Print Friendly and PDF

İSLAM’DA TASAVVUF- Islamic Mysticism



Fazlur RAHMAN

Çeviren: Bekir DEMİRKOL


İslâm’ın üçüncü asrının sonlan ve dördüncü asrının başlangıcında fakihlerin ve kelamcıların faaliyetleri henüz meyvelerini vermemişken, yeni bir faaliyet ikinci asırdan itibaren şekillenmeye başlamıştı ki bu da tasavvuf idi. Tasavvuf İslâm’ın ruhî tezahürünü mükemmel bir şekilde temsil eder. Öyle görünüyor ki tasavvufun kısmen imparatorlukla getirilen yeni güç ve refah sonucu İslâm toplumunda gelişen genel bir dünyaperestliğe belki de bundan daha çok İslâm’ın hukukî ve kelamî terimlerle formüle edilmesine karşı bir tepki olarak ruhen hassas kişiler ve çevreler tarafından geliştirildiği görülmektedir. Zira sufıler İslâm’ın temelde insanın iç hayatını, "ruhî eğitimini" amaç edindiğini savunuyorlardı. Sufilere göre dinin esası olan bu tarafı ile ne fıkıhçılar ne de kelamcılar ilgilenmekteydiler. İlk döneminde tasavvuf, davranışlara yön veren eğilimlerin ahlâkî temizliği ile kalbin temizliğinde ısrar eden zahidane dindarlığın bir tezahürü idi. Tasavvuf kişinin kendisini tamamen Allah’a adayışını ve bu hayatın aldatıcı zevklerinden kalbin bağlarını koparmasını, yani zühdü öğretiyordu. Tasavvuf Kur’an’ın sık sık vurguladığı (Allah’ı anma) veya zikr tatbikatını geliştirdi. Sufıler Allah’ı devamlı anma uygulaması yani zikr ile İlahî Varlık (Ilakk)’ta fena fillah’ın arandığı, vecd ile yoğrulmuş Allah sevgisi idealini geliştirmeye başladılar. Ehli Sünnet (Ulemasına) göre aşırı zındıklık olan sekr veya sarhoşluk diye bilinen vecd halindeki bir kaç sufi Allah ile özdeşleştiklerini (fena fillah) söylediler. 922’de tasavvufun en meşhur temsilcilerinden biri olan Hallac’ın elleri ve ayakları kesildikten sonra çarmıha gerildi ve sonunda başı kesildi. Daha sonraki Müslüman nesiller bu infaz olayını asla unutamadılar. Ve Hallaç, İlahî aşkın en büyük şehidi olarak kabul edildi. Buna karşı mutasavvıflar, tasavvuf? tecrübe ve onun muhtevası konusunda taviz vermeksizin tedricen vecd hali tecrübelerini sistemleştirerek Ehli Sünnet (ulemasına) bunların doğruluğunu kabul ettirdiler: Bir çok sufı tarafından ifade edilen mutasavvıfın "sarhoşluk" halindeyken söylediklerinin olduğu gibi kabul edilmeyeceği ve sufı o halden bu dünyaya döndükten sonra onun o tecrübeyi yorumunun geçerli kabul edileceği prensibi kabul ettirdikleri bu hususlardan biridir.

Tasavvuf sonunda şu teosofik öğretiye ulaştı. Bu öğretiye göre sadece tek bir varlık veya varoluş ilkesi vardır ki, bu ilkeyi mutlak olarak temsil eden aşkın Allah’tır. Diğer bütün varlıklar ise, bu yegane varoluş ilkesinin [değişik] biçimleri ve tezahürleridirler. Bu varlığın Birliği (Vahdct-i Vücud: Unity of Bcing) veya monism (birlik) öğretisi karşı konulmaz cazibesi dolayısıyla öylesine etkili oldu ki, neredeyse daha sonraki nesillerin amentüsü oldu. Bu teosofik tasavvufun en büyük sistemleştiricisi ve temsilcisi Halep’te 1240’da ölen İspanyalı İbn Arabidir. İbn Arabî bize çok sayıda eser bıraktı fakat, kendisinin şaheseri el-Futuhat el-Mekkiye, Mekke’de kaldığı süre boyunca geçirdiğini söylediği tasavvulî tecrübelerinin ve analizlerinin büyük bir koleksiyonudur. Bu teosofik tasavvuf, kaba Panteizm’den sakınmakla birlikte hemen bütünüyle monistiktir. Bundan sonraki asırlarda onun temel fikirleri İran, Türk ve Urdu şiirinin ortak malzemesini oluşturuyor ve aynı zamanda Arap şiirine çok büyük etkide bulunuyordu. Zengin yarı panteist telmihleri, sembolleri ve hakimane sanatkarlığıyla, özellikle İran şiiri olmak üzere, bu şiir, insanlık tarihinin en güzel ifadelerinden biridir.

Onlar, Ehli Sünnet âlimlerinin dinî hassasiyetlerini gözardı ediyorlar ve Sünnî (ulemanın) şekilciliği ve şekilci ibadetleri ile alay ediyorlardı. Sufıler geniş bir hümanizma geliştirdiler, dinde hoşgörüyü işlediler. İnançlarına bakmaksızın bütün insanlara yardımda bulundular. Bütün tarih boyunca inanılan bütün dinî inanç ve akide sistemlerini doğruladıklarından, onların tavırları ahlâkî ve manevî izafiyete yöneliyordu. Her ne kadar bu tavır Ehli Sünnet çevrelerince yasaklanmışsa da, yakından bakıldığında Allah’ın yeryüzünde (Peygamber göndererek) rehberlik yapmadığı hiçbir halk veya milletin bulunmadığı fikrini devamlı savunan ve ilahi vahyin (divine guidence) Yahudilere, Hıristiyanlara ve Müslümanlara has veya onların özel ayrıcalığı olmadığını sık sık tekrar eden Kur’an’ın öğretisine pek uzak da değildir. Ancak, Kur’an dinde tekâmül olduğunu vurgulamakta ve kendisinin İlahî rehberlik ve vahyin en son halkasını teşkil ettiğini; diğer dinlerin ise bazı temel hakikatleri içermesine rağmen tahrif edilip yanlış yorumlandıklarını belirtmektedir.

Onikinci asırdan sonra, İslâm dünyasının her tarafında Tasavvuf, Ahi teşkilatları ve tasavvuf tarikatları şeklinde, kitle hareketi haline geldi. Tasavvufı zaviyeler, tekkeler, hanegahlar yayılıp çoğaldı. Bu tür bir tekkede tasavvuf şeyhi tarikatın manevi yoluna seçkin müritlerinin sülûkunu sağlıyor ve rehberlik ediyordu. Şeyh halka sadece dinî ve manevî sorunlarında değil, aynı •zamanda dünyevî sıkıntılarında ve meselelerinde de yol gösteriyordu. Din alimleri —gelişmesinin ilk aşamalarında tasavvufa karşı çıkan ve alay eden aynı kelamcı ve hukukçular— onüç ve ondördüncü asırlarda tasavvuf tarikatlarına girmeye başladılar. İslâm kelam ve hukukunu çok iyi bilen bazı çok meşhur bilginlerin tasavvuf yolunu benimsemeleri tasavvufun genel kabul görmesini kolaylaştırdı. Bu vesile ile zikredilecek en meşhur örnek Ebu Hamid el-Gazali’dir (öl. 11H). Kariyerinin başlangıcında Bağdat’taki Nizamiye medresesinde İslâm hukuku ve kelam alanında ünlü bir profesör idi. Fakat ruhî bir kirizin etkisi ile başarı ve şöhretin zirvesinde iken profesörlükten istifa etti. Büyük eseri İhya Ulum id-Dîn’i yazıncaya kadar yıllarca Suriye ve Mısır’da dolaştı cami ve tekke hücrelerinde yalnız yaşadı.

Tasavvuf genelde Müslümanları pasifleştiriyordu, fakat Ortaçağın sonlarına doğru İslâm hukukunun ve kelamının temsilcilerinin de Müslümanlara dinamizm kazandırmak için pek birşey yaptıkları söylenemez. Hukuk ve kelam onuncu ve onbirinci asırlar boyunca sistemleştirildikten sonra durgunlaştı, özgünlük şiddetle engelleniyordu. İlk gelişme dönemlerinde hukuk ve kelamın her ikisi hemen bütün meselelerde fırtınalı fikir ayrılığı aşamasından geçtikleri için temel sorunlarda birlik ve standartlaşma sağlandıktan sonra ulema bunların tekrar yeniden tartışmaya açılmasını istemiyordu. Onüçüncü asırdan sonra, temel meselelerde özgünlüğün kaybolduğunun işareti olan şerhler ve haşiyeler dönemi ile karşılaşmaktayız. Hiç şüphesiz, yüksek düzeyde maharet ve hatta özgünlük bu şerhlerde gizlenmiş bulunmaktadır, fakat doktrinlerin, fikirlerin ve inançların temel yapısı değişmeden devam etmekle kalmadı üstelik, dinamizmini ve hatta hayatiyetini kaybederek kemikleşti. Bu kemikleşme onikinci asır sonlarında ortaya çıkan eğitim sistemi yoluyla devam etti. Bu nedenle hukuk ve kelam yaratıcı zekalara yeteneklerini işleme imkanı bahşetmezken, buna karşın tasavvuf bu imkanı veriyordu ve Ortaçağın sonlarına doğru, yaratıcı zekalara ve ruhlara sahip dahilere tasavvufun rahat bir atmosfer temin ettiği haklı olarak söylenmiştir. Bununla beraber tasavvuf kendi taraftarlarına pasifliği aşılıyordu. MS 13-14. asırlarda hukuk ve kelam donmuş ve taşlaşmış olduğundan İslâm toplumu hem fikren ve hem de ahlâken canlılığını yitirmiş görünüyordu. 


Not: Bu çeviri, Prof.DrFazlur Rahman'ın, lleaıh and Medicine in Islamic Tradilion, 1987, New York, adlı kitabının 5-8. sayfalarında yer almaktadır. Bu tercümeden amaç sayın hocamın genelinde yanlış anlaşılan ve tartışma konusu olan tasavvuf ile ilgili fikirlerini en son eserlerinden biri olan bu kitaptan okuyucuya aktarmaktır. (Çev.)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar