Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] DOKSAN ÜÇÜNCÜ KISMI

Bunlarada Bakarsınız

 




Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YETMİŞ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Halvet

Arzuladığım ile halvet oldum, değildi bizden başkası Benden başka olsaydı, halvet mümkün olmazdı '

Nefsim sağlamlaştırınca teklik şartlarını Yaratıkların nefsleri halvetin kullarına ilişir

Nefsinde kendisinden başkası olmazsa Onu var edene karşı cömert davranır

Allah Teâlâ seni ve bizi başarıya erdirsin, bilmelisin ki, halvetin şeriattaki dayanağı, ‘Beni içinden zikredeni içimden zikrederim, bir toplulukta zikredeni ise daha hayırlı bir toplulukta zikrederim’ anlamındaki kutsi hadistir. Bu kutsi hadis, halvet ve topluluğu (celvet) içeren sahih-kutsi bir hadistir. Halvetin aslı, âlemin kendisinden var olduğu boşluktur.

Halvet eden ve bulamayan kimse, halvet etmedi Halvet, hükmü bela olan bir yoldur.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ vardı ve O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e, ‘Yaratıkları yaratmazdan önce Rabbimiz neredeydi’ diye soruldu, ‘Altında ve üstünde hava bulunma­yan Amâ’da idi’ diye cevap verdi. Sonra âlemi yaratmış, hükmünü ver­miş ve eşyanın yaratılışını bitirmiştir. ‘0 her gün bir iştedir.’'92 Sonra eş­yayı (yaratmayı) bitirecek, sonra da menzilleri sonsuza dek ehliyle dol­duracaktır.

Halvet (yalnızlık), makamların en üstünüdür. O, insanın imar etti­ği ve zâtıyla doldurduğu bir menzildir. Dolayısıyla halvette başkasma yer kalmaz! Halvetin insanla ve insanın halvede ilişkisi, Hakk’ın kendi­sini sığdıran kulun kalbiyle ilişkisine benzer. Böyle bir kalpte herhangi bir şekilde başka bir yaratılmış bulunduğunda Hakk oraya giremez. Bu durumda kalp, bütün yaratıklardan boşalmış olur. Kalp ne zaman bü­tün yaratıklardan boşalır, Hakk özü gereği onda ortaya çıkar. Kalbin Hakk karşısındaki durumu, kalbin O’nun suretine göre olması ve başka­sını sığdırmayışıdır.

Alemde halvetin dayanağı, âlemin kendisini doldurduğu boşluktur. İlk dolan şey Heba’dır. O, özü gereği boşluğu dolduran karanlık cev­herdir. Hakk, en-Nur ismiyle tecelli eder, bu nur ile o cevher boyanır, artık karanlık -ki yokluk demektiradmr yitirmiş, böylelikle varlık ile ni­telenmiştir. Bu durumda, kendisiyle boyanan nur özü gereği ortaya çıkmıştır. Onun nur ile ortaya çıkması ise, insan suretiyle olur. Bu ne­denle Allah Teâlâ ehli onu ‘büyük insan’, özetini ise ‘küçük insan’ diye isim­lendirmiştir. Çünkü o, Allah Teâlâ’nın kendisine büyük âlemin tüm hakikatle­rini yerleştirdiği varlıktır. Böylelikle insan, hacminin küçüldüğüne rağ­men âlemin suretine göre; âlem ise Hakk’ın suretine göre ortaya çıktı. Binaenaleyh insan Hakle’ın suretine göre var oldu. Bu ise ‘Allah Teâlâ Adem’i kendi suretine göre yarattı’ hadisinde belirtilen durumdur. İş ortaya koyduğumuz gibi olunca Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Göklerin ve yerin yaratı­lışı insanların yaratılışından daha büyüktür. İnsanların çoğu bilmez.’193 Demek ki azı bilebilir., Öyleyse insan' küçük âlem, âlem ise büyük in­sandır.

Âlemde feleklerin, unsurların ve türeyenlerin şekillerinin suretleri açılmıştır (var olmuştur). Böylelikle insan âlemde doğan son varlıktır. Allah Teâlâ onu bütün hakileaderin toplayıcısı ve âlemdeki halifesi yaparak âlemdeki bütün suretlerin gücünü ona verdi. İşte nur ile boyanan bu

a                                                                                                                                      #

Heba cevheri yalındır (basit). Alemin suretlerinin onda zuhuru ise or­tadır. İnsan-ı kâmil ise vecizdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ayetlerimizi onla­ra ufuklarda ve nefslerinde göstereceğiz-’194 Bunun amacı insanın âlemdeki bütün ayederi içeren veciz bir âlem olduğunu öğrenmelerini sağlamak­tır.

Halvet sahibine keşf olunan ille şey, nefsinin ayetlerinden önce âlemin ayetleridir, çünkü âlem ondan öncedir. Allah Teâlâ ‘ayetlerimizi ona ufuklarda göstereceğiz’ demiştir. Ardından, âlemde gösterdiklerini nef­sinde insana gösterir. İnsan ayetleri önce nefsinde sonra âlemde görsey­di, âlemde nefsini gördüğünü zannedebilirdi. Allah Teâlâ ayeüeri önce âlem­de göstermeyle, ondan bu şüpheyi gidermiştir. Bu durum da varlıkta olduğu şekliyledir. Çünkü âlem insandan öncedir. Alem insanın babası iken, nasıl olur da ondan önce olmaz ki? Ufuldarda ve nefslerdeki bu ayetlerin görülmesi, onun -başka bir şey değilHak olduğunu insana gösterir ve bu durum ortaya çıkar.

Ayeder halvete girene Allah Teâlâ’nın âlemdeki varlıkların mazharlarında zuhur eden olduğunu gösteren delillerdir. Dolayısıyla bu halvet sahibi başka bir şey aramaz. Çünkü bir bütün olarak başka bir şey söz konusu değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ tanımlamayı tamamlayıp şöyle demiştir: ‘Rabbinin her şey üzerinde olması yeterli değil midir?’195 Kastedilen, âlem­deki varlıklardır. ‘Tanık olarak.”96 Her bir şeyde tecelli ve zuhur kastedi­lir. Alem onda zuhur edeni kendinden uzaklaştırmak veya mazhar ol­mamak gücüne sahip değildir ki imkân denilen şey de budur. Alem im­kân özelliğinde olmasaydı, (kendisine tecelli eden) nuru kabul etmezdi. Bu ise, ayederle insana gösterilen Hakk’ın âlemdeki zuhurudur.

Allah Teâlâ ayeti tamamlayarak şöyle buyurdu: ‘O her şeyi197 -âlemdeki‘ihata edendir.’'98 Bir şeyi ihata, o şeyi örter. Bu durumda gözüken ve zuhur eden, o şeyin kendisi değil, ihata edendir. Bir şeyi ihata etmek onun görünmesini engeller. Böylelikle o şey -ki âlemdirihata edilende beden için ruh haline gelir. İhata eden de ruh için beden haline gelir. Bunlardan biri şehadet -ki o ihata eden zâhirdirdiğeri ise örtülü gayb haline gelir. Bu ise, âlemin kendisidir. Hüküm zâhirde -ki şehadettirgayb ile nitelenene aittir. Âlemdeki şeylikler ise, kendiliklerinde bir ta­kım istidatlardır. Bu nedenle onlar, kendilermde zuhur eden üzerinde hakikatlerinin verisine göre hüküm sahibi olmuş, suretleri kendilerini ihata edende ortaya çıkmıştır -ki o da Hakk’tır. Bu durumda söz konu­su suretlere Arş, Kürsü, felekler, (...) unsurlar, türeyenler ve ilişen hal­ler denilir. Gerçekte sadece Allah Teâlâ vardır. İhata eden olması yönünden Hakk, halvete giren için halvet evine benzer: Halvete giren aranır, fakat bulunamaz, çünkü ev onu perdeler. Sadece bulunduğu yer bilinebilir. Bulunduğu mekân da onun mertebesini gösterir.

Bu kitapta açıklamak istediğimiz halvetin mertebesini sana bildir­miş olduk. Halvete girenlerin aşina olduğu halvet, bizim açıklamak is­tediğimiz halvet değildi. Onun dereceleri ise, bin altmış yedidir ve bu derecelerde teldik ortaya çıkar. Boşluk (halâ) âlem ile dolduğuna göre, halvet sahibi de halvette kendi başına bulunur. İşin esası budur. Sonra nur ile boyanınca, Rabbiyle halvet olur. Bu halvette ise, sonsuza dek kalır ve kırk gün ile (erbain) ya da başka bir zamanla sınırlanmaz. Arif zikrettiğimiz şeyi öğrenince, -kendisiyle değilRabbiyle halvette oldu­ğunu öğrenir. Ayrıca o, Rabbiyle beraber halvettedir. Bu esnada ârif, kendileriyle zuhur ettiği suretler ile onu ihata edendeki (Hakk) etkisi ba­kımından kendisini kendisiyle görür. Varlıklarının çoğalması yönünden ise, ârif O’ndan O’nu .görür. Bu durumda her bir tikel hakikat, arkada­şından farklılaşır. Bu nedenle âlemin suretleri, âlem tek olsa bile', farklı­laşmıştır. Nitekim insanın sureti de -insan tek olsa dafarklılaşmıştır. İnsanın eli ayak olmadığı gibi başı göğüs, gözü kulak, dili cinsel organ ve aklı da fikir veya hayal değildir. Binaenaleyh insan türlü türlüdür, maddi ve manevi suretleri bakımından da farklı unsurlara sahiptir. Bu­nunla beraber insanın tek olduğu söylendiği gibi -Ki bu doğru bir yar­gıdırçok olduğu da söylenir -bu da doğrudur-. Birliği yönünden insan kendisiyle kendisini görmüştür deriz; çokluğu yönünden ise, bir kıs­mıyla bir kısmını görür deriz. Diliyle konuşur, ayağıyla yürür, gözüyle görür, burnuyla sümkürür, kulağıyla duyar, hayaliyle tahayyül eder ve aklıyla akleder. Bunlar çoktur, ortada ise sadece insan vardır.

Bu bilgiyi elde eden kimse, ifade ettiğimiz gibi halvet sahibidir. Bu bilgiden mahrum kalan ise halvet sahibi değildir. Hakk’ın âlem ile, âle­min ise Hakk ile olduğunu açıklamış olduk. Öyleyse onun hüviyeti, top­lamın aynıdır. Toplam da gaybı ve şehadetiyle, düşünme ve canlılığı bakımından insandır. O halde insan, çoklukta bir, birlikte çoktur.

Halvet, dünya ve ahirette sonsuza dek insana eşlik eden makamlar­dandır. Halvet makamı bir insan için gerçekleştiğinde bir daha ortadan kalkmaz, çünkü (bir şeyin) kendisini (gördükten) sonra onun eserinin (önemi) yoktur. Bilinen halvet ise, makam değildir ve perdeli için ge­çerli olabilir. Keşf ehline gelirsek, onların halveti hiçbir zaman yoktur. Çünkü onlar yüce ruhları ve ateş kaynaklı ruhları görürler. Onlar, zâtlarının parçaları ve halvet evinin kısımları gibi bütün varlıkları konu­şanlar olarak görürler. Öyleyse keşf ehli gerçekte olduğu gibi, bir toplu­luk içindedir. Allah Teâlâ onun gözünü algılananlardan engellerse, canlıları, donukları ve melekleri onun önünde ayrıştırır. Ayrıca, söz âleminden konuşma âlemini, hareket âleminden sükûn âlemini ayrıştırır. Keşf eh­linin Rabbiyle yalnız kalması gereldr. Böylece herhangi bir varlığın ko­nuşması ya da hareketi onu meşgul etmesin. Bir kısmı Allah Teâlâ hakkındaki bilgisinin düşünce ve araştırmayla değil, Allah Teâlâ’dan artması için halveti ister. Bu, niyederin en tamıdır, çünkü ona bu emredildi. İlahi emre gö­re davranmak, amelin kemalinin zirvesidir. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e, ‘Rabbim! Bilgimi artır de199 diye emretti.

Halvette herhangi bir varlıkla içinden konuşan kimse halvette de­ğildir. Halvete giren bir adama arkadaşı ‘Halvette Rabbinin nezdinde beni de zikret’ demiş. Halvete giren ldşi ‘Seni zikredersem, O’nunla halvet olamam ki’ demiştir. ‘Ben beni.zikredenle beraberim’ şeklindeki kutsi hadisin anlamı buradan öğrenilir. Çünkü zikreden ldşi, zikredileni düşüncesinde hazır tutarak zikredebilir. Zikredilen onun inancında bir surete sahipse, zikreden onu hayaline getirir. Zikredilen suretler âle­minden değil ise ya da suretsiz ise, hatırlama gücü onu zihne getirir. Hatırlama gücü, anlamları zabteden bir güçtür. Tahayyül gücü ise, du­yuların verdiği örnelderi ya da musavvire gücünün birleştirdiği garip şekilleri zabteder. Bunların tikellerini hayal gücü duyudan kazanmıştır ki, bu zorunludur, çünkü onun ancak duyu vasıtasıyla tasarrufu olabilir.

Bu yolda halvetin şartı, lafzî değil, nefsî zikirdir. Halvetin başlangı­cı hayalî zildrdir. Hayalî zikir, zikir lafzını yazılı ya da lafzî harflerden oluşması bakımından tasavvur etmektir. Hayal, duyarak ya da görerek onları tutar ve sureti olmayan manevi zikre -Ki kalbin zikridiryükselmeksizin zikreder. Kalbin zikrinden ise hedeflenen şey ortaya çıkar ve bilgiler artar. Kendisine açılan bu bilgiyle karşısına konulduklarında ör­neklerin suretleriyle neyin amaçlandığı anlaşılır. Duyu, onları uyku, uyanıklık, gaybet vc fena halinde hayalinde inşa eder. Bu durumda gör­düğünü öğrenir. İşte bu, ‘rüya tabiri ilmi’dir.

Bir kısmı ise, öğrenmek istediği bilgide sahih bir düşünce sahibi olabilmek için, düşüncenin durulması maksadıyla halvete girer. Böyle bir şey ise, bilgiyi fikirlerinden alanlar için geçerlidir. Onlar, talep ettik­leri şeyi tashih için halvete girer. Bu ise, mantık ölçüleri kendilerine gö­züktüğünde gerçekleşir. Söz konusu ölçüt, son derece latiftir ve en yalın hava bile onu hareketlendirir ve doğruluktan çıkartır. Bu nedenle insan­lar halvedere girer ve havanın giriş yerlerini kapatırlar ki, amaçlarının doğruluğunu bozacak bir hareket terazilerine etki etmesin. Böyle bir halvete Allah Teâlâ ehli girmez. Onlar halvete (mantık mizanıyla değil) zikirle girer. Fikrin onların üzerinde bir otoritesi olmadığı gibi bir eddsi de yoktur. Halvete gireni halvetinde fikir gücü edd altına alırsa, hemen halvetten çıkmalıdır. Bu kişi, halvet için murad olmadığını anlamalıdır. Böyle biri, sahih-ilahi bilgi sahibi olmadığını da bilmelidir. Çünkü Allah Teâlâ ilahi feyiz ilmi için onu irade etseydi, düşüncesiyle onun arasına en­gel koyardı.

Bazı kimseler ise, yaratıklarla ünsiyet yalnızlığının kendilerine egemen olması nedeniyle halveti tercih eder. Yaratıkları -Ki buna ev halkı da dâhildirgörmeyle içinde bir daralma bulur. Öyle Ki hareketten de sıkıntı duyar ve bir dinginlik arar. Bu durum kendisini halvete yön­lendirir. Bazı içimseler onda buldukları hazzın tadına varmak için halve­te girer. Bütün bunlar, ne bir makam ne de bir rütbe kazandıran neden­li şeylerdir. Halvet sahibi, ne vârid ne müşahede ne de suret veya görme belder. O, sadece Rabbi hakkında bilgi arar. Allah Teâlâ bu bilgiyi maddenin dışında verebileceği gibi bazen de madde içinde verir. Bazen ise mad­denin delil olduğu şeye dair bilgiyi kendisine verir.

Halvette iddia vardır, sahibi de mesuldür. Halvet, en yakın perde sahibidir ve o bir makam değil bir nispettir. Burada sûfılerce bilinen halveti kastediyorum, yoksa bölümün başında dile getirdiğimiz ve bir makam olan halveti değil! Söz konusu halvet -makam olmasa bilesa­hibine zikir vasıtasıyla mülk, melekût ve ceberut’u ihata etme özelliğine sahip bir takım makamlar kazandırır. Bu durum, ariflere ve vakfe sahibi edip ve melamilere göre böyledir. Vuslat ve ünsiyet ehli ârif ve melamilere göre ise, bu makamların melekûta girdiğini görmezler. On­lara göre bu makamlar, ceberut ve mülk âlemine özgüdür. Fakat bu makamlar melekûta yakındır. Onlar ile melekût arasında iki derece var­dır. Vakfe ehli edepli Melamiler ise, bunlara ait altı yüz kırk bir derece görür. Ünsiyet ehli ârifler ise, bin altmış yedi derece görür. Edepli ve vakfede duran ârifler ise, dokuz yüz altmış yedi derece görür. Ünsiyet ve vuslat ehli Melamiler ise, bin otuz altı derece görür.

YETMİŞ DOKUZUNCU BÖLÜM

Halvetin Terki: Celvet

İnsan ilahından başkasını görmezse

Her bir varlıkta; halvet o zaman imkânsızdır

Sen bu halde olursan, celvet içindesindir Allah Teâlâ’nın onda açıklama ve sözü vardır

Allah Teâlâ bize ve size yardım etsin, bilmelisin ki, keşf halveti imkânsız­laştırır. Çünkü insan halvetteyken perdelidir. Keşf olduğunda ise, hal­vette olmadığını görür. Öyleyse bilinen halvete girmek, halvete girenin cehaletine delildir ve keşf esnasında bu bilgisizliğini öğrenir. Bilmediği­ni bilmeyen kimse iki cehalet sahibiyken bilmediğini bilen kişi, tek bir cehalet sahibidir.

Allah Teâlâ’nın âlemin varlıklarında zuhur eden ez-Zâhir ismini bilenler, O’ndan başkasının bulunmadığını bilirler. Bunu bilen, kendisinde zu­hur edene bakmazsa halvettedir. Bu bilgi onun adına bir topluluk ve celvet meydana getirir. Bu bakımdan onun için halvet geçersizdir. Bazı kimseler halvet sahibini üstün görmüşken bazı kimseler toplulukta ol­mayı üstün saymıştır. Allah Teâlâ’nın el-Evvel ve el-Bâtın ismi halveti talep

a ı .

ederken ez-Zâhir ve el-Ahir ismi celveti talep eder. Hangi isim sana ha­kim ise, ona uymalısın! isimler arasında bir bakıma üstünlük yoktur. Bütün yaratıklar ise sonuçta topluluğa varacaktır. Halvet dünyevi bir iş iken, topluluk uhrevidir. Ahiret ise, daha hayırlıdır.

SEKSENİNCİ BÖLÜM

Uzlet

Uzlete girdiğinde, kimseye yönelme Ne aileye ne çocuğa bak!

Bir görevle görevlendirildiğinde ona da bakma Şirkten ve mutlak biri birlemekten uzak dur

Yalnız başına yücenin talebiyle ilgilen Ne fikir ne olumsuzlama ne de beden olsun

Yüksek himmetin peşinden git ki ulaş Sayısız güzel isimlerine

Bil ki sen hapsedilmiş ve kuşatılmışsın Sonsuza dek olmadan, açık bir bir nur ile

Kendini bilen kişi uzlete girebilir. Kendini bilen ise, Rabbini bilir. Bu ldşi güzel isimleri ve zahir ve bâtında onlarla ahlâklanması bakımın­dan Allah Teâlâ’yı müşahede eder. O’nun güzel isimleri iki kısımdır: Birincisi, aklın kabul ettiği ve algılayabildiği isimlerdir. Akıl, bu isimleri .Allah Teâlâ’ya nispet eder ve Allah Teâlâ’yı onlarla isimlendirir. Diğerleri de ilahi isimlerdir. Fakat şeriat onları bildirmeseydi, akıl onları kabul etmeyecekti. Böyle­likle akıl onları inanarak kabul ederken kendisi bakımından anlamlarını bilemez. Hakk bu isimlerin kendisine nasıl nispet edildiğini nebi ve velîlerine bildirdiği gibi bildirince, akıl da onları öğrenebilir.

Uzlet sahibi, Rabbinden kendisine ait payla -ahlâklanmaksızınuz­let eder. Bu ldşi, aklın inancına göre, Halde’a özgü meşru ilahi isimlerle ahlâldanır. Şeriat olmasaydı, akıl Allah Teâlâ’yı onlarla isimlendirmeyecekti. Bunlar, Hakk’a ait isimlerdir. Allah Teâlâ insanı onlara göre var etmiş ve onu bu isimlerin tecelligâhı olarak yaratmıştır. Binaenaleyh Allah Teâlâ, o isimler­le isimlenmiştir. Uzlet sahibinin böyle ilahi isimlerden uzaklaşması mümkün değildir. Geride, uzlet sahibinin kendisine ilişecek zarardan dolayı uzaldâşacağı diğer isim grubu kalır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Tat! Sen aziz ve kerimsin:200 Başka bir ayette ise ‘işte böyle Allah Teâlâ her kibirli za­limin kalbini mühürler201 buyurur. Uzlete giren insan, kendileriyle isim­lenen ve hükümleriyle âlemde gözüken kimselere dönük bir kınama ta­şıyan bu gibi ilahi isimlerden uzaklaşır. Bu bağlamda insanın hakikati muhtaçlıktır. Muhtaç ise, kibirli olamaz, çünkü bu durumda o, kendine ait olmayan bir özellikle gözükmüş olur. Bu nedenle Allah Teâlâ kıyamet gü­nü kendisine bakmaz. Böyle biri, Allah Teâlâ’nın kıyamet günü bakmadığı üç kişiden biridir. Bunlar ‘zina eden yaşlı, yalancı hükümdar ve kibirli yok­suldur.’ Müslim es-Sahıh’inde bu hadisi zikretmiştir.

Bazı kimseler ise güzel isimlerle ahlâklanmayı ve bunlarda Hakk ile didişmeyi kabul eder. Çünkü insan surete göre yaratılmıştır. Dolayısıyla insanın bu surete göre ortaya çıkmalı ve övülen-meşru tarzda onları gi­yinmelidir. İşte bu, kulluğun rab olarak didişmesidir. Şöyle Ki: Uzlete giren kimse, sadece kendisine özgü gerçek isimlerin olduğunu ve Hakk’ın bu isimlerde kulla didiştiğini görür. Bunlara örnek olarak gü­len, sevinen, şaşıran, seven, tereddüt eden, nahoş gören, unutan ve uta­nan gibi Kitap ve Sünnette yer alan isimleri verebiliriz. Bunlar, el, iki el, eller, ayaklar, göz ve gözler gibi insan bünyesinde bulunan organlara, oradan ise istiva etmek, talep etmek ve özlem duymak gibi yaratılışta bulunan hallere kadar uzanır. Uzlete giren kimse, uzlete girmezden ön­ce Hakk’ın kul için olabilecek bu niteliklerde -ki gerçekte de öyledirkuluyla didiştiğini düşünür ve şöyle der: ‘Yapmam gereken şey, isimle­rimi O’nun isimlerinden ayırmak ve isimlerde O’nunla didişmemektir. Bu isimler bende ödünçtür. Ödünç ise yerine getirilmesi gerekli bir emanettir. Emanet taşıyan ise, Hakk bildirdiğine göre, zalim ve cahildir.’

Meseleye böyle bakan insan ilahi isimlerle ahlâklanmaktan uzaklaşır ve yoksulluğu, zilleti, küçüklüğü, acizliği, noksanlığı ve bilgisizliğiyle birlikte kendi evinde kalır. İlahi bir isim kapıyı her çaldığında, ona şöyle denilir: ‘Burada seninle konuşacak kimse yoktur.’ Bu uzaklaşmayla ile ona Allah Teâlâ’nın ilkin olumsuzlanmanın sahibi olduğu ve varlığının ezeliliği bildirilir. Hakk’ın sözüne ve Peygamber’ine bize ulaştırmasını emrettiği -Ki onunla Hakk’ı bilirizsıfat ve isimlerine bakar. Bu bilme sayesinde bizi şereflendirmek üzere bize bilgi elbiseleri giydirilir. Böylelikle Hakk ettiğimizi ve gerçekte bize ait olduğunu zannettiğimiz bu nitelilderde gerçeğin zannımızdan farklı olduğunu öğreniriz. Çünkü bunlarla isim­lendirilen ve nitelenen O’dur, biz değiliz! Dolayısıyla bu isimler ile kendilerinden ayrıldığımız isimler arasmda bir fark yoktur. Binaenaleyh ya hepsinden ayrılmalı ya da hepsiyle isimlenmeli. Bu durumda ona şöyle deriz: Hepsinden ayrıl ve (işi) Hakk’a bırak! Dilerse, bütün isim­lerle seni isimlendirsin, sen de onları kabul et ve itiraz etme; dilerse bir kısmıyla isimlendirir; dilerse hiçbiriyle isimlendirmez. ‘İşin başında ve sonunda emir Allah Teâlâ’ya aittir:202

Böylece kul kendi özelliğine döner. Bu, Rablikle didişmeyen kul­luktur. Onunla süslenir ve ‘sübut şeyliği evi’nde oturur -varlık şeyliği evinde değil-, Hakk’ın kendisindeld tasarrufuna bakar. O ise, kendini yönetmekten uzaklaşmıştır. Hali böyle olan kimse, herhangi bir isimle isimlenirse, onu Allah Teâlâ isimlendirmiştir, yoksa kendisi değil. O, Allah Teâlâ’nın kendisini isimlendirdiği şeyi geri çeviremez. Bu isimler ise Haklc’ın kul­larına hediyeleridir ve onlar şereflendirme elbiseleridir. Öyleyse edebin gereği, onları kabul etmektir, çünkü o hediyeler istemeden ve dileme­den gelmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem böyle bağışların alınmasını ve buna kar­şın nefsin almayı arzuladığı ve temenni ettiği şeyleri bırakmayı emret­miştir. Burada da durur. Gerçekte kul, Allah Teâlâ’ya ait bir şeyin kendisine ait olduğunu iddia ederken Allah Teâlâ’nın hakkını gasb etmektedir. Bu dürüm ‘Bütün iş O’na döner201 ayetinde dile getirilir. Böylelikle Allah Teâlâ, kulun kendisine ait saydığı her şeyi kuldan alır. Bunun tek istisnası ise ibadet­tir. Çünkü ibadet Allah Teâlâ’ya bir nitelik olmadığı için onu almaz. Bunun üzerine kula şöyle der: ‘Bütün iş O’na döner ve O’na ibadet et,’204 O, insa­nın kendisi için yaratıldığı yaratılış gayesidir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben in­sanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım:205 İbadet kul için gerçek bir isim (âbid), onun mertebesi (kulluk), zâtı, hali, ayn’ı, nefsi, hakikati ve yüzüdür.

Kim uzlete çekilirse, bu uzlete ulaşmaya çalışmalıdır. Bu ise, Allah Teâlâ’yı bilenlerin uzletidir, yoksa yaratıkların bir köşeye çekilmesi ve kapıları kapatıp evlere girmesi değildir. İnsanlara göre uzlet, eve kapanmak, kimseyle görüşmemek, kimseyle içli dışlı olmamak ve imkân ölçüsünde yalnızlığı aramaktır. İnsanlar ondan o da insanlardan esenlikte olur. Uz­let derken tasavvuf yolunun genelinin kastı budur. Uzlete giren kimse daha yüksek bir dereceye ulaşabilir. Bu durumda uzletini halvetinin önünde bir riyazet ve sunum haline getirir. Böylelikle nefs, yaratıklarla ünsiyet ve alışkanlıklarını kesmeye ısınır. Çünkü o, yaratıklarla ünsiyeti kendisi ile Allah Teâlâ’la ünsiyet etmek ve O’nunla yalnız kalmak arasına gi­ren engel ve alışkanlıklardan sayar. Uzlete giren kişi, şartlarını tam yeri­ne getirdikten sonra ayrıldığında halvet kendisine kolaylaşır. İşte bu, Allah Teâlâ ehlinden olan seçkinlerde uzletin sebebidir.

Bu uzlet -bir makam değilnispettir. Daha önce zikrettiğimiz bi­rincisi ise arzulanan bir makamdır. Bu nedenle onu bu kitabın makam­lar bölümünde saydık. Makam olduğunda ise, dünya ve ahirette insana eşlik eden makamlardandır. Ünsiyet ve vuslat ehli âriflerin uzlette beş yüz otuz sekiz derecesi vardır. Vakfe yapan edip âriflerin ise, yüz kırk üç derecesi vardır. Ünsiyet ehli Melamilerin beş yüz yedi derecesi, edep ehli Melamilerin yüz on iki derecesi vardır.

Allah Teâlâ ehlinin genelince bilinen uzlet, kendisiyle olmak şartıyla, sı­nırlı makamlardandır. Bu ise gerçekte bir makam değil, nispettir. Ancak ondan bir takım yararlar meydana gelir ki bunların en azı korunmaktır. Uzlet bir iddia taşır, sahibi ise sorumludur. Uzletin nedeni ise, kendine ya da ayrıldığın kimselere karşı kötü zandır. Bütün bunlar ise, genelin uzletindedir. Uzlet, ceberut ve melekût âlemindendir. Onun şehadet âleminde bir izi yoktur. Dolayısıyla (kazandırdığı) mârifetleri de mülk âlemiyle ilgili değildir.

SEKSEN BİRİNCİ BÖLÜM

Uzletin Terki

Uzlet ile sevinmeyin, çünkü o Bilgisizliktir. Allah Teâlâ nerede, ruhlar nerede!

llah’ın nuru senden pek yücedir Celaliyle beraber, O’nunla oturan lambadır

Hiçbir varlığın nurundan uzlet etmedi Onun zâtı ise ilişmeye yöneldi

Hakk’ın nuru ayrık olsaydı

Varlık zuhur etmez ve sevinçler devam etmezdi

Onun nuru heba nurunda ortaya çıktığında Görenler için bedenleri aydınlatır.  .

Allah Teâlâ bizi ve seni desteklesin, bilmelisin Ki, uzleti teşvik eden şey, ilahi mertebeye kavuşmanın engellerinden korkma veya uzlet ederek ona ulaşma umududur. Çünkü uzlete giren ldşi, nefsinin perdesi ve be­şeri varlığının karanlığı içindedir. Zâtının hakikati ise kendini üzerinde yaratıldığı ilahi surete kavuşmaya sevkeder. Nitekim rahim de bir, dalı olduğu Rahman’a kavuşmayı ister. Kul âlemin Allah Teâlâ ile kendisinden ay­rılmayacak şeldlde irtibatlı olduğunu görmüştür, çünkü bu, âlem için zâtî bir niteliktir. Hakk bu irtibatta âleme tecelli eder. Bu tecelliden ise, O’nun vasıtasıyla vacip (zorunlu) olduğunu öğrenir. Ayrıca, madubu için bu rütbenin sadece kendisiyle sabit olduğunu da öğrenir. Kul bu rütbenin sırrıdır. Sır yok olsaydı, Rablik de ortadan kalkardı. Kul her şeyde kendi yanındaymış gibi O’nu görür. Her şeyin O’nunla ilişkisinin kendisinin O’nunla ilişkisi gibi olduğunu da görür. Bu durumda onun için uzlet etmek mümkün olmaz.

• Bunun üzerine kul ‘O’nun nurunun örneği; içinde lamba bulunan kan­dildir6 ayetinin (içerdiği) edebiyle edeplenir. Yani Allah Teâlâ’nın nurunun niteliği, bir aynanın niteliği gibidir. Burada ‘güneşin’ demedi, çünkü güneşin ışığına yardımın nereden geldiği gizlidir. Yağın ve zeytinin ay­dınlığın sürmesi için yardım ettiği lambada ise gizli değildir. Lambanın ışığı, ‘ağaç kaynaklı’ yağın yardımıyla sürer. Bütün yönlerin onunla iliş­kisi ise, tek bir ilişkidir ve o belirli bir yönle sınırlanmaktan münezzeh­tir. Bu durum ‘Ne doğudadır ne batıda207 ayetiyle dile getirilir. Bu yar­dım izzet, büyüklük ve celal bulutunun ardından ortaya çıkan tecellile­rin nurudur. Bu perdelerden ortaya çıkan nur, ‘göklerin ve yerin nuru­dur.’2m Bunun örneği ise lambadır. Yağdaki ışık bilinir, fakat görülmez. Lambanın ışığı ise onun eseridir ve kendisini gösterir. Gerçekte yağdald ışık, ışık değil, ışığın varlığı ve sürekliliğinin sebebidir. (Bâtınî yorumda ise) Bilgi ışığı, nefsten cehalet karanlığını kovar. Nefsin zâtı aydınlanın­ca, kendisinde ve yaratılmış her bir şeyin yaratılışında Rabbiyle irtibatı­nı görür. Öyleyse nefs, kimden uzlet ettiğini görmemiştir.

Allah Teâlâ bu ışığı bir kandile ve fanusa koydu. Bunun nedeni, havanın baskın gelip onu söndürme korkusudur. Kulun kandili ve fanusu ise, zâhirî ve bâtını varlığıdır. Bu iki koruyucu, gece ve gündüz bıkmadan

Allah Teâlâ’nın övgüsünü tespih edenlerdendir. Bunlar, Allah Teâlâ’nın önünde (yap­tıklarını) inkâr ettiğinde yönetici nefse karşı tanıklık eden adil tanıklar­dır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kulakları ve gözleri aleyhlerine tanıklık eder.’209, Bunlar bâtını varlıktandır. ‘Derileri de tanıklık eder.,2W Bunlar ise, dış varlıktandır. Öyleyse Hakk’a karşı çıkmaya niyetlenen her şahsın, zâhir ve bâtın yaratılışı ona ‘Ey hükümdar! Yapma! Senin helak sebebin ol­mamıza yol açma, çünkü Allah Teâlâ bizden tanıklık istediğinde tanıklık ede­ceğiz’ derler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tebliğini yapıp uyarıda bulunduğunda ve kavmini cennede müjdeleyip cehennemle korkuttuğunda onlara şöyle demişti: ‘Beni size soracaklar, ne diyeceksiniz?’ Onlar da, ‘Tebliğini yaptığına, nasihat ettiğine ve vazifeni yerine getirdiğine tanıklık edece­ğiz’ demiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ‘Allah Teâlâ’m! Şahit ol’ demiştir. Hud Peygamber müşrik olmalarına rağmen kavmine şöyle demiştir: ‘Benim sizin taptıklarınızdan uzak kaldığıma tanıklık ediniz211 Böylece kendileri­ne mutlaka sorulacağını bildiği için, onlardan tanıklık istemiştir. İnsa­nın organları da şöyle der: ‘(Ey hükümdar olan düşünen nefs!) Biz se­nin sürünüz, hareketimiz size bağlıdır. Sen de bizi -aleyhine değillehi­ne olan işlerde kullan.’ Perdeli bundan habersizdir ve kendisini sağırlaş­tıran arzu gücünün şiddetiyle duymamaktadır. Allah Teâlâ, bizi organlarının tanıklıklarını duymazdan önce öğüdünü duyanlardan etsin. ‘O velîdir, kerimdir ve büyük ihsan sahibidir.’

SEKSEN İKİNCİ BÖLÜM

Firar (Kaçmak)

Kaçanm (Musa) cezası nebi yapılmaktı Musa kabul etmediğinde kaçmıştı

O’ndan O’nunla O’na kaçan kişi Sevdiğini seven haline getirdi

Tek idi çift oldu,

Göz idi kalp oldu .

Varlıkta beni bir tâc olarak izhar etti Ben de ona yardım için kalp olarak döndüm

Bana olü verdi, sonra kulum dedi Sonra şöyle dedi: Benimle ol Rab olursun

Allah Teâlâ Musa’nın Firavun ve yakınlarına şöyle dediğini aktarır: ‘Kork­tuğumda, sizden kaçtım, Rabbim bana hüküm verdi ve beni peygamberler­den yaptı.’2'2 Sonra şöyle dedi: ‘Israiloğullarım köle yapmanıza karşılık Allah Teâlâ’nın bana ihsan ettiği nimettir bu.’213 Burada nimet, ‘seni çocukken terbiye etmedik mi?’2'* sözlerine verilen bir cevaptır ve bu nimet Firavun’ıin onu yetiştirmesiydi. Başa kakmak nimet vermeyi geçersizleştirir. Çünkü başa kakmak, ödülün hemen alınmasını taleptir. Bu sözü söylemeseydi, Fira­vun’un Musa’yı terbiyesi Allah Teâlâ nezdinde kendisine yarar sağlardı. Çün­kü Firavun’un işi, Musa’nın da bir ferdi olduğu İsrailoğullarını zelil et­mekti. Buna karşın Musa’yı yüceltmiş ve evlat edinmişti. ‘İsrailoğullarını köle edinmek2'5 bu demektir. Kaçmak Musa’ya resullüğü ve hükmü (yö­neticiliği) kazandırmış, böylece peygamber-halife olmuştur. Bir resul halife olmadan hakim olamaz.

Rabbimiz, bize verdiği dinini korumak (görevi) ve din işlerinde fetva ve hüküm çıkarmada içtihat hakkıyla nebi ve resullerin nübüvvet ve risaletteki varisleri yapmaya hükmettiğinde şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’ya kaçınız (firar)’2'6 ‘Burada ‘Allah Teâlâ’ ism-i camii (toplayıcı) gelmiş olsa bile kastedilen, kaçarken Hz. Musa için gereken durumu bizim adımıza da gerektiren özel isimdir. Bu isim, özellikle nimedendirmek için veren el-Vehhab ismidir. Bu veriş, zorunlu olarak Musa’yı peygamber yaptı, çünkü hükme konu olanın dışında bir şeyde hüküm geçerli değildir. Allah Teâlâ evinde bekleyen ve ‘kendisine kaçmayan’ kimseleri kitabında zikrederken şöyle der: ‘De ki babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleri­niz, aşiretiniz, yok olmasından korktuğunuz mallarınız, kötü gitmesinden endişelendiğiniz ticaretiniz ve beğendiniz evleriniz size Allah Teâlâ’dan, resulünden ve O’nun yolunda cihattan daha sevimli gelirse, bekleyiniz!’2'7 Beklemek, kaçmanın zıddıdır. Bunu el-lsfâr an Netâici’l-Esfâr isimli kitabımızda ‘Musa’nın kaçışı’ bölümünde zikrettik. Musa’nın bu kaçışını ise ‘talep kaçışı’ diye isimlendirdik.

Şimdi, firarın (kaçmak) anlamını, nasıl bir makam olduğunu ve sonuçlarını açıklamalıyız. Çünkü firarın bir makam değil, uzlet ve hal­vet gibi bir nispet olduğu bellidir. Onun makamlardan oluşu, Allah Teâlâ eh­linin çoğuna göre meçhuldür.

Bilmelisin ki, kaçış, ancak başlangıç ve son arasında olabilir. Firar ‘(bir şey’)’den başlar, (bir yer)‘-e’ye varır. Bazen firarın nedeni, ‘-den’ olabilir. Örnek olarak Hz. Musa’nın kaçışını verebiliriz. Bu kaçış bir ‘-e’ye varmaz. Çünkü ‘-den’den kaçan, belirli bir gaye belirlemeksizin kurtuluşu hedefler, ‘-e’ye kaçış -ki bu kaçmanın sebebi isebir şeyi belir­lemiş olmalıdır, ‘-den’de ise belirleme yoktur. Öyleyse ‘-e’ye kaçan kim­se, birmcinin zıddınadır. İş böyle olunca Allah Teâlâ bize zorunlu olarak O’na kaçmayı emretti. Biz de O’na O’ndan kaçarız. Bu durum, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Sana senden sığınırım’ hadisine benzer. Bu bağlamda herhangi bir varlıktan ya da ilahi olan ya da olmayan bir nitelikten ya da bir fiilin niteliğinden ya da fiilin niteliği olmayan şeyden Allah Teâlâ’ya kaçarız.

Allah Teâlâ bize ‘Allah Teâlâ’ya’ nasıl kaçacağımızı öğretti. Bu, Allah Teâlâ’nın bize -yani Muhammed ümmetinedönük bir inayetidir. Bundan hiç kimseye gizli kalmayan şeyler ortaya çıkar. Çünkü nebiler, verdikleri bütün ha­berlerde doğru sözlüdür ve yalan elbise giymekten münezzehtirler. Hz. Musa ‘korktuğumda, sizden kaçtım’21* demişti. Bu kaçış, Musa için baş­kanlık, hilafet ve risalet demek olan yöneticiliği (hüküm) meydana ge­tirdi. Bununla birlikte, kaçmasının nedeni zikrettiği şeydi. Fakat Musa nereye kaçtığını söylememişti: Bir insan Allah Teâlâ’ya kaçtığında ve kaçtığı kimseyi belirleyip kendisinden kaçtığı kimseyi belirsiz bıraktığında onun ödülü ne olabilir? Musa’nın ödülü kes ile bir ödüldü. Risalet ve hi­lafet bu hayatta bırakıldığı gibi hilafet ve risalet, ölümle ve ahirete göçmeyle biter. (Kaçmanın nedeni olan) iş kesik olduğu için, Musa’nın kendisinden kaçtığı şeyin hükmü bunu vermiştir. Çünkü kaçma nedeni, Firavun’un boğulmasıyla ya da ölmesiyle sona ermiştir. Bu durumda netice ve (Hz. Musa’ya verilen) hibe, ölümle kesildikleri için ona uygun oldu. Çünkü imamet ve risalet ölümle kesilir. Allah Teâlâ’ya kaçmak ise Allah Teâlâ’nın bekası nedeniyle kalıcılığı verir. Burada (onun ne olduğunu) be­lirtmiyorum, çünkü bu konuda belirleme, Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Kaçmanın

Allah Teâlâ’dan olup olmaması birdir. Burada dikkate alınan husus, kaçanın durumudur. Hz. Musa’da ise, kendisinden kaçtığı kimsenin durumuy­du.

Muhammed ümmeti neb^f karşısında bu hükme ve konuma sahip ise, nebilerin ümmetlerinin bizim karşımızdaki durumu hakkında ne dersin? Yemin olsun ki onlar, bu ümmetin Allah Teâlâ’ya ‘kaçarken’ hangi yolu takip ettiğini bilemez, çünkü Allah Teâlâ’nın hakikati bilinemez. Kaçma ise, O’nadır. O’na kaçan kimseyi Allah Teâlâ karşılayıp elinden tuttuğunda, ken­disini nereye götüreceğini bilemez. Çünkü Allah Teâlâ’nın kendisine kaçanı karşılaması, onun kaçmasından daha hızlıdır. Kutsi bir hadiste şöyle der: ‘Bana yürüyerek gelene koşarak giderim.’ Allah Teâlâ kendisine gelen ku­luna onun gelişinden daha hızlı bir şekilde yönelmeyle kendisini nite­lemiştir. Kaçanın gelişi ise, koşmadan (hervele) hızlıdır. Hakk’ın ona gelişi ise, bundan daha hızlıdır. Bu hususu ilahi bilgi hakkında iyice araştırsan Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in inayetiyle bu ümmete verdiği sır­ları öğrenirsin.

Bilmelisin Ki, firardaki makamın belirlenemcz ki onun hakkında konuşalım. Çünkü onun kaçandaki hükmü, kendisinden kaçtığı şeye göre değişir. Kendisinden kaçılan şeyler ise, esasları hesap edilse bile, tikelleri hesap edilemeyecek kadar pek çok şeydir. Ya da firar, kendisine kaçtığı şeye göre değişir. Bunlar ise, pek çok ilahi isim ya da O’na kaça­nın gördüğü bir takım hükümlerdir. Fakat bize emrettiği şey, ‘Allah Teâlâ’ya kaçmaktır.’ Allah Teâlâ’ya kaçmak, (isimlerdeki) toplam halamından olabilir. Biz O’ndan O’na kaçarız. Çünkü O’nda kendisinden kaçacağımız şeyler vardır. ‘(Bir şey’) ‘-den’ ve ‘-e’ ise bir araya gelmez, çünkü bunların hü­kümleri birbirinden farklıdır.

Şöyle sorabilirsin: Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Senden sana sığınırım demiştir. Buna yanıt olarak şöyle deriz: Bunun iki yorumu vardır: Birincisi, ‘sana sığınırım (bi-ke)’ sözünde ‘be’ harfinin hükmü, -e edatının hükmüyle bir değildir. Çünkü Peygamber kaçarken Allah Teâlâ’ya sığınmış, fakat ‘-e’ hük­müne ulaşmamıştı. Biz ise, kendisine delil olması bakımından ‘e’ eda­tından söz ediyoruz. Peygamber’in sığınması ‘-e’ ile gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu kamdandırmayla senin sözünün bir ilişkisi yoktur. Diğer yorum ise şudur: -e ile amaçlanan şeyi kaçmanın sonunda sığınılan kimse saydığımızda, kendisinden kaçılan kimse, kendisine kaçılanla aynı ise -aralarında nispet farkı olmaksızınkaçmanın geçerli olamayacağı bellidir. Dolayısıyla, nispetler farklılaşmalıdır. O’ndan kaçmana yol açan nispet kendisinden dolayı ona kaçtığın nispetten başkadır. Hakikat ise, birdir. Bu durum ‘Takva sahipleri topluca o gün Rahman’a gelir219 ayetin­deki duruma benzer. Ayrıldıkları hakikat, kendisine toplandıkları haki­katin aynıdır. Takva sahibinin hangi ismi müşahede ettiğine balanız! Takva esnasmda kendisiyle beraber olsa bile, bu ismin er-Rahman ol­madığını göreceksin. Fakat takva sahibi, o isme götürülür. Böylece özel isim, başka bir ismin tasarrufu olmaksızın, sana özgü kalır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben sizin için O’ndan açık bir korkutucuyum.’220 ‘Açık korkutma’nın hangi sebepten kaynaklandığını bilirsin. ‘O'ndan’ sözündeki za­mir Allah Teâlâ’ya gider. Allah Teâlâ, sana kendisine kaçmayı emretsin diye, Peygamber’ini yönlendirendir. Ayette toplayıcı isim zikredildi, çünkü doğal alışkanlık, çokluğa dayanmaktır. Peygamber şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın eli ce­maatle beraberdir.’ Nefs çokluğa dayandığında güven elde eder. ‘Allah Teâlâ’ ismi iyilik isimlerinin bir toplamıdır. İlahi isimleri tam olarak öğrendi­ğinde, ‘Allah Teâlâ’ isminde cezalandıran isimlerin pek az, rahmet isimlerinin pek çok olduğunu görürsün. Bu nedenle Kuran ‘Allah Teâlâ’ya kaçmayı’ em­retmiştir, bunu bilmelisin!

Her ilahi isim, seni kendine bağlamayı ve sınırlamayı ister. Sen de o ismin şendeki otoritesinin ortaya çıkmasını sağlarsın. Bilirsin ki, mut­luluğun artıştadır. Senin için artış, başka bir ismin hükmüne intikalle gerçekleşir. Sahip olmadığın bilgiyi bu sayede öğrenebilirsin. Bulundu­ğun isim ise seni terk etmez. Bu durumda kaçış gerçekleşir. Öyleyse korkutmanın anlamı, nezdinde bulunmayı sürdürdüğün bir ilahi ismin sende hükmünün bulunmaması ve artışın bulunduğu yere kaçmandır.

Binaenaleyh kaçış (firar), dünya ve ahirette kula eşlik eden bir hü­kümdür. Vuslat ve ünsiyet ehli ariflerin ondan dereceleri ise, beş yüz on ikidir. Edep ve vakfe ehli âriflerin dereceleri de aynıdır. Ünsiyet ve vus­lat ehli Melamilerinki ise, dört yüz seksen bir derecedir. Edep ve vakfe ehli Melamilerinki de aynıdır.

SEKSEN UÇUNCU BOLUM

Firarı Terk

Kimden kaçıyorsun? Başkası mı var ki?

. O’nun hakkında ‘(var) mıdır’ya da ‘nedir’ demek caiz mi?

‘-mıdır’ dersen, gözün gördüğü inkâr eder

' ‘Nedir O’ dersen, ‘Nedir O’, O’dur zaten

Artık kaçma ve talebe boyun eğme!                              •

Gördüğün her şey: İşte o Allah Teâlâ’dır

Allah Teâlâ seni desteklesin! Bilmelisin ki, Allah Teâlâ’nın (ayette) sayılan varlık­ların ardından söylediği ‘Bekleyiniz’22', bütün bu zikredilenlerde müşa­hede ettiğiniz varlığın Allah Teâlâ olduğunu anlatır ve (bunun için) bekleyin demektir. Çünkü bu müşahede, bu kaçmayla talep edilen şeydir. Allah Teâlâ bize ‘Allah Teâlâ’ya’ kaçmayı emretti. ‘Allah Teâlâ’dan sevgilidir222 ise, ‘Allah Teâlâ’dan dola­yı’ demektir. Yani Allah Teâlâ’yı bu varlıklarda görmek başka varlıklarda gör­mekten size sevimli gelir. Bunun nedeni sizinle bu zikredilenler arasın­daki yakın ilişkidir. Kâmil, Allah Teâlâ’yı her varlıkta görür. Fakat bazı şahıslar için bazı varlıklar daha sevimlidir. ‘Ve resulünden’ sözü de, Allah Teâlâ’dan sözünün bir benzeridir. Başka bir ifadeyle, bunlar ile iyilik yapmayı em­reden peygamber nedeniyle onları seversiniz. Peygamber söz konusu şeylerde üzerinizde haklar belirlemiştir. Babaların, oğulların, kardeşle­rin, eşlerin ve aşiretlerin (insan üzerindeki) Hakkın malumdur ve bunlar nasla saptanmıştır. Şeriatı bilene bu konu gizli değildir. Mallarla ilgili haklar da öyledir. Salih bir insanın salih malı ne güzeldir! Bu bağlamda ticaret Hakkın malumdur. Çünkü ticaretin dürüstlüğü başka bir şey için olmaz. Dürüst tacir, kıyamet günü peygamber ve şehitlerle birlikte diriltilecektir. Peygamber böyle buyurmuştur.

Allah Teâlâ ‘kesat gitmenizden korktuğunuz mallar223 der. Kazanç talebiyle zarar etmekten korktuğunuz mallar demektir. Tacirin dürüsdiiğünden büyük hangi kazanç olabilir ki? ‘Allah Teâlâ yolunda cihat224 sözüne gelirsek, bu da Allah Teâlâ’yı O’nun yolunda cihatta müşahededir. Çünkü O, size bunu emreuniş, siz de bütün bu zikredilenlerde O’nu görmüşsünüzdür. Zik­redilenler sizin nezdinizde kıymetli olduğu için, ‘bekleyiniz!’225 Yani, kaçmayınız, çünkü Allah Teâlâ bize bu müşahedeye sahip olmadığımızda kaçmayı emretti. ‘Allah Teâlâ’nın emri gelinceye kadar...,22b Bu ise, kıyametin kopması veya bunları görmekten sizi uzaklaştıracak ölüm anının gelme­sidir. ‘Allah Teâlâ fâsık bir kavme hidayet etmez.’227 Fâsıklar bu müşahedenin ve sizin ayrıldığınız hükmün dışında kalanlardır. Bu ayet, bu bakış sahiple­rinin nezdinde bir tehdit değil, müjde, sevindirme, bulunulan durumu onaylama ve dinginlik verme anlamı taşır. Yani bekleyiniz! Başka bir ifadeyle müşahedeniz böyleyse beldeyiniz, amaç gerçekleşmiştir. Bir daha değişirseniz bu, bir hayırdan diğerine, düşük bir hayırdan üsttekine intikal demektir. Artık'anla ve zikrettiğimizi şeyi iyice düşün ki, Allah Teâlâ’nın izniyle mutlu olasın.

SEKSEN DÖRDÜNCÜ BOLUM

Allah Teâlâ’dan Takva

Allah Teâlâ’dan sakınan kimse sadece Âlemdeki tüm hikmetini toplayandır

Nimetinde intikamından çekinir intikamında nimetinden çekinir

Oluşta zuhur eden her şey

Ve bâtın kalan her şey, O’nun nimetindendir

Lütfuyla, bolca ikram etti Ümmetinden seçkinlerin üzerine

Hakk’ın icra ettiği ve takdir ettiği her şey O’nun himmetindendir

Kardeşlerim, Allah Teâlâ basirederinizi nurlandırsın, sırlarınızı (ilhamı­na) uygun yapsın, kanıdarınızın kuşkularından arındırsın, bilmelisiniz

ki! Allah Teâlâ, bize Rahman ismiyle ihsanda bulunduğunda yokluk olan kö­tülükten varlık olan iyiliğe çıktık. Bu nedenle Allah Teâlâ bize varlık nimetini ihsan etmiş ve ‘Daha önce bir şey değil iken insanı yarattığımızı bilmez mi?’228 buyurdu. Öyleyse bize Allah Teâlâ’dan herhangi bir talep olmaksızın ulaşan şey rahmettir. Bu nedenle kutsi hadiste ‘Allah Teâlâ’nın rahmeti gazabı­nı geçmiştir’ denilir. 4Allah Teâlâ’dan sakının229 sözüne baktığımızda, bunun, sakındığınız her işte O’nu siper edinin demek olduğunu anladık. Gör­dük ki, ‘Allah Teâlâ’ bütün isimleri kendinde toplar. Öyleyse bu isimden sa­kınmak ve onu siper edinmek gerekir. Alemin ilgili olduğu ilahi isim­lerden her birisinden ve her birisiyle sakınılabilir. Bu ise -lütuf isimle­rindenya ayrılışından korkmak ya da -kahır isimlerindeninsana ulaş­masından korkmaktır. O halde Allah Teâlâ’nın isimlerinin hükmünden sakınıldığı gibi isimlerinden de ancak O’nun vasıtasıyla sakınmak mümkülıdür. Hepsini toplayan isim ise ‘Allah Teâlâ’ ismidir.

‘Allah Teâlâ’, zıt anlamlı isimlerin toplamıdır. İki zıt bir yerde bulundu­ğunda, hükümleri ortadan kalkar, çünkü bir yer ilâ zıddı kabul etmez ve hükümleri ortadan kalkar. Birinin terazisi üstün gelirse, hüküm üs­tün gelene aittir. el-Latif ismi varlığımızı (yolduğumuza) tercih etmiş­tir, çünkü Rahman ismi bizi korumaktadır' Bu durumda rahmet üstün gelmiş ve hükmü işlemiştir. Binaenaleyh rahmet yaratmada esastır. İn­tikam ise, geçicidir ve geçicinin kalıcılığı yoktur. Çünkü varlık bize eşlik eder, bu nedenle hepimiz rahmete ve onun hükmüne varacağız. Bu ne­denle bize ‘Allah Teâlâ’dan takva’ emredildi. Başka bir ifadeyle, O’nu siper edinmeli ve içerdiği zıtlıktan dolayı O’ndan çekinmeliyiz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’ya Allah Teâlâ’dan sığınması budur: ‘Allah Teâlâ’m! Senden sana sığını­rım.’

Takva, dünya ve ahirette insana eşlik eden makamlardandır. Cen­nette insana hakim hal, üzerinde yaratılmış olduğu ilahi surettir. Bu su­retin kendisine egemen olması nedeniyle, insan bir şeye ‘ol’ dediğinde, o şey meydana gelir. Bazen bu makam, insanı kendisi hakkında daha hayırlı olan bir durumdan perdeleyebilir. Söz gelişi Kesib’ten habersiz kalabilir. Halbuki Kesib insanın içinde bulunduğu duruma göre (kendi adına) daha hayırlıdır. Bu durumda el-Müzekkir ismi gelir ve ona Kesib mertebesinin üstünlüğünü, orada elde edeceği şeyleri ve ailesine getire­ceği hediyeleri hatırlatır. Kul cennette kendisini daha hayırlı olana -ki Kesib’te meydana gelecektirgitmekten alıkoyan o isimden çekinir. Bu nedenle ‘takva makamı’ dünya ve ahirette insana eşlik eden bir makam­dır görüşüne vardık. Bunu öğrenince, Allah Teâlâ’dan takva sahibi olmanın kul için kazanılan bir makam olduğunu ve bunun için emredildiğini bilmelisin. Emredilen her şeyde durum böyledir. Öyleyse emredilen her şey, kazammdır. Bu nedenle sûfiler ‘Makamlar kazanım, haller vergidir’ demiştir.

Hakk’tan takva, bizdeki hükmü halamından iki kısma ayrılır Yani iş bizde iki kısma ayrılır: Birincisi, Allah Teâlâ’nın -müminler olmamız bakımın­dankendisinden ‘hakkıyla’ çekinmemizi emrettiği kısımdır. Diğeri ise, herhangi bir grubun tahsis edildiği bir nitelik belirtmeksizin, imkân öl­çüsünde bize çekinmeyi emrettiği kısımdır. Belli bir grubun tahsis edil­diği niteliğe örnek olarak, ‘hakkıyla çekinmek’ şeklinde belirlediği du­rumu verebiliriz. Bununla beraber müminler, daha önce zikredilmiştir ve zamir onlara dönmüştür. Böyle bir şey açıkça isimlendirilmemiş ve belirtilmemiştir. Bu durumda tam olarak belirlenenin aşağısında kalmış ve başka bir hüküm gerçekleşmiştir.

Allah Teâlâ ‘gücünüz ölçüsünde Allah Teâlâ’dan çekinin230 der. Ayet, bağlaç /e’si ile gelmiş ve uzak ya da yakın zikredilenlere ait çoğul zamirle başlamış­tır; Zamirler gayb âlemine katılırken belirli olanlar şehadet âlemine ka­tılır. Çünkü belirsiz, belirli her şeye uygundur; bir şeyin tahsis edilip diğerinin edilmemesi mümkün değildir. Dolayısıyla o geneldir. Belirli olan ise, sınırlıdır. Çünkü Zeyd dediğinde, isimlerden başka biri değil­dir o. Çünkü bu isim, belli bir şahıs için konulmuştur. ‘Sen’ dediğinde ise, bu da, kadim ya da hadis muhataba uygun bir zamirdir. Bu nedenle zamirii olan ile isim veya nitelilde belirlenmiş olanı ayırt ettik. Nitelik, isim ve zamir arasında ara bir şeydir. Çünkü mümin ya da kâtip dedi­ğinde, onu mümin (veya kâtip) olmayandan ayırt edersin. Bu durumda o, bir açıdan nitelikle belirlemiş olduğun falana benzerken öte yandan bu niteliği taşıyan herkese verilmesi gereken zamirlere benzer. Hitap (ikinci şahıs) zamiri -mümin ya da mümin olmayan, insan ya da insan olmayan, kısaca her kim olursa olsunbütün muhatapları kapsar.

Allah Teâlâ’dan hakkıyla çekinmek, insanın takvayı Allah Teâlâ’dan görmesidir. Takva sahibi, Allah Teâlâ karşısında saygının gereği olan yükümlülük nispeti­nin dışında, takvadan büsbütün uzaklaşır (çünkü onu Allah Teâlâ’ya ait gör­müştü). Ö halde Allah Teâlâ’dan hakkıyla çekinen kimsenin durumu, daha önce açıkladığımız Allah Teâlâ’ya hakkıyla şiikredenin durumuna benzer. Bu ayet, sahabenin karşılaştığı güç ayetlerden biriydi. Onlar, takvada güç yetirmeyi (imkân ölçüşünce) belirten ayet ile kulların yükünün azaltıl­dığını zannetmiş, daha güç bir şeye intikal ettiklerini anlamamışlardı. Biz de onların söylediğini söylüyoruz! Fakat Allah Teâlâ ‘hakkıyla’ sözüyle bu gibi durumlarda kastettiği şeyi açıklayınca, işimiz kolaylaştı, Allah Teâlâ’dan güç ölçüşünce çekinmenin daha ağır bir yükümlülük olduğunu öğren­dik. Çünkü insanın davranışında bütün gücünü harcaması zordur. Onu ayakta tutan bir fazlanın geride kalması gerekir. Hakkıyla korkmak ise, böyle değildir. Öte yandan şunu öğrendik: Allah Teâlâ kulu ‘güç yetirme’de sabit kılmıştır. Onu Hakk’ın sabit kıldığı bir yerde yok saymak, uygun değildir. Böyle bir şey Allah Teâlâ ile didişmektir. ‘Hakkıyla çekinmek’ ise, Allah Teâlâ kulu için takvasında kendisine bakmayı belirtmiştir. Bu ise, daha kolaydır. Öyleyse sahabeye göre şiddedi olan şey, gerçekte ve meseleyi Allah Teâlâ’dan anlayan kimselere göre, daha kolay iken onlara göre kolay olan gerçekte ve Allah Teâlâ’dan anlayanlara göre daha zordur. Allah Teâlâ bizi hi­tabını kendisinden anlayan ve nezdinden rahmet verdilderinden etsin! Bu, insana verilen anlayış ve ‘kendi nezdinden bilgi öğretti™ ayetinin an­lamıdır. Allah Teâlâ katından bilgi verdiği kimseyi öznelliğe (indîliğe) bırak­mamış ya da kendisine yönlendirmemiş, onun öğrenim işini -içinde bu­lunduğu zayıflık halinden rahata çıkarmak içinüsdenmiştir.

Kul fiillerini yapabilme ve onları kendi başına yerine getirme iddia­sında bulunmasaydı, Allah Teâlâ ne bir yükümlülük ne de bir şeriat indirirdi. Bu nedenle Allah Teâlâ, bu iddiada müminin payını şu dua yaptı: ‘Senden yardım dileriz.’232 Allah Teâlâ biz ve benzerlerimiz gibi, dış varlıkları kendile­rinden ortaya çıkan fiillerden soyudananlar hakkında şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahibi yoktur. O, yüce ve azimdir. O, or­tak koşulamayacak kadar yücedir.’ Binaenaleyh bu fiiller, sadece Allah Teâlâa aittir. İddia ve soyudanmak arasmda ne büyük fark var! İddia eden, ka­nıt getirmekle yükümlüyken iddiadan soyutlanan yükümlü değildir. İd­diadan uzaklaşmak da bir iddiadır deme! Çünkü soyudanmak hiçbir şe'yi geride bırakmaz. Bu nedenle ona ‘teberri eden’ denilir. Biz gerçek­leşmiş şeyler hakkında konuşuyoruz. Çünkü bizim kitabımız, hatta bü­tün sözlerimiz, işin kendiliğinde bulunduğu duruma dayanır. Teberri, Hakk’a ait olumsuz bir niteliktir. Kulun hakikati de olumsuzluktur. İd­dia ise, olumlu-ilahi bir niteliktir ve sadece Allah Teâlâ’ya ait olabilir. Kul in­saflı olursa, bu konuda Allah Teâlâ’ya karşı koymaz ve şöyle der: ‘Allah Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahibi yoktur.’ Hatta şöyle der: ‘Senden yardım dile­riz™* Her ne zaman ‘Senden yardım dileriz’ derse, bunu gerçek anlam­da değil, bir okuyucu olarak söyler. İnsan için niyöt ettiği vardır ve in­san bildiğine göre davranır.

Kul bir iddiayla ortaya çıkmasaydı, ‘imkân ölçüsünde Allah Teâlâ’dan çeki­nin234 denilmezdi. Burada imkân, iki zayıflık arasında sizde yarattığım güç demektir. Kendisindeki gücün yaratılmışlığının ve sahibinin farkına varan kimse, bir iddiada bulunmaz. Güç insanda sahibi olmadığı bir emanettir. İnsan ise, sahip olduğuyla zengin olabilir. Emanet sahip olunmayan geçici bir şeydir ve bulunduğu kimseye emaneti sahibine vermek emredilir. Bu noktada emaneti sahibe vermek ‘Allah Teâlâ’dan başka güç ve kudret sahibi yoktur’ demektir. Başka bir ifadeyle, kudret -bize değilAllah Teâlâ’ya aittir. Güç iddiasında bulunanlar ‘gücünüz ölçüşünce (maisteta’tüm),23i ifadesindeki ma’yı mastar anlamında almıştır. Güçten uzak duranlar ise, onu olumsuzluk saymıştır. Bu durumda Hakk onların nez­dinde takvaya güç yetirmeyi olumsuzlamış, mastar sayanlarda ise olumlamıştır.

Takva, sahibine nispet edilen şeye karşı Allah Teâlâ’yı kalkan edinmektir. Kula bir şey nispet edildiğinde, kalkan onunla kula ulaşıp kendisine ezi­yet edecek şey araşma girer ve kalkan o şeyi göğüsler. ‘Allah Teâlâ’dan daha çok eziyete sabreden yoktur.’ Çünkü ok, kılıç, taş, mızrak, kılıç vb. şey­lerin vurduğu darbeleri kalkan karşılar. Burada kalkan insanın elindeki siperdir ve onu ardından korur. Fakat takva sahibi güçlü bir teraziye gerek duyar. Bunu ise kendisine nispet edilen ve ‘kötü’ diye isimlendiri­len şeylere karşı kullanır. Kul kötü durumları kabul eder ve saygının ge­reğiyle Allah Teâlâ’yı onlara siper edinmez.. Bununla beraber onları karşılayan gerçekte Allah Teâlâ’dır. Fakat bu konuda kula saygı emredilmiştir. (Kınan­mış şeyleri kendine ait saymayla ilgili) Böyle bir iddia kula zarar ver­mez, çünkü bu -gerçek değilşekilde bir iddiadır. Allah Teâlâ insanın böyle davrandığmı bilince, onu işleri kendisine havale edip her konuda tevek­kül eden, kaderin akışı altında sakince duran ve Allah Teâlâ’nın gecenin ve gündüzün evladarında meydana getirdiği işlerde dolaşan kimseleri ödüllendirdiği gibi ödüllendirir. İşte bu Allah Teâlâ’dan takva makamıdır. Onun hakikatine kısmen değindik, çünkü anlamı üzerinde konuşmak, geniş yer tutar. Biz ise, bu kadarla yetindik ve perde ve örtü takvasına geçtik. Bunların hepsi ‘Allah Teâlâ’dan takvadır’ çünkü esas olan budur.

Doksan üçüncü kısım sona erdi, onu ‘Hicab ve Örtü’ hakkındaki seksen beşinci bölüm ile doksan dördüncü kısım takip edecektir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar