DİNDE AŞIRILIK VE İTİDAL (NEDENLER VE ÇÖZÜMLER)
Hazırlayan:
Abdulcelil CANDAN
19.11.2008.
DİNDE
AŞIRILIK VE İTİDAL (NEDENLER VE ÇÖZÜMLER) ÖNSÖZ
Çok
seven, çok müşfik olan Allah’ın adıyla...
İfrat
ve tefrit; başka bir anlatımla aşırılık konusu insanlık tarihi
kadar eskidir. Konu, hiçbir dönemde kamuoyunun gündeminden düşmemiş; aksine
konu yazar ve düşünürlerin gündemini işgal etmiştir. Zaman olmuş aşırılık; yani
ifrat ve tefrit, İslam’la özdeşleştirilmiş, zaman olmuş ifrat ve tefritçiler
düşünce ve görüşlerini İslam’la temellendirmeye çalışmışlardır. Sözgelimi; kimileri Hz. Peygamber
salla'llâhü aleyhi ve sellemi sosyalist, kimileri sağcı kimileri ruhban,
kimileri de devrimci vs... olarak takdim etmişlerdir.
Genel
anlamda tüm insanlık, özel anlamda İslam toplumu ifrat-tefritten çektiğini hiç
bir akım ve musibetten çekmemiştir. Bu nedenle konu genel anlamda tüm
insanlığı, özel anlamda da İslam alemini ilgilendirmektedir. Çalışmanın ilgili
yerlerinde detaylarıyla üzerinde durulacağı gibi, aşırılıktan kastımız, İslam
muarızlarının ortaya koyduğu aşırılık profili değildir. Zira söz konusu
kesim, mesela genç yaşta namaz kılanları, hacca gidenleri, iyiliği emredip,
kötülükten sakındıranları aşırı olarak niteleyebilmektedirler.
Konuyu
işlememizdeki temel hedef, bid’at, hurafe ve aşırılığın İslam toplumuna nasıl
ve hangi yol ve yöntemlerle girdiğini ve onlara karşı korunma yollarını ortaya
koymaktır. Bir konuyu ele alırken, önce itidali daha sonra da ifrat ve tefrit
duruşlarını örnekleriyle ortaya koymaya çalışacağız.Okurlarımızdan
talebimiz, naklettiğimiz görüşlerin analizini okumadan konularla ilgili karar
vermemeleridir.
Gazzâlî’nin
de dikkat çektiği gibi, bu tür bir çalışmadan mutaassıp ve mukallitlerin
yararlanabileceklerini düşünmüyoruz. Çünkü bu kesim önyargılıdır. Ancak
çalışmamızdan gerçeğe ulaşmak isteyenlerin yararlanabileceklerini ümit
ediyoruz. Çalışmada tuhaf,garip ve acı da olsa gerçekleri ortaya koymaya
çalıştık.Ne selefimizin ayıplarını cımbızla çektik; ne de haşere gibi bataklığa
konup cerahati sergilemeye çalıştık. Önceleri yapılan ve halen de devam eden
bazı hatalara düşmemeyi amaçladık.
Eleştirdiğimiz
konular, Rabbânî ulemanın da eleştirdiği Batınî ve kadim Grek ile Hindu kültür
ve felsefesinden kaynaklanan bid’at, hurafe, ifrat ve tefrit merkezli görüş ve
düşüncelerdir. Hastalığı gizleyerek hastayı oyalayan bir hekim ile aşırının
ifrat veya tefritini gizleyerek dünya ve ahiretinin heba olmasına neden olan
alim ve davetçinin yaptığı ihmal arasında benzerlik bulunmaktadır. Birisi
dünyanın kaybedilmesine, diğeri de hem dünya hem de ahiretin heba olmasına
neden olmaktadır
Allah
elçisi Şuayb ( aleyhisselâm)’ın uyarısını hatırlatıyoruz: “Yalnızca gücümün yettiği kadar
düzeltmeyi istiyorum. Başarım da Allah’ın yardımıyladır. Yalnız O’na
dayanıyorum, ve ancak O’na yöneliyorum.” (Hûd,11/88.)
Yrd.
Doç. Dr. Abdulcelil CANDAN
VAN,
2008.
GİRİŞ
İslam’ın Ön Gördüğü Mutedil ve Model
Toplum
“Böylelikle,
insanlara rehber ve örnek olasınız diye sizi dengeli/mutedil bir toplum yaptık.
” Kur’an; 2/143.
Tarih
boyunca değişik toplum profilleri sahnelenmiştir. Sözgelimi Eflatun, toplumu
öne çıkarır; bireyi ihmal eder; bununla da sosyalizme işaret eder. Öğrencisi Aristo
ise bireyi öne çıkarır, toplumu dışlar.
Etimolojik
olarak İslam’ın kelime yapısı irdelendiğinde, onun inanç ve muamelede mutedil
duruş anlamına geldiği görülecektir. İman, insan ile Allah arasındaki bağı,
muamelât ise insanla diğer canlılar arasındaki bağları ele alır. Buna göre
İslam, günahları zararsız ve hoş gören Murcie ile günah işleyenleri
tekfir eden Haricî anlayış arasında vasat bir noktadır. İslam, kaderi
inkâr eden Kaderiye ile insanı rüzgarın önünde yaprak gibi iradesiz
gören Cebriye arasında mutedil duruşu temsil eder.
İslam’ın
hayata bakışı da itidal eksenlidir, itidali emreder; ne toplum adına bireyi, ne
birey adına toplumu ihmal eder. İslam, helal-haram ayrımı yapmadan her şeyi
helal gören kapitalizm ile özel mülkiyeti reddeden komünizm arasında vasat bir
yoldur; herkese hakkını verir.
Müslüman,
Allah Teala’nın kader programına inanır, sahip olduğu irade dolayısıyla insanın
sorumlu olduğunu söyler; inançta teşbih ve tecsimi reddeder, tevhidi esas
alır;amelde de itidali, şefkati, merhameti ve yardımlaşmayı esas alan bir duruş
sergiler. İslam’ın itidalli duruşunda tevhit, sevgi, izzet ve dik duruş
billurlaşır.
Hıristiyanlar
dinlerini; “dinimiz sevgidir.” cümlesiyle özetlemeye çalışırlar.
Müslümanlar için böyle bir özet gerekirse; “İslam, iman ve amelde mutedil bir
duruş sergilemektir.” cümlesiyle özetlenebileceğini düşünmekteyiz. Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kur’an’dan sonraki en büyük mucizesi
müstakim/mutedil bir toplum oluşturmasıdır. Nitekim bir sahabi Hz.
Peygamber’den cennete götüren amelleri özet olarak talep edince kendisine aynı
anlamda bir cümle sarf etmiştir.1
“Böylelikle,
cehaletinsanlara rehber ve örnek olasınız diye sizi dengeli/mutedil bir toplum
yaptık.”2
Allah, İslam toplumunu insanlığa örnek teşkil etmesi için vasat kıldı. İslam,
maddeyi tanrılaştıran Marksizm ile malı bir ceza ve musibet olarak gören
ruhbanlık anlayışı karşısında mutedil duruştur. Yani, İslam toplumu inançta,
ahlakta, amelde, model bir toplumdur; diğer toplumlar onu esas alacaklar, ifrat
ve tefrite saplananlar ona bakarak kendilerine çeki düzen verecekler; inanç,
ahlak ve amellerini ona arz edeceklerdir. Âyet şu mesajı de vermektedir: “Siz
merkezdesiniz; sağcı ya da solcu değilsiniz; Allah’a teslim olmuşsunuz;
sosyalist, kapitalist, liberal, faşist, vs. değil, sadece Müslümansınız. Siz
elli küsur ülke ve iki milyara yakın nüfusunuzla ayrı bir güçsünüz;
başkalarının uydusu olamazsınız; çünkü gücünüzü inancınızdan alıyorsunuz, başka
güçlere muhtaç değilsiniz. Ne özel mülkiyeti reddeder ne de onu kutsarsınız; ne
büyüklerinizi tanrılaştırır ne de onları rencide edersiniz; ne dünya metaını
reddeder ne de onu tek hedef seçersiniz. Siz; uyan değil, uyulansınız. Sizler
şahit yani örnek bir modelsiniz. Savaş ve barışa siz karar verirsiniz,
insanlara hidayeti, barışı, esenliği siz götüreceksiniz, ihtilafa düştüklerinde
size müracaat edecekler. Dünyada kalacağınız kadar dünyaya, ahirette
kalacağınız kadar ahirete önem verirsiniz. Dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu,
hayat veren yurdun ahiret yurdu olduğunu bilirsiniz, oraya varmak için yolculuk
halinde bulunduğunuzu unutmazsınız.” Bu vasıflara haiz bir toplumun bulunmayışı
insanlık için kayıptır. Hz. İbrahim’in, “Ey Rabbimiz İnkarcılar için bizi
bir sınama aracı kılma.”3 şeklindeki
duası bu gerçeğe işaret etmektedir. Yani; “Ey Rabbimiz! Bizleri inancını
yaşamayanlardan, inandıklarını hayata geçirmeyenlerden kılma. Zira insanlar
halimize aldanıp onu İslam’ın aleyhinde kullanabilirler.”
İslam
“bana ne!” anlayışını reddederek toplumu gemiye benzetir. Gemide gedik açmak
toplumu helake götürür. Yahudilik ve Hıristiyanlık ilahî öğretilerin dengesini
bozan iki ucu temsil ederken, İslam itidal anlamında gelen istikametten
ibaret olup ifrat ve tefrit arasında dengeyi muhafaza eder.
İslam,
canlı-cansız her varlık için bir rahmettir. Sözgelimi İslam, büyük günahlardan
olan şarap içmeyi gayrimüslimlere yasaklamaz. İslam’ın hoş görüsü o dereceye
varmıştır ki bazı alimler; “Bir Müslüman, bir Hıristiyanın domuzunu öldürür
veya şarabını dökerse onun bedelini ödemesi gerekir.” demişlerdir.4 “Ey iman edenler!
Hepiniz toptan barış ve güven dini İslam’a girin! Şeytanın adımlarını
izlemeyin!”5 Yani,
hepiniz İslam atmosferine girin; İslam inancını ve ahlakını yaşayın. Bu sayede
siz, aileniz, toplumunuz ve tüm insanlık barış ve huzura kavuşmuş olur.
Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünneti de itidal ve kolaylığa işaret eder.
O’nun her hareket ve davranışında rahmet ve kolaylık vardı. Yolların en güzeli
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gittiği veya işaret buyurduğu yoldur. Mesela,
giysi konusunda en sade olanı seçerdi. Bazen yünden, bazen pamuktan, bazen
ketenden elbise giyerdi. Yemen yapısı yeşil elbise giyer, cübbe giyer, başına takke
takardı. Gömlek ve şalvar giyer, sarığı üzerine mesh ederdi. Bazen saçının
bölüklerini arkadan uzatırken bazen olduğu gibi bırakırdı. Yemek konusunda da
hayatı böyleydi. Mevcudu geri çevirmez, olmayanı istemezdi. Kendisine takdim
edilen yemeği yerdi. Ancak canının istemediğini yemez, başkasına yasaklamazdı.
Keler denilen hayvanın etini önüne koyduklarında ülfeti olmadığından yememiş;
ancak yenilmesini yasaklamamıştı. Tatlıyı ve balı severdi. Hurmanın yaşını da
kurusunu da yerdi. Saf ve karışık süt içerdi. Kavutu yer; bal şerbetini içerdi.
Sütten ve undan yapılan bir yiyeceği, yeşil salatalığı ve keşi yerdi. Hurmayı
ekmekle, ekmeği de sirkeyle yerdi. Pişmiş eti ve kabağı severdi. Haşlanmış
kabağı,yağlı tiridi, peyniri yerdi. Ekmeği zeytinyağıyla, karpuzu taze
hurmayla, kuru hurmayı da kaymakla yerdi. Uykusu da öyleydi. Bazen post, bazen
hasır, bazen, toprak bazen divan, bazen kumlukta, bazen de bir örtü üzerinde
uyurdu.
Hz.
Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah’ın en sevdiği isimler Abdullah ve
Abdurrahman’dır. İsimlerden en uygun olanlar Haris ve Hemmâm isimleridir. En
çirkin isimler ise harb /savaş ve mürre/acı, isimleridir.”6 Allah Resulü doğurmaya yakın bir devenin
sütünü sağdırmak istemişti. “Bunu kim sağabilir?” diye sordu. Bir adam
kalkarak, “Ben sağabilirim.” dedi. Efendimiz ona, “Senin adın nedir?”
buyurdu. O, “Adım Mürre’dir” dedi. Efendimiz ona, “Otur.” dedi.
Tekrar, “Bunu kim sağabilir?” dedi. Başka bir adam kalktı. Ona da adının
ne olduğunu sordu. Adam, isminin “Harb” olduğunu söylediğinde ona da “Otur.”
dedi. Tekrar, “bunu kim sağabilir?’’ dediğinde başka birisi
kalkarak, “Ben yapabilirim.” dedi. Efendimiz ona da isminin ne olduğunu sordu;
adam adının “Yaiş/Yaşar” olduğunu söyledi. Efendimiz ona, “Hayvanı, sen sağ.”
buyurdu.7 Hz. Ali
dedi ki: Hasan doğduğunda ona “Harb/Savaş” adını verdim. Allah Resulü
geldi ve; “Bana oğlumu gösterin bakayım.” dedi. Sonra, “Ona ne isim
verdiniz?” buyurdu. “Harb/Savaş adını verdim, ey Allah’ın Resulü.” dedim.
Efendimiz, “Hayır Harb/Savaş olmaz, onun adı Hasan olacak.” buyurdular. Hüseyin
doğduğunda ona da “Harb” ismini koydum. Yine Efendimiz gelerek, “Oğlumu bana
gösterin, adını ne koydunuz?’’ dedi. “Harb adını koydum” dedim. Resul, “Hayır,
Harb olmaz! Onun adı Hüseyin olacak.” buyurdu. Üçüncü çocuğumuz olduğunda
da adını “Harb” koymuştum. Yine nebi gelerek, “Oğlumu bana gösterin bakayım,
adını ne koydunuz?” dedi. “Harb koydum.” dediğimde; “Onun adı Harb
değil, Muhsin olsun.” buyurdu.8
Hz.
Peygamber, yanına gelen birisinin adını sorar, “sert” ve “katı” manasına gelen
“Haşn” deyince Hz. Peygamber, “Sen sert değilsin, kolaysın(yüsr).”
buyurdu ve ismi öyle kaldı. Asiye ismini cemile olarak
değiştirmiş. Anlaşılıyor ki isimlerin bile katı ve sert olanından uzak
dururdu.Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün hayatı hoşgörü, kolaylık ve
yumuşaklıktı. Alışveriş konusunda şöyle derdi: “Alınca ve satınca kolaylık
gösterenden Allah razı olsun.” 9 İki zararla karşılaşınca daha hafif olanı
tercih ederdi Nitekim Hudeybiye anlaşmasında Hz. Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) “Allah’ın elçisi”
vasfı yazdırılmadı. Abdullah’ın oğlu Muhammed yazıldı. Bismillahirrahmanirrahim
yerine, Bismikellahümme/Allah’ım senin adınla yazılmasına itiraz etmedi.10 Himar lakaplı
Abdullah adında içki içen bir sahabi vardı. Abdullah/Himar zaman zaman
Hz. Peygamber’i neşelendirirdi. Abdullah/Himar, içkiye devam ettiğinden
Hz. Peygamber tarafından elli defa cezaya çarptırıldı. Ancak, İslam toplumundan
dışlanmadı ve lanetlenmedi.11
İslam
hukukunda iki maslahat veya hayırdan büyük olanı tercih edilir; büyük maslahat
söz konusu ise küçük menfaatten vazgeçilir. Devam eden yararın sağlanması söz
konusu olunca geçici menfaatten vazgeçilir. Zararı def etmek, maslahatı celb
etmekten önce gelir. Cemaat veya toplumun yararı söz konusu ise bireyin yararı
feda edilir. İman ve akideye dayalı konular ameli konulara tercih edilir ve
öncelik verilir. İlim amelden önce gelir. Farz-ı ayn olan yükümlülükler farz-ı
kifayeye, farzlar da nafilelere tercih edilir. Bir kötülüğü izole etmek daha
büyük bir kötülüğe sebebiyet veriyorsa kötülük izole edilmez.
İnanç
ve ibadetlerle eğitildiğinden Müslüman, bütün evrenle barış halindedir. Çünkü
İslam insana, "Yürüyüşünde mutedil ol!1
talimatını vermektedir. Yani; Müslüman ne hastalar gibi yavaş ne de sersemler
gibi çok süratli yürür; yürüyüşünde bir hedef ve bir maksadı bulunmalıdır.
İslam
toplumu; eğlence, keyif, zevk ve müziğin haram olduğu bir toplum değildir.
Tutucu toplumlarda tebessüme bile az rastlanır. Öyle toplumlarda insanlar asık
suratlıdırlar; mahzun ve düşüncelidirler; yasa boğulmuşlardır ki bu yas
kocasının ölümüne yas tutan dul kalmış kadının yasını hatırlatmaktadır.Öyle
toplumlarda yılın 365 günü yas tutulur; insanlar karalara bürünürler. İfratçı
toplumlar ise hayatı oyun ve eğlenceden ibaret görürler. Fertler, helal ve
haram tanımazlar. Hürriyet ve eğlence namı altında arsızlığı, günah ve isyanı
yaymaya çalışırlar. İslam meşru ölçüler dairesinde eğlenmeyi gerekli görür.
Nitekim sahabiler, bayramda Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) huzurunda mızraklarıyla mescitte oynayıp
eğleniyorlardı. Hz.Ömer onları engellemeye çalıştı. Hz. Peygamber, “Ey
Ömer, bırak onları, eğlensinler.” buyurdu. Ashaba da şu talimatı verdi: “Oynayın
ki Yahudi ve Hıristiyanlar dinimizin esnek ve rahat bir din olduğunu bilsinler.
Ben pak ve esnek olan İslam için gönderildim.’’12 13
İslam;
toplumu bir bina, bireyi de o toplumu meydana getiren unsurlar; tuğla, taş vs.
gibi görür, “bana ne!” anlayışını reddeder. Müslüman şöyle düşünür: Ben
düzelirsem toplum düzelir, her şey bende biter, komşum aç iken uyuyamam, çıkan
yangını söndürmezsem beni de yakar, zalime “dur” demeyen zulme uğrar.
İlahi
denge anlamına
gelen İslam’ı ifratçı ya da tefritçi bir şablonla sunanların ona zulmettiğini
düşünmekteyiz. Mesela İslam’ın kadına bakışını, “Kadına yazıyı öğretmeyiniz”
uydurma hadisiyle takdim etmek veya onu uzun sakal ya da dizin altına kadar
inen cübbeyle takdim etmek, cihad namı altında onu saldırgan bir vecihle
insanlığa sunmak bu cümledendir.
İslam,
istikamettir; yani sağa-sola sapmadan itidali devam ettirmektir. Hz. Peygamber kendisinden
kurtarıcı bir amel isteyen sahabiye İslam’ı şöyle özetlemiş: “İman et, sonra
da sağa-sola sapma, dosdoğru olanı; yani itidal çizgisini takip et.’”14 15 Mutedil duruşun önemine binaendir ki,
günde sadece farz namazlarımızda en az on yedi defa; “Ey Rabbimiz bizi
itidal çizgisinde sabit kıl.’45 diye dua ederiz. Âyette
geçen sırat-ı müstakim, eğrilik, aşırılık, ifrat, tefritten uzak,
ölçülü, dengeli ve mutedil bir yoldur. Âyette geçen duayla bu yolda bize güç
vermesini Allah Teala’dan talep etmekteyiz. Nafile namazlar da buna ilave
edilirse bu rakam otuzu aşmaktadır.
Geçmişte
de peygamberlerin rehberliğinde inananlar aynı yolu, yani itidal çizgisini
izlemişlerdir. Mutedil çizgi başta peygamberlerin sonra ulemanın, evliyanın ve
şühedanın yoludur. Şeytan, tüm kötülüklerin temelinde itidalden sapma; yani
ifrat-tefrite düşme olduğunu fark etmiş ki vurguyla, “İnsanları mutedil
duruştan saptırmak için pusuya yatacağım.’”16 17 diye
and içmiştir. Allah Teala’nın her emrine karşı şeytanın iki dürtmesi
bulunmaktadır: İfrat ve tefrit; yani aşırılık. İslam, iki dağ arasındaki dümdüz
yolu andırırken; ifrat yokuşu, tefrit ise inişi sembolize eder. İtidal
fıtrattır, birleştiricidir; safları, kalpleri telif eden harçtır. Müslüman; “Haydi
müjde ver o kullarıma; onlar ki sözü dinlerler, sonra da en güzelini tatbik
ederler.’47 âyetinde vasfını bulan insandır. O, zararı def etmek
ve yararlı olanı almakla görevlidir.
Allah
Teala’nın, “Adalette tartıyı doğru tutun, tartıyı da aksatmayın.”18 19, “Vay haline ölçüyü eksik tutanların. Onlar
(öteki) insanlardan haklarını eksiksiz isterler. Ama borçlarını ölçüp tartmaya
gelince onu azaltmaya çalışırlar.’49 âyetleri, yalnız ticari
muamelelere işaret etmeyip, her kişinin maddî mal varlığı ile ilgili haklarını
ve sorumluluklarını kapsayan, hem pratik hem de ahlâkî her türlü sosyal ilişki
türüne işaret etmektedir. Başka bir anlatımla âyetler, ifrat ile tefrit
arasında mutedil bir duruşu önermektedir.
İslam,
ruhbanlığı reddettiği gibi, cinsel arzulara boyun eğmeyi de reddeder. İsrafı
yasakladığı gibi cimriliği de yeğlemez. İbadet adına emeği, emek adına ibadeti
ihmal etmez. İyi niyetle yapılan her yararlı hareketi ibadet kapsamında
değerlendirir. Eğlenceyi bir ihtiyaç gördüğü gibi, hayatın eğlenme ve
eğlenceden ibaret olmadığını belirtir. Ruh namına bedeni, beden adına ruhun
ihtiyaçlarını ihmal etmez, herkese ve her şeye hakkını verir. Dünya adına
ahireti, ahiret adına dünyayı ihmal etmez, dünyayı ahirete götüren bir istasyon
ya da araç olarak görür.
Muaz
b. Cebel cemaate imam
olarak namaz kıldırıyordu. İbn Milhan adındaki sahabi hurma bahçesini
sulayacaktı, ancak önce namazını cemaatle eda etmek istedi,saf tuttu. Muaz
namazı uzatınca İbn Milhan cemaatten ayrılıp hurma bahçesini sulamaya
gitti. Cemaatten namazı terk edip hurma sulamaya gittiği gerekçesiyle, “İbn
Milhan münafık oldu” sesleri yükselmeye başladı. Muaz’ın, Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanında
olduğu bir sırada İbn Milhan olanları Hz. Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) anlattı. Hz. Peygamber
Muaz’a yöneldi ve, “Ey Muaz! Sen fitneci misin, fitneci misin,
fitneci misin? Namazı uzatma, namazda A’la ve Şems sûreleri gibi kısa sûreler
oku.” diyerek kendisini uyardı.20 21 Olay, İslam’ın hayata bakışını ortaya
koymaktadır. Hz. Peygamber, tarla sulamayı uzun sûreler okunan cemaat namazına
tercih etmiştir. Yani, ne iş ve çalışma bahane edilerek namaz terk edilmeli ne
de ibadete mani oluyor gerekçesiyle iş ve çalışma terk edilmeli. Böyle
durumlarda, namaz kısa tutulur. Aksini sergileyenler hakkında Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Kendinizi sıkıntıya sokmayın;bu vesileyle Allah sizi
sıkıntıda bırakır. Geçmişte bazı toplumlar kendilerine sıkıntı verdiler. Allah
da onları halleriyle baş başa bıraktı.’”2 Hz Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Allah’a en sevimli
dinin ne olduğu sorulunca, “Pak ve müsamahayı emreden dindir.”22 cevabını verdi.
Hz.
Peygamber düz bir çizgi çizdi; sonra da sağına ve soluna ufak çıkıntılar çizdi
ve şöyle buyurdu: “İşte İslam bu düz çizgi gibidir, düz çizgiden sapan her
yolun başında bir şeytan bulunmaktadır.” Daha sonra da, “Muhakkak ki bu
benim dosdoğru yolumdur. Hep onu takip edin, sizi onun yolundan saptırıp
parçalayacak başka yolları takip etmeyin...”23 âyetini okudu.24 Ebu Vâil anlatıyor: Abdullah her
perşembe günü bize nasihat ederdi. Biri kendisine; “Ey Abdullah,
sohbetinizi sevdik. Her gün nasihat etmenizi istiyoruz.” diyerek teklifte
bulundu. Bunun üzerine Abdullah, “Her gün yapılacak sohbetten
sıkılacağınızdan endişe duyuyorum. Nitekim Hz. Peygamber de bizi sıkmamak için
aynı yöntemi uygulardı.” karşılığını verdi 25 ve vurguyla üç defa “Aşırı gidenler
helak oldu.” buyurdu.26
Hz.
Aişe naklediyor:
Bir defasında Hz. Peygamber gayet mutlu ve sevinçli halde yanımdan ayrıldı.
Dönüşte ise üzüntülüydü, nedenini şöyle açıkladı: “Ka’be’ye girdim, izdiham
nedeniyle Müslümanları rahatsız etmekten endişe duydum.”27 Amr b. As anlatıyor: Selâsil
gazvesinde soğuk bir gecede cünüp oldum. Yıkandığım takdirde soğuktan helak
olacağımdan endişe ettim. Yıkanmak yerine teyemmüm ettim. Arkadaşlarıma da
sabah namazını kıldırdım. Arkadaşlarım dönüşte durumu Hz. Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) aktardılar. Hz. Peygamber
bana, “Ey Amr, cünüp olarak mı namaz kıldırdın?” buyurdu. Evet ey
Allah’ın resulü, “Ey iman edenler mallarınızı aranızda haksız bahanelerle
yemeyin. Ancak kendiliğinizden karşılıklı rıza ile yaptığınız bir alışveriş
bunun dışındadır. Kendi kendinizi de öldürmeyin. Allah gerçekten size karşı
merhametlidir.”28
âyetini uyguladım, dedim. Hz. Peygamber tebessüm etti, başka bir şey demedi.29
Yahudi
bir kadın Hz. Peygamber’i yemeğe davet etti. Hz Peygamber kap ve yemeğinin
nereden geldiğini sormadan yemeğini yedi. Savaşlarda elde ettikleri kap ve
giysileri yıkamadan kullanır, ashabıyla müşrik bir kadının kabından abdest
alırdı.30 Hz.
Peygamber’den içki içen, domuz etini tüketen Ehl-i Kitab’ın kaplarından
yararlanma soruldu: “Başkasını bulamazsanız, yıkadıktan sonra kulanın.”
buyurdu.31
İslam’ın
insanlar için ilahî rahmet ve ihsan olduğunu, kolaylığı tercih ettiğini
söylemekle; Allah’ın emrettiği vecibeleri kaldırmayı ya da eksiltmeyi, helal
kıldığını haram, haram kıldığını helal etmeyi ifade etmek istemiyoruz. İslam,
dünya ve ahiret arasında denge kurmuştur. Kur’an’da dünya ve ahiret sözcüklerinin
eşit sayıda gelmesi anlamlıdır. Allah Teala geceyle gündüzü, ışıkla karanlığı,
sıcakla soğuğu, oksijenle hidrojeni, elektronla protonu, kadınla erkeği,
dünyayla ahireti yaratmak suretiyle dengeli bir düzen yaratmıştır. Milyarlarla
ifade edilen yıldızlar arasında meydana gelebilecek en ufak bir dengesizlik,
kainat nizamını bozacağı gibi, insan yapısında mana ile madde, ruh ile beden
arasında meydana gelecek en ufak bir dengesizlik de bedende dengesizlik ve
depresyonlara sebep olur.
İslam,
ikrah karşısında, dilin ifadesini değil, kalbin tavrını esas alır. Ammar b.
Yasir ağır işkencelere maruz bırakılınca Hz. Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şöyle dedi: Ey
Allah’ın Resulü! Ağır işkencelerden dolayı sizin aleyhinizde bulundum, onların
putlarını övdüm. Bu tavrım hakkında ne buyurursunuz?
·
-
Kalbin nasıldı?
·
-
Kalbim iman konusunda mutmain ve rahattı.
-
O halde bir daha aynı durumla karşılaşırsan aynısını yap.32
İslam,
her şeye hakkını veren, yerli yerine koyan, akla ve kalbe hitap eden, kalbi ve
ruhu terbiye eden, tüm hayatı düzenleyen, insanların birlikte yaşamalarını
sağlayan, medeniyeti tanzim eden ilahî bir projedir. O, ne kırılacak,
dağılacak, buharlaşacak kadar ince ve homojen; ne de dokunulmaz derecede katı
ve haşindir. O, ne ruhbanlık derecesinde zahit ne sekülerlik seviyesinde
maddecidir. O, Hz. Peygamber ile arkadaşlarının hayatında anlamını bulan
dindir.
Kısacası,
İslam itidaldir; ne zam alır ne de ıskonto kabul eder.
·
I.
BÖLÜM:
İTİDAL
VE AŞIRILIĞIN TESPİTİ
İtidal ve Aşırılığı Tespitin
Güçlülüğü ve Kriterleri
“Hem
üstadım Eflatunu hem de hakkı severim. Ancak ikisi arasında ihtilaf söz konusu
olunca hakka tabi olurum. Çünkü hak her şeyden daha çok tabi olunmaya layıktır.
”
Aristo
Günümüzde
değerler karışmış, ölçüler değişmiş, denge ve kavramlar girift hale gelmiş, iyi
ile kötü, hak ile batıl, güzellik ile çirkinlik, hayır ile şer birbirine
karışmıştır. Bu nedenle denge ve ortayı bulmak, itidali ortaya koymak çok güç
olmakla birlikte büyük önem arz etmektedir. İki şer ve iki zarardan hangisi
seçilir? İki hayırdan hangisi daha yararlıdır? Hayır ile şer, fesat ile
maslahat karışmışsa nasıl bir tercihe gidilir? Özellikle iki hayır söz konusu
ise ne yapılır? Bu güçlükten dolayıdır ki zaman zaman cemaatler arası
elektriklenmeler olmakta, taraftarlar “bizim yolumuz haktır, öncümüz zamanın
kutbudur”, karşı taraf ise, “hayır bizim yolumuz hak, mürşidimiz Ğavs’dır.”
diyebilmektedirler.
İfrat
ve tefrit arasında itidali ortaya koymamızdaki ölçü ne Harici anlayış ne Mürcie
yaklaşımı; ne Batı ne de Doğu’dur. Bu nedenle itidale işaret ederken, şaşmaz
ölçüler olan Kitap ve sünneti adres gösterdik. Allah Teala Kur’an
ve ölçüyü beraber indirmiştir, birbirinden ayrılmaları mümkün değildir.
Kaynakları birdir. Naslarla aklıselimin birbiriyle çelişmesi şöyle dursun,
birbirini destekler ve doğrularlar. Çalışmamızda doğruyu bulmada Hz. Ali’nin
şu veciz ifadesi belirleyici oldu: “Hak insanlarla değil, insanlar hak ile
değerlendirilir.” Aristo’nun, hocası Eflatun hakkında söylediği meşhur
şu sözü de bu gerçeği ifade eder: “Hem üstadım Eflatun’u hem de hakkı
severim. Ancak ikisi arasında ihtilaf söz konusu olunca hakka tabi olurum.
Çünkü hak her şeyden daha çok tabi olunmaya layıktır.”
Allah
Teala, insanların başıboş kalmamaları, yanlışa düşmemeleri için peygamberler
vasıtasıyla iyiyi ve doğruyu ölçüp değerlendirebilecekleri ‘mizan/kriter’(ler)
göndermiştir. "Andolsun ki biz peygamberlerimizi açık delillerle
gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı
ve mizanı indirdik."33
Âyette söz konusu edilen Mizân, iyi ile kötüyü birbirinden ayıran,
vahiy, akıl ve deneyimlerdir. Beyyinât, muarıza karşı kullanılacak olan
delilleri ifade ederken; Kitap’tan kasıt da vahiydir. 34 35
Kur’an'ın
iniş maksatlarından bir tanesi, ihtilaf ve sürtüşmeleri kaldırmaktır.Bu konuda
şunları der: "Biz kitabı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi
insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye
indirdik. "35, "Isa açık delillerle geldiği zaman
demişti ki: Ben size hikmet getirdim ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir
kısmını size açıklamak için geldim."36
Kur'an, her kesimin, kendi yaptıklarını beğendiklerinden söz eder. "Her
grup kendilerinde bulunan (fikir ve davranış) ile sevinip
böbürlenmektedir."37
İnsandaki bu özellikten dolayı batıl inanç ve din mensupları bile inanç ve
gidişatlarını beğenir, o uğurda her türlü fedakarlığa katlanırlar.
Genel
anlamda, düşünce, inanç ve eylemler üç kategoride özetlenir: 1. Batıl/yanlış
görüş. 2. Hak/doğru görüş. 3. Şüpheli görüş. Batıl görüş: a)İfrata giden görüş.
b)Tefrite varan görüş olarak iki bölümde ele alınır. Batıl/yanlış görüş; İslamî
literatürde aklıselime ve nakle muhalif olan görüştür. Bu görüş hiçbir alanda
geçerli değildir, kendisiyle amel edilmez, fetva verilmez. Bu görüş, ilmi
verilerden uzaktır.
İtidali
yakalamanın önemi ve güçlüğü hakkında Zebidî (v. 893/1488) şunları der:
Kur’an çerçevesinde doğruyu/itidali ortaya koymak hem güç hem de kolaydır. Güç
olması, Kur’an’ın şiir ve nesirden ayrı olması ve sahibine ulaşıp muradını
bizzat kendisinden sorma imkânının bulunmamasıdır. Kur'an dışındaki eserlerin
sahiplerine ulaşma imkânı mevcuttur. İşledikleri konular kendilerinden
sorularak öğrenilebilir. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bazı âyetler hakkında söyledikleri dışında,
kesin hüküm koyma imkânımız yoktur. Bunun hikmeti de, Kur'an üzerinde düşünme
fırsatını vermektir."38
İbn
Teymiyye,
doğruyu/itidali iki cümlede özetlemiştir: Mutedil ve doğru bir duruşun; a)
Sağlam bir nakle dayanması, b) Sağlam bir akıl ile çelişmemesi gerekir. Yani;
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uygulamalarına muhalif olmamalı. İbn
Teymiye’nin söz konusu ettiği sağlam nakil şu dokümandan
oluşmaktadır: 1. Kur'an, 2. Sünnet, 3. Sahabenin ve Tabiinin konuyla ilgili
görüşleri, 4. Lügat. Sağlam tasavvurun en önemli işleyicisi ise akliselimdir.39 Yaratılıştan gelen
düşünce ölçüsü veya felsefi tarzda inceleme ve araştırmayla ahlak ölçüleriyle
kazanılan ölçü/mizan, gerçek ölçü/mizan değildir. Çünkü bu yöntemlerle elde
edilen ölçü, ifrat ve tefritten halî değildir.
Gazzâlî,
şahsiyetleri ölçüt alan zihniyetleri şöyle eleştirir: Doğruyu insanlara
hasreden biri çelişki ve küfre yakındır. Çünkü söz konusu şahsiyeti “masum”
olarak değerlendirmiştir. Dolayısıyla masum olan birine uymak iman, muhalefet
etmek de küfrü gerektirir.40
Özetlersek,
bir konuda isabetli hüküm vermek için iki şart öne çıkmaktadır: İlim ve adalet.
Herhangi bir kişi, düşünce ve ekol hakkında hüküm verilirken ilim ve adalet
kurallarından ayrılmamak gerekmektedir.
İtidali Ortaya Koyma Kriterimiz
“Acı
da olsa hakkı söyle.’’
Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Doğrunun
ortaya çıkması için bilimsel eleştiri yapılırken her konuda olduğu gibi
eleştirinin objektif olması, duygusal ve ilmi verilerden uzak olmaması
önemlidir. Başkalarının kusurlarını ortaya koymak için çabalamak, kişiliklerini
zedelemek, hatalarından çıkar beklemek, şöhret peşinde olmak ile hatalarını
düzeltmeye çalışmayı karıştırmamak gerekmektedir. “Ey dilleriyle iman edip
kalpleriyle henüz inanmamış topluluk! Müslümanları rahatsız etmeyin,
eksikliklerinin peşine düşmeyin.”41, “Kim alimlerle yarışmak, beyinsizlerle
cedelleşmek ve kendisine taraftar elde etmek için ilim elde etmeye çalışırsa
ateşliktir.”42, “En
dehşetli faiz, haksız yere Müslümanın onurunu rencide etmeye çalışmaktır.”43 gibi nasslar,
İslâm ahlâkında ilmin disiplin ve gayesini ortaya koymaktadır.
Bilimsel
eleştiriyle gıybetin karıştırılmaması gerekir. Bunu göz ardı eden birçok kesim,
ulemanın bazı içtihatlarını eleştirmeyi gıybet kapsamında değerlendirmektedir.
Oysa gıybette kötü niyet ve ifsat asıl iken; nasihatte, Müslümanları fitneci,
bid’atçi ve aldatıcılardan korumak asıldır.44 Hz. Peygamber ashabından iki kişiyi kastederek,
“İkisi dinimizden bir şey bilmezler.” buyurmuştur.45 Ulema da bundan hareketle birbirlerinin ilmi
seviyelerini tartışmış, eser ve görüşleri hakkında kanaatlerini ortaya
koymuşlardır. İmam Şafii, Mukatil b. Süleyman’ın tefsirindeki
hatalarından dolayı şunları der: “Allah canını alsın, tefsiri hatalarla
doludur.”46 Keza,
İmam Leys ile İmam Malik’i ilmi yönden değerlendirerek şöyle der:
“Leys, Malik’ten daha alimdir. Ancak arkadaşları onu yeteri kadar
tanıtamamışlardır.”47
Büyük müfessir Âlûsi de kendinden önceki birçok müfessiri eleştirmiştir.
Eleştirilenlerin başında Râzi gelmektedir.48 Bu geleneği neredeyse tüm sahalarda görmek
mümkündür. Tefsir yanında fıkıh, kelam, dil vs. ilimlerde bunların örnekleri
hayli fazladır. Hadis usulünde Cerh ve Tadil ilmi de bilimsel
eleştirinin diğer bir boyutudur. Önemli olan ahlâkî ve ilmî ölçüleri aşmamaktır.
Şair, sinekler gibi hep bataklığa konan kesimlerden şöyle yakınır:
İyiliklerimi
duymada sağırdır.
Öbür
taraftan her kötülüğe kulak verir.
Ulema
birbirlerinin görüşlerini tamamıyla kabul etseydi, ihtilaf, ekol ve mezhepler
ortaya çıkmazdı. Mesela, fakih birinden, hadisçi birinin durumu sorulduğunda,
“Sorduğunuz zat muhaddis değildir, zayıf ve sahih hadisleri birbirine
karıştırmaktadır.” derse gıybet etmiş sayılmaz. Çünkü fakih bunu aralarındaki
bir düşmanlıktan veya hissiyatından söylememiştir.49
Kelamcıların
İslam akidesine hizmet ve yardımları muhakkaktır. Buna rağmen Gazzâlî,
imanın geçerli olmasını kendi yöntemlerini bilmeye bağlayan kelamcıları
şiddetle eleştirir. Şöyle der: Kelamcılar Allah’ın sonsuz rahmetini daraltıp,
cenneti, bir azınlığa hasrettiler. Tevatürle gelen hususları görmezlikten
geldiler. Oysa Hz. Peygamber ve arkadaşları, kültürsüz ve görgüsüz Arap
kabilelerinden İslam’a girdiğini ifade eden bedevilerden herhangi bir delil
istemeden Müslüman olduklarına hükmetmişlerdi.50
Geçmişte
Müslümanlar arasında vuku bulan bazı ihtilafları, savaşları, temelsiz düşünce
ve görüşleri hatırlatmak bizi sevindirmiyor. Ümmetin kanayan yarasına parmak
basmaktan zevk de almıyoruz. Ancak doktor bazen şifa için acı ilacı tavsiye
eder ve istemediği halde ameliyata başvurmak durumunda kalır. Çünkü bazı
hastalıklar için başka çare yoktur. Çalışmalarımızda Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Ebu Zere
yaptığı şu tavsiye bizlere ışık tutmuştur: “Acı da olsa hakkı söyle!”51 Hadis, ümmet için
riskli de olsa bazı gerçekleri söylemeyi hatırlatmaktadır.
Çalışmamızda
art niyet sahibi bid’atçi ekollerden; Batıniyye, Haşeviyye vs. mezhep ve
ekol uzantıları dışında hiç kimseyi yermek gibi bir hedefimiz olmadığı gibi,
kendilerine birçok şey borçlu olduğumuz alimlerimizi yermek veya onları tan
etmek, çalışmalarını hafife almak gibi bir niyetimiz de olmamıştır. Kötü
emelleri olan bir oryantalistin Müslüman alimleri eleştirmesi ile bir Müslüman
araştırmacının okuyucusunu ifrat, tefrit ve bağnazlığa, yanlış, yersiz ve
delilsiz yaklaşımlara karşı uyarması arasında önemli derecede fark görüyoruz.
Birinci kesimin müdahale ve tenkitleri yara ve bataklığa konmaya çalışan
haşarat ve sinekleri andırırken, ikinci kesim, yara ve bataklığı kurutmaya
çalışan hekimin durumunu ortaya koymaktadır.
Herhangi
bir görüşü kabul veya reddetmede en önemli husus kabul veya reddetmenin ilmi
disiplin ile nezaket kuralları dairesinde olmasıdır. Ebu Musa Yunus b.
Abdu’l-A’la şöyle der: “Ben Şafii’den daha akıllı kimse görmedim.
Bir gün kendisiyle tartıştıktan sonra ayrıldık. Tekrar karşılaşınca elimden
tutarak şöyle dedi: “Kardeşim! Her konuda anlaşamazsak bile kardeşliğe var
mısın?” Ebu Hanife’nin öğrencileri, ancak meselelerin üçte birinde
kendisiyle ittifak etmişlerdi.52
San’ânî, “Alimler içinde zellesi olmayan yoktur. Binaenaleyh sayısız
fazilete sahip olanların zellesi unutulmalı.” der.53 Alimin bir konudaki zellesi onun değerini
düşürmez. Zira masum kişi Allah’ın ismet verdiği kişidir. Erdemli kişi ise,
hatası sayılabilendir. Said b. Müseyyeb şöyle der: Alim ve erdem sahibi
herkesin mutlaka eksiği olur. İnsanların kusurları araştırılmamalı, kimin
artıları eksilerinden çok ise, eksileri artılarına bağışlanır.54 Bir grup, şahıslar
hakkında o kadar aşırı gidiyor ki kötülüklerini iyi olarak değerlendiriyor,
diğeri ise tam tersine o kadar acımasız davranıyor ki bir hatadan dolayı o şahsın
tüm iyiliklerini görmezden geliyor.55
İfrat
ve tefrite varan temelsiz ve zayıf görüşler içinde çürük elmalar bulunan bir
sandık veya zararlı ot bulunan bir bahçeyi andırmaktadır. Çalışmamızda sağlamı
çürüğünden, güçlüyü zayıfından ayıklamaya çalıştık.
İtidal ile Aşırılığın Karışması
"Kuran
ve sünnete davet etmek, İslam’ın hayat tarzına dönmek için gayret sarf etmek,
Müslümanca yaşamak, İslam ümmetinin birlik ve beraberliği için uğraşı vermek
aşırılıksa, insan ve cinler şahit olsun ki biz öyleyiz. Cenab-ı Allah’tan bizi
bu inanç üzerinde yaşatmasını ve bu inanç üzerinde ruhumuzu almasını niyaz
ediyoruz. ”
Yusuf
Karadâvî
İmam
Zemahşeri insanları memnun etmenin güçlüğünü şöyle ifade eder:
“İnsanlara meşrep ve mezhebimi açıklamamam en sağlıklı yoldur. Çünkü, Hanefiyim
desem içki çeşidi olan nebizi, Malikiyim desem köpek etini, Şafiiyim
desem kişinin gayri meşru yoldan doğan kızıyla evlenmesini helal gördüğümü, Hanbeliyim
desem, Mücessime olduğumu ve hulûle cevaz verdiğimi, hadisçiyim
desem geri zekalı ve asalak olduğumu söylerler. Gerçekten de insanları razı
etmek iftiralardan kurtulmak neredeyse imkânsızdır.56
Hafız
Abdurrahman b. Batta insanlara değişik kulplar takılmasından yakınarak
şunları der: “İnsanların kafalarındaki şablona muhalefet ettiğim zaman tepkiyle
karşılaştım. Kitap ve sünnete ters hareket eden şahısları eleştirdiğim zaman Harici
olmakla, Kur'an ve sünnetteki tevhid ile ilgili nassları aktarınca Muşebbihe
olmakla, imanın önem ve gücünden bahsedince Mürcie olmakla, amelin
önemini ifade edince Kaderiye olmakla, marifeti tavsiye edince Keramiye
olmakla, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in faziletinden söz edince Nevasib
olmakla, Ehli Beyt’i sevdiğimi söyleyince, Rafizî olmakla, Allah’ın
sıfatları konusunda Selefî yöntemi savunup Kur'an ve sünnet naslarını
te’vil etmeyince Zahirî olmakla, nasları te’vil ettiğimde Batınî
ve Eş’ari olmakla, aklı kullandığımda Mutezilî olmakla, Vitir
namazlarında kunut okuduğumda, Hanefi olmakla, sabah namazlarında kunut
okuduğumda Şafii olmakla itham edildim. Kısacası; hangi kesime
yaklaştıysam, muhalifleri bana düşmanlık etti. Onlara tasannu edersem, Allah’ı
gücendirmiş olurum. Her şey onları razı etmeye bağlı.
Bunların
hiçbiri bana Allah katında bir şey yapamaz. Ben Kitap ve sünnete bağlı kalmaya
devam edeceğim. Allah’a istiğfar ediyorum. O bağışlayandır, merhametlidir.”57
Çağımız
ulemasından Cemaleddin Kasimî de benzer bir yaklaşımla mutaassıplardan
şöyle yakınır: “İnsanları tahkike, delilleri araştırmaya, taassuptan,
hizipçilikten yüz çevirmeye davet edene müçtehit; hikmet ve bilime davet
edenlere tabiatçı; fakirlere yardıma çağıranlara sosyalist;
kabirleri meşru daireler içinde ziyaret etmeye davet edip bid’at ve
hurafelerden sakındırıp sünnete davet edenlere de Vahhâbî denildiğini
görmekteyiz.58
İtidal
ve aşırılık şahıstan şahısa, toplumdan topluma değişiklik arz edebilmektedir.
Sözgelimi bugün başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinde ve diğer bazı ülkelerde
inancının davacısı, ülkesinin ve halkının çıkarlarını gözeten Batılıların
empoze ettiği çözümler dışında çözümler arayan herkes aşırıdır. Ahlakî
değerlere göre ise, İslamî tesettüre riayet eden bir bayan öcü, mürteci,
fanatik olarak algılamak tefrit; baş açık gezen bir bayanı dinsiz, mürtet,
helak olmuş olarak algılamak da ifrattır. Her iki anlayış da yanlıştır.
İslam’ın
rahmet çehresini anlatma bağlamında seferde namazların birleştirilebilip
kısaltılabileceğini anlattığımda, “Hoca! Aşırı gidiyorsun, bir namaz kalmıştı
onu da kaldırdınız.” sitemiyle karşılaştığımı hatırlıyorum. Kimi kesime göre 1400
yıl önce nazil olan hükümleri savunmak aşırılıktır. Kimine göre sıcakta oruç
tutmak, kimine göre genç yaşta ibadet etmek de aşırılıktır. İslam’ı sakal
bırakmaktan ibaret bilen, belirli bir cemaate bağlanmayı İslam’a intisap etmeye
denk tutan, teşehhütte şahadet parmağını oynatmamayı dinden kebair olarak
nitelemek de aşırılık cümlesindendir. Kimine göre Hz. İbrahim’in putçu
düzende putçularla tek başına mücadele etmesi, putları dağıtması “aşırılık”tı.
“İslam’ın
kendisine özgü bir idare biçimi vardır.” diyenler aşırılıkla itham edilmiş,
öyle ki, Yahudi ve Hıristiyanlar hedef alınmış gerekçesiyle Fatiha Sûresi’nin
okunması siyasal İslam’a çağrı olarak nitelendirilmiş. Bayram ve Cuma namazları
siyasi namazlar telakki edilmiş. Kimileri faizden uzak durmayı ifrat emareleri
görürken, kimileri de hacca gitmeyi milli serveti Araplara peşkeş çekmek olarak
değerlendirmiştir. Bazı kesimlere göre, insanları rahatsız ediyor gerekçesiyle
ezan okumak gereksiz, onu Arapça olarak okumak rejim karşıtlığı, teşehhütte
parmakları hareket ettirmek aşırılıktır. Kimisine göre sağ elle yemek,
özellikle gençlerin sakal bırakması aşırlıktır. Dahası; Kitap ehlinin cehenneme
gideceğini söylemek, “İslam’a Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e iman etmeyen Müslüman
değildir.” demek aşırılıktır. Toplumda yerleşik bazı inanç ve davranışları
eleştirmek “fitne” olarak algılanmaktadır. Marufun münker, münkerin maruf
olarak algılanması, hayasızlık, zina, fuhuş, pornonun özendirilmesi, iffet,
haya ve tesettürün yasaklanması, “irtica” olarak algılanması aşırılık değil
midir?
Aynı
hareket bir kesime göre bid’at, diğerine göre sünnet, bir diğerine göre şiddet,
diğerine göre cihad, diğerine göre ibadet, diğerine göre de felaket olarak
algılanabilmektedir. Genç yaşta örtünen kızlarına şu tehdidi savuran ebeveyn aşırı
değil mi: Başını açmazsan evden kaçarım, canıma kıyarım.
Yusuf
Karadâvî ne güzel
demiş: “Kur’an ve sünnete davet etmek, İslam’ın hayat tarzına dönmek için
gayret sarf etmek, Müslümanca yaşamak, İslam ümmetinin birlik ve beraberliği
için uğraşı vermek aşırılıksa, insan ve cinler şahit olsun ki biz öyleyiz.
Cenab-ı Allah’tan bizi bu inanç üzerinde yaşatmasını ve bu inanç üzerinde
ruhumuzu almasını niyaz ediyoruz.”59
Aşırılığın Sorumluları
“Hepiniz
ağlıyorsunuz! Güzel de, Mushaf’ı çalan kim?”
Ebu’l-Hasan
el-Eş’ari
Müslümanların hali pür melali yaşanmış
şu anekdotu hatırlatmaktadır: Rivayet edilir ki; Ebu’l -Hasan el-Eş’ârî,
Basra’da vaazını bitirdikten sonra Mushaf’ının cemaat tarafından
çalındığını fark eder. Cemaat
imamın vaazı karşısında hüngür hüngür ağlamaktadır. Durumu fark eden üstat,
cemaate dönerek manzarayı tek cümleyle özetler: Hepiniz ağlıyorsunuz! Güzel de,
ya Mushaf’ı çalan kim? Herkes, mutedil, yapıcı ve müstakim olduğunu, İslam’ı
temsil eden biricik cemaat ve topluluk olduğunu iddia etmektedir. Aşırılığın
nedenleri araştırılırken hep dinden, dindarlardan dem vurulmaktadır. Ancak
aşırı inkârcılık, aşırı dünyevileşme ve aşırı müstehcenlik üzerinde
durulmamaktadır.
Herkes,
itidalden, kardeşlikten, birlik ve beraberlikten bahsetmekte; aşırılıktan,
bölünmekten, dağılmaktan, bağnazlıktan yakınmaktadır. O halde hali pür
melalimizden sorumlu olan(lar) kim? Cevap basittir; genel anlamda tüm insanlık,
özel anlamda da bizler, yani Mushaf’ı hayattan uzaklaştıran biz Müslümanlar.
Müslümanların hali pür melalinden kimlerin sorumlu olduğunu kabullenen yok. Her
kesim, her cemaat, kendilerini hak, muhaliflerini de batıl kabul etmekte,
kendilerini mutedil, diğerlerini aşırı, ifrat ve tefritçi, bid’atçi ve hatta
münafık ilan edebilmektedir. Neticede herkes Leyla’ya yakın olduğunu iddia
ederken, Leyla herkesten uzak ve beri olduğunu belirtmektedir.
Aşırılıktan, fitne ve fesadın yayılmasından hepimiz sorumluyuz; büyüğümüz,
küçüğümüz, alimimiz, ümmimiz, mürşidimiz, siyasilerimiz, yöneticilerimiz,
fakirimiz, zenginimiz... “Ben Müslümanım” hatta “ben insanım” diyen herkes
konum ve seviyesine göre mevcut olan pür melül halimizden sorumludur.
Halimizden sorumlu olanları özet olarak iki kategoride değerlendirebiliriz:
·
1.
Allah Teala’nın bağışladığı davranışları insafsızca eleştirenler.
·
2.
Allah Teala’nın “günah”tır dediği hususları hoş görenler.60
Aşırılığı
tek bir şahsa, cemaat ya da ekole mal etmek insaflı bir tavır olmasa gerek.
Bazı aşırı grupların söylemleri Mürcie ile, liberal kökencilerin Mutezile
ile, bazılarının Hariciler ile, hatta bazılarının Hindu mistisizmiyle
örtüşmektedir. Bu nedenle bu bölümde ifrat ve tefritin adresi ve önemli
nedenleri üzerinde duracağız.
Aşırılığın Nedenleri
·
I.Kutsama
Kutsama/sözlükte,
“takdis edilmiş, temiz pak, noksan sıfatlardan uzak, dokunulmaz, karşı
çıkılmaz, bozulmaz, sorgulanmaz, aşırı saygı duymak” anlamlarına gelmektedir.
Kutsamanın özünde dokunulmazlık, tartışılmazlık ve bilinçsizlik yatmaktadır.
Kutsal, aynı zamanda “tabu” anlamını da vermektedir. Allah tarafından
bahşedilmiş siyasal güç, kudret ve yine gökten inmiş bir nimet ve bereket
olarak algılanır. Kutsama şahıs, ideoloji, meşrep, mezhep konularında
olabilmektedir. Kutsama, akıl ve düşünceye pranga vurmak, onu devre dışı
bırakmaktır. Kutsamada yeni bir şey söylenmez, geçmişten farklı olarak bir şey
ortaya konmaz, çözüm sunulmaz. Kutsalın olduğu yerde korku egemendir.
Peygamberlik
müessesesi, tabularla mücadele anlamına gelmektir. "Sakın ilahlarınızı
bırakmayın; ne Vedd’i ne Suva’ı ne Yağus’u ne Yeuk’u ve ne de Nesri.” dediler.”61 Âyette söz
konusu edilen isimler, Hz. Âdem ile Hz. Nuh arasındaki dönemde
yaşayan salih kişilerdi. İnsanlar onlara tabi oldular, öldükten sonra
“Heykellerini dikip resimlerini assak daha iyi olur.” şeklinde düşündüler.
Şeytan kendilerine vesvese verdi ve onlara ibadet etmeye kadar götürdü.”62 Hz. Peygamber,
insanları bu tür saplantıya düşmeme konusunda uyararak, “Bana saygınlık
konusunda şeytan sizi aldatmasın. Ben Allah’ın kulu ve elçisiyim. Beni
bulunduğum konumun üstüne çıkarmayın63 demiştir. Öncüleri takva ve zühtleriyle nam
salan Yezidilerin bulundukları hale düşmeleri; öncülerini gereğinden fazla
tazim göstermeleri; yani öncülerini aşırı kutsamalarından kaynaklanmaktadır.64
Kutsama,
“Gözlerini kapa da sonra iman et.” şeklindeki sapmanın bir ifadesidir. Oysa Hz.
İbrahim Allah Teala’ya şu soruyu yöneltmişti: “Bir vakit İbrahim
‘Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster’ demişti. Allah buyurdu: ‘Yoksa
inanmadın mı?’ İbrahim: İnandım, ancak kalbimin iyice yatışması için.’ dedi.”65 Arapların
kutsiyeti bağlamında verilen şu fetvalar kutsiyetin vardığı boyutları
göstermektedir. Arap olan kız, ancak Arap biriyle evlenir. Başkaları ona denk
değildir. Arap varken başkası namazda öne geçemez. Abbasi devletinin
parçalandığı günlerde Selçuklu Komutanı Ertuğrul Bağdat’ı teslim alarak
o zamanki Şii saltanatı yıktı. Halifenin kızıyla evlenmek istedi. Halife
kızını vermeye mecbur kaldı. Nikahtan sonra Halife, “Ben bu nikahı kıydım ama
bu nikah yine de caiz değildir.” dedi. Niçin böyle diyor? Neden, sadece Arap
kavminin kutsiyeti anlayışıdır.
·
2.Ahlak Zaafiyeti
Nefsânî
arzular insanda sahte bir mabut işlevini görmektedir. İnsanlar alıştıkları zevk
ve sefayı rahatça terk etmeye yanaşmazlar; rahatı zora, zevki zühde, hazır
olanı hazır olmayana tercih ederler. "Sen hevesini tanrılaştıran/
gördün mü?”66
"Eğer sana cevap vermezlerse bil ki onlar sırf heveslerine uymaktadırlar.
Allah’tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha şaşkın kim
olabilir?’67
Manevi
afetler, maddi ve zahiri hastalıklardan daha vahim ve daha tehlikelidir. Bazen
hatada ısrar etmek, manevi bir afete neden olabilmektedir. Mesela, toplum için
kibirli bir insan, alkolik birinden daha tehlikelidir. Alkollü, bedenini tahrip
eder; kibirli ise topluma zarar verir, hukuku ihlal eder, gerçeği gizlemeye,
insanları hakir görmeye çalışır. “Ben görürüm, ben bilirim, devlet de benim,
halk da benim, benden izinsiz düşünemezsiniz, nasıl görüyorsam siz de öyle
göreceksiniz.” demeye başlar.
“İblis
dedi ki: Öyle ise and olsun, beni azdırmana karşılık ben de onları saptırmak
için senin doğru yoluna oturacağım. Sonra onlara önlerinden arkalarından,
sağlarından sollarından sokulacağım. Sen de çoğunu şükredici olarak
bulmayacaksın.”68
âyetinin de işaret ettiği gibi, Şeytan insanları mutedil yoldan saptırmak için
devamlı pusuya yatmaktadır. İlk adım olarak inkâra yönlendirir. Bunda muvaffak
olamayınca bid’at, hurafeyle karışık amel ettirmeye çalışır. Onda da netice
alamazsa iki dürtüsünden biri ile saptırır: İnsanı ifrat ve tefritten birine
saptırmaya çalışır. Şöyle ki: Ya sünnetle belirlenmiş sınırları aşmaya, ona
ilaveler yapmaya ya da emirleri eksik yapmaya yönlendirir. Bunu gerçekleştirmek
için de şu yönteme başvurur: İtidal çizgisinden saptırmak için eğildiği kişinin
sapmaya elverişli olup olmadığına dikkat eder. Muhatap sapmaya elverişliyse onu
itidal çizgisinden saptırıp, bid’ate yönlendirir. Sünnete uyma konusunda bir
direnç görse onunla amel etmeye yönlendirir. Amelde onu ifrata kaçmaya zorlar,
fazlasıyla ibadet ettirir, sünneti sollamasını sağlar. Bununla da tatmin
olmazsa, ruh ve bedenine işkence ettirmeye başlar, uyumamaya, istirahat etmemeye
özendirir. İfrat konusunda başarılı olamazsa eksik ibadet yapmaya, yani tefrite
yönlendirir. Amelin önemli olmadığını, iyi niyet ve kalp temizliğinin önemli
olduğunu işlemeye çalışır ve itidal çizgisinden tefrite doğru saptırır.
Konuyla
ilgili olarak İbn Teymiyye şöyle der: “Şeytan her konuda insanı
itidalden saptırıp ifrat ve tefrite düşürmeye çalışır. Mesela merhamet
duygusunu ortaya koyan birinin Allah için nefret etme, Allah için buğzetme,
haram ve münkerler karşısında reaksiyon gösterme duygularını köreltmeye çalışır.
Birisinde kabalık ve katılık görse, onun bu özelliğini Allah rızası dışına
kanalize etmeye çalışır; ihsan, merhamet ve esnekliği unutturur.69
·
3.Kavram Kargaşası
Aşırılığın,
önemli ölçüde kavram kargaşasından kaynaklandığına inanmaktayız. Bu, birinin mukaddes
dediğine öbürünün münecces dediği ve neticede kimin ne dediğinin
anlaşılmadığı bir kavganın adıdır. “İman edip yurtlarından göç eden ve
mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaşanlar ile onları barındıranlar ve yardıma
koşanlar birbirlerinin dostudurlar...”70 71,
“İnkar edenler de birbirlerinin dostlarıdırlar. Böyle yapmasanız yeryüzünde bir
fitne ve büyük bir fesat olur.’’7 Her iki âyette de açıkça
belirtildiği üzere, Müslümanlar belli özelliklere sahip bir toplum olduğu gibi,
gayrimüslimler de belli özelliklere sahip bir toplumdur. Bu realite böyle
algılanmadığı taktirde fitne ve büyük kargaşanın meydana geleceği muhakkaktır.
Her iki âyet de bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Âyetler şu mesajı vermektedir:
Şahsiyet ve değerlerinize sahip çıkmazsanız, bu bilince sahip olmazsanız ve
diğerlerini yerli yerine oturtmazsanız, dünyada çalkantı ve fitnenin meydana
gelmesine sebebiyet verirsiniz. Tevhide sarılmazsanız şirk ve inkâr gelir;
kardeşliği yaymazsanız onun yerine bölücülük, dağılma yerleşir. Anekdotta
anlatıldığı gibi, birbirlerinin dilini bilmeyen dört arkadaş, buldukları bir
miktar parayla üzüm alıp yemek istemişler. Ancak birbirlerine bunu anlatamadıkları
için birbirleriyle boğuşmaya, bağırıp çağırmaya başlamışlar. Oysa hepsi de
buldukları parayla üzüm alıp beraber yemeyi istemiştir. Ne var ki bunu
birbirlerine ifade edememişler. Diğer bir anekdot şudur: Ehliyetsiz, acemi bir
sürücü otobanda kendi şeridini ihlal etmiş ve trafik akışından şikayetçi olmuş
ve şöyle demeye başlamış: Bu insanlara ne oluyor ki, trafik kurallarını ihlal
ediyorlar? Aslında trafik normal mecrasında akıyor, uymayan, acemi olan sadece
kendisidir.
Gündemde
ki tartışmaların çoğu, yaşanan gürültü ve patırtı kavram kargaşasından
kaynaklanmaktadır. Bir düşünürün de dediği gibi; kavramları tanımlamada
anlaşılırsa ihtilaflar kalmaz. Bu nedenle iman, küfür, şirk, bid’at, mezhep
vb. kavramların yerine oturtulması ve içinin doldurulması gerekmektedir.
Sözgelimi, küfür kavramı ele alındığında tekfirde ifrat ve tefrite
gitmenin önemli bir nedeni tespit edilmiş olur.
Aşırı
birçok ekol ve düşünce kavram karmaşasından ortaya çıkmıştır. Mesela, Mürcie
imanı yalnızca inanmaktan ibaret bilirken, Mutezile, imanı dil ile ifade
olarak kabul etmiştir. Her iki ekol de iman kavramının içini doldurmamıştır.
Küfrün inkâr anlamı yanında nankörlük anlamına geldiğini; keza, nifakın da
itikadî ve ameli olmak üzere ikiye ayrıldığını göz ardı etmemek gerek. Selef de
imanı, kalbin doğrulaması, dilin ikrarı ve organların onu hayata geçirmesi
olarak nitelemiştir. Hariciler, hüküm kavramının içini
dolduramadıklarından Müslümanların kanını helal saymışlardır. Bu nedenle
itidali yakalamak için, Arapça dil kurallarını göz önünde bulundurarak, İslam
ulemasının görüşlerini dışlamadan kavramları Kur’an ve sünnet perspektifinden
geçirerek yerine oturtmak gerekir.
·
4.Cehalet Ya Da Yetersiz Donanım
Her
bela ve musibette olduğu gibi, ifrat ve tefritin; yani aşırılığın da en önemli nedeninin
‘cehalet’ olduğuna inanmaktayız. Kıyameti inkâr edenler cehalet ve yersiz
şüphelerden inkâr etmişlerdir. “Allah’ın vaadi haktır. Kıyamet gününde şüphe
yoktur, denildiği zaman; kıyametin ne olduğunu bilmiyoruz, onun bir zandan
ibaret olduğunu sanıyoruz, onun hakkında kesin bir bilgi elde etmiş değiliz,
demiştiniz.”72 Hz.
Isa’nın öldürüldüğünü iddia edenler cehaletten dolayı bu iddiada
bulunmuşlardır. "Zanna uymaktan başka hiçbir bilgileri yoktur.
Kesinlikle onu öldürmemişlerdir.”73 Çocuklarını öldürenler cehaletten dolayı
öldürmüşlerdir. "Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını
öldürenler muhakkak ki zarara uğramışlardır. ”74
Allah’tan
başkasına ibadet etmenin tek nedeni cehalet ve bilgisizliktir. "Müşriklerden
biri senden eman dilerse Allah’ın kelamını işitip dinleyinceye kadar ona eman
ver.”75 âyeti
şirke düşmenin önemli bir nedeninin Kur’an’dan uzak durmak olduğunu
göstermektedir. Cehalet uyuşturur, bu uyuşturmanın neticesidir ki insanlar din
adına helalleri haram, haramları helal kılarlar; masumları suçlu, suçluları
masum ilan ederler; kimileri vecibeleri kaldırır, kimileri de yeni farzlar
ortaya koyar; kimisini tekfir eder, kimilerini bid’atçi, kimilerini de fasık
ilan ederler.
Aşırı
gruplar ilmi, asıl kaynağından ve ehlinden almazlar. Kendilerini helak
ettikleri gibi başkalarını da helak ederler. İfrat ve tefritçi kesim, cehaleti
varlık sebebi olarak bilir, araştırma, inceleme ve düşünmeyi yasaklar. Kilise
bu maksatla tam 12 milyon insanı idam ettirmiştir. Neticede Dekart, Bacon,
John Louk Walter, Hegel, William James, Jean Jacques Russo gibi birçok
düşünür yorganı pireyle beraber yakmıştır ve dini inkâra kadar gitmiştir. Süfyan-i
Sevri, Ibn Uyeyne Abdullah b. Sinan şöyle demişler: Kadı olsaydık hadis
bilmeyen fakihi ve fıkıh bilmeyen hadisçiyi cezalandırırdık.76 Ibn Hazm’ın el-Milel ve’n-Nihel, Eş’ari’nin
Makâlâtü’l-Islâmiyyin ve benzeri ekol ve mezhepler tarihi türü kitaplar
incelendiğinde cehaletin, ifrat ve tefrite götüren en büyük neden olduğu
görülecektir.
Merhum
Akif, her dönemde İslam ve Müslümanların en büyük düşmanı olan cehaleti şöyle
dile getirir:
Eyvah,
bu zilletlere sensin yine illet.
Ey
derd-i cehalet sana düşmekle bu millet
Bir
hale getirdin ki ne din kaldı ne namus!
Ey
sine-i İslam’a çöken kapkara kabus,
Ey
Hasımı hakiki seni öldürmeli evvel;
Sensin
bize düşmanları üstün çıkaran el.77 78
·
5.Taassup ve Taklit
Taassup;
yanlışta ısrar etmektir. Taassup; bir kavim adına olabildiği gibi, insan,
toprak, ideoloji, görüş, tarikat, mezhep vs. adına da olabilmektedir. Taassup,
İslâm’ın öngördüğü düşünsel dinamizmin önüne geçer, araştırmayı önler, içtihat
müessesesini muattal eder. Kur’an’ın yüzlerce âyette emrettiği tefekkür,
araştırma ve ibret almanın önüne set çeker.Taassup sahibini köreltir,gözü
olduğu halde göremez, kulağı olduğu halde duyamaz, aklı olduğu halde düşünemez
hale getirir. Böyle bir hengamede itidalli olmak ve doğruyu bulmak oldukça
güçleşir. Taassuba göre, benim görüşüm din, muhalifimin görüşü ise inkârdır.
Kur'an, yakın-uzak, dost-düşman kim için olursa olsun haktan ayrılmamamızı ve
itidali elden bırakmamamızı emretmektedir: "Ey iman edenler, adaleti
tam yerine getiren, Allah için şahitlik edenler olun. Kendiniz, ana-babanız ve
yakınlarınızın aleyhinde bile olsa, zengin veya fakir de olsalar (adaletten
ayrılmayın). "78
İslâm’ı
yaşama, ona sarılma ve onu tebliğ etme uğrunda her şeyi feda etme ve her
zorluğa katlanma, yerilen taassubun kapsamı dışındadır. Söz konusu hasletler
taassup değil, dinî bilinçtir. Taassubun bir yansıması olarak kimileri
atalarının, kimileri öncülerinin görüş ve sözlerini öne çıkarırlar; öncülerini Mehdi,
muhaliflerini Deccal ilan ederler, bu uğurda nasları fâsit bir yöntemle
te’vil ederler, heva ve arzularına göre hareket ederler. “Yanlarındakini
(Tevrat’ı) tasdik etmek üzere onlara Allah tarafından bir kitap gelince;
önceden inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken o tanıdıkları
kendilerine gelince onu inkâr ettiler...”79 âyeti taassubun Yahudi geleneği
olduğuna dikkat çekmektedir. Taassuptan dolayı İbni Teymiyye, İbn Hazm,
Gazzâlî, İbn Hanbel, İbn Ceriret-Taberî, Abduh, Afgânî ulema, küfür ve
zındıklıkla itham edilmiş, haklarında yersiz fetvalar verilmiştir. Bunun
neticesinde sürgüne gönderilme, zindana atılma, kırbaçlanma gibi cezalara
çarptırılmışlardır; ayrıca eserleri de yakılarak yok edilmek istenmiştir.
Taklidin
tanımı konusunda muhtelif dilcilerin tanımlarındaki ortak öğe şudur: Taklidin
sözlük anlamı; donukluk, eğrilik ve başkalarının güdümünde bulunmaktır.
Istılahî olarak, taklidi tanımlayan alimler, genellikle şu ibareyi kullanırlar:
Taklid; delil araştırmadan ve üzerinde düşünmeden başkasına ait söz veya
hareketlerin doğruluğuna inanmak ve ona uymaktır.80 Reşid Rıza, taklidi şöyle örneklendirir:
“Sözgelimi, ‘Falan insan İmam Şafii’yi taklit etti.’ ifadesinin
tercümesi şudur: Adı geçen kişi, Şafiî’nin görüşlerini ve zanna dayalı
içtihatlarını boynuna gerdan etti.”81
Taassupta
olduğu gibi, iradî ve düşünsel hastalık olan taklide saplanmış biri de başkası
adına konuşur, onun adına ahkâm keser, onun gözüyle meseleleri görmeye çalışır,
elindeki meşaleyi söndürür, körü körüne yürümeye çalışır, başkalarının mumuyla
görmeye uğraşır.
Düşünsel
hastalık taklit ve taassubun gerçekleştiği alan konusunda İbn Teymiyye
şunları der: “Yahudi geleneğini sürdüren birçok fakih ve mutasavvıf, taassup ve
taklit zaafiyetine düşmektedir.”82 İbn Cevzî, mukallidi köre benzeterek şöyle
der: Mukallit, taklit ettiği kişi tarafından dilediği tarafa sürüklenen kör
birisidir.83
·
6.Rabbânî Ulema Kesatı
İslam’da
karar ve hüküm verme mercii ulemadır. Ulemadan kastımız, sadece teolojik
ilimlerde uzmanlaşanlar değildir. Hukukta, sosyal bilimlerde ve fen
bilimlerinde uzmanlaşanlar da kendi alanlarında ulemadır. Yüzmeyi bilmeyenler
dalgalı denize dalarsa neticenin ne olacağı gayet açıktır. “İlmi
Mushaf’tan değil, üstattan al.” vecizesi bu gerçeğe dikkat çekmektedir.
Kur’an, bilmediğimiz konuların ehlinden alınmasını tavsiye ederken buna dikkat
çekmiştir.84
Dağınık
safları birleştirebilecek, aşırılığın önüne sed çekecek, terbiye ve irfan
verecek, başta gençlik olmak üzere vatandaşların elinden tutabilecek, onlara
yön verecek, onları eğitecek şahsiyetlerin azalması ifrat ve tefritin
yayılmasında önemli bir etkendir. Ulema rehberdir; rehber olmayınca insanlar
çobansız ve başı boş bir sürü durumuna düşerler. Ulema güneş misalidir. Güneş olmayınca
insanlar karanlıkta kalır. Bir gün Rabia hıçkırarak ağlıyordu. “Başına
bir felaket mi geldi?” diye kendisine sorulduğunda, “Hayır, alim olmayan birine
fetva soruldu, onun için ağlıyorum.” demiş.85 Ulema, hazık hekimler pozisyonundadırlar; onlar
olmayınca üfürükçü ve kocakarılar insanları tedavi etmeye kalkışacaklardır.
Bir
sınıfta sükunet ortamını öğretmen, askeri birliklerde disiplini komutan
sağladığı gibi, toplumlarda da huzur ve itidali Rabbânî ulema ve kanaat önderleri
sağlamaktadırlar. İslam toplumunda bu tür rehberlerin kesatı ifrat ve tefriti
körüklemektedir.
Toplumda
müçtehit, muhakkik ve müceddid seviyesinde ulemanın yetişmemesi ifrat ve
tefriti tetiklemektedir. Ulemanın bulunmadığı bir topluma “fetret ehli”
yakıştırması da bu anlamdadır.86
Hasan Basri’nin de dikkat çektiği gibi, ulemasız toplum, toplum olma
vasfını yitirmektedir. İnsanlara ifrat, tefrit ve aşırılığın sakıncalarını izah
eden ulemadır. Ulemanın bulunmadığı yerde kargaşa, ihtilaf ve anarşi vardır. İmam
Şafii hakkında, “O dünya için güneş, insanlar için de şifa konumundaydı.
denilmiş olması bundandır. Bir düşünürün,“K7rk yıldır arayıp da bulamadığım
ideal şahsiyet” derken kastettiği bu tür ulema olsa gerek.
Güçlü
şahsiyetlerin toplum üzerinde etkisi malumdur. İnsanlar ulemaya tabi olmakta,
sorun ve sıkıntılarını onlara arz etmektedirler. Konuyla ilgili olarak Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: “İlim zayi olmadan elde etmeye çalışın.” Ashap: “Ey
Allah’ın Resulü!Kur’an elimizde olduğu halde ilim nasıl zayi olur?”dedi. Hz.
Peygamber hiddetlenerek, “Allah müstehakınızı versin! Tevrat ve İncil İsrailoğullarının
elinde olduğu halde helak olmadılar mı? Ulemanın çekilmesi, ilmin zayi olması
demektir.” buyurdu.87
İfrat
veya tefrite saplananların yetişme tarzları incelendiğinde genelde üstatsız ve
eğitimsiz yetiştikleri görülecektir. Yani, rahle-i tedrislerinde oturup ders
alacakları, kendilerini kibir ve riyadan, cehalet ve sapmadan koruyacak, yönlendirecek
ilim ve irfan sahibi ulemadan yararlanmamışlardır. Ellerine verilen kitap ya da
meydan ve hücrelerde aldıkları talimatla yönlendirilmişlerdir. Rabbânî ulema
kesada uğrayınca özellikle gençler kendi başlarına fevri kararlar almaya ve
uygulamaya giderler. Ehil olmadıkları halde içtihat yapmaya ve hüküm vermeye
başlarlar.
İnsanları
idare etmek ve hakka davet edebilmek için bilinç, sabır ve donanım
gerekmektedir. Birçok kişi bir belediyeyi hatta köyü yönetmeye hazır
olmadıkları halde dünyayı yönetmeye yeltenmektedirler. Kimiler riya, inat ve
yönetim sarhoşluğu yönlendirmektedir. Niceleri yöneteyim derken yüzüne gözüne
bulaştırmaktadır. Yönetime talip olduğu halde insanlar arası, uluslararası
yönetimden habersizdir. Yönetime gelse de kötü örnek olmaktan öteye geçmez;
ekonomiden, eğitimden, dünya konjonktüründen habersizdir. Ortaya koyacağı idare
despotizmden başkası değildir. İbn Abidin’in kendi zamanını kastederek, “Fakih/âlim
seviyesinde kimse bulamadım” demesi, Muhammed Reşid Rıza’nın da buna
yakın bir kanaatte bulunması konunun önemine işaret eden örneklerdendir.
Ne
gariptir ki, bazı yerlerde ulema ve avam arasında görülen kavga ve ihtilaf
ulemadan kaynaklanmaktadır. Bir grup alim gençliği hainlikle itham etmekte,
zalime “adil”, adile de “zalim” demekte, iyiliği emretme konusunda sessiz
kalmaktadır. Davet uğrunda işkence görenler için, “Eğer hak tarafta olsalardı
başlarına bu işkenceler gelmezdi” yakıştırmasında bulunmaktadırlar. “Yoksa
siz sizden önce geçenlerin örnek olmuş durumları hiç başınıza gelmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız? Onların başına öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz
zaruretler geldi ve öylesine sarsıldılar ki peygamber ve beraberindeki iman
edenler ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyeceklerdi...’88 Bunlar sanki bu ve benzeri onlarca âyeti
hiç okumamışlar, İbrahim (as)’ın ateşe atılışını, Zekeriya,Yahya
(as) ile birçok peygamber ve davetçinin şehit edilişini duymamışlar. Söz konusu
alimler eleştirme ve doğruyu ortaya koyma yerine, yeni çalışma ve hizmetleri Vahhâbîlik
ve mezhepsizlik vs.olarak nitelemektedirler.
·
7. Aşırı Te’vil
Te’vil,
sözlükte evl kökünden türetilmiş olup geri dönme manasındadır. Istılahî
olarak da, anlamı, birbirine mutabık olan iki ihtimalden birine havale
etmektir.89
Te’vil, doğru te’vil ve aşırı te’vil olmak üzere iki kategoride
incelenir. Aşırı/fâsit te’vil; ilim, irfan, delil, nass ve aklıselimi
dışlayarak heves, taklit, fırka ve mezhep taassubundan kaynaklanan te’vildir.
Diğer bir tanımla, herhangi bir kaide ve kural esas alınmadan, şeriatın maksadı
ve Arapça kurallar dışlanarak heva ve mezhebî temayüller istikametinde yapılan
yorumlardır.
Aşırı
te’vil, Ehl-i Sünnet dahil olmak üzere, tüm fırka, ekol ve gruplarda
görülür. Fâsit/indi te’vil, İslam’la mücadele edenlerin baş vurdukları ilk
malzeme olmuş, Müslümanların saflarının dağılmasına, masum kanlarının
dökülmesine ve sarılması güç yaraların açılmasına neden olmuştur. Kur’an ve
sünneti kötü emellerine alet ettiklerinden, aşırı yorum taraftarlarının İslam
inancına verdikleri zararı başka hiçbir ekol ve akım vermemiştir. “Şüphe yok
ki, O Kur’an’ı biz indirdik. Biz her halde onu muhafaza edeceğiz.”90âyetiyle
belirtilen ilahî inayet ve koruma garantisi olmasaydı belki de fâsit/indi
te’vil taraftarları Kur’an ve Müslümanlar aleyhindeki emellerini
gerçekleştireceklerdi. Hz. Peygamber, ümmeti helake götürecek unsurlar arasında
aşırı te’vili de saymıştır.91
İbn
Kayyım, fâsit
te’vilin İslam toplumunda açmış olduğu yaralar konusunda şunları der: “Yahudiler
yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Biri cennete, diğerleri cehennemdedir.
Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrıldılar; yetmiş biri cehennemde biri
cennetliktir. Allah’a yemin olsun ki, benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya
ayrılacak; yetmiş ikisi cehennemlik, biri cennetliktir.”92 hadisinde söz konusu edilen bölünmenin
aşırı/fâsit te’vilden kaynaklandığına inanmaktayız. Keza; Cemel, Sıffin ve
Hirre savaşlarıyla İbn Zübeytle Ümeyyeoğulları arasında baş gösteren
savaşta dökülen kanlar fâsit te’vilden dolayı idi. Bâtinilik, Grek
felsefesi uzantıları, Nusayriye vb. fırkalar da fâsit ve indi yorumlar
neticesinde ortaya çıkmıştır (...) Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in,
Ehl-i Beytin, Ammar b. Yasir ve arkadaşlarının, İbn Zübeyr, Cafer b.
Adiyy, Said b. Cübeyr’in kanı aşırı/fâsit te’vilden akıtıldı. Ahmed b.
Hanbel’e reva görülen işkence de fâsit te’vildendi.93
Cebriye’nin
Allah’ın mutlak iradesini anlatan bir takım âyetleri94 yanlış te’vil etmeleri nedeniyle masum canlara
kıyılmış ve kanlar dökülmüştür.”95 Kaderiye ekolünün öncüsü Geylan ed-Dimeşki
ilahî iradenin gereğini yerine getirme iddiasıyla birçok katliama bulaşınca, Emevi
halifesi Hişam b. Abdülmelik tarafından idam edilmiştir.96 97
Aşırı
te’vil fitnesiyle helaller haram, haramlar helal kılındı, insan kanı akıtıldı.
Basit bir örnek vermek gerekirse, namazı kaldırmak için “Allah yükünüzü
hafifletmek ister.’87 ayetini basamak olarak kullandılar. “O
öyle bir yaratıcıdır ki yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” 98 âyetiyle de
içkiyi, zinayı helal kılmaya çalıştılar.99 “Hüküm koyma hakkı sadece Allah’ındır.’”100 101 âyetini bağlamından koparıp,
insanların hükmedeceğine dair ayetlerden yüz çevirdiler.
1966’da
Mısır zindanlarında kurulan Tekfir ve Hicret Cemaatı öncüsü Şükrî
Mustafa, “(Şu an) biz ümmi bir topluluğuz, okuma yazma bilmeyiz. hadisini,
okuma yazmanın önüne geçmek için kullandı. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) emrinde kırk iki vahiy
katibinin bulunması bu iddiayı tamamen çürütmektedir.102
“Nice
kimseler Kur’an okudukları halde, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar.’”103
hadisi, tefekkür ve fehim olmaksızın Kur’an okumanın yeterli olmayacağına,
Kur’an’ın ruh ve kalbe inmesinin gerekliliğine dikkat çekmektedir. Âlûsî;
“Bunlardan bir de okuma yazma bilmeyen kesimi vardır ki Kitab’ı bilmezler ancak
birtakım kuruntu yığını hayaller kurarlar...”104 âyetinde geçen emaniyy ifadesinin Kur’an’ı
anlamadan okuyanlar anlamında olduğunu belirtmiştir.105
Aşırı
gruplar, “Cemaatten bir karış ayrılan İslam dairesinden çıkar.”106, “Kim cemaatten
çıkarsa ateşe girmiştir.”107
gibi bazı nasları öne sürerek kendi cemaat imamlarına beyat etmeyenleri ve
cemaatlerine girmeyenleri tekfir ettiler. Oysa İbn Abbas ve oğlu Fadl,
Zübeyr, Halid b. Asid, Mikdad, Selman, Ebu Zerr, Ammar, Berra’ ve Ubey
bir ay boyunca Hz. Ebu Bekir’e beyat etmemişlerdi. Bu sürede acaba onlar
dinde değiller miydi? Keza Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Amr, Muhammed b.
Melsem, Ebu Said el-Hudrî Hz. Ali’ye beyat etmemişlerdi. Kimse onların
dinden çıktığına hükmetmedi.108
Aşırılar,
“İman edip yurtlarından göç eden ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda
savaşanlar ile onları barındıranlar ve yardıma koşanlar birbirlerinin
dostudurlar. İman edip de hicret etmeyenlere gelince; hicret edinceye kadar
sizin için onlara velayet namına bir şey yoktur.’”109 gibi bazı âyetleri öne sürerek küfür
toplumundan hicret etmeyenleri tekfir etmişlerdir. Oysa ashabın tamamı Medine’ye
hicret edememişti. Ancak Mekkeli müşriklerle bağlarını kesmişlerdi. Allah Teala
özürlerini kabul etti.110
Necaşi Müslüman olduğu halde, başında bulunduğu toplumdan tek bir kişi
bile iman etmemişti. Necaşi ne hicret edebildi, ne hacca gidebildi, ne
sünnet oldu, ne Cuma ne bayram namazlarını kılabildi. Kral olmasına rağmen
Kur’an’ın hükümlerini yürürlüğe koyamadı. Kur’an’ın haber verdiği Firavun
hanedanından olan mü’min de böyle idi. İmanını açıkça ortaya koyma imkânına
sahip değildi.111
Aşırı
ile mutedil kesimin referansları aynı olduğu halde, görüşleri tamamen birbirine
zıtlık arz etmektedir. Hz. Ali’ye ölümü reva gören Haricilerin okuduğu
Kur’an ile Hz. Ali’nin okumuş olduğu Kur’an aynıydı. Keza, ameli
gereksiz gören Mürcie ile amel istemeyenleri tekfir eden Haricilerin elindeki
Kur’an aynıydı. O halde sorun nereden kaynaklanıyordu? Kur’an’ı, bir disiplin
içerisinde, Arapça kurallarına riayet etmek suretiyle yorumlama yerine, sünneti
dışlayarak, heva ve hevese göre tefsir etmekten kaynaklanmaktaydı. İbn
Abbas, “Âyetlerimizde ilhade sapan sapkınlar elbette bize gizli kalmazlar.”112 âyetinde
geçen, ilhade sapan ifadesini; kelimeleri bağlamından kopararak
Kur’an’ı anlamaya çalışanlar olarak te’vil etmiştir.113 Hz. Ömer, konuyla ilgili olarak şöyle
der: “Bu ümmet içinde ne imanına göre hareket eden mü’minden, ne de fısk ve
fücuru belli fasıktan endişe duyuyorum. Asıl endişem, Kur’an’ı diliyle
bocalayıp heva ve arzusu istikametinde te’vil eden(ler)dendir.”114 İbadetlere son
vermeye çalışan Zenadika, “Ve sana yakin (ölüm) gelinceye kadar Rabbine
kulluk et.”115
âyetini öne sürerek ibadetlerin süreli bir görev olduğu, insanlarda marifet
hasıl olunca ibadetlerin düşeceği fitnesini yaymaya çalışmışlardır.116 “İşte bu,
bütün insanlar için bir beyan/açıklama ve özellikle korunacak takva sahipleri
için bir hidayet ve öğüttür.”117
Beyaniye ekolünün öncüsü Beyan b. Seman en-Nehdi (1. asır)
taraftarları, âyeti öne sürerek öncüleri Beyan’ın öncülüğünün, Kur’an’la
teyit edildiğini savunmuşlardır.118 Süleyman Ateş ve Yaşar Nuri Öztürk,
“Şüphesiz ki iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler, bunlardan kim
Allah’a ve ahiret gününe inanır iyi bir iş yaparsa elbette onlara rableri
katında mükâfat vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler.”119 âyetinin
tefsiri bağlamında, gayrimüslimlerin Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) inanmadan da
kurtulabileceklerini, dolayısıyla cennete gireceklerini savunmuşlardır. Ateş,
şöyle der: “Müfessirler genellikle kitap ehlinden Allah’a ve ahirete inanmış
kimselerin ancak Hz. Muhammed (sav)’e inanıp Müslüman oldukları takdirde güvene
kavuşup, ahirette üzüntüye uğramayacakları kanaatindedir (...) Fakat
kanaatimize göre ayette böyle bir kayıt yoktur. Ayet mutlaktır. Kur’an’ın
tanımladığı biçimde Allah’a ve ahiret gününe inanan herkesin güvene kavuşup
kurtulacağı bildirilmektedir. Gerek iki kez inmiş bu âyetten, gerek Kur’an’ın
başka âyetlerinden anlıyoruz ki, Allah cennete girmek için üç şart
belirtmiştir. 1. Allah’a şirksiz iman. 2. Ahiret gününe iman. 3. Salih amel.”120 “Allah’ın
rahmetini daraltmaya, son din mensuplarından başka kimsenin cennete
girmeyeceğini iddia etmeye hakkımız var mı?”121 “Kur’an, onların (Yahudi ve Hıristiyanların)
elinde bulunan kutsal kitabın Allah’ın yasası olduğunu kabul ediyor ve
kendisinin de onun anlattıklarına uygun bulunduğunu vurguluyor. Onları doğru
biçimde uygulasalar İsrailoğullarına yeterli gelmektedir.”122 Yaşar Nuri Öztürk de Ateş’e
yakın ifadeler kullanır. Şöyle der: “Bu âyetlerin beyanına göre ebedi
kurtuluşun üç temel şartı vardır.1.Allah’a iman,2. Ahirete iman, 3. Barışa
yönelik hizmetler sergilemek. Âyetlerin açık beyanlarına göre bu üç şartı
taşıyanlar ister Müslüman, ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister Sabiî olsun
ölüm sonrası kurtuluşu elde ederler.”123
Ateş
ve Öztürkün gayrimüslimlerin cennete gireceklerine delil olarak öne
sürdükleri âyet şu mesajları vermektedir: 1. İnsanların yaptıkları ve
bulundukları konum ne olursa olsun iman edip amel işledikleri takdirde Allah
mükafatlarını verecektir. Bunlar ister Müslüman, ister Yahudi,
ister Hıristiyan ister Sabii, isterse müşrik olsun, hüküm
değişmez. 2. Âyet, Hz. Peygamber gelmezden önce temiz fıtratlarıyla iman edip,
içki, cinayet, zina benzeri kötülüklere bulaşmayan Kus b. Saide, Zeyd
b. Amr ve Varaka b. Nevfel gibi şahsiyetlerin yaptıklarının boşuna
gitmeyeceğini belirtir.124
Ubeydullahın
Afrika’yı fethettiği sırada Kutame kabilesinden Nasrullah ve Feth
adlarında iki yardımcısı vardı. Zaman zaman kendilerine şöyle derdi: “Sizler
Allah’ın Nasr sûresinde kastettiği şahsiyetlersiniz. Söz konusu edilen
hükümdar Ubeydullah, Kur’an metni üzerinde tahrifat yapma cüretini de
göstermişti. Şöyle ki, “Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz.’”125
âyetinde geçen küntüm/idiniz kelimesini çıkarıp kendi kabilesinin ismi
olan Kutame kelimesini yerleştirme cüretini göstermiştir.126
Haricîler,
“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, kesinlikle karınlarına sadece
bir ateş yerler ve yarın çılgın bir ateşe yaslanırlar.’”127 âyetini öne sürerek, yetim malından iki
kuruşluk mal yiyen birinin ateşlik olduğunu, yetimi öldüren ve karnını yarana
ise bir günah olmadığını savunmuşlardır.128 “Hüküm ancak Allah’ındır.’’129 âyetini öne
sürerek de, başta Hz. Ali olmak üzere, Tahkim olayına adı karışan
herkesi tekfir etmişlerdir.130
Ibn Sina, “(Kur’an’ın aslı) Levh-i Mahfuzdadır.’’131 âyetinte geçen Levh-i Mahfuz’u felekî
nefis olarak tefsir etmiştir.132 Keza, Kur”an’da geçen cin
kelimesini gizlenmek; insan kelimesini de ünsiyet ile te’vil
etmiştir.133 Bu
yorumlar Batinî yorumdan öteye geçmez. Aşırı ekollerde ortak payda,
hepsinin rumuz ve işaretlerle hareket etmeleridir. Görüldüğü gibi aşırı
te’vil, ifrat ve tefriti her yönüyle körüklemiştir.
·
8. İslam Ahkâmını Uygulayan
Toplumların Bulunmayışı
İslam’ın
temel hedeflerinden birisi, yeryüzünde sulh, emniyet ve barış temin eden bir
toplum oluşturmaktır. Kitap ve elçiler bu hedefi gerçekleştirmek için
gönderildi. “Ey iman edenler, topluca barış içinde olunuz...”134 âyeti bunu
önermektedir. Müslümanlara dayatılan despot rejimler, insana hayvan kanı
enjekte etmeye benzer. İslam toplumu her şeyi ile yabancı olan bir dayatmaya
alışmadı, ona yabancı kaldı. “Ey Rabbim! Benim için katından yardım edici
bir kuvvet/devlet ver.”135
âyeti, Müslümanların vahdetini sağlayacak, muarızlarına gözdağı verebilecek,
aşırı akım ve ideolojilere karşı duracak, dahilî ve haricî sorunlarının üstesinden
gelebilecek, güçlü siyasi bir otorite önermektedir. Ne var ki Osmanlı
Devleti’nin dağılmasından sonra böyle bir yapı oluşmadı. Birey tek başına
kendisine yön vermeye, kendisini zararlı unsurlardan korunmaya ehil değildir. "Onlar
ki kendilerini yeryüzünde iktidar mevkiine getirdiğimiz taktirde, namazı
kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emreder kötülükten nehyederler”136, "Siz
insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliğin
yapılmasını emreder kötülüğün yapılmasını yasaklarsınız ve Allah’a iman
edersiniz...”137,
"İşte böyle; sizi insanlar üzerine adalet örneği, hak şahitleri olasınız,
Peygamber de sizin üzerinize şahit/örnek olsun diye doğru bir caddeye çıkarıp
ortada yürüyen bir toplum yaptık.”138 âyetleri, insanlığa örnek olabilecek
erdemli toplumun önemli özelliklerini ortaya koymaktadır. Âyetlerin de işaret
ettiği gibi, ideal toplumun en belirgin özelliği, insanlığa güzeli, doğruyu
götürmek, onları yanlış ve kötülükten alıkoymaktır.
Erdemli
toplum, insanları ırka, renge, bölgeye göre değil, şuur, hizmet, ilim ve
takvaya göre değerlendiren toplumdur. Erdemli toplum dünya sahnesinden
çekilince, bireyler böyle bir toplumu oluşturmak için uğraşı verdiler. Böyle
bir yönetim de ancak kendi iklim ve coğrafyasında uygulanma imkânını bulur. "İyi
ve münbit arazi, Rabbinin izniyle iyi ve bol ürün verir. Kötü ve çorak arazi
ise pek verimli ürün vermez.”139
Aşırı akımlar, adil Müslüman bir toplumda yayılma imkânını bulamaz.
İslam
coğrafyasında estirilen dehşet, korku, buhran ve aşırılığın bir nedeni de
Müslümanların kendilerini düalizm içinde görmeleridir. Müslümanlar eğitimde,
medyada ahlak ve yönetimde düalizmle karşılaşmaktadırlar. İslam’ın inanç ve
ahlakıyla ilgili olarak okuduklarıyla yaşadıkları çelişki arz edince tuhaf bir
manzara ortaya çıkmaktadır. Bir araba düşünelim ki bir güç onu öne, diğer bir
güç de onu geriye doğru çekmektedir, arabada bulunanlar hayret ve dehşete
kapılmayacaklar mı?
·
9. İslam Aleyhinde Sürdürülen
Propaganda ve Müslümanlara Reva Görülen İşkence ve Küresel Terör
Müslüman
toplumlarda görülen aşırılığın nedenleri irdelendiğinde, dünyanın bir çok
yerinde Müslümanların ezilmekte ve horlanmakta olduğu gerçeği de bir neden
olarak görülecektir. Amerika Merkezi Haber Alma Örgütü, 1983 yılında sadece
İslamî uyanış konusunda 120’den fazla konferans veya toplantıyı tamamen veya
kısmen açıktan veya gizli olarak finanse etmiştir.140
Başta
ABD ve diğer Batı devletleri olmak üzere İslam muarızları, İslam ve
Müslümanları ortadan kaldırmak için İslam’ı “aşırıların dini” olarak lanse
etmeye çalışmakta ve İslam’ın hayatın bütününde uygulanmasına müsaade
etmemektedirler. İslam ülkelerinde seçim kampanyalarında dini söylemlere tahammül
edilmezken başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinde din, en önemli propaganda
unsurudur. Demokratik ve sosyalist Hıristiyan partilerin bu ülkelerdeki rolü
inkâr edilemez. Sosyal ve siyasal anlaşmazlıklarda din, kilise ve papa
belirleyici unsurlardır. İsrail’deki parti ve hareketlerde de din, haham ve
havra ön plandadır. Sırplar işgal ettikleri yerlerde “gelin kiliselerde
Hıristiyan olun size kimse dokunmaz” diyerek savaşma amaçlarını; ABD de,
Irak’ta yüz binlerce İncil dağıtarak işgalin asıl maksadını ortaya koymuştur.
Bu uygulamalar şairin şu beytini hatırlatmaktadır:
Bu
bahçede bülbül dışında karga ve baykuş türü her kuşa ötme hakkı vardır.
İslam
toplumlarında müsaade edilen İslam; Cebriyeci, bid’atçi, yönetilen, yön veren
değil yönlendirilen bir İslam profilidir. İzzet, ilim, irfan, kuvvet, dünya ve
ahiret dengesini beraber götüren İslam’a ise müsaade edilmemektedir.
İnançlarından dolayı işkenceye maruz bırakılan Müslümanlar kendi kendilerine şu
soruları yönelttiler: “Bizlere reva görülen bu işkenceler nedendir? Niçin bu
acı ve sıkıntılara maruz bırakılıyoruz? Kimsenin hakkını çiğnemedik. Kimseye
hakaret etmedik. Katil değiliz. Terörist değiliz. Devlete, kamuoyuna hiçbir
zarar vermedik. Sadece, Aziz ve Hamid olan Allah’a iman ettik. Allah’ı ve O’nun
Resulü’nü canımızdan, en yakın akrabalarımızdan çok sevdik. İnancımızı yaşamak
istiyoruz. Allah’ın sevdiği kullar olmak istiyoruz. Bunun dışında bir şey
yapmadık, istemedik, yaptırmadık.” Bunu diyenlere yapılmadık işkence
bırakılmadı. Mesela, bir cami imam- hatibi bir gazetenin provokasyonuyla irtica
yapıyor diye savcılığa şikayet edilmiş. İşlenen suç, kıblenin biraz sağa dönük
olduğunu bildiren eski yazılı ufak bir levhanın bulundurulması idi. O masum
imam-hatip aylarca mahkeme kapılarında süründürülmüştü. Oysa birçok üniversite
ve lisede Arapça mecburi dersler arasındadır.İngilizce, Rusça vs.
yazılsaydı aynı tepki olur muydu?Hz. Peygamber emperyalist güçlerin İslam
toplumuna saldırılarını şöyle tasvir eder: “Oburların sofraya üşüşmesi gibi
milletler sizlere hücum edecektir. Ashap:
·
-
Ey Allah’ın Resulü onların hücumu az oluşumuzdan mı olacak?
·
-
Hayır, sizler sayı olarak çok olacaksınız; ancak selin kenarındaki çer çöp gibi
olacaksınız. Allah düşmanınızın kalbinden sizin korkunuzu alacaktır. Kalbinize
vehn yerleştirecektir.
·
-
Vehn nedir ey Allah’ın Resulü?
·
-
Dünyevileşme ve ölüm korkusudur44
Küffarın;
tarih boyunca, eline fırsat geçtikçe, hukuk ve yasa tanımadan mü’minlere
yaptığı işkenceleri, Merhum Seyyid Kutub, “Onlar bir mü’min hakkında ne
akrabalık bağlarına, ne de anlaşma hükümlerine niyet ederler. Onlar
mütecavizlerin ta kendileridir.’12 âyeti bağlamında
değerlendirerek (özet olarak) şunları der: “Onlardaki düşmanlık sıfatının kökü,
oldukça derinlerdedir. Bizzat imandan nefret etmek ve insanları ondan
alıkoymakla işe başlarlar. Sonra bizzat imanın karşısına dikilmekle, mü’minlere
işkence etmek için fırsat kollamakla ve güçlerinin yeteceğine inanıp
kuvvetlerinden emin oldukları zaman Müslümanlarla olan bağlarına ve
muahedelerine riâyet etmemekle devam ettirirler. Müşrikler; Hz.Nuh’a, Hz.
Hûd’a, Hz. Salih’e, Hz. İbrahim’e,Hz.Şuayb’a,Hz.Musa’ya,Hz. Isa’ya ve
onlara inananlara kendi dönemlerinde neler yapmadılar ki?Sonra Hz.Muhammed’e ve
Müslümanlara karşı neler neler yaptılar? Onlar, şâyet güçlü kuvvetli olurlarsa,
mü’minlerle yaptıkları sözleşmeye ve teminata riâyet etmezler. Moğollar,
Bağdat’a girdiler ve kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç, ayakta durabilen ne
kadar canlı varsa 141 142 hepsini
öldürdüler. Halkın bir çoğu mahzenlere, hayvan ağıllarına ve haşhaş tarlalarına
sindiler. Buralarda günlerce hapis kaldılar. Bir grup insan bir hana sığınıyor
ve hanın kapılarını kapatıyor. Tatarlar geliyor kapıları kırarak veya yakarak
açıyor, içeri giriyorlar. Bunu gören zavallılar kaçışıyor ve en üst katlara
doğru çıkıyorlar. Tatarlar, onları yakalayıp coplarla öldürüyorlar. Handan
dışarıya doğru oluk oluk kan akmaya başlıyor. -İnnâ lillâh ve innâ ileyhi
râciûn-Mescitlerde, camilerde ve ağıllarda da aynı işlem tatbik ediliyor.
Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve kendilerine sığınan Rafizi Vezir İbn
Alkani’nin evine kapananlardan başka bir tek fert kurtulamıyor. Bir de bazı
tüccarlar mallarını, mülklerini vermek suretiyle canlarını kurtarabiliyorlar. Bağdat,
bütünüyle harap edildi. Ancak, parmakla sayılacak birkaç insan ayakta
kalabildi. Onlar da korku ve zillet içinde. Bu faciada Bağdat’ta
öldürülen Müslümanların sayısı hakkında ihtilaf vardır. Bir kısmı; 800.000, bir
kısmı da 1.000.000 diyordu. Başkaları da 2.000.000 insanın katledildiğini
söylüyordu. -La havle vela kuvvete illa billah-40. günün sonunda
mukadder facia sona erince Bağdat’ın her tarafı çökmüş, yıkılmış ve
parmakla sayılacak kadar az insan hayatta kalabilmişti. Yollarda, ölülerden
tepeler meydana gelmişti. Yağan yağmurlar, ölülerin şekillerini değiştirmiş,
cesetler her tarafa dayanılmaz bir koku neşretmeye başlamıştı. Bu hal, temiz
havayı bile değiştirdi. Bundan dolayı şiddetli bir veba baş gösterdi. Bu
hastalık rüzgarlarla Şam diyarlarına sirâyet etmişti. Kötü koku ve havanın
değişmesi sebebiyle bir sürü insanın dünyası değişti. Veba, taun, bela,
musibet, yokluk adeta insanları mahvetmek için birleşmişlerdi. Bu, tarihi
vakıalardan bir tanesidir. Görüyoruz ki müşrikler, Müslümanlara güçleri yeterse
ne verilen sözlere, ne yapılan antlaşmalara riâyet etmektedirler. Bu, tarihin
uzak devirlerinde ve mazinin karanlıklarında kaybolup giden Tatarlara mahsus
bir tarihi vakıa mıdır?
Hindistan’la
Pakistan ayrıldıkları zaman, Hindu putperestlerin Müslümanlara yaptıkları
şenaat ve ihanetler, eski devirlerde Moğolların yaptıklarından hiç de aşağı
kalmaz. Hindistan’dan hicret eden 8.000.000 Müslümandan, -barbarların, Hindistan’da
kalan Müslümanlara yaptıkları zulümden kurtulmak için hicreti tercih
etmişlerdi- sadece 3.000.000’u Pakistan”a ulaşabildi. Kalan 5.000.000 kişiye
gelince; onların hesabı yollarda görülmüştü.
Moğolların,
komünist Rusya’daki ve Ç/n’deki halefleri, oradaki Müslümanlara
neler yaptılar neler... Çeyrek asır içinde 26.000.000 Müslümanın canına
kıydılar. Her sene bir milyon kişi. Bu öldürme ameliyesi, devam edip
gitmektedir. İnsanı titreten, tüylerini diken diken eden o cehennemi işkenceler
(...) Çin kıtasında Müslüman Türkistanlılara karşı, Tatarların şenaatlerini
gölgede bırakan olaylar vuku buldu. Müslümanlar liderlerden biri getirildi, ana
caddede bir kuyu kazıldı. İşkence ve baskı ile Müslümanlar, insan pisliklerini
getirmeye zorlandı. (Devlet onları bütün ahaliden gübre olarak kullanmak için
almıştı. Halbuki şimdi yemek olarak kullanıyordu!!!) Getirilen pislikleri,
kuyudaki Müslüman liderin üzerine boşalttılar. Üç gün müddetle bu ameliye devam
etti. Ve sonunda adam, kuyuda boğularak öldü.
Komünist
Yugoslavya’da Müslümanlara aynı şenaatleri uyguladı. Komünizmin
Yugoslavya’ya yerleşmesinden sonra 2. Dünya Harbi’nden bu yana milyonlarca
Müslümanın canına kıyıldı. Aynı katliam ve aynı vahşi işkenceler halen devam
etmektedir. Erkekler, kadınlar pastırma makinelerine sokuluyor ve diğer
taraftan etten, kemikten, kandan bir mamul halinde çıkarılıyordu.
Bu
durum sadece Arap Yarımadası’na has geçici bir durum değildir. Hatta Bağdat’a
has muvakkat bir facia değildi. Şurası muhakkak ve kati bir gerçektir ki;
nerede mü’min kitleler bulunursa ve nerede yalnız ve yalnız Allah’a tapılırsa,
ne zaman ve nerede Allah’tan başkasına tapan mülhitler ve imansızlar da mevcut
olursa yukarda zikri geçen durumlar tekrarlanacaktır; aksi imkânsızdır.”143
Batı’nın
İslam ülkeleri üzerindeki emperyalist emelleri sürdüğü müddetçe reaksiyon
almaya devam edecektir. Fransızlar, Mısır’ı işgal ettiklerinde Müslüman
kadınları haya ve vakarlarından uzaklaştırmak amacıyla, beraberlerinde
müstehcen kıyafetler giyen kadınlar da getirmişlerdi. Onlar bununla ülkeleri
işgal gayesini de ortaya koymuş oluyorlardı. Batı yanlısı Mısırlı siyaset adamı
Sa’d Zağlul verdiği konferanslara bayanların katılmasını başı açık olma
şartına bağlamıştı. Bu baskıcı işkenceci akımlar dış kaynaklı ve siyasidir.
İslam toplumunu dışardan yıkamayan muarızları onu özellikle içten yıkmayı
hedeflediler. Dış güçler de bundan hiç bir desteği esirgememektedir.
İngiltere’nin
sabık başbakanı Margaret Teatcher, İslam tehlikesine karşı koymak için Atlantik
sözleşmesinin yeniden yürürlüğe girmesi gerektiğini,söylüyordu. ABD sabık
başkanı Nixon, “gelecekte İslam, fanatik bir güç olacak. Bundan korunmak
için Batı’nın Moskova ile işbirliği yapması gerekir. İslam ve Batı
düşman iki bloktur. Batı buna göre tedbir almak durumundadır.” demektedir.144 Bosna-Hersekte
sekiz masum Müslümanı şehit eden Sırp kasabı Miloseviç: “Biz, Avrupa’yı
İslam tehlikesinden korumak amacıyla savaştık. Avrupa’da İslam’a davet
edenlerle savaşmaya devam edeceğiz.”145
Mısırlı
yazar Hüdâ Şa’ravi başörtülü olarak eğitim gayesiyle Fransa’ya gider.
Dönüşte başörtüsünü çıkarır ve başörtüsü aleyhinde hummalı bir çalışmaya girer.
Kadının örtüsüyle ilgili bir miting düzenler. Beşşarmeydanında
katılımcılardan başörtülerini çıkarmalarını ve üzerlerine yakıt dökerek
yakmalarını ister. İsteği hemen uygulanır.146 Cemal Abdünnasır döneminde Hamza
el-Masyundi adındaki cellat zindandaki Müslümanlarla istihza ederek,
“Tanrınız nerede, getirin ona da kelepçe vurayım.” derdi. Takdir-i ilahî, bir
araç aracına çarptı; çelik bir çubuk vücuduna saplandı ve öldürdü.147 Mısır’ın sabık
devlet başkanı Enver Sedat da İslam ve Müslümanlara reva gördüğü baskı
ve işkencelere kurban gitmiştir. Çağdaş komünist yazar Yusuf İdris,Çin
lideri Matus Tang’e olan bağlılığını Müslüman şahsiyetlerle istihza
ederek seslendirmiştir. Şöyle der: Liderimiz Matusi Tang cennetle
müjdelenen on kişiden biri olarak yer almalıdır.148 Ateist bir liderin İslam’ın öncüleri arasında
anılması Müslüman kamuoyunu rahatsız etmişti. İngiltere’nin sabık başbakanı Margaret
Teacher şöyle der: Ortadoğu Bolşevik (İslamcı) tehlikesiyle karşı
karşıyadır. Batı topyekun ona karşı harp ilan etmelidir. ABD Adalet Bakanı John
Oskirford Müslümanlara olan kinini şöyle dillendirir: “Aksini ispat
etmeyinceye dek her Müslüman mahkûmdur. İslam şiddet/terör dinidir. Allah adına
öldürtmek için senden çocuğunu istiyor. Biz ise senin için ölüme gidiyoruz.”149
Batılılar;
Hindistan, Cezayir, Irak ve diğer coğrafyalarda yüz binlerce insanı
katlettikleri halde, hayvan ağıl ve inlerinin hava derecesini özenle takip
ederler; soğuk havada kaloriferi çalışmayan ağıl sahiplerini, yasal müeyyideler
uygulamakla tehdit ederler.
Bir çok İslam ülkesinde münferit de
olsa tüyler ürperten uygulamalar görüldü. Abbasioğulları halifelerinden biri
yönetimi devralınca, bizzat kendi eliyle intikam almadığı gerekçesiyle
Ümeyyeoğullarından vefat etmiş muhaliflerinin çürümüş kemiklerini mezardan
çıkartmış, onları kırbaçlatmış sonra da sembolik olarak idam ettirmek suretiyle
kin ve nefretini yatıştırmaya çalışmıştır.150 İşkenceye;
çağımızda, aşırılığın öncüsü ve uygulayıcısı Mısır hapishanelerinde start
verildi. Asrımızda aşırılığın öncüsü ve uygulayıcısı et-Tekfir ve’l- Hicre
cemaatı zindanlarda kuruldu. Aşırılığın önemli iki öncüsü Salih Saraya
ve Şükrî Mustafa mutedil Müslüman organizasyon Müslüman Kardeşler
teşkilatının üyesiydiler. Cezaevinde maruz kaldıkları işkenceler nedeniyle
çizgilerini değiştirip aşırı bir duruş sergilemeye; kendilerine eziyet edenleri
tekfir etmeye başladılar. Bununla yetinmediler; taklit edenleri, oy
kullananları, resmi görev alanları tekfire kadar gittiler. Mısır’da insan
hakları ihlali ayyuka çıktı. Hukuk devre dışı bırakıldı. İşkence, baskı, ceza
ve ihlallerin en barbarcası sergilendi. İşkence ve baskılar o seviyeye ulaştı
ki Müslüman cemiyet üyeleri akıl almaz işkencelere maruz bırakıldılar,
bedenleri köpeklere parçalatıldı, diri diri toprağa gömüldüler. Bunlar arasında büyük davetçi
hatun Zeynep Gazzâlî de yer almaktaydı. Zeynep Gazzâlî Hatıralar
isimli hayat hikâyesinde Müslümanlara yapılan işkencelere yer verir. Şöyle der:
Rejim cellatları tehditler savuruyorlardı: “Size işkence ediyoruz, kendisine
ibadet ettiğiniz Allah’ınız sizi kurtarsın.” gibi alaycı sözler sarf
ediyorlardı. Müslümanların
başlarını tıraş ettikten sonra arı, tahtakurusu ve ısırıcı haşereleri başlarına
salıyorlardı, kaçmamaları için de el ve ayakları bağlanıyordu. Bazen bıyık ve
kaşlarının kıllarını birer birer yoluyorlardı, tırnakları çekiliyordu. Başta
Mısır ve Cezayir olmak üzere birçok ülkede mütedeyyin insanlar güneş sıcağı
altında saatlerce bekletiliyordu.151 Kur’an en güzelini söylemiştir: "Eğer
size karşı bir fırsat bulsalar ne hakkınızı gözetir, ne hukuka ne de
antlaşma(lar)a riâyet ederler.’”152 Gazze’deki Filistin eski güvenlik baş
sorumlusu Muhammed Dahlan’ın İsrailli bir gazeteciye söylediği; “Bu
intihar bombacılarının en büyük imalathanesi sizin siyasetçilerinizdir.” sözü
bir gerçeği daha ortaya koymaktadır.153
İslam
ülkelerinden birinin başındaki despot, bir gecede 18 bin kişiyi tutuklamayı bir
övünme hareketi olarak artıları arasında saymıştır.154 Modern çağda “kutsal savaş” çağrısını yapan
bazı liderler de aşırılığı körüklemektedirler. Nato’nun sabık patronu Willy
Claes’in, “Komünizmin yerini İslam aldı.” hezeyanı, Müslümanlarla
karşılaştıklarında kullandıkları; “Ey katiller, ey öcüler” benzeri ifadeler
İslam karşıtı söylem örnekleridir. Haçlı Savaşları sırasında Müslümanlara
“Muhammedi”, emperyalizm döneminde ise “medenileşmemişler”, ”eğitimsizler”,
”barbarlar”, “öcüler” vs. yakıştırmalar yapıldı. Modernizm, emperyalizm,
sekülerizm ve pozitivizmin yanlışlarına direnen Müslümanlar “irticacı”,
“mürteci” ve “fundamentalist” olarak algılandı. Bu satırları dizdiğimiz
günlerde meşhur bir iş adamı; “Ben sakallıları işe almam.” ilanını veriyordu.
Papa 16. Benedikt, Almanya’nın güneyinde Bavyera eyaletinde verdiği bir
konferansta bir saldırıya uğradı. Hiç gerekçe yokken, hiç alaka bulunmazken
İslam’a, onun peygamberine saldırıda bulundu. Bazı filozofların, “Ademoğlu,
insan maskesi takmış kurttur.” vecizesiyle bazı edebiyatçıların, “İnsan savaşan
bir hayvandır.” ifadeleri boşuna olmasa gerek. İsrail’in sabık başbakanlarından
Menahin Begin’in, kan kokan şu ifadesi aynı anlamdadır: “Savaşıyorum, o
halde varım!”
Diyalog
adına düzenlenen bazı etkinliklerde Hıristiyan düşünürler İslam’ın semâvî bir
din olmadığında ısrar etmektedirler. Bunun okunuşu şudur: İslam her şeyi ile
hayaller üzerine kurulmuştur; Kur’an, vahiy, peygamber, hep masaldır. Mısır’da
düzenlenen diyalog platformunda Hıristiyan katılımcılar İslam dinine “semâvî
din” dememek için ısrar ettiler.
Hindistan’da,
Lübnan’da, Kıbrıs’ta, Doğu Türkistan’da, Bulgaristan’da, Cezayir’de, Irak’ta
Müslümanlara yapılan asimilasyon ve tecavüzler ciltleri dolduracak türdendir.
Sadece Irak’ta bir milyon iki yüz bin insan öldürüldü, yüz bin kadının iffeti
kirletildi, karınlarındaki ceninlerin cinsiyetini tespit etmek hezeyanıyla
karınları yarıldı. O ailelerin hayatta kalan bireyleri, akrabalarının
intikamını almak için her şeye başvuracaklarına dair yemin ettiler. Söz konusu
Müslümanların içinde bulundukları halet-i ruhiyeyi tahmin etmek zor olmasa
gerek. Batı’nın hegemonik ve sömürgeci politikası neticesinde bir çok yerde
onlar üretiyor, Müslümanlar tüketiyor; bazen de Müslümanlar üretiyor, onlar
yiyor; onlar öğretiyor, Müslümanlar öğreniyor. Neticede Müslümanlar onların
uslu öğrencileri haline geldiler.
Emperyalizm
İslam coğrafyasını sözde terk edince, geride kendi adlarına çalışan ve
kendileri gibi düşünen odaklar bıraktı. 06.07.2007 tarihinde bazı gazeteler şu
haberi geçti. ABD başkanlığı için yarışan Tom Tancredo, “el-Kaide bizi
bombalarsa biz de Ka’be’yi bombalarız.” dedi. Bu satırları yazdığımız sırada
ajanslar, ABD yetkililerinden “Ka’be’yi bombalayabiliriz!” tehditlerini
geçiyordu. Müslümanların en kutsal yerlerini bombalamayı seçim propagandası
haline getirmek aşırılık ve şiddeti nasıl önleyecektir?
Batı’ya
oranla, terör ve şiddet olaylarının İslam ülkelerinde görülmesinin nedeni
değişim süreciyle ilgilidir. Yabancı kültürlerin İslam alemine empoze
edilmesiyle yakından ilgilidir. Şöyle ki: Aydınlık ile karanlık, hak ile batıl,
iffet ile müstehcenlik bir arada bulunmaz. İslam ülkelerine dışardan sokulan
ideoloji ve yenilikler onun değer ve inancıyla çelişmektedir. Hindu biri için
şu yakıştırmada bulunulmuş: Hindu biri her şeydir. Yani her inancı kabul etmeye
müsaittir. Keza Hindu biri hiçbir şey değildir; yani belli bir duruş, değer ve
dünya görüşü yoktur, varlığıyla yokluğu aynıdır. Müslüman ise şahsiyet sahibidir;
mefkuresi, duruşu bellidir, yabancı kan kabul etmez, dışardan empoze edilen
değerlere karşı durur, reaksiyon gösterir, inanç ve kimliğini korumak için
gerekirse en kıymetli varlığını verir. Bu nedenle İslam aleminde görülen
çalkantı ve sıkıntılar emperyalizme bir reaksiyondur, varlığını sürdürme
mücadelesi ve öze dönüş mücadelesidir.
Şiddet
olaylarının İslam coğrafyasında daha çok görülmesi çağdaş davetçi ve düşünür Ebu’l-Hasan
Ali Hasanî en-Nedvi’yi de uzun süre düşündürmüştür. Neticede konuyla ilgili
düşüncelerini şöyle özetlemiştir: “İki zıt kutup birleşmez, bir araya gelmez.” Üstad
en-Nedvi, şunu demek istemiştir: İslam coğrafyasındaki kem gözler ve art
niyetlere karşı bir direnç söz konusudur. Olup bitenler, emperyalistlerin kötü
emel ve entrikalarına karşı Müslüman kamuoyunun bir refleksidir. Bir böcek bile
kendisine gelecek bir tehlikeye karşı savunma mekanizmasını ortaya koyuyorsa
elbette eşrefi mahluk olan insanın kendisini koruma hakkı olacaktır. Yahudi,
Hıristiyan, Buda ve Hindu fanatikleri sayısız katliam, terör
eylemlerini gerçekleştirdikleri halde sadece İslam’ın terörle özdeşleştirilmesi
bunun bir şahididir. İngiltere Başbakanı John Mager’in, “Ne Bosna
Hersek’in Müslümanların eline geçmesine ve ne de Avrupa’da bir devletin
kurulmasına asla müsaade etmeyiz.”155 demesi Üstat en-Nedvi’yi haklı
çıkarmıyor mu? “Lut kavminin cevabı ise, ‘çıkarın şunları memleketinizden
çünkü onlar çok temiz insanlarmış’ demelerinden başka bir şey değildi.”156 âyeti körler
adasında görenlere yaşama hakkı tanınmadığı gibi, iffetli insanlara da cahil
toplumlarda yaşama hakkı verilmediğine dikkat çekmektedir. İdeoloji ve
düşüncesini hayata geçirmek için şiddete başvuran, aşırılığı sahnelerken, inançlarına
karşı sıcak ya da soğuk savaş ilan edenler de aşırıdırlar. Yahudi ve Hıristiyan
fanatikler güç kullanarak batıl inançlarını, uyuşturucuyu, müstehcenliği İslam
ülkelerinde yaymaya başladılar. Bir kadeh içkinin, erotik bir kıyafetin
kendileri için yüzlerce mermi ve askerden daha etkili olduğunu savundular.
Hasan
el-Bennâ şehit
edilince cenazesi mezarlığa götürülür. Polisler bir pencereden Fatiha
okuyan birinin sesini işitirler. Hemen evine baskın yaparlar. Çocukları
arasında onu sorgulamaya başlarlar: “Gerçekten Hasan el- Benna’ya Fatiha
okudun mu?” diye sorarlar. “Evet” deyince, tokat ve coplar başına inmeye
başlar. “Sen misin Fatiha okuyan?” deyip zindana atarlar.157
Seyyid
Kutub on yıl
cezadan sonra raporla evinde gözaltı hapsine mahkum edildi. Sanık sandalyesinde
günlerce aç susuz, işkenceye tabi tutuldu. İşkenceden gözlerini kaybetti.
Yeğeni Rıfat Bekri, gözü önünde şehit edildi. Kız kardeşi Emine’yi
de zindana attılar. Bacısı Hamide on işkence çeşidine maruz kaldı. Suriye’de
Müslüman Kardeşler cemaati üyeleri çölde toplatılıp üzerlerine bombalar
yağdırıldı, kimileri zindanlara atıldı ve kuduz köpeklere parçalatıldı; infaz
odalarında erkeklerin dilleri koparıldı; kadınların memeleri kesildi. Abdünnasır’ın
ajanları, zindana atılan Müslümanların kulaklarını kül tabağı olarak
kullanıyorlardı. Müslümanları elektrik şokuyla cezalandırıyor, boğazlarına
kadar su dolu odalarda tutuyorlardı. Günlerce köpekleri aç bıraktıktan sonra,
zindanda onların üzerine saldırtıyorlardı.
Geçmişte
Firavun da Mısır’da aynı işkenceleri reva görmüştü; işkence tüm dehşetiyle
devam ediyor, değişen sadece cellatların isimleridir. Mısır halkı şikayetçi
olunca, İngiliz hükümeti İngiliz misyonerlere şu nazik(!) tavsiyede bulunur:
Mısır halkıyla yüz yüze gelip onlara Hıristiyanlığı empoze ederseniz
reaksiyonla karşılaşabilirsiniz, onların nefretini celbedebilirsiniz. Öyle bir
eğitim müfredatı koyduk ki, ondan mezun olan herkes sizin hedeflerinizi kabul
eder bir halde mezun olacak.158
İslam
ülkesi(!) olarak algılanan bir ülkede bir cemaatin lideri devlet başkanına şu
teklifte bulunmak zorunda bırakılmış: Ey kral! Ülkende hayvanlara tanıdığınız
hakları bize tanımanıza razıyız. Çünkü onları koruyan yasalarınız ve
barındırdığınız yerler vardır, yeme içme hakları vardır. Onlara darp etmek,
zarar vermek, işkence yapmak, yasalarla yasaklanmıştır. Müslümanlara ise bu
haklar tanınmadı. İnançlarını yaşamalarına müsaade edilmedi, İslamî ölçüler içinde
hayat sürdürmeleri yasaklandı.
Haccac-ı
Zalim bile suçu
işleyenin yakınına ilişmezken, bir çok ülkede mütedeyyin gençlerin akrabaları
bir çok yasal haktan mahrum bırakıldı. Çocukları suçlu olarak doğdu. Akraba ve
yakınları onlardan dolayı cezaya çarptırıldı. Kitapları, gazeteleri, dergileri
toplatıldı, malları müsadere edildi. Tek suçları “Rabbimiz Allah’tır”
demeleriydi.
Bu
densizlere müdahale edecek herhangi bir merci bulamayan disiplinsiz gençler,
faillerin cezasını infaz etme cihetine gittiler; söz konusu ülkelerde devlet
dairelerinde görev alanları tekfir ettiler; resmi nikah yapanların çocuklarını
gayri meşru ilan ettiler. Pasaport, vize ve hatta kimlik alanları, kendilerine
işkenceyi emreden idarecileri, işbirlikçilerini, onları tekfir etmeyenleri,
onların emrinde çalışanları, onların adına askere gidenleri tekfir ettiler;
çocuklarını okullarında okutmadılar, inşa ettikleri camilere gitmediler,
seçimlere katılmadılar; katılanları irtidat etmekle itham ettiler; ulemayı da
onlara ses çıkarmamak, onlarla işbirliği yapmakla itham ettiler, riddet
ettiklerine dair hüküm verdiler; tebaayı da onlara karşı koymadığı için tekfir
ettiler; kendilerine katılmayanların riddetine hükmettiler.
·
10.Medya Terörü
Basın-yayın
araçları iki yönlüdür: Güzel ahlakı, fazileti, iffeti yaygınlaştırmada
kullanılabileceği gibi, şiddet ve ahlaksızlık için de basamak yapılabilirler.
Materyalist eğitimin güdümündeki medya, insanların ahlakını önemli ölçüde
tahrib etmiş ve insanları şiddet ve aşırılığa yönlendirmiştir. Ortaöğretimi
tamamlayan bir öğrenci ortalama olarak yılda on beş bin saatini tv seyretmeye
ayırmaktadır. Oysa aynı öğrencinin eğitime ayırdığı saat sayısı ise 10 bin
800’dür.159
İnsanların % 97”si televizyon izlemeyi eğitim ve öğretime tercih etmektedirler.
Yapılan istatistiklere göre, tv programlarında;
Porno
içerikli görüntüler; %20,
Şiddeti
öne çıkaran görüntüler; %9, Uyuşturucuyu özendiren görüntüler; %9, Rüşveti ve
haksız kazanç sağlamayı özendiren görüntüler; %8, Uyuşturucu ticaretini
özendiren görüntüler; %7,
İçki,
sigara vs. zararlı maddeleri özendiren görüntüler; %10, İnançsızlığı yaymayı
hedefleyen görüntüler; %30 oranındadır. Geri kalan görüntüler ise değişik
gayelerle izlenmektedir.160
Son
yıllarda özellikle Batı medyasında, İslam Peygamberi’nin kişiliğiyle ilgili
densiz saldırılara rastlanmaktadır. Aynı basın; Müslümanları uzun sakal,
yerleri süpüren cübbe ve omuzlarda taşınan kalaşnikoflarla “haydi silaha”,
“haydi savaşa” naralarıyla sembolize etmeye;161 Hz. Peygamber’i de katil, deccal, kadın
düşmanı, akıl ve düşünce düşmanı olarak tanıtmaya çalışmaktadır.
Söz
konusu medyada İslam, Yahudilik ile Hıristiyanlığın birleşmesinden doğan bir
din olarak lanse edilir. Aynı kaynaklar, Müslümanların Hz. Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) taptığını, Hz.
Muhammed’in çöl bedevisi, şehvetperest, katil, kan akıtan, kadın düşmanı, geri
zekalı, terörist olduğunu işler.162 The Times dergisi, değişim nüshasında minare
ile el bombasını beraber karikatürize ederek, “İslamî Dehşet”, “İslam’dan
Endişe Duyuyoruz”, “Müslümanlar Geliyor” gibi endişeleri manşetine taşımıştır.163 Şakir Seyyab
adlı Arap gazeteci kinini yazıya şöyle dökmüş: “Hepimiz ölümlüyüz. Ben,
Muhammed ve Allah...(Haşa).
Mısır’da
yayımlanan el-Ehram gazetesi, yayımladığı karikatürde; Hz. Peygamber’i, merkebe
ters binmiş şekilde çizerek onun irtica ve gericiliği sembolize ettiğini;
etrafına çizdiği dokuz tavuk resmi ile de onun dokuz kadınla evlendiğini
resmetmeye çalışmıştır.164
Aynı medya organları, tesettürlü Müslüman kadınları da kara çadırla sembolize
etmiş.165
·
11. Dış tahrik ve müdahaleler
Muarızlar,
içerden ve dışarıdan fitne ve nifak tohumlarını yaymak suretiyle İslam’a karşı
mücadele ederler. İranlılar, Hz. Ömer döneminde köle kılığında bazı
ajanları Müslümanların arasına gönderdiler. Hz. Ömer’in katili Ebu
Lu’lu’ onlardan birisidir. Hz. Ömer onlara karşı sert tedbirler
alınca onu şehit ederek faaliyetlerine başladılar. Sonra Mısır’da karargah
kurdular. Hz. Osman’ı şehit ettiler. Cemel ve Sıffin savaşlarına ortam
hazırladılar. Yahudileri de saflarına çekerek görüşlerini fâsit te’vil ve uydurma
hadislerle desteklemeye başladılar. Buda ve Brahmanların görüşlerine İslamî
kılıflar biçtiler. Her yıldıza bir tasarruf yetkisi verdiler. Astroloji,
müneccimlik, cifircilik hezeyanlarını yaydılar. Kur’an’ı ve sünneti
değiştiremeyenler batıl te’vil ve hurafelerle onu indiriliş amacından
saptırmaya çalıştılar. İnsanların sırtından geçinmeye çalışan tembel ve aylak
bazı kesimleri kullanarak rant ve çıkar elde etmeye çalıştılar. Keramet, fal
bakma, yıldız, burç gibi yaldızlı ve cazibeli fikirler üretmeye başladılar.166 167
·
12. Acelecilik:
Meyve Olgunlaşmadan Toplamaya Kalkışmak/Sünnetullahı
Dışlamak
Acelecilik,
erken büyümesi için süt emen çocuğa ağır yemekler yedirmeye ve meyveyi olgunlaşmadan
toplamaya benzer. Allah Teala’nın kainata koymuş olduğu yasalarını, ahkâmın
hiyerarşisini bilmemek; öncelikli konuları sonraya, ayrıntıları öne almak; farz
sünnet, mendup kavramlarını dikkate almamak ifrat ve tefriti tetikleyen
unsurlardandır. "Andolsun ki, Nuh’u kavmine gönderdik de içlerinde
binden elli eksik (dokuz yüz elli) yıl kaldı, derken zulümlerini sürdürürlerken
onları tufan yakalayıverdi.’17, âyeti, Hz. Nuh un sabır
ve teenniyle gece-gündüz 950 yıl davet edip sünnetüllaha riâyet ettiğine dair
bariz bir örnektir. Allah Teala toplumun değişmesini, insanların değişmesine
bağlamıştır. Kalp değişmezse insan değişmez. İnsan değişmezse toplum değişmez.
Başta Hz. Peygamber dönemi olmak üzere ondan sonra gelen ilk dört asırda
İslam’ın nasıl uygulandığının bilinmemesi aceleciliğin, dolayısıyla aşırılığın
nedenleri arasındadır.
Allah
Teala, davaların hedefe ulaşması için bir hiyerarşi ve disiplin tanzim
etmiştir. Buna sünnettulah diyoruz. Çocuk süt emmekle hayata
başlar,emekler, sonra bir destekle hareket eder, belirli bir süre sonra yürür.
Bitkilerin meyve ve mahsulleri Allah tarafından takdir edilen bir süre ve
nizamla gerçekleşir. Olgunlaşmadan meyve toplanmaz. Hz. Peygamber Mekke’de on
üç yıl uğraş verdi. İlk olarak tevhid ve akideyi pekiştirdi, sonra ahiret
bilincini pekiştirdi. Yani tevhide öncelik verdi, akabinde ibadetler, en son
merhalede de yasaklar ve muameleyi işledi.168
Hz.
Peygamber, ashabı, Mekke döneminde on üç yıl eğitmeden cihada çıkarmadı.
Ashabın eğitimi insanlığın gördüğü en büyük muallimin rahle-i tedrisinde
gerçekleştiği halde risalet müddetinin yarısından fazlasını aldı. Günümüzde ise
bir el kitabı, bir gazete, dergi hatta takvim sahifesini okuyup, bir sohbet
dinlemenin hemen akabinde cihada, tebliğe ve davete cepheye çıkılmaktadır. Yani
ifrat ve tefritin temelinde; yetişmeme, eğitimsizlik, olgunlaşmadan meyveyi
koparmak ve ehliyetsiz olarak cihaz kullanmak vardır.
·
13. Kültürel Donanıma Aldanmak
İslam’da
ilim din, din de ilimdir; biri diğerinden ayrılmaz. Bu bakımdan ilmin kimden,
nasıl alındığına dikkat etmek gerekir. Bu bağlamda İmam Malik şöyle der:
Bu ilim dindir; dininizi kimden öğreneceğinize dikkat edin. Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) mescidinde ibadet edip hadis rivâyet etmekle
iştigal eden yetmiş zatla karşılaştım. Hiç birinden hadis almadım. Oysa her
biri kendisine hazineler teslim edilecek kadar emindi. Ne var ki hadis ehli
değillerdi.169
İlim
güneştir; güneşin doğuşundan rahatsız olan yaratıklar gibi ilimden rahatsız
olan kesimler vardır. İlim nurdur; karanlıklarda kalmak isteyenler onu sevmez.
İlim tahkiktir, taklitle yetinenler onu bilmez. İlim güçtür, zayıf irade
sahipleri ondan yararlanmaz. Tarihte “Haşaviye” adındaki bir azınlık, delil
aramayı, araştırmayı, tahkiki hoş karşılamamış ve haram olarak
değerlendirmiştir. On iki milyon insanın Engizisyon mahkemeleri tarafından
ölüme mahkum edilmesi bağnazlığın tek bir örneğidir. İlim, sahibine
yaratıcısını hatırlatmıyorsa, kalbini yumuşatmıyorsa, kinden, riyadan,
katılıktan bahsetmiyorsa o ilmin zararı yararından fazladır. Aynı ilim sahibini
daha fazla dünyaya bağlıyor, kalbini katılaştırıyorsa sahibine vebaldir.170
İfrat-tefrite
saplanmış olanlardan ilimle iştigal edenlerin çoğu yüzeyde kalıp derinliklere
dalamadılar. Yüzmeyi bilmeden denize daldılar. İhtilaflı konuları gündemde
tuttular. Sözgelimi bazıları peçeyi savunmada o kadar ileri gittiler ki, “Yüzü
açmakla en mahrem yerini açmak arasında fark yoktur.” demeye getirdiler. İlim
ve kültürleriyle böbürlenmeye çalıştılar. Bununla da mutedil bir yol takip
ettiklerini iddia ettiler.
·
14. Öncelikli Konuları Bırakıp
Detayla Oyalanmak
Farzları
ihmal edip menduplarla uğraşmak, ittifak edilen akidevi konuları bırakıp
ihtilaflı konulara saplanmak, “nefis tezkiyesini yapıyorum” gerekçesiyle cihad
ve iyiliği emretmeyi terk etmek, abdesti bozan şeyleri öne çıkarıp, imanı
bozan, şirke götüren amelleri öğrenmeyi ihmal etmek ifrat ve tefriti tetikleyen
saplantılardandır.
İslam’ın
hayata müdahalesinin rafa kaldırıldığı dönemlerde, akide ihmal edildi. Asıl ve
hayati vecibeler, cihad, düşmana karşı hazırlık yapma, iyiliği emretme,
kötülükten sakındırma, davet, bid’at ve cehaletle mücadele etme ihmal edildi.
Sözgelimi namazın anlam ve önemi ihmal edildi; mevlit, kırkıncı ve elli ikinci
gün merasimleri öne çıktı; oruç tutan birçok kişi namaz kılmaz hale geldi.
İbadetler mevsimlik oldu; yani sadece bayram günlerinde, kandil gecelerinde ve
Cuma günlerinde hatırlanır oldu. Kur’an’ı anlama yerine, mahreçlerle
oyalanıldı. "Kendilerinin gerçekten güzel sanat yaptıklarını sandıkları
halde dünya hayatında çabaları boşa gitmiştir.”1™ hükmüyle bir
şey yaptıklarının vehmine kapıldılar.
Aşırılığın Tarihi Arka planı
“Hz.
Âdem’in oğlu Kabil, kardeşine hitaben; ‘Ben seni kesinlikle öldüreceğim!’
dedi.” Kur’an, 5/27.
Çalışmamızda
aşırılığın tarihi serüvenini detaylı bir şekilde işlemeyi hedeflemediğimizden,
konuyu özet olarak sunmayı yeğledik. Aşırılığın tarihi kökenleri ilk insana
kadar gider Bu ameliye Firavun, Nemrut vs. despotların tuğyanı, Moğol
istilası, Haçlı Seferleri, Bolşevik fitnesi ve Batı emperyalizmiyle hız aldı ve
halen devam etmektedir. "Bir de onlara Âdem’in iki oğlunun başında
geçen olayı hakkıyla oku. Hani ikisi, birer kurban sunmuşlardı da birininki
kabul edildi, diğerininki edilmedi. Bu: ‘Ben seni kesinlikle öldüreceğim!’
dedi. Diğeri: ‘Allah, ancak kendisinden korkanlarınkini kabul buyurur. Andolsun
ki, sen beni öldürmek için bana el uzatsan da ben seni öldürmek için sana el
uzatacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben, hem
benim hem de kendinin günahını yüklenip cehennemliklerden olmanı isterim.
Zulmedenlerin cezası işte budur.’ dedi. Bunun üzerine nefsi ona kardeşini öldürmeyi
kolay gösterdi de tutup onu öldürdü ve artık hüsrana uğrayanlardan oldu.”171 Âyetler,
aşırılığın ilk olarak Hz. Adem’in oğlu Kabil tarafından sergilendiğini
göstermektedir. Kabil, kestiği kurbanın kabul edilmeyişini bahane ederek
kardeşi Habil’i öldürdü. Kabil, ibadet olan kurbanın kabul
edilişinin insanın elinde değil, sadece Allah’ın rızasına bağlı bir husus
olduğunu fark edemeyecek kadar cahildi. Habil, zulme karşı koyan,
adaleti sağlayan, hukuku savunan itidal çizgisini simgelemektedir. Kabil;
zorbalık, kıskançlık, dayatmacılık ve terörizmi sembolize etmektedir. Firavun
da insanlara şu tehditleri savurmuştur: “Firavun ‘ben size izin vermeden ona
iman ettiniz değil mi? Muhakkak ki bu, yerli halkı şehirden çıkarmak için
şehirde kurduğunuz bir hiledir. Yakında anlarsınız”172 Bunun manası şudur: Firavun,
muhalif hiçbir aklı, düşünceyi ve inancı kabul etmiyordu.
Kehf,
18/104.
İslam
tarihinde itidal karşıtı aşırı duruşlar Hz. Ali’ye karşı çıkan “Haricî”
hareketin ortaya çıkışıyla görülür. Haricîlerin tam karşısında dogmatik bir
duruşu görmekteyiz. Ebu Hanife döneminde terör estiren Haricîler, aklî
ve naklî delillerle susturulmuş ve zararsız hale getirilmişlerdi. Bir defasında
Ebu Hanife öğrencileriyle Küfe mescidinde iken, Haricîler camiye
gelirler. Bu dönemde Haricîler, Müslümanları öldürüp kırıyor, müşriklere ise
dokunmuyorlardı. Ebu Hanife, öğrencilerinden mescide gelen Haricîlere
karşı soğukkanlı davranmalarını talep etti. Haricîler kendilerine: ‘Kimsiniz?
Necisiniz?’ sorularını yöneltir. Ebu Hanife; ‘eman dileyenleriz.’ der.
Haricîlerin başı, arkadaşlarına: ‘Bırakın, onlara ilişmeyin. Çünkü bizlere
iltica etmişlerdir.’ der ve, “Şâyet müşriklerden biri sana sığınacak olursa,
Allah’ın sözünü dinlemesi için ona aman ver, sonra onu emin olacağı yere kadar
gönder. Çünkü bunlar bilgisiz bir kavimdir.”173 âyetini okur.
Haricîler,
Ebu Hanife ve arkadaşlarını ‘müşrikler’ olarak görüyorlardı. Haricîler,
âyetten hareketle ‘müşriklerin’ ilticasını kabul etmişlerdi. Ebu Hanife, kendilerine
zayıf oldukları noktalardan cevap veriyordu. Bu şekilde hareket etmeseydi,
Haricîler ‘müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz.’ emrini kendilerince
infaz edeceklerdi. İmam, bu taktik ile hem kendini hem de arkadaşlarını
öldürülmekten kurtamıştır.174
Haricîler günah işleyenleri tekfir ederken Mürcie amele gerek bile görmedi.
Aşırı Şia, Hz. Ali hususunda ifrat etti, Haricîleri tekfir etti.
Mutezile tevhit gerekçesiyle Allah’ın sıfatlarını reddetti. Müşebbihe Allah’ı
insanlara benzetti.
Haricî
tuğyanına karşı Mürcie fitnesi ortaya çıktı. Allah’ın irade ve
müdahalesini reddeden Kaderiye’ye karşı insanın iradesini notorize eden (yok
sayan) Cebriye çıktı. Dünyevileşme akımına karşı “tasavvuf” kalkanı, kapitalizm
istilasına karşı komünizm fitnesi görüldü. Necaset necasetle, şiddet şiddetle
önlenmek istendi. Haricîler iyiliği emretme bağlamında Müslüman kanını akıttı,
Mürcie ise fitneye neden olur endişesiyle önemli vecibe olan iyiliği emretmeyi
ilga etti.
“Hicrî
1. asırda görülen aşırı Mansuriye fırkası mensupları, liderlerinden aldıkları
emirle Mehdinin olmadığı dönemlerde kılıçla savaşmanın yasak olduğu
gerekçesiyle kendi fikirlerini benimsemeyen insanları ip veya sicimlerle boğmak
ya da kafalarını ezmek suretiyle öldürüyorlardı. Bunu da gizli cihad olarak
telakki ediyorlardı. Bu sebeple, cahil ve bedevi asıllı bu kimselere adam
boğucular (Hannakun) adı verilmişti. İple boğdukları takdirde
kendilerinin katil olmadıklarına inanıyorlardı. Bunlar da tıpkı Haricîler gibi,
medeni hayata intibak edememiş, İslam’ı doğru anlayabilecek bilgi birikimi ve
sistematik düşünceden yoksun olan kimselerdi. Amaçlarına ulaşabilmek için her
türlü yolu meşru görüyorlardı.
Bu
anlayış, tarihin her döneminde, tezahürleri farklı olsa da, varlığını
sürdürmeyi devam ettirmiştir. Nitekim 6./11. asırda aşırı Şii gruplarından
Nizarilerin, İsmailililere mensup Hasan Sabbah ve adamlarının
yaptıklarının, öncekilerden hiçbir farkı yoktu ve belki de bunlar daha da
acımasızdı. Hasan Sabah, kurmuş olduğu fedai teşkilatıyla, pek çok
günahsız insanı ve Müslüman alimi acımasızca öldürmüştür. Bu cinâyet şebekesi,
Selçukluları uzun yıllar meşgul etmiş ve güçlükle ortadan kaldırılmıştı. Onlar
da, “dini seçilmişlik” psikolojisiyle hareket etmekteydiler ve gerçeğin
kendisine bağlanmakla elde edilebileceğine inandıkları masum bir imamın
iktidara getirilmesi veya iktidarının kabul ettirilmesi adına bu cinâyetleri
işlemekteydiler.”175
Aşırı
akımlar İslam toplumlarında görüldüğü gibi, Hıristiyan ve Yahudi toplumlarda da
görülmüştür. Hıristiyan fundamentalizminin temelinde İncil’e dönmek ve modern
tabiat bilimlerine karşı koymak vardı. Amaçları, dünyevileşen modern hayat
karşısında Hıristiyan inancını ve kimliğini korumaktı. Kökenilik ve bir öze
dönüş çabasıydı. Bu nedenle bir hesaplaşmaydı. Bu yüzden daima sistemleri ve
sistemlerin muhafız ve hakimlerini sorgulamayı hedef almaktaydı.
1950
lerden sonra fundamentalist Hıristiyanlar kendilerini diğer Hıristiyanlardan
ayırmışlar, bir takım oluşum, tarikat ve cemaatler kurmuşlardır. Örneğin
Amerika’da fundamentalistler; kürtaj kliniklerini bombalama, liberallere
saldırma ve kendilerinden olmayanları öldürme konusunda herhangi bir tereddüt
göstermemişlerdir. Kitab-ı Mukaddes’in modern bilimsel metotlar ışığında tefsir
edilmesine, yorumlanmasına şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Fundamentalist Yahudi
Haredi grubu, kadınların toplumsal hayatta yer almasına karşı çıkmakta;
televizyon seyretmeyi ve kadınların sosyal faaliyetlere katılmalarını haram
görmekte ve kadın sesini zina olarak nitelermektedir.
20.
asırda İslam toplumunda görülen en aşırı hareket Şükrî Mustafa’nın Mısır’da
kurduğu et-Tekfir ve’l-Hicre cemaatidir.
Öncüsü Şükrî Mustafa, önceleri Müslüman Kardeşler cemiyeti üyesi
idi. 1965’te girdiği hapishanede gördüğü işkencelere reaksiyon olarak bu
cemaati kurdu. Cemaat mensubu fanatikler çağımızın büyük ulemasından Muhammed
Hüseyin ez-Zehebi’yi kaçırarak katlettiler. Şükri Mustafa, Allah
dışında kalan mabutlarla savaş adına Müslümanlarla savaştı, ulema ve
müçtehitleri “putlar” olarak tanımladı ki bunun nedeni de onların icma ve
kıyası İslam’ın temel kaynakları arasında saymalarıydı.
Şükrî
Mustafa cemaatının önemli prensiplerinden bazıları şunlardı:
·
•
Cemaat mensupları
dışındakilerin arkasında namaz kılınmaz, kestikleri yenmez.
·
•
“Cemaatten ayrı olarak
vefat eden cahiliye ölümü üzerine ölür.’”176 hadisini
yorumlayarak, “Kim cemaatimize biat etmezse Müslüman değildir.” hükmüne
vardılar.
·
•
Cemaatleri dışına çıkanın
eşi boşanır.
·
•
Kendilerinden
ayrılananların kanı hederdir.
·
•
İslam ümmeti ümmidir;
dolayısıyla fen ilimleri, tıp, matematik vs. ilimleri öğrenmek, onları öğreten
okullara gitmek haramdır. Hz. Muhammed dileseydi tüm ilimleri öğrenirdi, ancak
ümmi olarak kalmayı yeğledi.177
178
·
•
Müslümanların askerlik
yapmaları haram ve şirktir. Filistinlilerin İsrail’le savaşı küffarın küffarla
savaşıdır.
·
•
"Sîzler de gücünüzün
yettiği her çeşit kuvvetten savaş için beslenen atlardan hazırlayın../”79
âyetinin gereği olarak modern araç ve gereçlerin kullanılması haramdır.
·
•
Dünyanın dönmediğine
inanmak imanın gereğidir.
·
•
Cemaat öncüsü tüm
Müslümanların lideridir. Ona beyat etmek farz, karşı çıkmak İslam dairesinden
çıkmak anlamındadır.
·
•
Taklit eden, müçtehitlerin
görüşleriyle amel eden, icma ve kıyasa baş vuran kafirdir. Bu anlayışa göre H.
4. asırdan sonra Müslümanlar toptan dinden çıkmışlardır; malları, canları,
ganimettir; nikahları geçersizdir, çocukları gayrimeşrudur, Müslüman
mezarlığına defnedilmezler.
Kısacısı,
bu saplantı Hz. Âdem’in oğlu Kabil ile başlamış,Yahudi ve
Hıristiyan fanatiklerce destek bulmuş, Batınîlik, Mürcie, Mealcilik,
Kadiyanilik, tekfir ve tehcir vs. hareket ve çıkışlarla günümüze kadar devam
etmiştir.
·
II. BÖLÜM
İTİDAL VE AŞIRILIĞIN ANLAM ALANI
İtidalin Tanımı
“itidal,
ifrat ile tefrit arasındaki erdemli duruştur. ”
İtidal;
her şeyi yerli yerine koymak, ölçüye riayet etmektir. İtidal, Kur’an ve
sünnete dayalı yaygın İslam anlayışının sınırları içinde kalan inanç ve
telakkileri ifade eder. “İşte böylece sizi bütün insanlar üzerine adalet
örneği vasat/model bir toplum yaptık...’10 İtidal, âyette geçen vasat
sözcüğü ile ifade edilir. İtidal, ruh ile beden, mana ile madde arasında
dengeyi bulmak, orta yolu sağlamak anlamındadır. İtidal, ulemayı reddedenlerle
onları masum görenler arasındaki vasat görüştür. İtidal, dünyada
haramdan başka bir şey görmeyenlerle haram tanımayanlar arasındaki dengeyi
sağlayan duruştur. İtidal, ifrat ile tefrit arasındaki erdemli duruştur
Mutedil
duruş sahipleri, meseleleri ele alırken sünnetullahı göz ardı etmezler; nefret
ettirmez, ürkütmez, ye’se düşürmezler; insanlar arasında ihtilafın kaçınılmaz
olduğunu kabul eder, dil ve kültür farklılığını Allah’ın ayetlerinden bilerek
meseleleri ona göre ele alırlar. Onlar, fıkıhta muamele ve ibadette ümmete
kolay olanı seçer, akidede azim ve sebat gösterir, şahadet pahasına da olsa
inancını yaşar, muamelede ise esnek davranırlar.
İtidal,
dini hayata taşımada denge ve ölçüyü esas almaktır. İtidal; mezhepsizlik ile mezhebi
kutsama, ruhbanlık ile maddecilik, bid’atçilerle duygusal selefîlik,
batınîlikle zahirilik, bid’atçi tasavvufu savunanlarla Rabbânî tasavvufu
reddedenler, mutaassıplarla müçtehit taslakları, aklı mutlak anlamda hakem
edenlerle onu dışlayanlar, tarihi mirası reddedenlerle hatasıyla doğrusuyla onu
kutsayanlar, seküler kesimle ruhbancılar, Batı’yı yanılmaz bir tanrı görenlerle
onu kovulmuş bir şeytan ve dikilmiş bir put görenler arasında vasat bir yoldur.
İtidal, aklı tamamıyla dışlayan fanatik kesim ile vahyi dışlayıp aklı kutsayan
kesim arasındaki dengedir.
İtidal,
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”179 180âyetinde söz konusu edilen istikameti
yakalamaktır. İtidal, ilhamı tamamıyla reddedenle onu dinin bir kaynağı olarak
kabul eden anlayış arasındaki noktadır. İtidal; amelde katı duruş ile
ibadetleri ilga eden anlayış arasında müstakim yoldur. İtidal; özel mülkiyeti
reddeden komünizmle onu kutsayan kapitalizm arasındaki çizgidir. İtidal; ehliyet
aramaksızın herkese içtihadı gerekli gören ile içtihat kapısını tamamıyla
kapatan tutucu görüş ortasındaki vasat anlayıştır. İtidal, maslahat
gerekçesiyle nasları ilga eden anlayışla maslahatı reddedenler arasında vasat
yoldur. İtidal, tüm ümmeti tekfir edenlerle, aleni irtidat edenleri Müslüman
gören anlayış arasındaki anlayıştır. İtidal, mürebbi ve mürşidi reddedenlerle,
mürşit elinde gassalin elindeki ölü gibi duran anlayış arasındaki yoldur.
İtidal; her şeyi haram gören anlayışla haram tanımayan anlayış arsındaki
yoldur. İtidal; hem akla hem de nakle yer veren duruştur. İtidal, sadelik ve
esneklik anlamına gelen selefiliktir.
İtidal,
cesaret ile korkaklık arasında vasat çizgidir. İtidal; güzel ahlak,
sabır, iffet, cesaret ve muvazeneden oluşur. İtidal sahibini ifrat ve
tefrite düşmekten korur. İtidal, yerine göre öne atılmak, yani
cesarettir; yerine göre tehlikeden kaçınmak, yani erdemdir. Hz. Musa
bunun örneğini ortaya koymuştur; “Sizden korkunca da kaçtım; derken Rabbim
hüküm lütfetti ve beni peygamberlerden kıldı.”'181 182 Âyette
hem Hz. Musa’nın peygamberliği, hem de beşer olma sıfatıyla kavminden
gelecek zarardan endişe ettiği vurgulanmıştır.Yerine göre korkmak itidal ve
erdeme aykırı değildir, Gerektiğinde, kaçmak zafer olabiliyor. Yani
erdemliktir. Hazreti Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hicreti buna örnektir. Hz Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) , “Mü’minin nefsini zelil düşürmesi uygun olmaz.”
buyurunca, ashab, “Nefsi zelil düşürmek nedir?” diye sorunca; “Kişinin
güç yetiremediği işlere girişmesidir.” buyurması bu gerçeği ifade
etmektedir.783
Aşırılık Alanı
“Kurda
göre çoban aşırıdır.”
Sadi
Şirazi
İfrat;
vasıtanın yokuşa, tefrit inişe sürülmesidir. İtidal ise aracın dosdoğru yolda
seyretmesidir. Arapçada, tatarruf, teşeddud, guluvv, ve tanattu’
gibi kelimelerle ifade edilir. Tatarruf, taraftan türetilmiştir; en uçta
olmak üzere ortada olmayıp itidal sınırını aşmak, kenarda durmaktır. Etimolojik
olarak dinin bir tarafıyla ilgilenmek, ona saplanmaktır. Yanlış-doğru demeden
tek bir mezhep, bir ekol veya görüşle amel etmek, onda ısrar etmek, ve
başkalarını yanlış görmektir.183
Aşırılık, tavassutun zıddıdır. Aşırılık, Kur’an ve sünnete dayalı yaygın İslam
anlayışının sınırlarını aşan inanç ve telakkileri ifade eder.184
Kökencilik,
fundamentalizm, radikalizm, aşırılık, ifrat ve tefrit çok yoğun bir biçimde
birbirlerinin yerine kullanılabilmektedir. Bazı köktencilerin söylemleri de
Haricî, Batınî, Zahiri söylemlerle örtüşmektedir. Fundamentalizm kelimesi;
etimolojik yapısı göz önüne alınarak kökencilik, temelcilik ve katı
muhafazakarlık olarak tercüme edilebilir. Bu akım sadece Müslümanlara özgü değildir.
Değişik kesimler; İslamî uyanış, hareket ve faaliyetleri, farklı biçimde
tanımlarlar. Sözgelimi Batılı sosyologlar İslamî faaliyetleri fundamentalist çıkışlar
olarak nitelerken, siyasi çevreler, bu olguya aşırılık/şiddet taraftarlığı
vs. isimler vermektedirler.
Aşırılık
konusuyla ilgilenen herkesin öncelikli şikayeti tanımların çokluğu ve aşırılığı
tanımlamadaki zorluktur. Olaya bakıldığında hangi eylem, düşünce ve inancın
aşırı hangisinin de itidal olduğunu ortaya koyma bu araştırmada karşılaşılan
zorluklardan bir tanesidir. Genelde insanlar kendilerini mutedil, muhaliflerini
ise aşırı görmektedirler. Kimisinin terör dediği eylemler başkaları tarafından
özgürlük ve demokrasi olarak telakki edilir. Sadi’nin dediği gibi, kurda göre
çoban aşırıdır; çobanın kurdu sevmemesi aşırılıktır.
Kamuoyunu
ilgilendiren konuların çoğunda ifrat ve tefrite gidilmektedir. Sözgelimi;
kimileri felsefî kavramlara ve doktrinlere saplanmış kalmışlar. Kimi çevreler,
“şekilciliği” aşamamış, ömürlerini; giysilerin biçim ve rengi, tespih ve
kaşığın nasıl tutulacağı, sakalın biçim ve miktarı gibi şeklî meselelerle
tüketmişlerdir.
İfrat
ve tefrit müzikten yararlanma hususunda da kendini göstermiştir: Mutlak anlamda
helal görenler olduğu gibi, her şeyiyle onu haram görenler de olmuştur.
Kadınların tesettürünü Ortaçağ geleneği görenler tefrit, çarşaf ve peçe
dışındaki giysileri haram görenler de ifrat etmişler. Giyside itidal, avret
yerlerinin örtünmesiyle gerçekleşir. Meşhur görüşe göre, kadının elleri ve yüzü
avret değildir. Sahabe kadınlarından peçe takanlar olduğu gibi yüzleri açık
olanlar da vardı. Maslahat gerekçesiyle sarih olan nasları uygulamadan
kaldıranlar tefrite saplanmışlardır. Kadına okuma-yazmayı yasaklayan görüşler,
yabancı dil öğrenmenin zarurete bağlı olduğunu söyleyenler hep ifrat
etmişlerdir. Kadının, giyim şeklinden veya inancından dolayı öğretim hakkından
mahrum bırakılması tefrittir.
Kişinin
sahip bulunduğu beceriyi muattal kılması tefrit cümlesindendir. Çağdaş düşünür
Muhammed Gazzâlî, “namazda Fatiha sûresini okumadan, rüku esnasında
imama yetişenin namazının sahih olup olmadığını” soran bir eczacıyla yaptığı
tartışmayı aktarır. Eczacı söz konusu namazın geçerli olmayacağında ısrar
edince Gazzâlî kendisine şunları der: Aziz kardeşim, sen eczacısın.
Eczanende bulunan tüm ilaçlar ya Siyonist, emperyalist ya da Komünist ülkelerce
üretilmektedir. İlaç üretmeyi ihmal ediyorsun da bir incir çekirdeğini
doldurmayan tartışmalarla uğraşıyorsun. “Fatiha Okumadan İmama Yetişenin
Namazının Olmadığını Savunanlar Cemiyeti” ni mi kurmak istiyorsun?185 Konu ulema
arasında tartışılmış ve namazının geçerli olduğuna dair fetva verilmiştir. Onu
gündemde tutmanın, safları dağıtmanın, blok oluşturmanın ne anlamı olur?
Boğanın
kırmızıya olan tepkisi gibi tasavvuf, mezhep, tarikat kavramlarından kaçanlar
bulunduğu gibi, onları Kitap ve sünnetin önüne geçirip dinleştirenler de
bulunmaktadır. İki kesimden biri ifrat, diğeri de tefrittedir. Keza,
ruhsatlardan yüz çevirmek; mesela hastanın teyemmüm yerine su ile abdest almada
ısrar etmesi, kişinin zamanını misvak tutma, sarık sarma biçimi vs. gibi fer’i
meselelerle geçirmesi ifrat ve tefrit cümlesindendir. Öncelikli konuları
bırakıp ayrıntılara saplanmak da ifrat ve tefrit kapsamındadır. Teşehhüt
parmağının oynatılıp oynatılmaması konusundaki ihtilaflarla yıllar harcanırken,
lailaheillallah’ın anlamı ihmal edildi; niyetin telaffuzuyla yıllar
geçirilirken, namazda huşunun önemi üzerinde durulmadı.
Mubahları
terk etmek aşırılık cümlesindendir. Takva olmayan hususları takvaymış gibi
algılayarak onlardan kaçınmak tefrittir. Allah’ın kulları için yaratmış olduğu
nimet ve ziynetlerden kaçınmak da bu kapsamdadır. Birinin öncüsünü, lider veya
mürşidini aşırı derecede övmesi, ona taassupla bağlanması, hatalarını görmezden
gelmesi, onları fâsit te’villerle savunması yasaklanmış aşırılık kapsamındadır.
“Ey
iman edenler! Allah için adaleti gözeten şahitler olunuz. Sakın bir kavme olan
kininiz sizi adaletsizliğe götürmesin...’17
âyetinde de belirtildiği gibi, düşmanımız da olsa adaletten ayrılmamamız
emredilmiştir. Bir fert ya da cemaatin iyiliklerini görmezden gelip, eksik
yönlerini dillendirmek, sıralamak tefritin tezahürü olduğu gibi, iyilikleri
görüp kötülükleri görmezden gelmek de aşırılıktır. Şahıslar övülürken veya
yerilirken aşırı gitmemek, yiyecek ve giyside aşırı gitmemek itidalin
tezahürüdür. Nafile ibadetler uğruna farz ibadetleri ihmal etmek, önemli
konular dururken tâli konularla meşgul olmak tefrit kapsamındadır.
İbadet
ve sorumluluklardan kaçınmak tefrittir. İbadetlerin zamanını ve kılınış
biçimini inkâr etmek tefrittir. “İbadet, Allah’ı anmaktan ve kalbi temiz
tutmaktan ibarettir,” deyip ibadetleri ihmal etmek tefrittir. “İslam dışı
yönetimlerin malı helaldir.” hezeyanıyla kaçak elektrik, kaçak su kullanmak
ifrattır. Bu hırsızlığın, İslam ve cihad adına yapılması daha da çirkindir. Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisiyle savaşan ve kendisini yurdundan
çıkaran insanlardan aldığı emanetleri geri iade etmesi bunun delilidir.
“Allah’ın helal kıldığından uzaklaşmak, takvadır,” gerekçesiyle onlardan
yararlanmamak tefrittir. Nimetleri kullanmada sınır tanımamak, israfa kaçmak
ifrattır. Sevgide aşırı gitmek ifrattır. Mâide,5/8.
“Ömür
boyu aşk”, “ömür boyu futbol”, “ömür boyu eğlenmek” vs. çıkışlar ifrat
kapsamındadır. İfrat ve tefrite gitmenin önemli nedeni, insanların neyi, kimi,
ne ölçüde seveceğini bilmemeleridir. Günün büyük kısmını insanlar arasında
geçirip, ailesine vakit ayırmayan, keza nefsini hesaba çekeceği zamanı olmayan
biri de tefrittedir.
Aşırılığın
görüldüğü yerlerden birisi de sevgi ve nefrettir. Sevgi kainatın mayasıdır.
Allah Teala kâinatı sevgi üzerine kurmuştur. Birisini aşırı derecede sevmek,
keza aşırı derecede yermek ifrat ve tefrittir. Ancak, "Sizden kim
onları severse onlardandır.”8 “İmanın en sağlam kulpu Allah için
sevmek ve Allah için buğz etmektir.’”186 187 gibi
naslarda da ifade edildiği gibi, gerektiğinde nefret etmek de erdemliktir.
Yani, hem Allah için seveceklerimiz, hem nefret edeceklerimiz olmalı. Hümanizm
bahanesiyle İslam’ın azılı düşmanlarını sevenler ifratı, basit bir hatadan
dolayı mü’minlere düşman olanlar da tefriti ortaya koymaktadırlar. Müslümanın
sevgi ve nefreti nasların müsaade ettiği ölçüde olmalıdır. İtidal, nasların
izin verdiği ölçüde sevmek veya nefret etmektir.
Topluma
katılıp katılmama konusunda üç farklı duruş sergilenmektedir:
·
1.
Cuma namazlarında, cemaatle kılınan namazlarda ve hatta bayramlarda bile
insanlardan uzak duranlar; yani tefrite düşenler.
·
2.
Günah ve eğlence için topluma katılanlar; yani ifrata düşenler.
·
3.
İyiliği emretme konusunda insanlara katılıp günahlardan kaçınan ve uzak
duranlar; yani mutedil olanlar.
Emredilenle
yetinmeyip ona ilaveler yapmak, mesela akşam namazını dört rekat olarak
kılmak,sadece kandil gecelerinde namaz kılmak, abdest organlarını yıkamada
aşırıya gitmek, yenileme ve maslahat namına sünneti reddetmek, tarihsellik
adıyla İslam’ın ahkâmını ilga etmek, faizi çağdaş ekonominin bir gereği olarak
algılamak, çağdaşlaşma gerekçesiyle İslam’ın cezai müeyyidelerini reddetmek
aşırılığın tezahürü kapsamındadır.
Dini
reforma etme girişimleri aşırılığın bir yansımasıdır: 1928 yılında Fuad
Köprülü riyasetinde bir reform heyeti kurulmuştu. Heyet, dinin bilimsel temalar
üzerine yeniden tanzim edilmesiyle ilgili bir dizi teklif hazırlar. Bunlar
arasında ibadet şekli ve ibadet dilinin düzenlenmesi gibi hususlar da vardı.
Bunlardan sadece ezan Demokrat Parti’nin iktidara gelişine kadar Türkçe okunur.
Diğerleri hiç tatbik imkânı bulamaz.188
Batı’yı
tanıma ve ondan yararlanma konusunda insanlar değişik duruşlar
sergilemektedirler. Bu konuda insanlar üç farklı eğilim ortaya koymaktadırlar.
·
1.
Batı’yı bir tanrı gibi algılayıp önünde huzurla eğilen, Batı karşısında gözleri
kamaşan kesim. İfratçı olan bu görüş sahipleri Batı’dan gelenleri efendiden
köleye gelen emirler olarak değerlendirirler.
·
2.
Şeytandan kaçarcasına Batı’dan kaçan tefritçi kesim. Bunlar Batı’yı zehirli
yılana benzetirler. Onu lanetlenmiş bir nesne, zehirli bir ejderha olarak
telakki ederler.
·
3.
Batı’nın iyisine iyi, kötüsüne kötü diyen mutedil kesim.
Kimi
çevreler şeytandan kaçarcasına siyasetten kaçmakta, kimileri de siyaset dışında
bir kurtuluşa inanmamaktadırlar. Kimileri cihadın nesh edildiğini, tebliğin
rafa kaldırıldığını, nefretin gereksiz olduğunu iddia etmekte; kimileri de
sürekli hatim indirdiği halde Kur’an’ın tefsiri olan sünnetten yüz
çevirmektedir. Kimileri, ömürlerini Hayatussahabe, Riyazüssalihin ve
ilmihal gibi tek tip kitap okuyarak geçirmekte; kimileri, Kur’an dışında tüm
kitapların yakılması gerektiğini ileri sürmekte; kimileri de sadece üstad veya
mürşitlerinin kitaplarının okutulması gerektiğini iddia ederek, başka
kitapların okunmasına sıcak bakmamaktadır. Kendi cemaat kitaplarına her şeyi
kuşatan Levh-i mahfuz gözüyle bakarlar; yaş-kuru ne varsa her şeyin
kendi kitaplarında bulunduğuna inanırlar.
Aşırılık
ile İtidalin Karşılaştırılması
"İtidal,
Allah’ın değişmez toplumsal yasalarını, düşünmeyi,
muvazeneyi, test etmeyi esas alırken; aşırılık, duygusallığı, hurafeyi ve
cedelleşmeyi esas alır. ”
Yusuf Karadâvî
Mutedil
duruş her dönemde İslam toplumunun çoğunluğu tarafından kabul görmüşken, aşırı
duruş azınlıkta kalmıştır. Mutedil duruş, ilim, irfan yolu; aşırılık ise
cehalet, hissiyat ve hobiyi tatmin vasıtasıdır. Mutedil cenahta peygamberler,
ashap, müçtehitler yer alırken, aşırı cenahta cahiller, fanatikler
bulunmaktadır. İtidal, fıtrata göre hareket etmek; aşırılık, fıtratı
dışlamaktır. Yolun aşağısı/inişi tefrit, yukarısı/yokuşu ise ifrattır. İtidal
ise virajı, çukuru, yokuşu ve inişi olmayan dosdoğru yoldur.
Mutedil
duruş, peygamberler, onların yolunda olanlar, alimler, müçtehitler ve Rabbânî
mürşitler,bilge ve bilginler tarafından temsil edilirken, aşırılık, akıl ve
düşünceden ziyade, hissiyat ve önyargı sahipleri tarafından temsil
edilmektedir. Aşırı söylemle mutedil söylem cihadın varlığı ve gereği konusunda
hemfikirken nasıl icra edileceği konusunda ayrılmaktadırlar. Başta cihadın
tarifi konusunda, ihtilaflar baş gösterir. Cihad ve kıtal aynı mı? Günümüzde
cihadın ortaya konulma biçimi nasıldır? Mutedil duruşla ifratçı-tefritçi duruş,
İslam’ın temel söylemlerinde ittifak halindedirler. Büyük oranda herhangi bir
ihtilaf söz konusu değildir. İmanî ve İslamî temellerde ve özde ihtilaf yoktur.
Hilafet, giysi, bid’at, mezhep, oy kullanma, tevessül, cahili toplumlarda görev
alıp almama gibi konular ihtilaf, ifrat ve tefritin olduğu önemli
konulardandır.
İslam
aydınlıktır, aşırılık karanlıktır. İslam, rahmet ve kolaylık; ifrat ve tefrit
zahmet ve sıkıntıdır. İslam kardeşlik ve sevgidir; ifrat-tefrit kindir,
nefrettir. İslam ilimdir, medeniyettir, irfandır, düşünmektir; aşırılık
cehalettir, bağnazlıktır. İslam, inceleme ve araştırmayı önerir; ifrat-tefrit
donukluğu, tutuculuğu, taklit ve taassubu önerir. İslam adalet ve eşitliktir;
aşırılık, zulüm ve ihlaldir. Korkaklık tefrittir, saldırganlık ifrattır. İtidal
ise ikisinin arasıdır.
İslam,
dinin ilim, ilmin de din olduğunu söyler. Tefrit, ilmin insanlar için perde
olduğunu söyler. "Onlar bu dünya hayatının dış yüzünü bilirler;
ahiretten ise gafildirler." âyetinde dikkat çekildiği gibi, aşırılıkta
ilim ve tahsil adına, davet ve dini vecibeleri ihmal vardır; hayat, eğlence ve
zevkten ibarettir.
İslamî
söylemde ifratçı-tefritçi duruşlar homojen ve geçicidir, muarızları
endişelendirmez. "(Allah) gökten su indirdi de vadiler kendi miktarınca
sel oldu. Sel de, yüzüne çıkan bir köpük yüklendi. Bir ziynet veya bir meta
yapmak için ateşte üzerini körükledikleri madenlerde de onun gibi bir köpük
meydana gelir. İşte Allah hak ile batılı böyle çarpıştırır. Amma köpük atılır
gider, insanlara menfaati olan ise yerde kalır. İşte Allah, misalleri böyle
verir.”192 Âyette söz konusu edilen köpük ifrat ve
tefrite, faydalı şeyler ise itidale işaret eder. Mutedil duruş, âyetin
de belirttiği gibi kalıcı olandır, sağlamdır, hikmetle yoluna devam etmektedir.
Kökleri sağlam yere inmiş, dalları ise göklere yükselmiştir. Yabancı akım ve cereyanlar
ona ilişememekte, fırtına ve kasırga onu sarsamamaktadır.
a.
İtidal; Allah’ın
değişmez toplumsal yasalarını düşünmeyi, muvazeneyi, test etmeyi; meseleleri
çıkmaza sokmadan, onların maksat ve illetlerini bilmeyi, dengeyi bulmayı;
öncelikli konulara eğilmeyi; fıkıh ve fıkıh usulünü bilmeyi; akidevî konularda
ittifakı; çağın gerektirdiği donanımı sağlamayı; yenileme ile selefiliği
beraber götürmeyi; İslam’ın sabiteleriyle, zamanla değişebilen ahkâm arasında
muvaze yapmayı; fetva ve davette kolay olanın tercih edilmesini; akidede sebatı
önerir. İtidal, değişmenin ancak düşünsel ve ahlakî değişimle
gerçekleşebileceğini söyler; iç değişmeden dış değişmez ilahî düsturunu esas
alır; İslam’ı çağa sunabilecek proje ve programlar takdim eder; gündemdeki konulara
çözüm ve alternatifler sunar; insan haklarının korunmasını ve karşılıklı
diyalog yollarının geliştirilmesini tavsiye eder.
b.
Aşırılık; akidede,
hurafe ve cedelleşmeyi; İbadette, bid’at ve şekilciliği; düşüncede donukluğu;
fıkıhta taklitçiliği; siyasette ikiyüzlülüğü, maslahatgüzarlığı; öncelikte
cüz’î konuları; ruh terbiyesinde sathiliği; davette kabalığı; ihtilaflı
konularda girift ve zor olanı; dindarlıkta katılığı; toplumda şov yapmayı,
kibri; başkalarıyla muamelede bağnazlığı, su-i zannı; hizmet ve davette
sünnetullahı dışlamayı, olgunlaşmadan meyve toplamayı, tekfiri, şiddeti ve kaba
kuvveti öne çıkarır.189
Rûm,
30/7…Ra’d, 13/17.
İtidalde;
ihtilaflı konulardan önce ittifak edilen konular, amelden önce akide, laf
yerine aksiyon vardır. İfrat ve tefritte ise kolaylaştırma yerine zorluk,
müjdeleme yerine nefret, tahkik yerine taklit ve taassup vardır. İtidalde;
duygusallık yerine ciddiyet, nicelik yerine nitelik, hayal ve kuruntu yerine
azim ve ciddiyet, bölünme ve dağılma yerine birleşme ve kardeşlik, kin ve
düşmanlık yerine muhabbet ve dostluk; ihtilaf ve zıtlaşma yerine vahdet,
hoşgörü ve yardımlaşma, ırkçılık ve bölgecilik yerine ümmet bilinci, ucb ve
kibir yerine özeleştiri vardır.
Allah’a İmanda İtidal
"İlahî
hîtap Kur’an’ı dikkatle okuyup düşünürsen, tüm kainata hükmeden bîr zatı fark
edersin. (...) Mülkünde hiçbir şey ona gizli değildir. Kullarının gizli, aşikar
her hallerini bilir. Mülkünü tek başına idare eder, işitir, görür, verir, men
eder, az amele çok sevap verir, aziz ve zelil eder. ”
İbn
Kayyım
Kur’an’ın
anahtar kelimesi Lafz-ı celaldır; bu kelimenin üç bine yakın yerde
geçmesi,190 Kur’an’ın
içeriği konusunda okuyucusuna ipucu vermektedir. Diğer önemli anahtar
kelimeler, ahiret ve risalettir, ana konu ise tevhittir. Açıktan
veya işaret edilerek Allah Teala’nın sıfat veya esmasının geçtiği âyetler de
göz önünde bulundurulursa, nerdeyse tevhit ve akidenin işlenmediği âyet
kalmamaktadır.
Genelde
iman düşüncesi ve özelde tevhit düşüncesi İslam kültürünün her zerresine
karışmıştır. O, damarlarda dolaşan kan gibidir; edebiyatta, ilimde, kültürde,
her yerde onun izleri bulunur. İslam, iman üzerinde önemle durur. Akide; Allah
ile bir akit yapmak anlamındadır. Amel ve hayat onun üzerinde kurulur; ona göre
hareket edilir. Ahlaka yön veren odur. Onun sağlam olması ahlak ve ibadetin
sağlam olması anlamına gelir. Çünkü ahlak, ibadet ve eşyayla ilişki onun
üzerine kurulmuştur. Gidişattaki sapmalar onun zaafiyetinden kaynaklanır.
İnanç
konusunda da vasat bir topluluğuz. İmanın söz, amel ve tasdikten ibaret
olduğuna inanırız. Her iki dünyada huzur ve mutluluğun kaynağı imandır. Hayata
anlam kazandıran, yaratılış gayesini öğreten, karanlığı aydınlığa çeviren,
aydınlık sırlarını çözen tek anahtar odur. Aşılmaz yollarda güç kaynağı odur.
İnsanlık için olmazsa olmaz hakikattir. Hâkim için adaletin, asker için
şahadetin, yönetici için merhametin ve dürüstlüğün tek kaynağıdır.
İslam
inancında Allah yaratıcıdır, sevendir, diriltendir, öldürendir; rızk ve izzet
O’nun elindedir. Kainatı sevk ve idare eden O’dur. O’nun iradesi olmadan bir
atom, bir hücre, bir yaprak hareket etmez. Kalpler onunla huzur bulur. O’nu bulan
her şeyi bulmuş, O’ndan gafil olan her şeyi kaybetmiştir. İnanç aydınlıktır;
inkâr karanlıktır. Kur’an ilah tanımayanlarla mücadele ve diyalog kurmaktan
çok, onu tanımada ve kavramada yanılanların hatalarını ortaya koymayı yeğler;
doğru ve halis bir tevhit anlayışını ortaya koyar. Çünkü insanlar inkârdan
ziyade şirke saplanırlar. Kur’an onların Allah’a inandıkları halde Allah’a şirk
koştuklarını haber vermiştir.191
192
İslam’ın
mutedil inancında, Hz. Peygamber dahil, hiç kimse kendisine ne yapılacağını
bilmez. "Bana ve size ne yapılacağını da bilmiyorum.”16 Kur’an’da
zikredilen193 Tubbe’nin
ne olduğunu, Lokman’ın peygamber olup olmadığını,194 keza, vahiy gelmeden Hz Aişe’nin
beraatını, ruhun mahiyetini, kıyametin ne zaman kopacağını bilmemekteydi.
İslam, Allah Teala’yı tanımaya, O’na ibadet etmeye davet eder. Rızkın, yardımın
O’ndan geldiğini, yer ve göklerin hazinelerinin O’nun elinde olduğunu, yaratan
ve diriltenin O olduğunu işler.
İslam’ın
hedefi, muhatabına tevhit merkezli bir inancı sunmaktır. Tevhitten kastımız;
yaratıcı ve rızk verici olarak Allah’a iman etmek, O’nu zat, sıfat ve
fiillerinde birlemektir. Allah’ın muradı istikametinde O’na iman etmektir. Tüm
peygamberlerin ilk ve en önemli hedefi, şirk, küfür, nifak ve hurafeleri yok
edip, tevhidi yerleştirmekti.
Râzî,
Kur’an’da 600 civarında ahkâm âyeti dışında kalan tüm âyetlerin tevhidi yani
sağlam bir inancı işlediğini vurgulamaktadır.195 196 “Biz
senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona şöyle vahiy etmiş olmayalım:
Gerçek şu ki, benden başka ilah yoktur; onun için hep bana ibadet edin. ”200,
“Andolsun ki biz, her ümmete; Allah’a kulluk edin ve Tağut’tan sakının, diye
uyaran bir peygamber gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah hidâyet nasip
etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın da
peygamberlere yalancı diyenlerin sonunu görün!”197
Kasimî,
konuyla ilgili olarak İbn Kayyım’dan şunları nakleder: “İlahî hitap
Kur’an’ı dikkatle okuyup düşünürsen, tüm kainata hükmeden bir zatı fark
edersin. Tüm övgüler O’nadır, sıkıntı ve musibetlerin yaratıcısı O’dur,
sıkıntılar O’nun yardımıyla giderilir.O zat (c.c.) Arş’a istiva etmiştir. Mülkünde
hiçbir şey ona gizli değildir. Kullarının gizli, aşikar her hallerini bilir.
Mülkünü tek başına idare eder, işitir, görür, verir, men eder, en az amele çok
sevap verir, aziz ve zelil eder. Yaratan, rızk veren O’dur. Öldüren, dirilten,
takdir eden, hüküm veren, tedbir eden O’dur. Küçük-büyük her şey O’ndan gelir.
Onun izni olmadan hiçbir şey hareket etmez, her yaprağın düşüşü O’nun
ilmiyledir(...)
Allah
Teala’nın kurtuluş ve helak yollarına nasıl dikkat çektiğine dikkat et, esma ve
sıfatlarını iyi düşün. Allah Teala nimet ve ihsanıyla kullarını sevindirmek
istiyor. Nimetlerini insanlara hatırlatmaktadır. Nimetlerini kazandıracak
konuları emrediyor, insanları helak edecek konulardan alıkoyuyor. İnsanlara;
Zat-ı Celal’ine itaat etmeleri halinde, kavuşacakları nimet ve ihsanı
hatırlatıyor. Dost ve düşmanlarının karşılaşacakları neticelerden haber
veriyor. Düşmanlarının nasıl helak olduğunu, dostlarının nasıl kurtulduğunu
beyan ediyor. Bu bağlamda misal getiriyor, delil serd ediyor,muarızların
şüphelerine en güzel biçimde cevap veriyor, doğruları tasdik
ediyor,yalancıların yalanlarını geçersiz kılıyor, hakkı söylüyor, en doğruya
iletiyor, esenlik yurduna davet ediyor, azap yurdundan sakındırıyor, azap ve
eleminin çirkinliğini hatırlatıyor. Kullarının fakru zaruret durumlarını ve ne
kadar muhtaç olduklarını hatırlatıyor, zatının hiçbir şeye muhtaç olmadığını,
kendilerinin ise her konuda muhtaç olduklarını beyan ediyor. Sahip oldukları
şey onun ihsan ve rahmet deryasındandır. Şer olarak bilinen her şeyde hikmet vardır.
Dostlarına itapta bulunduğu zaman en nazik biçimde itap ediyor. Tüm bunlara
rağmen, günahlarını affediyor, özürlerini kabul ediyor, zellelerini ıslah
ediyor, onları müdafaa ediyor, koruyor, sıkıntılardan kurtarıyor, onlara yardım
ediyor, kefil oluyor; onların gerçek dostları O’dur; başka gerçek dostları
yoktur. Düşmanlarını mağlup eder, intikam alır, O ne güzel dost ve yardımcıdır.
Gönül bu evsaftaki bir zatı nasıl sevmesin? Yüce olan, sonsuz kerem ve rahmet
sahibi birini sevmemek elde mi? O, nasıl en büyük sevgili olmasın ve her an
anılmasın?198
Allah’a İmanda Aşırılık
"Sonunda
öğrendim ki: En sağlam ve kalıcı yöntem Kur’an yöntemidir. ”
Râzî
İnanç
ve akidede görülen ifrat-tefrit ve sapmaların temelinde Kur’an’ı dışlamak
yatmaktadır. Büyük bir müfessir ve kelamcı olma özelliği yanında bir filozof
kimliği de sergileyen Fahreddin er-Râzi, akidede Kur’an yolunun en
sağlam ve en kalıcı yol olduğuna dikkat çekerek şöyle der: Aklı öne vermenin
sonu prangaya vurulmaktır. İnsanların cehd ve gayretlerinin çoğu beyhudedir.
Ruhlarımız, bedenlerimiz yalnız ve biçaredir. Dünyamızdan elde ettiğimiz netice
ise eza ve kötülüktür. Ömür boyu yaptığımız araştırmada biriktirdiğimiz
beyhudedir. Kelamî yöntemlerle, felsefî metotları denedim. Onlar ne bir derde
derman ne de bir soruna çare oldu. Kur’an yönteminin en sağlam yöntem olduğunu
fark ettim. İspat konusunda istersen "O’na ancak güzel sözler ulaşır.”199, "Rahman
olan Allah Arş’a istivâ etmiştir.”200 âyetlerini; Allah’ı tenzih konusunda da, “O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.”201, “O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak
bilemezler.”202
âyetlerini oku. Benim gibi tüm yolları deneyen bunun gerçek olduğunu fark
edecektir.203
Nuh
(aleyhisselâm) döneminden beri putçuluk devam etmektedir. Kura’n’ın haber
verdiği Vedd, Suva’,Yağus,Yauk; Nuh kavminin taptığı putlardandı.204 İnsanlar
risaletten uzak kaldıkça şeytanın tuzaklarına düştüler. Neticede Sebe’
Kraliçesi döneminde olduğu gibi, kimisi güneşe tapmış. “Onu ve
halkını,Allah’a değil, güneşe secde ediyorlar gördüm. Şeytan onlara
yaptıklarını yaldızlamış ve bu şekilde kendilerini yoldan saptırmış da doğru
gidemiyorlar.”205 206 Hz. İbrahim’in kavminde
ve daha sonra da Sabiilerde olduğu gibi, kimileri ay ve yıldızlara; Mecusilerde
olduğu gibi, kimi ateşe tapmış, onun için tapınaklar inşa etmiş,nöbetçi ve
hizmetçiler tutmuş, bir an bile ateşin sönmesine imkân vermemiş. Mecusiler
dörtgen şeklinde hendekler kazmış, etrafında dönerek ibadet etmiş; sevgisinden
içine atlayanlar dahi olmuş. Bazıları, kurban etme gayesiyle mallarını,
çocuklarını içine atmışlar.
Hilbaniyye,
“su her şeyin kaynağıdır”gerekçesiyle suya ibadet ederdi. İnançlarına göre her
şey onunla doğar, gelişir; temizlik onunladır. Kadim Mısır’da günümüz de
Hindistan’da olduğu gibi hayvanlara, insanlara, hatta insanların avret
mahalline tapılmış; “Seni tenzih ederiz, Sensin onlara karşı bizim
sahibimiz! Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı, çoğu onlara inanmıştı1”21
âyetinin haber verdiği gibi, kimileri cinlere ibadet etmiştir.
İslam
öncesi cahiliye toplumunda da her evin bir putu vardı. Sefere çıkmadan önce
onlara ellerini sürerlerdi. Sefer dönüşünde de yapılan ilk iş onlara el
sürmekti. Ebu Reca anlatıyor: Cahiliye döneminde taştan yapılmış putlara
tapardık. Daha güzelini görünce öncekini atar, yenisine tapmaya başlardık. Taş
bulamayınca da bir avuç toprağı sütle yoğurur, ona tapmaya başlardık. Amr b.
Abse şunları nakleder: Taşlara tapanlardan biri de bendim. Bir yere
gittiğimizde dört taş toplar, üçünü tenceremizin altına koyar, en güzelini ise
ibadet için put olarak değerlendirirdik.207
Bazıları,"Kalpler,
Rahman olan Allah’ın parmaklarından iki parmağı arasındadır.’”208
hadisinden hareketle Allah’ın kaç parmağının olduğunu, tırnağının olup
olmadığını tartışmakla, “O’nun benzeri gibi bir şey yoktur.” 209 âyetine
muhalefet ederek Müşebbihe ile Mücessimenin yaptığı hatalara saplandılar.
Allah’ın zatını derinlemesine incelemeye, sıfatlarını irdelemeye çalıştılar.
Yahudiler, “Allah fakir ve cimridir.”, “Cumartesi istirahat etti.” dediler.
Hıristiyanlar, insanları Allah Teala’ya benzettiler. “İsa Allah’ın
oğludur, rızk verir, affeder, tövbeleri kabul eder.” dediler.
Sebeiyye,
önceleri Hz. Ali’nin peygamber olduğunu, sonra da aşırı giderek onun
ilah olduğunu iddia etti.210
Kadere İmanda İtidal
“Hırsızlık
yapan birisi Hz. Ömer’e getirilir ve neden hırsızlık yaptığı sorulur: ‘Ey
mü’minlerin emiri! Hırsızlık benim kaderimde varmış, Allah’ın takdiriyle
hırsızlık yaptım.’ der. Hz. Ömer, saçma gördüğü bu ifadesinden sonra; ‘Allah’a
iftira ettiği için önce kendisine otuz değnek vurun;sonra da hırsızlık cezası
neyse gereğini yapın. ’ der. ”
İslam
akidesinin amentüsünde yer alan kader, Allah Teala’nın ezelden ebede kadar
olacak bütün şeylerin zaman ve yerini özellik ve niteliklerini ezeli ve sonsuz
ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi anlamındadır. Kader Allah’ın ilim
sıfatıyla ilgili bir kavramdır. “O’nun katında her şey ölçüyledir.”211, “Şüphesiz biz
her şeyi bir ölçüyle yarattık.”212 âyetlerinde işaret edildiği gibi kader,
kainattaki bütün varlık, hareket ve olayları belli bir ölçüye göre düzenleyen
ilahî bir kanunu ifade eder. Kadere iman demek hayır-şer, iyi ve kötü,
acı-tatlı, canlı-cansız ne varsa hepsinin Allah’ın ilmi ve takdiriyle
yaratıldığını; dolayısıyla Allah Teala’nın sonsuz güç ve otoritesini ortaya
koyar.
İnsanlar
Yüce Allah’ın kendileri hakkında sahip olduğu bilgiden habersizdirler ve pratik
hayatta bu bilginin etkisi altında olmaksızın kendi iradeleriyle hareket
etmektedirler. Kaderde önemli olan bir husus şudur :Kaderin iç yüzünü Allah’tan
başka kimse bilemez.
Kader
mutlak ve kesin bir şekilde çözümlenmesi mümkün olmayan ilahî bir sırdır. Bu
nedenle işi kadere bırakıp çalışma terk edilmez. İnsan kadere iman sayesinde
Allah’ın yegane yaratıcı ve hâkim olduğunu bilir, meydana gelen her şeyin O’nun
malumatı dahilinde olduğunu bilir; böylece yüksek bir maneviyata, sağlam bir
karaktere sahip olur, hayata büyük bir metanetle atılır, başarıdan başarıya
koşar, hiçbir şeyden yılmaz, bir işte başarısızlığa uğrarsa “bunda Allah’ın kim
bilir ne güzel hikmetleri var.” der ve teselli bulur, ümitsizliğe kapılmaz,
gevşemez;çünkü kim Allah’a güvenirse Allah kendisine yeter.211 212 213
Sorumluluğunu
yerine getiren mü’min, kader bilinciyle, zaferin kendisini beklediğinin
bilincindedir. O, kimseye zillet göstermez, rızk ve ecelin Allah’ın elinde
olduğunu bildiğinden rahattır, zillete düşmez, kanaat sahibidir, kalben
müsterihtir. Sağlam kader anlayışı sahibi şöyle der: Dünyada öyle mutluluk
veren ve cenneti andıran bir atmosfer vardır ki onu bulmayan ebedi cennete
girmez.“Cennetim göğsümdedir. Düşman bana ne yapabilir.Sürgün edilmem hicret,
hapsedilmem halvet, Allah yolunda öldürülmem şahadettir.” der.
Sağlam/mutedil
kader bilinci, insana erdemi, cesareti, cömertliği öğretir. Çünkü rızkın
Allah’ın elinde olduğunu bilir, infakla malın bitmeyeceğinin bilakis
bereketleneceğinin bilincindedir. Kadere inanan, samimidir, dürüsttür; her
şeyin Allah katında yazıldığına, zerre kadar iyiliğin bile karşılıksız
kalmayacagına inandığından Allah’a karşı iyi zan beslemektedir.
Kadere
inanan, kimseye haset etmez, bencil değildir; her şeyin ilahî takdirle programlandığının
farkındadır.O ümitsiz de değildir. Toplumu sarsan manevi ve ruhsal
hastalıklardan uzaktır. Kinci değildir. Çünkü herkese takdir edilen olmuştur.
Rabbine güveni tamdır, yazılandan başkasının başına gelmeyeceğinin
bilincindedir. O kâhine, yatıra gitmez. Her şeyin Allah’ın elinde olduğunu, O
takdir etmeden hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceğini bilir. Mütevazidir, makam ve
malla azmaz. Bolluğun da sıkıntının da imtihan ve geçici olduğunu bilir.
Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır. Olan ve olmayan ve olacak her olay O’nun
ilmi kapsamındadır. Yaratıkları yaratmadan önce de biliyordu.
Kader
anlayışı, sahibine moral ve cesaret verir. İradesini kullandıktan sonra meydana
gelen musibetlerden üzülmez, “ölürüm” endişesiyle cihad ve hayırlı faaliyetlerden
geri kalmaz, fakirlik korkusuyla cimrilik yapmaz, rızkından endişe duymaz.
İslam’ın
önerdiği kader anlayışı mutedil duruşu ortaya koymaktadır. Mutlak irade sahibi
Allah Teala’dır, insanı diğer varlıklardan ayıracak ve sorumlu tutacak bir
irade vermiştir; iradesini nasıl kullanacağını peygamberler ve kitaplar
vasıtasıyla öğretmiştir. Allah’ın dilemediği hiçbir şey gerçekleşmez ve hiçbir
hareket veya olay meydana gelmez. Her şey O’nun isteğiyle gerçekleşmektedir.
Hayra rıza gösterir, şerri ve kötülüğü istemez. İnsan aklından ve iradesinden
dolayı sorumludur. Allah’ın hadiseleri bilmesi cebri değildir. Ayın
tutulmasında bilimcilerin herhangi bir etkisi olmadığı gibi, Allah Teala’nın
eşya ve hadiseleri önceden bilmesinin olayların gerçekleşmesinde bir etkisi bulunmamaktadır.
Keza, bir öğretmenin öğrencisinin durumunu önceden bilmesi öğrencinin
çalışmasına herhangi bir müdahale anlamına gelmez.
Yanlış
bir inancın tezahürü olarak bazı kesimler, kadere inanmanın kalkınma ve
ilerlemeye mani olduğunu söylerler. Oysa kadere inanma insana manevî bir destek
sağlayıp, zaafa düşmeden, sünnetullah ölçüleri dahilinde kişinin görevini
yerine getirmesi için cesaret verir.
Abdulkadir
Geylânî kadere iman
konusuna yeni bir anlayış getirerek şunları der: “İnsanlar kader konusunda konuşmak istemezler. Ben
öyle düşünmüyorum. Ben bu konuda zirveye ulaştım. Bir pencereden girdim, hak
yöntemiyle hak için kaderle güreştim.” Geylânî rızk konusunda
da şöyle der: “Kimileri
şöyle düşünür: ‘Rızkları taksim eden Allah’tır, zengin kaderi ile zengin olmuş
fakir kaderi ile fakir olmuştur, sultan yeryüzünde Allah’ın gölgesidir. Onun
zulmü halkın zalim oluşundandır.’ Bu gibi telkinlerle insanları zillete
düşürmekte ve yaltaklık etmektedirler.” 214 Geylânî, kadere getirmiş olduğu
bu yaklaşımıyla kaderi inkâr etmiş değildir. Bilakis o, insanın sorumluluğuna
dikkat çekmektedir. Meşru yollarla kötülüklerle mücadeleyi ön görmektedir. Ceht
ve gayret kaderin diğer bir adıdır. Geylânî, aynı zamanda “kader” ile
ilgili yanlış yorumları da düzeltmiştir.
Kader,
insana zorluklara karşı direnç ve sebat gücünü verir. Zorluk ve meşakkatler
karşısında cinnet geçirenler, hatta intihar edenler olmaktadır. Kader inancının
bilinmediği veya yanlış algılandığı toplumlarda bu tür olaylar daha sık
görülmektedir. İşin garibi maddi imkânların bol, geçinme standartlarının yüksek
olduğu yerlerde intihar olaylarının daha çok görülmesi temel sorunun madde
değil inançsızlık veya eksik ve batıl inançtan kaynaklandığını göstermektedir.
Müslümanlar
kötülüklere iyilik, açlığa yemek, düşmana cihadla mukavemet ederler. Ashap,
ilaç ve duanın kadere mani olup-olmayacağını sorunca, Hz. Peygamber, “Alınan
tedbirler de kader cümlesindendir” buyurdu.215 Hırsızlık yapan birisi Hz. Ömer’e
getirilir ve neden hırsızlık yaptığı sorulur; “Ey mü’minlerin emiri! Hırsızlık
benim kaderimde varmış, Allah’ın takdiriyle hırsızlık yaptım.” der. Hz.Ömer,
saçma gördüğü bu ifadesinden sonra; “Allah’a iftira ettiği için önce kendisine
yüz değnek vurun, sonra da hırsızlık cezası neyse gereğine bakın.” der.”216 Düşman ülkeyi
işgal ettiğinde kaderimizdir deyip onlara karşı hareketsiz ve eylemsiz
kalır mıyız? Hastalığa karşı Allah’ın kaderidir deyip tedaviden vazgeçer
miyiz? Düşmana karşı cihad, hastalığa karşı tedavi kader gereğidir.
Hiç
kimse ben Allah’a tevekkül ettim bu nedenle maaş almaktan imtina ediyorum
demez. Maaş almayı da tevekkül etmeye aykırı görmez. Kadere karşı gelmiş
olmaz. İyi güreşen birinin galip geleceğini, iyi bir performans ortaya
koyamayanın da tuş olacağını söylemek onun mağlubiyetini gerektirmez.
Müslüman
kamuoyunda görülen sapmalarda kader inancının yanlış anlaşılmasının önemli
etkisi vardır. Bu bakımdan kader inancının sağlam biçimiyle yerine oturtulması
gerekmektedir. Bu tashihte ulemaya büyük pay düşmektedir. Hz. Ali’nin
ifadeleriyle kader, karanlık bir yol ve dipsiz fırtınalı bir deryadır.
Cüneyd-î
Bağdâdî, tebliğin
kaldırıldığını savunanların, kadere muttali oldukları için kötülüğü sakındırmanın
gereksiz olduğunu söyliyenlerin, alkol kullananlardan ve zina edenlerden daha
kötü ve tehlikeli bir konumda olduklarını belirtmiş. Gazzâlî de
böylelerinin toplumdan izole edilmesinin yüz inkârcıyı izole etmekten daha
erdemli bir eylem olduğunu belirtmiştir.217
Kadere
İmanda Aşırılık
“Fransızlar, Mısır’ı işgal ettiklerinde
halkın direnişini kırmak için kader inancını tahrif edip onu Müslümanlara karşı
kalkan olarak kullandılar. Şöyle ki: Dağıttıkları broşürlerde şu temayı
işliyorlardı: Hiçbir şey Allah’ın takdiri dışında değildir. Her şey O’nun
takdiriyle hareket etmektedir. Binaen aleyh Fransızlara teslim olup itaat
etmeniz inancınız gereğidir. ”
Kaderin
yanlış yorumlanması, donukluk, taassup ve yozlaşmaya basamak kılındı. Bu
sapmacı anlayışa göre önceden her şey tespit edilmiştir, amel etmeye gerek
yoktur, çalışmak ile çalışmamak aynıdır. Watt, Motogomery, Goldziher, E.
Renan gibi müsteşrikler kaderi, İslam’a saldırmak için
kullanmışlardır. 218
Kader
zaman zaman masum kanların akıtılmasına kalkan yapılmıştır. Emevilerin despot
yönetiminde, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in şahadetinde Cebriyeci kader
anlayışının etkisi vardır. Batinî sûfiye; zaman olmuş, Allah’ın iradesine karşı
konur gerekçesiyle işgalci düşman güçlerine mukavemet göstermemiş. Ali
Berade et-Ticani şunu der: Küffar, günahkarlar ve asiler Allah’ın iradesini
yerine getirmektedirler. Bu nedenle onlara karşı koymamak gerekir.223
Fransızlar, Mısır’ı işgal ettiklerinde halkın direnişini kırmak için
kader inancını tahrif edip onu Müslümanlara karşı kalkan olarak kullandılar.
Şöyle ki: Dağıttıkları broşürlerde şu temayı işliyorlardı: Hiçbir şey Allah’ın
takdiri dışında değildir. Her şey O‘nun takdiriyle hareket etmektedir. Binaen
aleyh Fransızlara teslim olup itaat etmeniz inancınız gereğidir.219 Emperyalistler
kaderi kullanarak Müslüman halktan itaat bekliyorlardı. Çünkü sapmacı anlayışa
göre takdir-i ilahî onları Müslümanlara musallat kılmıştır. Onlara karşı
çıkmakla ilahî iradeye karşı çıkmak arasında bir fark yoktu!
İnsanı
cansız varlık gibi değerlendiren Cebriyeci kader anlayışı, insan iradesinin,
müdahalesinin ve hürriyetinin olmadığını savunur. İnsan, rüzgârın önündeki
yaprak veya hallaç pamuğu gibidir; fiiller insana mecazen nispet edilir. Namaz
kıldı, oruç tuttu, “adam öldürdü,” "hırsızlık yaptı” gibi ifadeler
mecazdır. "Güneş doğdu,” "rüzgar esti”, "yağmur yağdı”
demek ile “insan adam öldürdü, namaz kıldı” demek arasında fark
bulunmamaktadır. Cebriye, bununla Allah’a, zulüm nispet etmiştir.
Tefritçi-Cebriyeci
kesimin kader bağlamında kullandıkları âyetlerden iki tanesi şunlardır: "Allah’a
ortak koşanlar diyecekler ki: ‘Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız O’na
ortak koşardık; hiçbir şeyi de haram kılmazdık’ Bunlardan öncekiler de bizim
azabımızı tadıncaya kadar böyle yalanlamışlardı. Onlara de ki: "İlim
denilecek bir şeyiniz var mı ki, bize çıkarasınız? Siz sadece bir zannın
ardından gidiyorsunuz ve siz yalnızca atıp tutuyorsunuz.”220,"Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin. ”221
Cebriyeci-tefritçi
anlayış bilinçli veya bilinçsiz olarak yukarıdaki ayetlerle Müslümanların önüne
set çekilmektedir. Cebriyeci bir yaklaşımla şöyle denilmektedir: “Sen kendine
bak, Allah’ın hidâyet etmek istemediği kişileri sen mi hidayete erdireceksin?
Vazgeç bu sevdadan, olanlar Allah’ın iradesiyle gerçekleşmektedir.”
Cebriyeci-tefritçi anlayışın aksine, her iki âyet, hidâyetin Allah Teala’nın
elinde olduğunu; davet ve tebliğ etmenin ise insanın sorumluluğu kapsamında
olduğunu belirtmektedir. Tohumu toprağa atmak, sulamak, gübrelemek, havalandırmak
kulun görevleri kapsamındadır. Onu yetiştirmek, bereketlendirmek ise Allah’a
aittir. Cehd ve gayret kuldan, başarı ve muvaffakiyet ise Allah Teala’dandır. "Kendilerine
açık deliller gelmiş ve peygamberin hak olduğuna şahitlik etmişken, imanlarının
arkasından nankörlük edip inkâra sapan bir milleti, Allah nasıl başarılı kılar?
Oysa Allah, zulmedenler topluluğunu başarılı kılmaz.”222 âyeti kimlerin hidâyete ermeyeceğini
belirtmiştir. Peygamberlerin öncelikli vecibeleri davettir, davetin yararı
olmasaydı davet ve tebliğle emredilmezlerdi.
Cebriyeci-tefritçi
kader anlayışı savunucuları insanı sorumsuz hale koydular. Bu inanç, hukuku
ihlal etmekte, insanın sorumluluğunu kaldırmakta; katil ile maktul, zalim ile
mazlum, inanan ile inanmayan arasında herhangi bir fark görmemektedir. Kaderi
tamamıyla reddeden görüş, tefritçi-inkârcı yani, Allah Teala’nın cüziyyâtı
bilmediğini savunan görüştür. Bu görüş, önemli ölçüde Yahudi ve Hıristiyanların
ellerinde bulunan mevcut kitaplardan destek bulmaktadır.223 Astrolojiye inanan bazı kesimler de
burçlardan bazı anlamlar çıkarmak suretiyle insanın kaderine müdahale
edebileceğini savunarak ifratçı bir duruş sergilemektedirler.
Allah’ın
irade ve müdahalesini dışlayan bu kesim, kulu tamamıyla bir yaratıcı olarak
görmektedir. Yaratmayı, iradeyi insana nispet etmektedir. Bu inanca göre tek
yaratıcı değil, sayısız yaratıcı bulunmaktadır. Bu anlayış; “İki tanrı var;
biri nuru, diğeri de karanlığı yaratır.” diyen Mecusi anlayışı
çağrıştırmaktadır.
Kur’an’la
İletişimde İtidal
"Biliniz
ki bu Kur’an insanları en doğru/mutedil yola hidayet eder...”
Kur’an;
17/9.
Kur’an,
Allah Teala tarafından Hz. Muhammed’e Arapça olarak indirilip bize tevatür
yoluyla ulaşan mübarek kitaptır.229 Diğer bir tanımla, Kur’an,
Allah’ın indirilmiş kelamıdır, yaratılmamıştır. Hz. Muhammed’e nazil olmuş, Hz.
Osman Mushaf’ında yazılan, Arapça olarak tevatürle bize ulaşan Allah’ın
kelamıdır.224
Kur’an, ilahî kitap olarak, değişmeden, kıyamete kadar semada/Levh-i
mahfuzda bulunan nüshasının aynısını devam ettiren tek ve en büyük
mucizedir.
Kur’an’ın
şöhret bulmuş beş ismi vardır. Kuran, Kitap,Tenzil, Zikir, Furkan225
Kur’an’a
kitap denilmesi yazılmış bir mushafta bulunmasındandır. Bununla,
Kur’an’ın şifahî bir metin olmayıp yazılmış ve muhafaza edilmiş bir metin
olduğuna dikkat çekiliyor. Bu kitap en çok okunan, itina gösterilen kitap olma
özelliğini de taşımaktadır.226
Kur’an, kitaptır, ancak kul tarafından yazılmış bir kitap değildir. Dizilişi,
âyetleri, vakıfları vahiyle tespit edilmiştir. Onda, ne indiren Cibril’in
ne de kendisine indirilen Hz. Muhammed’in hiçbir payı ve katkısı yoktur. Resmi
evrak gibi getirenin onu değiştirme imkân ve salahiyeti yoktur.
Tenzil,
“O alemlerin Rabbinden indirilmiştir.”227
âyetinde de geçtiği gibi, indirilmiş anlamındadır.
Zikir;
“Ve muhakkak ki o (Kur’an) hem senin için, hem de kavmin için bir şereftir ve
ileride bundan sorulacaksınız.”228, “Şüphe yok ki, o Zikr’i/Kur’an’ı biz
indirdik biz; her halde onu muhafaza da edeceğiz.’229
âyetlerinde de beyan edildiği gibi, okuyucusuna Allah Teala’yı, peygamberleri,
ahireti, cenneti, cehennemi hatırlatmaktadır.
Furkan,
Kur’an’ın önemli isimlerinden biridir.230 İyi ile kötüyü, hak ile batılı birbirinden
ayıran ilahîölçü anlamındadır.
Hz.
Peygamber’den önceki peygamberler de mucizeler göstermişlerdir.Hz. Musa’nın
asasının yılan oluvermesi,Hz.İsa’nın Allah’ın izniyle ölüleri
diriltmesi, kötürümleri iyileştirmesi vs.231 Ancak günümüzde bunları görmemiz, ortaya
koymamız mümkün değildir. Kur’an ise kalıcı tek mucizedir. İndiği dönemde
meydan okudu, günümüzde de meydan okuyuşu devam etmektedir. Bu nedenle Kur’an,
sadece Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) değil, tüm peygamberlerin mucizesidir. Şöyle
ki: Kur’an sadece Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) değil binlerce peygamberin risaletinden haber
vermekte, hepsine iman etmeyi gerekli kılmakta ve mucizelerinden haber
vermektedir. Peygamberlerden birinin risaletini reddeden tüm peygamberlerin
risaletini reddetmiş olur. Bu nedenle Hz. Muhammed’e iman eden biri tüm
peygamberleri tasdik etmek durumundadır. Neticede Kur’an tüm peygamberlerin
kitabı olma özelliğini taşımaktadır.
Kur’an’ın
üslubu ne şiir ne de nesirdir. Ancak her ikisinin de özelliklerini taşır. O,
nazımdan daha çekici daha caziptir. İnsan ruhuna nüfuz eden ilahî mucizevi bir
üslûba sahiptir. Bu özelliğinden dolayı olacaktır ki Arapça bilmeyen
Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm vb. dinlere mensup bazı kişiler bile Kur’an’ı
dinlerken heyecan içinde kalmakta, vecde gelmekte ve bu ilahî atmosferden haz
almaktadırlar.
Kur’an
her şeyiyle ilahîdir. Yani, Allah’tan gelmiştir; başkasına ait söz değildir.
Allah Teala’dan hikaye edilmedi, O’nun bir cüzü de değildir. Mushaflarda
okunması bu özelliğini kaybettirmez. Çünkü asıl itibariyle bir şey kimin
tarafından başlatılmışsa ona nispet edilir; Kur’an, hem anlamıyla hem de
harfleriyle Allah’a aittir.232
Genelde
Kur’an tanımı yapılırken isabetli bazı yaklaşımlar ortaya konulmasına rağmen,
bazı yaklaşımların eleştirilere açık olduğuna inanmaktayız. Şöyle ki: Kur’an
tanımlanırken Kur’an’ın iniş maksadını ortaya koyan, ancak ihmal edilen hidâyet
olma özelliği de göz önünde tutulmalıdır. Nitekim Kur’an’ın bu özelliğine sık
sık atıfta bulunularak dikkat çekilir. “Biliniz ki bu Kur’an insanları en
doğru/mutedil yola hidayet eder...”233 Fatiha sûresinin beşinci âyetinde de
hidâyete vurgu yapılmıştır. Bu kitap sayesinde insanlar cahilliye yerine
hidâyeti, şirk yerine tevhidi, eşyaya ibadet yerine, alemlerin Rabbi’ne ibadeti
buldu.
Kur’an
tüm özellikleriyle farklı bir yöntem arz eder; içeriği, dizimi, anlamı, konu ve
olayları arz etmesi hep farklı ve değişiktir. Bu anlamda önsöz, giriş,
gelişme ve sonuç bölümleri yoktur. Konuları alt alta dizilmemiştir. Onunla
ilk defa karşılaşan, şaşırır kalır. Çünkü hiç görmediği bir durumla karşı
karşıya kalır. Onu okuyan ilahî hitabın sesini duyar. Adem-Şeytan mücadelesini
izler; bazen dünyanın yaratılışını, meleklerin kalemlerini işletirken çıkarmış
oldukları hışırtılarını dinler; Firavun’un denizde boğulmasını, Ebu
Leheb’in ellerini kurutan tab- tab sesini duyar; sabahın teneffüsünü
içinde hisseder; zorbaların nasıl tehdit edildiğini, mağdurların ahını, kıyamet
sahnelerinden hamile kadınların yüklerini nasıl bırakacaklarını müşahede eder.
Keza, o; Kur’an’ın kendisine hitap ettiğini, kendisine rehberlik ettiğini,
cennetliklerin birbirine selamlarını, karşılıklı oturuşlarını, Allah Teala’nın
onlara selam verişini hep yaşar, insanın annesinin batnından dünyaya gelişini,
çocukluk, ergenlik ve yaşlılık dönemlerini takip eder.
Kur’an’ın
temel hedefi dile, edebiyata yön vermek değil, hayata müdahale etmek, onu doğru
inanç ve amel üzerine kurmaktır. Bu özelliği onun diyolojik özelliğe
sahip bir metin olduğunu göstermektedir. Yani, Kur’an önyargıdan uzak, objektif
düşünen okuyucunun imanını artırdığı gibi, önyargıyla okuyanların da inkârını
arttırmaktadır. O, her şeyiyle farklıdır. Merhum Aliya İzzet Begoviç’in
de dikkat çektiği gibi, Kur’an edebiyat ve belagatin zirvesinde olduğu halde
edebiyat değil, hayattır.234
Kur’an
başka hiçbir kitabın sahip olmadığı özelliklere sahiptir. Çünkü onu indiren
Zat, eşi ortağı olmayan, sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah Teala’dır.
Erdemli, yüce ahlak sahibi Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kalbine indirilmiştir. Bir kitap veya eser
sahibinin özellikleri ve saygınlığıyla bilinir. Kur’an’ı indiren zat bizi
bizden çok seven, bize şah damarımızdan daha yakın genlerimizin içindekini
bilen zatdır. “Kur’an’ın kendisine özgü bir yöntemi vardır. O yöntemi Kur’an’la
iletişim kurabilenlerle onu kan ve ruhlarına işleyenler anlayabilirler. Onu
birkaç kavram ve cümleden ibaret bilenler onu anlayamazlar. Dilin zevkini
içselleştirenlerle Arap belagatini idrak edenler anlayabilirler. Kur’an’ı
okuduğumda kendimi, Cibril’in Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ,
onun da ashabına Kur’an’ı tilavet ettiği saadet asrında hissediyorum.”235
Kur’an,
Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nazil oldu. Ancak tüm insanlığa rehber
konumdadır. Necip Fazıl, Kur’an’ın icazına dair şu örneği verir: Kur’an’ı
bir takım yapraklar üstüne yazsalar da dağlarda kuytularda bir yere bıraksalar
ve kimin yazdığı, nereden geldiği, ne olduğu bilinmezse, yine de selim akıl
anlar ki bu, Allah’ın kelamından başkası olmaz.”236 Dostu, düşmanı, fakiri, zengini, alimi,
ümmiyi, filozofu, Müslümanı, gayrimüslimi, hukukçuyu, dilciyi etkileyen bir
kitap beşer ürünü olabilir mi? Keza hepsini ilahî kelam uğrunda mesailerini
harcamaya sevk eden güç nereden kaynaklanmaktadır? Tek cevap: O, Aziz, Alim ve
Hakim olan Allah’tan inmiştir. Bu kitabı getiren zat (Hz. Peygamber) ilim,
kültür, fen ve medeniyetten uzak bir muhitte yetişti. Orada ne mütefekkir ne
alim ne de filozof vardı. Ümmi bir toplumda yetişti. Kalemin, divitin,
kırtasiyenin Anka kuşundan daha nadir olduğu bir zeminde elinde ilahî meşaleyle
çıktı. Herkese meydan okudu. Onları kendisine hayran bıraktı. Kur’an, geçmişte
meydan okudu, hâlen de okumaya devam etmektedir.
Kur’an’ın
tamamı ahenk içindedir, birbiriyle bağlantılıdır. Hepsine iman etmek gerekir.
Haberleri doğrudur, âyetleri birbirleriyle çelişmez. Hepsi insanın saadet ve
kurtuluşunu hedef alır. Emir ve yasakları insana yöneliktir. Onlara sarılmak
iki dünya saadetini getirir. Kur’an âyetlerinin hepsi nizam, disiplin,
doğrulukta birbirine benzer; aralarında çelişki yoktur. Bir âyetin mücmel
bıraktığı konuyu diğer bir âyet açıklar. Muhkem âyetler anayasadır, asla
değişiklik kabul etmeyen maddelerdir. Allah’ın hakimiyet birliği,helal haram,
güzel ahlak, doğruluk, cömertlik vs. konularını işler. Müteşâbih âyetler ise
zamana göre yeni hüküm alabilecek konulardır.
Kur’an,
her şeyi ile mutedil bir kitaptır. Mutedil bir hacimde nazil olmuştur. Ne
ihtiyaçları ihmal edecek derecede kısa, ne de gereksiz bilgileri sunarak
usandıracak kadar uzundur. Kur’an, itidali önerir: “Biliniz ki bu Kur’an
insanları en doğru/mutedil yola hidayet eder..'' 237 Âyette geçen akvem sözcüğü bunu
ifade eder. Yani, ifrat ve tefrit arasında vasatî ve mutedil bir yol ve yöntem
önerir. İbadette, ahlakta, inançta ifrat ve tefrit arasında mutedil yolu
gösterir. Onun yolu ne maddecilik ne de ruhbanlıktır. İbadetlerde kendilerine
yazık edenlerle ibadetsizler arasında mutedil yoldur. Hiç ölmeyecekmiş gibi
dünya sarhoşluğuna saplanmışlarla, dünyayı necis ve uzak durulması gereken
ejderha gibi görenler arasında mutedil yoldur.
Kur’an
Allah’a varmanın,O’nu tanımanın adresidir. Allah’ı tanımak ve O’na varmak
isteyenlerin bu adrese ulaşmaları gerekmektedir. Keza O’nun rızasına ermenin
kapısıdır. Kur’an ikincisi ve alternatifi bulunmayan bir yoldur. Allah’a, O’nun
rızasına, O’nun cennetine varmanın adresidir. Müsteşrik Watt şöyle der:
“O, ne teolojik bir tez, ne bir hukuk kitabı ve ne de bir vaazlar derlemesidir;
içinde başka şeyler de bulunan, üçünün bir karışımıdır.”238
Allah
Teala, Kur’an’la tüm kitap ve sahifeleri özetlemiş, vahiy kapısını kapatmıştır.
Onda geçmiş ve geleceğe ait kıssa ve haberler mevcuttur. Davaların çözümü,
ihtilafların cevabı ondadır. O, hak ile batılı birbirinden ayırır. O, hezeyan
değildir. Allah Teala onu terk edenlerden hesap soracak, onu rehber edinenleri
hidâyete erdirecek. O, Allah’ın kopmaz ipi, doğru yolu, hikmetli kelamıdır.
Ulema, onu okumakla doymaz; diller onu okumakla yorulmaz; o, tekrar edilmekle
eskimez; onun acayiplikleri tükenmez; insanlar, cinler, melekler ondan
etkilenir; onunla konuşan doğru söyler, hükmeden isabet eder, okuyan ecir alır.
Kur’an’la İletişimde Aşırılık
"Yaşlı
bir ninenin çocuğu hastalanır. Adet olduğu üzere okunması için hoca çağrılır.
Hoca, iyi niyetle, şifa bulur ümidiyle çocuğun baş ucunda Kur’an okumaya
başlar, ancak geleneğe muhalefet ettiğinin farkına varmaz. Yaşlı nine bağırmaya
başlar. Nedeni sorulunca şu ibret verici gerekçeyi gösterir: "Henüz
çocuğum ölmemiş ki hoca efendi üzerinde Kur’an okusun.”
Günlük
gazeteler
Ne
hazindir ki günümüzde Kur’an, en çok okunan ancak en az anlaşılan kitap haline
gelmiştir. Netice de birçok ekol ve şahıs Kur'an'a uyma yerine, Kur'an'ı kendi
görüş ve çıkarlarına alet etmiştir. İslam tarihinde itidal çizgisinden sapmış
ekol ve düşüncelerin sapma nedenlerinin başında da bu gelmektedir. Konuya
dikkat çeken İbn Teymiyye, şunları der: “İlk sapma olarak ortaya çıkan
Haricî çıkış; Kur'an'ı kendi görüşleri doğrultusunda anlamaya çalışmalarından
dolayı idi."239
Ahmed Emin, Ahmed b. Muhtar er-Razî den şunları aktarır: "Her ekol
delilini Kur'an 'dan getirmeye çalışır. Herkes kendisini haklı, muhalifini ise
yanlış görür. Kısacası; her hizip yanındakiyle övünür.240 Bu anlayış, çok garip ve vahim neticeleri de
beraberinde getirmiş; İslam diniyle mücadele eden kesim için de bulunmaz
doküman oluşturmuştur.
Kur'an,
İslamî mezhep ve ekollerin ilk kaynağı olduğu gibi, İslam’la mücadele eden
kesimlerin de başvurdukları ilk referanstır. Birinci kesimde yanlış yöntemlerle
doğruyu bulma gayesi ve isabet etmeme söz konusu iken, diğer kesimde ise İslam
ve Müslümanları mağlup ve rencide etme gayesi yatmaktadır. İlk dönemlerde
Haricîlerde daha sonra da Mutezile ve Zahiriye'deki ifrat ve tefrit yöntem
hatalarından kaynaklanmaktaydı. Gazzâlî, avamı aşırı yorum ve
söylemlerle meşgul etmenin çok tehlikeli neticeler doğurduğuna dikkat çekerek
şöyle der: “Aşırı yorumlardan kaynaklanan söylemler avamı amel etmekten
alıkoymaktadır. Bu söylemlerin savunucuları ilim ve ameli kendilerine perde
kılmış, mükâşefe ve batinî ilimle bulundukları makamlara ulaştıklarını iddia
etmişlerdir. Ne yazık ki bu vebanın zararı her tarafı kuşatmıştır. Toplumda
bunları yayanlardan birini zararsız hale getirmek, on inkârcıyı izale etmekten
daha hayırlıdır. Ebu Yezid el-Bistami’ye nispet edilen; “Ben
Hakkım,kendimi tespih ederim” gibi şatahatlar kendisine nispet edilemez.241
Aşırı
söylem, "İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık
üzerinde yardımlaşmayın.”242
âyetini, kötü amel ve eylemlerine alet eder. Şöyle ki: Helal-haram tanımayan,
insanlar arasında haramı, etnik ayrımcılığı yayan bazı örgüt ve kuruluşlar
âyeti kendilerine basamak yapmakta, faiz, şans oyunları, uyuşturucu madde ve
beyaz kadın ticareti, dolandırıcılık, soygun ve hırsızlık için yardımlaşmanın
âyetin gereği olduğunu söylemektedirler. Bu iddia, leşe konmak ya da soygun
için aralarında sözleşen çete ve kurtların yardımlaşmasını hatırlatmaktadır.
Âyetin, “günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” bölümü
yardımlaşmanın olmayacağı yerlere de açıklık getirmiştir.
Aşırı
söylem, “Ey iman edenler, faizi kat kat yemeyin.”243 âyetini şöyle anlamlandırır: Allah Telala
düşük ve normal faizi değil, çok yüksek olanını haram kılmıştır. Aynı kesim,
faizin %5, yüzde %10 oranında olmasına cevaz vermiş, faizin devletler arasında
değil, sadece bireyler arasında haram olduğunu savunmuşlardır.244 Bu yorumla
Kur’an’da en büyük günahlardan olan faizin sadece kat-kat olanı haramdır.
İddialarının aksine, âyet faiz oranıyla ilgili değildir. Cahiliye döneminde
uygulanan bir durumu hatırlatmaktadır. “Bunca zulüm yapmayın.” cümlesinden “Az
zulüm yapabilirsiniz.” anlamı çıkmaz.
Çağdaş
müfessir İbn Âşur, içki yasağında olduğu gibi, faizde de Kur’an’ın
tedrici bir yol takip ettiğini savunur.245 "Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve
eğer gerçek inananlar iseniz faiz hesabından kalan miktarı almaktan vazgeçin.
Eğer böyle yapmazsanız, o halde Allah ve O’nun elçisi tarafından bir savaş
açılacağını bilin. Eğer tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Ne haksızlık
etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.”246 247 âyetleri
her türlü faizi yasaklamıştır.
Aşırı
güruh, “Gücünüz yettiğinizce takvaya sarılın.”258 âyetini
dini vecibeleri ihmal için malzeme olarak kullanır. “Allah Teala, gücümüz
nispetinde vecibeleri yerine getirmemizi emretmiştir.” derler. "Ey iman
edenler, Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korku, gerektiği gibi sakının
ve kesinlikle Müslüman olarak can verin.”248 âyeti, takvanın nasıl olması gerektiğini
beyan etmektedir. Yani, takva neyi gerektiriyorsa o biçimde davranmanız
gerekir. İslamî vecibeleri yerine getirmek kişilerin isteğine bırakılmamış,
şartları vahiyle tespit edilmiştir. Gücünüz yettiğince ifadesi, kişinin
gücünü esas almaktadır. Günlük vecibelerde bu ilahî ölçü göz önünde
bulundurulur. Şöyle ki: Kişi ayakta namaz kılamıyorsa, oturarak, oturarak
kılamıyorsa yatarak kılabilir. Keza, yolculukta oruç tutamayan ruhsatlardan
yararlanabilir. "Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez.”249 âyeti de
aynı manayı ifade etmektedir.
Aşırılar,
"İman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da ‘biz Hıristiyanız’
diyenleri bulursun.”250
âyetini, işgalci ve emperyalist güçlere desteğin meşruiyeti için delil
göstermeye çalışmaktadırlar. Âyetin söz konusu ettiği Hıristiyanlar,
yeryüzünde kibirlenmeyen, Kur’an dinlerken gözyaşı döken, Kur’an’ın hak
olduğunu fark eden ve “Allah’ım iman ettik, bizi şehitlerden kıl.” diyen
kesimdir. Merhum Seyit Kutub’un da dikkat çektiği gibi, âyeti
bağlamından koparmadan ele almamız gerekir. Aksi halde, tarih boyunca Haçlıların
İslam topraklarında gerçekleştirdiği katliamları göz ardı etmemiz gerekecektir.251 Aşırı güruhlar, "Allah
yolunda harcayın ve kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızda
güzel yapın; Allah güzel yapanları sever. ”252 âyetini hak karşısında susmaya, hakkı
gizlemeye, tembelliğe, neme lazımcılığa alet edip, iyiliği emretmekten
çekinirler; hatta iyiliği emredenleri fitne ve fesat çıkarmakla itham ederler;
bunu yapmakla da Kur’an’ın emrini yerine getirdiklerini, başkalarını ise
Kur’an’ı dinlememekle ve güzeli, doğruyu, hakkı söyleyenleri de kendilerini
tehlikeye atmakla itham ederler;âyeti dalkavukluk, iki yüzlülük, zillet ve
nifak için malzeme yaparlar. Allah Teala, “Mü’minlerden mallarını ve
canlarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır.”253 buyurarak,
İslam ümmetinin en bariz özelliğinin iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak
olduğuna dikkat çekmektedir.254
Âyette iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymanın imandan önce gelmesi de konuya
ayrı bir önem vermektedir.Tefritçilerin söz konusu ettiği âyet, infaktan
bahsetmektedir. İnfak Allah yolunda her türlü fedakarlık ve harcamayı
kapsamaktadır. Yani, Allah yolunda can, mal ve söz ile çalışmaya dikkat
çekmektedir. Allah yolunda vakit ayırmak da infak kavramı kapsamındadır.
Keza âyet, kişinin düşünce ve tasavvurunu vahiyle disiplin altına almasını
gerekli kılmaktadır. Âyette geçen “ihsanda bulunun” ifadesiyle de Allah
için takdim edilecek bir gayretin ihlas ve samimiyetle yapılması gerektiğine;
yani hadiste de ifade edildiği gibi, “Allah’ı görürcesine kulluk”255 etmeye,
cihad, tebliğ, infak, davet vs. vecibelerin ihsan derecesinde yerine
getirilmesinin gereğine dikkat çekmektedir.
"Hepinizin
varışı sonunda Allah’adır. O size neler yaptıklarınızı o zaman haber
verecektir.”256
âyeti, aşırılar tarafından tembellik, pısırıklık ve acizliğe alet edilmektedir.
Bu tahrifçi tefrit neticesinde, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak rafa
kaldırıldı; ferdiyetçilik ve inziva topluma katılmaya tercih edildi; bana
dokunmayan yılan bin yıl yaşasın hezeyanı revaç buldu. Aynı hezeyana göre,
önemli olan insanın kendi nefsini kurtarmasıdır; akrabası, komşusu, milleti
günah içinde boğulsa da önemli değildir! Bu anlayış sahibi ne vecibeden
kaçtığının ne de âyeti tahrif ettiğinin farkındadır. Oysa Hz. Ebubekir’in
de dikkat çektiği gibi âyet, iyiliği emreden en önemli delildir. Şöyle ki; âyet
iki önemli konuya dikkat çekmektedir.
1.İnsanın,
iyiliği emretmeye yeltenmeden önce kendisini düzeltmesi, 2.Sonra da insanları
davet etmesinin gerekliliği kılmaktadır.
Abdullah
b. Mübarek’in âyetle ilgili
yorumu manidardır. Şöyle der: Siz Müslümanlar yek vücut olup dininize
sarılırsanız inkârcı ve muarızlarınız size zarar veremeyeceklerdir.”257 Aşırılar, “Rabbin
bal arısına vahyetti.”258
âyetini göstererek, “Madem Allah bal arısına vahyediyor neden bize de
vahyetmesin” diyebilmektedirler.259
Yaşanmış
şu anekdot, aşırıların Kur’an anlayışını ortaya koymaktadır: “Yaşlı bir ninenin
çocuğu hastalanır. Adet olduğu üzere okunması için hoca çağrılır. Hoca, iyi
niyetle, şifa bulur ümidiyle çocuğun baş ucunda Kur’an okumaya başlar, ancak
geleneğe muhalefet ettiğinin farkına olmaz. Yaşlı nine bağırmaya başlar. Nedeni
sorulunca şu ibret verici gerekçeyi gösterir: “Henüz çocuğum ölmemiş ki hoca
efendi üzerinde Kur’an okusun.” Yaşlı nineye göre Kur’an insan ölmeden önce
okunmaz, zira okunsa çocuğunun ölümüne sebebiyet verebilir. Günümüz tefritçi
anlayışın diğer bir örneği tefsir hocası Prof. Dr. M. Zeki Dumandan
aktarıyoruz: “Önemli bir tefsir uzmanımız Kur’an istismarcılarıyla ilgili
olarak şu hatırasını aktarmaktadır: “Bir tarihte bir arkadaşımla beraber İstanbul’da
onun bir arkadaşını ziyaret etmek için görevli olduğu camiye gittik. Namazdan
sonra imamla birlikte camiden çıkmak üzereyken biraz yaşlı bir kadın yanımıza
doğru geldi ve imam arkadaşa: “Oğlum, bir hatim rica etmek için sizi rahatsız
ediyorum, okur musunuz?” dedi. İmam: “Olur, teyzeciğim! Fakat hangisinden
istiyorsunuz?” dedi. Bu soru karşısında doğrusu ben de şaşırdım kadın da
şaşırmış olacak ki: “Oğlum, bir hatim indirmeni istiyorum. Hatimin hangisi olur
mu?” deyince, imam şöyle açıklamada bulundu: “Teyzeciğim, elli liralık hatim
var, yüz liralık hatim var, bir de yüz elli liralık hatim var. Sen hangisinden
istersin?” Kadın daha da şaşkın bir ifade ile: “Yüz liralıktan olsun.” dedi ve
bir köşeye çekildiler; hemen oracıkta duasını ettiler ve parasını alıp yanımıza
geldi. Anladık ki, hatimler önceden okunmuş, paket halinde hazırmış!
Arkadaşımla, biraz da taaccüple birbirimize baktık ve oradan ayrıldık. Kur’an
herhalde bunlara da lanet ediyor olmalı...”260
Tefritçiler,
Kur’an’dan anlayan kalmadığından Kur’an’ı tefsir etmek haramdır, bize düşen
geçmişlerimizin Kur’an’a yapmış oldukları tefsir ve yorumlarla yetinmektir, hem
Kur’an’ın anlaşılması da çok zordur, meal okunmaz, Kur’an’ın gerçek bir tefsiri
yapılmamıştır, bu konuda öncekiler bize bir şey bırakmamıştır, teberrük ve
ölüler için okunur, kimsenin elinin yetişmediği yere konur, şifresi çözülmemiş
kitaptır, anlaşılması belli kesimlerin tekeline verilmiştir,derler. Tefritçi
anlayışın insanların hidayeti için indirilen Kur’an’ı nerelerde kullandığını
anlamak gayesiyle, piyasaya sürülen ve İmam Gazzâlîye nispet edilen,
ancak telifâtı listesinde bulamadığımız, "Mucerrebatu’-Gazzâlî
Fi’t-Tıbbi’-Rahmani”261
başlıklı eserden bazı örnekler sunuyoruz.
·
-
Havada uçmak için, okunacak âyetler, dualar, tılsımlar....( s. 37)
·
-
Bindiği gemiyi durdurmak için okunacak âyetler ... (s. 97)
·
-
Düşmanı öldürmek için okunacak âyetler .(s. 135)
·
-
Kadını evlenmekten alıkoymak için okunacak âyetler ...( s. 225)
·
-
Balık tutmak için okunacak âyetler ..(s. 249)
·
-
Gözde oluşan beyazlığı gidermek için okunacak âyetler... (s. 406)
·
-
Fareleri kovmak için okunacak âyetler ...(s. 313)
·
-
Gözleri kör etmek için okunacak âyetler .(s. 313)
·
-
Kadının aklını oynatması için okunacak âyetler... (s. 487)
·
-
Düşmanı hasta etmek için okunacak âyetler ... (s. 588)
Yazar,
her konu için âyet listesini vermeye çaba göstermiştir. Ne hazindir ki tefritçi
anlayış neticesinde dünyaya yön vermek, insanları karanlıklardan aydınlığa
çıkarmak için nazil olan Kur’an ölüyle beraber defnedilmekte, ölünün dağılan,
çürüyen cesediyle beraber dağılmaktadır. Kadim Mısır geleneğinde olan ölüyle
beraber eşya gömme geleneğinden kalma bu adet Kur’an’ın işlevinin bilincinde
olan herkesi dehşete düşürmektedir.
"Tıpkı
o taksim edenlere indirdiğimiz gibi O Kur’an’ı kısım kısım ayıranlara...”262
âyetinin de dikkat çektiği gibi, tefritçi anlayış, Kur’an’ı; tatbik edilen
âyetler ve edilmeyen âyetler biçiminde bölmeye çalışır. Bu anlayış
sahiplerinin Allah Teala’nın şu muhtemel sorusuna iyi hazırlanmaları gerekmez
mi? Ey Kullarım! Size iki dünyada mutluluk kazandıracak izzet ve esenlik
getirecek bir kitap gönderdim; onu nasıl karşıladınız, ona nasıl baktınız, okuyup
incelediniz mi? Tefritçiler Kur’an’ın akide ve ibadet âyetlerine inandıklarını,
ahkâm âyetlerinin zaman aşımına uğradığını iddia ederler. Bunlar (hâşâ)
Allah’ın ilminin eksik olduğunu kendilerinin bunu tamamlamak istediklerini mi
ima ediyorlar? Yoksa insanların yarar ve maslahatlarını Allah’tan daha çok
bildiklerini mi iddia ediyorlar?
Kur’an’la
İletişimde Aşırı Bir Anlayış Olarak Mealcilik
"Allah
Telala, "Her şeyden iki çift yarattık ki düşünesiniz.” (Kur’an; 51/49)
âyetiyle her şeyi çift yarattığını belirtmiştir. Akşam ve yatsı çifttir.
Kezâ,sabah ile öğle de çifttir. İkindi tek başına kalmaktadır, bu nedenle
kılınmasına gerek yoktur.”
Muhammed
Refiuddin
Mealci-
ifratçı aşırı söylemin kendini fark ettirmesi geçmişlere dayanır. Bu söylem
Kur’an dışındaki kaynakların otoritesini reddeder. Bu kesim geleneğin
moderniteye yenik düşmesinin acısıyla çareyi gelenekle savaşmakta arıyordu.
Bunun başında da sünneti, hadisi, fıkhı, tarihi reddetmek geliyordu. Bu kesimin
ikinci kriterleri de akıl yürütmekten oluşuyordu. Bu söylem yirminci yüz
yılın başlarında Hindistan’da Ehlu’z zikir ve’l Kur’an veya kısacası el-Kur’aniyyun
(Kur’ancılar-mealciler)la başladı. Aşırılar, Hindistan modernistlerinin
öncüsü Seyyid Ahmed Han’ın fikirlerinden beslenmişlerdir. Kurucusu Abdullah
Çekralevi’dir.
Mealcilik,
Kur’an’a dönüş ve tek kaynak iddiasındaki ısrarıyla çağdaş aşırılığın bir
tezahürü olarak nitelendirilebilir. Temel söylemini, “Kur’an’la yetinmek başka
bir kaynak kabul etmemek” tezi üzerine kurmuştur.Bu söylem köklü bir çıkış
olmadığından popüler bir destek bulamamış, geniş kitlelere ulaşamamış ve
marjinal kalması mukadder olmuştur. Geçmişte,“Domuzun eti haram, ancak yağı ve
derisi helaldir.” söyleminin günümüzde tezahürü mealciliktir.
Mealci
çıkış, muazzam İslam kültürünü, fıkhı usulünü, hadisleri, usulünü, siyeri
tarihi, “Bizimle Kur’an
arasına giriyor.” gerekçesiyle reddetmeye çalışır. Onları bazen inkâr
etmekte bazen de “putlar” olarak nitelendirmektedirler. Aralarında, “Farz
namazların beş vakitte kılınma zorunluluğu yoktur. Allah’ın namaz emretmesi
Müslümanları eğitmektir” görüşü hakimdir. "Muhakkak ki (doğru olarak
kılınan) namaz edepsizlik ve uygunsuzluğu yasaklar.”263 âyetinde de belirtildiği gibi namazın
temel gayesi, Müslümanlara çirkin davranış ve kötülükleri yasaklamak ve
neticede alıkoymaktır. Bu itibarla namaz amaç değil araçtır. Namazın şekli
önemli değildir. Secde, rüku ve kıraat nafiledir. Müslüman dilediği şekilde
namaz kılar.264
Mealciler Müslümanlar arasındaki ihtilafın temelinde sünneti, hadisi ve fıkhı
görmektedirler. Şunu sormazlar mı? Mesela, Cuma namazı nasıl kılınacak? Zekat
nasıl verilecek? Hangi mallardan verilecek? Mesela beş tavuk besleyen biri;
avlusunda maydanoz yetiştiren, yüzlerce dönümde pamuk ve fıstık yetiştirenden
nasıl ayrılacak?
Sünneti
dışlayan bu grup, çok garip ve Arapçayla izahı mümkün olmayan te’viller
yapmışlardır. Sözgelimi, mealciler; “Hamd, o gökleri ve yeri yaratan ve
melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur. O,
yaratmada dilediği kadar artırır. Gerçekten Allah, her şeye gücü yetendir. ”265 âyetinin
namaz rekatlarını tayin ettiğini iddia ederler. Oysa bu te’vil, aklıselimin
asla kabul etmeyeceği bir yorumdur.Âyetin namazla yakından uzaktan bir ilgisi
yoktur. Âyet,meleklerin yaratılışından bahsetmektedir.266
Sünnet
karşıtı çağdaş yazar Muhammed Refiuddin,“Her şeyden iki çift yarattık ki,
düşünesiniz.”267
ayetini öne sürerek ikindi namazını inkâra kalkışmış ve iddiasını şöyle
savunmuştur: Allah her şeyi çift yaratmış. Akşam ve yatsı çifttir. Keza sabah
ile öğle de çifttir. İkindi münferit kaldığından kılınmaz.268 Sünnet karşıtları, “Hüküm ancak
Allah’ındır.”269
âyetini öne sürerek sünneti şirkin tezahürü olarak değerlendirmişlerdir. Hoca
Ahmeduddin bu bağlamda şunları der: “İnsanlar şirki yansıtan birçok yöntem
geliştirmişlerdir. Şöyle ki: Allah’a itaat asıldır;buna itiraz yok; Allah bize
Resul’e de itaati emretmiştir;buna da itiraz yok;ancak insanlar sünnete ittiba
adına şirkin her çeşidine saplanmaktadırlar.”270
“Bu kelamı sana indirdik ki sen
onlara gönderilen emri açıklayasın.”271 âyeti, Kur’an’ı beyan etmeyi Hz. Peygamber’e
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bırakmıştır. Mesela, Kur’an kasr namazından
bahsetmiş,278 hangi namazların kastedileceğini ise sünnete
bırakmıştır. Sünnetten akşam ve sabah namazlarında kasrın olmadığını
öğrenmekteyiz. Keza,sünnet namazların cem’ini, zekatın nelerden verileceğini ve
nisabını belirtmiştir.
Mealcilik
Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “postacılık” denebilecek bir görev vermekten
öteye geçmemektedir. Kur’an Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) en büyük mucizesi ve burhanıdır. Onun
sünnetini Kur’an’dan ayrı olarak mütalaa etmek, dışlamak doğru olmasa gerek.
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uygulamaları olmasaydı ibadetlerdeki vahdet ve
disiplin sağlanamazdı. Kur’an ve sünneti dışlamak tefrit olduğu gibi, “Kur’an
kimse tarafından anlaşılmaz, anlamak önemli değildir.” demek, onu ölü kitabı
olarak değerlendirmek, “belli bir azınlık dışında onu kimse tefsir edemez,
sadece öncekiler onu anlamış biz anlayamayız, onlar her şeyi halletmiş bize bir
şey kalmamıştır” gibi söylem ve yaklaşımlar da aşırılıktan kaynaklanmaktadır.
Peygamberlik ve Peygamberlere İmanda
İtidal
"İmam
Malik Medine’de hayvana binmekten haya ettiği halde, tevhidi zedeler endişesiyle
Kabr-ı Şerif’i ziyaret ettiğinde Kabr’e yönelmezdi; ona doğru dua etmezdi.’’
Ali
el-Kâri
Peygamberler;
Allah tarafından seçilmiş ve insanlara gönderilmiş şahsiyetlerdir. Allah’tan
almış oldukları direktifleri olduğu gibi insanlara aktarırlar. Aldıkları
emirleri yaşayarak gösterirler. Bu nedenle insan cinsinden gelmişlerdir.
Doğruluk, emniyet, iffet ve cesaretin zirvesindedirler. Asla kendilerinin ve
yakınlarının çıkarları için çalışmazlar, onların menfaatlerini sağlamakla
uğraşmazlar. İnsanları kendilerine tercih ederler.
Kur’an,
peygamberler arasında herhangi bir ayırım yapmamış ve birini inkâr etmeyi,
hepsini inkâr etmek olarak kabul etmiştir. "Onlar ki Allah’ın
elçilerini inkâr ederler. Allah’a iman edip Resûl’ü inkâr etmek suretiyle Allah
ile elçilerinin arasını ayırmak isterler. ‘Kimine inanırız kimini inkâr ederiz.
’ derler. İkisinin arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçek
kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. ”279,
“Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa hiç kuşkusuz iyiyi ve güzeli
bulmuş olurlar. Eğer sırt çevirirlerse mutlaka anlaşmazlık içerisindedirler.272 273, “Kim Allah ve Resûlü’ne inanmazsa bilsin ki
biz, kâfirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır.”274
gibi âyetler, gâyet açık bir ifadeyle mü’min olmayı, Allah’ın rızasına,
cennetini elde etmeyi de Allah ve Resûlü’ne iman etmeye bağlamaktadır. Örnek ve
model topluluk, peygamberlerin hepsine inanır, aralarında fark gözetmez,
hepsini sever, onlara tabi olmaya çalışır, mucizelerine inanır.Tüm bunlarla
beraber beşer olduklarını unutmaz.
Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) iman etmeden kurtuluşun
olamayacağını ifade eden birçok sahih hadis de bulunmaktadır: “Allah’a yemin
olsun, beni duyup da inanmayan Yahudi ve Hıristiyanlar Cehennemliktirler.”275 “Biriniz beni
babasından çocuğundan ve tüm insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz.”276 Bu ve
benzeri naslardan da anlaşılacağı gibi, cennete girmek tüm semâvi kitap ve
peygamberlere iman etmeye bağlıdır.
Allah
Teala, sevgili kulu Hz. Muhammed’i, kâinata rahmet ve hüccet olarak gönderdi,
göğsünü açtı, şanını yüceltti, izzeti ona ve ona tabi olanlara, zilleti, ona
muhalefet edenlere ve karşı duranlara kıldı, hayatına yemin etti, ismini
ismiyle andı. Müslüman olabilmek için ona iman etmeyi şart koştu. Namaz, ezan,
kamet, hutbe, dua ve zikirde anılmasını şart koştu. Onun davetini duyup da iman
etmeyene cehennemi vaat etti.
Ashap
ve onlardan sonra gelen, Ebu Hanife, Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel, Buhari,
Gazzâlî, Geylânî, vd. onu en çok bilenler ve çok sevenler oldukları halde
aşırıya kaçmadılar. İmam Malik Medine’de hayvana binmekten haya ettiği
halde, Kabr-i Şerif’i ziyaret ettiğinde tevhidi zedeler endişesiyle Kabr-i Şerif’e
doğru dua etmezdi.277
Sünnetine ittiba eder, selam vermekle yetinirdi.
Üstadını
çok sevdiğini iddia eden birisi onun gıyabında emir ve tavsiyelerini tahrif
etse ne olur? Hz. Peygambere sevgi, saygı onun gösterdiği ölçüler dahilinde
olur.Hz Peygamber sık sık şu uyarıda bulunurdu:“Ben Abdullah’ın oğlu
Muhammed’im. Allah’ın kulu ve resulüyüm. Allah’a yemin ederim ki beni Allah
Teala’nın bana verdiği makamın üzerine çıkarmanızdan asla hoşlanmam.”278
Peygamberlik
ve Peygamberlere İmanda İfrat
“Benim
şeyhim her gün Hz. Peygamber’i dört defa vicahen/açıktan görür.”
Havcelî
Kuşkusuz
ki Hz. Peygamber’i en iyi tanıyan ve seven ashabıydı. Buna rağmen onu sevmede
asla ifrat ve tefrite kaçmadılar. Bilakis bilmeden ifrat ve tefrite kaçanları
ikaz ettiler.
Hz.
Peygamber konusunda görülen saplantılardan biri, vicahen veya açıktan onu görme
iddiasıdır.Bu iddianın temeli bazı uydurma hadis ve rüyalardır. Hz.
Peygamber’den hemen sonra ashap arasında önemli konularda ihtilaflar çıkmıştır.
Onu vicahen görmek mümkün olsaydı Hz. Fatma ile Hz. Ebubekir
arasında Fedek arazisi konusunda çıkan ihtilafta veya halifenin kim
olması gerektiğini ondan sormazlar mıydı? Bunca fırka, mezhep, kavga, ihtilafa
gerek kalır mıydı? Hz. Ebubekir’e; Hz. Fatma’ya en yakın arkadaşlarına
görünmek istememiş de ondan sonra gelenlere mi bu imkânı bırakmıştı?
Birçok
kişi Hz. Peygamber’i açıktan gördüğünü iddia etmiştir. Mesela Havcelî,
şeyhinin her gün Hz. Peygamber’i dört defa gördüğünü iddia etmiştir. Daha
garibi aynı zat, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Suyuti’yi evinde diri olarak ziyaret
ettiğini ve Suyûti’den hadis dinlediğini nakleder.279 Bu iddia da
gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Çünkü,Hz. Peygamber vefatından sonra ashaptan
kimseyi diri olarak ziyaret etmedi. Suyûti’nin bazı kitaplarında bu tür
uydurma hadislere rastlanır.
Hz.
Peygamberle bir araya gelmek mümkün olsaydı, hadisçilerin zor şartlarda hadis
toplamak için binlerce km. yol kat etmelerine, hadis için kriterler ve
ıstılahlar ortaya koymalarına gerek kalmazdı. Çünkü her şey vicahen kendisinden
sorulacaktı. Bu iddia, İmam Buhari, İmam Malik, İmam Şafii vs. ulemanın
ortaya koymuş oldukları hadis anlayışıyla çelişmektedir.
Hz.
Peygamber’i vicahen görme iddiası beraberinde bazı sakıncaları getirir.
Kastalânî şöyle der: Hz. Peygamberle vicahi görüşme, çarşı-pazarda
yürüme,insanlarla konuşma iddiaları, ibadet, ahkâm ve hukuku temelinden sarsar.280 Başında
bulunduğu şirketi batıran bir yöneticinin başarısızlık ve yaptığı yolsuzluğuna
gösterdiği gerekçe çok ilginçtir. Güya Hz. Peygamber’i rüyada görmüş ve Hz.
Peygamber kendisine zengin olmamayı tembih etmiştir. Bu hezeyanla Hz.
Peygamber’i yolsuzluk ve başarısızlığına alet etmiştir.
Muhammed
Gazzâlî şunları
aktarır: Mısır kırsalında bir köy imamı ezanda Muhammed kelimesine Seyyidüne
ibaresini ilave etmek için şu yönteme başvurmuş: Ben Hz. Peygamber’i rüyada
gördüm, bu konuda bana izin verdi.281 Bu İmam efendi, dinin şiarı olan ve Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) huzurunda
yıllarca okunan ezanın rüyalara terk edilmesinin nasıl bir sonuca varacağını hiç
mi tasavvur etmemişti? “İşte bugün dininizi ikmal ettim ...”282 âyetini de hiç
mı okumamıştı? Ezanı değiştirmeye peygamber saygısını gerekçe olarak öne
sürenler, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Bilal-i Habeşi 'den daha mı fazla
Hz. Peygamber’i seviyorlar?
Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nurdan yaratıldığını, Hz. Adem çamur
iken ona peygamberlik geldiğini iddia etmek ifrat kapsamındadır. Çünkü henüz
doğmamış bir zatın peygamber olması sünnetüllah ve hikmete uygun değildir. Bu konuyla
ilgili haberler Kur’an’la çeliştiğinden hadisçiler tarafından eleştirilmiştir.283 Beşerin sahip
olduğu sıfatlar Hz. Peygamber’de de mevcuttu. Kur’an onu “beşer” ve “kul”
peygamber olarak tanımlamıştır.284 Beni Âmir heyeti Hz. Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) gelince Hz. Peygamber’e
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) efendimizsin,
dediler. Hz. Peygamber, “Öyle demeyin, mutlak Seyyid Allah’tır’ deyin.”
buyurdu. Onlar, sen yücemiz ve faziletlimizsin deyince de Hz. Peygamber,
"Öyle söyleyin ancak, övme konusunda kendinizi zorlamayın. Şeytan sizi
aldatmasın.” buyurdu285
Melekler
nurdan, İblis ateşten, Hz. Adem de topraktan yaratılmıştır. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) nurdan
yaratılması onun melek olması anlamına gelir. Birinin nurdan olması ona bir
meziyet getirmez. Nitekim, Hz.lbrahim’in Azefden olması onun değerini
düşürmedi. Bu söylemler Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ne kazandırır? Kainata rahmet olarak
gönderilmiş olması, mübarek isminin her namaz ve ezanda okunması, onun
risaletini doğrulamadan Müslüman olunamaması yetmiyor mu? Kaldı ki nurdan
yaratılmış olma inancı Kur’an’ın haber vermiş olduğu topraktan yaratılma ve
beşer olma vasıflarıyla da çelişmektedir.286 Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Allah’ın nurundan yaratılmış
olduğu inancı vahdeti vücudu çağrıştırmaktadır. Şeyh Muhammed Emin
el-Erbilî, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mevlit gecesi ile ilgili ilginç bir iddiada
bulunarak Kur’an’ın açık ifadesine rağmen “Hz. Muhammed’in doğduğu gece (mevlit
kandili), Kadir gecesinden daha hayırlıdır.”287 iddiasında bulunmuştur.
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) vefat etmediğini iddia etmek de
ifrat cümlesindendir. Şa’rani, Ebu’l-Mevâhib Şazeli’den Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefat
etmediğini söylediğini nakletmiştir. İddiaya göre Hz. Peygamber şöyle demiştir:
“Aslında ben ölmedim,sadece beni anlamayanlardan gizlendim.”288 Hz.
Peygamber, Kur’an’ın sarih olarak belirttiği bir konuyla nasıl çelişir? "Ey
Muhammed sen de öleceksin onlar da ölecekler.”289 âyetinin sarih olarak belirttiği gibi,
Hz. Peygamber vefat etmiş, yıkanmış ve defin edilmiştir. Çağdaş şair, Ahmed
Şevkî de Hz. Peygamber’i övmek istemiş ancak onu sosyalist bir lider
olarak sunmuştur! Hz. lsa ile ilgili şu haber de ifrat kapsamındadır: O
yemek yemeden altmış yıl Allah Teala’ya yalvardı, aklına ekmek geldi. Allah
Teala da onu münacatından mahrum bıraktı.290
Peygamberlik
ve Peygamberlere İmanda Tefrit
"Öyle
bir denize daldık ki Peygamberler onun sahilinde durdular. ”
Ebu
Yezid el-Bistâmî
Peygamberler
beşer olmaları hasebiyle insanların başına gelen musibet acı ve bela onların da
başına gelmiştir. Peygamberler insanların arzularına muhalif bir şey
söylediğinde,insanlar onlara eziyet etmeye başladılar, zem ve hakaret ettiler,
sonunda öldürmeye kadar gittiler.
Kur’an,Yahudilerin
çok sayıda peygamber öldürdüğünü haber vermiştir.291 İsrailoğulları, Hz. Zekeriyya’yı, Hz.
Yahya’yı şehid ettiler. Hz. İsa’yı öldürmek için de komplo
çevirdiler.292 Hz.
Isa ve annesi Hz. Meryem’e iftiralarda bulundular. Hıristiyanların
fanatikleri ifrata gittiler.Hz. Isa ve annesini ilahlaştırdılar,onları
ilahlaştıracak kadar tefrite gittiler. İslam peygamberi Hz. Muhammed’i de
zehirlediler. Nitekim Hz. Peygamber ölüm döşeğinde; “Ey Aişe! Hayber’de
yediğim yemeğin acısını hâlen hissediyorum. Zehir damarlarımı parçaladı.”
buyurmuştur.293
Kitab-ı
Mukaddes, Hz. Harun’un
put yaptığını, gönderildiği toplumu putlara tapmaya davet ettiğini
belirtmektedir.294
Allah ve elçisi bu iftira ve düzmecelerden beridirler. Allah korusun
peygamberler put yapar insanları ona davet ederlerse tevhidi kim tebliğ edecek,
insanları putçuluktan kim alıkoymaya çalışacak? Hz. Nuh’un aynı kesim
tarafından içki içtiği için bayıldığı, avret mahallinin açıldığı ifade
edilirken; Kur’an, Hz. Nuh’un gece gündüz demeden 950 yıl insanları
Allah’a davet ettiğini, tevhidi yaydığını haber vermektedir.295 Kitab-ı
Mukaddes, Hz. Lut’un, kendi öz kızlarıyla yattığını, kızının kendisine
içki içirdiğini,296
Hz. Salih ve Hz. Davutun komutanlarından birisinin karısıyla
cinsel ilişkiye girdiklerini yazmaktadır.297
Batınî
tasavvuf kültüründe peygamberlik ve peygamberlerle ilgili tefritçi söylemlere
rastlanır. Ebu Yezid’e nispet edilen şu ifadeler bu cümledendir: “Öyle
bir denize daldık ki Peygamberler onun sahilinde durdular.”298 Allah’a yemin ediyorum kıyamette sancağım
Muhammed’in sancağından daha yüksek olacaktır. Sancağım nurdandır, altında cin
ve peygamberler toplanacaklardır.299 Abdulaziz Debbağ, peygamberlere melek
(Cibril) indiği gibi velilere de indiğini söyler.300
Brahmanlar
(Hindu filozoflardan oluşan bir topluluk), Allah’ın peygamber göndermesini abes
olarak görürler. Zira Allah insana, doğruyu gösterecek aklı vermiştir.
Peygamberler kul ile Allah arasına girmektedirler. Bu nedenle gönderilmelerine
gerek yoktur, derler. Bunun tam aksine Mutezile de Allah Teala’nın peygamber göndermesi
“vacip”tir, der. Tekfirci bazı gruplar, “Âdem Rabbine asi oldu ve şaşkın düştü.’301 âyetini
delil göstererek Hz. Âdem’i tekfir etme cüretini göstermişlerdir.
Peygamberleri
sadece birer postacı olarak algılayan anlayış da tefritçi anlayıştır. Bu
anlayışa göre peygamberler Allah tarafından bir mesajı alıp insanlara okumuş,
sonra onları kendi haline bırakmıştır. “Getirdikleri mesaj nasıl algılanmış?
Nasıl açıklanmış? Günlük hayatta nasıl uygulanmış? Ömürlerinde neler yapmışlar?
İbadeti, cihadı, insanlar arası diyalogu, uluslar arası ilişkileri, antlaşmaları
nasıl gerçekleştirmişlerdir? Savaş ve barış stratejileri nasıldı? gibi cevap
bekleyen yüzlerce soru....
Sünnete İttiba ve Bid’atlerle
Mücadelede İtidal ve Aşırılık
“Zayıf
hadisi bile içtihada tercih ederim. ”
Ebu
Hanife
Lügatte
yol manasına gelen “sünnet” kelimesi terim olarak, Hz. Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) nispet edilen söz,
fiil ve ikrardan ibarettir.302
Hadisle aynı manadadır. Sünnetin Kur’an’dan sonra İslâm'ın ikinci kaynağı
olduğunda ihtilaf yoktur. Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) her konuda ittiba etmenin farziyeti Kitab,
sünnet ve icma ile sabit olmuştur.
Sahabe,
tabiin ve müçtehit imamlar döneminde durum aynı idi. İlk dönemden beri,
Müslümanların ilk etapta başvurdukları kaynak Kur’an ve sünnettir. Sahabe ve
müçtehitler herhangi bir meseleyi Kur'an'da bulamayınca sünnete bakarlar,
ilgili bir şey bulurlarsa onunla hükmederlerdi, onda bulamayınca ulemaya haber
verir şöyle derlerdi: “Bize şöyle bir dava gelmiştir, Kur'an ve sünnette onunla
ilgili herhangi bir şey göremedik, içinizde konuyla ilgili bir şey bilen varsa
söylesin.” Aralarında ilgili konuda sünnet uygulamasını bilenler çıktığından
Allah’a hamd ederlerdi. 303
Kur'an,
İslâm'ın tartışılmaz esası, sünnet de onun uygulanmış biçimidir. Kur'an, Hz. Peygamber’e
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) itaati
Allah Teala’ya itaatle beraber zikretmiştir. Şöyle ki: "Ey iman
edenler, Allah’a itaat edin. Resul’e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat
edin.304,
"Kim Resül’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur."305, "Resul’e
uyun ki dosdoğru yolu bulasınız.”306,"De ki:Eğer Allah’ı seviyorsanız bana
tabi olunuz."307"Aralarında
hükmetmesi için Allah’a ve Resûlü’ne çağrıldıkları zaman inananların sözü ancak
"işittik ve itaat ettik" demeleridir. İşte felaha kavuşanlar
bunlardır.”3308
İslam
uleması sünnete ittiba konusunda çok titizdir. Konuyu aydınlatması bakımından
şu örnek önemlidir:Hz. Peygamber yemeğe başlarken Bismilahîrrahmanirrahim
yerine Bismillah ile yetinirdi. İmam Nevevi Bismillah demekle
sünnetin yerine geleceğini, ancak Bismilahîrrahmanirrahim demenin daha
faziletli olduğunu söyler. İbn Hacer ise İmam Nevevi’ye itiraz
etmiş ve sünnetle iktifa etmenin daha isabetli olacağını savunmuştur.309İbn Hacer
şu mesajı vermek ister: Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yaptığı, en faziletli ve en güzel olanıdır;
onunla yetinmek gerekir.O’nun emrine muhalefet edenler fitneye duçar olmaktan
kurtulamazlar. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetini eksik bularak,onunu yerine kendi
görüşlerini öne çıkarmaktan daha büyük bir fitne olabilir mi? “Allah Teala
her bid’atçinin tövbesini kabul etmez.”310 hadisi de bunu göstermektedir.
Abdullah
b. Ömer’in yanında
biri aksırdıktan sonra “Elhamdülillah vessalatu vesselamu ala
Resulillah” der. Abdullah hemen müdahale ederek şöyle der: Ben de yerine
göre, “Elhamdulillah vessalatü vesselam ala resulillah” demeyi çok
isterim, ancak Hz. Peygamber bize bunu öğretmedi. Aksırdığın zaman “Elhamdu
lillah ala külli hal de.” yeter.311 Said b. Museyyeb ikindi namazından
sonra birinin iki rekat namaz kıldığını görünce müdahale etmiş. Adam: Ey Ebu
Muhammed (Saidin künyesidir) fazla namaz kılmamdan dolayı Allah Teala
beni cezalandıracak mı? Said: Allah seni fazla namaz kıldığın için
değil, sünnette muhalefet ettiğin için cezalandıracaktır.312 İbn Ömer, aksırmadan sonra salavat
getirmeyi hoş görmemişken nasıl olur da dinde olmayan hususlar, ilaveler veya
eksiltmeler caiz olur. İmam Rabbânî sünnette varit olmadığı için niyetin
dil ile telaffuz edilmesine karşı çıkmış ve niyetin dil ile değil, kalp ile
getirilmesini önermiştir. İmam Şafiî de, “İster hayatımda ister de
vefatımdan sonra sünnete muhalif olduğu anlaşılan her görüş ve eylemden
beriyim.” diye vasiyette bulunmuş.313
Selef,
bid’atçilerin yürüdükleri yolu bile kullanmazlardı. Onlardan uzak durmak onlara
karşı tavır koymak için başka yollar kullanırlardı. Keza bid’ati bir yangına
benzetmişlerdi. Ebu İdris el-Havlani şöyle der: Camide çıkan bir
yangınla, yapılan bir bid’at arasında fark görmüyorum.314 “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını ve
ruhbanlarını bir de Meryem’in oğlu Mesih’i rabler edindiler...”315 Yahudi ve
Hiristiyanlar onlar için namaz kılmadılar,önlerinde secdeye kapanmadılar. Ancak
haham ve rahiplerin söylemlerini,çıkarmış oldukları bi’atleri Allah ve
peygamberlerinin söylemlerinin önüne geçirdiler. Müslüman olduğunu iddia eden
biri de kim olursa olsun herhangi birinin öncü,lider, müctehid vs. kim olursa
olsun görüş, düşünce ve söylemini Allah ve resulünün yani, âyet ve hadisin
önüne geçirirse aynı duruma düşer. 316
Sünnete
ittiba iddiasıyla yapılan ifratın bir örneği şu yaşanmış hadisedir. Sathi bir
bilgiye sahip bir genç grubu bir ziyafete giderler. Ev sahibi kendilerine
yemeği sofra üzerinde takdim eder. Ev sahibi dışarı çıkınca, fırsat kollayan
selefî(!) gençler inançlarına göre bid’at aleti olan sofrayı parçalarlar. Ev
sahibi içeri girdiğinde parçalama sebebini sorar. Gençler; “Sofra bid’attir,
bid’atlerin izale edilmesi gerekir.” derler. Tabi,ev sahibi kurnazdır;gençlerin
bisikletle geldiklerinin farkında. Gençler yemek yemeğe devam ederlerken, ev
sahibi kapıda duran “bid’at bisikleti’ parçalar. Gençler itiraz edince, kurnaz
ev sahibi; “Resûlullah (s.a.v) ve ashabı bisikletlerle mi ziyafetlere
giderlerdi? Bir bid’ati izale ettim” diye cevap verir.
Namazlardan
sonra müsafaha niyetiyle ellerini uzatanları bozarak, “Çek elini, bid’at
işleyemem.” diyenlere rastlanmaktadır. Oysa; a) Müsafaha için belli bir zaman
yoktur. b) Müslüman kardeşinin kalbini kırmak bid’at sayılmıyor da müsafaha
etmek mi bid’at sayılıyor?
Ebu
Hanife, Hz.
Peygamber’den kesin olarak sadır olup olmadığı belli olmayan “zayıf” hadisleri
bile kıyasa tercih ederdi.317
Yani, Ebu Hanife, zayıf hadisi bile içtihada tercih etmiştir. Çünkü
zayıf hadis,hata etme ihtimali olan müftünün/müçtehidin görüşünden daha
kuvvetlidir. Bir defasında İmam Şafiî, hadis rivâyet edince biri
kendisine, “Ey imam, bu hadisle amel eder misin?” demiş. İmam Şafiî;
“Sahih bir hadisi görür de ondan yüz çevirdiğimi görürseniz deli olduğuma
şahitlik edebilirsiniz.” demiştir.318
Bilinçsiz
ve tefekkürsüz olarak bid’atlerle mücadele edenlerin düştükleri komik
manzaralardan bir diğer de şudur: Çağdaş alim merhum Muhammed Gazzâlî
ile selefi geçinen bir genç arasında şöyle bir tartışma geçmiş: Genç, “Zeytin,
elma, çay vs. ürünlerden zekat çıkarılır.” diyen Ebu Hanife’yi bid’atçılıkla
ve hadislere muhalefet etmekle itham eder. Ona göre hadislerde geçmiyor diye
katrilyonlarca liraya tekabül eden çay, elma, zeytin üreten biri zekat
vermeyecek, ancak sadece beş yüz kg arpa mahsul elde eden mahsulünün onda
birini zekat verecektir. Bu görüşü selefîlik veya sünnet adına hararetle
savunan gence Muhammed Gazzâlî’nin cevabı kısa olmuştur; “Kardeşim, Ebu
Hanife’nin bid’ati senin savunduğun sünnetten daha hayırlı ve daha
faydalıdır.”319 Muhammed
Gazzâlî aynı vasıftaki başka bir gençle aralarında geçen bir diğer düelloyu
da aktarır. Genç, ”Üstat, Hz. Peygamber kendi döneminde minberin üçüncü
basamağında hutbe okurdu; bu nedenle dokuzuncu basamakta hutbe okumakla hata
ediyorsun.” der. Muhammed Gazzâlî hafif bir tebessümden sonra, şöyle
der: Kardeşim, siz neden kilimlerle döşenmiş camilerde namaz kılıyorsunuz?
Çünkü Hz. Peygamber döneminde Mescid-i Nebinin kilimlerle döşenmesi
şöyle dursun, mescidin tabanı zaman zaman yağmurdan ıslanırdı. Zira mescidin
tabanı ağaç ve topraktı. Buhari, bir Ramazan gecesinde yağmurdan dolayı
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tavanı muhkem olmayan mescidinde ıslanmış
toprak üzerinde secde ettiğini aktarır. Mescid-i Nebi’nin tavanı hurma lifiyle
örtülmüştü. Şimdi, “sünnettir” diye biz camilerimizi kilim ve seccadelerden
tecrit edip tavanlarını hurma lifleri ve dallarıyla mı kapatalım? Genç
kardeşim! Sen ve emsalin, henüz dini gerçek manada kavrayamamışsınız.320
İfratçılar
bazı yerlerde diş fırçasıyla macunun kullanılıp kullanılmamasını tartışma
konusu yapar,peygamber kullanmadı diye mikrofon ve şemsiyeyi kullanmazlar. Yusuf
Karadâvî, konuyla ilgili olarak yaşamış olduğu iki hatırayı aktarır:
“Amerika’da
bulunduğum sıralarda tanık oldum. Bazı İslamî cemaatlere mensup samimi gençler
arasında İslam merkezlerindeki toplantılarda hararetli tartışmalar cereyan
ediyordu. Tartışma konusu şuydu: Müslümanlar cumartesi ve pazar
konferanslarında neden sıra ve sandalyeler üzerinde oturuyorlar.Camilerdeki
cemaatler gibi hasır, ya da halılar üzerinde oturmaları gerekmez mi? Hem
otururlarken kıbleye doğru oturmuyorlar; bu, davranış sünnete aykırı değil
midir? Müslümanlar neden beyaz entari yerine pantolon giyiyorlar? Bu sert
tartışma Kuzey Amerika’da gerçekleşiyordu. Öfkelendim. Kendilerine şunu
hatırlattım: Taparcasına madde peşinde koşan, dünyevileşen bir toplumda en
büyük misyonunuz tevhit, halis din, ahiret ve ibadet bilincine davet ve
toplumları çökerten, yıkan eylemlerden sakındırmak olmalı, ayrıntıları sonraya
erteleyin. Size yakışan tavır budur. “Bir diğer İslami merkezde şu manzarayla
karşılaştım: Merkez müdavimlerinin tartışmaları ayyuka çıkıyordu. Sebep çok
basitti: Camide gösterilen bir film. Tarihi veya eğitici olan bir film, güya
camiyi sinemaya çeviriyordu. Bu gençler şunu unutuyorlardı: Camiler,
Müslümanların din ve dünya ile ilgili konularının ortaya konulduğu
merkezlerdir. Cami, peygamber döneminde davetin karargahı, yönetimin merkezi ve
yararlı aktivitenin mihveri idi. Hz. Peygamber, ashabın mescit içinde mızrak ve
süngü hareketlerini icra etmelerine izin vermişti. Hatta Hz. Aişe’ye de
hareketleri seyretme müsaadesi vermişti. Buhari ve diğer bazı hadis
imamlarının rivayet ettiği bu olayı hiç kimse bilmezlikten gelemez.321
Henüz
olgunlaşmamış bazı gençler minberlere işaret edip, “İşte bunların puttan farkı
yoktur, çünkü bu minberler üç basamağı geçmiştir(Hz. Peygamberin minberi üç
basamaktı.) Günümüz mihrapları bid’attir, camilerde saat bulundurmak bid’attir,
onları izale etmek gerekir.” gibi temelsiz iddiaları ifrata varan çıkışlardır.
Bu hareketler bid’atle mücadele mi yoksa saldırganlık mı? Cuma gününü pazara
taşımak, akşam namazını da öğle ikindi namazları gibi ikiye indirme
teşebbüsleri tefrittir. Bid’atle mücadele adına, teknolojiden yararlanmayı,
pamuk, petrol, elma vs ürünlerden zekat almayı bid’at saymak ifrattır.
Halen
Paris, Washington,Beyrut,Kahire İstanbul, Ankara vs. kentlerde sünnete ittiba
gerekçesiyle bastonla gezenlere, bid’at olmasın, gerekçesiyle, masa yerine
yerlerde yemek yiyenlere tesadüf edilmektedir. Aksi davrananlar da peygamberi
sevmemekle, sünneti ihlal etmekle itham edilmektedirler. Bu anlayış, “kaş
yapayım derken göz çıkarmak” değil midir? “Sünnet kâfi değildir.”“Sünnet
anlaşılmaz.” iddiaları da sünnet konusunda görülen aşırılıklardandır,
tefrittir. “Hz. Peygamber, vazifesini eksik yaptı.” anlamına gelmektedir.
Kur'an
ve sünnete müracaattan gayemiz, teberrük niyetiyle sünneti okunmaları değil,
uygulanmalarıdır. Nitekim halen, Fas, Mısır vb. birçok ülkede teberrük
gayesiyle Kur’an ve Buhari okutulmaktadır. Bazı yörelerde namazdan sonra
“Allah sana Mekke’de, Mescid-i Haram’da namaz kılmayı nasip etsin” duası
yapılır. Selefî geçinen bazı kesimler bu şekilde dua edenleri tahkire varan
biçimde tenkit ederler. Gerekçe de, bu duanın sünnette varit olmamasıdır. Oysa,
sünnette her konuda dua varit olmamış. Herkes ihtiyacına göre dua edecek. Kimi
şifa, kimi şahadet, kimi hayırlı bir eş, kimi günahların affını Allah’tan talep
edecektir. Davette kalp kırmamak asıl olduğu halde bunlar,bir ayrıntı için,
Ka’be’den daha muhterem olan insan kalbini kırmaktadırlar.
Reşad
Halife ve Edip
Yüksel örneğinde olduğu gibi, Kur’an’ın eksik olduğunu savunanlar, İslam’ın
beş esas üzerinde kurulduğunu beyan eden meşhur hadiste cihad ve iyiliği emretmenin
geçmemesi gerekçesiyle hadisi reddedenler de tefritçi cenahta yer
almaktadırlar.
Ehl-i
Beyt’e Saygıda İtidal ve Aşırılık
“Görev
yaptığım bir yerde Ehl-i Beytten olduğunu iddia eden biri, ‘Bana şu hayvanı
vermezseniz beddua ederim, hayvanlarınız telef olacak.’ dediğini hatırlıyorum.
Bir başkası da şu tehdidi savuruyordu: “Ceddim Resulullah’ı rüyada gördüm; bana
şu kadar yardım vermenizi emir buyurdu.”
Ehl-i Beyt, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) pâk nesli, yakınları
gülü,reyhani ve vahiy atmosferinde yetiştirdiği örnek ailesidir. Meşhur görüşe
göre Ehl-i Beyt’ten kasıt, Hz. Peygamber, Hz.Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan
ve Hz. Hüseyin’den oluşan topluluktur. Namazda Ehl-i Beyt’e salat ve
selam göndermeyen birinin namazının kabul olunmaması İslam’daki yerlerini
göstermektedir. Bazı alimler nasları referans göstererek, Hz.Ali’nin,Hz.Peygamber’den
sonra en faziletli şahsiyet olduğunu söylemişlerdir.322
İfrat
ve tefrite gidilen hususlardan biri de Ehl-i Beyt’tir. Onarları beşeriyet
sıfatından çıkarıp kendilerine ülûhiyyet vasfını verenler, peygamberlerden
üstün tutanlar,masum ve ölümsüz diyenler ve halen bulutlar arasında
yaşadıklarına inananlar bulunmaktadır.Buna karşın Ümeyyeoğulları döneminde
olduğu gibi, minber ve kürsülerde onları telin edenler, kin ve nefretle onlara
hakaret edenler, şahadetleri münasebetiyle etkinlikler düzenleyenler de
bulunmaktadır.
Zaman
zaman Ehl-i Beyt isimlerinin dünyalık elde edilmesi için kullanıldığına şahit
olmaktayız. Görev yaptığım bir yerde Ehl-i Beyt’ ten olduğunu iddia eden
birinin, “Bana şu hayvanı vermezseniz beddua ederim, hayvanlarınız telef
olacak.” dediğini hatırlıyorum. Bir başkası da şu tehdidi savuruyordu: Ceddim
Resulullah’ı rüyada gördüm; bana şu kadar yardım vermenizi emir buyurdu.”
Benzer hezeyanlar Ehl-i Beyt müessesinin nasıl istismar edildiğinin yaşanmış
olaylarıdır.
Ehl-i
Beyt konusunda yapılan ifrat ve tefrit, Yahudi ve Hıristiyanların bazı
peygamberler hakkında gösterdikleri ifrat ve tefriti hatırlatmaktadır. Bazı
peygamberleri ilahlaştırdılar, bazılarını da şehit ettiler.Hz.Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) akrabalarından bazılarını masum, insan üstü
varlıklar telakki ederken, Hz. Hasan, Hz.Aişe, Hz. Ali’nin kardeşi Akil hakkında
tefrite varan yakıştırmalarda bulundular.
Haricîler,
Mutezileden bir grup, Umeyyeoğulları ve Gulat-ı Şia; Hz. Hasan, Akil ve Hz.Hatice
dışındaki Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) pak zevcelerine düşmanlık ettiler.
Hz.Fatıma dışında kalan Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çocuklarını tan ettiler. Haricîler, Hz.Ali’yi
tekfir etti, düşmanlıkları Hz. Ali’yi şehit eden Abdurrahman b.
Mulcem’e methiyeler dizmeye kadar gitti.323
Mutezile
den bazı ekoller, ashap ve Ehl-i Beyt konusunda tefrite gitti. Öncüleri Vasıl
b. Ata, Hz. Ali ile Hz. Aişe”yi fıska bulaşmakla itham etti. “Aişe
ve Ali hazır bulunsalar şahadetlerini kabul etmem, deme cüretini
gösterdi.324 Büyük
hadis imamı Nesei, Muaviye hakkında hadis rivayet etmediği için şehit
edildi. Aşırılar Ehl-i Beyt’e olan ifrattan dolayı Hz. Hatice dışında
kalan Hz. Peygamber hanımlarını tekfire kadar gittiler. Hz Zeynep, Rukiye
ve Ümmü Gülsüm’ün Hz. Peygambere nispetlerini bile inkâr edecek dereceye
gittiler. Gulat, Cafer-i Sadık için Cafer-i Kezzab/Yalancı Cafer
yakıştırmasında bulundu.325
“Kim Hz. Hüseyin’in mezarını ziyaret ederse yüz hac kadar sevap kazanır.”
326gibi haberler
uyduruldu.
İbn
Teymiyye şunları der:
Gulat-ı Şia, Hz. Ali’nin bulutlarda, Muhammed b. El-Hanife’nin
de Radva dağında, Muhammed b. Hasani el-Hekim’in de Mısır dağlarında
saklandığına, kırk abdalın da Lübnan dağlarında olduğuna inanırlar. Bu
inançlar Allah adına iftira ve bühtandır. 327
Muhammed
Gazzâlî bir
hatırasını anlatır: Ehl-i Beyt hatunlarından Hz.Zeyneb’in mezarına yakın
bir eczaneden ilaç alacaktım. Bir şahıs, “Haydi, Hz. Zeyneb’in mezarını ziyaret
edelim.” dedi. “Acil bir işim var, görüyorsun ilaç alıyorum.” deyince, “Sana
niçin Vahhâbî denildiğini ve Ehli Beyt’i sevmediğini ben de öğrenmiş oldum.”
dedi.328 Hicrî
350 yılında Mısır’da Aşure etkinlikleri münasebetiyle Şiîlerle Sünnîler
arasında çatışmalar çıkmış. Sünnîler karşılaştıkları Şiîlere şu soruları
yöneltmişler:“Dayın kim?” “Dayım, Muaviye’dir” cevabını almadıkları
kişileri dövmüşler.329
Günümüzde
olduğu gibi geçmişte de Kum kenti Şiî taassubuyla bilinirdi. Oraya Sünnî bir
vali atanmış. Kum’da ikamet edenler, taassuptan dolayı Hz. Ebubekir ve Hz.
Ömer’in isimlerini koymuyorlardı. Vali, ileri gelenleri toplamış ve
“sahabilere buğz ettiğinizi duydum, Allah’a yemin ederim, bana isimleri Ebubekir
ve Ömer olan iki kişiyi getirmezseniz hepinize ceza vereceğim” demiş ve
kendilerine üç gün mühlet vermiş. Sonunda Ebubekir adında cılız, çirkin birini
getirmişler. Vali kendilerine, “Dünyanın en çirkin insanını getirmişsiniz.”
demiş. Kumlular: “Sayın vali, dilediğinizi yapın, bunun dışında kimseyi
getiremedik, Kum kenti ismi Ebubekir olanlara ancak bu kadar müsaade
eder. Vali kahkaha atmış ve onu serbest bırakmış.330 Şam’da Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i
seven biri, el-Hakim Biemrillah emriyle merkebe ters bindirilmiş ve; “Ebubekirve
Ömehi sevenlerin cezası işte budur denilmiş.331
Fatımiler
döneminde cami duvarlarına, Ebubekir, Osman, Ömer ve sahabilere hakaret
taşıyan afiş ve ilanlara rastlanmış.332 Ehl-i Beyt karşıtlığıyla bilinen Nevasib,
Emeviler döneminde hutbelerde Ehl-i Beyt’e lanet okumuş, şahadetlerini eğlence
ve şenliklerle kutlamıştır. Aşure günü yapılan enva-i çeşit yemekler bunun bir
kalıntısı olsa gerektir. Zehebî, şunları der: Muaviye döneminde
Şam’da herkes kendisine sevgi ve bağlılık üzerine yetiştiriliyordu. Sokak ve
mahfillerde o konuşuluyordu. Irak’ta ise halk Hz. Ali’nin sevgisi ile
yetiştiriliyordu. Asker ve halk da aynı düşünce etrafında yetişiyordu. Halk, Muaviye
taraftarlarına muhabbet, muhaliflerine kin besliyordu.” Zehebi, o
zamanda yaşamadığı için Allah’a hamd eder.333
Hz.
Hüseyin, şehitlerin
efendisidir. Ancak şahadeti vesilesiyle herhangi bir yasa gerek yoktur. Çünkü
şeref ve değerini borçlu olduğu ceddi ve babasının vefat günlerinde herhangi
bir yas tutulmamıştır. Ehl-i Beyt’i saygı ve rahmetle anar, onlara selam
getirir, düşmanlarını, karşıtlarını, onları şehit edenleri telin eder, onlardan
beri olduğumuzu ilan ederiz.
Ashab-ı Kiram Hakkında İtidal ve
Aşırılık
“Yahudiler
Hz. Musa’yla beraber olanların en hayırlı cemaat olduğuna inandığı gibi,
Hıristiyanlar Havarilerin en hayırlı topluluk olduğuna inanmaktadırlar.
Müslümanlar da ashabın en mübarek kuşak olduğuna inanmaktadırlar. ”
Yaygın
tarife göre, sahabi; mü’min olarak Hz. Peygamber’i görüp o hal üzere vefat eden
şahıstır. Ashab, İslam tarihinde örnek nesil olarak kabul edilmektedir. İbn
Teymiyye şöyle der: Ashap insanların en doğru sözlüleridir. Ancak masum
değiller. Normal insanlar gibi onlar da hata yapabilirler. Hiçbirisi Resul
(a.s) adına kasıtlı yalan konuşmamıştır.334
Sahabenin
ilahî hitabın iniş sürecini yaşayarak öğrenmiş olmaları, âyetlerin imâ ettiği
tarihi arka planı iyi bilmeleri Kur’an’ı anlama açısından önem arz etmektedir.
Örnek nesil ashap, Kur’an’la yetişti, Kur’an’ı ezberlemeden önce onu ruhuna
işledi, tezkiye ve terbiye kitabı olarak ele aldı. Ashap, hep Kur’an
atmosferinde yetişti, Kur’an tilavetinden ashabın evlerinden bal arısı
uğultusunu andıran sesler yükseliyordu. Zihinlerini, evlerini, toplumlarını
onunla aydınlatıyorlardı.
“Gerçekten
o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, mü’minlerden razı oldu. Onların
kalplerindekini bildi de üzerlerine o güveni indirdi ve onları bir yakın fetih
ile ödüllendirdi.”335
“Muhacirlerle Ensardan İslam’da ilk grubu oluşturanlar ve iyi amellerle onların
ardınca gidenler, işte Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı
oldular ve onlara altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ki, içlerinde
ebedi kalacaklar. İşte büyük kurtuluş budur.”336 Allah Teala, onların iman edip hicret
ettiklerini, kendilerinden razı olduğunu, altından ırmak akan cennete
gireceklerini haber vermiştir.
Ashab-ı
Kiramın tarihte gelip geçmiş en hayırlı, en mübarek, en üstün kişiliğe, en
temiz yüreklere sahip kuşak olduğuna inanırız. Bunu söylerken onların beşer
üstü bir varlıklar olduklarını iddia etmiyoruz. Aralarında çıkan ihtilafta
aşırıya gidenler olmuş olabilir, ancak ihtilafta da merhametli ve insaf sahibi olduklarını
ispatlıyorlardı. Menfaat ve çıkar için ihtilaf etmediler, hak bildikleri
değerleri savunmak için ihtilafa düştüler. Muhalifini ortadan kaldırma diye bir
niyetleri yoktu. Doğru bildiklerine muhaliflerini de çekmek istiyorlardı,
karşılarındakilerin üstün meziyetlerini inkâr etmiyorlardı.
Hz.
Ali konusunda
insanlar ifrat ve tefrite gittiler. Haricîler onu tekfir ederken, Gulat-ı Şia
ise onu ilahlaştırdı. Hz. Peygamber her iki kesimin de isabet etmediğini; ifrat
ve tefritlerinden dolayı helak olacaklarını haber vermiştir. Sahabe arasındaki
siyasi ihtilaflar hakkında araştırma yapan birçok kişi sahabe hakkındaki
düşüncelerinde aşırı gittiler. Sadece şu ya da bu sahabenin hatalarını
eleştirmekle yetinmeyip onların faziletlerini, Allah yolundaki gayretlerini,
fedakarlıklarını unutarak kötü yaklaşımlar sergilediler.
İfrat
ve tefrite varmaksızın ashabı severiz. Anıldıkları zaman yukarıda geçen
âyetlerin de ifade ettiği gibi, onlar hakkında, “Allah razı olsun” deriz. Sıffin
ve Ceme’ ibretle okur, dersler çıkarmaya çalışırız. Sıffin ve Cemel
savaşları yerine Bedir ve Kadisiye’yi gündemde tutarız, sevgi ve nefrette asla
ifrat ve tefrite gitmeyiz. Beşer olduklarına, masum olmadıklarına inanırız,
aralarında cereyan eden hadiseleri beşer olmalarına bağlarız. Beşer olmaları
hasebiyle onlardan da bazı hataların sadır olmuş olabileceğine inanırız. Yapmış
oldukları hatalar için tövbe kapısının açık olduğuna, yapmış oldukları
fedakarlık, kahramanlık, ihlas ve cömertliğin hatalarını örtmek ve affetmek
için yeterli olduğuna inanırız.
Kur’an’ın
sahabeyi tezkiye etmesi onlar için şeref olarak yetmektedir. Beşer olmaları
hasebiyle takva ve iyilikte aynı seviyede değillerdi. Kur’an onların fazilette
eşit olmadıklarını belirtirken iki kesimin de cennetlik olduğuna dikkat çekmiştir.
"Fetihten önce harcayıp çarpışanlarınız diğerleriyle bir olmaz; onların
derecesi sonradan harcayıp çarpışanlardan daha büyüktür! Bununla beraber Allah
hepsine en güzeli vad buyurdu. Allah her ne yaparsanız haberdardır. ”337 338 "Ve şunlar ki, onlardan önce yurdu
hazırlayıp imana sahip oldular, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler,
onlara verilenlerden nefislerinde bir kaygı duymazlar, kendilerinin ihtiyacı
olsa bile onları kendilerine tercih ederler. Her kim nefsinin hırsından
(cimriliğinden) korunursa, işte onlardır o kurtuluş bulanlar. ”345
âyetlerinin muhacirleri
“sadıklar”, ensarı da “kurtuluşa erenler” olarak nitelemesi onlar için onur ve
övgüdür.
Yahudilerin
sinsi entrikaları neticesinde sahabe arasında yürekleri dağlayan bazı hadiseler
vuku buldu. Her iki taraf da doğru bildiği değerler uğruna mücadele etti. Onlar
hakkı ortaya koymak ve o uğurda mücadele vermek istiyorlardı. Bu hadiseleri
gündemde tutmanın bir yararı olmadığına inanmaktayız. Yahudiler Hz. Musa’yla
beraber olanların en hayırlı cemaat olduğuna inandığı gibi, Hıristiyanlar da
Havarilerin en hayırlı topluluk olduğuna, Müslümanlar ashabın en mübarek kuşak
olduğuna inanmaktadırlar.
Tüm
bunlara rağmen ashab melek değil,beşerdi. Aralarında özürsüz savaşa katılmayan
oldu, içki içen oldu. Buna rağmen insanlık onlar gibi bir nesli görmedi. Ebu
Zura’ er-Razi şunları der: “Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ashabından herhangi birisini yeren
zındıktır. Çünkü Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetini bizlere ulaştıran onlardır. Ashabı
yerenler en önemli konularda bizlere şahitlik yapanların güvenirliklerini
zedelemektedirler. Bununla Kitap ve sünnetin sübutuna şüphe düşürmeye
çalışıyorlar. Onları ta’n eden zındıktır.”339
Ashab,
Kur’an’dan sonra Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) en büyük mucizesidir. İslam, kısa bir dönemde
onların samimi duruşları sayesinde dünyaya yayıldı. Beşer değiller miydi?
Elbette ki beşer idiler. Hz. Peygamber de beşerdi. Hataları yok muydu? Her insan
gibi onlar da hata işlemişlerdir. Ancak hatalarında ısrarcı değillerdi;
hatalarını itiraf eder, pişmanlık duyar, tövbe ederlerdi.
Evliya Hususunda İtidal ve Aşırılık
"Veli,
duruşuyla sana Allah’ı hatırlatandır.” Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Sözlükte
veli; dost, sırdaş, arkadaş anlamındadır,çoğulu evliyadır, zıddı düşmandır.
Vela, bir işi peş peşe yapmak anlamına gelmektedir. Veli de bir ibadetten
diğerine geçiş yaptığından bu ismi almıştır. Kavram olarak veli, Allah’ın
dininde sebat gösteren, ibadet ve itaate devam eden arif-i billahtır. Veli,
Allah’ın sevdiği kuldur, belli bir giysisi veya emaresi yoktur. Onu veli kılan,
diğerlerinden ayıran şey, iman ve takva sahibi olmasıdır. Kur’an, veliyi, iman
sahibi, bilinçli, korkmayan, mahzun olmayan kişi olarak tanımlar.340 Veli, insanlara
Allah’ı hatırlatır; cübbesinin yerlerde sürüklenmesine, sakalının bir tutam
olmasına gerek yoktur. Denizin üzerinde yürümesi de şart değildir. Velayette
tek şart vahye bağlı olmaktır. Kimin iman daha güçlüyse ,kim daha fazla takva
sahibi ise onun velayeti daha güçlüdür. Allah, cahillerden veli edinmemiş ve
edinmez. “Şeytanların kimin üzerine indiğini haber vereyim mi? Günaha
kendini kaptırmış her bir sahtekar üzerine iner.’341 âyetleri Şeytanın kendi dostlarına bir
şeyler ilham ettiğini haber vermektedir. Nitekim biri Ibn Abbas’a, “Bana
vahiy geliyor ne dersin?” diye sorunca, “Şeytan dostlarına vahiy etmektedir.”
cevabını vermiştir.
Allah’ın
dostu veliler her zaman olmuştur, onları inkâr eden dinden çıkar. Onlara
düşmanlık eden Allah tealaya savaş ilan etmiştir. Allah’ın savaş ilan ettiği
kimselerden daha kötü olan var mı? Allah’ın en büyük evliyası Peygamberlerdir.
Onların en faziletlisi Hz. Muhammed’dir. Bazı kişilerin, veli olarak
geçinen bazı şahısların gayr-ı meşru hareketlerini Hz. Musa ile Hz.
Hızır arasında geçen olaylarla temellendirmeleri farklı ve isabetsiz bir
yaklaşımdır. Çünkü, Peygamberlerin şeriatleri arasında farklı uygulamalar
olmuştur. Kaldı ki, “Ben hiç birini kendi görüşümle yapmadım.”342 âyetinin
beyan ettiği gibi Hz. Hızır, eylemleri kendi içtihadıyla değil, Allah’ın
emriyle yani, vahiyle yapmıştır. Vahiy kesildiğine göre hiç kimse şeriata
muhalif bir eylemi yapma imkânına sahip değildir. Din tamamlandı, Kur’an
söylenecek son sözü söyledi. Kendinden önce gelen bazı hükümleri kabul etti,
bazılarını da yürürlükten kaldırdı. Kim, kendisine ilham geliyor iddiasıyla
vahye muhalefet edip, Kur’an ve sünnet dışında kaynak aramaya kalkarsa
zındıklık yapmış olur. İslam diniyle ilişkisi kesilmiş olur.343
İslam
inancında, peygamberlerin bile masum olup olmadığı ihtilaf konusudur. Tüm
mü’minler Allah’ın dostu ve evliyasıdır. Velayetin yolu Kur’an ve sünnete tabi
olmaktan geçer. Velilik ve keramette temel ölçü kitap ve sünnettir. Hareket ve
duruşları onlara uyanlar veli, uymayanlar da asidir. Bu nedenle evliya hakkında
yapılan övgülerin itidal çizgisini aşmaması gerekir. Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: “Biri arkadaşını övmek isterse şöyle desin: Onun şöyle şöyle
olduğunu tahmin ediyorum, hesabını soracak Allah’tır, kimseyi Allah adına
tezkiye edemem.”344
Hz. Peygamber yeminle şunu vurgulardı: “Allah’a yemin olsun, peygamber olduğum
halde bana ne yapılacağını bilmemekteyim.”345 İbn Ebi Melike diyor ki: Allah’a yemin
olsun otuz sahabiyle karşılaştım. Hepsi nifaka düşmekten endişe ediyordu.346 Hz. Ömer,
“Sevap ve günahlarımın eşit çıkmasına razıyım.” derdi.347 Hz. Peygamber, “Her şey Allah ve senin
dilemenle gerçekleşir” diyene şöyle demiştir: “Beni Allah’a ortak mı etmek
istersin? Öyle değil, şöyle de: Sadece Allah diledi.”348 Cüneyd Bağdâdî’ye, “Arif-i Billah zina
eder mi?diye sorulunca, başını eğmiş ve “Allah’ın emri tayin edilmiş bir
kaderdir.’349
âyetini okuyarak arif-billahın;yani velilerin masum olmadığına işaret etmiştir.350
Allah’ın
sevgili dostlarını sevmek farz, onlara buğz etmek büyük bir isyandır. Allah
Teala’nın harp ilan ettiği iki kesim insandan biri Allah’ın dostlarını rahatsız
edenlerdir. Kudsî bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Herhangi bir
velimi/dostumu rahatsız edene harp ilan ederim.”351 İbn Hacer Askalani, hadis bağlamında
şunları der: Cahil bazı mutasavvıflar hadislerden Allah’ı anan kalp sahibinin
masum olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Bu asılsız bir iddiadır. Kitap ve sünnete
uymayan hiçbir hareket geçerli değildir. İsmet sıfatı sadece peygamberlere
hastır. Hz. Ömer bile bazen görüş belirtirdi. İsabet etmediği an, görüşünden
vazgeçerdi.352
Allah’ın savaş ilan ettiği diğer kesim de, “Eğer faiz almaktan
vazgeçmezseniz Allah’tan ve elçisinden bir savaş ilanını bekleyin”353 âyetinde
belirtildiği gibi, faiz almaktan vazgeçmeyenlerdir. Konuyla ilgili diğer bir
hadis de şudur: “Allah’ın öyle kulları vardır ki peygamber ve şehit
olmadıkları halde Allah’a yakınlıklarından dolayı peygamberler ve şehitler
onlara gıpta ederler.” Ashap, “Ey Allah’ın Resulü onlar kimlerdir?” dedi.
Hz. Peygamber: “Onlar, akraba ve mal-çıkar bağı olmaksızın Allah için
birbirlerini sevenlerdir. Allah’a yemin olsun ki yüzleri nurdur, nur üzerinde
ikamet edecekler. İnsanlar korktuğu anda onlar emin olacaklar. İnsanlar mahzun
olunca onlar olmazlar.” dedi ve “Haberiniz olsun! Kuşkusuz ki Allah’ın
dostlarına korku yoktur; onlar mahzun da olmazlar354"1 ayetini okudu.355
Velayette
giysi ve şekil belirleyici ölçü değildir.Çünkü cübbelerde gizlenen nice
zındıklar vardır. Toplumun her kesiminde veli bulunabilir. Mücahitler,
hadisçiler, kelamcılar, hekimler, sanatkarlar, çiftçiler, idareciler vs.
Veliler, Allah’a ibadette temayüz ederler. Evliyayı sevmenin anlamı, züht,
takva, ibadet, izzet, ceht ve gayretli olanlara benzemeye çalışmaktır. Sevmenin
makbul olması, ifrat ve tefrite varmaması şartına bağlıdır.
Toplumun
zihninde değişik bir veli portreleri vardır. Teşbihi bazen elinde, bazen de
boynuna geçiren, virdini çeken, gelen-gidene el-etek öptüren, elbiseleriyle
teberrük sağladığına inanılan, bazen cezbeye düşen, yolların kenarında bayılan,
şaçı şakalı birbirine karışan, kir ve tozdan teni görünmeyen, cübbesiyle
yerleri süpüren, beş vakit namazı beş ayrı yerde kıldığına inanılan, müritlerinin
hal ve hareketlerini adım adım saniye saniye takip eden, ihtiyaçlarını
karşılayan, taleplerine cevap veren.
Aşırılar,
velilere olağanüstü bazı vasıflar vermektedir. Mesela evrende tasarruf etme,
onu sevk ve idare etme, öldükten sonra hayatı devam ettirme, muhtaçlara
yardımda bulunma, özel giysiler giyme bu cümledendir. Veli olarak lanse edilen
bazı şahsiyetlerin kabirleri bile diğer insanlardan ayrılmaktadırlar. Mezarları
görkemlidir, insanları kedilerine doğru cezb etmektedirler, cübbe ve teylasanlarıyla
dikkat çekmektedirler.Teberrük gayesiyle mezarlarına el-yüz sürülür, nezirler
adanır, binlerce kilometrelik mesafeler kat edilir. Hatalarını tenkit edenler;
aşırı, evliyaullah düşmanı, Vahhâbîvs. olarak damgalanırlar.
Evliyayı
işleyen bazı eserlerde şu garip hareketlere yer verilmesi düşündürücüdür: Abdurrahman
el-Meczup hâl ehliydi. (,..)356 Yaz -kış kum üzerinde yürürdü, üç ay konuşur,
üç ay sükut ederdi.357
Muhammed el-Hadari: Bir Cuma hutbesinde şöyle dedi: Hamd ve salavattan
sonra, şahadet ederim ki İblis dışında ilahınız yoktur (hâşâ), ona salat ve
selam olsun.358 Ahmed
et-Ticani’yi görüp iman üzere ölen cennetliktir;ona hizmet etmenin
karşılığı hesapsız cennettir;evradını çeken yetmiş peygamber kadar sevap
kazanır.359
Evliya
konusunda yapılan ifratlardan birisi, onların peygamberlerden daha üstün
olduğunu savunmaktır. Bu iddialarını şöyle temellendirirler: Peygamberler
Cibril vasıtasıyla vahiy alırken, bizler vahyi vasıtasız olarak kaynağından
alırız. Bu inancın kaynağı Farabi’dir. Farabi bu görüşü, ruhun çalışmak
suretiyle yücelip lâ mekan alemine ulaşabileceğini söyleyen Eflatundan
almıştır. İbn Arabî ve İbn Sina da bu inançtan etkilenmişlerdir.360 Eş’ari ve
Şehristani sofilerden bir kesimin velileri peygamberlerden daha üstün
gördüklerini aktarmaktadırlar. Şa’rânî, Ebu Yezid el-Bistami’nin,“Biz
öyle bir denize daldık ki peygamberler ancak sahilinde durabildiler.”sözünü
nakleder.”361
Yahudiler,Hıristiyanlar
ve müşrikler Allah’ın dostları olduklarını iddia ediyorlardı. Allah ölçüyü
koydu. Kim peygamberime itaat ederse o Allah Teala’nın sevgili dostu ve
kuludur; sayı, yer ve adresleri belli değildir; ancak vasıfları bellidir. “De
ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın.”362
İnsanlar iki gruptur; Allah’ın dostları, şeytanın dostları.“ Takva sahipleri
kendilerine şeytandan bir vesvese geldiği zaman,durup düşünürler ve derhal
gerçeği görmeye başlarlar.”363
âyetinin de belirttiği gibi, takva sahibi veliler, beşer olmaları hasebiyle
günah işlediklerinde Allah’ı anar, pişman olurlar. Onlar ataları Hz. Âdem’i
takip eder, tövbe eder, gözyaşı dökerler.
Ulemaya Saygıda İtidal
“Babam,
kardeşim Ali ve Mahrus’u bana ortak kılan bir hayat bahşetti. Ancak üstadım
Cemaleddin beni Muhammed, İbrahim, Musa ve Isa’ya vâris kılan hayatı bahşetti.”
Muhammed
Abduh
Ulama,
enbiyanın varisidir. Ulemamızı rahmetle anar, iyiliklerinden yararlanır,
taksiratlarının affı için Cenab-ı Allah’a yalvarırız. Peygamberler dışında
masum kimsenin bulunmadığının şuurundayız. Beşer olmaları hasebiyle ulemanın
sevabı yanında hataları da olabilir. İyiliklerinden istifade eder, hatalarından
uzak durmaya çalışır, ibret alma cihetine gidebiliriz. Düştükleri ihtilafları
kendileri için cerh ve tan vesilesi kılmayız. Çünkü;“Ve şunlar ki
arkalarından gelmişlerdir; şöyle derler: ‘Ya Rabbena! Bizlere ve önden iman ile
bizi geçmiş olan kardeşlerimize mağfiret buyur ve gönüllerimizde iman etmiş
olanlara karşı kin tutturma! Ya Rabbena! Şüphe yok ki sen Raûfsün, Rahimsin.”364 âyeti, gelip
gitmiş selefimizi rahmetle anmamızı öğretmiştir. İslâm dinine hizmet etmiş
olan, Kitap ve sünneti izah etmede ceht ve gayretleri geçen ulemamız medar-ı
iftiharımızdır. Başka din veya ekollere nasip olmayan bu şahsiyetler, Allah'ın
bu ümmete nimetleri cümlesindendir. Hepsini sever rahmetle anarız. Onlar ilim,
takva ve ihlas abideleriydi. İnsanları kendi görüşlerine değil, Allah ve
Resûlü’ne davet etmişler, asla kendilerini masum addetmemişlerdir.
Ulema
rehberdir. Hakları ikram ve saygıda ebeveynden de öndedirler. Muhammed Abduh
bu gerçeği şöyle ifade eder: “Babam, kardeşim Ali ve Mahrus’u
bana ortak kılan bir hayat bahşetti. Ancak üstadım Cemaleddin beni Muhammed,
İbrahim, Musa ve İsa’ya vâris kılan hayatı bahşetti.”365
Şâri’
oldukları için değil, nasları bizden daha iyi bildiklerini tahmin ettiğimiz
için kendilerine ittiba ederiz. Mevdudi'nin de dediği gibi;
"Herhangi bir kimse müçtehitlere tabi olursa bu hareketine itiraz edilmez.
Ama kendi başlarına onları emreden veya nehyeden, yapılmaması gerektiği şekilde
onlara itaat ederse, yani, imamlardan birisinin belirlediği yoldan çıkmayı asıl
dinden çıkmaya eşanlamlı tutarsa şüphesiz bu şirktir.366
İbn
Teymiyye, ulemadan
sadır olabilecek hatalar konusunda şunu der: İslâm akidesine göre peygamberler
dışında masum kimse bulunmamaktadır. İnsanlar iki kesimdir; 1-Hatası az,
isabeti çok olanlar. 2-Hatası çok, isabeti az olanlar. Ulema, birinci kısımda
kastedilendir. Hz. Peygamber’den önceki kavimlerin en kötüleri ulemasıydı,ancak
İslâm ümmetinin en hayırlıları ulemasıdır. Zira ulema, peygamberlere
vâristirler.367
Bir mühendisin planını çizdiği bir binanın çökmesi, bir hekimin verdiği
reçetenin isabet etmemesi, tüm mühendis ve hekimlere yüklenemeyeceği gibi, bir
alimin hatası da genelleştirilemez.
İslâm,
sevme ve yermede orta yolu tuttuğundan ulemaya karşı duruşlarda da aynı
yöntemi; yani itidali tavsiye eder. Bu nedenle İslâm ulemaya ülûhiyet
vasıflarını vermeyi kainatın hazinelerini elinde bulunduran “kutup”lar olarak
değerlendirmeyi, diledikleri takdirde ölüm meleğinden mevtanın ruhlarını geri
alabilecekleri vb. inançları şirke varan ifrat kapsamında değerlendirmektedir.
Genel
anlamda insanlar ulema hususunda üç değişik duruş sergilemektedirler:
·
1-
Ulemayı sıradan insanlar gibi değerlendirenler:Bu kesim ulemaya değer vermez.
·
2-
Ulemaya kutsiyet verenler: Bu kesim ulemayı beşer üstü varlıklar olarak
değerlendirir. Bu kesim de, rahiplerine kutsiyet izafe eden Hıristiyan
taassubunun izleri var. Öyle ki bunlar, ulemanın üzerine sineklerin konmadığını
savunur, ulemaya, peygamber ve meleklerin bile ulaşamadığı makam ve vasıfları
verirler. Bu kesime göre haram da olsa emirlerine itirazda bulunulmaz. Bu
kesime göre lider veya mürşidine “niye” deyip itiraz eden biri iflah bulmaz.
Çünkü lider veya efendinin emri hikmete mebni olabilir. Onlara göre, şeyhin
yanında mürit, gassalin istediği yöne evirip çevirdiği ölü gibi olmalı.368
·
3-
Ulemayı beşer gözüyle değerlendirenler: Bunlar ulemayı, “Peygamberler
vârisleri” olarak değerlendirirler. “Peygamberlere vâris” olmaları, medh olarak
yetmektedir. Her beşer gibi onlar da hata yapabilirler.
Söz
konusu ulema, İslam ulemasına, mezheplere, tasavvufa da asla cephe
almamışlardır. Kendilerinden önceki ulemanın yaptığı gibi, sadece tevhidi
anlattılar. Bunun yanında imanla küfrün, İslam ile cahiliyenin bir arada
olmayacağını işlediler. Emperyalizme karşı Müslüman toplumu bilinçlendirmeye
çalıştılar.
Mutlak
kemal sahibi Allah Teâla’dır. Bu nedenle ulemadan hata sadır olabilir.
Resûlullah’a yakın kuşak sahabenin bile tüm görüşleri alınmamış;bazıları
reddedilmiştir. Sözgelimi İbn Abbas, Resûlullah’ın, “Allah’ım onu dinde
fakih kıl ve ona Kur’an’ı anlama ilmini öğret.”369 şeklindeki duasına mazhar olduğu hâlde,
mut’a nikahı ve ayakların meshi konusundaki görüşleri alınmamıştır. İbn
Ömer, ensesini mesh ederdi, Ehl-i Kitabla ehliyle evlenmeyi caiz görmezdi. Ebu Talha, dolu tanelerini yutmakla orucun
bozulmayacağını söylerdi. Huzeyfe, oruçlunun, güneş doğmasına yakın
zamana kadar yiyebileceğini savunurdu. Selman Farisi, insan terini necis
görürdü. Muaviye ve Muaz b. Cebel, Müslümanın
kafire vâris olabileceğini söylerlerdi. Hz. Ömer ve İbn Mes’ud, cünüp
kişinin teyemmüm edemeyeceğini, bain talak ile boşanmış kadının nafaka hakkına
sahip olduğunu söylerlerdi. Ebu Zer, zekatı çıkarılan malın da ”kenz”
olduğunu; yani infak edilmesi gerektiğini söylerdi. Hz. Aişe, “Sen
ölülere işittiremezsin”370
âyetinin zahiriyle amel edip ölülerin işitmediklerini söylerdi.371
Peygamber
ve sahabelerde bile zelle ve hata söz konusu ise, ulema için de elbette bir
takım taksirat söz konusudur. Bu bağlamda Ebu Yusuf’u değerlendirebiliriz.
Ebu Yusuf, kendi döneminde dünyanın en güçlü devletini idare eden hukuk
sistemini yazdı. Ancak vermiş olduğu bazı fetvaları zaman aşımına uğramıştır.
Vermiş olduğu şu fetvası buna bir örnektir: “Birisi havada uçacağına yemin
etse, sonra da uçamazsa, ona kefaret gerekmez. Zira havada uçmak mümkün
değildir.” Ebu Yusuf fetvayı verirken kendi zamanının şartlarını göz
önünde bulundurmuştu. Günümüzde insanların uçabileceği ortaya çıkınca fetva
geçerliliğini kaybetmiş oldu.372
Peygamberler
bile zelleden masum olmadıkları hâlde, ulemanın “masum” olduğunu iddia etmenin
yersiz olduğunu vurgulamak istiyoruz. “Her insan hata yapabilir. Hata
yapanların en hayırlısı tövbe edenidir.”373 hadisi bu hakikati ifade etmektedir.
İdeal insan, iyilikleri kötülüklerinden fazla olan insandır. Bir veya birkaç
hata bir alimin büyüklüğüne halel getirmez. Bir insanın hatalı hareketine “bu
hata değildir” demek, gerçekten o zatın değerini yükseltmez bilakis tenzil
eder. Zira adı geçen şahsın faziletlerinden şüphe edilmeye imkân vermiş olur.
Çünkü “hataları gizlenmediği gibi, diğer iyilik ve faziletleri de acaba uydurma
mıdır?” diye şüpheler vaki olur. O hâlde “hataya hata, doğruya da doğru”
demeliyiz.
Muteber
alimlerimizden hiçbiri kendi görüşünü Kur’an ve sünnetin önüne geçirmez.
Bilakis onlar, “bizler bugün bunu söyler, yarın başkasını söyleyebiliriz, bu
nedenle dininizi asıl kaynağından alın" demişlerdir. Görüş ve
içtihatlarını Kur'an ve sünnetin önüne geçirmekten beridirler. İyi niyetli,
araştırmacı bir Müslümanın ulema hakkında yapıcı ve bilimsel bir eleştirisini
maksatlı hücum ve tenkitlerle karıştırmamak gerekir. Öğrencilerin üstatları
hakkındaki,“keşke üstadımız şöyle deseydi veya şu konuyu ehline bıraksaydı.”
türündeki temennileri, yapıcı girişimlerdir. Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed’in yüzde yetmişe yakın konuda üstatları Ebu Hanife’ye muhalefet
etmeleri, keza Şafii olan İzz b. Abdusselam, İmam Gazzâlî ve Nevevi’nin
birçok konuda İmam Şafii’ye muhalefet etmeleri de aynıdır. Asıl olan
cımbızla kıl çeker gibi ulemanın hatalarını araştırmak değil, gerçekleri arayıp
ortaya koymak olmalıdır.
Bazı
kişilerin İbn Teymiyye, İbn Kayyım, Muhammed Abduh, Seyyid Kutub vb.
ulemaya hakaretler yağdırıp, onların manevi şahsiyetlerini rencide ettiklerine
şahit olmaktayız. Bu şahsiyetler aleyhinde harcanan enerjinin İslam düşmanları
karşısında harcanmasının daha isabetli olacağını düşünüyoruz. Keza, tasavvuf ve
mezheplerle yapılan mücadele cehalet, ateizm, satanizm, komünizm gibi akımlara
karşı sarf edilseydi İslam’a çok daha yararlı hizmet sunulabileceği
muhakkaktır.
Ulemaya
Saygıda Aşırılık
“Hz.
Ebubekir ve Hz. Ömer ‘i Rafizilerden, Hz. Ali’yi Haricîlerden, Ebu Hanife’yi
Zahirilerden, İbn Teymiyye’yi İbn Batuta’dan, Muhammed b. Abdulvahhab’ı
(Cemaleddin Efgânî’yi, Seyyid Kutub’u, Mevdudi’yi) Türkiye’deki malum
çevrelerden öğrenmeye çalışan biri, mezkur zevat hakkında sağlıklı bilgi elde
edemez. ”
Muhammed
Gazzâlî
Kur'an,
“Böylece biz, her peygambere insanların ve cinlerin şeytanlarını düşman
etmişizdir; bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar.
Eğer Rabb’in dileseydi bunu yapmazlardı. O hâlde onları iftiraları ile baş başa
bırak.’’374
âyetiyle her peygamberin karşısında birtakım insî ve cinnî şeytanların
bulunduğunu haber vermektedir. Düşmansız ve muarızsız hiçbir peygamber gelmemiştir.
Bir alimin muarızsız kalması, verasetinin, hakkıyla gerçekleşmediğinin bir
ifadesidir. “Müctehid içtihadında isabet ederse iki, etmezse bir ecir alır.
375 hadisi
ulema konusunda ifrat ve tefrite gitmemeyi öngörmektedir. Zira beşer olmaları
hasebiyle, isabet edebilecekleri gibi, etmemeleri de mümkündür. Aşırılar,
sevdiklerine “masumiyet” vasfını verirken, karşı oldukları kişileri de sınırsız
bir biçimde cerh ve tenkit ederler.
Ulemanın
içtihatlarda isabet edememesi kendilerini günahkar kılmaz. Çünkü içtihatları,
nefsî eğilimlerden değil, içtihattan kaynaklanmaktadır. Ehil olmayanların
içtihatta bulunmaları caiz değildir. Hekimin ameliyatta hata yapması ile cahilin
hata yapması bir değildir.376Ulemayı
değerlendirirken sevap ve hatalarını beraber değerlendirmek gerekir. Bu konuda Said
b. Museyyeb şöyle der: “Alim, eşraf herkesin taksiratı vardır. Ancak kimin
sevabı hatasından çoksa ‘iyiler’ hanesine yazılır.”377
Ululazm
peygamberlerden Hz. Musa nübüvvet makamına rağmen, içinde âyetler
bulunan levhaları yere fırlattı;378 tanımadığı için ölüm meleğine tokat attı; abisi
Hz. Harun’un sakalından tuttu.379 Tüm bunlar onun ululazm peygamber olmasına
mani olmadı. Zira adı geçen zellelerine karşın, onun Allah yolunda cihadı,
sabır ve metaneti eziyetlere tahammülü söz konusu zellelerini örtüyordu.
Sahabeden
Hatıb’ın yaptığı hataya rağmen, Hz. Peygamber kendisi hakkında, “Umulur
ki Allah Bedir savaşına katılanları atfetmiştir.’’380 buyurdu. Hatıb, Bedir’e
katılanlardan olduğu için hatasının Allah tarafından affedildiğine dikkat
çekti. Hz. Osman savaş hazırlığı için büyük miktarda yardımda bulununca
Hz. Peygamber kendisi hakkında, “Bu hayırlı amelinden sonra ona bir şey zarar
vermez”381
buyurdu.382
İmam
Şafii, müceddid ve müçtehit bir zattı. Kıyamete dek istifade edilecek
eserler ortaya koymuştur. Bu özelliğini göz önünde bulundurmadan kendilerini
sadece, “Kişi nikahsız birleştiği kadından doğan kızıyla evlenebilir.”383 fetvasıyla
değerlendirmek insaflı değildir. Bu nedenle konu ve şahsiyetler için
başvurulacak adres ve kaynaklar çok önemlidir. Muhammed Gazzâlî konu ile
ilgili olarak şunları der: Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'i
Rafizilerden, Hz. Ali’yi de Haricîlerden, Ebu Hanife’yi
Zahirilerden, Ibn Teymiyye’yi İbn Batuta’dan, Muhammed b.
Abdulvahhab’ı (Cemaleddin Efgânî, Seyyid Kutub, Mevdudi’yi ) Türkiye’deki
malum çevrelerden öğrenmeye çalışan biri, mezkur zevat hakkında sağlıklı bilgi
elde edemez.384
Hıristiyan
din adamlarının aşırı hareketleri şöyle bir anekdotla dillendirilir: Yahudi bir
zengin, papaların cenneti satışa çıkardıklarını duyunca şöyle bir çareye
başvurmuş: Cenneti satan papaya hitaben, “Herkes cenneti almak istiyor, ben ise
cehennemi satın almak istiyorum.” demiş. Papa ucuz bir fiyata satınca kurnaz
Yahudi şunu ilan etmiş: “Ey Hıristiyanlar, bundan böyle kimse papazlardan
cennet satın almasın. Kimseyi cehenneme gönderemezler, çünkü anahtarı bende,
kimseyi oraya göndermeyeceğim.”385
Batı’da,
Napolyon, Hatta Mussoloni’yi öven binlerce broşür ve kitap
yazılırken, içtihattan kaynaklanan birkaç fetvayı referans göstererek ulema
aleyhinde kampanyalar düzenlemek tefrit ve haddi aşmak değil midir? Ebu
Hanife ve Gazzali’yi rencide edip bir şarkıcıyı ödüllendiren bir
topluma şaşmamak mümkün mü? Ulemayı çıkarcılıkla itham edenlere şaşmamak elde
değil. Dünyamızda profesyonel hırsız, savunmasız çocuğu tenkit ediyor. Kötü
niyetli insanlar ulemanın iyiliklerini görmezden gelirler. Ibn Teymiyye,
Seyyid Kutup gibi zevat konusunda ifrat ve tefrite gitmek, onları
mezhepsiz, Vahhâbî, Mason, dinsiz vb. insafla bağdaşmayan vasıflarla itham
etmek tefritin yansımasıdır.
386
Günümüzde,
bazı ülkelerde halen Ebu Hanife’yi Mürcie ve bid’atçi olarak lanse etmek
Haricîliğin bir uzantısı olsa gerek. Zaman zaman Ebu Hanife, Gazzâlî, İbn
Rüşd,İbn Sina’nın küfürlerini tescil bağlamında konferanslar, hutbeler
verilmekte, broşür ve kitaplar yayınlanmaktadır. Bu bağlamda Ibn Teymiye,
Muhammed b. Abdulvahhab, Muhammed Abduh, Seyyid Kutup ve Mevdudi
benzeri yüzlerce alim aleyhinde sürdürülen kampanya ve faaliyetler de
zikredilebilir.
Haşerenin
güneşten, kurdun puslu havadan hoşlandığı gibi,aşırılar ulemayı
sevmezler,varlıklarına tahammül etmezler. Tekfir ve Hicret Cemaati kurucusu Şükrî
Mustafa,İmam Nevevî ve Hattabî gibi ulemayı nifak ve alancılıkla
itham etti;onlara uymanın küfür olduğunu belirtti; herkesin içtihat
yapabileceğini iddia etti; taklidin küfür olduğunu söyledi.387
Geçmişte
Haricîler ulemayla cedelleşir, onlara muhalefet eder, söylediklerinin aksini
yaparlardı. Haricîler bir köye inerler. Abdullah b. Habbab’ı görürler.
Abdullah onları görünce eteğini çeker. Haricîler neden çektiğini sorar: -Beni
korkuttunuz.
-Sen
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ashabından mısın?
-Evet.
-Babanın
Hz. Peygamber’den işittiği bir hadis biliyor musun?
-Evet.Babam,
Hz. Peygamber’den şu hadisi nakletti: “İlerde fitneler baş gösterecek,
oturan ayakta olandan, ayakta olan yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlı
olacak. O zamana yetişen öldüren değil öldürülen olsun”
-Bunu
gerçekten babandan işittin mi?
-Evet.
Bunun üzerine Haricîler onu bir nehrin kenarına götürüp başını keserler. Beraberindeki
cariyenin de karnını yararlar.388
Şehid
Seyyid Kutub’un eserleri Kahire’nin merkezinde yakıldı. Birçok ülkeye
girişleri yasaklandı. Kendisi de idam edilmek suretiyle şehid edildi. Bütün
bunlar, kitaplarının okunmasının önüne geçebildi mi? Hayır. Bilakis okuyucusu
ve sevenleri daha da arttı. Tefsiri dünyada en çok okunan tefsir olma
özelliğine sahip oldu.
Keramet Konusunda İtidal
"Mü’mın
için en büyük keramet, ibadetlere devam etmek,isyan ve Allah’ın emirlerine
karşı gelmekten uzak durmaktır.”
Kuşeyrî
Keramet;
lügatte şeref, izzet, bağış, ikram, lütuf, ihsan gibi manalara gelir. Kavram
olarak da, peygamberlik iddiasına ve meydan okumaya bağlı olmaksızın Allah
tarafından velilere verilen olağanüstü hadiselerdir. Keramet, Allah Teala’nın
salih kulları aracılığıyla göstermiş olduğu adet dışı hadiselerdir. Kerameti ortaya
koyan veli böyle bir iddiada bulunmamaktadır. Keramet Kur’an ve sünnetle sabit
olmuştur. İman keramettir. İstikamet keramettir. Mü’mince yaşamak keramettir.
Özellikle dine sarılmanın ateşten kor parçasını ele almaktan daha zor olduğu
dönemlerde dini vecibelere sarılmak keramettir. Yani, keramet, şeriat üstü
olaylar değil, olağanüstü olaylardır.
Keramet,
iki kısımda ele alınır: 1. Duyularla algılanabilen kerametler. 2. Her yerde
Allah ile bulunma hali diye bilinen manevi kerametler. Kur’an akla, kalbe ve
düşünceye hitap eden mucize ve kerametleri hisse ve duyulara hitap edenlere
tercih eder. "Ve dediler: Biz sana asla inanmayız, ta ki bizim için şu
yerden bir pınar akıtasın, veya hurmalıklardan ve üzümlüklerden bir bahçen
olsun da aralarında şarıl şarıl çaylar akıtsan, yahut iddia ettiğin gibi göğü
üzerimize parça parça düşüresin veya Allah’ı ve melekleri kefil getiresin,
veyahut altından bir evin olsun ya da gökyüzüne çıkasın; ona çıktığına da asla
inanmayız; ta ki bize okuyabileceğin bir mektup indiresin! De ki:
"Rabbimin şanı yücedir, ben sadece beşer olan bir peygamberim.’”389 Kuran’da söz
konusu edilen Seb’e kraliçesi Belkis’ın tahtının bir anda getirilmesi
gibi olağanüstü olaylar birer keramettir.390
Mutezile,
mucize ile kerametin karışabileceği endişesinden dolayı kerameti kabul etmez. Useyd
b. Hudayr Kur’an okurken onu dinlemek üzere gökten melekler inmiştir.391 Velinin elinde
zehir bala dönüşebilir. Halid b. Velid bir kaleyi kuşatınca kale
sakinleri, “Şu zehiri içmezsen Müslüman olmayız.” dediler. Halid şöyle
dua etti: “Allah’ım şu zehirli bala dönüştür. Allah duasını kabul etti.”392
Melekler,
ashaptan İmran b. Hüseyn’e selam verirlerdi.393 Abbad b. Bişr ve Useyd b. Hudayr
karanlık bir gecede Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yanından ayrılırken kırbaç ucuna benzer bir
şey önlerini aydınlattı. Ayrıldıkları zaman da ışık ikiye bölündü.394 Hubeyb b.
Addiy Mekke’de üzüm olmadığı halde ve müşriklerin elinde iken kendisine
taze üzüm gelirdi.395
Zennire adındaki sahabi kadın işkenceden gözlerini kaybetti. Müşrikler
“Lat ve Uzza onu çarptı, gözlerini aldı.” deyince, Zennire, “Hayır,
Allah’a yemin ederim ki onlar bir şey yapamazlar.” dedi ve görmeye başladı.396 Sıla b. Uşey
cihatta iken atı telef oldu. Bunun üzerine Sıla, “Ey Rabbim beni kimseye muhtaç
etme, atımı dirilt.” diye dua etti. Allah duasını kabul etti. Hasan Basri,
Haccac’ın zulmünden korunmak için gizlendi. Haccac’ın elemanları
altı defa gönderdiği yere baskın yaptıkları halde dua ettiği için onu
göremediler.397 Nezar
el-Kirvânî, bir gece ibadetgahında namaz kılarken duvar yarılmış, içinden
parlak nurani bir çehre zuhur etmiş ve,“ Ey Nezar! senin yüce Rabbinim, yeryüzü
de benim nurumla aydınlanacak.” demiş. Kirvanî, durumun şeytanî olduğunu
fark etmiş,ona tükürür ve “Allah’ın laneti üzerinde olsun, defol.” der.398 Yalancı
Peygamber Esved el-Ansi, Ebu Musa el-Hulani’yi çağırmış ve
kendisine,”Benim peygamberliğimi doğruluyor musun?”der. Ebu Musa;
-Hayır,
seni duymuyorum.
-Muhammed’in
risaletini tasdik ediyor musun?
-Evet,
deyince onu ateşe atmış. Ateş ona gülistanlık olmuş. Ebu Musa ateş
içinde namaz kılmaya başlamış. Hz. Ömerin yanına gelince Hz. Ömer onun
hakkında şöyle demiş: “Hz. İbrahim’e bahşettiği ikramı bu ümmete de
bahşeden yapan Allah’ıma hamd olsun.”399
Kerameti
ortaya koymada temel hedef, Allah rızası ve İslam’a hizmet olmalıdır. Rabbânî
ulema ve mürşitler İslam akidesine muhalif keramet taslaklarını
reddetmişlerdir. Bir mürşit öğrencisine, “Kim kırk gün ihlasla ibadet ederse
kalbine hikmet olukları akar.” tavsiyesinde bulunmuş.Öğrencilerinden biri,
“Üstadım tavsiyenizi yerine getirdim ancak netice alamadım.” demiş. Üstat,
“Evladım, herhalde Allah rızası için değil hikmet elde etmek istemişsin.”
cevabını vermiş.400
Kuşeyrî şöyle der, “Mü’min için en büyük keramet ibadetlere
devam, isyan ve Allah’ın emirlerine karşı gelmekten uzak durmaktır.” Sehl b.
Abdullah şöyle der: “Mucize ve keramet geçicidir. En büyük keramet, kötü
bir huyu güzel huya dönüştürmektir.”401 Tasavvufçu muhakkikler, “önemli bir gerekçe
olmasa asıl olan kerametleri açığa vurmamaktır.” demişlerdir.402 Bazı cahil
softaların adap ve şer-i şerife muhalif olarak gösterdikleri yılan ve cam
yutma, vücuda çivi, jilet saplama, sapmadan öteye geçmeyen hareketlerdir.
Mü’min
için asıl olan istikamettir, kerametlerin gizli kalması esastır. Çünkü onu
açmak riya ve gösterişi ihsas eder. Ebu Ali el-Cüzcânî şöyle der: Aziz
kardeşim, keramete değil, istikamete talip ol; çünkü,nefsin keramet, Rabbin ise
istikamet istemektedir.Ashabın fazla keramet göstermemesi bundandır. Onlar
istikameti keramete tercih ederlerdi. Bütün hayatları istikametti.En büyük
kerametin istikamet olduğunun bilincinde idiler.403
Keramet Hususunda Aşırılık
“Kabe’nin her taşı Ali el-Havas’ı
ziyaret için yerinden kalkardı!”
Yûsuf Nebhânî
Bazı
velilerin yılan ve haşere yiyerek ayakta kaldıkları keramet bağlamında
anlatılır.404 Bazıları da şunu iddia
ederler:Müridinin günahlarını Levh-i Mahfuz’dan silemeyen biri şeyh/veli
değildir,eğer şeyh olsaydı müridinin günah işlemesine imkân vermezdi.405 Bu
hezeyana şu hadisin cevap teşkil ettiğine inanmaktayız. Hz. Aişe, Hz. Peygamber’e
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) , “Ey Allahın resulü ahirette yakınlarını
hatırlar mısın?deyince Hz. Peygamber, “Ya Aişe üç yerde hiç kimseyi
hatırlayamam: I.Amel sahifeleri dağıtılınca 2.Mizan’ın başında. 3.Sırat’ı
geçince”.406 İbrahim Dusukî’nin şöyle dediği nakledilir:
Cehennem kapılarının anahtarı elimdedir, istediğim an kapatırım; Firdevs
cenneti de benim elimdedir; beni ziyaret edeni oraya sokarım.407
Şa’rânî
şu garip keramet(!) örneğini verir: Biri, Ahmet Bedevi’nin mevlidine
katılmayı reddettiği için imanından olur. Ne yapacağını şaşırınca çareyi Şeyh’e
istimdat etmede bulur. Şeyh de, “Bir daha aynı hataya düşmemek kaydıyla imanını
geri vereceğim.” der. İmanını geri verir.408 İman almayı keramet olarak lanse etmek büyük
bir hatadır. Hatta ulema, bir insana, “Allah imanını alsın” demenin bile küfür
olduğunu söylemişlerdir. “Allah seni kafir kılsın, kafir olarak öldürsün” demek
de aynı anlamdadır. Bu beddua, küfrü istemek anlamındadır. Küfre rıza göstermek
ve küfrü istemek küfürdür. Bu tür hezeyanları yazanlar, yayanlar belki de
velilere hizmet niyetiyle yaparlar. Oysa en büyük zararı verdiklerinin farkında
değiller.
Bazıları
sarıkları arasına mercek koyarak güneş ışınlarıyla münkirlerin harmanını yakma
eylemlerini gerçekleştirmişlerdir.Habersiz biçare köylüler olayı şeyhin
kerameti olarak algılamışlar.409Yusuf
Nebhani, Ebu Bekir b. Muhammed. b. İmran’ın kerametlerini dizerken şöyle
der: Allah Teala onun geçtiği köyün sakinlerini affederdi, ayağını öpen
cennetlik olurdu.410
Nebhani şunu da ilave eder: Cemaatle namaz kılmama konusunda velileri
tenkit etme. Çünkü nice veli var ki bulundukları mekan dışında namazlarını
kılarlar. Kimisi namazlarını devamlı olarak Mekke’de, kimisi Ramle’de, kimisi Elbiya
isimli camide, kimisi ikindi namazını Kudüs’te kılmaktadır.411 Bu iddia birliğinde nöbet tutmayıp,
“Sınırlarda, Bosna’da, Kıbrıs’ta, Filistin’de nöbet tutuyoruz.” diyenlerin
iddiasına benzemektedir. Nebhani, Ka’be’nin her taşının Ali
el-Havas’ı ziyaret için yerinden kalktığını nakleder.412 Ka’be’nin 124 bin peygambere yapmadığını bazı
zatlara yapmış olduğu iddiası ne kadar inandırıcı olabilir?Menkıbeye göre,Abdulkadir
Geylânînin hizmetçilerinden biri vefat eder. Hanımı Abdulkadir Geylânîye
gelerek, eşinin ruhunu geri almasını ister. Geylânî, murakabedeyken ölüm
meleğinin müridin ruhunu semaya çıkardığını görür. Bunun üzerine Geylânî
ölüm meleğine seslenerek, “Ey ölüm meleği, dur, hizmetçimin ruhunu geri
ver.”der. Ölüm meleği, “Ben kendimden ruhları almıyorum, Allah’ın emriyle
geldim, hizmetçinin ruhunu geri veremem” der. Geylânî, isteğini tekrar
eder. Ölüm meleği yine vermez. Geylanî, ölüm meleğinin elinde bulunan
ruhlar sepetini çekip alır, ruhlar dökülür ve hizmetçisinin ruhunu geri alır.
Ölüm Meleği Allah Teala’ya, “Ey Rabbim olup bitenleri elbette daha iyi
bilirsin, Geylânî benden ruhları zorla aldı.” der. Allah Teala, ölüm
meleğine, “Geylânî sevgili kulumdur, neden ruhları kendisine vermedin?
Diğer ruhlar da kaçtı "deyince ölüm meleği pişmanlık duyar.413 Bu hezeyan
tamamıyla yalan olup Abdulkadir Geylânî’ye iftiradır. Geylânînin sünnete
ittiba konusundaki hassasiyetine şu örneği verelim. Geylânî, bir gün,
“Ey Abdulkadir, ben Rabbinizim, size haramları helal kıldım.” sesini
duyar, Geylânî ona tükürür, İblis olduğunu fark eder. Nasıl fark ettin?
denilince,şu cevabı verir: “Sana haramları helal kıldım” sözüyle; çünkü İslam
şeriatını kimse nesh edemez.”414
Kaldı ki melekler, “Allah kendilerine ne görev verdiyse ona isyan etmezler
ve emrolundukları her şeyi yaparlar.”415 âyeti gereği kendilerinden bir şey
yapmazlar, Allah’ın emriyle hareket ederler. Geylânî, Allah Teala’nın
görevlendirdiği ölüm meleğine nasıl itiraz edebilir? Nasıl zor kullanır?
Melekler nasıl günah işler? Kerametle ilgili diğer bir hezeyan da şudur: Güya Abdulaziz
Debbâğ şöyle demiş: Arif kişi, cenin dünyaya gelir gelmez onu görür,
ölünceye kadar onu murakabe eder.416 Bu hezeyan, Hz.Aişe’nin, “Kim Muhammed
(a.s.)ın yarın ne olacağını haber verdiğini iddia ediyorsa o Allah’a büyük bir
iftirada bulunmuştur.”417
sözüyle tamamıyla çakışmaktadır.
Hz.
Ömer ilham sahibi
velilerdendi. Kur’an bazen onun görüşlerini teyit ediyordu. Buna rağmen isabet
etmediği konular da vardı. Nitekim hutbede kadınların mihrini dört yüz dirhemle
sınırlandırmak istediğinde bir kadın sahabi, "Önceki eşinize yüklerle
mihr vermişseniz bile geri almayın.”418 âyetini okuyarak kendisine itiraz edince Hz.Ömer
görüşünden vazgeçmiş ve tarihin kaydettiği şu cümleyi sarf etmiştir: “Allahım
affına sığınırım. Herkes Ömer’den daha fakihtir.”419
Ummu’l-Ala
anlatıyor: Osman b. Mazun’u ölüm hastalığında ziyaret ettik. Kendisi
hakkında, “Ey Osman! Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Allah Teala’nın sana
ikramda bulunduğuna şahitlik ederim.” dedim. Hz. Peygamber, “Allah’ın ona ikram
ettiğini nerden biliyorsun? dedi. Ummu’l-Ala, “Allah’a yemin olsun,
bilmiyorum dedi. Hz. Peygamber, “O vefat etmiştir kendisine Allah’tan hayır
umuyorum. Allah’a yemin olsun peygamber olduğum halde bana ne yapılacağını
bilmiyorum.” dedi. Ummu’l -Ala, “Bundan böyle hiç kimseyi tezkiye
etmiyeceğim,” dedi.420
"De ki: Haberiniz olsun. Ben size ne bir zarar ne de fayda
verebilirim.”421
âyeti,Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bile zararı defetme imkân ve gücüne sahip
olmadığını belirtiyorken, veli nasıl zararı defedebilir? Hz. Ömer şehit
edildi, kapısının gerisinde kendisine suikast düzenleyeni fark edememişti.
Bâtinî
tasavvuf inancından bir tanesi de Abdallar olarak bilinen Rical-i
Gayb’ın Lübnan dağlarında gizlenmiş olduğu inancıdır. Bu inanç, Hz. Ali’nin
bulutlar arasında, Muhammed b. Hanife’nin Radva dağında olduğuna, Muhammed
b. Hasan’ın Samerra kentinin Sera mağarasında gizlenmiş olduğu inancını
çağrıştırmaktadır. Bir insan ya da grup, ömür boyunca nasıl gizlenir?Cumaya,
bayrama nasıl gitmez? Müslümanların dertleriyle nasıl dertlenmez? Bu inanç, "Her
canlı ölümü tadacaktır.”422
ilahî düsturuyla da bağdaşmamaktadır? Hadisler, Deccal’ın olağanüstü bazı
hareketler göstereceğini haber vermiştir. Abdulmelik b. Mervan zamanında
yaşamış olan Haris ed-Dimeşki kendini peygamber ilan etmişti. Cinler,
ayağındaki kelepçe ve bağları çözer, silahın kendisine isabet etmesini
engellerdi. Dokunduğu şeyler tesbih ederdi.423 Kimisine de cin ve şeytanlar gelir ve “Hızır”
olduğunu iddia eder. Keza,cin ve şeytanlar bazılarıyla iş birliği yaparak
onları havada uçururlarmış, kimilerini Mekke ve Medine’ye götürürler.
Bazılarına değişik yemekler takdim ederler, boş kapları doldururlar.Bilmeyenler
bunları keramet olarak algılarlar.
Bu
hareketler ilahî desteğe sahip keramet olmaktan ziyade, ruh çağırma ve
Deccalizm fenomenine daha yakındır. Sahih hadislerde geleceği haber verilen
Deccal, göğe seslenince yağmur yağar, yere emredince bitki biter, yere
hazinelerini çıkarmalarını söyler. Bazılarını öldürdükten sonra diriltir. Bazı
papazların uyguladığı şu göz boyama yöntemi meşhurdur. Kiliselerine davet
ettikleri insanların ağızlarına ellerini koyduklarında dişleri altına
dönüşürmüş. Bunlara keramet denilebilir mi?424
Şa’rânî,
Muhammed Şirbin’in
biyografisini verirken şunları yazar: Oğlu Ahmet ölüm döşeğindeyken Azrail
ruhunu almaya gelir. Şeyh kendisine,”Rabbine git, bu iş nesh olmuştur.” Bunun
üzerine Azrail döner hasta da şifa bulur.425 Şa’rânî, Muhammed Şuveymi’nin
biyografisini anlatırken da kendisinden şöyle bahseder: Efendim Medin
ölüm döşeğindeyken Şuveymi ona ömründen 10 yıl verir. Nihayet Medin,
Şuveymi’nin hazır olmadığı bir günde vefat eder. Gassal tahtasında iken,
“Benden habersiz nasıl ölürsün? Allah’a yemin ederim hazır olsaydım ölmene
müsaade etmezdim.” der.”426
Bilmem, izah ve yoruma gerek var mı?
Kamuoyunda
“Şeyh Ahmet Vasiyeti” olarak bilinen düzmece de bu tür
hezeyanlardandır.Hurafeye göre Hz. Peygamber,Hücre-i Şerif hizmetçisi Şeyh
Ahmed’e güya rüyada şu vasiyette bulunmuş: “Kim bu vasiyeti on defa okur,
dağıtırsa Allah ona cennette bir köşk verecek, fakir ise zengin kılacak. Kim de
ihmal ederse şefaatinden mahrum kalacak, dünya ve ahirette yüzü kararacak, evi
yanacak, çocukları ölecek, müzmin bir hastalığa yakalanacak.” Şeyh Ahmed
vasiyeti şöyle teyit edermiş: “Bu vasiyete Allah’ı şahit tutuyorum. Yalan
söylüyorsam imansız öleyim. Kim onu doğrularsa kabir azabından kurtulacak, kim
de yalanlarsa dinden çıkar.” Güya
Şah-ı Nakşibendi her gün Rahman olan Allah’ın arşına çıkarmış. Osman
es-Salibadi her gün semaya çıkar, Levh-i mahfuzda dilediğini siler,
geri dönermiş.427
Muhammed el-Hanefi seccadesini denizin üzerine
serer ve müridine; “ Yavrum sen de “ey Hanefi de ve denizde yürü.’ der. Müridin
içinden, “Neden, ya Allah değil de ya Hanefi!” şüphesi geçer. Mürit, “Ya
Allah” der ve batmaya başlar. Şeyh elinden tutar ve şunu ekler: “Sen Hanefi’yi
tanıyorsun bu nedenle ondan isteyebilirsin. Allah’ı tanıdığın zaman da Ya Allah
dersin.428
Kuşeyrî şu ilginç hikayeyi nakleder: Ömer b. Osman el-Mekkî, Hallac-ı
Mansur’un bir şeyler yazdığını görünce: “Nedir yazdığın?”der. Hallac
bunu kendisine yapılmış bir itiraz olarak algılar ve kendisine beddua eder ve
kendisine darılır. İtirazdan sonra başına gelenler hep bu bedduadandır!429
Bir mürşit, müridinin günahlarını
Levh-i Mahfuzdan silmedikçe mürşit olamaz, inancı işlenince,hazır bulunanlardan
biri şu gerekçeyle itiraz eder ve, “Bahsettiğiniz mürşit olamaz, zira mürşit
olsaydı müridinin günah işlemesine müsaade etmezdi” der.430 Birisi camiye
girmiyormuş. Nedeni sorulunca, “isyan ettiğim zatın evine girebilir miyim? demiş.Oysa
bütün yeryüzü mescit ve Allah’ın mülkü değil mi? Cahil bazı softalar şu
hezeyanı yayarlar: Hangi mürşit bu üç yerde müritlerine yardımı garantilemezse
o kendi kendini aldatmaktadır. 1.Son nefeste, 2. Mahşerde, sual esnasında. 3.
Sıratı geçerken.
Ve
yazmaya hayamızın müsaade etmediği yüzlerce binlerce hikaye ile keramet
iddiasıyla dizilmiş hezeyanlar. Bu hezeyanları yazmanın ne anlamı var?
İstismara çok açık değil mi? Müslümanların geri kalmalarında ve
çaresizliklerinde bu tür hezeyanların rolü yok mu? Bir velinin kerameti
başkasının imanını almayla ortaya çıkar mı? Veliler imanı almak değil, imanı
pekiştirmek için faaliyet yaparlar. Kaldı ki vefat eden biri başkasının imanını
nasıl alacak, mevlide katılmamak kebair midir? Hz. Peygamber kendisini taşlayanlar
hakkında “Allah’ım yaşadığım bu toplumun insanlarını hidayet et çünkü onlar
doğruyu bilmiyorlar.”431
buyurmadı mı? Velilere bu kerametleri misal getirmeye çalışanlar tasavvufa
hizmet değil, zarar verdiklerinin farkındalar mı? Sünnette muhaliflere bu tür
beddua etme yöntemi yoktur, iman edenleri gördüklerinde sevinçlerinden göz yaşı
dökmüşler,en mutlu anlarını yaşamışlardı. Günahkârlar için ağlamışlar.“Andolsun
ki, söyledikleri lafın seni gerçekten incittiğini biliyoruz. Ancak onların
yalancı dedikleri sen değilsin. Fakat zalimler Allah’ın ayetlerini inkâr
ediyorlar.”432
âyetleri bu gerçeği ifade etmektedir. İmanın selbini keramet olarak ortaya
koyanlar, iyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma, davet, tebliğ, irşat,
vecibelerini ihmal etmekte ve acımasız katı, sünnete muhalif yöntemi
sergilemektedirler.
Ebubekir
eş-Şibli bir yerde bir
velinin bulunduğunu haber alır. Arkadaşlarıyla onu ziyarete gider. Söz konusu
zatın mescidin kıblesi tarafına tükürdüğünü görünce, “Arkadaşlar dönelim,
Allah’ın şeriatına uymayan biri nasıl veli olabilir?”der.433 434 İmam
Şafii’nin, “bid’atçinin uçtuğunu görseniz bile bid’atini bırakmadıkça ona
inanmayın,” demesi de aynı anlamdadır. Yalancı Peygamber Esved el-Ansi
olağanüstü hareketler sergiliyordu. Cinlerin kendisine gayptan haber
verdiklerini iddia ediyordu. Öldürülünce Müslümanların cinlerden zarar
göreceklerinden endişe etmişler. Muhtar b. Ebi Ubeyd es-Seketi kendisine
vahiy geldiğini iddia ediyordu. Durumu Abdullah b. Ömer e sorulunca, “O
doğru söylüyor. Çünkü Kur’an şöyle demektedir:“Şeytanın kimlere indiğini
haber vereyim mi... Onlar günahkâr iftiracıya inerler.”44
cevabını vermiş.
Gaybtan
Haber Verme, Feraset, İlham, Keşf vs. Konularda Yapılan Aşırılıklar Ve İslam’ın
Bu Konulardaki Hükmü
“Kim Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve
sellem)’in yarın ne olacağını bildiğini iddia ederse Allah’a büyük bir iftirada
bulunmuştur.”
Hz. Aişe
“Kim ‘ meşayihin ruhları yanımızda
hazırdır, yaptıklarımızdan haberdardırlar. ’ dese, dinle ilişkisi kesilir. ”
İbn Nüceym
Bâtinî
tasavvufçuların saplandıkları konulardan bir tanesi sofilerin gaybe ait her
şeyi bildiklerini iddia etmeleridir. Tasavvufta otorite olan Şa’rani,
sofilerle fakihleri karşılaştırırken, sofilerin annenin batınındaki ceninin
cinsiyetini, insanların içinden geçenleri, evlerinde yaptıklarını bildiklerini
iddia eder.435 Allah
Teala’nın cüz’î anlamda kendilerine bazı konuları haber vermeleri dışında başta
Hz. Peygamber (a.s) olmak üzere, peygamberler bile mutlak anlamda gaybi
bilmezler. Nitemim Hz. Peygamber, Hz. Aişe’ye yapılan iftiranın
mahiyetini ve onun beri olduğunu ancak, “Bunlar (namuslular) onların
dediklerinden çok uzaktırlar. Kendilerine bir bağışlanma ve değerli bir rızk
vardır.’436
âyetiyle öğrenebildi. Hz. Peygamber mutlak anlamda gaybı bilseydi, Necd
kabilesi reisi Amir b. Malik’in isteği üzerine İslam’ı öğretmek
gayesiyle gönderilen ve yolda feci bir biçimde şehit edilen on arkadaşının
durumunu fark edip, ona göre tedbir alacaktı.437 Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) durumunu en iyi bilenlerden Hz.
Aişe, “Kim Muhammed (sav)’in yarın ne olacağını bildiğini iddia ederse
Allah’a büyük bir iftirada bulunmuştur.”438 buyurarak, gaybı bilme iddiasında bulunmanın
ne kadar büyük bir günah olduğuna dikkat çekmiştir.Bu hususta Allah Teala’nın
elçisine bildirdiği gaybî konular, Hz.Fatma’nın vefatı, Hayber’in
düşeceği, İstanbul ve Kudüs’ün fetihlerine dair bazı haberler misal
gösterilebilir.439
Bunlar istisnaî durumlardır, genel hüküm ifade etmezler. Peygamberler dahil,
mutlak anlamda kimsenin gaybi bilmediğini gösteren diğer bazı deliller
şunlardır:
Hz.
Nuh (a.s): “Rabbine
seslenip: ‘Ey Rabbim, elbette oğlum benim ailemdendir, senin vaadin de
kesinlikle haktır ve sen hakimlerin en iyi hükmedenisin!’ dedi.”440 “Allah: ‘Ey Nuh,
o, asla senin ailenden değildir. O, doğru olmayan bir iştir. O halde bilmediğin
bir şeyi benden isteme! Ben, seni cahillerden olmaktan men ederim.” buyurdu.”
441 âyetlerinde
de işaret edildiği gibi, Hz. Nuh, boğulan çocuğun kendi ehlinden
olmadığını bilmiyordu. Allah Teala’nın kendisine bildirmesiyle öğrendi.
Hz.
İbrahim (aleyhisselâm):
“Andolsun şanıma ki, İbrahim’e de elçilerimiz müjde ile geldi ve ‘selam!”
dediler. O da: ‘Selam!” dedi ve durmadan gidip kızartılmış bir buzağı getirdi.”442 “Ona ellerini
uzatmadıklarını görünce kendilerini yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku
duydu. Onlar: ‘Korkma, zira biz Lut kavmine gönderildik.’ dediler.”443 444 âyetleri, Hz. İbrahim’in
meleklere buzağı kestiğini ve onları tanımadığını ifade etmektedir. Onları
tanısaydı, meleklerin yemek yeme ihtiyacı olmadığından kendilerine yemek teklif
etmezdi.
Hz.
Lut (a.s): “Elçilerimiz
Lut’a geldiğinde onların yüzünden fenalaştı, eli ayağı dolaştı ve bu çok çetin
bir gündür!” dedi.”443 âyeti,
kendisine gelenlerin melekler olduğunu bilmediğini, ancak, “Ey Lut emin ol,
biz Rabbinin elçileriyiz; onlar sana ihtimali yok, el uzatamazlar, sen hem
ailenle gecenin bir bölümünde yola çık.”445 âyetiyle gelenlerin melekler olduğunu
fark ettiğini öğreniyoruz.
Hz.
Süleyman (a.s): “Derken
bekledi, çok geçmeden (Hüdhüd) geldi ve ‘ben senin etraflıca bilmediğin bir
şeyi öğrendim ve sana Sebe’den sağlam bir haber getirdim.” dedi. ”4446
âyetinden, Hz. Süleyman’ın kraliçenin ülkesi hakkında bir şey bilmediği
için Hüdhüd kuşundan bilgi aldığını öğreniyoruz.
Melekler
gaybı bilmez. “Melekler: ‘Seni bütün eksikliklerden tenzih ederiz Ya Rab!
Bizim için, senin bize bildirdiğinden başka bilgi mümkün değildir. O her şeyi bilen
hüküm sahibi sadece sensin sen!’ dediler/’447 âyeti, meleklerin bile Allah’ın
öğrettikleri dışında bir şey bilmediklerini beyan etmektedir.448
Cinler
gaybı bilmez “Sonra vakta ki ona ölümü hükmettik, onlara onun ölümünü
sezdiren olmadı, yalnız bir güve böceği (arz’a) dayandığı asasını yiyordu. Bu
sebeple yıkıldığı zaman ortaya çıktı ki cinler eğer gaybı bilir olsalardı o
zilletli azap içinde bekleyip durmazlardı.”449âyeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.
Gaybı
bilme iddiasında bulunanlar hakkında Hz.Ömer bazı müeyyideler
uygulamıştır. Bu cümleden olmak üzere,gaybî konularla müteşabih âyetler
konusunda fikir yürütmede ısrar edenleri sürgün etmiştir.450 Ulemanın konuyla ilgili şu fetvası
manidardır: Men kale ervahu’l- meşayih hadiretun te’lemu, yekfuru, Kim
meşayihin ruhları yanımızda hazırdır,yaptıklarımızdan haberdardırlar.” dese,
dinle ilişkisi kesilir.451
Allah Teala, sevdiği bazı kullarına bazı vesilelerle gaybi konulardan kısmen
haber verir. Bu bağlamda rüya zikredilebilir.Hz. Peygamber şöyle buyurmuş: “Salih
insanın sadık rüyası, nübüvvetin kırk altıda biridir.”452
Salih
kişilerin, ferasetle; yani keskin sezgi ve ön bilgiyle geleceğe yönelik
kanaatlerini belirtmeleri yukarıda geçen âyetlere aykırı değildir. Zira âyetler,
mutlak anlamda Allah’tan başka kimsenin gaybı bilmediğini belirtmektedir.
Kıyametin ne zaman kopacağı, insanın ne zaman öleceği gibi konuları Allah’tan
başkası bilmez.453
Tahmin ve ferasetle bazı bilgilere sahip olmak ise gaybı bilme anlamına gelmez.
Nitekim bir hekim, deneyimlerinden istifadeyle hastasının yaşamına ilişkin
bilgiler verebilmektedir.454
Kerametler
bazen feraset şeklinde zuhur edebilir. Cüneyd-i Bağdâdî bir defasında
insanlara nasihat ediyordu. Hıristiyan bir genç, alaycı bir tavırla Üstat! “Mü’minin
ferasetinden sakının. O Allah’ın nuruyla bakar.”455 hadisinin anlamı nedir? der.Cüneyd,
başını eğer, sonra da soruyu soran gence yönelerek, “İslam’a girme zamanı
geldi, Müslüman ol.”der. Genç, Müslüman olur. Enes Anlatıyor: Yolda
yabancı bir kadına baktıktan sonra Hz. Osman’ın yanına gittim. Hz. Osman,
“kimi insan gözlerinde zina emâresi olduğu halde yanımıza gelir.”deyince Enes,
Hz. Peygamber’den sonra vahiy mi devam ediyor? deyip şaşkınlığını ifade edince,Hz.
Osman şöyle der: “Hayır, bu sadece basiret ve ferasettir.”456
Keskin
ferasetle şöhret bulan ariflerden biri de İbn Teymiyye’dir. Tatarların
h. 699 yılında Şam’a gireceklerini, ancak katliam yapmayacaklarını, kimseyi
esir alamayacaklarını, Müslümanlar tarafından hezimete uğratılacaklarını haber
verir. H. 702 yılında Tatarlar Şam’a yönelince İbn Teymiyye, zaferin
İslam ordusunu olacağına dair defalarca yemin eder. Hazır bulunanlar, “İnşallah
de.” der. İbn Teymiyye, “ İnşallah’ı tereddüt ettiğimden değil, sadece
teberrük için söylüyorum.” der.457
Batinî
tasavvuf mensuplarının yanıldıkları konulardan biri de rüya ve ilham ile hüküm
vermeye kalkışmalarıdır. Şatibi, rüya ile hüküm verilemeyeceğini şu
örnekle açıklar: Adil iki şahit bir konuda şahitlik etse, davaya bakan hakim de
rüyada Hz. Peygamber’i gördüğünü ve kendisine, “Bu şahitlikle amel etme.”
dediğini iddia etse, hakim rüyaya göre değil, zahir hükme göre karar verip iki
şahidin şahitliğini kabul etmek durumundadır. Hakim; rüya keşf ve keramete göre
değil delil, karine ve şahitlerin ifadesine göre hüküm verir.458 Hanefi
fukahasından İbn Hümam, şöyle der: İlham, hem sahibi hem de başkası için
hüccet değildir. Çünkü Allah Teala’dan geldiğine dair kesin bir delil yoktur.
İlham sahibi beşerdir; o da herkes gibi yanılır, hayal eder. Peygamberler
dışında masum kimse yoktur.459
İnsanlara
keşif, ilham ve rüya ile hükmetme kapısı açılsa mal ve can güvenliği nasıl
sağlanacak? İnsanları öldürenler keşifle öldürdüklerini iddia ederlerse nasıl
bir manzara ortaya çıkar?Biri başkasının malının keşifle kendine ait olduğunu, Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) rüyada
veya açıktan şu malın kedisine ait olduğunu söylediğini iddia ederse nelerin
olacağını tahmin etmek güç olmasa gerek.
Rüyalar,
ilham ve keşfin bağlayıcılık sınırları nasıl tespit edilecek? Bu iddialarda
bulunanların kutsiyet ve masumiyeti gündeme gelir. Fıkıh, helal-haram, hadis,
usul ve ulemanın çalışma ve çabaları hafife alınır. Ulemanın değeri düşer.
Ulema cahil, cahiller de ulema olarak algılanmaya başlar. İbadetler Allah
rızası için değil,keşf ve kerameti elde etmek niyetiyle yapılır. Peygamberlerin
bile içtihatta isabet etmemesi mümkün iken, onlara masumiyet verilir.
Batinî
tasavvufta görülen saplantılardan biri de, cennete girmek için amel
yapılmayacağı inancıdır. Oysa Cennete girmek için iman ve amel şarttır. "Onlar
ki, melekler, onların canlarını hoşça davranarak alırlar, ‘Selam size, girin
cennete, çünkü çalışıyordunuz.’derler.”460 "lşte,bu sizin yaptığınız ameller
sebebiyle mirasçı kılındığınız cennet.”461 âyetleri, cennete nasıl girileceğini
haber vermektedir.“Hiç biriniz ameliyle cennete girmez.”462 hadisinin yanlış yorumlanmasından bazı
sıkıntılar ortaya çıkmaktadır. Hadis, cennet için amel işlemeyi gereksiz
kılmamaktadır. Hadisin verdiği mesaj şudur: İnsanın sınırlı ameli, ebedi ve
sınırsız cennet için gerçek karşılık değildir. sancak sebeptir. Kaldı ki
insanın amelleri riya, bid’at ve noksanlıktan hali değildir; Tüm bunlara rağmen
cennete girmeye sebeptir. Aksi halde mü’minle fasık arasında bir fark kalmaz.
Peygamberlerin gönderilmesi anlamsız kalır. Hadis amellerle şımarmak ve
Allah’ın rahmetini unutmamak için bir uyarıdır.
Tevessülde
İtidal ve Aşırılık
"En
güzel isimler Allah’ındır. Onun için siz O’nu onlarla çağırın ve O’nun
isimlerinde tahrif eden mülhitleri bırakın...”
Kuran;
7/180
"Yaratılanın
yaratılandan bir şey istemesi, zindanda bulunan birinin kendisi gibi zindanlık
birinden yardım taleb etmesine benzer.”
Ebu
Yezid el- Bistâmî
Tevessül;
Allah’a yaklaşmak, O’ndan yardım dilemek üzere bir söz veya davranışı aracı
kılmak anlamındadır. Tevessül için getirilen en önemli delil şu âyettir. “O’na
(Allah’a) yaklaşmak için vesile arayın.”463 Kuşeyrî, âyette geçen el-vesile
nin tüm ömrü ihlas ve samimiyetle geçirme olduğunu belirtir.464 Ulemanın
ittifakla belirtikleri husus vesile’nin iman ve salih amel oluşudur.465
Tevessül;
meşru ve gayri meşru olmak üzere ikiye ayrılır. “En güzel isimler
Alllah’ındır. Onun için siz O’nu onlarla çağırın ve O’nun isimlerini tahrif
eden mülhitleri bırakın...”466
âyetinin ilk bölümü meşru tevessüle dikkat çekerken, son bölümü de bu konuda
yapılan aşırılıklara dikkat çekmektedir.
Meşru Olan Tevessül
·
1.
Meşru tevessül yöntemlerinden biri, Allah’ın sıfat ve güzel isimleriyle yapılan
tevessüldür. “Allah’ım! Rahman, Rahim, Latif isimlerinle sana yalvarıyorum,
senden yardım af ve mağfiret talep ediyorum. Allah’ım her şeyi kuşatan
rahmetini talep ediyorum.” şeklinde olur. Biri, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) huzurunda, “Allah’ım!
Hamd sanadır; senden başka ilah yoktur; ihsan ve kerem sahibisin; yer ve
göklerin yaratıcısısın, kerem, azamet sahibisin; ey Hayy, ey Kayyum, isim ve
sıfatlarınla sana yalvarıyorum.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Bu
şahıs, Allah Tela’nın istendiğinde kendisiyle verilen, dua edildiğinde kabul
edilen Ism-i Azamıyla dua etti.” buyurdu.467 468
·
2.
Meşru tevessül yöntemlerinden biri de duadır. Müslüman kardeşinden dua talep
eder;Allah Teala’dan Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şefaatine mazhar olmasını ister. Müslümanlar
birbirlerinin gıyabında birbirlerine dua ederler. Nitekim hadiste şöyle
buyrulmuş: “Müslümanın Müslümana gıyabında yaptığı dua makbuldür. Bununla
görevli melek şöyle der: Allah’ım kabul et, duayı yapana
da
aynısını ver
Ashap
değişik vesilelerle Hz. Peygamber’den dua isterlerdi. Ashab, defasında “Ey
Allah’ın resulü!Malımız helak oldu, yağmur yağmaz oldu, bize dua et.” talebinde
bulunmuşlar. Bunun üzerine Hz. Peygamber üç defa, “Mevla’m! yağdır,
Mevla’m! yağdır. Mevla’m! yağdır.” şeklinde dua etmiş, akabinde yağmur
yağmış.469 Ashab,
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatında, kendisinden dua talep ederlerdi.
Vefatından sonra da Amcası Abbas’ın kendilerine dua etmesini istediler. Hz.
Ömer, “Allah’ım hayatta iken Peygamber’den dua talep ederdik,yağmur
yağardı. Vefatından sonra da amcasından dua talep ediyoruz bize rahmet yağdır.”
duasını yaptı.470
Ashabın Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mezarına değil, hayatta bulunan amcaları
Abbas’a gitmeleri manidardır. Ölülerle tevessül caiz olsaydı, doğrudan mezarına
giderlerdi. “Allah’ım Hz. Peygamber’i bana şefaatçi kıl,şefaatini benim için
kabul eyle.” biçiminde dua etmede bir sakınca yoktur.
Selefin
tevessül için yaptığı örnek bazı dua metinleri: “ Allah’ım senin verdiğin güç
sayesinde sana geldim. Senin katında senden daha aziz bir vesile yoktur. Yüce
katındaki dayanağım sen ol.” “Ey içimizdekini işiten, bilen Rabbim, en büyük
vesilemiz sana muhtaç olmak ve sana kul olmaktır. Senin kapından başka
sığınağımız yoktur. Beni geri çevirirsen nereye gideyim, kimi çağırayım? Beni
kabul etmezsen, fakir nereye gitsin? Benim gibi günahkarları kovman sonsuz
kerem ve affın bağdaşmaz.”
Allah
Teala, dua etmemizi emir buyurmuştur. Adabına uygun yapacağımız duaların kabul
edileceğini vaat etmiştir. “Allah’ım, senin katında makul dualarla sana
sığınıyorum, beni affet.” şeklinde dua etmek,kabul edilme ihtimali yüksek olan
zevattan dua talep etmek de kabul ihtimali olan meşru tevessül biçimindendir.
Gayrimeşru Olan Tevessül
Peygamberler
dahil insanları aracı kılarak yapılan tevessül, gayrimeşru tevessüldür. Ebu
Hanife, “Allah’ım, falanın hakkı için, falanın cahı için beni affet.”demeyi
uygun görmemiş, dua ederken; “falan zatın, peygamberlerin, Ka’benin, Meşar-i
Haram’ın hakkı için beni affet.” demeyi mekruh görmüştür. Ebu Yusuf da
aynı görüştedir.471
İzz b. Abdusselam, “Allah’ım rahmet peygamberinin hakkı için duamı kabul
et.” hadisini delil getirerek, sadece Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) aracı edilerek dua
edilebileceğini söylemiş. Zira hiç kimse onun derecesinde değil.472 Ehl-i Beyt
ulemasından İmam Seccad şunu der: “Muhtaç insanın kendisi gibi muhtaç
birinden bir şey talep etmesi, akıl ve düşüncesinde sefih ve bunak olduğunu
gösterir.”473
Tasavvuf
öncülerinden Ebu Yezid el-Bistami’nin şu örneği manidardır: “Yaratılanın
yaratılandan bir şey istemesi, zindanda bulunan birinin kendisi gibi zindanlık
birinden yardım talep etmesine benzer.”474 İlk dönem müçtehitlerinden Kadı Şureyh
de, ihtiyaçları sadece Allah’a arz etmenin önemini şöyle belirtir: “Kardeşim!
Hiçbir ihtiyacını ölü-diri herhangi bir insandan dileme. Kim, herhangi bir
insandan bir şey talep ederse, onun kul ve köleliğini kabullenmiş olur. İstekte
bulunduğu kişi talebini kabul ederse onu kendine kul kabul etmiş olur, karşılayamazsa
da zelil ve mahcup etmiş olur. Bu nedenle her şeyini mutlak güç sahibi
Allah’tan dile.”475
Tevessül
için getirilen, “valiye ulaşmak için aracıya gidilir, avukata baş vurulur.”
örneğinin yanlış bir benzetme olduğuna inanmaktayız. Şöyle ki; vali, aracı olan
ve olunanın durumunu bilmeyebilir, zulüm ve haksızlık yapabilir, aracıdan
çekinebilir, ondan bir yarar bekleyebilir. Bu durumlar Allah Tela için söz
konusu değildir.O, eksikliklerden münezzehtir, kulunu herkesten çok iyi bilir
ve herkesten daha çok sever.
Ne
hazindir ki günümüzde tevessül konusunda ifrat ve tefrite gidilmektedir.
Tevessülü meşru görenler, görmeyenleri Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) saygısızlıkla itham
ederken,meşru görmeyenler de Hz. Peygamber ya da herhangi birinin zatıyla
tevessül edenleri şirke düşmekle itham etmektedirler. Bu ifrat ve tefrit kaş
yapayım derken göz çıkarma anlamına gelmez mi? Birinin ihtilaflı bir konuda
Müslüman kardeşini tekfir etmesi, muarızının da onu Hz. Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) saygısız olmakla itham
etmesi ifrat ve tefrittir;İslam ahlakıyla bağdaşmaz.
Yatırlarla
İletişimde İtidal ve Aşırılık
“İngilizler Mısır’ı işgal edince
fanatik bazı Kahireliler, düşmanı püskürtmediği gerekçesiyle İmam Şafii’nin,
mezarını taşlamış.
Tarihçiler
İnsanoğlunun
hayatı dört merhaleden geçmektedir: 1. Anne batnı: İnsan belli bir süre orada
kalmaktadır. 2.Dünya yurdu: Bu merhale imtihan merhalesidir. Hadisi şerifte de
belirtildiği gibi, insan genelde dünyada altmış-yetmiş yıl kalmaktadır.
3.Berzah/kabir yurdu: İnsan mahşere dek orada kalmaktadır. 4. Son karargah
konumunda olan cennet ya da cehennem yurdu. Cennet mü’minler için, cehennem de
inkârcılar için ebedi olan yurttur. İslam, insana hem yaşarken hem de
vefatından sonra değer verir. Müslümanlar bu nedenle kabir ve onun ziyaretine
önem verirler. Kabir ziyareti, sünnettir; ölümü hatırlatır; geçmişlerimize
saygının bir işaretidir.
Kabir,
ahiret yolculuğunun ilk durağıdır. Ciltler dolusu mana taşıyan bu mekan, öteden
beri ulema, düşünür ve insanların merakını celp etmiştir. Onun için şiirler
dizilmiş, kitabeler yazılmıştır. Kabir, bir yönüyle ahirete, eşe-dosta
kavuşturan, bir vasıta, diğer yönüyle de dünyadaki akraba, ahbap ve maldan
ayıran gurbet yurdudur.
Mezarlıklar,
ayrılığın verdiği acı ve kederi bir nebze de olsa yatıştırma, ölüye dua ve
hayırda bulunma gayesiyle ahiret inancına sahip din mensupları tarafından
değişik gayelerle ziyaret edilir. İlk asırdan beri kabir azabı, kabir ziyareti,
kabirde ruhun konumu, ölünün kabirde işitip işitmemesi, görüp görmemesi,
kabirde beden mi ruh mu azap görür, gibi konular tartışılmıştır.
Mezarlıklarda
asıl olan tevazu ve sadeliktir. Sadi Şirazi şu hikmet dolu
değerlendirmeyi yapar. Zenginlerle fakirlerin mezarı arasında şu fark var:
Fakirlerin dünyadaki evleri gibi mezarları da sadedir. İsrafil sura üfüreceği
zaman herhangi bir zahmet ve sıkıntıya katlanmadan mezarlarından kalkacaklar.
Zenginlerin ise farklıdır, üzerlerine dökülen kireç ve betondan dolayı hayli
zorluk ve sıkıntı çekecekler. Kabirleri perde, örtü, sarık vs. örtülerle
örteceğimize yaşayanlara perde, örtü, giysi bağışlarsak ölü onlardan
yararlanır. Ölü; çıra, mum vb. şeylerle değil, ameliyle aydınlanır.
Her
nedense amelleriyle baş başa kalan ölülere harcanan yığınlarca servet,
yaşayanlara çok görülmektedir. Hz. Ebubekir yeni, kaliteli şeylere
sağların daha çok muhtaç olduğunu ifade etmektedir. İbn Ömer bir mezarın
üzerine çadır kurulduğunu görünce, “Kaldırın onu, ameli onu gölgelendirsin.”
demiş.476
Ashab’ın gözünde Hz. Peygamber’den daha sevimli kimse olmadığı halde onun
mezarına el sürmemişler ve öpmemişlerdi. Rızasının duvar, taş ve demir
parmaklık ve çaputta değil onun sünnetine ittiba etmekte olduğuna
inanıyorlardı.
Kabir
ziyareti sünnettir; bu hususta bir ihtilaf bilmiyoruz. Hz. Peygamber kabirleri
ziyaret etmiştir. “Sizleri kabirleri ziyaret etmekten alıkoymuştum. Artık
ziyaret edebilirsiniz. O ölümü hatırlatır.”477 Hadisi, kabir ziyaretinin meşru olduğuna
bir delildir. Ölüye en yararlı husus ona duacı olmak, onun adına hayırda
bulunmaktır. İsraf,hem sağ hem de ölü için günahtır. İslam, ölü yerine
yaşayanlara yatırım ve yardım etmeyi öngörür.Sözgelimi biri yeni, diğeri de
eski iki kumaş olsa, yenisi hayatta olanlara,eskisi de ölüye kefen için
ayrılır. Zira kefen zaten çürüyecektir. Bu cümleden olmak üzere Hz. Peygamber,
mezarların harçla yapılmasını, üzerinde oturulmasını, üzerine bina yapılmasını
yasaklamıştır.478
Ulema,
haramların önüne geçme bağlamında, mezarlara yazı yazmayı, bina yapılmasını,
mum yakılmasını, namazgah edilmesini büyük günahlar kapsamında saymışlardır. Ebu
Hanife Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kabrine yönelerek dua etmeyi mekruh görmüştür.479 İmam Nevevi,
Şafii’den şunu nakleder: Kabirlerin kireçle yapılmasını, sahibinin isminin
yazılmasını hoş görmedi.480
Meşhur şafii alim İbn Hacer el-Heytemi’nin ifadeleri tehdidi
andıran bir ikaz türündendir. Şöyle der: Hz. Peygamber yükseltilen türbelerin
yıkılmasını yasakladığından, türbe ve onların üzerine bina edilen kubbelerin
hemen yıkılması gerekir. Onlar Allah ve Resulü’ne isyan üzerine inşa
edilmiştir. Bu bakımdan Mescid-Dırar’dan daha zararlıdırlar.”481
Hz.
Ömer’in şu tevhidî
duruşu önemli bir örnektir: Hz. ömer. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ashabından beyat
aldığı ağaçtan, insanların yarar ve zarar umduğunu görünce kökten kestirmiştir.
Ağaç, gelişigüzel bir ormanın ağacı değil, o, ismi Fetih sûresinin 18. âyetinde
söz konusu edilen ve tarihi öneme sahip olan bir ağaçtır. Buna rağmen Hz.
Ömer, insanların onu kutsadığını görünce onun vasıtasıyla işlenebilecek
günahların önüne geçmek için kestirmişti.482 Oğlu Abdullah da aynı faaliyeti devam
ettirdi. Abdurrahman b. Avf’ın kabri üzerinde bir çadır görünce
kaldırılmasını emretti ve şunu söyledi: “Bırakın, ameli onu gölgelendirsin.”483
İbn
Teymiye, insanların
ilahlaştırıldığı, Allah’tan çok insan ve türbelere ellerin açıldığı, arzu ve
taleplerin kendilerinden istendiği bir dönemde yaşadı. O dönemde helal ve
haramı insanlar belirliyor, Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) arz etmeleri için türbelere istekler
sunuluyordu. İnançlarına göre Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) arz edilecek istekler ancak yatır vasıtasıyla
Allah’a ulaştırılabiliyordu. İnançlarına göre dünyayı onlar idare ediyor,
erzakı onlar paylaştırıyordu. Tatarlar Şam’a girince çareyi Ebu Ömer’in
kabrine sığınıp ondan yardım dilemede bulmuşlardı. Birbirlerine şu tavsiyede
bulunuyorlardı:
Ey
Tatarlardan korkanlar! Ebu Ömer’in türbesine sığınsanıza!
İbn
Teymiye’nin şirkle
mücadele ve tevhidi pekiştirmedeki yöntem ve referansı Hz. Peygamber ve
ashabının yaşamış oldukları tevhid anlayışıydı. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) vefatından sonra baş
gösteren riddet hareketlerine karşı hiçbir sahabi, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kabrine gidip de, “Ey
Allah’ın Resûlü! Mürtetler her tarafı işgal etti, onları yok et, bizleri
kurtar.” demedi. Hz. Ebubekir ashabı topladı, yılmadan, çekinmeden
onlara karşı hazırlıklar yaptı. “Sağım soluma muhalefet etse de Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetini
ihya etmeye, İslâm topraklarını savunmaya devam edeceğim.” dedi ve riddet
hareketlerini etkisiz hale getirdi. İbn Teymiye, Tatarlara karşı savaş
halindeydi;beraberinde dönemin sultanı da vardı. Sultan, Tatar ordusunun
çokluğunu görünce korktu ve paniğe kapıldı. “Ey Halid b. Velid yetiş!
İmdat! İmdat!” dedi. İbn Teymiye şiddetle ona karşı çıktı ve “Ey şu, bu
yetiş.” diyeceğine, ‘ey ceza gününün Sahibi Allah’ımız!
Yalnız
sana ibadet eder ve senden yardım dileriz, bize yardım et.’ biçiminde dua et.”
dedi.484 Şah Veliyullah Dehlevî, bu konuda şöyle der: “Her kim
Ecmir (bir şehir ismi) şehrine gider orada bulunan Solar Mesud’un
mezarından bir şeyler talep ederse, zina ve adam öldürkekten daha büyük bir
günah işlemiş olur. Dehlevî, söz konusu eylemin cahilliye döneminde Lât
ve Uzza putlarına yapılan ibadetin aynısı olduğunu söyler. “Size şunlar
haram kılındı: Ölü, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen, boğulmuş,
vurulmuş, yuvarlanmış, süsülmüş, yırtıcı hayvanlar tarafından yenmiş olup da
henüz canlı iken kesmedikleriniz, dikili taşlar, üzerinde boğazlananlar ve
zarlarla kısmet paylaşmanız. Bunlar, birer yoldan çıkıştır...” 485 Dehlevî,
âyette geçen hareketlerin “küfür” olmayıp “fısk/büyük günah” kapsamında
olduğunu beyan eder.486
Dehlevî’nin görünürde şirki andıran söz konusu hareketleri şirk
yerine, büyük günah olarak nitelemesinin avamın cehaletinden
kaynaklanmış olduğunu tahmin etmekteyiz.
Günümüzde yaşanan şirk görünüm ve tabloları
cahiliyle dönemini bile gerilerde bırakmıştır. Muhammed Gazzâlînin
naklettiğine göre, İngilizler Mısır’ı işgal edince Kahireliler, düşmanı
püskürtmediği gerekçesiyle İmam Şafii’nin mezarını taşlamışlardı. Şah-ı
Nakşebend’in türbesi Buhara’dadır. Ruslar, Buhara’yı işgal etmeye
kalkışınca halk, Şah-ı Nakşebend’in Ruslara karşılık vereceğine
inanılıyordu. Ruslar kenti işgal edince yanlış düşündüklerini fark ettiler.
Ancak iş işten geçmişti.487
Muhammed Gazzâlî’nin aktardığı bir diğer komik ve dramatik hadise de
şudur: “Mısır’ın meşhur bir yatır sorumlusuna biri gelip, karısının kolay doğum
yapması için, Efendi hazretleri katında yardımcı olmasını talep eder. Sorumlu,
dileği makama iletir. Derken diğer biri de imtihana girecek olan çocuğuna
yardım ister. Nüktedan sorumlunun verdiği cevap ilginçtir: Efendi hazretleri
doğum yaptırmakla meşguldür. Bu nedenle şimdilik talebinize cevap vermesi
mümkün değildir.”488
Yatırlarla ilgili olarak sık sık
tekrarlanan cümlelerden bazıları da şunlardır: “Şu kabirde yatan zat hürmetine
yaşıyoruz.”, “Şu zatlar olmasaydı helak olurduk.”, “ Falan zat, Kore ve
Kıbrıs’ta savaşırken görüldü.”, “Dusuki, Bedevi Mısır’ı denizden, Suyuti
ve Tahâvî de karadan muhafaza etmektedirler.” Allah en hayırlı muhafaza
eden değil midir? Melekler Allah’ın emriyle insanları muhafaza etmiyorlar mı?
Yatırlara
adak adanmaz. Yatırlara kesilen kurbanların eti murdar sayılmıştır.489 “İbn Kayyım,
kabir ziyaretinde bid’at işleyerek kabirdekileri razı etmeye çalışanları, şirk
ve inkâra saplanarak Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Ali’yi memnun etmeye
çalışanlara benzetmiştir.490
İbn Kayyım şunu demek istemektedir: Hz. Peygamber’i inkâr eden Yahudi ve
Hıristiyanlar Hz. Musa’yı ve Hz. İsa’yı memnun edemezler. Bilakis
kıyamet gününde ilk etapta onları karşılarında bulacaklar. Keza ashaba buğz
ederek Hz. Ali’yi sevdiklerini iddia edenler de yanılmaktadırlar. Bid’at
isyan ve hurafelerle velilerin türbelerini ziyaret ettiklerini savunanlar
yanılgı içindedirler. "O gün uyulanlar uyanlardan beri olduklarını
ifade edecekler.. ”491
âyetinin de işaret ettiği gibi,söz konusu veliler kıyamet gününde onlardan beri
olduklarını belirtecekler.
Bir
yatırın yanında hayvan kesmeyi adayan biri oraya gitmez; bulunduğu yerde keser.
Çünkü Hz. Peygamber mezarlıkta hayvan kesmeyi yasaklamıştır.492 Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) torunlarından (Hz.Hüseyin’in oğlu) Ali
zamanında biri her sabah Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kabrini ziyarete gelir ve ona salat getirirdi.
Bir gün Ali adama,
-Neden
böyle yapıyorsun?
-Hz.
Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) selam getirmek için.
-Sana
ceddimden gelen hadisi aktarayım mı?
-Evet.
-Ceddim
şöyle buyurdu: “Kabrimi bayramgah edinmeyin.’493
Yakın
tarihte bazı yatırlar emperyalistler için bir sömürge aleti haline getirildi.
Şöyle ki: Sömürgeciler bir yeri işgal etmek için şöyle bir yönteme
başvuruyorlardı. İlgili yere insanların akın etmesi için birkaç mezar ve kubbe
inşa ederlerdi. İngilizler Mısır’da aynı yönteme başvurmuşlar. Ölüye yatırım,
emperyalistleri memnun eder. Her yıl mezarlara harcanan milyarlar ümmetin
ilerlemesi yolunda harcansa neler yapılmaz ki? Üniversiteler, hastaneler,
fabrikalar, okullar
Bir
taraftan ölüler üzerinde yükselen kubbeler, diğer taraftan hastalarını doktora
götürmeye imkân bulamayan insanlar ve çöplükten ekmek toplayan muhtaçlar. Bu
manzaraları görünce Müslüman toplumların neden geri kaldığını anlamak zor
olmasa gerek. Yatırlara kutsiyet, beraberinde birçok olumsuz netice de getirdi.
Her yıl milyarlarca servet “ölü” yatırama harcanmakta; yatırlara Allah ve
resulü adına mektuplar gönderilmekte; telgraflar çekilmekte; yatırların
duvarlarına sırtlar sürülmektedir.
Hz.Muhammed
(s.a.v) dışında mezarı kesinlikle bilinen peygamber bilmiyoruz. Sayıları on
binleri bulan sahabilerden mezarı kesin olarak bilinen de çok azdır. Meşhur
müfessir Âlusi, sıkıntı anında yatırlara adak yapanları yani, “adağı
Allah’a yapıyoruz sevabını velilere hibe ediyoruz, veliler bizimle Allah
arasında vasıtadır,” diyenleri, Allah’tan başkasına ibadet ederek, “Bunlar
bizimle Allah arasında şefaatçidirler,” diyenlere benzetir.(...) Âlusî,
devamla şöyle der: Bu tür insanlardan delil istendiğinde de, “keşif ve
kerametle bize bildirildi.” derler. Allah müstahaklarını versin. Ne kadar cahil
ve müfteridirler. Kimileri velilerin kabirlerden çıktıklarını ve çeşitli
kılıklara büründüklerini söylerler. Bunların hepsi batıl inanç ve iftiradır. Ne
Kur’an ne sünnet ne de selef uygulamalarında delilleri vardır. Bu cahiller
tevhide davet edenlerden nefret etmekte, dini fesada götürmekte,Yahudi ve
Hıristiyanlara maskara olmaktadırlar. Bir vesileyle “ey falan bana yardım et.”
diyen birine, “Allah’tan iste” dedim.Kendisine; “Şayet kullarım Beni senden
sorarlarsa gerçekten ben çok yakınım. Bana dua edince duacının duasını kabul
ederim; o halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana layıkıyla iman
etsinler ki, doğru yola gidebilsinler.’’494 âyetini okudum;kızdı ve beni evliya
düşmanı olmakla itham etti.495
İTİDAL
VE AŞIRILIK İKİLEMİRDE TASAVVUF
İrfan
ve Terbiye Mektebi Olarak Tasavvuf
“Seyyid
Muhammed Reşid Rıza, Rabbânî tasavvufa; Risale-i Kuşeyrîye sahibi Kuşeyrî’yle
Medaricu’s-Salikin sahibi Şeyhulislam Ebu İsmail el-Herevi’yi örnek verir,
bunların ruh terbiyesi ve tezkiyeyi temel hedef aldıklarını, dolayısıyla ashap
yöntemini takip ettiklerini ifade eder ve ‘Sofilik bu ise, bütün Müslümanlar
sûfî; yani tasavvufçudurlar. ’ derdi”.
Madde
bağımlılığı ve dünyevileşme tufanı her dönemde insanlığın ruhunu istila etmiş,
şuurlarını köreltmiş maneviyatlarını nötrleştirmiş,yaratılış gayelerini
unutturmuş, kişiliklerini zedelemişti. Bu tufana ruh terbiyesi, tezkiye Allah’ı
anma dışında karşı konacak bir çare olmamıştır.Tasavvuf, asırlar boyu Müslüman
kamuoyunu meşgul etmiş, onları harekete geçirmiştir. Hicri II. Asırdan itibaren
hiçbir dönemde tasavvuf gündemden düşmemiştir.
Tasavvuf,
tarih sahnesine bir nefis terbiyesi ve zühd hareketi olarak çıkmıştır. İslam
tarih ve kültüründe onun kadar tartışılan, leh ve aleyhinde yazılan, ifrat ve
tefrit yapılan başka bir müessese ve konu bilmiyoruz. Hafız Ebu Amr b.
Salah, Ebu Mansur Abdulkahir et-Temimi el-Bağdâdînin tasavvufun alfabetik
tanımlarını içeren yüz bin maddelik bir eser yazdığını nakleder.496 İmam el-Kerhî,
tasavvufu, hakikatlere sarılmak ve insanların elindekine bel bağlamamak
şeklinde tarif eder.497
Yerleşik tanıma göre tasavvuf, manevi hastalıkları tanıma, kalbi onlardan
temizleme, onlardan uzaklaşma ve kurtulma yollarını gösterme ilmidir. Keza,
tasavvuf, iyi hasletleri tanıma ve onlarla bezenmedir.Tasavvuf, ihsan makamına
ulaşma faaliyetleridir. Sûfî, şüphelerden kaçınan, haramlar şöyle dursun,
mekruhlara düşmemek için bazı mubahları terk eden kişidir.498 Muhammed Hüseyin ez-Zehebi tasavvuf
hakkında şunu der: O, ruh ve kalbe seslenmek ve bu sayede paklanmaktır. Kişi
onun sayesinde melekut alemine yükselir,ilahî feyizden haz alır.499
Kavramlara
saplanıp kalınmamalı. Dini müesseselerin tamamında yozlaşma ve dejenerasyon
olduğu gibi tasavvufta da aynı durumlar söz konusudur. Bu nedenle tasavvufta
görülen yozlaşmadan dolayı onu inkâr cihetine gidilse, bir çok hakikatın inkâr
edilmesi gerekir.İçinde huşu yok gerekçesiyle namaz inkâr edilmediği gibi
tasavvufta da yozlaşma var gerekçesiyle reddedilmez. Hz. Peygamber’den sonraki
dönemlerde ulema değişik alanlarda branşlaştı. Kimi müfessir, kimi dilci,
kimi hadisçi vs. lakapları aldı. Bunların hiç biri saadet asrında bu
lakaplarla anılmıyordu. Tasavvuf ve tarikat da bu cümledendir. Bu vasıfla, yani
tasavvufçu olarak anılan ilk kişi H. 150’de vefat eden Ebu Hâşim’dir.
Tasavvuf kavramlarını ilk kullanan ve sistematize eden ise Zinnun
el-Mısri’dir. (v.245).
Sistematize Olduktan Sonra Üç Ayrı
Tasavvuf Profilinin Ortaya Çıkışı.
·
1.
Rabbânî tasavvuf profili: Kitap-sünnet merkezli,nefis terbiyesini hedefleyen,
bid’atleri dışlayan, Cüneyt Bağdâdî, Abdulkadir Geylânî, İbn Teymiyye, İbn
Kayyım, Dihlevi, Hasan el-Benna, Abdulkadir Cezairi gibi ulemanın ortaya
koyduğu tasavvuf biçimidir.
·
2.
Bid’atçi tasavvuf profili: Batınîyye, müşebbihe, zenadika vasıtasıyla İslam’a
sokulan tasavvuf biçimidir. Bu kesimin İslam tasavvufuyla alakası yoktur. İslam
tasavvufu olmaktan çok Hindu mistisizmini, Yunan panteizmini ortaya koymaktadır.
İbn Teymiyye, İbn Kayyım, İmam Rabbânî ve Şah Veliyullah Dehlevî
emsali Rabbanî ulema bu tür tasavvufu bid’at ve hurafelerden ayıklama
amelyiyesi gerçekleştirdi.
·
3.
Tasavvufu bir geçim vasıtası kılan rantçı tasavvuf profili. Bu kesimde ihlas ve
sünnette ittiba yok;çıkar ve rant öne çıkmaktadır. Rabbânî olmaktan çok
ruhaniliği hatırlatır.
Tasavvuf,
tezkiye, ihsan, batın fıkhı ve sulük terbiye ifade eden kavramlardır. Ashap
içinde bu kavramlarla anılan olmamış ise de, ashab onların gereğini yerine
getiriyordu.İlk dönemde tasavvuf, batin fıkhı,tezkiye,terbiye biçiminde
algılanıyordu. Şafii, sofilerden üç hikmet öğrendiğini ifade eder.
·
1.
Zaman kılıç gibidir;onu gereği gibi kullanmazsan seni keser.
·
2.
Nefsini hak ile meşgul etmezsen onu batılda kullanırsın.
·
3.
Zühd, günahlardan kurtulmaktır.500
Tasavvufçulardan
birine, “en hoş şey nedir?” denilince, “Allah’ı sevmek, O’nu tanımak ve
anmaktır.” demiş. Diğeri de “İbadetlerden aldığım hazdan dolayı oynayacağım
anlar oluyor.” demiş. Bir diğeri, “cennete değişmediğim anlarım oluyor, eğer
cennetlikler yaşadığım mutluluğu alıyorlarsa gerçekten büyük mutluluk
içindedirler.” demiş.501
Ahmed b. Hanbel’e vera’(şüpheli şeylerden sakınmak) ile ilgili bir soru
yöneltilince şu cevabı verir: “Bağdat’ta şüpheli şeylerden yediğim için vera’
dan konuşmam, onunla ilgili olarak fetva vermem uygun olmaz. Bişr el-Hafi’ye
sormanız daha uygun olur, çünkü o şüpheli şeylerden sakınır ve onları
yemezdi.” 502 Ahmed
b. Hanbel ve Ibn Muin, Maruf el-Kerhî ’yi ziyaret eder, kendisinden
tezkiye ile ilgili konuları sorarlardı.503
Hicri
IX.asırdan sonra İslamî ilimlerde bir duraksama daha sonra bir gerileme dönemi
başladı. Genel anlamda Gazzâlî gibi, hadiste İbn Teymiyye ve Askalani
gibi felsefede İbn Rüşd gibi otorite ulema yetişmediği gibi, irfanda da Geylânî,
Dehlevî benzeri ulema yetişmedi Geçmişte tasavvufa yönelmek isteyene şu dua
yapılırdı: Allah Teala seni önce hadisçi, sonra tasavvufçu kılsın. Allah Teala
seni önce tasavvufçu sonra hadisçi kılmasın. Her iki durum arasındaki fark
bellidir. Önce hadisçi olan şahıslar,öğrendikleri tasavvufu hadis üzerine bina
ederler. Ancak önce tasavvufçu olanlar yaptıkları hadise muhalif de olsa
te’vile gider, hadisi tasavvufa uydurmaya çalışırlar.
Tasavvuf,
tarif ve nutuktan ziyade, yaşama ve haz alma halidir. Bu hal, Allah sevgisi,
zikir, O’nu tazim etme, O’na dayanma, güvenme, onunla huzur bulma ve
ibadetlerden pay almada görülür. “Günahın açığını da gizlisini de
bırakın...”504
Tasavvuf, âyette söz konusu edilen “gizli günah”tan sakınmayı hedefler.
Tasavvuf ilahî sevgidir. Sevgi kainatın varlık sebebidir. Allah Teala insanı,
evreni sevdiği için sevgi merkezli yarattı. Bilgi, irfan, sevgiden tecrit
edilmez. Cürcani, sevginin Allah Teala’nın ilk yarattığı şey olduğunu
ifade eder. İslam’da marifet sevgiden ayrılmaz. Hıristiyanlıkta sevgi
esastır,irfan dışlanır. 505
Tasavvuf
erbabının kullandığı şu ifadeyi hayata geçirmek önemlidir: Tarikat, şeriata
muhalif değildir;ona aykırı hareket etmez. Son yüzyılın oryantalistlerinden Arnold’un
şu tespiti kayda değerdir.“Hindistan, Endonezya ve Afrika’nın büyük
bölümlerinin günlük hayatlarından İslam’ın temel yükümlülüklerini yerine
getiren Sofi davetçilerin suratlı etkinliği sonucu İslamlaştığı kesindir.”506 Rabbânî tasavvuf
teoriyi pratiğe, söylemi yaşantıya çevirir. İbn Haldun’un dikkat çektiği
gibi tasavvuf, ashap ve tabiinin kuşağından beri hak ve hidayet yolu olmaya
devam etmektedir. Hicri II. asır ve sonrasında dünyevileşmenin istilası
karşısında kendini ibadete verenler “Tasavvufçular” olarak anıldılar.507
Rabbânî
tasavvufçular, Allah’ın sıfat vahdaniyetini, uluhiyet, rubûbiyyeti Kur’an ve
sünnetin açıkladığı biçimde anlarlar; kelime ve âyetleri tahrif etmezler;
tevhit ve tenzihi esas alırlar. İmansız amelin, amelsiz imanın bir şey
olmadığına, imanın ameli gerektirdiğini ve onun meyvesi olduğunu söylerler.
Günahkar için tövbe kapısının açık olduğunu, günahta ısrar etmenin İblis tavrı
olduğunu, tövbenin ise Hz.Âdem’in yöntemi olduğunun bilincindedirler.Cüneyd
Bağdadz/Kur’an’ı ezberlemeyen,sünneti yazmayana ittiba etmek yoktur.Yolumuz
Kitap ve sünnete bağlıdır.Sünnet yolu istisna, tüm yollar kapalıdır,”der.508 Ameli
konularında fıkıh dışlanamayacağı gibi, ruhî terbiyede de tasavvuf
dışlanamaz.Tasavvuf ahlakî ve ruhî eğitimi ele alır. Tezkiye, ihsan, zikir,
ihlas vs. hasletler İslam’ın özünü oluşturur.
Hz.
Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatında zühd esastı. O(a.s), giysi ve
yiyecekte sade olanı tercih eder, şatafatlı bir hayat yerine, mütevazı bir
hayatı tercih eder, her imkâna sahip olduğu halde hasır üzerinde yatmayı tercih
ederdi; “Dünyada bir garip ya da yolcu gibi yaşa.”509, “Dünya hayatı, yolculuğu esnasında bir
ağacın gölgesinde istirahat ettikten sonra yoluna devam eden bir yolcunun
durumu gibidi.” derdi.510
Hz. Peygamber beden sağlığının kalp sağlığına bağlı olduğunu haber vermiştir.511 Yani, toplumun
sağlıklı kalması bireyin sağlam olmasına, bireyin sağlam olması da kalbin
sağlam olmasına bağlıdır.Kalbi sağlıklı tutmak onu zikir, ilim, ihlas, murakabe
vs. ile diri tutmaya bağlıdır.Toplumun değişmesi kalbin istikamet yönüne doğru
koyulmasına bağlıdır. Balık için su ne ise kalp için zikir odur. Zikirsiz kalan
bir kalp susuz kalan balık gibidir. “Odur, ümmiler içinde kendilerinden olup
onlara ayetlerini okuyan, onları temize çıkarıp parlatan, onlara kitap ve hikmet
öğreten bir peygamber gönderen. Oysa bundan önce açık bir sapıklık
içindeydiler/512
âyetinde söz konusu edilen tezkiye, nefis ve ruh terbiyesi; ruhun faziletlerle
bezenmesi ve kötülüklerden arınmasıdır. “İhsan,görürcesine Allah’a ibadet
etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O,seni görüyordur513 hadisinde de belirtildiği gibi, nübüvvet
lisanında bu tezkiye ihsan kavramıyla ifade edilmiştir.
İbadetler
iki kısımda incelenir: Birisi gözle görülen bir takım amel, erkan ve
hareketlerdir; diğeri ise, kalbe ait batinî adaptır. Bunlar huşu, ihlas, vs.
manevi hallerden oluşur. Sadece kitap okumak yeterli olsaydı, öğretici ve
mürebbilere gerek kalmazdı. Sözgelimi bir hekim pratik eğitim görmeden hocasının
gözetiminde hastaların üzerinde uygulama ve staj yapmazsa, kitap okumakla hekim
olabilir mi? Marangozluk vs. meslekler için de aynısını söyleyebiliriz. Hattat
olmak da aynıdır. Kamil bir mürebbî insanlar için rehber konumundadır. Ashabın
örnek bir nesil olmasının sırrı, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) rahle-i tedrisinde bulunmaları
ve ondan ders ve terbiye almalarıdır. Kur’an’ın, “Resul, onlara Allah’ın
âyetlerini okuyor, onları tezkiye ediyor...’62 ifadesi
manidardır. Tezkiye ve talimin iki kişi arasında elde edilebileceğine dikkat
çekiyor.
Tusterî,
tasavvufun altı esas üzerine kurulduğunu söyler: 1.Allah’ın kitabına uymak.
2.Sünnete ittiba etmek. 3. Helalinden yemek. 4.Eziyet veren şeyleri bertaraf
etmek. 5.Günahlardan uzak kalmak ve tövbe etmek. 6.Hukuka riayet etmek.514 515
İlk
dönemlerinde tasavvuf iki hedef güdüyordu. Bir yönüyle insanla Rabbi arasındaki
bağı pekiştirmek, diğeriyle de insanın toplumla olan ilişkisini düzenlemek.
Yani, sofinin toplumdan ve hayırlı faaliyetlerinden uzak durmaması esastır.
İbn
Teymiyye öğrencisi İbn
Kayyım ile beraber nefis tezkiyesi, zühd ve takva anlamına gelen tasavvufa
yöneldiler. İbn Teymiyye, tasavvuf ve sofiler hakkında mutedil olanı
ortaya koymuştur Şöyle der: İnsanlar sofi ve tasavvufçular konusunda ikiye
ayrıldılar. Birinci kesim onların bid’atçi olduklarını ve sünnet çizgisinden
ayrıldıklarını söylerken;diğer kesim onları övmede ifrata kaçmış ve onların
peygamberlerden sonra gelen en faziletli kesim olduklarını söylemiştir. Her iki
kesimin de tam isabet etmediğni düşünmekteyiz. Sofiler ibadetlerle Allah’a
kulluk yapmaya çalışmışlardır. İbadet ve taatiyle öne geçenler Allah’ın
rızasını kazananlar olmuştur. Bazıları da Kur’an’ın da ifade ettiği gibi, vasat
bir duruş sergilemişlerdir. İki kesimden görüşlerinde isabet edenler olduğu
gibi, edemeyenler de olmuştur. Kimileri günahtan sonra tövbe etmişler; kimileri
günahla nefislerine zulüm etmiştir. Aralarına zındık, bid’at ve kötü niyetliler
sızmıştır. Hallaç gibi rijit olanları tasavvuf ehlinden saymamak gerek.516 İbn
Teymiyye‘nin sofileri bu şekilde değerlendirmekle isabet ettiği
kanaatindeyiz. Çünkü doğru yönlerini ortaya koyduğu gibi beşer olmaları
hasebiyle hatalarının da olabileceğini, masum olmadıklarını, zaten böyle bir
iddialarının bulunmadığını söylemiştir.
İbn
Teymiyye, zühd ve ahlak
hareketi niteliğindeki tasavvufu değil, hululcü, batınî, felsefi yorumlarıyla
tanınan, zaman zaman ibahiyeci yorum ve uygulamalara başvuran, genellikle Hallac-ı
Mansur, İbn Arabi, İbn Farid gibi şahsiyetler tarafından temsil edilen
tasavvufla mücadele etmiştir. Öğrencisi İbn Kayyım kendisinden şunu
nakleder: Üstadımdan şu cümleleri sarf ettiğini işittim: “Dünyada öyle bir
cennet vardır ki ona girmeyen ahiretteki cennete giremez. Düşmanım bana ne
yapabilir ki? Bağ ve bostanım içimdedir. Nereye gitsem benimledir. Hapse girmem
halvet, öldürülmem şahadet, sürgün edilmem de hicrettir.” Şam kalesinde
hapsedilince de şöyle derdi: “Bu kale ağırlığında altın harcasaydım, şu
zindanda yakaladığım huzuru elde edemezdim.” Zindanda iken secdede şu duayı
okurdu: “Allah’ım, seni anmam, sana şükr etmem ve sana hakkıyla ibadet
hususunda bana yardım et.”517
İbn Teymiye, irşad ile iştigal eden tasavvuf şeyhlerini namaz kıldıran
imamlarla,hacılara rehberlik eden görevlilere benzetmektedir.518 İbn Kayyım anlatıyor:
Üstadım İbn Teymiyye bana şunu derdi: “Asıl zindan, kalbin Allah’ı
anmaktan gafil olmasıdır.Gerçek anlamda esir, nefis ve hevese esir olandır.”
Zindana atılırken, “Derken aralarına kapısı olan bir sur çekilmiştir. İçi
rahmet,dışı ise o yönden azaptır.”519 âyetini okurdu. Allah şahittir ki tüm
sıkıntılara rağmen ondan daha mutlu birini görmedim;sıkıntı ve korku anlarında
onun etrafında kenetlenirdik. Onu dinledikten sonra tüm dert ve sıkıntılarımız
dağılırdı. Allah ne yücedir ki bazı kulları cennete girmeden onlara cennet
hayatını tattırmaktadır.520
İbn Kayyım üstadından şunları da aktarır: Bir gün sabah namazını kıldı,
öğleye kadar ibadet etti ve “işte kahvaltım budur. Bu kahvaltımı yapmazsam
gücümü kaybederim,”dedi521
Zehebî,
meşhur ansiklopedik biyografi eseri Siyeru A’lam’da hadis alimi bir çok
mutasavvıftan örnek getirmiştir. İbn Kesir de meşhur tarih kitabı el-Bidaye
ve’n-Nihaye’de birçok mutasavvıf alime yer vermiş, kerametlerinden örnekler
vermiştir. Ahmed b. Amr b. Ebi Asım ed-Dahhak b. Nebil’den bahsederken
onun hadisçi, mutasavvıf bir zat olduğunu, meclisinde bid’atçi, kınayıcı,
lanetçi, sapık kimselere yer vermediğini aktarır. 522
Alıntı
yaptığımız Ibn Teymiyye ile öğrencisi Ibn Kayyım hayatlarını
bid’at ve hurafeyle mücadeleye adadıkları halde tasavvufu tamamıyla
reddetmediler. Tasavvufu reddettiği iddia edilen Muhammed b. Abdulvahhab’ın
eserleri incelendiğinde hiçbir vesileyle tasavvufu reddetmediği görülecektir.
Reddettiği, her alim ve Müslümanın reddetmesi gereken Kur’an ve sünnete muhalif
şeylerdi. Mücadelesi bid’at ve hurafelerle idi.
Hıristiyanlar
kendilerini tenkit edenleri Hz. Isa’ya karşı gelmekle itham ettikleri
gibi, bid’atçi ve hurafeciler de kendilerini reddedenleri selefe karşı çıkmakla,
tasavvufu inkâr etmekle itham ederler. Muhammed b. Abdulvahhab’ın oğlu Abdullah
b. Muhammed şöyle der: “Biz tarikatı inkâr etmiyoruz; nefsi manevi
hastalıklardan paklamaya asla karşı çıkmıyoruz. Bunu yaparken ser-i şerif’in
gösterdiği yöntemin uygulamasını öneriyoruz. Sarih ve açık hataları,
dayatmalarla te’vil etmeyi uygun görmüyoruz. Allah’tan başkasına güvenmenin,
dayanmanın, başkasından yardım istemenin meşru olmadığın söylüyoruz. O bize
yeter,O ne güzel vekil, ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır.523
Muhammed Reşid Rıza, ilk
üstadının Gazzâlî’nin İhya’sı olduğunu ifade ederek şöyle der: İlk
üstadım İhya’dır. Akıl ve ruhumu celp etti, çeldi. İhyanın
tamamını bulamadım, bulduğum bölümlerini çoğaltıyordum. Her okuduğumda onun
etkisini hissediyordum. Bazı şeyleri siliyor, bazılarını inşa ediyordu. İlk
üstadım oldu. Hülya ve aksiyonumu onunla gerçekleştiriyordum.524 Reşid
Rıza, Ramazan ayında itikafa çekildiğini ve o esnada İhya’nın son
kısımlarını okuduğunu,son günde tevhit ve tevekkül kitabına ulaştığını
nakleder. Bayram gecesini mescitte geçiren köylülerle beraber tekbirlerle ihya
ettiğini, seher vaktinde ise sünnet olduğu gibi on bir rekat teheccüt ve vitir
kıldığını, sabah namazından sonra Bayram namazına kadar köylülerle tekbir
getirdiğini sonra İhya’dan geri kalan yerleri tamamladığını aktarır. Reşid
Rıza, bu esnada yaşamış olduğu manevi atmosferi şöyle aktarır: Bu halde
aldığım hazdan dolayı kendimi başka bir alemde hissediyor, tevhide gark oluyor,
bedensiz bir ruhu andırıyordum. Halvet odasından çıkınca kendimi bir tüy kadar
hafif hissediyordum. Pencereden atlasaydım ancak bir tüy ağırlığı kadar olurdu.
O kadar kendimi hafif hissediyordum ki su üzerinde rahatça yürüyebileceğimi
hissediyordum. Günlerce yemeksiz yaşabileceğime inanıyordum.525 Reşid Rıza,
Rabbânî tasavvufa Risale-i Kuşşeyriye sahibi Kuşeyrî’yle Medâricu’s-Salikin sahibi
Şeyhulislam Ebu İsmail el-Herevi’yi örnek verir; bunların ruh terbiyesi
ve tezkiyeyi temel hedef aldıklarını dolayısıyla Ashap yöntemini takip
ettiklerini ifade eder526
ve “Sofilik bu ise bütün Müslümanlar sûfî; yani tasavvufçudurlar.” derdi.527
İnsan
ilmihal bilgisini öğrenmek durumunda olduğu gibi;kalbi dünyevileşmeden,
maddenin tasallutundan, küçük şirk olarak tanımlanan riyadan nasıl
kurtulacağını, nefisinin eksiklerini ortaya koymayı öğrenmeye de muhtaçtır.
Bedensel hastalıkları teşhise muhtaç olduğu gibi, manevi hastalıkları da ortaya
koymak durumundadır. Allah Teala her derde bir derman halk etmiştir.
Amellerimizle sadakat ve ihlası yakalamak durumundayız.
Tasavvuf,
nefsin teorik ve pratik alanda terbiye edilmesidir. O, Allah’ı birlemek,
tazimde bulunmak ve ihsan derecesinde ona ibadet etmektir. Rabbânî tasavvuf;
ilimdir, hikmettir, basirettir, hidayettir, terbiyedir, tezkiyedir, ilaçtır,
korunma yollarıdır, istikamettir, sabırdır, iç ve dış düşmanlara karşı
duruştur, dünya meşgalesinden korunmaktır. Tasavvufun seleflilikten,
selefiliğin tasavvuftan faydalanması gerekir. Karadâvînin dediği gibi
tasavvufu seleflileştirmek, selefiliği de tasavvuflaştırmak gerekir.528 Tasavvufçuların,
selefilerin naslara bağlılığı, bid’at ve mevzu hadisler konusundaki
hassasiyetlerinden, selefilerin de tasavvufçuların muhasebe,murakabe, zikir ve
amele öncelik vermelerinden yararlanması gerekir.
Geçmişte
tasavvuf tekkeleri ruhban ve tembellerin kaldığı yerler değil, cihad, ilim ve
irfanın bir araya geldiği karargahlardı. Rabbânî tasavvufçu Abdulkadir
Geylânî’nin vaazlarına binlerce insan katılırdı. Onun irşadıyla Yahudi ve
Hıristiyanlardan beş bine yakın kişi İslam’a girdi. Yüz bine yakın hırsız,
çeteci ve yol kesen hidayet buldu. Ebu’l- Hasan en-Nedvî sofilerin
Hindistan’daki etkileri konusunda şunları der: Hindistan’da sûfîlerin ceht ve
gayretleri olmasaydı Hindu kültür ve felsefesi İslam’ı yutardı.529 Dehlevî, Kur’an-ı
Kerim’in Hindistan’da süs kitabı haline geldiğini görünce onu Farsçaya tercüme
etti: Bu çeviri Hindistan’da Farsça’ya yapılan ilk çeviridir. Bu tercüme
medreselerde resmen okutulmaya başlandı. Bu hareketiyle Kur’an’ı Kerim’in
halkın tetkikine, okumasına, onu anlamasına yönelik atılmış önemli bir adımdır.
Şah Veliyullah Dehlevî tercüme faaliyetlerini, tüm engellerine rağmen
tahakkuk ettirmişti.530
İngilizlerin Hindistan’ı işgal ettiği dönemde sûfîyenin çabalarıyla içki
fabrikaları kapanmak durumunda kalmış,meyhaneler ıssız kalmış, vergi veremez
duruma düşmüşlerdi. Hindistan’da tarikat öncüleri müritlerinden tevhit, ihlas,
sünnete ittiba, tövbe, güzellik, güzel ahlakla bezenme, iyiliği emretme ve
kötülükten sakındırma üzere bey’at alırlardı.
Şazeli
tarikatının kurucusu Ebu’l Hasan eş-Şazelî âma ve yaşlı haliyle
Memluklar zamanında ordunun başına geçip 9. Louis’i mağlup etmiştir. Ömer
Muhtar da tekkelerde yetişmiş mücahitlerdendi. Yaşlı ve yaralı haliyle atının
üzerinde bağlı olarak savaşa katılmış ve Libya’nın kurtuluşunda önemli rol
almıştır. Sudan’da Mehdi hareketi İngilizleri kovmada etkili olmuştur.531 Yakın tarihte
Senûsiyye tarikatı olmasaydı İtalyanlar Trablus’tan kovulamazlardı.
Geylânî
şöyle der: “Şeriatı dışlayan her iddia zındıklıktır. Kitap ve sünnet
kanatlarıyla Allah’a uç. Kendine Hz. Peygamber’i rehber ve muallim edin.”532 Zinnun
el-Mısrî hapisteyken kendisine yemek gelince, “ Zalimin sofrası üzerinde
takdim edilen yiyeceği yemem” derdi.533 Ahmed b. Hanbel, Haris el-Muhasibi’yi
dinledikten sonra şöyle demiş: Gerçekleri ortaya koymada bunlar gibisini ne
gördüm ne de dinledim”534
Malik b. Dinar, kimseye el açmamak için Mushaf yazmak suretiyle geçimini
temin ederdi.535 İbrahim
b. Ethem, “Krallar içinde olduğumuz huzuru bilselerdi kılıç zoruyla onu
bizden alırlardı.” derdi.536
Rabbânî
mutasavvıflar sünnete ittiba hususunda çok hassas davranırlardı. Cüneyd
Bağdadî bu konuda şöyle der: Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) sünneti dışında tüm yollar
kapalıdır. Yol ve yöntemimiz, Kur'an ve sünnete bağlılıktır. Kur'an ve
hadisleri ezberlemeyenlerin aramızda yeri yoktur. Hal ve hareketlerini Kitap ve
sünnet ölçeğiyle ölçmeyenleri adam yerine koymayız. Ebu Zeyd şöyle der:
“Bir defasında Rabbimden beni kadınların nafakasından muaf tutmasını talep
etmeyi düşündüm. Sonra Hz. Peygamberin bulunmadığı bir talebde bulunmaktan
utandım.”537 Ebu
Hafs şöyle der: “Fiil ve hareketlerini Kur'an ve sünnete göre tanzim
etmeyen, hatırına gelen kuruntuları yermeyenleri adam yerine koymayız.” Ebu
Süleyman Dârânî şöyle der: “Tasavvufçuların yaptıklarını Kitab ve sünnete
arz ederim, uygun olmayanları terk ederim. Ebu Yezid, “Otuz yıl ceht
ettim, bu esnada sünnete ittiba etmekten daha fazla nefse zor gelen bir şey
görmedim.”der. Ebu Hasan Şâzelî, “Keşfin masumiyeti hakkında herhangi
güvenceye sahip değiliz, sadece Kitap ve sünnetin masumiyeti güvence
altındadır.538 539Şah Nakşibend,
“sizinle beraber olmanın yolu nedir?”şeklindeki soruya cevabı kısa olmuştur:
“Sünnete ittiba etmektir.” 546 İmam Rabbânî, sünnetlere
bağlılıkta o denli ileri gitmişti ki kendisine aynen sünnet üzere yaşadığı için
kitaplardan hadis öğrenip uygulamak yerine kendisini taklit etme izni
verilmesini rica eden mensuplarına; kul olduğunu, yanılmaya, hata yapmaya açık
olduğunu, bu yüzden hadis kitaplarını okuyup o kaynaklardan öğrenmelerini
tavsiye etmiştir. 540 İmam
Rabbânî, sağ ayağıyla helaya girdiği için aynı günde manevî birçok nimet ve
imkândan mahrum bırakıldığının farkına varmış. Bir defasında arkadaşından
kendisine birkaç karanfil getirmesini istemiş. Arkadaşı altı adet getirince
İmam’ın rengi solmuş, hâli fenalaşmış ve şöyle demiş: “Herhalde karanfilleri
getiren kardeşimiz, “Allah tektir, teki sever” hadisini bilmemektedir” deyip
üzüntüsünü belirtmiştir.541
İmam Rabbânî, her hareket ve münasebetle “tevhid” ve "vahdeti” hatırlatmak
istemiştir. İmam, yemekten sonra sünnetle varit olan duaları okur, sünnet
olmadığı için namazdan sonra Fatiha’yı okumazdı.542
Hz.
Peygamber, “Cuma günü yıkanmak her baliğ her Müslümana vaciptir.’543 buyurmuş.
Bir Cuma günü Ebu Bekir Muhammed b.Musa el-Vasıt yürürken
ayakkabılarının bağı çözülmüş. Tamirci ayakkabılarını düzeltmiş. el-Vasıt,
tamirciye,
-Bağların
neden çözüldüğünü biliyor musun?
-Hayır.
-Bu
Cuma guslünü yapmadığı içindir.
-Şurada
hamam var yıkanabilirsiniz. el-Vasıt hamama gidip yıkanmış.544 Süfyan
es-Sevrî, İbn Uyeyne ve Abdullah b. Sinan şöyle demişlerdir.
Elimizde yetki olsaydı, hadis bilmeyen fakih ile fıkıh bilmeyen hadisçiyi
cezalandıracaktık.545
Cüneyd-î Bağdâdî Şeyhi Sürri’ kendisine;
-Yanımdan
kalktıktan sonra kime gidersin?
-Muhasibi’’ye.
-Onun
ilim ve edebini al, kelamcıların lakırdılarını alma.Tasavvufa intisap etmek
isteyene şu duayı ederdi: Allah Teala seni önce hadisçi, sonra sûfî kılsın.
Seni önce sûfî sonra hadisçi kılmasın.546 Cüneyd Bağdâdî gerektiği kadar hadis
elde ettikten sonra tasavvufa yönelenin isabet edeceğine dikkat çekmiştir.
Rabbânî tasavvuf konusunda bazı
alimlerin görüşleri:
İmam
Malik: Tasavvufsuz
fıkıh öğrenmeye çalışan günaha düşer. Fıkıh öğrenmeden tasavvufa yeltenen
zındıklaşır. Fıkıh ile tasavvufu beraber götüren gerçeğe ulaşır.547
Gazzâlî:
Gerçeği bulmak gayesiyle geçirdiği serüveni ele almış olduğu el-Munkizu
mine’d-Dalal başlıklı çalışmasında tasavvufa niçin yöneldiğini uzun uzadıya
anlatır. Özetle şöyle der: Tasavvufun ilim ve amel olduğunu fark ettim.
Sûfîyenin temel gayesi, nefsin önündeki engelleri aşmak, kötü ahlaktan yüz
çevirmek, nefsi paklamak ve onu zikirle ihya etmektir. Sûfîyeden Ebu Talip
el-Mekikî”nin Kûtu’l- Kulûb’uyla, Haris el-Muhasibi, Cüneyd Bağdâdî,
Şiblî ve Ebu Yezid el-Bistamînin eserlerinden çok yararlandım. Bu
yolların en güzeli, ahlaki yapıları en pak olanıdır. Dünyanın filozof ve
düşünürleri bir araya gelse onların yolu ve yönteminden daha güzelini
getiremezler. Bir alternatif ve bedel sunamazlar.555[.
İzz
b. Abdusselam:
Tasavvufçular, bu ilmi dünya ve ahiretin mutluluğunu esas alan şeriat üzerine
kurmuşlardır. Başkaları şekilcilikle oyalanırken, onlar öze önem vermişlerdir.
Kendilerinden kerametler zuhur eder.548 549
Fahreddin
Razi: İslamî
ekolleri tasnif ederken, tasavvufçuları göz ardı etmek yanlıştır. Çünkü
tarikatın gayesi, nefsin tezkiye edilmesi ve günahlardan arındırılmasıdır.
Onlar tefekkür ve günahlarla mücadele ile meşgul olurlar. Her an Allah’ı
zihinde tutmaya gayret gösterirler. En hayırlı fırka onlardır550
Şâtibî:
Tasavvufun bid’at olmadığını, İslam’ın özünde olduğunu, selef-halef tüm
kesimlerin başvurduğu bir yöntem olduğunu belirtmiştir. 551
İbn
Teymiyye; Rabbânî
tasavvuf öncülerini takdir ve ihtiramla anmış. İbrahim b.Edhem, Fudayl b.
İyad, Sırrî es-Sakatî, Hammâd et-Debbâs, Cüneyd el-Bağdâdî, Abdulkadir
Geylânînin zühd yaşamlarından örnekler vermiştir. Muazzam ansiklopedik
eserinin on ve on birinci ciltlerini sülûk; yani tasavvuf ilmine ayırmış,
tasavvufçuların müspet yönlerini desteklemiş,yanlışlarını eleştirmiştir. Abdulkadir
Geylânînin Fethu’l-Gayb adlı eserinden çok sayıda örnekler vermiştir. Karşı
olduğu, tenkit ettiği tek şey; Kur’an ve sünnete muhalif hareket ve
davranışlardı. Giysi ve zahire önem verenleri de “Şekilci mutasavvıflar” olarak
nitelendirmiş. İstikameti yakalayan Fudayl b. İyad, İbrahim b. Edhem, Ebu
Süleyman ed-Dârânî, Marûf el-Kerhî, es-Sirri es-Sekati, Cüneydel- Bağdâdî,
Hammâd, Ebu Beydâ gibi ulemadan şunları aktarır: Birisinin havada uçması,
su üzerinde yürümesi onun emir ve yasakları çiğnemesini caiz kılmaz. Sâlik
yaşadığı müddetçe Kitap ve sünnete sarılması gerekir. Bu zevat kendi
dönemlerinin sıddıkları” idiler.552 İbn Teymiyye, Rabbânî tasavvufla
batinî/bid’atçi tasavvufu birbirinden ayırır. Sûfîyeyi üç grupta ele alır: İlk
sûfîlerde olduğu gibi her şeyini Kitap ve sünnete uygun yapan birinci grubu
kabul ve müdafaa eder.553Sekr
halinde zahire muhalif sözler söyleyen, fakat o halden ayrıldığı zaman hak
ölçüleri koruyanları mazur görür.554 İslam’ın izin vermediği ölçülerde söz ve
hareket edenler diye nitelediği üçüncü grubu ise; özellikle tevhit ve
nübüvvet konularındaki görüşlerinden dolayı şiddetle red ve tenkit eder.555
Muhammed
Abduh: Sofiler,
mertebe olarak peygamberlere ulaşmamışlar;ancak onlara benzemeye
çalışmışlardır. Allah ile ünsiyetten haz almışlar. Misal aleminde manevi gerçek
ve inkârı mümkün olmayan bazı müşahedeler elde etmişler. İmkan nispetinde şer-i
şerife uymaya çalışmışlar. Yabancı kültürde sofiler kadar ahlak eğitimi ve
nefis terbiyesiyle ilgilenen diğer bir kesim yoktur. Şunu da itiraf edeyim ki
sahip olduğum güzellikleri onlara borçluyum. Öğrencisi Reşid Rıza,
üstadı Muhammed Abduh’un tasavvuf terbiyesi aldığını ancak bunu yaymak
istemediğini nakleder.556
Seyyid
Muhammed Reşid Rıza:
Rabbânî tasavvufu davet yöntemlerinden biri olarak değerlendirir ve
tasavvufçuların hizmetleriyle birçok yabancının İslam’a girdiğini söyler.557Reşid Rıza,
Rabbânî tasavvufçulara örnek olarak Senusi tarikatıyla Abdulkadir el-Cezairi’yi
verir. Fransızların “Senusi tarikatı mensupları çelik taştan daha
dayanıklıdırlar.” sözünü dillendirir.558
Muhammed
Ebu Zehra: Maddecilik
ve dünyevileşmenin istilasına uğrayan gençliğimizin gerçek tasavvufa; yani
terbiyeyi öne çıkaran tasavvufa her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır.
Çünkü günümüzde ruhi hastalıklar
için
artık ne vaaz etmek, ne yazmak ne de ulemanın ikazı netice verebilmektedir.559
Abbas
Mahmut Akkad: Tasavvuf dış
kaynaklı değildir;İslam’ın özünde vardır.560
Mevdudi:
Fıkıh, abdest ve namazın zahiri farzları üzerinde durur. Abdest alırken tertibe
riayet edilip edilmediğini, abdest organlarının yıkanıp yıkanmadığını, kıbleye yönelip
yönelmediğine, kıratı gereği gibi yapıp yapmadığını ele alır. Zahiri erkan ve
ahkâmı yerine getirenin namazı makbuldür. Tasavvufun gayesi ise, namazı yerine
getirdiğin zaman, akıl ve kalbinde ne vardı, dünya meşgale ve düşüncelerinden
uzak mıydın? Huşu ile mı kıldın, gören ve bilen Allah’ın huzurunda olduğunun
bilincinde mi kıldın? Bu şartlarda kıldığın bir namaz tasavvuf adabına göre
kamil, geçerli bir makbul bir namazdır.561 Bir tasavvuf vardır ki onu teyit ve tasvip
ederiz. Bir başka tasavvuf şekli vardır ki onu ret ve tekzip ederiz. Gene bir
tasavvuf şekli vardır ki ıslah ve tashih etmek isteriz. İlk şekildeki tasavvuf
İslam’ın ilk devirlerinde cari idi. İbrahim Edhem, Fudayl b. İyaz, Ma’ruf
Kerhî vs.nin kendine has bir tefekkürü, müstakil ve farklı bir hayat tarzı
yoktu. Bütün tasavvuf ve fikirleri Kur’an ve hadisten alınmış idi. Biz bu
tasavvufu yalnız teyit etmekle kalmayıp onun ihya ve yayılmasını da
istemekteyiz. İkinci şekil tasavvuf Yunan, Stoik, Zerdüşt ve Vedantik
felsefenin karışımı olup, manastır ve yoga merasimlerini ve müşrik fikirleri
benimseyen tasavvuftur. Bu tasavvufu ret ve telin ederiz. Mevdudi,
üçüncü tarz tasavvufu bu iki akımın birleşimi olarak görmekte, samimi ve
muttaki kişilerin anlayışı olmasına rağmen zaman zaman yabancı tesirlerden
kurtulamayan bir tasavvuf olarak değerlendirmektedir. Bunun Kur’an ve hadis
çerçevesinde yeniden ıslah edilmesi gereğine inanmaktadır.562
Muhammed
Gazzâlî: “İslam’ın
Manevi Cephesi” ismiyle tasavvufu konu alan bir kitap yazdı.Onda iman, İslam ve
ihsandan fışkıran bir tasavvuf çeşidinden bahsetmiştir. Ataullah
el-İskenderi’nin Hikem isimli eseri için, “vahiyden süzülmüş
gerçekler” ifadesini kullanmıştır. Tasavvufun önemi hakkında da şunları der:
Fukaha abdestin detayıyla ilgili yığın alt kitap yazdığı halde, ruh terbiyesini
ihmal etmeleri büyük bir ihmaldir.563 Allah ile olan bağlarını, Gazzâlî, İbn
Teymiye, İbn Cevzî, İbn Ataullah es-İsekenderî’nin eserleri sayesinde
pekiştirdiğini itiraf eder.564
Yusuf
Karadâvî: Müslümanın
nefis tezkiyesini, kurtuluşa götüren erdemli amelleri, hayatına yön verecek
hasletleri öğrenmesi gerektiği gibi,sakınması için de kötü hasletleri ve
korunma yollarını da öğrenmelidir. Kavram oyunları bizi bu gerçeklerden
alıkoymamalı. Bize yön verecek ilmin tevhit olması, fıkıh ya da tasavvuf olması
fark etmez. Önemli olan içeriktir. Bu ilimleri öğrenmek her Müslümana farzdır.565
Roger
Garaudy: İslam’da ruh,
beden, dünya-ahiret ikilemi yoktur. Tasavvuf, İslam’ın ruhânî yönünü temsil
eder. Küçük cihad ile büyük cihad arasında dengeyi sağlar.566
Tasavvuf;
İbn Arabi, İbn Farid vb. şahısların Şatahâtından ibaret değildir. Bir
mekteptir. Asırlardır Müslüman ve gayrimüslim kesimler üzerinde etki bırakmış,
kurumsallaşmıştır.Tasavvuf tamamıyla reddedileceğine, Rabbânî ulemanın yaptığı
gibi, ıslah ve tecdit edilmesi gerekir. Nitekim İbn Cevzî, Ebu Nuaym’ın
Hilye’sinde İslam akidesine uymayan rivayetleri atmıştır. Zeyneddin
el-Irakî Gazzâlî’nin İhya’sında bulunan hadisleri tahric etmiş. Zebidi,
İhya’da geçen bazı görüşleri eleştirmiş. Cemaleddin Kasımi İhya’yı
özetlemiş.Şa’rânî, İbn Arabî’nin el-Futûhât’ını aynı yöntemle okuyucuya
sunmuştur.
İslam
ulemasının kahir ekseriyeti tasavvuf cenahında bulunmuş, İslam toplumuna mal
olmuş ve et-kemik haline gelmiştir. Asrımızda, tasavvufçuluğun bid’atleri ve
hurafeleri çerçevesinde binlerce eser yazılmıştır. Tasavvufçular haklı-haksız
olarak eleştirilmiştir. Tüm bu girişimler maddenin tasallutunu azaltabildi mi?
Yaygın veba haline gelen dünyevileşmenin önüne geçebildi mi? Ahirete hazırlığa
katkıda bulundu mu? Nefis azgınlığının önüne geçebildi mi? Gençliğin hal-i pür
melâline merhem sunabildi mi? Namaz kılmayanların adedi arttı mı? Cemaat
çoğaldı mı? Ne hazindir ki tasavvuf karşıtı söylemlerle gıybet sofraları
kuruldu, ihtilaflar, bölünmeler, kavgalar arttı.
Hicri
II.asırdan itibaren süratle yayılan, günümüzde, radyosu, TV ve internetiyle,
gazete, dergi, tekke, okul, enstitü ve yüz milyonları bulan mensubuyla
kurumsallaşan tasavvufu karalamak,engellemeye çalışmak akılcı bir yöntem
olmamakla birlikte,bu karalamaların bir netice vermeyeceği de anlaşılmıştır.
Yorganı yakma yerine pireyi yok etme yöntemlerini geliştirmenin daha isabetli
olacağını düşünmekteyiz. Yani, tasavvufta görülen bid’at, hurafe ve sapmaları
tespit edip onları izole etme yoluna gidilmesinin daha yararlı olacağını
düşünmekteyiz.
Bâtinî, Bid’atçi, Vahdet-i Vücutçu
Tasavvuf
“Tasavvuf,
önceleri hâl ilmiydi, şimdi mal toplama vasıtasıdır. Tasavvuf,önceleri nefis
muhasebesi idi, şimdi ranttır. Tasavvuf,önceleri ihlas idi; şimdi şöhret
malzemesidir. Tasavvuf, önceleri Kitap ve sünnete ittiba idi, şimdi
ibtidia’;yani bid’atçiliktir. Tasavvuf,önceleri kalbin imarıydı, şimdi aldanma
ve aldatmadır; Tasavvuf,önceleri iffet idi, şimdi uçurum oldu. Tasavvuf,
önceleri ahlak idi; şimdi yardakçılıktı. Tasavvuf, önceleri Allah yolunda çile
idi, şimdi lokmadı. Tasavvuf, önceleri kanaat idi, şimdi fecaat
oldu.Tasavvuf,önceleri dünyevileşmeyle mücadele id, şimdi dünyalık elde etme
vasıtasıdır. ”
Şa’rânî
Başlangıçta
Kur’an ve sünnete dayalı bir düşünce ve hayat tarzı olan tasavvuf, daha sonraki
toplumsal gelişmeler ve bir takım haricî tesirlerle farklı bir şekil almıştır.
İslamî anlayışın temsilciliğini üstlenen İslam uleması ile tasavvuf ehli
arasındaki tartışmalar oldukça erken dönemden itibaren görülmeye başlamıştır.
Bu tartışmalara yol açan sebeplerin başında, tasavvufu etkileyen bazı
fikirlerle bu fikirleri meşrulaştırmak için başvurulan kaynaklar ve bunların
yorumlanış biçimi büyük rol oynamıştır.
Bu
tenkitleri yaparken amacımız sûfilerin kusurlarını ortaya koymak olmayıp,
aksine İslam’ı bu tip sözlerden beri kılmak, önemli olanın şahıslar olmayıp
dinin kendisi olduğunu ifade etmektir. Zamanla birçok ilme yabancı ve aykırı
unsurlar karıştığı gibi tasavvufa da yabancı unsurlar karışmıştır. Ahmed
Emin, tasavvufun Hindu mistisizmiyle Yunan felsefesinden etkilendiğini
savunur.567 Hicrî
dördüncü asırda mürtet ve zenadika Pisagorun putçu bazı inançlarına
“tasavvuf” libasını giydirerek İslam’a sokmuşlardı.568 Eflatunculuk da İslam tasavvufuna
katılmış olan yabancı unsurlardandır. Emperyalistler bu tür tasavvufu fırsat
bilerek üniversite ve tekkeleri tembelhaneler haline çevirmeyi becerdiler.569
Elân
gerçek manada mutasavvıf var mı? Bunun cevabını bazı Rabbanî mutasavvıflardan
alalım. Ebu Muhammed sehl et-Tusteri şöyle der: “Üçüncü hicri asırdan
sonra bizim ilmimizden (tasavvuftan) söz edilmesi helal olmaz. Çünkü artık
tasavvuftan gösteriş yapan ve kendilerini lafla süsleyenler bahsetmektedir.”
der.570 Gazâlî,
şöyle der: “Dini konularda bilinç zayıflamış ve fesada girmiş. (Gerçek)
tasavvuf ise tamamıyla ortadan kaybolmuş. İslami ilimler henüz tamamıyla
kaybolmamış. Çünkü Rabbânî alimler yerine ulema-ı su’ kalmışsa da meydana gelen
yozlaşma ilimde olmayıp ulemanın yaşantılarındadır. Tasavvuftaki yozlaşma
farklıdır. Çünkü tasavvuf kalbin Allah’a has kılınmasıdır ve mâsivanın
önemsenmemesidir. Bu da ancak kalp ve organların amel etmesiyle gerçekleşmektedir.
Amel bozulduğundan asıl olanın da bozulması muhakkaktır. Memlekette amel ve
siyretinden yararlanılacak bir mürşit kalmadı. (İnnâ lilalh ve innâ ileyh
râciuun.)”571
Batinî
tasavvuf öncü ve mensuplarından aktaracağımız örnekler tasavvufun yozlaşmasında
Grek, Hindu ve kadim Mısır panteizminin etkili olduğu kuşkusunu destekler
mahiyettedir. Tasavvuf tarihçisi, Ebul Vefa tasavvufun kadim Yunan
felsefesiyle yeni Eflatunculuktan etkilendiğine dikkat çekmiştir. Bunun tercüme
ve Hıristiyan ruhbanlarıyla iletişim neticesinde gerçekleştiğini söyler.572 İbn
Arabi’nin, "İsraıloğullarını denizden geçirdik. Fakat Firavun ve askerleri
zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Denizde boğulacağını anlayınca
Firavun/gerçekten, İsrailoğullarının inandığı ilahtan başka ilah olmadığına
inandım ve ben de Müslümanlardanım’ dedi. Ona, ‘şimdi mi? Daha önce baş
kaldırmış ve bozgunculardan olmuştun’ dendi. Senden sonrakilere ibret olsun
diye bugün senin cesedini çıkarıp atacağız. Gerçekten insanlardan çoğu
âyetlerimizden habersizdir.573
574 âyetlerinin
tefsiri bağlamında yaptığı yorumlar bunun kanıtıdır. İbn Arabî özetle
şunları der: “Ye’s halinde bile olsa Allah, zorda kalıp kendisine yönelen
birinin iman etmesini reddetmekten münezzehtir. Boğulma esnasında Firavun’un
Allah’a yönelmesinden daha muazzam bir şey düşünülebilir mi? Allah Teala, “Darda
kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren
kim?’573 âyetiyle kendisine yalvarana
karşılık vereceğini ve sıkıntısını gidereceğini beyan etmiştir. Tüm bunlar, Firavun’un
iman ettiğini ve boğulduğu için şahadet mertebesine ulaştığını gösterir.575 Âlûsî, İbn
Arabi’nin görüşlerini aktardıktan sonra fâsit olduğu kadar garip olan
te’vil konusunda şunları der: Firavun’un imanı kabul edilmediği için
küfür üzere öldüğüne delalet eden âyetler kesindir. Onlardan bazıları
şunlardır. “Karun, Firavun ve Haman’ı da (helak ettik); Andolsun Musa onlara
açık delillerle geldi. Fakat onlar o yerde büyüklük taslayıp âyetlerimizi
kabule yanaşmadılar. Nitekim hepsini günahlarıyla yakaladık. Onlardan kiminin
üstüne taş yağdıran bir fırtına gönderdik;kimini korkunç bir ses
yakaladı;kimini yere batırdık; kimini de boğduk.”576 âyetleri Firavun’un küfrünün devam
ettiğini, “Nihâyet onu Firavun ailesi aldı ki kendilerine bir düşman ve
başlarına dert olsun.’577
âyeti de Firavun’un Musa (a.s)’nın ezelî bir düşman olduğunu
göstermektedir. “İsrailoğullarını denizden geçirdik. Fakat Firavun ve
askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip ettiler. Denizde
boğulacağını anlayınca Firavun ‘Gerçekten İsrailoğullarının inandığı tanrıdan
başka tanrı olmadığına inandım ve ben de Müslümanlardanım’ dedi.’’578 âyetinde
geçtiği gibi, Firavun, İsrailoğullarının inandığından başka tanrı
olmadığına inandığını söylemiş, bununla da neye iman ettiği anlaşılmamıştır.
Allah’a iman ettiği kabul edilse bile, Hz. Musa’ya olduğuna inanmadığı
kesindir. Böyle bir imanın yetmediği konusunda ulema müttefiktir. Zira bir
insan binlerce defa Allah’a inandığını söyler, elçisine inanmazsa imanı makbul
olmaz.”579 580 Ibn Arabî,
“Biz de bugün seni bedeninle bir tepeye atacağız ki, arkandan geleceklere bir
ibret olasın! Ne var ki insanların birçoğu ayetlerimizden cidden
gaflettedirler.’687 âyeti bağlamında da, Allah Teala, Firavun’un
bedenini bu dünyada koruduğu gibi, ahiret azabından da koruyacağını iddia
etmişitir. Firavun’un hem manen hem hissen kurtulduğunu iddia etmiştir. 581 İbn
Arabi, İsrail oğullarının buzağıya tapmalarında herhangi bir sakıncanın
bulunmadığını savunmuştur. Çünkü o, Allah’ın tecelli ettiği şiarlardandı.
Kainatta kim neye ibadet ediyorsa aslında o Allah’a ibadet etmektedir.582
Hem
akılın hem de naklin kabul etmediği bu örneklerin savunulacak yönü
bulunmamaktadır. Şa’ranfnin de dikkat çektiği gibi, bu tür Batınî ve
ilhadî görüşlerin sonradan kitaplarına ilave edildiği ihtimalı vardır. Çünkü, “Ben
en yüce Rabbinizim.’’583
deyip, Hz. Musa’yla savaşan bir tağut Müslüman ve cennetlik ise
cehennemlik kimse kalır mı?
Benzer
sapmacı görüşlerinden dolayı Ebu Yezid el-Bistamî yedi defa
memleketinden sürülmüş, Zinnun el-Mısrî elleri ayakları bağlı olarak
mahkemeye çıkarılmış, Hallac-ı Mansûr ve Semnûn idam cezasına
mahkum olmuş, el-Hakim et-Tirmizî, risaletin devam ettiğini;yani yeni
peygamberlerin gelebileceğini söylediği için sürgün edilmiştir. Ebul Hasan
Şazeli sürüldü. Rufaî ağır sözlerden dolayı yargılanmış, Ebu
Hamza es-Sûfî ölüm cezasına çarptılmış,584 Abdulmelik b. Mervan döneminde Haris
ed-Dımeşki peygamberlik iddiasında bulununca ayakları bağlanıp hapse
atılmıştır.Şeytanların yaptıklarını tasvip kabilinde gelip ayaklarını
çözdüğü,bazen havada uçtuğu,vücuduna bir şey nüfuz etmediği nakledilir.585
Rijit
çıkış ve aşırılıklar İslam toplumunda rağbet görmemiştir. Rabbânî tasavvufçular
Hallaç gibi rijit hareket edenleri kendilerinden saymamışlardır.586
Batinî
tasavvuf müntesipleri, ömürlerini felsefî ve kelamî tartışmalara adayıp ilahî
kelama zaman ayırmamışlardır. İsrailoğulları Tevrat’ı bırakıp hahamların kitap
ve çalışmalarına yöneldikleri zaman helak oldular. Hıristiyanlar İncil’den yüz
çevirip papaz ve keşişlerin sözlerine saplandıkları zaman dalalete düştüler. Bu
kesim, özellikle ulemanın tefsir, hadis, fıkıh ve düşünce bazında yapılan
çalışmalarını tahkir etme merkezlidir. Batinî tasavvufçular, hadisçilerin senet
ve râviler için sergiledikleri çalışmaları, “beyhude”; muhaddisleri de
“zavallılar” olarak nitelemişlerdir. Kendilerinin, ilmi, doğrudan Levh-i
Mahfuz’dan veya Allah’tan aldıklarını, hadisçilerin ise ölülerden aldıklarını
iddia etmişlerdir.587
Böyle bir iddia ulema ve onların çalışmalarını tahkir eden “ütopik/hayalci” bir
yaklaşımdır. Bu kesimin müfessir, muhaddis ve fakihleri “rüsûm/şekil” uleması
olarak değerlendirmeleri de anlamsız ve bağnazcadır. İmam Kuşeyr’ nin
aktardığı şu hikaye çok gariptir: Mansur el-Mağribi’yi işittim;şöyle
dedi: Birisi Hızırı gördü ve ona sordu:
-İlmiyle
seni geçen var mı?
-Evet,
Abdurrezzak b. Humam’dır,Medine’de etrafındakilere hadis naklediyordu.
Uzakta başını dizine koymuş bir genç gördüm. Kendisine Abdurrezzak yanı
başında hadis naklediyor.
-Neden
onu dinlemiyorsun?
-O,
ölüden rivayet ediyor, ben Allah’tan uzak değilim ki ondan dinleyeyim.
-Beni
tanıyor musun?
-Evet,
sen kardeşim Hızır’sın.588
Bu
gün hangimiz Allah’tan hadis rivayet ettiğini iddia edebilir. Hz. Peygamber bile
Kur’an’ı Cibril’den aldı. Buhari, Müslim, Ahmed b. Hanbel aylarca
yıllarca, sahralarda boşuna mı hadis topladılar, uğraştılar, çaba gösterdiler?589
Tasavvufçu
olarak lanse edilen bazı simalar muhakkik Rabbânî tasavvuf önderleri tarafından
tasavvufçular dışında kabul edilmiştir. Bu cümleden olmak üzere Hallac-ı
Mansufu ele alabiliriz. Cüneyd Bağdâdî, te’vil edilmez şatahatından
dolayı Hallac’ı tasavvuf erbabı dışında saymıştır.590
Şa’râni,
tasavvufun dinamizm ve safvetini kaybettiğini,ihtişamını yitirdiğini şöyle
ifade eder: “Tasavvuf, önceleri hâl ilmi idi; şimdi mal toplama vasıtasıdır.
Tasavvuf,önceleri nefis muhasebesi idi; şimdi ranttır. Tasavvuf,
önceleri ihlas idi; şimdi şöhret malzemesidir. Tasavvuf, önceleri Kitap ve
sünnete ittiba idi; şimdi ibtidia’, yani bid’atçiliktir.Tasavvuf,önceleri
kalbin imarıydı, şimdi aldanma ve aldatmadır; Tasavvuf, önceleri iffet idi,
şimdi uçurum oldu; önceleri ahlak idi; şimdi yardakçılıktır; Tasavvuf, önceleri
Allah yolunda çile idi, şimdi lokmadır; Tasavvuf, önceleri kanaat idi, şimdi
fecaat oldu; Tasavvuf,önceleri dünyevileşmeyle mücadele idi, şimdi dünyalık
elde etme vasıtasıdır.”591
Batinî
tasavvufçuların bir saplantısı da zahir-batın düalizmidir. Saadet asrında
zahir-batın ayırımı yoktu. İslam’ı bütün olarak ele alırlardı. Zahire riayet
edilmezse helal-haram ayırımı kalkar,harama helal, helale haram muamelesi
yapılır. Gazzâlî, batının zahire, zahirin batına muhalif olduğunu
savunmanın bir yozlaşma olduğunu, şer’i yürürlükten kaldırma anlamını
taşıdığından, küfür olduğunu ifade der. Şeriatın dış ahkâmla; yani erkan vs.
konularla, hakikatin (batınî) gerçekle batınî fıkıh, huşu, huzur, ihlasla
ilgilendiğini; yani birinin diğerini tamamladığını belirtir.592 Hz. Peygamber münafıkların
durumunu bildiği halde kendilerine zahire göre muamele ediyor ve onları camiye
ve cihada katılmaktan men etmiyordu. Zahir- batın ikilemi İslam’ı ikiye bölme
endişesini beraberinde getirdi.
Aynı
kesimin diğer bir saplantısı da şeriat-hakikat düalizmidir. Bu kesim, şeri’
ahkâmı dar çerçevede ele almakta, hakikati sadece havasın anlayabildiği bölüm
olarak ele almakta,hakikat ilminin ise İslam’ın özünü teşkil ettiğini
söyleyerek kendilerini hakikatin temsilcisi olarak nitelendirirler. Şeriat,
Allah’ı kast etmek, hakikat, O’nu müşahede etmektir;şeriat zahirin ıslahı,
hakikat ise batının ıslahıdır, gibi tariflerde sıkıntı vardır. Bu düalizm,
şeriatın tamamının hakikat olmadığı kuşkusunu uyandırır. Hakikati şeriatın
dışında aramak kendi kendini aldatmaktan başka bir şey değildir. Bu ayırım,
Allah’ın iki din indirdiği kuşkusunu uyandırır. Şeriat hakikatin ta kendisidir.
Hedefi insanı hakikate götürmektir. Şeriat hem batinî hem de zahirî ıslah için
gönderilmiştir. Şeriat ehli, hakikat ehli diye bir ikilem temelsizdir. Allah
dininde şunlar şeriat şunlar da hakikat ehli şeklinde bir ayırıma gitmemiştir. 593
Tasavvufun
yozlaşan uygulamalarından biri de rabıtadır. Said Ramazan el-Buti’nin de
dikkat çektiği gibi, geçmişte rabıta, mürit-mürşit ilişkisi üzerine bina
edilirdi. Yani mürşide olan sevgi ve bağlılığın ifadesiydi. Bunun anlamı
üstattan yararlanmak, karşılıklı sevgi ve saygıyı gerçekleştirmek idi.
Günümüzde ise şirkin bir tezahürü halini almıştır. 594
Batınî
bid’atçi tasavvufun eleştirilen konulardan birisi de, mürşitlere verilen
kutsiyet ve mutlak bağılıktır. Mürşit haramı emretse bile kendisine asla itiraz
ve müdahale edilmemeli. Şeyhine,“niye bu böyledir?” diyen biri helak olur.595 Müridi şeyhinin
yanında ölü konumunda gören bu anlayış bir sapmadır, tefrittir. Çünkü insan,
akıl ve irade sahibidir. Ashab, gerek gördükleri hususları gerekli gördükleri
yerde Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sorarlardı. Nitekim Hz. Peygamber dört
rekatlık namazı iki rekat kıldığında ashap; “Ey Allah’ın Resulü namaz mı
kısaldı yoksa unuttunuz mu?”şeklinde soru yöneltmiştir.596 Bedir savaşında Hz. Peygamber orduyu
sudan uzak yere konuşlandırınca Hubbab b. Münzir, “Ey Allah’ın resulü
buraya konuşlanmamız vahiyle mi içtihatla mı?” Sorusunu yöneltince,Hz.
Peygamber, konuşlanmanın vahiy olmayıp, bir içtihat olduğunu ifade etmiş ve
orduyu Hubbab’ın işaret ettiği yerde konuşlandırmıştı.”597 Ne Hz. Peygamber
öfkelenmiş ne de Hubbab helak olmuştur. Hz. Ömerin de,
“Gerektiğinde hakkı söylemezseniz sizde hayır yoktur; siz söyler de biz kabul
etmezsek bizde hayır yoktur.” vecizesi aynı anlamı taşımaktadır.
Batınî
tasavvuf mensuplarının zaafiyetlerini fark eden İslam muarızları ne yazık ki
onları İslam ve Müslümanların aleyhinde kullanabilmişlerdir. Bu cümleden olmak
üzere Fransızlar, Cezayir’de Senüsi tarikatı dışında kalan tüm tarikat
öncülerini etkileyebilmişler.Çünkü Senusî tekkeleri; medrese, mabet,
sığınma yerleri, kervansaraylar, aşevleri fonksiyonunu görüyordu.598 Ne hazindir ki
Mağrib’te Fransız ve İspanyollara karşı mücadele veren mücahid Muhammed
Abdulkerim karşısında Ticani tarikat mensupları yer alıyordu.599 Fransızlara
karşı Cezayir halkının dirilişini kıran, Fransız kuvvetleriyle işbirliği
yapanlar da bazı tarikat şeyhleridir. Onları, mücahit komutan Emir
Abdulkadir el-Cezairi’ye karşı kışkırttılar, ordudan ayrıldılar, İslam
uleması aleyhinde propaganda yaptılar. Müslümanları cihada davet eden Reşid
Rıza için, “O bin kafirden daha zararlıdır.”propagandasını yaydılar.600 Fransızlar,
cahil sofiler arasında şu tezi işliyordu: Bu işgal kıyametin alametlerindendir.
Kaderimizde varmış. Fransızlardan korkmakla Allah’tan sakınmak arasında
herhangi bir fark yoktur.601
Reşid
Rıza, tasavvufun
müspet yankıları yanında olumsuz neticelerinin bulunduğuna dair şu örneği
verir: Keramet istismarcıları cahiller arasında revaç bulabilmektedirler. Bazı
yerlerde şeyhin taleplerini yerine getirmeyenlerin harmanları ateşe verilmiş ve
“Şeyhe icabet etmeyenlerin bu dünyada başına gelen musibetlerden bazıları
bunlardır.” tehdidini savurmuşlardır. Fransız komutanın şu itirafı önemlidir:
Bizler için bir tarikat şeyhini elde etmek bir orduyu teslim almaktan daha
yararlıdır.
Batınî
tasavvufta sergilenen sekr, istiğrak, raks vb. haller naslarla çelişmektedir.
Çünkü arif ve muttakilerin efendisi Hz. Peygamber her zaman Cenab-ı Allah ile
beraber olduğu halde böyle durumlara düşmedi. Kendilerini tezkiye ve terbiye
ettiği en muhterem, muttaki ve mübarek nesilden de benzer durumlar sadır
olmadı. Hz. Peygamber miraç gecesinde Allah’ın en büyük delillerini müşahede
etti. Kur’an’ın ifadesiyle, “Göz ne şaştı, ne aştı.”602 Hz. Peygamber buna rağmen bayılmadı,
kendinden geçmedi, hali değişmedi, istiğrak halini yaşamadı. Nusaybin
ahalisinden biri İmam Malik’e,
-Ey
İmam, Sûfîyye adında bir topluluk var. Tıka basa yedikten sonra kasideler
söylüyorlar. Sonra da raks ediyorlar. Onlar hakkında neler söyleyeceksiniz?
-Onlar
çocuk mudur?
-Hayır.
-Deli
midirler?
-Hayır.
-Kendilerine
bazı lakaplar takıyorlar.
-Selefimizden
hiç kimsenin sıraladığın hareketleri yaptığını duymadım.
-Onlar
tıka basa yiyorlar, sonra raks ediyorlar, kimileri başlarını, kimileri
yüzlerini dövüyor. İmam Malik gülerek bulunduğu yeri terk etti ve evine
gitti. İmam’ın arkadaşları,“Otuz küsur yıldır İmam’la beraberiz bu gün kadar
güldüğüne şahit olmadık.” dediler.603
Batınî
tasavvufta görülen Vahdet-i vücud hezeyanı yabancı kültürden sızmış bir sapmadır.Ahmed
Emin, Vahdet-i vücud, fena bulma vs. gibi hallerin Hindu mistisizminden
tasavvufa girdiğini savunur ve İbn Arabi’den şu örneği getirir: Arif,
her mabudu Cenab-ı Hakkın tecelli ettiği bir yer bilir, hepsi ilahtır; taş,
ağaç, hayvan, insan, yıldız, melek...604 Bu rijit görüşler nasıl destek bulsun?
Muteber İslam uleması şiddetle ona karşı koymuş,hatta Hıristiyan ve Yahudi
inancından daha zararlı olduğunu, bu düşünceyi savunanların İslam toplumundan
izole edilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Muhammed er-Remli’nin babası ve
Ahmed Zeyni Dehlan da aynı görüştedir.605 Vahdet-i vücudun ortaya koyduğu, “Dinler
birdir” tezi doğruysa, Hz. Peygamber neden gönderildi? Neden müşriklerle ve Ehl-i
Kitab mücadele ettiı? Bazı tasavvufçuların hadiçileri eleştirerek, “Falan ravi
falan raviden bize hadis rivayet etti” yerine, “Kalbim Allah’tan şunu aktardı.”
demeleri de, bâtinî tasavvuf sapmalarındandır. Şöhretine rağmen Gazzâlînin
İhya’sı hem çağdaşları tarafından hem de kendisinden sonra gelenler
tarafından eleştirilmiştir.Gazzâlînin hadisçiliği İbn Salah, ibn
Cevzî ve Tartuşi tarafından eleştirilmiştir.Kudüs’ün Haçlılar
tarafından istila edilmesine lakayt kalması ve inzivadan çıkmaması, züht ve
tevekkülde tefrite varan bazı görüşleri ortaya koyması eleştirilen konular
arasındadır.
Batinî
tasavvufa getirilen eleştirilerden biri de, ruhbanlığı çağrıştıran bir tevekkül
anlayışıdır. Tevekkül, bütün işlerinde Allah’a dayanıp O’nun iradesine boyun
eğerek işin sonunu O’na bırakmak anlamındadır. Ne hazindir ki bir moral,
dinamizm olan bu kuvvet tembellik ve ruhbanlık olarak algılandı. Bu anlayış
neticesinde din bezirganları çoğaldı, zaviyeler namı altında tembelhaneler
yaygınlaştı. İlk mutasavvıflardan Muhasibî, “tevekkülün kalbin Allah’a
dayanmasından”ibaret olduğunu ifade ettikten sonra şu anlamlı tespitte bulunur:
Kim sebeplere sarılmanın tevekküle aykırı olduğunu düşünüyorsa din-dünya
ayırımını yapmadan tüm faaliyetlerden vazgeçmesi gerekir.606 Muhasibî şunu demek istemektedir:
Helal rızk için çalışmayı terk edenin cennete girmek için ibadet etmeyi de terk
etmesi gerekir; iki durum arasında bir fark bulunmamaktadır. Şu ilginç örnekler
Gazzâlî’ye aittir. Bir derviş geçimini ip bükmeyle sağlarmış. Arkadaşı
kendisine şöyle itiraz etmiş: Rızkını ip bükmeyle elde etmeye çalışıyormuşsun.
Allah seni göz ve kulaklardan etse halin nice olur? Rızkını kim verecek?Bunun
üzerine derviş ip bükmeği terk eder.607 Gazzâlî, Cüneyt Bağdâdîden şunu
nakleder: Müride üç şeyle iştigal etmemesini tavsiye ederim:1.Geçinmek için
çalışmamayı.2.Hadis öğrenmemeyi,3.Evlenmemeyi.608 Süleyman Ravânî, şu üç şeyi dünyaya
meyil anlamında nitelendirir: 1.Hadis öğrenmek için sefere çıkmak. 2. Evlenmek.
3 Geçim için sefere çıkmak.609
Ebu Nuaym Reyyah, el-Keysi’den şunu aktarır: Bir insan şu üç şeyi
yapmadıkça “sıddıklar” mertebesine ulaşmaz: 1.Eşini dul bırakmadıkça.
2.Çocuklarını yetim olarak terk etmedikçe. 3. Köpeklerin inine yerleşmedikçe.610 Ahmet
Bedevî,her gün dama çıkar, yönünü güneşe çevirir, gözleri kızarıncaya kadar
öyle kalmaya devam ederdi.Kırk gün yemek ve içmekten uzak durdu. Kırmızı yünden
yapılan elbise giyerdi. Başına kırmızı yünden başlık alırdı. Başlığı eskiyip
kullanılmaz hale gelinceye kadar başında kalırdı. Arkadaşları “kızılbaş” olarak
tanınmaya devam etti.611
Sofinin biri hastalanır. Eşi,”tedavi olsan iyi olur.”deyince,sofi, “tedavi
olmak isterdim, ancak Ad, Semud, Ress halkını ve onlardan asırlar önce
gelenleri düşündüm, tabiplere rağmen kurtulamadan helak oldular.”der.612
Bazı
tasavvuf kaynaklarında işlenmesi asla caiz olmayan sayısız hikaye, söz amel ve
görüş nakledilmiştir. İbn Cevzî şu örneği verir: Ebu Hamza es-Sûfî
bir kuyuya düşer. Önünden geçen iki yolcu ağzını kapatır.Tevekkül zedelenir
endişesiyle, Ebu Hamza kuyuda olduğunu hissettirmemiştir.613 Bu zat
tevekkülün ne olduğunu bilseydi kendini tehlikeye atmazdı. Hz. Peygamber gizlenerek
hicret etti, mağaraya sığındı, müşrik Abdullah b. Ureykıt’ı kılavuz
olarak tuttu, hayvan sürüsüyle izlerini kaybettirdi. İslam ahlakına göre acıkan
yemeği,susayan da şu içmeyi terk ederse azabı hak eder. Ebu Turab en-Nehesî,
üç gün aç kalan bir müridin karpuz yemek istediğini görünce şöyle demiş: Sen
tasavvufçu olamazsın. Artık pazara çık.614 Her peygamberin bir meslek sahibi olduğunu,
keza her alimin bir meslekle iştigal ettiğini düşünürsek bu anlayışın ne kadar
yanlış olduğunu anlarız. O halde Kuşeyrî’nin yukarıdaki anlayışı Kur’an
ve enbiyanın tevekkül anlayışıyla bağdaşmamaktır.Hz Ömer, gördüğü
kimselerden ne işle meşgul olduğunu sorardı;kişi, “ herhangi bir işle meşgul
değilim.” deyince Hz. Ömehin gözünden düşerdi.615
Tefritçi
olan bu anlayış teâkül ile tevekkülü birbirine karıştırmaktadır.
Birincisinin başkasının sırtından yemek, diğerinin ise esbaba sarıldıktan sonra
Allah’a güvenmek, çabasının Allah katında zayi olmayacağının bilincinde olmak
anlamında olduğunun farkında değildir. Sofrada hazır yemeğe yanaşmayıp “ben
tevekkül ettim” demek, tevekkül adına yemeği ağza almamak, çiğnememek, yutmamak
nasıl abes ise, ekmeden biçmek, evlenmeden çocuk beklemek de abestir. Kur’an, “Azmettikten;
yani esbaba sarıldıktan sonra neticeyi Allah’tan bekle; yani tevekkül et.”
buyurmaktadır.616 Hz.
Peygamber de, “Deveni bağladıktan sonra Allah’a tevekkül et.” buyurmuştur.617 Tembelliğe ve
çalışmamaya pirim vermemek için, gücü yerinde olan biri, ibadet gayesiyle de
olsa inzivaya çekilmişse zekat alamaz.
İnsanlığa
tevekkülü öğreten Hz. Peygamber ve arkadaşları, “Allah’a tevekkül
ediyoruz;kader neyse karşımıza o gelir.” deyip düşmana karşı lakayt kalmadılar.
İlk nesil,“Allah bize zaten zafer vaat etmiştir. Çalışma ve cihada ne gerek
var?” dememiştir. Hz. Peygamber, kılıç kuşandı, zırh giydi, mağarada gizlendi,
tedbir aldı, hendek kazdı, yaralandı, zehirlendi, Hz. Musa hicret etti,
Hz. Davud demiri örste dövdü.
Allah’ın
nimetlerinden yararlanmak ve aşırılık ayrı şeylerdir. Ruhbanlık aşırılıktır.
Zühd ve ihsan ise ayrı şeylerdir. Birinde Allah’ın nimetlerinden yararlanmak
söz konusu iken, ruhbanlıkta onlardan yüz çevirmek söz konusudur. Ruhbanlık,
bilinçsizlik ve sünnetten yüz çevirme, ihsan; Allah’a kulluğun bilincinde
olmak, O’nu her an anmak, ondan gafil kalmamaktır.
Tasavvuf
nefsi tezkiye niyetiyle kurulmuş hoş bir bahçeydi. Ancak sonradan içinde
yabancı otlar, bitkiler yetişti. Bazı bölümlerine zararlı varlıklar yerleşti.
Tasavvufun zararlı madde ve bitkilerden ayıklanması gerekir.
Batinî ve Bid’atçi Tasavvufa İlk
Eleştirinin Tasavvuf Ehlinden Gelmiş Olması
“Birisi
sabah vaktinde tasavvufa intisap etse, öğle gelmeden aklını kaybeder. ”
İmam
Şafii
İmam
Şafii: el-Beyhaki, Yunus b. Abdul’-A’la’dan
o da Şafii’den şunları nakletti: Birisi sabah vaktinde tasavvufa intisap
etse, öğle gelmeden aklını kaybeder. Tasavvufçular arasında Müslim el-Havvas
dışında akıllı kimse görmedim.618
Kuşeyrî:
“Dostlar! Allah’ın rahmeti üzerinizde olsun; iyi biliniz ki; bu taifeye mensup
olan hakiki sûfîlerin çoğu yok olup gitmişlerdir. Şu içinde bulunduğumuz
zamanda bu zümrenin kendisi değil, sadece eserleri (izleri-kitapları)
kalmıştır. Şu şiir bu hali çok güzel anlatır: Çadırları onların çadırlarına
benziyor, halbuki görüyorum ki çadırların içlerinde duran kabilenin kadınları,
sevgilinin kabilesine ait çadırların kadınlarından başka! Şimdiki sûfîler şekil
ve kıyafet bakımından eski sûfîlere benziyor, ancak ruh ve muhteva bakımından
başkalaşmışlardır. Tasavvuf yolunda bir duraklama ve gevşeme baş göstermiştir.
Daha doğrusu bu yol hakiki manasıyla yok olup gitmiştir. Kendileriyle hidayete
ulaşılan şeyhler vefat etmiş gitmiş;şeyhlerin gidişatına ve adetlerine tabi
olan gençler azalmış, vera’ kaybolmuş, sergisi dürülmüş, tamah kuvvetlenmiş,
ihtirasın kökleri ve bağları güçlenmiştir. Şeriata hürmet hissi kalplerden zail
olmuştur. Dine karşı kayıtsızlığı, menfaat temin etmenin en güvenilir vasıtası
olarak kabul eden zamanın sofuları, haram ile helal arasında fark görmez
olmuşlar, dine ve din büyüklerine karşı saygısız olmayı din haline
getirmişlerdir.”619
Ebu
Abdullah Muhammed b. Hafif:
Tasavvufun öncülerindendi. Mensuplarına şöyle derdi: “İlimle iştigal
edin,sofilerin sözlerine kanmayın. Davetimi onlardan gizliyordum ve gizlice
ilim ehline gidiyordum. Farkına vardıklarında aleyhimde bulunuyorlardı. Ve, ‘O
iflah olmaz.’ diyorlardı. Sonunda bana muhtaç oldular. Ömrünün sonunda müzmin bir
hastalığa yakalandı, yürüyemez oldu. Ezan okunduğunda biri onu sırtına
alır,camiye götürürdü. “Beni camide bulamazsanız mezarlıkta arayın,”derdi.” 620
Cüneyd
el- Bağdadî:
Tasavvufçuların piri olarak bilinen Cüneyd Bağdadî bile kendi döneminde
tasavvuf ilminin garip kaldığını, hakikat ilminin sergisini topladığını, işin
lafa kalıp ehlinin bulunmadığını belirtmiştir.621
Kelâbasîsonraları
bu yola rağbet azalmış, istek zayıflamış, netice olarak da bu yol soru-cevap,
kitap-risale şekline dönüşmüştür. Neticede mana, gitti isim kaldı. Hakikat
kayboldu, şekil ortaya çıktı. Hakikati aramak bir süs, onu tasdik bir zinet
halini aldı. Tasavvuftan anlamayanlar sûfilik iddia etti, sûfî olmayanlar
onunla süslenmeye özendi.”622
Hucvîrî:
ilmin gereksiz hatta terk edilmesi gereken bir şey olduğunu savunan sûfîler
için cahil, sapık, ahmak terimlerini kullanmış, halkın bu yanlış
kanaatleri genelleştirerek bütün sûfîlere mal ettiklerine de temas etmiştir.623
Ebu’l
Hasan el-Busencî: Kendi
dönemiyle geçmiş dönemlerdeki tasavvufun kıyasını yaparak şu gerçeği ortaya
koymuştur: Geçmişte tasavvuf ismi yoktu ancak hakikatı mevcuttu. Günümüzde ise
ismi var ancak hakikati mevcut değildir.624
Ebu
Hasan en-Nuri: Zamanındaki
sofileri şöyle niteler: Eskiden yamalı elbiseler, samimi insanları örtüyordu.
Şimdi ise leşleri gizlemek için giyilmektedir.625
Gazzâlî:
Ihya’da kendisini
aldatan ve başkalarının aldanmasına sebep olan kimseleri alimler, ağabeyler,
servet sahipleri ve sûfîler olarak dört grupta toplamakta, şikayetçi olduğu sûfîlerin
vasıflarını anlatmakta ve batınî sûfîyyenin İslam’a verdiği zararın hiçbir
kesim tarafından verilmediğini itiraf etmiştir.626 Gazzâlî, Hallac’ın, “Ben
Hakkım/Allah’ım.” demesini şiddetle eleştirmiştirerek böyle söylem ve
ifadelerin saf zihinleri bulandıracağına dikkat çekmiş,bu tür sözleri sarf eden
birini toplumdan izole etmenin on kişiyi diriltmekten daha faziletli olduğunu
söylemiş;627 her
kesime yabancı sızmalar olduğu gibi, tasavvufa da yabancı sızmaların olduğunu
hatırlatmış;628
tasavvufa yöneldiği halde gerektiği hallerde batinî tasavvufçuları şiddetle
eleştirmekten geri kalmamıştır.629
Sûfî Olmayanların Batınî ve Bid’atçi
Tasavvufa Yönelttiği Eleştiriler
Ibn
Hazm: Hallac ve diğer
kimselerin “Cenab-ı Hakk’ın, yarattıklarına hulûl ettiği” görüşüne sahip
olduklarından söz etmiştir.630
Ibnu
Cevzî: Sûfîlerin
tedavi olmamalarından, ayağına batan dikeni almayacak kadar tevekküle
sarılmalardan,631
ilmî hayattan kaçmalarından bahsederek 632 bütün bunların bilgisizlikten
kaynaklandığını söylemiştir. İlk sûfîlerin hayatlarında görülen, meyve yememek,
soğuk su içmemek, nefse işkence etmek gibi zühd dönemine ait unsurları
“Resulullah (sav) böyle yapmadı.” diye reddetmiştir.633 Ibn Cevzî, genel anlamda
tasavvufçuların şu yönlerini eleştirmiştir:
·
1.
İlham ve keramette görülen sapmalarını.
·
2.
“Kalbim Rabbimden şunu aktardı.” benzeri iddialarını.
·
3.
Allah iki ayrı din göndermiş gibi, hakikat ve şeriat diye iki ayrı din imajını
vermelerini.
·
4.
Ruhbanlık derecesinde dünya ile mücadele etmelerini. (Günümüzde bu değişmiş,
yerini rant kavgaları almıştır.)
·
5.
Söylem ve davetlerinde zayıf ve mevzu hadisleri kullanmalarını.
·
6.
Kitaplarında İsrailiyat, hurafe ve bid’atlere yer vermelerini.
·
7.
Müridin akıl iradesinin ipotek altına alınmasını,müridin mürşit elinde gassalin
elindeki ölü konumuna düşürülmesini, akıl ve iradeyi işlevsiz kılmalarını.
·
8.
Zikir ve evratlarında Kur’an ve sünnette geçen metinler yerine, mürşit veya
tarikat metinlerini yeğlemelerini.
Ibn
Cevzî’nin eleştirdiği
konulardan birisi de Gazzâlî nin Ihya’sına almış olduğu şu garip
hikayedir: Bir sofi çevresinde dürüstlüğüyle ün salınca kibre düşme korkusuna
kapılır. Hamama gider. Bazı müşterilerin elbiselerini çalar ve hamamı terk
eder. Yetkililer onu takip eder, yakalar ve tazir ederler. Bundan sonra “hamam
hırsızı” olarak tanınır. Gazzâlî,olayı ders alınacak bir olay
olarak değerlendirir ve şu yorumu yapar:“İşte onlar bu yöntemlerle nefislerini
terbiye ederlerdi.”634
Kalp hırsızlıkla nasıl tezkiye edilecek? Kalbi terbiye etmenin başka yöntemi
yok muydu? Hz. Peygamber arkadaşlarına kalp terbiyesi için hırsızlığı mı
önermişti? Bir Müslüman neden “hırsız” olarak tanınsın? “Dürüst”, “emin”
“kahraman” olarak tanınması daha iyi değil miydi? İbn Cevzî, Gazzâlînin
zühd konusunu işlerken, “Kimisi gece boyunca kafası üzerinde durur, kimisi de
riya korkusuyla -tasadduk yerine- servetini denize atardı.” ifadesi üzerine
şöyle der: “Gerçekten Gazzâlî’ye şaşmamak elde değil. Şeriata muhalif
olan bu hareketleri övme bağlamında nasıl yazar? Kafa üzerinde gece boyunca
kalmayı ve malı denize atmayı nasıl över?” Gariptir ki İbn Cevzî, Gazzâlînin
hadisçiliğini eleştirirken kendisi de Zemmu’l-Hevâ isimli kitabını
uydurma hadislerle doldurmuştur.
Reşid
Rıza: Hizipçilik ve
tarikat taassubunun vardığı boyutları şu anekdotla örneklendirir: Şam’da
her muhalifini “Vahhâbî” olmakla itham eden biri vardı. Bir defasında
Hıristiyan bir düşünürle tartışır. Onun Hıristiyan olduğunu bilmez. Hıristiyan
kendine muhalefet edince “Sen de Vahhâbîsin” ithamında bulunur. Hıristiyan,
“Hayır ben Hıristiyanım, dinimden vazgeçmiş değilim.” der. O ise onun Vahhâbî
olduğunda ısrar eder.635
Tasavvufa Karşı İfratçı ve Katı
Duruş
“Sûfîler
tağuttur. Çünkü tağutlar da Allah’ın azabından korkmazlar. ”
İbrahim
İdris Muhammed
Tasavvufu
eleştirenler arasında, ilim ve insaf ölçüleri çerçevesinde hareket edenler
bulunduğu gibi, boğanın kırmızıya saldırdığı gibi ona saldıranlar,onu
eleştirenler, onu Yahudilik, Hıristiyanlık ve komünizmden daha tehlikeli gören
tefritçi bir kesim de olmuştur. Bu duruşun aşırı ve duygusal olduğu açıktır.
Çünkü söz gelimi tefsirden bahsedilirken ilhadî ve israiliyatçı, sapmacı ve
tahrifçi tefsir kast edilmediği gibi, tasavvuf ele alındığında da Batınî,
hululcü ve bid’atçi tasavvuf değil, Rabbanî ve irfanî tasavvuf kast edilir.
Tasavvufçular
da, hadisçiler, kelamcılar, tefsirciler, mücahitler vs. gruplar gibidirler. Bu
gruplarda isabet eden olduğu gibi, istismar eden de olmuştur.Nasıl ki
muhaddislerden söz edilince hadis uyduranlar değil, Buhari, Müslim, Ahmed b.
Hanbel, Askalânî vb. zevat hatırlanıyorsa, keza müfessirler söz konusu
edilince yalanlarıyla şöhret bulmuş Mukatil değil, Râzî, Taberî,
Âlûsî, İbn Kesir hatıra geliyorsa; tasavvuftan bahsedilince de Batınî
tasavvufu ortaya koyan ve rijit görüşleriyle şöhret bulan hululcü,
reenkarnasyoncu, Hallâc, İbn Farid, İbn Arabî değil, Fudayl bin İyad,
Bişr el-Hafî, Cüneyd el-Bağâdâî, Abdullah b. Mübarek, Abdulkadır Geylânî, İmam
Rabbânî, Dehlevî, Tehânevî vb. hatıra gelmelidir. Çağdaş ulemadan selefi
araştırmacı Muhammed Kasım,tasavvufçulara hücumda tefrite giderek, şöyle
der: “Tasavvufçuların yanında şeyh tanrıdır. Ona ulûhiyetin her vasfını
veriyorlar;şeyhlerini putlaştırırlar; onları Allah’ı sevdikleri kadar, hatta
daha çok severler.”636
Aynı zat, “İnsanlardan kimi de Allah’tan beride O’na karşı bir takım
benzerler ediniyorlar ve onları Allah’ı sever gibi seviyorlar.”637 âyetinin
tasavvufçular hakkında nazil olduğunu iddia eder ve sûfîlerin Allah’ı
sevmediğini nakleder 638.
Rijit
bir grup, tasavvufçuları Zerdüştlere, Mecusilere, Hindu putperestlerine
benzetmişlerdir.639
Diğer bir grup, sûfîleri sihirbazlara benzetmiş. Bazıları da daha da aşırı
giderek şöyle demişlerdir: Sihirbazlar mesleklerini açığa çıkarırlar, ancak
sofiler mesleklerini gizlerler.640 Bazı kesimler de tasavvuf ile Hıristiyanlığı
aynı kefeye koymuşlar ve aralarında herhangi bir fark görmemişlerdir. İbrahim
Idris Muhammed İdris, sûfîler hakkında şöyle
der: Sûfîler tağuttur. Çünkü tağutlar da Allah’ın azabından korkmazlar.641 Aynı zat,
kabirlerin üzerindeki kubbeleri “put abideleri” olarak değerlendirir. Yapılan
yanlış bir harekettir, ancak her yanlışı yapan put olmaz; yanlış yapanları
“putçular” olarak değerlendirmek tefrittir.642 Mahmud Abdurrezzak, tasavvufçuları
eroin, afyon kullananlara benzetir; hepsini büyük şirke düşmekle itham eder.643 Kimileri
sofileri; Allah’ı, risaleti, ahireti, bütünüyle inkâr eden, komünistlere
benzetmişlerdir. Güya sûfîler kainatta Allah dışında bir şeyin mevcut
olmadığını iddia eder;komünistler de “madde dışında bir şey yok” demektedirler.644
Görüldüğü
gibi bu benzetme ve değerlendirme ahlak ve insaf ölçülerini aşmaktadır. Bir
hakimin rüşvet yemesi tüm hakimleri rüşvetçi kılmadığı gibi, bir hekimin
mesleğini kötüye kullanması, ehliyetsiz olması tüm hekimleri töhmet altına
almadığı gibi,aşırı ve rijit tasavvufçuların bulunması, hepsinin aynı olduğu
anlamına gelmez.
Mezhebe
İntisapta İtidal645
“İslam
Mezhepleri, cennete götüren yollardır. ” Şeyhülislam
İbn Teymiye
“Hanefi
(veya herhangi diğer bir mezhep mensubu) olmamızda sakınca yoktur. Ancak,
hadisleri dayatma ile Hanefi veya Şafii kılmamalıyız. ”
Pakistan
Genel Müftüsü Muhammed Şefi’
Mezhep;
lügatte gidilen yol demektir; çoğulu mezâhibtir Terim olarak birbirine
yakın ifadelerle tarif edilmiştir. Mezhep,bir müçtehidin içtihat ile elde
ettiği hükümler mecmuasıdır.646
Mezhep, kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemine sahip olduğu kabul
edilen itikadî ve fıkhî doktrindir. Akide mezhepleri için, nihle veya fırka
ifadeleri kullanılır.
Mezheplerin
ortaya çıkış gayesi; İslam’ı yaşamak ve Allah’ın rızasıdır. Mezhepler
vasıtasıyla Allah’ın rızasını elde etmek ile haccın en önemli şiarı Arafat’a
ulaşmak için çeşitli vasıtalar kullanmak arasında bir benzerlik vardır. Şöyle
ki: Arafat’a değişik vasıtalarla; otobüs, deve, uçak, özel araba gibi
vasıtalarla veya yaya olarak gidilir. Ancak, mesela İngiltere’ye giden
biri;‘ben Arafât vakfemi orada gerçekleştirmek istiyorum’ diyemez. Misalimizde
olduğu gibi, mezheplere ittibanın asıl gayesi Allah’ın rızası ve Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine
ittiba olmalıdır. Mezhepler, tükenmez ve muazzam bir servettir. Mezheplerin
farklı görüşleri, yöntem ve metotları kültürel bir servet, zenginlik ve
övünülecek bir mirastır. Mezheplerin teşekkül dönemi, İslam’ın en parlak
dönemidir. En büyük eserler o dönemde yazılmış, en büyük hukukçular,
hadisçiler, tarihçiler o dönemde yetişmiştir.
Sünnîler
Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’ni/üniversitesini tesis ederken, Şiiler de
Kahire’de Ezher Üniversitesi’ni kurdular. Her iki üniversitede büyük alimler,
edebiyatçılar, hadisçiler, hukukçular yetişti. Değişik mezheplerin bulunması
ilmi rekabete yol açtı. Bu rekabet muhteşem zenginliğini bir ilim ve kültür
miras bıraktı. Mezhepler olmasaydı fıkıh, tefsir, hadis bu kadar gelişir miydi?
Mezheplerin çokluğunu İslam’ın değişik kültür, ekol ve mektepleri olarak
görmekteyiz. Nitekim, bilimde de psikoloji, sosyoloji, tarih, tıp, matematik
vs. bilim dalları değişik kürsü ve bölümler vardır. İslam mezhepleri arasında,
“Allah ve Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) itaat etmeyiniz, Kitap ve sünnetin izinde
yürümeyiniz” diyen, kendi görüşlerini vahiyden üstün tutan, şahsi çıkarı için
kurulan bir muteber bir mezhep de yoktur.
İslâm
mezhepleri, esasta birbirlerine muhalif değildir. Mezhep imamları aynı ailenin
çocukları ve aynı üstadın öğrencileri gibidirler. Aynı büyüğün terbiyesiyle
yetişen bir ailenin fertlerini hatırlatırlar. Ebu Hanife, Cafer Sadık’tan,
İmam Malik İmam Muhammed’den, İmam Şafii İmam Malik’ten, Ahmed b. Hanbel de
İmam Şafii'den istifade etmiştir.Oryantalistlerin iddialarının aksine, onlar,
ne Katolik, ne Protestan ne Nasturiye ne de Samiriyye mezhepleri gibidir.
Çocuğumuza
para verip, “evladım bize meyve al” dememiz, kendisini portakal, elma, nar,
üzüm vs.yi getirmesi hususunda serbest bırakmamız anlamındadır. Sadece “nar al”
denilse onu bulamayabilir. Nar olmayınca, “portakal vs. alabilirsin” demektir.
Bunun gibi, âyette; “ Başlarınızı mesh edin.”654 denilmiştir.
Ancak başın ne kadarı mesh edileceği sarih olarak belirtilmemiştir.Benzeri
nasslar, ulema arasında ihtilafın çıkmasına neden olmuştur.
Çatlama
belirtileri bulunan bir bina için mühendisin bina sahibine, “Çocukları binadan
tahliye edin, bina çökebilir.” dediği sırada bina sahibi o hengamede mühendise
“delil getir” denmez. Biz de delilleri araştırırız, ancak ulaşamadığımız
durumlarda ulemamızın samimi niyet, muazzam ceht ve gayretlerine güvenir,
nasslara muhalif olmayan görüşlerinden istifade ederiz. İhlas ve samimiyetle
ortaya konulan ceht ve gayretler,ne yazık ki sonradan gelen mutaassıp mezhep
mensupları tarafından kin, nefret, bölünme ve hatta çatışmalara alet
edilmiştir.
Mezhep
imamları, Kur'an ve sünnetten yüz çevirmeyi değil, Kitap ve sünnetten nasıl
hüküm çıkarılacağını öğretmişlerdir. Peygamberler dışında her kim olursa olsun
bir insanın her şeyine ittiba etmeyi farz görmek, -Allah korusun -şirk ve onu
Hz. Peygamber seviyesine ulaştırmak anlamını taşır. Bir mezhep imamı, dinin
kurucusu; yani Şari’ olmadığı gibi, mezhep de din değildir, dine götüren
yollar veya vasıtalardır. Mezhep, din olarak algılanırsa değişik dinler oluşur.
İslam
mezheplerinin hepsi, Allah’a, kitaplarına, elçilerine, meleklerine, âhiret,
gününe imanda, Allah’ın ilim ve kudretinin sınırsız oluşunda, ibadetin sadece
O’na yapılacağında, O’nu noksan zat ve sıfatlarından tenzih etme vs. konularda
müttefiktirler. Keza mezheplerin hepsi Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) son peygamber, Müslümanların
yegane ve tartışılmaz rehberi oluşunda, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunda onun
tebdil ve noksanlıktan uzak olduğunda, Ka’be’nin Müslümanların tek kıblesi
oluşunda, namaz, oruç, zekat, hac, cihad, iyiliğe çağrı ve kötülükten men etme
gibi vecibelerin gereği konusunda müttefiktirler. Hiçbir İslam mezhebi İslam’ın
noksan olduğunu, yalnız âhirete hitap ettiğini, Müslümanlar yerine
gayrimüslimlerin dost edinilebileceğini söylememiştir. Pakistan Genel Müftüsü Muhammed
Şefi’ şöyle der: “Hanefi (veya herhangi diğer bir mezhep mensubu) olmamızda
sakınca yoktur. Ancak, hadisleri dayatma ile Hanefi veya Şafii kılmamalıyız.”647 Genel müftü, bu
vecizesiyle üç noktaya dikkat çekmektedir:
·
1-
Taassuba gitmeden dinî metinleri yorumlamalıyız.
·
2-
Mezhep görüşlerini dinî metinlerin önüne geçirmemeliyiz.
·
3-
Mezhebi savunma bağlamında sağlam delil kullanmalıyız.
Bütün
ilim dallarında nisbî de olsa taklit vardır. Bu bağlamda örnek olara tıp ilmini
gösterebiliriz. Hasta biri hazık bir tabibe gider. Tabip hastalığı için ilaç
tavsiye eder. Hasta onu bildiği için teferruat ve delil istemez. Bunun gibi
inşa etmek istediğimiz binanın plan ve projesini mimar veya mühendisten alırız.
Ameliyat olmak istediğimiz cerrahın maharet ve ehliyetini sorarız. Avam için
aynı durumu düşünebiliriz. Ehliyet ve takvalarına güvendiğimiz alimlerin
sözlerine itibar eder, görüşlerini uygulamaya çalışırız. Çünkü önceden de ifade
edildiği gibi, delil aramayı kendileri özendirmiş ve delilsiz görüş
belirtmekten çekinmişlerdir. Ulemanın dediği gibi, taklit geçici bir süreçtir,
kıbleyi bilmeyen birinin pusulayı kullanması, normal ve gereklidir. Güneş
varken mum veya el feneri kullanmaya gerek duyulmamalı.
Mutedil
duruşu sergileyenler, mezheplerin fıkıh ve kültür mirasından yararlanır, beşer
olmaları hasebiyle kendilerinden sadır olmuş hatalarından sarf-ı nazar eder. Bu
kesimin önerisi; delile dayalı, kör taklit ve taassuptan uzak ilk dönemi esas
alan mezhep anlayışıdır. Mezhep müntesipleri ihtilaf edilen konularda
birbirlerine toleranslı davranacak, birbirlerini mazur görecek, ittifak
ettikleri konularda da yardımlaşacaklardır.
Mutedil
duruş, mezheplerin birer İslam müessesesi, mezhep imamlarının da, Müslümanların
medar-ı iftiharı şahsiyetler olduklarını savunur. Bununla beraber müçtehitlerin
beşer olduklarını, içtihatlarında isabet edebilecekleri gibi, bazı konularda
yanılmış da olabileceklerini, peygamberden farklarının olduğunu, mezhep
imamlarının insanları kendilerini taklide değil, Kur’an ve sünnete davet
ettiklerini, mezhep imamlarının ortaya koymuş oldukları fıkıh, içtihat ve
taklit anlayışının günümüz anlayışından çok farklı olduğunu, hayatta olsalardı
mensuplarını insaf ve itidale davet edeceklerini, ifrat, tefrit ve taassuptan
beri olduklarını savunmaktadır.
Mutedil
duruş, meseleleri araştırarak anlamaya çalışır, delilleri inceler. Bu kesimi
diğerlerinden ayıran en önemli ayrıcalık, bunların taklit yerine tahkiki
yeğlemeleridir. Bunlar, mezhebin ana-babadan miras yoluyla gelmesi yerine,
tahkik ve araştırmayla seçilmesinin daha isabetli olacağını savunurlar.
Bir Mezhebe Bağlanma
Birçok
konuda olduğu gibi, bu konuda da ihtilaf edilmiştir. Bazı alimler muayyen bir
mezhebe ittiba etmeyi gerekli görürken, bazıları da bilinmeyen konuların
herhangi muteber bir alime sorulmasını yeterli görmüştür. İzz b. Abdusselam,
Gazzâlî, Nevevî ve İbn Burhan benzeri büyük alimler, muayyen bir
mezhebe bağlanmanın şart olmadığını söyleyen alimlerdendir.648 İmam Şa’rânî şöyle der."Muayyen
bir mezhebi taklit etme konusunda seleften herhangi bir tavsiye gelmemiştir.
Eğer bu konuda herhangi bir tavsiye gelmiş olsaydı, insanların günaha girmeleri
söz konusu olurdu. Çünkü muayyen bir mezhebi taklit edenler, taklit ettikleri
müçtehidin ulaşamadığı hadislerle amel etmekten mahrum kalırlardı. İslam tek
bir mezhepten ibaret değildir. İslam, temel kaynakları olan Kur’an ve sünnetle
birlikte bütün müçtehitlerin içtihadından ibarettir. Allah Teala, insanlara
masum olmayan imamlara tabi olmayı farz kılmamıştır. Kaldı ki imamlar da böyle
bir iddiada bulunmaktan beridirler. Her biri; "sahih hadis görürseniz,
onunla amel edin" derdi.649
Toplumumuz,
baliğ olan herkesin muteber mezheplerden birini seçmesini gerekli ve hatta
vacip bilmektedir. Çocuklar baliğ olunca anne ve babalarının mezhebini taklit
etmeyi dinî bir vecibe bilirler. Oysa buluğa ermiş bir Müslümanın ana babasının
devam ettiği mezhebi devam ettirmek mecburiyetinde değildir. Bir mezhebe girmek
isteyen biri ilgili mezheplerin delillerini, usulünü ve imamlarının hayatlarını
inceler, neticede sünnete en yakın olanı tercih eder. Mezheplerin delillerini
araştırmak, delili kuvvetli olanı tercih etmek, mezhepleri yok saymak veya
onlarla mücadele etmek anlamında değildir.Yasaklanan husus; insanları masum
peygamber seviyesinde görmek, Kitap ve sünnete uymak yerine nefis ve hevâya
uymaktır.
Şu
da bir gerçektir ki; sahabe döneminden günümüze dek, isteyen istediği alimi
taklit eder; kimseye bu konuda herhangi bir müdahale olmazdı. Konuyla ilgili olarak Hanefî
ulemasından Muhammed b. Abdulazim el-Mekkî el-Hanefî er-Rumi el- Mevrevî,
şunları der: “Allah Teala, hiç kimseye Hanefî, Şafiî, Malikî veya Hanbelî
olmayı emretmemiştir. Allah Teala‘nın vacip kıldığı; Hz. Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) tabi olmaktır.”650 Şafiî
ulemasından İrakî de şöyle demektedir: İslam’a giren biri, dilediği
alime ittiba eder. Dileyen Ebubekire, dileyen Ömer’e, dileyen de Ebu
Hüreyre’ye ittiba eder. Bu konuda icma vardır.651 “Allah kimseye belirli bir mezhebe uymayı vacip kılmamıştır. Bu ümmetin
uleması insanları kendilerine tabi olmaya davetten beri olduklarını ilan
etmişlerdir.652 Dikkat
çekilen husus, muteber alimlerden yararlanmaktır.
Şah
Veliyullah Dehlevî
şunları der: “İlk asırda mezheplerin bulunmaması, hadisin tedvini ile sarf ve
nahiv ilmine benzer. Selef her ne kadar hadis yazmamış ise de bugün hadis
yazmak vaciptir. Arap oldukları için nahiv ve lügat ilimleriyle
uğraşmamışlardı. Günümüzde ise dil ilmini öğrenmek vacip hale gelmiştir. Bugün
insanlar fasih Arapça’nın konuşulduğu dönemden uzaklaşmışlardır. Bunlar için
söylediklerimizi bir mezhebe bağlanma için de söyleyebiliriz. Mezhebe bağlanma
hem vacip hem de değildir. Şöyle ki: Hindistan'da veya Uzakdoğu ülkelerinin
birinde yaşayan biri, bulunduğu yerde Hanefî alimlerinden başkalarını
bulamıyorsa böyle birinin Hanefî mezhebine ittiba etmesi vacip olur. Diğer
mezheplere ittiba etmesi ise haram olur. Fakat aynı şahıs Uzakdoğu’da değil de
mesela Mekke veya Medine gibi tüm mezheplerden istifade etmenin kolay olduğu
bir yerde bulunursa tüm mezheplerden istifade etmesi kolay olur.”653
Muhtemel
bir soru: Ebu Hanife, Malik, Şafii
ve Ahmed b. Hanbel’in akidelerinde herhangi bir sorun var mı idi ki,
mensupları akidede onları değil de Maturidî ve Eş’ari’yi taklit
etmektedirler? Cevap: Kesinlikle hayır. Bu uygulamanın kaynağı gelenek
ve taklitten öteye geçmemektedir. Çünkü başta dört meşhur imam olmak üzere,
bütün İslam müçtehitleri amelde olduğu gibi, akidelerini de Kitap ve sünnetten
almışlardır. Akideyi sunmada en sağlam ve isabetli yöntemin Kur’an yöntemi
olduğunu savunmuşlardır. Allah Teala’yı bütün noksan sıfat, ta’til, teşbih ve
tecsimden tenzih etmişler, İslam akidesini muarız ekol ve mezheplere karşı
savunmuşlardır. Kur’an ve sahih sünnette geçen itikadî konuları kabul,
geçmeyenleri de ret etmişlerdir. Onların akidesi, Kur’an, sünnet ve ashabın
itikadıydı. Bu nedenle mesela, Hanefî birinin amelde olduğu gibi, akide de Ebu
Hanife’ye ittiba etmesinde, keza Şafiî birinin akide de İmam Şafiî’ye
ittiba etmesinde herhangi bir beis yoktur. Bunu reddedecek ne aklî ne de naklî
bir delil vardır.
Herhangi
bir Müslümanın istediği mezhepten yararlanma hakkı olduğu gibi, taassuba
gitmemek kaydıyla dinî vecibelerini tek bir mezhebe göre yerine getirme hakkına
da sahiptir. Mutlak anlamda, yani doğru-yanlış demeksizin tek bir kişi veya
mezhebi ömür boyu taklit etmek, taklit edilene “masumiyet” vasfını vermeyi
çağrıştırdığından, taassup belirtisi olarak nitelendirilmiştir.Bir Müslümanın İmam
Şafiî, Ebu Hanife veya herhangi bir muteber alime uymasının caiz
görülmemesi düşünülebilir mi? Ebu Talib el-Mekkî şöyle der:Tek mezhebe
bağlanmak ve her şeyde tek bir imama göre hareket etmek, selefte olmayan bir
yöntemdir. Selef döneminde avam, abdest, boy abdesti, namaz, zekat, oruç, hac,
nikah, alışveriş vs. konuları tek mezhebe göre değil, bulundukları çevrenin
değişik ulemasından alırlardı; karşılaştıkları problemleri Medineli- Küfeli
ayırımına gitmeden sorar ve gereğini yerine getirirlerdi. Havas, âyet ve
hadisle amel ederdi. Usulcüler de nass bulunmayan konularda içtihat ederlerdi.654 “Kur’an, sünnet
ve icmayla sabit olmuş bir konuda farklı hüküm ortaya koymak haramdır. Kur’an
ve Sünet’te bulunmayan bir konuda doğruyu bulmak için içtihada gidilir.”655
Hülasa-ı
kelam; içtihat
edecek seviyede olmayan Müslümanların taassuba gitmemek kaydıyla muteber İslam
mezheplerinden birine intisap etmesinde yadırganacak bir durum bulunmamaktadır.
Yani;mezhebe evet taassuba hayır.
Mezhebe
Bağlanma Hususunda İfrat
"Kitap,
sünnet ve sahabenin görüşlerine uygun düşse bile, dört mezhep dışındakileri
taklit etmek caiz olmaz. Dört mezhep dışına çıkan, hem dalalete düşmüş hem de
başkalarını dalalete düşürmüştür. Kur'an ve sünnetin zahiriyle amel etmek
küfrün temellerindendir.”
Ahmed
Muhammed es-Sâvî
İfratçı
kesim, mutaassıp mezhep müntesiplerinin ortaya koydukları duruşu temsil
etmektedir. Bunlar mezheplere bağlılık konusunda aşırılığa giderler. Kendi
mezheplerini doğru, diğerlerini batıl bilirler. Bu mutaassıp kesim, kutup
evtâd, Mehdi, Hz. İsa ve hatta Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) mezhep nispet eder, dört mezhep
dışına çıkmayı İslam dışına çıkmakla, yani riddet ile özdeşleştirir ve
mezhepleri kutsarlar. Bu kesim; Hanefî, Şafiî, Hanbelî olmakla kalmayarak,
zaman zaman mezhep içinde mezhepler oluşturmaktadır.
Celaleyn
tefsirine şerh yazan Ahmed Muhammed es-Sâvî, ifrat kesimi için müşahhas
ve önemli bir örnek teşkil etmektedir. es-Sâvî, dört mezhep dışındaki
mezhepler hakkında şunları demektedir: "Kitap, sünnet ve sahabenin
görüşlerine uygun düşse bile, dört mezhep dışındakileri taklit etmek caiz
olmaz. Dört mezhep dışına çıkan hem dalalete düşmüş hem de başkalarını dalalete
düşürmüştür. Kur'an ve sünnetin zahiriyle amel etmek küfrün temellerindendir.”656 Maazallah! Bu
çıkış, sahibini küfre kadar götürebilir. Bu kesim hakkında İmam Şa’rânî
şunları der: “Mehdi geldiğinde, onun en azılı düşmanları mukallit ve mutaassıp
alimler olacaktır.Çünkü mutaassıp mukallitler,doğruyu,tabi oldukları imamlarda
bilmektedirler.”657 İçtihadın
her türlüsünü haram gören Haşaviyye ve Ta’limiyye benzeri ekoller
de mukallitleri tekfir edecek derecede ifrata varmışlardır. Büyüklerinden
duyduklarıyla yetinip onun dışında her şeyi batıl gören bu kesim, başkalarını
ne bilir ne de tanır. Mesela söz konusu kesim, hadisle sabit olmasına rağmen
birinin namaz oturuşunda şahadet parmağını oynatmasına gücenir ve “böyle bir
şey görmedik, dolayısıyla bunu kabul etmeyiz” der.
İslam
ulemasından tek birinin görüşlerinde taassup göstermek, tek bir sahabinin
görüşünde taassup etmenin aynısıdır. Üç halifeyi bırakıp mesela Hz. Ali’de
taassup göstermeye benzemektedir.Dört mezhepten sadece birinin görüşleriyle
amel edip, diğerlerinden yüz çeviren de aynı duruma düşmektedir. Oysa mademki
mezheplerin hepsi haktır, hepsi Kitap ve sünnetten alınmıştır, neden
Müslümanların yararına olan konularda hepsinden yararlanmayalım? Bu kesime
göre; “Allah Teala, insanlara Kur’an’ı Kerim’den hüküm çıkarınız diye
emretmiyor. Resûlünün ve ashabının çıkardığı hükümlere uyunuz. Bunları kabul
ediniz diyor.”(...). Dört mezhebin ayrılmasını Kur’an-ı Kerim emrediyor (...) İbn
Abidin’e tabi olmak istemeyen biri, Kitap ve sünnete tabi olmayıp, kendi
hevâ ve arzularına tabi olan bir kimsedir. Böyle kimsenin cehenneme gideceğini
Kur’an-ı Kerim ve hadisi şerifler haber vermektedir.”658 Kur’an, bunları hangi âyetlerde, Hz.
Peygamber de hangi hadislerde emretmiştir? Kur’an ve hadis neden Ebu
Hanife’yi değil de, İbn Abidin’i tavsiye etmiştir? Doğrusu merak
ediyoruz. Kur’an ve hadislerde tabi olunması emredilen zat, bu iddiayla
karşılaşsaydı ne diyecekti? Bu kesim, Kur'an ve sünnetin anlaşılmaz ve zor
olduğunu savunmaktadır. Bu iddia, Allah ve Resûlü’nün insanları anlamadıkları
anlamına gelir k, Allah Teala, bundan münezzehtir. Allah Teala, şifreli veya
muamma bir kitaptan insanları hangi kıstasla sorumlu tutar?Hz.
Peygamber,huzuruna gelen her seviyeden insanla konuşmuş, onlara helal ve haramı
beyan etmiş, hutbe okumuş, nasihat etmiş, Kur’an âyetlerini beyan ettikten
sonra âhirete intikal etmiştir.
Mezhebe Bağlanma Hususunda Tefrit
"Mezhep
karşıtları Buhari’yi, İmam Şafiî’yi, Gazzâlî’yi, İbn Teymiye’yi reddederler;
ancak Şükrî Mustafa, Edip Yüksel ve Raşit Halife’ye bağlılıklarını ifade
ederler. Kelâm ilmini reddederlerken yeni kelâm usulünü geliştirirler. ”
Bu
kesim, mezhepleri İslam’ın önünde engel gören, mezhep imamlarını tahkir edici
sıfatlarla anan tefritçi duruşu temsil eder.Tefritçi kesim, yepyeni bir söylem
ile ortaya çıktı. Söylemleri, on dört asırlık İslam söylemiyle
bağdaşmamaktadır. Bu kesimin Kur’an’a, sünnete, Asr-ı Saadet’te uygulanmış
İslam’a, icmaya, kıyasa bakışları ayrıdır. Kur’an’ı okuduklarını iddia ederler,
ancak ortaya koydukları yeni bir okuma biçimiyle okurlar. Bu okuyuş, fıkıh ve
tefsir usûlüne dayanmayan bir okuyuş biçimidir. Bu okuma biçiminde, Hz.
Peygamber dışlanmaktadır. Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yetiştirdiği kuşağın Kur’an’ı anlama biçimi
kendilerini enterese etmez. Ashap hakkında, “Onlar rical, biz de ricaliz”
derler. Müçtehitleri de pek tanımazlar. Onlar hakkında da “onlar kendi zamanları
için içtihat ettilerse, biz de kendi zamanımız için içtihat ediyoruz.” derler.
Bu kesim, ilk dönemlerde yazılmış bir metin okumaktan aciz kaldıklarının
farkında değillerdir. Meseleleri kaynaklardan değil, ya müsteşriklerden, ya da
ilgisi olmayan yerlerden öğrenmeye çalışırlar. İslam ulemasını “dogmacı” veya
“bağnaz” olmakla itham ederler. Bu duruş sahipleri, mezhepleri İslam’a zarar
veren unsur, put ve bid’at olarak algılarlar. Mezhebe bağlanmayı şirk olarak
görürler. Bu kesim, mezhep mensuplarına, “Sizler kendiniz gibi insanlara tabi
olurken, bizler doğrudan vahye ve peygambere uyuyoruz, biz Muhammediyiz” vs.
gibi hamasi ifadeler sarf ederler.
Tefritçi
bazı kesimler,Gazâlî ve Eş’arî’nin kitaplarını yasaklarken, bazı
kesimler de İbn Teymiye’nin Mevdudî’nin vs. kitaplarını yasaklarlar.
Hatta yasaklamakla kalmayıp, Hülagu’yu hatırlatacak girişimlerde
bulunurlar ve karşı oldukları zevatın kitaplarını yakarlar. Oysa Hz. Peygamber içine
sinek düşen sıvının dökülmesini değil, düşen maddenin atılmasını emretmiştir.659 Keza,
gayrimüslimlerin kaplarının kırılmasını değil, içindekilerin dökülmesini ve
kaplardan yararlanma cihetine gidilmesini emretmiştir.660
Tefritçi
grup, mezhepler hakkında şunları demektedir: “Mezhep imamları nasih-mensuh ile
Kur’an âyetlerinin hükmünü iptal ederek, farklı hadislerden kendilerine göre
birini seçerek, hadisleri yorumlayarak ve kendilerini içtihat yetkisiyle
Allah’ın serbest bıraktığı konuları açıklayıcı konumuna getirerek, yepyeni bir
dinsel yapı oluşturmuşlardır. Bu yeni yapının Allah’ın dini olduğu sanılsa da,
ne yazık ki bu yeni yapı Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlık ne
kadar Allah’ın diniyse o kadar Allah’ın dinidir. Bazıları bu mezhep imamlarının
çok iyi niyetli olduğunu, din için fedakarlıklar yaptıklarını anlatarak
eleştirileri görmezlikten gelmektedir. Peki Ortodoks ve Katolik rahiplerin de
iyi niyetli oldukları ve kendi mezhepleri için çalıştıkları söyleniyor. Biz ne
yapalım, Katolik ve Ortodoks bağnazlığını bu iyi niyetli söylemlerinden ötürü
Allah’ın gönderdiği Hıristiyanlıkla bir mi tutacağız?661 “İslam dininin biricik kaynağı Kur’an’ın
anlaşılmaz, detaysız ve yetersiz olduğunu ileri süren din adamları, yalnız
Allah’a özgülenmesi gereken dini Allah, peygamber,sahabe,tabiin,mezhep
imamları, mezhepte müçtehitler, eski alimler ve şeyhler, daha sonra gelen
alimcikler ve şeyhçiklerden oluşan bir anonim şirketin ortaya koyduğu bir
beşerî din çorbası haline dönüştürdüler.662
Mısır'da
Şükrî Mustafa’nın kurduğu ve kendilerine Cemaatu’l-Müslimin ismini
veren cemaat, mukallitleri tekfir etme cüretini gösterdi. Cemaat, insanları,
müçtehit ve mukallit diye ikiye ayırdı. Mukallit, fıkhî meselelerde delilsiz
olarak herhangi bir müçtehidi taklit eden kişidir. Söz konusu cemaate göre
ümmet içinde görülen ilk küfür, içtihadı terk edip taklide yönelme eğilimidir.663 Bu ve benzeri
aşırı akımların insaf ve itidal ile bir ilgilerinin bulunmadığı açıktır. Bu tür
aşırı fikirlerin ümmet içerisinde yayılmasının, "Kim Kur'an ve sünnete
göre hüküm verirse kafir olur. "anlayışına bir refleks olduğuna
inanmaktayız. Bu kesime göre milyonlarca Müslüman, mezhep yüzünden tasavvur
edilemeyecek felaketlerle karşılaşmaktadırlar. Bu kesim, mezhepleri birbirine
düşman, birbirini yıkmak ve üstünlük sağlamak isteyen karşıt güçler olarak
değerlendirmektedir.
Tefritçilerden
bir kesim, “selefî” olduklarını iddia eder. Kâsânî’nin önemli eseri Bedâiu’s-Senaî
Hanefi mezhebinde önemli bir eserdir.Çağımız ulemasından Zekeriya Ali Yusuf,
eseri tahkik ettikten sonra neşretti. Eseri tanıtma bağlamında şöyle der:
Selefi olduğunu iddia eden bir arkadaşım beni ziyaret etti. Hal hatır sorduktan
sonra neyi neşrettiğimizi sordu. Kendisine, “İmam Nevevinin el-Mecmu’unu
bir tekmile ile beraber neşrettik, ondan sonra da Hanefi mezhebinde önemli bir
kaynak Bedaiu’s-Sanâi’yi neşretmeyi düşünüyoruz” dedim. Dostumun rengi
aniden değişti ve yüksek sesle: “Sen Feth el-Beyan’ı neşretmekle Allah’ın
kitabına hizmet ettin. Keza Mecmu’u ve onlarca selefi kitabını neşrettin. Tüm
bunlardan sonra bu gün de Bedâiu’s-Senâi’yi neşretmekle irtidat etmek mi
istiyorsun?”dedi.664İlmî
bir kitabı neşretmenin irtidat/dinden çıkmayla ne alakası olur?
Bu
kesim, ulemayı reddederken, çağdaş bazı alimleri taklit ederler. Mezhepleri
reddederken yeni birçok mezhep kurduklarının farkında değillerdir. Onlar adına
çalışmakta ve onların görüşlerinde taassup etmektedirler. Buhari’yi, İmam
Şafii’yi, Gazzâlî’yi, İbn Teymiye’yi reddederler, ancak Şükrî Mustafa,
Edip Yüksel ve Raşit Halife’ye bağlılıklarını ifade ederler. Kelâm
ilmini reddederlerken yeni kelâm usulünü geliştirirler. İnsanları kendi lider
ve öncüleri etrafında toplanmaya davet ederler. Çizdikleri şablonların dışında
kalan her şeyi batıl kabul ederler.Her şeyi, ezbere bildikleri birkaç âyet ve
hadise göre değerlendirirler. Mezhebi reddedenler, farkına varmadan insanları
kendi kurmuş oldukları mezheplere tabi olmaya taklidi haram görürken ya
kendilerini veya lider öncülerini taklit etmeye davet etmektedirler. Mezhepleri
reddeden bu kesim, mezhep mensubu bazı Müslümanları ağır bir biçimde itham
ederek şöyle derler: “Bunlar mezhepçidirler;iş başına gelseler mesela, Ebu Hanife’nin
mezhebini uygulayacaklardır. Oysa halkın rejimi Ebu Hanife’nin
mezhebinden daha kötü değildir.”665
Bazıları
da, mezheplerin müşterek noktaları alınmalı, ihtilaf edilen konu ve kitaplar
yakılmalıdır, demektedirler. Bu anlayış da tamamıyla İslam akidesine aykırıdır.
Şöyle ki;Kur'an, din seçimi konusunda insanların zorlanamayacağını ön
görmektedir.666 667 Hz.Ali Haricilerin
varlığına dokunmamış; İmam Malik Muvatta’nın uygulanarak tek kitap
olmasına müsaade etmemişti. Bu anlayışa göre, Sünnilerin Şiayı, Şianın
Sünnileri, Selefilerin tarikatçıları, tarikatçıların selefiliği ortadan
kaldırması gerekmektedir
Siyonizm,
misyonerlik vs. doktrinler aleyhinde bir cümle bile sarf etmeyenlerin İslam
uleması ve mezhepleri aleyhinde konuşmaları etik olmasa gerek. Hz.
Peygamber,büyüklerimizi ve geçmişimizi hayırla anma bağlamında şöyle der: "Büyüğümüze
hürmet göstermeyen, küçüğümüze merhamet etmeyen, alimimize gereken değeri
vermeyen bizim toplumumuzdan değildir.575
Ahlakta İtidal
“İnsanların duruşları sizi aldatmasın;
erdemli insan, emanete ve hukuk kurallarına riayet edendir. ”
Hz. Ömer
Ahlak;insanın
doğuştan beraberinde getirdiği veya sonradan kazandığı davranışlardır.668Ahlak, zamanla
benimsenen, fertlerin birbirleriyle, aile-toplum-devlet ve bütün insanlarla
ilişkilerini düzenleyen ilkeler ve inançlar bütünüdür.669
İslam
mutedil bir ahlak doktrini sunmuştur. Ahlakta itidalden gayemiz, herhangi bir
ahlaki tutum karşısında değişmeyen, sabit ve açık ahlakî ölçülere
başvurmaktır.Kur’an,
Müslümanı, “doğruyu arayan” olarak nitelemektedir.670 Hz. Peygamber de, “Ben ahlakî erdemleri
tamamlamak üzere gönderildim.”671 demek suretiyle, hem ahlakın önemini hem
de gönderilişinin ve amacının ne olduğunu özetlemiştir. Bu bağlamdaki diğer
bazı hadisler şunlardır: “En erdemliniz, ahlaken en iyi elanınızdır”672 “Yalanı terk
etmeyen biri iman etmemiştir.”673 İslam ahlakiyatçıları da Müslümanı, “Her
platformda inanç ve eylemlerinin örtüştüğü insan” biçiminde tarif etmişlerdir.674 Ahlak,
dindarların da sekülerin de üzerlerinde birleştikleri bir olgudur. Alman
filozofu Ferberg, “Din, evrene ahlaksal bir düzen verme inancıdır.”675 demektedir.
Ahlak
bakımından düşük olan bir toplumda, ilim ne kadar güçlü olursa olsun, sosyal
disiplinden bahsedilemez. Hemen her din insanın mutluluğunu ahlaki değerlerin
uygulamasında görür. Güvenilir olma bağlamında Hz. Ömer’in şu tespiti
çok önemlidir: “İnsanların duruşları sizi aldatmasın, ideal insan, emanete ve
hukuk kurallarına riayet edendir.”676 İslam ahlakı, “Biriniz kendisi için
isteğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.”677 düsturu üzerine bina edilmiştir. Bu
nedenle Müslüman birinin sevincine kendi sevinci gibi sevinir, tasasına da
kendi tasası kadar üzülür.
Akide
ve inanç, insanın yaratıcısıyla olan bağlarını,ahlak da insanın yaratılanlarla
olan bağlarını, hayata bakışını düzenler. Kainat insanın hizmetine sunulmuştur.
Ziynetler, hoş şeyler hep onun istifadesi içindir. İslam ahlakında erdem
sahiplerini tanımak, onları övmek temel gaye değildir. Temel gaye, erdemlilere
bezenmektir. Mesela aç bir insanın yemekten, onun lezzetinden bahsetmesi
yeterli değildir. Onu yemek önemlidir. Doğruluğu tanımak, onu tavsiye etmek
erdem değil, onunla bezenmek asıldır. İç ve dışı birbirinden ayırmaz. Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) dikkat
çektiği gibi, dışın ıslahı için ıslahıyla mümkündür. “Haberiniz olsun
bedende bir et parçası vardır; o sağlam olursa tüm beden sağlam olur. İşte o
kalptir.’’678 679
İslam
ahlakı; insanı taş, ağaç, hayvan vs. gibi başıboş gören anlayış ile onu insan
olma vasfının üzerine çıkarılıp tanrılaştıran anlayış arasında vasat yolu
ortaya koyar. İnsan, akıl, ruh ve irade sahibidir. Bu değerlerini iyilikte
kullanabileceği gibi, kötülükte de kullanabilir. “Biz ona iki yolu -doğru ve
yanlışı-göstermedik mi?’e87 âyetinin de belirttiği gibi,insan
yaratılışıyla iki yola da koyulabilir. Kur’an, insanı melek gören ifratçı
duruşla onu hayvan seviyesine indiren tefritçi duruş arasında mutedil bir duruş
sergiler; “İnsan ruhu, beden zindanının tutsağıdır.” anlayışını reddeder.
Bedenin topraktan yaratılmış olması insanın madde tarafına, “Bunun için ben
onu muntazam bir insan kıvamına getirip içine ruhumdan üflediğim zaman, derhal
onun için secdeye kapanın.’680
âyetinde belirtildiği gibi, ruhun üfürülmesi de manevi yönüne
işarettir. İslam ahlakı dünya ve ahiret arasına bir ayırım yapmaz. İslam
ahlakında, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, tanrı’nın hakkı tanrıya.” anlayışı yoktur.
Yer gök ve içindekilerle hepsi Allah’ındır. “Deki : Allah’ın kulları için
ziyneti ve temiz hoş rızkları kim haram etmiş?’’681 âyetinin de işaret ettiği gibi, hepsi
insanın yararlanması içindir.
İslam
vasat bir ahlakı önermektedir. Hz. Peygamber erdemli ahlakı tamamlamak için
gönderildiğini beyan etmişti.682
İslam,düşmana bile adil davranmamızı emretmiştir. Sağ yanağa tokat atana sol
yanağı göstermek görünürde ahlakî bir tavsiye gibi gelse de uygulanması
nerdeyse imkânsız bir temennidir. Bu genelleştirilir ya da uyulması gerekli bir
kural halini alsa, art niyetlere malzeme olur, istismara alet edilir. “Kötülüğün
cezası yine onun gibi bir kötülüktür. Ama kim affedip ıslah ederse onun
mükafatı Allah’a aittir. Şüphesiz o zalimleri sevmez.”683, “Eğer ceza ile karşılık verecek
olursanız,ancak size yapılan cezanın misli ile cezalandırınız.Şayet
sabrederseniz,andolsun ki bu,sabredenler için elbette daha hayırlıdır.’684 Affetmede
veya intikam alma konusunda insanlar değişik yapılara sahiptirler. Kimileri af
ve hoş görüyü tercih ederken, kimileri de haksızlığın önüne geçmek için meşru
müdafaa ve misilleme hakkını kullanır. Sabır, iffet, cesaret ve adaleti;
sabırdan sapma ise aceleciliği, tahammülsüzlüğü beraberinde getirir. İffetten
yüz çevirme, arsızlık ve hayasızlığa, utanma duygusunun körelmesine; cesaretten
sapma, canavarlığa veya korkaklığa, kanaatten yüz çevirmek, açgözlülüğe, hırsa,
gayri meşru yollardan mal edinmeye, hırsızlığa, rüşvete götürür.
Müslümanın
mutedil ahlaka sarılmasının arkasındaki gaye, Allah’ın rızasıdır. Müslümanın
ahlakî davranışları bu gayeye uygun ve onunla iç içedir. Örneğin tüm insanlar
tarafından beğenilen bir ahlak olan cömertlik hususunda şunu görüyoruz: Veren
kişi Müslüman ise, tanınmaması için malından gizlice vermektedir. Müslüman
birinin, fakir, muhtaç ve zor durumda olan bir komşusu olduğunu varsayalım.
Kendisi de fakir olduğu için komşusuna herhangi bir yardımda bulunamıyor.
Zengin, cimri bir komşuları da vardır. O muhtaç ve fakir komşusunun ihtiyacını
gidermek için, zengin adamın yolunu kesip malını alması doğru olmaz. Ahlakta
itidalin anlamı budur.
İslam
ahlakı sabittir, yöreden yöreye, ya da kişiden kişiye değişiklik arz etmez.
İslam’dan önceki dönemde, Arap toplumunda ırkçı bir ahlak anlayışı hakimdi.
Ahlaki bir değer olan adalet, hürlere karşı farklı, kölelere karşı farklı idi.
İslam ahlakındaki bu evrensellik sadece insanla sınırlı değildir. Hayvan ve
diğer cansızları da kapsar. Ahlaki bir değer olan merhamet hem insana hem de
hayvana yöneliktir. İnsana karşı haram olan sertlik ve şiddet, hayvana karşı da
haramdır. İslam, kötülüğün düzeltilmesini emreder, ancak onu düzeltirken daha
büyük bir kötülüğün meydana gelmesini caiz görmez. Çünkü ifrat ıslah değil,
ifsattır; kötülüğü körükler. Aşırıya kaçmadan dostunu sev, ola ki bir gün
düşmanın ola. Keza, aşırıya kaçmadan düşmanından nefret et, ola ki bir gün
dostun ola.
Ahlakta Aşırılık
“Hz.
İsa’ya nispet edilen, “Düşmanınızı seviniz. Sağ yanağına tokat atana sol
yanağını göster. Gömleğini çalana entarini takdim et. ” sözü Kur’an ve sünnette
genel bir kaide olarak destek görmemiştir. ”
Aşırı
ahlakî duruş, ruhun yücelmesini bedenin işkencesiyle bağlantılı görür. Ruha
rahatı yasaklar, rahat bir bedende ruhun barınamayacağını savunur. “Onlar,
bu dünya hayatının dış yüzünü bilirler; ahiretten ise hep gafildirler.’685 âyeti,
ahlakî değerlere riayet etmeden faaliyetlerde bulunanların portrelerini ortaya
koymaktadır. Aşırı ahlak anlayışında haya ve iffet diye bir olgu yoktur.
Nitekim Alman parlamentosu 9.6.1971 tarihinde a) Eş değiştirmeyi, b
Homoseksüelliği, c) 18 yaşını geçmiş herkese porno resim ve fotoğraf ticaretini
serbest bırakmıştır.İngiltere’de ise Kilise yetkilileri homoseksüelliğe ruhsat
vermişlerdir. 686Hz.
Isa’ya nispet edilen, “Düşmanınızı seviniz; sağ yanağına tokat atana sol
yanağını gösterin;merhamet ve şefkatten sapmamak için et yemeyin; kurban
kesmeyin;gömleğinizi çalana entarini takdim edin.” gibi anlayışlar Kur’an ve
sünnette destek görmemiştir.
Aşırı
ahlak, Allah’a, kitaplarına ve peygamberine inanmayı gerekli görmez. Genelde
hiçbir kitap veya vahye inanmayan bu zümre hayatın maneviyatından ve ruhtan
uzak olduğuna, Allah, Peygamber, kitap, diriliş, sevap ve cezanın olmadığına
inanır. Hayata böyle bakanlar doğal olarak sadece dünya hayatı için çalışırlar,
arzularını tatmin için, meşru, gayri meşru her yönteme başvurur. Çevresiyle
ilişkilerinin tek ölçüsü, kişisel çıkardır. Öyleleri, maddi çıkarlarını korumak
veya kazanmak için faizden, hileden, yalandan, iftira ve ihanetten, cinayet ve
komplodan asla çekinmez. Ahlakî yapıları inkâr ve nifak üzerine kurulmuştur.
Müslümanlar ise muhtelif münasebetlerde, “Gayemiz Allah’tır.” şiarını
tekrarlarlar. Bundan maksatları, yaptıkları ibadet, verdikleri sadaka,
harcadıkları çabanın gayesinin Allah rızasını kazanmak olduğunu ifade etmektir.
Dünya
İmkân ve Nimetlerinden Yararlanma Hususunda İtidal
“Komşunun
evinde cenaze varsa, senin de evinde ekmek yapacak unun yoksa, komşunun
cenazesine katılmayabilirsin. Çünkü senin evindeki musibet onunkinden daha
büyüktür; teselli edilmeye ondan daha müstahaksın. ”
İbrahim
Nazzâm
İslâm,
kalkınmamış ülkelerin önemli özelliği olan fakirliği musibet olarak
değerlendirir. Bu nedenle fakirliği asla tasvip etmez. Peygamber ve ulemadan
bazılarının zühd yaşamını tercih etmeleri, “ihtiyari fakirlik” kapsamında
değerlendirilmiştir. İhtiyarî fakirlik, imkânlar olduğu hâlde başkalarını
kendine tercih etmektir. Peygamberler ve ulema başkasının refah ve varlık
içinde yaşamasını kendilerine tercih ettikleri için fakir kalmışlardı.
Fakirliğin diğer bir çeşidi de ıztırarı fakirliktir. İstenmediği hâlde insanın
karşılaştığı fakirlik çeşididir ki bu tür fakirliği İslâm reddetmektedir./mam
Şafii, yoksulluğun insan düşüncesi üzerindeki olumsuz etkisini veciz bir
şekilde ifade etmiştir: “Evinde un bulanmayana bir şey danışmayın, zira ne
dediğinin farkında değildir.687
Muhammed b. Hasan Şeybânî, “Üstat! Evinde un kalmadı, diyene,
“Allah müstahakkını versin, bana kırk meseleyi unutturdun.” demiştir.688
İslam,
fakirliğin en büyük musibetlerden olduğunu çeşitli münasebetlerle ortaya koyar.
Bu bağlamda /brahim Nazzâm’ın içtihadı çok enteresandır. Şöyle der:
“Komşunun evinde cenaze varsa, senin de evinde ekmek yapacak unun yoksa
komşunun cenazesine katılmayabilirsin. Çünkü senin evindeki musibet onunkinden
daha büyüktür. Teselli edilmeye ondan daha müstahaksın.”689
Ulema,
muhtaç olmamak ve dilenmemek için değişik meslek ve sahalarda görev
almışlardır.Tarihe, neccâr (marangoz), sabbağ (boyacı), cezzâr (kasap), habbâz
(fırıncı), semmâk (balıkçı), semmân (yağcı), kafâal (anahtarcı), kuduri
(tencereci), cassâs (kireçci), bezzâr (çekirdekçi), haddâd (demirci) vs. lakaplarla
geçmişlerdir. Hassaf Ahmed b. Amr, birçok eser yazmış büyük bir fakihti.
Aynı zamanda ayakkabı tamircisiydi. Kerâbisî de bit pazarlarında elbise
satmakla geçimini sağlardı. Cassas zamanının imamı olduğu hâlde, kireç
işleriyle uğraşırdı.690
/brahim b. Ethem kimseye muhtaç olmamak için odun satar, çift sürer ve
tarlada nöbet tutardı.691
Bir defasında zemzem suyunu içmediği görülünce kendisinden nedeni sorulmuş.
“Kovam yok başkalarına ait kova ile içmem.” demiştir. Toprak yemeyi insanlara
muhtaç olmaya tercih ederdi.692
Senûsiye
tarikatının öncüsü Mehdi, mensuplarına ziraat, endüstri, dokuma, marangozluk,
matbaacılık ve zanaatın, evrad ve tesbih çekmekten daha faziletli olduğunu ve
faaliyetlerinin bir bölümü olduğunu söylerdi. Tekkeleri bir atölye ve tezgahı
andırıyordu. Her tekkenin geliri yanı başındaki bahçe ve bostanlardan
yetiştirilen mahsulattan elde ediliyordu.693 Zaviye; mescit, Kur'an ezberleme salonu,
İslâmî ilimler külliyesi, kışla, tımar yerleri, yatılı okullar, misafirhane,
tarlalar ve atölyelerden oluşurdu.694 Ömer Muhtar da arkadaşlarıyla
oluşturduğu su arkları ve kurduğu hurmalıklarla düşmanlarına üstünlük
sağlamıştı.695
İslâm,
yeryüzünü mescit olarak değerlendirir. Topluma yararlı olacak her faaliyet
Allah’ı zikir, tekbir ve ibadettir. Hekimin stetoskobu çiftçinin balta, keser
ve karasabanı, öğrencinin kalem ve bilgisayarı, pilotun, şoför, kimyager ve
mühendislerin alet ve cihazları tespih konumundadır.
Ne
var ki dünyadan yararlanma konusunda da insanlar ya ifrata ya da tefrite
gitmektedirler. Ya taparcasına malı tanrılaştırmak ya da ruhbanlar gibi azap ve
ceza vesilesi görmek. Sahabi anlatıyor:Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) yanındaydık. Banyo yaptığı
anlaşılıyordu. “Ey Allah’ın resulü sizi gayet neşeli gördük.” dedik.“Evet,öyleyim.”
buyurdu. Cemaat zenginlikten bahsetmeye başladı. Hz. Peygamber, “Takva ehli
için zengin olmanın bir sakıncası yoktur, takvalı ve sağlıklı
yaşamak,zenginlikten daha hayırlıdır. Huzurlu, mutlu yaşamak (en büyük)
nimetlerdendir.” buyurdu.696
Konuyla ilgili diğer iki hadis de şunlardır: “Fakirlik nerdeyse küfür
olacaktı.”697,
“Allah’ım küfürden, borçtan sana sığınırım/’698, “Allah’ım fakirlikten, zilletten sana
sığınırım ”699
Hz.
Peygamber, “Ey Rabbim hayatımın temelini oluşturan dinimi ve varacak yerim
olan ahiretimi de ıslah et.” 700 şeklinde dua ederdi. Gelen bazı
rivayetlerde Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Ebu Zere, "Evde yiyecek bulamayanın
silahını alıp insanlara saldırmamasına şaşarım.” dediği aktarılmıştır.701 “Allah’ım
küfürden ve fakirlikten sana sığınırım.”702,"Ebubekir’in malından yararlandığım gibi
başka kimsenin malından yararlanmadım.”703 buyurmuş. Amr b. As’a, "Ey Amr! Salih
insan için iyi mal ne güzeldir!”704 , Sa’d b. Ebi Vakkas’a da, “Ey Sa’d:
Varislerini zengin olarak bırakman onları muhtaç ve dilenir halde terk etmenden
daha hayırlıdır.705,
Enes’e "Allah’ım malına, evladına bereket ver.” buyurmuştur.
Tüm malını Allah yolunda harcamak isteyin Ka’b’e, "Malından bir
bölümünü yanında bırakman daha hayırlıdır,706 talimatını vermiş, “Allah’ım! Senden
hidayet, takva, iffet ve zenginlik talep ediyorum.”707 şeklinde de dua etmiş. Hadis olmadığı
halde, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış.”
sözü Müslümanlar arasında şöhret bulmuştur.
Tefritçi
anlayışta, mal bedenin cezalandırılma aracı olarak değerlendirilir. Fakirliği
gördüğünde, “merhaba ey Salihlerin şiarı.” denir. Aynı anlayış, zenginliği
erken gelen bir ceza olarak değerlendirir.708
Müslüman
yemek, eğlenmek için yaşamaz. Yaşamını sürdürebilmek için yer. Malın hakiki
sahibi Allah Teala’dır. Malı yaratan O’dur. İnsanın hizmetine sunan O’dur. “Hem
elini bağlayıp boynuna asma (cimrilik etme), hem de büsbütün açıp saçma (israf
etme) ki, pişman olur açıkta kalırsın.”709, "(Rahman olan) Allah’ın kulları ki,
harcadıkları vakit israf etmezler; pintilik etmezler; ikisi arasında dengeli
giderler.”710
âyetleri maldan yararlanma konusunda mutedil bir duruşu önermektedir.Müslüman,
malında, hem toplumun hakkını, hem fakir ve muhtaçların hakkını, hem de
yakınlarının haklarını korur ve muhafaza eder.
Müslüman,
Karun misali, “Hazineleri ilmim sayesinde elde ettim.” demez. Hz.
Süleyman gibi, “Rabbim bu malı beni sınamak için vermiştir.” der.
Mü’min mala sahip olur,onu kullanır, ancak esiri olmaz, malı cebine kasasına
koyar. Mal kalb ve ruhunu istila etmez. Mal, hedef ve tanrı değil hizmetkârdır.
Bu konuda Abdulkadir Geylânî şunları der: “Malı, elde, cepte ve tedbir
olarak başka yerlerde biriktirebilirsin. Helal olmayan mal kalpte sakladığındır.”711 “Sizde nimet
olarak her ne varsa hepsi Allah’tandır. Sonra başınıza bir kader geldiğinde de
hep O’na feryat edersiniz.”712
/‘Allah’a ve Resulüne iman edin. Sizi istihlaf buyurduğu (tasarrufunu size
bıraktığı) şeylerden harcayın ki, iman edip harcayanlarınız için büyük bir
mükafat vardır!”713
,“Onlar: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terk etmemizi veya mallarımız
hususunda dilediğimizi yapmamamızı sana namazın mı emrediyor? Herhalde sen çok
uslu ve akıllısın!” dediler.”714,
“Fakirlerin hakkını çıkarmayan zenginlerin kıyamet gününde vay haline. Fakirler
şöyle diyecekler: Ey Rabbimiz, farz olarak kendilerine yüklediğin vecibeyi
yerine getirmediler, bize zulmettiler. Allah Teala: Bu gün sizi rahmetime yakın
onları ise uzak kılacağım.”715
gibi naslar bu gerçeği ifade etmektedir.
Dünya
İmkân ve Nimetlerinden Yararlanmada Tefrit
“Ebu
Bekir Şiblî, giymek istediği elbiseyi yırtıp onda bir delik açmadan giymezdi.
İşin garibi bu hareketini de Kur’an’la temellendirirdi.”
İfratçı
anlayış, yoksulluğu kutsayan duruştur. Fakirlik, ruhbanlık ve mistik hayata
davet etme İslâm ve Müslümanlara bir yarar sağlamamıştır. Ne hazindir ki, bu
konuları teşvik gayesiyle yüzlerce hadis uydurulmuş ve rivâyet edildi,ruhbanlığa
varan bazı hareket ve yorumlar yapıldı. Bu tür rivayet ve haberlere göre
hareket eden birinin dünyayı üç talakla boşaması gerekir.Söz konusu rivâyet ve
haberlerin sened ve metin yönünden Kur'an perspektifinden geçirilmesi gerekir.
Güya Hz. İsa, Havarilerine, “Size hakkı söylüyorum. Zenginin melekut
alemine yükselişi pek zordur. Devenin iğnenin deliğinden geçmesi, zenginin
cennete girmesinden daha kolaydır.” demiş.”716 Biri kendisine tabi olmak isteyince Hz.İsa
kendisine, “Kamil biri olmak istersen git mülkünü sat ve sonra fakirlere ver.
Sonra bana tabi ol,” demiş.”717
Ebu Süleyman Dârimî, “Kim evlenirse dünyaya dalmıştır.”demiştir.718 Ebu Abbas
el-Mürsî, Yakut el-Arsla evlendi. Yakut, sekiz yıl yanında kaldı. Ebu
Abbas el-Mürsî, Yakutu bakire bırakarak vefat etti.719 Sofilerden biri anlatıyor: Hayatımdan üç günü
beğendim. 1.En fakir bulunduğum bir yolculuk günü. 2. Hasta halimle bir
mescitte bulunurken müezzinin beni çekip dışarı attığı günü. 3.Kürkümün
bitlerden görünemez olduğu hale geldiği günü.720 “Sofi, kanını heder, malını da herkese mubah
görendir.”721 Suhreverdî,
Abdullah b. Avf el-Mesudi’nin 360 dostu varmış;her gün birinin yanında
kalırmış.722 İsfehânîşöyle
der: Dünya metaı ve nimetlerinden yararlanma konusunda insanlar üçe ayrılırlar.
1. Ahireti düşünmeden, helal-haram demeden dünya metaına saplananlar tağutun
kullarıdır. Bunlar hayvanlardan daha şaşkındırlar. 2. Birinci kesimin aksine,
ahireti düşünüp ona göre dünya nimetlerinden yararlanan kesim. 3. Her iki
dünyadan gereği gibi yararlanmaya çalışan mutedil kesim. Bunlar hikmet ve erdem
ehlidirler. Bunlar dünya hayatını devam ettirirler. Bunlar en hayırlı duruş
olan itidali sergilerler.723
Kuşeyrî
şöyle der:Mürit için üç felaket vardır: 1. Evlenme. 2. Hadis yazma. 3. Sefere
çıkma.724
Sûfîyyeden bir kesim, “Tâlut askerlerini yürütüp çıkarınca dedi ki: Allah
sizi bir ırmakla deneyecektir. Kim ondan içerse benden değildir.”725 âyetini
şöyle te’vil etmiştir: “Allah, bu âyetle dünyayı misal vermiştir. Dünya
nehirdir. Nehirden içen dünyaya meyletmiştir. İçmeyen ise isabet etmiştir.
Sadece bir yudum alan ihtiyacı kadarını almış ve isabet etmiştir.726 Ebu Bekir
Şiblî, “ ...Biz de onları efsanelere çevirdik ve tamamen didik didik
dağıttık...”727
âyetini delil göstererek giymek istediği elbiseyi yırtıp onda bir delik açmadan
giymezdi. İşin garibi bu hareketini de Kur’an’la temellendirirdi.728 İbn Cevzî,
selefin şu dört nedenden ötürü yırtık ve yamalı elbise giymeyi hoş
karşılamadıklarını beyan eder: I.Yırtık elbise selefin başvurduğu bir yöntem
değildi. Yamalı elbise giyenler de zaruretten dolayı giyerlerdi. 2. Allah Teala
nimetlerin belirtisini kulu üzerinde görmek ister. Yırtık ve yamalı elbise züht
görünümü; yani riya şüphesini verir. 3.Gösterişe yol açar. 4. İslam’dan
uzaklaşan ruhban ve hahamlara benzemeye götürür. Bir kavme benzeyen onlardan
olur. Bu nedenle de ulema, gösterişe yol açtığından yün elbise giymeyi hoş
karşılamazlardı.729
İbn
Kesifin eleştirmeden
tefsirine almış olduğu şu hikâye ibret vericidir: İsrailoğulları döneminde iki
ortak varmış. Sermayeleri sekiz bin dinara ulaşmış. Biri meslek sahibi,
diğerinin ise herhangi bir mesleği yokmuş. Meslek sahibi; arkadaşına,
“ticaretimize senin herhangi bir katkın yoktur” deyip malı bölüşmeyi teklif
etmiş. Malı paylaşmışlar. Meslek sahibi, bin dinara eski bir krala ait bir evi
satın almış ve arkadaşına, “Bu gördüğün evi bin dinara aldım ne dersin?”demiş.
Arkadaşı: “Ne güzel ev almışsın” demiş. Çıkınca, “Allah’ım! Arkadaşım bin
dinara ev satın aldı. Ben de senden cennetten bir ev diliyorum” deyip, bin
dirhemle tasaddukta bulunmuş. Meslek sahibi bir süre sonra evlenmiş, eski
ortağını yemeğe davet etmiş ve “Kardeşim bak senden sonra şu hatunla evlendim
düğünde bin dinar harcadım, ne dersin?” demiş. Ortağ, “Hayırlı olsun ne güzel
bir evlilik.” deyip ayrılmış. Sonra da, “Allah’ım arkadaşım bin dinar
harcayarak evlendi ben ise senden bir huri istiyorum” deyip bin dinarı sadaka
olarak dağıtmış. Meslek sahibi bir süre sonra iki bin dinara bir bahçe satın
alıp, eski ortağını bahçesini görmeye davet etmiş ve bahçesinde gezdirmiş. Eski
ortağı ev ve bahçesini çok beğenmiş ve vedalaşmış. Yolda “Allah’ım arkadaşım 2
bin dinara bir bahçe aldı. Ben de cennette senden bir bahçe diliyorum” deyip,
iki bin dinarlık hayır yapmış. Ölüm meleği gelip ikisinin de ruhunu almış.
Hayır yapan zat, cennette hem huri, hem ev hem de iki bahçesini görmüş.730 Çağdaş düşünür Muhammed
Gazzâlî, hikayeyi aktardıktan sonra şu eleştiride bulunur: a) Neden tacirin
mesleği olsun da zahidin olmasın? Neden tacirin evi olusun da zahidin olmasın
ve cennete bıraksın? Neden tacir evlensin de, zahid evlenip çocuk sahibi olup
kendilerine infakta bulunmasın? Meslek sahibi bir bahçe sahibi olurken, neden
zahidin de bahçesi olmasın? Olsaydı bahçesinden insanlar ve hayvanlar
yararlanacaktı. Böyle bir zühd anlayışı dünya nimetlerini kökten kesmek değil
midir? Dünyaya gereğinden çok önem vermekten Allah’a sığınırız. Zahid ortağın
sarf-ı nazar ettiği ev, İslâm’ın zaruret-i asliyeden kabul ettiği ve herkes
için gerekli gördüğü bir ihtiyaçtır. Evlenmek ise Hz. Peygamberin sünnetidir.
Hz. Peygamber, evlenme konusunda şunu dememiş midir?: “Evlenmek bizim
yolumuzdur. Kim ondan yüz çevirirse bizden değildir. ”731
İnsanın
kendine işkence yöntemlerinden olan tek ayak üzerinde sabahlama ameliyesi
bizzat Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) yasakladığı hareketler arasındadır. Buna
rağmen bazı grupların o yönteme başvurmuş olmaları, vereceğimiz örneklerden de
anlaşılacağı gibi, bu hareketlerin yabancı kültürden geldiği kuşkusunu
güçlendirmektedir. 732 İskenderiyeli
St. Makarios sürekli üzerinde yirmi kiloluk yük taşırdı. Altı ay bataklıkta
yaşadı. Öyle ki zehirli sinekler onun çıplak vücudunda ısırmadık yer
bırakmamışlardı.733
St. Yusairus, şeyhinden de ileri giderek üzerinde devamlı yetmiş beş
kiloluk yük taşımış. Üç yıl kurumuş bir kuyu içinde yaşamış. St. Besairus
kırk gün dikenler üzerinde yatmış ve kırk sene sırtını yere koymadı. St.
John üç sene ayakta durmak suretiyle ibadet etmiş. St. Samius Astailt
kendisini bir iple sütuna bağlamış, kurtçuklar etini yemeye başlamış. Şayet bir
kurtçuk onun yarasının üstünden düşerse onu yerden alır, yeniden yarasının
üstüne koyarak, “Allah’ın rızkını yiyin” derdi.734 Bazı ruhbanlar otuz sene hiç konuşmazlardı. Bazıları sürekli
üzerlerinde yük taşırlardı. Bazıları devamlı olarak ahırlarda, bazıları devamlı
olarak çıplak yaşarlardı. St. Atony
ömrü boyunca ayaklarını yıkamamış, St. Abraham ayak ve yüzünü hiç
yıkamadı. St. Bastil tebessüm ve gülmeyi yasaklamıştı. St. Jeremy, “Şayet
bir kadın İsa uğruna bakire kalır, ömür boyu evlenmezse o artık İsa’nın
gelini olur. Kadının annesi de Hz. İsa’nın kayınvalidesi olma şerefine
erer.”demiş735
Dünya
Metaından Yararlanmak Hususunda İfrat
“İfratçı
bir bedevi bir miktar parayı eline almış, öpmüş; daha sonra da, şöyle demiş:
“Sen aklımsın, dinimsin, namaz ve orucumsun, gözümün nurusun, ciğerparemsin,
layık olduğun ellerdesin. Günümüzde yaşanan dünyevileşme sarhoşluğu da aynı
felsefeyi temsil etmektedir.”
Bu
duruşu kapitalist dünya görüşü temsil eder. Kur’an, buna Karun örneğini verir.“Karun:
‘Ben ona yalnızca bendeki ilim sayesinde nail oldum’ dedi.”744
Âyetle ilgili olarak Mustafa İslamoğlu şunları der: “Ayette, bu tiplerin
bilinçsiz yığınların imrendiği tipler olduğu ifade edilmekle, dünyalığın ehl-i
dünya yığınlarını nasıl cezbettiği vurgulanmaktadır. Ancak, Karun’un kötü
akibetine şahit olan aynı yığınların, ne kadar günübirlik düşündüğü de,
cezalandırmanın ardından söyledikleriyle ortaya çıkıyor: “Vay be! Demek, Allah
kullarından dilediğine rızkı genişletiyor, dilediğine de kısıyor. Allah bize
lütufta bulunmasaydı, vallahi bizi de batırmıştı.” Bugünkü dünyevileşme
mantığıyla, kadim çağlardaki “ilkel” dünyevileşme mantığı arasında şaşılacak
kadar benzerlik bulunuyor. Aslında bu şaşılacak bir şey de değil. Çünkü insanın
tabiatı ve zaafları, zamanın değişmesiyle değişmiyor. İnsanın hakikat
karşısında aldığı tavırlar, genellikle aynı. Biraz mizahi bir yaklaşımla “homo
ekonimikus: ekonomi insanı”, falan ya da feşmekan dine mensup bir toplumda
ortaya çıkmış olabilir. Ama bizim “dünyevileşmiş tip” dediğimiz bu insanın tüm
zaman ve mekanlarda bir tek dini vardır: Madde, para, ekonomi(...)
Dünyevileşmiş çağdaş insan tipinin dini ekonomi, imanı para,kitabı çek koçanı,
mabedi bankadır. Dünyevileşmiş tip,dindarsa dinini, ideolojisini varsa
ideolojisini, davası varsa davasını her fırsatta paraya tahvil etmenin
yollarını arar. Karunlaşmış bu tipler, Müslüman olduğu zaman, “Allah rızası,
hizmet, tebliğ, davet, ihlas, cihad, bereket, tekbir cihad” gibi dinin
kavramlarını kullanarak sömürür. Marksist olduğu zaman “halk, köylü, işçi,
emekçi” gibi Marksizm’in kavramlarını sömürür.(...) Fakat hepsinin de mantığı
tektir. Hepsi de menfaatlerini, dinlerinden, imanlarından, ideolojilerinden
önde tutarlar. Hepsi çıkarları gerektirdiği zaman her şey olurlar.”736
"Çokluk
kuruntusu sizleri oyaladı.”737,
"Biz kavuşmayı arzu veya ümit etmeyip, dünya hayatına razı olup onunla
yetinenler ve bizim âyetlerimizde gafil olanlar...”
738 âyetleri
ifratçı kesimi tasvir etmektedir. İfratçı bir bedevi bir miktar parayı eline
almış, öpmüş, daha sonra da şöyle demiş: “Sen aklımsın, dinimsin, namaz ve
orucumsun, gözümün nurusun, ciğerparemsin,layık olduğun ellerdesin.”739 Günümüzde
yaşanan dünyevileşme sarhoşluğu da aynı felsefeyi temsil etmektedir. Bu kesimin
vardığı ifratçı iktisat anlayışı helal-haram dinlemez;onları birbirinden
ayırmaz; domuzun ekonomiye katkısı varsa onu da besler, yetiştirir. Put ve
heykellerin ticaretini meşru görür, içki ve kumara özendirir.
İdareye
Talip Olup Olmamada İtidal ve Aşırılık
"Parlamento
kürsüsü davet için bir minberdir, Parlamentoya girmek hedef değil, vasıtadır. ”
Hasan
el-Bennâ
Kimi
çıkışlar, tüm hayat ve mücadelelerini yönetimi ele geçirme hayali üzerine
kurmuşlar. Kimi akımlar, politik tartışmalarda boğulmuşlar. Kimileri oy
kullanmayı küfür gördüklerinden oy kullanan herkesi tekfir etmişlerdir.Toplumu
“cahili” olarak gördüklerinden, “onun imar ve ıslahı yerine zayıf düşürülmesi,
ihmal ve imha edilmesi gerekir” düşüncesinden hareketle kamuoyuna ait mallara
zarar vermekte, “cahili toplum” olarak nitelendirdikleri her topluma top yekun
savaş ilan etmektedirler.
“İslâm’da
idare yoktur.”; “ İdareci, hileci, akıl çelen ve yalancıdır; bu nedenle erdemli
şahsiyetlerin ondan uzak durması gerekir.”; “Siyasette din yoktur.” benzeri
söylemlerin maksatlı olduğuna ve İslâm diniyle bağdaşmadığına inanmaktayız. Bu
anlayış, son yıllarda egemen güçler tarafından ortaya konulmuş, yabancı ve
uğursuz bir tezdir. İslâm akidesine göre, “İslâm’da yönetim yoktur” ile
“İslâm’da hac yoktur”, “İslâm’da cihad yoktur” vs. demek arasında hiçbir fark
bulunmamaktadır. İdare herkesin yaşamıdır. İnsanların beraber yaşamak için
oluşturdukları bir nizamdır.
Seküler
kesimin önemli hedeflerinden birisi, Müslüman camiayı idareden
uzaklaştırmaktır. Bunu gerçekleştirmek için de her yönteme başvurmaktadır.
Sözgelimi, malum cenah, Cuma ve bayram namazlarını “siyasî namaz”, inanç
timsali, başörtüsünü de “siyasî simge” diye engellemeye çalışmıştır. Daha
garibi; Tevbe ve Enfal sûreleri gibi cihadı anlatan birçok sûreyi, “siyasetten
bahsediyor” gerekçesiyle yasaklama cihetine gitmiştir.
İdarede
görev almayı dışlamakla, “toplumda görülen tüm haksızlık ve gayr-ı meşru
yönetimlere karışmıyorum; yapılan insan hakları ihlallerinden bana ne.”, “
yönetimde zalim ile adil, mü’min ile münafığın hiçbir farkı yoktur.” demek
anlamına gelmektedir. “Zalim ile adil birdir.” diyen biri; ya korkak ya cahil
ya da iki yüzlü bir müraidir. İki horozun dövüşünde de tarafsız kalmak çok
nadir iken, memleketin idaresinde tarafsız kalmak nasıl izah edilir? Fiyatların
arttığını söylemek, zamlardan şikâyetçi olmak, eğitim politikasını beğenmemek,
haksız vergilerden şikâyet etmek, maaş ve geliri yeterli bulmamak, sahne ve
meydanlara çıkmadan siyaset yapmaktır.
İbn
Teymiyye, İslamî
ahkâmın yürürlükte olmadığı ülkelerde görev almanın almamaktan daha hayırlı
olduğunu; hatta imkânı nispetinde zulme mani olma imkânı olduğu takdirde görev
almanın vacip olduğunu belirtir. Allah Teala her insana imkânı nispetinde
İslami vecibeleri yerine getirmesini emretmiştir. Bu konuda niyetler
belirleyicidir. Zalim biri,diğer birini haksız yere haraca bağlarsa mazlum
olan, zulümden kurtulmak için birini aracı yapabilir. Aracının zalime bir
miktar para teklif etmesi caizdir.740 "Yusuf dedi ki: Beni ülke
hâzinelerinin başına memur et, çünkü ben iyi korur iyi bilirim.”741 âyetinin de
işaret ettiği gibi, Hz Yûsuf’un Firavun’dan görev talep etmesi, Hz.Yusuf’un
adalet namına istediği her icraatı gerçekleştiremediği halde göreve talip
olması, insanın imkânı nispetinde Allah’ın emir ve yasaklarını uygulamakla
görevli olduğunu göstermektedir.742 Necaşi’nin kral olarak İslam ahkâmını
icra edemediği halde görevde kalması buna örnektir. Her ikisi de, “Bizler İslam
ahkâmını icra edemiyoruz. Bu nedenle görevi bırakıyoruz.” demedi. İmkanları
nispetinde adaleti icra etmeye çalıştılar. Necaşi vefat edince kendisini
yıkayacak, namazını kılacak biri dahi bulanamamıştı. Hz. Peygamber gıyabi
cenaze namazını kıldırmıştı. Keza Necaşi sünnet olamamış, hacca
gidememiş, Cuma ve Bayram namazlarını kıldıramamıştı.
İzz
b. Abdusselam de maslahatı
celb ve fesadı men gayesiyle bir Müslümanın Müslüman olmayan bir yönetimde
görev alabileceğini söyler.743
Müslümanın yönetimi ele alması veya yönetime katılması halinde zulüm,
isyan artacaksa; cüz’î de olsa önüne geçemiyorsa görev almaması daha uygundur.
Parlamenter
sistemle idareye gelmeyi ve hizmet etmeyi meşru görmeyenlerin başında Şehid Seyyid
Kutub’un kardeşi Muhammed Kutub gelmektedir. Muhammed Kutub
ve diğer bazı davetçiler, “O, size Kitabında şunu da indirmiştir: Allah’ın
âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla eğlenildiğini işittiğiniz zaman başka
bir konuşmaya dalmalarına kadar o heriflerin yanlarına oturmayın, yoksa siz de
onlar gibi olursunuz. Şüphesiz ki Allah, münafıklarla kafirleri, topunu
birlikte cehennemde bir arada toplayacaktır.”744 benzeri bazı âyetleri öne sürerek
parlamentoya girmenin iki yönden sakıncalı olduğunu savunmuşlardır.745 1. Allah’a ait
olan yasama hakkının meclise verilmesi, İslam akidesine muhalif karar ve
yasaların çıkarılması. 2. Meşru olmayan biçimde yemin edilmesi.
Söz
konusu âyet, İslam aleyhinde konuşulan yerlerde bulunup onlara ses
çıkarmayanlar hakkındadır. Merhum Seyyid Kutub’un da dikkat çektiği
gibi, böyle yerlerde Müslümana karşı atağa geçme düşer, onlara gereken cevaplar
verilir, yaptıkları konusunda kamuoyu bilgilendirilir.746 Nitekim Hz. Peygamber düşmanın haberlerini
taşımak için bazı sahabileri görevlendirmişti. Günah işlenen yerler mutlak
anlamda terk edilirse, iyiliği kim emredecek ve kötülükten kim alıkoyacak? Bu
konuda niyetler belirleyici olur. Muhammed Ebu Zehra,Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kureyş
parlamentosuna girdiğini ve onlara gereken tepkiyi gösterdiğini aktarmaktadır.747 Müslüman
parlamentoya gidip Müslüman kişiliğini unutursa bu tehdide muhatap olur.
Avrupa, ABD, Birleşmiş Milletler Konseyi vs. yelerlerde İslam aleyhinde sarf
edilen söz, fikir ve düşüncelere,düzenlen komplo ve desiselere cevap verecek
şahsiyetlerin, sözcü ve temsilcilerin bulunması dini bir vecibedir.748
Parlamento
ve benzeri yerlerde hazır bulunmak birçok avantajı da beraberinde
getirmektedir.Söz gelimi benzeri yer ve parlamento kürsülerinde İslam mesajını
yaymak, Müslümanlara yapılan işkenceleri dillendirmek, zararların önüne geçmek
ya da asgariye indirmek bu cümledendir. Bütün görevlerde ihmal söz konusu
olabildiği gibi, parlamentoya girenler için de bazı ihmaller söz konusudur. Bu
ihmaller oraya girmeyi gayrı meşru kılmaz.
Üstad
Muhammed Kutub’un delil olarak sunduğu birinci engel/gerekçe; yani.
Allah’a ait olan yasama hakkının meclise verilmesi ve İslam akidesine muhalif
karar ve yasaların çıkarılması konusu tartışmaya açık bir konudur. Şöyle ki,
İslam’a aykırı karar ve yasaların gayrimeşru olduğu, dolayısıyla günah olduğu
açıktır.Ancak çıkan her yasa da İslam’a muhalif değildir. Bununla beraber
mutlak anlamda parlamentoya girmek haram ve günah ise parlamentolarda
Müslümanların aleyhinde yapılan faaliyetlere kimler cevap verecek? Olup
bitenlerden kimler haber verecek? Yapılan tahribata -varsa-kimler “dur”
diyecek?
Yakın
tarihte parlamenter sistemle Müslümanlara cüzi de olsa bazı hizmetler yapıldığı
bilinen bir gerçektir. Ürdün, Sudan, Filistin, Endonezya, Malezya, Pakistan
Türkiye vs. ülkelerin parlamentolarında Müslümanların lehinde hayırlı bazı
hizmetlerin yapıldığını gördük. Söz gelimi ülkemizde Kur’an kursları, ilahîyat
fakülteleri, imam -hatiplerin kapatılıp açılmasında, kontenjanlarının düşürülüp
artırılmasında iktidarların önemli yeri olmuştur. Kaldı ki parlamentoya
girenler diledikleri yasayı onaylayıp onaylamama konusunda hürdürler.İslam
aleyhinde çıkacak karar ve yasaları tasvip etmeleri onaylamaları,reaksiyon
göstermemeleri günahtır. Ancak muhalif yasalara reaksiyon gösterip itiraz
edildiği veya karşı çıkılması halinde bu sakınca ve şüphenin izale olacağı
muhakkaktır. Parlamentoya girme mutlak anlamda İslam’ın aleyhinde olsa muarız
güçler samimi Müslümanların parlamentoya girmesinden neden rahatsız olmakta ve
parlamentolarda söz sahip olmalarına engel olmaya çalışmaktadırlar? Bilindiği
gibi, dünyanın bir çok yerinde samimi Müslümanların parlamentoya girmemesi için
bin bir türlü bahaneler uydurulmuş ve parlamentoya girmelerine engel olmaya
çalışılmıştır.
Üstat
Muhammed Kutub’un söz konusu ettiği yemin gerekçesine gelince, bazı
ülkelerde kullanılan ve zahiri olarak küfrü çağrıştıran ifadeler şeran yemin
olmayıp, elfaz-ı küfür veya sakıncalı 1fadeler kabilindedir. Bilindiği gibi,
şer’i yemin sadece Allah’ın sıfatlarına ya da Kur’an’a yapılır. İslam
uleması,Müslümanların maslahatı söz konusu olunca bu tür ifadelerin
kullanılabileceğini belirtmişlerdir.749 İbnül Kayyim bu konuda şunları der:
İslam ve Müslümanların maslahatı söz konusu ise kalbin reddetmesi kaydıyla,
zahiren küfrü çağrıştıran sözleri kullanmada bir sakınca yoktur. Muhammed b.
Mesleme’rivn Hz.. Peygamber hakkında sarf ettiği cümleler bu türdendir.750 Şöyle ki: Yahudi
Ka’b b. Eşref, Hz. Peygamber ve Müslümanlara karşı savaş ilan edince,
Ashap onun etkisiz hale getirilmesi için Hz. Peygamber’den müsaade istedi. Hz.
Peygamber,bu maksatla Muhammed b. Mesleme ile Ebu Naile’yi
görevlendirdi. Muhammed b. Mesleme, “Ey Allah’ın Resulü, Ka’b’ın hakkınızda
hoşlanacağı bir şeyi söylememe müsaade buyurur musunuz?” dedi. Hz. Peygamber,
“İstediğini söyleyebilirsin.” buyurdu. Muhammed b. Mesleme, Yahudi Ka’b’i
etkisiz kılmak gayesiyle zahiren küfür olan bazı ifadeler kullandı. Onlardan
bir tanesi şuydu: “(Hz. Peygamber’i kast ederek) Şu kişi bizden sadaka istedi,
bizi güç durumda bıraktı,vergi altında ezdi. Bu nedenle sana geldik.”751 Muhammed b.
Mesleme’nin Hz. Peygamber hakkında kullandığı ifadeler aslında küfür
sözlerdir. Ancak Hz. Peygamber maslahat için kendisine izin verdi.
Maslahat
için elfaz-i küfrün sarf edilebileceğini gösteren diğer bir delil de şudur:
Mekke’nin fethi esnasında Haccac b. İlad adındaki sahabi Hz. Peygamber’e
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) gelerek,“Ey Allah’ın Resulü! Mekke’de akraba
ve yakınlarım var. Onlara gitmek istiyorum. (Malımı getirebilmek amacıyla)
aleyhinizde konuşmam caiz olur mu?dedi. Hz. Peygamber aleyhinde konuşmasına
izin verdi.752
Hz. Peygamber aleyhinde konuşmak şüphesiz ki küfürdür. Ancak maslahat söz
konusu olduğundan Hz. Peygamber buna müsaade etti. Bu ve benzeri bazı naslardan
hareketle ulema, İslam ve Müslümanların maslahatı söz konusu olunca kalbin
reddi şartıyla, zahiren küfrü gerektiren bazı ifadeleri sarf etmenin caiz
olduğunu söylemişlerdir.753
Gerçekleri
dillendirme gayesiyle Üstat Said Nursi, Mevdudi, Mehmet Akif, Elmalı
Muhammed Hamdi Yazır, Mustafa Sibâî gibi zevatın parlamentoya girdiği
bilinir. Hatta oraya girip iyiliği emretmek vaciptir,754 demişlerdir. Pakistan’da Mevdudi, Fatıma
Cinnah’ın Eyyüb Han’dan daha az zararlı olduğunu söyleyince,
fanatikler, “İdareyi kadının eline veren toplum esenliğe çıkmaz.”
hadisini öne sürerek Mevdudi”yi eleştirdiler.Söz konusu hadisin hangi
bağlamda söylendiğini düşünmedikleri gibi, “Despotu başa getiren esenliğe
ulaşır mı?” Sorusunu sorma gereğini de duymadılar.755
Ezher
uleması, oy kullanmayı imama beyat kapsamında ele almış ve oy kullanan birinin ilgili
parti liderine beyat etmiş sayıldığını, bu açıdan “maruf” olan konularda ona
itaat etmesi gerektiğini söylemiştir. Hilafet ya da imamete seçim yoluyla
ulaşılabileceğine dair bir fetva vermiştir.756 Hasan el-Benna, parlamento kürsüsünün
davet için bir minber olarak kullanılabileceğini söylemiştir.757 Ona göre
parlamentoya girmek hedef değil vasıta ve araçtır.
Kadına Mutedil Bakış
“Bacım!
Sen sayı olarak dünyanın yarısısın, ancak diğer yarısı da senin
çocuklarındır.Ohalde tek başına sen ümmeti oluşturmaktasın. ”
Arap
şairi
Kadın,
bizleri yetiştiren, keder ve sevinçlerimizi paylaşan mübarek bir varlıktır. İlk
eğitimcilerimiz annelerimizdir. Bilindiği gibi, tarih boyunca kadın konusu istismar
edilmiştir. İslâm, kadının onurunu zedeleyecek hiçbir faaliyete izin vermez.
İlim talebini, erkeğe olduğu gibi, kadına da farz kılmıştır. Bu nedenle erkek
taifesinden çok güçlü ulema zuhur ettiği gibi, kadın taifesinden de güçlü
şahsiyetler çıkmıştır. “Hadis tadili” konusunda kadınlar erkeklere tercih
edilmiştir. Büyük hadisçi/tarihçi Zehebî, bir çok erkek muhaddisi
kusurlu bulup, (unutma, karıştırma vs. afetlerle) itham ederken kadın
muhaddisler hakkında şunları der: “Kadınlar arasında ne töhmet altında
bırakılan birisini, ne de onları terk edip kadınların rivâyet ettikleri
hadisleri almayan bir kimseyi biliyorum.”758 Hz.Nefise, büyük bir alime idi. İmam
Şafiî bizzat derslerine iştirak eder, onunla müzâkere ederdi.759 İmam
Eş’arî’ın kızı olan Zeynep Nisâbûrî Zemahşerî’den icazet almış
birçok kişiye icazet vermiştir. Kendisinden icazet alanlardan biri İbn Hallikân’dır760 Meşhur
Hanefî fakihi aynı zamanda Tuhfetu’l-Fukaha adlı eserin müellifi Alaeddin
Semerkandînin kızı Fatima, çok güçlü bir alime idi. Babasının
öğrencisi Alaeddin Kâsânî ile evlendi. Kâsânî, Bedâiü’s-Sanâi
adlı eseriyle meşhurdur. Kendisi hakkında şöyle denir: Alaeddin
Semarkandî’nin Tuhfe’sini şerh etti ve kızıyla evlendi. Fatima çok
güçlü bir hukukçu idi. Zaman zaman eşinin hatalarını düzeltirdi. Evlenmeden
önce fetvalarda kendisiyle babasının imzası bulunurdu. Evlendikten sonra
fetvalar üçlü imza ile çıkardı; kendisinin, babasının ve eşinin.761
Rabiatu’l-Adeviyye,
Batı’da hakkında araştırma yapılan ve ruhî terbiyede çok sayıda insana yararı
olmuş muhteşem bir şahsiyettir. İmam Malik, çocukluğunda müezzin olmayı
arzuluyordu, ancak güçlü fetânet sahibi ve akıllı annesi buna rıza göstermedi
ve onu ilme yöneltti.762
Zeyneb Alemkir (v.1113/1701), Şah Muhittin Avernekin kızıdır. Zeybu’t-Tefâsir
adında tefsiri ve bir de şiir divanı vardır. “Prenses Müfessire” olarak
bilinir.763
İslam,
erkek ve kadından biri olmadan hayatın devam edemeyeceğini belirtir. Modern
cahiliye kadına iki biçimde zulüm etti: Onu yaratılış gayesinden uzaklaştırdı,
cahil bıraktı ve onu basit, değersiz şeylere köle etti. Medyada yer alan bir
elbise uğruna intihar eden kadınların haberleri bunu doğrulamaktadır. Abbas
Tusî, cennete ilk girecek erler davet olunduğu zaman, en önde Hz.
Meryem’in
(a.s) de görüleceğini anlatır. Çünkü Allah’ın birliği karşısında erkek-kadın
ayrılığı yoktur.764
Meşhur mutasavvıf Fahreddin Attar, meşhur eseri "Tezkıretu’l
-Evliya” kitabında, Rabia’ya büyük bir yer ayırır. Kendisine, “Ona
niçin erkekler arasında yer verdin?” diye sorulunca, hadiste, “Allah Teala
yüzlerinize bakmaz.”765
denildiğini belirterek cevap vermiştir.766
İmam
Şafiî’nin annesi Fatıma
güçlü bir alime idi. Kendisinin yetişmesinde annesinin payı çok büyüktür. Fatıma
bir kadınla birlikte şahit olmak üzere adliyeye davet edilmiş, hakim iki kadını
ayrı ayrı dinlemek isteyince, Fatıma, “Eğer her ikisi de erkek olamıyorsa o
zaman doğruluğuna güvendiğiniz bir erkekle iki kadın şahit olsun ki biri
unutunca diğeri hatırlatsın.”767
âyetini okumuş ve, “Hakim Bey, âyette iki kadın beraber anılmış, “Olabilir
ki birimizin hatırlamadığını diğeri hatırlatır.” diyerek itiraz etmiş.Bunun
üzerine hakim teklifinden vazgeçmiştir.768 İbn Hanbel’in, annesi ise genç yaşta
kocasını kaybettiği hâlde çocuğu Ahmed’i yetiştirmek için evlenmemiş ve
oğlunun yetişmesi için itina göstermiştir. Meşhur fakih ve müfessir Zeynuddin
Ali İbrahim’in annesi otuz ciltlik el-Cevâhir kitabını ezber biliyordu. İmam
Malik’in kızı da Muvatta’yı ezber biliyordu.769
Osmanlılar
döneminde Korfu valisinin kızı Safiye Sultan, Manisa’da eğitim görmüş,
Avrupa’yı iyi tanımıştı. İslâmî ilimlere vukufuyeti ve siyasetteki engin
kültürüyle devlette kuvvet unsuru olmuş iç ve dış politikaya yön vermişti.
Kendi döneminde adete bir hükümet konumundaydı. Çağımız ulemasından Süleyman
Hilmi Tunahan Efendinin hanımı Hafize Sultan’ın; “Altmış talebenin
bir arada, huzur içinde, sıkıntısız olarak ders okuduğunu görürsem altmış
kurban keseceğim.” demesi bu kesimin hassasiyetinden bir örnektir.770
Netice
olarak şunu diyoruz: İslam, kadını toplum mimarı olarak değerlendirir.
Şair de bunu doğrulamıştır: Bacım! Sen sayı olarak dünyanın yarısısın; ancak
diğer yarısı da senin çocuklarındır; o halde tek başına sen ümmeti
oluşturmaktasın.
Kadına Bakış Hususunda Aşırılık
“On
dört yaşında bir kız, yangında hayatını kaybetti. Olayın cereyan etme biçimi
çok ilginçtir: Kızcağızın bulunduğu okulun kapıları kapatılmış, dışarıyla olan
bağlantısı kesilmişti. Gerekçe ise çok daha ilginç; itfaiye, polis ve sivil
savunma yetkilileri, kız şer’i ölçüde örtünmediği gerekçesiyle ne müdahale
etmişler ne de dışarıya çıkmasına müsaade etmişlerdi. Neticede kızın diri diri
yanmasına seyirci kalmışlardı. ”
Günlük
gazeteler
Cahiliye
döneminde kadınların gölgesinden uzak duruluyor, onlarla konuşmanın, bir araya
gelmenin günah olduğu iddia ediliyordu.771 Kadının evinden çıkmasına sadece iki defa
izin verirdi; biri evlenince, diğeri de ölünce. Kadına okumayı yazmayı
yasaklayanlar, dövülmesini savunanlar tefritçi, hürriyet adına onu fıtratından
uzaklaştırıp, eşlerini dövebileceklerini, eşine, ailesine, çocuklarına karşı
sorumlu bulunmadığını iddia edenler de ifratçı cenahı oluşturmaktadırlar.
Tesettürlü bayana eğitim imkânı tanımayanlar ifratçı, evlenecek çiftlerin birbirlerini
görmelerine müsaade etmeyenler de tefritçidirler. Keza, kadını tüm kötülüklerin
kaynağı olarak görenler, onu cennetten çıkmamızın müsebbibi olarak telakki
edenler de tefritçidirler. İslam ülkelerinin birinde kadınlara has bir okul
açılınca, “Bid’at yuvası açıldı.” diye şehri terk eden bazı tefritçilerin
haberini basından öğrendik. Mart 2002 de Suudi Arabistan basını Mekke’den şu
ilginç haberi dünyaya ilan etti: On dört yaşında bir kız yangında hayatını
kaybetti. Olayın cereyan etme biçimi çok ilginçtir. Kızcağızın bulunduğu okulun
kapıları kapatılmış, dışarıyla olan bağlantısı kesilmişti. Gerekçe ise çok daha
ilginci; itfaiye, polis ve sivil savunma yetkilileri kız şer’i ölçüde
örtünmediği gerekçesiyle ne müdahale etmişler ne de kızın dışarıya çıkmasına
müsaade etmişlerdi. Neticede kızın diri diri yanmasına seyirci kalmışlardı.772 İslam ruhuyla
tamamıyla tezat teşkil eden bu girişim tarihe bir kara leke olarak geçecektir.
Bir sağlık sorunundan dolayı bile elbiseyi çıkarmasına müsaade edilirken can
güvenliği söz konusu olunca nasıl bu kadar ihmalkâr davranılabilir?
Muharref
Tevrat, insanını cennetten çıkarılmasında günah keçisi kadını olarak görür.773 Kur’an ise
yasaklı ağaçtan kadın ve erkeğin yediğine dikkat çeker.774 Cahiliye döneminden kalma adetlere göre
doğumu yaklaşan kadınlar için ebe çağrılır, doğan erkek ise ebeye hediye
verilir, kız ise verilecek hediyenin yarısı verilir; kız doğuran annelere
hakaretler yağdırılır. Bazı ülkelerde kız doğuran kadınların çıkış kapısı
erkeklerden farklı olur. Kız ise hastanenin arka kapısından, erkek ise ana
kapıdan çıkarılırdı. Kız doğuranlar boşanmakla, dövülmekle tehdit edilirdi.
Günümüzde bile Hindistan’da boğularak öldürülen kız çocukların sayısı
milyonlarla ifade edilmektedir.775 Hint mitolojisine göre,Tanrı kadını yaratmak
isteyince aydan hilal şeklini, güneşten parlaklığı, bulutlardan göz yaşını,
çiçekten parlaklığı, gülden rengi, daldan hareketliliği, rüzgardan inceliği,
bitkiden canlılığı, ateşten sıcak yürekliliği, ceylandan gözünü, güvercinden
gerdanını, köpekten vefakarlığını, kervandan sesini, baldan tatlılığını, Ebu
cehil karpuzu bitkisinden acıy aldı. Hepsini karıştırdı,ondan kadını yarattı ve
dizayn etti.776
Hindistan’da
halen kızlar kutsal Ganj nehrine atılır. Bazı yerlerde olduğu gibi, kocası ölen
yaşlı kadınlar intihara zorlanır. Yunan mitolojisinde ise gök erkeği, yeryüzü
de kadını temsil eder. Batıl olan bu inanç erkeğin yüceliğini, kadının da
alçaklığını sembolize eder.777
Alman filozof F. Nietczche, “Kadına mı gidiyorsun? Kırbaçını unutma!”
derken, Hegel de, evlenen bir kadının şeref ve değerini yitirdiğini
savunur.778
Filipinlerde
kadının ektiği meyvelerin tatlı, erkeğin ise acı olduğuna inanılır. Kadim
Mısır’da kadın çift süren hayvanlara eşlik eder, putlarına kurban olarak takdim
edilirdi. Nil’e şükran borcu olarak her yıl “kurbanlık gelin” namıyla bir kadın
atılırdı. “Nil’e Vefa Borcu Bayramı” namı verilen bu vahşi bayramda devlet
erkanı, öğrenciler ve halk katılır;o gün resmi tatil olarak kabul edilirdi.
Güney Amerika’nın bazı bölgelerinde, hasadın verimli olması için halen genç bir
kadının cesedi parçalanır;erkekler ise bu vahşi gelenekten muaftır.779
İbadette İtidal
"Sufyân
Sevri, halı üzerinde namaz kılmak isteyince biri itiraz etmiş. Bunun üzerine
Sufyân şöyle demiş: Namazında huşu içerisinde misin? Önemli olan huşudur,
nerede namaz kıldığın o kadar önemli değildir.”
İbadet
lügatte; teslim olma, baş eğme anlamındadır. Kavram olarak da Allah’ın rızasına
nail olmak gayesiyle, ihlasla ve sünnete muvafık yapılan her niyet ve
hareketten ibarettir. Müslüman kalbiyle, diliyle, eliyle, gözüyle, kulağıyla,
beyniyle, kısacası bütün varlığıyla ibadet eder. İbadet, hayatın dışında
değildir. İbadet hayat olduğu gibi, hayat da ibadettir. İlim ibadettir,
evlenmek ibadettir, ticaret ibadettir; seyahat etmek ibadettir, yeryüzünü
onarmak ibadettir; adabına göre uyumak, Allah’ın nimetlerinden yararlanmak
ibadettir. Tüm sosyal hizmetler, toplumsal barışa yönelik faaliyetler, hasta
ziyareti, yaratılanlara merhamet etmek ibadettir. Hz. Peygamber eziyet veren
bir dikeni kaldırdığı için affedilen birini haber vermiştir.780 Tüm zaman ve
mekanlar ibadet için uygundur; bütün yeryüzü ibadethanedir. Bu nedenle İbadeti
zaman ve mekanla sınırlandırmak aşırılıktır. En büyük abidler peygamberlerdir. Ebu
Zer Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) soror:
-Ey
Allah’ın Resulü beni ateşten kurtaracak amel nedir?
-İmandır.
-İmanla
beraber hangi salih ameli işleyeyim?
-İmkanın
nispetinde yardım et.
-Fakir
ne yapsın?
-İyiliği
emretsin.
-Bunu
yapamazsa.
-Cahile
yardımcı olsun.
-Bu
kabiliyeti yoksa.
-Mazluma
yardım etsin.
-Edemezse.
-Hayır
yapmak istemiyorsa, insanlara eziyet etmesin.
-Bunları
yapan cennete girer mi?
-Evet,
bunları yapan bu amelleri sayesinde cennete girecektir. 781
İslam,
çok ibadet yerine az, ancak bilinçli ve ihlasla yapılanı tercih eder. Nitekim
hadiste, “Dininde samimi ol,sana az amel yeterdir’ buyrulmuştur.782 Aynı safta namaz
kılan iki kişinin namazları arasında dağlar kadar fark bulunabilir.
İbadetlerden biri sahibinin yüzüne çarpılırken, diğeri Allah katında kabul
görmüştür. “Allah sizlerden hanginiz en güzel işler yapacağını sınamak için
ölümü ve hayatı yarattı.”783
Bazen birinin tek bir tesbihi diğerinin feza dolusu ibadetinden daha hayırlı
olabilmektedir. Bazen samimiyetle ifade edilen tek kelime kurtuluşa sebebiyet
verebilmektedir. Habeşistan Kralı Necaşi, samimi olarak İslam’ı kabul
etti. Ancak bazı vecibeleri yerine getirme imkânı bulamadı. Kral olduğu halde
İslam ahkâmını uygulayamadı, sünnet olamadı, hacca gidemedi. Buna rağmen örnek
yönetici bir Müslüman olmayı başardı.
İslam,
“camide ayrı, laboratuarda ayrı” şeklindeki bir düalizmi reddeder.Yani, “Camiye
giderken Allah için çalıştım, fabrikaya giderken de dünya için hareket ettim.”
anlayışını reddeder. İbadet, vicdanlara hapsedilen bir olgu değildir. Bu
nedenle her Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) insanlara ilk mesajı şuydu: “Andosun ki
Biz, her ümmete; “Allah’a kulluk edin ve tağuttan sakının.” diye uyaran bir
peygamber gönderdik. ”784
İbadet,
hizmet, lider veya amirlere boyun eğmekten farklıdır. Çünkü ibadette istek var,
sevgi var, irade var; riya olmaz, olursa şirk olur, ibadet olmaz. “Her kim
Rabbine kavuşmayı arzu ederse güzel bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı
ibadette kimseyi ortak etmesin.785” âyeti bu gerçeğe dikkat
çekmektedir.Bazen tek hayırlı bir kelime insanın dünya ve ahiretinin
kurtuluşuna vesile olduğu gibi, çirkin tek bir kelime dünya ve ahiretin
yıkımına neden olabilmektedir. Bir köpeğe su veren günahkâr biri
kurtulabileceği gibi, kediye eziyet eden biri de helak olabilir. Sübhanallahi
ve bihamdihi sübhanellahilazim/Yüce Allah’ı hamd ile tenzih ederim. Kısa
olan bu iki kelime, mizanda çok ağır ve Rahman olan Allah’a da çok sevimlidir.
Hz.
Peygamber ve ashabı,ibadetlerin bilinçli yapılmasına dikkat çekerlerdi.Hz.
Peygamber bir vesileyle şöyle buyurdu: “İbadetler konusunda kendinizi zor
durumda bırakmayın, onları ağırlaştırmayın. Aksi halde Allah da sizi zor
durumda bırakır. Geçmişte bazı toplumlar kendilerine ağır ibadetler yüklediler.
Allah onları halleriyle baş başa bıraktı. İşte havra ve kiliselerinden arta
kalanlar. Sonra da, “Sonra onların izleri üzerinde ardı ardına
peygamberlerimizle izledik; arkasından Meryem oğlu İsa’yı gönderdik, ona İnci’
verdik ve ona uyanların kalplerinde bir şefkat ve merhamet yarattık. Bir de rahipliği
ki, onu onlar uydurdular, Biz onu üzerlerine yazmamıştık; ancak Allah’ın
rızasını aramak için yaptılar, sonra da ona hakkıyla riayet etmediler. Biz de
içlerinden iman etmiş olanlara mükafatlarını verdik, çokları ise yoldan çıkmış
fasıklardır.”786
âyetini okudu.787
Abdullah b. Ömer b. As anlatıyor: Hz. Peygamber bana şu soruyu yöneltti. “Gündüzü
oruçla, geceyi namazla geçirdiğine dair haber aldım, bu doğru mu?”
-Evet,
doğrudur ey Allah’ın Resulü.
-Öyle
yapma, oruç tut, iftarını aç, uyu; ancak bedeninin üzerindeki hakkı da unutma.
Eşinin, misafirlerinin üzerinde hakkı var, ayda üç gün oruç tutman yeterlidir.788 Hz.Peygamber
ve ashap zor olanı değil, kolay olanı tercih ederdi.789 İbn Ömer kadına dokunmanın abdest bozduğunu
söyleyince Hz.Aişe hemen müdahale etmiş ve, “Hayır, bu Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sünnetine
muhaliftir;Çünkü Hz. Peygamber bana dokunduğu halde abdest almazdı.” demiştir.790
Her
yıl çok sayıda hacı adayı izdihamdan dolayı vefat ettiği halde, halen bazı
gruplar zeval vaktinden önce şeytan taşlamanın caiz olmadığında ısrar
etmektedirler. Malik b. Nebi, Muhammed Gazzâlî, Yusuf Karadâvî, Abdullah b.
Zeyd el-Mahmudi gibi muasır bazı alimler günün herhangi bir saatinde cemre
taşlarını atmanın caiz olduğuna dair fetva vermişlerdir. Veda haccında ashab
Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) değişik sorular yönetti. Biri, ey Allah’ın
resulü farkına varmadan kurban kesmeden önce tıraş olabilir miyim? dedi. Hz.
Peygamber “Sakıncası yok. buyurdu. Bir başka sahabi, ey Allah’ın Resulü şeytan
taşlamadan önce kurban kestim,sakıncası var mı?dedi.Hz, Peygamber ona da,
“Sakıncası yok.” buyurdu. Ravi diyor ki:Hz. Peygamber o gün kendisine sorulan
her soruya,“yapın, sakıncası yok.” cevabını verdi.791 Çağımız ulemasından Abdulcelil İsa Hz. Peygamber’e
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) yirmi
dört soru yöneltildiğini; hepsine de “yapın,sakıncası yok” dediğini aktarır.792 Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu uygulamaları
şeytan taşlamada her yıl binlerce Müslümanın vefatına neden olan izdiham
sorununa bir çözüm değil midir? Yani taşlamanın günün her saatte
yapılabileceğine delil değil midir?793 Çağımız düşünürlerinden Malik Bin Nebi, recm
esnasında izdihamdan uzak bir yerden taşlarını atıyordu. Nedeni sorulunca: Ben
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) , “Sizleri bir şeyden
alıkoyduysam yapabildiğiniz kadarını yapın.” emrini yerine getiriyorum,
izdihamda ayaklar altında ezilmenin bir anlamı
yok demiştir.794
Hz.
Peygamber bir birliği cihada gönderdi, soğuk havadan dolayı üşüdüler, dönünce
soğuk aldıklarını Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) söylediler. Hz. Peygamber, sarık ve
çoraplarına mesh etmelerini emir buyurdu.795 Özellikle yolculuk yapanlardan ve soğuk
iklimlerde yaşayanlardan ayak yıkama kendilerine zor geldiği için namazı terk
edenler fazladır. Bunlar İslam’ın bu ruhsatından yararlansalardı belki de
bahane bulamazlardı. Bu nedenle birçok sahabi ve müçtehidin cevaz verdiği
çoraba mesh ruhsatından yararlanılabilir. Hz. Ömer bir grup arkadaşıyla
bir havuzun yanından geçer. Amr b. As havuz sahibine yönelerek: Yabani
hayvanlar bu havuzdan su içer mi? diye sorar. Hz. Ömer müdahale eder ve
havuz sahibine şöyle der: “Bırak, o kadarı bizi ilgilendirmez. Bize de yabani
hayvanlar uğrar, biz de onlara uğrarız.796 Hz. Ömer bir arkadaşıyla sokaktan
geçerken yukarıdan üzerlerine su damlar. Arkadaşı, suyun damladığı evin sahibine,
“Suyunuz temiz mi?” diye sorar. Hz. Ömer ev sahibine; “Bırak, bizi
ilgilendirmez.” deyip yoluna devam eder.”797
Hz.
Peygamber, hutbeyi ne uzatır ne de kısa tutardı; hutbeleri vasattı. Gecenin
tamamını ibadetle geçirenleri ikaz eder, üst üste iftar açmadan oruç tutanları
tasvip etmezdi; Kur’an’ı, bir günde hatmetmeyi, gerekçesiz olarak güneşte
beklemeyi yasaklamış, en büyük günahları işleyenleri bile tövbeye özendirmiş,
uykuluyu namaz kılmaktan alıkoymuş, herkese gücü nispetinde sorumlu olduğunu
hatırlatmıştır. Namaz kılarken çocukları kucağına alır onlarla oynardı.Farz
olarak algılanır endişesiyle teravih namazını devamlı olarak kıldırmamıştı.
Peygamberler,
insanlığın sırtındaki ağırlıkları kaldırmak için gönderilmişlerdir. Hz.
Peygamber; “Peygamber onlara iyiliği emreder onları kötülükten men eder.
Onlara temiz şeyleri helal pis şeyleri haram kılar ve üzerlerindeki
ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri atar."798 âyetini şöyle uygulardı: “O(a.s ),iki
durum karşısında kalınca kolay olanı tercih ederdi”.799, “Ümmetime ağır geleceği endişesini
taşımasaydım onlara her namazda misvak kullanmalarını emrederdim. ”800 801 802,
“Zayıf, hasta ve ihtiyaç sahiplerinden olmasaydı yatsı namazını
erteleyecektim.’^0 ,“Ümmetime ağır geleceğinden endişe
duymasaydım her namazda abdest almalarını, her abdestte de misvak
kullanmalarını emrederdim.’^1 Hz. Peygamber, iki oğlunun
omuzlarına dayanarak yürüyen bir yaşlı gördü.“Buna ne oldu?” buyurdu.
Ashab,“o yürümeyi adamıştır,”deyince, Hz. Peygamber; “Allah ona eziyet
etmekten beridir.” buyurdu ve hayvana binmesini emretti.803 804
Hz.
Peygamber (a.s) birey olarak da modeldir. Topluma yön verecek, insanlar ona
göre biçimlenecek, inanç ve hareketlerini biçimlendirecekler. “Her ümmetten
bir şahit/örnek getirdiğimizde, seni de bunların üzerine şahit getirdiğimiz
zaman bakalım bunların hali nasıl olacaktır.’613 O (a.s.), en
hayırlı amelin az ve devam eden olduğunu, aşırı gidenlerin helak olacağını
beyan etmiş, içki içeni lanetlemeyi yasaklamış, Ramazan’da eşiyle birleşeni
azarlamamış, kefaret vermesini tavsiye etmiş, mescitte idrarını yapana müdahale
edilmemesini emir buyurmuştur. Hz. Peygamber insanlar onu farz hale getirirler
endişesiyle hoşlandığı halde bazı nafile ibadetleri terk etmiştir.805 Hz. Peygamber uzatmak
istediği bazı namazları kendisiyle beraber namaz kılan bir annenin çocuğunu
rahatsız etmemek için kısa tutmuş.806 Abdullah b. Cabir anlatıyor: Hz.
Peygamber’le beraber namaz kıldım. Hem namazı hem de hutbeleri vasat/mutedil
idi.807 Hz.
Peygamber ibadette aşırı gidenleri ikaz etmiş, zaman zaman; “Birilerine ne
oluyor ki yaptıklarımdan/sünnetimden yüz çeviriyorlar! Allah’a yemin olsun ben
Allah’ı en iyi bilen ve ondan çok korkanım"808, “Bu din kolay ve yaşanır bir vasıftadır, onu
zorlaştırarak yaşanmaz hale getirenler ondan olurlar.809, “Allah beni zorlaştıran, bıktıran ve
usandıran biri olarak değil, kolaylaştıran bir muallim olarak gönderdi.”
buyurmuştur.810
Aynı
abdestle birden fazla vakit namazı kılma imkânı tanınmış;su bulamayanlar için
teyemmüm meşru kılınmıştır;zekatın eda edilmesinde kolaylık sağlanmış;muhtaç
akraba ve uzakta olanlara gönderme imkânı tanınmıştır;temel ihtiyaçlardan zekat
alınmamış; malın çeşidine göre onda bir, kırkta bir vs. oranlar esas
alınmıştır;kimseye gücünden fazlası yüklenilmemiş;fakirle -zengin arasında bir
şefkat köprüsü kurulmuştur;oruçta yaşlı, hasta, yolcu ve adet halindeki
kadınlara ruhsat tanınmıştır. Hz. Peygamber; “Sıcak havada, namazı
erteleyin, çünkü sıcağın şiddeti cehennem sıcağını andırmaktadır.”
buyurmuş.811 Bir
kadın, mü’minlerin annesi Ümmü Seleme’ye geldi ve, “Entarim uzundur,
necaset bulaşıyor ne yapmam gerekir?”diye sordu. Ümmü Seleme, kadına,
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şu hadisini hatırlattı: “Temiz yol entariyi
temizler”812
Ezvek b. Kays anlatıyor: Ahvaz’da savaş cephesindeydik. Yakınımda bulunan
biri elinde hayvanının yuları bulunduğu halde namaz kılıyordu. Hayvan gitmeye
çalışıyor o da onu takip ediyordu. Durumu seyreden bir Haricî, “Allah’ım bu
yaşlının hakkından sen gel.” dedi. Namaz kılan yaşlı müdahale etti ve şöyle
dedi: Söylediklerinizi duydum, Hz. Peygamber’le beraber sekiz savaşa katıldım.
Onun, işleri ne kadar kolaylaştırdığını gördüm. Hayvanı bu haliyle tutmam, onu
başı boş bırakmamdan daha hayırlıdır. Başıboş kalınca inine döner.813 Sufyân Sevri,
ev halısı üzerinde namaz kılmak isteyince biri itiraz etmiş. Bunun üzerine
Sufyân şöyle demiş: “Namazında huşu içersinde misin? Önemli olan huşudur,
nerede namaz kıldığın o kadar önemli değildir.” Selman-i Farisî ve Ebu Derdâ
da benzer bir olayla karşılaşmış.Hıristiyan bir kadının evinde namaz kılmak isterler. Ebu Derdâ
ev sahibine, “Evinizde namaz kılabileceğimiz temiz bir yer var mı?” der. Ev
sahibi kadın: “Kalpleriniz temiz ise istediğiniz yerde namaz kılabilirsiniz.”
der. Selman, ”Şuna bakın, fakih olmadığı halde ne güzel konuşuyor.”
der.”814
Medine’nin meşhur yedi fakihinden biri olan Kasım b. Muhammed’e, “
Kıraatin gizli yapıldığı namazlarda Fatiha ve zammı sûre okumanın hükmü nedir?”
diye sorulunca, şöyle cevap vermiş: “Okusan da, okumasan da ashapta senin için
örnek vardır.”815
Fakih İmam Kasım’ın bu cevabı, teferruatın ihtilaf ve cemaati dağıtmaya
sebebiyet vermemesi gerektiğini göstermektedir. Şemsu’l-Eimme
el-Hilvânî’den, Buhara’da sabah namazını güneşin doğmasıyla birlikte
kılmanın durumu sorulunca şöyle demiş: Kendilerini namazdan alıkoymamak
gerekir, zira kendilerine ‘namazı kılmayın.’ dense namazı tamamıyla terk
edebilirler. Muhaddislere göre namazı sahihtir.” 825
İbadette Aşırılık
"Geçenlerde
biri anlatıyordu. Dişlerine dolgu yaptırmak için fetva istemiş. Fetva
veremeyeceklerini söylemişler. Bunun üzerine bütün dişlerini çektirmiş ve
neticede acı çekmiştir. Oysa Şafiî mezhebinde ağzı yıkamak guslün şartlarında
olmadığından ondan yararlanma imkânı vardı. ”
İbadetlerde
ifratın temelleri eskilere dayanır. M.Ö. II. asırda Menü yasaları ibadet
gayesiyle vatandaşlarına tatlıyı, eti, hoş kokuları, göze sürme çekmeyi,
evlenmeyi, pabuç giymeyi, gölgeden yararlanmayı, saç-sakal ve tırnak kesmeyi
yasaklıyor, yaşlıların toplum hayatından uzaklaşmalarını, ormanlarda
yaşamalarını, güneş altında durmalarını, ıslak elbise giymelerini tavsiye
ediyordu.816 817
Bazı
gruplar, belirli bir merhaleye ulaştıktan sonra kendilerinden teklifin
düştüğünü iddia ederler. Bunların zararları, inkârcıların zararından defalarca
daha fazladır. Bunlar dini dinle yıkmaya çalışıyorlar.818 Ibn Hacer Heytemi de, öylelerinin İslam’la
ilişkilerinin kesileceğini söyler.819
Ibn
Ömer’in taharet
konusunda ifrata varan bazı uygulamaları vardı. Mesela, abdest ve gusül
esnasında suyu gözlerinin içine nüfuz ettirmeye çalışırdı. Neticede gözlerini
kaybetti. Bu hareketi sünnetten kaynaklanmıyordu, kişisel bir içtihadıydı,
yapılmaması gerekirdi.820
Ulema, Ibn Abbas’ın ruhsatlarıyla Ibn Ömer’in ağır
uygulamalarından uzak durmayı tavsiye etmiştir.821
Fıtır
sadakasının türü konusunda da tefrite gidenlere rastlanır. Buğday dışında bir
maddenin verilmeyeceğini savunurlar, bu uğurda düşmanla mücadele edercesine
mücadele ederler. Hanbeli bazı fanatikler teşrik günleri dışında hac kurbanını
kesmeye cevaz vermediklerinden tonlarca et kokmakta ve neticede heba
olmaktadır. Oysa teşrik günlerinden önce de kurban kesmeye cevaz veren Şafii
içtihadından yararlanabilirler.822
Delille
temellendirilen ruhsatlardan yararlanma ifrat ve tefrit dışındadır. Mesela
Şafii biri, “Yabancı kadına dokunmakla abdest bozulmaz.” diyen Hanefi
mezhebinin içtihadından, Hanefi biri de, “akan kan abdesti bozmaz.” yönündeki
Şafii mezhebinin içtihadından yararlanabilir. Ruhsatla amel edilmez gerekçesiyle
ibadetlerden uzak durmak ifrattır.Mekke ulemasından bazısının faize,
Iraklıların haram içeceklere, Medinelilerin haram bazı yiyeceklere cevaz
vermesi vs. ibadeti ilga eden bir yığın hile bu cümledendir.Keza İbn
Abbas’ın mut’aya cevaz veren görüşü, cariyelerle cinsel ilişkide bulunma
ruhsatı, oruçluya dolu yemeye cevaz veren görüş, güneş doğuşuna dek oruçluya
yeme içme cevazı,itidal olmadan namazın sahih olacağı, namazda yabancı dilde
Kur’an okumaya ruhsat veren fetvalar, kadına helal mahal dışında yaklaşmaya,nikahsız
birleşilen kadından doğan kızla evlenme cevazna dair fetvalar bu türdendir. Ahmed
b. Hanbel, “Kim Kufelilerin nebiz, Medinelilerin müzik, Mekke ulemasının
mut’a ile ilgili fetvalarını alırsa fasık olur.”demiştir.823 Birisinin zekat ve hacdan kaçınmak için yıl
sonunda malını çocuğuna ya da eşine hibe etmesi tefrittir. Pornografik
görüntüler gölgedir, gerekçesiyle müstehcen görüntüye fetva veren görüşler de
aynı hükme girer. Oruçtan kaçmak gayesiyle ramazan ayını seferde geçirmek de
ibadette tefrit örneklerindendir. Zira söz konusu sefer ibadetten kaçmayı hedef
aldığından meşru bir sefer değildir. Bazıları da şuuru yerinde olmayanlardan
ibadet düşer gerekçesiyle alkol alırlar; mazeretleri kabahatlerinden daha
büyüktür.
İbadetlerde
meşakkat, zahmet, yorulmak ölçü değildir. Nitekim hadiste şöyle denilmiştir: “Bazen
bir dirhem, yüz bin dirhemi geçer.” 824 Ölçü, sünnete ittiba ve ihlastır.
Nice şahısların oruçlarında kendilerine kalan sadece açlık ve susuzluktur.
Kimileri yüzlerce rekat namaz kılar, kendilerine kalan sadece yorulma ve
didinmedir. Sünnete uygun ve bilinçli kılınan iki rekat namaz bilinçsiz kılınan
binlerce rekattan daha hayırlıdır. İbn Mesud, ibadette ifrat ve tefrite
gidenlere şu hatırlatmada bulunmuş: Allah’a yemin ederim ki aşırılara karşı
duruşta Hz. Peygamber ve Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer den daha
salabetli ve azimli kimse görmedim 825
İslam,
ibadetlerde su kullanımında israfa gitmeyi, abdest azalarını yıkarken aşırı
gitmeyi ifrat cümlesinden saymıştır. Hz. Peygamber, Kur’an okurken bile; “Kur’an
okuyun, ancak aşırı gitmeyin, fâsit te’villerde bulunmayın, ondan uzak
durmayın, onu geçim vasıtası kılmayın, onu mal kazanmaya alet etmeyin.”826 buyurarak bu
konuda da ifrat ve tefrite gidilmemesine dikkat çekmiştir. Mesela, birisi
cemaat namazlarda cemaati yoracak biçimde Kur’an okusa ifrat, keza, Kur’an’dan
günlük virdini ihmal etse tefrit etmiş olur.
Aktaracağımız
şu olay, taklit ve taassup döneminin tipik bir örneğidir. Geçenlerde biri
anlatıyordu: Diş doldurma için fetva istemiş. Onlar da fetva veremeyeceklerini
söylemişler. Bunun üzerine bütün dişlerini çektirmiş ve neticede acı çekmiştir.827 Oysa Şafiî
mezhebinde ağzı yıkamak gusül şartlarından olmadığından ondan yararlanma imkânı
vardı. Kimileri, üç defa yıkanacak abdest azalarını mesela dört defa, beş defa
yıkadıkları halde tatmin olmazlar. Bunlarla ilgili olarak bir latife anlatılır:
Biri boy abdestini aldıktan sonra kuru yer kalmış olabilir gerekçesiyle bir
daha yıkanır, bunu defalarca tekrarlar, hayırlı bir hareket yaptığını düşünerek
bir âlime durumunu sorar. Alim kendisine, “Mükellef değilsin yıkanmana gerek
yok, çünkü yaptığını ancak deliler yapar.” cevabını verir.
Aşırı Bağnazın Psikozu
“Bağnaz, insan,hakları kavramını bid’at
olarak algılar;
tevhidi
zedeliyor
gerekçesiyle,“doktor”“efendim”, “bey” gibi ifadeleri yasaklar. ”
Aşırılık,
bilimsel bir yaklaşım olmaktan ziyade bir görüş ya da bakış açısı ve
psikolojikbir sorundur. İfratçı ve tefritçinin görüşlerinde sebat
göstermemeleri,
daldan dala koşmaları bunun delilidir. Aşırılar, bugün İslam’ın fedai ve
müdafii geçinirken yarın tam zıddı bir ideolojiye saplanabilir. Zira onu motive
eden ilim ve yöntem değil, hissîyâtı ve intikam alma egosudur.
Aşırı
insanlar, kaide, kural ve kanun tanımaz, denge bilmez, özden çok şekille
uğraşırlar. Kafanın içindekini değil, üzerindekini araştırır; beyni değil
üzerindeki örtüyü sorgularlar. Verilen mesajı değil, hissiyât ve heyecanı
sorgular. Bağnaza göre sakalın uzunluğu-kısalığı ölçüdür. Şahsiyet, doğruluk,
ilim ve donanımın her çağ ve dönemin değişmeyen kriterler olduğunu unutur.
İklim, gelenek, zaman ve kültürlere göre değişebilen şekil ve giysiler üzerinde
çok dururlar. Aşırı bağnaz, arkadaşının başına konan sineği kaçırtmak için
başına kayayı indirebilir.
Aşırılığın
temeli, duygusallık ve fevri çıkışlardır. Aşırı, aşırı olduğunu ne bilir ne de
kabullenir, söylemlerinde çelişki içerisindedir. Meşhur Tarihçi Ahmed Emin
şu hatırasını anlatır: Batı’da tahsil gören ve ateizme saplanan bir ateist
ülkesine dönünce, “Ben ateist olarak döndüm.” der. Hemşerileri kendisine, “Sen
ateist olamazsın.” karşılığını verirler. Kendisi, “Ateist olduğuma Allah’ı
şahit tutuyorum.” cevabını verir. Söz konusu şahıs düalizm yaşadığının farkında
değildi. Yani,inkârcı olmakla birlikte iddiasına Allah’ı şahit tuttuğunun
bilincinde değildi.
Bağnaz,
kendi arzu ve heveslerine göre hareket etmekten çok, başkalarının maşasıdır.
Onlar neye “doğru” derse o doğru, neye de “yanlış” diyorlarsa o yanlıştır.
Kimisi Batılı veya Doğulu oryantalistleri şaşmaz ölçü bilir;onların “güzel”
gördükleri şey “güzel”,“yanlış” gördükleri şey de “yanlış”tır. Bağnaza göre,
Müslümanlar on dört asırdır dinlerini öğrenemediler,Kur’an tefsiri
yazamadılar,peygamberlerini tanıyamadılar.
Bağnazlar,”Hz.
Peygamber,üzerinde uyumadı.” gerekçesiyle,koltuk, ranza ve döşek üzerinde uyuma
yerine hasır üzerinde uyuma tercih ettiler; “Şifa Allah’tandır.” gerekçesiyle
ilaç kullanmadılar; tedavi olmayı tevekküle aykırı gördüklerinden tedavi olmayı
meşru görülmediler;diyalog, müsamaha ve affetmeyi emreden tüm ayetleri mensuh
addettilir;dışarıda muhatap ya da cephe bulamayınca çatışma ve şiddeti içerden
başlattılar; dünyanın dönmediğine dair, binlerce risale ve kitap yazdılar; çok
sayıda konferans verdiler.
Bu
kesimden bir grup, aklı vahyin önüne geçirmektedirler. Konuyla ilgili olarak İbn
Teymiye şunları der:“Aklı Kitap ve sünnetin önüne geçiren rasyonalistler
bir tutarsızlık içerisindedirler. Akılla izah edilemeyen rüya fenomenini inkâra
kadar giderler.İnkâr tutmayınca te’vil etmek durumunda kalırlar. Kimileri
Allah’ın ilim ve kudret sahibi olma özelliğini reddeder. Keza, Kelamullah’ın
mahluk olmamasını garipser. Diriliş, cennet,cehennem,Allah’ın arş üzerinde
istiva etmesi vs. konular rasyonalist fanatiklerin bocalayıp durdukları konular
arasındadır. Bunların çıkmazda olduğuna bir delil de sabit bir yöntemlerinin
bulunmayışıdır. Bunlar sık sık yöntem değiştirirler. Bir grubun muhal gördüğünü
diğer bir grup mümkün görmektedir.
İfrat
ve tefritçilerin, bazı alimleri kendilerine kalkan yapmaları gerçeği yansıtmamaktadır.
İbn Teymiye, İbn Kayyım, Muhammed b. Abdulvahhab Seyyid Kutub, Mevdudi
gibi Rabbânî ulemanın arkasına sığınırlar. Ancak söz konusu ulema asla ümmeti
tekfir etmemiş, camileri terk etmemiş, ashabı küfürle itham etmemişti. İbn
Cevzî’nin de dikkat çektiği gibi, aşırı bazı kişiler nafilelere fazla mesai
ayırıp, farzları ihmal edebilmektedirler. Gece namazlarında aşırıya
kaçtıklarından sabah namazına kalkmada gevşek davranabilmekte, sohbete fazla
zaman ayırdıklarından cemaatleri ihmal edebilmektedirler. “Hizmette ödün
olmaz.” bahanesiyle anne-baba, akraba haklarını ya ihmal, ya da tamamen da zayi
ederler.
İslam
ülkelerinin birinde bir zorbanın, İslam ve İslami uyanışa karşı bir darbe
gerçekleştirdikten sonra abdest alıp iki rekat şükür namaz kıldığını basından
öğrendik. Hz. Ali’yi şehit eden İbn Mulcem abid ve zahit biriydi.
Allah’a yaklaşmak gayesiyle Hz. Ali’yi şehit ettiğini iddia etmişti. Bu
eylemi kadir gecesine bırakması daha da ilginçtir. Şu anlayış daha da ilginç:
Bir vaiz hayli dramatik bir eda ile Hz.Ali’nin Haricîler tarafından
şehit edilmesini anlatmaktadır:Muhterem cemaat! Hz. Ali efendimiz her gün
olduğu gibi sabah namazını kıldırmak için mescide geldi. Namaza tam durmuştu ki
İbn Mülcem arkasından zehirli hançerini kürek kemiklerinin arasına
sapladı. Fakat Hz. Ali bu halde dahi namazını tamamladı. Ama muhterem
cemaat! Hanefî mezhebine göre Hz. Ali’nin namazı bozulmuştu!828
Sultan
Mahmut Sabtekin, Hanefî ve Şafiî mezheplerinden birini tercih etmek
ister. Kaffal Mervezî, kendisine Şafiî mezhebini tercih etmesini tavsiye
eder. Kaffal, ilkin Şafiî mezhebine göre huşu ve itidal ile iki rekat
namaz kılar ve, “Kıldığım namaz, Şafiî’ye göredir, şimdi de Hanefî’ye göre
namaz kılacağım, dikkat et.” der. Tabaklanmış köpek derisini giyer, derinin
dörtte birine necaset bulaştırır, hurmadan yapılan nebizle abdest alır. Mevsim
yaz olduğu için üstüne sinek ve sivrisinekler konar. Kıbleye yönelir, niyetsiz
Farsça tekbir getirir, Farsça bir âyet mealini okur, horozun tane toplaması
gibi düzgün rükua varmadan iki secde yapar. Sonunda yellenerek selamsız
namazdan çıkar. Sonunda; “Sultanım işte Hanefi’nin namazı budur.” der. Sultan,
buna inanmaz ve, “Hanefîlerin namazı, kıldığın gibi değilse, seni idam
ettireceğim.” der. Sultan, Hanefî fıkhını inceledikten sonra, tarif edildiği
gibi olduğunu görür ve neticede Şafiî mezhebini seçer.829 Hakikatte Hanefi mezhebinin temel
kaynaklarında tasvir edilen namaz biçimi bu değildir. Bunlar bazı Hanefî
kaynaklara serpitilmiş delilsiz ruhsatlardır.
Bağnazlar,
dinin özünden detay ve ayrıntılara saplanıp kalırlar. Tefekkür ve manadan çok
lafızlarla uğraşırlar, fâsit te’villerle oyalanırlar. İfrat ve tefritte ayırıcı
özellik, düşünce ve görüşünü icbar ve şiddetle empoze etmeye çalışmaktır.
Yöntem ve görüş açısına göre hareket etmek değildir. Şiddet ve icbara kendinden
emin, güven sahibi olanlar değil, psikozunda sorun olanlar başvurur. Aşırı
kimse, kendinden emin değildir. Muhalifinden baskı geleceğini düşünür, “O
harekete geçmeden ben karşılık vereyim, mücadele edeyim.” der. Önemli
simalardan bir hocamız “İslam’la bağdaşan ve bağdaşmayan yönleriyle demokrasi”
konulu konferansını verdikten sonra fanatik birisi, konferansta söylediklerinin
katlini helal kılan türden olduğunu iddia ederek, düşünsel acizlik ve
tükenişini ifade etmiştir.
Aşırı
güruh nasların zahirine saplanır, fıkıh ve düşünce yönünü ihmal eder, maslahat,
illet ve maksadı reddeder. Kendi görüşlerine saplanır, muhataplarının
görüşlerini dışlar, anlam kargaşası oluşturur. Eşyada aslolanın mubah olduğu
kuralının tam aksine, “haram” sınırını genişletirler. Muhkem yerine,
müteşâbihâtı öne alırlar.
Fıkıh
ve fehm olmadan nasların zahiriyle amel etmek kişiyi çok vahim durumlara
götürür. Yusuf Karadâvî Cezayir’de ilimsiz içtihat etmeye yeltenen bir
gencin durumunu aktararak şöyle der: Cezayir’de iken bir genç şu ilginç fetvayı
vermişti. Bir erkek eşini lanetlerse ondan boşanır, delil olarak şu hadisi öne
sürmüş: Hz. Peygamber sahibi tarafından lanetlenen devenin tecrit edilmesini
emretmiş.Genç müçtehit(!) şöyle bir kıyasa gitmiş. Kadını deveye benzetmiş,
deve tecrit edilince kadının da tecrit edilmesi gerekir. Bu da ancak boşanmayla
gerçekleşebilir, demiş. Kendisinden kadın ve deve arasındaki benzeme yönü
sorulunca şöyle demiş:İkisi de binmek içindir.830
Şeytan,Mekke
müşriklerine, “Muhammed’e, telef olmuş bir davarın kim tarafından öldürüldüğünü
sorun.” der. Müşrikler söz konusu soruyu sorunca, Hz. Peygamber, “Onun ruhunu
Allah almıştır.” cevabını verir. Müşrikler bunun üzerine, “Kestiklerinize
‘helal’, Allah’ın kestiğine (!) ise ‘haram’ diyorsunuz; siz Allah’tan daha mı
iyi kesiyorsunuz?” derler.Tabiî ki bu yaklaşım şeytanın kendilerini aldattığı
bir vesveseydi.831
Üstünlüğü
bölge ve renkte gören fanatik bir Hanefî ile kendisi gibi mutaassıp bir Malikî,
Halife Hişâm’in önünde tartışırlar. Hışam,” Ebu Hanife nerelidir?”
der. Muhatabı, “Küfelidir” der. Malikî, “Peki İmam Malik nereli? diye
sorar. Muhatabı, “Medinelidir.” der.Bunun üzerine Hişâm,Maliki mezhebini
tercih eder.832 Hişam,
Medine’den dolayı Malikî mezhebini tercih etmiştir. Bu yaklaşım delil ve
düşünceden ziyade, his ve bölgeciliği çağrıştırmaktadır.
Aşırılar,
nasların illet ve bağlamından ziyade dış görünüşüne saplanırlar. Hikmet, maksat
ve esrarın üzerine eğilmezler. Ömürlerini, uzun sakal, peçe, cübbe, misvak,
tesbihi tutma biçimi gibi ayrıntılarla geçirirler. Bu nedenle ümmeti
ilgilendiren önemli konulara zaman bulmazlar. Selefin mirasını yerde yemek
yemekten, toprak ve çakıl üzerinde namaz kılmaktan, deveye binmekten, hacca
yaya gitmekten, te’vili reddetmekten ibaret bilirler. Gerçek selefiliğin
dinamizm, gayret, içtihat, ilim ve irfana bir davet olduğunu hatırlamazlar.
Aşırı
kesimin önemli bir özelliği de, birbirlerini tekfir etmeleridir. Onlar bu
özelikleriyle Hıristiyan-Yahudi kavgasını hatırlatırlar, “Yahudiler:Hıristiyanların
dayandığı bir şey yoktur,derken, Hıristiyanlar da: Yahudilerin dayandığı bir
şey yoktur, dediler...”833
Ali el-Kari konuya dikkat çeker ve “Bid’at ehlinin özelliği birbirlerini
tekfir etmeleridir.” tespitini yapmıştır.834 Oysa bir kafiri Müslüman sanmada yapılacak
hata, bir Müslümanı kafir saymada yapılacak hatadan daha hafiftir. Zira, "Bir
mümini küfür ile itham eden onu öldürmüş gibidir.”835
Aşırı
bazı kesimler,“doktor”,“efendim” “bey” gibi ifadelerini tevhidi zedeliyor
gerekçesiyle yasaklarlar.836
En yakın akrabalarının haklarını zayi ettikleri halde insan hukukunu gündeme
getirirler. Pratikten çok teoriyle iştigal ederler. En güzel biçimde mücadele
yerine en katı, ağır yöntemlerle mücadele ederler. “Kolaylaştırınız.” esası
yerine, zorlaştırmalı,” “müjdeleyin” esası yerin nefret ettirmeyi tercih
ederler. “İki husustan en kolayını tercih edin.” düsturuna rağmen “en zor”
olanı hayata geçirmeye çalışırlar.
Aşırılar,Hz.
Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tabi olduklarını savunurlar, ancak şunu
unuturlar. O, (a.s)düşmanına bile merhametli ve yufka yürekliydi. Onlar ise
katı yürekli ve kabadırlar. Hz. Peygamber günahkarları davet eder, kendilerine
dua ederdi, onlar ise uzaklaştırırlar. O, (a.s), günah ve günahkarları örterdi;
onlar ise ifşa ve ilan ederler. O (a.s), muarızlara demir, mü’minlere pamuk
gibiydi; bunlar, İslam düşmanlarını bırakır, Müslümanlarla uğraşırlar..
Aşırılar,
tespih kullananlarla, mevlit okuyanlara mücadele için ayırdıkları mesainin
öşrünü Komünist, Siyonist, Misyoner ve diğer muarızlara ayırmazlar. Zerreyi
kürre, kürreyi zerre yaparlar.
İfrat
veya tefrite yönelenler genelde delikanlı yaşında, ilmi donanımdan uzak, dini
hissiyatı ağır basan, bahçıvansız yetişen bitki emsali, üstatların rahle-i
tedrisinden nasip almayan, deneyimsiz azınlıklardır. İnsanlardan uzak
ortamlarda görülen, çöl iklimini andıran katı yapıda, şiddetten yana, toplumdan
uzak yaşamayı tercih ederler. Cuma, cemaat, bayram, selam, merhaba gibi
şiarları terk ederler.837
Cedelci ve kırıcı olmakla beraber, ibadetleri ihmal etmezler. Nitekim
Haricîlerin alınlarında secdeden dolayı izler oluşmuştu.
Bu
kesim ilimden ve fıkhî donanımdan mahrum olduklarından Müslümanlara kılıç
çekerler, masum kanı akıtırlar; nasları, tahlil ve tefekkür etme yerine,
dogmacı bir yaklaşımı tercih ederler, bid’atlerle mücadele adına büyük
fitnelere meydan verirler, inkârcılarla mücadele yerine Müslümanlarla
mücadeleyi yeğlerler. Kafir, melun, mürted, münafık vs. ifadeleri çok
kullanırlar. Kebairle mücadele yerine, ayrıntılarla uğraşır, ihtilaflı konuları
gündemde tutarlar; dinî hamaseti kullanırlar; hikmet ve teenni yerine kabalık
ve aceleciliği yeğlerler. Cahili eğitim diye adlandırdıkları eğitim
müesseselerinde tahsil görme yerine ümmî kalmayı tercih ederler; hatta bazıları
tağutların resim ve mühürlerini taşıyor gerekçesiyle para ve kimlik taşımazlar;
muhaliflere karşı kin, intikam duygusu taşırlar. Maslahat namı altında sık sık
gıybet ve dedikodu yaparlar;ulemanın hizmetlerini görmezden gelir, zelle,
sürçme ve hatalarını yaymayı fırsat bilirler; temiz muhit ve yeşillikler yerine
bataklıklarda teneffüsü yeğlerler; kurumsal temelleri çok dar olduğundan,
kültür olarak belli birkaç iklimden beslenirler.İlim ve kültürde yetersizlik,
strateji yokluğu,ulemadan uzak olmak bu kesimin önemli karakteristik
özelliklerindendir.
Bağnaz,
kendi görüşünden başkasına tahammül etmez, tartışma, diyalog, yollarını
kapatır; kendisini masum, muhaliflerini cehennemlik görür; kendisini savcı ve
hakim yerine koyar,ehil olmadığı halde hüküm verir; içtihat eder; karar verir;
vahdet yerine tefrikayı öne çıkarır. Bağnaz,muhatap bulmayınca, kendi kendini
hiciv eden Şair el-Hatic gibi, arkadaşlarına sataşır.
Bu
kesimin çoğu Arapçadan, Kur’an, hadis, icmadan habersiz olduğu halde ulema
hakkında, “Onlar da insan, biz de insanız.” derler; ilkin, “fıkıh, fıkıh usulü,
içtihat gereksizdir.” derler; “haydı gerek olmasın.” denilince, “sünnette sahih
ve zayıfı var, ancak tevatür olanı alırız.” derler;“haydi öyle olsun”,
denilince, “fiili sünneti alır, kavli olanı almayız.” derler; “bu da sizin
olsun,” denilince, “Kur’an bize yeterlidir.” derler. “Kur’an
yeterlidir.”denilince tarihsellik zırhına bürünürler. “O halde Kur’an’da
domuz eti haram kılınmıştır, erkek ve kadın mirası farklıdır.”denildiğinde, şu
komik ve temelsiz savunmaya sığınırlar: İlgili âyetler ilkel bir toplumda indi,
kadın henüz sosyal haklar elde etmemişti, günümüzde ise kadın haklarını elde
etti. Kur’an’ın “haramdır” dediği domuz günümüzdekinden farklıdır;o gün tıbbi
müdahale edilemezdi; günümüzde ise müdahale edilebilir...838
Aşırılar,
dar ufuklu, muhakeme melekeleri körelmiş insanlardır. Kalem ve lisan yerine
kılıç ve hançeri yeğlerler. Olayları değerlendirme, analiz etme kabiliyetleri
yoktur, yanlış inançlarını doğrudan öne sürme cesaretini göstermezler, kabul
görmüş bazı şahsiyetlerin peşine düşmek suretiyle düşüncelerini yaymaya
kalkışırlar. Hıristiyanlar buna misaldir. Hıristiyanlar aşırılık ve ifratta
zirvede oldukları halde, kendilerini tenkit edenlere Hz. İsa’yı öne
sürüp,onu, yanlışlarına kalkan yapmaya çalışırlar. Muhaliflerini de Hz.
İsa’ya karşı gelmekle suçlarlar. Oysa Hz. Isa, "Allah, Ey Meryem
oğlu İsa! İnsanlara Beni ve anamı Allah’tan başka iki tanrı edinin diye sen mi
dedin?’ buyurduğu zaman o şöyle dedi: Hâşâ! Seni tenzih ederim."839 âyetinin de
ifade ettiği gibi onlardan beridir.
“Sakın
bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin.”840
ilahî uyarısına muhatap olmamak için şu gerçeği de belirtmek gerekir: Aşırılar
arasında sık sık Kur’an okuyanlara, vakitlerinin çoğunu nafile namazlarla
geçirenlere, dillerinden zikir eksik olmayanlara, cihatta ön safta
çarpışanlara, helal-harama titizlikle riayet edenlere de rastlamak mümkündür.
Keza, bazı aşırı grupların halifenin seçimle başa gelmesini önermeleri,
muarızlarının karşısında bile yalana tevessül etmemeleri, haramlardan
kaçınmaları, zulme bulaşan halife ve idarecilerin azledilmesini gerekli
görmeleri, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma konusunda duyarlı olmaları
bu cümledendir.
Aşırılık ve Bağnazlığın Bıraktıkları
Hz.
Peygamber vurguyla üç defa, "Aşırı gidenler helak oldu. ” buyurdu.
Genel
anlamda insanlık, özel anlamda da İslam alemi aşırılıktan/ifrat ve tefritten
çektiği kadar hiçbir cereyandan çekmemiştir. Hz. Âdem’den beri
insanlığın akıttığı kanların, zayi edilen hakların hemen tamamı din adına
sergilenen aşırılıktan kaynaklanmaktadır. İfrat ve tefrit neticesinde
karşılıklı haklar zayi edildi; nice ülkeler yıkıldı;muhaliflerin yok edilmesine
cevaz verildi,eşler ayrıldı, aileler dağıldı, farklı bloklar oluşturuldu,
kardeşlik hakkı zayi edildi.
Aşırılık,
İslam toplumuna özgü bir olgu değil, her kesimde görüldü. Mesela İrlanda’da
Katoliklerle Protestanlar arasında, Güney Kore’de Hindular, Japonya’da
Şintoistler arasında yaşananlar bunun göstergesidir. Aşırılık; yani ifrat ve
tefrit hareketleri asırlardır İslam’ın yayılmasının önünde bir set
oluşturmaktadır. Müslüman toplumları geri bırakmıştır. Önemli konular yerine
tali ve önemsiz konular gündemde tutulmuştur,Müslümanların saflarını dağıtmış,
düşmanlarını cesaretlendirmiş, Müslümanların varlık içinde yokluk
yaşamalarının, düşman karşısında dağınık bulunmalarının önemli bir nedeni
olmuştur.
Aşırılık,
toplumda büyük yaralar açtı, taklit tefekkürün önüne geçti, neticede toplumda
öldürme, yağmalama ve yaralama ile neticelenen acı olaylar meydana geldi. İslâm
ümmeti içinde fikri ve ilmi sahalarda gerileme baş gösterdi.
Aşırılığın
baş göstermesiyle ciddi ve ilmi eserler yerine haşiyecilik faraziye, ve
şerhçilik olanca hızıyla yayıldı. Zaman zaman helali haram, haramı helal kılan,
mükellefiyeti kaldıran fetvalar verildi. Hile-i şeriyye namı altında
hokkabazlıklar baş gösterdi, Müslümanların gücü zayıfladı. Ümmetin hakimiyeti
ve hilafet gibi hayatî meseleler gündemden kaldırıldı. Farazî ve fer’î
meselelerle gündem işgal edildi. Her konuda rahmet olan İslâm'a, yaşanmaz bir
çehre verildi. İslâm'ın tatbik sahası daraltıldı. Kurtuba, Buhara, Filistin
gibi birçok abide kent düşmanın elin geçti. Başta Bağdat, İsfahan,Kâbil
İslamabad olmak üzere bir çok şehir mezhepler arası çatışmalara sahne oldu.
Zaman zaman mezhepten ayrılana veya başka bir mezhebe girenlere tazir cezası
öngörüldü.
Aşırı
akımlar, Müslümanları böldü, düşmana karşı birleşeceklerine düşmanla birleşerek
kardeşlerine karşı cephe alır hale geldi.
Birbirlerini,“müşrik”,“yatırcı”,”kafir”, “zındık”,”mezhepsiz”,”putçu” gibi
çirkin ifadelerle isimlendirdiler; camilerini ayırdılar;aynı camide ayrı
mihraplar oluşturdular;öyle ki bu satırların kaleme alındığı mayıs 2087 de
bile, Afganistan ve Pakistan’da mezhep çatışmalarıyla ilgili haberler kamu
oyunu meşgul etmekteydi.
Aşırılık
öyle boyutlara vardı ki kendi cemaatlerinden değildir gerekçesiyle
ebeveynlerinin riddetine hüküm verip, annelerini cemaatlerinin üyeleriyle zorla
evlendirenler oldu.841
Büyük düşünür Fazlurrahman gibi bir çok düşünür kurban seçildi. Bazı
gruplar, efendilerinin eserlerinin abdestsiz okunamayacağını savundu. Aşırılık;
gavs, kutb, mehdi, mesih taslaklarını çoğalttı.Bir çok bölgede İsa ve Mehdi
kavgaları başladı. Bazı yerlerde cinayetler işlendi. Söz gelimi Kadıyaniliğin
kurucusu Mirza Gulam Ahmed, başlangıçta Mehdi, sonra Mesih sonunda
da Resul olduğunu ilan ettiler.
Bazı
gruplar, mensuplarının dini duygularını kullanarak onlara müşteri muamelesi
yaptı,bazı kavram ve sembolleri kullanarak (ihlas tevhid vs.) onların üzerinden
kapital elde etmeye çalıştı.
Ahmed
b. Hanbel
taraftarları,Mütezileden birinin Ehl-i Sünnetten birisiyle evlenemeyeceğini,
ona varis olamayacağını iddia etti. Batınî fanatikler, h. III. asırda, Hacer-i
Esved’i yerinden söktüler; yirmi küsur yıl ellerinde bulundurdular;fanatik
bağnazlar,1805 yılında Medine’ye girdiklerinde kubbe ve mezarları yerle bir
ederek, muhaliflerini tehcire zorladılar.842
İtidalden
sapma İslam’ın imajını bozdu, insanların ondan uzaklaşmasına neden oldu, ümmete
başvurmadan, görüşünü almadan despotları başına geçirdi. "Biz de Musa
ve kardeşine şöyle vahyettik: Kavminiz için bir takım evler hazırlayın.
Evlerinizi kıble tarafına yapın ve namaz kılın...”843 âyeti öne sürülerek Müslümanların alın
terleriyle inşa edilen camiler terk edildi. Oysa birçok dönemde despotlar iş
başına gelmiş, ümmet mağdur olmuş, bid’at ve hurafeler yayılmış; zulüm, nifak,
inkâr kol gezmiş, ancak Müslümanlar Cuma namazlarını ve camileri terk etmemişlerdir.Âyette
de işlenen tema şudur: Müslümanların camilere gitmesi güçleşir, can ve malları
tehlikeye girerse namazlarını camilerde değil evlerinde kılabilirler. Ibn
Abbas, âyetle ilgili şunları der: İsrailoğulları, Hz. Musa’ya,
“Firavunlarla beraber namaz kılamıyoruz,” dediler. Bunun üzerine Allah Teala
evlerinde namaz kılmalarını emretti.844
Gazzalî,Ibn
Teymiyye, Seyyid Kutub, Mevdudi, Hasan el-Benna, Abdulkadir Udeh, Mustafa Sibaî
benzeri ulema ihlas ve samimiyetlerine rağmen bazılarınca yanlış
anlaşılmışlardır. Bırakmış oldukları düşünce mirasından istemedikleri bazı
sonuçlar çıkarılmıştır. Onlar, davet ve eserlerinde hiçbir Müslümanı tekfir
etmedikleri halde,onları takip ettiklerini iddia eden bazı kesimler tekfire
yöneldiler. Onlar kardeşliği, selamı, vahdeti ortaya koydular; Müslümanların
cumasını, camilerini, cemaatlerini terk etmediler.
Cuma
namazının Mekke’de iken farz kılındığı ve orada iken ikamesine imkân
bulunmadığı için edası zamanı imkâna talik buyrulduğu rivayeti pek kuvvetli
olmamakla beraber menkuldür.845 Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) henüz Mekke’den Medine’ye hicret
etmeden Musab’a cumayı kıldırmayı emretmesi Cumanın kılınması için
İslamî bir idarenin bulunma şartının olmadığını göstermektedir. Nitekim Musab
henüz devlet kurulmadan arkadaşlarına Cuma’yı kıldırmıştır.846 Cuma sûresi inmeden ve Hz. Peygamber henüz
Medine’ye varmadan;yani Medine İslam Devleti kurulmadan, Ensar şöyle
düşündü: Yahudiler bir günde bir araya gelip ibadet ediyorlar. Hıristiyanlar da
aynı şekilde belirli bir günde bir araya gelip ibadet ediyorlar. Biz de Allah’ı
anmak ve şükür etmek için bir gün tayin edip toplanalım, Yahudiler cumartesi,Hıristiyanlar
pazar günü toplanıyorlar. Biz de Arube/Cuma günü toplanalım. Es’ad b.
Zurare’nin imametinde bir araya gelip iki rekat namaz kıldılar. Es’ad
toplananlara nasihat etti. Şükran-ı nimet kabilinden onlara bir koyun kesti.
Öğle ve akşam yemeğini ondan yediler.847 Ashap bir araya gelmenin önemini idrak ederek
henüz Cuma farz olmadan da içtihatla bir araya gelmişlerdir.
Seyyid
Kutub’un da ABD
yolunda ve gemide bile Cuma namazını kıldırması Cuma namazının da beş vakit namaz,
zekat,oruç ve hac gibi bir ibadet olduğunun, kılınmasının devlete;yani idare
biçimine bağlı olmadığının diğer bir delilidir.Şöyle ki: Seyyid Kutub
Mısır’dan Amerika Birleşik Devletlerine yaptığı bir yolculuk esnasında
bulunduğu gemide yüz yirmi gayrimüslim ve altı Müslüman bulunmaktaydı. Merhum
şöyle der: “Bulunduğumuz gemide misyonerlik faaliyetlerini sürdüren bir
misyoner, bizleri gemide Cuma namazını kılmaya sevk etti. İngiliz olan
kaptanımız, hem bizim hem de isteyen gemi mürettebatının Cuma namazını kılmaya
müsaade etti. Yolcular böyle bir manzarayla ilk olarak karşılaştıkları için çok
sevinmişlerdi. Hem hutbe okumayı hem de Cuma namazını kıldırmayı üstlendim.
Bütün yolcular, bizleri merakla izliyorlardı. Dini vecibemizi ifa ettiğimiz
için namazdan sonra bizi kutladılar. Tito’nun komünist rejiminden kaçan
bir bayanın bizlere ilgisi, diğer tüm yolculardan farklıydı. Bizden çok
etkilendiği yüzünden okunuyordu. Gözyaşlarından, hayli etkilendiğini
seziyorduk. Sonunda namazımızdan çok etkilendiğini, bu nedenle gözyaşlarını
tutamadığını zayıf İngilizcesiyle ifade etmeye çalıştı.”848 Seyyid Kutub ve benzeri Rabbânî ulemaya tabi
olduklarını iddia eden bazı çevreler ise camiyi, cemaati ve cuma namazlarını
terk ettiler. İslam tarihinde Tekfir ve Hicret Cemaati’yle onun uzantısı
bazı azınlıklar dışında cemaati terk eden bir kesim bilmiyoruz. Sadece içinde
Allah ve Resulüne muhalefet edilen, düşman tarafından gasp edilen, haram mal
ile inşa edilen, bid’at merkezi haline gelen camilerde ibadet edilmez. Pakistan
ve Hindistan’da Müslümanlar İngiliz güdümlü Mirza Gulam Ahmed’in inşa
ettiği camilerde namaz kılmadılar. Çünkü Mirza Gulam Ahmed, risaletin
bitmediğini ve kendisinin de Peygamber olduğunu iddia ediyordu.
Aşırılar,
“Herhangi bir hurma ağacını kestiniz; ya da kökleri üzerinde bıraktınız;
hepsi Allah’ın izniyledir ve yoldan çıkmışları perişan edeceği içindir.”849 âyetini
delil gösterilerek kamuya ait mallar yok ettiler. Oysa âyetin, iddialarıyla yakından-uzaktan
bir alakası yoktur. Âyet, Hz. Peygamber’le savaşan Yahudilerle ilgilidir.Yağma
edilen mallar Müslümanlarla savaşan Yahudilere aitti. Günümüzde yağma edilen,
zimmete geçirilen mallar ise kamuya ait mallardır. Müslümanların alın teriyle
sağlanmıştır. Kaldı ki zarar verilen mal ve eşya yerine milletin alın teriyle
yenisi konulmaktadır. Hz. Peygamber düşmanla savaştı; ancak onlara ihanet
etmedi;mallarını zimmetine geçirmedi. Hicret esnasında almış olduğu emanetleri
geri vermek üzere Hz. Ali’yi görevlendirdi. Hz. Peygamber bunu yapmakla
emanet ve sadakatin ne olduğunu, emanet konusunda nasıl davranılması
gerektiğini insanlığa öğretmiş oluyordu.
Hayber
savaşının hazırlıkları yapılırken zenci bir çoban Hayberlilere sorar:
-Ne
yapmak istiyorsunuz?
-Peygamber
olduğunu iddia edenlerle savaş hazırlığı yapıyoruz. Çobanın içinden Hz.
Peygamber’i görmek geçer. Sürüsüyle Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) gider ve Hz. Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) :
-Necisin?
Neye davet ediyorsun?
-
İnsanları İslam’a, Allah’tan başka ilah olmadığına, benim Allah’ın elçisi
olduğuma, Allah’tan başkasına ibadet etmeme gerçeğine davet ediyorum.
-Şahadet
eder, Allah’a iman edersem bana ne var?
-Bu
ahit üzerine ölürsen cennete girersin. Bunun üzerine çoban iman eder.
Çoban,
Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şunu da sorar: Gütmekte olduğum şu sürüye ne
yapayım? Hz. Peygamber, “Sahibine gitmesi için serbest bırak.” buyurdu.850 Allah’ın “sizin
için en azılı düşmanlardır’851
buyurduğu, Hz. Peygamber’i zehirleyerek şahadetine sebebiyet veren Yahudilerin
sürüsünü geri göndermesi çok anlamlıdır.
Aşırılık
neticesinde Müslümanlara iyiyi, ya da en azından zararı daha az olanı seçme
imkânını veren seçimler boykot edildi; eğitim kurumları terk edildi, Müslüman
çocukları birçok yerde okuma yazma bilmeyecek derecede cahil kaldı. İslam’la
idare edilmeyen ülkelerde Müslümanların görev alması engellendi, önemli
noktalar ateistlere ve İslam’ın azılı düşmanlarına terk edildi. Müslümanlar
dilenmeye mecbur bırakıldı; öyle ki bazı yerlerde geçimsizlikten ve aşırı
fakirlikten dolayı eşler arasında boşanmalar gerçekleşti, intiharlar vuku
buldu.
Aşırılar,
İslam’ın rahmet, mutedil ve esnek olma imajını bozdular, Allah’ın geniş
tuttuğunu daraltılar. Aşırılar hakkında Hz. Peygamber, üç defa vurguyla, “Aşırı
gidenler helak oldu86 buyurdu. Aşırılık neticesinde meydana
gelen üzücü olaylar hayli fazladır. Vicdanımızı hüzne boğan bu misaller
ciltleri dolduracak boyuttadır.
Bu
hadise ve örnekleri kaleme dökmenin gayesi, hâşâ İslâm Tarihini lekelemek,
İslâm büyüklerini rencide etmek, onları teşhir etmek değil, tarihimizde olmuş,
gerçek fakat acı olan bazı olaylardan ibret almak, Müslüman safları pekiştirmek
daha önemli meselelerle iştigal etmek, kardeşlik ve ihlas esasları çerçevesinde
çalışmak, taassuptan uzak durmak, İslâm ümmetini birçok yönden geri bırakan
nahoş olayların bir daha tekerrür etmemesine katkıda bulunmaktır. Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) söz
konusu ettiği helak cümlesinden olmak üzere meydana gelen bazı hadiseler
şunlardır:
Yakut
el-Hemevî, İsfahan’ın en
önemli yıkılış nedeni olarak Şafiî ve Hanefîler arasında taassuptan kaynaklanan
mezhep çatışmaları olduğunu belirterek şöyle der: Hicrî 617 yılında Rey kenti
halkı üçe ayrıldı:
1.Azınlığı
temsil eden Şafiîler. 2.Çoğunluğu oluşturan Hanefîler. 3-Kahir çoğunluğu teşkil
eden Şiîler.Hanefîlerle Şafiîler, Şiîlere karşı birleşerek, Rey’de “ben Şiîyim”
diyen kimseyi bırakmadılar.Şiîler kalmayınca, çatışmalar Hanefîlerle Şafiîler
arasında yayıldı. Şafiîler daha az olmasına rağmen, Hanefîleri mağlup ettiler.
Hanefîler yer altında sığınaklarda yaşamak durumunda kaldılar. Dışardan destek
aldıkları halde toparlanamadılar.852
Aşırılığın
görüldüğü kesimlerden biri de, Muteziledir. Mutezile, gündemi, incir
çekirdeğini doldurmayan konularla işgal etti ve tüm dikkatleri Kur'an'ın
insanlığa sunduğu mesajla yakından ve uzaktan alakası olmayan
"Halku'l-Kur'an" meselesine çekti. Mutezile, kendi dönemlerine kadar
sahabe dahil olmak üzere, kimsenin üzerinde durmaya lüzum görmediği bir konuyu
ele aldı. Ahmed b. Hanbel’i de fanatizmine kurban seçti. Hükümdar İbn
Yusuf ölüp yerine Nazzam geçince Şafiiler kendisiyle işbirliği
yaparak Hanbelîlerden intikam aldılar.853
Aşırılığın
neticesi olarak Sünen sahibi İmam Nesâî, Muaviye’nin fazileti
hakkında hadis rivâyet etmediği gerekçesiyle camiden çıkartılmış ve ayaklarla
ezilmek suretiyle şehid edildi.854 İmam Taberî, İhtilafu’l Fukaha adlı
eserinde, Ahmed bin Hanbel’in fıkha oranla hadiste daha fazla şöhret
bulduğunu belirttiği için, Hanbelî fanatiklerin hücumuna maruz kaldı; evi
taşlandı; ancak emniyet yardımıyla ölümden kurtulabildi. Vefat ettiği zaman
geceleyin defnedildi ve cenaze namazına kimse katılmadı.855
Aşırılık
belası insanları, Hz. İsa ve Mehdi’ye mezhep ve tarikat aramaya götürdü.
Aşırılar, onları kendi mezheplerini taklit etmekle müşerref olduklarını iddia
etti.856 Hayır
kuruluşları olan vakıflar mezhep ve meşreplere parsellendi. Mısır’da araziyi
öğrencilere vakfetmek isteyen zenginlere, dönemin kadısı şu soruyu yöneltti:
Araziyi hangi mezhebe mensup öğrencilere vakfetmek istersiniz? Hanefîlere mi,
Şafiîlere mi, Hanbelîlere mi?” Arazi sahipleri, “Hanefî öğrencilere
vakfediyoruz.” demişler ve vakıf arazisini diğer mezhep mensuplarından
esirgemişlerdi.857
Mısır Şer’î mahkemesinin mutaassıp yetkilileri, çağımız hadisçilerinden Şeyh
Ali Yusuf un nikahını feshetti. Gerekçe şuydu: Kureyşli bir kızla evlenmiş
olması. Ebu Hanife hayatta olsaydı bu komik olayı tasvip eder miydi?858 Nizamiye
Medresesi vaizi Ebu Nasr el-Kuşeyrî, kürsüde Hanbelîleri “Mücessime”
olmakla itham edince, Hanbeliler kendisini taşladı. Olayda çok sayıda insan
öldü ve yaralananlar oldu.859
Alparslan
döneminde uzun müddet cami minberlerinden Şia ve Eş’arilere lanet
okundu. Nizamulmülk işbaşına gelince, Eş’arilere lanet okunmasına son verdi.
Şiaya ise lanet okunmaya devam edildi.860 Fatımiler döneminde, Malikîlere savaş ilân
edildi. 989 yılında, yanında İmam Malikin Muvattası bulunan biri
dövülüp, çarşılarda teşhir edildi.861 Aynı dönemde, Endülüs’te İmam Malik’in
Muvattası revaçta idi. Endülüs’ten Hanefi ve Şafiiler dövülmeden, Mutezililer
ve Şiiler ise dövüldükten sonra sürgün edilirdi.862 İbn Teymiyye döneminde bazı
medreselerin vakfiyesinde: “Medresemizde Hıristiyan, Yahudî ve Hanbelî
öğrenciler okuyamaz.” ibaresi görülürdü.863
Zaman
zaman aşırılık o boyutlara vardı ki, Kur'an, Ehl-i Kitabla evlenmeye müsaade
ettiği halde, farklı mezhep mensuplarının birbirleriyle evlenmesinde ihtilaf
edildi. Kimileri, “Şafiiler, “İnşallah ben Müslümanım” demeyi caiz gördükleri
için Şafiî bir kızla evlenmeyi caiz görmediler. Ancak Ehli Kitabla evlenmeye
kıyas edilerek soruna çözüm getirildi!864
Müceddit
Dehlevî, Kur'an’a Farsça bir meâl yazınca fanatiklerin saldırısına
uğradı. Camide bulunduğu bir sırada yüze yakın mutaassıp kendisini öldürmek
için camiye hücum etti. Cemaat tarafından zor bela linç edilmekten
kurtulabildi.865
Aşırılar
Hz. İsa’nın Hanefi olduğunu ve ineceği zaman Hanefi mezhebine göre amel
edeceğini iddia etmişlerdir. İddia şu: Hızır, Ebu Hanife’den beş yıl
fıkıh dersi almış. Ebu Hanife vefat edince Hızır, kabirde derse
devam edebilmek için Allah Teala’ya yalvarmış. Allah Teala duasını kabul etmiş.
Hızır, 25 yıl kabirde ondan ders almaya devam etmiş. Böylelikle fıkıh ilmini
ikmal etmiştir. Daha sonra Allah Teala Hızır’a Ebu Hanife’den
öğrendiğini, Ebu Kasım Kuşeyrî’ye öğretmesini emretmiş. Ebu Kasım
üç yıl ondan ilim almış ve ilimde derinleşmiş, bu ilmiyle bin eser yazmış,
şöhret ve kerameti yayılmış. Kitaplarını bir sandığa kapattıktan sonra, Ceyhan
nehrine atması için öğrencisine vermiş. Öğrenci önce itiraz ettiyse de sonunda
Ceyhan’a atmış nehir yarılmış. İçinden bir el uzanmış ve sandığı kapmış.
Öğrenci uzanan elin kime ait olduğunu öğrenmek istemiş. Elin Hz. İsa’nın emanetini
almakla görevli bulunduğunu söylemiş. Öğrenci üstadından bu durumu sormuş.
Üstat durumu şöyle izah etmiş: Güya Hz. İsa nazil olunca yanında
bulundurmak için İncil’i isteyecek, sonra Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) mirasını isteyecek, dünyayı
araştıracakları halde onu bulamayacak. Hz. İsa hayretler içinde Allah
Teala’dan ne yapması gerektiğini soracak. Allah Teala, kendisine Ceyhan nehrine
gidip orada iki rekat namaz kılmasını ve Ebu Kasım’a haber vermesini
emredecek, su yarılacak içinden bir el çıkacak ve sandığı kendisine takdim
edecektir. Hz. İsa sandıktaki kitaplarla şeriatı ihya edip amel edecek.866
Mısır
Kralı el-Melik Efdal b. Selahuddin, h. 595 yılında ölüm döşeğinde şu
vasiyeti yazdırdı:Yetkililer, Hanbelileri ülkeden çıkarsın.867 Fahreddin Râzî, Horasan’a gelince kral
kendisine medrese inşa etmiş, ikramda bulunmuş. Keramiyye mezhebi
mensupları buna tahammül edememişler. Neticede olaylar baş göstermiş. Râzî,
tekrar sürgüne gönderilmiş.868
İbn Esir, h. 322 hadiseleri arasında şu olaya yer verir: Hanbeliler
Bağdat’ta güçlenince ortalığı karıştırdılar. Hanbelî mezhebi dışında namaz
kılmaya müsaade etmediler. Gördükleri Şafiîleri öldüresiye dövdüler.869
Ebubekir
Cürcânî zamanında bir
Hanefî, muhaddislerden birinin kızını ister. Muhaddis, “Mezhebini bırakır,
Şafiî mezhebine geçersen kızımı sana vereceğim” der. Hanefî zat teklifi kabul
eder ve ancak bu yöntemle kızı alabilir.870 Ali Kârî şunu nakletti: Hanefîlerden
biri, Şafiî olunca tazir edilirdi, ancak Şafiî biri Hanefî olunca taltif
olunurdu.871
Fatımiler döneminde bir yetkili Kirvan kadısı Ebu Saidi çağırmış ve Şia
mezhebine geçmesini önermiş. Kadı; “beni testereyle ikiye bölseniz, yine de
mezhebinize geçmem” demiş. Yetkili dilinin kesilmesine karar vermiş.872 İbn
Abdilberr, Eşarileri bid’at ehlinden saymış, şahadetlerini reddetmiş,
onlarla olan ilişkiyi kesmiş ve onları tövbeye davet etmiştir.873
Günümüzdeki
aşırılık ve fanatizm örneklerine gelince, Ezher’de bir dönem “dünya dönüyor”
tezini reddetmek gayesiyle astronomi, faize bulaşmamak için de matematik
okutulmuyordu. Aynı dönemde, “dünya dönüyor” diyen coğrafya dersi ve kitapları
yasaklandı. Fenni ilimlerin vahdaniyeti inkâra götürdüğüne inanılırdı. 874 Birkaç
Japon düşünür İslâm dinine girmeye niyet ederler. Durumu Tokyo’da bulunan
İslâmî bir cemiyete götürürler. Hintli Müslümanlar, Ebu Hanife’nin,
“ümmetin lambası” olduğundan kendi mezheplerine girmeleri gerektiğini,
Endonezyalılar da Şafiî mezhebine girmeleri gerektiğini söylerler. İhtilaflı
durumdan şaşkına dönen Japonlar İslâm’a girmekten vazgeçerler.875 Abbas Mahmut
Akkad, Muhammed Abduh’tan şunları nakleder: Senûsî, Malikî mezhebine
mensuptu.Ancak usulde birtakım ıslahatlar yapmak istiyordu. Usûlde içtihat ehli
olduğunu söylüyordu. Ezher’in mutaassıp hocalarından biri (ismi verilmiyor) onu
öldürmek için yanında özel olarak yaptırdığı bir hançer bulunduruyordu. Senûsî,
Mısır’dan hicret etmek suretiyle cahil mutaassıptan canını kurtarabildi.”876
Gaziantep’in
Kilis ilçesinde bir baba, bir yaşındaki kızını düşünde gördüğü şeyh efendinin
tekkesine götürüp gelin gibi süsledikten sonra taşa üç kez sürdüğü bıçağıyla
kurbanlık koyun gibi kesmiştir. Baba yakalandıktan sonra şöyle demiştir:
“Şeyhim, en sevdiğim varlığımı Allah’a kurban etmemi istedi, ben de verdim.” 877 878 “Otuz yaşındaki
bir yurttaş Şanlıurfa’da bir mağarada, üç yaşındaki oğlunun başını bıçakla
kesti ve yakalandıktan sonra şunları söyledi: “Devam ettiğim tekkenin şeyhi
bana, ‘Çocuklarını çok sevenlerde Allah sevgisi azalır. Bu sebeple üç
çocuğundan birini kurban etmen gerekir’ dedi. Bunun üzerine çocuklarının en
küçüğü olan Abdullah’ı evden alarak kendisine dondurma alıp söz konusu mağaraya
getirdim. Gözlerini bağlayarak bıçakla boğazını kestim. Olay gecesi şeyhin, oğlumu
geri getirmesini bekledim. Çocuk gelmeyince ertesi gün tekkeye gidip şeyhin
yüzüne tükürdüm. Aileme haber vererek cinayeti saklamaya karar verdik.”
Allah’a
hamd olsun ki, ulemamızın çektiği sıkıntılardan bir nebze de olsa bu satırların
yazarı da pay aldı. Şöyle ki: Bir televizyon programında “uydurma” bir hadise,
“hadis değildir.” dediği için Kur’an’ı inkâr etmekle itham edildi, yolu
kesildi.En doğrusunu Allah buyurmuş: "Bak işte onların mekanları:
İşledikleri zulümler yüzünden viran ve ıssız kalmış! Elbet bunda, işin
bilincinde olan bir toplum için alınacak bir ders mutlaka vardır.”879 880 "Allah onlara zulmetmedi.
Kendilerine zulmedenler onlardı ”8&0
Ezcümle,
aşırılar/ifrat ve tefritçiler, İslam’a bir çok yönden zarar verdiler: Dini
olduğu gibi kaynağından öğrenmediler, öğrenmek isteyenlere imkân tanımadılar,
İslam’ın imajını bozdular. Neticede ne kendileri rahat yaşayabildi etti ne de
başkalarına rahat yaşama imkânını verdiler
·
III.
BÖLÜM
ÇÖZÜM
VE ÖNERİLER
Çözüm ve Öneriler
"Ehl-ı
Sünnet olmak, Kur’an ve Hz. Peygamberin sünnetine ittiba ise hepimiz Sünniyiz.
Ehl-i Beyt’i sevmek onlar gibi yaşamaya çalışmak,Alevilik ise, hepimiz
Aleviyiz. Tasavvuf, terbiye, tezkiye, züht, dünya sevgisini tardetmek, riya ve
kibirden uzaklaşmak ise hepimiz sofiyiz.”
Yusuf
Karadâvî
Aşırılık
bir fert, grup, hükümet veya kurumun üstesinden gelebileceği bir sorun
değildir.Polisiye tedbirlerle, mensuplarını sanık sandalyesine oturtmakla,
yargısız infaza tabi tutmakla aşırılığı önlemeye çalışmak, hem etik açıdan hem
de netice almak yönünden yanlıştır.
Aşırılık,
tüm insanlığı tehdit ve meşgul etmektedir.Her yıl bu uğurda trilyonlarca servet
heba edilmektedir. Aşırılık bir yangındır. Ancak tek bir bölgeyi değil tüm
dünyayı kasıp kavurmaktadır. Yangının üzerine gidilirken itfaiyenin markasına,
adresine, rengine bakılmaz; aslolan yangının söndürülmesidir.
Müslümanlar
tarihte bir çok menfi akımla karşılaşmışlar, yenmişler, yenilmişler,
birlikteliklerini muhafaza etmişler, kaybetmişler, bid’at ve hurafelerle karşılaşmışlar.
Ancak ithal çözümler aramamışlar. Öz benliklerine, dinlerine dönmüşler.
İslam’ın dünya-ahiret mutluluğu için tek çare ve kurtuluş yolu olduğundan asla
kuşku duymamışlar. Günümüz için de aynısı söylenebilir. Müslümanlar birçok
sıkıntı ve problemle karşı karşıyadırlar. İnançları, yabancı bazı inanç ve
ideolojilerin gölgesinde kalmış olabilir, ancak halen öz benliklerini
yitirmemişlerdir.
Hz.
Ali’nin de dikkat
çektiği gibi, dert de bizdedir;sorun da çare de içimizdedir. Hz. Peygamber bilhassa
fitne döneminde fitne ve kargaşadan korunup kurtulmak için ilme sarılmaya
dikkat çekmiştir.881
Ömer b. Abdülaziz halife olunca Horasan valisi bölgesinde asilerin
çoğaldığını, kargaşanın önlenmesi için kan dökmek gerektiğini yazarak izin
ister. Halife verdiği cevapta, icraatlarında adil olduğu takdirde huzur ve
asayişin sağlanacağını söyler. Tavsiyeye riayet eden vali adaletle asayişi
sağlar.882
Saadet
asrında İnsanlar arasında baş gösteren ihtilaflar Hz. Peygamber tarafından
çözülüyordu.Şimdi ise vahiy kesilmiştir. Bundan dolayı amellerin zahirine göre
hüküm veririz. Hayırlı amel işleyenlere güvenir, kötü amel işleyenlere de ona
göre hüküm veririz. Yönetimde etkin olanlar İslam’ı ve Müslümanları sanık
olarak görmekten kurtulurlarsa hem kendilerine hem milletlerine hem insanlığa
en büyük hizmeti yapmış olurlar. Farklı kültür ve dinlere karşı saygılı olmamız
gerektiğini kafamıza iyice yerleştirmemiz gerekir. Batı da, İslam ve
Müslümanlarla ilgili tutulduğu fundamentalist hastalıktan bir an önce
kurtulmanın yollarını aramalıdır.
Hatalı
mü’min; Mistah b. Esase gibi hicret edenlerden biri olabilir; ancak aynı
şahıs İfk olayına karışanlardan birisidir. Keza, Sa’d b. Ubade
gibi salih bir kişi olabilir; ancak bununla birlikte kendisini cahiliye
taassubundan kurtaramayabilir. Hz. Aişe, bir seferinde onun salih bir
insan olduğunu, ancak kendisini cahiliyet taassubundan kurtaramadığını ifade
etmiştir.883
Hatalı
olan şahsın her şeyi atılmaz, günahkar toplumdan tecrit edilmez. Hz. Peygamber,
babasının çömerliğinden dolayı Hatem-i Tai’nin kızına her türlü iyiliği
yapardı. Hz. Peygamber, bir şairin söyleyebileceği en doğru sözün Lebid b.
Rabia’nın Müslüman olmadan önce söylediği, “Allah dışındaki her şey boştur”
sözü olduğunu söylemiş. Hz. Peygamber Ensardan Nuayman b. Amfa içki
içtiği için ceza vermiş, ancak onu toplumdan tecrid etmemiş. Hz. Ömer de
aynı cezayı kendi döneminde Kudame b. Mazun’a vermişti.884 Söz konusu iki
sahabe Bedir’e katılmışlardı. Hz. Peygamber, beğenmediği bazı hatalarına
rağmen, Halid b. Velid’i komutan olarak tayin etmişti. Nitekim bir
seferinde şöyle demişti. “Ey Rabbim! Hz. Halidin yaptıklarından sana
sığınıyorum!”885 İbn
Teymiyye, Halid’in bu durumu hakkında şunu der: Hz. Halid, Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) emrine
karşı gelmezdi,itaatkârdı. Ancak diğer sahabeler gibi derin bir fıkıh bilgisine
sahip değildi. Bu nedenle bazı kişileri İslam’ı kabul etmelerine rağmen
öldürmüştü.886 Ebu
Zer de buna güzel bir örnektir. O züht, doğruluk, ahlak konusunda erişilmez
bir insandı. Ancak Hz. Peygamber Ebü Zer’e yöneticilik vermemiş ve
yöneticilik konusunda zayıf olduğuna dikkat çekmiştir.
Hz.
Ali, Cemel’de
kendisine karşı savaşanların müşrik olup olmadığı sorulunca şöyle cevap vermiş:
“Onlar şirkten kaçtılar.” Münafık olup olmadıkları sorulunca şöyle cevap
vermiş: Münafıklar Allah’ı çok az anarlar. Onlar ise Allah’ı çok anmaktadırlar.
Peki onların durumu nedir?denilince, “Onlar bize baş kaldıran
kardeşlerimizdir.” demiş.887
Başka bir rivayette de “özür beyan ederlerse özürlerini kabul ederiz,” demiş.
Ashap
Haricîleri bile tekfir etmedi, Haricîlerin peşinde namaz kılar, kızlarını
ister, kendilerine kız verir, selamlarını alır, kendilerine selam verir,
sorularına cevap verirlerdi. Başta Buhari olmak üzere muhaddisler
kendilerinden hadis almışlardır. Onları “zalimler” statüsünde
değerlendirirlerdi.888
Hatta Ebu Davud bid’at ehli içinde Haricîlerden daha doğru hadis rivayet
eden olmadığını söyler. İmran b. Hattan ve Ebu Hasan el-Arac’ı örnek
verirler.889 İmam
Nevevi şunları der: Kıble ehlinden kimseyi tekfir etmeyiz. İlk dönemden
beri selef-halef herkes Mutezile ve muhalif diğer ekol ulemasının arkasında
namaz kılmışlar, kız alıp vermişler, Müslümanlara icra edilen ahkâmı onlara da
uygulamışlardır.890
Şiddet
asla çare olamaz. Bask ve dayatma ile hiçbir problem çözülmemiştir. Şiddete
başvuranların psikolojik ve inanç sorunları vardır. Sorunlarının tespit ve
tedavi edilmesi ve tedavi edilmesi gerekir. Düşünceyle hal edilecek sorunlar
beyinde çözülür. Diyalog ve ikili ilişkililerle çözülecek sorunlar yazıya
dökülmez. Yazıyla halledilecek sorunlar seslendirilmez; seslendirmeyle
çözülebilecek sorunlar için gösterilere gidilmez. Gösterilerle çözülecekler
için greve gidilmez. Silah ancak belli şart ve zeminlerde ve yetkili mercilerce
caydırma amaçlı kullanılabilecek son çaredir.
İfrat
ve tefritçilerle muamele ve diyalogu kesmek yararlı olacaksa o yönteme de
başvurulur. Tabi bu gereken tebliğ ve davet yapıldıktan sonra olmalıdır. Süfyan
Sevrî, tavrını ortaya koymak gayesiyle Mürcie öncülerinden Amr b. Zerr
ölünce cenazesine katılmadı.891
Tarihimizde bu tür tavırlara sık rastlanır. Bu türden duruşlar, bid’at ve batıl
inançları toplumda savunan ve yayan insanlara karşı tavır koymayı
amaçlamaktadır.Tekfir etmek, onlarla diyalogu kesmek her zaman çare
olmamaktadır. Onları tamamıyla toplumdan dışlamamak için arkalarında namaz
kılmaya bile cevaz verilmiştir. Bu konuda belirleyici husus söz konusu bid’at
veya düşüncenin küfür olup olmadığıdır. Ibn Hacer Askalani şöyle der:
Her bid’atçi dışlanmaz, çünkü genelde her fraksiyon ve ekol bid’atlere karşı
olduğunu ve onunla mücadele ettiğini söyler.892
Hz.
Peygamber, Ikrime’nin yanında babasını eleştirmezdi. Bundan hareketle,
Şii kardeşlerimiz Müslümanların indinde önemli yeri bulunan Halife ve
Sahabileri eleştirmekten, tenkit ve telin etmekten uzak durmalılar. Sünniler de
Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gülüm dediği torunu Hz. Hüseyin
ve ailesine komplo düzenleyen, şahadetlerine sebebiyet veren Yezid b.
Muaviye’ye methiyeler dizmekten uzak durmalılar. Her iki tarafın da yeteri
kadar üzerinde ittifak edilen konuların bulunduğunu unutmaması gerekmektedir.
İhtilaf ve bölünmeyi körüklediğinden, insanlar her hangi bir mezhep veya imamın
görüşüyle amel etmeye zorlanamaz. İnsanlara hüsnü zan beslenir, yani beraatı
zimmet asıldır. Suç tespit edilmeden kimse itham edilmez.
Dünyaya
siyah bir gözlükle bakılmamalı; insanların melek olmayıp beşer oldukları, her
insanın hata işleyebileceği unutmamalı. İnsanların melekler gibi nurdan değil,
karışık bir topraktan yaratılmış oldukları unutulmamalı. Kur’an, Hz. Âdem
hakkında, “Âdem Rabbine âsi oldu ve şaşkın düştü.”893 ifadesini kullanmıştır.Hz. Peygamber,
zina etmek isteyen sahabiye nasıl davrandı? Önemine binaen önceden de ifade
edildiği gibi, Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) İçki içen sahabi Abdullah el-Himar
hakkında, “Onu rahatsız etmeyin, çünkü O Allah ve resulünü seviyor.”894 buyurması bu
konuda bizlere ışık tutmaktadır. İnsanları lanetlemek ne kazandırır? Lanet, onu
dışlamak anlamında olduğundan kendisini biraz daha uzak hissedecektir.
İtidal,iyi
niyet üzerine bina edilen karşılıklı dayanışma, tartışma, bir araya gelme,
sorun ve ihtilafları asgariye indirilebilir. Devlet kaynaşmayı, entegrasyonu
teşvik etmeli. Bütün eğilimlerin öncüleri, aydınları, gerilimi düşürücü fikri
yaklaşımlar geliştirmelidir. Fıtrata ve öze dönüş olan İslamî uyanış ve arayışın
önüne geçilmemeli, yıldırılmamalı,sarsılmamalı ve tehdit edilmemelidir.Bilakis
elinden tutulmalı, yönlendirilmeli,asıl mecrasına taşınmalıdır. Farzlar
nafilenin önüne geçirilmeli, toplumu ilgilendiren ibadetler ferdi ilgilendiren
ibadetlere tercih edilmeli. Mesela, bir yönetici, adil davranmayı merhamet ve
şefkati gece namazlarına tercih etmeli.
Batı’nın
hegemonik ve sömürgeci güçlerinin ve küresel kapitalizmin İslam dünyasını
tehdit ettiği şu kritik dönemde birbirimizi fikren boğazlamaya kalkmak,
birbirimizle uğraşmak, ihanet ve bağnazlık değilse nedir? Korkutmak nefret
ettirmek yerine sevdirmek ve müjdelemek gerekmez mi?
Hiçbir
dönemde baskı ve şiddet çözüm olmamış; bilakis meseleleri daha girift hale
getirmiştir. Müslümanlar fethettikleri yerlerde yaşayan insanları din
değiştirmeye asla zorlamamışlar, onları vicdanlarıyla baş başa bırakmışlardır.
İhtilafın
kalkması, imkânsız görüldüğünden, yaşanır bir zemine taşınması gerekir.İttifak
edilen konularda yardımlaşır ve ihtilaflı konularda birbirimizi mazur görürüz.
Sünnetin hararetli uygulayıcılarından Abdullah b. Ömer, seferde dört
rekatlı namazları iki rekat kılmayı büyük günah olarak görürdü. Buna rağmen,
içtihat ederek dört rekat kılanları günah işlemekle itham etmezdi. Seferde
namazı dört rekat olarak kılanların peşinde dört rekat olarak kılardı. İbn
Ömer bu biçimde itikat edip kendisine muhalefet edenleri “günah işlemekle”
itham etmedi.895 İmam
Şafiînin Ebu Hanife’ nin mezarı yanında kunut okumayı terk etmesi de aynı
anlamı taşır.
Şah
Veliyullah Dehlevî,
en hayırlı dönemde farklı ihtilaflara sahip Müslümanların beraber ibadet
etmelerini şöyle tasvir eder: Sahabe ve Tabiin alimleri arasında namazda besmele’yi
okuyan olduğu gibi okumayan da vardı. Keza kimisi kıraati açıktan kimisi de
gizli yapardı. Kimisi sabah namazında kunut okur, kimisi okumazdı. Kimisi kan
aldırmaktan, burun kanaması ve kusmadan dolayı abdest alır, kimisi de bunların
hiç birinden dolayı abdesti gerekli görmezdi. İçlerinden avret mahalli ve
kadına dokunmaktan dolayı abdest alanlar olduğu gibi almayanlar da vardı.
Ateşle pişirilen yemekler ve deve etini yemekten dolayı abdesti gerekli
görenler olduğu gibi görmeyenler de vardı. Evet, tüm bu ihtilaflara rağmen
cemaatle namaz kılarlardı. Mesela, Malikiler namazda besmele okumadıkları halde
Hanefi ve Şafiiler onların arkasında namaz kılarlardı.896
Aşırı
kendi haline bırakılmamalı;bilakis elinden tutulmalı. Onları gördüğümüzde
yapacağımız davetten dolayı sevap getirecek şahsiyet olarak düşünmemiz
gerekir.Aşırılığa düşenler insanlarımızdır,bizim içimizden çıkmışlardır;diyalogu
kesmek de çare değil. Nitekim Hz. Peygamber günahkarları görünce üzüntüsünü
gizlemezdi. Ashap da aynı yöntemi takip etti. Kötülüğü yenmenin yolu iyilikle
gitmektir;karanlığa mum yakmaktır. Hz. Âdem’in iki çocuğundan Habil,
şiddete karşı şiddete baş vurmadı, zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih etti.
Yangına benzinle gitmedi,yangını körüklemedi.
Herkesin
iman edeceğini ummak beyhudedir.Gücümüz nispetinde yasaklardan sakınmak ve
sakındırmakla mükellefiz.Dayatmayla kötülerin biteceğini savunmak sünnetullahı
bilmemekten kaynaklanmaktadır. İnsanları zorla ve şiddetle İslam’a girmeye
zorlamak gayesiyle şiddete başvuruluyorsa unutulmamalıdır ki Kur’an bunu sarih
olarak yasaklamıştır.
Dünya
iyilikle kötülüğün mücadele sahnesidir. Allah dileseydi herkes iman ederdi ki
neticede fesat ve fitne ehli kalmazdı. Ancak Allah Teala, müminlerin elleriyle
bunun gerçekleşmesini istemektedir. Allah Teala günahsız, fesatsız bir dünya
isteseydi şeytanı yaratmazdı. Dahası; şeytan insanları aldatmak için Allah
Teala’dan izin istiyor, Allah Teala kendisine bu imkânı tanımıştır.897
“Basit
insanlar basit ve önemsiz işlerle uğraşırlar.”deyimini doğrularcasına hareket
ederek, Müslümanların öncelikli meselelerinden yüz çevirip ayrıntılara dalanlar,
ya cahil ya da haindirler;basiretleri körelmiş ve mesh olmuştur. O, uyuyan
arkadaşını sinekten kurtarmak için üzerine kaya atan, ahmak ve cahil bir dost
konumundadır.
Başta
ebeveyn olmak üzere yakınların ve akrabaların hukukuna riayet edilmeli. İyiliği
emretme bahanesiyle hak sahiplerinin hukuku zayi edilmemeli. Öncelik hakkına
riayet edilmeli. Hz. Peygamber, “Sana ölüm olsun” diyenlere bile yumuşak
karşılık vermiştir. Hz. İbrahim’in inkârcı babasına nasıl yumuşak
davrandığını Kur’an haber vermektedir.898.
İhtisas
ve ehliyete saygı duyulmalı. Nasıl ki tıp ilmini okumayan biri hastaya müdahale
edemiyorsa, fetva verme ehliyetine sahip olmayan biri de fetva vermeye
kalkışmamalıdır. Hz. Ömer bir durum ortaya çıkınca ashabın ileri
gelenlerini toplar bir ay müzakere ettikten sonra cevap vermeye çalışırdı. İmam
Malik, tek bir meselenin çözümünü on yıl düşünmüş. Bu nedenle ilgili
konularda hüküm verecek yetkililer, cevap vermeden önce kendilerini cennet ve
cehenneme arz etmeli, daha sonra cevap vermelidirler.
Kolaylaştırmak,
müjdelemek, zorlaştırmamak, iki durumla karşı karşıya kalınca kolay olanı
tercih etmek Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetidir. Zahire göre muamele edilmeli. Hz.
Peygamber münafıkları bildiği halde onlarla muameleyi kesmemiş, savaşa
katılmalarını engellememiştir.
Her
mektebin diğerine vereceği değerler olmalı. Mesela tasavvuf mektebinin
selefiyye mektebine, selefiye mektebinin tasavvuf mektebine katacağı birçok
değer vardır. Selefiye’nin naslara ittiba etme, insanların görüşlerini Kitap ve
sünnete arz etme, onları şaşmaz ölçü kabul etme, müteşabih nasları muhkem
olanlar ışığında ele alma, zannî olanları kat’î olanların ışığı altında ele
alma, taklit ve taassup yerine tahkiki, içtihadı öne sürme, fıkıhta ruhsata,
akidede azimete sarılma, akidevî ve öncelikli meseleleri önceleme, tali
konuları zamana bırakma vs. hassasiyetlerinden yararlanılabilir.
Aşırılıkla
mücadele ve davette tedriç kaçınılmazdır. Hz. Yusuf, şirk ve inkârın
hüküm sürdüğü bir devlette göreve talip oldu.Her şeyi anında
değiştiremeyeceğini çok iyi bildiğinden tedriç yöntemini tercih etti. Kur’an
peyderpey indi. İbadetler yirmi üç yıllık bir süreçte kemal buldu. Dünya altı
devrede yaratıldı. Cenin annesinin batnında dokuz ay birkaç günde teşekkül
eder. Doğduktan sonra iki yıl süt emer. Çocukluk, ergenlik, gençlik, olgunluk
gibi devreler geçirir.Davette, önce alt yapı sonra üst yapı veya yatay
gelişme sonra dikey gelişme yöntemi esas alınmalı
Yönetimde
de tedricilik esastır. İman ve ahlak gibi alt yapı oluşmadan idare ve hukuk
oluşmaz. Saadet asrında önce iman sonra ahlak işlendi, en sonda da hadlar
uygulandı. Yüzmeyi öğrenmeden denize dalmak, ehliyet olmadan trafiğe çıkmak,
çocuğu süt döneminden önce sofraya oturtmak sünnetüulahı dışlamaktır.
Hz.
Ömer, ilkin Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Abdullah
b. Übey b. Selül’ün cenaze namazını kılmasını ve kendi gömleğinde
defnedilmesini anlayamamıştı.Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) münafıkların başını
neden elbisesinde gömdüğünü niçin cenaze namazını kıldığını sordu. Hz.
Peygamber, “Onun elbisemde gömülmesi ona bir şey kazandırmaz, azabını
hafifletmez, ancak bu hareketle çok kişinin İslam’a gireceğini ummaktayım.”
buyurdu. Münafıkların başı Ibn Selul’ün Hz. Peygamber’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) elbisesinde
gömülmesini gören Hazreçliler bundan etkilenmişler ve bin kişi bu sayede
İslam’ı seçmiştir. Hz. Peygamber bununla bir strateji uygulamıştır. Onun
etrafındakileri etkilemek istemiş ve bunu gerçekleştirmiştir.899 Hz. Ömer, İbn
Selül’ün toplumdan tecrit edilmesini isterken, Hz. Peygamber hikmetli yolu
tercih etti, tecritle inanç ve düşünceleri yok etmenin çare olmadığına dikkat
çekti, kararı çevresindekilere bıraktı, onlara düşünme fırsatı tanıdı, onun
münafık olduğuna hükmettiler ve kendisinden vazgeçtiler.
Şirk
toplumunda mağdur olmuş ashap, Hz. Peygamber’den direniş için silah kullanma
izni isteyince.” “Hz. Peygamber şu ayeti okudu.900 "Kendilerine: ‘Savaştan uzak durun;
namaz kılmayı ve zekatı vermeyi sürdürün!’ denilen şu kimselere baksana? Onlara
savaş farz kılınınca, bu kez içlerinden bir grup, insanlardan, sanki Allah’tan
korkuyorlarmışçasına, hatta daha da fazla korkmaya başladılar ve ‘Rabbimiz bize
neden savaşı emrettin ki, biraz daha erteleseydin ya!’ demeye başladılar. Söyle
onlara: ‘Dünyanın zevk-ü sefası çok az sürecektir. Allah’a karşı
sorumluluklarının bilincinde olanlar için Ahiret daha hayırlıdır.’ Orada, kıl
kadar bile haksızlığa uğramayacaksınız.”901 Bu duruş korkaklık, pısırıklık,
çaresizlik değildi. Hz. Peygamber, meyvenin olgunlaşmasını, eğitim ve inşa
sürecinin bitmesini bekliyordu. İnşa ve onarmanın insanla başlaması gerekir.
Değişim surette değil, özde olmalıdır. İnsan akıl ve düşüncesinin ibadetle
olgunlaştırılması,beden ve ruh arasında dengenin sağlanması gerekir.
Hz.
Peygamber yıllarca Mekke’de kaldı. Putlara tapmanın günah olduğunu ve
sakıncalarını anlattı. Tevhide davet etti. Bir gün bile putlara ilişmedi,
onlara zarar vermedi. Oysa putlar yeryüzünün en mübarek yerinde bulunuyordu.
Hz. Peygamber de Ka’be’de namaz kılıyordu. Her zaman gözünün önündeydi. Gününü
bekliyordu. Onların ne anlama geldiğini herkesten çok iyi biliyordu. Onların
bizzat sevenleri, koruyanları, tapanları tarafından izole edilmesini istiyordu
ve öyle de oldu. Mekke’nin fethinde önceden putlara tapanlar onları izole
etmeye başladılar.
Kötülüğün
izole edilmesinde şu dört aşama göz ardı edilmemeli:
·
1.
Münker izole edilir. Onun yerine iyilik geçer. Bu durum meşrudur.
·
2.
Münker kısmen izole edilir. Bu tavsiye edilir.
·
3.
Münker münkerle izole edilir. Bu, ulema arasında tartışma konusu olmuştur.
·
4.
Münker yerini daha büyük ve daha zararlı duruma terk ederse bu durumda müdahale
edilmez. Ibn Teymiyye içki içen bir topluluğun yanından geçer. Müdahale
etmez. Yanındakiler müdahale etmek isterler. Kendisi onlara müsaade etmez ve
şöyle der: İçki, kişiyi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoyduğu için
yasaklanmıştır. Bunların sarhoşluğu ise, onarı adam öldürmekten,insanlara
tahakküm etmekten ve haksız yere mal elde etmekten alıkoymaktadır. Bırakın
devam etsinler.902
Müslüman
gelişi güzel ahkâm kesmez, mühür ve damgalamayla oyalanmaz, insanların hidayeti
için uğraşır, dua eder;fikre karşı fikirle mukabele eder. Esma bt. Ebubekir,
müşrik olan annesi yanına geldiğinde onunla görüşüp görüşmeyeceğini sorduğunda
Hz. Peygamber annesiyle görüşebileceğini söyledi; hatta ona iyilik yapmasını
emir buyurdu.903 904
Aşırılıkla
mücadelede en etkili yöntem, hikmetle hareket etmek; yani davet ve faaliyette
sünnetullaha riayet etmektir.Hikmet,gerekeni uygun zaman ve yöntemle
gerçekleştirmektir. "O'dur ümmiler içinde kendilerinden olup onlara
âyetlerini okuyan, onları temize çıkarıp arındıran onlara kitap ve hikmeti
öğreten bir peygamber gönderen/91 âyeti, risaletin üç önemli
hedefinden birinin hikmeti ve kitabı öğretmek olduğunu belirtmiştir. Yani,
hikmet dinin üçte birine tekabül etmektedir. Diğer iki hedef için de hikmet
gereklidir.Yani, Kur’an eğitimi ve ruh terbiyesi de hikmetten geçer. Hasılat
için tohumu toprağa serpmek yetmiyor. Tohum için müsait bir toprak, su,
gübreleme, bitkiyi zararlı maddelerden koruma, zamanında biçme, tarla ya da
bahçeyi afetlerden koruma da gereklidir. Tohumu zamanında ekmeyen hikmete
muhalefet ettiği gibi, onu korumayan olgunlaşmadan biçen de sünnetullaha riayet
etmemiştir.
Üstat
Hasan Hudaybi’nin de
ifade ettiği gibi, bizler savcılar değil davetçileriz. Görevimiz insanları
davet etmektir;tekfir etmek,cehenneme göndermek değildir. İslamî hassasiyetten
dolayı yürekleri yanıp tutuşan kardeşlerimize sabırlı olmalarını Allah katında
ecirlerinin kaybolmadığını bilmelerini Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve İslam
sedasının en yüksek seda olacağını hatırlatırız.
Müslümanın
problemli kişilerle diyalogu, hekimin hastasıyla olan diyalogunun aynısıdır.
İkisi de ilaç sunmaktadır. İkisi de sorunu olan insanlara muhatap olmaktadır.
Her insanın hata yapabileceği haber verilmiş. Hatta Kur’an Hz. Adem’in
bir zellesinden haber vermiştir. "Bunun üzerine ikisi de ondan yediler;
hemen ayıp yerleri kendilerine açılıp göründü, üzerlerine cennet yaprağından
yamamağa başladılar ve Adem Rabbine asi oldu da şakın düştü. ” 915
Aşırı
kişi sorunlu biridir. Onunla ilgilenmek gerek. Hekimler hastalarının
psikolojilerini iyi bilir. Onlara şefkatle, bakar, merhamet eder, tedavileri
için çare ve teşhis üretir. Ebu Derda günahlarından dolayı hakarete
maruz kalan birini görür. Kendisine hakaret edenlere şöyle der: Onun bir kanala
düştüğünü görseydiniz çıkarmaz mıydınız?
-Evet
çıkarırdık,
-
O halde kardeşinizi rencide etmeyin, onun durumuna düşmediğiniz için Allah’a
hamd edin.
-Ona
buğz etmeyelim mi?
-Ona
değil, ameline buğz edin, günahlarını terk edince kardeşinizdir.905 906
Ebu
Hasan Eş’ari’nin bid’at
ehliyle diyalogu, aşırılarla muaşeret konusunda önemli bir örnektir. İmam
Eş’ari, bid’at ve günah işleyenleri arar, kendilerine tebliğde bulunur ve
onlarla tartışmalara girerdi. Kendisine, “Nasıl olur da bid’at ehline gider,
onlarla tartışırsın?” şeklinde yapılan itirazlara şöyle cevap vermiş: “Onlardan
kimisi, makam, mevki sahibidir, bana gelemiyor, ben de onlara gitmezsem, hak
nasıl izhar edecek? İslâm’ı delilleriyle savunanların var olduğunu nasıl
anlamış olacaklar?”907
Aşırı
kimse, karanlık bir gecede uçurumla karşı karşıya kalan birine benzer.
Düşmemesi için elinden tutulur, kurtulmaya davet edilir. Peygamberler aynı gaye
ile dönemlerindeki zorbalara gitmişlerdi. Bu bağlamda, Hz. İbrahim’in
Nemrut’a, Hz. Musa ile Hz. Harun’un Firavun’a gidişlerini
hatırlatmamız yeterlidir. "Firavun’a gidin; çünkü o, pek azıttı. Varın
da ona yumuşak dille söyleyin; belki dinler veya korkar.”908 âyeti, dünyanın en azılı insanına gitmeyi
bile emretmesi, ulemanın irşat ve hakkı tavsiye niyetiyle en azılı ve despot
yöneticilere gitmesi gerektiğini göstermektedir.909
İmam
Malike, “Zalim
idarecilere gitmen doğru mu?”diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: Yaltaklık
yapılmadığı taktirde, onlara gitmek iyiliği emretme kapsamındadır. Zalim
idarecilere gidilmezse hak kendilerine nasıl ulaşır? Onlara doğruyu söylemek en
büyük cihad kapsamındadır.910
Hz.
Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin
camiden çıkınca biri kendisine söver. Cemaat müdahale etmek isteyince,
“bırakın” der ve, “Kardeşim, daha bilmediğin birçok hatam var.Bir ihtiyacın yok
mu?” diyerek ona bin dirhem verir. Saldırgan utanır ve abasını ona hediye etmek
ister, kabul etmeyince, “Peygamber torunu olduğunu kanıtladın.” der.911
Aşırılık
psikolojik bir hastalıktır. Hastalık önlem alınmadığı taktirde yayılır, müzmin
hale gelir. Ulema, toplumu her türlü hastalığa karşı koruyan hekimler
konumundadır. Ümmeti uyandıran, ruhuna heyecan ve şuur üfüren ulema olduğu gibi
onu saplantıya götüren de ulemadır. Ulema misyonunu yerine getirmediği zaman
ümmet başsız kalır, sağa-sola dağılır, başkasının korusuna tempo tutar.
Yetkililer;
gençleri dışlama yerine onları kucaklamaya, cezalandırma yerine sorunlarını
çözmeye çalışmalı, şefkatçi mürebbi ve babalık görevini üstlenmeye çalışmalı,
tekfire tekfirle karşılık verme yerine, o vebadan kurtulma yöntemlerini ortaya
koymalıdırlar. Hz. Ali’nin Haricîlere karşı tavrı konu için belirleyici
bir örnektir.
Her
inanç ve kültür sahibinin inanç ve kültürünü özgürce yaşayacakları bir özgürlük
ortamı aşırılığa karşı alınacak önlemlerdendir. “Ve de ki: O hak
Rabbinizdendir, dileyen inanır, dileyen inkâr eder.” 912 ilahî düsturunu hayata geçirmek Lâ
ilahe illallah diyene ilişmemek,ittifak konularında yardımlaşmak, ihtilaflı
konularda birbirimizin mazeretini kabul etmek, ümmetin ihtilaf kültürünü göz
önünde bulundurmak atılması gereken adımlardandır.
Müslüman,
yapıcıdır, merhamet abidesidir; ifrat ve tefrite saplananın elinden tutar, ona
acır, yol gösterir, şüphelerini gidermeye çalışır. Hz.
Peygamber
en azılı düşmanlarının hidayeti için bile dua eder, hata işleyen hakkında “hatasını
neden örtmediniz?” derdi. 913
Genelde
yapılan ifrat ve tefrit eksik bilgilendirmeden kaynaklanmaktadır;yani aşırılık
düşünsel bir sorundur,tehcir yerine diyalog yolu tercih edilir. Sorun düşünsel
olduğundan düşünceyle tedavi yoluna gidilir. İslamî hassasiyeti olan kesimlerle
diyalog kesilmemeli. Neticede onlar da ya evlatlarımız ya kardeşlerimiz ya
akrabalarımız ya da insanlık ruhuyla muamele etmemiz gereken, ellerinden
tutulması gereken insanlarımızdır. Onlarla diyalog kurduğumuzda, İslam için
çalıştıklarını, tek hedeflerinin İslam’a hizmet olduğunu İslam için şahadete
hazır olduklarını zulümden zalimden günah ve münkerden nefret ettiklerini ancak
bazı konularda yanlış bilgilendirildiklerini göreceğiz. Hz. Ali’nin
ifadesiyle, küfürden kaçtıkları için aşırılığa saplanmış olduklarını göreceğiz.
Birçoğunun diyalog neticesinde aşırılık, ifrat ve tefritten vazgeçtiklerini
göreceğiz. Hz. İbrahim Nemrut’la, Hz. Musa Firavun’la, Hz.
Muhammed Ebu Cehil ile diyalogu kesmediğine göre, günahkarla
diyalogumuzu kesmemeli. Aşırılar, topluma “zararlı unsurlar” olmaktan çıkarılıp
“yararlı unsurlar” haline getirilebilirler. Çünkü aşırılığa saplananların çoğu
uyuşturucudan, sigaradan, yalandan zulümden nefret eder, kalplerinde Allah
korkusu, dillerinde Allah zikri, evlerinde Allah’ın kelamı vardır.
Hz.
Ömer Müslüman
olmadan önce gaddardı; karşılaştığı Müslümanı dövdüğünden Müslümanlar onunla
karşılaşmaktan çekinirlerdi. Bir sahabi diğerine, “ Ömer de Müslüman
olabilir” dedi. Diğeri, “Vallahi Hattab ailesinin eşşeği Müslüman olur, yine de
Ömer Müslüman olmaz.” dedi. Hz.Ömer, Kur’an’ı dinleyince Müslüman oldu,
hem de “Bundan sonra peygamber gelseydi Ömer olurdu” şerefine mazhar oldu.
İslam’la
tanışmazdan önce Halid b. Velid İslam’a karşı savaşmıyor muydu? Suraka
Hz. Peygamber’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karşı kiralanmış bir katil değil miydi? Bunlar
diyalog veya davetle İslam’a hizmetkar olmadılar mı? İnkar sancaktarlığından
İslam sancaktarlığına yükselmediler mi?
Ne
hazindir ki İslam’a ve Müslümanlara savaş açanlara, fuhuş ve uyuşturucu
tacirlerine, ibadetsizlere ayırmadığımız mesaimizi ve bunlara yöneltmediğimiz
eleştirileri çoğu henüz delikanlı olan ve İslamî duyarlılığı yüksek olan bu
insanlarla mücadeleye ayırıyoruz. Bu yöntemimizle, aşırılık ve aşırılıklarla
mücadele etme iddiasıyla aşırılığa gitmiyor muyuz? Kiracıyı tenkit etmekten
hırsızı yakalamak için zaman ve fırsat bulamayan ev sahibi durumuna düşmüyor
muyuz? Ahmed b. Hanbel, batıl Cehmiye ekolünün hidayeti için dua ve
istiğfarda bulundu, şüphelerini gidermeye çalıştı, onları tekfir etmedi.
Hz.
Peygamber, kendisine “Adil davran.” diyen görgüsüz bedeviye nasıl karşılık
verdi? Sadece, “Ben adil olmazsam kim adil olabilir” dememiş miydi?”
Keza kendilerine, “Bu zekatları kimin için topluyorsun?” diyen görgüsüz kişi
aşırı değil miydi? Hz. Peygamber kendisine nasıl davrandı? Hz. Peygamber ona ne
savaş açtı, ne de onu toplumdan tecrit edip rencide etti.
Hz.
Peygamber, fitne ve fesat döneminde mü’minler topluluğuna katılmayı tavsiye
etmiş, mü’minler topluluğundan ayrılanı çobansız, korumasız sürülere
benzetmiştir.914
Bireysel olarak hizmet eden biri, tek başına bir orduya karşı çıkan bir eri, ya
da bir topluluğa karşı çakmaya çalışan bir pehlivanı andırır. Şahıs tek başına
birey, ihvanıyla ise bir kitledir.
Ashap
safları dağıtmamak için büyük günah işleyenlerin peşinde namaz kılmıştır.
Mesela, Ibn Ömer Haccac-ı Zalim’in peşinde, Ibn Mesud içki içen Velid
b. Ukbe’rivn peşinde namaz kılardı. Velid, almış olduğu alkolün
etkisiyle bir gün sabah namazını dört rekat olarak kıldırmış, “Daha da
artırmamı ister misiniz?”demişti915 İbn Ömer, Haricî ve Habeşiler
birbirleriyle çarpıştıkları halde kendilerine selam verirdi. Şöyle derdi:
“Haydi namaza, haydi kurtuluşa,” diyene icabet ederim. “Haydi öldürmeye, haydi
başkasının malını almaya,” diyeni ise reddederim.”916
İbn
Teymiyye sünnete
ittiba konusunda titizliğine rağmen Merazıka adındaki aşırı grubun arkasında
namaz kılmayı caiz görürdü. Muteber bir İslam
alimi
arkasında namaz kılınacak imamın araştırılmasını gerekli görmemiş ve hüsnü zan
besleyerek arkalarında namaz kılmayı tavsiye etmiştir. O,bu konuda şu nebevî
düsturu esas alırdı: “İmamlarınız size namaz kıldırırlar. İsabet ederlerse
sevapları hem kendilerine hem size, isabet etmemişlerse sevabınız size, vebal
onlaradır”917
Safların
dağılmaması için imamının mezhebi sorulmaz. Besmele’yi bilerek terk edenlerin,
yabancı kadınlara dokunanların arkasında namaz kılınmıştır. Bir imam ömür
boyunca kasti olarak abdestsiz namaz kıldırmış arkasında namaz kılan sonra
farkına varmışsa namazını iade etmesine gerek yok, kıyamette sorumlu olmaz.
Ancak imamın abdestsiz olduğunu bilse arkasında namaz kılamaz. Cuma, cemaat ve
bayram namazını bid’atçi bir imam kıldırıyorsa yine cami ve cemaat terk edilmez
ve arkasında namaz kılınır.918
Nitekim elinde altın yüzük olan birinin kestiği hayvanın eti haram olmaz;içine
sinek düşen sıvı dökülmez; gayrimüslimlerin kapları kırılmaz;pireden dolayı
yorgan yakılmaz. Aksi halde, başına sinek konan arkadaşını kurtarmak gayesiyle
başına kayayı yuvarlayan ayı ve arkadaşının durumuna düşer. Neticede ayı
arkadaşını öldürmüş, sineği de uçurtmuştur!
İlahî
adalet, zerre kadar iyilik yapanın iyiliğinin karşılığını zayi etmez. Oruç
tutan namaz kılmıyorsa sadece kılmadığı namazdan sorulacaktır.Zina eden
hırsızlık etmiyorsa hırsızlıktan dolayı cezalandırılmaz.
Her
zaman insanlar muhaliflerinin kötülüklerini sıralar, iyiliklerini görmezden
gelirler. Bu anlayış Kur’an’dan destek bulmamıştır. İslam şunu der: İnsan
beşerdir, hatası da olur sevabı da. Hz: Peygamber de, “Her insandan hata
sadır olur. Hata işleyenlerin en hayırlısı tövbe edenlerdir.” der.”919 İslam,
dost-düşman insanlar hakkında hüküm vereceğimiz zaman adil olmamızı emreder.”920 Bu nedenle
Müslüman muhalifleri hakkında da olsa adalet ve insaftan ayrılmaz.
İslam
şunu der: Şeytanın bile söyleminde ders ve yarar varsa ondan istifade edilir.
Nitekim Buhari’nin rivayet ettiği bir hadiste şeytan Ayetu’l-Kursi’nin
yararlı olduğunu itiraf etmiştir. Hz. Peygamber şeytanla ilgili olarak , “O
yalancı da olsa bu konudaki sözünün doğru olduğunu belirtmiştir93
Keza kıyamet gününde “Beni değil nefsinizi levm edin.”921 922 demesi
de bu cümledendir.923
Gazzâlî,
bazı filozofların özellikle de kadim Yunan filozoflarının tutarsızlıklarını
ortaya koyarken Mutezile yöntemini kullandığını ve onlardan yararlandığını
belirtmiştir. İbn Teymiyye, Haricîlerin şiddet ve azgınlıklarını ortaya
koyarken asla yalan söylemediklerini, bid’at ehli içinde onlardan daha doğru
sözlü bir taifenin bulunmadığını,924 Şia ve Cehmiyeyi eleştirirken de onların
sayesinde birçok gayrimüslimin İslam’a girdiğini ifade eder.925 Mutezileyi
eleştirirken onların aşırı Şia ve Haricîlerden ehven olduğunu, onların dört
halifeyi kabul ettiğini, günah işlemekten çekindiklerini, doğruluğa çok önem
verdiklerini, yalandan nefret ettiklerini, Kur’an’ı savunma bağlamında çok gayret
ve çaba sarf ettiklerini, hikmet, doğruluk ve itaat prensipleriyle çok hizmet
ettiklerini ifade eder.926
Şia’nın aşırılarını eleştirirken münafık ve inkârcı olmadıklarını, hatalarının
tövbeyle affedilebileceğini,927
içlerinde zahid ve abidlerin bulunduğunu Ehl-i- Beyt sevgisiyle yandıklarını
savunur. Ehl-i Beyt düşmanı ile Ehl-i Beyt sevgisini temel prensip edinenler,
onlara benzemeye çalışanlar bir olmasa gerek. Mutezile mülhit filozoflara
reddiyeler yazmış, şüphe ve iftiralarını izale etmeye çalışmıştır. Birinin
sevabı ve hayırlı amelleri yanında hata ve sürçmeleri olsa, hata ve
sürçmelerinden yüz çevrilir. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Kimin sevabı
kötülüğünden çok ise o kurtulmuştur.
İfrat
ve tefritte her kesim, muhalifini rahatsız edecek söylemlerden uzak durmalı.Hz.
Peygamber,insanların nefretini almamak için, Ka’be’nin yerini değiştirmedi.928 Hz. Peygamber’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu
hareketi, akidevî olmayan ve teferruat sayılan konularda kamuoyunun kültür
seviyesini göz önünde bulundurmanın önemini göstermektedir. “Ve biz
gönderdiğimiz her peygamberi ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki
onlara iyice açıklasın.’839 âyeti de örf ve geleneğin önemli
olduğunu belirtmektedir.
Aşırılığa
karşı alınabilecek diğer önemli bir önlem de nefislerin terbiye
edilmesidir.Yani çare; a)Nefsi eğitmekten, b)Onu bilgilendirmekten geçer. Bu
nedenle adres Rabbânî ulemadır. Ulema aşırılığa saplanmış bu kesimin elinden
tutmalı ve onları eğiterek topluma kazandırmalıdır. Günahkarlar ihmal edilmeye
değil, eğitilmeye ve irşada muhtaçtır. Ulema, genel manada halkın anlayacağı
yöntem ile risale ve broşürler yayınlamalı;özel anlamda ise, yönetici ve elit
tabakaya farklı yöntemlerle ulaşmaya çalışılmalı.
Aşırılığın
yayılmasından, birinci derecede ulemanın sorumlu olduğuna inanmaktayız. Çünkü
onlar ümmetin hekimidirler, reçete onlardadır. Çare onlardadır. Hekim onlardır.
Sorunları çözmekten yüz çevirseler hastalık daha da müzminleşir. Tebaanın
fesadı idarecilerin fesada girmesiyledir. Yöneticilerin fesada girmesi de
ulemanın fesada girmesiyledir. Toplum hastaysa ulema hekimdir. Toplum bilinçsiz
ise ulema bilinç verir.
Ulema
-gençlik arasındaki diyalogsuzluk ve mesafede ulemanın da payı olduğuna
inanmaktayız, Üstat Yusuf Karadâvî ’nin naklettiği şu hadise buna güzel
bir örnektir: “Ünlü alimlerden biri, bir açık oturuma çağrılmıştı. Açık
oturumda ‘nüfus planlaması’ konusu tartışılacaktı. Bu alimin söylediği bir söz
oturumu yönetecek zatı dehşete düşürmüştü. Söz aynen şöyle: ‘Oturum neyi
hedefliyor, planlamayı desteklemeyi mi yoksa ona karşı çıkmayı mı? Söyleyin ki
kendimi ona göre hazırlayayım.’929 930 Açık
oturuma katılan zat, Allah’ın emrini değil, egemen gücün emrini ortaya koymaya
çalışıyordu. Diğer bir örnek de şudur: Mısır’da İslâm’a hizmet eden gençlerin
büyük çoğunluğu tutuklanarak mahkemelere sevk edilmişti. Bu olay üzerine ünlü
alimlerden biri yanımda bulunuyor ve aynen şöyle diyordu: “Eğer bu gençler,
İslâm’a hizmet edenler olsalardı, Allah onları perişan etmezdi.”931 Bu hezeyanı
duyan şahıs sormaz mı? Hoca efendi! İbrahim (a.s.) neden ateşe atıldı? Nuh
(a.s.) neden hicret etti? Hz. Yahya ve Hz. Zekeriyya neden testereyle
doğrandılar? Hz.
Peygamber
neden yaralandı? Neden üzerine hayvan işkembe içi atıldı? Neden muhacir oldu?
Suçları ne idi? İtidal ölçüdür;alim bu ölçüyü kullanabilendir;o, kime, neyi ve
ne zaman söyleyeceğini bilendir; itidal ve hikmet sahibidir.
Ulema
ile Müslüman gençler arasında görülen ihtilaf ve güvensizliğin önemli nedenleri
şu şekilde özetlenebilir:
·
1-
Ulemanın gençler hakkında önyargılı olmaları.
·
2-
Gençlerin problemleriyle ilgilenecekleri yerde, onlara Haricîlik,Rafizilik,
mezhepsizlik, Vahhâbîlik, reformculuk benzeri vasıfları yakıştırmaları.
·
3-
Resmî bir din profili ortaya koymaları.
·
4-
Ulema ile gençlik arasındaki kültür farklılığı.
·
5-
Gençlikten kaynaklanan hamaset ve acelecilik.
Gençliğin
ulemadan uzaklaşması, beraberinde şu olumsuz neticeleri getirdi:
a-Ulemanın
tecrübe ve birikimlerinden mahrum kalındı.
b-Halk
üzerinde menfi etki bıraktı.
c-Hedefe
varılamadı.
d-Çağdaş
ilim ve kültürden uzak kalındı.
Özellikle
bütün şer güçlerin İslam aleyhinde birleştiği bir ortamda kıble ehli tüm
cemaat, ekol, mezhep ve oluşumların bir araya gelmesi bir zaruret olmuştur.
Neticeyi
Üstat Yusuf Karadâvî’nin şu tespitiyle bağlıyoruz: Ehl-i Sünnet olmak,
Kur’an ve Hz. Peygamber’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sünnetine ittiba ise hepimiz sünniyiz. Ehl-i
Beyt’i sevmek onlar gibi yaşamaya çalışmak Alevilik ise, hepimiz aleviyiz.
Tasavvuf; terbiye, tezkiye, züht, dünya sevgisini tart etmek, riya ve kibirden
uzaklaşmak ise hepimiz sofiyiz.
SONUÇ
Tarihi
kökeni Hz. Adem’in iki oğlu arasında meydana gelen ve birinin ölümüyle
sonuçlanan aşırılığa dayanan ifrat-tefritin tanımı sorunlu olmuştur. İslam
dünyası, tarih boyunca iki büyük fitne yaşadı. Birincisi Moğol istilası ve
yıkımıdır. İkincisi de tarihin hiçbir döneminde eksik olmayan aşırı ideoloji ve
hareketlerdir. Çünkü A grubuna göre itidal olan bir husus B’ye göre “aşırı”
olarak tanımlanabilmiştir. Yolun yokuşu anlamına gelen ifrat, inişi anlamına
gelen tefrit dışında müstakim, dosdoğru, eğri ve zikzak olmayan, yıkmak yerine
yapmayı, menfi davranma yerine müspet hareket etmeyi, izale yerine ikameyi
öneren fıtrat ve akıl yolu mutedil duruş da olmuştur. İslam’ı ayakta tutan,
dünyada diğer dinlere üstün kılan Müslümanları zaferden zafere götüren mutedil
duruştur.
Her
zaman inanç ve aksiyon sergilemede üç farklı yöntem görülmüştür: İnançta ifrat,
tefrit ve itidal; ibadette ifrat, tefrit ve itidal; tasavvufta ifrat, tefrit ve
itidal; mezhebe bağlılıkta ifrat, tefrit ve itidal; dünya nimetlerinden
yararlanma konusunda ifrat, tefrit ve itidal; ahlakta ifrat tefrit ve itidal;
siyasette ifrat tefrit ve itidal...
Mezhepler,
ekoller ve cemaatler toplumumuzun dini ve kültürel gerçekleri olup inkâr
edilemez olgulardır. On dört asırlık İslam kültürünü oluşturan tasavvuf,
mezhep, fıkıh, tefsir, hadis, vs. hata ve sevabıyla bizimdir. Bir dini cemaati,
liderini, mensuplarını, faaliyetlerini, genelleme yaparak eleştirmek kadar
onları bütünüyle doğru göstermek de hatadır. Onun dışlaması, reddedilmesi
yerine, daha iyi anlaşılması ve daha faydalı hale getirilmesi Kur’an ve sünnete
uygunluk açısından tenkide ve tahlile tabi tutulması şarttır.Islah edilmediği,
eleştirel bir süzgeçten geçmediği taktirde bir çok problemi beraberinde
getirmeye devam edecektir.
Müslümanlar
olarak bize düşen, İslam’ı asıl çehresiyle insanlığa götürmek, İslam’ın
kimsenin düşman olmadığını, geçmişte olduğu gibi günümüzde de ahlak, medeniyet
ve kültürde insanlığın ilerlemesinde önemli bir etken olduğunu ortaya koymak,
bunu belirtirken de inancını, topraklarını koruyacak dinamizme sahip olduğunu
deklare etmek ve gasp edilmiş haklarını geri almaya muktedir olduğunu
belirtmektir.
Çalışmamızda
ifrat ile tefrit arasında itidal çizgisinin ne olduğunu vurgulamaya çalıştık. “...Köpük
atılır, gider, insanlara faydası olan ise yerde kalmaya devam eder.” (Ra’d,13/179.)âyetinde
ifade edildiği gibi, itidal çizgisi kalıcı ve yararlı olandır. Rijit söylemler
hiçbir zaman İslam toplumunda değer ve kabul görmemiştir. Tarihte hiçbir
düşünce, inanç ve ideolojinin baskı ya da şiddetle hedefine vardığı görülmemiştir.
Şiddete başvuranlar aslında kendilerini de birilerinin şiddetine hedef
kıldıklarının farkında değildirler.
Müslüman
kamuoyunun en büyük kesimi inanç, düşünce ve amelde itidali temsil etmiş,
İslamî değer ve prensiplere önem vermiş, meşru ve yasal yöntemlerle İslam’a ve
İslami şuurun yayılmasına çalışmıştır. İnsanların değişik görüş ve eğilimlere
sahip olması kabul görmüş, onu icbarla dayatmaya çalışmak ise yerilmiştir.
Aşırılık ise azınlıkta kalmıştır.Bu nedenle İbn Hazm, Davud-i Zahiri, İbn
Arabi gibi rijit sahibi sertlik taraftarları ümmetin takdirine nail
olamamışlardır. İtidal çizgisi ise Müslüman çoğunluk tarafından kabul gören ve
temsil edilen çizgidir. Bu yol din ile akıl, ruh ile beden, zahirîlik ile
bâtınîlik, ruhbanlık ile dünyevileşme, Kaderiye ile Cebriye mezhepleri, kutsama
ile mezhepsizlik, şahısları masum görme ile onları dışlama arasındaki safi,
berrak ve geçerli duruştur.
Vusulsüzlüğümüzün
usulsüzlüğümüzden kaynaklandığına inanmaktayız. Her zaman için iyi niyetin
yeterli olmadığını Haricî, Batinî hareketlerden öğrendik. Müşrikler bile
putlara iyi niyetle ibadet ettiklerini dillendiriyorlardı. İsabet ve hedefe
varmanın iki temel unsuru vardır: Birisi samimiyet diğer bir anlatımla ihlas,
diğeri de sünnetle tanımını bulan doğru yöntemdir. Tarih boyunca görülen
aşırılık bu iki unsurdan sapmaktan kaynaklanmaktadır.Yani;usulsüzlük ve
samimiyetsizlik. Bunu gerçekleştirmek için, dinî anlayışımızın, geleneksel
tasavvuf mezhep anlayışımızın yeniden inşa edilmesi ve eleştirel bir süzgeçten
geçirilmesi, bunun için de bir takım ahlakî kriterlerin yeniden yorumlanması
gerekir.
Allah’ın
insana verdiği en önemli iki nimet akıl ve vahiydir. İnsan bu iki nimete
gereken önem verir ve onu yerli yerinde kullanırsa kendisini hataya düşmekten
kurtaracaktır. İslam’ın evrensel ilkelerini ortaya koyacak, düşünürler,
filozoflar, tefsirciler, hadisçiler ve Rabbânî, mutasavvıflar yetiştirmek
durumundadır.
“Kuşkusuz
ki Allah her yüz yılda dini tecdid edecek şahsiyet(ler) gönderir.’
(Ebu Davud,Melahim,1.)hadisinde de işaret edildiği gibi, dini tecdid edecek
faaliyetler şarttır. Yenilenmeden kastımız eskiyi rafa kaldırmak, onunla
mücadele etmek, onu inkâr etmek, ümmetin kimliğini ortadan kaldırmak değil,
hadisin söz konusu ettiği yenileme ; yani öz eleştiridir; yenileme nefret değil,
muhabbettir, korku değil, güven ve emniyettir. Muhammed Abduh, Mehmet Akif,
Muhammed İkbal ve Muhammed Hamdi Yazır’ın dikkat çektikleri gibi,
İslam’ı asrın idrakine sunmaktır.
“Ey Cibril’in, Mikâil’in ve İsrâfil’in Rabbi! Ey yer ve göğün yaratıcısı, açık ve gizliyi bilen Allah’ım! Kulların arasında görülen ihtilafı kaldırma konusunda hükmü ortaya koyan sensin. Allah’ım ihtilaf konusunda beni/bizi doğruya ilet. Sen dilediğini doğru yola iletirsin.’’ (Müslim,hadis no:770.)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar