr olmasını söyle
Sırrı saklasın, seninle
arkadaşlık esnasmda Sırrı ifşa etmesin
Böyle biri tarafından
çağrılırsa Olumlu karşılık versin ve dinlesin
Kabul ederken güzel
davransın Böyle yaparsan ödüllendirilirsin
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmesin ki: Tahkik, kendisini zedeleyecek kuşkuyu kabul etmeyen bir makam iken
bu nitelik sahibi de muhakkiktir. Öyleyse tahkik, her şeye o şeyin zatının
istediği zorunlu hakkı bilmek demektir. Muhakkik, bir bilgiye dayalı olarak, o
hakkı ona verir. Hal olarak o hakka davranması da mümkün olursa, böyle biri
tahkik otoritesinin üzerinde gözüktüğü kimsedir. Üzerinde gözükmezse, hata
yaptığım bilen biridir. Fakat bu hata onun tahkikine zarar vermez, çünkü o,
kendisi ve hakkında hata yaptığı şeye dair basiredidir. Bu durumda o, kaşıdı
hata yapmıştır.
Burada ilahi bir sır vardır: Allah
Teâlâ kayıtsız anlamda hakimdir (hikmet sahibi). O, her şeyi yerli yerine
koyandır. Bu durumcHer şeye yaratılışını verdi561 ayetinde
dile getirilir. Öyleyse Allah Teâlâ’ya ait sıralama ve tertiple ilişkisi
bakımından âlemde bir hata yoktur. Muhakkik de, gerçekte işin böyle olduğunu
bilir. Bununla birlikte hata ettiğini de öğrenmiştir.
Fakat hatası, Hakkın kendisine
verdiği emre göre hatadır. Yoksa işin bulunduğu duruma göre hata değildir.
Başka bir ifadeyle, bu fiilin ‘hata’ diye isimlendirildiği yerde onu
yerleştirenin Allah Teâlâ olması bakımından hata etmiş değildir. Öyleyse
muhakkik, hata ederken de sevap kazanır. Başka bir ifadeyle, müçtehit gerçekte
hatalı olmayacağı gibi, mu• hakkik de (hata diye isimlendirilen bu fiili
yaparken de) Allah Teâlâ nezdinde övülür. Müçtehidin hükmü geçerlidir ve
onaylanmıştır. Müçtehit ancak bir ‘başkasına göre’ hata eder. Bunun nedeni,
müçtehitlerden birinin kanıtının diğerininkine uymamasıdır. Hâlbuki her ikisi
de geçerlidir ve (verdikleri hüküm) doğrudur. Tahkikin ve muhakkiklerin konumu
da böyledir.
Bir insanın bu makama ulaşabilmesi
için, Hakkın onun duyması, görmesi, eh, ayağı ve tasarruf eden bütün güçleri
haline gelmesi gerekir. Bu durumda o Hakk vasıtasıyla Hakta ve Hakk için
tasarrufta bulunur. Bu nitelik, sadece Hakkın sevdikleri için mümkündür. Hakka
yaklaşmadan Hakkın sevgilisi olmak mümkün değildir. Yaklaşmak ise nafile
ibadederle mümkündür. Nafile ibadeder, farzlar tamamlandıktan sonra geçerli
olabilir. Farzlar, haklarını tam vermekle yerine getirilir. Bu nedenle -bir
bildirme ya da müşahede olmaksızınherhangi bir kimse adına nafile ibadetin tam
olarak sahih olabilmesini imkânsız gördük. Çünkü farzları tamamlama işi,
insanın bütününü (nafile ibadederini) kapsar. Kutsi-sahih bir hadiste Allah
Teâlâ’nın kıyamet günü şöyle diyeceği rivayet edilir: ‘Bakınız kulumun
namazına! Tamamlamış mı, yoksa noksan mı bırakmış?’ Tam ise onun lehine tam
yazılır. Eksiklik varsa, şöyle der: ‘Bakınız! Kulumun nafile ibadeti var mı?’
Var ise ‘Kulumun farzını nafile ibadetinden tamamlayın’ der. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Bütün ameller böyle ele alınır.’ Allah
Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden başka kimsenin nafile ibadeti
hakkında tanıklık etmemiştir. Onun adına şöyle der: ‘Geceleyin
teheccüde kalk, sana özgü olarak. Umulur ki Allah Teâlâ seni övülen makama
ulaştırırBu makam, yakınlık ve âlem tarafından görülen bir efendilik
makamıdır. Hakk kimin duyması olursa, duyduğuna bir kuşku bulaşmaz. Böyle biri
neyi, kimin ve kim vasıtasıyla duyduğunu bilir. Bunun yanı sıra, bu duymanın
neyi gerektirdiğini de bilir ve ona göre davranır. Dolayısıyla duyduğunu
yanhşlamaz. Hakk onun görmesi olursa, kimin vasıtasıyla ve neyi gördüğünü
bilir. Onun bakışına bir kuşku giremeyeceği gibi duyusuna yanılma, aklına
hayret giremez. Böyle bir insan, Allah Teâlâ için ve Allah Teâlâ vasıtasıyla
görür. Bütün hareket ve duruşları da bir muhakkikten ortaya çıkan ‘tahkik
duruşudur.’ Bu kişi, başkasının onu yanlışlamasını dikkate almaz, çünkü
varlıkta herkesin amacına uygun bir işin bulunması -kesinlikleimkânsızdır.
Çünkü Allah Teâlâ insanların bakışlarını farklı farklı yaratmış iken
varlıklarında gerçekte bir farklılık yaratmamıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle
buyurdu: ‘O yedi göğü yarattı. Rahman’ın yarattığında farklılık
var mıdır?’63 Allah
Teâlâ burada bir farklılığın bulunmasını reddetmiştir. Aksine eşyayı ilahi
hikmetin koyduğu şekilde gösterdi. Öyleyse bu bilgi kime verilirse, ona Allah
Teâlâ’nın yaratıklarından her birine karşı yerine getirmek zorunda olduğu
davranış da verilmiş demektir.
Bu makam, çetin bir makamdır.
Sahibinden başka onu bilenler (tadanlar) azdır. Bu makam sahibinin alameti ise,
varlıkta ‘hata’ diye isimlendirilen her şeyin ona göre Hakka dönük bir yüzünün
bulunmasıdır. Bu makam sahibi, söz konusu yüzü bilir ve kendisine sorulduğunda
kabul edeceğini bildiği kişiye onu bildirir. İşte bu makam sahibinin alameti
budur. Söz konusu kişi, Rabbini her inançta, her gözde ve her surette gören
kişidir. Böyle bir görüş, sadece bu makam sahibi adına olabilir. Alemde inkâr
edilen bir iş gerçekleşir ve bu makama ulaştığını iddia eden kimsenin gözünde
söz konusu işte Hakka ait bir yön bulunmazsa, böyle bir insanın o makamda
bulunması imkânsızdır. Çünkü bu makam sahibi, inkâr edilen o işte Hakkın
yüzünün nerede bulunduğunu bilir. Genellikle bu durum, inançlarda ve şer’î
hükümlerde gerçekleşir. Bu iki alanın dışında arızî inkârın gerçekleştiği
yerlerde Hakkın (yüzünün) görülmesi kolaydır. Bir işteki Hakka ait yönü göstermek,
o işin övülmüş olmasını zorunlu kılmaz. Amaç bu değildir. Bir şey gerçek
olmakla birlikte, kınanmış olabilir. Öyleyse hakikat olan her iş dince ve akla
göre övülmüş değildir. Tahkik derken kastedilen şey yokluk ya da varlık
olsunher şeyin Hakk ettiğini bilmektir ki, buna batıl da dâhildir. Muhakkik ona
da hakkını verir ve onu yerli yerinin dışına çıkartmaz. Kimin niteliği böyle
ise, o apaçık bir imamdır. O âlemlerin tecelli ettiği yerdir. ‘Allah Teâlâ
hakkı söyler ve doğruya ulaştırır.’
Bu konuda kendime hitap ederek şu
mısraları söyledim:
Ey nefs! O’nun dediği
kimseye uy
Bağlan ve katıl yoluna
Doğru nefslerle birlikte
Çünkü onlar beklemektedir
Ezeli bir tanıklık halinde
Yasaklayan kanıtların yanında
Ondan olup sana iade
ettiğini Muvafık olarak
Razı olunmayan kötülükten
el-Halika diye nitelenmez
O mertebe, Allah Teâlâ’nın
fiili Bir bölünme taşımaz
Nefsin onun nezdinde
hatalıdır Hakk iddiasında bulunmasın
Onun bedbahtlığı bitişmiş
Araştırma ve daraltmaya
İltifat etme sen Harika
işler gördüğünde
Müslüman olmadığında Tam
olarak teslim olmuş iken
Hakim ve Mücteba kuşkusuz
Yarışma halindedir
Hikmetini icra eder Ayırıcı
akıllar karşısında
Nur mertebesinde Aydınlık
güneşler onundur
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki: Tahkikin bir yönü, yerli yerinde mugalataya da hakkını
vermektir, çünkü onun da Allah Teâlâ’nın kitabında bir yeri vardır. Bu yer,
kâfirlerin amelleri hakkında söylenen ‘susamışın
su zannettiği serap gibi564 ayetidir.
Görenin gözünde seraba ‘su’ suretini kazandıran Haktır. O, susamışın istediği
su değildi, sadece ihtiyaç duyduğu şeyde ‘su’ olarak göründü. Yanına
geldiğinde ise serabı herhangi bir ‘şey5 olarak bulamaz ve onu inkâr
eder. Ayette ‘onu su olarak bulamadı5 demedi. Çünkü serap, serap
mahallinin kendisine geldiği o yer değildi. Öyle olsaydı, ‘serabı bulur5
derdi. Serap suyu arayanın gözündedir. Böylelikle insan, o yerde aradığını
bulamadığında, bu kez kendine döner. Allah Teâlâ5ı kendinde bularak,
suyla -ya da susuzluğunu gideren şeyleyardım etmesi için Allah Teâlâ’ya sığınmıştır.
Allah Teâlâ her neyle onun susuzluğunu giderirse, su denilen şey odur. Seraptan
‘şey5 adı düşülünce, varlığı Hakka ait yapmıştır. Çünkü Allah Teâlâ
‘benzeri (misil) bir şeyin olmadığı565 kimsedir.
Öyleyse O, bir şey değil, sadece Varlıktır. Bu incelemenin ve tahkikin ne kadar
derin olduğuna bakınız! İşte bu, Hz. Musa5nın ateşine benzer. Allah
Teâlâ ona ihtiyaç duyduğu şeyde tecelli etmiş, fakat ateş olmamıştı. Bir
mısrada şöyle dedik:
Tıpkı Musa’nın ateşi gibi,
ihtiyaç gözü gördü onu
■
O ilahtır, fakat bilmiyordu
YÜZ ALTMIŞ
ALTINCI BÖLÜM
Hikmet makamı ve Ariflerin Bilinmesi
Hakîm eşyayı düzenleyendir Dış
varlıklarında ve isimlerinde
Hükmünü kadim bilgiye göre
yürütür Yüce ve üstün hikmette
Her şeye yaratılışını verdiğini görürsün Mutluluk ve
zararda
Arazlardan münezzehtir daima
Dilediği eşyayı var ederken
Fakat fiillerinde masumdur
Uyguladığı her isteğinde .
Allah Teâlâ sana yardım etsin,
bilmelisin ki, hikmet, özel bir bilineni bilmektir. O, hüküm sahibi ve ona göre
hüküm verilen bir niteliktir. Fakat hükme konu olmaz. Hikmetin öznesi,
hakimdir. Öyleyse hikmet, hükümrandır. Onun sonucu olan hükmün faili ve öznesi
ise, hâkim ve hakem’dir. Sayesinde atın kontrol edilmesini sağlayan gem de
‘hikmet’ diye isimlendirilmiştir. Öyleyse bu niteliğe sahip her bilgi
hikmettir. Hakkında böyle hüküm verilen eşya ise, özü ve istidadan gereği, muhtaç
oldukları şeyi ister. Bunu onlara ancak niteliği hikmet, adı hakim olan
verebilir. Acaba istidadarın hakim denilen bu kimsede bir etkileri var mıdır
yoksa hüküm hikmete mi aittir? Yoksa her ikisi de etkin midir? Tek başma
istidadı ele alırsak, onun bir etkisi yoktur. Çünkü biz, istidadıyla herhangi
bir şeyi Hakk eden birinin bilgili bir insandan önde fakat hakim değilolduğunu
görürüz. O insan, [hikmeti] cahil olduğu için, Hakk ettiğini ona veremez. Bazen
söz konusu şeyin Hakk ettiğini vermeyebilir. Bununla birlikte bunu vermeyen
insan, o şeyin neyi Hakk ettiğini bilir ve bunu yerine getirmez. Öyleyse ne
istidatlar tek başma ne de ikisi (hikmet ve istidat) yeterlidir.
Buradan, bu davranışın dördüncü bir
şeye dayandığını anladık. Bu dördüncüsü hikmet olmadığı gibi hikmeti bilenin
kendisi veya hikmeti talep edenin istidadı da değildir. Bu ilave durum, hakimi
o şeye hakkını vermeye yönelten şeydir, çünkü o, söz konusu şeyin Hakk ettiğini
bilmektedir ve bunu verince ‘hakim’ diye isimlendirilir. Bu davranışı yerine
getirmemişse, hikmeti, hikmetin gereğini ve o şeyin istidadıyla Hakk ettiği
şeyi bilendir. Böyle biri, böyle bir davranışta bulunduğu esnada ‘hakim’ diye
isimlendirilebilir. Bu durum, ‘Her şeye yaratılışını verdi566
ayetinde dile getirilir. O, her şeye yaratılışım el-Hakîm
isminden verir ve hikmetin verdiği bu hüküm nedeniyle ‘hakîm’ diye
isimlendirilir. O halde bu bilgi, amelî ve tafsili bilgidir.
Mücmeli (özedenmiş ve dürülmüş olanı)
bilmek de, tafsili bir bilgidir, çünkü bu bilgi, mücmeli tafsili bilgiden
ayrıştırır. Böyle olmasaydı, mücmel mufassaldan ayrışmazdı. O halde mücmeli
bilmek, (bir şeyi) mücmelleştirmek ve tabiileştirmek, hikmetin gereğidir. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Ona hikmet verdik.*7 Kastedilen, amel bakımından
hikmettir. ‘Hitabı ayırma gücünü de.*8
Bu ise, sözdeki hikmettir. Hakim, her hal ve yerde o hal ve yere göre hareket
eden kimsedir. Bu ise, özel anlamda Melamilere ait haldir. Onlar, dünya
hayatında tanınmayanlardır, çünkü onlar, kendilerini dünya hayatının
gerektirdiği hükmün dışına çıkartacak bir davranışla ayrışmazlar. Bir melamide
bulunduğu yerle bir yönden çelişen bir hal bulunursa, o, nebilik, yani
resullük halidir. Çünkü halin nebide hüküm sahibi olması zorunludur ve bunu da
hikmet gerektirir. Böylelikle nebi (ve resul), dünya hayatında Allah Teâlâ
nezdinde sahip olduğu bir mertebeyle farklılaşır. Bu, ona ait değildir, fakat
tebliğ hali davet ettiği şeyin doğruluğuna kanıt ister. İşte bu da halin hükmüdür.
Resul olmaksızın sadece veli olan ise, halin hükmüne göre değil, mertebenin
hükmüne göre hareket etmelidir. Bir veliden (âlemde) tasarruf ve fiil
yapmasına imkân verecek şekilde Rabbinin nezdindeki konumunu gösteren bir
davranış ortaya çıkarsa, böyle bir davranış kibir ve eksiklik demektir. Garip
bir bilgiyle bu hal ortaya çıkarsa, böyle biri, etkin nefs hali sahibi gibi
midir, değil midir? Şöyle deriz: ‘Hayır! Çünkü kendisinden başka âlemde
gözüken bir etkinin eşlik etmediği bilgi, sıradan insanlar ve seçkinlerin
nezdinde bir ölçüte sahip olmadığı gibi sahibi de (diğer insanlardan)
farklılaşamaz. Allah Teâlâ ehlinin büyüklerinin ve bu en yüce makama ulaşıp
onunla özdeşleşmiş olanların gözünde ise (kevni etkinin eşlik etmediği bilgi
sahibi diğer insanlardan) farklılaşabilir. Allah Teâlâ, Peygamberine bulunduğu
yer nedeniyle ‘Rabbim! Bilgimi artır569 demesini
emretti. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya davet ederken,
her zaman ve çağrılan herkes adına bir mucize göstermemiştir. Hâlbuki buna
muhtaç idi. Fakat sadece tebliğ etmesi emredildiği için, görevi sadece
tebliğdi. Allah Teâlâ dilerse mucizelerle destekler, dilerse çağırdığı
kişilerin daha çok kaçmasını sağlar. Örnek olarak Nuh’un kavmini verebiliriz. Allah
Teâlâ Hz. Nuh’tan bildirerek şöyle der: ‘Ben kavmimi
gece ve gündüz dayet ettim. Çağırmam onların kaçışlarını artırdı. Her ne zaman
onları bağışlanmaya çağırdıysam parmaklarını kulaklarına tıkadılar,
elbiselerini üzerlerine örttüler, ısrar ettiler ve büyüklendiler.’70 Öte yandan hakimler, Allah Teâlâ’nın
yürümeleri için kulları adına belirlediği meşru yola göre âlemin siyasetini
bilirler. Bu yürüyüş onları muduluğa sevk eder.
Yüz yedinci kısım sona erdi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar