OTUZ BEŞİNCİ SİFİR 1. Bölüm
[Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla]
Bunlardan birisi de iki yüz elli
beşinci bölümden ‘Yukarıdan gelen, zevk sahibidir’ bahsidir: Allah Teâlâ
kullarının üzerinde hüküm sahibi olan elKâhir’dir. O’nun arşı (yeryüzü) döşeği
üzerinde hükümrandır. ‘Yukarı’ ilmi, zevk yoluyla öğrenilebilir. O ilim
kitapların hükümlerini hakkıyla uygulayıp mertebeleri ayrıştırana mahsustur.
Kitapların hükümlerini uyguladığı halde onların alamet ve özelliklerini temyiz
etmeyen, ayakaltından geldiğinden emin olduğu bilgileri ayağının altından
‘yer’. Bahis konusu olan hal ‘vera’ sahiplerinin ve itaatkârların halidir.
Onlar ellerinin kazancım yerler ve bu nedenle de bilgiden ancak cemiyetlerinde
duyduklarını öğrenir, bir kısmını bilirler. Söz konusu insanlar Allah Teâlâ’ya
borç verir. Onlar peygambere uyan ve doğru yol ehli olanlardır. Peygamberlere
gelirsek, onlar, kudretli kimseler olduğu kadar zevkler de onlara mahsustur. Bu
bakımdan peygamberler basiret üzereyken onlara uyanlar iddialarında
peygamberler gibidir. Onlar en güzel ahlaka sahip olduklarını iddia eder;
cennetlerde, nehirlerde yani gizlilik içinde bulunanlardır. Onlar sükûnederi
nedeniyle genişliğe ermiş, muktedir hükümdar nezdinde ve ulaşılmaz bir
mertebede doğruluk oturağında oturanlardır. (Bilgilerini) kazanan kimselerin
ulaşamadığı bu mertebe sevenlere mahsustur.
Bunlardan birisi de iki yüz elli
altıncı bölümden ‘İçen neşelenir’ bahsidir: İçen kişi şarap içerse neşelenir.
Şarap içen, kötü bir iş yapmıştır, çünkü şarap aklı sarhoş eder, düşünceyle
araya perdeler çeker. Sarhoşluk sonuçları haberlere yerleştirir, perdeler
kalktığı için sırları izhar eder; hâlbuki güçlü bir otoriteye sahip ve ulvi
derecedeki o sırların dünyada ifşa edilmesi yasaklanmıştır. Bu nedenle söz
konusu sırlar her nerede olursa olsun, içenlerin hazzı olduğu kadar bu nedenle
de (onlara ulaşmak) çetin olmuş ve kolay olmamıştır. Dünyada yasaklanmış bu sırlar
ahirette ise ikram edilecektir. Şarap cennetteki nehirlerin en lezzedisiyken
ihsan makamı da ona aittir. Onunla ilgili ihsanlar boldur. Bu nedenle hükmünün
ulaştığı kimse hata etmez ve şöyle der:
Ben bir kez sarhoş olunca
Bir köşk ve divan sahibi
sayarım kendimi
Adam doğru söylemektedir. Hükmü
kendisini terk edip belirtileri silinince yine aynı sözü söyler ve yine doğru
söyler. Buna mukabil Hakk şöyle der:
Lâkin ayıldığımda
bu kez ben
Arzunun ve devenin
sahibiyim '
,
Bu makam daha üstündür, çünkü o,
hayatın ve canlılığın rabbidir. Bunu iyice düşünmelisin ve bu ölçüyü
anlamalısın!
Bunlardan birisi de iki yüz elli
yedinci bölümden ‘Kanan kişi taşkınlık yapar5 bahsidir: Kanarak
içen taşkınlık ederken, taşkınlık eden de düşer. (Hz. Adem’in) 05nun
önünde düşüp (yeryüzüne) ‘hübût5 ettiğini ve indiğini görmez misin?
Düşerken hata etmiş, rabbinden öğrendiği kelimeleri telakki edip onlarla tövbe
etmiş, en güzel netice ve varış yerine nail olmuştur. Bunun nedeni günah
işlerken yasağı çiğnemek veya ışıktan karanlığa çıkmak gibi belirli bir maksadı
taşımamış olmasıydı. Bu itibarla cezaya maruz kalsa bile arifin hata işlemesi,
ona dönük bir ihsan ve hediyeyken hediye alan kişi ‘odalar içerisinde5
emin ve güvenli bir haldedir. Bilginin değeri sahibine yani alime hükümleri
olmayan tüm mertebeleri vermektir. Bu sırrı bilen kişi, onu bilenin Rabbinin
hiçbir emrini ihlal etmeyeceğini öğrenir; ihlal eder ve hüküm verirse, cahil ve
zalim sayılır. Bununla beraber bilgisiyle asi olmuş, hükmüyle karşı çıkmıştır.
İtikat etse bile, asi olduğunu söylemez. Böyle birisi muttali olan ve müşahede
eden biridir. Aynı durum kıyamet saati gelince O’na itaat edenler için
geçerlidir. Binaenaleyh alimler, hüküm verenler ve hikmet sahipleridir. Onlar
hiçbir şeyin değerini çoğaltmayacakları gibi hiçbir yaratılışın (ve âlemin)
düsturunu başka bir sınıra taşımazlar (her şeye hakkım verirler). Bu ‘kanma5
hali olmasaydı, nebiler olmaz, hüküm itibarıyla Allah Teâlâ düşmanları ile
veliler arasında fark kalmaz, mertebeler bilinmez, mezhepler ortaya konulmaz,
teklif olmaz, tasarruflar hüküm veremez, ‘belli süre ve ecel5
olmayacağı gibi gören ile kör ayırt edilemezdi.
Bunlardan birisi de iki yüz elli
sekizinci bölümden ‘Suyundan kana kana içmeyen 05nun nebilerinden
değildir5 bahsidir: Sudan içen, âlimlerin sahip olduğu hayatla
canlanırken; süt içen, Yemen adamları arasında belirginleşir ve farklılaşır.
Saf bal içen kişi ilhamına hakkını veren iken şarabı içen ise hakikati
gizleyemez. Şarap müsamahaya yol açarken süt ifadeye, su ruhların hayat sahibi
olmasına yol açar. Bal ‘kanat5 sahiplerinin bilgisidir. O bilgi
açık bilgidir. Hiç kuşkusuz herkes meşrebini bilmiş ve mezhebini hakkıyla
öğrenmiştir. Allah Teâlâ ‘Melekleri ikili, üçlü ve dörtlü
kanat sahibi olarak elçi yapandır, dilediklerini yaratılışta ziyade eder.’1 Allah Teâlâ (yükseliş yolu demek
olan) miraçlarda yollar belirler. Onlar eksiklik ve irade sahibidir. (Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem miraçta) şarap içmiş olsaydı, ümmet dalalete düşer,
sırları izhar ederek taşkınlık yaparlardı. Hâlbuki dünya perde yeridir ve
dolayısıyla kapının kapalı olması ve perdenin bulunması şarttır. Onlar derin
akıl sahibi olan peygamberlerdir. Peygamberler yolları açıklamak ve belirlemek
üzere gönderilmişken yeryüzüne halifelerin görevlendirilmiş olması da bir tür
‘karz-ı hasen’dir (borç vermek). Halifeler perdeli nefisleri peygamberlerin
belirleyip ortaya koydukları ilahi maksada muvafık hükümlere ve emirlere
uymaya zorlarlar.
Bunlardan birisi de iki yüz elli
dokuzuncu bölümden ‘Resmini silenin adı yok olur5 bahsidir: Zehre
karşı geliştirilen tiryaklar onun zararını giderip engelleme amacına matuftur.
Bununla beraber tiryak denilen (panzehir) de bir tür zehirdir. Hükümler,
kurallar ve resimler baki olsun diye belirlenmiştir. Bu itibarla onlar
bedenlerin tedbiri sona erinceye kadar ruhlar sebebiyle korunmuştur. Bedenler
ruhları kabulden yüz çevirip elçilerinden sorgu meydana geldiğinde yönetim
vakti sona erer, iksir kabı kırılır, gabya kavuşmaya ve dosdarı görmeye dönük
hasret artar, yok edicilik özelliğiyle birlikte ölüm çıkar gelir, şehirler
boşalır, ruhla beden ayrışır, her biri aslına döner, her biri kendi akraba ve
ailesiyle bir araya toplanır. Binaenaleyh beden toprağa katılırken güneşe
benzetilen ruhla insan yükselir* Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruha katılır ve o
ruhla birlikte ilahi huzura girer. Orası kutsiyet mertebesi ve ünsiyet meclisidir.
Birbirlerini kabul eder ve huzuruna gelince kendisine doğru çıkar ve onu
karşılar. Bu itibarla Allah Teâlâ saadete ermiş muduya emelini verirken
bedbaht ve şakiyi terk eder ve başarısız bırakır.
Bunlardan birisi de iki yüz
altmışıncı bölümden ‘Kime sebat verilirse gecelemekten emin olur’ bahsidir :
Gecelemekten korkmayan ölülerin arasında sabahlar. Ey seçilmişler! ‘Benim
ve sizin düşmanınızı dost edinmeyin.’’2 Onlara sevgi göstermeyin, içlerinden
sözleşme yaptığınız herkese karşı verdiğiniz sözü ve ahdi yerine getirin! Dinin
üzerinde sabit kal ve onların inancına tesir etmesinden sakın! Haç’a inanan
kişi ‘kuyu’ ehline katılır. Allah Teâlâ’ya kimseyi ortak koşma ve tevhidi
dayanak edin. Varlıkta duyan biri yokken, kavminden ayrı düşmüşün sesi nasıl
çıkabilsin ki? Ölümle nitelenmişken nasıl onun sesi olabilir ki? Söz uyuyana
nispet edildiği kadar ölüye de nispet edilebilir; ölü de konuşur onunla da
konuşulur. Uyanık yanındakine haber duyurur, faydalar meydana gelir, tesiri
görünende ve görünmeyende ortaya çıkar ve herkese nüfuz eder. Adet ve
alışkanlık böyle cereyan eder. Duyulan bir ses olmadığı kadar bir araya gelen
harfler de yoktur. Münadi sağır olmuş, nida edenlerin ezanı nida edende
kalmıştır. İçi ve durumu sabit olan kişi gözün yalanlamadığına iman edendir.
Bunlardan birisi de iki yüz altmış
birinci bölümden ‘Vitirdeki (teklik) örtü’ bahsidir: Akıl neyi aklettiğini
bilir. Bu itibarla akıl bir örtüdür. Çünkü kaydından kurtulmaya gücü yetmez.
Akıl oluşla (kevn) bağlanmış ve sınırlanmıştır. Aklın kaydından kurtulmuş heva
da hakikati görür. Bununla beraber kendisine uyanı Allah Teâlâ’nın yolundan
uzaklaştırır, fakat Allah Teâlâ’dan değil! Çünkü o da Allah Teâlâ’nın melekûtu
kapsamında ve dolayısıyla O’nun kudreti dahilindedir. Öyle olmasaydı eziyete
maruz kalırdı. Efendinin perdelenme talebi olmasaydı vitir özelliğiyle
nitelenmezdi. Hakk varlıkta var olan her şeyin aynıdır. Şeriat sahibine
bakınız! Nasıl da vitir sayısını birden çoğula kadar çıkartmıştır. Hakka
bakınız! Vitirleri çift yapmış, çifderi çoğulla tek yapmıştır. Heva için
serbestlik ve müsamaha vardır. Her kapının bir anahtarı vardır ve bir kapının
anahtarı onun açılmasını sağlayan şey/kimsedir. Bu nedenle açan fettah diye
isimlendirilir. Onun otoritesi dünya ve ahirette ortaya çıkar. Fakat zuhuru
mezarda gerçekleşir. Saadete erenler için ‘ziyanlı bir dönüş’ ya da zarar eden
bir ticaret değildir. ‘Orada nefislerin arzu ettiği
(şehvet) her şey vardır.’3 Ayette geçen şehvet hevadan başka
bir şey değildir. Heva sahibi olan hiç kuşkusuz ‘düşer (kelimenin anlamı
düşmektir)’. Bu nedenle yoldan çıksa bile ‘âşığa yol yoktur’ denilir.
Bunlardan birisi de iki yüz altmış
ikinci bölümden ‘Tecelligahta en yüce makam’ bahsidir: Tecelligahta fikir gücü
ve elbab, yani derin akıl kaybolur. Bu makam arif velilere ve sevgililere ait
bir makamdır.
Hevanın hakkı nedir: Hevanın kendi
kendinin sebebi olması
Kalpte heva bulunmasaydı ibadet
edilmezdi hevaya
Hevadan başkası yoktur, emir onun
emridir. Akıl heva gücüne muhtaç ve onun önünde hizmetkârdır. Tasarruf,
doğruluk veya doğrudan uzaklaşmak heva gücüne mahsus işlerdir. Bilgisi yüce
olduğu için hükmü geneldir. Akıl fikir düşüncesiyle ve nakil sayesinde ona
baskın gelirken onu kalplerden perdeleyen şey sadece ismidir. Her şey onun
hüküm ve yetkisine bağlıdır.
Akıl aklettiği için ‘akil’ diye
isimlendirildi
Heva ise şiddeti ve öfkesi nedeniyle
heva diye isimlendirildi
Heva bir nitelik, Hakk bilir onu
Şeriat yolundan saptırır insanı
/ İradedir o kinayesiz; kinayesiz söylüyorum, rnlamazsın Heva
olmasaydı şeytan kıskanç olmazdı Akıl bu makamdan aşağıda Bu makamda tecrübesi
yok aklın -
Aklın dayanağına bir bak! nüfuz
eder, hiç kimse fark etmez onu Ruhlarda ve bedenlerde hüküm sahibidir Akıl
sahipleri korkar onun tasallutundan Şehre tahsis edilmiş emin odur (beled-i
emin)
Bunlardan birisi de iki yüz altmış
üçüncü bölümden ‘Kimin hilali silinirse ulaşması mümkündür’ bahsidir: Cennetliklerde
(örfte) bilinen bir akıl yokken onlarda tasarruf edici olarak arzu ve şehvet
vardır. Akıl cehennemliklerde dile gelir, bu sayede cehennemdekilerin hüznü
artar, kötü bir yolu tutmuş olmaları nedeniyle mahzun kalırlar. Akıl yaratılmışın
bir niteliğidir ve bunun için Hakk onunla nitelenmemiştir. Şeriat dünyada
şehvetin tasarruflarını sınırlamamış olsaydı, aklın dolaşabileceği bir alan
kalmazdı. Aklın hakikatini Sehl’den başkası anlamamış, onun gerçek anlamını ve
ehlini belirtmiştir: Akıl yükümlüyü tasarruftan alıkoyar! Yasaklama kalktığında
ise müjdeci geride kalır, korkutucu gider. Bu itibarla aklın geride kalması
naklin geride olmasından kaynaklanır. Hilal silinince ve sönünce, sen bir gölge
olursun. Hilalin silinmesinde geliş ve yönelme mertebesinde kemali vardır. Bu
kemal aynı zamanda dolunay halinde de tezahür eder. O halde emir/iş, Hakk ile
halk arasında gider gelirken bizimle Hakkın arasındaki bağ ise karşılıklı ve
güçlü bir bağdır: O’na ait bize ait değilken O’na ait olmayan bize aittir.
Bunlardan birisi de iki yüz altmış
dördüncü bölümden ‘Acele eden (veya aydınlık olan) dolunay olmuştur’ bahsidir:
Ayın dolunay geceleri üç tanedir ve bu nedenle ‘Allah
Teâlâ üçün üçüncüsüdür’4
diyenler kâfirdir; kastedilen dalalettir, çünkü dolunay bir olduğu gibi mutlak
birliğe (ahadiyet) ilave ve zait bir şey yoktur. Dolunay bir iken gözde ikiyle
perdelenmiş (üç gecede görünmüştür). Allah Teâlâ ise iki elle bizi kendisini
bilmekten perdelemiştir. Bunun yanı sıra şeriadarda yer alan kuşku ve
tereddüdün bulunmadığı teşbih ifadeleriyle bize perdelenmiştir. Ay döner durur
ve en sonunda dolunay gecesine ulaşır. Dolunay gecesi ‘serar gecesi’ diye
isimlendirilir. O faydalı-dolunay ve parlak ışığın ortaya çıktığı gecedir.
Buhar ve dumanlarıyla rükünler ona zarar veremez, onu başkalaştıramazlar, çünkü
ayın on dördüncü gecesinde gözüken dolunay afetlere açık bir gecedir ve bu
nedenle o vakit küsuf, yani güneş tutulması vaktidir. Bu yönüyle gece güneş
tutulması afetine maruz kalır. Bazen ay, aydınlık içinde, kendisini aydınlatıp
ışığım veren (güneşi) hiçbir gözün göremeyeceği şekilde perdeler. Güneş aya
hizmet etmek üzere kendisini aydınlatır. Ay ise kendisine hizmet edip ona bu
mertebeyi kazandıran güneşe saygı göstermek ve yüceltmek üzere perdeler ve
gizler.
Bunlardan birisi de iki yüz altmış
beşinci bölümden ‘Müsamere (gece yemekli sohbet) muhadaradır (gece sohbeti)’
bahsidir: Yıldızlar vermiş olduğu bilgilere göre el-Hayy ve el-Kayyum’un
sohbetine riayet ederler. Toprak üstüne oturmuş bir halde ay gecelerinde yapılan
sohbet ne güzeldir! Alemin istidadına ve üzerinde bulunduğu iyilik ve ihsana
göre, müsamere gündüz ortaya çıkan eserlere göre müşaverede gerçekleşir.
Görmez misiniz ki Allah Teâlâ yaratıklara bakan yakın semaya iner ve yaklaşır,
onlardan talepte bulunarak kendileriyle sohbet eder. Onlar da zikrederek,
istiğfar ederek ve güzel amellerle kendisiyle sohbet ederler. Allah Teâlâ
söyler, onlar söyler; Allah Teâlâ dinler, onlar da dinler; Allah Teâlâ icabet
eder, onlar da icabet eder. Fecir vaktine kadar iş böyle sürer. Fecirde sohbet
biter ve bu kez belirtilmiş hayırlar sabahleyin ortaya çıkar.
Bunlardan birisi de iki yüz altmış
altıncı bölümden ‘Şimşek parıldaması ve yansıması’ bahsidir: Şimşek iştiyak
sahibine aittir. Kim kendisine konuk olursa, Allah Teâlâ’nın nurları onun
üzerine tecelli eder. Şimşekler hakkında doğru olan görüş O’nun şimşeğinin
yağmur getirmediğidir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kulu ‘Allah Teâlâ’yı ancak Allah
Teâlâ bilebilir’ demiştir. Biz Allah Teâlâ’yı bilinmemek özelliğiyle tanıdık.
Bu hususta edebe sarılmalı ve böyle anlamalısın! Nazarî düşünceden ve fikrin
karıştırmalarından kendini koru, aklın sınırını aşmasın, bir yerde karar
kılsın! Böyle yapabilirsen kalpte (daha önce) kendisinden hiçbir şeyin
bulunmadığı bilgiyi ve bir yana sapmayan gölgeyi elde edersin. Hava ısındığında
şimşekler çoğalır, (gök cisimlerinin) kayboluşu ardından gelir; ne rabbinin
hamdini tespih eden şimşekler ne de yağan yağmur olur. Sadece parıldayan ve
inen ışıklar ve parıltılar vardır, sonra kendisini üstlenenin izhar ettiği bir
hikmete binaen ortadan kalkarlar. Ayette ‘Güneşe
ve kuşluk vaktine...’ denilir. Yani onu ortadan kaldırmayıp
aydınlattığı vakte yemin olsun ki. ‘Ardından
gelen Aya...’ Yani kendisini sınarken güneşe! ‘Ortaya
çıkan gündüze...’ Onu kendi mahallinde izhar etmiştir.
‘Onu örttüğünde geceye...’ Gece
onu gizlemiş ve izhar etmemiştir. ‘Göğe
ve onu bina edene...’ Ona yüklediği manayla. ‘Yere
ve onu yayana...’ Onu döndüğünde, bir değirmen gibi
çevirmiştir. ‘Nefse ve onu tesviye edene...’,
‘Sonra da ona günah ve takvayı ilham edene yemin olsun ki...’5 Kendisine dönük bu nispede onu
güçlendirmiştir.
Bunlardan birisi de iki yüz altmış
yedinci bölümden ‘Masum olan hücum etmiştir’ bahsidir: Hücum yönelmek demektir
ve her şeyi bilenden meydana gelmez; hücum hizmet edilen için söz konusudur.
Hizmet eden ise hem hüküm sahibi hem de hükme konu olandır. Haktan ansızın
gelenlere yaratıklar güç ve takat yetiremez. Hal böyleyken elAlim ve
el-Hakim’den niçin gelmişlerdir? Bazen Hakk’tan gelenler bevadih ve hücum diye
isimlendirilir. Onları taşıyacak ve yüklenecek kimse olmasaydı, Hakk
kendilerini tesviye etmez ve itidal vermezdi onlara! Bunlar insana ansızın
geldiğinde, kendisini yok edeceğini zanneder. Bu nedenle onlara bakar, ardından
da getirdikleri şeyi kendilerinden alarak onlardan yüz çevirir. Daha doğrusu
insan onlardan yüz çevirmez, onlar getirdikleri düşünceyi bıraktıktan sonra
giderler. Bu itibarla Hakk’tan gelen (ilhamlar), buludarını yağdırmaksızın
gitmezler. Bulutlardaki yağmurun yağmasıyla ortalık aydınlık dolar, buludar
gider, ortalık açılır, yeryüzü ‘kendi haberlerini söyler’, perdelerini
kaldırır, sırlarını izhar eder, toprak nur ışıkların vurmasıyla çiçekleri
ortaya çıkartır. Tohumlar içerisinde çiçekler ve ışıkların içerisinde de aydmlatıcılık
bulunmasaydı, gözün gördüğü hiçbir şey meydana gelmezdi.
Bunlardan birisi de iki yüz altmış
sekizinci bölümden ‘Yaklaşan kişiye (sevgi) içirilir’ bahsidir: Seven-âşık
kalbine sevginin içirildiği kimsedir. Aşkın aşla, dürüst-doğru sevgi demektir.
Âşık Mecnun sevgilisine şöyle der: ‘Uzak ol benden! Bana yaklaşma. Seni sevmek
beni senden alıkoydu. Sen bendensin, ben şendenim.’ Böyle diyerek daha latif
olanla kalmışken kesif olana (beden) karşı zahit davranmıştır. Çünkü kesifin
mahiyetini anlamış, orada durmuş ve sapmamıştır. Mülkün sahibini (veya mülkün
mülkünü) gören kişi, mülkte neyin bulunduğunu da bilir. Birisinden sebat talep
etmen, hiç kuşkusuz, onu sınırlamış, daha doğrusu onu köle yapmış olman
demektir. Bununla beraber telvinde sabit kalabilir. İşte temkin de budur zaten!
Bu durumda Rahman suresinde indirilmiş ‘O her gün bir
iştedir (şuûn)’6 ayetine
uygun davranmış olursun. Şe’nler renkler ve değişimler demektir. Hakkın
kullarında (bulunmakla) nitelenmiş olmaya en yakın durumu, şah damarından daha
yakın olması halidir. Demek ki Allah Teâlâ sana senin kendinden daha yakınken
seninle hemcins değildir. Bununla beraber Allah Teâlâ senin cinsinde (ve sende)
bulunmuştur. Bu itibarla kendini sınırlamış, hapsini daraltmıştır.
. Bunlardan birisi de iki yüz altmış
dokuzuncu bölümden ‘Her uzaklaşan uzaklaşmış değildir5 bahsidir:
Sınırlar nedeniyle uzaklaşmak müşahedeyi bilmek demektir. Bu bilgi ilimlerin
en üstünü ve aynı zamanda bilinenin ihatası itibarıyla da en yücesidir. Bu
nedenle, bazı abidlerin zannettiği üzere, her uzaklığın helak demek olduğunu
zannetme! Tam tersi, helak, yakınlıkta olabilir ve bu nedenle (helak olma diye)
Allah Teâlâ seni yakınlık halinde fani kılar. Hakk sana tecelli ederken,
söylediğimi iyi düşün. Hakkın ahlakıyla ahlaklanmak bir perdedir. Hâlbuki o
sevenlere göre en büyük yakınlıktır. Sen kalbini arındır, fakat süslemeyle
(meşgul olma)!
O’na yaklaşınca sarktı
Yayın iki ucu veya daha yakın oldu
Onda çift niçin geldi?
Bir manayı içerdiğinde, örf için
geldi Bakınız!‘daha yakın’dedi Bu nedenle ben de dedim,
Bizi aldatan bizden değil İş/emir
bütünüyle bizden değildir Biz biz değiliz, biz olduk Bu nedenle Hakk bizden
haber verdi
Sema’nın sahibi teğanni edendir ,
Teğanni ederken onu söyler Bu semaya
kulak verir Kendisine geldiği temenni eden kişi
Bunlardan bir tanesi de iki yüz
yetmişinci bölümden ‘Sedd-i zerîa ve şeriatın •hükümlerindendir’ bahsidir: Şerî
hükümlerde sedd-i zerîa prensibini kabul eden kişi, daha üstün olanı terk
etmiş, o terkin de üstün olduğunu kabul etmiştir. Böyle bir insan Şâri
karşısında tartışmacı değildir. Fakat maksadı anlayınca, ölçülü davranmaya
yönelmiştir. Çünkü o Allah Teâlâ’nın gözetleme yerinde bulunduğunu bilir.
Yaratılmış olan zayıftır. Maslahadar olmasaydı yükümlülük ve teklif olmazdı.
Sen de O’ndan gücün yettiği kadarını al! Bütün topladıklarınla amel etmekle
seni sorumlu tutmaz. Allah Teâlâ herkesi yapabildiğiyle sorumlu tutmuş, nefsin
karşılaştığı her güçlükten sonra kolaylık yaratmış, hükümlerin arasına mubahı
bir hüküm olarak yerleştirmiş, onu nefislerin rahatlık ve genişliğe çıkmasının
sebebi kılmıştır. Allah Teâlâ topal insana merhametinin gereği dinde güçlüğü
kaldırmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in yönteminde Allah
Teâlâ’nın dini kolaylık olarak ifade edilmiş, ona güçlük katışmamıştır. Bu
itibarla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem müsamahakâr-haniflik dini ile
zarif sünnet ile gönderilmiştir. Bu ümmete (dini) daraltan kimse kıyamette
karanlık kimselerle haşredilir.
Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş
birinci bölümden ‘Hakikat her yoldadır1 bahsidir: Kadim kelam yüce
Kur’an’da şöyle denilir: ‘Her canlının
perçeminden tutandır, benim Rabbim doğru yol üzerindedir,’7 Rauf,
Rahim ve gerçeği bildiren el-Habir ve bilen el-Alim böyle buyurdu! Yürüyen, Hakk
ile yürür; irade eden, O’nunla irade eder. Siz ancak Allah Teâlâ’nın dilediğini
dileyebilirsiniz. Saadet tam ve rahmet kuşatıcıdır. İstikamet içerisinde
istikamet ehli, kıyamet günü selamete erenlerdir. İstikamet olmaksızın yürüyen
ise ikram diyarından uzak kalır. Hepsi ‘mukame’ (cenneti) diyarındadır. Bütün
iş O’na döner. Her şey O’nun fiiliyken nasıl O’na dönebilir ki? Hayrete
düşürecek husus, Hakkın yanında olanın O’na döneceğinin bildirilmiş olmasıdır.
Hâlbuki her şey O’nun nezdindedir. Perdeler çekilmiş, kapılar kilidenmiş, işler
belirsizleşmiş, ifadeler anlaşılmaz olmuştur. Bunlar pek çok yönden kuşkulardan
ibarettir.
Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş
ikinci bölümden ‘Her düşünce (hatır) bulutu yağmur yağdırmaz’ bahsidir:
Bulutlar tesir ettiğinde bu tesir sınırlı kalmaz ve iyilik sahiplerine
katılırlar. Bu itibarla bulut kerem ve cömertliğine göre verirken, kendi
akrabasına cömertlik etmiş, buharlar kendisine dönmüş ve arzuyla ona nüfiız
etmiş, toprağa yağmurlar yağmıştır. Bunlar, ayrılık acısından doğan özlem ve
hasretin şiddetinden kaynaklanan âşıkların gözyaşlandır. Toprak ile yağmurlar
birbirine kavuştuklarında, izhar ettikleri çiçeklerlerle toprağı güldürürler.
Bu durum, bol miktarda ve yağmur gibi ağlamanın bir karşılığıdır. Böylece
güldüren ve ağlatan Allah Teâlâ öldürür ve diriltir! Demek ki şikâyetler fayda
vermiş, sıkıntılara tahammül etmek bir menfaat sağlamıştır. Sonra meyvelerden
çiçeklerden daha yararlı olan neticeler ortaya çıkar. Bunun neticesinde onların
yapısı güzelleşir, yaratılışı sağlamlaşır, beslenme gerçekleşir, eziyet ortadan
kalkar, karışık her şey ortaya çıkar, her güzel çift arasında evlilik
gerçekleşir, meyveler (ağaçları) taçlandırır, hazım gerçekleşir. Bu nimet
nedeniyle şükür Allah Teâlâ’ya mahsustur.
Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş
üçüncü bölümden “Varid olan taabbud eder’ bahsidir: Sana gelene üzerindeki
hakkını ödemen vazifendir. Gelen bir misafirdir ve de ya ayrılmak veya
yerleşmek üzere gelmiştir; her durumda onun hakkını gözetip varlıktaki ölçüsü
ve belirlenmiş teraziye göre onun gereğini ve işini yerine getirmen gerekir. Allah
Teâlâ mümini kendisi adına bir mesken ve yer olarak yaratmış, onun kalbini
vatan edinmiş, misafir olmuş ve misafir olarak gelmiş, daha önce yeryüzü ve gök
kendisini sığdıramamışken kalbi O’nu sığdırmıştır. Allah Teâlâ mümini adaşı
yapmış, onu dostu edinmiş, Rahman’ın niteliği olan iman etmek özelliğiyle onu
nitelemiş, gerçekleşecek ve gerçekleşmiş hadiseleri ona bildirmiştir. İnsan
yeryüzüne yerleştiğinde, onun sahibi olan Allah Teâlâ’nın kendisine yüklediği
farzları yerine getirmesi gerekir. Bu itibarla kalbini cömert, değerini bilen
ve haberdar olan birisi kabul etmelisin. Bu sayede fazilet sahiplerinin
arasına katılırsın. Hiç kuşkusuz ki ikram, misafirin değil, hane sahibinin
değerini ve kıymetini gösterir. Sıradan insanlar ise ikramın hane sahibinin
değil, misafirin değerine göre yapıldığını kabul eder. (Ancak işin doğrusu
birinci görüştür.) Çünkü misafirin kendinde neyin bulunduğu bilinmezken
yanındaki bilinebilir. ‘İnsanları menzillerine yerleştiriniz’ ifadesi seni
perdelemesin, onlarla ve onlara göre hareket ederken bu söz perde olmasın! Biz
Hakka karşı öyle davranmış olsaydık, aramızda vuslat gerçekleşmezdi (Hakka
kendimize göre davranıyoruz, aksi halde mutlak tenzih ortaya çıkardı).
Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş
dördüncü bölümden ‘Varid şahittir’ bahsidir: Sana geldiğinde varid, sende
bulunanı gördüğü için şahittir. Başka bir ifadeyle varid, senin yanında
gördüğü şeyin şahidiyken aynı zamanda o, sözü dinlenendir. Ona iyilikle, cömertçe,
geniş ihsanla karşılıkta bulun! Çünkü o ‘öncekilerde ve sonrakilerde’ bir
doğruluk diliyken dinleyenlerin nezdinde de en doğru sözlü olandır. Şahit
gördüğünde taklit eder. Geldiği kişinin nezdinde Hakkı/hakikati görünce, ancak
Hakk ile (ve Hakka göre) şahit olur. Sen de ‘doğruluk
oturağında’8 otur. Bu durumda varid, kişinin
bildiğini anlar. Bu nedenle de şahidiğinde bilgisinden yüz çevirmesi veya
bilgisini gizlemesi mümkün olmaz; bu durum kalbini Rabbin hakkındaki bilgi
doldurmuşsa böyledir. Varid kalbindeki o bilgiyi alır, süratle Hakka döner.
O’ndan gelmiş ve yine O’na misafir olmuştur! Binaenaleyh senin o gün (halde)
kendini kınaman gerekmez! Kendisini isteyen insan iken ‘sadaka Rahman’ın eline
düşer.’
Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş
beşinci bölümden ‘Kim teneffüs ederse (karanlıktan çıkan) sabah vakti gibi
rahadar’ bahsidir: Nefis yüce bir mertebe sahibi olsa bile tüm ruh
(er-ruhu’l-küll) ile tabiat arasında sınırlanmıştır. Bu nedenle mizaç ‘emşac’,
yani karışık olmuş, dolayısıyla mutlak serbesdik ve genişlik sahibi
olamamıştır. Genişliğin ve rahatlığın nefse nispeti onun hayal mertebesinde
bulunmasından kaynaklanır. Orada, görme duyusunun verisiyle gözün idrak ettiği
üzere, suretten surete girer. Hayal mertebesindeki bu başkalaşma ve değişme, bu
surların ihatası altında bulunduğu halde dünya hayatında nefsin düşüncelerinin
çeşidenmesine ve değişmesine benzer. Amellerinin varacağı yer belliyken
nefisler nasıl (mutlak anlamda) soyudanabilir ki? Ameller Sidre-i mürtteha’yı
aşamazlar. Binaenaleyh ameller, diriliş gününe kadar maksadarının bulunduğu
yerde değil, işlendikleri yerde bulunurlar. O gün ise kendileri için
gerçekleşen rav’daki üfleme vecd ve müşahede bilgisi şeklinde öğrenilir; çünkü
orada hakikat müşahede edilir. Binaenaleyh dünya hayatında imanla gerçekleşmiş
olan, ahirette müşahedeyle ve görmekle meydana gelir. İki durum arasında fark
vardır. İki gözü olan için sabah vakti apaçıktır! Sabah vakti iki şeyi
birbirinden ayırt eder.
Gözler ince mananın sahibi
Bu nedenle Musa görmek istedi
Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş
altıncı bölümden ‘Güneşin aydınlığı ruhtur’ bahsidir: Üçgen şeklinde üçgeni
yapanın durumu öğrenilirken güneşin ışınlarını parlak cisme vurmasıyla da
temsil gerçekleşir. Hiçbir şey, güneşin ortaya çıkarttığı benzerlikten daha çok
ruha benzemez. Yaratılmış bir şeyin yaratılmıştaki tesiri böyleyken Hakkın
tesiri hakkında ne düşünürsün? İnsan-ı kâmil alamet haline gelmeksizin imamlığı
elde edememiştir. Alamet olmuş, bu kez Hakk onun önünde bulunmuş, bütünüyle yüz
haline gelinceye kadar O’nun misli ve benzeri olamamıştır. Bu durumda insan-ı
kâmilin bütünü ön ve imamdır. Başka bir ifadeyle insan-ı kâmil, imam ve ön
demektir; onu sınırlayacak bir arka yoktur. Bu nedenle zıddı yok olmuştur.
Nereye yönelirlerse, ‘Allah Teâlâ’nın yüzü/vechi
oradadır.’9 Hilim
sahibinin özelliği ‘ah’ demektir. Bu itibarla Halil ancak doğru yolu takip
ettiği için bu adla isimlendirilmiş, onu temsil etmek üzere ‘kişi dostunun
(halil) dini üzeredir’ denilmiş olması, onun sureti ve suretinde bilfiil bulunmasıdır.
Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş
yedinci bölümden ‘Yakın mertebeleri telkinde ortaya çıkar’ bahsidir: Bütün
mezheplere göre yakînin bazı mertebeleri vardır. Kim ilme’l-yakîn makamına
yerleştirilirse, bilginin otoritesinin altında bulunurken kim müşahede yakîni
(ayne’lyakîn) makamına yerleştirilirse müşahede ve görmenin hükmü onun üzerinde
ortaya çıkar; her kim hakka’l-yakîn makamına yerleştirilirse, hiç kuşkusuz,
yaratıklar içerisinde farklılaşır. Her hakkın bir hakikati vardır ki bunu veren
tarîk, yani yoldur. Bu itibarla ‘hakkın hakikati’ müşahededir. Burada
zikredilen ‘Hakk’ gerçekte iman anlamına gelir. Binaenaleyh daha önce gayb
olan bir şey (hakka’l-yakîn makamında) ayn, yani görülür Hakk gelmiş, varsayım
olan vakıaya dönüşmüştür. Her durumda Hakk haktır ve onun bir hakikati
olmalıdır. Yaratılmış olan da haktır ve dolayısıyla onun bir inceliği
olmalıdır. ‘Hakkın hakkı’ sen iken yaratılmışın hakkının inceliği de
kendisinden ayrıştığın şeydir. Alem tenzih ile teşbih arasında bulunurken Hakk
teşbih ile tenzih arasında bulunur. Beraet ve arınmışlık Tevbe (Berae)
suresinde dile getirilirken tenzih ise Şûra suresindedir. Bu nedenle memleketi
ve yönetimi içerisinde icra etmek istediği hükümleri hakkında arkadaşlarıyla
istişare etmesi devlet başkanına emredilmiştir. Hz. Osman’ın halifeliği
istişareyle ortaya çıkmış, bu nedenle söz konusu suret gerçekleşmişti. Bununla
beraber önün halifeliği selefinin tayiniyle gerçekleşmiş olsaydı yine de tartışmalar
ortaya çıkmaz, hastalıklara yol açacak şekilde nefsî gayeler etkin olmazdı.
Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş
sekizinci bölümden ‘İmamların ve kutupların konuşması’ bahsidir: Mülk
içerisinde temayüz edip (bir görev aldığında) bulunduğu her yerde salik; Malik,
İlah ve Rab’den gelen bir yolu takip etmelidir. Şımararak yoldan çıkar ve
varlığın gayesi olduğunu zanneden birisi yüce Rabbin görevlendirdiği birisi
değildir. Böyle bir durumda kişi en güzel suretten düşüp yüce makamdan aşağıların
aşağısına inenlerle beraber yuvarlanır. Bu esnada illiyyîn mertebesine bakar
ve oradaki yüce varlıkların mertebesini öğrenir, hatasına pişman olur; böyle
birinin -umutsuz kalmadığı sürecetövbe etmesi ve geriye dönüşü umut edilir.
Üzüntüyle umutsuzluğa kapılırsa helak ve yok olur. Saadet yükseliş ile iniş
arasında gidip gelenlere mahsustur. ‘Senin kalbine ancak Rabbinin emriyle
ineriz.’ Önümüzde ve ardımızda bulunan her şey O’na aittir. Rabbin unutucu
değildir. Seni yüksek bir mertebeye yükseltmiştir, sen de orada bulun! Çünkü
‘ol’ sözünün sahibi sensin!
Bunlardan birisi de iki yüz yetmiş
dokuzuncu bölümden ‘Yüce bir sırdan dolayı develer toprağa yayılır’ bahsidir:
Toprakta bulunan büyük ikramları bilen kişi, dereceleri yükselten Allah
Teâlâ’dan (cehennem basamakları anlamındaki) derekelerde yer değiştiren
kimselere yönelik ilahi ve imtinanî (ihsan kaynaklı) bir dileğin olmamasını
temenni eder. Çünkü cennet nahoş işlerle kuşatılmışken cehennem arçularla
kuşatılmış, başka bir ifadeyle her biri ötekiyle çevrelenmiştir. Müteselsil
bütün peygamberler bunu bildirmiş, iş belirsizleşmiş, sır gizlenmiştir.
Necmeddin İbn Şayy el-Musûlî bana bir mektupla gördüğü bir rüyayı bildirmişti.
Rüyasında Maruf el-Kerhî’yi ateşin ortasında görmüş! Hâlbuki Ebrar’ın nimete
mazhar olduğu gibi Kerhî’nin orada nimetlendiğini anlamamış, korkmuş, onun
helak olduğunu zannetmişti. Hâlbuki süfılerin nezdinde Kerhî’nin muteber ve
onlarca eleştirilmemiş biri olduğunu biliyordu. Bu rüyada Maruf el-Kerhî
cennetin ta kendisiyken keşif sahibinin onda görmüş olduğu cehennem de cennet
mesabesindeydi. Çünkü nahoş işler arifin ayrılmaz özellik ve nitelikleridir.
Arif dünya hayatında korkarken imandan mahrum olan ise ahirette korkacaktır.
Binaenaleyh sıfatlar (arif ile inançsız arasında) yer değiştirdiği kadar afeder
de yer değiştirir; belki görür veya duyar da muttali olduğu ve öğrendiği şeyler
kendisinden yayılır ve ortaya çıkar.
Bunlardan birisi de iki yüz
sekseninci bölümden ‘Tenzih temvîh ve sulandırmadır5 bahsidir:
Varlık olgular ve benzerlerden
ibaret Allah Teâlâ’dan başka bir ilahımız yok âlemde
İlah münezzehtir, hiç kimse ulaşamaz
O’na Rabbini bilen kişi mahiyetinden dem vurmaz
Allah Teâlâ’nın öyle bir kavmi var
ki mertebesine yönelirler de Zatına ermek istediklerinde hayrete düşerler Bir
kavim ise tenzihi sulandırmış Her durumda bunlarla diğerleri bir
VAllah Teâlâi! Rahman bir çocuk
edinmedi Bir babası da yok, O’ndan başka kimse yok Varlıktaki her şey ya çocuk
veya baba Biz âlemin (kevn) ne olduğunu biliriz
Delilimiz şudur:
Muhammed atınca o atmamış . ‘O’ndan başka kimse yok’ derken bunu
kastettik
Hamd Allah Teâlâ’ya mahsus, O’na
bedel istemem Varlıkta O’ndan başka kimse yok
Bunlardan birisi de iki yüz seksen
birinci bölümden ‘Heva arzu ettirir’ bahsidir: Heva olmasaydı arzu duyan
olmazdı (veya düşen düşmezdi). Bu itibarla sınanma ve imtihan heva (arzu)
nedeniyle gerçekleşir. Heva/düşmek, ya aşağıya doğru ya yukarıya doğru ya
kurtuluşa veya bedbahdığa doğrudur. Bilende taaccüp edilecek bir durum yoktur,
taaccüp edilecek olan, duranın halidir. Hakk ona nida eder, o ise çekimser
kalır ve bekler. Allah Teâlâ birine nida ederse, o gelir; gelince kendisine
ihsan edilir, ihsanın amacı ise sınamaktır. Bu durumda kişinin eksikliği ortaya
çıkar. Çünkü o sahip olmadığı bir şeyi iddia etmiş, birleştirmesi gereken bir
şeyi ayırmıştır. Allah Teâlâ yükümlü kıldığı üzere onu yükümlü tutmuş,
öğrettiğini öğretmiştir. İmtihan edilmeyi ikrar ettikten sonra, artık iddiadan
soyutlanması ve uzaklaşması söz konusu değildir. Başka bir ifadeyle bağları
güçlü olduğu ve nefes alıp verdiği sürece iddiadan uzaklaşması mümkün değildir.
Belirlenmiş ecel gelip körlük çözülür ve âmâ görür Hakk gelince, yükümlülük
silinir, tasarruf geride kalır, bir misal suretinde hayali mertebeye taşınır.
Orada insan önceden gönderdiklerini görür ve neticede ya sevinir veya kendini
kınar. Olan olmuştur ve pişmanlık kaçınılmazdır. Nasıl pişman olmaz ki insan?
Duvar yıkılmış, sekinet ve yüce mertebe sahibi çocuğu öldürmüştür. Gemi
delindiğinde, onlardan birisi pişman olmuştur. Onun pişmanlığı nasıl olur da
bütün gücünü harcamadığı hakkındadır. Öteki de ihmali ve cemaatten ayrılmasına
pişman olmuştur. Bu ihmal kendisini (Kâria suresinde zikredilen) haviye’ye
düşürmüştür. ‘Onun ne olduğunu nereden bileceksin? Kuşatıcı
bir ateştir.’10 Başka
bir ayette şöyle denilir: ‘Keşke kitabım verilmeseydi! Keşke
(ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı; saltanatım da
benden koptu, yok olup gitti.’11 Bütün gücünü harcamasa bile cemaade
kalan şöyle der: ‘Alın, kitabımı okuyun.’12 Ben hesaba çekilmeyeceğimi
zannettim. Gözetmen şöyle der -ki bu hoş bir sözdür-: ‘Artık
o, razı olunan bir hayattadır; yüce bir cennet içerisinde; meyveleri sarkmış
halde...’13 Çünkü
nida duayı duyandan gelmiştir. ‘Geçmiş günlerde işlediklerinize
karşılık olarak afiyetle yiyiniz, içiniz.’14 Kastedilen oruçlu geçirilen
günlerdir, sufilerin görüşü budur.
Bunlardan birisi de iki yüz seksen
ikinci bölümden ‘Belirlenmiş ecel ile muammanın çözülmesi’ bahsidir: el-Fatih
(açan), en-Nasır (yardım eden) ve ez-Zahîr (destek olan) isimlerini
ayrıştırabilen kimse işlerin mertebelerini ve hakikatlerini bilen biridir.
Yardım eden anlamındaki en-Nasır, (düşman) kalbine ilka ettiği korku ile ve
dübûr (arka) rüzgârıyla yardım ederken aynı zamanda ısrar edip direnenlere
karşı da saba rüzgârıyla (peygamberine) yardım eder. ez-Zahîr yardımcıyken
el-Fatih beyan edicidir. Yardım istenildiğinde yardım eder ve bu durumda yardım
istenilendir (müstean). Fethettiğinde ve açtığında ise ortaya çıkartır, bolca
nimet verir. el-Fatih rahmet sahibi ve nimeti veren iken yardımcı en-Nasır
arifin kalbine dilediği bilgi ve marifetleri ilka eder. ezZahîr ismi yardımcı
olduğu kişiden haberdar olandır. Elçiler şahit ve varlık mamur olup abid ile
mabud ortaya çıktığında, yüzü kararan kimse belli olur. Yüzü kara olan tenzih
maksadıyla gizlemek ister, teşbih ile perdeleri çeker. Gönüllere yerleşen
şeylere göre sudur O’ndan meydana gelirken daha fazlasını istemek üzere gidiş
de O’na doğrudur.
Bunlardan birisi de iki yüz seksen
üçüncü bölümden ‘Puta tapmak bir niyettir’ bahsidir: Yaratılmışa yaraşan, itikat
ve iman ettikleri Hakka ibadettir; öyleyse sadece yaratılmışa ibadet edilmiştir
ve bu nedenle haklar kendisine yönelir. ‘Sizinle
ahit yaptığında ahdimi yerine getirin.’15 Hepsi sizin katınızdandır! Delil ise
suretlerde başkalaşıncaya değin, ‘Allah Teâlâ en büyüktür’ ifadesidir. Kıyamet
günü alamet ortaya çıkmasaydı, kimse alameti bilmeyecekti. Binaenaleyh diriliş
günü, (Hakkın) inkâr edildiği ve kabul edildiği bir gündür. Her inanç sahibi
aynı inanca sahip olanla bir, farklı inanç sahibinden ayrı bir inanca sahiptir.
Demek ki herkes putperesttir ve herkes inandığını koruyandır. İşin ne kadar
garip olduğuna bakınız, bu sırrın ne kadar açık olduğunu görünüz! Korunmuş
olan koruyucu haline nasıl dönüşmüş, başka bir inanç sahibi için lafız nasıl
olmuştur. Hâlbuki o o’dur! Fakat hakikati bilinmez. Bu nedenle yüz çevirme ve
soyutlanma meydana gelir, suretten soyunur. Böylece insan yoksul ve umutsuz
kalır.
Bunlardan birisi de iki yüz seksen
dördüncü bölümden ‘Kendisine gelinen havuz ile makam-ı mahmûd’ bahsidir: Bilgiler
icmal bakımından sınırlıyken Allah Teâlâ ehline göre tafsilin bir sonu yoktur.
Buna mukabil
Allah Teâlâ’nın katında mücmel
denilen bir şey yoktur; orada her şey mufassaldır. Orada bütün (kül) de
yoktur. Tevekkül tafsile göre gerçekleşir, içenler içileni taksim ederler ve
kendisi bir iken çoğalır. Vakide ilgili sayıdan ise manaların manaları meydana
gelir. Harfler zarf demektir ve o da malumdur. Bir harf bir mana için gelir ve
onun mana olduğu sabit olur. Arapça uzmanı nahiv bahsinde bunu ifade eder ve
söz konusu harfler ile alfabe harflerini birbirlerinden ayırt ederler. Onları
sığınma ve iltica özelliğine sahip oldukları için edat addederler; söz konusu
edatlar, fiillerle ile âlemdeki varlıkları bir araya getirirler.
Bunlardan birisi de iki yüz seksen
beşinci bölümden ‘Yetimleri ezmek düşük insanların huyudur’ bahsidir: Duvar
yıkılmaya yüz tutmuş olduğuna göre sen yetime zulmetme, isteyeni kovma! Duvar
yıkılmış olsaydı, küçük yetimlerin hâzinesi ortaya çıkacak, başkalarının elleri
hâzineye ulaşacak, küçük yetimler, fakirlik nedeniyle zillet içinde ve hor bir
halde kalacaklardı. Sırlar büyük-emin kimselere açıklanabilir. Onlar söz konusu
sırları elde etme gücüne sahip olan ve perdeleri kaldırabilenlerdir. Aynı
zamanda onlar bağımsız olarak mal toplama imkânına sahip olanlardır. Araf
üzerinde -mahallin kendileri için genişlediğibir takım adamlar vardır.
Toplayınca bir yere yerleştirir; verirken dikkat etmez; çağırır fakat çağırana
icabet etmez' Daveti duyunca, biriktirmek üzere malı saklarken, mala bir şey
katmadığını düşünür, dün kaçırdığı şey nedeniyle bugün ağlamaz. Her halükarda
sahip olduğu fazla mala rağmen, fakirlik üzerinde hüküm sahibi olur ve, şunu
öğrenir: Zenginlik mal çokluğuyla değil, gönül zenginliğiyle gerçekleşir.
Maksadı anlayan için zenginlik budur. ‘Siz dünya malını isterken Allah Teâlâ
ahireti istiyor.’ Yaratılış ise aynı yaratılıştır. Bu nedenle ‘mezarda’
denilmiştir. Bunlar Hakkın apaçık bildirimi ve ihbarıdır. Ayette ‘Sizi bilmediğiniz
durumlarda yaratırız’16 denilir. Başka bir ayette ‘İlk
yaratılışı öğrendiniz, hatırlamıyor musunuzT'17 denilir.
Bunlardan birisi de iki yüz seksen
altıncı bölümden ‘Ülfet etmek tasarrufun bir parçasıdır’ bahsidir:
Kulun İlah ile ülfet etmesi Öyle bir
ülfet ki Başka bir yönü yok onun Gücüm, varlığım hep O’na bağlı
Bakın ve bende görün!
Hakkın hikmeti benim hikmetim
Sakın bir olduğumuzu söyleme '
Varlığım yalanlar seni Ben O’nun evi
olsam bile Şeriata göre O benim kıblem!
Ülfet etmek vuslat ve kavuşmak
demekken bütün mezheplere göre ancak münasebet sayesinde mümkün olabilir. Biz
O’nun katında hazır bulunduk ve namaz kılarken O’na yöneldik. Namazda kendimle
ve O’nunla Hakk ile konuşurum. O ise benimle bana döner ve karşılık verir. Ben
‘bu benim mezhebim değil’ derim, O ise ‘duyduğundan başka bir şey yok’ der.
Binaenaleyh cem’ olmuş olman aldatmasın. Ardından ‘yola çık, yerleşen ve ikamet
eden olma’ der. Çünkü ‘ne burada ne kıyamette ikamet ve yerleşmek yoktur5.
Bunlardan birisi de iki yüz seksen
yedinci bölümden ‘Zahirden batına geçmek basiret sahiplerinin işidir’
bahsidir: Keyfiyet ve kemmiyet, yani nicelik ve nitelikte uzaklık ancak
korkunun dinginleşmesiyle meydana gelir. Korkusu sakinleşen kişi, bütün
maksada ulaşır. Allah Teâlâ ehli olmak istersen, kolaylaştırıcı ol, Allah Teâlâ
ile kullarının arasına girme, O’nun nezdinde şehirleri harap etmek üzere koşma!
Kullar her durumda O’nun kullarıyken kalpleri de Allah Teâlâ’nın şehirleridir.
O’nu kalplerden başka bir yer sığdıramamış ve içine alamamış, O da başka bir
yere yerleşmemiştir. Fakat sırrı dinlemeli, dağınık bilgileri toplamalısın! En
üstün akim sahibi olan salih kulun söylediği şu sözü söylemelisin: ‘Onlara
azap edersen onlar senin kulların! Bağışlarsan Sen Aziz ve Hakim’sin.’18 Burada peygamberin edebine
bakmalısın. Bu edep nerede, kendisine nispet edilen oğulluk bağı nerede!
Cahillerden olmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırım. Öyle olursam aynı zamanda
yalancılardan olurum. Hz. İsa Allah Teâlâ’nın ruhu, kelimesi, O’nun ruhunun
üflemesi ve bir kulunun oğluydu. Onunla Rabbi arasında sadece genel bağ vardı
ki o bağ yaratıklar arasından seçkinlere mahsus olan -başka bir ilave
olmaksızıntakva bağıydı.
Bunlardan birisi de iki yüz seksen
sekizinci bölümden ‘Validen/yönetenden bana ne?’ bahsidir: ‘Validen bana ne?’
deme! Ona çağrıldığında önemsemezsin! Vali adaletli, insaflı ve hakları
ayrıştıran bir hakimdir. İnsaflı olmasından çekinirsen, hüküm meclisindeyken
(suçunu) itiraf etmen ve hasmından bağışlanma istemen lazımdır. O katı bir
düşmandır. Sen de koruyucu olandan yardım dilemelisin. Böyle yapınca aranızdaki
hakem, hayır vasıtası ve zararı engelleyici olur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’den gelen bir rivayette, Allah Teâlâ’nın kıyamette kullarını
barıştıracağı bildirilmiştir. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ şeriadarı ancak maslahat
ve menfaader için ortaya koymuştur’ dedik. Küfür ile imanı barıştırmak ve
uzlaştırmak üzere çalışan, günahkârlar ile Rahman arasında çalışmış demektir.
Bilhassa kavga inançlarda meydana gelip insanlar ‘şirk’ diye isimlendirilen ve
melik edinilen ilave bir varlığı ispata yöneldiklerinde böyledir. Allah
Teâlâ’ya ortak koşulanın gerçekte var olmadığını, onun yokluk olduğunu görüp
hâdislik ile kadimliğin layık olduğu özellikleri ayırt edersen, kerem ve
himmet ehlinden olursun.
Bunlardan birisi de iki yüz seksen
dokuzuncu bölümden tahkikteki darlık bahsidir: İttisal, yani vuslatın en
büyüğü, gölgelerin gölgelere girmesidir. Işıklar çoğaldığında, her ışık bir
gölge talep eder ve bunun için de uzar. Bu durum, yani gölgelerin ışıkların
çokluğundan uzayıp çıkması gizli sırlardan biridir. Bu nedenle isimler
farklılaşmış, hakikat bir olsa bile her bir ismin bir isimlendirileni olmuştur.
Kevn, yani oluş ise çağırdığını mülkte ortağın varlığını kabule davet eder.
Ayette ‘/ster Allah
Teâlâ ister Rahman diye dua edin, hangisiyle dua ederseniz en güzel isimler
O’nundur’19 denilir. Orası en yüce makamdır ve
ayette iki isim zikredilmiştir. Başka bir ayette ise ‘iki ilah edinmeyin’
denilir, hâlbuki esma-i hüsna’nın anlamlarında farklılıklar bulunur. Böylece Allah
Teâlâ olumlamışolumsuzlamış, hastalık vermiş-şifa vermiş! Bir kısmımız selamete
ermişken bir kısmımız şifa üzere kalırız. Kim Hakka/hakka uyarsa, sabra
bağlanmış demektir. Sabra uymak ise ancak hakikati bilen için mümkündür. Her
şey, bilen veya bilmeyen, teleftedir; sadece duran ve vakfe sahibi olan
kurtulur. Başka bir ifadeyle kurtulan, duyup da konuşmayan ve çağrıldığı işe
icabet edendir. Pişman olmayacak kişi odur.
Bunlardan birisi de iki yüz
doksanıncı bölümden ‘Susmuşu ziyaret eden onu ziyaret etmiş demektir’ bahsidir:
Susmuş olan bize öğüt verdi, biz ona kulak vermedik; bize sevimli geldi, biz
de kendisine yöneldik. Susmuş olan kalplerin gemini eline almış, bizi gaybleri
idrak edemeyecek şekilde köreltmiştir. Konuşan ise hakikatleri söyleyerek bize
öğüt vermiştir. Biz de kendisine iman ettik ve onun yolundan urûc ettik. Onu
duyduk, (emrine) asi olduk, biz de emir verdik ve yasak koyduk; adeta valiler
ve idareciler olduk. Bize verdiği emir ve yasakları unuttuk. O kendisini
dinleyeni doğru yola ulaştırmışken biz başkanlık ve öne geçme sevdasıyla
siyasetin gerektirdiği yolda yürümekten perdelendik. Ölüm gelip kaçırdığımızı
anlayınca tövbe ederek güzel bir sona ve akıbete ermek istedik. Öyle birinin
tövbesi kabul edilmediği gibi pişmanlığı da mağfırede karşılanmaz. Bu durumda
bulunduğumuz halde öldük, öldüğümüz halde diriltildik. Başka bir ifadeyle
bulunduğumuz hal üzere sabahladığımız gibi o hal üzere öldük. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Size iki vaiz bırakıyorum’ demiş, onları ‘konuşan
ve susan vaizler’ diye tavsif etmiştir. Konuşan vaiz Kur’an-ı Kerim iken susan
vaiz ölümdür. Hakkın tercümanı olan peygamber böyle buyurmuştur!
Bunlardan birisi de iki yüz doksan
birinci bölümden ‘Terazide eksiklik ve fazlalık’ bahsidir: Helak olmadığın bir
hayatı ve malik olarak bulunduğun bir yurdu ganimet saymalısın. Bu esnada
terazin oraya yerleştirilmiş, sözün dinlenen, kulağın idrâk eden, verdiğin
öğüder davet edici, nefeslerin baki, hayır amellerin de engelleyici olarak
sabittir. Bu durum karanlık evin nurlanıp belirsiz işin vuzuha kavuştuğu ve
‘haviyeye’ yani ateşe düşmezden önce evinin sütunları yıkılmadığı sürece
böyledir. Himmederin dağılırsa seni ayakta tutan Hakk senden yüz çevirir;
güçlerin zayıflarsa sana yardım eder ve seni güçlendirir, sana karşı kendinden
başka suç işleyenin olmadığını öğretir. Kendinden habersiz kalma! Güneşinden
bir parıltı senin adına doğmuştur. Allah Teâlâ gündüzü senin geçim vaktin,
amelleri de bir örtü ve süs kılmıştır. Binaenaleyh en güzel amellerle
süslenmen ve onlarla ilgilenip dünya ile şeytanın süslerinden uzaklaşarak
Kuı^an’da ifade edilen Allah Teâlâ’nın süsüyle süslenmen gereldr.
Bunlardan birisi de iki yüz doksan
ikinci bölümden ‘O'nun eserlerini kötülükten tenzih’ bahsidir: İnsanda iki zıt
özellik ortaya çıkar. Bu itibarla insan türünde veliler bulunduğu kadar
düşmanlar da bulunur. Siyaset ve idare övülürken kavgalar ve çatışmalar
kınanır; insanların bir kısmı öldürülecek, bir kısmı esir olacak, bir kısmının
akıbeti iyi, bir kısmının akıbeti kötü olacaktır. İnsan türünde sürekli ve
çetin savaşlar devam edecek, bütün bölgelerde fitneler ortaya çıkacak, afeder
gelecek, rezaleder ve erdemsizlikler tekrarlanacaktır. İnsanın tasarrufları
sınırlı, nefesleri sayılıdır. Onun üzerinde zorlu bir murakıb, yönlendirici ve
şahit vardır. Allah Teâlâ kendisini yarattığı andan itibaren onun işlerini
üsdenmiştir ve bu nedenle ‘Allah Teâlâ bize yeter, ne güzel vekildir O’ demeyi
emretmiştir. Bu sayede insan Allah Teâlâ’nın nimeti ve memnuniyetiyle birlikte
hayat yurdu olan ahirete göç eder. Kendisine bir kötülük veya umutsuzluk temas
etmeden oraya geldiğinde es-Subbûh ve el-Kuddûs onu karşılarken (daha önceden
yapıp gönderdiği) ameli de asık olmayan mütebessim bir çehreyle sahibini
karşılar. O da amelinin temizliğini ve nezihliğini ikmal eder, amelin ağırlığı,
vakarı ve saygınlığı kendisine döner. Böyle bir insan (cennet) ehlinin
bahçelerinde amelinin meyvesini devşirir.
Bunlardan birisi de iki yüz doksan
üçüncü bölümden ‘Delil ağırın hareketindedir’ bahsidir: Ağırın hareketi
nedeniyle, iş yüce ve değerlidir. Ağır, ancak mühim bir iş ve zorlayıcı bir
durum nedeniyle hareket edebilir. Misal olarak bir annenin çok sevdiği çocuğunu
emzirmekten kendisini uzaklaştıran kıyamet zelzelesini verebiliriz. Bu esnada
kimse kimseye ilgi göstermez. Bazı önceki düşünürler, âlemin sürekli olarak
aşağı doğru indiğini söylemişlerdir. Bu inişle ise kendisini birlerken onu
yaratmış olanı arar ve talep eder. Bununla beraber Allah Teâlâ ulaşılmaz
olandır ve bu nedenle de ilk hareketten itibaren O’na dönmek ve yönelmek
gerekir. Gerçek mesafelerin Allah Teâlâ’ya varması ve ulaşması mümkün değilken
mevhum mesafeler O’na nasıl ulaşabilir ki? Bunlar bilinen kurallar, gizlenmiş
sırlar, karanlık evler, anlatamayan dillerdir! Hayal Allah Teâlâ’yı bilmeyi ve
o bilgiyi ifade edebilmeyi mümkün sayar. Nereye gidiyorsunuz, neyi talep
ediyorsunuz? Bir arif Ebu Yezid’e ‘aradığını Bestam'da bırakmışsın’ diyerek onu
bulunduğu makama yönlendirmiştir. Çünkü kul evinde bulunurken Allah Teâlâ ile
seyr-ü sülük eder! Günah yurduna veya ikram yurduna doğru!
Bunlardan birisi de iki yüz doksan
dördüncü bölümden ‘Hakk/hakikat (ayn) zuhur ederken kevn yok olur’ bahsidir:
Kef harfi göğün güneşini ikiye ayırmıştır. Bu, yatsı namazından sonra gerçekleşmiştir.
O esnada fena halindeydim. Onun cirmi eksilmemişken kef bütün cisimlere
uğramıştır. Şöyle dedim: ‘Büyüğün küçüğe girmesi’ hakkında el-Habir’e düşen
doğru söylemesidir. Bununla birlikte dar olan genişletilmeden ve geniş olan
daraltılmadan gerçekleşmiştir. Zıtları bir araya toplayan bu makam hakkında
Zünnûn hüküm vermiş, ben de daha önce bilgimin olmadığı bu hususta kendisine
muvafık oldum. Bu makamı müşahede ettirip kuluna varlığını bildirmekle ihsanda
bulunduğu için Allah Teâlâ’ya şükrettim. O kevnin kef harfinde doğan
hakikattir. Bu nedenle mümkünlerin varlıklarının ilahi isimlerin mazharları
olduklarını söyledik, doğuş esnasında kef harfi sabit olduğu için
yaratılmışların dışta sabit olduklarını belirttik. (İlahi isimlerin) teveccüh
ve yönelmeleri olmasaydı, varlıklar ortaya çıkmayacaktı. Onları müşahede eden
ve bulan nezdinde, bundan daha haz veren bir mesele yoktur.
Bunlardan birisi de iki yüz doksan
beşinci bölümden ‘Mertebenin değerini onu gönderen müşahede eder5
bahsidir: Kul tecelli mahalliyken gece süslenme vaktidir. Bu itibarla sadece
senin heykelin (beden) vardır ve o da karanlık gecedir. Onun ışığı kendisini
ortaya çıkartırken alamet olan bir perdeye döndürür. Yatağına konakladığında,
melekler Arş’ın etrafında döner ve bu esnada kalp ebediyete kadar O’na secde
eder; bir kez secde ettikten sonra da başını secdeden bir daha kaldırmaz. Bu
nedenle secde Allah Teâlâ’ya yakınlık kabul edilmiş, Allah Teâlâ söz konusu
yakınlığı sevdiklerine tahsis etmiştir. Çok olduğu halde bir olduğu gibi,
mütekebbir olan secde edicidir. Onun mertebesi kendisine secde edici olmayı
verir. Gördüklerin nedeniyle perdelenmemelisin! Bunlar, nefislerin hataları ve
duyulur perdelerdir. Ruhun sabah vaktinin ışıkları ortaya çıktığında -ki o
güneşin elçisidirtöhmeder ortadan kalkar, karanlıklar kaçar, nicelik ve
nitelik belli olur. Nice insanlara böyle bir tecelli gerçekleşirken o döşeğin
kim adına suç işlediğini bilmez. Allah Teâlâ basireti köreltir, suret bilinmez.
Hakk bir sureti ötekinin üzerine koyar. Ortada karışıklık bulunduğu için
insanlar derecelenir.
Bunlardan birisi de iki yüz doksan
altıncı bölümden ‘Levha ve Kalem’deki hükümdür. Levha sebebinden (Kalem)
kendisine şifa olacak şeyi talep eder. Kalem ise ona yazdığı hususlarla
Levha’ya şifa verir. Bu itibarla Levha ilimlerin meydanı ve resimlerin mahallidir;
daha önce Kalem’de mücmel ve genel olarak bulunan ilimler onda mufassal Hakk
gelmişlerdir. Kalem onları tafsil edemediği gibi (onları tafsilen) bilen biri
olmamıştır; sadece sağ el mücmel olanı tafsil etmek ve kilitli kapıyı açmak
üzere kendisini hareket ettirmiştir. Allah Teâlâ’nın bilgisinde mücmelliğin
bulunması O’nun kemaline yakışmaz. Bu itibarla anlamlarda icmalliğin bulunması
imkânsız iken icmallik sadece lafız ve sözlerde bulunabilir. Allah Teâlâ kulun
sözünü kendi sözü kıldığında, bu esnada (bilgisi) icmallik özelliğiyle
nitelenir ve böyle bir icmallik kemal niteliklerinden olur. Her makamın bir
sözü, her bilginin bir adamı vardır! Arifin kemali bilgileri tafsilatıyla
bilmesi demektir; bir şeyi mücmel bilen kâmillerden değildir. Bununla beraber
kişi hal karinesi nedeniyle maksatlı olarak bunu yapmış olabilir. Bu durumda
onun yaptığının bir yeri ve maksadı var demektir. Böyle bir bilgi mücmel iken o
kişide mufassal olarak bulunur; bu da onun kemalinin ta kendisidir.
Bunlardan birisi de iki yüz doksan
yedinci bölümden ‘Ümmî peygamber bilgisi’ bahsidir: Varisin elçisi nebi,
nebininki melekî ruh, inayete mazhar olanlar için özel yönden gerçekleşen
ilahi ilhamdır. Bu ilham herkeste bulunurken anlayışlar ona ulaşamaz. Her
şahsa Allah Teâlâ onunla ve kendisinden hitap eder, kendisiyle kendisinden
haber verir. Bunun üzerine o şahıs şöyle der: ‘Hatırıma geldi ki!’ İnsan
hakikati bilmediği için bu düşüncenin nereden geldiğini bilemez. Allah Teâlâ
ehli varlığını değilO’nu müşahedeyi elde etmiştir. Bütün bilgi bir iken
kaynaklar farklı, maksadar değişik olabilir. Allah Teâlâ dilediği kullarına katindan
bilgi öğretmiş, katından rahmet ihsan etmiştir. O rahmet ise söz konusu kişiye
hüküm ve hikmet kazandırmış, bunun neticesinde idarede hüküm sahibi ve vasıta
olmuştur. Tâbi olan ona tepki göstermiş, bağladığını çözmüş, ortaya koyduğu
şartı kaldırmış, makamını anlamamış, nesebini bilmemiştir. Evet! Hayatta
kalmasını sağlayan sebebi bilmiş fakat unutmuş da unutmuştur! Efrad’ın
menzilleri âdetin aşılmasında tezahür ederken onların işleri peygamberlerin
hükümlerinin dışında ve onların ortaya koyduğu yolların ötesindedir. Bu yollar
karşısında onlar Hz. Hızır ile Hz. Musa gibidirler. Hûd peygamber ise şöyle
der: ‘Rabbim dosdoğru yol üzeredir.’20
Bunlardan birisi de iki yüz doksan
sekizinci bölümden ‘Sadırların sadırlarda kapalı olması’ bahsidir: Sadırlar,
yani göğüsler olmasaydı, onlardaki kalpler körelmezdi. Onların kör olması
gerekir, çünkü kendilerine muammayı gizlemeleri emredilmiş, belirlenmiş ecelle
sınırlanmışlardır. Onlar geniş bir mekândadırlar ve onlardaki işler/varlıklar
apaçıktır; bu varlığa kendileri bunu kazandırmıştır. Hakk onlara şöyle der:
‘Senin kabın sana iade edildi.’ Sana inen şey seninle ve sana göre sana indi.
(Senin hakkındaki hükmüm) senin bana verdiğin bir hediye ve bana tevdi ettiğin
ilimlerindir. Binaenaleyh seni (ey kalp!) senden başkası köreltmedi. Ben
şundan bundan münezzehim! Ben senden müstağni, sen ise dışta var olmak için
bana muhtaçsın. Varlığınla benden sudur edip de hakikatinde beni görmeyince,
sudur ederken (veya sadrında) seni var edeni görmedin, kör oldun. Sana müşahede
ettirse bile görmezsin. Çünkü âlemle irtibatlı olduğu halde Hakkın müşahedeyle
zaptı mümkün değildir. Bu mesele hakikati arayana en kapalı gelen
konulardandır; ne benim varlığımla zuhuru ne benim varlığımdan müstağni kalışı
itibarıyla müşahedesi mümkün değildir. İtimat edeceğin görüş budur.
Bunlardan birisi de iki yüz doksan
dokuzuncu bölümden ‘Sırlar gündüzün başında ortaya çıkar’ bahsidir: Meclisin
başı başkanın oturduğu yer iken en büyük başkan oturanların halleriyle
üzerinde hakim oldukları kişidir. Nefislerin kaynağı olsa bile o,
başkan-yönetilendir. Bakınız! Allah Teâlâ yaratıkların işlerinden tasarruf
sahibidir: Mülkü dilediğine verir (men-yeşau), dilediğinden alır, dilediğini
aziz, dilediğini zelil kılar! ‘Dilediği’ kelimesindeki failin Rahman olduğu
zannedilir. Hâlbuki fail men
edatıdır ki, o da var olanların hakikati ve aynı olandır. Daha önce sübût
halindeki (ayn-ı sabite’nin) durumunun kaza ve kaderin ta kendisi olduğunu
belirtmiştik. Binaenaleyh ayn-ı sabite Allah Teâlâ’ya azil, velayet, izzet,
zillet, rüşt ve taşkınlık (bilgisini) vermiş, bu bilgiye göre Allah Teâlâ’nın
onun hakkındaki hükmü ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ ne adildir ne zalim;
sadece hüküm verendir vardır ve ne güzel hüküm verendir! Hakim şikâyet
mahallidir. Geçmiş bir mesele hakkında hüküm verirken hüküm verme aslında hasma
ait bir iştir. Bu itibarla gerçekte hüküm veren kadıdır. Bunu anlamalısın.
Bunlardan birisi de üç yüzüncü
bölümden ‘Ulaşmak ve nail olmak gece ehline mahsustur’ bahsidir: el-Hayy ve
el-Kayyum’un kudreti cisimleri inşa edişte ortaya çıkarken resimden başka bir
şey olmadığı gibi cisimden başka bir şey de yoktur. Cisimlerin nizam ve
yapıları birbirinden farklıdır; bir kısmı latif ruhlar, bir kısmı kesif
bedenlerdir. Hakkın dışındakiler -ki minhac demektirise karışık ve birbirinden
oluşanlardır. Sıfat ve arazlar ise bu toplayıcı ve birleştirici cismin
eklentileridir. Cisim bileşik demek iken bileşik olan (unsurlardan terkip
edilmiş) binek ve bileşik olandır. İşin keyfiyetini anlamak isteyen kişi,
hayalin bilgisini incelemelidir. Kudret hayalde ortaya çıkmışken hayal aynı
zamanda dolunayı ışık saçandır. Bu itibarla hayal suretten surete girerken sadece
beşeriyet makamında gözükür. Burada ‘beşer’ derken insanları kastetmiyorum,
çünkü ben kendi iflasıma şahidim. Vakideri bildiğim için, zamanımı da bilirim;
sadece dolmuş kap ve sağan vardır! İyice düşün ki göresin.
Bunlardan birisi de üç yüz birinci
bölümden ‘Güneşi gözetlemedeki fısıltı’ bahsidir: Sesler Rahman karşısında
kesilir, ‘Yeryüzü sarsıldığında’21 ‘ve dağlar atıldığında’22 sadece fısıltı duyulur. ‘Kur’an
okunduğunda, kulak verin ve dinleyin, umulur ki merhamete mazhâr olursunuz.’23 Çünkü kelam anlaşılmak üzere
gelmiştir. Dinleyen okuyucuyu meşgul ederse ki anlamak dinlediğinin şahididir-,
dinleyici Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmış, O’nu kızdırmış olur, Allah
Teâlâ da gazaba gelir. O birine gazap ederse, kendisini cezalandırır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Hanginiz beni meşgul etmiştir? Ben
Kur’an ile niza edici değilim.’ Bundan daha büyük delil olabilir mi? Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem adabı haiz olmuş, kitabı getirmiş, akıl sahiplerine
hitap etmiş, hitabında düşmanları ahbaptan ayırmamış, hitabı herkese yönelik
olmuştur. Bir kısmımız (onu anlamada) isabet etmiş, bir kısmımıza ise doğru
ulaşmıştır. Bilmediğini öğrenen herkes ilham almıştır. Vahiy kuşatıcıdır; hem
nakıs olana ve hem kâmile iner! Vahyin en alt derecesi, ilham ve kişiyi
ilgilendiren hususlardaki niyetidir.
Bunlardan birisi de üç yüz ikinci
bölümden ‘Cenin doğum vaktine kadar ciğerdedir’ bahsidir: Cenin annesinin
karnında bulunduğu sürece gam karanlığı içindedir. Babasına ta’n eden onun üzerinde
hüküm verir. Ona hizmet eder ve haremine yerleştirir, ondan meydana gelen parçalanma
telafi edilir, ona karşı suç işleyeni bağışlar. En geniş makamda bulunmakla
birlikte kendisine dört şey tevdi edilmiştir. Bunun nedeni dört şeyden bileşik
olmasıdır. Melek cenine rızkını, ecelini, mertebesini ve amelini yazmıştır;
bunlardan her biri kendisindeki karışımlardan birine aittir. Onu çadırına
yerleştirir. Bu itibarla cenin her hoş çiftin mahalli olup karışık bir durumda
bulunduğunu anlayınca, yükselmek ve yukarı çıkmak arzusuyla dışarı çıkmak
istemiş, Allah Teâlâ onu rahme atılmazdan önce inayete mazhar ve korunmuş bir
haldeyken ilk defa üzerinde yaratıldığı fıtrada ortaya çıkartmıştır. Onun için
iki göz, dil, iki dudak yaratmış, kendisine iki yol göstermiştir. Dışarı
çıktığında yaratılış gayesini anlamış, bu hususta önde gidenlere uymuş ve
onlara katılmıştır. Şükrederse muduluk mertebesini elde ederken nankör olan
bir kısmı ise en kötü yere varmış ve cezalandırılmışlardır.
Bunlardan birisi de üç yüz üçüncü
bölümden ‘Ümmetler üzerine yemin’ bahsidir: Şeref ve üstünlük geneldir, bütün
ümmeder kendisine nail olur. Hal böyle olmasaydı Allah Teâlâ varlık ve yokluğa
yemin etmezdi. Binaenaleyh Allah Teâlâ ‘gördüklerinize ve görmediklerinize’
yemin ederek, hakkında yemin edilen şeylerin mertebesinin üstünlüğünü ortaya
koymuştur. ‘Fakat bunu fark edemezsiniz.’ Bedbahdar uzak kimseler olsalar bile
saadete ermiş kimselerdir. Allah Teâlâ el-Baid ve el-Karib iken aynı zamanda
Uzak-Habib’dir. Bedbaht, içinde bulunduğu gam ve üzüntü hali nedeniyle, anne
karnındayken bedbahttır. Saîd (Mutlu) ise kendisine tahsis edilmiş bilgi
nedeniyle anne karnındayken de mududur. Hapşırıp ‘el-hamdülillah’ diyen
annesine ‘yerhamukellah (Allah Teâlâ sana merhamet etsin)’ diyen anne
karnındaki cenine şahit oldum. Annenin karnından bu sözü duyunca mudulukla
secdeye kapandım. O cenin annesinin karrandayken Allah Teâlâ’nın kendisi
hakkındaki bilgiyi tahsis ve ihsan ettiği kimselerden birisiydi. ‘Sizi annelerinizin
karnından hiçbir şey bilmiyorken çıkardı524
ayetiyle bu görüşümüze karşı delil getirmek isteyenlere gelirsek, ayette
kastedilenin bir benzeri, hiçbir bilgi öğrenmesin diye yaşlılık haline
döndürülen kişidir. Alim olmak her durumda ve zamanda bilgisinin farkında
olmayı gerektirmez. İşte anne karnından çıkarken ceninin durumu da böyledir.
Bunlardan birisi de üç yüz dördüncü
bölümden ‘Sıfadarın istiare yoluyla kullanılmasının nerede afet haline
geleceği’ bahsidir: Nahoş işlere cesur ve atılgan insanlar göğüs gerebilirken
onların derecelerini de meyvelerini devşirenler bilebilir. Arife göre nahoş bir
şey yoktur ve onun için (bir şeyi) süslemeye gerek yoktur. Hakk ise kulları
adına inançsızlıktan razı olmaz. Bu durum işleri bilmemeyi sağlayan perdeleri
çekmede örtünün ta kendisidir. Gözler perdeleri yakar ve bu nedenle de zahirden
batına geçmek (itibar) emredilmiştir. ‘Bu hususta
basiret sahipleri için ibret var dır.,2S Örtü
çekilmiş, kapı kilidenmiş, bahşiş cömertçe ihsan edilmiştir. Artık perdenin
faydası olmadığı kadar kapı da engel değildir. Zahirden batına geçecek bir göz
olunca, hiçbir perde onun karşısında duramaz. Perdeleri ve örtüleri görünce,
sevenlerin gözlerinden perdelenmiş olduğunu zannedersin. Hâlbuki bu esnada
sana bakılır ve elindeki ihata edilmiş bir halde durursun. Sen kendi işine
sarıl ve dilini muhafaza et!
Bunlardan birisi de üç yüz beşinci
bölümden ‘İsimlendirilene eğilmeden, isimleri tenzih’ bahsidir: el-Azim ismi
rükûda tecelli eder, çünkü o, her şeyi kuşatan bir berzahtır. el-Alî ismi ise
el-Alî’nin ortaya çıkardığı temyiz ve tanım nedeniyle secdede tecelli eder. Allah
Teâlâ el-A’la’dır. (İsimlerdeki durum anlamında) iş derece derecedir ve bir
derecelenme uygundur. Hüküm sahibi olan suret ile bilfiil var olan yapı bunu
izhar etmiştir. İsimler nedeniyle nimeder çoğalır, çünkü onlar, kerem
hazretidir. Allah Teâlâ’nın kendisi ‘salât* ederken tecelli eden kimdir? Kutsi
hadiste ‘Namaz benimle kulum arasında ikiye taksim edilmiştir’ denilir. Başka
bir ifadeyle benim ve kulumun konuşması için ikiye taksim edilmiştir. O neyi
söylerse sen onu söylemişsin, senden bir şey isterse sen icabet edersin. Kul
Hakkın kıblesiyken Hakk kulunun kıblesinde bulunur. Bu itibarla namaz gaib ve
şahitte, yani görünende ve görünmeyende bir hükme sahiptir. Oruç O’na ait iken
namaz kuluyla arasında taksim edilmiştir. Hac ise Hakkın bilinen zikirleridir. Hakk
sadakayı alır, kendisinde bilfiil bulunması itibarıyla, onu meydana getirene
merhameti nedeniyle berekedendirir. Çünkü insanın kalbi malının olduğu
yerdedir. Ona baktığında ‘malıdır’ demesin! Sadakaya bakan ise hakikatiyle
rabbine bakmış demektir. Böyle bir bakış arif ve abid için bütün ibadederde
‘şehadet’ olarak gerçekleşir.
Bunlardan birisi de üç yüz altıncı
bölümden ‘Geceleyin gelen nail olmayı arzular’ bahsidir: Kur’an ehli Allah
Teâlâ’nın ehli ve O’nun seçkin kullarıdır. Allah Teâlâ, kendisiyle münacat
etsinler diye, onlara kelamını tahsis etmiş, bu nedenle O’nun söylediğini
söylerler, Hakk vasıtasıyla konuşurlar. Bu durumda kelam, zaman içinde var
olmuş hadisin (yaratılmış) suretiyle zuhur eden kadimdir. Allah Teâlâ
kendilerine tahsis etmiş olduğu ikram ve lütuflar ölçüşünce onlara bolca
ihsanda bulunmak üzere gecenin son üçte birinde gelir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ise yolcunun evine geceleyin gelmesini yasaklamış, bunu
unutarak yapmışsa hatasını telafi etmesini söylemiştir. Buradaki garip hikmeti
araştırdık, belirsizliğin ortadan kalkmasıyla bilinmez hikmet kendini
göstermiş, çirkin fiillerden kaynaklanan hatalı vehimlerin hükümlerinden
sarf-ı nazar edilmiştir. Eksikliklerden uzaklaşmış erdemli nefislerden bu
hususu anlayanlar, perdenin bulunması ve zikr-i cemili muhafaza etmek üzere
kalması gerektiğini kabul eder. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bir hadisinde ‘İçinizden birisi bu kirle imtihan edilirse onu örtsün’
demiştir.
Bunlardan birisi de üç yüz yedinci
bölümden ‘Şahit ile meşhud, yani gören ile görülende varlık/vücûd’ bahsidir:
Varlığı ancak .müşahede ehli bilir, bir cevher bir cevheri ispat eder. Bilgi
ve edep ehline göre en şaşılacak iş kadimlik mertebesinde Hakkı ‘a'yan(-ı
sabite)’ iken görmektir. Bu esnada onların halleri yokluktur ve Hakk
kendilerini hakikatlerine göre temyiz eder. Söz konusu ayrıştırma ve temyiz,
bir tanım ayrıştırması değil, mevcudu görmekle ortaya çıkan bir ayrıştırmadır.
Allah Teâlâ onları (dıştaki) varlıklarına ibraz ettiğinde, cevherlerinde
tanımlarıyla ve sınırlarıyla ayrışırlar. Dikkatini çektiğim hususu iyice
inceleyip bakmalı ve öğrendiğini gizlemelisin! Allah Teâlâ dünya âleminde keşif
ve rüyayı yaratmıştır. Keşif ve rüyada dışta gerçekleşmelerinden önce varlığı
olmayan şeyler görülür. Bu itibarla insan kıyameti (rüya ve keşifte) gerçekleşmiş
olarak görür, Hakkı da kulları arasında hüküm verirken görür; hâlbuki
gerçekleşen bir kıyamet olmadığı gibi gördüğü hallerden herhangi birisi de
gerçekte görülmemiştir. Bu hadiseler daha sonra onun keşif ve rüyada gördüğü
üzere gerçekleşirler. Bu meseleyi iyice incele,
ben seni yola yönlendirdim. (Bir işin
hakikatini araştırmak anlamındaki) tahkik metodu budur, sen de o metoda göre
hareket et ki, Hakkın huzurunda bulunasın!
Bunlardan birisi de üç yüz sekizinci
bölümden ‘Tabakalar vasıtasıyla tabakadan dışarı çıkmak’ bahsidir:
Yaratılmışların üzerinde bulunduğu haller Hakkın şe’nleri iken onların a’yanı
hallerinin, dış varlıkları da şe’nlerin bir parçasıdır. Gördüğüne nasıl
inanmazsın ki? Üstelik biliyorsun ki, Allah Teâlâ görür ve yokluk halinde
olduğu kadar kadim sübut halinde de seni görür. Bu esnada sen kendin için ve O
da kendisi için vardır, yoksa sen O’nunla beraber değilsin. Güneş ile dolunay
nasılsa, sen de O’nunla öyle berabersin. Allah Teâlâ ‘Her şey yok
olucudur’2,6
ayetiyle buna dikkat çekmiştir. Söylediğim hususta düşün ki kimin helak
olacağmı anlayasın. Dolunaydan helak olan kısım onun ışığı mıdır? Böyle olunca
cevheri ve kevni geride kalır. Ayetin devamında geçen ‘Onunyüzü...’27
ifadesinin kimle ilgili olduğunda tereddüt vardır. Dolunayın ışığı vardı, sonra
karardı, eşya perdelendi. Allah Teâlâ el-Habir olarak ayın tutulduğunu
bildirmiştir. İki tutulmada da bulunan aynı aydır ve iki varlıkta görünen odur.
Bu itibarla kul zuhur eden iken Hakk mazhardır.
Bunlardan birisi de üç yüz dokuzuncu
bölümden ‘Mertebe ve rütbeleri kitaplarla bilmek’ bahsidir: Her mülkün bir
perdesi, her evin bir kapısı, her ecelin bir kitabı vardır; bu itibarla eceli
olmayan kimse yoktur. Allah Teâlâ’dan sana gerçeği öğretmesini dileriz, acele
etme! Allah Teâlâ ‘niçin karşılık vermedi?’ demediğin sürece sana icabet
edecektir. O sana icabet ettiği gibi sen de amel eylemelisin; seni davet
edince, icabet et, sana içirdiğinde iç! Allah Teâlâ seni sana şifa vermek üzere
davet eder, baki kılmak üzere fani kılar. Gerçekleşmeyecek olan korkutucu iş,
Hakkı görme esnasında yaratılmışın baki kalmasıdır. Çocuk dedesinin izlerinde
yürür (dede ile torun arasındaki benzerlik gibi) Allah Teâlâ da bizim görmemiz
ve duymamız (güçlerimiz) olduğunu bildirdi. Biz de böyle olduğunu ancak O’na
yaklaştıktan sonra öğrenebiliriz. Bize farz kıldığı işlerle Allah Teâlâ
tarafından seviliriz. O’nu kendisinden başkası görmemiştir ve bu nedenle O’nu
gören göz fani olmaz. Kitaplar vasıtasıyla mertebeleri ve rütbeleri öğrenirsin.
Bir kitap vardır hapistedir, bir kitap vardır kutsiyet mertebesindedir. Divanın
hükmünün de bir zamanı vardır. Allah Teâlâ’nın zikretmeyen bir kavmi vardır.
Bunlardan birisi de üç yüz onuncu
bölümden ‘İnşa bilgisi ve karşılıklardaki (cezalar) eşidik’ bahsidir: Bir
derviş pek de insaf göstermeden benimle konuşmuştu. Rical’den biri marifet
hakkında kendisiyle konuşmuş, o da şöyle demiş: ‘Bana gelirsek, beiı biliyorum
da onu bana öğretecek kimdir, onu bilmek lazım’ demiş. Bu söz o devirdeki
efendiler arasından anlayış sahibi bilginlerin çoğuna çetin gelmiş, o kişi benden
cevap istemiş, bu bölümler açılmıştır. Ben bunun için bir kapı/bölüm açmadım
ve onun için perdeyi de kaldırmadım. Onun bilmediği şuydu: Her inanç sahibinin
kalbinde var ettiği ve kendisine inandığı bir ilahı vardır. Onlar kıyamet günü
(Hakkı tanımak üzere) alamet sahibi olan kimseler ve yonttuklarına inananlardır.
Allah Teâlâ onlara inandıklarından başka bir surette tecelli ettiğinde hayrete
düşerler ve O’nu tanımazlar. Onlar sadece kendi inandıklarını tanırlarken
inandıkları kendilerini tanımaz; çünkü onu var eden bizzat kendileridir. İşin
esası ve özeti şudur: Yaratılmış olan yaratanı bilemez, ev yapıcısını, onu düzenleyen
ve tesviye edeni bilmez. Bunu anlamalısın.
Bunlardan birisi de üç yüz on birinci
bölümden ‘Peygamberlerin vasıtasıyla gelen yollar’ bahsidir: Şeriatça
belirlenmiş yol'ar, kendilerindeki hükmün genel ve toplu olduğu yollardır.
Onlara hürmet eden ve gereklerini yerine getirene kendilerinde bulunanı
verirler, manalarını ikram ederler. Manaların verildiği kişi yaratılmışlar
içinde tanınmazken devrinin allamesidir; onu Bir ve Rahman Allah Teâlâ bilir.
Peygamberler yolları açıp engebeleri düzleştirir, yoldaki güçlüklere boyun
eğdirir, engelleri kaldırır, sıkıntı verecek halleri giderirler. Ardından Allah
Teâlâ’nın dininin kolay olduğunu bildirmişlerdir. Hal böyleyken dini
güçleştirmeyin! Allah Teâlâ herkesi yapabileceğiyle sorumlu tutmuş, herkese
yapabileceğini emretmiştir. Çünkü kulun maslahat ve faydalarını, derdinin
devasını bilen O’dur. Kim Allah Teâlâ’nın şeriatına göre amel ederse
zararlardan kurtulur, fayda bulur. Bu itibarla Allah Teâlâ, nasıl gidileceğini
ve hangi yolun takip edileceğini bilen herkes için bütün şeriadarla hareket
eder. Her söz için şeriatın bir ifadesi vardır; bu ifade ya onaylar veya onu
ortadan kaldırır. Vahiy esnasında kitapta hiçbir şey ihmal edilmemiş, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem de Allah Teâlâ’nın kendisiyle gönderdiği vahyi
gizlememiştir.
Bunlardan birisi de üç yüz on ikinci
bölümden ‘Hakkın sıfatını yüceltmek üzere yaratıklardan acele edenler’
bahsidir: Hakkın sıfadarı yaratıklarında yayılmışken onları sadece
peygamberler ile temiz varisler bilir. Onları tanıyınca cem’e ulaştım, onları
bilmekle bize fayda ulaştı, ben de faydalandım. Bu itibarla hemcins olduğum bir
şahıstan onun kendinden görmeyeceklerini görürüm. Ben O’nunla aynı cins
değilim.
İnsan kendisinde gizlenmiş ‘göz
aydınlığı’ olacak nimeti bilmez. O nimet gördüklerinin en açığı ve en belli
olanıdır, fakat mahiyetini bilmediği için kendisini tanımaz. Bu nedenle
kendisini gördüğünde inkâr eder, onu ona ait olmayan bir yere taşır. Allah Teâlâ’nın
yaratıklarında gizli tuzakları vardır. Onları ancak Hakk ile yürüyenler
bilebilir. el-Habir’in bilgisinin bir yönü de küçüğü büyük vasıtasıyla terbiye
ve tedipte kendini gösterir. Binaenaleyh Allah Teâlâ peygamberine edep
öğreterek ümmeti terbiye etmiştir. Ümmet edebe uyarak dilek ve arzularının
yerine gelmesini talep eder. Demek ki Allah Teâlâ peygamberine hitap ederken
maksat onun gönderildiği ümmettir. Bu hususu incelemelisin!
Bunlardan birisi de üç yüz on üçüncü
bölümden ‘Eşit karşılıkla mutlu olan uzak kalmaz’ bahsidir: Din günü dünya ve
ahiret günü demektir. Sufilere göre onun belirli bir güne tahsisi söz konusu
değildir ve bu konuda onların delili Allah Teâlâ’dan gelir. Allah Teâlâ şu
delile onların dikkaderini çeker: Cahil davrandıklarında, insanların ellerinin
yaptıkları nedeniyle denizde ve karada bozgun ve fesat ortaya çıkar ve Allah
Teâlâ yaptıklarının bir kısmını onlara bu cezayla ödetir. Allah Teâlâ o
cezanın kendiliğinden değilbir karşılık olduğunu bildirmiştir. Yaratıklar ‘yaratık’
olmaları itibarıyla sınanmış ve imtihan edilmiş değildir. Bu mesele ancak Allah
Teâlâ’nın öğretmesiyle öğrenilebilecek idraki güç bir konudur, iki büyük fırka
bu hususta görüş ayrılığına düşmüş, birisinin caiz ve mümkün gördüğünü öteki
imkânsız kabul etmiş, ardışık olarak gelmiş peygamberler ise bu hususta görüş
ayrılığı içinde olmamıştır. Söz konusu fırkalardan hiçbiri peygamberin
getirdiğini hakkıyla öğrenmemişken bu hususta doğru yolu da takip
etmemişlerdir. Her grup kendi inancını ve maksadını savunmuştur. Üstün tabaka
ise öyle değildir: Onlar işleri dünyada bilenlerdir. Hiçbir işi mertebesinin
dışına çıkartmaz, her şeyi yerli yerine koyarlar. Onlar dünyada insana acı
veren bir iş ve durum gördülderinde, onun -Allah Teâlâ’nın sebepsiz yere
verdiği bir ceza değilbir karşılık olduğunu bilirler.
Bunlardan birisi de üç yüz on
dördüncü bölümden ‘Mele-i a’la’nın dünyada tartışması ve çekişmesi’ bahsidir:
Gerçek maksûd bir iken yönelimler ve niyetler farklı farklıdır. Doktor
kendisine acı verecek ilaçla hastaya fayda vermek ister, acı veren bir ilacı
onun menfaatine hazırlar ve kendisine uygular. Başka bir vesileyle doktor,
işlediği bir suçun cezası olmaksızın acı çekince bunun sebebini Allah Teâlâ’ya
sorar. Allah Teâlâ ‘ellerinle yaptığının cezası’ deyince, doktor ‘ben hastaya
acı ilaçları kullanmasını tavsiye ederken ona fayda vermek istedim’ der. Allah
Teâlâ ‘Biz de acı veren cezayla bu husustaki sevap ve ödülle sana fayda verdik’
der. Bütün işler Allah Teâlâ nezdinde bir hikmete bağlıdır. Sen de tedavi ederken
hastaya eziyet vermedin mi? Maksat aynı maksat! Binaenaleyh bunu reddetmeye
imkân yoktur. Şeriat Mele-i a’la’nın hasımlaştığını ve çekiştiğini bildirmiştir.
Buradan o âlemin de tabiat âleminden olduğunu anladık. O âlemi tabiattan
uzaklaştırmak ve yukarı çıkartmak istersen, isimlerin farklılığından söz
edersin. Bu da olabilecek en açık imadır.
Bunlardan birisi de üç yüz on beşinci
bölümden ‘Peygamberlerin ardışık olarak gelmesi ve misillerin yaratılması’
bahsidir: Belirlenmiş eceller, peygamberlerin yükümlülük ve müjdeleri getirmek
üzere, ardışık ve peş peşe gelmelerini gerektirdi. Ecel bitmeseydi, zahirde
bir peygamber yeterli olabilirdi. Binaenaleyh devirler değiştiği için, peygamberlerin
getirdiği yollarda farklılıklar gerçekleşmiş, âlemde mezhepler ve farklı
görüşler ortaya çıkmıştır; bir kısmı melekî ruhtan, bir kısmı ise feleğin
dönüşünden meydana gelir. Zaman böyle hüküm verirken yasayı koyan kişi de söz
konusu hükümle ortaya çıkar. Bu itibarla maslahatları üstün akıl sahibi
hedefler. Allah Teâlâ söz konusu maslahatları geçerli sayar, onları (gözetmek
üzere ortaya konulan nevamis-i hikemiyyeye) riayet edenlere ikramda bulunur, o
hükümleri geçerli kıldığı şeriata ilhak eder. Böylece akıllıların ortaya
koyduğu hükümlerle (Allah Teâlâ katmdan gelen) şeriat hükümlerini yerine
getirenler için, sevapta eşitlenir. Bu durum, yönelim ve gidişlerinde nevamis-i
hikemiyye ile şeriatların denk olduğunu gösterir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle der: ‘Kim iyi bir âdet çıkartırsa, onun ve onu yapanların ecri
kendisine aittir.’ Peygamberler âdet koyma ve sünnet koyma özelliğine sahip
olduğuna göre ancak emin kişi âdet/sünnet koyabilirken şeriat başka bir şeriatı
nesheder. Bunu anlamalısın!
Bunlardan birisi de üç yüz on altıncı
bölümden ‘İnsanın -diğer canlıların değilihmalkârlığı’ bahsidir: İhmalkâr,
kendi menzilini bilmeyip mertebesinden başka bir yerde tasarrufta bulunduğu
için ihmalkâr davranmıştır. Rabbi kendisine yaratılışını verdiği gibi insan da
nefsine hakkını vermiş olsaydı, iki âlemin imamı haline gelirdi. Bu nedenle
Hz. İbrahim ‘Zür riy etimden.. .,2S deyince
Allah Teâlâ ona: ‘Zalimler ahdime ulaşamaz’29
diye karşılık verdi. Manalar karanlık yollara benzeyip belirsizleşince,
onlarda yürüyen kişi, hangi yöne yöneleceğini bulamaz. Bununla beraber yürür ve
vazgeçmez. Yürürken düşen kişi aşırıya gittiğini öğrenir. İmam, arif ve
bilgili efendi ise ‘imam, imam’ der, elinde kandil, başında tacı vardır. Allah
Teâlâ onun halife olduğuna hükmetmiş, her türlü afetten güvende olduğunu söylemiştir.
Afiyeti veren Allah Teâlâ olduğu gibi şifayı veren de O’dur.
Bunlardan birisi de üç yüz on yedinci
bölümden ‘Cebrail’in getirdiği vahye Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
muttali olması’ bahsidir: Gayblere ulaşmak ve onları öğrenmek hal ve kalp
ehlinin özelliklerinden iken lüb ve makam sahipleri ise ulaşılmayan bir duruma
sahiptir. Öyle biri (makamına) ulaşılmayacak ve dengi olmayan biridir. O sübut
ve temkin sahibiyken -ki bu nedenle halden Hakk girmezdeğişmeyen suretler de
ona aittir. Makam sahibi Rabbinin öğrettiği edeple edeplenmiş, kalbine gelen
türlü düşüncelere göre seyreder durur. İdrak mahalli kendisini taşımaktan aciz
kalıp nefis de ehlinden olduğunu öğrenmek isterse -ki bu çetin bir durumdurhal
suretinde gözükür. Bazen varlıkla ilgili bir sır nedeniyle ilahi emirle böyle
gözükür. Allah Teâlâ o sırrı söz konusu kulun varlığına icra etmek istemiş,
bazı Allah Teâlâ adamlarının onu müşahede etmesini irade etmiş olabilir.
Meleğin en büyük hediyesi onun getirdiği vahye muttali olmak ve Ona ulaşmaktır.
Sufılere göre iş böyledir. Bizim kabımız ise bu kaptan başkadır. En kâmil keşif
ise karanlık cismin ardından görünendir. Çünkü melek bedene girmediği sürece
onun sureti getirdiği vahyin (ve ilhamın) kendisidir. Bedene girdiğinde ise durum
gören kişi için belirsizleşir.
Bunlardan birisi de üç yüz on
sekizinci bölümden ‘Işık halesinde bulunmanın korkuya düşürdüğü kimse’
bahsidir: Aydınlık iki cisim -iki gözü olan içinhalede sınırlanırken aynı
zamanda Hakk o ikisinden ve onların ışınlarından var olur. Demek ki o ikisini
sınırlayan kendilerinden başkası değildir. Bu durumda onlar ipek böceğine veya
izzet ve iktidar sahibi birisine benzer. İktidar sahibi izzetinden kendi
korusunda kalır ve gören ile âmâ onu idrak etmede birdir; ortaya çıkmaz ki
görülsün! Görünseydi bile, en yüce makam kendisine ulaşmayı
imkânsızlaştırırdı. ‘Allah Teâlâ göklerin ve yerin
nurudur.’30 Böylece
ışınlar yükseği ve aşağıyı doldurmuş, boşluğun bittiği yerde Hakk meydana
gelmiş, onun içerisinde ise doluluk gerçekleşmiştir. Bu durum kuşatıcı Hakk
yönünden gerçekleşmiştir. Allah Teâlâ, basit veya bileşik olmak üzere
bulunduğumuz her yerde bizimle beraberdir. Biz O’nun dışına çıkmadık, göklerde
ve yerdeki her şey O’nun yaratıklarıdır. İşlerin ne kadar hikmedi olduğuna
bakınız! Allah Teâlâ gönülleri aciz bırakmıştır. ‘Bütün
iş Allah Teâlâ’ya döner531 ayetini
okumalısın!
Bunlardan birisi de üç yüz on
dokuzuncu bölümden ‘En doğruyu araştırırken en çetinle imtihan olmak’ bahsidir:
En doğru söz, indirilmiş kitaplarda ve peygamberlerin getirdiği temiz
sayfalarda bulunan sözdür. Hiçbir tenzihin bile ulaşamayacağı kadar münezzeh
olsalar dahi, hiçbir teşbihin kendisine benzemediği bir teşbihe inmişlerdir. Bu
sayede ayetler peygamber diliyle inmiş, peygamber de onları kavminin lisanıyla
tebliğ etmiş, meleğin getirdiği vahyin suretini ise zikretmemiştir. Acaba o -bu
ikisinin benzeri olmayanüçüncü bir şey midir, yoksa ortak mıdır? Her halükarda
bu konudaki mesele belirsizdir, çünkü İbareler bizimken, kelam ise bize değil Allah
Teâlâ’ya aittir. O halde indirilmiş olan nedir? Manalar nazil olmaz, ibareler
ise, bu durumda o ilahi söz değildir. Söz ise, o da yaratılmışın lafzı
değildir; hâlbuki hiç kuşkusuz lafızdır. Hal böyleyken gayb nerede, şahadet
nerededir? İlahi söz delil ise, nasıl olur da en güçlü delil olur? Bundan başka
söylenmiş bir söz yoktur. Bu düşünceler şekilci âlimlerce bilinir. Sen ise
meselenin hakikatini araştır, fakat onu dile getirme!
Bunlardan birisi de üç yüz yirminci
bölümden ‘İlhamda ilham vasıtasıyla korunmuşluk’ bahsidir: İlham koruyucu
vasıtasıyla muhafaza edilen, gece bekçisi tarafından gözetilendir. Sürekli vah
eden hilim sahibi, O’ndan başka koruyucu tanımaz. Fakat edep aradaki bağ ve
nispederden sadece takva nispetini izhar etmeyi iktiza eder. Onda en güçlü
koruma ve sakınmanın kokusu bulunur; söylenmese bile, bu durum açıktır. Bazen
bildirdiği bir şeyi belirsiz bırakmış ve onu hayale bırakmamıştır. Korunmuşluk
bekçilik makamı olunca, muhafıza yönelmemiştir. Fakat Mabud gayret harcamayı
talep etmiştir. O dilediğini yapar ve bu da O’nun dilediği işlerdendir. Allah
Teâlâ bildiğini diler, orada bulunanın (ayn-ı sabite) kendisine verdiğini
bilir.
Bunlardan birisi de üç yüz yirmi
birinci bölümden ‘Yaratılmışlar Hakkın davetini nasıl reddeder’ bahsidir: Davetin
sureti kendisine döndürülmüş ve reddedilmiştir. Başka bir ifadeyle kendi kabı
ona iade edilmiştir. Bu durum sesin yankılanmasına benzer. Sesin yankısı duyulunca
bağıran kişi onun başka bir ses olduğunu zanneder. Hâlbuki o ses kendi sesinden
başka bir şey değildir; ses duyulunca yankı da ortaya çıkmış, sesin sahibi de
onun başka bir ses olduğunu zannetmiştir, hâlbuki kendisidir. Yankı her yerde
aynı yankı olmadığı gibi, böyle bir idrak de her insan için gerçekleşmez,
yarışta öne geçenlerden olsa bile, kendisinden ayrı ve özel bir istidattan
meydana gelir: Allah Teâlâ’nın kendisi bir olsa bile, inançlar O’nu
farklılaştırmış, ayrıştırmış, birleştirmiş, tasavvur etmiş ve inşa etmiştir.
Bununla birükte kendiliğinde O değişmez, halden Hakk girmez. Bakılan yerlerde
görme organı olan göz, O’nu böyle görür, sonra mekân kendisini sınırlar, bir
gözden başka bir göze değişmek özelliğiyle tanımlar. O’nun hakkında ancak
uyanık kişi hayrete düşerken bu uyarının farkına ise tenzih ve teşbihi
birleştiren varabilir; sadece tenzih eden veya sadece teşbih eden hataya
düşer. Tenzih ile teşbihi birleştirmek, akıl ile duyu arasındaki hayale benzer.
Bu itibarla hayalin yeri nefistir, çünkü o, birleştirici bir berzahtır. Başka
bir ifadeyle nefis, günah ile takvayı kendinde birleştirir.
Bunlardan birisi de üç yüz yirmi
ikinci bölümden ‘Bütün mezheplere yönelen ve onları benimseyenin durumu’
bahsidir: Her mezhebi benimseyen hangi yolda olduğuna değer vermez. Gittiği
yolun dışına çıkan elbisesinden soyunmuş, verdiği sözü bozan kişi ise değerli
nefsini çirkin nefislerin hükmü altına sokmuş, onların etkisine açmış demektir.
Aslan himmeti yüksek olduğu için kendi ormanını bırakmaz. Vahşi hayvanlar
güruhu kendisine gelip giderken aslan kendi korunmuş mekânına bağlanmış ve âşık
olmuştur. Onlar kavga eden ve kendilerini korumaya çalışan hayvanlardır.
Bakınız! Hükümdarın meclisinde münazara yapan ilâ kişi sözü ele geçirmek üzere
çekişirlerken cemaatin önderi kendi yerinde sakin ve sessiz bir şekilde oturur.
Münazara edenler onun sözünü daha iyi anlamak için birbirleriyle yarışırlar ve
tartışırlar. Önder bir söz söylese, o söz, tartışmayı bitiren nihai söz haline
gelir, çünkü önder asıl olan kişidir. Orada bulunanlardan herhangi birisi
kendisiyle tartışsa ve ona itiraz etse, saygısızlık yapmış olur, böyle biri
edepli davranmaya davet edilir.
Bunlardan birisi de üç yüz yirmi
üçüncü bölümden ‘Rivayette tevatürün gerçekleşmesi ve ravilerin çoğalması’
bahsidir: Din ve inanç sahipleri aynı fikirde uzlaşır, Allah Teâlâ ise
gölgeler içerisinde hüküm vermek üzere gelir. Kastedilen ferin asla irca
edilmesidir. Burada illeder ortaya çıkarken aynı zamanda kınanan ve övülen
tartışmalar ortaya çıkar. Yöneticiler ve kudret sahipleri seçilmiş olarak
bulunurken görevliler onların etrafındadır.
Sanki bir kuş var başlarında da!
Zulüm korkusu değil, saygı
korkusudur o
Onlar -gaybet ehli değilheybet
ehlidir. Onlar -çadırdakiler değilvecd ve vücud ehlidir. Kitaplar havada
uçuşur, mertebeler ayrışır; bir kısmı inancının gücü nedeniyle sağ elinden alır
kitabını, bir kısmı, ihmali nedeniyle sol elinden alır, bir kısmı ise gerçeği
bilmediği için ardından alır. Onlara peygamber geldiğinde vahyi arkalarına
atmış ve onu ucuza satmış, bu alım ve satım ahirette kötülük olarak ortaya
çıkmıştır. Onlar canlarını ne kötü şey karşılığında satmışlardır, keşke
bilselerdi! Onlar değersiz karşılığında değerliyi satan aldanmış tüccarlardır.
Bunlardan birisi de üç yüz yirmi
dördüncü bölümden ‘Yazılanın ve nasıl tertip edildiğinin bilinmesi’ bahsidir:
Yazı bilene ve tertip hikmet ehline aittir; bilgisini hakka’l-yakîn öğrenmezden
hikmeti tertip edemezsin. Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkındaki bilgisini
öğrenince, hikmetini O’nun rızasına uygun bir şekilde tertip edebilirsin.
Birinci bakışla bakan kimse ‘yap’ veya ‘yapma’ gibi emir ve yasaklar karşısında
hayrete düşer; bununla birlikte emir ve yasaklar hikmetin ortaya çıkardığı
işler kapsamındadır. Bu durumda bilmiş fakat hüküm veren ezeli kaderde bir
etkisini görmemiştir. Bilinmeyen belirsiz sır bu demektir. Onun bildiğini ve
bilgisini gizlediğini varsayabiliriz. Öyleyse zorunluluk ile özgürlük nasıl
uzlaştırılacaktır? Sınırlılık nerede ve kudret nerede, tedbir nerede ve
kaderlerin işlemesi nerededir? Su ile ateş mühim bir iş nedeniyle birbirine
kavuşur. Başında ateş bulunan bir âlem! Allah Teâlâ’ya yakın kimseler bunu
bilirken ebrar onu bilemez. Veya şöyle anlatabiliriz: Tozlar kalkınca insan
altındakinin at mı yoksa eşek mi olduğunu öğrenirdi.
Bunlardan birisi de üç yüz yirmi
beşinci bölümden ‘Mülkte mülkün mülkü’ bahsidir: Kavmin hizmetkârı onların
efendisi olduğuna göre kavim hükümdar ve sahiptir. İsimler olmasaydı, efendi,
köle ve memlûk haline gelmezdi. Hüküm isimlere ait olunca, kendi isminin
hükmüyle adlandırılan zulüm ortadan kalkmıştır. Bunun farkına varmalısın, her
isim, kendisiyle dua edildiğinde, icabet eder. İsmin mertebesinin ne kadar
sırra sahip olduğuna ve zahirdeki tesirine bakınız! Allah Teâlâ kendisine dua
edene icabet eder ve ancak isimleriyle O’na dua edilir. Bu, Allah Teâlâ’nın
veli ve nebilerinin ilmidir. Efendi kendi sözüyle kula hizmet ederken kul
haliyle efendiye hizmet eder. Hal dili söz dilinden daha açık ve bellidir,
çünkü sözlerin içerdiği hükümler hal karinesinden öğrenilir. Çünkü bilhassa
naslarda olmak üzere ıstılahın her bölümde ve bahiste bir anahtarı olmaz. Bu
bilgi sayesinde genel özelden ayrışır. Allah Teâlâ’nın kürsüler üzerinde
gelinler gibi duran adamları vardır ki onlar bilmedikleri yönden yer ve
içerler. .
Bunlardan birisi de üç yüz yirmi
altıncı bölümden ‘Yaratıkların Hakka karşı direnmesi ve karşı koyması’
bahsidir: Mukavemet övülen bir işle gerçekleşirse yaratılmışlar övülürken bazen
kınanan bir işle gerçekleşir ve bu durumda kınanırlar. Bir grup (Hz. Eyyûb
gibi) ‘bize zarar temas etti’ deseler bile sabırla Allah Teâlâ’ya mukavemet
ederken bir kısmı kadere rıza ve teslimiyetle O’na mukavemet ederler. Saadete
ermiş kul Allah Teâlâ’nın karşısında O’nun irade ettiği şekilde durandır:
Çekişmesini isterse çekişir, kendisinden sıkıntıyı uzaklaştırmasını isterse
uzaklaştırır. Binaenaleyh kul ondan istenildiği üzere davranır, yoksa
kendisinden ortaya çıktığı şekilde hareket etmez. Kulları Allah Teâlâ’ya karşı
cüredi Hakk getiren şey, onların halleri ve peygamberlerin vahiylerde
getirdiği bilgilerdir. Hakkın (kulun tövbesiyle) sevinmesi olmasaydı, tövbekar
hayrete düşmezdi. Rabbani neşe olmasaydı, (mescide devamlı olan kişi) gelen ve
giden diye nitelenmez, Fail münfaildir, fakat münfail sebebiyle münfaildir.
Bunlardan birisi de üç yüz yirmi
yedinci bölümden ‘Efendi ve kölede özgürlük sınırlılıktır’ bahsidir: Ruh
bedende olduğu sürece kabrinde gömülü bir ölüdür. Bir kısmı gelin gibi uyurken
bir kısmı hapisteki gibi uyur. Her biri sınırlı ve bağlıyken birisi hüsrana
uğramışken öteki desteklenmiştir. Ölümle birlikte haşre getirilip kabirdekiler
diriltildiğinde, kendisinden ayrışmış olduğu aslına döner ve kavuşur. Bu nedenle
üstünlüğü belli olup açık mucizelerle peygamberliği sabit olan kişi şöyle
demiştir: ‘Ölen kişinin kıyameti kopmuştur.’ Kastedilen küçük kıyamettir. Daha
sonra büyük kıyametten söz edeceğiz. Büyük kıyamet nefisler ile bedenlerin
çiftleştirilmesiyle gerçekleşir, çünkü ölümle birlikte ‘imkân’ hükmü onlardan
gitmemiştir. Başka bir ifadeyle ölümle birlikte beden ile ruh arasında
gerçekleşen boşanma ‘ric'i talak’ mesabesindeyken hüküm şer’î bir hükümdür.
Sözü edilen kıyamet, büyük kıyamettir. Büyük kıyamet adeta tekrar kabre dönmek
gibidir, fakat hükmü kabirdekiyle bir değildir. Böyle bir vehimde bulunan kişi ‘bu,
ziyarilı bir dönüştür332 der.
Büyük kıyamet ile küçük kıyamet arasındaki benzetme, benzersizlikte
yapılmıştır, fakat şeklen birdir.
Bunlardan birisi de üç yüz yirmi
sekizinci bölümden ‘Herkes hakkında malın ve çocuğun fime olması’ bahsidir:
Malda kendine çekme ve meylettirme özelliği bulunmasaydı, adamlar ayrışmaz,
çocuk ciğerpare olmasaydı onun şehrin sakinlerinden olduğu anlaşılmazdı. Herkes
çocuğuna şefkat göstersin diye Allah Teâlâ onu ciğerde yarattı. Çocuğa şefkat
gösteren hiç kuşkusuz Hakkın teşvik ettiği işe uymuş demektir; Hakka uymayan
ise şefkat göstermemiş demektir. Bununla birlikte illetin sabit olması her
durumda otoritesinin ortaya çıkmasını gerektirmez. Bu itibarla Allah Teâlâ
bizi kendisine ibadet edelim diye yaratmışken bir kısmımızı Allah Teâlâ
nasipsiz kılmış ve O’nun efendi olduğunu dile getirememiştir. Bir kısmımız tek
başına O’nu efendi kabul ederek ibadeti O’na tahsis edememiştir. Bununla
beraber illet sabittir, fakat herkes bu illeti gerçekleştirememiştir.
İmtihanlar fitnelere ilave durumlar değil, bizzat fitnelerin kendisi ve
varlığıdır. Malın fazlasını istemek dermanı olmayan bir hastalıktır. Temenni
edileni zengin-tasadduk edene ilhak etmekle kalan kimse, gerçeği olduğu hal
üzere bilir, bu sebeple çoğu istemez.
Bunlardan birisi de üç yüz yirmi
dokuzuncu bölümden ‘Münafık muvafıktır’ bahsidir: Münafık hakikatlerin verisi
nedeniyle muvafık olmuştur. Bu itibarla münafık iki yüz sahibidir, çünkü işi
çift görmüş, Allah Teâlâ ise her şeyi çift yaratmıştır. Alem ilahi surettedir.
Böyleyken nereye gidiyorsunuz? Hakikati iki yol arasında duran iki göz sahibi
görebilir. Zevk ve nazar sahibi ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur, O duyan ve görendir’33 ayetinin bilgisiyle nitelenirse, hiç
kuşkusuz, ayetteki göz aydınlığı gizli sırları ortaya çıkartır ve hakka’l-yakîn
bir şekilde öğrenir, tenzih ve teşbihi birleştirir. Böyle birinin makamı en
nezih yakınlık anlamındaki kurbiyettir. O halde çarşı nifaktır ve nifak
ehlinden başka kimse isabet etmemiştir.
Bir gün Yemenli birini görsen
Yemenlisin
Başka bir beldeden birini görsen
oralısın
‘Bulunduğunuz her yerde Allah Teâlâ
sizinle beraberdir.’34 Bununla
beraber inançlar farklı farklıdır; farklılık birin çokluğudur. Allah Teâlâ’yı
farklı inançlarda ancak bu genişliğe sahip kişi tanıyabilir.
Bunlardan birisi de üç yüz otuzuncu
bölümden ‘Akşam ve sabahleyin davete icabet’ bahsidir: Allah Teâlâ cemaat
mescitlerinde kullarının ibâdet etmesini irade edince, duyanlar ve kulak
sahipleri için ezan okunmasını emretti; kulağı olmayan daveti duysa bile
işitemez. İnayete mazhar olan ile olmayan burada ayrışır ve farklılaşır. Davete
icabet eden idrak eden bir kulağa sahiptir. Davette mutlak birlik anlamındaki
ahadiyetin tesiri olmadığı kadar ağacında da bir meyvesi yoktur. ‘Allalıu
ekber’ derecelendirme bildirirken ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur5
ayrıştırıcıdır. Bu itibarla peygamberlik vuslat ve kavuşmadan ayrışma anlamı
taşır. Ezandaki ‘haydi5 ifadeleri mukabele demektir. Nida ise
uzaklığa işaret eder. Ezan doğruluk ve rüşt halinin genel olmadığının
delilidir. Vakidere riayet edenler vakti bilenlerdir. Ezan varlıkların
kendisini meşgul ettiği kimseye emredilmiştir. Herkes meşguldür, çünkü herkes
asıl itibariyle edilgen ve münfaildir.
Bunlardan birisi de üç yüz otuz
birinci bölümden Ticaret kazanca ve zarara açıktır5 bahsidir: Sefer
ticarederi arman ve seçilenlere aittir. Onlardan dolayı seferlerde namaz farz
kılınmıştır. Mukim tacirler ikram ve ihsan sahibiyken aynı zamanda
kendilerinden öğrendikleri ve aldıkları bilgilerde yolcuların öğrencileridir.
Kimin ticareti kazançlıysa, doğruya ulaşmış demek iken kimin ticareti zararlı
olursa haddi aşmış demektir. Kimin yolculuğu Allah Teâlâ5a doğru
olur ve 05na
ulaşırsa, onun Allah Teâlâ katından elde edeceği kazançları kimse bilemez ve
ihata edemez. Mücahit tacirdir. Bazen Allah Teâlâ günahkâr biri vasıtasıyla
dinine yardım edebilir. Öyle biri fazilet itibarıyla (savaştaki) araç gereç
mesabesindedir. Yoksa araçların kendileri için hazırlandığı mücahitler gibi
değildir. Kazançları nimet bilme! Onlar hazırlık yapanlar için anahtar
mesabesindedir. O anahtar vasıtasıyla kapı açılır ki, facir kişinin kazançtaki
payı odur. Mukim tacir arzusu kalmayan kişidir, dükkânına gider, mekânı kabul
eder ve imkândan olabilecek hususları dile getirir. Bir mekân talep etmekle
mertebe ortaya çıkar.
Bunlardan birisi de üç yüz otuz
ikinci bölümden ‘İmtihan esnasında kişi zayıf kalır veya güçlenir5
bahsidir:
Korkak bir yerde tek başına kalınca
Tek başınayken silah ve kalkan ister
Akranlar bir araya gelince imtihan
gerçekleşir. Cesur öne atılırken korkak geri kalır. Atılgan ihsan elde eder,
geride kalan hüsrana uğrar. Bunun istisnası bir savaşçı gruba katılmak veya
savaşmak için yön değiştirmek üzere geri çekilenlerdir. Böyle biri adamların
kahramanlarından olduğu kadar aynı zamanda şeriatta belirlenmiş tuzak ve hile
kuranlardandır. O esnada kötü görünse bile, savaş hile demektir. Akıbet ise
savaşanın cihattaki maksadı ve iradesine göre ortaya çıkar. İmân iddiası
ölçüşünce imtihan gerçekleşir. Mümin sadece ahiret yurdunda emniyeteyken
burada sürekli ‘seçilme’ halindedir; ya yerleşme yurdunu veya azap yurdunu
seçer. Bedbahtların yeri yerleşme yurdu değildir.
Bunlardan birisi de üç yüz otuz
üçüncü bölümden ‘Isar, yani başkasını tercih etmek sırları bilenlerin özelliği
değildir’ bahsidir: Sana ait olan bir şeyi uzaklaştıramazsın. Sana ait olmayanı
ise engelleme gücüne sahip değilsin. Hal böyleyken isar nerede kalmıştır? Her
şey bir emanet! Senden alınmazdan önce veya kendisine hainlik etmeden emaneti
sahibine ulaştırmalı, onu gönül rızasıyla ehline ulaştırıp rabbinin rızasını
kazanmalısın. Onlar ölü bile olsalar diri sayılan kimselerdir:
Allah Teâlâ’nın öyle bir kavmi var
ki Hakkın varlığı onların ta kendisi Yaşasa da ölseler de hayattadır onlar
İzzet sahibidirler, bilmezler kim
olduklarım Hangi haldedirler, onu da bilmezler
Ancak ölüm vaktinde bilinir halleri
Onlar bizim seleflerimiz, efendilerimiz
Öldüklerinde izlerini takip ederiz
onların Sufileri uyku veya uyanıklık tutmaz
Ölseler bile koruma
zor gelmez onlara
Onları görürsün,
karanlık örtüsü çekilmiş üzerlerine
Gözler göremez artık
onları; sanki ayaktadırlar ölürken
Güneş
güzelliklerini izhar etseydi onların
Yemin ederdim ki,
onlar ölmemiş kimselerdir
Sen de tasdik
edersin, Allah Teâlâ haber vermiştir bize:
Onların benzerleri -yemin olsun
kiölmemiştir Diridir onlar: ne ölüm bilirler, ne bir savaşta ölürler
Onları mihraplarında sarhoş görsen
Ölseler bile hayattadırlar dersin
Allah Teâlâ onlara ikram etmiş ve
şereflendirmiş Öldüklerinde hayat vermiş onlara Onları keşifle görürsün, ba’s
edilmiş iken Hâlbuki ölmemişlerdi ve kabre konmamışlardı
Bunlardan birisi de üç yüz otuz
dördüncü bölümden ‘Hakk velayete mazhar olan ariflere her alamette tecelli
eder’ bahsidir: Allah Teâlâ’nın bir surette zuhuru o suretin ulviliğine delil
iken sureti bilen için suretin genel olduğu hakkında inkâr edilemez bir
delildir. Allah Teâlâ adamları amellerindeki hallerine göre farklılaşırlar;
kimin ayağında ‘topallık’ bulunursa, hiç kuşkusuz, saadet mertebesinden
azledilir. Hayırlara koşan ise gayret eden ve çalışandır. Böyle bir insan idrak
eden bir kulağın sahibidir. Ölçülü giden ise cehdettiği ve çalıştığı ölçüde
azığına ekleme yapmış kişidir. Ayette geçen ‘zalim’ ise hükme konu olandır,
hüküm veren değildir. Kitap hepsini içerse bile, onların arasında üstün, daha
üstün olanlar vardır. Her biri varistir, çünkü herkes ahiretinin bekçisidir.
Okların sahipleri derece derecedir; bir kısmı az amel edenler, bir kısmı ameli
çoğaltanlardır. Farzlar hakkmda sorumluluğun kalkacağını söyleyenin söylediği
hakkında bir bilgisi yoktur. Çünkü sözünün gereğine göre amel eden amelin
ortadan kalkacağını söylemez.
Bunlardan birisi de üç yüz otuz
beşinci bölümden ‘Halife atamak bir muhalefettir’ bahsidir: Vekâletten söz
etmek, kaderin ve yazgının hakkında hüküm verdiği işlerden biridir. Bu itibarla
kitap olmasaydı vekiller olmayacaktı. Gittiği yol hakkmda delil ortaya
koymuşken kötü yolu tutana şaşılmaz; şaşılacak olan, kendisini halife atayanı
vekil edinmektir (‘Allah Teâlâ’yı vekil edinin’ ayetine telmih!). Rabbani emir
olmasaydı, kevndeki edep böyle bir şeyi reddederdi. İnsanlar edep mahallerini
ne kadar da az biliyor! Onları saygısızlığa götüren de edebi bilmemektir.
Zahirde ve batında hüküm mertebelere aittir. Bazen edebi terk edep olabilirken
sebebi terk etmek de sebeplilik haline gelebilir. Sebepler Allah Teâlâ tarafından
ortaya konulduğuna göre kimse onları ortadan kaldıramaz; onları kaldırmayı
savunana rabbinin gazabı ulaşır. Öyle biri sebeplerin kalktığı iddiası
nedeniyle sınanır, sınanmakla yüce dereceler elde edebilir. Bu itibarla insan
sınanmayı ortadan kaldıramaz. Bunun nedeni kişinin dince belirlenmiş amellerle
ve peygambere uymakla mükellef olmasıdır. Demek ki insan sebebi kaldırırken,
sebebi savunmuş demektir.
Bunlardan birisi de üç yüz otuz
altıncı bölümden ‘Kalpler sır bilgilerinin ve nurlarının düştüğü yerlerdir’
bahsidir: Vakıalar velilere ve vahiy peygamberlere aittir. Bununla beraber
peygamber ve peygamber olmayanlar için misaller (temsilî suretler)
gerçekleşebilir. Melekler sürekli cem’ ve tafsil ehli olanların kalplerine
inerken sadece bir nebi veya resule şeriat getirirler. Bu itibarla peygamberlik
(risalet) ve nebilik devri geçmiş, geride ilham kalmıştır. Tasavvur edilmiş bir
hüküm getiren ilham, şeriata dair verilen ve sabit olmuş bir haberle ilgili
olabilir. Veli o bilgiye itimat eder, onunla amel edebilir, (hadis ilminin
ölçülerine göre) zahirde rivayet zinciri zayıf olsa bile söz konusu haber
doğrudur.
Ancak zahirde sahih olan bir hadisin
zayıflığını gösteren bir ilham da gelebilir. Böyle bir ilhamın geldiği kimsenin
onunla ameli kuşkuya yol açarken söz konusu kişi aynı menzile sahip olmayan
tepkisini kazanır. Binaenaleyh (Hakka) ulaştıktan sonra bedbaht olanlardan
olma!
Bunlardan birisi de üç yüz otuz
yedinci bölümden ‘İnsan Rahman’ın suretinde yaratılmıştır’ bahsidir: Allah
Teâlâ merhamet eden kullarına merhamet eder. ‘Yerdekilere merhamet edin,
göktekiler de size merhamet etsin.’ Rahim, Rahman’dan bir daldır; o dal
insanın üzerinde yaratıldığı suret demektir. Onu ‘kavuşturan’ vuslata
ermiştir. Zaten onu kavuşturmak vuslata ermenin ta kendisidir. Kim onu
keserse, ayırmış ve koparmıştır. Bu da (ilahi suretten) ayrılmanın ta
kendisidir. Rahman o sureti ayıran, insan ise kavuşturandır, çünkü dal parça
demektir. Buradaki imtihana dikkat ediniz! Susamış ve vah, vah diyen biri
nezdinde Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanmak nerededir? Dalı kesen
‘ahlaklanmış’ iken birleştiren Hakkın şeriattaki emirlerini yerine getirmiş
demektir. Ahlaklı olabilmek için dalı kesmelisin. Buna mukabil tahakkuk sahibi
olabilmen için onu Hakka bağlamalısın. Allah Teâlâ böyle yapmış, vahiy de bize
bunu bildirmiştir. Sıfadarla böyle ahlaklanmazsan akdi ve bağı yerine
getirmemiş sayılırsın. Rahim Rahman’dan bir dal olduğu kadar senden de bir
daldır. Senden kestiğini alması için sen de kendisinden kesilmiş olanı almalısın!
Helal sihir budur, yoksa kadınların söyledikleri gibi değildir. Onlar
karanlıklar içinde doğmamışlar, kilider içinde şahit olmamışlardır.
Bunlardan birisi de üç yüz otuz
sekizinci bölümden ‘Ay ortasındaki üç gün dolunayları çift yapar’ bahsidir: Hilal
köken itibarıyla tek iken görünürken çift olarak görülür. (Ay anlamındaki)
Kamer ise nas ile belirtildiğine göre suret sahibidir ve artış ve eksilmeyle
ölçüsü değişir. Çünkü miracı üzerinde geri dönmemiş olsa bile, kendi minhacı ve
yolu üzerindedir. Bu itibarla her dönüş, dürülme değil, dönmedir. Ayın orta
günleri ise gözün algıladığından başka bir tarzda dolunayı çift yapar. Bu
durumda Hakk onu silinme özelliğiyle nitelemiştir. İki yüze sahip olan kendi
zatıyla kendini ikiye döndürür. Öyle biri bizatihi berzah sayılır ve
kabrindeki bir ölüye benzer. Kabirdeki ölü gören ve duyan için ölüyken münker
ve nekir melekleri için canlıdır. Bu itibarla ölü, konuşan-susan, diri-ölüdür.
Aydınlattığını karartmış, ortaya çıkarttığını gizlemiştir. Yaratıkları karşısında
Hakkın sureti, dolunay vaktinde güneşin ufkundan doğuşuna benzer.
Bunlardan birisi de üç yüz otuz
dokuzuncu bölümden Temenninin gerçekleşmesi için görmenin tekrarlanması’
bahsidir: Tanımlar benzerlere nüfuz ettiğinde, aynı şeylerin tekrarlandığı söylendi.
Bu konu, belirsizliğin bulunduğu bir meseledir. Gözle idrak edilen bir
şey/durum ikinci vakitte aynı şey midir, değil midir? Yoksa idrak edilmiş o
sabit şey, kaybolmuş, ortadan kalkmış ve sonra geri dönmüş ve böylece tekrarlanmış
mıdır? Bir şeyin idrakteki durumu güneşin geri dönüşündeki gibiyse, ortada
karışıklık bulunmaz. Çünkü kendisini bilip bu hususta cahil olmayan için
güneşin sabit bir yeri ve bir durumda istikrarı söz konusu değildir. Bununla
beraber meseleye iman ile bakan ye haberle bilen için, güneşin bir karar yeri
vardır. Bu nedenle de güneş battığı yerden ansızın doğar. Bununla beraber
hareketi kaybolmaz, fakat kendisiyle bereketleri (ışınları) arasına perde
girer. Artık güneşin (batıdan) doğumuyla birlikte, iman fayda vermediği gibi
amel de fayda vermez. Bu durumda amel sahipleri tembellere katılır. Rabbini
defalarca görürsün de tekrar olduğunu düşünmezsin. Binaenaleyh yolların
ortadan kalkmasıyla birlikte benzerler silinir gider.
Bunlardan birisi de üç yüz kırkıncı
bölümden ‘Yeryüzü konulmuş bir beşik, gök ise yükseltilmiş çatıdır’ bahsidir:
Işıklar olmasaydı gölgelenmek talep edilmez, kesif varlıklardan gölgeler
ortaya çıkmazdı. Demek ki bu, gerçek bir nikâh, görülen gelin, akdedilmiş
yazgıdır. Ey iman edenler! Akillerinizi yerine getirin. Arş içinde ferşin
bulunması gerekir. O konulmuş beşik iken sen yükseltilmiş çatısın. Aranızda
dikili bir sütun vardır ve ‘yedi güçlü’ o sütuna dayanır. Fakat gözlerden perdelidir
ve gayblere katılmıştır. Onu bilfiil var edenin sözünü duymadın mı? ‘Göğü
gördüğünüz bir direk olmaksızın var etmiştir.’ Allah
Teâlâ direği olumsuzlamamış, sadece herkesin göremeyeceğini
belirtmiştir. Binaenaleyh göğü ayakta tutan biri olmalıdır. O da el-Malik’tir.
Kendisi varlıktan ayrılmakla göğün ortadan kalkmasına yol açan kimse göğün
örtülü direğidir. O da kuşatıcı varlık olan insan-ı kâmil’den başkası değildir.
İnsan-ı kâmil ‘Allah Teâlâ’ dediğinde, bu sözü bütün ağızların vekili olarak
söyler. Binaenaleyh insan-ı kâmil nazargâh-ı ilahi ve (her şeyin varlığının)
kendisine dayandığı varlıktır.
Bunlardan birisi de üç yüz kırk
birinci bölümden ‘Rüzgâr rüknü kanadıların gezindiği bir yerdir5
bahsidir: Rüzgâr Allah Teâlâ katmda muteber bir şeydir. Göz rüzgârın bulutu
hareket ettirdiğini görürken gerçekte buludan sürükleyen Allah Teâlâ’dır.
Rahman sürükler bulutları
Göz rüzgâr hareket ettirdi
zannederken
Naib kimdir? O eşlik eden ve
arkadaştır. Sen istediğin kişiyi naib kabul edebilirsin; dilersen görünmeyeni
(gaib), dilersen rüzgârla var olanı! (Rüzgârla) yardım ve yıkım ortaya çıkmış,
eserler farklılaşmıştır. Bütün bu farklı işleri yapan varlık tek bir varlıktır
ve bazen fayda verir, bazen bozar; kandili söndürür, ateşi tutuşturur. Hâlbuki
esintiler tek bir varlıktan ortaya çıkarken onların eserleri farklılaşır. ‘Burada
basiret sahipleri için ibret vardır.’35 Rüzgârın fiillerindeki bu farklılık,
ulaştığı mahallin istidadındaki farklılıktan kaynaklanır. Bunu bilen kişi,
dinlerin ve mezheplerin farklılığını öğrenir. Bu itibarla her din bir
mezheptir. ‘Şunlara ve şunlara Rabbinin ihsanından yardım ederiz.’ Burada Allah
Teâlâ kendisini arzuların mesabesine indirdi. Rüzgâr tutuş tu rucu özelliğiyle
ateşe yardım ederken kandile de söndürmek üzere ulaşır. Buradaki farklılıkla
eşyanın hakikatlerini anlamış oluruz. Eşyanın hakikatlerini tahkik eden,
saadete ermiş insanların hayatı üzere yaşar. Sen de emin kimselerden ol, ilahi
sırlardan her birisini -ima yoluyla ifade ederekehline bırak! Allah Teâlâ
onları izhara kadirdir. Fakat onların ışıklarıyla kendilerini perdelemiştir.
Bunlardan birisi de üç yüz kırk
ikinci bölümden ‘İhata eden ye edilende bileşiği ve basiti bilmek’ bahsidir: ‘Allah
Teâlâ her şeyi bilgisiyle ihata etmiştir.’36 Bunu ancak Allah Teâlâ’nın anlayış
gücü ihsan ettiği kimse anlayabilir. Ancak bir mana olduğunda her şeyi ihata
etmekten söz edilir, bu sözü bizden aktarınız! İhata mesabeden uzak olduğu
ölçüde, hiç kuşkusuz, bu tamlıktan uzaklaşır. Böyle bir ihata ancak içerdiği
şeylerle sınırlı bir ihatadır ve o ihata belirsizdir. Basit bileşiği ihata
edemez, çünkü basit bileşik olmaz.
Basite göre basit, basittir
İhata ederken görülse bile ihata
edilmiştir
Basit ihata edilmiştir -çünkü kalp
kendisini sığdırmıştır-, aynı zamanda ihata edendir -çünkü (Arş’a) istiva
etmiştir-. Bu itibarla Hakk iki durumdadır. Fakat hakikat öyle bir durumu
anlatmak üzere misal vermeyi engeller. Hiçbir şey hakikatinin dışına çıkmaz
veya kimse onu yolundan uzaklaştıramaz. Zeki ve akıllı insanların şahit olduğu
üzere, varlıkta sadece terkip ve bileşiklik vardır. Bir zatı, ancak zatı
gereği öğrenirsin. Onun zatını ise dış varlığı itibarıyla bilebilirsin. Hakk
zatı gereği ilahtır ve ‘başkası’ sabit olabilsin diye üzerinde ilah olacağı
biri bulunmalıdır. Başka, hakikate (ayn) ilave bir hükmün varlığını ister. Bu
durumda ikinin aklî varlığı nedeniyle âlemde terkip kaçınılmazdır. Başka bir
ifadeyle, gözü olana gizli kalmadığı gibi, varlıkta iki şey bulunmalıdır.
Bunlardan birisi de üç yüz kırk
üçüncü bölümden ‘Aydınlatıcı lamba karşısında edepteki sınırlamanın bilinmesi’
bahsidir: Sureler yazdırılır, ayetler okunurken sus ve dinle ki, belki anlayış
gücü ihsan edilir ve tövbe edebilirsin. Bilmelisin ki Hakka dönersen
öğrenirsin! Sureler hakkında kendisine müdahale edersen, onları anlamaktan
mahrum bırakılırsın. Sen evine çekil, ölümün için hazırlan, ölüm hakkında
düşün, sesini kıs! Kerem sahibi insanlar konuşurken yüksek sesle konuşmayı
sevmezler, çünkü açıklık zuhur ve görünmek demektir. Onlar ise tekliğin ve
gizliliğin ehlidir. Bununla beraber onlar nurdur. Yoksa onların gizlenmeleri
zuhurlarının şiddetinden mi kaynaklanmıştır?
Haber verin bana, haber verin:
tahkik ediniz , Benim yoluma yönelin hepiniz Size söylediğim üzere olunca
Biliniz ki yoldan çıkmazsınız Önceliği elde edersiniz o zaman Önde gitmeyen
için önde giden böyledir
Allah Teâlâ gözden perdenin
kaldırılacağını söylemiştir. Bu perde nedir ki, kendisi kalktığında böyle bir
ihsan gelir? Yakın olan -şahitte ve gaipte* eşlik eden ve arkadaş olandır.
Kendisiyle beraber olanın kadrini bilen onun emrettiklerini ifa eder. Marifet
ehline göre yakın kişi bir niteliktedir. Sen de ona eşlik ederken söz konusu
niteliği dikkate al ve ona ihanetten kaçın! Bazı görüşlere göre arkadaşa ihanet
edilir. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem teslim olarak gelenin
Müslümanlığını ve onun arkadaşlığını kabul etmiş, onun ihanetini kabul
etmemiştir. ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın peygamberinde
güzel örnek vardır.’37 Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sözü dinleyen ve en güzeline uyan için en güzel
örnektir.
Bunlardan birisi de üç yüz kırk
dördüncü bölümden ‘İhsanlar ile başlayan’ bahsidir: Allah Teâlâ’nın ihsanının
dışındaki bütün ihsanlar reddedilebilir, O’nun ihsanının ise çevrileceği kimse
yoktur. Allah Teâlâ yaratılmışlara benzemez. O menfaaderi kabul etmezken
kendisi fayda veren anlamında en-Nafı’dir. Gaybler türlü türlü açılır, bu
itibarla hepsi de her bir zaman ve nefes diliminde artış içindedir. Fakat
âlemdekilerin bir kısmı yeniden yaratılış hakkında kuşkuya kapılmıştır.
Biadeşme tartışmanın ve çekişmenin varlığını gösterir, çünkü biadeşmenin
ilkesi, sözü dinlemek, itaat etmek, cemaate uymaktır. Cemaatten ayrılan ateşe
düşer. Haberler de bunu beyan eder, imamın değerini bilen kişi, ateşe düşmez.
Zulüm ederse onu halife atayana havale edersin. O kendisine eman verirse, sen
de kabul edersin; korkutursa, korkumr. Hükümdarın değerini bilen kişi ona karşı
asi olmaz. Bu konuda Allah Teâlâ’ya karşı asi gelen kişiye bu günah yeter.
Hükümdarın davranışlarında muhayyer ve serbest olduğunu zannetme, mecbur
olduğunu bilerek kendisine bakmalısın. Ona dayanmalı, kendini bırakmalısın.
Hükümdar öyle bir gölgedir ki ona sığınana zillet bulaşmaz.
Bunlardan birisi de üç yüz kırk
beşinci bölümden ‘Nehir ve denizlerdeki sırların ilmi’ bahsidir: Yaygıda
duranlar için (ehl-i bisat) istinbat bilgisi, korkuları müşahede edenler için
hallerin bilgisi mesabesindedir. Buna mukabil ehil olanlar için kolaylık
bilgisi, miraç sahipleri için neticeler ilmi ile bu ilimleri toplayanlar için
isim ve resim ilmi mesabesindedir. Bunların sahipleri yediyle sınırlanmıştır
ki yedi herkese göre bedeller (ebdal) demektir. Bir kısmı bir bilgiye, bir
kısmı herhangi bir ilave olmaksızın toplayıcılığa tahsis edilmiş, bir kısmı
-iki gözü olan içiniki şeyi birleştirmiş, bir kısmı üçünü de elde etmiştir.
Böyle biri miras sahibi ve bütün malı elde eden, dolayısıyla kemal sahibidir. Allah
Teâlâ onu akıl sahipleri için kitaba varis kılmıştır. Onlar -el-Veli’nin
varisleri değilpeygamberin varisleridir. Çünkü sadece ölerek dünyadan ayrılan
birine varis olunabilir. Allah Teâlâ ise hiçbir yerden ayrılmaz. Bu hakikati
derinden anlaman gerekir.
Bunlardan birisi de üç yüz kırk
altıncı bölümden ‘İki dostun bir tepede müsameresi’ bahsidir: Sakınanlar böyle
bir sohbetten yoksundur. O sohbeti yapanlar gayblerin bilgisine ulaşır. Bununla
beraber kabile ve topluluklara (şubeler) bu gaybler keşf olunur, çünkü
kabilelerin o hususta geniş ve büyük bir bilgileri vardır. Toplulukların
rüzgârı esintilerde kabilelerin rüzgârlarından başkadır. Kendi göklerinde
yükselmiş olsalar bile, yabancılar Arapların vardığı yere varamaz. Bu hususta
delilimiz Arap adarıdır. Yabancılık belirsizlik ve müphemlik anlamı taşırken
‘Arap olmak’ sözü açıklayabilmek demektir. İtiraz eden kişi belirsizlikten
değil, açıklama gücünden mahrumdur. İcaz özelliği Kur’an’a mahsustur,
indirilmiş bütün kitaplar Rahman’ın kelamıyken açıklama, şeref, ihsan, büyük
itibar açıklama esnasında o dilde ortaya çıkar.
Bunlardan birisi de üç yüz kırk
yedinci bölümden ‘Şeriata bağlanmadaki yüksek mertebe’ bahsidir: Ruhun sana
indirdiği veya meleğin getirdiği veya ilham ettiği bilgiye uymalısın; bir veli
isen ancak peygamberin varisi olarak yelisin ve senin terkibine bu verasetten
nasip ve pay ulaşmıştır. Payının ve sana düşen kısmın ne olduğuna iyi bak? İşte
o senin bilgindir. Yeni bir hüküm ortaya koymamalı ve sadece ‘Rabbim! Bilgimi
arttır’ demelisin.
Sonra bilmelisin ki, ey muteber dost!
Hz. Musa veya Hz. İsa veya onların arasında gelmiş Allah Teâlâ adamlarından
birisinden gelen bilgiye varis iken gerçekte Muhammedi bir bilgiye varis olmuş
olur, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in peygamberliği genel olduğu için
bilgide sözü edilen peygamber ile müsavi olursun. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem yüce ve övülmüş makamı elde edendir, bütün övgü sonuçları o makama
döner. O bu isimlerle adlandırılmış cevamiu’l-kelim’in sahibidir. Hz. Adem’e
mahsus olan isimler iken buna mukabil Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e
hem isim, hem isimlendirilen, hem onları birleştiren özellik tahsis
edilmiştir. Hiç kuşkusuz Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem en yüce makamın
ve en korunmuş izzet perdesinin sahibidir.
Bunlardan birisi de üç yüz kırk
sekizinci bölümden ‘Işıkta ve bakırda gerçekleşen yansımanın ve aksin
bilinmesi’ bahsidir: Sabit yıldızlar karanlık evler olduğu kadar harekedi
yıldızlar da öyledir. Onların aydınlık yıldız haline gelmesi ödünç aldıkları
ışıklar maharetiyle gerçekleşir. Aklın varsa bu işaret yeterlidir. Kötülere
atılmak üzere, ateş unsurunda kuyruklu yıldızların taş olmasını düşünmelisin!
Onlar sürekli yıldızdır ve insanlar ile cinlere ve bütün yaratılmışlara
peygamber olarak gelen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem gelinceye kadar
taş değillerdi. Bu nedenle ayette ‘Ey
insan ve cinler sizin için fariğ kalacağız’38
denilir. Onlar doğruluğu isteyerek kazanç peşinde olsalardı, onları (taşlamak
üzere) bekleyen bir şihab
bulunmazdı. Binaenaleyh niyederi nedeniyle fayda gerçekleşmeyeceği için kötü
ile (vahyi) dinlemek arasına perde çekilmiş, daha önce bilgiliyken cahil haline
gelmişlerdir. Yıldızlar söndüğünde, insanların kaçırdıkları bilgiler öğrenilir.
Gök parçalandığında -ki parçalanması gerekiryıldızlar kendilerine attıkları
alevlerle dökülür ve saçılırlar.
Bunlardan birisi de üç yüz kırk
dokuzuncu bölümden ‘Gümüş ve altın verenin menzili’ bahsidir: İki gözü olana
altın ile gümüş arasındaki fark gizli değildir. Hal böyleyken hayvan-insan
nerede, Rahman’ın suretinde yaratılmış insan nerede? Rahman’ın suretinde
yaratılmış olan kâmil nüsha ve erdemli şehirdir (Medine-i fazıla). Altının
gölgesi yoktur. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’39 Gümüş ise içerdiği kalıntı nedeniyle
gölgeden bir paya sahiptir, fakat gölgesi temayül etmez. Saf ışık altına
karışık olan gümüşe aittir. Bu itibarla altın nur üstünde nur iken gümüş
tandırın tutuşmasıdır. O da sabahın aydınlığı ve sabahı yaranın tebessümünden
başka bir şey değildir. Hakka gelince, Hakk onu güneş vasıtasıyla yarattı.
Güneşe gelirsek, Hakk kutsiyeti üzere izzetindedir. Hakk kutsiyeti nedeniyle
el-Fâlik’tir. Buna mukabil gökleri ve yeri için elFâtik’tir. Dürülme onlara
kendilerinden dolayı ilişirken parçalanma ve açılma sıfadarından kendilerine
ilişir. Parçalanmaya elverişli olmasalardı el-Fâtik dürülmüş bir haldeyken
onlar hakkında ‘parçalanma’ hükmünü vermezdi. Hakikat dilinde parçalayan
anlamındaki el-Fâtik el-Fâlik’tir.
Bunlardan birisi de üç yüz ellinci
bölümden ‘Ayıran ve tafsil eden vasıl olmamıştır’ bahsidir: Tafsildeki hikmet
ve gaye delilin yönünü izhardır. Bütün dinlerin özünde delil talebi yatar.
Şöyle ki: İnsanlar yokken, sonra var olmuşlar, nefislerinde bir muhtaçlık
görmüş, bu nedenle boyun eğmiş ve teslim olmuş, ardından kime teslim
olacaklarını ve muhtaç kaldıklarını araştırarak şöyle düşünmüşlerdir: Bizim
istinat edeceğimiz kimse, çoklukla nitelenmiş olsa bile, birdir. Nispeder ise
O’nun zatına tesir etmez. Varlığımızın dayandığı kimse bir ve çoktur; çünkü
el-Hayy, el-Âlim ve el-Kadir’dir. Bununla ‘O’nun benzeri
bir şey yoktur. 0
duyan ve görendir (es-Semi ve el-Basîr)’40
Allah Teâlâ kendisi hakkında çokluk hükmü vermişken akıl (nispederdeki)
çokluğu O’nun hakkında nakısa addeder. Böyle bir durumda Allah Teâlâ’nın
sözüne dönmek uygundur ve herhangi bir kötülük düşüncesi veya korkusu seni
O’nun sözüne uymaktan uzaklaştırmamalıdır. Bu hüküm O’nun nezihliğine ve
kutsiyetine tesir etmiş olsaydı, Allah Teâlâ onu kendisine nispet etmezdi. Bu
itibarla bize göre teşbih olan bir şey Allah Teâlâ’nın katında tenzihtir. Başka
bir ifadeyle inmek, sevilmek, istiva etmek, gökte bulunmak, Arş’ta ve Amâ’da
bulunmak vb. ifadeler O’nun katında tenzih ifadeleridir.
Bunlardan birisi de üç yüz elli
birinci bölümden ‘Müşavere karşılıklı konuşmak demektir’ halisidir: İstişare
müstakil olarak sağlam düşünce sahibi olamamayı gösterse bile, istişarenin
kendisi düşüncedeki sağlamlıktan ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle istişare
düşünenin zayıflığına dikkat çekse bile ancak düşünce ve nazar sahibinden
ortaya çıkar. İnsanın yapmak istediği bir işi fikir ve görüş sahiplerine arz
etmesi onun aklındaki tamlığa delildir. İstişare sayesinde insan
temayüllerdeki çatışmaları ve düşünceleri öğrenir, maksat bir olsa bile, bir
şeyin farklı yönlerinin bulunduğunu anlar. Yaratıkların istişaresinden daha
çok Allah Teâlâ’nın mutlak birliğine delil teşkil eden bir delil var mıdır?
Akılların mertebelerine ancak istişare edenler ulaşabilir. Bilhassa gece
sohbederinde yapılan istişare sahipleri o mertebelere ulaşabilir, çünkü o
sohbeder, himmet ve zikri bir araya toplar, fikir çakmakları çakılır. Buradan
Hakkın gecenin son üçte birlik kısmında yakın göğe inmesiyle gece ehli adına hâsıl
olan haller ve işler öğrenilir. O iniş Allah Teâlâ’nın velilerine yönelik
ilgisi demektir. Bu sayede kerem ve cömerdiğinin genelliğiyle nimederini ve
ihsanlarını onlara verir.
Bunlardan birisi de üç yüz elli
ikinci bölümden ‘Mümin yalancıyı teşhir etmez, mümini tasdik eder5
bahsidir: Yalan varlık demektir, çünkü müşahededen meydana gelmiştir. Mahalli
nefis olsa bile, duyunun idrak ettiği şeylerden biri değildir. Ö takdis
makamında duyulur bir şeydir. Mudaklığı ve serbesdiği itibarıyla, duyu akıldan
üstündür ve bu yönüyle genişliği Hakk eder. Duyu rüyaların imkânsızlaştırdığı
vehimlerin verilerini ihata eder; hâlbuki akıllar o münhasır ve tahayyül
edilen şeylere varlığın (nasıl) nispet (edilemeyeceğini) anlayamayacak kadar
sınırlıdır. Bir şeyin ‘sıdk’, yani doğru diye isimlendirilmesinin nedeni
aydınlığındaki sağlamlığıdır. Çünkü o sahibinin tasavvurundaki vehmi ve hayali
itibarıyla niyet ettiği hususta kendisini suçlar ve inkâr eder. Bununla beraber
idrak ettiği şeyi inkâr edemeyeceği gibi varlık halinde onun hakkında yokluk
hükmünü de veremez. Böyle birisinin tehlikesi ne kadar da büyüktür. Bu mesele
pek çok kişinin yoldan çıkmasına, pek çoğunun doğru yola ulaşmasına sebep
olmuştur; yoldan çıkanlar fasıklardır, çoğu da yoldan çıktığını fark etmemiştir.
Bunlardan birisi de üç yüz elli
üçüncü bölümden ‘Cemrelerin çoğul olması’ bahsidir: Cemre bazen ölüler
cemaatiyken zümre ancak sesleri olan bir cemaattir. Arzular (Mina kelimesinin
aradaki anlam ilişkisiyle) Mina’daki cemrelerde gerçekleşir. Bunun nedeni oranın
tahsil ve bereket makamını haiz olması, düşünce ve ahlak sahiplerine bunu
vermesidir. Bu nedenle her taş atarken tereddütsüz bir şekilde gördüğü için
tekbir getirir. Müşahede gözüyle kendisini idrak etmemiş olsa bile, ancak vecd
sahibi olan bereketi devşirmiştir. Gözle idrak etmemiş olsalar bile, burada
Hakkı imanla idrak ederler. Böylece iman Hakkı idrak edenlerde gözle görmenin
yerini almıştır. Cahil ve onun varisi ise gözleriyle idrak eder ve böylece
onlar ilahi isimler olur. Çünkü onlar isimler ve duyulmuş haberlerdir.
Haberler yok olmuş, Mina cemreleri ortak olmuştur. Başka bir ifadeyle Mina
cemreleriyle zamanın cemreleri üç veya yedi olmada müşterektir. Bunun nedeni
her ikisinin üstün makamda bir araya gelmiş olmasıdır. Din ve dünyada dünyanın
cemresi ilahi nispet sahiplerine aittir. Orta cemre sahipleri ise ikindi
namazını dikkatle yerine getirenlere aittir. Son cemre ise yegânedir ve mertebe
bakımından daha öncedir.
Bunlardan birisi de üç yüz elli
dördüncü bölümden ‘Cömert olan cömerdik sahibidir’ bahsidir: Zinhar ‘ben erdim’
deme! Varılacak bir son yok ki? ‘Ben ermedim’ de deme, böyle bir söz de körlük
demektir. Allah Teâlâ’nın ardında bir hedef ve gaye yok, orada gören ve kör
eşit! O’na nazarî yolla giden (kendince) bir nihayete erer, durur; keşif sahibi
ise keşfeder, marifet kazanır. Cömert ancak cömerde şikâyette bulunabilir.
Çünkü cömertlik varlıklar talep ettikleri için hâzineleri boşaltır. Hâdis, yani
zaman içinde yaratılmış olan, dünyada sınırlıyken ilahi meşiyetin gereğiyle
ezilmiştir (makhûr). Verdiği ölçüde ihsan eder, ‘git5 denilirse
gider. Hazineler madenler var olduğu sürece boşalmaz; madenler O’nun amel
edicileridir. Onlar ecir sahipleriyken aynı zamanda hazine ya himmettir veya
maldır; orada emel söz konusu değildir. Bunlar, Allah Teâlâ adamlarının yani
ayrılıkta vuslat sahibi ve vuslatta ayrılık sahibi olanların halleridir.
Bunlardan birisi de üç yüz elli
beşinci bölümden ‘Safları düzenlemek ülfet edilen bir iştir5
bahsidir: Safları düzenlemek namazı tamamlayan bir iş iken ülfet edilen bir
işle yardım, namazın kemalinden kaynaklanır. Allah Teâlâ’ya ancak O’ndan umudu
olan münacat ederken sadece O’na nida edene kendisi karşılık verir. Sen
(duadan) bıkmadıkça Allah Teâlâ sana ihsan eder. Bu durumda sen ya tebliğ edici
bir elçi veya onun mirasını elde etmek nedeniyle varis olan elçi veya beyanı
gelmiş bağımsız bir elçisin. Böyle bir elçi bu zamanda gelemez, çünkü teşri’
kapısının anahtarı kaybolmuştur. Artık onun sabahı olmaz ve bir daha kapısı
açılmaz. Kamil, cami ve şamil kişiye böyle bir hitap gelirse, gelen hitap daha
önce sabit olmuş bir hususu açıklamak, şeriatın sustuğu bir konuda bilgi
vermekle sınırlıdır. Demek ki ilk safta bulunman gerekir. Oradan ezeli
müşahede edersin. Geride kalmaktan sakın, yoksa geride bırakılırsın. Senin
ardın vardır. Ardından göremezsin. İhata eden basiti görar. Bütünüyle yüz
haline gelirsen, o zaman durum farklı! Bu durumda sen sensin. Artık istediğin
yerde namaz kılabilirsin.
Bunlardan birisi de üç yüz elli
altıncı bölümden ‘Cennederde Kur’an’dan aşırlar okumak’ bahsidir: Bu geldiği
şekilde aldığımız ve duyduğumuz üzere ifade ettiğimiz bir bölümdür. Onu getiren
getirilene şöyle demiştir: ‘Hakk bilmediğin bir dille hitap ederse durup şöyle
de: ‘Rabbim bilgimi arttır.’41 Sonra şöyle demiştir: ‘Furkan yüce
Kur’an’a göre amel etmenin neticesidir (takva sahiplerine verilen Furkan!).
Kur’an’ın neticeleri niteliklerinin değişmesiyle değişir. Bu itibarla mutlak
Kur’an (anlayışla) sınırlı Kur’an’m vermediğini verir. Allah Teâlâ kendi
Kur’an’ının azamet, mecd ve kerem özelliğiyle nitelemiştir. Sonra şöyle
demiştir: ‘Sana elçilik verilince bekle; ta ki, kimden ve kime elçi olduğunu
öğrenesin. Çünkü (şeriat getiren) peygamberlik ve nebilik Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in risaletinin gelmesiyle birlikte kesilmiştir. Sen bir elçi
olunca, kime gönderildiğini ve elçilikten olan payını öğrenmelisin.’
Bunlardan birisi de üç yüz elli
yedinci bölümden ‘Ruhların ruhlar içerisinde elçiliği’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Ruhların elçiliği (risalet) süreklidir ve ilahi cömertlik
esintilerinin anahtarları onların ellerindedir. O esintilere hücum edene
anahtarlar verilirken insan o anahtarlarla yöneldiği ölçüde kısmet elde eder.’
Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’ya yöneldiğinde mutlak cömertliğe yönelir gibi
yönelmelisin. O’na yönelirken cimri davranma, bütün mümkünler O’nun elindedir.
Onlar sonsuz iken sen sadece sonlu bir şeyi isteyebilirsin.’ Şöyle dedi:
‘el-Cevad’ın verme niteliği hakkında şaşırmamalısın! Şaşılacak olan Allah
Teâlâ’nın tutmak özelliğiyle nitelenmesidir. En şaşılacak iş Hakkın kendisine
layık olmayan bir özellikle nitelenmesidir. Yaratılmışların dilleri bu özelliği
O’na vermemiş, sadece kendisi bu ismi kendisine vermiştir. Allah Teâlâ dünyadan
daha şaşılacak bir şey yaratmadı. Onun zahirinden batınına geçen insan gerçeği
olduğu hal üzere görür.’ Şöyle demiştir: ‘Dünyadaki her iş şaşırtıcıdır. En
şaşılacak olan ise Hakkın layık olmadığı bir işle tavsifidir. Bu ismi yaratıkların
dilleri O’na vermedi, bu ismi kendisine veren, Hakkın ta kendisidir. Bazı
yaratılmışların dilleri ise (akılcılar) Allah Teâlâ’yı böyle niteliklerden
tenzih etmiş, insanlar perdenin ortadan kalkacağı güne kadar birbirleriyle
tartışıp durmuşlardır.’
Bunlardan birisi de üç yüz elli
sekizinci bölümden ‘Aşırı sevgi derin idraktir5 bahsidir:
Ona vahyeden tahsis edince Kendisine
gelen haberi ve bilgiyi
Kendi marifeti
olmaksızın Diğer yaratılmışlardan hiçbiri de bilmez Onu kimse tanımaz;
şartlarına uymak gerekir . Hadiste zikredilen hususlara tâbi
olmak lazım .
Tercih edilen edep budur işte
Rabbin peygamberinin ayet ve
surelerde getirdiği edep
Ta Ha, Kıyamet sureleri gibi
surelerde Akıllıysan sen de edepli ol, uzaklaşma!
Sana tavsiyemiz budur, onun yolunu
takip et Sen dünya içinde sadece bir yolculuk içindesin
Şöyle demiştir: ‘Sen şükretmelisin.
Şükredicilik Allah Teâlâ’nın bir niteliğidir. Nimetteki fazlalık şükür
vesilesiyle O’ndan sana gelir. Ayede sabittir bu husus. Senden talep ettiği
(şükürdeki) fazlalık hakkında uyarı vardır. O fazlalık senin Allah Teâlâ’ya
şükrünle ilgilidir. Bu ölçüdeki bir açıklamadan gafil kalma, kendinle olduğun
kadar Allah Teâlâ’la beraber ol.’
Bunlardan birisi de üç yüz elli
dokuzuncu bölümden ‘Araplar bütün hiziplerin efendileridir’ bahsidir: Şöyle
dedi: ‘Hizipler kabile ve gruplardır. Sen de kabile ehli ol, onlar, en cömert
hiziplerdir. Peygamberin bir Arap’tır.’ Şöyle dedi: ‘Kendini geri çekme,
senden geri durulur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
‘(Keseni) bağlama, yoksa sana da bağlanır.’ Burada cömertliği emretmiştir.’
Şöyle dedi: ‘Hadra-i demen
hakkında dikkatli olunuz.’ Kastedilen kötü yerde bitmiş güzel cariyelerdir. Allah
Teâlâ ‘Onların bir kısmı diğerlerine güzel ve aldatıcı söz söylerler’ der.
Kastedilen şeytanın süsleyip güzel gösterdiği amellerdir. Onların Hakka bakan
bir yönleri olsa bile, maden pistir. İblis, Hz. İsa’ya gelerek şöyle demiş: ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur, de.’ Bu kelime, çirkin bir madenden çıkan kendisi
doğru bir sözdür. Hz. İsa şöyle karalık vermiş: ‘Ey lanedi! Ben o sözü senin
sözün ve emrin olduğu için değil, Allah Teâlâ emrettiği için söylerim.’ Böylece
şeytanın kendisinden istediği ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ cümlesini
söylememiştir. O da ‘kötü yerde bitmiş güzel cariyedir’.
Bunlardan birisi de üç yüz altmışıncı
bölümden ‘Hadis ve ayederde tevil konusu ve zahir ilmi’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Hz. Adem tevil ettiği için, İblis de zahire bağlandığı için
günahkâr olmuştur. Her kıyas isabet edemediği gibi her zahirî bilgi de hataya
düşürmez.’ Şöyle demiştir: ‘Kıyas edersen sınırları aşar, zahirle yetinir
kalırsan büyük bilgiyi kaçırırsın. Mükellefiyetlerde zahiri esas al ve onun
dışındaki hususlarda kıyas yap ki, büyük bir bilgiyi elde eder, üstün fayda
sağlar, ümmetin işini kolaylaştırırsın; ümmetin işini kolaylaştırmak Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmeti hakkındaki maksadını teşkil eder.’ Şöyle
demiştir: ‘Zahir destekçidir. Sen de ilişkiden önce kefaret ödemelisin.’ Yine
şöyle demiştir: ‘Kitaplarındaki zahiri esas alsalardı, kitabı arkalarına
atmazlardı. Onlar tevile kalktıkları için cezalandırılmıştır. Bu itibarla
tevilin afederinden sakınmalısın.’ Şöyle demiştir: ‘Hitap büyük, iş çetin!
Yükümlü olan farklı dillerle muhataptır. Bununla beraber yeterli bir açıklama
vardır. Eksiklik ve hastalık hastalıklı idrakten doğar.’
Bunlardan birisi de üç yüz altmış
birinci bölümden ‘Bir kişiye cevamiu’l-kelim verilmişse ona hikmeder
verilmiştir’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ birine kitabında hitap
etmişse, sen o hitabın sana yapıldığını kabul et! Haber verirse anla, işin
batınını ve iç yüzünü idrak eyle! Allah Teâlâ seninle ancak duyduğun şekilde
konuşur ve sana öyle hitap eder. Emir verir veya yasak koyarsa, emir ve
yasaklarına uy. Burada dördüncü bir kısım yoktur; sadece emir, ihbar/haber
vermek ve yasaklama vardır.’ Şöyle demiştir: ‘Sana hitap ederken O’nu bir anne
gibi şefkatli görmelisin. Böylece sana verdiklerini ‘kabul ederek’ bizzat
O’ndan alırsın. O sana ancak fayda vermek üzere hitap etmiştir.’ Şöyle
demiştir: ‘Gemlerin Rabbinin elinde bulunsun, zaten öyledir de! O’nun iki eli
vardır ve ellerinin senin perçeminde bulunduğunu, bunun kaçınılmaz ve zorunlu
bir durum olduğunu sana bildirmiştir. Sen de gemini bizzat iradenle O’na teslim
et ki, iradenin meyvesini devşiresin! Zorunluluk ise seni O’nun iki elinin önüne
getirir. Kuşkusuz sana yeterli ölçüde tavsiye ve öğütte bulundum.’
Bunlardan birisi de üç yüz altmış
ikinci bölümden ‘Kitap ehli içinden en saîd kişi hesap sahibi olandır’
bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın (kullarıyla arasındaki) nesep ve bağ
takva bağıdır. Kim takva sahibi olursa nesebi sahih olduğu gibi öyle biri Allah
Teâlâ’nın gerçek kuludur. Toprak kaynaklı (kan) nesebinden uzak durmalısın.
Böyle bir nesep bağı geçerli ve doğru değildir.’ Ali b. Ebu Talib el-Kayravani
şöyle der:
Fazilet ve erdem sadece bilgi sahiplerinin
Onlar hidayet ehli, hidayet isteyene
rehber olurlar
Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ
katındaki değerin O’nun senin katındaki değerinle ölçülür. Rabbin karşısında
kendi nefsini en iyi sen bilirsin.’ Şöyle demiştir: ‘Kelamı olması itibarıyla Allah
Teâlâ’nın kelamında derecelenme yoktur. Bütün kitaplar tek kaynaktandır.
Kur’an-ı Kerim toplayıcıdır ve bu nedenle müstağnidir. Sen de onun hakkında
kesin inanca sahipsin. Hâlbuki değiştikleri ve başkalaştıkları için diğer
kitaplar hakkında böyle bir inanca sahip değilsin.’
Bunlardan birisi de üç yüz altmış
üçüncü bölümden ‘Evlerin bilgisinde silme ve ispat’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Allah
Teâlâ’nın evlerini muhafaza et, onların en değerlisi ise müminin kalbidir.
Müminin kalbi O’nun evidir.’ Şöyle dedi: ‘Evinin temelini sağlam tut,
sütunlarını güçlendir. Evin temeli tevhid, sütunları ise dört tanedir; namaz,
zekât, oruç ve hac! Duvarları sütunların arasında bulunan kısımdır ve onlar
nafile hayırlardır. Evin çatısız olsun; yoksa çatı gök ile aranda perde haline
gelerek görmekten mahrum bırakır. Kendi nefsini de evdeki çatı yapma! Yağmur
yağdığında sana ondan hiçbir şey ulaşmaz. Yağmur Allah Teâlâ’nın kendisiyle
kullarına merhamet ettiği rahmeti anlamına gelir.’ Şöyle dedi: ‘Evlerin en
zayıfına yerleşmelisin, çünkü öyle bir ev çabuk harap olur. Evin yıkılmasıyla
birlikte evin korumasında değil, Allah Teâlâ’nın korumasında kalırsın. Evi
olmayan birisi içinde bineği bulunan ev sahibine göre bineği hakkında daha
güvendedir.’ Şöyle demiştir: ‘İşler birbiriyle çeliştiğinde -ki hiç kuşkusuz
çelişiktirlerHakka en yakın olanını dikkate al, ona bağlan. Hakka en yakın iş
en hızla kaybolup yok olandır. Onun kaybolmasıyla birlikte geride maksadını
teşkil eden Hakk kalır.’
Bunlardan birisi de üç yüz altmış
dördüncü bölümden ‘Peygamberlerin haber verişi velilerin gece sohbetidir’
bahsidir: Şöyle dedi: ‘Bir (şeyden) söz etmen kaçınılmaz olduğuna göre, sen
sadece rabbinin nimetini söyle (tahdis-i nimet)! Nimederin en büyüğü
peygamberlere ve elçilere verilendir. Öyleyse sen de onların nimetleri hakkında
konuş.’ Şöyle dedi: ‘Veli Allah Teâlâ’dır. O’ndan başkasıyla oturup kalkma,
sadece O’nunla sohbet et, çünkü O kullarını duyar, sen de sadece Allah Teâlâ’yı
dinle! O’ndan başkasını dinlersen, kendisine saygısızlık etmiş olursun. Mesela
insan beraber oturduğu biriyle konuşurken başkasına yönelirse, oturduğu kişiyi
mahcup eder, mahcup ettiğinde de onun sıkıntısından güvende kalamaz. Bu
itibarla en basit sıkıntı, muhtaç olduğu bir durumda ve yerde onu bulamamasıdır.’
Şöyle demiştir: ‘Peygamberlerle oturup kalkmak onlara uymak, Hakk ile oturup
kalkmak ise O’nun söylediğine kulak vermek anlamına gelir. Allah Teâlâ,
hakkında susmanın caiz olmadığı el-Mütekeilim’dir, yani sürekli kelam
sahibidir. Sen de dinleyici ol, konuşan değil!’
Bunlardan birisi de üç yüz altmış
beşinci bölümden ‘Zarardan çekinen beşer değildir5 bahsidir: Şöyle
dedi: ‘Beşer temas etmek, değmek anlamından türetilmiştir. Bu itibarla (bir
şeye) temas etmeyen kimse olmadığı gibi herkes beşerdir ve herkes zarardan
çekinir. Bir rivayete göre, Cebrail ile Mikail ağlamışlar. Allah Teâlâ ‘Niçin
ağlıyorsunuz?’ diye vahyetmiş, onlar da şöyle demişlerdir: ‘Biz senin
tuzağından emin değiliz.’ Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Her zaman böyle
olun, tuzağımdan emin olmayın.’ Şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey
illetli (malûl, nedenli), illetli olan her şey hastadır. Bu itibarla doktora
gitmek bir zorunluluktur.5 Şöyle dedi: ‘Her ümmet okusun diye kendi
kitabına çağrılır. Sen de kitabını illiyyîn mertebesinde kabul et. Onu siccîn5e
yerleştirirsen tevhid ile sonlandır.5 Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ
dünya hayatında bir perdesi ve siperi olsun diye siper edindi (ittika). Allah
Teâlâ dünyada seni kendine siper edinirse, sen de ahirette 05nu siper edinebilirsin.5
Şöyle demiştir: ‘Ey dost! Allah Teâlâ insandan daha kâmil birini
yaratmamıştır. Aşağıda olanla yetinme, yüce işleri ara ve talep et! Allah Teâlâ5ı
bilmekten daha üstün bir iş yoktur. Sen de o bilgiyi araştırmak ve O’ndan
almaktan başka bir işle meşgul olma. (Hakka dair inşa ettiğin delillerden)
alameti terk ederek, yaratıklardan kendisini temyiz eyle, çünkü o alamet O’nun
âlemidir.
Bunlardan birisi de üç yüz altmış
altıncı bölümden ‘Peygamberlerin menzilleri buludarm gölgelerindendir5
bahsidir: Şöyle dedi: ‘Bulutları görmekten habersiz kalma, bulut her mümine
rabbini hatırlatır.’ Şöyle dedi: ‘Hakkın değeri O’nu bilenlerin getirdiği
bilginin değeriyle ortaya çıkacağına göre, sen de peygamberlerin niteliğinden
söz ettikleri Hakka tevekkül et ve yönel; O’nun hakkında kendi fikrinle
düşünmekten sakın. Böyle bir davranış ayakları kaydırır. Tevile sapmaksızın vahiylerin
zahirine uy. Peygamberler kendi arzularına göre konuşmazlar. Peygamberin
söylediği Şehidu’l-kuvd’nın
öğrettiği vahiyden ibarettir.’ Şöyle dedi: ‘Yaratıklar Allah Teâlâ’nın
yoksullarıdır. Evin sahibi için yoksulların en itibarlısı ev hanımıdır. Bu
misalde evin hanımı, peygamberler ile mertebelerine göre peygamberlere varis
olanlardır. Evin hanımı karşısında varisler, odalık ve cariyelere benzer.
Bununla beraber onlar, ipekli elbiselerle birlikte, sofraya ve sırlara ortak
olurlar. Aslı imayla anlatmak gerçeğe daha yakındır.
Bunlardan birisi de üç yüz altmış
yedinci bölümden ‘Şüphe ile kesin delil arasındaki fark’ bahsidir: Şöyle dedi:
‘Hile yapmaktan sakın, çünkü kuşku kesin delil suretinde tezahür eder. Oftlar
vehimlere bağlı idraklere delillerden daha yakın olan şeylerdir.’ Şöyle dedi:
‘Furkan’ olarak okumanın dışında Kur’an’dan sakın! Allah Teâlâ onun
vesilesiyle pek çok kişiyi saptırır, yani onları hayrete düşürür; pek çok
kişiye de hidayet eder, yani anlama rızkı verir. Bu rızık Kur’an’ın sahip
olduğu beyanın bilgisidir. Kur’an vesilesiyle sapanlar fasıklar, yani Kur’an’ın
sınır ve kurallarının dışına çıkanlardır.’ Şöyle dedi: ‘Sen sensin, O da O!
Âşığın söylediği şu sözü söylemekten sakın!’
Ben arzu edenim
Arzu edilen de ben
Acaba (çokluğun bütünüyle ortadan
kalkıp) hakikatin tek olması takdir edilebilir mi? Allah Teâlâ’ya yemin olsun
ki, buna güç yetirilmez, çünkü (böyle bir şey bilgisizlik olacağı için) cehalet
bir istitaat konusu değildir. Hal böyleyken Allah Teâlâ zikrini getirmiş, arzu
duyanı zikretmiştir. Sen de ayrım yap, furkan’a inan Ki, bürhan ehli, hatta
keşif ve müşahede ehli olabilesin! Bir perde olduğunu ve onun açılacağını
öğrendin, ona iman da ettin. Artık ‘Ben O’yum, O bendir’ demekle kendini
kandırıp hataya düşme!
Bunlardan birisi de üç yüz altmış
sekizinci bölümden ‘Nurlar müteakip bir şekilde hür insanların kalplerine
gelir’ bahsidir: Ortaya çıkan ilk nur yıldızdır, sonra kaybolur. Onu ay takip
eder, onun izi yoktur. Güneş ortaya çıktığında, nefiste bulunanı siler. Böylece
bu nurlar Hz. İbrahim’in hakkında delilin ta kendisi olmuştu.
Kim sırrında Hakka
bakarsa
Başkasına karşı
nasıl izzeti kalır?
Verdiği nimete
karşı Allah Teâlâ’ya şükretsin
Hayrın rabbi olan Allah
Teâlâ’nın ihsanlarına karşı
Hakk varlığından
çağırınca onu
Ansızın yöneldi Hakka doğru
Gecikme ve arif
olarak dur!
O’nun tavrında
belli olan değerini bil
İbrahim’in ilahı vermiştir
İbrahim’in suretlerde aradığım
Kuşlardaki talebine ulaştı İbrahim
Kuş hakkında gelen haberlerde geçen talebe Ruhta bulunan O’nun nurudur Cisimde
bulunan nur da O’nun nurundan Allah Teâlâ sana o nuru tahsis ederse sığın:
Kür üzerinde hüküm sahibi olan hûr’dan
Takdir edilen iş nedeniyle bir zarar
yok derse biri:
İş kendinde
başkalaşırken .
Evin feleği kutbun üzerinde dönerken
Bütün âlemi döndürür durur Allah Teâlâ için adil kim hüküm veren kim Herkes
O’nun zulmünden emin
O’nun ihsanı geniş, engelleyen yok
Hem yüce hür’unda hem kûr’da
Bunlardan birisi de üç yüz altmış
dokuzuncu bölümden ‘Bekanın saadet ve bedbahtlık yurdunda verdiği şey5
bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Övgü ve hamdleri okurken onlardan okuduğunun aynı
olmayan birisi okuyucu değildir. Aynı şekilde kınama (ayetlerini) okuyup da
(kendini) okuduğu şeyin aynı saymazsa, gerçekte okuyucu değildir. Kur’an-ı Kerim
açıklamak üzere inmiştir.’ Şöyle dedi: ‘Hakkın hitabını dinlerken O’nun
kulağıyla değil, kendi kulağınla dinlemelisin. Allah Teâlâ kendi kendine emir
ve yasaklar vermez.’ Şöyle dedi: ‘Miras cennetini yitirmiş olmak nedeniyle
üzülmemelisin, çünkü orada eksiklik yoktur. Yapman gereken, kaçırdığın amel
cennetleri hakkında üzülmektir (cennetü’l-a’mal).’ Şöyle dedi: ‘Sadece ihtisas
cennetine itimat etmelisin. Orası dünya hayatında salih amellere muvaffak
kılınmaya benzer; onlara -kendi kudretinle değilinayede ulaşabilirsin.’ Şöyle
dedi: ‘Yemek bir olunca kendi önünden ye! Farklılaştığında ise dilediğin yerden
yiyebilirsin. Çünkü inançlar farklı farklı olsa bile, hepsinin gayesi birdir.
Onlara gayenin birliği itibarıyla bakarsan, senin nezdinde olan üzere sabit
kal! O da ‘kendi önünden yemektir’. Onlara kendileri itibarıyla bakarsan
dilediğin şekilde yiyebilirsin ve bu durumda isabet edersin.’
Bunlardan birisi de üç yüz yetmişinci
bölümden ‘Kalbin ve bedenin secdesi kesilir mi, yoksa ebediyete kadar devam
eder mi?’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Sehl'in nakıslığını bir tek kalbin secdesi
bahsinde gördük.
O kalbi ‘secde eden (isim)’ olarak
gördüğünü bildirmedi, böyle söyleseydi kalbi bulunduğu hal üzere görmüş
olurdu. O kalbini ‘secde eder (fiil)’ olarak görmüştür. Secde fiili ayakta
durmak (kıyam) veya oturmanın ardından gerçekleşen bir fiildir. Yaratılmış ise
kendi başına ayakta duramaz, çünkü ayakta durmak ve tutmak, Allah Teâlâ’ya
mahsus bir özelliktir.’ Şöyle demiştir: ‘Her ilahi ismin bir tecellisi
olduğuna göre, kalbin de O’na secde etmesi ve bir secdeden başka bir secdeye
intikal etmesi gerekir. Bu şekilde, arifin kalbi -sıradan insanların
kalplerinden farklı olarak‘kalp (değişen)’ diye isimlendirilir; sıradan
insanların kalpleri, kendilerine gelen dünyevi düşüncelerdeki başkalaşma ve
farklılıklar nedeniyle aynı özelliğe sahip değildir. Sıradan insanların
kalplerini başkalaştıran bu dünyevi işler, arife göre, ilahi isimlerden (ve
onların tecellilerinden) ibarettir. İki mertebe arasında ne kadar fark
olduğunu görmelisin; birisi ötekinin düştüğüyle yükselir. Bu düşüş apaçık bir
başarısızlık ve hüsrandır.’ Şöyle demiştir: ‘Gerçekleşen her şey, kendinde bulunduğu
durumla ilgili olarak bütün nefislerdeki sevgiden (aşk) meydana gelmiştir. Bu
nedenle ayette ‘Her grup yanlarında olanla
sevinmiştir’42 denilir.
Her grubun varacağı yer ortaya çıkmıştır. Herkes üzüleceği veya sevineceği bir
nimete sahiptir.’ Şöyle demiştir: ‘İnsanlar umreden ilk kez söyledikleri ‘evet
(bela)’ sözündeki durumlarına çıkmış olsalardı, hiç kuşkusuz ki, saadete
ererlerdi.’
Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş
birinci bölümden ‘Hadis ve kadim sözdeki taksim’ bahsidir: Şöyle dedi:
‘Yaraülmışın sözü yaratılmışken Allah Teâlâ’nın sözü hem hadis ve hem
kadimdir. Bu yönüyle Allah Teâlâ’nın sözü genel niteliklidir, çünkü O’nun sözü
kapsayıcıyken sınırlılık bize ait bir özelliktir.’ Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın
kelamına hâdislik niteliği yaratılmış bir varlık onu okuyunca veya yazınca
nispet edilirken yaratılmışın sözüne kadimlik ise duyan kişiye o sözü Allah
Teâlâ söylediğinde izafe edilir. Bu sözün söylendiği kimselere misal olarak Hz.
Musa ile dünya ve ahirette saadet ehli veya bedbaht kişilerden Allah Teâlâ’nın
dilediği kullarını verebiliriz. Bedbaht olanlara gelirsek, Allah Teâlâ
cehennemliklere cehennemde şöyle der: ‘Orada
üzülün, konuşmayın.’43’ Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın
kelamını O’ndan duyan istifade ederken O’nun kelamını yaratılmıştan duyan bazen
inatçılık ederken bazen nasibine göre kabul edebilir.’ Şöyle dedi: ‘En
şaşılacak iş Hakkı bâtıl üzerine yığmak ve atmaktır. Batıl yokluk olduğuna
göre, hakkın (hakikatin) üzerine atılacağı bir şey yoktur. Böyleyken onun
bâtılın üzerine atılmasındaki maksat ne ola? Bâtılın bir hakikati yoktur ki!
Onun varlığı olsaydı zaten Hakk olurdu. Bu da kalp sahiplerinden kulakların
duymuş olduğu en sırlı iştir.’
Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş
ikinci bölümden ‘Cömertlik ve müsamaha hitabının verdiği rahatlık’ bahsidir:
Şöyle dedi: ‘Amâ, Arş gibiyse, soru soranın hitabı bakidir. Soru soran, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve selleme ‘Halkı (âlem) yaratmazdan önce rabbimiz
neredeydi?’ diye sormuş, o da ‘üstünde ve altında havanın bulunmadığı
Amâ’daydı’ diye cevap vermiştir. Halk derken Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey
kastedilmişse, o zaman ‘Amâ’ ne demektir? Bu mesele son derece kapalı bir
konudur.’ Şöyle dedi: ‘İstivayla Allah Teâlâ’nın her gece yakın semaya indiği
sahihtir. Bununla beraber Allah Teâlâ bulundukları her yerde kullarıyla
beraberdir. Kullarının bir kısmının böyle hususlarda kendi bilgisine göre
konuşacağını bildiği için Allah Teâlâ ayette ‘Her şeyi
bilen’44
olduğunu söylemiştir. Böylece dinleyici Allah Teâlâ’nın bilgisinin onların
(akılcıların) tevil ettiği üzere olmadığını anlar. Çünkü Allah Teâlâ’nın bizi
bulunduğumuz her yerde ihata ettiğinden kuşkuya kapılmayız. Nasıl bizi bilemez
ki? O bizi yaratmış olduğu gibi içinde olduğumuz mekânı da yaratan O’dur.
Ayetin devamında ‘Her şeyi görendir’45’ deseydi
de aynı anlama gelirdi. Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın isimlerinden her birinin
tecellilerde sonsuz yönleri vardır. Dünyada ömürler sona erse bile ahirette
sonları yoktur.’
Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş
üçüncü bölümden ‘Hünsalığın sırrı erkeklerin dişilere katılmasıdır’ bahsidir:
Şöyle dedi: ‘Hünsa yetişkin olunca evlenir, cinsel ilişkiye girer, doğurur
(veya) baba olur. Bu durumda iki şehvet kazanır. Onu berzah (ara) mesabesine
indiren ona kemal vermişken hünsalığın tam gerçekleşmediğini dikkate alan ise
ona -kâmilin derecesine göreeksiklik izafe eder. Böyle bir durumda onun hali,
kendisi hakkında düşünenin durumuna bağlıdır. Geçerli olan ise hünsadaki
özelliktir.’ Şöyle demiştir: ‘Erkekleşen kadınlar hünsalaşan erkekler
mesabesindedir. Bu özellikte yaratılmışsalar, yaratıldıkları duruma göre
değerlendirilirler. Kınanmalarının nedeni sadece (erkekleşmek veya kadınlaşmak
hususunda) gösterdikleri gayrettir. Bundan sakınmalısın!’ Şöyle demiştir;
‘İmran’ın kızı Meryem, Firavun’un karısı Asiye kemale ermiş kadınlardır. Hiç
kuşkusuz, erkekler için sabit olduğu kadar kadınlar için de kemal sabittir.
Bununla beraber erkekler bir derece üstündür. Peki bu kemal nedir? Edilgenlik
ise onu Hz. İsa’da görebilirsin. Bu itibarla Adem’in kadınlar üzerinde bir
derecesi olduğu söylendi. Aynı şekilde, Hz. Meryem’in de Hz. İsa üzerinde bir
derece üstünlüğü vardır, (cins olarak) erkeğin üzerinde değil! Öyleyse bu derece
kalıcıdır. Onun sayesinde erkekler ikinci üçte biri elde etmiş, iki üçte
ikinin sahibi olmuştur. Eşitlik gerçekleşmiş olsaydı, malda eşitlenirlerdi.’
Şöyle dedi: ‘Zekeriya Meryem’in ve Sare’nin şaşmış olduğu işten hayrete düşmüş,
burada erkekler kadınlara katılmıştır. Bundan daha garibi de vardır. Ayette
şöyle denilir: ‘O ikisi kendisine karşı gelirlerse;
onun mevla’sı Allah Teâlâ, Cebrail ve müminler ve meleklerdir.’46 Burada zikredilen destek iki kadına
karşılık söylenmiştir.
Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş
dördüncü bölümden ‘Uykunun kendisine öğüt olduğu kimseler’ bahsidir: Şöyle
dedi: Ölümden sonraki halini öğrenmek isteyen uykudaki haline bakıp uyurken ve
uykudan sonra nasıl olduğunu düşünmelidir. Bu itibarla mertebe aynıdır ve Allah
Teâlâ bize onu misal olarak vermiş, uykudan uyanmayı da akıl sahibi bir grup
için ölümden sonra dirilişin misali kılmıştır.’ Şöyle dedi: ‘Dünya ve ahiret
iki kız kardeştir: Allah Teâlâ iki kız kardeşi aynı nikâhta toplamayı
yasaklamıştır. Bununla beraber iki kadın bir nikâhta toplanabilir. Hâlbuki
dünya ve ahiret birbirinin kumaları değildir. Fakat iki kız kardeşten birisine
iyilik yapmak ötekine zarar vermek demek olduğu için onların ‘kuma’ oldukları
söylenmiştir. Bunu fark etmelisin!’ Şöyle dedi: ‘Senin gemin bineğindir, onu
mücahedeyle parçalamalısın. Oğlun ise arzularındır. Onu ‘arzuya uymamak’
kılıcıyla öldürmelisin. Duvarın aklın, hatta insanlar nezdinde cari olan
adederdir. Onu ‘ayağa kaldırmalı’ ve aklî ve şerî ilahi marifetler hâzinesini
onun vasıtasıyla örtmelisin (adetler libasıyla gizlenmelisin). Bu sayede kitap
maksadına ulaşır. Akıl ve şeriat sende olgunluk ve gücüne ulaştığında, o ikisi
adına da menfaat meydana gelir. Burada ‘şeriat’ derken imanı kastediyorum;
çünkü akıl ve iman nur üstüne nurdur.
Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş
beşinci bölümden ‘Her mezhepten yolculuk ehli için hâsıl olan işler’ bahsidir:
Varlıklardan uzaklaşıp Allah Teâlâ’ya yönelmek, O’nu bilememek demektir. İnsan
her şeyde Hakkın yüzünü görseydi ‘Her birinin
bir yüzü vardır, ona yönelir’47 ve ‘Her nereye
dönerseniz Allah Teâlâ’nın yüzü oradadır’48,
‘Her birisi için bir şeriat ve bir yöntem yarattık’49 ayetlerinin anlamını idrak ederdi.
Burada yöntem anlamındaki ‘minhac’ kelimesi iki yorumda alınabilir.’ Şöyle
demiştir: ‘Karanlık, gayb bilgisine, nur da şahadet bilgisine delildir. Gece
elbisedir ve sen gecesin. Gündüz hareketle ilgilidir. Hakkın karşısında gündüz
O’nun şe’nleridir. Hareket hayattır ve o Hakk’tan meydana gelir.
Susmak ise ölümdür, o da yaratılmışla
ilgilidir. Bununla beraber sakin ve sabit olmak tarzındaki iki durumuyla ‘sakin
olan her şey Allah Teâlâ’ya ait5 olduğu kadar ‘bir şeyden’ ve ‘bir
şeye doğru’ olmak üzere hareket eden her şey sana aittir. Gecenin bir yorumu
olmadığı gibi gündüzün de bir yorumu yoktur. Yaratma Hakka ait iken (yarattığı
işlerden) yararlanma sana aittir. Uyku bedenin rahatlığı demek iken aynı
zamanda müşahedeyle gerçekleşen gaybî keşifler demektir.’ Şöyle dedi:
‘Nimetlerin müteakip bir şekilde kesintisizce gelmesi Hakkın kullarına dönük
ihsan ve lütuflarıdır. Bu hususta Allah Teâlâ’dan çekinen saadete ererken
çekinmeyen bedbahttır.’ Şöyle dedi: ‘Hakkın ihsanlarında sınırlama yoktur.
‘Bize verilmedi’ deme, çünkü Hakk ‘almadın’ der. Delil tekliften ortaya çıkar;
sana ‘yapma’ denildi, sen yaptın; ‘yap’ denileli, sen ise yapmadın. İşin
gerçeği budur.’
Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş altıncı
bölümden ‘Üst ve alt yönlerden gelen vahiy arasındaki farklar5
bahsidir: Mükellef peygamberin ona rabbinden aktararak söylediği -yoksa kendi
sünneti olarak değilsözü yerine getirdiğinde, bunun neticesinde öğrendiği
bilgi, kazanılmışmüktesep bilgidir. Bu esnada Hakkın ona hediyesi olan marifet
o amelin terazisine girmez. Terazinin dışında kalıp amel terazisinin kabul etmediği
bu kısım vehb-i ilahi, yani
ilahi vergi ilmidir. Bu itibarla kesbi bilgi Allah Teâlâ’nın yardımı demek iken
vehbi bilgi O’nun ihsanı demektir. ‘Allah
Teâlâ’nın yardımı ve fetih geldiğinde...’50 Fetih gelince insanın yükümlü olduğu
görevleri yerine getirdiği anlaşılır. Duyusal ve akli güçleri boyun eğdiğinde
ve -Rabbin yolu değilAllah Teâlâ’nın yolu demek olan yolda yürüdüğünde verdiği
ihsanları nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükretmen gerekir. Şöyle dedi: ‘Allah
Teâlâ’nın kendisini lanedemesi nedeniyle İblis’in itaati insanlara gizli
kalmıştır. Nitekim Hz. Adem’in halifeliği hakkında da Allah Teâlâ’nın onları
övmesi ve kendilerinden razı olması itibarıyla meleğin rabbine muvafakati
insanlara gizli kalmıştır.5
Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş
yedinci bölümden ‘Parçalanmadaki men’ ve engellenme’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Allah
Teâlâ zikrini beşerden olan koruyucular ile saygın, temiz ve değerli
yazıcıların ellerindeki kıymetli sayfalarla muhafaza etmiştir. Allah Teâlâ
onun kalbindeyken kelamı gönlündedir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın
hâzineleri O’na yakın kimselerin gönülleri, hâzinelerin kapıları da onların
dilleridir. Onlar konuştuklarında, idrak gözleri kapalı olmayan dinleyenlere
fayda verirler.5 Şöyle demiştir: ‘Arif Marufa izafe edildiğinde,
susturucu delil kesin olarak sabit olur, çünkü susturucu delil Allah Teâlâ’ya
aittir. Böyle bir arif sözünde ve amelinde hatadan korunur.’ Şöyle dedi: ‘En
büyük ihsan Allah Teâlâ’nın kulları hakkında senin kalbine yerleştirdiği
merhamettir. Onlar sana yönelir, sen onlara yumuşak ve tadı sözler söylersin.’
Her Hakk kendi kisvesini giydir Ya
nimet ya da hüzün
Şöyle dedi: ‘Susturucu delil (hüccet)
Allah Teâlâ’ya aittir, çünkü bilgi maluma mutabıktır. Bunu anlamalısın!’
Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş
sekizinci bölümden ‘Hz. İbrahim adına sahih olan yüce makamın bilinmesi’
bahsidir: Şöyle dedi: ‘Kadimdeki yaratılmış, yaratılmıştaki kadim değildir. ‘Allah
Teâlâ İbrahim’i dost edindi’51 Bir rivayette Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Dost edinseydim Ebü Bekir’i dost edinirdim, fakat arkadaşınız
Allah Teâlâ’nın dostudur’ demiştir. Bu ifadenin altındaki ince manaya dikkat
buyurunuz! Şair şöyle der:
Bana ruh gibi
sirayet ettin ,
Bu nedenle Halil‘Halil’ diye isimlendirildi.’
Şöyle demiştir: ‘Sadece O’nun
isimleri var! Onlar Allah Teâlâ’dan başka olmadıkları kadar O’nun delilleri,
daha doğrusu bizzat kendisidir. Allah Teâlâ’nın ahlakıyla ahlaklanan kişi ilahi
isimleri kendisine yerleştirmiş demektir. Öyle biri Allah Teâlâ’nın dostudur.’
Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ arkadaş ve eşlik eden (es-Sahib), sen ise (O’na)
dostsun.’ Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinin
duasıyla dosduk ve vesile makamına ulaşmıştır. Bu nedenle Allah Teâlâ onlara
Hz. İbrahim’e olduğu gibi peygambere salât ve selam getirmelerini emretmiş, Allah
Teâlâ’dan kendisini vesile makamına ulaştırmasını dilemelerini buyurmuş, bunun
ecrini ve karşılığını ise onlara şefaat kılmıştır.’ Şöyle dedi: ‘Her dost,
arkadaş, her arkadaş dost değildir.’ Şöyle dedi: ‘Kişi dostunun dinindedir.
Herkes kiminle dost olduğuna yani onun adet ve ahlakına iyi baksın. Sen Hakkın
dostusun. Demek ki Hakk senin bulduğun hal üzeredir. Bu nedenle Allah Teâlâ
kendisini sevinmek, neşelenmek, şaşırmak, gülmek vb. gibi kendisinden aktarılan
sana ait özelliklerle nitelemiştir.’
Bunlardan birisi de üç yüz yetmiş
dokuzuncu bölümden ‘Ölümden sonra konuşmak ses ve harfle mi gerçekleşir’ bahsidir:
Ölümden sonraki konuşma, nefsin kendisinde göründüğü surette gerçekleşir. O
suret harf ve sesin olmasını gerektirirse, konuşma öyle olacaktır; sadece sesin
olmasını gerektirirse öyle olacaktır. İşaret veya bakış veya benzeri bir şeyin
olması gerekirse, konuşma öyle gerçekleşir. Zat sözün kendisi olmayı
gerektirirse, söz öyle meydana gelir. Bütün bunların sebebi içinde bulunulan o
mertebedir. Kendini bir insan suretinde görürsen, konuşmada bütün mertebeleri
elde edersin. O suret bütün suretlerin hükümlerini toplayan genel suret
demektiı.’ Şöyle demiştir: ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder,
fakat siz onların tespihlerini anlayamazsınız.’52 Yani aklınızın düşüncesiyle
anlayamazsınız. Herkes konuşurken göz, konuşanları ve susanları görür. Mümin iman
ederek bunu idrak ederken Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına ihsan ettiği bir
lütuf olan keşif sahibi işin nasıl olduğunu idrak eder.’ Şöyle dedi:
‘Varlıktaki her konuşma ve söz bir tespihtir; kendisine kötü bir isim verilse
de böyledir. Bunu bilmekle Allah Teâlâ’ya hamdolsunbaşkalarına karşı üstünlük
elde ettik.’
Bunlardan birisi de üç yüz sekseninci
bölümden ‘Dünyaya mahsus rüyanın hükümleri’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘insanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar5
buyurdu. Uyanmanın sebebi ölümle birlikte Allah Teâlâ’ya kavuşmanın
gerçekleşmesidir. Can çekişen kişi hakkında ayette ‘Senden
perdeni kaldırdık, bugün gözün keskindir’53
denilir. Ayette gözün yerine‘aklın’ denilmemiştir. Dünyada bulunduğun her durum
bir rüyadır; her kim dünya hayfındayken rüyayı tabir ederse, rüyada uyandığını
gören birine benzer. Onun uykusu devam ederken uyku içerisinde uyanmış ve
rüyasını tabir etmiştir.’ Şöyle dedi: ‘Bâtınında işlerin ve durumların
başkalaşmasının hikmetine anlayan kimse, örfte uyanıklık denilen halinde de
uyur olduğunu bilendir.’ Şöyle demiştir: ‘İş olabildiğince müşküldür: Biz
dünyada uykuda yaratıldığımıza göre, uyanıklığın tadını ancak uyku esnasında
bize ihsan edilen tadardan öğrendik. Bu uyku ölüm halimize benzer. Bununla
beraber uyku esnasında ruhun bedeni yönetmekle ilgili alakası sürerken ölümle
birlikte bu alaka kesilir. Burada bir surette veya da suretler içinde hükmün
farklılaşması kaçınılmazdır.’
Bunlardan birisi de üç yüz seksen
birinci bölümden ‘Rabbin yolu ve Allah Teâlâ’nın yolunda gafletten uyanmış
insanların durumu nedir?’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın yolu ‘Benim
rabbim doğru yoldadır’54
ayetinde belirtilir. ‘O yol Rabbinin doğru yoludur.’55 Şöyle dedi: ‘Onları
yollarımıza ulaştıracağız’56, başka
bir ayette ‘Rabbinin yoluna çağır’57,
‘Bu benim dosdoğru yolumdur’5S, ‘Göklerde ve yerdeki her şeyin
kendisine ait olduğu Allah Teâlâ’nın yolu’59, ‘De ki bu benim
yolumdur, Allah Teâlâ’ya davet ederim’60 denilir. Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ’ya basiret üzere ancak Rabbinden açık delile sahip olan davet edebilir.
Onu takip eden bir şahit de bulunmalıdır. Ona uyanlar Allah Teâlâ’nın keşif
verdiği nefislerdir.’ Şöyle demiştir: ‘Sadece farklılık ve ihtilaf vardır ve
ancak böyle bir şey olabilir. Cem’ (Dirlik) ehli diye bir şey olduğunu
duyarsan, bil ki, onlar Hakk karşısında cem’ sahibi olanlardır; bununla beraber
âlemde farklılık ve ihtilaf devam eder. Çünkü ilahi isimler birbirinden
farklıyken âlem de ilahi isimlerin suretinde ortaya çıkmıştır. Hal böyleyken
birlik nerede ve cem’ nerede olabilir?’ Şöyle demiştir: ‘Hakikat birdir,
dolayısıyla hüküm birdir.’
Bunlardan birisi de üç yüz seksen
ikinci bölümden ‘Kadimlikte pay ve kadem var mıdır?’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Allah
Teâlâ katmda hakkında inayetin takdir edildiği ve öne geçtiği kimse nezdinde
âlem bulunduğu hal üzere sabittir. Değişme ve başkalaşmalarında âlem o kişi
için değişmez, bir suretten başka surete geçmez. Bunu bilen pek azdır.’ Şöyle
dedi: ‘Dünya ve ahiret ortak oldukları hususta belli bir süreye kadar müşterektir.’
Şöyle dedi: ‘Ahiretin kendisine mahsus özelliği dünyada ortaya çıkmaz. Ahiret
meydana geldiğinde ise onda dünyanın hükmü bulunmaz. Rahmet genelleşip
belirlenmiş ecel bitince ve nimet herkesi kapladığında, dünyadan ayrılış
gerçekleşir. Bu hal rahadığı -çünkü Allah Teâlâ uykuyu dinlenme ve rahadık
olarak yaratmıştırgerektiren ‘sahih ölüm’ ile kendisinden sonra uyanıklığın
bulunmadığı uyku halidir. Halis ahirette gördüğün her şey bir rüyadır. Orada
arif insan Hakkın el-Hayy ve elKayyum isimleriyle nasıl isimlendirildiğini
öğrenir. Sen ölü-uyuyansın! İçinde bulunduğun durumda beka sana mahsus olduğu
kadar üzerinde bulunduğu duruma göre beka O’na mahsustur.’ Şöyle demiştir: ‘Alemin
varacağı yeri, onun hakkındaki tasarruf ve hükümleri dünya hayatındayken bilen
kişi marifete ermiş kişidir. Öyle biri arif, âlim ve hakim diye isimlendirilir;
sen de o kişi olmak için gayret göster.’
Bunlardan birisi de üç yüz seksen
üçüncü bölümden ‘Tümevarımda sayımın mümkün olup olmadığı’ bahsidir: Şöyle
dedi: ‘Kendinden uzak kalanı gördüğünde ona karşı tamahkâr olma, çünkü o senden
daha şiddetle kaçar. Bunu anlamalısın!’ Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın
hakkımızdaki bilgisini bilmediğimiz için herhangi bir şeye güvenmek söz konusu
değildir; belki hakkımızdaki bilgisi musibet olabilir.’ Şöyle dedi: ‘Sadece
iman vardır, ondan yüz çevirme. İman ettiğin bir şey hakkında tevile gitmekten
sakın! Keşifle gösterilmediği sürece tevil ile hiçbir şey elde edemezsin.’
Şöyle dedi: ‘Bütün işlerinin esası iman ve takvaya dayalı olsun. Böyle olunca
gerçekler ortaya çıkar. Sen de Allah Teâlâ seni kendisine çağırıncaya kadar
ortaya çıkan Hakk göre amel et ve ona göre yürü.’ Şöyle dedi: ‘Gemlerini
el-Hâdi’nin eline bırak, O’ndan uzaklaşma, yoksa düşman sana musallat olur,
ebedi olarak bedbaht eyler.’ Şöyle dedi: ‘Kimin yeri yurdu dünyada şefkat ise
onun adına korkulur; bunun tersi de doğrudur.’
Bunlardan birisi de üç yüz seksen
dördüncü bölümden ‘Şirk ve tevhid ehli arasında sınırlama’ bahsidir: Şöyle
dedi: ‘Allah Teâlâ’nın nimetlerinden birisi de fıtratı tevhidde değil,
varlıkta yaratmış olmasıdır (fıtrat bilgisi Allah Teâlâ’nın var olduğunu
bilmektir, O’nun bir olduğunu bilmek değildir). Bu nedenle herkes rahmete
ulaşacaktır, çünkü iş devridir; dairenin sonu başına dönmüş, ona kavuşmuş,
dairenin sonu baştakinin hükmünü kazanmıştır. O da ancak varlıktır.’ Şöyle
demiştir: ‘Rahmet gazabı geçmiştir, çünkü rahmet sayesinde başlangıç
gerçekleşmiştir. Gazap geçici ve geçici olan ise yok olucudur.’ Şöyle demiştir:
‘Tevhid mertebede gerçekleşirken mertebe ise çokluktur. Demek ki tevhid (birlik)
çokluğun birliğidir. İş bu şekilde olmasaydı, isimlerin anlamları
farklılaşmazdı. el-Kahhar ismi nerede, el-Gaffar’ın medlûlü nerede? Ya da
el-Muizz’in anlamı nerede, el-Müzill’in anlamı nerede? Bu dünyada âmâ olan
ahirette de âmâdır. Gerçekte sadece keşif biİ£ci vardır. Onun ehli
değilsen, imandan daha azı yoktur.’ Şöyle dedi: ‘Duyulur olan duyulurdur, onu
kendi yolunun dışına çıkarıp cahil kalma! Makul (akledilir) de aynı şekilde makuldür.
Duyuluru (mahsûs) makule katan apaçık bir şekilde dalalete düşmüştür.’
Bunlardan birisi de üç yüz seksen
beşinci bölümden ‘Haldeki ile atıl arasındaki ayırıcı özelliğin bilinmesi’
bahsidir: Şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’nın cennet ile ateş arasında suru vardır.
Onun iç yüzü rahmet, dışında ise azap vardır. Oranın üzerinde her biri
simasından tanınan adamlar bulunur. O sur Araf tır. Onlar içinde bulundukları
yeri ve durumu bilirler.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ rahmetini surun içinde
gizlemiş, azabını mekân, zaman ve halin gereğine göre dışına ve zahirine
yerleştirmiştir. Cennet ehli rahmete daldırılmıştır. Keşfin olması
kaçınılmazdır ve bu durumda surun iç yüzündeki rahmet ortaya çıkar ve
genelleşir. Artık mutlu olmayan hiçbir bedbaht kalmadığı gibi acı duyan herkes
haz alır. Bu itibarla insanların bir kısmının hazzı elemden kurtulmaktır. Onlar
en bedbaht plan kişilerdir ve böyle bir insan öyle bir nimettedir ki kendisinden
daha çok nimet gören birinin var olmadığını zanneder. Daha önce ise ondan daha
çetin azap gören birinin olmadığını düşünmüştü.
Böyle düşünmesinin sebebi, her
insanın veya her şeyin sadece kendisiyle meşgul olmasıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ’nın kitabında nimetin bedbahtlara da ihsan edileceği ve rahmetin onları
da kuşatacağı hakkında en umut verici ayet ‘OtıJar
deve iğnenin ucundan geçinceye kadar cennete giremezler’61
ayetidir. Kastedilen tam olarak günahkârların cezasıdır.’
Bunlardan birisi de üç yüz seksen
altıncı bölümden ‘Üstün olan, daha üstün olan, eksik olan ve kâmil olan’
bahsidir: Şöyle dedi: ‘Keşif ve Hakkın öğretmesiyle hakikatleri öğrenen insan
en kâmil kişidir. O mertebeden aşağıdaki kâmildir. Onların dışındakiler ya
mümin veya akli düşünce sahibi olanlardır. Onların kemale girmesi söz konusu
değildir. Böyleyken mükemmellikte (ekmeliyet) nasıl yerleri olabilir ki? Bunu
bilmelisin!’ Şöyle dedi: ‘Delilin seni başkasına ulaştıracağını zannetme.
Delilin seni ulaştırabileceği şey bizzat kendisidir ki o da delil demektir.
Binaenaleyh delilinin keşif (delili) olması için tamahkâr olmalısın. Öyle bir
keşif sana hem kendini, hem başkasını gösterir. O da Allah Teâlâ adamlarından
Efrad’a mahsustur.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın peygamberleri Allah Teâlâ’dır’
ayetini okurken ikinci lafza-i celalde kendini tutarsan, olur; aksi halde buna
niyeüen ve sonra ‘Allah Teâlâ peygamberliği nereye yerleştireceğini bilir’ diye
oku!’
Bunlardan birisi de üç yüz seksen
yedinci bölümden ‘Sözleşmelere vefada varlık’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Kulun
söze vefa göstermesi bir cefadır; iddia kokusu bulunduğu için, övülen bir iş
olsa bile, yine de cefadır.’ Şöyle demiştir: ‘Sana vefa gösterilsin diye vefa
göstermekten sakın. Sen kendi sözüne vefa göster; onu/O’nu kendi haline bırak,
ne dilerse onu yapsın!’ Şöyle dedi: ‘Her kim Hakk verdiği sözü yerine getirsin
diye ahdine vefa gösterirse, bu vefa onun terazisinde hiçbir şeyi artırmaz. Bu
durum ‘Sizinle yaptığım ahdi yerine getirin’62 ayetinde belirtilir. Kastedilen
cennete girmektir. Hadiste kişinin Allah Teâlâ katında cennete girmekle ilgili
sözü olup başka bir şey söylemediği belirtilmiştir. ‘Allah
Teâlâ’la yaptığı söze uyan kişi...’63 Böyle bir insan karşılık talep
etmediği gibi ahdinin yerine getirilmesini de zikretmez. Allah Teâlâ sadece ‘Ona
büyük ecir vereceğiz’64 der. Allah Teâlâ’nın
yücelttiği bir şeyden daha üstünü olamaz. Her halükarda bir ekleme olmaksızın,
kendi sözünü yerine getirmek üzere çalışmalısın.’ Şöyle dedi: ‘Vefakârlık Hakkın
tam yerine getirmeyi içerdiği kadar ilaveyi de içeril. Bu itibarla vefa kulun
tarafından nafile ibadeder iken haklar farzlardır. Allah Teâlâ’nın kuluna vefa
göstermesi de bu şekilde hem zorunluluk ve hem Hakk ediş mesabesindedir.
Buradaki fazlalık da kulun fazlalığı gibidir. Bu durum Kur’an’da zikredilmiş
fazlalıktan ibarettir.’
Bunlardan birisi de üç yüz seksen
sekizinci bölümden ‘Her şey Bir’e dayanır, O ise ilave bir şey değildir*
bahsidir: Ayette ‘Bütün iş O’na döner’65
denilir. Sadece O’nun kendisi varken saadete ermiş Mutlu kimdir, bedbaht
kimdir?’ Şöyle demiştir: ‘Hakk kendisini razı olmak ve gazap etmek özelliğiyle
nitelemiştir. Bu itibarla sadece rahadık ve yorgunluk vardır. Bir kısmı gazap
nedeniyle bedbahttır; gazap ise yok olucudur. Bir kısmı rıza nedeniyle
mududur, rıza ise süreklidir.’ Şöyle demiştir: ‘Kim işleri anlarsa, güçlükler
kolaylaşır. Bir şey kendisine başkasının merhametinden daha çok merhamet
gösterir.’ Şöyle dedi: ‘intikam alana bakınız! Bir kimse düşmanına acı vermek
üzere intikam almaz; sadece intikam aldığı kişi vesilesiyle nefsini rahadatmak
için intikam alır. Aynı şey izzet sahibi için geçerlidir.-Bunu anlamalısın!
Bakınız! intikam alan intikam hakkındaki öfkesi sakinleşirse bağışlar;
intikamını alırken işi öldürmeye kadar götürürse pişman olur. Bunun istisnası
öldürmenin Allah Teâlâ’nın cezası olduğu durumdur. Öyle bir ceza ölen için
temizlemeye vesile olur.’
Bunlardan birisi de üç yüz seksen
dokuzuncu bölümden ‘Mübremlik ve bozmak parçada ve parçadandır5
bahsidir: Şöyle dedi: ‘Sen O’ndan olmasaydın O’nu ifade edemezdin. Allah Teâlâ
Hz. İsa hakkında şöyle demiştir: ‘Kendisinden
bir ruhtur.’66
Varlıktaki her şey O’ndandır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Göklerde
ve yerde olan her şeyi size amade kıldık.’67’ Şöyle
demiştir: ‘Seni kendi menziline indiren kişi, hiç kuşkusuz, mertebesinde sana
tasarruf hakkı tanımış, kendi sıfatıyla seni izhar etmiştir. Sen de ilk adımda
bayılma haline maruz kalan Ebu Yezid gibi olma! Dünyada bulunduğun süre
halifeliğe ehliyetli bir mahal olmalısın. Ahirete göçtüğünde ise serbest
kalırsın.’ Şöyle dedi: ‘Hayatını terke çalışmalısın; onu terk ettiğinde, ona
mı yoksa benzerine mi döneceğini bilemezsin. Hâlbuki sen onunla ülfet etmiştin.
Bildiğin kimseyle arkadaşlık ve sohbet yabancıyla sohbetten daha uygun bir
iştir.’ Şöyle demiştir: ‘İsmet ve bağlanmak iki türdür; birincisi Allah Teâlâ’ya
bağlanmak, İkincisi ipine bağlanmak. İpe bağlananlardan olursan, sebepleri
benimseyenlerden olursun. Allah Teâlâ’ya bağlanırsan Allah Teâlâ ehli olursun.
Allah Teâlâ’nın ehli ve O’nun seçkinleri olan bazı kulları vardır.’ Şöyle
demiştir: ‘Allah Teâlâ ehlinin özelliği Hakkın suretiyle O’nun yaratıklarından
ayrışmamış olmalarıdır. Bu özelliğe sahip olmayan biri ehil değildir. Onlar
Arş’ın sahipleriyken Allah Teâlâ’nın seçkinleri O’na yakın olanlardır. Böyle
bir tecelli kendilerine gerçekleşmemişse, ehil olanlar seçkinlerden daha
yakındır.’
Bunlardan birisi de üç yüz doksanıncı
bölümden ‘Ölümlerin bitkiyle hayat bulması’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Hayvan
bitkiyle beslenir, onun canlılığı bitkinin canlılığı demektir. Bunun için
besinden yoksun kaldığında sıkıntıya düşer.’ Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ sizi topraktan bitki olarak bitirir.’68 İnsan ancak
kendine uygun ve benzer bir şeyle beslenir.’ Şöyle demiştir: ‘Sabit olan
yürüyen gibi büyür ve gelişir.’ Şöyle demiştir: ‘Ölüm asildir ve bu nedenle fena
Allah Teâlâ’nın yoluna katılanların hallerinden biri olmuştur. Fena sayesinde
onlar ‘zevk’ ederek ölümü tanırlar. Onlar kendilerinden fani olurken Allah
Teâlâ ile beka halinde bulunurlar.’ Şöyle demiştir: ‘Her
şeyi sudan canlı yaptık.’69 Taştan çıkmış su, asayla taşa
vurulduktan sonra çıkmıştır; asa ise bitkidir. Böylece ölüler suyla hayat
bulmuştur. Böyleyken hayvanın derecesi nerede, bitkilerin derecesi nerededir?
Ağaç üzerine yayılan taşa bakın
Taşlardan çıkan suya bakın
Hayat suya bağlı, yok olmasından
korkma Perdeler ardından vurana bak!
Şöyle demiştir: ‘Eceller sınırlı,
günler sayılıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Nefisler ezilmiş ve nefesler sayılıdır.’
Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın yüzü/vechi sensin! Bulunduğun her yerde kıble
sayılırsın. Sen kendine dönmelisin. Halife kendisini halife atayanın suretiyle
zuhur eder. Sen yeryüzünde halife iken Allah Teâlâ ailede halifedir (‘Allah
Teâlâ’m! Sen ailede halife, seferde yoldaşsın’ hadisine telmih).’
Bunlardan birisi de üç yüz doksan
birinci bölümden ‘Faydalı bölümleri birleştiren genel mertebe’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Kim Hakkı zikrederse, Hakk da onu zikreder. Kim O’na şükrederse,
O’na hamd etmiş olur. Kim Allah Teâlâ’yı överse, Allah Teâlâ ona merhamet
eder. Kim işini O’na teslim ederse, O’nu yüceltmiş olur. Kim O’na dayanırsa Allah
Teâlâ onu kabul eder. Kim O’na dua ederse, Allah Teâlâ duasına icabet eder. Allah
Teâlâ seninle olduğu gibi sen de O’nunla ol!’ Şöyle demiştir: ‘Sen müminsin.
Demek ki O’nun aynasısın. O’nun sureti senin vesilenle zuhur ettiği için sen
cami’ varlıksın.’ Şöyle demiştir: ‘Rabbinle konuştuğunda O’nun kelamıyla
kendisiyle konuş; kendinden söz uydurmaktan sakın. Allah Teâlâ senin o sözünü
duymayacağı kadar sen de O’nun sana icabetini duymazsın.
Kendini muhafaza eyle, burası ayakların
kaydığı bir yerdir.’ Şöyle demiştir: ‘Okuyucu ol, öne geçen olma! Senin önünde
bulunan Hakk’tır. Hakk yarışı kazanan iken sen ikinci olansın. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem imamlık (başkanlık) hakkında şöyle der: ‘Sen
istemeden sana verilirse, sana yardım edilir; sen talep edersen kendi haline
bırakılırsın.’ Komutanlığı talep etme; öyle bir talep kıyamette pişmanlık ve
üzüntü getirir.’
Bunlardan birisi de üç yüz doksan
ikinci bölümden ‘inen ile yükselenin bir araya gelmesi ve karşılaşmada
aralarında gerçekleşen hadisenin bilinmesi’ bahsidir: Şöyle demiştir:
‘Münazeleler (iniş-çıkış) gereklidir, çünkü sana emredilen Hakka yönelmektir.
Hakka yönelenler O’nun kendilerine inmesiyle nimet kazanır. Böyleyken hangi
mertebe veya menzilde karşılaşmanın gerçekleşeceğine bakıp o mertebeye göre
hareket etmelisin.’ Şöyle demiştir: ‘Hakk sana ancak kendisine yükseldiğin
yolda iner. Böyle olmazsa sen O’nunla karşılaşmazsın.’ Şöyle demiştir: ‘Hakka
hangi şifada yükselirsen, aynı sıfatı O’nun kendisine göre sana tenezzül ettiği
sıfat olarak görürsün. Demek ki sadece karşılıklı bir ilgi ve münasebet söz
konusudur. Hakikat böyle olmasaydı karşılaşma gerçekleşmezdi.’ Şöyle demiştir:
‘Allah Teâlâ’nın karşısındaki muamelen imkâna göre olmasın; sen O’na münasip olana
göre O’na karşı muamele etmelisin. Allah Teâlâ sana ancak o özellikle iner.
Buna mukabil ‘Dilediğini yapandır’70
ayetini söylersen, şöyle cevap veririz: Allah Teâlâ ancak münasip ve uygun
olanı irade eder. Sen de ayetin sahibisin.’
Bunlardan birisi de üç yüz. doksan
üçüncü bölümden ‘Örtülerin airdından ortaya çıkan inci’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Kim tekvini, yani bir şey var etmek isterse, besmele çekmeli, onu
yazarsa Elif harfiyle yazmalıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ karşısındaki
edep ortak olduğun işte ortak olmamandır (ortak olarak görünmemendir).’ Şöyle
demiştir: ‘O sadece şendir veya O sen değildir ve O’dur. Demek ki ortaklık söz
konusu değildir.’ Şöyle demiştir: ‘Sen O’nun mukabilisin, çünkü sen kul O
efendidir.’ Şöyle demiştir: ‘(Sana dönük nimeti nedeniyle) Allah Teâlâ’ya O’na
göre değilkendine göre karşılık vermelisin. O’na kendine göre karşılık vermen,
O’na göre karşılık vermen demektir. Bu durumda O seni müstağni kılar. ‘Kimden
müstağni kalır?’ demiyorum. Bu nedenle hiç kimse saadete ulaştıktan sonra
bedbaht olmaz.’ Şöyle demiştir: ‘Her durumda Allah Teâlâ’ya hamd ederim. O hamd
mutluluk ve sıkıntı hallerini içerir ki, o ikisinden başka bir hal de yoktur.’
Şöyle demiştir: ‘İki isimden bileşik isme riayet etmelisin. Büyük bir hakkı olan
bu isim er-
Rahmanu’r-Rahim
ismidir. Bundan başka bileşik isim yoktur. Bu yönüyle bu isim Bal-bek,
Rame-Hürmüz gibi isimlere benzer. Allah Teâlâ’yı bu adıyla zikreden kişi
hiçbir zaman bedbaht olmaz.’
Bunlardan birisi de üç yüz doksan
dördüncü bölümden ‘Kendisiyle insanlardan başın kalkmadığı kimse’ bahsidir:
Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ kendilerini yarattığında hiçbir kimseyi hakir ve
hor kılmamıştır. Binaenaleyh sen de her varlığa Hakkın onu yaratırken
kendisine baktığı gözle bakmalısın. Allah Teâlâ her varlığı kendi hamdini ve
övgüsünü tespih etsin diye yarattı.’ Şöyle demiştir: ‘Kul içinde inandığı şeyi
yaratır ye var eder, sonra onu yüceltir, değersiz görmez. Bü itibarla Allah
Teâlâ’nın yarattıklarını yüceltmek daha uygun ve yerinde bir iştir. Bu durum
düşünenler için garip bir sırdır. Bunun altında -öğrenirsen şayetAllah Teâlâ
hakkında marifet ve bilgiler yer alır.’ Şöyle demiştir: ‘İşini Allah Teâlâ’ya
havale eden Hakkın inşa ettiği bir şeyi O’na havale etmiştir. Kendi işini
Hakkın inşa ettiğinden yüce görenin bu davranışı ise tefvîz ve tevekkül
sayılmaz.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın (veya Allah Teâlâ’ya) ikinci şahıs
zamiriyle hitabı bir sınırlama olduğu kadar üçüncü şahıs zamiriyle ifadesi de
sınırlamadır; her ikisi de kaçınılmazdır.’
Bunlardan birisi de üç yüz doksan
beşinci bölümden ‘Aşırıya giden yakınlık’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Bir şey
isteyeceksen Allah Teâlâ’ya giden yolun açıklanmasını istemelisin. Daha doğru
bir ifadeyle saadete giden yolu sana açıklamasını istemelisin. Çünkü her yol Allah
Teâlâ’ya gider, yolda yürüyenin bedbaht veya mutlu olması durumu değiştirmez.’
Şöyle demiştir: ‘Hakkı tenzih eden en cahil kişi, o tenzihi herkesin şeriatı
haline getiren kişidir. Böyle bir tavır nazarî düşüncenin hatası ve
saygısızlığıdır. Acaba şöyle bir yol var mıdır ki Hakk o yolun aynısı,
başlangıcı ve sonu olmasın!’ Şöyle demiştir: ‘iman nuru olmasaydı müşahedenin
neyi verdiğini bilemezdik. Demek ki müminden daha güçlü hiç kimse yoktur.’
Şöyle demiştir: ‘Varış ancak hayrete olabilir. Allah Teâlâ’yı bilen kişi O’nun
hakkında hayretten başka bir şey bilmez. Allah Teâlâ’nın yüce Kur’an’ı ki
Fatiha’yı kastediyorumhayret ehliyle bitirmiş olmasında ne güzel işaret vardır.
Bu ayet ‘Dalalete düşmeyenlerin yolu’71
ayetidir. Ayette geçen dalalet hayret demektir. Allah Teâlâ bu ayetten sonra
‘âmin’ demeyi emretmiştir. Yani senden istediğimiz hususları kabul et! ‘Gazap
etmediklerinin ve dalalete düşmeyenlerin yolu’72 nimet verdiğinin nitelikleridir. O
nitelik bir tenzih niteliğidir. İşin sonunun hayret olduğunu bilen kişi,
hayrete düşmez. Öyle bir insan bu hususta Rabbinden nur üzeredir.
İhsan verenin ihsanından dönmesi
Kesin bir delil, onun değersizliğine Öyle biri bir köpek; Allah Teâlâ öyle
teşbih etmiş onu , Allah Teâlâ rahmetiyle kuşatırsa birini
O rahmette yumuşaklık var O’nun keremi ve refeti de
var
öyle biri ihsana ve hayra mazhar bir
kuldur Onun avucu Hakkın nimetiyle dolar Allah Teâlâ onu üzerinde
yaratıldığı hırstan korumuş Yaratılırken bu özellikte yaratılmıştı
Nas ile beyan edildiği gibi felaha
eren odur Vahiyde bunun hikmeti de gelmiştir ,
Bunlardan birisi de üç yüz doksan
altıncı bölümden ‘Engellenmiş biri yükseldikten sonra aşağıya düşebilir’
bahsidir. Şöyle demiştir: ‘İzzet ‘Allah Teâlâ’ya, peygamberine
ve müminlere aittir.,73 Demek
ki ancak mümin tevazu sahibidir. Mümin iman nedeniyle üstünlük kazanmış
kişidir. Onun tevazu sahibi olması Hakkın yakın semaya tenezzül buyurmasına
benzer.’ Şöyle demiştir: ‘Arif tevazuyu bilemez, çünkü o bir kuldur.’ Şöyle
demiştir: ‘Aklınla meleklerin Adem’e secdesini düşünmelisin! Onlar yüzlerini
alt yöne doğru çevirdiklerinde, onu kendi mertebesinde görebilsinler diye Adem
oradaydı.’ Şöyle demiştir: ‘İnsanın halifeliği yeryüzündedir. Orası insanın
yurdu ve aslıdır, oradan yaratılmıştır. Yeryüzü zelil ve hordur.’ Şöyle
demiştir: ‘Allah Teâlâ bütün âlemi kendini bilmeye davet etmiştir. Onlar
kaimdir (ayaktadırlar), çünkü Allah Teâlâ onları yarattığında önünde ayağa
kaldırmış, sonra secde ettirmiş, secde halinde O’nu tanımışlar, bir daha da
başlarını kaldırmamış, secdeden başlarını yükseltmemişlerdir. Bu secde
içerisinde Sehl b. Abdullah sadece kalbin secdesini görmüştür.’ Şöyle demiştir:
‘Peygamber tevazünün tadını ancak İsra gecesinin sabahında tanımıştır. Yayın
iki ucu kadar olan bir yakınlıktan onu tekzip edenlerin yanına inmiş, onlar
kendisine suçlama yöneltmişler, peygamber de onları affetmiştir.’
Bunlardan birisi de üç yüz doksan
yedinci bölümden ‘İşi gizli olanın kadri bilinmez’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ’nın kendileriyle zatını niteleyip (teklif) kitabında ye peygamberinin
dilinde zikrettiği özelliklerle ilgili olarak insanlar Ö’nun kadrini takdir
edememişlerdir.’ Şöyle demiştir: ‘Ne perde var, ne örtü! Allah Teâlâ’yı
gizleyen sadece O’nun zuhurudur.’ Şöyle demiştir: ‘Nefisler kendilerine
gözükenle yetinselerdi, hiç kuşkusuz, gerçeği olduğu hal üzere öğreneceklerdi.
Fakat onlar kendilerine gizli kalan bir şeyi aramış, bu talepleri ise perdenin
ta kendisi olmuştur. Başka bir ifadeyle nefisler kendilerine gizli kaldığını
tahayyül ettikleri bir şeyle ilgilenmekle onlara gözükenin ve zuhur edenin
hakkını takdir edememişlerdir.’ Şöyle demiştir: ‘Hiçbir şey bâtın değil! Sadece
bilginin olmayışı bir şeyi bâtın kılmıştır. Hakk’ta kendisinden bâtın kalan bir
şey yoktur. Allah Teâlâ bize ez-Zahir, el-Bâtın, el-Evvel ve el-Ahir olduğunu
bildirmiştir. Yani senin ‘bâtındadır’ diye aradığın şey zahir olan ve
gözükendir; yorulmana gerek yok!’
Bunlardan birisi de üç yüz doksan
sekizinci bölümden ‘Genel vahiylerdeki (tevki’) menfaader’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın (isteklere) icabet ederek vahiyler indirmesi
kulların taleplerine göre gerçekleşirken maksadar farklı farklıdır. Bunlar bir
sebeple veya istekle inen ayetlere işaret eder.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ
katından inmiş her sure ve ayet ya O’nun bildirmesi veya hüküm veya haber veya Allah
Teâlâ’ya delil olması itibariyle ilahi bir ikaz ve umuttur. Kendiliğinden
gelip sebebe bağlı olmayan her ayet sınanma demektir. İstek ve soru üzerine
nazil olanlar, inayede sınanmaktır.’ Şöyle demiştir: ‘Bir sualden meydana gelen
bildirme soru sorana delil getirme ve ortaya koyma amacı taşır.’ Şöyle
demiştir: ‘Kendisinden kaçınılamayacak olan zorunlu şeriat Hakkın -herhangi
bir sebebe bağlı olmaksızınkendiliğinden ortaya koyduğu şeriattır (hüküm).
Onun aşağısındaki söz veya halle bir dilekten meydana gelen şeriat ve
hükümlerdir.’ Şöyle demiştir: ‘Varlık bir divan iken Hakkın eli o divandaki
kâtiptir. Peygamberin Allah Teâlâ’nın katından getirmiş olduğu her ilahi haber
tevki’ diye isimlendirilir. Sen de vakte göre amel etmelisin, çünkü iş,
nesheden ve edilenden ibarettir.’
Bunlardan birisi de üç yüz doksan
dokuzuncu bölümden ‘Bakış hakkında mertebenin ortaya çıkardığı durum’ bahsidir:
Şöyle demiştir: ‘Mertebe sufılerin ıstılahlarında zat, sıfat ve fiiller
demektir.’ Şöyle demiştir: ‘Yaratılışa dönük Hakkın bakışı yaratılmışların
üzerinde bulunduğu tasarruf hali değildir. Çünkü âlem -serbest değilzorla
hareket ettirilendir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın kullarına bakışı
onların mertebelerine yöneliktir, varlıklarına yönelik değildir. Bu nedenle
şeriadar hallere göre nazil olmuşken muhataplar hallerin sahipleridir.’ Şöyle
demiştir: ‘Alem şeriadarın inişiyle birlikte Hakkın kendisine bakarken dile
getirdiği hitabı öğrenir. Bu durum ‘Ne zaman
bir işte bulunsan, ne zaman Kur’an’dan bir şey okusan ve ne zaman
bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir’74 ayetinde ifade edilir. Haller
dünyada indirilmiş hükümleri talep eder.’
Bunlardan birisi de dört yüzüncü
bölümden ‘Seni muhayyer bırakan hayrete düşürmüş demektir’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Mele-i a’la’yı çekişmeye sevk eden, kefaretlerdeki muhayyerlik ve
serbestliktir. Muhayyer bırakmak hayret demektir. Çünkü muhayyer bırakmak, en
üstün ve en kolayı bilmeyi talep eder; o da delille öğrenilir. Fidye oruç, sadaka
ve nüsuktür. Onun kefareti ise ailenin yediği veya giydiğinin ortalamasından
on yoksulu doyurmak ve giydirmektir. ‘Ya
da bir köle azat etmektir. ’75’ Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ seni işlerinde serbest bırakırsa, hangisini önce zikrettiğine bakıp onu
yapmalısın. Allah Teâlâ bir şeyi ancak sana ve o işe önem verdiği ve ihtimam
gösterdiği için önce zikretmiş, onu yapman hususunda senin dikkatini çekmiş
gibidir. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın kulunu serbest bırakmasındaki hayret, önce
zikredileni benimsemekle ortadan kalkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
veda haccında sa’yetmek istediğinde şu ayeti okumuştur: ‘Safa
ve Merve Allah Teâlâ’nın şiarlarındandır’76 Sonra ‘Allah Teâlâ’nın başladığıyla
başlarım’ diyerek Safa ile başlamıştır. O da serbest bırakmada ortaya çıkan
hayret halini izale için sana yaptığım tavsiyenin ta kendisidir. ‘Allah
Teâlâ’nın peygamberinde sizin için en güzel örnek vardır.’77
Bunlardan birisi de dört yüz birinci
bölümden ‘Özel bilgiler içerisindeki marifetler’ bahsidir: Şöyle demiştir:
‘Arife göre Hakkın bütün ihsanları O’nun hakkındaki bilgiler demek iken arif
olmayan insan o bilgilerden bihaberdir.’ Şöyle demiştir: ‘O bilgileri sadece
arif bilir, çünkü o bu bilgileri ‘Allah
Teâlâ’nın eli onların ellerinin üzerindedir’78
ve ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir’79 buyurduğunu duyduğuna O’nun elinden
almıştır.’ Şöyle demiştir: ‘Hakkın bilgileri O’nun kullarına ihsanı ve
nimetleridir. Allah Teâlâ o nimetlerden birisini öğretirse, senden O’na dönsün
diye öğretir. Başka bir ifadeyle Hakkın sana öğrettiği bilgi seni O’na çağırır.
Allah Teâlâ seni kendisinden gafil görünce nimetleriyle kendisini sana
sevdirmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Hakkın bütün ihsanları nimettir. Fakat genele
göre nimet maksada uygun olan iş demektir.’
Bunlardan birisi de dört yüz ikinci
bölümden ‘Bilgi olmaksızın hükmü ispat’ bahsidir: Şöyle demiştir: Temiz şeriata
göre, hakim, şahit ve yerriin edilince hüküm verebilir. Bazen sadece yemin
yeterlidir. Yalan şahitlikle hüküm sabit olsa bile, bilgi gerçekleşmez.’ Şöyle
demiştir: ‘Hakim hüküm verirken isabet etmiştir. Öyle biri bilgi sahibidir,
çünkü Allah Teâlâ bildiğine göre hüküm verir. O bilgi Allah Teâlâ’nın hüküm
verirken zanm galibine göre hüküm vermesini emrettiği şeriatıdır. Öyle bir zan
kişiye göre galip zan iken Allah Teâlâ katında bilgidir.’ Şöyle demiştir:
‘Hakim kendi talebi olmaksızın Allah Teâlâ’nın hakimlik görevine atadığı
kişidir. Talebiyle bu görevi alan ise Allah Teâlâ’nın hakimi değildir, öyle
birisi mesuldür.’ Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
buyurdu ki: ‘Biz görevi talibine vermeyiz. Böyle bir durumla onun halifeliği
sabit olur. Halifelik peygamberliğe ilave bir iştir, çünkü peygamberlik tebliğ
iken halifelik zorla hükümran olmaktır.’ Şöyle dedi: ‘Ölümden sonra bir
yöneticinin atanması -halifelik değilvekilliktir. İnsanların atadığı kişi
Hakkın atadığı kişi sayılır. Öyle biri ilahi halife demektir; sen de ister Hz.
Ebu Bekir ister Hz. Osman gibi ol, fakat Hz. Ömer gibi olma! O işi şûra’ya
bırakmıştı.’
Bunlardan birisi de dört yüz üçüncü
bölümden ‘Düşmanlıkta eşitlik’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Sana düşmanlık eden
içinden seni kendine eşit saymıştır. Bazen de böyle bir makamda olmayabilir.’
Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ seni bir zararla sınarsa, onu kaldırmasını dile,
sabrederek ona karşı direnme! Allah Teâlâ seni sadece gönderdiği sıkıntıyı
kaldırırken başkasına şikâyetten nefsini alıkoyduğun için ‘sabırlı’ diye
isimlendirmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Hz. Eyyûb’un hikâyesi sadece onu rehber
edinip kendisine uyman için sana okunmuş ve anlatılmıştır. Peygamberler
insanlığın efendileri olunca Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e şöyle
denilmiş: ‘Onlar Allah Teâlâ’nın hidayet ettiği
kimselerdir, sen (onlara değil) onların hidayetine uy!,s0 Böyleyken tâbi hakkında ne
düşünürsün?’ Şöyle demiştir: ‘Bir arif acıkmış, ağlamaya başlamış, sebebi
sorulunca şöyle demiş: ‘Allah Teâlâ beni ağlayayım diye acıktırdı.’ Arif
dediğin budur.’
Bunlardan birisi de dört yüz dördüncü
bölümden ‘İnsaf eden vasıflanmaz’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Muhakkik sıfatı
olmayandır, çünkü her şey, Allah Teâlâ’ya aittir. Hal böyleyken ‘Hakk kendini
O’nun için caiz olmayan ve bize ait olan niteliklerle nitelemiştir5
deme. Böyle bir söz saygısızlık demek iken aynı zamanda Hakkın kendini
nitelediği durumlar hakkında kendisini tekzip etmektir. Edepli-arife göre Allah
Teâlâ herhangi bir keyfiyet söz konusu olmaksızın her sıfatın sahibidir. Demek
ki her şey Hakkın sıfatıdır. Yaratılmış sıfadarla nitelendiğinde, onlar, Hakk
ediş yoluyla değil, ödünç olarak kendisinde bulunur. Böyle bir iddiada bulunan
yoksulun anlamadığı şudur: Allah Teâlâ için caiz olmayan şey, bir sıfatın
kendisi değil, o sıfatı yaratılmışa bağlamanı ve izafe etmeni sağlayan nispet
ve bağdır.’ Şöyle demiştir: ‘Her sıfat ilahidir ve yaratılmış varlıkta ödünç
ve arızî olarak bulunduğu kadar kendisindeki her sıfat da ödünçtür.’ Şöyle
demiştir: ‘Biz kendimize göre Allah Teâlâ’nın emanetleriyiz. Allah Teâlâ bizi
bize emanet etmiştir. O emanetini talep ettiğinde O’na döneriz. Biz emanetin
ta kendisiyiz. Kimin emanet verdiğini, kimin emanet aldığını, emanetin
mahiyetini öğrenmelisin.’
Bunlardan birisi de dört yüz beşinci
bölümden ‘Mekânın sığdıramadığı kişiyi zaman sırurlayamaz’ bahsidir: Şöyle
dedi: ‘Sınırlama özelliğindeki her şeyi -bilinmese bilezarflar ihata eder.’
Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘Allah Teâlâ’nın
doksan dokuz ismi vardır’ demiş, onlan saymış, sonra ‘gaybının bilgisine
ayırdığın isimler’ demiş, ardından da ‘Seni ben hakkıyla övemem’ demiştir. Allah
Teâlâ’yı övmek, O’nun isimleriyle mümkündür. Allah Teâlâ’ya delil olmaları
bakımından ilahi isimler, sayılı ve sınırlıdır; her birinin bir ismi vardır ve
o isim kendisine ve kendisi için konulduğu manaya delil teşkil eder.’ Şöyle
dedi: ‘Üst (fevka) yönden hareketle (Allah Teâlâ için) ciheti ispat gerekmediği
gibi istiva nedeniyle de mekânı ispat şart değildir.’ Şöyle demiştir: ‘Arif
yazıya ilave yapmadığı gibi lafza da ekleme yapmaz. Arif bir ziyade olmaksızın
söylendiği yerde durur ki ibadet de bu demektir.’
Bunlardan birisi de dört yüz altıncı
bölümden ‘İnsan Rahman’ın örtüsüdür’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Rahman insandan
daha güzel veya daha kâmil bir örtüyle gizlenmemiştir. Allah Teâlâ insanı kendi
suretinde yaratmış, yeryüzündeki halifesi yapmış, sonra ailesinde O’nu halife
olarak bırakmasını emretmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ ona halifelikte
bağımsızlık vermemiş olsaydı emir kipinde ‘Allah
Teâlâ’yı vekil edin’81 demezdi. Ya da Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya hitap ederken ‘Sen ailede halife ve
yolda arkadaşsın’ demezdi. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Bana edebi Allah
Teâlâ öğretti, ne güzel de öğretti’ buyurandır.’ Şöyle demiştir: ‘Örtü
süslenmek içindir. Allah Teâlâ ise cemal ve güzellik sahibidir. Rabbini bilen
insandan daha güzeli yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘Sufilere göre âlem mana
itibarıyla büyük insandır (insan-ı kebir). Allah Teâlâ şöyle der: ‘Göklerin
ve yerin yaratılışı insanların yaratılışından büyüktür, jakat insanların çoğu
bunu bilmezler.’82 Bu
nedenle ‘mana itibarıyla’ dedik ki doğrudur. Burada bilgi bütün insanlardan
olumsuzlanmamış, çoğunluktan olumsuzlanarak, onların bilmediği söylenmiştir.
Alem karşısında insan-ı kâmil, hayvan bedeni karşısında ruh mesabesindedir. O
ise küçük insandır. ‘Küçük’ diye nitelenmesinin nedeni, büyüğün edilgeni ve
münfaili olmasıdır. İnsan âlemin bir özetidir;
âlemdeki
her şey insanda da bulunur. Bedeni küçük olsa bile âlemdeki her şey
insandadır.’ ,
Bunlardan birisi de dört yüz yedinci
bölümden ‘Akıl ve rüyaların bazı hükümlerinde ayakların kaydığı yer’ bahsidir:
Şöyle demiştir: ‘Arif kendi nazarî/teorik düşüncesi ve aklına göre değil,
şeriata göre Allah Teâlâ’ya ibadet edendir.’ Şöyle demiştir: ‘Akıl, Yaratanı sınırlarken
şeriat ve keşif sınırı kaldırır ki doğru olan budur.’ Şöyle demiştir: ‘Hevanın
akılda gizli bir tesiri ve hükmü vardır. Önu ancak keşif ve vecd ehli fark
edebilir.’ Şöyle demiştir: ‘Vehimlerin beşeri nefislerdeki tesiri, akılların
tesirine göre, daha güçlü ve baskındır. Allah Teâlâ’nın dilediği kullar bunun
dışındadır.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın bize dönük rahmetinin bir yönü
de unutmak, hata etmek ve içimizdeki konuşmalar nedeniyle bizi
cezalandırmayışıdır. Allah Teâlâ bizi zikrettiklerimiz nedeniyle cezalandıracak
olsaydı, bütün insanlar helak olurdu.’ Şöyle demiştir: ‘Akıllar hakkında düşündükleri
kimseyi idrakte yetersiz oldukları için böyle isimlendirilmişlerdir. Kelime
bağ anlamındaki ikal’den
türetilmiştir. Saadete ermiş insan -başka bir şeyin değilsadece şeriatın
bağladığı kimsedir.’
Bunlardan birisi de dört yüz
sekizinci bölümden ‘Kavuşmak isteyen fenayı bekaya tercih eder’ bahsidir:
Şöyle demiştir: ‘Kim ölümü isterse, Allah Teâlâ’ya kavuşmayı sever. Hiç kimse Allah
Teâlâ’yı ölmeden görmeyecektir. Sahih haber böyle bildirmiştir.’ Şöyle
demiştir: ‘Dünya hayatındayken ölen kişi saîd ve has insandır.’ Şöyle demiştir:
‘Allah Teâlâ ile kendisini müşahede ederek karşılaşmak fena demektir.’ Şöyle
demiştir: ‘Deccal hadisinde Şâri’nin hikmetini şu sözde görünüz: ‘Hiç kimse
ölmeden Rabbini görmeyecektir.’ Kastedilen insanların aşina olduğu bilinen
ölümdür. O ölüm ruhun hayvanı bedenden ayrılmasıyla yükümlülüğün kalkmasıdır. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bize diriltdldiğimizde kıyamette rabbimizi
göreceğimizi bildirmiştir. Demek ki Rabbimizi dünya hayatından ayrıldığımız
ölümün ardından görebiliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu
ifadesi, Allah Teâlâ’nın ona ihsan ettiği cevamiu’l-kelim özelliğinin bir
tezahürüdür. Burada bizi uyarmıştır ki, birisi çıkıp da ‘Bu bedenden
ayrılmadıkça kimse rabbini görmeyecektir5 demesin. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bunu kastetmemiştir. Onun kastettiği, bilhassa
dünya hayatında görmenin olmayacağıdır. Biz Hakkı ancak Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in buyurduğu üzere ölümden sonra görebiliriz. Mütekabiliyetin
gerçekleşebilmesi için kavuşma yüz yüzeyken gerçekleşecektir: Bu
mütekabiliyette Allah Teâlâ, Efendi biz de kullarız. Biz O’nu -bir sınırlama
veya teşbih olmaksızınkarşı karşıya durarak göreceğiz. Teşbih olmaksızın’
dedik, çünkü ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’83 Allah Teâlâ’nın sıfatlarını da bir
sınırlama olmaksızın görürüz, bunu anlamalısın!
Bunlardan birisi de dört yüz
dokuzuncu bölümden ‘Merhamet sahiplerinin merhametinin inayet rahmeti
karşısındaki yeri nedir5 bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Merhametlilerin
merhamet görmesi bir karşılıktır. Onlara dönük rahmet, merhamet ettikleri
şekilde tezahür eder. Onun değeri ve mertebesi de ‘uygun bir karşılıktır.5
Şöyle demiştir: ‘Merhamet sahipleri, merhamet ettikleri kimselere inayet
merhametiyle merhamet etmemişlerdir.5 Şöyle demiştir: ‘İnayet
rahmeti gözün görmediği hususlardadır veya herhangi bir kulak onu duymamış,
hiçbir insanın kalbine gelmemiştir.5 Şöyle demiştir: ‘İnayet rahmeti
iyiliğe ilave ve fazlalıktır.5 Şöyle demiştir: ‘Merhamet edenlerin
rahmeti, isimlerin rahmeti demektir. Merhamet edenler ilahi isimlerin hükmüne
göre merhamet etmişlerdir. Bunlar onların üzerinde hüküm verenlerdir. Allah
Teâlâ merhametli kullarına merhamet eder, çünkü onların kimin vasıtasıyla
merhamet ettiklerini bilir; ilahi isimler onlarda hüküm sahibi olmuş, Allah
Teâlâ da onları ancak sayesinde merhamet ettikleri isme göre ödüllendirmiştir.5
Bunlardan birisi de dört yüz onuncu
bölümden ‘Daha da yakın584
ayetinin anlamıdır: Şöyle demiştir: ‘Yayın iki ucundan daha fazla olan
yakınlık, yakınlığı şah damarı kadar olan yakınlıktır, ikinci yakınlık Allah
Teâlâın bütün varlıklara olan yakınlığıdır. O yakınlığı bilen kişi, Hakka
yaklaşanlardan biri olduğu kadar O’nun -tenzih üzerevarlıktaki ve var olan
olanlardaki sırrını bilendir.5 Şöyle demiştir: ‘Hakka
yakın kişilerden ise rahatlık vardır.’85 Kastedilen Hakkı her şeyin aynı
görmekle ortaya çıkıp kişinin üzerinde bulunduğu rahatlıktır. Ayetin devamında reyhan
denilir. O da Hakkı rızkın aynı olarak gördüğünde
gerçekleşir. İnsan o rızkı alarak hayatta kalır. Sehl ‘besin nedir?5
diye sorulduğunda, ‘Allah Teâlâtır5 diye cevap vermiştir. ‘Nimet
cenneti vardır.’86 (Cennet
ile gizlenmek, örtünmek arasındaki anlam ilişkisine telmihle) Allah Teâlâ5ın
nimederiyle gizlenir ve örtünür. Bu durum herkesin Allah Teâlâ5tan
böyle bir müşahede elde edemediğini öğrendiğinde gerçekleşir. Onlar ‘Muktedir
hükümdar nezdinde doğruluk oturağında oturan cennet ve nehirlerdeki kimselerdir’87 Onlar her neye yönelirlerse, o şey
kendilerinden etkilenir.5 Şöyle demiştir: ‘Daha da yakın5
ifadesiyle kulun temenni ettiği veya edeceği yakınlık kastedilir. Bu ifade
anlatımda mübalağa bildirir.’ Şöyle demiştir: ‘Kur’an-ı Kerim’i okuduğunda
bütün dikkatini ona ver çünkü o
Kur’an’dır. Furkan olması bakımından
onu okuduğunda, her okuyuşta bulunduğun ayete göre hareket etmelisin!’ Şöyle
demiştir: ‘Kur’an’ı okuduğunda taşlanmış
şeytandan Allah Teâlâ’ya sığın.’88 Çünkü Kur’an cem’, yani toplanma
demek iken toplanma insanı huzur haline çağırır. Bu hal furkandan farklı
olarakinsana yardım eder. Başka bir ifadeyle Kur’an insanı huzura taşırken
furkan uzaklaştırır ve kovar.’
Bunlardan birisi de dört yüz on
birinci bölümden ‘Amel binekleri sahiplerinin burağıdır’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Güzel söz Allah Teâlâ’ya çıkar.’89 Bütün var olanlar Allah Teâlâ’nın
kelimeleridir ve ‘Bütün iş O’na döner’90,
‘Salih amel O’na yükselir.’91 Başka bir ifadeyle salih amel
sahibinin himmetinin ulaştığı ve kendisini yükselten amelin hakikatinin
gerektirdiği mertebeye yükselir. Allah Teâlâ’nın yüksekliği idrak edilemez ve
bilinemez. O’nun bir sınırı yoktur, bunu bilmelisin! Kıyamet günü Kur’an okuyucusuna
şöyle denilir: ‘Oku ve yüksel! Senin menzilin okuduğun son ayetin menzilidir.’
Cennet dereceleri bu ölçüye göre Kur’an ayetlerinin sayısıncadır.’ Şöyle dedi: ‘Allah
Teâlâ sizi ve amellerinizi yarattı.’92 Demek ki amel eden Allah Teâlâ’dır.
Hal böyleyken amellerin sahipleri nereye yükselecektir?’ Şöyle demiştir: ‘Arif
bir işi sahiplenmeksizin yapan kişidir. Demek ki arif bütün gayretini harcar.
Bu esnada ise amel edenin Allah Teâlâ olduğu hakkında rabbinden açık ve
kesin bir delile sahip olur. Başka bir ifadeyle kulun yerine getirdiği amelin
yapıcısı Allah Teâlâ’dır. Arif gayretini harcamasaydı yükümlülük olmazdı. Bu
itibarla amelde kula ait bir nispetin ve bağın bulunması kaçınılmazdır. Amel,
Hakka ait iken nispet yaratılmışa döner. Bu durum kulun şereflendirilmesi
anlamına gelir. Başka bir ifadeyle amelin kula izafe edilmesi onun teşrifi
demektir; kulun bunun farkında olup olmaması durumu değiştirmez.’
Bunlardan birisi de dört yüz on
ikinci bölümden ‘Bilenin bilene soru sorması’ bahsidir: Şöyle dedi: ‘Alim,
kalbinde kuşku bulunan ile bulunmayan ayrışsın diye soru sorarken bu sayede
alim olan olmayandan ayrışır, susturucu delil ortaya çıkar.’ Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ alimi bilmiş olduğu şeyi öğrensin diye sınar ve imtihan eder.’ Şöyle
demiştir: ‘Ey iman edenler! İman ediniz.’93 Bu ifade bir açıdan söylediğimizdir.
Böyle bir insan iman etmiş olduğu hususa iman etmekle yükümlü tutulmuş
mümindir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ seni bağışlasın! Niçin
onlara izin verdin ki?’94 Bu soru
-inkâr sorusu değilistifham, yani anlama amacıyla sorulmuş bir soru demektir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı vardığımız görüşün doğruluğunu iktiza
eder.’ Şöyle demiştir: ‘Övülen kişi ancak mertebeler bilinmediği için övülür.
Mertebeleri bilse bile, onları Allah Teâlâ’nın öğretmesi yoluyla bilir ve öğrenir.’
Şöyle demiştir: ‘İstifhamın bir türü belirsiz istifhamdır. Bu kısım bilenin
bildiğini sormasıdır.’ Şöyle demiştir: ‘Sana bir şey soran, hiç kuşkusuz,
sorduğunu senin bildiğine şahidik etmiştir.’ Şöyle demiştir: ‘Bazen soruyu
bilen sorabilir. Öyle bir soru cevaba susturucu delili yerleştirme amacı taşır.
Bu nedenle Hz. İsa’ya ‘Sen mi dedin?’95 denilir. Buradan kullarına karşı
susturucu delil Allah Teâlâ’ya ait olmuştur.’
Bunlardan birisi de dört yüz on
üçüncü bölümden ‘Öğüt bir müjdedir5 bahsidir: Öğüt varisliği
hatırlatan bir müjdedir. O inayete mazhar olan hakkında kabul ederek bir
müjdeyken inayete mazhar olmayan için mahrumiyet yoluyla müjdedir. İnayet
ehlini rableri kendinden gelecek bir rahmet ve onlardan razı olmakla
müjdelemiştir. Mahrum olanları ise acı bir azapla müjdelemiştir. Bu itibarla
nimet ve azaptan her birisinin derilere temas eden tesirleri olacaktır (müjde
anlamındaki büşra ile temas anlamındaki beşer ve beşeriyet arasındaki ilişkiye
telmihle). Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlardan
biri kız çocuğuyla müjdelendiğinde yüzü kapkara olur.’96’ Şöyle
demiştir: ‘Müjde anlamındaki büşra beşer
kelimesinden türetilmiştir. Allah Teâlâ perde ardından konuşandır. ‘Allah
Teâlâ bir beşerle ancak vahiy yoluyla veya perde ardından konuşur.’97’ Şöyle
demiştir: ‘Beşerin değerini ancak ‘İki
elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?’98 ayetinin anlamını bilen
anlayabilir.’ Şöyle demiştir: ‘Vasıtaları ortadan kaldırarak doğrudan yaratan,
berzah’ta yaratmış demektir. İki uca gelirsek, böyle bir şey söz konusu
değildir. Çünkü duyu tarafını akıl imkânsız sayarken akıl yönünü de duyu
göremez.’ Şöyle demiştir: ‘Müjde mümine tahsis edilmiştir. Allah Teâlâ kâfiri
de müjdeler. Kâfirin ise vasıtaların ortadan kalkmasıyla gerçekleşen ilahi
müjdede bir payı ve nasibi yoktur.’
Bunlardan birisi de dört yüz on
dördüncü bölümden ‘Kıskanç olana karşı kıskanç olunur’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın gayretinin bir tezahürü de taşkınlıkları
yasaklaması, onları kesin olarak haram kılmasıdır. Bilgisi olmayanlar
yasaklamanın kolaylaştırmak ve hafifleştirmek olduğunu zanneder; hâlbuki
yüceltme demektir. Bu yasaklama Allah Teâlâ’nın şiar ve yasaklarındandır. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın yasakladığı şeyleri
yüceltenin davranışı Rabbinin katında daha hayırlıdır.’99 Başka bir ayette ‘Allah
Teâlâ’nın şiarlarını yücelten kişi takva sahibidir’100 denilir.Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz Sa’d kıskançtır, ben
ondan, Allah Teâlâ benden daha kıskançtır. O kıskançlığı nedeniyle taşkınlıkları
yasaklamıştır.’ Böylece Allah Teâlâ taşkınlıkları girilmeyen bir harem olarak
yasaklamıştır. Nitekim Allah Teâlâ Mekke ve başka yerleri de harem kılmıştır.’
Şöyle demiştir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın zatı
hakkında düşünmeyi bize yasaklamıştır. Allah Teâlâ da ‘O sizi kendisinden
sakındırır’101 buyurur.
Demek ki yasaklama, tazim ve yüceltmenin delilidir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah
Teâlâ sana ancak senin için hayırlı olanı emretmiştir. O’nun emrettiği katında
yüce ve değerlidir. Sana yasakladığını ise terk etmen O’nun katında senin adına
hayırlı okandır. Ahirette insanlara yasaklama olmayacaktır. ‘Ahiret senin için
dünyadan daha hayırlıdır, rabbin sana verecektir.’ Yani orada verecek! ‘Ve sen
razı olacaksın.’102’
Bunlardan birisi de dört yüz on
beşinci bölümden ‘Cezanın en hafifi boyunların vurulmasıdır’ bahsidir: Şöyle
demiştir: ‘Boyunları vurmakla kastedilen dünya hayatını kaldırmaktır. O hayat
neyle ortadan kalkarsa, boyunları vurmak odur.’ Şöyle demiştir: ‘Boyunları
vurmakla kastedilen, Allah Teâlâ’nın gözlerimizi kendisini görmekten alıkoyduğu
hayatın tezahürü demektir. Bu hayat neyle tezahür ederse, boyunları vurmak o
demektir: Dünya hayatı ortadan kalkmadığı sürece, gözlerimizin görmekten
alıkonduğu şeyi ancak keşif ve vecd ehli bilebilir, çünkü ölü O’nun karşısında
teslim olmuştur.’ Şöyle demiştir: ‘Boyunların vurulması, sahip olmadan
gerçekleşmez. Sahip olmadan boynu vuran kişi yükümlülük altına girer, onun
boynuna sahip olunur. Başka bir ifadeyle kan sahibi olan kişi ona sahip olur ve
kısas gereğiyle canını alır. Dünya hayatında azat olan kişi ahiret hayatında
köle olur.’ Şöyle demiştir: ‘Sen hürsün, kendini kendin gibi bir yaratılmışın
kölesi yapma! Nefsinin senin üzerindeki hakkı senin gibi birinin üzerindeki
hakkından üstündür.’ Bunlardan birisi de dört yüz on altıncı bölümden ‘Yokluk
diye bir. şey yoktur, bunu anla’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ ve
mümkünlerden başka bir şey yok! Allah Teâlâ mevcut iken mümkünler sabittir.
Demek ki yokluk yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘Varlıklar Hakk tarafından müşahede
edilmeseydi, herhangi birisinin var olması yok olmasından veya başka bir şeyin
var olmasından öncelikli olamazdı. Allah Teâlâ ancak var olanı müşahede eder.’
Şöyle demiştir: ‘İmkânsızdan hiçbir şey olumsuzlama hükmüne girmemiştir.
Bununla beraber onu onaylayan, tasavvur eden, şekillendiren bir mertebe vardır.
Sureti ve şekli ise ancak var olan bir şey elde edebilirken imkânsız olan
yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘Mutlak yokluk kendisinde bir suretin akledilmediği
şeydir. Böyle bir şey yoktur, çünkü üç şey olabilir; zorunlu, imkânsız ve
mümkün! Başka bir ifadeyle zorunluluk, imkânsızlık ve imkân vardır. Bunlar ise
makul (aklî) şeylerdir. Her makul sınırlı, sınırlı her şey ayrışmış, ayrışmış
olan ayrıştığından farklılaşmıştır. Ayrışmayan bir madum olmadığı için yokluk
diye bir şey yoktur.’ Şöyle demiştir: ‘Haller kelamcılara göre ne mevcut, ne
madumdur. Bilindiği üzere, mahal ve halden başka bir şey de yoktur. Başka bir
ifadeyle rengi kabul eden bir şey ile renk vardır. Benzer şekilde, hayatı
kabul edenden ve hayattan başka bir şey olmadığı gibi hareketi kabul eden ile
hareketten başka bir şey yoktur; o da harekeüi demektir.’
Bunlardan birisi de dört yüz on
yedinci bölümden ‘Zahir, bâtın, had ve matlaı birleştiren şey nedir’ bahsidir:
Şöyle demiştir: ‘Her şeyin bir zahiri, bir bâtını, bir haddi ve bir madaı
vardır. Bir şeyin zahiri onun suretinin sana verdiği şey iken bâtını suretin
üzerinde tutunduğu şey, haddi onu başkasından ayrıştıran, madaı ise onu
keşfettiğinde kendisine ulaşmanın sana kazandırdığı bilgidir. Bu itibarla
keşfetmediğin bir şeyin madama ulaşman söz konusu değildir.’ Şöyle demiştir:
‘Bu dördünün arasında bir fark yoktur ve her birisinin ilahi isimlerden isimleri
vardır. Birisi ez-Zahir’dir. ez-Zahir delilin verdiği şeydir. İkincisi
elBâtın’dır. O da şeriatın Allah Teâlâ’i bilmek hakkındaki bilgisidir. el-Evvel
varlığa, el-Ahir de bilgiye mahsustur. cO her
şeyi bilendir.’103 Burada zamir başlangıçtaki ‘O
Evvel'dir’ ifadesindeki zamire döner. Öyleyse emir gaybdan gayba döner. ‘O
Evvel'dir5 ifadesindeki zamir de ‘O her şeye kadirdir5
ifadesine döner. Bu zamir ise Allah Teâlâ’ya döner ki o da isim demektir. İsim
isimlendirileni talep eder. O halde el-Evvel Allah Teâlâ’ya ait iken her şeyden
sonra gelen el-Ahir de Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ el-Evvel ve ezZahir’dir ve
her şey üzerinde el-Bâtın’dır, bunu bilmelisin!’
Bunlardan birisi de dört yüz on
sekizinci bölümden ‘Hakkı delille aramada en doğru yol’ bahsidir: Allah Teâlâ’yı
nazarî delille bilmenin imkânı olmadığı gibi O’na ancak kendisinin
bildirmesiyle ulaşılabilir. Bu itibarla Allah Teâlâ’yı bilmek taklit
demektir.’ Şöyle demiştir: ‘Keşif aklın deliline göre daha çok hayrete düşürür.
Allah Teâlâ’nın bildirmesi ise öyle değildir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ
nurdur, kendisinden başka her şeyi yakar. Bu nedenle de keşifle (bile) idrak
edilemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Rabbini gördün mü?’ diye
sorulduğunda ‘Nurdur, nasıl göreyim’ diye cevap vermişti. Burhan delili
vasıtasıyla Allah Teâlâ’nın sadece varlığı ve görülmek üzere hangi surette
tecelli ettiği bilinebilir.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ bir gruba görülmeyi
vadetmiş, bir grubun perdeli kalacağını söylemiştir. Perdeli olan, herkese
görülendir. Fakat bilinmez.’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ akılla bilinir,
görülmez; keşifle görülür fakat bilinmez. Görmek ile bilgiyi bir araya getiren
bir hal veya makam var mıdır?’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’nın görülmesi O’nun
konuşması gibidir. Allah Teâlâ herhangi biriyle ‘Ancak
vahiy veya perde ardından veya peygamber göndererek konuşur.’104 Öyleyse perdedir, peygamberdir ve
vahiydir.’
Bunlardan birisi de dört yüz on
dokuzuncu bölümden ‘Hallerde korkuları görmek’ bahsidir: Şöyle demiştir: Mehasinu’l-Mecalis yazarı
şöyle der: ‘Ameller karşılık, haller ikramlar, himmetler vuslat için vardır.
Sıradan insanlar için ikramlar (kerametler) alışkanlıkların ve âdetin aşılması
demek iken seçkinler nezdinde ise âdetler demektir ve bu nedenle sıradan
insanlara korkutucu gelirler.’ Şöyle demiştir: ‘Akıllı âdet ile ve âdet
olmayanla korkar. Adet hakkında ‘Bu
konuda akıl sahipleri için ayet vardır’105 buyurmuştur.’ Şöyle demiştir: ‘Adete
uygun olan veya olmayan bütün işlere Hakkın gözüyle bakan kimseyi gördüğü şey
korkutmayacağı gibi ortaya çıkan şeyler de kendisini korkutmaz. Bununla
beraber her şey onun nezdinde değerlidir, çünkü her şey Allah Teâlâ’nın bir
şiarıdır. ‘Allah Teâlâ’nın şiarını yüceltmek
ise kalplerin takvasından kaynaklanır.’106’ Şöyle
demiştir: ‘Varlıktaki her şey Allah Teâlâ’ya ayettir. Ondan ele hiçbir şey
gelmez.’
Bunlardan birisi de dört yüz yirminci
bölümden ‘İlahi nura benzemeyen bir uyarı’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Hakkın
benzeri yoktur, çünkü ‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.’107 Allah Teâlâ bir iken O’nun benzeri
nasıl olabilir ki?’ Şöyle demiştir: ‘Teşbih özellikleri şeriatta kabul edilmiş
meşru benzerliktir. Sen O’nun benzeri değilsin.’ Şöyle demiştir: ‘Akıl
benzerliği olumsuzlarken şeriat hem olumlar, hem olumsuzlar. İman da şeriatın
bildirdiğine inanmaktır ki o da saadettir. Akıllı, Allah Teâlâ’nın şeriatının
sınırlarını aşmaz.’ Şöyle demiştir: ‘Akıllı aklını soyutlayıp mümin olması
itibarıyla şeriata uyan kişidir.’ Şöyle demiştir: ‘Akıllıların en kâmili imanı
ile aklı müsavi olandır ki o da az bulunur.’ Şöyle demiştir: ‘Akıl tasarruf
etseydi akıl olmazdı; tasarruf akla değil, bilgiye aittir.’ Şöyle demiştir:
Aklın özü, elbab’ın hayalleri var
Nüha da âlemde hüküm sahibi Geceler her nefes akar durur O’na dalmak günler,
geceler, yollar sürer
O’ndan bize bir bilgi ve marifet yok
Sadece eksikliğimiz ve cüretimiz var
Allah Teâlâ’yı bilmek O’nu bilmemen
demek
İçinde bulunduğumuz her durum
vehimden ibaret
Şöyle demiştir: Akıllı kişi aklına
kendini bağlar diyen kişidir. Aklını kullanırsan cahil kalırsın.
Bunlardan
birisi de dört yüz yirmi birinci bölümden cGök, arş ve Âmâdan
ediplerin menzilleri’ bahsidir: Şöyle demiştir: ‘Edepli ve alim kişi Hakkı
O’nun kendini yerleştirdiği mertebeye yerleştirir, buna bir şey eklemez. Fakat
zamanı bilmesi ve tanıması gerekir. Bu itibarla Arş’a istiva zamanı göğe iniş
zamanıyla bir olmadığı gibi Amâ’da bulunmak zamanıyla da bir değildir.’ Şöyle
demiştir: ‘Hüküm Hakka eşlik eder. Özel bir zaman O’nun üzerinde hüküm vermez.
‘Her nerede bulunursanız O sizinle beraberdir.’108 Binaenaleyh Allah Teâlâ, Arş’ı tavaf
edenlerle beraber Arş’ta bulunurken aynı anda inen ve yükselen ruhlarla
beraber göğe iner, yine aynı anda gökte gece ibadetine kalkanlarla konuşur.
Aynı anda yeryüzündedir. Bu özelliklerle nitelenebilecek Allah Teâlâ’dan başka
kimse yoktur. ‘O Rabbinizdir, mülk O’nundur, nasıl
da yüz çevirirsiniz’109 '
Bunlardan birisi de dört yüz yirmi
ikinci bölümden ‘Küçüklerin büyüklere katılması7 bahsidir: Şöyle
demiştir: Ayette Hz. Meryem için ‘Ona
işaret etti’110 denilir.
Zamir el-Habir’e döner. Onlar ise mertebelerin hükümleri altında bulundukları
için ‘Beşikteki bebek nasıl konuşabilir’111
demişlerdi. O söz bir bakıma doğru olsa bile, onların kulaklarına şu ifade
çarpmamıştı. ‘Onu komşu edin, ta ki, Allah Teâlâ’nın
kelamını duysun.’112 Kelamı
duyulan Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem iken Hakk Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem’in suretinde tecelli etmişti. ‘Ben
Allah Teâlâ’nın kuluyum dedi.’113 Bu ifade beşik kendisini
sınırladığı için söylenmişti. Şu ayette Hz. Meryem’in Hakka işaret etme gücünün
vermiş olduğu hükme bakınız! ‘Allah
Teâlâ, Meryemoğlu Mesih’tir.’114 Bu ifade ‘Sen
mi insanlara ‘beni ve annemi ilah edinin’ dedin’115 ayetiyle birdir. ‘Allah
Teâlâ bana kitap verdi.’116 Burada
Hakkı yaratılmışa katmıştır. Bu harf mana için gelmiştir. ‘Beni
peygamber yapmıştır.’117 Haber
veren Hakk’tır. ‘Beni mübarek kıldı.’118 Kastedilen Haktaki İsevî suretin
ilavesidir. ‘Bulunduğum her yerde...5119
Yani beşikte ve başka yerlerde! ‘Bana
namazı emretti.’120 Ben de
namaz kıldım. (Gerçekte) size salât eden Allah Teâlâ’dır. ‘Ve
zekâtı emretti.’121
el-Kuddûs ismi. ‘Hayatta olduğum sürece.’122 Kastedilen ebedi hayattır. ‘Beni
anneme saygılı kıldı.’ ‘Kendini bilen Rabbini bilir.’ Bu
işarederi iyice düşün, perdelerin ardındaki anlama bak!’
Bunlardan birisi de dört yüz yirmi
üçüncü bölümden ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’12' denilen
biri her bakımdan ne ölüdür, ne diri’ bahsidir: Şöyle demiştir: ölümü ve
hayatı yaratan onlarla nitelenmez. O vardı, bu ikisi yoktu. O hayat sahibi
değildir, bunu anlamalısın!’ Şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya ait olan
isimlerdir, şifadan yoktur. Allah Teâlâ şifada değil, isimle bilinendir. Bu
nedenle Kitapta veya Sünnette sıfat tabiri geçmemiştir. ‘En güzel
isimler Allah Teâlâ’ya aittir, onlarla kendisine dua edin.’124 Başka bir ayette ‘İzzet
sahibi Rabbin onların nitelemesinden münezzehtir’125 buyurmuştur. Demek ki Allah Teâlâ
kendisini -isimden değilsıfattan tenzih etmiştir. Hadiste ‘Allah Teâlâ’nın
doksan dokuz ismi vardır’ denilir.’ Şöyle demiştir: ‘Dönüş Allah Teâlâ’yadır,
çünkü O et-Tevvab’dır. Dönme O’nadır, çünkü tövbe ‘O’na dönmek’ demektir. ‘Ey
müminler! Hepiniz birden Allah Teâlâ’ya dönün.’126 Başka bir ayette ‘Bütün
iş O’na döner’127
denilir.’ Şöyle demiştir: ‘O sana dönmeden sen O’na dönemezsin. el-Evvel O’dur.
O’na döndüğünde O sana ikinci defa döner, çünkü el-Ahir’dir. Binaenaleyh Allah
Teâlâ el-Evvel, el-Ahir, ez-Zahir ve el-Bâtın’dır. ‘Tövbe
etsinler diye sonra onlara döner.’128 .
Bunlardan birisi de dört yüz yirmi dördüncü
bölümden ‘Gayret ve teşmîrdcki teşhir (tasfiye)’ bahsidir: Şöyle demiştir:
‘Teşhir, altındaki toprağı ve pası izale etme eylemidir. Bu, Kadim’e izafe
edilmiş hâdis özelliklerin izalesinin ta kendisıyken aynı zamanda hâdisteki
kadim niteliklerin izalesi demektir.’ Şöyle demiştir: ‘O, maden sen ise
altınsın; sen O’ndan ayrışarak altın oldun, O’nda duştun ve O sana yardım
edendir. O’ndan ayrıştıktan sonra benzerin olan kimseleri yaratmıştır. İş böyle
devam eder.’ Şöyle demiştir: ‘Sen bir maden, O da senden ayrışan ve
farklılaşandır. Bu durum ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’129 ayetinde ifade edilir. Senin
benzerlerin vardır.’ Şöyle demiştir: ‘Tabiatın eğitilmesi ve terbiyesi
(teşhir), insan nefsi bakımından riyazet ve bedeni balamdan mücahede diye
isimlendirilir. Riyazetle insanın ahlakı süslenir ve onun boyun eğmesi
kolaylaşırken mücahedeyle de lüzumsuz kısımları azalır, kendisindeki asıl ile
ferler tezahür eder. Binaenaleyh insan mücahede vasıtasıyla kim olduğunu, kimin
için var olduğunu öğrenir. Yol budur! ‘Bizim
yolumuza cehdedenleri yollarımıza ulaştırırız.’130
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar