Print Friendly and PDF

OTUZ BEŞİNCİ SİFİR 1. Bölüm


[Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla]

Bunlardan birisi de iki yüz elli beşinci bölümden ‘Yukarıdan gelen, zevk sahibidir’ bahsidir: Allah Teâlâ kullarının üzerinde hüküm sahibi olan elKâhir’dir. O’nun arşı (yeryüzü) döşeği üzerinde hükümrandır. ‘Yukarı’ ilmi, zevk yoluyla öğrenilebilir. O ilim kitapların hükümlerini hakkıyla uygulayıp mertebeleri ayrıştırana mahsustur. Kitapların hükümlerini uyguladığı halde onların alamet ve özelliklerini temyiz etmeyen, ayakaltından geldiğinden emin olduğu bilgileri ayağının altından ‘yer’. Bahis konusu olan hal ‘vera’ sahiplerinin ve itaatkârların halidir. Onlar elleri­nin kazancım yerler ve bu nedenle de bilgiden ancak cemiyetlerinde duyduklarını öğrenir, bir kısmını bilirler. Söz konusu insanlar Allah Teâlâ’ya borç verir. Onlar peygambere uyan ve doğru yol ehli olanlardır. Pey­gamberlere gelirsek, onlar, kudretli kimseler olduğu kadar zevkler de onlara mahsustur. Bu bakımdan peygamberler basiret üzereyken onlara uyanlar iddialarında peygamberler gibidir. Onlar en güzel ahlaka sahip olduklarını iddia eder; cennetlerde, nehirlerde yani gizlilik içinde bulu­nanlardır. Onlar sükûnederi nedeniyle genişliğe ermiş, muktedir hü­kümdar nezdinde ve ulaşılmaz bir mertebede doğruluk oturağında otu­ranlardır. (Bilgilerini) kazanan kimselerin ulaşamadığı bu mertebe se­venlere mahsustur.

Bunlardan birisi de iki yüz elli altıncı bölümden ‘İçen neşelenir’ bahsidir: İçen kişi şarap içerse neşelenir. Şarap içen, kötü bir iş yapmış­tır, çünkü şarap aklı sarhoş eder, düşünceyle araya perdeler çeker. Sar­hoşluk sonuçları haberlere yerleştirir, perdeler kalktığı için sırları izhar eder; hâlbuki güçlü bir otoriteye sahip ve ulvi derecedeki o sırların dünyada ifşa edilmesi yasaklanmıştır. Bu nedenle söz konusu sırlar her nerede olursa olsun, içenlerin hazzı olduğu kadar bu nedenle de (onlara ulaşmak) çetin olmuş ve kolay olmamıştır. Dünyada yasaklanmış bu sır­lar ahirette ise ikram edilecektir. Şarap cennetteki nehirlerin en lezzedisiyken ihsan makamı da ona aittir. Onunla ilgili ihsanlar boldur. Bu ne­denle hükmünün ulaştığı kimse hata etmez ve şöyle der:

Ben bir kez sarhoş olunca

Bir köşk ve divan sahibi sayarım kendimi

Adam doğru söylemektedir. Hükmü kendisini terk edip belirtileri silinince yine aynı sözü söyler ve yine doğru söyler. Buna mukabil Hakk şöyle der:

Lâkin ayıldığımda bu kez ben

Arzunun ve devenin sahibiyim                                          ' ,

Bu makam daha üstündür, çünkü o, hayatın ve canlılığın rabbidir. Bunu iyice düşünmelisin ve bu ölçüyü anlamalısın!

Bunlardan birisi de iki yüz elli yedinci bölümden ‘Kanan kişi taş­kınlık yapar5 bahsidir: Kanarak içen taşkınlık ederken, taşkınlık eden de düşer. (Hz. Adem’in) 05nun önünde düşüp (yeryüzüne) ‘hübût5 ettiği­ni ve indiğini görmez misin? Düşerken hata etmiş, rabbinden öğrendiği kelimeleri telakki edip onlarla tövbe etmiş, en güzel netice ve varış yeri­ne nail olmuştur. Bunun nedeni günah işlerken yasağı çiğnemek veya ışıktan karanlığa çıkmak gibi belirli bir maksadı taşımamış olmasıydı. Bu itibarla cezaya maruz kalsa bile arifin hata işlemesi, ona dönük bir ihsan ve hediyeyken hediye alan kişi ‘odalar içerisinde5 emin ve güvenli bir haldedir. Bilginin değeri sahibine yani alime hükümleri olmayan tüm mertebeleri vermektir. Bu sırrı bilen kişi, onu bilenin Rabbinin hiçbir emrini ihlal etmeyeceğini öğrenir; ihlal eder ve hüküm verirse, cahil ve zalim sayılır. Bununla beraber bilgisiyle asi olmuş, hükmüyle karşı çıkmıştır. İtikat etse bile, asi olduğunu söylemez. Böyle birisi mut­tali olan ve müşahede eden biridir. Aynı durum kıyamet saati gelince O’na itaat edenler için geçerlidir. Binaenaleyh alimler, hüküm verenler ve hikmet sahipleridir. Onlar hiçbir şeyin değerini çoğaltmayacakları gibi hiçbir yaratılışın (ve âlemin) düsturunu başka bir sınıra taşımazlar (her şeye hakkım verirler). Bu ‘kanma5 hali olmasaydı, nebiler olmaz, hüküm itibarıyla Allah Teâlâ düşmanları ile veliler arasında fark kalmaz, mer­tebeler bilinmez, mezhepler ortaya konulmaz, teklif olmaz, tasarruflar hüküm veremez, ‘belli süre ve ecel5 olmayacağı gibi gören ile kör ayırt edilemezdi.

Bunlardan birisi de iki yüz elli sekizinci bölümden ‘Suyundan kana kana içmeyen 05nun nebilerinden değildir5 bahsidir: Sudan içen, âlim­lerin sahip olduğu hayatla canlanırken; süt içen, Yemen adamları ara­sında belirginleşir ve farklılaşır. Saf bal içen kişi ilhamına hakkını veren iken şarabı içen ise hakikati gizleyemez. Şarap müsamahaya yol açarken süt ifadeye, su ruhların hayat sahibi olmasına yol açar. Bal ‘kanat5 sahip­lerinin bilgisidir. O bilgi açık bilgidir. Hiç kuşkusuz herkes meşrebini bilmiş ve mezhebini hakkıyla öğrenmiştir. Allah Teâlâ ‘Melekleri ikili, üçlü ve dörtlü kanat sahibi olarak elçi yapandır, dilediklerini yaratılışta ziyade eder.’1 Allah Teâlâ (yükseliş yolu demek olan) miraçlarda yollar belirler. Onlar eksiklik ve irade sahibidir. (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem miraçta) şarap içmiş olsay­dı, ümmet dalalete düşer, sırları izhar ederek taşkınlık yaparlardı. Hâl­buki dünya perde yeridir ve dolayısıyla kapının kapalı olması ve perde­nin bulunması şarttır. Onlar derin akıl sahibi olan peygamberlerdir. Peygamberler yolları açıklamak ve belirlemek üzere gönderilmişken yeryüzüne halifelerin görevlendirilmiş olması da bir tür ‘karz-ı hasen’dir (borç vermek). Halifeler perdeli nefisleri peygamberlerin belirleyip or­taya koydukları ilahi maksada muvafık hükümlere ve emirlere uymaya zorlarlar.

Bunlardan birisi de iki yüz elli dokuzuncu bölümden ‘Resmini si­lenin adı yok olur5 bahsidir: Zehre karşı geliştirilen tiryaklar onun zara­rını giderip engelleme amacına matuftur. Bununla beraber tiryak deni­len (panzehir) de bir tür zehirdir. Hükümler, kurallar ve resimler baki olsun diye belirlenmiştir. Bu itibarla onlar bedenlerin tedbiri sona erin­ceye kadar ruhlar sebebiyle korunmuştur. Bedenler ruhları kabulden yüz çevirip elçilerinden sorgu meydana geldiğinde yönetim vakti sona erer, iksir kabı kırılır, gabya kavuşmaya ve dosdarı görmeye dönük has­ret artar, yok edicilik özelliğiyle birlikte ölüm çıkar gelir, şehirler boşa­lır, ruhla beden ayrışır, her biri aslına döner, her biri kendi akraba ve ai­lesiyle bir araya toplanır. Binaenaleyh beden toprağa katılırken güneşe benzetilen ruhla insan yükselir* Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruha katılır ve o ruh­la birlikte ilahi huzura girer. Orası kutsiyet mertebesi ve ünsiyet mecli­sidir. Birbirlerini kabul eder ve huzuruna gelince kendisine doğru çıkar ve onu karşılar. Bu itibarla Allah Teâlâ saadete ermiş muduya emelini verir­ken bedbaht ve şakiyi terk eder ve başarısız bırakır.

Bunlardan birisi de iki yüz altmışıncı bölümden ‘Kime sebat veri­lirse gecelemekten emin olur’ bahsidir : Gecelemekten korkmayan ölüle­rin arasında sabahlar. Ey seçilmişler! ‘Benim ve sizin düşmanınızı dost edinmeyin.’’2 Onlara sevgi göstermeyin, içlerinden sözleşme yaptığınız herkese karşı verdiğiniz sözü ve ahdi yerine getirin! Dinin üzerinde sa­bit kal ve onların inancına tesir etmesinden sakın! Haç’a inanan kişi ‘kuyu’ ehline katılır. Allah Teâlâ’ya kimseyi ortak koşma ve tevhidi dayanak edin. Varlıkta duyan biri yokken, kavminden ayrı düşmüşün sesi nasıl çıkabilsin ki? Ölümle nitelenmişken nasıl onun sesi olabilir ki? Söz uyu­yana nispet edildiği kadar ölüye de nispet edilebilir; ölü de konuşur onunla da konuşulur. Uyanık yanındakine haber duyurur, faydalar meydana gelir, tesiri görünende ve görünmeyende ortaya çıkar ve her­kese nüfuz eder. Adet ve alışkanlık böyle cereyan eder. Duyulan bir ses olmadığı kadar bir araya gelen harfler de yoktur. Münadi sağır olmuş, nida edenlerin ezanı nida edende kalmıştır. İçi ve durumu sabit olan ki­şi gözün yalanlamadığına iman edendir.

Bunlardan birisi de iki yüz altmış birinci bölümden ‘Vitirdeki (tek­lik) örtü’ bahsidir: Akıl neyi aklettiğini bilir. Bu itibarla akıl bir örtü­dür. Çünkü kaydından kurtulmaya gücü yetmez. Akıl oluşla (kevn) bağlanmış ve sınırlanmıştır. Aklın kaydından kurtulmuş heva da hakika­ti görür. Bununla beraber kendisine uyanı Allah Teâlâ’nın yolundan uzaklaştı­rır, fakat Allah Teâlâ’dan değil! Çünkü o da Allah Teâlâ’nın melekûtu kapsamında ve dolayısıyla O’nun kudreti dahilindedir. Öyle olmasaydı eziyete maruz kalırdı. Efendinin perdelenme talebi olmasaydı vitir özelliğiyle nitelenmezdi. Hakk varlıkta var olan her şeyin aynıdır. Şeriat sahibine bakınız! Nasıl da vitir sayısını birden çoğula kadar çıkartmıştır. Hakka bakınız! Vitirleri çift yapmış, çifderi çoğulla tek yapmıştır. Heva için serbestlik ve müsamaha vardır. Her kapının bir anahtarı vardır ve bir kapının anahtarı onun açılmasını sağlayan şey/kimsedir. Bu nedenle açan fettah diye isimlendirilir. Onun otoritesi dünya ve ahirette ortaya çıkar. Fakat zuhuru mezarda gerçekleşir. Saadete erenler için ‘ziyanlı bir dönüş’ ya da zarar eden bir ticaret değildir. ‘Orada nefislerin arzu ettiği (şehvet) her şey vardır.’3 Ayette geçen şehvet hevadan başka bir şey değildir. Heva sahibi olan hiç kuşkusuz ‘düşer (kelimenin anlamı düşmektir)’. Bu ne­denle yoldan çıksa bile ‘âşığa yol yoktur’ denilir.

Bunlardan birisi de iki yüz altmış ikinci bölümden ‘Tecelligahta en yüce makam’ bahsidir: Tecelligahta fikir gücü ve elbab, yani derin akıl kaybolur. Bu makam arif velilere ve sevgililere ait bir makamdır.

Hevanın hakkı nedir: Hevanın kendi kendinin sebebi olması

Kalpte heva bulunmasaydı ibadet edilmezdi hevaya

Hevadan başkası yoktur, emir onun emridir. Akıl heva gücüne muhtaç ve onun önünde hizmetkârdır. Tasarruf, doğruluk veya doğru­dan uzaklaşmak heva gücüne mahsus işlerdir. Bilgisi yüce olduğu için hükmü geneldir. Akıl fikir düşüncesiyle ve nakil sayesinde ona baskın gelirken onu kalplerden perdeleyen şey sadece ismidir. Her şey onun hüküm ve yetkisine bağlıdır.

Akıl aklettiği için ‘akil’ diye isimlendirildi

Heva ise şiddeti ve öfkesi nedeniyle heva diye isimlendirildi

Heva bir nitelik, Hakk bilir onu Şeriat yolundan saptırır insanı

/ İradedir o kinayesiz; kinayesiz söylüyorum, rnlamazsın Heva olmasaydı şeytan kıskanç olmazdı Akıl bu makamdan aşağıda Bu makamda tecrübesi yok aklın            -

Aklın dayanağına bir bak! nüfuz eder, hiç kimse fark etmez onu Ruhlarda ve bedenlerde hüküm sahibidir Akıl sahipleri korkar onun tasallutundan Şehre tahsis edilmiş emin odur (beled-i emin)

Bunlardan birisi de iki yüz altmış üçüncü bölümden ‘Kimin hilali silinirse ulaşması mümkündür’ bahsidir: Cennetliklerde (örfte) bilinen bir akıl yokken onlarda tasarruf edici olarak arzu ve şehvet vardır. Akıl cehennemliklerde dile gelir, bu sayede cehennemdekilerin hüznü artar, kötü bir yolu tutmuş olmaları nedeniyle mahzun kalırlar. Akıl yaratıl­mışın bir niteliğidir ve bunun için Hakk onunla nitelenmemiştir. Şeriat dünyada şehvetin tasarruflarını sınırlamamış olsaydı, aklın dolaşabilece­ği bir alan kalmazdı. Aklın hakikatini Sehl’den başkası anlamamış, onun gerçek anlamını ve ehlini belirtmiştir: Akıl yükümlüyü tasarruftan alıkoyar! Yasaklama kalktığında ise müjdeci geride kalır, korkutucu gider. Bu itibarla aklın geride kalması naklin geride olmasından kaynaklanır. Hilal silinince ve sönünce, sen bir gölge olursun. Hilalin silinmesinde geliş ve yönelme mertebesinde kemali vardır. Bu kemal aynı zamanda dolunay halinde de tezahür eder. O halde emir/iş, Hakk ile halk arasında gider gelirken bizimle Hakkın arasındaki bağ ise karşılıklı ve güçlü bir bağdır: O’na ait bize ait değilken O’na ait olmayan bize aittir.

Bunlardan birisi de iki yüz altmış dördüncü bölümden ‘Acele eden (veya aydınlık olan) dolunay olmuştur’ bahsidir: Ayın dolunay geceleri üç tanedir ve bu nedenle ‘Allah Teâlâ üçün üçüncüsüdür4 diyenler kâfirdir; kastedilen dalalettir, çünkü dolunay bir olduğu gibi mutlak birliğe (ahadiyet) ilave ve zait bir şey yoktur. Dolunay bir iken gözde ikiyle perdelenmiş (üç gecede görünmüştür). Allah Teâlâ ise iki elle bizi kendisini bilmekten perdelemiştir. Bunun yanı sıra şeriadarda yer alan kuşku ve tereddüdün bulunmadığı teşbih ifadeleriyle bize perdelenmiştir. Ay dö­ner durur ve en sonunda dolunay gecesine ulaşır. Dolunay gecesi ‘serar gecesi’ diye isimlendirilir. O faydalı-dolunay ve parlak ışığın ortaya çık­tığı gecedir. Buhar ve dumanlarıyla rükünler ona zarar veremez, onu başkalaştıramazlar, çünkü ayın on dördüncü gecesinde gözüken dolu­nay afetlere açık bir gecedir ve bu nedenle o vakit küsuf, yani güneş tu­tulması vaktidir. Bu yönüyle gece güneş tutulması afetine maruz kalır. Bazen ay, aydınlık içinde, kendisini aydınlatıp ışığım veren (güneşi) hiçbir gözün göremeyeceği şekilde perdeler. Güneş aya hizmet etmek üzere kendisini aydınlatır. Ay ise kendisine hizmet edip ona bu merte­beyi kazandıran güneşe saygı göstermek ve yüceltmek üzere perdeler ve gizler.

Bunlardan birisi de iki yüz altmış beşinci bölümden ‘Müsamere (gece yemekli sohbet) muhadaradır (gece sohbeti)’ bahsidir: Yıldızlar vermiş olduğu bilgilere göre el-Hayy ve el-Kayyum’un sohbetine riayet ederler. Toprak üstüne oturmuş bir halde ay gecelerinde yapılan sohbet ne güzeldir! Alemin istidadına ve üzerinde bulunduğu iyilik ve ihsana göre, müsamere gündüz ortaya çıkan eserlere göre müşaverede gerçek­leşir. Görmez misiniz ki Allah Teâlâ yaratıklara bakan yakın semaya iner ve yaklaşır, onlardan talepte bulunarak kendileriyle sohbet eder. Onlar da zikrederek, istiğfar ederek ve güzel amellerle kendisiyle sohbet ederler. Allah Teâlâ söyler, onlar söyler; Allah Teâlâ dinler, onlar da dinler; Allah Teâlâ icabet eder, onlar da icabet eder. Fecir vaktine kadar iş böyle sürer. Fecirde sohbet biter ve bu kez belirtilmiş hayırlar sabahleyin ortaya çıkar.

Bunlardan birisi de iki yüz altmış altıncı bölümden ‘Şimşek parıl­daması ve yansıması’ bahsidir: Şimşek iştiyak sahibine aittir. Kim ken­disine konuk olursa, Allah Teâlâ’nın nurları onun üzerine tecelli eder. Şimşek­ler hakkında doğru olan görüş O’nun şimşeğinin yağmur getirmediği­dir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kulu ‘Allah Teâlâ’yı ancak Allah Teâlâ bilebilir’ demiştir. Biz Allah Teâlâ’yı bilinmemek özelliğiyle tanıdık. Bu hususta edebe sarılmalı ve böyle anlamalısın! Nazarî düşünceden ve fikrin karıştırmalarından ken­dini koru, aklın sınırını aşmasın, bir yerde karar kılsın! Böyle yapabilir­sen kalpte (daha önce) kendisinden hiçbir şeyin bulunmadığı bilgiyi ve bir yana sapmayan gölgeyi elde edersin. Hava ısındığında şimşekler ço­ğalır, (gök cisimlerinin) kayboluşu ardından gelir; ne rabbinin hamdini tespih eden şimşekler ne de yağan yağmur olur. Sadece parıldayan ve inen ışıklar ve parıltılar vardır, sonra kendisini üstlenenin izhar ettiği bir hikmete binaen ortadan kalkarlar. Ayette ‘Güneşe ve kuşluk vaktine...’ denilir. Yani onu ortadan kaldırmayıp aydınlattığı vakte yemin olsun ki. ‘Ardından gelen Aya...’ Yani kendisini sınarken güneşe! ‘Ortaya çıkan gündüze...’ Onu kendi mahallinde izhar etmiştir. ‘Onu örttüğünde gece­ye...’ Gece onu gizlemiş ve izhar etmemiştir. ‘Göğe ve onu bina edene...’ Ona yüklediği manayla. ‘Yere ve onu yayana...’ Onu döndüğünde, bir değirmen gibi çevirmiştir. ‘Nefse ve onu tesviye edene...’, ‘Sonra da ona günah ve takvayı ilham edene yemin olsun ki...’5 Kendisine dönük bu nispede onu güçlendirmiştir.

Bunlardan birisi de iki yüz altmış yedinci bölümden ‘Masum olan hücum etmiştir’ bahsidir: Hücum yönelmek demektir ve her şeyi bilen­den meydana gelmez; hücum hizmet edilen için söz konusudur. Hiz­met eden ise hem hüküm sahibi hem de hükme konu olandır. Haktan ansızın gelenlere yaratıklar güç ve takat yetiremez. Hal böyleyken elAlim ve el-Hakim’den niçin gelmişlerdir? Bazen Hakk’tan gelenler bevadih ve hücum diye isimlendirilir. Onları taşıyacak ve yüklenecek kimse olmasaydı, Hakk kendilerini tesviye etmez ve itidal vermezdi onla­ra! Bunlar insana ansızın geldiğinde, kendisini yok edeceğini zanneder. Bu nedenle onlara bakar, ardından da getirdikleri şeyi kendilerinden alarak onlardan yüz çevirir. Daha doğrusu insan onlardan yüz çevirmez, onlar getirdikleri düşünceyi bıraktıktan sonra giderler. Bu itibarla Hakk’tan gelen (ilhamlar), buludarını yağdırmaksızın gitmezler. Bulut­lardaki yağmurun yağmasıyla ortalık aydınlık dolar, buludar gider, or­talık açılır, yeryüzü ‘kendi haberlerini söyler’, perdelerini kaldırır, sırla­rını izhar eder, toprak nur ışıkların vurmasıyla çiçekleri ortaya çıkartır. Tohumlar içerisinde çiçekler ve ışıkların içerisinde de aydmlatıcılık bulunmasaydı, gözün gördüğü hiçbir şey meydana gelmezdi.

Bunlardan birisi de iki yüz altmış sekizinci bölümden ‘Yaklaşan ki­şiye (sevgi) içirilir’ bahsidir: Seven-âşık kalbine sevginin içirildiği kim­sedir. Aşkın aşla, dürüst-doğru sevgi demektir. Âşık Mecnun sevgilisine şöyle der: ‘Uzak ol benden! Bana yaklaşma. Seni sevmek beni senden alıkoydu. Sen bendensin, ben şendenim.’ Böyle diyerek daha latif olanla kalmışken kesif olana (beden) karşı zahit davranmıştır. Çünkü kesifin mahiyetini anlamış, orada durmuş ve sapmamıştır. Mülkün sahibini (veya mülkün mülkünü) gören kişi, mülkte neyin bulunduğunu da bi­lir. Birisinden sebat talep etmen, hiç kuşkusuz, onu sınırlamış, daha doğrusu onu köle yapmış olman demektir. Bununla beraber telvinde sabit kalabilir. İşte temkin de budur zaten! Bu durumda Rahman sure­sinde indirilmiş ‘O her gün bir iştedir (şuûn)’6 ayetine uygun davranmış olursun. Şe’nler renkler ve değişimler demektir. Hakkın kullarında (bu­lunmakla) nitelenmiş olmaya en yakın durumu, şah damarından daha yakın olması halidir. Demek ki Allah Teâlâ sana senin kendinden daha yakın­ken seninle hemcins değildir. Bununla beraber Allah Teâlâ senin cinsinde (ve sende) bulunmuştur. Bu itibarla kendini sınırlamış, hapsini daraltmıştır.

. Bunlardan birisi de iki yüz altmış dokuzuncu bölümden ‘Her uzak­laşan uzaklaşmış değildir5 bahsidir: Sınırlar nedeniyle uzaklaşmak mü­şahedeyi bilmek demektir. Bu bilgi ilimlerin en üstünü ve aynı zamanda bilinenin ihatası itibarıyla da en yücesidir. Bu nedenle, bazı abidlerin zannettiği üzere, her uzaklığın helak demek olduğunu zannetme! Tam tersi, helak, yakınlıkta olabilir ve bu nedenle (helak olma diye) Allah Teâlâ seni yakınlık halinde fani kılar. Hakk sana tecelli ederken, söylediğimi iyi düşün. Hakkın ahlakıyla ahlaklanmak bir perdedir. Hâlbuki o sevenlere göre en büyük yakınlıktır. Sen kalbini arındır, fakat süslemeyle (meşgul olma)!

O’na yaklaşınca sarktı

Yayın iki ucu veya daha yakın oldu

Onda çift niçin geldi?

Bir manayı içerdiğinde, örf için geldi Bakınız!‘daha yakın’dedi Bu nedenle ben de dedim,

Bizi aldatan bizden değil İş/emir bütünüyle bizden değildir Biz biz değiliz, biz olduk Bu nedenle Hakk bizden haber verdi

Sema’nın sahibi teğanni edendir                                                      ,

Teğanni ederken onu söyler Bu semaya kulak verir Kendisine geldiği temenni eden kişi

Bunlardan bir tanesi de iki yüz yetmişinci bölümden ‘Sedd-i zerîa ve şeriatın •hükümlerindendir’ bahsidir: Şerî hükümlerde sedd-i zerîa prensibini kabul eden kişi, daha üstün olanı terk etmiş, o terkin de üs­tün olduğunu kabul etmiştir. Böyle bir insan Şâri karşısında tartışmacı değildir. Fakat maksadı anlayınca, ölçülü davranmaya yönelmiştir. Çünkü o Allah Teâlâ’nın gözetleme yerinde bulunduğunu bilir. Yaratılmış olan zayıftır. Maslahadar olmasaydı yükümlülük ve teklif olmazdı. Sen de O’ndan gücün yettiği kadarını al! Bütün topladıklarınla amel etmekle seni sorumlu tutmaz. Allah Teâlâ herkesi yapabildiğiyle sorumlu tutmuş, nef­sin karşılaştığı her güçlükten sonra kolaylık yaratmış, hükümlerin arası­na mubahı bir hüküm olarak yerleştirmiş, onu nefislerin rahatlık ve ge­nişliğe çıkmasının sebebi kılmıştır. Allah Teâlâ topal insana merhametinin ge­reği dinde güçlüğü kaldırmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in yönteminde Allah Teâlâ’nın dini kolaylık olarak ifade edilmiş, ona güçlük katışmamıştır. Bu itibarla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem müsamahakâr-haniflik dini ile zarif sünnet ile gönde­rilmiştir. Bu ümmete (dini) daraltan kimse kıyamette karanlık kimseler­le haşredilir.

Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş birinci bölümden ‘Hakikat her yoldadır1 bahsidir: Kadim kelam yüce Kur’an’da şöyle denilir: ‘Her can­lının perçeminden tutandır, benim Rabbim doğru yol üzerindedir,’7 Rauf, Rahim ve gerçeği bildiren el-Habir ve bilen el-Alim böyle buyurdu! Yürüyen, Hakk ile yürür; irade eden, O’nunla irade eder. Siz ancak Allah Teâlâ’nın dilediğini dileyebilirsiniz. Saadet tam ve rahmet kuşatıcıdır. İsti­kamet içerisinde istikamet ehli, kıyamet günü selamete erenlerdir. İsti­kamet olmaksızın yürüyen ise ikram diyarından uzak kalır. Hepsi ‘mukame’ (cenneti) diyarındadır. Bütün iş O’na döner. Her şey O’nun fiiliyken nasıl O’na dönebilir ki? Hayrete düşürecek husus, Hakkın ya­nında olanın O’na döneceğinin bildirilmiş olmasıdır. Hâlbuki her şey O’nun nezdindedir. Perdeler çekilmiş, kapılar kilidenmiş, işler belirsiz­leşmiş, ifadeler anlaşılmaz olmuştur. Bunlar pek çok yönden kuşkular­dan ibarettir.

Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş ikinci bölümden ‘Her düşünce (hatır) bulutu yağmur yağdırmaz’ bahsidir: Bulutlar tesir ettiğinde bu tesir sınırlı kalmaz ve iyilik sahiplerine katılırlar. Bu itibarla bulut kerem ve cömertliğine göre verirken, kendi akrabasına cömertlik etmiş, buhar­lar kendisine dönmüş ve arzuyla ona nüfiız etmiş, toprağa yağmurlar yağmıştır. Bunlar, ayrılık acısından doğan özlem ve hasretin şiddetin­den kaynaklanan âşıkların gözyaşlandır. Toprak ile yağmurlar birbirine kavuştuklarında, izhar ettikleri çiçeklerlerle toprağı güldürürler. Bu du­rum, bol miktarda ve yağmur gibi ağlamanın bir karşılığıdır. Böylece güldüren ve ağlatan Allah Teâlâ öldürür ve diriltir! Demek ki şikâyetler fayda vermiş, sıkıntılara tahammül etmek bir menfaat sağlamıştır. Sonra meyvelerden çiçeklerden daha yararlı olan neticeler ortaya çıkar. Bunun neticesinde onların yapısı güzelleşir, yaratılışı sağlamlaşır, beslenme gerçekleşir, eziyet ortadan kalkar, karışık her şey ortaya çıkar, her güzel çift arasında evlilik gerçekleşir, meyveler (ağaçları) taçlandırır, hazım gerçekleşir. Bu nimet nedeniyle şükür Allah Teâlâ’ya mahsustur.

Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş üçüncü bölümden “Varid olan taabbud eder’ bahsidir: Sana gelene üzerindeki hakkını ödemen vazifendir. Gelen bir misafirdir ve de ya ayrılmak veya yerleşmek üzere gelmiştir; her durumda onun hakkını gözetip varlıktaki ölçüsü ve belir­lenmiş teraziye göre onun gereğini ve işini yerine getirmen gerekir. Allah Teâlâ mümini kendisi adına bir mesken ve yer olarak yaratmış, onun kal­bini vatan edinmiş, misafir olmuş ve misafir olarak gelmiş, daha önce yeryüzü ve gök kendisini sığdıramamışken kalbi O’nu sığdırmıştır. Allah Teâlâ mümini adaşı yapmış, onu dostu edinmiş, Rahman’ın niteliği olan iman etmek özelliğiyle onu nitelemiş, gerçekleşecek ve gerçekleşmiş ha­diseleri ona bildirmiştir. İnsan yeryüzüne yerleştiğinde, onun sahibi olan Allah Teâlâ’nın kendisine yüklediği farzları yerine getirmesi gerekir. Bu itibarla kalbini cömert, değerini bilen ve haberdar olan birisi kabul et­melisin. Bu sayede fazilet sahiplerinin arasına katılırsın. Hiç kuşkusuz ki ikram, misafirin değil, hane sahibinin değerini ve kıymetini gösterir. Sı­radan insanlar ise ikramın hane sahibinin değil, misafirin değerine göre yapıldığını kabul eder. (Ancak işin doğrusu birinci görüştür.) Çünkü misafirin kendinde neyin bulunduğu bilinmezken yanındaki bilinebilir. ‘İnsanları menzillerine yerleştiriniz’ ifadesi seni perdelemesin, onlarla ve onlara göre hareket ederken bu söz perde olmasın! Biz Hakka karşı öy­le davranmış olsaydık, aramızda vuslat gerçekleşmezdi (Hakka kendi­mize göre davranıyoruz, aksi halde mutlak tenzih ortaya çıkardı).

Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş dördüncü bölümden ‘Varid şa­hittir’ bahsidir: Sana geldiğinde varid, sende bulunanı gördüğü için şa­hittir. Başka bir ifadeyle varid, senin yanında gördüğü şeyin şahidiyken aynı zamanda o, sözü dinlenendir. Ona iyilikle, cömertçe, geniş ihsanla karşılıkta bulun! Çünkü o ‘öncekilerde ve sonrakilerde’ bir doğruluk di­liyken dinleyenlerin nezdinde de en doğru sözlü olandır. Şahit gördü­ğünde taklit eder. Geldiği kişinin nezdinde Hakkı/hakikati görünce, an­cak Hakk ile (ve Hakka göre) şahit olur. Sen de ‘doğruluk oturağında’8 otur. Bu durumda varid, kişinin bildiğini anlar. Bu nedenle de şahidiğinde bilgisinden yüz çevirmesi veya bilgisini gizlemesi mümkün ol­maz; bu durum kalbini Rabbin hakkındaki bilgi doldurmuşsa böyledir. Varid kalbindeki o bilgiyi alır, süratle Hakka döner. O’ndan gelmiş ve yine O’na misafir olmuştur! Binaenaleyh senin o gün (halde) kendini kınaman gerekmez! Kendisini isteyen insan iken ‘sadaka Rahman’ın eline düşer.’

Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş beşinci bölümden ‘Kim teneffüs ederse (karanlıktan çıkan) sabah vakti gibi rahadar’ bahsidir: Nefis yüce bir mertebe sahibi olsa bile tüm ruh (er-ruhu’l-küll) ile tabiat arasında sınırlanmıştır. Bu nedenle mizaç ‘emşac’, yani karışık olmuş, dolayısıyla mutlak serbesdik ve genişlik sahibi olamamıştır. Genişliğin ve rahatlığın nefse nispeti onun hayal mertebesinde bulunmasından kaynaklanır. Orada, görme duyusunun verisiyle gözün idrak ettiği üzere, suretten surete girer. Hayal mertebesindeki bu başkalaşma ve değişme, bu surla­rın ihatası altında bulunduğu halde dünya hayatında nefsin düşüncele­rinin çeşidenmesine ve değişmesine benzer. Amellerinin varacağı yer belliyken nefisler nasıl (mutlak anlamda) soyudanabilir ki? Ameller Sidre-i mürtteha’yı aşamazlar. Binaenaleyh ameller, diriliş gününe kadar maksadarının bulunduğu yerde değil, işlendikleri yerde bulunurlar. O gün ise kendileri için gerçekleşen rav’daki üfleme vecd ve müşahede bilgisi şeklinde öğrenilir; çünkü orada hakikat müşahede edilir. Binae­naleyh dünya hayatında imanla gerçekleşmiş olan, ahirette müşahedeyle ve görmekle meydana gelir. İki durum arasında fark vardır. İki gözü olan için sabah vakti apaçıktır! Sabah vakti iki şeyi birbirinden ayırt eder.

Gözler ince mananın sahibi

Bu nedenle Musa görmek istedi

Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş altıncı bölümden ‘Güneşin ay­dınlığı ruhtur’ bahsidir: Üçgen şeklinde üçgeni yapanın durumu öğre­nilirken güneşin ışınlarını parlak cisme vurmasıyla da temsil gerçekleşir. Hiçbir şey, güneşin ortaya çıkarttığı benzerlikten daha çok ruha ben­zemez. Yaratılmış bir şeyin yaratılmıştaki tesiri böyleyken Hakkın tesiri hakkında ne düşünürsün? İnsan-ı kâmil alamet haline gelmeksizin imamlığı elde edememiştir. Alamet olmuş, bu kez Hakk onun önünde bulunmuş, bütünüyle yüz haline gelinceye kadar O’nun misli ve benzeri olamamıştır. Bu durumda insan-ı kâmilin bütünü ön ve imamdır. Başka bir ifadeyle insan-ı kâmil, imam ve ön demektir; onu sınırlayacak bir arka yoktur. Bu nedenle zıddı yok olmuştur. Nereye yönelirlerse, ‘Allah Teâlâ’nın yüzü/vechi oradadır.’9 Hilim sahibinin özelliği ‘ah’ demektir. Bu itibarla Halil ancak doğru yolu takip ettiği için bu adla isimlendirilmiş, onu temsil etmek üzere ‘kişi dostunun (halil) dini üzeredir’ denilmiş olması, onun sureti ve suretinde bilfiil bulunmasıdır.

Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş yedinci bölümden ‘Yakın merte­beleri telkinde ortaya çıkar’ bahsidir: Bütün mezheplere göre yakînin bazı mertebeleri vardır. Kim ilme’l-yakîn makamına yerleştirilirse, bil­ginin otoritesinin altında bulunurken kim müşahede yakîni (ayne’lyakîn) makamına yerleştirilirse müşahede ve görmenin hükmü onun üzerinde ortaya çıkar; her kim hakka’l-yakîn makamına yerleştirilirse, hiç kuşkusuz, yaratıklar içerisinde farklılaşır. Her hakkın bir hakikati vardır ki bunu veren tarîk, yani yoldur. Bu itibarla ‘hakkın hakikati’ müşahededir. Burada zikredilen ‘Hakk’ gerçekte iman anlamına gelir. Bi­naenaleyh daha önce gayb olan bir şey (hakka’l-yakîn makamında) ayn, yani görülür Hakk gelmiş, varsayım olan vakıaya dönüşmüştür. Her du­rumda Hakk haktır ve onun bir hakikati olmalıdır. Yaratılmış olan da haktır ve dolayısıyla onun bir inceliği olmalıdır. ‘Hakkın hakkı’ sen iken yaratılmışın hakkının inceliği de kendisinden ayrıştığın şeydir. Alem tenzih ile teşbih arasında bulunurken Hakk teşbih ile tenzih arasında bu­lunur. Beraet ve arınmışlık Tevbe (Berae) suresinde dile getirilirken tenzih ise Şûra suresindedir. Bu nedenle memleketi ve yönetimi içeri­sinde icra etmek istediği hükümleri hakkında arkadaşlarıyla istişare et­mesi devlet başkanına emredilmiştir. Hz. Osman’ın halifeliği istişareyle ortaya çıkmış, bu nedenle söz konusu suret gerçekleşmişti. Bununla be­raber önün halifeliği selefinin tayiniyle gerçekleşmiş olsaydı yine de tar­tışmalar ortaya çıkmaz, hastalıklara yol açacak şekilde nefsî gayeler etkin olmazdı.

Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş sekizinci bölümden ‘İmamların ve kutupların konuşması’ bahsidir: Mülk içerisinde temayüz edip (bir görev aldığında) bulunduğu her yerde salik; Malik, İlah ve Rab’den ge­len bir yolu takip etmelidir. Şımararak yoldan çıkar ve varlığın gayesi olduğunu zanneden birisi yüce Rabbin görevlendirdiği birisi değildir. Böyle bir durumda kişi en güzel suretten düşüp yüce makamdan aşağı­ların aşağısına inenlerle beraber yuvarlanır. Bu esnada illiyyîn mertebe­sine bakar ve oradaki yüce varlıkların mertebesini öğrenir, hatasına pişman olur; böyle birinin -umutsuz kalmadığı sürecetövbe etmesi ve geriye dönüşü umut edilir. Üzüntüyle umutsuzluğa kapılırsa helak ve yok olur. Saadet yükseliş ile iniş arasında gidip gelenlere mahsustur. ‘Senin kalbine ancak Rabbinin emriyle ineriz.’ Önümüzde ve ardımızda bulunan her şey O’na aittir. Rabbin unutucu değildir. Seni yüksek bir mertebeye yükseltmiştir, sen de orada bulun! Çünkü ‘ol’ sözünün sahibi sensin!

Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş dokuzuncu bölümden ‘Yüce bir sırdan dolayı develer toprağa yayılır’ bahsidir: Toprakta bulunan büyük ikramları bilen kişi, dereceleri yükselten Allah Teâlâ’dan (cehennem basamak­ları anlamındaki) derekelerde yer değiştiren kimselere yönelik ilahi ve imtinanî (ihsan kaynaklı) bir dileğin olmamasını temenni eder. Çünkü cennet nahoş işlerle kuşatılmışken cehennem arçularla kuşatılmış, başka bir ifadeyle her biri ötekiyle çevrelenmiştir. Müteselsil bütün peygam­berler bunu bildirmiş, iş belirsizleşmiş, sır gizlenmiştir. Necmeddin İbn Şayy el-Musûlî bana bir mektupla gördüğü bir rüyayı bildirmişti. Rü­yasında Maruf el-Kerhî’yi ateşin ortasında görmüş! Hâlbuki Ebrar’ın nimete mazhar olduğu gibi Kerhî’nin orada nimetlendiğini anlamamış, korkmuş, onun helak olduğunu zannetmişti. Hâlbuki süfılerin nezdinde Kerhî’nin muteber ve onlarca eleştirilmemiş biri olduğunu biliyordu. Bu rüyada Maruf el-Kerhî cennetin ta kendisiyken keşif sahibinin onda görmüş olduğu cehennem de cennet mesabesindeydi. Çünkü nahoş iş­ler arifin ayrılmaz özellik ve nitelikleridir. Arif dünya hayatında korkar­ken imandan mahrum olan ise ahirette korkacaktır. Binaenaleyh sıfatlar (arif ile inançsız arasında) yer değiştirdiği kadar afeder de yer değiştirir; belki görür veya duyar da muttali olduğu ve öğrendiği şeyler kendisin­den yayılır ve ortaya çıkar.

Bunlardan birisi de iki yüz sekseninci bölümden ‘Tenzih temvîh ve sulandırmadır5 bahsidir:

Varlık olgular ve benzerlerden ibaret Allah Teâlâ’dan başka bir ilahımız yok âlemde

İlah münezzehtir, hiç kimse ulaşamaz O’na Rabbini bilen kişi mahiyetinden dem vurmaz

Allah Teâlâ’nın öyle bir kavmi var ki mertebesine yönelirler de Zatına ermek istediklerinde hayrete düşerler Bir kavim ise tenzihi sulandırmış Her durumda bunlarla diğerleri bir

VAllah Teâlâi! Rahman bir çocuk edinmedi Bir babası da yok, O’ndan başka kimse yok Varlıktaki her şey ya çocuk veya baba Biz âlemin (kevn) ne olduğunu biliriz

Delilimiz şudur: Muhammed atınca o atmamış . ‘O’ndan başka kimse yok’ derken bunu kastettik

Hamd Allah Teâlâ’ya mahsus, O’na bedel istemem Varlıkta O’ndan başka kimse yok

Bunlardan birisi de iki yüz seksen birinci bölümden ‘Heva arzu et­tirir’ bahsidir: Heva olmasaydı arzu duyan olmazdı (veya düşen düş­mezdi). Bu itibarla sınanma ve imtihan heva (arzu) nedeniyle gerçekle­şir. Heva/düşmek, ya aşağıya doğru ya yukarıya doğru ya kurtuluşa ve­ya bedbahdığa doğrudur. Bilende taaccüp edilecek bir durum yoktur, taaccüp edilecek olan, duranın halidir. Hakk ona nida eder, o ise çekim­ser kalır ve bekler. Allah Teâlâ birine nida ederse, o gelir; gelince kendisine ihsan edilir, ihsanın amacı ise sınamaktır. Bu durumda kişinin eksikliği ortaya çıkar. Çünkü o sahip olmadığı bir şeyi iddia etmiş, birleştirmesi gereken bir şeyi ayırmıştır. Allah Teâlâ yükümlü kıldığı üzere onu yükümlü tutmuş, öğrettiğini öğretmiştir. İmtihan edilmeyi ikrar ettikten sonra, artık iddiadan soyutlanması ve uzaklaşması söz konusu değildir. Başka bir ifadeyle bağları güçlü olduğu ve nefes alıp verdiği sürece iddiadan uzaklaşması mümkün değildir. Belirlenmiş ecel gelip körlük çözülür ve âmâ görür Hakk gelince, yükümlülük silinir, tasarruf geride kalır, bir mi­sal suretinde hayali mertebeye taşınır. Orada insan önceden gönderdik­lerini görür ve neticede ya sevinir veya kendini kınar. Olan olmuştur ve pişmanlık kaçınılmazdır. Nasıl pişman olmaz ki insan? Duvar yıkılmış, sekinet ve yüce mertebe sahibi çocuğu öldürmüştür. Gemi delindiğin­de, onlardan birisi pişman olmuştur. Onun pişmanlığı nasıl olur da bü­tün gücünü harcamadığı hakkındadır. Öteki de ihmali ve cemaatten ay­rılmasına pişman olmuştur. Bu ihmal kendisini (Kâria suresinde zikre­dilen) haviye’ye düşürmüştür. ‘Onun ne olduğunu nereden bileceksin? Ku­şatıcı bir ateştir.’10 Başka bir ayette şöyle denilir: ‘Keşke kitabım verilmeseydi! Keşke (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağla­madı; saltanatım da benden koptu, yok olup gitti.’11 Bütün gücünü harcamasa bile cemaade kalan şöyle der: ‘Alın, kitabımı okuyun.’12 Ben hesaba çekilmeyeceğimi zannettim. Gözetmen şöyle der -ki bu hoş bir sözdür-: ‘Artık o, razı olunan bir hayattadır; yüce bir cennet içerisinde; meyveleri sarkmış halde...’13 Çünkü nida duayı duyandan gelmiştir. ‘Geçmiş gün­lerde işlediklerinize karşılık olarak afiyetle yiyiniz, içiniz.’14 Kastedilen oruçlu geçirilen günlerdir, sufilerin görüşü budur.

Bunlardan birisi de iki yüz seksen ikinci bölümden ‘Belirlenmiş ecel ile muammanın çözülmesi’ bahsidir: el-Fatih (açan), en-Nasır (yardım eden) ve ez-Zahîr (destek olan) isimlerini ayrıştırabilen kimse işlerin mertebelerini ve hakikatlerini bilen biridir. Yardım eden anlamındaki en-Nasır, (düşman) kalbine ilka ettiği korku ile ve dübûr (arka) rüzgâ­rıyla yardım ederken aynı zamanda ısrar edip direnenlere karşı da saba rüzgârıyla (peygamberine) yardım eder. ez-Zahîr yardımcıyken el-Fatih beyan edicidir. Yardım istenildiğinde yardım eder ve bu durumda yar­dım istenilendir (müstean). Fethettiğinde ve açtığında ise ortaya çıkar­tır, bolca nimet verir. el-Fatih rahmet sahibi ve nimeti veren iken yar­dımcı en-Nasır arifin kalbine dilediği bilgi ve marifetleri ilka eder. ezZahîr ismi yardımcı olduğu kişiden haberdar olandır. Elçiler şahit ve varlık mamur olup abid ile mabud ortaya çıktığında, yüzü kararan kim­se belli olur. Yüzü kara olan tenzih maksadıyla gizlemek ister, teşbih ile perdeleri çeker. Gönüllere yerleşen şeylere göre sudur O’ndan meydana gelirken daha fazlasını istemek üzere gidiş de O’na doğrudur.

Bunlardan birisi de iki yüz seksen üçüncü bölümden ‘Puta tapmak bir niyettir’ bahsidir: Yaratılmışa yaraşan, itikat ve iman ettikleri Hakka ibadettir; öyleyse sadece yaratılmışa ibadet edilmiştir ve bu nedenle haklar kendisine yönelir. ‘Sizinle ahit yaptığında ahdimi yerine getirin.’15 Hepsi sizin katınızdandır! Delil ise suretlerde başkalaşıncaya değin, ‘Allah Teâlâ en büyüktür’ ifadesidir. Kıyamet günü alamet ortaya çıkmasaydı, kimse alameti bilmeyecekti. Binaenaleyh diriliş günü, (Hakkın) inkâr edildiği ve kabul edildiği bir gündür. Her inanç sahibi aynı inanca sahip olanla bir, farklı inanç sahibinden ayrı bir inanca sahiptir. Demek ki herkes putperesttir ve herkes inandığını koruyandır. İşin ne kadar garip olduğuna bakınız, bu sırrın ne kadar açık olduğunu görünüz! Korun­muş olan koruyucu haline nasıl dönüşmüş, başka bir inanç sahibi için lafız nasıl olmuştur. Hâlbuki o o’dur! Fakat hakikati bilinmez. Bu ne­denle yüz çevirme ve soyutlanma meydana gelir, suretten soyunur. Böylece insan yoksul ve umutsuz kalır.

Bunlardan birisi de iki yüz seksen dördüncü bölümden ‘Kendisine gelinen havuz ile makam-ı mahmûd’ bahsidir: Bilgiler icmal bakımın­dan sınırlıyken Allah Teâlâ ehline göre tafsilin bir sonu yoktur. Buna mukabil

Allah Teâlâ’nın katında mücmel denilen bir şey yoktur; orada her şey mufas­saldır. Orada bütün (kül) de yoktur. Tevekkül tafsile göre gerçekleşir, içenler içileni taksim ederler ve kendisi bir iken çoğalır. Vakide ilgili sayıdan ise manaların manaları meydana gelir. Harfler zarf demektir ve o da malumdur. Bir harf bir mana için gelir ve onun mana olduğu sabit olur. Arapça uzmanı nahiv bahsinde bunu ifade eder ve söz konusu harfler ile alfabe harflerini birbirlerinden ayırt ederler. Onları sığınma ve iltica özelliğine sahip oldukları için edat addederler; söz konusu edatlar, fiillerle ile âlemdeki varlıkları bir araya getirirler.

Bunlardan birisi de iki yüz seksen beşinci bölümden ‘Yetimleri ez­mek düşük insanların huyudur’ bahsidir: Duvar yıkılmaya yüz tutmuş olduğuna göre sen yetime zulmetme, isteyeni kovma! Duvar yıkılmış olsaydı, küçük yetimlerin hâzinesi ortaya çıkacak, başkalarının elleri hâ­zineye ulaşacak, küçük yetimler, fakirlik nedeniyle zillet içinde ve hor bir halde kalacaklardı. Sırlar büyük-emin kimselere açıklanabilir. Onlar söz konusu sırları elde etme gücüne sahip olan ve perdeleri kaldırabilenlerdir. Aynı zamanda onlar bağımsız olarak mal toplama imkânına sahip olanlardır. Araf üzerinde -mahallin kendileri için genişlediğibir takım adamlar vardır. Toplayınca bir yere yerleştirir; verirken dikkat etmez; çağırır fakat çağırana icabet etmez' Daveti duyunca, biriktirmek üzere malı saklarken, mala bir şey katmadığını düşünür, dün kaçırdığı şey nedeniyle bugün ağlamaz. Her halükarda sahip olduğu fazla mala rağmen, fakirlik üzerinde hüküm sahibi olur ve, şunu öğrenir: Zenginlik mal çokluğuyla değil, gönül zenginliğiyle gerçekleşir. Maksadı anlayan için zenginlik budur. ‘Siz dünya malını isterken Allah Teâlâ ahireti istiyor.’ Yaratılış ise aynı yaratılıştır. Bu nedenle ‘mezarda’ denilmiştir. Bunlar Hakkın apaçık bildirimi ve ihbarıdır. Ayette ‘Sizi bilmediğiniz durumlar­da yaratırız’16 denilir. Başka bir ayette ‘İlk yaratılışı öğrendiniz, hatırla­mıyor musunuzT'17 denilir.

Bunlardan birisi de iki yüz seksen altıncı bölümden ‘Ülfet etmek tasarrufun bir parçasıdır’ bahsidir:

Kulun İlah ile ülfet etmesi Öyle bir ülfet ki Başka bir yönü yok onun Gücüm, varlığım hep O’na bağlı

Bakın ve bende görün!

Hakkın hikmeti benim hikmetim

Sakın bir olduğumuzu söyleme '

Varlığım yalanlar seni Ben O’nun evi olsam bile Şeriata göre O benim kıblem!

Ülfet etmek vuslat ve kavuşmak demekken bütün mezheplere göre ancak münasebet sayesinde mümkün olabilir. Biz O’nun katında hazır bulunduk ve namaz kılarken O’na yöneldik. Namazda kendimle ve O’nunla Hakk ile konuşurum. O ise benimle bana döner ve karşılık ve­rir. Ben ‘bu benim mezhebim değil’ derim, O ise ‘duyduğundan başka bir şey yok’ der. Binaenaleyh cem’ olmuş olman aldatmasın. Ardından ‘yola çık, yerleşen ve ikamet eden olma’ der. Çünkü ‘ne burada ne kı­yamette ikamet ve yerleşmek yoktur5.

Bunlardan birisi de iki yüz seksen yedinci bölümden ‘Zahirden ba­tına geçmek basiret sahiplerinin işidir’ bahsidir: Keyfiyet ve kemmiyet, yani nicelik ve nitelikte uzaklık ancak korkunun dinginleşmesiyle mey­dana gelir. Korkusu sakinleşen kişi, bütün maksada ulaşır. Allah Teâlâ ehli olmak istersen, kolaylaştırıcı ol, Allah Teâlâ ile kullarının arasına girme, O’nun nezdinde şehirleri harap etmek üzere koşma! Kullar her durum­da O’nun kullarıyken kalpleri de Allah Teâlâ’nın şehirleridir. O’nu kalplerden başka bir yer sığdıramamış ve içine alamamış, O da başka bir yere yer­leşmemiştir. Fakat sırrı dinlemeli, dağınık bilgileri toplamalısın! En üs­tün akim sahibi olan salih kulun söylediği şu sözü söylemelisin: ‘Onlara azap edersen onlar senin kulların! Bağışlarsan Sen Aziz ve Hakim’sin.’18 Burada peygamberin edebine bakmalısın. Bu edep nerede, kendisine nispet edilen oğulluk bağı nerede! Cahillerden olmaktan Allah Teâlâ’ya sığını­rım. Öyle olursam aynı zamanda yalancılardan olurum. Hz. İsa Allah Teâlâ’nın ruhu, kelimesi, O’nun ruhunun üflemesi ve bir kulunun oğluydu. Onunla Rabbi arasında sadece genel bağ vardı ki o bağ yaratıklar ara­sından seçkinlere mahsus olan -başka bir ilave olmaksızıntakva bağıy­dı.

Bunlardan birisi de iki yüz seksen sekizinci bölümden ‘Vali­den/yönetenden bana ne?’ bahsidir: ‘Validen bana ne?’ deme! Ona çağ­rıldığında önemsemezsin! Vali adaletli, insaflı ve hakları ayrıştıran bir hakimdir. İnsaflı olmasından çekinirsen, hüküm meclisindeyken (suçu­nu) itiraf etmen ve hasmından bağışlanma istemen lazımdır. O katı bir düşmandır. Sen de koruyucu olandan yardım dilemelisin. Böyle yapınca aranızdaki hakem, hayır vasıtası ve zararı engelleyici olur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen bir rivayette, Allah Teâlâ’nın kıyamette kullarını barıştıracağı bildirilmiştir. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ şeriadarı ancak maslahat ve menfaader için ortaya koymuştur’ dedik. Küfür ile imanı barıştırmak ve uzlaştır­mak üzere çalışan, günahkârlar ile Rahman arasında çalışmış demektir. Bilhassa kavga inançlarda meydana gelip insanlar ‘şirk’ diye isimlendiri­len ve melik edinilen ilave bir varlığı ispata yöneldiklerinde böyledir. Allah Teâlâ’ya ortak koşulanın gerçekte var olmadığını, onun yokluk olduğunu görüp hâdislik ile kadimliğin layık olduğu özellikleri ayırt edersen, ke­rem ve himmet ehlinden olursun.

Bunlardan birisi de iki yüz seksen dokuzuncu bölümden tahkikteki darlık bahsidir: İttisal, yani vuslatın en büyüğü, gölgelerin gölgelere girmesidir. Işıklar çoğaldığında, her ışık bir gölge talep eder ve bunun için de uzar. Bu durum, yani gölgelerin ışıkların çokluğundan uzayıp çıkması gizli sırlardan biridir. Bu nedenle isimler farklılaşmış, hakikat bir olsa bile her bir ismin bir isimlendirileni olmuştur. Kevn, yani oluş ise çağırdığını mülkte ortağın varlığını kabule davet eder. Ayette ‘/ster Allah Teâlâ ister Rahman diye dua edin, hangisiyle dua ederseniz en güzel isimler O’nundur’19 denilir. Orası en yüce makamdır ve ayette iki isim zikredil­miştir. Başka bir ayette ise ‘iki ilah edinmeyin’ denilir, hâlbuki esma-i hüsna’nın anlamlarında farklılıklar bulunur. Böylece Allah Teâlâ olumlamışolumsuzlamış, hastalık vermiş-şifa vermiş! Bir kısmımız selamete er­mişken bir kısmımız şifa üzere kalırız. Kim Hakka/hakka uyarsa, sabra bağlanmış demektir. Sabra uymak ise ancak hakikati bilen için müm­kündür. Her şey, bilen veya bilmeyen, teleftedir; sadece duran ve vakfe sahibi olan kurtulur. Başka bir ifadeyle kurtulan, duyup da konuşmayan ve çağrıldığı işe icabet edendir. Pişman olmayacak kişi odur.

Bunlardan birisi de iki yüz doksanıncı bölümden ‘Susmuşu ziyaret eden onu ziyaret etmiş demektir’ bahsidir: Susmuş olan bize öğüt ver­di, biz ona kulak vermedik; bize sevimli geldi, biz de kendisine yönel­dik. Susmuş olan kalplerin gemini eline almış, bizi gaybleri idrak ede­meyecek şekilde köreltmiştir. Konuşan ise hakikatleri söyleyerek bize öğüt vermiştir. Biz de kendisine iman ettik ve onun yolundan urûc et­tik. Onu duyduk, (emrine) asi olduk, biz de emir verdik ve yasak koy­duk; adeta valiler ve idareciler olduk. Bize verdiği emir ve yasakları unuttuk. O kendisini dinleyeni doğru yola ulaştırmışken biz başkanlık ve öne geçme sevdasıyla siyasetin gerektirdiği yolda yürümekten perde­lendik. Ölüm gelip kaçırdığımızı anlayınca tövbe ederek güzel bir sona ve akıbete ermek istedik. Öyle birinin tövbesi kabul edilmediği gibi pişmanlığı da mağfırede karşılanmaz. Bu durumda bulunduğumuz hal­de öldük, öldüğümüz halde diriltildik. Başka bir ifadeyle bulunduğu­muz hal üzere sabahladığımız gibi o hal üzere öldük. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Size iki vaiz bırakıyorum’ demiş, onları ‘konuşan ve susan vaizler’ diye tavsif etmiştir. Konuşan vaiz Kur’an-ı Kerim iken susan vaiz ölümdür. Hakkın tercümanı olan peygamber böyle buyurmuştur!

Bunlardan birisi de iki yüz doksan birinci bölümden ‘Terazide ek­siklik ve fazlalık’ bahsidir: Helak olmadığın bir hayatı ve malik olarak bulunduğun bir yurdu ganimet saymalısın. Bu esnada terazin oraya yer­leştirilmiş, sözün dinlenen, kulağın idrâk eden, verdiğin öğüder davet edici, nefeslerin baki, hayır amellerin de engelleyici olarak sabittir. Bu durum karanlık evin nurlanıp belirsiz işin vuzuha kavuştuğu ve ‘haviyeye’ yani ateşe düşmezden önce evinin sütunları yıkılmadığı süre­ce böyledir. Himmederin dağılırsa seni ayakta tutan Hakk senden yüz çevirir; güçlerin zayıflarsa sana yardım eder ve seni güçlendirir, sana karşı kendinden başka suç işleyenin olmadığını öğretir. Kendinden ha­bersiz kalma! Güneşinden bir parıltı senin adına doğmuştur. Allah Teâlâ gündüzü senin geçim vaktin, amelleri de bir örtü ve süs kılmıştır. Bina­enaleyh en güzel amellerle süslenmen ve onlarla ilgilenip dünya ile şey­tanın süslerinden uzaklaşarak Kuı^an’da ifade edilen Allah Teâlâ’nın süsüyle süslenmen gereldr.

Bunlardan birisi de iki yüz doksan ikinci bölümden ‘O'nun eserle­rini kötülükten tenzih’ bahsidir: İnsanda iki zıt özellik ortaya çıkar. Bu itibarla insan türünde veliler bulunduğu kadar düşmanlar da bulunur. Siyaset ve idare övülürken kavgalar ve çatışmalar kınanır; insanların bir kısmı öldürülecek, bir kısmı esir olacak, bir kısmının akıbeti iyi, bir kısmının akıbeti kötü olacaktır. İnsan türünde sürekli ve çetin savaşlar devam edecek, bütün bölgelerde fitneler ortaya çıkacak, afeder gelecek, rezaleder ve erdemsizlikler tekrarlanacaktır. İnsanın tasarrufları sınırlı, nefesleri sayılıdır. Onun üzerinde zorlu bir murakıb, yönlendirici ve şa­hit vardır. Allah Teâlâ kendisini yarattığı andan itibaren onun işlerini üsdenmiştir ve bu nedenle ‘Allah Teâlâ bize yeter, ne güzel vekildir O’ demeyi em­retmiştir. Bu sayede insan Allah Teâlâ’nın nimeti ve memnuniyetiyle birlikte hayat yurdu olan ahirete göç eder. Kendisine bir kötülük veya umut­suzluk temas etmeden oraya geldiğinde es-Subbûh ve el-Kuddûs onu karşılarken (daha önceden yapıp gönderdiği) ameli de asık olmayan mütebessim bir çehreyle sahibini karşılar. O da amelinin temizliğini ve nezihliğini ikmal eder, amelin ağırlığı, vakarı ve saygınlığı kendisine döner. Böyle bir insan (cennet) ehlinin bahçelerinde amelinin meyvesi­ni devşirir.

Bunlardan birisi de iki yüz doksan üçüncü bölümden ‘Delil ağırın hareketindedir’ bahsidir: Ağırın hareketi nedeniyle, iş yüce ve değerli­dir. Ağır, ancak mühim bir iş ve zorlayıcı bir durum nedeniyle hareket edebilir. Misal olarak bir annenin çok sevdiği çocuğunu emzirmekten kendisini uzaklaştıran kıyamet zelzelesini verebiliriz. Bu esnada kimse kimseye ilgi göstermez. Bazı önceki düşünürler, âlemin sürekli olarak aşağı doğru indiğini söylemişlerdir. Bu inişle ise kendisini birlerken onu yaratmış olanı arar ve talep eder. Bununla beraber Allah Teâlâ ulaşılmaz olandır ve bu nedenle de ilk hareketten itibaren O’na dönmek ve yö­nelmek gerekir. Gerçek mesafelerin Allah Teâlâ’ya varması ve ulaşması müm­kün değilken mevhum mesafeler O’na nasıl ulaşabilir ki? Bunlar bilinen kurallar, gizlenmiş sırlar, karanlık evler, anlatamayan dillerdir! Hayal Allah Teâlâ’yı bilmeyi ve o bilgiyi ifade edebilmeyi mümkün sayar. Nereye gi­diyorsunuz, neyi talep ediyorsunuz? Bir arif Ebu Yezid’e ‘aradığını Bestam'da bırakmışsın’ diyerek onu bulunduğu makama yönlendirmiş­tir. Çünkü kul evinde bulunurken Allah Teâlâ ile seyr-ü sülük eder! Günah yurduna veya ikram yurduna doğru!

Bunlardan birisi de iki yüz doksan dördüncü bölümden ‘Hakk/hakikat (ayn) zuhur ederken kevn yok olur’ bahsidir: Kef harfi göğün güneşini ikiye ayırmıştır. Bu, yatsı namazından sonra gerçekleş­miştir. O esnada fena halindeydim. Onun cirmi eksilmemişken kef bü­tün cisimlere uğramıştır. Şöyle dedim: ‘Büyüğün küçüğe girmesi’ hak­kında el-Habir’e düşen doğru söylemesidir. Bununla birlikte dar olan genişletilmeden ve geniş olan daraltılmadan gerçekleşmiştir. Zıtları bir araya toplayan bu makam hakkında Zünnûn hüküm vermiş, ben de da­ha önce bilgimin olmadığı bu hususta kendisine muvafık oldum. Bu makamı müşahede ettirip kuluna varlığını bildirmekle ihsanda bulun­duğu için Allah Teâlâ’ya şükrettim. O kevnin kef harfinde doğan hakikattir. Bu nedenle mümkünlerin varlıklarının ilahi isimlerin mazharları olduklarını söyledik, doğuş esnasında kef harfi sabit olduğu için yaratılmışların dış­ta sabit olduklarını belirttik. (İlahi isimlerin) teveccüh ve yönelmeleri olmasaydı, varlıklar ortaya çıkmayacaktı. Onları müşahede eden ve bu­lan nezdinde, bundan daha haz veren bir mesele yoktur.

Bunlardan birisi de iki yüz doksan beşinci bölümden ‘Mertebenin değerini onu gönderen müşahede eder5 bahsidir: Kul tecelli mahalliy­ken gece süslenme vaktidir. Bu itibarla sadece senin heykelin (beden) vardır ve o da karanlık gecedir. Onun ışığı kendisini ortaya çıkartırken alamet olan bir perdeye döndürür. Yatağına konakladığında, melekler Arş’ın etrafında döner ve bu esnada kalp ebediyete kadar O’na secde eder; bir kez secde ettikten sonra da başını secdeden bir daha kaldır­maz. Bu nedenle secde Allah Teâlâ’ya yakınlık kabul edilmiş, Allah Teâlâ söz konusu yakınlığı sevdiklerine tahsis etmiştir. Çok olduğu halde bir olduğu gibi, mütekebbir olan secde edicidir. Onun mertebesi kendisine secde edici olmayı verir. Gördüklerin nedeniyle perdelenmemelisin! Bunlar, nefis­lerin hataları ve duyulur perdelerdir. Ruhun sabah vaktinin ışıkları or­taya çıktığında -ki o güneşin elçisidirtöhmeder ortadan kalkar, karan­lıklar kaçar, nicelik ve nitelik belli olur. Nice insanlara böyle bir tecelli gerçekleşirken o döşeğin kim adına suç işlediğini bilmez. Allah Teâlâ basireti köreltir, suret bilinmez. Hakk bir sureti ötekinin üzerine koyar. Ortada karışıklık bulunduğu için insanlar derecelenir.

Bunlardan birisi de iki yüz doksan altıncı bölümden ‘Levha ve Kalem’deki hükümdür. Levha sebebinden (Kalem) kendisine şifa olacak şeyi talep eder. Kalem ise ona yazdığı hususlarla Levha’ya şifa verir. Bu itibarla Levha ilimlerin meydanı ve resimlerin mahallidir; daha önce Kalem’de mücmel ve genel olarak bulunan ilimler onda mufassal Hakk gelmişlerdir. Kalem onları tafsil edemediği gibi (onları tafsilen) bilen biri olmamıştır; sadece sağ el mücmel olanı tafsil etmek ve kilitli kapıyı açmak üzere kendisini hareket ettirmiştir. Allah Teâlâ’nın bilgisinde mücmelliğin bulunması O’nun kemaline yakışmaz. Bu itibarla anlamlarda icmalliğin bulunması imkânsız iken icmallik sadece lafız ve sözlerde buluna­bilir. Allah Teâlâ kulun sözünü kendi sözü kıldığında, bu esnada (bilgisi) ic­mallik özelliğiyle nitelenir ve böyle bir icmallik kemal niteliklerinden olur. Her makamın bir sözü, her bilginin bir adamı vardır! Arifin ke­mali bilgileri tafsilatıyla bilmesi demektir; bir şeyi mücmel bilen kâmil­lerden değildir. Bununla beraber kişi hal karinesi nedeniyle maksatlı olarak bunu yapmış olabilir. Bu durumda onun yaptığının bir yeri ve maksadı var demektir. Böyle bir bilgi mücmel iken o kişide mufassal olarak bulunur; bu da onun kemalinin ta kendisidir.

Bunlardan birisi de iki yüz doksan yedinci bölümden ‘Ümmî pey­gamber bilgisi’ bahsidir: Varisin elçisi nebi, nebininki melekî ruh, ina­yete mazhar olanlar için özel yönden gerçekleşen ilahi ilhamdır. Bu il­ham herkeste bulunurken anlayışlar ona ulaşamaz. Her şahsa Allah Teâlâ onunla ve kendisinden hitap eder, kendisiyle kendisinden haber verir. Bunun üzerine o şahıs şöyle der: ‘Hatırıma geldi ki!’ İnsan hakikati bilmediği için bu düşüncenin nereden geldiğini bilemez. Allah Teâlâ ehli varlığını değilO’nu müşahedeyi elde etmiştir. Bütün bilgi bir iken kaynaklar farklı, maksadar değişik olabilir. Allah Teâlâ dilediği kullarına ka­tindan bilgi öğretmiş, katından rahmet ihsan etmiştir. O rahmet ise söz konusu kişiye hüküm ve hikmet kazandırmış, bunun neticesinde idare­de hüküm sahibi ve vasıta olmuştur. Tâbi olan ona tepki göstermiş, bağladığını çözmüş, ortaya koyduğu şartı kaldırmış, makamını anla­mamış, nesebini bilmemiştir. Evet! Hayatta kalmasını sağlayan sebebi bilmiş fakat unutmuş da unutmuştur! Efrad’ın menzilleri âdetin aşılma­sında tezahür ederken onların işleri peygamberlerin hükümlerinin dı­şında ve onların ortaya koyduğu yolların ötesindedir. Bu yollar karşı­sında onlar Hz. Hızır ile Hz. Musa gibidirler. Hûd peygamber ise şöyle der: ‘Rabbim dosdoğru yol üzeredir.’20

Bunlardan birisi de iki yüz doksan sekizinci bölümden ‘Sadırların sadırlarda kapalı olması’ bahsidir: Sadırlar, yani göğüsler olmasaydı, onlardaki kalpler körelmezdi. Onların kör olması gerekir, çünkü kendi­lerine muammayı gizlemeleri emredilmiş, belirlenmiş ecelle sınırlanmış­lardır. Onlar geniş bir mekândadırlar ve onlardaki işler/varlıklar apaçık­tır; bu varlığa kendileri bunu kazandırmıştır. Hakk onlara şöyle der: ‘Se­nin kabın sana iade edildi.’ Sana inen şey seninle ve sana göre sana indi. (Senin hakkındaki hükmüm) senin bana verdiğin bir hediye ve bana tevdi ettiğin ilimlerindir. Binaenaleyh seni (ey kalp!) senden başkası kö­reltmedi. Ben şundan bundan münezzehim! Ben senden müstağni, sen ise dışta var olmak için bana muhtaçsın. Varlığınla benden sudur edip de hakikatinde beni görmeyince, sudur ederken (veya sadrında) seni var edeni görmedin, kör oldun. Sana müşahede ettirse bile görmezsin. Çünkü âlemle irtibatlı olduğu halde Hakkın müşahedeyle zaptı müm­kün değildir. Bu mesele hakikati arayana en kapalı gelen konulardandır; ne benim varlığımla zuhuru ne benim varlığımdan müstağni kalışı iti­barıyla müşahedesi mümkün değildir. İtimat edeceğin görüş budur.

Bunlardan birisi de iki yüz doksan dokuzuncu bölümden ‘Sırlar gündüzün başında ortaya çıkar’ bahsidir: Meclisin başı başkanın otur­duğu yer iken en büyük başkan oturanların halleriyle üzerinde hakim oldukları kişidir. Nefislerin kaynağı olsa bile o, başkan-yönetilendir. Bakınız! Allah Teâlâ yaratıkların işlerinden tasarruf sahibidir: Mülkü dilediği­ne verir (men-yeşau), dilediğinden alır, dilediğini aziz, dilediğini zelil kılar! ‘Dilediği’ kelimesindeki failin Rahman olduğu zannedilir. Hâlbu­ki fail men edatıdır ki, o da var olanların hakikati ve aynı olandır. Daha önce sübût halindeki (ayn-ı sabite’nin) durumunun kaza ve kaderin ta kendisi olduğunu belirtmiştik. Binaenaleyh ayn-ı sabite Allah Teâlâ’ya azil, ve­layet, izzet, zillet, rüşt ve taşkınlık (bilgisini) vermiş, bu bilgiye göre Allah Teâlâ’nın onun hakkındaki hükmü ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ ne adildir ne za­lim; sadece hüküm verendir vardır ve ne güzel hüküm verendir! Hakim şikâyet mahallidir. Geçmiş bir mesele hakkında hüküm verirken hüküm verme aslında hasma ait bir iştir. Bu itibarla gerçekte hüküm veren ka­dıdır. Bunu anlamalısın.

Bunlardan birisi de üç yüzüncü bölümden ‘Ulaşmak ve nail olmak gece ehline mahsustur’ bahsidir: el-Hayy ve el-Kayyum’un kudreti ci­simleri inşa edişte ortaya çıkarken resimden başka bir şey olmadığı gibi cisimden başka bir şey de yoktur. Cisimlerin nizam ve yapıları birbirin­den farklıdır; bir kısmı latif ruhlar, bir kısmı kesif bedenlerdir. Hakkın dışındakiler -ki minhac demektirise karışık ve birbirinden oluşanlardır. Sıfat ve arazlar ise bu toplayıcı ve birleştirici cismin eklentileridir. Cisim bileşik demek iken bileşik olan (unsurlardan terkip edilmiş) binek ve bi­leşik olandır. İşin keyfiyetini anlamak isteyen kişi, hayalin bilgisini ince­lemelidir. Kudret hayalde ortaya çıkmışken hayal aynı zamanda dolu­nayı ışık saçandır. Bu itibarla hayal suretten surete girerken sadece beşe­riyet makamında gözükür. Burada ‘beşer’ derken insanları kastetmiyo­rum, çünkü ben kendi iflasıma şahidim. Vakideri bildiğim için, zama­nımı da bilirim; sadece dolmuş kap ve sağan vardır! İyice düşün ki gö­resin.

Bunlardan birisi de üç yüz birinci bölümden ‘Güneşi gözetlemede­ki fısıltı’ bahsidir: Sesler Rahman karşısında kesilir, ‘Yeryüzü sarsıldığın­da21 ‘ve dağlar atıldığında22 sadece fısıltı duyulur. ‘Kur’an okunduğunda, kulak verin ve dinleyin, umulur ki merhamete mazhâr olursunuz.’23 Çünkü kelam anlaşılmak üzere gelmiştir. Dinleyen okuyucuyu meşgul ederse ki anlamak dinlediğinin şahididir-, dinleyici Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmış, O’nu kızdırmış olur, Allah Teâlâ da gazaba gelir. O birine gazap ederse, kendisini cezalandırır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Hanginiz beni meşgul etmiştir? Ben Kur’an ile niza edici değilim.’ Bundan daha bü­yük delil olabilir mi? Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem adabı haiz olmuş, kitabı getirmiş, akıl sahiplerine hitap etmiş, hitabında düşmanları ahbaptan ayırmamış, hitabı herkese yönelik olmuştur. Bir kısmımız (onu anlamada) isabet etmiş, bir kısmımıza ise doğru ulaşmıştır. Bilmediğini öğrenen herkes ilham almıştır. Vahiy kuşatıcıdır; hem nakıs olana ve hem kâmile iner! Vahyin en alt derecesi, ilham ve kişiyi ilgilendiren hususlardaki niyeti­dir.

Bunlardan birisi de üç yüz ikinci bölümden ‘Cenin doğum vaktine kadar ciğerdedir’ bahsidir: Cenin annesinin karnında bulunduğu sürece gam karanlığı içindedir. Babasına ta’n eden onun üzerinde hüküm ve­rir. Ona hizmet eder ve haremine yerleştirir, ondan meydana gelen par­çalanma telafi edilir, ona karşı suç işleyeni bağışlar. En geniş makamda bulunmakla birlikte kendisine dört şey tevdi edilmiştir. Bunun nedeni dört şeyden bileşik olmasıdır. Melek cenine rızkını, ecelini, mertebesini ve amelini yazmıştır; bunlardan her biri kendisindeki karışımlardan bi­rine aittir. Onu çadırına yerleştirir. Bu itibarla cenin her hoş çiftin ma­halli olup karışık bir durumda bulunduğunu anlayınca, yükselmek ve yukarı çıkmak arzusuyla dışarı çıkmak istemiş, Allah Teâlâ onu rahme atıl­mazdan önce inayete mazhar ve korunmuş bir haldeyken ilk defa üze­rinde yaratıldığı fıtrada ortaya çıkartmıştır. Onun için iki göz, dil, iki dudak yaratmış, kendisine iki yol göstermiştir. Dışarı çıktığında yaratı­lış gayesini anlamış, bu hususta önde gidenlere uymuş ve onlara katıl­mıştır. Şükrederse muduluk mertebesini elde ederken nankör olan bir kısmı ise en kötü yere varmış ve cezalandırılmışlardır.

Bunlardan birisi de üç yüz üçüncü bölümden ‘Ümmetler üzerine yemin’ bahsidir: Şeref ve üstünlük geneldir, bütün ümmeder kendisine nail olur. Hal böyle olmasaydı Allah Teâlâ varlık ve yokluğa yemin etmezdi. Binaenaleyh Allah Teâlâ ‘gördüklerinize ve görmediklerinize’ yemin ederek, hakkında yemin edilen şeylerin mertebesinin üstünlüğünü ortaya koy­muştur. ‘Fakat bunu fark edemezsiniz.’ Bedbahdar uzak kimseler olsalar bile saadete ermiş kimselerdir. Allah Teâlâ el-Baid ve el-Karib iken aynı za­manda Uzak-Habib’dir. Bedbaht, içinde bulunduğu gam ve üzüntü hali nedeniyle, anne karnındayken bedbahttır. Saîd (Mutlu) ise kendisine tahsis edilmiş bilgi nedeniyle anne karnındayken de mududur. Hapşırıp ‘el-hamdülillah’ diyen annesine ‘yerhamukellah (Allah Teâlâ sana merhamet etsin)’ diyen anne karnındaki cenine şahit oldum. Annenin karnından bu sözü duyunca mudulukla secdeye kapandım. O cenin annesinin karrandayken Allah Teâlâ’nın kendisi hakkındaki bilgiyi tahsis ve ihsan ettiği kim­selerden birisiydi. ‘Sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmiyorken çı­kardı524 ayetiyle bu görüşümüze karşı delil getirmek isteyenlere gelirsek, ayette kastedilenin bir benzeri, hiçbir bilgi öğrenmesin diye yaşlılık ha­line döndürülen kişidir. Alim olmak her durumda ve zamanda bilgisi­nin farkında olmayı gerektirmez. İşte anne karnından çıkarken ceninin durumu da böyledir.

Bunlardan birisi de üç yüz dördüncü bölümden ‘Sıfadarın istiare yoluyla kullanılmasının nerede afet haline geleceği’ bahsidir: Nahoş iş­lere cesur ve atılgan insanlar göğüs gerebilirken onların derecelerini de meyvelerini devşirenler bilebilir. Arife göre nahoş bir şey yoktur ve onun için (bir şeyi) süslemeye gerek yoktur. Hakk ise kulları adına inançsızlıktan razı olmaz. Bu durum işleri bilmemeyi sağlayan perdeleri çekmede örtünün ta kendisidir. Gözler perdeleri yakar ve bu nedenle de zahirden batına geçmek (itibar) emredilmiştir. ‘Bu hususta basiret sahip­leri için ibret var dır.,2S Örtü çekilmiş, kapı kilidenmiş, bahşiş cömertçe ihsan edilmiştir. Artık perdenin faydası olmadığı kadar kapı da engel değildir. Zahirden batına geçecek bir göz olunca, hiçbir perde onun karşısında duramaz. Perdeleri ve örtüleri görünce, sevenlerin gözlerin­den perdelenmiş olduğunu zannedersin. Hâlbuki bu esnada sana bakılır ve elindeki ihata edilmiş bir halde durursun. Sen kendi işine sarıl ve di­lini muhafaza et!

Bunlardan birisi de üç yüz beşinci bölümden ‘İsimlendirilene eğil­meden, isimleri tenzih’ bahsidir: el-Azim ismi rükûda tecelli eder, çün­kü o, her şeyi kuşatan bir berzahtır. el-Alî ismi ise el-Alî’nin ortaya çı­kardığı temyiz ve tanım nedeniyle secdede tecelli eder. Allah Teâlâ el-A’la’dır. (İsimlerdeki durum anlamında) iş derece derecedir ve bir derecelenme uygundur. Hüküm sahibi olan suret ile bilfiil var olan yapı bunu izhar etmiştir. İsimler nedeniyle nimeder çoğalır, çünkü onlar, kerem hazretidir. Allah Teâlâ’nın kendisi ‘salât* ederken tecelli eden kimdir? Kutsi hadiste ‘Namaz benimle kulum arasında ikiye taksim edilmiştir’ denilir. Başka bir ifadeyle benim ve kulumun konuşması için ikiye taksim edilmiştir. O neyi söylerse sen onu söylemişsin, senden bir şey isterse sen icabet edersin. Kul Hakkın kıblesiyken Hakk kulunun kıblesinde bulunur. Bu itibarla namaz gaib ve şahitte, yani görünende ve görünmeyende bir hükme sahiptir. Oruç O’na ait iken namaz kuluyla arasında taksim edilmiştir. Hac ise Hakkın bilinen zikirleridir. Hakk sadakayı alır, kendi­sinde bilfiil bulunması itibarıyla, onu meydana getirene merhameti ne­deniyle berekedendirir. Çünkü insanın kalbi malının olduğu yerdedir. Ona baktığında ‘malıdır’ demesin! Sadakaya bakan ise hakikatiyle rabbine bakmış demektir. Böyle bir bakış arif ve abid için bütün ibadederde ‘şehadet’ olarak gerçekleşir.

Bunlardan birisi de üç yüz altıncı bölümden ‘Geceleyin gelen nail olmayı arzular’ bahsidir: Kur’an ehli Allah Teâlâ’nın ehli ve O’nun seçkin kul­larıdır. Allah Teâlâ, kendisiyle münacat etsinler diye, onlara kelamını tahsis etmiş, bu nedenle O’nun söylediğini söylerler, Hakk vasıtasıyla konuşur­lar. Bu durumda kelam, zaman içinde var olmuş hadisin (yaratılmış) suretiyle zuhur eden kadimdir. Allah Teâlâ kendilerine tahsis etmiş olduğu ik­ram ve lütuflar ölçüşünce onlara bolca ihsanda bulunmak üzere gecenin son üçte birinde gelir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise yolcunun evine geceleyin gelmesini yasaklamış, bunu unutarak yapmışsa hatasını telafi etmesini söylemiştir. Buradaki garip hikmeti araştırdık, belirsizliğin ortadan kalkmasıyla bilinmez hikmet kendini göstermiş, çirkin fiillerden kay­naklanan hatalı vehimlerin hükümlerinden sarf-ı nazar edilmiştir. Eksik­liklerden uzaklaşmış erdemli nefislerden bu hususu anlayanlar, perdenin bulunması ve zikr-i cemili muhafaza etmek üzere kalması gerektiğini kabul eder. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadisinde ‘İçinizden birisi bu kirle imtihan edilirse onu örtsün’ demiştir.

Bunlardan birisi de üç yüz yedinci bölümden ‘Şahit ile meşhud, yani gören ile görülende varlık/vücûd’ bahsidir: Varlığı ancak .müşahe­de ehli bilir, bir cevher bir cevheri ispat eder. Bilgi ve edep ehline göre en şaşılacak iş kadimlik mertebesinde Hakkı ‘a'yan(-ı sabite)’ iken gör­mektir. Bu esnada onların halleri yokluktur ve Hakk kendilerini hakikat­lerine göre temyiz eder. Söz konusu ayrıştırma ve temyiz, bir tanım ay­rıştırması değil, mevcudu görmekle ortaya çıkan bir ayrıştırmadır. Allah Teâlâ onları (dıştaki) varlıklarına ibraz ettiğinde, cevherlerinde tanımlarıyla ve sınırlarıyla ayrışırlar. Dikkatini çektiğim hususu iyice inceleyip bakmalı ve öğrendiğini gizlemelisin! Allah Teâlâ dünya âleminde keşif ve rüyayı ya­ratmıştır. Keşif ve rüyada dışta gerçekleşmelerinden önce varlığı olma­yan şeyler görülür. Bu itibarla insan kıyameti (rüya ve keşifte) gerçek­leşmiş olarak görür, Hakkı da kulları arasında hüküm verirken görür; hâlbuki gerçekleşen bir kıyamet olmadığı gibi gördüğü hallerden her­hangi birisi de gerçekte görülmemiştir. Bu hadiseler daha sonra onun keşif ve rüyada gördüğü üzere gerçekleşirler. Bu meseleyi iyice incele,


ben seni yola yönlendirdim. (Bir işin hakikatini araştırmak anlamında­ki) tahkik metodu budur, sen de o metoda göre hareket et ki, Hakkın huzurunda bulunasın!

Bunlardan birisi de üç yüz sekizinci bölümden ‘Tabakalar vasıtasıy­la tabakadan dışarı çıkmak’ bahsidir: Yaratılmışların üzerinde bulundu­ğu haller Hakkın şe’nleri iken onların a’yanı hallerinin, dış varlıkları da şe’nlerin bir parçasıdır. Gördüğüne nasıl inanmazsın ki? Üstelik biliyor­sun ki, Allah Teâlâ görür ve yokluk halinde olduğu kadar kadim sübut halin­de de seni görür. Bu esnada sen kendin için ve O da kendisi için vardır, yoksa sen O’nunla beraber değilsin. Güneş ile dolunay nasılsa, sen de O’nunla öyle berabersin. Allah Teâlâ ‘Her şey yok olucudur2,6 ayetiyle buna dikkat çekmiştir. Söylediğim hususta düşün ki kimin helak olacağmı anlayasın. Dolunaydan helak olan kısım onun ışığı mıdır? Böyle olunca cevheri ve kevni geride kalır. Ayetin devamında geçen ‘Onunyüzü...’27 ifadesinin kimle ilgili olduğunda tereddüt vardır. Dolunayın ışığı vardı, sonra karardı, eşya perdelendi. Allah Teâlâ el-Habir olarak ayın tutulduğunu bildirmiştir. İki tutulmada da bulunan aynı aydır ve iki varlıkta görünen odur. Bu itibarla kul zuhur eden iken Hakk mazhardır.

Bunlardan birisi de üç yüz dokuzuncu bölümden ‘Mertebe ve rüt­beleri kitaplarla bilmek’ bahsidir: Her mülkün bir perdesi, her evin bir kapısı, her ecelin bir kitabı vardır; bu itibarla eceli olmayan kimse yok­tur. Allah Teâlâ’dan sana gerçeği öğretmesini dileriz, acele etme! Allah Teâlâ ‘niçin karşılık vermedi?’ demediğin sürece sana icabet edecektir. O sana icabet ettiği gibi sen de amel eylemelisin; seni davet edince, icabet et, sana içirdiğinde iç! Allah Teâlâ seni sana şifa vermek üzere davet eder, baki kılmak üzere fani kılar. Gerçekleşmeyecek olan korkutucu iş, Hakkı görme es­nasında yaratılmışın baki kalmasıdır. Çocuk dedesinin izlerinde yürür (dede ile torun arasındaki benzerlik gibi) Allah Teâlâ da bizim görmemiz ve duymamız (güçlerimiz) olduğunu bildirdi. Biz de böyle olduğunu an­cak O’na yaklaştıktan sonra öğrenebiliriz. Bize farz kıldığı işlerle Allah Teâlâ tarafından seviliriz. O’nu kendisinden başkası görmemiştir ve bu ne­denle O’nu gören göz fani olmaz. Kitaplar vasıtasıyla mertebeleri ve rütbeleri öğrenirsin. Bir kitap vardır hapistedir, bir kitap vardır kutsiyet mertebesindedir. Divanın hükmünün de bir zamanı vardır. Allah Teâlâ’nın zik­retmeyen bir kavmi vardır.

Bunlardan birisi de üç yüz onuncu bölümden ‘İnşa bilgisi ve karşı­lıklardaki (cezalar) eşidik’ bahsidir: Bir derviş pek de insaf göstermeden benimle konuşmuştu. Rical’den biri marifet hakkında kendisiyle ko­nuşmuş, o da şöyle demiş: ‘Bana gelirsek, beiı biliyorum da onu bana öğretecek kimdir, onu bilmek lazım’ demiş. Bu söz o devirdeki efendi­ler arasından anlayış sahibi bilginlerin çoğuna çetin gelmiş, o kişi ben­den cevap istemiş, bu bölümler açılmıştır. Ben bunun için bir ka­pı/bölüm açmadım ve onun için perdeyi de kaldırmadım. Onun bilme­diği şuydu: Her inanç sahibinin kalbinde var ettiği ve kendisine inandı­ğı bir ilahı vardır. Onlar kıyamet günü (Hakkı tanımak üzere) alamet sahibi olan kimseler ve yonttuklarına inananlardır. Allah Teâlâ onlara inan­dıklarından başka bir surette tecelli ettiğinde hayrete düşerler ve O’nu tanımazlar. Onlar sadece kendi inandıklarını tanırlarken inandıkları kendilerini tanımaz; çünkü onu var eden bizzat kendileridir. İşin esası ve özeti şudur: Yaratılmış olan yaratanı bilemez, ev yapıcısını, onu dü­zenleyen ve tesviye edeni bilmez. Bunu anlamalısın.

Bunlardan birisi de üç yüz on birinci bölümden ‘Peygamberlerin vasıtasıyla gelen yollar’ bahsidir: Şeriatça belirlenmiş yol'ar, kendilerin­deki hükmün genel ve toplu olduğu yollardır. Onlara hürmet eden ve gereklerini yerine getirene kendilerinde bulunanı verirler, manalarını ik­ram ederler. Manaların verildiği kişi yaratılmışlar içinde tanınmazken devrinin allamesidir; onu Bir ve Rahman Allah Teâlâ bilir. Peygamberler yol­ları açıp engebeleri düzleştirir, yoldaki güçlüklere boyun eğdirir, engel­leri kaldırır, sıkıntı verecek halleri giderirler. Ardından Allah Teâlâ’nın dininin kolay olduğunu bildirmişlerdir. Hal böyleyken dini güçleştirmeyin! Allah Teâlâ herkesi yapabileceğiyle sorumlu tutmuş, herkese yapabileceğini em­retmiştir. Çünkü kulun maslahat ve faydalarını, derdinin devasını bilen O’dur. Kim Allah Teâlâ’nın şeriatına göre amel ederse zararlardan kurtulur, fayda bulur. Bu itibarla Allah Teâlâ, nasıl gidileceğini ve hangi yolun takip edileceğini bilen herkes için bütün şeriadarla hareket eder. Her söz için şeriatın bir ifadesi vardır; bu ifade ya onaylar veya onu ortadan kaldırır. Vahiy esnasında kitapta hiçbir şey ihmal edilmemiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de Allah Teâlâ’nın kendisiyle gönderdiği vahyi gizlememiştir.

Bunlardan birisi de üç yüz on ikinci bölümden ‘Hakkın sıfatını yü­celtmek üzere yaratıklardan acele edenler’ bahsidir: Hakkın sıfadarı ya­ratıklarında yayılmışken onları sadece peygamberler ile temiz varisler bilir. Onları tanıyınca cem’e ulaştım, onları bilmekle bize fayda ulaştı, ben de faydalandım. Bu itibarla hemcins olduğum bir şahıstan onun kendinden görmeyeceklerini görürüm. Ben O’nunla aynı cins değilim.

İnsan kendisinde gizlenmiş ‘göz aydınlığı’ olacak nimeti bilmez. O ni­met gördüklerinin en açığı ve en belli olanıdır, fakat mahiyetini bilme­diği için kendisini tanımaz. Bu nedenle kendisini gördüğünde inkâr eder, onu ona ait olmayan bir yere taşır. Allah Teâlâ’nın yaratıklarında gizli tu­zakları vardır. Onları ancak Hakk ile yürüyenler bilebilir. el-Habir’in bil­gisinin bir yönü de küçüğü büyük vasıtasıyla terbiye ve tedipte kendini gösterir. Binaenaleyh Allah Teâlâ peygamberine edep öğreterek ümmeti ter­biye etmiştir. Ümmet edebe uyarak dilek ve arzularının yerine gelmesi­ni talep eder. Demek ki Allah Teâlâ peygamberine hitap ederken maksat onun gönderildiği ümmettir. Bu hususu incelemelisin!

Bunlardan birisi de üç yüz on üçüncü bölümden ‘Eşit karşılıkla mutlu olan uzak kalmaz’ bahsidir: Din günü dünya ve ahiret günü de­mektir. Sufilere göre onun belirli bir güne tahsisi söz konusu değildir ve bu konuda onların delili Allah Teâlâ’dan gelir. Allah Teâlâ şu delile onların dikkaderini çeker: Cahil davrandıklarında, insanların ellerinin yaptıkları nedeniyle denizde ve karada bozgun ve fesat ortaya çıkar ve Allah Teâlâ yap­tıklarının bir kısmını onlara bu cezayla ödetir. Allah Teâlâ o cezanın kendiliğinden değilbir karşılık olduğunu bildirmiştir. Yaratıklar ‘yara­tık’ olmaları itibarıyla sınanmış ve imtihan edilmiş değildir. Bu mesele ancak Allah Teâlâ’nın öğretmesiyle öğrenilebilecek idraki güç bir konudur, iki büyük fırka bu hususta görüş ayrılığına düşmüş, birisinin caiz ve müm­kün gördüğünü öteki imkânsız kabul etmiş, ardışık olarak gelmiş pey­gamberler ise bu hususta görüş ayrılığı içinde olmamıştır. Söz konusu fırkalardan hiçbiri peygamberin getirdiğini hakkıyla öğrenmemişken bu hususta doğru yolu da takip etmemişlerdir. Her grup kendi inancını ve maksadını savunmuştur. Üstün tabaka ise öyle değildir: Onlar işleri dünyada bilenlerdir. Hiçbir işi mertebesinin dışına çıkartmaz, her şeyi yerli yerine koyarlar. Onlar dünyada insana acı veren bir iş ve durum gördülderinde, onun -Allah Teâlâ’nın sebepsiz yere verdiği bir ceza değilbir karşılık olduğunu bilirler.

Bunlardan birisi de üç yüz on dördüncü bölümden ‘Mele-i a’la’nın dünyada tartışması ve çekişmesi’ bahsidir: Gerçek maksûd bir iken yö­nelimler ve niyetler farklı farklıdır. Doktor kendisine acı verecek ilaçla hastaya fayda vermek ister, acı veren bir ilacı onun menfaatine hazırlar ve kendisine uygular. Başka bir vesileyle doktor, işlediği bir suçun ceza­sı olmaksızın acı çekince bunun sebebini Allah Teâlâ’ya sorar. Allah Teâlâ ‘ellerinle yaptığının cezası’ deyince, doktor ‘ben hastaya acı ilaçları kullanmasını tavsiye ederken ona fayda vermek istedim’ der. Allah Teâlâ ‘Biz de acı veren cezayla bu husustaki sevap ve ödülle sana fayda verdik’ der. Bütün işler Allah Teâlâ nezdinde bir hikmete bağlıdır. Sen de tedavi ederken hastaya ezi­yet vermedin mi? Maksat aynı maksat! Binaenaleyh bunu reddetmeye imkân yoktur. Şeriat Mele-i a’la’nın hasımlaştığını ve çekiştiğini bildir­miştir. Buradan o âlemin de tabiat âleminden olduğunu anladık. O âlemi tabiattan uzaklaştırmak ve yukarı çıkartmak istersen, isimlerin farklılığından söz edersin. Bu da olabilecek en açık imadır.

Bunlardan birisi de üç yüz on beşinci bölümden ‘Peygamberlerin ardışık olarak gelmesi ve misillerin yaratılması’ bahsidir: Belirlenmiş eceller, peygamberlerin yükümlülük ve müjdeleri getirmek üzere, ardı­şık ve peş peşe gelmelerini gerektirdi. Ecel bitmeseydi, zahirde bir pey­gamber yeterli olabilirdi. Binaenaleyh devirler değiştiği için, peygam­berlerin getirdiği yollarda farklılıklar gerçekleşmiş, âlemde mezhepler ve farklı görüşler ortaya çıkmıştır; bir kısmı melekî ruhtan, bir kısmı ise fe­leğin dönüşünden meydana gelir. Zaman böyle hüküm verirken yasayı koyan kişi de söz konusu hükümle ortaya çıkar. Bu itibarla maslahatları üstün akıl sahibi hedefler. Allah Teâlâ söz konusu maslahatları geçerli sayar, onları (gözetmek üzere ortaya konulan nevamis-i hikemiyyeye) riayet edenlere ikramda bulunur, o hükümleri geçerli kıldığı şeriata ilhak eder. Böylece akıllıların ortaya koyduğu hükümlerle (Allah Teâlâ katmdan gelen) şeriat hükümlerini yerine getirenler için, sevapta eşitlenir. Bu durum, yönelim ve gidişlerinde nevamis-i hikemiyye ile şeriatların denk oldu­ğunu gösterir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kim iyi bir âdet çıkartırsa, onun ve onu yapanların ecri kendisine aittir.’ Peygamberler âdet koyma ve sünnet koyma özelliğine sahip olduğuna göre ancak emin kişi âdet/sünnet koyabilirken şeriat başka bir şeriatı nesheder. Bunu anlama­lısın!

Bunlardan birisi de üç yüz on altıncı bölümden ‘İnsanın -diğer can­lıların değilihmalkârlığı’ bahsidir: İhmalkâr, kendi menzilini bilmeyip mertebesinden başka bir yerde tasarrufta bulunduğu için ihmalkâr dav­ranmıştır. Rabbi kendisine yaratılışını verdiği gibi insan da nefsine hak­kını vermiş olsaydı, iki âlemin imamı haline gelirdi. Bu nedenle Hz. İb­rahim ‘Zür riy etimden.. .,2S deyince Allah Teâlâ ona: ‘Zalimler ahdime ulaşa­maz29 diye karşılık verdi. Manalar karanlık yollara benzeyip belirsizle­şince, onlarda yürüyen kişi, hangi yöne yöneleceğini bulamaz. Bununla beraber yürür ve vazgeçmez. Yürürken düşen kişi aşırıya gittiğini öğre­nir. İmam, arif ve bilgili efendi ise ‘imam, imam’ der, elinde kandil, ba­şında tacı vardır. Allah Teâlâ onun halife olduğuna hükmetmiş, her türlü afet­ten güvende olduğunu söylemiştir. Afiyeti veren Allah Teâlâ olduğu gibi şifa­yı veren de O’dur.

Bunlardan birisi de üç yüz on yedinci bölümden ‘Cebrail’in getir­diği vahye Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in muttali olması’ bahsidir: Gayblere ulaş­mak ve onları öğrenmek hal ve kalp ehlinin özelliklerinden iken lüb ve makam sahipleri ise ulaşılmayan bir duruma sahiptir. Öyle biri (maka­mına) ulaşılmayacak ve dengi olmayan biridir. O sübut ve temkin sahi­biyken -ki bu nedenle halden Hakk girmezdeğişmeyen suretler de ona aittir. Makam sahibi Rabbinin öğrettiği edeple edeplenmiş, kalbine ge­len türlü düşüncelere göre seyreder durur. İdrak mahalli kendisini taşı­maktan aciz kalıp nefis de ehlinden olduğunu öğrenmek isterse -ki bu çetin bir durumdurhal suretinde gözükür. Bazen varlıkla ilgili bir sır nedeniyle ilahi emirle böyle gözükür. Allah Teâlâ o sırrı söz konusu kulun varlığına icra etmek istemiş, bazı Allah Teâlâ adamlarının onu müşahede et­mesini irade etmiş olabilir. Meleğin en büyük hediyesi onun getirdiği vahye muttali olmak ve Ona ulaşmaktır. Sufılere göre iş böyledir. Bizim kabımız ise bu kaptan başkadır. En kâmil keşif ise karanlık cismin ar­dından görünendir. Çünkü melek bedene girmediği sürece onun sureti getirdiği vahyin (ve ilhamın) kendisidir. Bedene girdiğinde ise durum gören kişi için belirsizleşir.

Bunlardan birisi de üç yüz on sekizinci bölümden ‘Işık halesinde bulunmanın korkuya düşürdüğü kimse’ bahsidir: Aydınlık iki cisim -iki gözü olan içinhalede sınırlanırken aynı zamanda Hakk o ikisinden ve onların ışınlarından var olur. Demek ki o ikisini sınırlayan kendilerin­den başkası değildir. Bu durumda onlar ipek böceğine veya izzet ve ik­tidar sahibi birisine benzer. İktidar sahibi izzetinden kendi korusunda kalır ve gören ile âmâ onu idrak etmede birdir; ortaya çıkmaz ki görül­sün! Görünseydi bile, en yüce makam kendisine ulaşmayı imkânsızlaştırırdı. ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin nurudur.’30 Böylece ışınlar yükseği ve aşağı­yı doldurmuş, boşluğun bittiği yerde Hakk meydana gelmiş, onun içeri­sinde ise doluluk gerçekleşmiştir. Bu durum kuşatıcı Hakk yönünden gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ, basit veya bileşik olmak üzere bulunduğumuz her yerde bizimle beraberdir. Biz O’nun dışına çıkmadık, göklerde ve yerdeki her şey O’nun yaratıklarıdır. İşlerin ne kadar hikmedi olduğuna bakınız! Allah Teâlâ gönülleri aciz bırakmıştır. ‘Bütün iş Allah Teâlâ’ya döner531 ayeti­ni okumalısın!

Bunlardan birisi de üç yüz on dokuzuncu bölümden ‘En doğruyu araştırırken en çetinle imtihan olmak’ bahsidir: En doğru söz, indirilmiş kitaplarda ve peygamberlerin getirdiği temiz sayfalarda bulunan sözdür. Hiçbir tenzihin bile ulaşamayacağı kadar münezzeh olsalar dahi, hiçbir teşbihin kendisine benzemediği bir teşbihe inmişlerdir. Bu sayede ayet­ler peygamber diliyle inmiş, peygamber de onları kavminin lisanıyla tebliğ etmiş, meleğin getirdiği vahyin suretini ise zikretmemiştir. Acaba o -bu ikisinin benzeri olmayanüçüncü bir şey midir, yoksa ortak mı­dır? Her halükarda bu konudaki mesele belirsizdir, çünkü İbareler bizimken, kelam ise bize değil Allah Teâlâ’ya aittir. O halde indirilmiş olan ne­dir? Manalar nazil olmaz, ibareler ise, bu durumda o ilahi söz değildir. Söz ise, o da yaratılmışın lafzı değildir; hâlbuki hiç kuşkusuz lafızdır. Hal böyleyken gayb nerede, şahadet nerededir? İlahi söz delil ise, nasıl olur da en güçlü delil olur? Bundan başka söylenmiş bir söz yoktur. Bu düşünceler şekilci âlimlerce bilinir. Sen ise meselenin hakikatini araştır, fakat onu dile getirme!

Bunlardan birisi de üç yüz yirminci bölümden ‘İlhamda ilham vası­tasıyla korunmuşluk’ bahsidir: İlham koruyucu vasıtasıyla muhafaza edilen, gece bekçisi tarafından gözetilendir. Sürekli vah eden hilim sa­hibi, O’ndan başka koruyucu tanımaz. Fakat edep aradaki bağ ve nispederden sadece takva nispetini izhar etmeyi iktiza eder. Onda en güçlü koruma ve sakınmanın kokusu bulunur; söylenmese bile, bu durum açıktır. Bazen bildirdiği bir şeyi belirsiz bırakmış ve onu hayale bırak­mamıştır. Korunmuşluk bekçilik makamı olunca, muhafıza yönelme­miştir. Fakat Mabud gayret harcamayı talep etmiştir. O dilediğini yapar ve bu da O’nun dilediği işlerdendir. Allah Teâlâ bildiğini diler, orada buluna­nın (ayn-ı sabite) kendisine verdiğini bilir.

Bunlardan birisi de üç yüz yirmi birinci bölümden ‘Yaratılmışlar Hakkın davetini nasıl reddeder’ bahsidir: Davetin sureti kendisine dön­dürülmüş ve reddedilmiştir. Başka bir ifadeyle kendi kabı ona iade edilmiştir. Bu durum sesin yankılanmasına benzer. Sesin yankısı duyu­lunca bağıran kişi onun başka bir ses olduğunu zanneder. Hâlbuki o ses kendi sesinden başka bir şey değildir; ses duyulunca yankı da ortaya çıkmış, sesin sahibi de onun başka bir ses olduğunu zannetmiştir, hâl­buki kendisidir. Yankı her yerde aynı yankı olmadığı gibi, böyle bir id­rak de her insan için gerçekleşmez, yarışta öne geçenlerden olsa bile, kendisinden ayrı ve özel bir istidattan meydana gelir: Allah Teâlâ’nın kendisi bir olsa bile, inançlar O’nu farklılaştırmış, ayrıştırmış, birleştirmiş, ta­savvur etmiş ve inşa etmiştir. Bununla birükte kendiliğinde O değiş­mez, halden Hakk girmez. Bakılan yerlerde görme organı olan göz, O’nu böyle görür, sonra mekân kendisini sınırlar, bir gözden başka bir göze değişmek özelliğiyle tanımlar. O’nun hakkında ancak uyanık kişi hayre­te düşerken bu uyarının farkına ise tenzih ve teşbihi birleştiren varabi­lir; sadece tenzih eden veya sadece teşbih eden hataya düşer. Tenzih ile teşbihi birleştirmek, akıl ile duyu arasındaki hayale benzer. Bu itibarla hayalin yeri nefistir, çünkü o, birleştirici bir berzahtır. Başka bir ifadey­le nefis, günah ile takvayı kendinde birleştirir.

Bunlardan birisi de üç yüz yirmi ikinci bölümden ‘Bütün mezhep­lere yönelen ve onları benimseyenin durumu’ bahsidir: Her mezhebi benimseyen hangi yolda olduğuna değer vermez. Gittiği yolun dışına çıkan elbisesinden soyunmuş, verdiği sözü bozan kişi ise değerli nefsini çirkin nefislerin hükmü altına sokmuş, onların etkisine açmış demektir. Aslan himmeti yüksek olduğu için kendi ormanını bırakmaz. Vahşi hayvanlar güruhu kendisine gelip giderken aslan kendi korunmuş me­kânına bağlanmış ve âşık olmuştur. Onlar kavga eden ve kendilerini ko­rumaya çalışan hayvanlardır. Bakınız! Hükümdarın meclisinde münaza­ra yapan ilâ kişi sözü ele geçirmek üzere çekişirlerken cemaatin önderi kendi yerinde sakin ve sessiz bir şekilde oturur. Münazara edenler onun sözünü daha iyi anlamak için birbirleriyle yarışırlar ve tartışırlar. Önder bir söz söylese, o söz, tartışmayı bitiren nihai söz haline gelir, çünkü önder asıl olan kişidir. Orada bulunanlardan herhangi birisi kendisiyle tartışsa ve ona itiraz etse, saygısızlık yapmış olur, böyle biri edepli dav­ranmaya davet edilir.

Bunlardan birisi de üç yüz yirmi üçüncü bölümden ‘Rivayette teva­türün gerçekleşmesi ve ravilerin çoğalması’ bahsidir: Din ve inanç sa­hipleri aynı fikirde uzlaşır, Allah Teâlâ ise gölgeler içerisinde hüküm vermek üzere gelir. Kastedilen ferin asla irca edilmesidir. Burada illeder ortaya çıkarken aynı zamanda kınanan ve övülen tartışmalar ortaya çıkar. Yö­neticiler ve kudret sahipleri seçilmiş olarak bulunurken görevliler onla­rın etrafındadır.

Sanki bir kuş var başlarında da!

Zulüm korkusu değil, saygı korkusudur o

Onlar -gaybet ehli değilheybet ehlidir. Onlar -çadırdakiler değilvecd ve vücud ehlidir. Kitaplar havada uçuşur, mertebeler ayrışır; bir kısmı inancının gücü nedeniyle sağ elinden alır kitabını, bir kısmı, ih­mali nedeniyle sol elinden alır, bir kısmı ise gerçeği bilmediği için ar­dından alır. Onlara peygamber geldiğinde vahyi arkalarına atmış ve onu ucuza satmış, bu alım ve satım ahirette kötülük olarak ortaya çıkmıştır. Onlar canlarını ne kötü şey karşılığında satmışlardır, keşke bilselerdi! Onlar değersiz karşılığında değerliyi satan aldanmış tüccarlardır.

Bunlardan birisi de üç yüz yirmi dördüncü bölümden ‘Yazılanın ve nasıl tertip edildiğinin bilinmesi’ bahsidir: Yazı bilene ve tertip hikmet ehline aittir; bilgisini hakka’l-yakîn öğrenmezden hikmeti tertip ede­mezsin. Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkındaki bilgisini öğrenince, hikmetini O’nun rızasına uygun bir şekilde tertip edebilirsin. Birinci bakışla bakan kimse ‘yap’ veya ‘yapma’ gibi emir ve yasaklar karşısında hayrete düşer; bununla birlikte emir ve yasaklar hikmetin ortaya çıkardığı işler kapsa­mındadır. Bu durumda bilmiş fakat hüküm veren ezeli kaderde bir etki­sini görmemiştir. Bilinmeyen belirsiz sır bu demektir. Onun bildiğini ve bilgisini gizlediğini varsayabiliriz. Öyleyse zorunluluk ile özgürlük nasıl uzlaştırılacaktır? Sınırlılık nerede ve kudret nerede, tedbir nerede ve kaderlerin işlemesi nerededir? Su ile ateş mühim bir iş nedeniyle bir­birine kavuşur. Başında ateş bulunan bir âlem! Allah Teâlâ’ya yakın kimseler bunu bilirken ebrar onu bilemez. Veya şöyle anlatabiliriz: Tozlar kal­kınca insan altındakinin at mı yoksa eşek mi olduğunu öğrenirdi.

Bunlardan birisi de üç yüz yirmi beşinci bölümden ‘Mülkte mül­kün mülkü’ bahsidir: Kavmin hizmetkârı onların efendisi olduğuna gö­re kavim hükümdar ve sahiptir. İsimler olmasaydı, efendi, köle ve memlûk haline gelmezdi. Hüküm isimlere ait olunca, kendi isminin hükmüyle adlandırılan zulüm ortadan kalkmıştır. Bunun farkına varma­lısın, her isim, kendisiyle dua edildiğinde, icabet eder. İsmin mertebesi­nin ne kadar sırra sahip olduğuna ve zahirdeki tesirine bakınız! Allah Teâlâ kendisine dua edene icabet eder ve ancak isimleriyle O’na dua edilir. Bu, Allah Teâlâ’nın veli ve nebilerinin ilmidir. Efendi kendi sözüyle kula hiz­met ederken kul haliyle efendiye hizmet eder. Hal dili söz dilinden daha açık ve bellidir, çünkü sözlerin içerdiği hükümler hal karinesinden öğ­renilir. Çünkü bilhassa naslarda olmak üzere ıstılahın her bölümde ve bahiste bir anahtarı olmaz. Bu bilgi sayesinde genel özelden ayrışır. Allah Teâlâ’nın kürsüler üzerinde gelinler gibi duran adamları vardır ki onlar bilmedikleri yönden yer ve içerler.          .

Bunlardan birisi de üç yüz yirmi altıncı bölümden ‘Yaratıkların Hakka karşı direnmesi ve karşı koyması’ bahsidir: Mukavemet övülen bir işle gerçekleşirse yaratılmışlar övülürken bazen kınanan bir işle ger­çekleşir ve bu durumda kınanırlar. Bir grup (Hz. Eyyûb gibi) ‘bize za­rar temas etti’ deseler bile sabırla Allah Teâlâ’ya mukavemet ederken bir kısmı kadere rıza ve teslimiyetle O’na mukavemet ederler. Saadete ermiş kul Allah Teâlâ’nın karşısında O’nun irade ettiği şekilde durandır: Çekişmesini is­terse çekişir, kendisinden sıkıntıyı uzaklaştırmasını isterse uzaklaştırır. Binaenaleyh kul ondan istenildiği üzere davranır, yoksa kendisinden or­taya çıktığı şekilde hareket etmez. Kulları Allah Teâlâ’ya karşı cüredi Hakk geti­ren şey, onların halleri ve peygamberlerin vahiylerde getirdiği bilgiler­dir. Hakkın (kulun tövbesiyle) sevinmesi olmasaydı, tövbekar hayrete düşmezdi. Rabbani neşe olmasaydı, (mescide devamlı olan kişi) gelen ve giden diye nitelenmez, Fail münfaildir, fakat münfail sebebiyle münfaildir.

Bunlardan birisi de üç yüz yirmi yedinci bölümden ‘Efendi ve kö­lede özgürlük sınırlılıktır’ bahsidir: Ruh bedende olduğu sürece kabrin­de gömülü bir ölüdür. Bir kısmı gelin gibi uyurken bir kısmı hapisteki gibi uyur. Her biri sınırlı ve bağlıyken birisi hüsrana uğramışken öteki desteklenmiştir. Ölümle birlikte haşre getirilip kabirdekiler diriltildiğinde, kendisinden ayrışmış olduğu aslına döner ve kavuşur. Bu neden­le üstünlüğü belli olup açık mucizelerle peygamberliği sabit olan kişi şöyle demiştir: ‘Ölen kişinin kıyameti kopmuştur.’ Kastedilen küçük kı­yamettir. Daha sonra büyük kıyametten söz edeceğiz. Büyük kıyamet nefisler ile bedenlerin çiftleştirilmesiyle gerçekleşir, çünkü ölümle birlik­te ‘imkân’ hükmü onlardan gitmemiştir. Başka bir ifadeyle ölümle bir­likte beden ile ruh arasında gerçekleşen boşanma ‘ric'i talak’ mesabesindeyken hüküm şer’î bir hükümdür. Sözü edilen kıyamet, büyük kıya­mettir. Büyük kıyamet adeta tekrar kabre dönmek gibidir, fakat hükmü kabirdekiyle bir değildir. Böyle bir vehimde bulunan kişi ‘bu, ziyarilı bir dönüştür332 der. Büyük kıyamet ile küçük kıyamet arasındaki benzetme, benzersizlikte yapılmıştır, fakat şeklen birdir.

Bunlardan birisi de üç yüz yirmi sekizinci bölümden ‘Herkes hak­kında malın ve çocuğun fime olması’ bahsidir: Malda kendine çekme ve meylettirme özelliği bulunmasaydı, adamlar ayrışmaz, çocuk ciğerpare olmasaydı onun şehrin sakinlerinden olduğu anlaşılmazdı. Herkes ço­cuğuna şefkat göstersin diye Allah Teâlâ onu ciğerde yarattı. Çocuğa şefkat gösteren hiç kuşkusuz Hakkın teşvik ettiği işe uymuş demektir; Hakka uymayan ise şefkat göstermemiş demektir. Bununla birlikte illetin sabit olması her durumda otoritesinin ortaya çıkmasını gerektirmez. Bu iti­barla Allah Teâlâ bizi kendisine ibadet edelim diye yaratmışken bir kısmımızı Allah Teâlâ nasipsiz kılmış ve O’nun efendi olduğunu dile getirememiştir. Bir kısmımız tek başına O’nu efendi kabul ederek ibadeti O’na tahsis ede­memiştir. Bununla beraber illet sabittir, fakat herkes bu illeti gerçekleş­tirememiştir. İmtihanlar fitnelere ilave durumlar değil, bizzat fitnelerin kendisi ve varlığıdır. Malın fazlasını istemek dermanı olmayan bir has­talıktır. Temenni edileni zengin-tasadduk edene ilhak etmekle kalan kimse, gerçeği olduğu hal üzere bilir, bu sebeple çoğu istemez.

Bunlardan birisi de üç yüz yirmi dokuzuncu bölümden ‘Münafık muvafıktır’ bahsidir: Münafık hakikatlerin verisi nedeniyle muvafık ol­muştur. Bu itibarla münafık iki yüz sahibidir, çünkü işi çift görmüş, Allah Teâlâ ise her şeyi çift yaratmıştır. Alem ilahi surettedir. Böyleyken nereye gidiyorsunuz? Hakikati iki yol arasında duran iki göz sahibi görebilir. Zevk ve nazar sahibi ‘O’nun benzeri bir şey yoktur, O duyan ve görendir33 ayetinin bilgisiyle nitelenirse, hiç kuşkusuz, ayetteki göz aydınlığı gizli sırları ortaya çıkartır ve hakka’l-yakîn bir şekilde öğrenir, tenzih ve teş­bihi birleştirir. Böyle birinin makamı en nezih yakınlık anlamındaki kurbiyettir. O halde çarşı nifaktır ve nifak ehlinden başka kimse isabet etmemiştir.

Bir gün Yemenli birini görsen Yemenlisin

Başka bir beldeden birini görsen oralısın

‘Bulunduğunuz her yerde Allah Teâlâ sizinle beraberdir.’34 Bununla beraber inançlar farklı farklıdır; farklılık birin çokluğudur. Allah Teâlâ’yı farklı inanç­larda ancak bu genişliğe sahip kişi tanıyabilir.

Bunlardan birisi de üç yüz otuzuncu bölümden ‘Akşam ve sabahle­yin davete icabet’ bahsidir: Allah Teâlâ cemaat mescitlerinde kullarının ibâdet etmesini irade edince, duyanlar ve kulak sahipleri için ezan okunmasını emretti; kulağı olmayan daveti duysa bile işitemez. İnayete mazhar olan ile olmayan burada ayrışır ve farklılaşır. Davete icabet eden idrak eden bir kulağa sahiptir. Davette mutlak birlik anlamındaki ahadiyetin tesiri olmadığı kadar ağacında da bir meyvesi yoktur. ‘Allalıu ekber’ derece­lendirme bildirirken ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur5 ayrıştırıcıdır. Bu iti­barla peygamberlik vuslat ve kavuşmadan ayrışma anlamı taşır. Ezan­daki ‘haydi5 ifadeleri mukabele demektir. Nida ise uzaklığa işaret eder. Ezan doğruluk ve rüşt halinin genel olmadığının delilidir. Vakidere ria­yet edenler vakti bilenlerdir. Ezan varlıkların kendisini meşgul ettiği kimseye emredilmiştir. Herkes meşguldür, çünkü herkes asıl itibariyle edilgen ve münfaildir.

Bunlardan birisi de üç yüz otuz birinci bölümden Ticaret kazanca ve zarara açıktır5 bahsidir: Sefer ticarederi arman ve seçilenlere aittir. Onlardan dolayı seferlerde namaz farz kılınmıştır. Mukim tacirler ikram ve ihsan sahibiyken aynı zamanda kendilerinden öğrendikleri ve aldıkla­rı bilgilerde yolcuların öğrencileridir. Kimin ticareti kazançlıysa, doğru­ya ulaşmış demek iken kimin ticareti zararlı olursa haddi aşmış demek­tir. Kimin yolculuğu Allah Teâlâ5a doğru olur ve 05na ulaşırsa, onun Allah Teâlâ katından elde edeceği kazançları kimse bilemez ve ihata edemez. Müca­hit tacirdir. Bazen Allah Teâlâ günahkâr biri vasıtasıyla dinine yardım edebi­lir. Öyle biri fazilet itibarıyla (savaştaki) araç gereç mesabesindedir. Yoksa araçların kendileri için hazırlandığı mücahitler gibi değildir. Ka­zançları nimet bilme! Onlar hazırlık yapanlar için anahtar mesabesinde­dir. O anahtar vasıtasıyla kapı açılır ki, facir kişinin kazançtaki payı odur. Mukim tacir arzusu kalmayan kişidir, dükkânına gider, mekânı kabul eder ve imkândan olabilecek hususları dile getirir. Bir mekân ta­lep etmekle mertebe ortaya çıkar.

Bunlardan birisi de üç yüz otuz ikinci bölümden ‘İmtihan esnasın­da kişi zayıf kalır veya güçlenir5 bahsidir:

Korkak bir yerde tek başına kalınca

Tek başınayken silah ve kalkan ister

Akranlar bir araya gelince imtihan gerçekleşir. Cesur öne atılırken korkak geri kalır. Atılgan ihsan elde eder, geride kalan hüsrana uğrar. Bunun istisnası bir savaşçı gruba katılmak veya savaşmak için yön de­ğiştirmek üzere geri çekilenlerdir. Böyle biri adamların kahramanların­dan olduğu kadar aynı zamanda şeriatta belirlenmiş tuzak ve hile kuran­lardandır. O esnada kötü görünse bile, savaş hile demektir. Akıbet ise savaşanın cihattaki maksadı ve iradesine göre ortaya çıkar. İmân iddiası ölçüşünce imtihan gerçekleşir. Mümin sadece ahiret yurdunda emniye­teyken burada sürekli ‘seçilme’ halindedir; ya yerleşme yurdunu veya azap yurdunu seçer. Bedbahtların yeri yerleşme yurdu değildir.

Bunlardan birisi de üç yüz otuz üçüncü bölümden ‘Isar, yani baş­kasını tercih etmek sırları bilenlerin özelliği değildir’ bahsidir: Sana ait olan bir şeyi uzaklaştıramazsın. Sana ait olmayanı ise engelleme gücüne sahip değilsin. Hal böyleyken isar nerede kalmıştır? Her şey bir ema­net! Senden alınmazdan önce veya kendisine hainlik etmeden emaneti sahibine ulaştırmalı, onu gönül rızasıyla ehline ulaştırıp rabbinin rızası­nı kazanmalısın. Onlar ölü bile olsalar diri sayılan kimselerdir:

Allah Teâlâ’nın öyle bir kavmi var ki Hakkın varlığı onların ta kendisi Yaşasa da ölseler de hayattadır onlar

İzzet sahibidirler, bilmezler kim olduklarım Hangi haldedirler, onu da bilmezler

Ancak ölüm vaktinde bilinir halleri Onlar bizim seleflerimiz, efendilerimiz

Öldüklerinde izlerini takip ederiz onların Sufileri uyku veya uyanıklık tutmaz

Ölseler bile koruma zor gelmez onlara

Onları görürsün, karanlık örtüsü çekilmiş üzerlerine

Gözler göremez artık onları; sanki ayaktadırlar ölürken

Güneş güzelliklerini izhar etseydi onların

Yemin ederdim ki, onlar ölmemiş kimselerdir

Sen de tasdik edersin, Allah Teâlâ haber vermiştir bize:

Onların benzerleri -yemin olsun kiölmemiştir Diridir onlar: ne ölüm bilirler, ne bir savaşta ölürler

Onları mihraplarında sarhoş görsen Ölseler bile hayattadırlar dersin

Allah Teâlâ onlara ikram etmiş ve şereflendirmiş Öldüklerinde hayat vermiş onlara Onları keşifle görürsün, ba’s edilmiş iken Hâlbuki ölmemişlerdi ve kabre konmamışlardı

Bunlardan birisi de üç yüz otuz dördüncü bölümden ‘Hakk velayete mazhar olan ariflere her alamette tecelli eder’ bahsidir: Allah Teâlâ’nın bir su­rette zuhuru o suretin ulviliğine delil iken sureti bilen için suretin genel olduğu hakkında inkâr edilemez bir delildir. Allah Teâlâ adamları amellerin­deki hallerine göre farklılaşırlar; kimin ayağında ‘topallık’ bulunursa, hiç kuşkusuz, saadet mertebesinden azledilir. Hayırlara koşan ise gayret eden ve çalışandır. Böyle bir insan idrak eden bir kulağın sahibidir. Öl­çülü giden ise cehdettiği ve çalıştığı ölçüde azığına ekleme yapmış kişi­dir. Ayette geçen ‘zalim’ ise hükme konu olandır, hüküm veren değil­dir. Kitap hepsini içerse bile, onların arasında üstün, daha üstün olanlar vardır. Her biri varistir, çünkü herkes ahiretinin bekçisidir. Okların sa­hipleri derece derecedir; bir kısmı az amel edenler, bir kısmı ameli ço­ğaltanlardır. Farzlar hakkmda sorumluluğun kalkacağını söyleyenin söylediği hakkında bir bilgisi yoktur. Çünkü sözünün gereğine göre amel eden amelin ortadan kalkacağını söylemez.

Bunlardan birisi de üç yüz otuz beşinci bölümden ‘Halife atamak bir muhalefettir’ bahsidir: Vekâletten söz etmek, kaderin ve yazgının hakkında hüküm verdiği işlerden biridir. Bu itibarla kitap olmasaydı vekiller olmayacaktı. Gittiği yol hakkmda delil ortaya koymuşken kötü yolu tutana şaşılmaz; şaşılacak olan, kendisini halife atayanı vekil edin­mektir (‘Allah Teâlâ’yı vekil edinin’ ayetine telmih!). Rabbani emir olmasaydı, kevndeki edep böyle bir şeyi reddederdi. İnsanlar edep mahallerini ne kadar da az biliyor! Onları saygısızlığa götüren de edebi bilmemektir. Zahirde ve batında hüküm mertebelere aittir. Bazen edebi terk edep olabilirken sebebi terk etmek de sebeplilik haline gelebilir. Sebepler Allah Teâlâ tarafından ortaya konulduğuna göre kimse onları ortadan kaldıra­maz; onları kaldırmayı savunana rabbinin gazabı ulaşır. Öyle biri se­beplerin kalktığı iddiası nedeniyle sınanır, sınanmakla yüce dereceler el­de edebilir. Bu itibarla insan sınanmayı ortadan kaldıramaz. Bunun ne­deni kişinin dince belirlenmiş amellerle ve peygambere uymakla mükel­lef olmasıdır. Demek ki insan sebebi kaldırırken, sebebi savunmuş de­mektir.

Bunlardan birisi de üç yüz otuz altıncı bölümden ‘Kalpler sır bilgi­lerinin ve nurlarının düştüğü yerlerdir’ bahsidir: Vakıalar velilere ve va­hiy peygamberlere aittir. Bununla beraber peygamber ve peygamber olmayanlar için misaller (temsilî suretler) gerçekleşebilir. Melekler sü­rekli cem’ ve tafsil ehli olanların kalplerine inerken sadece bir nebi veya resule şeriat getirirler. Bu itibarla peygamberlik (risalet) ve nebilik devri geçmiş, geride ilham kalmıştır. Tasavvur edilmiş bir hüküm getiren il­ham, şeriata dair verilen ve sabit olmuş bir haberle ilgili olabilir. Veli o bilgiye itimat eder, onunla amel edebilir, (hadis ilminin ölçülerine gö­re) zahirde rivayet zinciri zayıf olsa bile söz konusu haber doğrudur.

Ancak zahirde sahih olan bir hadisin zayıflığını gösteren bir ilham da gelebilir. Böyle bir ilhamın geldiği kimsenin onunla ameli kuşkuya yol açarken söz konusu kişi aynı menzile sahip olmayan tepkisini kazanır. Binaenaleyh (Hakka) ulaştıktan sonra bedbaht olanlardan olma!

Bunlardan birisi de üç yüz otuz yedinci bölümden ‘İnsan Rahman’ın suretinde yaratılmıştır’ bahsidir: Allah Teâlâ merhamet eden kullarına merhamet eder. ‘Yerdekilere merhamet edin, göktekiler de size merha­met etsin.’ Rahim, Rahman’dan bir daldır; o dal insanın üzerinde yara­tıldığı suret demektir. Onu ‘kavuşturan’ vuslata ermiştir. Zaten onu ka­vuşturmak vuslata ermenin ta kendisidir. Kim onu keserse, ayırmış ve koparmıştır. Bu da (ilahi suretten) ayrılmanın ta kendisidir. Rahman o sureti ayıran, insan ise kavuşturandır, çünkü dal parça demektir. Bura­daki imtihana dikkat ediniz! Susamış ve vah, vah diyen biri nezdinde Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanmak nerededir? Dalı kesen ‘ahlaklanmış’ iken birleştiren Hakkın şeriattaki emirlerini yerine getirmiş demektir. Ahlak­lı olabilmek için dalı kesmelisin. Buna mukabil tahakkuk sahibi olabil­men için onu Hakka bağlamalısın. Allah Teâlâ böyle yapmış, vahiy de bize bunu bildirmiştir. Sıfadarla böyle ahlaklanmazsan akdi ve bağı yerine getirmemiş sayılırsın. Rahim Rahman’dan bir dal olduğu kadar senden de bir daldır. Senden kestiğini alması için sen de kendisinden kesilmiş olanı almalısın! Helal sihir budur, yoksa kadınların söyledikleri gibi de­ğildir. Onlar karanlıklar içinde doğmamışlar, kilider içinde şahit olma­mışlardır.

Bunlardan birisi de üç yüz otuz sekizinci bölümden ‘Ay ortasındaki üç gün dolunayları çift yapar’ bahsidir: Hilal köken itibarıyla tek iken görünürken çift olarak görülür. (Ay anlamındaki) Kamer ise nas ile be­lirtildiğine göre suret sahibidir ve artış ve eksilmeyle ölçüsü değişir. Çünkü miracı üzerinde geri dönmemiş olsa bile, kendi minhacı ve yolu üzerindedir. Bu itibarla her dönüş, dürülme değil, dönmedir. Ayın orta günleri ise gözün algıladığından başka bir tarzda dolunayı çift yapar. Bu durumda Hakk onu silinme özelliğiyle nitelemiştir. İki yüze sahip olan kendi zatıyla kendini ikiye döndürür. Öyle biri bizatihi berzah sa­yılır ve kabrindeki bir ölüye benzer. Kabirdeki ölü gören ve duyan için ölüyken münker ve nekir melekleri için canlıdır. Bu itibarla ölü, konuşan-susan, diri-ölüdür. Aydınlattığını karartmış, ortaya çıkarttığını giz­lemiştir. Yaratıkları karşısında Hakkın sureti, dolunay vaktinde güneşin ufkundan doğuşuna benzer.

Bunlardan birisi de üç yüz otuz dokuzuncu bölümden Temenni­nin gerçekleşmesi için görmenin tekrarlanması’ bahsidir: Tanımlar ben­zerlere nüfuz ettiğinde, aynı şeylerin tekrarlandığı söylendi. Bu konu, belirsizliğin bulunduğu bir meseledir. Gözle idrak edilen bir şey/durum ikinci vakitte aynı şey midir, değil midir? Yoksa idrak edilmiş o sabit şey, kaybolmuş, ortadan kalkmış ve sonra geri dönmüş ve böylece tek­rarlanmış mıdır? Bir şeyin idrakteki durumu güneşin geri dönüşündeki gibiyse, ortada karışıklık bulunmaz. Çünkü kendisini bilip bu hususta cahil olmayan için güneşin sabit bir yeri ve bir durumda istikrarı söz konusu değildir. Bununla beraber meseleye iman ile bakan ye haberle bilen için, güneşin bir karar yeri vardır. Bu nedenle de güneş battığı yerden ansızın doğar. Bununla beraber hareketi kaybolmaz, fakat ken­disiyle bereketleri (ışınları) arasına perde girer. Artık güneşin (batıdan) doğumuyla birlikte, iman fayda vermediği gibi amel de fayda vermez. Bu durumda amel sahipleri tembellere katılır. Rabbini defalarca görür­sün de tekrar olduğunu düşünmezsin. Binaenaleyh yolların ortadan kalkmasıyla birlikte benzerler silinir gider.

Bunlardan birisi de üç yüz kırkıncı bölümden ‘Yeryüzü konulmuş bir beşik, gök ise yükseltilmiş çatıdır’ bahsidir: Işıklar olmasaydı gölge­lenmek talep edilmez, kesif varlıklardan gölgeler ortaya çıkmazdı. De­mek ki bu, gerçek bir nikâh, görülen gelin, akdedilmiş yazgıdır. Ey iman edenler! Akillerinizi yerine getirin. Arş içinde ferşin bulunması gerekir. O konulmuş beşik iken sen yükseltilmiş çatısın. Aranızda dikili bir sütun vardır ve ‘yedi güçlü’ o sütuna dayanır. Fakat gözlerden per­delidir ve gayblere katılmıştır. Onu bilfiil var edenin sözünü duymadın mı? ‘Göğü gördüğünüz bir direk olmaksızın var etmiştir.’ Allah Teâlâ direği olumsuzlamamış, sadece herkesin göremeyeceğini belirtmiştir. Binaena­leyh göğü ayakta tutan biri olmalıdır. O da el-Malik’tir. Kendisi varlık­tan ayrılmakla göğün ortadan kalkmasına yol açan kimse göğün örtülü direğidir. O da kuşatıcı varlık olan insan-ı kâmil’den başkası değildir. İnsan-ı kâmil ‘Allah Teâlâ’ dediğinde, bu sözü bütün ağızların vekili olarak söyler. Binaenaleyh insan-ı kâmil nazargâh-ı ilahi ve (her şeyin varlığı­nın) kendisine dayandığı varlıktır.

Bunlardan birisi de üç yüz kırk birinci bölümden ‘Rüzgâr rüknü kanadıların gezindiği bir yerdir5 bahsidir: Rüzgâr Allah Teâlâ katmda mute­ber bir şeydir. Göz rüzgârın bulutu hareket ettirdiğini görürken gerçek­te buludan sürükleyen Allah Teâlâ’dır.

Rahman sürükler bulutları

Göz rüzgâr hareket ettirdi zannederken

Naib kimdir? O eşlik eden ve arkadaştır. Sen istediğin kişiyi naib kabul edebilirsin; dilersen görünmeyeni (gaib), dilersen rüzgârla var olanı! (Rüzgârla) yardım ve yıkım ortaya çıkmış, eserler farklılaşmıştır. Bütün bu farklı işleri yapan varlık tek bir varlıktır ve bazen fayda verir, bazen bozar; kandili söndürür, ateşi tutuşturur. Hâlbuki esintiler tek bir varlıktan ortaya çıkarken onların eserleri farklılaşır. ‘Burada basiret sahipleri için ibret vardır.’35 Rüzgârın fiillerindeki bu farklılık, ulaştığı mahallin istidadındaki farklılıktan kaynaklanır. Bunu bilen kişi, dinlerin ve mezheplerin farklılığını öğrenir. Bu itibarla her din bir mezheptir. ‘Şunlara ve şunlara Rabbinin ihsanından yardım ederiz.’ Burada Allah Teâlâ kendisini arzuların mesabesine indirdi. Rüzgâr tutuş tu rucu özelliğiyle ateşe yardım ederken kandile de söndürmek üzere ulaşır. Buradaki fark­lılıkla eşyanın hakikatlerini anlamış oluruz. Eşyanın hakikatlerini tahkik eden, saadete ermiş insanların hayatı üzere yaşar. Sen de emin kimse­lerden ol, ilahi sırlardan her birisini -ima yoluyla ifade ederekehline bı­rak! Allah Teâlâ onları izhara kadirdir. Fakat onların ışıklarıyla kendilerini perdelemiştir.

Bunlardan birisi de üç yüz kırk ikinci bölümden ‘İhata eden ye edi­lende bileşiği ve basiti bilmek’ bahsidir: ‘Allah Teâlâ her şeyi bilgisiyle ihata et­miştir.’36 Bunu ancak Allah Teâlâ’nın anlayış gücü ihsan ettiği kimse anlayabilir. Ancak bir mana olduğunda her şeyi ihata etmekten söz edilir, bu sözü bizden aktarınız! İhata mesabeden uzak olduğu ölçüde, hiç kuşkusuz, bu tamlıktan uzaklaşır. Böyle bir ihata ancak içerdiği şeylerle sınırlı bir ihatadır ve o ihata belirsizdir. Basit bileşiği ihata edemez, çünkü basit bileşik olmaz.

Basite göre basit, basittir

İhata ederken görülse bile ihata edilmiştir

Basit ihata edilmiştir -çünkü kalp kendisini sığdırmıştır-, aynı za­manda ihata edendir -çünkü (Arş’a) istiva etmiştir-. Bu itibarla Hakk iki durumdadır. Fakat hakikat öyle bir durumu anlatmak üzere misal ver­meyi engeller. Hiçbir şey hakikatinin dışına çıkmaz veya kimse onu yo­lundan uzaklaştıramaz. Zeki ve akıllı insanların şahit olduğu üzere, var­lıkta sadece terkip ve bileşiklik vardır. Bir zatı, ancak zatı gereği öğre­nirsin. Onun zatını ise dış varlığı itibarıyla bilebilirsin. Hakk zatı gereği ilahtır ve ‘başkası’ sabit olabilsin diye üzerinde ilah olacağı biri bulun­malıdır. Başka, hakikate (ayn) ilave bir hükmün varlığını ister. Bu du­rumda ikinin aklî varlığı nedeniyle âlemde terkip kaçınılmazdır. Başka bir ifadeyle, gözü olana gizli kalmadığı gibi, varlıkta iki şey bulunmalı­dır.

Bunlardan birisi de üç yüz kırk üçüncü bölümden ‘Aydınlatıcı lam­ba karşısında edepteki sınırlamanın bilinmesi’ bahsidir: Sureler yazdırı­lır, ayetler okunurken sus ve dinle ki, belki anlayış gücü ihsan edilir ve tövbe edebilirsin. Bilmelisin ki Hakka dönersen öğrenirsin! Sureler hakkında kendisine müdahale edersen, onları anlamaktan mahrum bı­rakılırsın. Sen evine çekil, ölümün için hazırlan, ölüm hakkında düşün, sesini kıs! Kerem sahibi insanlar konuşurken yüksek sesle konuşmayı sevmezler, çünkü açıklık zuhur ve görünmek demektir. Onlar ise tekli­ğin ve gizliliğin ehlidir. Bununla beraber onlar nurdur. Yoksa onların gizlenmeleri zuhurlarının şiddetinden mi kaynaklanmıştır?

Haber verin bana, haber verin: tahkik ediniz , Benim yoluma yönelin hepiniz Size söylediğim üzere olunca Biliniz ki yoldan çıkmazsınız Önceliği elde edersiniz o zaman Önde gitmeyen için önde giden böyledir

Allah Teâlâ gözden perdenin kaldırılacağını söylemiştir. Bu perde nedir ki, kendisi kalktığında böyle bir ihsan gelir? Yakın olan -şahitte ve gaip­te* eşlik eden ve arkadaş olandır. Kendisiyle beraber olanın kadrini bi­len onun emrettiklerini ifa eder. Marifet ehline göre yakın kişi bir nite­liktedir. Sen de ona eşlik ederken söz konusu niteliği dikkate al ve ona ihanetten kaçın! Bazı görüşlere göre arkadaşa ihanet edilir. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem teslim olarak gelenin Müslümanlığını ve onun arkadaşlığını kabul etmiş, onun ihanetini kabul etmemiştir. ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın pey­gamberinde güzel örnek vardır.’37 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sözü dinleyen ve en güzeline uyan için en güzel örnektir.

Bunlardan birisi de üç yüz kırk dördüncü bölümden ‘İhsanlar ile başlayan’ bahsidir: Allah Teâlâ’nın ihsanının dışındaki bütün ihsanlar reddedi­lebilir, O’nun ihsanının ise çevrileceği kimse yoktur. Allah Teâlâ yaratılmışla­ra benzemez. O menfaaderi kabul etmezken kendisi fayda veren anla­mında en-Nafı’dir. Gaybler türlü türlü açılır, bu itibarla hepsi de her bir zaman ve nefes diliminde artış içindedir. Fakat âlemdekilerin bir kısmı yeniden yaratılış hakkında kuşkuya kapılmıştır. Biadeşme tartışmanın ve çekişmenin varlığını gösterir, çünkü biadeşmenin ilkesi, sözü dinle­mek, itaat etmek, cemaate uymaktır. Cemaatten ayrılan ateşe düşer. Haberler de bunu beyan eder, imamın değerini bilen kişi, ateşe düş­mez. Zulüm ederse onu halife atayana havale edersin. O kendisine eman verirse, sen de kabul edersin; korkutursa, korkumr. Hükümdarın değerini bilen kişi ona karşı asi olmaz. Bu konuda Allah Teâlâ’ya karşı asi gelen kişiye bu günah yeter. Hükümdarın davranışlarında muhayyer ve ser­best olduğunu zannetme, mecbur olduğunu bilerek kendisine bakmalı­sın. Ona dayanmalı, kendini bırakmalısın. Hükümdar öyle bir gölgedir ki ona sığınana zillet bulaşmaz.

Bunlardan birisi de üç yüz kırk beşinci bölümden ‘Nehir ve deniz­lerdeki sırların ilmi’ bahsidir: Yaygıda duranlar için (ehl-i bisat) istinbat bilgisi, korkuları müşahede edenler için hallerin bilgisi mesabesindedir. Buna mukabil ehil olanlar için kolaylık bilgisi, miraç sahipleri için neti­celer ilmi ile bu ilimleri toplayanlar için isim ve resim ilmi mesabesin­dedir. Bunların sahipleri yediyle sınırlanmıştır ki yedi herkese göre be­deller (ebdal) demektir. Bir kısmı bir bilgiye, bir kısmı herhangi bir ila­ve olmaksızın toplayıcılığa tahsis edilmiş, bir kısmı -iki gözü olan içiniki şeyi birleştirmiş, bir kısmı üçünü de elde etmiştir. Böyle biri miras sahibi ve bütün malı elde eden, dolayısıyla kemal sahibidir. Allah Teâlâ onu akıl sahipleri için kitaba varis kılmıştır. Onlar -el-Veli’nin varisleri değilpeygamberin varisleridir. Çünkü sadece ölerek dünyadan ayrılan birine varis olunabilir. Allah Teâlâ ise hiçbir yerden ayrılmaz. Bu hakikati derinden anlaman gerekir.

Bunlardan birisi de üç yüz kırk altıncı bölümden ‘İki dostun bir te­pede müsameresi’ bahsidir: Sakınanlar böyle bir sohbetten yoksundur. O sohbeti yapanlar gayblerin bilgisine ulaşır. Bununla beraber kabile ve topluluklara (şubeler) bu gaybler keşf olunur, çünkü kabilelerin o hu­susta geniş ve büyük bir bilgileri vardır. Toplulukların rüzgârı esintiler­de kabilelerin rüzgârlarından başkadır. Kendi göklerinde yükselmiş ol­salar bile, yabancılar Arapların vardığı yere varamaz. Bu hususta delili­miz Arap adarıdır. Yabancılık belirsizlik ve müphemlik anlamı taşırken ‘Arap olmak’ sözü açıklayabilmek demektir. İtiraz eden kişi belirsizlik­ten değil, açıklama gücünden mahrumdur. İcaz özelliği Kur’an’a mah­sustur, indirilmiş bütün kitaplar Rahman’ın kelamıyken açıklama, şeref, ihsan, büyük itibar açıklama esnasında o dilde ortaya çıkar.

Bunlardan birisi de üç yüz kırk yedinci bölümden ‘Şeriata bağlan­madaki yüksek mertebe’ bahsidir: Ruhun sana indirdiği veya meleğin getirdiği veya ilham ettiği bilgiye uymalısın; bir veli isen ancak pey­gamberin varisi olarak yelisin ve senin terkibine bu verasetten nasip ve pay ulaşmıştır. Payının ve sana düşen kısmın ne olduğuna iyi bak? İşte o senin bilgindir. Yeni bir hüküm ortaya koymamalı ve sadece ‘Rab­bim! Bilgimi arttır’ demelisin.

Sonra bilmelisin ki, ey muteber dost! Hz. Musa veya Hz. İsa veya onların arasında gelmiş Allah Teâlâ adamlarından birisinden gelen bilgiye va­ris iken gerçekte Muhammedi bir bilgiye varis olmuş olur, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliği genel olduğu için bilgide sözü edilen pey­gamber ile müsavi olursun. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yüce ve övülmüş makamı elde edendir, bütün övgü sonuçları o makama döner. O bu isimlerle adlandırılmış cevamiu’l-kelim’in sahibidir. Hz. Adem’e mahsus olan isimler iken buna mukabil Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e hem isim, hem isimlendi­rilen, hem onları birleştiren özellik tahsis edilmiştir. Hiç kuşkusuz Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem en yüce makamın ve en korunmuş izzet perdesinin sahibi­dir.

Bunlardan birisi de üç yüz kırk sekizinci bölümden ‘Işıkta ve ba­kırda gerçekleşen yansımanın ve aksin bilinmesi’ bahsidir: Sabit yıldız­lar karanlık evler olduğu kadar harekedi yıldızlar da öyledir. Onların aydınlık yıldız haline gelmesi ödünç aldıkları ışıklar maharetiyle gerçek­leşir. Aklın varsa bu işaret yeterlidir. Kötülere atılmak üzere, ateş unsu­runda kuyruklu yıldızların taş olmasını düşünmelisin! Onlar sürekli yıl­dızdır ve insanlar ile cinlere ve bütün yaratılmışlara peygamber olarak gelen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem gelinceye kadar taş değillerdi. Bu nedenle ayette ‘Ey insan ve cinler sizin için fariğ kalacağız38 denilir. Onlar doğruluğu is­teyerek kazanç peşinde olsalardı, onları (taşlamak üzere) bekleyen bir şihab bulunmazdı. Binaenaleyh niyederi nedeniyle fayda gerçekleşmeye­ceği için kötü ile (vahyi) dinlemek arasına perde çekilmiş, daha önce bilgiliyken cahil haline gelmişlerdir. Yıldızlar söndüğünde, insanların kaçırdıkları bilgiler öğrenilir. Gök parçalandığında -ki parçalanması ge­rekiryıldızlar kendilerine attıkları alevlerle dökülür ve saçılırlar.

Bunlardan birisi de üç yüz kırk dokuzuncu bölümden ‘Gümüş ve altın verenin menzili’ bahsidir: İki gözü olana altın ile gümüş arasındaki fark gizli değildir. Hal böyleyken hayvan-insan nerede, Rahman’ın su­retinde yaratılmış insan nerede? Rahman’ın suretinde yaratılmış olan kâmil nüsha ve erdemli şehirdir (Medine-i fazıla). Altının gölgesi yok­tur. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’39 Gümüş ise içerdiği kalıntı nedeniyle gölgeden bir paya sahiptir, fakat gölgesi temayül etmez. Saf ışık altına karışık olan gümüşe aittir. Bu itibarla altın nur üstünde nur iken gümüş tandırın tutuşmasıdır. O da sabahın aydınlığı ve sabahı yaranın tebes­sümünden başka bir şey değildir. Hakka gelince, Hakk onu güneş vasıta­sıyla yarattı. Güneşe gelirsek, Hakk kutsiyeti üzere izzetindedir. Hakk kutsiyeti nedeniyle el-Fâlik’tir. Buna mukabil gökleri ve yeri için elFâtik’tir. Dürülme onlara kendilerinden dolayı ilişirken parçalanma ve açılma sıfadarından kendilerine ilişir. Parçalanmaya elverişli olmasalardı el-Fâtik dürülmüş bir haldeyken onlar hakkında ‘parçalanma’ hükmünü vermezdi. Hakikat dilinde parçalayan anlamındaki el-Fâtik el-Fâlik’tir.

Bunlardan birisi de üç yüz ellinci bölümden ‘Ayıran ve tafsil eden vasıl olmamıştır’ bahsidir: Tafsildeki hikmet ve gaye delilin yönünü iz­hardır. Bütün dinlerin özünde delil talebi yatar. Şöyle ki: İnsanlar yok­ken, sonra var olmuşlar, nefislerinde bir muhtaçlık görmüş, bu nedenle boyun eğmiş ve teslim olmuş, ardından kime teslim olacaklarını ve muhtaç kaldıklarını araştırarak şöyle düşünmüşlerdir: Bizim istinat ede­ceğimiz kimse, çoklukla nitelenmiş olsa bile, birdir. Nispeder ise O’nun zatına tesir etmez. Varlığımızın dayandığı kimse bir ve çoktur; çünkü el-Hayy, el-Âlim ve el-Kadir’dir. Bununla ‘O’nun benzeri bir şey yoktur. 0 duyan ve görendir (es-Semi ve el-Basîr)’40 Allah Teâlâ kendisi hakkında çok­luk hükmü vermişken akıl (nispederdeki) çokluğu O’nun hakkında na­kısa addeder. Böyle bir durumda Allah Teâlâ’nın sözüne dönmek uygundur ve herhangi bir kötülük düşüncesi veya korkusu seni O’nun sözüne uy­maktan uzaklaştırmamalıdır. Bu hüküm O’nun nezihliğine ve kutsiyeti­ne tesir etmiş olsaydı, Allah Teâlâ onu kendisine nispet etmezdi. Bu itibarla bize göre teşbih olan bir şey Allah Teâlâ’nın katında tenzihtir. Başka bir ifadey­le inmek, sevilmek, istiva etmek, gökte bulunmak, Arş’ta ve Amâ’da bu­lunmak vb. ifadeler O’nun katında tenzih ifadeleridir.

Bunlardan birisi de üç yüz elli birinci bölümden ‘Müşavere karşılık­lı konuşmak demektir’ halisidir: İstişare müstakil olarak sağlam düşün­ce sahibi olamamayı gösterse bile, istişarenin kendisi düşüncedeki sağ­lamlıktan ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle istişare düşünenin zayıflığına dikkat çekse bile ancak düşünce ve nazar sahibinden ortaya çıkar. İnsa­nın yapmak istediği bir işi fikir ve görüş sahiplerine arz etmesi onun ak­lındaki tamlığa delildir. İstişare sayesinde insan temayüllerdeki çatışma­ları ve düşünceleri öğrenir, maksat bir olsa bile, bir şeyin farklı yönleri­nin bulunduğunu anlar. Yaratıkların istişaresinden daha çok Allah Teâlâ’nın mutlak birliğine delil teşkil eden bir delil var mıdır? Akılların mertebe­lerine ancak istişare edenler ulaşabilir. Bilhassa gece sohbederinde yapı­lan istişare sahipleri o mertebelere ulaşabilir, çünkü o sohbeder, him­met ve zikri bir araya toplar, fikir çakmakları çakılır. Buradan Hakkın gecenin son üçte birlik kısmında yakın göğe inmesiyle gece ehli adına hâsıl olan haller ve işler öğrenilir. O iniş Allah Teâlâ’nın velilerine yönelik ilgisi demektir. Bu sayede kerem ve cömerdiğinin genelliğiyle nimederini ve ihsanlarını onlara verir.

Bunlardan birisi de üç yüz elli ikinci bölümden ‘Mümin yalancıyı teşhir etmez, mümini tasdik eder5 bahsidir: Yalan varlık demektir, çün­kü müşahededen meydana gelmiştir. Mahalli nefis olsa bile, duyunun idrak ettiği şeylerden biri değildir. Ö takdis makamında duyulur bir şeydir. Mudaklığı ve serbesdiği itibarıyla, duyu akıldan üstündür ve bu yönüyle genişliği Hakk eder. Duyu rüyaların imkânsızlaştırdığı vehimle­rin verilerini ihata eder; hâlbuki akıllar o münhasır ve tahayyül edilen şeylere varlığın (nasıl) nispet (edilemeyeceğini) anlayamayacak kadar sınırlıdır. Bir şeyin ‘sıdk’, yani doğru diye isimlendirilmesinin nedeni aydınlığındaki sağlamlığıdır. Çünkü o sahibinin tasavvurundaki vehmi ve hayali itibarıyla niyet ettiği hususta kendisini suçlar ve inkâr eder. Bununla beraber idrak ettiği şeyi inkâr edemeyeceği gibi varlık halinde onun hakkında yokluk hükmünü de veremez. Böyle birisinin tehlikesi ne kadar da büyüktür. Bu mesele pek çok kişinin yoldan çıkmasına, pek çoğunun doğru yola ulaşmasına sebep olmuştur; yoldan çıkanlar fasıklardır, çoğu da yoldan çıktığını fark etmemiştir.

Bunlardan birisi de üç yüz elli üçüncü bölümden ‘Cemrelerin çoğul olması’ bahsidir: Cemre bazen ölüler cemaatiyken zümre ancak sesleri olan bir cemaattir. Arzular (Mina kelimesinin aradaki anlam ilişkisiyle) Mina’daki cemrelerde gerçekleşir. Bunun nedeni oranın tahsil ve bere­ket makamını haiz olması, düşünce ve ahlak sahiplerine bunu vermesi­dir. Bu nedenle her taş atarken tereddütsüz bir şekilde gördüğü için tekbir getirir. Müşahede gözüyle kendisini idrak etmemiş olsa bile, an­cak vecd sahibi olan bereketi devşirmiştir. Gözle idrak etmemiş olsalar bile, burada Hakkı imanla idrak ederler. Böylece iman Hakkı idrak edenlerde gözle görmenin yerini almıştır. Cahil ve onun varisi ise göz­leriyle idrak eder ve böylece onlar ilahi isimler olur. Çünkü onlar isim­ler ve duyulmuş haberlerdir. Haberler yok olmuş, Mina cemreleri ortak olmuştur. Başka bir ifadeyle Mina cemreleriyle zamanın cemreleri üç veya yedi olmada müşterektir. Bunun nedeni her ikisinin üstün ma­kamda bir araya gelmiş olmasıdır. Din ve dünyada dünyanın cemresi ilahi nispet sahiplerine aittir. Orta cemre sahipleri ise ikindi namazını dikkatle yerine getirenlere aittir. Son cemre ise yegânedir ve mertebe bakımından daha öncedir.

Bunlardan birisi de üç yüz elli dördüncü bölümden ‘Cömert olan cömerdik sahibidir’ bahsidir: Zinhar ‘ben erdim’ deme! Varılacak bir son yok ki? ‘Ben ermedim’ de deme, böyle bir söz de körlük demektir. Allah Teâlâ’nın ardında bir hedef ve gaye yok, orada gören ve kör eşit! O’na nazarî yolla giden (kendince) bir nihayete erer, durur; keşif sahibi ise keşfeder, marifet kazanır. Cömert ancak cömerde şikâyette bulunabilir. Çünkü cömertlik varlıklar talep ettikleri için hâzineleri boşaltır. Hâdis, yani zaman içinde yaratılmış olan, dünyada sınırlıyken ilahi meşiyetin gereğiyle ezilmiştir (makhûr). Verdiği ölçüde ihsan eder, ‘git5 denilirse gider. Hazineler madenler var olduğu sürece boşalmaz; madenler O’nun amel edicileridir. Onlar ecir sahipleriyken aynı zamanda hazine ya himmettir veya maldır; orada emel söz konusu değildir. Bunlar, Allah Teâlâ adamlarının yani ayrılıkta vuslat sahibi ve vuslatta ayrılık sahibi olanların halleridir.

Bunlardan birisi de üç yüz elli beşinci bölümden ‘Safları düzenle­mek ülfet edilen bir iştir5 bahsidir: Safları düzenlemek namazı tamam­layan bir iş iken ülfet edilen bir işle yardım, namazın kemalinden kay­naklanır. Allah Teâlâ’ya ancak O’ndan umudu olan münacat ederken sadece O’na nida edene kendisi karşılık verir. Sen (duadan) bıkmadıkça Allah Teâlâ sana ihsan eder. Bu durumda sen ya tebliğ edici bir elçi veya onun mi­rasını elde etmek nedeniyle varis olan elçi veya beyanı gelmiş bağımsız bir elçisin. Böyle bir elçi bu zamanda gelemez, çünkü teşri’ kapısının anahtarı kaybolmuştur. Artık onun sabahı olmaz ve bir daha kapısı açılmaz. Kamil, cami ve şamil kişiye böyle bir hitap gelirse, gelen hitap daha önce sabit olmuş bir hususu açıklamak, şeriatın sustuğu bir konu­da bilgi vermekle sınırlıdır. Demek ki ilk safta bulunman gerekir. Ora­dan ezeli müşahede edersin. Geride kalmaktan sakın, yoksa geride bıra­kılırsın. Senin ardın vardır. Ardından göremezsin. İhata eden basiti görar. Bütünüyle yüz haline gelirsen, o zaman durum farklı! Bu durumda sen sensin. Artık istediğin yerde namaz kılabilirsin.

Bunlardan birisi de üç yüz elli altıncı bölümden ‘Cennederde Kur’an’dan aşırlar okumak’ bahsidir: Bu geldiği şekilde aldığımız ve duyduğumuz üzere ifade ettiğimiz bir bölümdür. Onu getiren getirile­ne şöyle demiştir: ‘Hakk bilmediğin bir dille hitap ederse durup şöyle de: ‘Rabbim bilgimi arttır.’41 Sonra şöyle demiştir: ‘Furkan yüce Kur’an’a göre amel etmenin neticesidir (takva sahiplerine verilen Furkan!). Kur’an’ın neticeleri niteliklerinin değişmesiyle değişir. Bu itibarla mut­lak Kur’an (anlayışla) sınırlı Kur’an’m vermediğini verir. Allah Teâlâ kendi Kur’an’ının azamet, mecd ve kerem özelliğiyle nitelemiştir. Sonra şöyle demiştir: ‘Sana elçilik verilince bekle; ta ki, kimden ve kime elçi oldu­ğunu öğrenesin. Çünkü (şeriat getiren) peygamberlik ve nebilik Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in risaletinin gelmesiyle birlikte kesilmiştir. Sen bir elçi olunca, kime gönderildiğini ve elçilikten olan payını öğrenmelisin.’

Bunlardan birisi de üç yüz elli yedinci bölümden ‘Ruhların ruhlar içerisinde elçiliği’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Ruhların elçiliği (risalet) süreklidir ve ilahi cömertlik esintilerinin anahtarları onların ellerindedir. O esintilere hücum edene anahtarlar verilirken insan o anahtarlarla yö­neldiği ölçüde kısmet elde eder.’ Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’ya yöneldiğinde mut­lak cömertliğe yönelir gibi yönelmelisin. O’na yönelirken cimri dav­ranma, bütün mümkünler O’nun elindedir. Onlar sonsuz iken sen sa­dece sonlu bir şeyi isteyebilirsin.’ Şöyle dedi: ‘el-Cevad’ın verme niteliği hakkında şaşırmamalısın! Şaşılacak olan Allah Teâlâ’nın tutmak özelliğiyle nite­lenmesidir. En şaşılacak iş Hakkın kendisine layık olmayan bir özellikle nitelenmesidir. Yaratılmışların dilleri bu özelliği O’na vermemiş, sadece kendisi bu ismi kendisine vermiştir. Allah Teâlâ dünyadan daha şaşılacak bir şey yaratmadı. Onun zahirinden batınına geçen insan gerçeği olduğu hal üzere görür.’ Şöyle demiştir: ‘Dünyadaki her iş şaşırtıcıdır. En şaşı­lacak olan ise Hakkın layık olmadığı bir işle tavsifidir. Bu ismi yaratık­ların dilleri O’na vermedi, bu ismi kendisine veren, Hakkın ta kendisi­dir. Bazı yaratılmışların dilleri ise (akılcılar) Allah Teâlâ’yı böyle niteliklerden tenzih etmiş, insanlar perdenin ortadan kalkacağı güne kadar birbirleriyle tartışıp durmuşlardır.’

Bunlardan birisi de üç yüz elli sekizinci bölümden ‘Aşırı sevgi derin idraktir5 bahsidir:

Ona vahyeden tahsis edince Kendisine gelen haberi ve bilgiyi

Kendi marifeti olmaksızın Diğer yaratılmışlardan hiçbiri de bilmez Onu kimse tanımaz; şartlarına uymak gerekir . Hadiste zikredilen hususlara tâbi olmak lazım      .

Tercih edilen edep budur işte

Rabbin peygamberinin ayet ve surelerde getirdiği edep

Ta Ha, Kıyamet sureleri gibi surelerde Akıllıysan sen de edepli ol, uzaklaşma!

Sana tavsiyemiz budur, onun yolunu takip et Sen dünya içinde sadece bir yolculuk içindesin

Şöyle demiştir: ‘Sen şükretmelisin. Şükredicilik Allah Teâlâ’nın bir niteli­ğidir. Nimetteki fazlalık şükür vesilesiyle O’ndan sana gelir. Ayede sa­bittir bu husus. Senden talep ettiği (şükürdeki) fazlalık hakkında uyarı vardır. O fazlalık senin Allah Teâlâ’ya şükrünle ilgilidir. Bu ölçüdeki bir açık­lamadan gafil kalma, kendinle olduğun kadar Allah Teâlâ’la beraber ol.’

Bunlardan birisi de üç yüz elli dokuzuncu bölümden ‘Araplar bü­tün hiziplerin efendileridir’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Hizipler kabile ve gruplardır. Sen de kabile ehli ol, onlar, en cömert hiziplerdir. Peygam­berin bir Arap’tır.’ Şöyle dedi: ‘Kendini geri çekme, senden geri duru­lur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘(Keseni) bağlama, yoksa sana da bağlanır.’ Burada cömertliği emretmiştir.’ Şöyle dedi: ‘Hadra-i de­men hakkında dikkatli olunuz.’ Kastedilen kötü yerde bitmiş güzel cariyelerdir. Allah Teâlâ ‘Onların bir kısmı diğerlerine güzel ve aldatıcı söz söy­lerler’ der. Kastedilen şeytanın süsleyip güzel gösterdiği amellerdir. On­ların Hakka bakan bir yönleri olsa bile, maden pistir. İblis, Hz. İsa’ya gelerek şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, de.’ Bu kelime, çirkin bir madenden çıkan kendisi doğru bir sözdür. Hz. İsa şöyle karalık vermiş: ‘Ey lanedi! Ben o sözü senin sözün ve emrin olduğu için değil, Allah Teâlâ emrettiği için söylerim.’ Böylece şeytanın kendisinden istediği ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ cümlesini söylememiştir. O da ‘kötü yerde bitmiş güzel cariyedir’.

Bunlardan birisi de üç yüz altmışıncı bölümden ‘Hadis ve ayederde tevil konusu ve zahir ilmi’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Hz. Adem tevil et­tiği için, İblis de zahire bağlandığı için günahkâr olmuştur. Her kıyas isabet edemediği gibi her zahirî bilgi de hataya düşürmez.’ Şöyle demiş­tir: ‘Kıyas edersen sınırları aşar, zahirle yetinir kalırsan büyük bilgiyi kaçırırsın. Mükellefiyetlerde zahiri esas al ve onun dışındaki hususlarda kıyas yap ki, büyük bir bilgiyi elde eder, üstün fayda sağlar, ümmetin işini kolaylaştırırsın; ümmetin işini kolaylaştırmak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmeti hakkındaki maksadını teşkil eder.’ Şöyle demiştir: ‘Zahir des­tekçidir. Sen de ilişkiden önce kefaret ödemelisin.’ Yine şöyle demiştir: ‘Kitaplarındaki zahiri esas alsalardı, kitabı arkalarına atmazlardı. Onlar tevile kalktıkları için cezalandırılmıştır. Bu itibarla tevilin afederinden sakınmalısın.’ Şöyle demiştir: ‘Hitap büyük, iş çetin! Yükümlü olan farklı dillerle muhataptır. Bununla beraber yeterli bir açıklama vardır. Eksiklik ve hastalık hastalıklı idrakten doğar.’

Bunlardan birisi de üç yüz altmış birinci bölümden ‘Bir kişiye cevamiu’l-kelim verilmişse ona hikmeder verilmiştir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ birine kitabında hitap etmişse, sen o hitabın sana yapıl­dığını kabul et! Haber verirse anla, işin batınını ve iç yüzünü idrak eyle! Allah Teâlâ seninle ancak duyduğun şekilde konuşur ve sana öyle hitap eder. Emir verir veya yasak koyarsa, emir ve yasaklarına uy. Burada dördün­cü bir kısım yoktur; sadece emir, ihbar/haber vermek ve yasaklama var­dır.’ Şöyle demiştir: ‘Sana hitap ederken O’nu bir anne gibi şefkatli görmelisin. Böylece sana verdiklerini ‘kabul ederek’ bizzat O’ndan alır­sın. O sana ancak fayda vermek üzere hitap etmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Gemlerin Rabbinin elinde bulunsun, zaten öyledir de! O’nun iki eli vardır ve ellerinin senin perçeminde bulunduğunu, bunun kaçınılmaz ve zorunlu bir durum olduğunu sana bildirmiştir. Sen de gemini bizzat iradenle O’na teslim et ki, iradenin meyvesini devşiresin! Zorunluluk ise seni O’nun iki elinin önüne getirir. Kuşkusuz sana yeterli ölçüde tavsiye ve öğütte bulundum.’

Bunlardan birisi de üç yüz altmış ikinci bölümden ‘Kitap ehli için­den en saîd kişi hesap sahibi olandır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın (kullarıyla arasındaki) nesep ve bağ takva bağıdır. Kim takva sahibi olursa nesebi sahih olduğu gibi öyle biri Allah Teâlâ’nın gerçek kuludur. Top­rak kaynaklı (kan) nesebinden uzak durmalısın. Böyle bir nesep bağı geçerli ve doğru değildir.’ Ali b. Ebu Talib el-Kayravani şöyle der:

Fazilet ve erdem sadece bilgi sahiplerinin

Onlar hidayet ehli, hidayet isteyene rehber olurlar

Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ katındaki değerin O’nun senin katındaki de­ğerinle ölçülür. Rabbin karşısında kendi nefsini en iyi sen bilirsin.’ Şöy­le demiştir: ‘Kelamı olması itibarıyla Allah Teâlâ’nın kelamında derecelenme yoktur. Bütün kitaplar tek kaynaktandır. Kur’an-ı Kerim toplayıcıdır ve bu nedenle müstağnidir. Sen de onun hakkında kesin inanca sahipsin. Hâlbuki değiştikleri ve başkalaştıkları için diğer kitaplar hakkında böyle bir inanca sahip değilsin.’

Bunlardan birisi de üç yüz altmış üçüncü bölümden ‘Evlerin bilgi­sinde silme ve ispat’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın evlerini muhafaza et, onların en değerlisi ise müminin kalbidir. Müminin kalbi O’nun evidir.’ Şöyle dedi: ‘Evinin temelini sağlam tut, sütunlarını güçlendir. Evin te­meli tevhid, sütunları ise dört tanedir; namaz, zekât, oruç ve hac! Du­varları sütunların arasında bulunan kısımdır ve onlar nafile hayırlardır. Evin çatısız olsun; yoksa çatı gök ile aranda perde haline gelerek gör­mekten mahrum bırakır. Kendi nefsini de evdeki çatı yapma! Yağmur yağdığında sana ondan hiçbir şey ulaşmaz. Yağmur Allah Teâlâ’nın kendisiyle kullarına merhamet ettiği rahmeti anlamına gelir.’ Şöyle dedi: ‘Evlerin en zayıfına yerleşmelisin, çünkü öyle bir ev çabuk harap olur. Evin yı­kılmasıyla birlikte evin korumasında değil, Allah Teâlâ’nın korumasında kalır­sın. Evi olmayan birisi içinde bineği bulunan ev sahibine göre bineği hakkında daha güvendedir.’ Şöyle demiştir: ‘İşler birbiriyle çeliştiğinde -ki hiç kuşkusuz çelişiktirlerHakka en yakın olanını dikkate al, ona bağlan. Hakka en yakın iş en hızla kaybolup yok olandır. Onun kay­bolmasıyla birlikte geride maksadını teşkil eden Hakk kalır.’

Bunlardan birisi de üç yüz altmış dördüncü bölümden ‘Peygam­berlerin haber verişi velilerin gece sohbetidir’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Bir (şeyden) söz etmen kaçınılmaz olduğuna göre, sen sadece rabbinin ni­metini söyle (tahdis-i nimet)! Nimederin en büyüğü peygamberlere ve elçilere verilendir. Öyleyse sen de onların nimetleri hakkında konuş.’ Şöyle dedi: ‘Veli Allah Teâlâ’dır. O’ndan başkasıyla oturup kalkma, sadece O’nunla sohbet et, çünkü O kullarını duyar, sen de sadece Allah Teâlâ’yı dinle! O’ndan başkasını dinlersen, kendisine saygısızlık etmiş olursun. Mesela insan beraber oturduğu biriyle konuşurken başkasına yönelirse, otur­duğu kişiyi mahcup eder, mahcup ettiğinde de onun sıkıntısından gü­vende kalamaz. Bu itibarla en basit sıkıntı, muhtaç olduğu bir durumda ve yerde onu bulamamasıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Peygamberlerle oturup kalkmak onlara uymak, Hakk ile oturup kalkmak ise O’nun söylediğine kulak vermek anlamına gelir. Allah Teâlâ, hakkında susmanın caiz olmadığı el-Mütekeilim’dir, yani sürekli kelam sahibidir. Sen de dinleyici ol, ko­nuşan değil!’

Bunlardan birisi de üç yüz altmış beşinci bölümden ‘Zarardan çe­kinen beşer değildir5 bahsidir: Şöyle dedi: ‘Beşer temas etmek, değmek anlamından türetilmiştir. Bu itibarla (bir şeye) temas etmeyen kimse olmadığı gibi herkes beşerdir ve herkes zarardan çekinir. Bir rivayete göre, Cebrail ile Mikail ağlamışlar. Allah Teâlâ ‘Niçin ağlıyorsunuz?’ diye vahyetmiş, onlar da şöyle demişlerdir: ‘Biz senin tuzağından emin deği­liz.’ Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Her zaman böyle olun, tuzağımdan emin olmayın.’ Şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey illetli (malûl, ne­denli), illetli olan her şey hastadır. Bu itibarla doktora gitmek bir zo­runluluktur.5 Şöyle dedi: ‘Her ümmet okusun diye kendi kitabına çağrı­lır. Sen de kitabını illiyyîn mertebesinde kabul et. Onu siccîn5e yerleşti­rirsen tevhid ile sonlandır.5 Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ dünya hayatında bir per­desi ve siperi olsun diye siper edindi (ittika). Allah Teâlâ dünyada seni kendi­ne siper edinirse, sen de ahirette 05nu siper edinebilirsin.5 Şöyle demiş­tir: ‘Ey dost! Allah Teâlâ insandan daha kâmil birini yaratmamıştır. Aşağıda olanla yetinme, yüce işleri ara ve talep et! Allah Teâlâ5ı bilmekten daha üstün bir iş yoktur. Sen de o bilgiyi araştırmak ve O’ndan almaktan başka bir işle meşgul olma. (Hakka dair inşa ettiğin delillerden) alameti terk ede­rek, yaratıklardan kendisini temyiz eyle, çünkü o alamet O’nun âlemi­dir.

Bunlardan birisi de üç yüz altmış altıncı bölümden ‘Peygamberle­rin menzilleri buludarm gölgelerindendir5 bahsidir: Şöyle dedi: ‘Bulut­ları görmekten habersiz kalma, bulut her mümine rabbini hatırlatır.’ Şöyle dedi: ‘Hakkın değeri O’nu bilenlerin getirdiği bilginin değeriyle ortaya çıkacağına göre, sen de peygamberlerin niteliğinden söz ettikleri Hakka tevekkül et ve yönel; O’nun hakkında kendi fikrinle düşünmek­ten sakın. Böyle bir davranış ayakları kaydırır. Tevile sapmaksızın va­hiylerin zahirine uy. Peygamberler kendi arzularına göre konuşmazlar. Peygamberin söylediği Şehidu’l-kuvd’nın öğrettiği vahiyden ibarettir.’ Şöyle dedi: ‘Yaratıklar Allah Teâlâ’nın yoksullarıdır. Evin sahibi için yoksulla­rın en itibarlısı ev hanımıdır. Bu misalde evin hanımı, peygamberler ile mertebelerine göre peygamberlere varis olanlardır. Evin hanımı karşı­sında varisler, odalık ve cariyelere benzer. Bununla beraber onlar, ipekli elbiselerle birlikte, sofraya ve sırlara ortak olurlar. Aslı imayla anlatmak gerçeğe daha yakındır.

Bunlardan birisi de üç yüz altmış yedinci bölümden ‘Şüphe ile ke­sin delil arasındaki fark’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Hile yapmaktan sakın, çünkü kuşku kesin delil suretinde tezahür eder. Oftlar vehimlere bağlı idraklere delillerden daha yakın olan şeylerdir.’ Şöyle dedi: ‘Furkan’ ola­rak okumanın dışında Kur’an’dan sakın! Allah Teâlâ onun vesilesiyle pek çok kişiyi saptırır, yani onları hayrete düşürür; pek çok kişiye de hidayet eder, yani anlama rızkı verir. Bu rızık Kur’an’ın sahip olduğu beyanın bilgisidir. Kur’an vesilesiyle sapanlar fasıklar, yani Kur’an’ın sınır ve ku­rallarının dışına çıkanlardır.’ Şöyle dedi: ‘Sen sensin, O da O! Âşığın söylediği şu sözü söylemekten sakın!’

Ben arzu edenim

Arzu edilen de ben

Acaba (çokluğun bütünüyle ortadan kalkıp) hakikatin tek olması takdir edilebilir mi? Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, buna güç yetirilmez, çünkü (böyle bir şey bilgisizlik olacağı için) cehalet bir istitaat konusu değil­dir. Hal böyleyken Allah Teâlâ zikrini getirmiş, arzu duyanı zikretmiştir. Sen de ayrım yap, furkan’a inan Ki, bürhan ehli, hatta keşif ve müşahede ehli olabilesin! Bir perde olduğunu ve onun açılacağını öğrendin, ona iman da ettin. Artık ‘Ben O’yum, O bendir’ demekle kendini kandırıp hataya düşme!

Bunlardan birisi de üç yüz altmış sekizinci bölümden ‘Nurlar mü­teakip bir şekilde hür insanların kalplerine gelir’ bahsidir: Ortaya çıkan ilk nur yıldızdır, sonra kaybolur. Onu ay takip eder, onun izi yoktur. Güneş ortaya çıktığında, nefiste bulunanı siler. Böylece bu nurlar Hz. İbrahim’in hakkında delilin ta kendisi olmuştu.

Kim sırrında Hakka bakarsa

Başkasına karşı nasıl izzeti kalır?

Verdiği nimete karşı Allah Teâlâ’ya şükretsin

Hayrın rabbi olan Allah Teâlâ’nın ihsanlarına karşı

Hakk varlığından çağırınca onu

Ansızın yöneldi Hakka doğru

Gecikme ve arif olarak dur!

O’nun tavrında belli olan değerini bil

İbrahim’in ilahı vermiştir İbrahim’in suretlerde aradığım

Kuşlardaki talebine ulaştı İbrahim Kuş hakkında gelen haberlerde geçen talebe Ruhta bulunan O’nun nurudur Cisimde bulunan nur da O’nun nurundan Allah Teâlâ sana o nuru tahsis ederse sığın:

Kür üzerinde hüküm sahibi olan hûr’dan

Takdir edilen iş nedeniyle bir zarar yok derse biri:

İş kendinde başkalaşırken                                      .

Evin feleği kutbun üzerinde dönerken Bütün âlemi döndürür durur Allah Teâlâ için adil kim hüküm veren kim Herkes O’nun zulmünden emin

O’nun ihsanı geniş, engelleyen yok Hem yüce hür’unda hem kûr’da

Bunlardan birisi de üç yüz altmış dokuzuncu bölümden ‘Bekanın saadet ve bedbahtlık yurdunda verdiği şey5 bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Övgü ve hamdleri okurken onlardan okuduğunun aynı olmayan birisi okuyucu değildir. Aynı şekilde kınama (ayetlerini) okuyup da (kendini) okuduğu şeyin aynı saymazsa, gerçekte okuyucu değildir. Kur’an-ı Ke­rim açıklamak üzere inmiştir.’ Şöyle dedi: ‘Hakkın hitabını dinlerken O’nun kulağıyla değil, kendi kulağınla dinlemelisin. Allah Teâlâ kendi kendi­ne emir ve yasaklar vermez.’ Şöyle dedi: ‘Miras cennetini yitirmiş olmak nedeniyle üzülmemelisin, çünkü orada eksiklik yoktur. Yapman gere­ken, kaçırdığın amel cennetleri hakkında üzülmektir (cennetü’l-a’mal).’ Şöyle dedi: ‘Sadece ihtisas cennetine itimat etmelisin. Orası dünya ha­yatında salih amellere muvaffak kılınmaya benzer; onlara -kendi kudre­tinle değilinayede ulaşabilirsin.’ Şöyle dedi: ‘Yemek bir olunca kendi önünden ye! Farklılaştığında ise dilediğin yerden yiyebilirsin. Çünkü inançlar farklı farklı olsa bile, hepsinin gayesi birdir. Onlara gayenin birliği itibarıyla bakarsan, senin nezdinde olan üzere sabit kal! O da ‘kendi önünden yemektir’. Onlara kendileri itibarıyla bakarsan dilediğin şekilde yiyebilirsin ve bu durumda isabet edersin.’

Bunlardan birisi de üç yüz yetmişinci bölümden ‘Kalbin ve bede­nin secdesi kesilir mi, yoksa ebediyete kadar devam eder mi?’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Sehl'in nakıslığını bir tek kalbin secdesi bahsinde gördük.

O kalbi ‘secde eden (isim)’ olarak gördüğünü bildirmedi, böyle söyle­seydi kalbi bulunduğu hal üzere görmüş olurdu. O kalbini ‘secde eder (fiil)’ olarak görmüştür. Secde fiili ayakta durmak (kıyam) veya otur­manın ardından gerçekleşen bir fiildir. Yaratılmış ise kendi başına ayak­ta duramaz, çünkü ayakta durmak ve tutmak, Allah Teâlâ’ya mahsus bir özel­liktir.’ Şöyle demiştir: ‘Her ilahi ismin bir tecellisi olduğuna göre, kal­bin de O’na secde etmesi ve bir secdeden başka bir secdeye intikal et­mesi gerekir. Bu şekilde, arifin kalbi -sıradan insanların kalplerinden farklı olarak‘kalp (değişen)’ diye isimlendirilir; sıradan insanların kalp­leri, kendilerine gelen dünyevi düşüncelerdeki başkalaşma ve farklılıklar nedeniyle aynı özelliğe sahip değildir. Sıradan insanların kalplerini baş­kalaştıran bu dünyevi işler, arife göre, ilahi isimlerden (ve onların tecel­lilerinden) ibarettir. İki mertebe arasında ne kadar fark olduğunu gör­melisin; birisi ötekinin düştüğüyle yükselir. Bu düşüş apaçık bir başarı­sızlık ve hüsrandır.’ Şöyle demiştir: ‘Gerçekleşen her şey, kendinde bu­lunduğu durumla ilgili olarak bütün nefislerdeki sevgiden (aşk) meyda­na gelmiştir. Bu nedenle ayette ‘Her grup yanlarında olanla sevinmiştir42 denilir. Her grubun varacağı yer ortaya çıkmıştır. Herkes üzüleceği ve­ya sevineceği bir nimete sahiptir.’ Şöyle demiştir: ‘İnsanlar umreden ilk kez söyledikleri ‘evet (bela)’ sözündeki durumlarına çıkmış olsalardı, hiç kuşkusuz ki, saadete ererlerdi.’

Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş birinci bölümden ‘Hadis ve ka­dim sözdeki taksim’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Yaraülmışın sözü yaratılmış­ken Allah Teâlâ’nın sözü hem hadis ve hem kadimdir. Bu yönüyle Allah Teâlâ’nın sö­zü genel niteliklidir, çünkü O’nun sözü kapsayıcıyken sınırlılık bize ait bir özelliktir.’ Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın kelamına hâdislik niteliği yaratılmış bir varlık onu okuyunca veya yazınca nispet edilirken yaratılmışın sözü­ne kadimlik ise duyan kişiye o sözü Allah Teâlâ söylediğinde izafe edilir. Bu sözün söylendiği kimselere misal olarak Hz. Musa ile dünya ve ahirette saadet ehli veya bedbaht kişilerden Allah Teâlâ’nın dilediği kullarını verebiliriz. Bedbaht olanlara gelirsek, Allah Teâlâ cehennemliklere cehennemde şöyle der: ‘Orada üzülün, konuşmayın.’43 Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın kelamını O’ndan duyan istifade ederken O’nun kelamını yaratılmıştan duyan ba­zen inatçılık ederken bazen nasibine göre kabul edebilir.’ Şöyle dedi: ‘En şaşılacak iş Hakkı bâtıl üzerine yığmak ve atmaktır. Batıl yokluk ol­duğuna göre, hakkın (hakikatin) üzerine atılacağı bir şey yoktur. Böyleyken onun bâtılın üzerine atılmasındaki maksat ne ola? Bâtılın bir ha­kikati yoktur ki! Onun varlığı olsaydı zaten Hakk olurdu. Bu da kalp sa­hiplerinden kulakların duymuş olduğu en sırlı iştir.’

Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş ikinci bölümden ‘Cömertlik ve müsamaha hitabının verdiği rahatlık’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Amâ, Arş gibiyse, soru soranın hitabı bakidir. Soru soran, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme ‘Hal­kı (âlem) yaratmazdan önce rabbimiz neredeydi?’ diye sormuş, o da ‘üstünde ve altında havanın bulunmadığı Amâ’daydı’ diye cevap vermiş­tir. Halk derken Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey kastedilmişse, o zaman ‘Amâ’ ne demektir? Bu mesele son derece kapalı bir konudur.’ Şöyle dedi: ‘İs­tivayla Allah Teâlâ’nın her gece yakın semaya indiği sahihtir. Bununla beraber Allah Teâlâ bulundukları her yerde kullarıyla beraberdir. Kullarının bir kıs­mının böyle hususlarda kendi bilgisine göre konuşacağını bildiği için Allah Teâlâ ayette ‘Her şeyi bilen44 olduğunu söylemiştir. Böylece dinleyici Allah Teâlâ’nın bilgisinin onların (akılcıların) tevil ettiği üzere olmadığını anlar. Çünkü Allah Teâlâ’nın bizi bulunduğumuz her yerde ihata ettiğinden kuşkuya kapılmayız. Nasıl bizi bilemez ki? O bizi yaratmış olduğu gibi içinde olduğumuz mekânı da yaratan O’dur. Ayetin devamında ‘Her şeyi gö­rendir’45 deseydi de aynı anlama gelirdi. Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın isimlerin­den her birinin tecellilerde sonsuz yönleri vardır. Dünyada ömürler so­na erse bile ahirette sonları yoktur.’

Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş üçüncü bölümden ‘Hünsalığın sırrı erkeklerin dişilere katılmasıdır’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Hünsa yetiş­kin olunca evlenir, cinsel ilişkiye girer, doğurur (veya) baba olur. Bu durumda iki şehvet kazanır. Onu berzah (ara) mesabesine indiren ona kemal vermişken hünsalığın tam gerçekleşmediğini dikkate alan ise ona -kâmilin derecesine göreeksiklik izafe eder. Böyle bir durumda onun hali, kendisi hakkında düşünenin durumuna bağlıdır. Geçerli olan ise hünsadaki özelliktir.’ Şöyle demiştir: ‘Erkekleşen kadınlar hünsalaşan erkekler mesabesindedir. Bu özellikte yaratılmışsalar, yaratıldıkları du­ruma göre değerlendirilirler. Kınanmalarının nedeni sadece (erkekleş­mek veya kadınlaşmak hususunda) gösterdikleri gayrettir. Bundan sa­kınmalısın!’ Şöyle demiştir; ‘İmran’ın kızı Meryem, Firavun’un karısı Asiye kemale ermiş kadınlardır. Hiç kuşkusuz, erkekler için sabit oldu­ğu kadar kadınlar için de kemal sabittir. Bununla beraber erkekler bir derece üstündür. Peki bu kemal nedir? Edilgenlik ise onu Hz. İsa’da görebilirsin. Bu itibarla Adem’in kadınlar üzerinde bir derecesi olduğu söylendi. Aynı şekilde, Hz. Meryem’in de Hz. İsa üzerinde bir derece üstünlüğü vardır, (cins olarak) erkeğin üzerinde değil! Öyleyse bu de­rece kalıcıdır. Onun sayesinde erkekler ikinci üçte biri elde etmiş, iki üç­te ikinin sahibi olmuştur. Eşitlik gerçekleşmiş olsaydı, malda eşitlenirlerdi.’ Şöyle dedi: ‘Zekeriya Meryem’in ve Sare’nin şaşmış olduğu işten hayrete düşmüş, burada erkekler kadınlara katılmıştır. Bundan daha ga­ribi de vardır. Ayette şöyle denilir: ‘O ikisi kendisine karşı gelirlerse; onun mevla’sı Allah Teâlâ, Cebrail ve müminler ve meleklerdir.’46 Burada zikredilen destek iki kadına karşılık söylenmiştir.

Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş dördüncü bölümden ‘Uykunun kendisine öğüt olduğu kimseler’ bahsidir: Şöyle dedi: Ölümden sonraki halini öğrenmek isteyen uykudaki haline bakıp uyurken ve uykudan sonra nasıl olduğunu düşünmelidir. Bu itibarla mertebe aynıdır ve Allah Teâlâ bize onu misal olarak vermiş, uykudan uyanmayı da akıl sahibi bir grup için ölümden sonra dirilişin misali kılmıştır.’ Şöyle dedi: ‘Dünya ve ahiret iki kız kardeştir: Allah Teâlâ iki kız kardeşi aynı nikâhta toplamayı yasaklamıştır. Bununla beraber iki kadın bir nikâhta toplanabilir. Hâl­buki dünya ve ahiret birbirinin kumaları değildir. Fakat iki kız kardeş­ten birisine iyilik yapmak ötekine zarar vermek demek olduğu için on­ların ‘kuma’ oldukları söylenmiştir. Bunu fark etmelisin!’ Şöyle dedi: ‘Senin gemin bineğindir, onu mücahedeyle parçalamalısın. Oğlun ise arzularındır. Onu ‘arzuya uymamak’ kılıcıyla öldürmelisin. Duvarın ak­lın, hatta insanlar nezdinde cari olan adederdir. Onu ‘ayağa kaldırmalı’ ve aklî ve şerî ilahi marifetler hâzinesini onun vasıtasıyla örtmelisin (adetler libasıyla gizlenmelisin). Bu sayede kitap maksadına ulaşır. Akıl ve şeriat sende olgunluk ve gücüne ulaştığında, o ikisi adına da menfaat meydana gelir. Burada ‘şeriat’ derken imanı kastediyorum; çünkü akıl ve iman nur üstüne nurdur.

Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş beşinci bölümden ‘Her mezhep­ten yolculuk ehli için hâsıl olan işler’ bahsidir: Varlıklardan uzaklaşıp Allah Teâlâ’ya yönelmek, O’nu bilememek demektir. İnsan her şeyde Hakkın yüzünü görseydi ‘Her birinin bir yüzü vardır, ona yönelir47 ve ‘Her nere­ye dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır48, ‘Her birisi için bir şeriat ve bir yöntem yarattık49 ayetlerinin anlamını idrak ederdi. Burada yöntem an­lamındaki ‘minhac’ kelimesi iki yorumda alınabilir.’ Şöyle demiştir: ‘Karanlık, gayb bilgisine, nur da şahadet bilgisine delildir. Gece elbise­dir ve sen gecesin. Gündüz hareketle ilgilidir. Hakkın karşısında gün­düz O’nun şe’nleridir. Hareket hayattır ve o Hakk’tan meydana gelir.

Susmak ise ölümdür, o da yaratılmışla ilgilidir. Bununla beraber sakin ve sabit olmak tarzındaki iki durumuyla ‘sakin olan her şey Allah Teâlâ’ya ait5 olduğu kadar ‘bir şeyden’ ve ‘bir şeye doğru’ olmak üzere hareket eden her şey sana aittir. Gecenin bir yorumu olmadığı gibi gündüzün de bir yorumu yoktur. Yaratma Hakka ait iken (yarattığı işlerden) yararlanma sana aittir. Uyku bedenin rahatlığı demek iken aynı zamanda müşahe­deyle gerçekleşen gaybî keşifler demektir.’ Şöyle dedi: ‘Nimetlerin mü­teakip bir şekilde kesintisizce gelmesi Hakkın kullarına dönük ihsan ve lütuflarıdır. Bu hususta Allah Teâlâ’dan çekinen saadete ererken çekinmeyen bedbahttır.’ Şöyle dedi: ‘Hakkın ihsanlarında sınırlama yoktur. ‘Bize verilmedi’ deme, çünkü Hakk ‘almadın’ der. Delil tekliften ortaya çıkar; sana ‘yapma’ denildi, sen yaptın; ‘yap’ denileli, sen ise yapmadın. İşin gerçeği budur.’

Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş altıncı bölümden ‘Üst ve alt yön­lerden gelen vahiy arasındaki farklar5 bahsidir: Mükellef peygamberin ona rabbinden aktararak söylediği -yoksa kendi sünneti olarak değilsözü yerine getirdiğinde, bunun neticesinde öğrendiği bilgi, kazanılmışmüktesep bilgidir. Bu esnada Hakkın ona hediyesi olan marifet o ame­lin terazisine girmez. Terazinin dışında kalıp amel terazisinin kabul et­mediği bu kısım vehb-i ilahi, yani ilahi vergi ilmidir. Bu itibarla kesbi bilgi Allah Teâlâ’nın yardımı demek iken vehbi bilgi O’nun ihsanı demektir. ‘Allah Teâlâ’nın yardımı ve fetih geldiğinde...’50 Fetih gelince insanın yükümlü olduğu görevleri yerine getirdiği anlaşılır. Duyusal ve akli güçleri bo­yun eğdiğinde ve -Rabbin yolu değilAllah Teâlâ’nın yolu demek olan yolda yürüdüğünde verdiği ihsanları nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükretmen gerekir. Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın kendisini lanedemesi nedeniyle İblis’in itaati insan­lara gizli kalmıştır. Nitekim Hz. Adem’in halifeliği hakkında da Allah Teâlâ’nın onları övmesi ve kendilerinden razı olması itibarıyla meleğin rabbine muvafakati insanlara gizli kalmıştır.5

Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş yedinci bölümden ‘Parçalanma­daki men’ ve engellenme’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ zikrini beşerden olan koruyucular ile saygın, temiz ve değerli yazıcıların ellerindeki kıy­metli sayfalarla muhafaza etmiştir. Allah Teâlâ onun kalbindeyken kelamı gönlündedir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın hâzineleri O’na yakın kimselerin gönülleri, hâzinelerin kapıları da onların dilleridir. Onlar konuştukla­rında, idrak gözleri kapalı olmayan dinleyenlere fayda verirler.5 Şöyle demiştir: ‘Arif Marufa izafe edildiğinde, susturucu delil kesin olarak sabit olur, çünkü susturucu delil Allah Teâlâ’ya aittir. Böyle bir arif sözünde ve amelinde hatadan korunur.’ Şöyle dedi: ‘En büyük ihsan Allah Teâlâ’nın kulları hakkında senin kalbine yerleştirdiği merhamettir. Onlar sana yönelir, sen onlara yumuşak ve tadı sözler söylersin.’

Her Hakk kendi kisvesini giydir Ya nimet ya da hüzün

Şöyle dedi: ‘Susturucu delil (hüccet) Allah Teâlâ’ya aittir, çünkü bilgi ma­luma mutabıktır. Bunu anlamalısın!’

Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş sekizinci bölümden ‘Hz. İbrahim adına sahih olan yüce makamın bilinmesi’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Ka­dimdeki yaratılmış, yaratılmıştaki kadim değildir. ‘Allah Teâlâ İbrahim’i dost edindi51 Bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Dost edinseydim Ebü Bekir’i dost edinirdim, fakat arkadaşınız Allah Teâlâ’nın dostudur’ demiştir. Bu ifade­nin altındaki ince manaya dikkat buyurunuz! Şair şöyle der:

Bana ruh gibi sirayet ettin                            ,

Bu nedenle Halil‘Halil’ diye isimlendirildi.’

Şöyle demiştir: ‘Sadece O’nun isimleri var! Onlar Allah Teâlâ’dan başka olmadıkları kadar O’nun delilleri, daha doğrusu bizzat kendisidir. Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanan kişi ilahi isimleri kendisine yerleştirmiş de­mektir. Öyle biri Allah Teâlâ’nın dostudur.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ arkadaş ve eşlik eden (es-Sahib), sen ise (O’na) dostsun.’ Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinin duasıyla dosduk ve vesile makamına ulaşmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ onlara Hz. İbrahim’e olduğu gibi peygambere salât ve se­lam getirmelerini emretmiş, Allah Teâlâ’dan kendisini vesile makamına ulaş­tırmasını dilemelerini buyurmuş, bunun ecrini ve karşılığını ise onlara şefaat kılmıştır.’ Şöyle dedi: ‘Her dost, arkadaş, her arkadaş dost değil­dir.’ Şöyle dedi: ‘Kişi dostunun dinindedir. Herkes kiminle dost oldu­ğuna yani onun adet ve ahlakına iyi baksın. Sen Hakkın dostusun. De­mek ki Hakk senin bulduğun hal üzeredir. Bu nedenle Allah Teâlâ kendisini sevinmek, neşelenmek, şaşırmak, gülmek vb. gibi kendisinden aktarılan sana ait özelliklerle nitelemiştir.’

Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş dokuzuncu bölümden ‘Ölümden sonra konuşmak ses ve harfle mi gerçekleşir’ bahsidir: Ölümden sonraki konuşma, nefsin kendisinde göründüğü surette gerçekleşir. O suret harf ve sesin olmasını gerektirirse, konuşma öyle olacaktır; sadece sesin ol­masını gerektirirse öyle olacaktır. İşaret veya bakış veya benzeri bir şe­yin olması gerekirse, konuşma öyle gerçekleşir. Zat sözün kendisi ol­mayı gerektirirse, söz öyle meydana gelir. Bütün bunların sebebi içinde bulunulan o mertebedir. Kendini bir insan suretinde görürsen, konuş­mada bütün mertebeleri elde edersin. O suret bütün suretlerin hüküm­lerini toplayan genel suret demektiı.’ Şöyle demiştir: ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder, fakat siz onların tespihlerini anlayamazsınız.’52 Yani aklınızın düşüncesiyle anlayamazsınız. Herkes konuşurken göz, konu­şanları ve susanları görür. Mümin iman ederek bunu idrak ederken Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına ihsan ettiği bir lütuf olan keşif sahibi işin nasıl olduğunu idrak eder.’ Şöyle dedi: ‘Varlıktaki her konuşma ve söz bir tespihtir; kendisine kötü bir isim verilse de böyledir. Bunu bilmekle Allah Teâlâ’ya hamdolsunbaşkalarına karşı üstünlük elde ettik.’

Bunlardan birisi de üç yüz sekseninci bölümden ‘Dünyaya mahsus rüyanın hükümleri’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘insanlar uy­kudadır, öldüklerinde uyanırlar5 buyurdu. Uyanmanın sebebi ölümle birlikte Allah Teâlâ’ya kavuşmanın gerçekleşmesidir. Can çekişen kişi hakkında ayette ‘Senden perdeni kaldırdık, bugün gözün keskindir53 denilir. Ayette gözün yerine‘aklın’ denilmemiştir. Dünyada bulunduğun her durum bir rüyadır; her kim dünya hayfındayken rüyayı tabir ederse, rüyada uyandığını gören birine benzer. Onun uykusu devam ederken uyku içe­risinde uyanmış ve rüyasını tabir etmiştir.’ Şöyle dedi: ‘Bâtınında işlerin ve durumların başkalaşmasının hikmetine anlayan kimse, örfte uyanık­lık denilen halinde de uyur olduğunu bilendir.’ Şöyle demiştir: ‘İş ola­bildiğince müşküldür: Biz dünyada uykuda yaratıldığımıza göre, uya­nıklığın tadını ancak uyku esnasında bize ihsan edilen tadardan öğren­dik. Bu uyku ölüm halimize benzer. Bununla beraber uyku esnasında ruhun bedeni yönetmekle ilgili alakası sürerken ölümle birlikte bu alaka kesilir. Burada bir surette veya da suretler içinde hükmün farklılaşması kaçınılmazdır.’

Bunlardan birisi de üç yüz seksen birinci bölümden ‘Rabbin yolu ve Allah Teâlâ’nın yolunda gafletten uyanmış insanların durumu nedir?’ bahsi­dir: Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın yolu ‘Benim rabbim doğru yoldadır54 ayetinde belirtilir. ‘O yol Rabbinin doğru yoludur.’55 Şöyle dedi: ‘Onları yollarımıza ulaştıracağız’56, başka bir ayette ‘Rabbinin yoluna çağır’57, ‘Bu benim dos­doğru yolumdur’5S, ‘Göklerde ve yerdeki her şeyin kendisine ait olduğu Allah Teâlâ’nın yolu’59, ‘De ki bu benim yolumdur, Allah Teâlâ’ya davet ederim60 denilir. Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya basiret üzere ancak Rabbinden açık delile sahip olan davet edebilir. Onu takip eden bir şahit de bulunmalıdır. Ona uyanlar Allah Teâlâ’nın keşif verdiği nefislerdir.’ Şöyle demiştir: ‘Sadece farklı­lık ve ihtilaf vardır ve ancak böyle bir şey olabilir. Cem’ (Dirlik) ehli di­ye bir şey olduğunu duyarsan, bil ki, onlar Hakk karşısında cem’ sahibi olanlardır; bununla beraber âlemde farklılık ve ihtilaf devam eder. Çünkü ilahi isimler birbirinden farklıyken âlem de ilahi isimlerin sure­tinde ortaya çıkmıştır. Hal böyleyken birlik nerede ve cem’ nerede ola­bilir?’ Şöyle demiştir: ‘Hakikat birdir, dolayısıyla hüküm birdir.’

Bunlardan birisi de üç yüz seksen ikinci bölümden ‘Kadimlikte pay ve kadem var mıdır?’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ katmda hakkında ina­yetin takdir edildiği ve öne geçtiği kimse nezdinde âlem bulunduğu hal üzere sabittir. Değişme ve başkalaşmalarında âlem o kişi için değişmez, bir suretten başka surete geçmez. Bunu bilen pek azdır.’ Şöyle dedi: ‘Dünya ve ahiret ortak oldukları hususta belli bir süreye kadar müşte­rektir.’ Şöyle dedi: ‘Ahiretin kendisine mahsus özelliği dünyada ortaya çıkmaz. Ahiret meydana geldiğinde ise onda dünyanın hükmü bulun­maz. Rahmet genelleşip belirlenmiş ecel bitince ve nimet herkesi kapla­dığında, dünyadan ayrılış gerçekleşir. Bu hal rahadığı -çünkü Allah Teâlâ uy­kuyu dinlenme ve rahadık olarak yaratmıştırgerektiren ‘sahih ölüm’ ile kendisinden sonra uyanıklığın bulunmadığı uyku halidir. Halis ahirette gördüğün her şey bir rüyadır. Orada arif insan Hakkın el-Hayy ve elKayyum isimleriyle nasıl isimlendirildiğini öğrenir. Sen ölü-uyuyansın! İçinde bulunduğun durumda beka sana mahsus olduğu kadar üzerinde bulunduğu duruma göre beka O’na mahsustur.’ Şöyle demiştir: ‘Ale­min varacağı yeri, onun hakkındaki tasarruf ve hükümleri dünya hayatındayken bilen kişi marifete ermiş kişidir. Öyle biri arif, âlim ve hakim diye isimlendirilir; sen de o kişi olmak için gayret göster.’

Bunlardan birisi de üç yüz seksen üçüncü bölümden ‘Tümevarımda sayımın mümkün olup olmadığı’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Kendinden uzak kalanı gördüğünde ona karşı tamahkâr olma, çünkü o senden daha şid­detle kaçar. Bunu anlamalısın!’ Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın hakkımızdaki bilgi­sini bilmediğimiz için herhangi bir şeye güvenmek söz konusu değildir; belki hakkımızdaki bilgisi musibet olabilir.’ Şöyle dedi: ‘Sadece iman vardır, ondan yüz çevirme. İman ettiğin bir şey hakkında tevile gitmek­ten sakın! Keşifle gösterilmediği sürece tevil ile hiçbir şey elde edemez­sin.’ Şöyle dedi: ‘Bütün işlerinin esası iman ve takvaya dayalı olsun. Böyle olunca gerçekler ortaya çıkar. Sen de Allah Teâlâ seni kendisine çağırıncaya kadar ortaya çıkan Hakk göre amel et ve ona göre yürü.’ Şöyle dedi: ‘Gemlerini el-Hâdi’nin eline bırak, O’ndan uzaklaşma, yoksa düşman sana musallat olur, ebedi olarak bedbaht eyler.’ Şöyle dedi: ‘Kimin yeri yurdu dünyada şefkat ise onun adına korkulur; bunun tersi de doğrudur.’

Bunlardan birisi de üç yüz seksen dördüncü bölümden ‘Şirk ve tevhid ehli arasında sınırlama’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın nimetle­rinden birisi de fıtratı tevhidde değil, varlıkta yaratmış olmasıdır (fıtrat bilgisi Allah Teâlâ’nın var olduğunu bilmektir, O’nun bir olduğunu bilmek de­ğildir). Bu nedenle herkes rahmete ulaşacaktır, çünkü iş devridir; daire­nin sonu başına dönmüş, ona kavuşmuş, dairenin sonu baştakinin hükmünü kazanmıştır. O da ancak varlıktır.’ Şöyle demiştir: ‘Rahmet gazabı geçmiştir, çünkü rahmet sayesinde başlangıç gerçekleşmiştir. Gazap geçici ve geçici olan ise yok olucudur.’ Şöyle demiştir: ‘Tevhid mertebede gerçekleşirken mertebe ise çokluktur. Demek ki tevhid (bir­lik) çokluğun birliğidir. İş bu şekilde olmasaydı, isimlerin anlamları farklılaşmazdı. el-Kahhar ismi nerede, el-Gaffar’ın medlûlü nerede? Ya da el-Muizz’in anlamı nerede, el-Müzill’in anlamı nerede? Bu dünyada âmâ olan ahirette de âmâdır. Gerçekte sadece keşif biİ£ci vardır. Onun ehli değilsen, imandan daha azı yoktur.’ Şöyle dedi: ‘Duyulur olan du­yulurdur, onu kendi yolunun dışına çıkarıp cahil kalma! Makul (akledilir) de aynı şekilde makuldür. Duyuluru (mahsûs) makule katan apaçık bir şekilde dalalete düşmüştür.’

Bunlardan birisi de üç yüz seksen beşinci bölümden ‘Haldeki ile atıl arasındaki ayırıcı özelliğin bilinmesi’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın cennet ile ateş arasında suru vardır. Onun iç yüzü rahmet, dışında ise azap vardır. Oranın üzerinde her biri simasından tanınan adamlar bu­lunur. O sur Araf tır. Onlar içinde bulundukları yeri ve durumu bilir­ler.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ rahmetini surun içinde gizlemiş, azabını me­kân, zaman ve halin gereğine göre dışına ve zahirine yerleştirmiştir. Cennet ehli rahmete daldırılmıştır. Keşfin olması kaçınılmazdır ve bu durumda surun iç yüzündeki rahmet ortaya çıkar ve genelleşir. Artık mutlu olmayan hiçbir bedbaht kalmadığı gibi acı duyan herkes haz alır. Bu itibarla insanların bir kısmının hazzı elemden kurtulmaktır. Onlar en bedbaht plan kişilerdir ve böyle bir insan öyle bir nimettedir ki ken­disinden daha çok nimet gören birinin var olmadığını zanneder. Daha önce ise ondan daha çetin azap gören birinin olmadığını düşünmüştü.

Böyle düşünmesinin sebebi, her insanın veya her şeyin sadece kendisiyle meşgul olmasıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın kitabında nimetin bedbaht­lara da ihsan edileceği ve rahmetin onları da kuşatacağı hakkında en umut verici ayet ‘OtıJar deve iğnenin ucundan geçinceye kadar cennete gi­remezler61 ayetidir. Kastedilen tam olarak günahkârların cezasıdır.’

Bunlardan birisi de üç yüz seksen altıncı bölümden ‘Üstün olan, daha üstün olan, eksik olan ve kâmil olan’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Keşif ve Hakkın öğretmesiyle hakikatleri öğrenen insan en kâmil kişidir. O mertebeden aşağıdaki kâmildir. Onların dışındakiler ya mümin veya ak­li düşünce sahibi olanlardır. Onların kemale girmesi söz konusu değil­dir. Böyleyken mükemmellikte (ekmeliyet) nasıl yerleri olabilir ki? Bu­nu bilmelisin!’ Şöyle dedi: ‘Delilin seni başkasına ulaştıracağını zan­netme. Delilin seni ulaştırabileceği şey bizzat kendisidir ki o da delil demektir. Binaenaleyh delilinin keşif (delili) olması için tamahkâr olma­lısın. Öyle bir keşif sana hem kendini, hem başkasını gösterir. O da Allah Teâlâ adamlarından Efrad’a mahsustur.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın pey­gamberleri Allah Teâlâ’dır’ ayetini okurken ikinci lafza-i celalde kendini tutar­san, olur; aksi halde buna niyeüen ve sonra ‘Allah Teâlâ peygamberliği nereye yerleştireceğini bilir’ diye oku!’

Bunlardan birisi de üç yüz seksen yedinci bölümden ‘Sözleşmelere vefada varlık’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Kulun söze vefa göstermesi bir cefadır; iddia kokusu bulunduğu için, övülen bir iş olsa bile, yine de ce­fadır.’ Şöyle demiştir: ‘Sana vefa gösterilsin diye vefa göstermekten sa­kın. Sen kendi sözüne vefa göster; onu/O’nu kendi haline bırak, ne di­lerse onu yapsın!’ Şöyle dedi: ‘Her kim Hakk verdiği sözü yerine getirsin diye ahdine vefa gösterirse, bu vefa onun terazisinde hiçbir şeyi artır­maz. Bu durum ‘Sizinle yaptığım ahdi yerine getirin62 ayetinde belirtilir. Kastedilen cennete girmektir. Hadiste kişinin Allah Teâlâ katında cennete girmekle ilgili sözü olup başka bir şey söylemediği belirtilmiştir. ‘Allah Teâlâ’la yaptığı söze uyan kişi...’63 Böyle bir insan karşılık talep etmediği gibi ahdinin yerine getirilmesini de zikretmez. Allah Teâlâ sadece ‘Ona büyük ecir vereceğiz64 der. Allah Teâlâ’nın yücelttiği bir şeyden daha üstünü olamaz. Her halükarda bir ekleme olmaksızın, kendi sözünü yerine getirmek üzere çalışmalısın.’ Şöyle dedi: ‘Vefakârlık Hakkın tam yerine getirmeyi içerdiği kadar ilaveyi de içeril. Bu itibarla vefa kulun tarafından nafile ibadeder iken haklar farzlardır. Allah Teâlâ’nın kuluna vefa göstermesi de bu şekilde hem zorunluluk ve hem Hakk ediş mesabesindedir. Buradaki faz­lalık da kulun fazlalığı gibidir. Bu durum Kur’an’da zikredilmiş fazlalık­tan ibarettir.’

Bunlardan birisi de üç yüz seksen sekizinci bölümden ‘Her şey Bir’e dayanır, O ise ilave bir şey değildir* bahsidir: Ayette ‘Bütün iş O’na döner65 denilir. Sadece O’nun kendisi varken saadete ermiş Mutlu kim­dir, bedbaht kimdir?’ Şöyle demiştir: ‘Hakk kendisini razı olmak ve ga­zap etmek özelliğiyle nitelemiştir. Bu itibarla sadece rahadık ve yorgun­luk vardır. Bir kısmı gazap nedeniyle bedbahttır; gazap ise yok olucu­dur. Bir kısmı rıza nedeniyle mududur, rıza ise süreklidir.’ Şöyle demiş­tir: ‘Kim işleri anlarsa, güçlükler kolaylaşır. Bir şey kendisine başkasının merhametinden daha çok merhamet gösterir.’ Şöyle dedi: ‘intikam ala­na bakınız! Bir kimse düşmanına acı vermek üzere intikam almaz; sade­ce intikam aldığı kişi vesilesiyle nefsini rahadatmak için intikam alır. Aynı şey izzet sahibi için geçerlidir.-Bunu anlamalısın! Bakınız! intikam alan intikam hakkındaki öfkesi sakinleşirse bağışlar; intikamını alırken işi öldürmeye kadar götürürse pişman olur. Bunun istisnası öldürmenin Allah Teâlâ’nın cezası olduğu durumdur. Öyle bir ceza ölen için temizlemeye vesile olur.’

Bunlardan birisi de üç yüz seksen dokuzuncu bölümden ‘Mübremlik ve bozmak parçada ve parçadandır5 bahsidir: Şöyle dedi: ‘Sen O’ndan olmasaydın O’nu ifade edemezdin. Allah Teâlâ Hz. İsa hakkında şöy­le demiştir: ‘Kendisinden bir ruhtur.’66 Varlıktaki her şey O’ndandır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göklerde ve yerde olan her şeyi size amade kıldık.’67Şöyle demiştir: ‘Seni kendi menziline indiren kişi, hiç kuşkusuz, merte­besinde sana tasarruf hakkı tanımış, kendi sıfatıyla seni izhar etmiştir. Sen de ilk adımda bayılma haline maruz kalan Ebu Yezid gibi olma! Dünyada bulunduğun süre halifeliğe ehliyetli bir mahal olmalısın. Ahirete göçtüğünde ise serbest kalırsın.’ Şöyle dedi: ‘Hayatını terke ça­lışmalısın; onu terk ettiğinde, ona mı yoksa benzerine mi döneceğini bilemezsin. Hâlbuki sen onunla ülfet etmiştin. Bildiğin kimseyle arka­daşlık ve sohbet yabancıyla sohbetten daha uygun bir iştir.’ Şöyle de­miştir: ‘İsmet ve bağlanmak iki türdür; birincisi Allah Teâlâ’ya bağlanmak, İkincisi ipine bağlanmak. İpe bağlananlardan olursan, sebepleri benim­seyenlerden olursun. Allah Teâlâ’ya bağlanırsan Allah Teâlâ ehli olursun. Allah Teâlâ’nın eh­li ve O’nun seçkinleri olan bazı kulları vardır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ eh­linin özelliği Hakkın suretiyle O’nun yaratıklarından ayrışmamış olma­larıdır. Bu özelliğe sahip olmayan biri ehil değildir. Onlar Arş’ın sahip­leriyken Allah Teâlâ’nın seçkinleri O’na yakın olanlardır. Böyle bir tecelli ken­dilerine gerçekleşmemişse, ehil olanlar seçkinlerden daha yakındır.’

Bunlardan birisi de üç yüz doksanıncı bölümden ‘Ölümlerin bitkiy­le hayat bulması’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Hayvan bitkiyle beslenir, onun canlılığı bitkinin canlılığı demektir. Bunun için besinden yoksun kaldığında sıkıntıya düşer.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ sizi topraktan bitki ola­rak bitirir.’68 İnsan ancak kendine uygun ve benzer bir şeyle beslenir.’ Şöyle demiştir: ‘Sabit olan yürüyen gibi büyür ve gelişir.’ Şöyle demiş­tir: ‘Ölüm asildir ve bu nedenle fena Allah Teâlâ’nın yoluna katılanların halle­rinden biri olmuştur. Fena sayesinde onlar ‘zevk’ ederek ölümü tanırlar. Onlar kendilerinden fani olurken Allah Teâlâ ile beka halinde bulunurlar.’ Şöyle demiştir: ‘Her şeyi sudan canlı yaptık.’69 Taştan çıkmış su, asayla taşa vurulduktan sonra çıkmıştır; asa ise bitkidir. Böylece ölüler suyla hayat bulmuştur. Böyleyken hayvanın derecesi nerede, bitkilerin dere­cesi nerededir?

Ağaç üzerine yayılan taşa bakın Taşlardan çıkan suya bakın

Hayat suya bağlı, yok olmasından korkma Perdeler ardından vurana bak!

Şöyle demiştir: ‘Eceller sınırlı, günler sayılıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Nefisler ezilmiş ve nefesler sayılıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın yüzü/vechi sensin! Bulunduğun her yerde kıble sayılırsın. Sen kendine dönmelisin. Halife kendisini halife atayanın suretiyle zuhur eder. Sen yeryüzünde halife iken Allah Teâlâ ailede halifedir (‘Allah Teâlâ’m! Sen ailede hali­fe, seferde yoldaşsın’ hadisine telmih).’

Bunlardan birisi de üç yüz doksan birinci bölümden ‘Faydalı bö­lümleri birleştiren genel mertebe’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Kim Hakkı zikrederse, Hakk da onu zikreder. Kim O’na şükrederse, O’na hamd et­miş olur. Kim Allah Teâlâ’yı överse, Allah Teâlâ ona merhamet eder. Kim işini O’na teslim ederse, O’nu yüceltmiş olur. Kim O’na dayanırsa Allah Teâlâ onu ka­bul eder. Kim O’na dua ederse, Allah Teâlâ duasına icabet eder. Allah Teâlâ seninle olduğu gibi sen de O’nunla ol!’ Şöyle demiştir: ‘Sen müminsin. Demek ki O’nun aynasısın. O’nun sureti senin vesilenle zuhur ettiği için sen cami’ varlıksın.’ Şöyle demiştir: ‘Rabbinle konuştuğunda O’nun kela­mıyla kendisiyle konuş; kendinden söz uydurmaktan sakın. Allah Teâlâ senin o sözünü duymayacağı kadar sen de O’nun sana icabetini duymazsın.

Kendini muhafaza eyle, burası ayakların kaydığı bir yerdir.’ Şöyle de­miştir: ‘Okuyucu ol, öne geçen olma! Senin önünde bulunan Hakk’tır. Hakk yarışı kazanan iken sen ikinci olansın. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem imamlık (başkanlık) hakkında şöyle der: ‘Sen istemeden sana verilirse, sana yar­dım edilir; sen talep edersen kendi haline bırakılırsın.’ Komutanlığı ta­lep etme; öyle bir talep kıyamette pişmanlık ve üzüntü getirir.’

Bunlardan birisi de üç yüz doksan ikinci bölümden ‘inen ile yükse­lenin bir araya gelmesi ve karşılaşmada aralarında gerçekleşen hadisenin bilinmesi’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Münazeleler (iniş-çıkış) gereklidir, çünkü sana emredilen Hakka yönelmektir. Hakka yönelenler O’nun kendilerine inmesiyle nimet kazanır. Böyleyken hangi mertebe veya menzilde karşılaşmanın gerçekleşeceğine bakıp o mertebeye göre hare­ket etmelisin.’ Şöyle demiştir: ‘Hakk sana ancak kendisine yükseldiğin yolda iner. Böyle olmazsa sen O’nunla karşılaşmazsın.’ Şöyle demiştir: ‘Hakka hangi şifada yükselirsen, aynı sıfatı O’nun kendisine göre sana tenezzül ettiği sıfat olarak görürsün. Demek ki sadece karşılıklı bir ilgi ve münasebet söz konusudur. Hakikat böyle olmasaydı karşılaşma gerçekleşmezdi.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın karşısındaki muamelen imkâna göre olmasın; sen O’na münasip olana göre O’na karşı muamele etme­lisin. Allah Teâlâ sana ancak o özellikle iner. Buna mukabil ‘Dilediğini yapan­dır70 ayetini söylersen, şöyle cevap veririz: Allah Teâlâ ancak münasip ve uy­gun olanı irade eder. Sen de ayetin sahibisin.’

Bunlardan birisi de üç yüz. doksan üçüncü bölümden ‘Örtülerin airdından ortaya çıkan inci’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Kim tekvini, yani bir şey var etmek isterse, besmele çekmeli, onu yazarsa Elif harfiyle yazmalıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ karşısındaki edep ortak olduğun işte ortak olmamandır (ortak olarak görünmemendir).’ Şöyle demiştir: ‘O sadece şendir veya O sen değildir ve O’dur. Demek ki ortaklık söz ko­nusu değildir.’ Şöyle demiştir: ‘Sen O’nun mukabilisin, çünkü sen kul O efendidir.’ Şöyle demiştir: ‘(Sana dönük nimeti nedeniyle) Allah Teâlâ’ya O’na göre değilkendine göre karşılık vermelisin. O’na kendine göre karşılık vermen, O’na göre karşılık vermen demektir. Bu durumda O seni müstağni kılar. ‘Kimden müstağni kalır?’ demiyorum. Bu nedenle hiç kimse saadete ulaştıktan sonra bedbaht olmaz.’ Şöyle demiştir: ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamd ederim. O hamd mutluluk ve sıkıntı hallerini içerir ki, o ikisinden başka bir hal de yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘İki isim­den bileşik isme riayet etmelisin. Büyük bir hakkı olan bu isim er-

Rahmanu’r-Rahim ismidir. Bundan başka bileşik isim yoktur. Bu yönüy­le bu isim Bal-bek, Rame-Hürmüz gibi isimlere benzer. Allah Teâlâ’yı bu adıy­la zikreden kişi hiçbir zaman bedbaht olmaz.’

Bunlardan birisi de üç yüz doksan dördüncü bölümden ‘Kendisiyle insanlardan başın kalkmadığı kimse’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ kendilerini yarattığında hiçbir kimseyi hakir ve hor kılmamıştır. Binae­naleyh sen de her varlığa Hakkın onu yaratırken kendisine baktığı gözle bakmalısın. Allah Teâlâ her varlığı kendi hamdini ve övgüsünü tespih etsin diye yarattı.’ Şöyle demiştir: ‘Kul içinde inandığı şeyi yaratır ye var eder, sonra onu yüceltir, değersiz görmez. Bü itibarla Allah Teâlâ’nın yarattık­larını yüceltmek daha uygun ve yerinde bir iştir. Bu durum düşünenler için garip bir sırdır. Bunun altında -öğrenirsen şayetAllah Teâlâ hakkında marifet ve bilgiler yer alır.’ Şöyle demiştir: ‘İşini Allah Teâlâ’ya havale eden Hakkın inşa ettiği bir şeyi O’na havale etmiştir. Kendi işini Hakkın inşa ettiğinden yüce görenin bu davranışı ise tefvîz ve tevekkül sayılmaz.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın (veya Allah Teâlâ’ya) ikinci şahıs zamiriyle hitabı bir sınırlama olduğu kadar üçüncü şahıs zamiriyle ifadesi de sınırlamadır; her ikisi de kaçınılmazdır.’

Bunlardan birisi de üç yüz doksan beşinci bölümden ‘Aşırıya giden yakınlık’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Bir şey isteyeceksen Allah Teâlâ’ya giden yolun açıklanmasını istemelisin. Daha doğru bir ifadeyle saadete giden yolu sana açıklamasını istemelisin. Çünkü her yol Allah Teâlâ’ya gider, yolda yürüyenin bedbaht veya mutlu olması durumu değiştirmez.’ Şöyle de­miştir: ‘Hakkı tenzih eden en cahil kişi, o tenzihi herkesin şeriatı haline getiren kişidir. Böyle bir tavır nazarî düşüncenin hatası ve saygısızlığı­dır. Acaba şöyle bir yol var mıdır ki Hakk o yolun aynısı, başlangıcı ve sonu olmasın!’ Şöyle demiştir: ‘iman nuru olmasaydı müşahedenin neyi verdiğini bilemezdik. Demek ki müminden daha güçlü hiç kimse yok­tur.’ Şöyle demiştir: ‘Varış ancak hayrete olabilir. Allah Teâlâ’yı bilen kişi O’nun hakkında hayretten başka bir şey bilmez. Allah Teâlâ’nın yüce Kur’an’ı ki Fatiha’yı kastediyorumhayret ehliyle bitirmiş olmasında ne güzel işaret vardır. Bu ayet ‘Dalalete düşmeyenlerin yolu71 ayetidir. Ayette ge­çen dalalet hayret demektir. Allah Teâlâ bu ayetten sonra ‘âmin’ demeyi em­retmiştir. Yani senden istediğimiz hususları kabul et! ‘Gazap etmedikle­rinin ve dalalete düşmeyenlerin yolu72 nimet verdiğinin nitelikleridir. O nitelik bir tenzih niteliğidir. İşin sonunun hayret olduğunu bilen kişi, hayrete düşmez. Öyle bir insan bu hususta Rabbinden nur üzeredir.

İhsan verenin ihsanından dönmesi Kesin bir delil, onun değersizliğine Öyle biri bir köpek; Allah Teâlâ öyle teşbih etmiş onu , Allah Teâlâ rahmetiyle kuşatırsa birini

O rahmette yumuşaklık var O’nun keremi ve refeti de var

öyle biri ihsana ve hayra mazhar bir kuldur Onun avucu Hakkın nimetiyle dolar Allah Teâlâ onu üzerinde yaratıldığı hırstan korumuş Yaratılırken bu özellikte yaratılmıştı

Nas ile beyan edildiği gibi felaha eren odur Vahiyde bunun hikmeti de gelmiştir ,

Bunlardan birisi de üç yüz doksan altıncı bölümden ‘Engellenmiş biri yükseldikten sonra aşağıya düşebilir’ bahsidir. Şöyle demiştir: ‘İzzet ‘Allah Teâlâ’ya, peygamberine ve müminlere aittir.,73 Demek ki ancak mümin te­vazu sahibidir. Mümin iman nedeniyle üstünlük kazanmış kişidir. Onun tevazu sahibi olması Hakkın yakın semaya tenezzül buyurmasına benzer.’ Şöyle demiştir: ‘Arif tevazuyu bilemez, çünkü o bir kuldur.’ Şöyle demiştir: ‘Aklınla meleklerin Adem’e secdesini düşünmelisin! On­lar yüzlerini alt yöne doğru çevirdiklerinde, onu kendi mertebesinde görebilsinler diye Adem oradaydı.’ Şöyle demiştir: ‘İnsanın halifeliği yeryüzündedir. Orası insanın yurdu ve aslıdır, oradan yaratılmıştır. Yeryüzü zelil ve hordur.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ bütün âlemi kendini bilmeye davet etmiştir. Onlar kaimdir (ayaktadırlar), çünkü Allah Teâlâ onları yarattığında önünde ayağa kaldırmış, sonra secde ettirmiş, secde halin­de O’nu tanımışlar, bir daha da başlarını kaldırmamış, secdeden başla­rını yükseltmemişlerdir. Bu secde içerisinde Sehl b. Abdullah sadece kalbin secdesini görmüştür.’ Şöyle demiştir: ‘Peygamber tevazünün ta­dını ancak İsra gecesinin sabahında tanımıştır. Yayın iki ucu kadar olan bir yakınlıktan onu tekzip edenlerin yanına inmiş, onlar kendisine suç­lama yöneltmişler, peygamber de onları affetmiştir.’

Bunlardan birisi de üç yüz doksan yedinci bölümden ‘İşi gizli ola­nın kadri bilinmez’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın kendileriyle zatını niteleyip (teklif) kitabında ye peygamberinin dilinde zikrettiği özellik­lerle ilgili olarak insanlar Ö’nun kadrini takdir edememişlerdir.’ Şöyle demiştir: ‘Ne perde var, ne örtü! Allah Teâlâ’yı gizleyen sadece O’nun zuhuru­dur.’ Şöyle demiştir: ‘Nefisler kendilerine gözükenle yetinselerdi, hiç kuşkusuz, gerçeği olduğu hal üzere öğreneceklerdi. Fakat onlar kendile­rine gizli kalan bir şeyi aramış, bu talepleri ise perdenin ta kendisi ol­muştur. Başka bir ifadeyle nefisler kendilerine gizli kaldığını tahayyül ettikleri bir şeyle ilgilenmekle onlara gözükenin ve zuhur edenin hakkı­nı takdir edememişlerdir.’ Şöyle demiştir: ‘Hiçbir şey bâtın değil! Sade­ce bilginin olmayışı bir şeyi bâtın kılmıştır. Hakk’ta kendisinden bâtın kalan bir şey yoktur. Allah Teâlâ bize ez-Zahir, el-Bâtın, el-Evvel ve el-Ahir olduğunu bildirmiştir. Yani senin ‘bâtındadır’ diye aradığın şey zahir olan ve gözükendir; yorulmana gerek yok!’

Bunlardan birisi de üç yüz doksan sekizinci bölümden ‘Genel va­hiylerdeki (tevki’) menfaader’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın (istek­lere) icabet ederek vahiyler indirmesi kulların taleplerine göre gerçekle­şirken maksadar farklı farklıdır. Bunlar bir sebeple veya istekle inen ayetlere işaret eder.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ katından inmiş her sure ve ayet ya O’nun bildirmesi veya hüküm veya haber veya Allah Teâlâ’ya delil ol­ması itibariyle ilahi bir ikaz ve umuttur. Kendiliğinden gelip sebebe bağlı olmayan her ayet sınanma demektir. İstek ve soru üzerine nazil olanlar, inayede sınanmaktır.’ Şöyle demiştir: ‘Bir sualden meydana ge­len bildirme soru sorana delil getirme ve ortaya koyma amacı taşır.’ Şöyle demiştir: ‘Kendisinden kaçınılamayacak olan zorunlu şeriat Hak­kın -herhangi bir sebebe bağlı olmaksızınkendiliğinden ortaya koydu­ğu şeriattır (hüküm). Onun aşağısındaki söz veya halle bir dilekten meydana gelen şeriat ve hükümlerdir.’ Şöyle demiştir: ‘Varlık bir divan iken Hakkın eli o divandaki kâtiptir. Peygamberin Allah Teâlâ’nın katından ge­tirmiş olduğu her ilahi haber tevki’ diye isimlendirilir. Sen de vakte gö­re amel etmelisin, çünkü iş, nesheden ve edilenden ibarettir.’

Bunlardan birisi de üç yüz doksan dokuzuncu bölümden ‘Bakış hakkında mertebenin ortaya çıkardığı durum’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Mertebe sufılerin ıstılahlarında zat, sıfat ve fiiller demektir.’ Şöyle de­miştir: ‘Yaratılışa dönük Hakkın bakışı yaratılmışların üzerinde bulun­duğu tasarruf hali değildir. Çünkü âlem -serbest değilzorla hareket et­tirilendir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın kullarına bakışı onların mertebeleri­ne yöneliktir, varlıklarına yönelik değildir. Bu nedenle şeriadar hallere göre nazil olmuşken muhataplar hallerin sahipleridir.’ Şöyle demiştir: ‘Alem şeriadarın inişiyle birlikte Hakkın kendisine bakarken dile getir­diği hitabı öğrenir. Bu durum ‘Ne zaman bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir74 ayetinde ifade edilir. Haller dünyada indirilmiş hükümleri talep eder.’

Bunlardan birisi de dört yüzüncü bölümden ‘Seni muhayyer bıra­kan hayrete düşürmüş demektir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Mele-i a’la’yı çekişmeye sevk eden, kefaretlerdeki muhayyerlik ve serbestliktir. Mu­hayyer bırakmak hayret demektir. Çünkü muhayyer bırakmak, en üstün ve en kolayı bilmeyi talep eder; o da delille öğrenilir. Fidye oruç, sada­ka ve nüsuktür. Onun kefareti ise ailenin yediği veya giydiğinin ortala­masından on yoksulu doyurmak ve giydirmektir. ‘Ya da bir köle azat etmektir.75’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ seni işlerinde serbest bırakırsa, hangi­sini önce zikrettiğine bakıp onu yapmalısın. Allah Teâlâ bir şeyi ancak sana ve o işe önem verdiği ve ihtimam gösterdiği için önce zikretmiş, onu yapman hususunda senin dikkatini çekmiş gibidir. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın kulunu serbest bırakmasındaki hayret, önce zikredileni benimsemekle ortadan kalkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem veda haccında sa’yetmek istediğinde şu ayeti okumuştur: ‘Safa ve Merve Allah Teâlâ’nın şiarlarındandır76 Sonra ‘Allah Teâlâ’nın başladığıyla başlarım’ diyerek Safa ile başlamıştır. O da serbest bı­rakmada ortaya çıkan hayret halini izale için sana yaptığım tavsiyenin ta kendisidir. ‘Allah Teâlâ’nın peygamberinde sizin için en güzel örnek vardır.’77

Bunlardan birisi de dört yüz birinci bölümden ‘Özel bilgiler içeri­sindeki marifetler’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Arife göre Hakkın bütün ihsanları O’nun hakkındaki bilgiler demek iken arif olmayan insan o bilgilerden bihaberdir.’ Şöyle demiştir: ‘O bilgileri sadece arif bilir, çünkü o bu bilgileri ‘Allah Teâlâ’nın eli onların ellerinin üzerindedir78 ve ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir79 buyurduğunu duyduğuna O’nun elin­den almıştır.’ Şöyle demiştir: ‘Hakkın bilgileri O’nun kullarına ihsanı ve nimetleridir. Allah Teâlâ o nimetlerden birisini öğretirse, senden O’na dön­sün diye öğretir. Başka bir ifadeyle Hakkın sana öğrettiği bilgi seni O’na çağırır. Allah Teâlâ seni kendisinden gafil görünce nimetleriyle kendisini sana sevdirmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Hakkın bütün ihsanları nimettir. Fakat genele göre nimet maksada uygun olan iş demektir.’

Bunlardan birisi de dört yüz ikinci bölümden ‘Bilgi olmaksızın hükmü ispat’ bahsidir: Şöyle demiştir: Temiz şeriata göre, hakim, şahit ve yerriin edilince hüküm verebilir. Bazen sadece yemin yeterlidir. Yalan şahitlikle hüküm sabit olsa bile, bilgi gerçekleşmez.’ Şöyle demiştir: ‘Hakim hüküm verirken isabet etmiştir. Öyle biri bilgi sahibidir, çünkü Allah Teâlâ bildiğine göre hüküm verir. O bilgi Allah Teâlâ’nın hüküm verirken zanm galibine göre hüküm vermesini emrettiği şeriatıdır. Öyle bir zan ki­şiye göre galip zan iken Allah Teâlâ katında bilgidir.’ Şöyle demiştir: ‘Hakim kendi talebi olmaksızın Allah Teâlâ’nın hakimlik görevine atadığı kişidir. Tale­biyle bu görevi alan ise Allah Teâlâ’nın hakimi değildir, öyle birisi mesuldür.’ Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki: ‘Biz görevi talibine ver­meyiz. Böyle bir durumla onun halifeliği sabit olur. Halifelik peygam­berliğe ilave bir iştir, çünkü peygamberlik tebliğ iken halifelik zorla hü­kümran olmaktır.’ Şöyle dedi: ‘Ölümden sonra bir yöneticinin atanması -halifelik değilvekilliktir. İnsanların atadığı kişi Hakkın atadığı kişi sa­yılır. Öyle biri ilahi halife demektir; sen de ister Hz. Ebu Bekir ister Hz. Osman gibi ol, fakat Hz. Ömer gibi olma! O işi şûra’ya bırakmış­tı.’

Bunlardan birisi de dört yüz üçüncü bölümden ‘Düşmanlıkta eşit­lik’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Sana düşmanlık eden içinden seni kendine eşit saymıştır. Bazen de böyle bir makamda olmayabilir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ seni bir zararla sınarsa, onu kaldırmasını dile, sabrederek ona karşı direnme! Allah Teâlâ seni sadece gönderdiği sıkıntıyı kaldırırken başka­sına şikâyetten nefsini alıkoyduğun için ‘sabırlı’ diye isimlendirmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Hz. Eyyûb’un hikâyesi sadece onu rehber edinip kendi­sine uyman için sana okunmuş ve anlatılmıştır. Peygamberler insanlığın efendileri olunca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle denilmiş: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hida­yet ettiği kimselerdir, sen (onlara değil) onların hidayetine uy!,s0 Böyleyken tâbi hakkında ne düşünürsün?’ Şöyle demiştir: ‘Bir arif acıkmış, ağla­maya başlamış, sebebi sorulunca şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ beni ağlayayım di­ye acıktırdı.’ Arif dediğin budur.’

Bunlardan birisi de dört yüz dördüncü bölümden ‘İnsaf eden vasıf­lanmaz’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Muhakkik sıfatı olmayandır, çünkü her şey, Allah Teâlâ’ya aittir. Hal böyleyken ‘Hakk kendini O’nun için caiz ol­mayan ve bize ait olan niteliklerle nitelemiştir5 deme. Böyle bir söz say­gısızlık demek iken aynı zamanda Hakkın kendini nitelediği durumlar hakkında kendisini tekzip etmektir. Edepli-arife göre Allah Teâlâ herhangi bir keyfiyet söz konusu olmaksızın her sıfatın sahibidir. Demek ki her şey Hakkın sıfatıdır. Yaratılmış sıfadarla nitelendiğinde, onlar, Hakk ediş yo­luyla değil, ödünç olarak kendisinde bulunur. Böyle bir iddiada bulu­nan yoksulun anlamadığı şudur: Allah Teâlâ için caiz olmayan şey, bir sıfatın kendisi değil, o sıfatı yaratılmışa bağlamanı ve izafe etmeni sağlayan nispet ve bağdır.’ Şöyle demiştir: ‘Her sıfat ilahidir ve yaratılmış var­lıkta ödünç ve arızî olarak bulunduğu kadar kendisindeki her sıfat da ödünçtür.’ Şöyle demiştir: ‘Biz kendimize göre Allah Teâlâ’nın emanetleriyiz. Allah Teâlâ bizi bize emanet etmiştir. O emanetini talep ettiğinde O’na döne­riz. Biz emanetin ta kendisiyiz. Kimin emanet verdiğini, kimin emanet aldığını, emanetin mahiyetini öğrenmelisin.’

Bunlardan birisi de dört yüz beşinci bölümden ‘Mekânın sığdıramadığı kişiyi zaman sırurlayamaz’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Sınırlama özel­liğindeki her şeyi -bilinmese bilezarflar ihata eder.’ Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır’ demiş, onlan saymış, sonra ‘gaybının bilgisine ayırdığın isimler’ demiş, ardından da ‘Seni ben hakkıyla övemem’ demiştir. Allah Teâlâ’yı övmek, O’nun isimleriyle mümkündür. Allah Teâlâ’ya delil olmaları bakımından ilahi isimler, sayılı ve sınırlıdır; her birinin bir ismi vardır ve o isim kendisine ve kendisi için konulduğu manaya delil teşkil eder.’ Şöyle dedi: ‘Üst (fevka) yönden hareketle (Allah Teâlâ için) ciheti ispat gerekmediği gibi istiva nedeniyle de mekânı ispat şart değildir.’ Şöyle demiştir: ‘Arif yazıya ilave yapmadığı gibi lafza da ekleme yapmaz. Arif bir ziyade olmaksızın söylendiği yer­de durur ki ibadet de bu demektir.’

Bunlardan birisi de dört yüz altıncı bölümden ‘İnsan Rahman’ın örtüsüdür’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Rahman insandan daha güzel veya daha kâmil bir örtüyle gizlenmemiştir. Allah Teâlâ insanı kendi suretinde ya­ratmış, yeryüzündeki halifesi yapmış, sonra ailesinde O’nu halife olarak bırakmasını emretmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ ona halifelikte bağım­sızlık vermemiş olsaydı emir kipinde ‘Allah Teâlâ’yı vekil edin81 demezdi. Ya da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya hitap ederken ‘Sen ailede halife ve yolda arka­daşsın’ demezdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bana edebi Allah Teâlâ öğretti, ne güzel de öğretti’ buyurandır.’ Şöyle demiştir: ‘Örtü süslenmek içindir. Allah Teâlâ ise cemal ve güzellik sahibidir. Rabbini bilen insandan daha güzeli yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘Sufilere göre âlem mana itibarıyla büyük insandır (insan-ı kebir). Allah Teâlâ şöyle der: ‘Göklerin ve yerin yaratılışı insanların yara­tılışından büyüktür, jakat insanların çoğu bunu bilmezler.’82 Bu nedenle ‘mana itibarıyla’ dedik ki doğrudur. Burada bilgi bütün insanlardan olumsuzlanmamış, çoğunluktan olumsuzlanarak, onların bilmediği söy­lenmiştir. Alem karşısında insan-ı kâmil, hayvan bedeni karşısında ruh mesabesindedir. O ise küçük insandır. ‘Küçük’ diye nitelenmesinin ne­deni, büyüğün edilgeni ve münfaili olmasıdır. İnsan âlemin bir özetidir;

âlemdeki her şey insanda da bulunur. Bedeni küçük olsa bile âlemdeki her şey insandadır.’                                                                ,

Bunlardan birisi de dört yüz yedinci bölümden ‘Akıl ve rüyaların bazı hükümlerinde ayakların kaydığı yer’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Arif kendi nazarî/teorik düşüncesi ve aklına göre değil, şeriata göre Allah Teâlâ’ya ibadet edendir.’ Şöyle demiştir: ‘Akıl, Yaratanı sınırlarken şeriat ve keşif sınırı kaldırır ki doğru olan budur.’ Şöyle demiştir: ‘Hevanın akılda giz­li bir tesiri ve hükmü vardır. Önu ancak keşif ve vecd ehli fark edebilir.’ Şöyle demiştir: ‘Vehimlerin beşeri nefislerdeki tesiri, akılların tesirine göre, daha güçlü ve baskındır. Allah Teâlâ’nın dilediği kullar bunun dışında­dır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın bize dönük rahmetinin bir yönü de unutmak, hata etmek ve içimizdeki konuşmalar nedeniyle bizi cezalandırmayışıdır. Allah Teâlâ bizi zikrettiklerimiz nedeniyle cezalandıracak olsay­dı, bütün insanlar helak olurdu.’ Şöyle demiştir: ‘Akıllar hakkında dü­şündükleri kimseyi idrakte yetersiz oldukları için böyle isimlendirilmiş­lerdir. Kelime bağ anlamındaki ikal’den türetilmiştir. Saadete ermiş in­san -başka bir şeyin değilsadece şeriatın bağladığı kimsedir.’

Bunlardan birisi de dört yüz sekizinci bölümden ‘Kavuşmak iste­yen fenayı bekaya tercih eder’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Kim ölümü is­terse, Allah Teâlâ’ya kavuşmayı sever. Hiç kimse Allah Teâlâ’yı ölmeden görmeyecek­tir. Sahih haber böyle bildirmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Dünya hayatındayken ölen kişi saîd ve has insandır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ ile kendisini müşahede ederek karşılaşmak fena demektir.’ Şöyle demiştir: ‘Deccal hadisinde Şâri’nin hikmetini şu sözde görünüz: ‘Hiç kimse ölmeden Rabbini görmeyecektir.’ Kastedilen insanların aşina olduğu bilinen ölümdür. O ölüm ruhun hayvanı bedenden ayrılmasıyla yükümlülüğün kalkmasıdır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize diriltdldiğimizde kıyamette rabbimizi göreceğimizi bildirmiştir. Demek ki Rabbimizi dünya hayatından ayrıl­dığımız ölümün ardından görebiliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu ifadesi, Allah Teâlâ’nın ona ihsan ettiği cevamiu’l-kelim özelliğinin bir tezahürüdür. Bu­rada bizi uyarmıştır ki, birisi çıkıp da ‘Bu bedenden ayrılmadıkça kimse rabbini görmeyecektir5 demesin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu kastetmemiştir. Onun kastettiği, bilhassa dünya hayatında görmenin olmayacağıdır. Biz Hakkı ancak Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in buyurduğu üzere ölümden sonra göre­biliriz. Mütekabiliyetin gerçekleşebilmesi için kavuşma yüz yüzeyken gerçekleşecektir: Bu mütekabiliyette Allah Teâlâ, Efendi biz de kullarız. Biz O’nu -bir sınırlama veya teşbih olmaksızınkarşı karşıya durarak göre­ceğiz. Teşbih olmaksızın’ dedik, çünkü ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’83 Allah Teâlâ’nın sıfatlarını da bir sınırlama olmaksızın görürüz, bunu anlamalı­sın!

Bunlardan birisi de dört yüz dokuzuncu bölümden ‘Merhamet sa­hiplerinin merhametinin inayet rahmeti karşısındaki yeri nedir5 bahsi­dir: Şöyle demiştir: ‘Merhametlilerin merhamet görmesi bir karşılıktır. Onlara dönük rahmet, merhamet ettikleri şekilde tezahür eder. Onun değeri ve mertebesi de ‘uygun bir karşılıktır.5 Şöyle demiştir: ‘Merha­met sahipleri, merhamet ettikleri kimselere inayet merhametiyle mer­hamet etmemişlerdir.5 Şöyle demiştir: ‘İnayet rahmeti gözün görmediği hususlardadır veya herhangi bir kulak onu duymamış, hiçbir insanın kalbine gelmemiştir.5 Şöyle demiştir: ‘İnayet rahmeti iyiliğe ilave ve faz­lalıktır.5 Şöyle demiştir: ‘Merhamet edenlerin rahmeti, isimlerin rahmeti demektir. Merhamet edenler ilahi isimlerin hükmüne göre merhamet etmişlerdir. Bunlar onların üzerinde hüküm verenlerdir. Allah Teâlâ merha­metli kullarına merhamet eder, çünkü onların kimin vasıtasıyla merha­met ettiklerini bilir; ilahi isimler onlarda hüküm sahibi olmuş, Allah Teâlâ da onları ancak sayesinde merhamet ettikleri isme göre ödüllendirmiştir.5

Bunlardan birisi de dört yüz onuncu bölümden ‘Daha da yakın584 ayetinin anlamıdır: Şöyle demiştir: ‘Yayın iki ucundan daha fazla olan yakınlık, yakınlığı şah damarı kadar olan yakınlıktır, ikinci yakınlık Allah Teâlâın bütün varlıklara olan yakınlığıdır. O yakınlığı bilen kişi, Hakka yaklaşanlardan biri olduğu kadar O’nun -tenzih üzerevarlıktaki ve var olan olanlardaki sırrını bilendir.5 Şöyle demiştir: ‘Hakka yakın kişilerden ise rahatlık vardır.’85 Kastedilen Hakkı her şeyin aynı görmekle ortaya çıkıp kişinin üzerinde bulunduğu rahatlıktır. Ayetin devamında reyhan denilir. O da Hakkı rızkın aynı olarak gördüğünde gerçekleşir. İnsan o rızkı alarak hayatta kalır. Sehl ‘besin nedir?5 diye sorulduğunda, ‘Allah Teâlâtır5 diye cevap vermiştir. ‘Nimet cenneti vardır.’86 (Cennet ile gizlen­mek, örtünmek arasındaki anlam ilişkisine telmihle) Allah Teâlâ5ın nimederiyle gizlenir ve örtünür. Bu durum herkesin Allah Teâlâ5tan böyle bir müşahede elde edemediğini öğrendiğinde gerçekleşir. Onlar ‘Muktedir hükümdar nezdinde doğruluk oturağında oturan cennet ve nehirlerdeki kimselerdir87 Onlar her neye yönelirlerse, o şey kendilerinden etkilenir.5 Şöyle demiş­tir: ‘Daha da yakın5 ifadesiyle kulun temenni ettiği veya edeceği yakınlık kastedilir. Bu ifade anlatımda mübalağa bildirir.’ Şöyle demiştir: ‘Kur’an-ı Kerim’i okuduğunda bütün dikkatini ona ver çünkü o

Kur’an’dır. Furkan olması bakımından onu okuduğunda, her okuyuşta bulunduğun ayete göre hareket etmelisin!’ Şöyle demiştir: ‘Kur’an’ı okuduğunda taşlanmış şeytandan Allah Teâlâ’ya sığın.’88 Çünkü Kur’an cem’, ya­ni toplanma demek iken toplanma insanı huzur haline çağırır. Bu hal furkandan farklı olarakinsana yardım eder. Başka bir ifadeyle Kur’an insanı huzura taşırken furkan uzaklaştırır ve kovar.’

Bunlardan birisi de dört yüz on birinci bölümden ‘Amel binekleri sahiplerinin burağıdır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Güzel söz Allah Teâlâ’ya çı­kar.’89 Bütün var olanlar Allah Teâlâ’nın kelimeleridir ve ‘Bütün iş O’na döner’90, ‘Salih amel O’na yükselir.’91 Başka bir ifadeyle salih amel sahibinin him­metinin ulaştığı ve kendisini yükselten amelin hakikatinin gerektirdiği mertebeye yükselir. Allah Teâlâ’nın yüksekliği idrak edilemez ve bilinemez. O’nun bir sınırı yoktur, bunu bilmelisin! Kıyamet günü Kur’an okuyu­cusuna şöyle denilir: ‘Oku ve yüksel! Senin menzilin okuduğun son ayetin menzilidir.’ Cennet dereceleri bu ölçüye göre Kur’an ayetlerinin sayısıncadır.’ Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı.’92 Demek ki amel eden Allah Teâlâ’dır. Hal böyleyken amellerin sahipleri nereye yüksele­cektir?’ Şöyle demiştir: ‘Arif bir işi sahiplenmeksizin yapan kişidir. De­mek ki arif bütün gayretini harcar. Bu esnada ise amel edenin Allah Teâlâ ol­duğu hakkında rabbinden açık ve kesin bir delile sahip olur. Başka bir ifadeyle kulun yerine getirdiği amelin yapıcısı Allah Teâlâ’dır. Arif gayretini harcamasaydı yükümlülük olmazdı. Bu itibarla amelde kula ait bir nis­petin ve bağın bulunması kaçınılmazdır. Amel, Hakka ait iken nispet yaratılmışa döner. Bu durum kulun şereflendirilmesi anlamına gelir. Başka bir ifadeyle amelin kula izafe edilmesi onun teşrifi demektir; ku­lun bunun farkında olup olmaması durumu değiştirmez.’

Bunlardan birisi de dört yüz on ikinci bölümden ‘Bilenin bilene so­ru sorması’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Alim, kalbinde kuşku bulunan ile bu­lunmayan ayrışsın diye soru sorarken bu sayede alim olan olmayandan ayrışır, susturucu delil ortaya çıkar.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ alimi bilmiş olduğu şeyi öğrensin diye sınar ve imtihan eder.’ Şöyle demiştir: ‘Ey iman edenler! İman ediniz.’93 Bu ifade bir açıdan söylediğimizdir. Böyle bir insan iman etmiş olduğu hususa iman etmekle yükümlü tutulmuş mümindir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ seni bağışlasın! Niçin onlara izin verdin ki?’94 Bu soru -inkâr sorusu değilistifham, yani anlama amacıyla so­rulmuş bir soru demektir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı vardığımız görü­şün doğruluğunu iktiza eder.’ Şöyle demiştir: ‘Övülen kişi ancak mer­tebeler bilinmediği için övülür. Mertebeleri bilse bile, onları Allah Teâlâ’nın öğretmesi yoluyla bilir ve öğrenir.’ Şöyle demiştir: ‘İstifhamın bir türü belirsiz istifhamdır. Bu kısım bilenin bildiğini sormasıdır.’ Şöyle demiş­tir: ‘Sana bir şey soran, hiç kuşkusuz, sorduğunu senin bildiğine şahidik etmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Bazen soruyu bilen sorabilir. Öyle bir soru cevaba susturucu delili yerleştirme amacı taşır. Bu nedenle Hz. İsa’ya ‘Sen mi dedin?’95 denilir. Buradan kullarına karşı susturucu delil Allah Teâlâ’ya ait olmuştur.’

Bunlardan birisi de dört yüz on üçüncü bölümden ‘Öğüt bir müjdedir5 bahsidir: Öğüt varisliği hatırlatan bir müjdedir. O inayete mazhar olan hakkında kabul ederek bir müjdeyken inayete mazhar olmayan için mahrumiyet yoluyla müjdedir. İnayet ehlini rableri kendinden ge­lecek bir rahmet ve onlardan razı olmakla müjdelemiştir. Mahrum olan­ları ise acı bir azapla müjdelemiştir. Bu itibarla nimet ve azaptan her bi­risinin derilere temas eden tesirleri olacaktır (müjde anlamındaki büşra ile temas anlamındaki beşer ve beşeriyet arasındaki ilişkiye telmihle). Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlardan biri kız çocuğuyla müjdelendiğinde yüzü kapkara olur.’96 Şöyle demiştir: ‘Müjde anlamındaki büşra beşer kelime­sinden türetilmiştir. Allah Teâlâ perde ardından konuşandır. ‘Allah Teâlâ bir beşerle ancak vahiy yoluyla veya perde ardından konuşur.’97 Şöyle demiştir: ‘Be­şerin değerini ancak ‘İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?’98 ayetinin anlamını bilen anlayabilir.’ Şöyle demiştir: ‘Vasıtaları ortadan kaldırarak doğrudan yaratan, berzah’ta yaratmış demektir. İki uca gelirsek, böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü duyu tarafını akıl imkânsız sayarken akıl yönünü de duyu göremez.’ Şöyle demiştir: ‘Müjde mümine tahsis edilmiştir. Allah Teâlâ kâfiri de müjdeler. Kâfirin ise vasıtaların ortadan kalkmasıyla gerçekleşen ilahi müjdede bir payı ve nasibi yoktur.’

Bunlardan birisi de dört yüz on dördüncü bölümden ‘Kıskanç ola­na karşı kıskanç olunur’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın gayretinin bir tezahürü de taşkınlıkları yasaklaması, onları kesin olarak haram kıl­masıdır. Bilgisi olmayanlar yasaklamanın kolaylaştırmak ve hafifleştir­mek olduğunu zanneder; hâlbuki yüceltme demektir. Bu yasaklama Allah Teâlâ’nın şiar ve yasaklarındandır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın yasakladığı şey­leri yüceltenin davranışı Rabbinin katında daha hayırlıdır.’99 Başka bir ayette ‘Allah Teâlâ’nın şiarlarını yücelten kişi takva sahibidir100 denilir.Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz Sa’d kıskançtır, ben ondan, Allah Teâlâ benden daha kıskançtır. O kıskançlığı nedeniyle taş­kınlıkları yasaklamıştır.’ Böylece Allah Teâlâ taşkınlıkları girilmeyen bir harem olarak yasaklamıştır. Nitekim Allah Teâlâ Mekke ve başka yerleri de harem kılmıştır.’ Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın zatı hakkında dü­şünmeyi bize yasaklamıştır. Allah Teâlâ da ‘O sizi kendisinden sakındırır101 bu­yurur. Demek ki yasaklama, tazim ve yüceltmenin delilidir.’ Şöyle de­miştir: ‘Allah Teâlâ sana ancak senin için hayırlı olanı emretmiştir. O’nun em­rettiği katında yüce ve değerlidir. Sana yasakladığını ise terk etmen O’nun katında senin adına hayırlı okandır. Ahirette insanlara yasaklama olmayacaktır. ‘Ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır, rabbin sana verecektir.’ Yani orada verecek! ‘Ve sen razı olacaksın.’102

Bunlardan birisi de dört yüz on beşinci bölümden ‘Cezanın en ha­fifi boyunların vurulmasıdır’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Boyunları vur­makla kastedilen dünya hayatını kaldırmaktır. O hayat neyle ortadan kalkarsa, boyunları vurmak odur.’ Şöyle demiştir: ‘Boyunları vurmakla kastedilen, Allah Teâlâ’nın gözlerimizi kendisini görmekten alıkoyduğu hayatın tezahürü demektir. Bu hayat neyle tezahür ederse, boyunları vurmak o demektir: Dünya hayatı ortadan kalkmadığı sürece, gözlerimizin gör­mekten alıkonduğu şeyi ancak keşif ve vecd ehli bilebilir, çünkü ölü O’nun karşısında teslim olmuştur.’ Şöyle demiştir: ‘Boyunların vurul­ması, sahip olmadan gerçekleşmez. Sahip olmadan boynu vuran kişi yükümlülük altına girer, onun boynuna sahip olunur. Başka bir ifadeyle kan sahibi olan kişi ona sahip olur ve kısas gereğiyle canını alır. Dünya hayatında azat olan kişi ahiret hayatında köle olur.’ Şöyle demiştir: ‘Sen hürsün, kendini kendin gibi bir yaratılmışın kölesi yapma! Nefsinin se­nin üzerindeki hakkı senin gibi birinin üzerindeki hakkından üstündür.’ Bunlardan birisi de dört yüz on altıncı bölümden ‘Yokluk diye bir. şey yoktur, bunu anla’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ ve mümkünler­den başka bir şey yok! Allah Teâlâ mevcut iken mümkünler sabittir. Demek ki yokluk yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘Varlıklar Hakk tarafından müşahede edilmeseydi, herhangi birisinin var olması yok olmasından veya başka bir şeyin var olmasından öncelikli olamazdı. Allah Teâlâ ancak var olanı mü­şahede eder.’ Şöyle demiştir: ‘İmkânsızdan hiçbir şey olumsuzlama hükmüne girmemiştir. Bununla beraber onu onaylayan, tasavvur eden, şekillendiren bir mertebe vardır. Sureti ve şekli ise ancak var olan bir şey elde edebilirken imkânsız olan yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘Mutlak yok­luk kendisinde bir suretin akledilmediği şeydir. Böyle bir şey yoktur, çünkü üç şey olabilir; zorunlu, imkânsız ve mümkün! Başka bir ifadeyle zorunluluk, imkânsızlık ve imkân vardır. Bunlar ise makul (aklî) şeyler­dir. Her makul sınırlı, sınırlı her şey ayrışmış, ayrışmış olan ayrıştığın­dan farklılaşmıştır. Ayrışmayan bir madum olmadığı için yokluk diye bir şey yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘Haller kelamcılara göre ne mevcut, ne madumdur. Bilindiği üzere, mahal ve halden başka bir şey de yoktur. Başka bir ifadeyle rengi kabul eden bir şey ile renk vardır. Benzer şekil­de, hayatı kabul edenden ve hayattan başka bir şey olmadığı gibi hare­keti kabul eden ile hareketten başka bir şey yoktur; o da harekeüi de­mektir.’

Bunlardan birisi de dört yüz on yedinci bölümden ‘Zahir, bâtın, had ve matlaı birleştiren şey nedir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Her şeyin bir zahiri, bir bâtını, bir haddi ve bir madaı vardır. Bir şeyin zahiri onun suretinin sana verdiği şey iken bâtını suretin üzerinde tutunduğu şey, haddi onu başkasından ayrıştıran, madaı ise onu keşfettiğinde ken­disine ulaşmanın sana kazandırdığı bilgidir. Bu itibarla keşfetmediğin bir şeyin madama ulaşman söz konusu değildir.’ Şöyle demiştir: ‘Bu dördünün arasında bir fark yoktur ve her birisinin ilahi isimlerden isim­leri vardır. Birisi ez-Zahir’dir. ez-Zahir delilin verdiği şeydir. İkincisi elBâtın’dır. O da şeriatın Allah Teâlâ’i bilmek hakkındaki bilgisidir. el-Evvel varlığa, el-Ahir de bilgiye mahsustur. cO her şeyi bilendir.’103 Burada za­mir başlangıçtaki ‘O Evvel'dir’ ifadesindeki zamire döner. Öyleyse emir gaybdan gayba döner. ‘O Evvel'dir5 ifadesindeki zamir de ‘O her şeye kadirdir5 ifadesine döner. Bu zamir ise Allah Teâlâ’ya döner ki o da isim de­mektir. İsim isimlendirileni talep eder. O halde el-Evvel Allah Teâlâ’ya ait iken her şeyden sonra gelen el-Ahir de Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ el-Evvel ve ezZahir’dir ve her şey üzerinde el-Bâtın’dır, bunu bilmelisin!’

Bunlardan birisi de dört yüz on sekizinci bölümden ‘Hakkı delille aramada en doğru yol’ bahsidir: Allah Teâlâ’yı nazarî delille bilmenin imkânı olmadığı gibi O’na ancak kendisinin bildirmesiyle ulaşılabilir. Bu itibar­la Allah Teâlâ’yı bilmek taklit demektir.’ Şöyle demiştir: ‘Keşif aklın deliline göre daha çok hayrete düşürür. Allah Teâlâ’nın bildirmesi ise öyle değildir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ nurdur, kendisinden başka her şeyi yakar. Bu ne­denle de keşifle (bile) idrak edilemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Rabbini gör­dün mü?’ diye sorulduğunda ‘Nurdur, nasıl göreyim’ diye cevap ver­mişti. Burhan delili vasıtasıyla Allah Teâlâ’nın sadece varlığı ve görülmek üzere hangi surette tecelli ettiği bilinebilir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ bir gruba görülmeyi vadetmiş, bir grubun perdeli kalacağını söylemiştir. Perdeli olan, herkese görülendir. Fakat bilinmez.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ akılla bilinir, görülmez; keşifle görülür fakat bilinmez. Görmek ile bilgiyi bir araya getiren bir hal veya makam var mıdır?’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın görülmesi O’nun konuşması gibidir. Allah Teâlâ herhangi biriyle ‘Ancak vahiy veya perde ardından veya peygamber göndererek konuşur.’104 Öyleyse perdedir, peygamberdir ve vahiydir.’

 

Bunlardan birisi de dört yüz on dokuzuncu bölümden ‘Hallerde korkuları görmek’ bahsidir: Şöyle demiştir: Mehasinu’l-Mecalis yazarı şöyle der: ‘Ameller karşılık, haller ikramlar, himmetler vuslat için var­dır. Sıradan insanlar için ikramlar (kerametler) alışkanlıkların ve âdetin aşılması demek iken seçkinler nezdinde ise âdetler demektir ve bu ne­denle sıradan insanlara korkutucu gelirler.’ Şöyle demiştir: ‘Akıllı âdet ile ve âdet olmayanla korkar. Adet hakkında ‘Bu konuda akıl sahipleri için ayet vardır105 buyurmuştur.’ Şöyle demiştir: ‘Adete uygun olan ve­ya olmayan bütün işlere Hakkın gözüyle bakan kimseyi gördüğü şey korkutmayacağı gibi ortaya çıkan şeyler de kendisini korkutmaz. Bu­nunla beraber her şey onun nezdinde değerlidir, çünkü her şey Allah Teâlâ’nın bir şiarıdır. ‘Allah Teâlâ’nın şiarını yüceltmek ise kalplerin takvasından kaynakla­nır.’106 Şöyle demiştir: ‘Varlıktaki her şey Allah Teâlâ’ya ayettir. Ondan ele hiçbir şey gelmez.’

Bunlardan birisi de dört yüz yirminci bölümden ‘İlahi nura ben­zemeyen bir uyarı’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Hakkın benzeri yoktur, çünkü ‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.’107 Allah Teâlâ bir iken O’nun benzeri nasıl olabilir ki?’ Şöyle demiştir: ‘Teşbih özellikleri şeriatta kabul edil­miş meşru benzerliktir. Sen O’nun benzeri değilsin.’ Şöyle demiştir: ‘Akıl benzerliği olumsuzlarken şeriat hem olumlar, hem olumsuzlar. İman da şeriatın bildirdiğine inanmaktır ki o da saadettir. Akıllı, Allah Teâlâ’nın şeriatının sınırlarını aşmaz.’ Şöyle demiştir: ‘Akıllı aklını soyutla­yıp mümin olması itibarıyla şeriata uyan kişidir.’ Şöyle demiştir: ‘Akıllı­ların en kâmili imanı ile aklı müsavi olandır ki o da az bulunur.’ Şöyle demiştir: ‘Akıl tasarruf etseydi akıl olmazdı; tasarruf akla değil, bilgiye aittir.’ Şöyle demiştir:

Aklın özü, elbab’ın hayalleri var Nüha da âlemde hüküm sahibi Geceler her nefes akar durur O’na dalmak günler, geceler, yollar sürer

O’ndan bize bir bilgi ve marifet yok

Sadece eksikliğimiz ve cüretimiz var

Allah Teâlâ’yı bilmek O’nu bilmemen demek

İçinde bulunduğumuz her durum vehimden ibaret

Şöyle demiştir: Akıllı kişi aklına kendini bağlar diyen kişidir. Aklını kullanırsan cahil kalırsın.

Bunlardan birisi de dört yüz yirmi birinci bölümden cGök, arş ve Âmâdan ediplerin menzilleri’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Edepli ve alim kişi Hakkı O’nun kendini yerleştirdiği mertebeye yerleştirir, buna bir şey eklemez. Fakat zamanı bilmesi ve tanıması gerekir. Bu itibarla Arş’a istiva zamanı göğe iniş zamanıyla bir olmadığı gibi Amâ’da bulunmak zamanıyla da bir değildir.’ Şöyle demiştir: ‘Hüküm Hakka eşlik eder. Özel bir zaman O’nun üzerinde hüküm vermez. ‘Her nerede bulunursa­nız O sizinle beraberdir.’108 Binaenaleyh Allah Teâlâ, Arş’ı tavaf edenlerle be­raber Arş’ta bulunurken aynı anda inen ve yükselen ruhlarla beraber göğe iner, yine aynı anda gökte gece ibadetine kalkanlarla konuşur. Aynı anda yeryüzündedir. Bu özelliklerle nitelenebilecek Allah Teâlâ’dan baş­ka kimse yoktur. ‘O Rabbinizdir, mülk O’nundur, nasıl da yüz çevirirsi­niz109                       '

Bunlardan birisi de dört yüz yirmi ikinci bölümden ‘Küçüklerin büyüklere katılması7 bahsidir: Şöyle demiştir: Ayette Hz. Meryem için ‘Ona işaret etti110 denilir. Zamir el-Habir’e döner. Onlar ise mertebele­rin hükümleri altında bulundukları için ‘Beşikteki bebek nasıl konuşabilir’111 demişlerdi. O söz bir bakıma doğru olsa bile, onların kulaklarına şu ifade çarpmamıştı. ‘Onu komşu edin, ta ki, Allah Teâlâ’nın kelamını duysun.’112 Kelamı duyulan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem iken Hakk Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in sure­tinde tecelli etmişti. ‘Ben Allah Teâlâ’nın kuluyum dedi.’113 Bu ifade beşik kendi­sini sınırladığı için söylenmişti. Şu ayette Hz. Meryem’in Hakka işaret etme gücünün vermiş olduğu hükme bakınız! ‘Allah Teâlâ, Meryemoğlu Me­sih’tir.’114 Bu ifade ‘Sen mi insanlara ‘beni ve annemi ilah edinin’ dedin115 ayetiyle birdir. ‘Allah Teâlâ bana kitap verdi.’116 Burada Hakkı yaratılmışa katmıştır. Bu harf mana için gelmiştir. ‘Beni peygamber yapmıştır.’117 Haber veren Hakk’tır. ‘Beni mübarek kıldı.’118 Kastedilen Haktaki İsevî suretin ilavesidir. ‘Bulunduğum her yerde...5119 Yani beşikte ve başka yer­lerde! ‘Bana namazı emretti.’120 Ben de namaz kıldım. (Gerçekte) size sa­lât eden Allah Teâlâ’dır. ‘Ve zekâtı emretti.’121 el-Kuddûs ismi. ‘Hayatta oldu­ğum sürece.’122 Kastedilen ebedi hayattır. ‘Beni anneme saygılı kıldı.’ ‘Kendini bilen Rabbini bilir.’ Bu işarederi iyice düşün, perdelerin ar­dındaki anlama bak!’

Bunlardan birisi de dört yüz yirmi üçüncü bölümden ‘O’nun benze­ri bir şey yoktur’12' denilen biri her bakımdan ne ölüdür, ne diri’ bahsi­dir: Şöyle demiştir: ölümü ve hayatı yaratan onlarla nitelenmez. O vardı, bu ikisi yoktu. O hayat sahibi değildir, bunu anlamalısın!’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya ait olan isimlerdir, şifadan yoktur. Allah Teâlâ şifada değil, isimle bilinendir. Bu nedenle Kitapta veya Sünnette sıfat tabiri geçme­miştir. ‘En güzel isimler Allah Teâlâ’ya aittir, onlarla kendisine dua edin.’124 Başka bir ayette ‘İzzet sahibi Rabbin onların nitelemesinden münezzehtir125 bu­yurmuştur. Demek ki Allah Teâlâ kendisini -isimden değilsıfattan tenzih etmiştir. Hadiste ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır’ denilir.’ Şöyle de­miştir: ‘Dönüş Allah Teâlâ’yadır, çünkü O et-Tevvab’dır. Dönme O’nadır, çünkü tövbe ‘O’na dönmek’ demektir. ‘Ey müminler! Hepiniz birden Allah Teâlâ’ya dönün.’126 Başka bir ayette ‘Bütün iş O’na döner127 denilir.’ Şöyle demiştir: ‘O sana dönmeden sen O’na dönemezsin. el-Evvel O’dur. O’na döndüğünde O sana ikinci defa döner, çünkü el-Ahir’dir. Binae­naleyh Allah Teâlâ el-Evvel, el-Ahir, ez-Zahir ve el-Bâtın’dır. ‘Tövbe etsinler diye sonra onlara döner.’128 .

Bunlardan birisi de dört yüz yirmi dördüncü bölümden ‘Gayret ve teşmîrdcki teşhir (tasfiye)’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Teşhir, altındaki toprağı ve pası izale etme eylemidir. Bu, Kadim’e izafe edilmiş hâdis özelliklerin izalesinin ta kendisıyken aynı zamanda hâdisteki kadim nite­liklerin izalesi demektir.’ Şöyle demiştir: ‘O, maden sen ise altınsın; sen O’ndan ayrışarak altın oldun, O’nda duştun ve O sana yardım edendir. O’ndan ayrıştıktan sonra benzerin olan kimseleri yaratmıştır. İş böyle devam eder.’ Şöyle demiştir: ‘Sen bir maden, O da senden ayrışan ve farklılaşandır. Bu durum ‘O’nun benzeri bir şey yoktur129 ayetinde ifade edilir. Senin benzerlerin vardır.’ Şöyle demiştir: ‘Tabiatın eğitilmesi ve terbiyesi (teşhir), insan nefsi bakımından riyazet ve bedeni balamdan mücahede diye isimlendirilir. Riyazetle insanın ahlakı süslenir ve onun boyun eğmesi kolaylaşırken mücahedeyle de lüzumsuz kısımları azalır, kendisindeki asıl ile ferler tezahür eder. Binaenaleyh insan mücahede vasıtasıyla kim olduğunu, kimin için var olduğunu öğrenir. Yol budur! ‘Bizim yolumuza cehdedenleri yollarımıza ulaştırırız.’130

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar