Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] YETMİŞ BEŞİNCİ KISMI

Bunlarada Bakarsınız

 




Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YETMİŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Mukabele ve Sapma Esnasında Müşahede Eden İçin Gerçekleşen Sırların Sayısının Bilinmesi. Mukabeleden Ne Kadar Sapılır?

llah’ın melekleri bize geldi                                                                  '

Kesin haberi bildirmeye

Bilgili masumun sözünü söylediler Zanların karışmasından korunmuşun sözünü

On sekiz tane bize geldi açıkça Sonra gizlice on tane daha

Şiddetli ve sert-güçlü sekiz melek!

Beş tanesi çok yumuşak

Yirmi dört tanesiyle açıldı bize (bilgiler)

Yediden fazlası ise karînimdir

On beş tanesi yumuşak bir hayattadır Dördü göz kapaklarının uyumu içindir


Yirmi birinde aşağıya düştük (süflî olduk) Emin şehirde kıvamdan (Ahsen-i takvîm)

Gölgemizi uzattık dalın perdesi için Merhamet ve yumuşaklıkla kavimlere

Ortak koşanların duası alkıştır Dinimle beni süsleyen üçlü yapıdadır :

Birisi uzadı, hakim oldu  Sapmıştır, şah damarında bir olmuştur

Bir dağıldığında çokluk haline gelir Arzusuyla benzerini benim dışımda arar

Himmetler sabahleyin parçalanır ve dağılır Bir süre sonra teyemmüm eden onları tanır

Kızlarınızdan ahenkli çift ile.

Apaçık aydınlığın birini tekrar etti

Feleklerin zevaidi ondur İşlerin burçları Büdelâ’nındır

Onları hareketten beş şey alıkoyar Bu beş olmasaydı, durağan kalırlardı.

Yüzlü katlardan üçü (üç yüz) bizimdir Kesin olarak Adem’in kalbi üzerinde olan.

Kırk (adam) Nuh’un kalbi üzerindedir Ap açık bir nur ile beyaz üzerinde.

Halil’in kalbi üzeninde yedi adam var Ormanların aslanları gibi

Beş nefs ise sebat sahibidir Cebrail’in temiz kalbi üzerinde


Mikail’i üç kişi takip eder

Onlar sağlam ipe bağlanmıştır.

. İsrafil’i bir kişi takip eder

Bilimlerde uzman olmuş bir kalple

Bana şirke karşı tekliğim yardım eder

Bu yardımı sağ el ile almıştır

Sekiz saygın Necîb (Nüceba) vardır.

On iki de dinin Nakîbi (Nukeba)                                                         .

Her bölgenin adamları vardır                                                .

Gözlerin görüşünde surete girerek.

Dört adam bizi bekler

Korunmuş kale içindeki Direkler’dendir onlar

Alemlerin iki imamı vezirleridir

Alemin Kutbu ve güçlü Hükümdarının

Altı nefs altı bölgeye aittir

İmamları da nurdan ve topraktandır

Bu remiz hakkında düşünürsen

Gizlenmeyle birlikte zuhur sırrını görürsün

Allah Teâlâ seni ve bizi kendisinden bir ruh ile desteklesin, bilmelisin ki, bu bölüm sayılı Allah Teâlâ adamlarının ve sayıları belli olmayan Allah Teâlâ adamlarının sınıflarını içerir. Ayrıca, Allah Teâlâ’nın kullarından sadece bü­yüklerin bilebildiği bir takım meseleler içerir. Onlar, kendi zamanla­rında Peygamberlik dönemindeki Peygamberler gibidir. Kastedilen, genel peygamberliktir (nübüvvet-i âmme). Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin varlığıyla kesilmiş olan peygamberlik teşrî’ (yasa koyucu) peygamberliğidir, onun makamı kesilmemiştir. Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatini ge­çersiz kılacak bir şeriat olmayacağı gibi onun hükmüne yeni bir yasa eldeyecek şeriat de yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘şüphesiz resullük ve nebîlik kesilmiştir, benden sonra resul ve nebî yoktur’ sözünün anlamı budur. Başka bir ifadeyle, benden sonra benim şeriatıma aykırı şeriat getirecek nebî yoktur. Yasaklama söz konusu olduğunda, benim şeriatimin hükmü altında olabilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘resul de yoktur5 demiştir: Benden sonra Allah Teâlâ’nın yarattıklarını kendisine davet ettiği şe­riat getirecek bir resul yoktur. Kesilmiş olan ve kapısı kapanan nebîlik budur, yoksa ‘nebîlik makamı5 değildir. Çünkü Hz. İsa5nın nebî ve peygamber olduğunda görüş ayrılığı bulunmadığı gibi ahir zamanda hükmeden, adaledi ve -başka bir şeriade ya da kendisinin getirmiş ol­ması halamından İsrailoğullarının kendisiyle ibadet ettiği şeriada değilbizim şeriatimizle hükmedeceğinde görüş ayrılığı yoktur. Bu konuda ortaya çıkan şey, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şeriatının onayladığıdır. Nitekim Hz. İsa5nın nebîliği kesin olarak sabittir. Binaenaleyh İsa, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra nebî ve resul olarak ortaya çıkacak kimsedir. Halbu­ki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Benden sonra nebî yoktur5 derken doğru söylemek­teydi. Buradan Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin özel anlamda teşrî5i (şeriat getirmek) kastettiğini anladık. Bu, akılcılara göre ‘ihtisas5 diye ifade edilen şeydir. Akılcıların ‘nebîlik kazanıma bağlı değildir’ derken kastettikleri budur.

Nebîliğin kazanımla olduğunu ileri sürenler ise, bu ifadeyle Allah Teâlâ katındaki özel mertebenin gerçekleşmesini kasteder. Burada ne kendi­leriyle ne başkalarıyla ilgili herhangi bir yasa koyma söz konusu değil­dir. Öyleyse nebîliği şeriatten ve hüküm koymaktan başka bir şey ola­rak görmeyen kimse, seçilmeyi benimserken, kazanımı reddeder. Allah Teâlâ ehlinin içinden bir keşf sahibi, sözüyle kazanıma işaret edebilir. Böyle birisini gördüğünüzde, onun belirttiğimizden başka bir şeyi kast etme­diğini bilmelisiniz. Bu gibi kimselere örnek olarak Ebu Hamid elGazzâlî’yi örnek verebiliriz. Bu meseleyi ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme salâvat ge­tirmek5 bahsinde kitabın namaz bölümünün sonunda açıklamıştık.

Bunlar, Allah Teâlâ’nın haklarında ‘kendisine yaklaşanların içtiği pınar579 dediği kimselerdir. Allah Teâlâ bu ifadeyle peygamberini de nitelemiş ve şöy­le buyurmuştur: ‘Dünya ve ahirette saygın ve yakın kimseler dendir.80 Me­leklerini de bu yakınlıkla niteleyerek şöyle buyurmuştur: ‘Ya da Allah Teâlâ’ya yakın melekler de değildir.m Cebrail aleyhisselamın Allah Teâlâ’nın peygambe­rine vahyi indirdiği kesin olarak bilinmektedir. Bununla birlikte bu ko­numda olsa bile kendisine nebî ismi şeriatte verilmemiştir.

Öyleyse nebîlik, Allah Teâlâ katında insanların ulaşabildiği bir makamdır ve bu makam insanların büyüklerine özgüdür. Bu makam, yasa koyan nebîye verildiği gibi yasa koyucu bu nebiye uyan ve onun sünnetine göre yaşayan kimselere de verilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz ona kardeşi Harun’u nebî olarak verdik.™ Peygambere uyana göre bu ma­kama bakılıp makamın peygambere uymayla gerçekleştiği dikkate alın­dığında, peygamberlik ‘kazanılmış’ diye nitelendirildiği gibi bu uyma fiili nedeniyle de ‘kazanım’ diye isimlendirilir. Halbuki bu esnada Rabbinden insana kendisine özgü bir şeriat gelmediği gibi başkasına ulaştı­racağı bir şeriat de gelmemiştir. Nitekim Harun Peygamber de böyle­dir. Bu makam gerçekleşmiş olsa bile, nebîlik sözünü bu makam için kullanma kapısını kapadık. Bunun nedeni, bu lafzı kullanan kimsenin teşriî (şeriat getiren) nebîliği kastettiğini düşünerek yanılma ihtimali­dir. Nitekim bazı insanlar imam Ebu Hamid hakkında böyle inanarak onu Kimya-ı Saadet ve diğer eserlerinde nebiliğin kazanımla gerçekleş­tiği kanaatinde olduğunu iddia etmiştir. Ebu Hamid’in söylediğimiz­den başka bir şeyi kastetmesi mümkün değildir.

Allah Teâlâ izin verirse, bu makam sahibine özgü ve sadece bu makama ulaşanların bilebileceği kimi sırları daha sonra zikredeceğim. Bu bö­lümde ‘bu makama özgü şeylerden biri’ dediğimi duyduğunda zikretti­ğim şeyi bu makam ehlinin ilimlerinden olduğunu bilmelisin! Öyleyse, önce bu bölüme başlık yaptığımız karşılıklılık ve sapmanın açıklama­sından başlayalım.

VASIL

Hakk’a Ait Tenzih ve Teşbih Nitelikleri

Bilmelisin ki, kulları kendisini müşahede ederken Hakk’ın iki nite­liği vardır: Birincisi tenzih niteliği, İkincisi ise bir tür teşbihle hayale indiği niteliktir. Tenzih, Hakk’ın ‘O’nun benzeri bir şey yoktur5 ifade­sindeki tecellisidir. Diğer nitelik ise, Hakk’ın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et5, ‘ Allah Teâlâ namaz kılanın kıblesinde bulunur’ ya da ‘Her nereye dönerseniz, Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır (semme)’83 ayeti gibi ifade­lerindeki tecellisidir. Burada orada (semme) edan zarf, Allah Teâlâ’nın yüzü ise, O’nun zâtı ve hakikati demektir. Ayrıca teşbih, anlamlarının yara* tıklara verilmesi uygun düşen sözleri dile getiren bir takım hadis ve ayetler de teşbihle ilgiüdir. Bu sözlere terimsel anlamları eşlik etmesey­di, onların kullanımı yarar sağlamazdı. Çünkü Allah Teâlâ’dan bu ilahi bildi­rimin indiği dille çelişen bir şeyi açıklaması beklenmez. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz her Peygamberi onlara açıklasın diye kavminin diliyle gönderdik.’84 Başka bir ifadeyle, gerçeği öğrenmeleri için onları kendile­rinin dilleriyle gönderdik. Bu sözlerle gönderilmiş peygamber, o lafız­ları terimleşmiş anlamla açıklamaz.

Naslarda geçen bu sözlerden anlaşılan anlamlar, Allah Teâlâ’ya O’nun kendisine nispet ettiği şekilde nispet edilir. Bu lafızların dilleriyle indiği insanların (Araplar) anlamayacağı anlamlarla açıklanılmasına teşebbüs edilmez. Aksi halde sözleri bağlamlarından çıkartan ve bildikleri halde karşı çılana nedeniyle ‘anladıktan sonra bile bile sözü saptıranlardan’85 oluruz. Bu nispetlerin niteliğini bilmediğimizi kabul ederiz. Bu konuda -herhangi bir muhalif olmaksızınselef bilginlerinin inancı buydu.

Hakk’a nispet edilen bu iki meşru nitelik hakkında söylediklerimiz anlaşıldıysa -ki kalbinle ve ibadetinle bu iki niteliğe yönelmen istenirkâmil insan olabilmek için bunlardan yüz çevirme! Ya da kemâlden aşağıdaysan bunlardan birisine yönelme! Bunlardan birisini tercihin ke­lam ehlinin akılları yönünden söylediği sözler nedeniyle olabileceği gi­bi ya da akılları Allah Teâlâ’nın yaratıklarına benzemesini anlamayan kimsele­rin yanılgısını dikkate almandan kaynaklanabilir. Bu insanlar, bilgisiz­dir. Onlar, cahildir. Hakk ise, her ikisini birleştirme özelliğine sahiptir.

Adem’in yaratılışıyla ilgili bir hadiste Allah Teâlâ’nın Âdem’i kendi sûretine göre yarattığı bildirilir. Kur'an-ı Kerim’de ise onu ‘iki eliyle yarattığını’ belirtir. Bu durum, hal karinesinden anlaşıldığı kadarıyla, Adem’i şereflendirme amacıyla yapılmıştır. Allah Teâlâ Âdem’e karşı kendi yaratılışıyla üstünlük iddia eden İblise bunu söylediğinde ona şöyle sormuştur: ‘/ki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?’86 Burada iki elin kudrete yorumlanması uygun değildir, çünkü iki olarak zikredilmiştir. Ya da, ellerden birinin ‘nimet eli’, diğerinin ‘kudret eli’ olarak yorumlanması da uygun değildir. Çünkü bu, zaten bütün mevcudarda bulunan bir şeydir ve bu yorumla Âdem’in üstünlüğü ortaya çıkmaz. Öyleyse ‘iki elim ile’ sözü, bu yorumlardan farklı olmalıdır ki, bu sayede Âdem’i şereflendirme mümkün olabilsin.

Bu iki nispet, insanın yaratılışına verilmiştir. Bunlar, tenzih ve teş­bih nitelikleridir. Öyleyse Âdemoğulları üç tür olarak ortaya çıkmıştır: Birincisi kâmil sınıftır. Kâmil, bu iki nispeti kendinde birleştiren kim­sedir. İkincisi, aklının ve teorik düşüncesinin kanıtıyla sınırlı kalan kim­sedir. Üçüncüsü ise, naslarda geçen sözün verisine göre, teşbih yapan­dır. Müminlerde bu sınıfların dördüncüsü yoktur. Öyleyse, karşılıklılık ya da sapma ancak Hakkın hayali surete tenezzül nispeti yönünden gerçekleşebilir. Bu surete Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’yı görür gibi ibadiet et’ sözüyle işaret etmiştir. İşte bu, mabudun karşısında bulunmak demek­tir. Bu karşılıklılık halinde ya tenzih ile -ki o kelamcıların sapmasıdırya da sınırlı teşbih ile sapılır. Bu ise, cisimleştirenlerin sapmasıdır. Kâ­miller ise, her iki durumu birden kabul edenlerdir.

Zikrettiğimiz bu mertebe, üç yüz altmış makam içerir. Bunlardan otuz altı tanesi, ana; kalanları ise, bu mertebelerden daha aşağıdaki mertebelerdir. Bütün bu makamlar, müşahede ehline ed-Dehr ismin­den meydana gelir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Dehr'dir’ (Zaman). Bu sözden ise, feleklerin hareketlerinin ortaya çıkarttığı malum zaman anlaşılmamalı­dır. Böyle bir anlayışta yıldızların katettiği feleğin dereceleri dikkate alınır. Biz ise, ed-Dehr ismi ve zamanın kendilerinden ortaya çıktığı makamlarından söz etmekteyiz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, ger­çekte zaman, var olan bir şey değil (gerçek bir şey), nispi bir şeydir. Ayrıca kadim için ezel neyse, yaratılmış için zaman odur.

Bu makamlar, ilahi sûrete göre yaratılmış olmak bakımından, zâtlarıyla karşısmda bulunduklarında müşahede ehli için gerçekleşir. Aynı şekilde zaman da, ed-Dehr’in karşısmda bulunur (mukabele). Ebed ise, ezelin mukabilidir. Müşahede ehlinden hiç kimse, karşılıklılık esnasında zâtlarından ayırdıkları bir varlığa ya da karşılarında bulunan bir zâttan ayırdıkları bir varlığa bakmaz. Bu makam sahibi bir insan için, bir varlığı ayırdetmek ya da mukabilinde durdukları şeyi kendile­rinden ayıracak şekilde onun adma bir ayrıma giderlerse, hiç kuşkusuz onu sınırlamış ve karşılıklılık halinden sapmış olurlar. Bu davranış ile de, on sekiz makama düşerler ki, bu sayı ana makamların yarısıdır. Bu sapma ise, ya O’na ya da kendilerinedir. Sapma Allah Teâlâ’ya dönük ise, ken­dilerinden habersiz kalırlar. Hâlbuki Allah Teâlâ karşısmda kendilerinden haberdar olmaları istenmişti. Sapma kendilerine dönük ise, hiç kuşku­suz, Allah Teâlâ’dan habersiz kalırlar. Halbuki O’nun karşısmda olduklarının bilincinde olmaları istenmişti. Sapma devam ederse, onun da yarısına düşerler ki bu dokuz makamdır. Bu durumda, ayrıldıkları diğer yarımı kaybederler. Sapma daha da devam ederse, bu kez altı makama düşer­ler. Bu ise, sapmanın ileri derecesidir. Çünkü bu on sekizin üçte biriy­ken toplamı teşkil eden otuz altının altıda biridir.

Kulun menzili, bu iki nispet arasındadır ve zâtıyla her birinin kar­şısında durur. Çünkü kâmil zâtında bölünmediği gibi bölünmeyen şey ise, her nispetin karşısına farklı bir yönle bulunma özelliğiyle nitelen­mez. Onun zâtından başka da yoktur! Örnek olarak, iki cisim ya da iki cevher arasındaki bir cevheri verebiliriz. Bu cevher kendi zâtıyla arala­rında bulunduğu şeylerin mukabilindedir. Bölünmeyen şeyin akla göre iki farklı yönü olamaz. Bununla birlikte vehim gücü, bunu tahayyül edebilir, insan hakikati ve latifesi yönünden zâtıyla -tenzih yönündenHakk’ın karşısında bulunurken bizzat bu yön ile de teşbih vehmi veren niteliklerle nitelenmesi yönünden Hakkın karşısında durur. Söz konusu olan, diğer nispettir. Bu iki nispet ile nitelenen Hakk, gerçekte ve birli­ğinde tek olduğu gibi bu iki nitelik nedeniyle O’nun zâtında bir ço­ğalma ve bölünme hükmü verilemez. Hakkın karşısında iki nispet için­deki kâmil kul da böyledir. Onun da iki ayrı yönü yoktur.

İşte bu, çokluklarına rağmen bütün yönlerden Hakka ait karşılıklı­lık halidir. Çünkü nispederi çok olsa bile, hepsi de bu iki niteliğe dö­ner. Bunlar ise, kendisiyle nitelenene ilave değillerdir. Öyleyse hepsi tek bir hakikattir ve var olan bir bütün söz konusudur. Biz, onu nispet­ler yönünden getirdik. Nispetierin ise, gerçekte varlığı yoktur. Öyleyse Hakkın zâtı, tek iken kulun zâtı da tektir. Fakat kulun zâtı sübût halin­dedir ve aslından ayrılmadığı gibi kaynağından da çıkmamıştır. Ona Hakk, varlığının elbisesini giydirmiştir. Kulun hakikati varlığının bâtını iken varlığı da onu var edenin aynıdır. O halde, Haktan başkası zuhur etmemiştir ve O’ndan başkası da yoktur. Kulun hakikati ise, aslı üze­rinde kalıcıdır. Fakat o, kendi hakkında olduğu gibi ona varlık elbisesi­ni giydiren ve hemcinsleri hakkında da sahip olmadığı bir bilgiyi ka­zanmıştır. Âlem de bu sayede Rabbinin varlığının gözüyle birbirini görmüştür.

Öyleyse Rabbi’nin gözüyle zâtına bakıp ayırt etmeyen kimse, hiç kuşkusuz, ona gereken şeyden sapmıştır. Böyle bir kul Hakkın gözün­de bilgisizlikle nitelenmiştir. Onun bu nitelik ve durumdaki hükmü ise, varlıkla nitelenmemişin hükmüyle birdir, çünkü bilgisizlik yokluktur. Görüşünde ‘Allah Teâlâ Allah Teâlâ’yı görmüştür’ diyen kimse ise, kâmil kuldur. Bütün niteliklerde de bu durum geçerlidir. Mârifetin en üstün derecesi budur. Bu mârifet derecesini ikinci derece takip eder, ikinci derecenin sahibi şöyle der: ‘Benim gözlerim kapalıydı, onları açtım, her neye baktılarsa Allah Teâlâ idi. Öyleyse ben Allah Teâlâ’dan başkasını görmedim. Hakikatler ise, asıllarında olduğu gibi, benim onları görmemde bir etkiye sahip değillerdir.’ Üçüncü mârifet ise, sahibinin şöyle dediği bilgidir: ‘Hiçbir şey görmedim.’ Dördüncü mârifet sahibi ise şöyle der: ‘Gör­düğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm.’ Bu bir sınırlama görmesidir. Aynı şekilde, bu bilgiden daha düşük derecede bulunan ‘(gördüğüm şey) de’, ‘(ondan) sonra’, ‘(onun) nezdinde’ gibi ifadeler de böyledir. Bu, teşbih vehmi veren iniş nispetinden sınırlamayı veren bilgilerdir. Zikrettiğimiz ilk bilgiler ise, kulun iki nispet arasmda bulunma maka­mından meydana gelir. Tenzih nispetinden meydana gelen mârifetler ise, aktarılamaz ve onlar dile gelmez. Onlara işaret de edilemez.

Öyleyse iş üç ana konuda sınırlanmıştır: Tenzih nispetinin mârifeti, sınırlama ve teşbih nispetinin mârifeti ve bu iki nispet arasın­daki makamının verisi olan mârifet. Bu ise, senin varlığın değil, aynındır. Çünkü senin varlığın Hakkın varlığıdır. Öyleyse varlık sana nispet edilmez. Bu ana bilgiler hakkında bilgisi olmayan kimse, ‘sapmış’ kişi­dir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın yaratıklarından her bir türünde seçkinleri vardır. Kuşkusuz biz onları bu kitapta zikretmiştik. Bu insan türü de türlerden birisidir ve Allah Teâlâ’nın onda da bir takım seçkinleri ve özellikli kişileri vardır. İnsan türündeki en üstün seçkin kullar, resullerdir. Nebîlik, velîlik ve iman makamı onlara aittir. Bu yönüyle onlar, bu tü­rün evinin direkleridir. Resul ise, makam bakımından onların en faziletlisiyken hal bakımından da en üstünüdür. Başka bir ifadeyle resulün kendisinden gönderildiği makam, Allah Teâlâ nezdinde diğer bütün makam­lardan daha üstündür. Onlar, kutuplar, imamlar ve Allah Teâlâ’nın sayelerinde âlemi koruduğu direklerdir. Bu durum, bir evin duvarlarıyla ayakta durmasma benzer. Duvarlardan biri yıkılsaydı -hiç kuşkusuzev, ev olmaktan çıkardı. Dikkat ediniz! Burada ev dindir. Dikkat ediniz! Onun duvarları, risalet, nebîlik, velîlik ve imandır. Dikkat ediniz!

Risalet, evi ve duvarlarını kendinde toplayan duvardır. Dikkat ediniz! Risalet, İnsanî türün varlığındaki amaçtır.

Bu insan türü, içinde Allah Teâlâ’nın resullerinden birisinin olmasından yoksun kalmaz. Nitekim Allah Teâlâ’nın dini olan şeriat da ‘bu tür içinde bu­lunmayı sürdürür. Dikkat ediniz! Bu resul, Hakkın kendisine baktığı işaret edilen kutuptur. Böylelikle, hepsi kâfir bile olsa, onun vasıtasıyla bu dünya hayatında insan türü korunur. Şu var ki insan, insan adını doğal cisim ve bir ruha sahip iken alabilir. Böylece, tanımı ve hakika­tiyle bu dünya hayatında varolur. Dolayısıyla, Allah Teâlâ’nın vasıtasıyla bu insan türünü koruduğu peygamberin de dünya hayatında bu tür içinde beslenen bedeni ve ruhuyla varolması gerekir. O, Âdem’den kıyamet gününe kadar, Hakkın tecelli ettiği yerdir.

İş zikrettiğimiz gibi olduğu halde, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem artık geçersiz olmayacak dini ve değişmeyecek şeraiti ortaya koyup ölmüştür. Bütün peygamberler ise, bu şeriatın kapsamına girmiş ve onunla yükümlü olmuşlardır. Yeryüzü ise, bedeniyle yaşayan bir resulden yoksun kala­maz. Çünkü resul, insan âleminin kutbudur. Bunların sayısı bin bile ol­sa, onlardan birinin ‘amaçlanan imam’ olması gerekir. Böylelikle Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra bedenleriyle bazı peygamberleri geride bı­rakmıştır. Bunlar, bu dünya hayatında bedenleriyle kalan üç kişidir: İdris, bedeniyle canlıdır ve Allah Teâlâ onu dördüncü göğe yerleştirmiştir.

Yedi gökler, dünya âlemine aittir. Onlar dünya âleminin bekasıyla baki kaldığı gibi onun yok olmasıyla da yok olacaklardır. Öyleyse yedi gölder, dünya hayatının bir parçasıdır, çünkü ahiret diyarında ‘gökler ve yer başkalarıyla değişir.’ Bu toprak kaynaklı yapı da, başka bir yapıy­la yer değiştirir. Nitekim muduların yaratılışlarıyla ilgili yükseklik, du­ruluk ve latiflikle ilgili rivayet vardır. Söz konusu ahiret yaratılışı, tor­tusu olmayan bir yaratılıştır. Dolayısıyla onlar, büyük veya küçük ab­dest ihtiyacı duymaz, bu dünya hayatındaki gibi burunlarını da sümkürmezler. Bedbahdar da böyledir.

Allah Teâlâ yeryüzünde (üç peygamberden ikisi olarak) İsa ve İlyas’ı da sağ bıraktı. Her ikisi de resullerdendir. Onlar, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in ge­tirdiği Hanif dinine uyarlar. Bunlar, resul olduklarında görüş birliği bulunan üç peygamberdir. Hızır ise -ki dördüncüdürbize göre olmasa da bizim dışımızdaki insanlar arasında resul oluşu hakkında görüş ayrı-

lığı bulunan biridir. Bunlar, bedenleriyle dünya hayatında kalan kimse­lerdir. Bu yönüyle hepsi de, direklerdir, ikisi ise, imam, birisi Kutup­tur. Kutup, Hakkın âlemde baktığı yerdir. Öyleyse resuller, kıyamet vaktine kadar bu âlemde bulunmaya devam edecektir. Bununla birlikte onlar, nesh edici (öncekileri geçersiz kılan) bir şeriat ile gönderilmemiş ya da Muhammed’in şeriatından başka bir şeriade de gelmemişlerdir.

‘Fakat insanların çoğu bilmez.’87

Bu dört kişiden biri -ki onlar İsa, İdris, İlyas ve Hızır’dırKutup­tur. Kutup, evin duvarlarından biridir. O, Hacer-i esved rüknüdür. İki tanesi ise, iki imamdır. Dört tanesi ise, direklerdir. Onlardan birisiyle Allah Teâlâ imanı korur. İkinciyle ise, Allah Teâlâ veliliği korur. Üçüncüyle Allah Teâlâ nebîliği korurken dördüncüyle Allah Teâlâ resullüğü korur. Hepsiyle birlikte ise Allah Teâlâ Hanif dinini korur. Binaenaleyh bu insanların arasından Ku­tup, hiçbir zaman ölmez, yani bayılmaz. Hakikatini bakanlara göster­diğimiz bu bilgiyi yolumuzdan sadece Tekler (Efrâd) ve Eminler bile­bilir.

Kendileri var olsa bile, her dönemde bu ümmet içinden bu dört peygamberden her birinin kalbi üzerinde olan biri vardır. Onlar, bu peygamberlerin naibleridir. Arkadaşlarımızın arasından velîlerin büyük kısmı, ne Kutub’u ne de İki İmam’ı veya Direk’i (Evtâd) bilirler. Onlar sadece naibleri bilir, yoksa zikrettiğimiz resulleri bilmezler. Bu nedenle ümmetten her biri, bu makamlara ulaşmak için gayret gösterir. Bu makamlara ulaştıklarında ya da kendilerine tahsis edildiğinde, bu Kutub’un naibi olduklarını öğrenirler. İmamın naibi ise, imamın bir başkası olduğunu, kendisinin ise naib olduğunu öğrenir. Aynı şey Direk’in naibi için geçerlidir.

Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in üstünlüklerinden birisi de, ona uyan ümmeti-1 nin içinden -gönderilmemiş olsalar bilepeygamberlerin bulunmasıdır. I Onlar, gönderildikleri ve gönderilmiş oldukları makamın ehlidir, bunu | bilmelisin. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem İsra gecesinde peygamberlere göklerde namaz kıldırmıştır. Böylece bedeni ve cismiyle hepsine imam­lığı mümkün olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ahirete irtihal ettiğinde, âlem bu peygamberler vasıtasıyla korunur. Böylece din -Allah Teâlâ’ya hamd olsunayakta durur, hiçbir unsuru yıkılmaz. Çünkü âlemde bozulma ortaya çıksa bile, dini koruyacak kimse vardır. En sonunda Allah Teâlâ, yeryüzüne

ve üzerinde bulunanlara varis olur. İşte bu, değerini bilmen gereken bir sırdır. Böyle bir sırrı, bu yolün sırlarının kendisinden aktarıldığı kimsenin sözlerinde bulamazsın. Bunu ortaya koymam bana ilham edilmemiş olsaydı, ben de onu ortaya koymazdım. Bu sırrı açıklamam­la ilgili ilham, Allah Teâlâ’nın bize bildirmeyip kendisinin bildiği bir sırdır. Zikrettiğimiz hususu özel olarak naibler bilebilir, onların dışındaki velîler bilemez.         .

Kardeşlerim! Allah Teâlâ sizi yaratıklarında bulunan gizli sırlarının kula­ğına değdiği kimselerden yaptığında, O’na hamd ediniz! O sırları Allah Teâlâ dilediklerine tahsis etmiştir. Onları kabul edin, inanın, onları onayla­maktan mahrum kalmayın. Yoksa iyiliklerinden mahrum kalırsınız. Ebu Yezid el-Bestâmi -ki o naiblerden biriydiEbu Musa edDübeyli’ye şöyle demişti: ‘Ey Ebu Musa! Bu yol ehlinin sözüne inanan birini gördüğünde, ona sana dua etmesini söyle. Çünkü öyle bir insan, duası makbul kişidir.’ Şeyhimiz Ebu İmran Musa b. İmran elMurtulî’yi İşbiliyye’de Rıza mescidi civarındaki evinde dinlemiştim. Üstat Hatib Ebu’l-Kasım b. Ufeyr ile konuşuyordu. Ebu’l-Kasım bu yol ehlinin söylediklerini inkâr eden biriydi. Ona şöyle diyordu: Ebu’lKasım! Böyle yapma, böyle yaparsan, iki mahrumiyeti biraraya getiri­riz: Bunu kendimizden görmeyiz ve ona bizden başkasından olduğun­da inanmayız. Bizim söylediğimizi reddedecek bir delil olmadığı gibi şeriat ve alda göre ona zarar verecek bir bilgi de yoktur.’ Sonra söyle­diği konuda beni tanık tuttu. Ebu’l-Kasım bize inanırdı. Ben de üsta­dın söylediğini, kendi mezhebinden kabul edeceği kanıtla ortaya koy­dum. Çünkü Ebu’l-Kasım bir hadis bilginiydi. Allah Teâlâ onun gönlünü kabul etmesi için açtı, şeyh de bana teşekkür ve dua etti.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ adamları bu tasavvuf yolunda ‘nefesler âlemi’ diye isimlendirilenlerdir. Bu, hepsini kuşatan bir isimdir. Söz konusu insanlar, pek çok tabakadır ve farklı hallere sahiptir. Bir kısmını, bütün hal ve tabakalar birleştirirken bir kısmı bundan Allah Teâlâ’nın dilediklerini ta­lep eder. Her tabaka, kendilerinde görülen hal ve makamlardan olan özel bir isme sahiptir. Allah Teâlâ ‘Onlarm üzerinde gözüken miraçlar™ der. Her grup kendi cinsi içindedir. Onların bir kısmının sayısı her dö­nemde bellidir, bir kısmininki belli değildir. Bu nedenle az ya da çok olabilirler. Bunların arasmdan sayısı belli olanları ve olmayanları -Allah Teâlâ izin verirsekendi lakaplarıyla zikredeceğiz.

Allah Teâlâ kendilerinden razı olsun, bu adamların bir kısmı Kutuplar­dır. Kutuplar, asalet veya vekillik yoluyla hal ve makamları kendilerin­de toplayan kimselerdir. Nitekim bunu daha önce zikretmiştik. Allah Teâlâ adamları, bu isimlendirmeyi genişletmişlerdir. Onlar makamlardan her hangi bir makamın etrafında döndüğü ve bu makamın hemcinslerin­den ayrı olarak kendisine özgü olduğu kimseyi ‘kutup’ diye isimlendi­rir. Bazen bir şehrin adamı o ‘şehrin kutbu’ diye isimlendirilir. Bir ce­maatin şeyhi, o cemaatin kutbudur. Fakat terimsel anlamıyla kutuplar, herhangi bir tamlama yapılmaksızın, bu ismin kendilerine kayıtsız ola­rak verildiği kimselerdir. Onlardan bir dönemde tek kişi bulunabilir. Bu anlamıyla kutup, aynı zamanda Gavs’tır. Gavs (Hakka) yaklaşanlar­dandır. O, kendi döneminde cemaatin efendisidir. Onlarm bir kısmı zahirde hüküm sahibidir ve makam yönünden bâtınî hilafeti elde ede­bileceği gibi zâhirî hilafeti de elde edebilir. Bu kısma örnek olarak Ebu Bekir, Ömer, Osman, AH, Hasan, Muaviye b. Yezid, Ömer b. Abdulaziz ve Mütevekkil’i verebiliriz. Bir kısmı ise, özel anlamda bâtınî halifelik sahibidir, zâhirde yöneticiliği yoktur. Bu kısma örnek olarak Sebteli Ahmed b. Harun er-Reşid’i ya da Ebu Yezid el-Bestâmi’yi ve­rebiliriz. Kutupların çoğunluğunun dünyevi bir hükümdarlığı yoktur.

Bu adamların bir kısmı imamlardır. Onlar, her dönemde iki kişi­den fazla olamaz. Birincisi er-Rab isminin kuluyken diğeri el-Melik isminin kuludur. Kutup ise, Allah Teâlâ isminin kuludur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘0 Allah Teâlâ’nın kulu olarak ayağa kalktığında.'89 Burada Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i kastetmektedir. Her adamın kendine özgü ilahi bir ismi var­dır ve adı her ne olursa olsun Allah Teâlâ katında bu isimle isimlendirilir. Bütün kutuplar, Allah Teâlâ isminin kuludur. İmamlar ise, her dönemde elMelik ve er-Rab isminin kullarıdır. Bu iki imam, öldüğünde Kutub’un halifesi olurlar. Kutup için bu iki imam, iki vezir konumundadır. Bi­rincisi melekût âlemini müşahede etmeyle görevliyken diğeri mülk âlemini müşahede eder.

Allah Teâlâ adamlarından bir kısmı Direklerdir (Evtâd). Bunlar, sayıları eksilmeyen ve artmayan, her dönemde dört kişidir. Bunlardan Fas şeh­rinde kendisine İbn Ca’dun denilen bir adam gördüm. Ücrede kına eliyordu. Bu dört kişiden birisiyle Allah Teâlâ doğuyu muhafaza ederken onun yönetimi doğudadır. Diğeriyle ise, batıyı, üçüncüsüyle güneyi, dördüncüsüyle de kuzeyi korur. Bu taksim, Kabe’den hareketle yapılır.

Bu dört insan, ‘dağlar’ diye ifade edilir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Biz yeryüzünü dö­şek yapmadık mı? Dağları ise direk yapmadık mı?™ buyurur. Yeryüzünün salınımı dağlar vasıtasıyla dinmiştir. Bu insanların âlemdeki hükmü yeryüzündeki dağların hükmüyle birdir. Allah Teâlâ’mn İblis’ten aktar­dığı ‘Onlara önlerinden, arkalarından, sağ ve sollarından geleceğim591 ifa­desi bu insanların makamlarına işaret eder. Allah Teâlâ direlder vasıtasıyla bu yönleri korumuştur. Onlar, bu yönler bakımından korunmuş kimseler­dir ve şeytanın onların üzerinde bir otoritesi yoktur. Çünkü şeytan Ademoğullarına ancak bu yönlerden gelebilir. Üst ve alt ise, belki daha sonra Allah Teâlâ’nın izniyle zikredeceğim altı kişiye ait olabilir. Biz bu adam­ları genellikle Ricâl (adamlar) ismiyle zikretsek bile onların arasında kadınlar da olabilir, fakat erkek isimleri çoğunluktadır. Bunlardan biri­sine ‘bedellerin sayısı ne kadardır?’ diye sorulunca şöyle cevap vermişti: ‘Kırk nefs.’ ‘Niçin kırk adam demiyorsun?’ diye sorulduğunda, şöyle cevap vermişti: ‘Bazen onların arasında kadınlar da bulunabilir.’ Direk­lerin lakapları Abdülhay (Hay isminin kulu), Abdülalîm (Bilenin ku­lu), Abdülkâdir (Güç yetirenin kulu) ve Abdülmürîd’dir (İrade edenin kulu).

Bu adamların bir kısmı bedellerdir (ebdâl). Onlar yedi kişidir, sa­yıları artmaz ve eksilmez. Allah Teâlâ onlar vasıtasıyla yedi bölgeyi korur. Her bedel’in kendisinde vali olduğu bir bölgesi vardır. Onlardan birisi Halil İbrahim’in kademi üzerindedir. Birinci bölge ona aittir. Sırasıyla yedinci bölgenin sahibine kadar onları zikredeceğim. İkincisi Kelim Musa’nın kademi üzerindedir. Üçüncüsü Harun’un, dördüncüsü İdris’in, beşincisi Yusufun kademi, akıncısı İsa’nın, yedincisi Adem’in kademi üzerindedir. Allah Teâlâ’nın selamı hepsinin üzerine olsun!

Onlar, hareketleri ve belirlenmiş menzillere konaklayışları esnasın­da Allah Teâlâ’nın harekedi gezegenlere yerleştirdiği iş ve sırları bilir. Onlara ait isimler, sıfat isimleridir. Bunlar Abdülhay (Hayy’ın kulu) Abdül­alîm (Bilenin kulu), Abdülvedûd (Sevenin kulu), Abdülkâdir’dir (Güç yetirenin kulu). Bunlar, Direklerin dört ismidir. Abdüşşekûr (Şükredilenin kulu), Abdüssemi’ (Duyanın kulu) ve Abdülbasîr de (Görenin kulu) onlardandır. Her ilahi niteliğin bu bedellerden bir adamı vardır. Bu nitelik vasıtasıyla Hakk o kişiye bakar ve bu nitelik o kişide hâkim­dir. Her şahsın ilahi isimlerden biriyle bir ilişkisi ve nispeti vardır. Ona ulaşan iyilikler, bu isimden kendisine ulaşır. O kişi de, bu ilahi ismin kendisine verdiği kapsayıcılık ve genişliğe sahip olduğu gibi adamın bilgisi de bu denkliğe göre gerçekleşir.

Bu adamlar ‘bedeller’ diye isimlendirildi, çünkü onlar, bir yerden ayrıldığında ve içlerinden birisini o yere bırakmak istediklerinde -bunu düşündükleri bir yarar ve Hakka yakınlık amacıyla yaparlaroraya ken­di sûreterinde bir şahsı bırakırlar. O şahsı gören hiç kimse, onun ken­disini bırakan adamın aynı olduğundan kuşku duymaz. Gerçekte ise, o değildir. O kişi, Bedel’in sahip olduğu bir bilgi nedeniyle kaşıdı olarak oraya bıraktığı ruhanî bir şahsiyettir. Böyle bir kuvvete sahip herkes, bedel’dir. Kendisinin bilgisi olmaksızın, Allah Teâlâ biri adma bir bedel gö­revlendirirse, böyle bir kişi zikredilen bedellerden değildir. Bu durum çoğunlukla gerçekleşir. Biz bunu müşahede ettik ve gördük. Bu yedi kişinin Mekke’de bulunduğunu gördük. Onlarla Hatîmu’l-Hanâbele denilen yerin ardında karşılaştık, biraraya geldik. O bölgeden daha gü­zel bir yer görmemiştim!

Daha önce onlardan Musa es-Seberati’yi İşbiliyye’de beş yüz sek­sen altı yılında görmüştük. Bir amaçla bize gelmiş ve görüşmüştük. Ayrıca bu adamların arasından dağların şeyhi Muhammed b. Eşref erRundi’yi de gördük. Dostumuz Abdülmecid b. Seleme bu bedellerden adı Muaz b. Eşres olan birisiyle karşılaşmıştı. Muaz, bedellerin büyüklerindendi ve arkadaşım onun selamını bize ulaştırmıştı. Abdülmecid ona şöyle sormuş: ‘Bedeller bu mertebeyi nasıl elde etmiştir?’ O da şöyle cevap vermiş: ‘Ebu Talib’in (el-Mekkî) zikrettiği dört şeyle elde ettiler.’ Yani açlık, uykusuzluk, susma ve uzlet. Allah Teâlâ ehli, Recebîleri ‘bedeller’ diye isimlendirir. Onlar, kırk kişidir. Bazen on iki kişi de be­del diye isimlendirilir. Bütün bu sınıflar, sayılı adamlar bölümünde ge­lecektir. Recebîleri gören kimse, şöyle der: ‘Bedeller kırk nefstir, çünkü onlar kırktır.’

Bu adamların bir kısmı Nakîblerdir. Onlar, her dönemde sayıları artmaksızın ve eksilmeksizin, on iki kişidir. Bu on iki, Feleğin burçları­nın sayısı olan on ikiye işaret eder. Her nakîb kendisine özgü burcun özelliğini ve Allah Teâlâ’nın onun makamına yerleştirdiği sır ve tesirleri bilir. Ayrıca oraya inen hareketli ve sabit yıldızların bıraktığı şeyleri bilir. Sabit yıldızların burçlarda duyuda görülmeyen bir takım hareketleri ve noktaları vardır. Bu durum, binlerce sene içerisinde gerçekleşebilir. Gök bilimcilerin ömrü ise, bunu görecek kadar uzun değildir.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ bu nakîblerin ellerine, indirdiği şeriatlerin bil­gilerini verdi. Onlar, nefslerin gizliliklerini ve hilelerini ortaya çıkartır, tuzak ve aldatmalarını bilir. İblis ise, onlara göre besbellidir. Onlar, İb­lis hakkında İblis’in bile bilmediği şeyleri bilirler. Öyle bir bilgiye sa­hiptirler ki, yeryüzünde bir insan hareket etse, bu hareketin muüu ya da bedbaht birisinden mi meydana geldiğini bilirler. Onların bu du­rumu, izleri ve eserleri bilenlerin durumuna benzer. Mısır bölgesinde onlardan pek çok kişi vardır. Bir şahıs gördüklerinde ‘Bu şahıs bu eser sahibidir’ derler ve gerçekte iş söyledikleri gibi olur. Bunlar Allah Teâlâ’nın velîleri değildir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın bu nakîblere verdiği ‘eserler ilmi’ hakkında ne düşünebilirsin?

Allah Teâlâ adamlarından bir kısmı Necîbler (Nücebâdır). Onlar, her dönemde sekiz kişidir, sayıları artmaz ve eksilmez. Onların üzerinde ve kendilerinden hallerinden kabul alamederi görülür. Bu konuda -kendi iradeleri olmasa bilehal onları kendi iradesi altına alır. Onların duru­munu ise, üzerlerinde bulunanlar bilebilir, aklarında bulunanlar bile­mez. Onlar, sekiz niteliği bilen kimselerdir. Bunlar yedi meşhur nitelik ile sekizinci idraktir. Onların makamı, Kürsü’dür ve ‘Necîb’ oldukları sürece onları aşamazlar. Onlar, yıldızların yürüyüşlerini bilmede -gök bilimcilerin bildiği yoldan değilAllah Teâlâ’nın bildirmesi yoluyla derin keşf sahibidir. Nakîbler, dokuzuncu feleğin bilgisini elde edenlerdir. Necîb­ler ise, onun altında bulunan sekiz feleğin bilgisini elde edenlerdir. Bu, içinde yıldız bulunan her felektir.

Allah Teâlâ adamlarından bir kısmı Havarilerdir. Bu grup, her dönemde bir kişidir ve iki İçişi olmaz. Tek kişi öldüğünde, başka biri onun yerine yerleştirilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem döneminde Zübeyr b. Avvam bu maka­mın sahibi idi. Bununla beraber, kılıçla dine yardım eden pek çok insan vardı. Havarî Allah Teâlâ’nın dinine yardım ederken kılıç ile ve kanıtı birleşti­ren kimsedir. Bu yönüyle kendisine bilgi, ifade ve kanıt verildiği gibi kılıç, cesaret ve atılganlık da verilmiştir. Onun makamı, meşru dinin geçerliliğiyle ilgili kanıtı ortaya koymada atılganlıktır. Bu kanıt, Pey­gamberin mucizesi gibidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin davasının doğruluğunu kamdamak için ortaya koyduğu delilden sonra geride havarî’nin kanıtı kalır. Bu kişi, mucizenin varisidir. Fakat onu sadece Peygamberin doğ­ruluğu için gösterir.

Havarî’nin makamı budur. Onun ortaya koyduğu söz konusu ka­nıta da mucize adı verilir, çünkü havarî’nin kanıtına eklenen şey, pey­gamberin mucizesine eklenenle birdir. Havarî onu peygambere izafe ederken peygamber mucizeyi kendisine izafe eder. Böyle bir şey her­hangi bir velî adına olan ‘keramet’ diye isimlendirilmez, çünkü tanımı ve kapsamı bakımından peygamberin mucizesi olan bir şey, hiçbir za­man velî adına keramet olamaz. Üstat Ebu İshak elIsferayinî bu kanâate varmıştır. Fakat o, bizim îma ettiğimizden farklı bir şekilde bu kanâate ulaştı. Ebu İshak, aciz bırakan fiilin (mucize) gerçekleşmesini (velî adına) imkânsız sayar. Kelamcıların çoğu ise, mucize yolunun dı­şında, keramet olarak gerçekleşmesini imkânsız saymamıştır. Kendisine uyan birinden peygamberin doğruluğunu tasdik etmek üzere mucize şeldinde peygamberden gerçekleşen şey gerçekleşirse, bu mümkündür ve kaçınılmazdır. Bu olay ise, özellikle havarî’den gerçekleşir. Betimle­diğimiz tarzda böyle bir şeyin kendisinden gerçekleştiği insan bulun­duğu dönemin havarisidir. Biz onu kendi dönemimizde beş yüz seksen altı yılında görmüştük. Böyle bir insan, ‘havarî’ diye isimlendirilendir.

Allah Teâlâ adamlarından bir kısmı Recebîlerdir. Onlar, her dönemde kırk kişidir, sayıları artmaz ve eksilmez. Onlar, Allah Teâlâ’nın büyüklüğünü ortaya koyan adamlardır ve Tekler (Efrâd) içindedirler. Onlar ‘ağır söz’ sahipleridir. ‘Biz sana ağır bir söz yükleyeceğiz.’92 ‘Recebîler’ diye isimlendirilmelerinin nedeni, bu makamın onlar adına Recep ayında ger­çekleşmesidir. Bu hal, Recep hilalinin görünmesinden bitimine dek sü­rer, sonra bu hali kaybederler, gelecek senenin Receb’inin girmesine kadar bir daha bu hali bulamazlar. Bu yol sahiplerinden onları tanıyan­lar azdır. Onlar, şehirlerde dağılmışlardır ve birbirlerini tanır, ar. Bir kısmı Yemen’de, Şam’da ve Diyarbakır’da bulunur. Onlardan 1 »irisiyle Diyarbakır-Düneysir’de karşılaştım, ondan başkasını da görmedim. Onları görmeye çok arzuluydum. Bir kısmının üzerinde Receb’deki ha­linde açılan bilgilerin bir yönü senenin diğer kısmında da kalırken bir kısmında o halden hiçbir şey kalmaz.

Düneysir’de gördüğüm kişide, senenin diğer kısımlarında Şia’nın Rafızileri hakkında bir keşf kalırdı. O, Rafızileri domuz (sürerinde) görürdü. Mezhebini bilmediği Rafıziliğe göre dindarlığını yaşayan ve bu mezhebe inanan tanımadığı bir insan kendisine gelir, onunla karşı­laştığında kendisini domuz sürerinde görür, onu çağırır ve şöyle derdi. ‘Allah Teâlâ’ya tövbe et! Çünkü sen Şii-Rafizisin.’ Bunu gören başka biri şaşı­rarak kalırdı. Adam tövbe eder ve tövbesinde dürüst davranırsa, onu insan şeklinde görmeye başlardı. Diliyle ‘tövbe ettim’ deyip mezhebini saklarsa, onu sürekli domuz olarak görür ve kendisine şöyle derdi: ‘Tövbe ettim derken yalan söylüyorsun.’ Doğru söylediğinde ise, ‘doğ­ru söyledin’ derdi, keşfinde doğru söyleyip söylemediğini bilirdi. Bu nedenle kendine gelen kişi Rafızilikten dönerdi. Söz konusu kişi, Şafıilerden güvenilir iki adamla benzer bir olay yaşamıştı. O ikisinin de Şii olduğu bilinmiyordu ve Şia grubundan değillerdi. Şu var ki araştırma­ları kendilerini bu mezhebe şevketmiş ve akıllarıyla onu benimsemiş­lerdi. Bu görüşlerini ortaya koymamış, onu kendileriyle Allah Teâlâ arasmda saklamışlardı. Bu iki Şafii, Ebu Bekir ve Ömer hakkında kötü inanç besliyor, Ali hakkında ise aşırıya gidiyordu. Bir gün bu şahısla karşıla­şıp huzuruna girdiklerinde, onlarm yanından çıkartılmalarını emretmiş, çünkü Allah Teâlâ onlarm iç yüzlerini domuz suretinde kendisine göstermiş­ti. Bu, söz konusu mezhep mensupları hakkında Allah Teâlâ’nın o kişi adına belirlediği bir alâmetti. O iki bilgin ise, yeryüzündeki hiç kimsenin on­larm durumunu bilmediğinden eminlerdi. İki güvenilir tanık ve hadis bilgileriyle tanınmış kimselerdi. Bu durumu kendisine bildirince, Allah Teâlâ adamı onlara şöyle demişti: ‘Sizi iki domuz olarak görüyorum. Bu, Rafıziler hakkında Allah Teâlâ ile aramdaki bir alâmettir.’ Bunun üzerine iç­lerinden tövbe etmişler. Allah Teâlâ adamı onlara ‘İşte şimdi o mezhepten döndünüz, çünkü sizi insan olarak görüyorum’ demiştir. Bu iki kişi, bu duruma şaşırmış ve tövbe etmiştir.

Recebîler, Receb’in ilk gününde sanki göğün üzerlerine düştüğü­nü görürler. Öyle bir ağırlık hissederler ki, gözlerini kırpamadıkları gi­bi hiç bir organları da hareket etmez ve sırt üstü düşerler. Artık, hare­kete güç yetiremedikleri gibi ayağa kalkmaya ya da oturmaya ya da el­lerini, ayaklarını hatta göz kirpiklerini bile hareket ettiremezler, ilk gün böyle sürer. İkinci gün yavaş yavaş azalmaya başlar, üçüncü gün daha da azalır. Böylece bilinmeyen şeyler hakkında bilgi, tecelli ve keşfler gerçekleşir. Her biri, üç ya da iki günden sonra konuşmaya ya da seci­yeli söz söylemeye başlar ve onlarla konuşulur. Söz söylerler, kendile­rine söz söylenir, ta ki ay tamamlanır. Receb ayı tamamlanıp Şaban girdiğinde ise, adeta bağlarından kurtulurlar. Bir sanat ya da ticaret sa­hibi iseler, işleriyle ilgilenmeye başlar ve bütün halleri kendilerinden alınır. Şu var ki Allah Teâlâ bir şeyi onların üzerinde bırakmak isterse, onu bırakır. Onların hali, böyledir. Bu, sebebi bilinmeyen tuhaf bir haldir. Ben bu insanların biriyle Recep ayında karşılaşmıştım ve o da aynı hal­deydi.

Allah Teâlâ adamlarından bir kısmı, Mühür’dür (Hatem). O, her za­manda değil, bilakis âlemde tektir. Allah Teâlâ onunla Muhammedi veliliği bitirir. Artık Muhammedi velîler içerisinde ondan daha büyük kimse olmaz. Bu noktada başka bir bitiş vardır ki, Allah Teâlâ ondan Adem’den son velîye kadarki ‘genel veliliği’ bitirir. O ise, İsa’dır (as.). İsa, Hatmü’l-evliya’dır (velîlerin.sonuncusu). Aym şekilde o, mülk devresi­nin sonuncusudur. Bu nedenle kıyamet günü iki şekilde diriltilecektir: Bir yönüyle Muhammed ümmeti içerisinde diriltilirken başka bir açı­dan peygamberlerle beraber peygamber olarak diriltilecektir.

Allah Teâlâ adamlarından bir kısmı Adem’in kalbi üzerinde bulunan üç yüz kişidir. Her dönemde sayıları artmaz ve eksilmez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu üç yüz kişinin Âdem’in kalbi üzerinde olduğunu söylemiştir. Ayrı­ca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in büyüklerden ya da meleklerden birinin kalbi üzerinde olduğunu söylediği kimseler vardır. Bu ifadenin anlamı, o in­sanların Allah Teâlâ’ya ait bilgilerde o şahıs gibi halden Hakk girmesi demektir. Çünkü ilahi ilimler kalplere gelir. Melek ya da peygamber gibi bir bü­yüğün kalbine gelen her bilgi, onun kalbi üzerindeki kimselerin kalple­rine de gelir. Sûfılerin ‘Falanca falanın kademi (ayak, iz) üzerindedir’ demeleri de, aynı anlama gelir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bu üç yüz kişinin Âdem’in kalbi üzerinde oldu­ğunu söylemiştir. Halbuki bu ümmet içerisinde onlarm üç yüz kişi ol­duğunu ya da her dönemde bulunduklarını söylememiştir. Biz, onların her dönemde bulunduğunu ve zamanın bu sayıdan yoksun kalmayaca­ğını keşf yoluyla öğrendik. Bu üç yüz adamdan her birinin kendine öz­gü üç yüz ilahi huyu vardır. Onlardan birisiyle ahlâklanan kimse, mut­luluğu elde edebilir. Onlar, seçilmiş ve ayrılmış kimselerdir. Onlar, Hakkın kitabında zikrettiği şekilde, duayı sevenlerdir. ‘Rabbimiz/ Biz kendimize zulmettik. Bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen, hüsrana uğ­rarız.™ Başka bir ayette ise şöyle buyurur: ‘Sonra kitaba seçtiğimiz kul­larımızı varis kıldık. Onlarm bir kısmı nefsine zulmedicidir,’94 Kastedilen, Adem ve bu konumdaki kimselerdir.

Zamandan bu gruba ait kısım, üç yüz senedir. Allah Teâlâ mağaradakilerin mağarada bu sürece kaldıklarını belirtmiştir. Burada, seneler güneş takvimine göreydi. Bu nedenle conlar dokuz daha ekledi595 demiştir. Çünkü güneş takvimiyle üç yüz sene ay takvimiyle yaklaşık üç yüz do­kuz sene eder. Her sene, mevsimleriyle birlikte zamanın tamamlanma­sıdır. Bu toplam ise, Rabbin günlerinden üçte birine yalcındır. Allah Teâlâ ‘Rabbinin nezdinde bir gün onlarm saydığından bin gün gibidir96 buyurur. Bir arifin rububiyeti müşahede ettiği bir mertebedeyken o mertebenin zamanıyla bir sürede elde ettiği Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyi, başka biri du­yu âleminde çalışarak ve kazanarak malum senelerden bin senede elde eder.

Bu üç yüz kişinin kendilerinden alınıp da Rabbin günlerinden bi­risinde bulunduğunda ilahi ilimlerden elde ettiği miktar, bu hesaba gö­re değerlendirilir. Belirttiğimiz meselenin kıymetini ve değerini ise, sa­dece onu zevk yoluyla tadan bilir. Zaman bu esnada onun hakkmda dürülür. Tıpkı, görme gücünün önündeki mesafe ve ölçülerin dürül­mesi gibi, insan gözünü açtığında, göz ışınları yıldızların cisimlerine bitişmesiyle yıldızların görülmesi gerçekleşir. Bu uzaklığa bakınız! Bu hıza bakınız! Sesin duyulduğu bir zamanda, aradaki uzak mesafeye rağmen duyma algısının gerçekleşmesi de böyledir. işaret ettiğimiz meseleyi iyice kavrarsan, mekân ve cihetlerin ortadan kalkmasıyla Rab­bi görmenin anlamını öğrenirsin. Ayrıca senden gören şeyin ne oldu­ğunu, görülenin ve görmenin mahiyetini öğrenirsin. Aynı zamanda, duyanın, duymanın ve duyulanın ne olduğunu öğrenirsin.

Bu tabaka, ilahi isimleri öğrenenlerdir. Bu isimler, ‘Onların isimle­rini bana bildirw ayetinde işaret edilen eşyaya yönelmiş isimlerdir. Çünkü isimleri bildirmek, isimlendirileni övmenin ta kendisidir. İnsan­lar, bu ayeti isimlerin kendilerini göstermesi bakımından işaret edilen şeylerin isimleri olarak almıştır. Onlara göre bu gösterme, söz gelişi, Zeyd özel isminin Zeyd’in şahsını ya da Ömer özel isminin Ömer’in şahsını göstermesi gibidir. Böyle olsaydı, bilgiyle nitelenen meleklere karşı nasıl bir övünme olabilirdi ki? İnsanlar meleklerin ‘senin hamdini tespih ederiz’ sözünü de anlamamıştır. Melekler, Allah Teâlâ’nın isimlerinden işaret edilen bu şeylere yönelmiş olanları bilememiştir.

Yetmiş Beşinci kısım sona erdi, onu ‘Onlardan bir grup Nuh (as.) kalbi üzerinde bulunan kırk kişidir’ (bahsiyle başlayan) yetmiş altıncı kısım takip edecektir.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar