MEVLANA/ DİVAN-I KEBİR cilt 7…2. Bölüm
Hazırlayan : Abdülbâkiy GÖLPINARLI
— A —
Tu merâ cân-o cihanî çı konem
cân-o cihanrâ
Tu merâ genc-i revânî çi konem
sûd-o ziyanrâ
* Bana can da sensin, cihan da
sen... ne yapayım canı, ne edeyim cihanı? Bana, benimle yürüyüp giden haznesin
sen; ne işim var kârla, ziyanla?
Bir solukta şaraba dostum; bir
solukta kebapla eşim. mademki şu yıkık devrandayım, zamanın dönüşüyle ne işim
var benim?
Bütün halktan ürktüm, kaçtım;
herkesten kurtuldum gitti; ne gizliyim, ne görünmedeyim. ne yapacakmışım varlığı,
ne edecekmişim mekânı?
Sana kavuşmuşum, seninle
buluşmuşum; mahmurum, y aratıklarla işim yok. sana av olmuşum gitmiş; ne
yapayım oku, yayı artık?
Irmağın ta dibindeyim; ne diye
gidip de su
arayayım... söze gücüm mü yeter?
Şu akıp giden ırmağı nasıl öveyim, ne diyeyim ki?
Varlığım yok; yük yıkacak yeri ne yapayım? Kurt, çoban
oldu bana, çobanın yükünü ne diye çekeyim?
A aşk, ne de hoşsun, ne de sarhoşsun; elinde de kadeh. ne
kutlu yerdir oturduğun, anlaştığın yer, ne mutludur seni gören can gözü.
Senin yüzünden her zerre bir dünya oldu; senin yüzünden
her katre can kesildi. senin izini bulan, ne y apacakmış adı sanı?
O üstünler üstünü inciyi bulmak için gerçekler denizinde
başla y ürüy üp gitmek gerek. koşan ayağı neyleyeyim?
Birlik silahıyla yolumuzu sen kestin; bütün varımı yoğumu
tümden sen aldın. baç alıc ıy a ne vereyim şimdi?
Parıl parıl parlayan Ay’ın yalımlarıyla, büklüm büklüm
saçların kıvrıntılarıyla gönlüm hafifledi, yürüdü gitti; sun o ağır sağrağı a
benim canım.
Belâya, zahmete bakma; aşka sevgiye bak... cevri, cefayı
görme; yüzlerce görüp gözeteni gör.
Gama lûtuf adını tak; gamdan, dertten neşelen; kurtuluşu,
eminliği şu korkudan iste...
Kurtuluş dile, eminlik iste; bir bucağa çekilip oturanları
seç. Ağzın yolunu gözle, gizlice söylenenleri duy, işit, ağız yolunu açmaya
kalkışma.
II
Sabaka’l-ceddu ileynâ
nezele’l-hıbbu aleynâ
Sekene’l-ışkı ledeynâ fesekennâ ve seveynâ
Baht yardım etti de sevgili geldi, kondu y urdumuza. aşk
da bizimle beraber y erleşti oraya; y erleştik, yurt edindik artık orasını.
Aklımız başımızdayken geçen zaman, pişmanlık zamanıdır;
sarhoşluksa ululuktur, yüceliktir. aşkın tehlikesi esenliktir; aşka
düştük, sınandık, yok olduk gitti.
Aşk suvardı, derken tutsak etti
bizi... aşk otladı, yedi, bitirdi bizi. Gayb âleminden geldi de çağırdı bizi;
biz de koştuk, geldik ona.
Onu bir eş dost, bir yol iz
bulduk; şarabımız aşk oldu, aşk bizi suvardı, biz de su olduk ona; içti bizi
aşk.
Zevkin, neşenin sözünü tuttu,
gizli âlemden biteviye lûtuflara erdik. sözünden dönmedi, vefada bulundu, biz
de ona vefalarda bulunduk.
Sabah yıldızı bir kadeh doldurdu;
o kadeh uykumuzu dağıttı. temel atılacak yer, dümdüz şükür yeridir; biz de
yapımızı oraya kurduk.
Utangaç kadınlar, güzelim yerler
gördük. o güzeller sanki karanlıklarda y anan, parıl parıl p arlay an
ışıklardı; aklımız başımızdan gitti, aşka tutulduk artık.
O güzel kadınlara baktık da
şükrettik, sarho ş olduk; sarhoşlukla ağ lamay a koyulduk; gözyaşı katreleri
yeter bir süs oldu bize.
Zengin olduk da geri döndük; yurt
edinilecek yere konduk; kötülükte bulunanları yarlıgadık;
tanık olduk, and içtik.[1]
III
Meforoşîd kemân-o zereh-o tıyg zenanrâ
Ki sezâ nîst silehhâ be coz ez tıyg zenanrâ
Yayı, zırhı, kılıcı kadınlara satmayın... silah, kılıç
vuranlardan başkasına yaraşmaz.
Görünüşe kul olan, Tanrı’nın aşk kemerini ne yapacak?
Yoksul kadın, kalkanı, ağır gürzü ne edecek?
Bel yoksa kemer nereye kuşanılacak. taş taşımaktan, kaya
çekmekten beli kırılmış gitmiş onun.
Altın, gümüş, inci, mücevher, aldatıcı taş değil de ne?
Taş taşımaktan canını eşeğe döndürmüş o.
İki üç ahmakla oturup durma da böyle bir yoldan kalma...
can huylarını da Tanrı erlerinden ara, dünya huylarını da.
Tecelliden sarhoş olan göze bak. gerçeklik incisini de o
gözde görürsün, apaçık görüş ışığını da o gözde bulursun.
Sen o gölgeye baş koy ki ağacı yeşertir. bütün
eminliklerin, bütün kurtuluşların akıp geçtiği yer orasıdır.
A kardeş, yıldız gibi karanlık geceyi del de geç. çünkü
gizli sevgilinin yurdunu gece aramak gerek.
Görüş bağışlayana bak, kadehini onun şarabıyla doldur. sen
o devre bak; ne yapacaksın zamanın devrini?
Bakış okunu at gitsin; eseri yaratanına ver gitsin. yaya
benzeyen bedeni bakış okuna uymuş bil.
Düşman, eline düşerse lûtuf, kerem senin ellerini bağlar.
Tam inanç sana av oldu mu, artık o zan ağını parala gitsin.
Tanrı’ya doğru koştun mu, güneş gibi parlarsın... öylesine
bir kâr buldun mu ne yapacaksın kârı, ne edeceksin ziyanı?
Hele a erik gibi ekşi kişi, “Gelin” sesini duy. ölümsüz
Ay, çağrı için ağzını açtı.
Şu başlangıca dudağımı yumdum, geri kalanını ondan ara.
çünkü Fâtiha okuyanın ağzını incilerle doldurur o.
IV
Enne lâ uksımu illâ bi ricâlin sadakunâ
Enne lâ a’şıku illâ bi melâhın aşakunâ
Ben ancak beni gerçekleyen erlerin başlarına and içerim;
ben ancak bize âşık olan alımlı güzele âşık olurum.
Onlar bizi severler, sonra biz onları severiz; onlar bize
gelirler, sonra biz onlara geliriz. onlar bize üstündür; fakat neden üstün
olurlar, neyle geçerler bizi?
Gözlerimizi açtık, sadakalar devşirdik; mallar
çaldık ama bir de baktık ki onlar bizi çalmış gitmiş.
Gönüllerimizle üst olduk onlara; ayıplarıyla bildik,
anladık onları. Tanrı suvarsın göz ucuyla bize bakan güzelleri.
Üstünlüğe eriştik; erişmeseydik yıkılırdık, yok olur
giderdik... konakladık, oturduk; kaçtık, gittik; derken bir de gördük ki
ulaşıvermişler bize.
Tanrı gazabından çekinmeseydim, bir göz ucuyla bize
baksalar yeni b aştan yaratırlar mı yaratırlar bizi derdim.
Gönülleri yurt edinen güneşlere
ulaşmay a çalış. onlar kâselerle suvardı, rızıklandırdı, doyurdu bizi.[2]
V
Çü forostâd inâyet be zemin meş’elehârâ
Ki beder perde-i tenrâ vo bebin
meş’elehârâ
Tanrı yardımı beden perdesini
yırttı da meşaleleri gör diye yeryüzüne meşaleler gönderdi.
Ne diye ışığı inkâr edersin, ışık
yoktur dersin? Yoksa anadan doğma kör müsün sen? Işıktan, ta temelden uzaksan
kalk git şu meşalelerin y anından.
A akıl, ne vakte dek aklın başında
kalacak? Ne vakte dek bir bekâr evine benzeyen Ay yurdunu bu çeşit meşaleleri
örtüp duracaksın?
Dünyanın savaşına bak, can
ordusunu seyret... erlikle şu meşalecikleri nasıl da tutuşturdular, y aktılar.
Uykudan uyanırsan, bu kapıdan
girersen gerçekten de meşaleleri görür, bilirsin sen.
Din ve gönül salâhını o gözle bir görürsen and olsun
Tanrı’ya, hem Rûhü’l-Emin kesilirsin, hem meşalelere emin olursun.
VI
Hadee’l-hâdiy sabâhan bi hevâküm fe eteynâ
Saddanâ anküm zıbâun hasedûnâ fe ebeynâ
Bir sabah deve süren mavallar okudu, aşkınızla sürdü bizi
de katınıza geldik... yanınızda ceylan kastetti bize; fakat aldırış etmedik
biz.
Eşiğinizde utangaç güzellerle buluştuk. o güzel kızlarla
aşk oyununa giriştik; onlar cilvelerle tutsak ettiler bizi, biz de tutsak ettik
onları.
Kınayan, aşkınıza düştüğümüzü gördü de bir gün öğüt
verecek oldu; aşkınızdan geçirmek, havanıza düşüp perişan olacağımızı anlatıp
korkutmak istedi bizi; duyduk sözlerini ve isyan ettik.
Siz anlamlar gözlerinde do lunay larsınız; öyle gördük
sizi. öyle gördük de ışığınızda y ıldızlar gibi gizlendik, görünmez olduk;
fakat sizinle de y olumuzu bulduk.
Dolunay güzelimiz bir hatip gibi
bayram günü imam oldu bize... o dolunayin çevresinde arındık, seçildik, namazda
ona uyduk biz.
Bir Yusuf’un güzelliği karşısında
kendimizden geçtik; sonra aklımız başımıza geldi de bir de b aktık ki kan gibi
şarapla dolu kadehler ellerimizde.
Burunsuz kokladık, akılsız
anladık; ağızsız, dudaksız güldük, gözsüz ağladık.
Onunla buluştuğumuz zamanı Tanrı ışıklatsın; sevgiliye
kavuştuğumuz yeri Tanrı suvarsın.
Tam kıvamında olan, gereği gibi
sarhoş eden şarabı içtik. otururken, kalkarken hem göründük, hem gizlendik.
Ululuk dallarını silktik; kendinden geçiş hurmalarını
düşürdük, y erlere saçtık. sarho ştuk da bu işe koyulduk, onları devşirdik.[3]
Be Hodâ ket negozârem ki revî râh selâmet
Ki ser-o pâ vo selâmet nebaved rûz-ı kıyâmet
And olsun Tanrı’ya ki, şimdicek
sağ esen gitmeye bırakmam seni... çünkü kıyamette ne elin kalır, ne ay ağın, ne
sağlığın kalır, ne esenliğin.
Aşk ordusu geldi çattı, küfür
ülkesini aldı gitti. hele ey Kalender dost, kınanma davulunu çaladur.
Gönlünü de yok et, canını da;
bedenini kaftan gibi yırt gitsin. Ne izden söz aç, ne haberden; ne eserden
bahset, ne alâmetten.
Kendimden geçtim de düşünce yolunu
bağladım. hele ey sâkî, sarhoşum; tümden kendimden geçir, varlıktan kurtar
beni.
Hele bir sıçra, hele bir sıçra da
varlığının
başına bas ayağını... Hele bir uç,
hele bir uç da benim gibi şükürden de kurtul, nankörlükten de.
A aşk, Mûsa gibi ululanma Firavun’unun kes başını. hele ey
Firavun, önüme gel; kapını da tuttum, damını da.
Gizlilik âleminden eriştim, geldim; aşk ordusunu çektim.
yürü git ey başı dik zalim, beylikten de düştün, köy ağalığından da.
Hele kendine gel; senin bostanın, bağın bahçen ölümsüzlük
ilidir; şu dünyaysa eşek başıdır ancak. bu aşktaki keramet, kerem sahibinin
yüzünü seyretmektir ancak.
Salt acıyış, belâlar verip de canını yakıp y ıkmaz. ana,
kin güdüp de hacamat etmez bizi.
Canım da doymaz sana, gönlüm de. canım da usanmaz senden,
gönlüm de. hiç kimseye gözden, gönülden usanç gelmez, kötülük değmez.
Salt aşktan başka neye yüz tuttumsa, tadından da
pişmanlıktan başka bir şey elde etmedim, güzelliğinden de.
Bu havuza ulaştın ya, bir şey yitirmedin... bu havuzun içinde
abıhayat var, kıyısı da tam oturulup eğleşecek yer.
Bu havuza düştün mü, tümden kendini ona ver. çeviklik,
erlik taslay ıp da elceğizlerini, ay acıklarını çırpıp durma, çırpınıp yatma.
Ver kendini ona da sus; topluluğun imamı değilsin sen.
burda aşktan başka hiçbir kimse imam olamaz.
VIII
Hele ey on ki behordî seherî bâde ki nûşet
Hele pîş â ki begûyem suhen-i râz be gûşet
Hele güzelim, seher çağı şarap içtin ya, afiyetler olsun.
hele bir beri gel de kulağına gizli bir söz söyleyeyim senin.
Can şarabı eşsiz bir şaraptır; yürü, ondan bir tat. bir
yudumcukla bütün düzenbazlığın, bütün aklın fikrin uçar gider.
Şu akıldan fikirden kurtuldun da
konaklar aştın, sarhoşluğa ulaştın mı, şarap satanın lûtfu, keremi, sana
yüzlerce başka akıl, başka fikir verir.
Sırlara daldın mı da can sâkîlik
eder sana... coşup köpürüşünden, hey-heylerinden gökyüzüne bir gürültüdür,
düşer.
O kızıl, o sarı şaraptan başka bir
şarap iç. içtiğin şarap seni anlamlar ıssı eder de daldığın resimlerden,
şekillerden kurtarır seni.
O tat tuz madeni, sabah çağında
sana öylesine bir kadeh sunar ki, o bir kadeh şarap dün gece içtiğin yüzlerce
kadeh şaraptan daha iyidir.
Sen hay-huy etsen de, etmesen de
bütün ölüler, bütün cansızlar, senin coşup köpürüşünle coşar, köpürür.
O halkaya girdin mi, madenin de
üstüne çıkarsın, definenin de. kazanç yerini elde etmeye çalışan gönlünden
kazanç hevesi düşer gider.
Düşmanların kötülüğü yüzünden
yüzlerce
kuyuya düşmüştün ya... zulümleri,
kötülükleri örtenin keremi, sonunda hepsinden de kurtarır seni.
Tümden buluşmayı, kavuşmayı kur; sus, avlanmadan vazgeç.
şu vahşi hayvanları avlanman susmanla kolaylaşır.
Ağzını yumdun mu, susmayı seçtin, beğendin mi de eşin
dostun dileği, isteği, seni öyle bırakmaz, gene söze çeker.
— D —
IX
Bedered morde kefenrâ be ser-i gûr berâyed
Eger on morde-i mârâ zi bot-i men heber âyed
O ölümüze, güzelimizden haber gelirse kefenini yırtar da
mezarından çıkagelir.
Ondan bir şey elde etti mi, ölü
neler yapar, diri neler eder? Sözü mü bunun... dağ bile onu görse yerinden
sıçrar da ileri gelir.
Senden geldikten, senin yüzünden
olduktan sonra kınanmandan kaçmam, kaçınmam. senden gelen acılık, cana şekerden
de tatlı gelir.
Sana ne gelirse ye iç, bir y anda
dursun deme. bir akarsudasın sen; yedin içtin mi yerine bir başkası gelir.
Güzelim sanatına bak, gönüllere
gelen vahyini seyret. tümden görüş ışığı kesil; ne gelirse bakış-görüş
zevkinden gelir.
Bir ömürdür ümide düştüm; ömrüm geçti gitti de sevgili
gelmedi... ama zamanı gelir de gelir, yahut da zamansız, ansızın geliverir; her
şey seher çağlarında gelmez mi ki?
Bekle, gözleyedur; zamanlı zamansız, bir de bakarsın,
ansızın kadri yüce bir sürme gibi padişahımız gözümüze geliverir.
Şu göze de geldi mi göz bir deniz kesilir. denize de
bakınca bütün suyu inci olur gider.
Fakat aslını bilmeyen ölü inci değil. her tane si söz söy
ler, hepsi de arar, aktarır, tümü de canlı inci.
Ne madensin, ne cansın; ne bilirsin sen. insandan gelen
hüneri Tanrı bilir, Tanrı görür.
Hele sen dilsiz-dudaksız söz söylemeyi huy edin; huy edin,
çünkü düny adan geçip gittin mi ne dudak kalır, ne diş.
X
Dil-i
men rây-ı tu dâred ser sevdâ-yı tu
dâred
Roh-ı fersûde-i zerdem gam-ı sefrâ-yı tu dâred
Gönlüm buyruğuna uymuş, sevdana kapılmış gitmiş...
sararmış solmuş pörsük yüzümde senin safran var.
Başım yüzüne dalmış, sarhoş olmuş; gönlüm hayaline tuzak
kurmuş. gözümden dökülen inci taneleri denize benzeyen avcundan saçılmada.
Senden elde ettiğim her armağanı hayaline tapşırdım. çünkü
şeker gibi tatlı hay alinde yüzünün parlaklığı var.
Yanlış söyledim; hayalin başka hayallere benzemez ama
bütün güzelliği, bütün tadı tuzu senin ihsanından elde eder ya.
Sadberk gülü kapında utancından döküldü gitti. çünkü senin
güzelim yüzün kendisinde de var sanmıştı.
Selvi sana karşı suç işlemiş gibi başını önüne eğmiş.
çünkü o da yanılmış, senin boyun
kendisinde de var sanmış.
Yüce kişilerin canları da,
ciğerleri de Zühre’nin yüzü gibi parıl parıl parlıyor... hepsi de Ay gibi
eriyip gitmede; seni istiyorlar çünkü.
Gönlüm sevda ateşinin üstünde
helva tavası, değil mi ki içinde senin helvan var; yalımlarla yansa yakılsa ne
çıkar?
Madem dost elde her yer oturup
eğleşilecek yer. ne mutlu o hiçbir şeyden haberi olmayana ki senin yerinden
haberi vardır.
Bana kapıyı açmazsan damdan
girerim içeriye. seni görüp seyreden can, ne de güzel bir candır.
Yüzlerce dama çıkarım; yüzlerce
tuzağı deler geçerim. ne yapayım? Can ceylanım senin ovanı istiyor.
Sus ey deli âşık, şiir söyleme,
kanlar yut. zâti dünyanın her zerresinde senin kavganın derdi, gamı var.
Yürü ey gönül, üstünlükler bağışlayan Tanrı
Şems’ine, Tebriz’e git... hayali gibi o da sana gelir;
zâti seni istiyor o.
XI
Dil-i men kâr-ı tu dared gol-o golnâr-ı tu dâred
Çi nekû beht derehtî ki ber-o bâr-ı tu dâred
Gönlüm senin işine gücüne koyulmuş; gönlümde senin gülün
var, senin nar çiçeğin var. ne güzel bahtı vardır o ağacın ki onda senin meyven
var.
O anlamlar göğündeki sana mensup Ay’a ulaşan, onun
ışıklarını elde eden kişi, ne yapacak dönüp duran gökyüzünü, ne edecek şu zanlarla
dolu dünyayı?
Tanrı’ya and olsun, kınanmış şeytan bile seni severse,
seni ikrar ederse kıyamet günü kurtulur gider.
Tanrı’ya and olsun ki yüzlerce ışıkla y oğrulup yaratılan
huriyle melek bile seni inkâr ederse
canını kurtaramaz, kurtaramaz canını.
Kimsin sen? Bir avuç topraktan
yapmış, düzmüşsün beni de sonra seni öyle bir yarattım ki diyorsun, sendeki sır
kimseciklerde yok.
Senin darağacına çekilen Mansûr-i
Hallâc’ın gönlü büyük büyük belâlardan gam yemez, gam yemez.
Melek davul çalmaya başladı mı ey
akıl, kavuğunu giymeye kalkışma... sen sanma ki o Ay sarık derdine düşecek.
Varma, yorulma a tacir; hiçbir
dükkân açma. sanma ki rızık hep senin pazarından gelir.
Sen doğduğun günden beri nimete,
ihsana amaçsın; rızkın anahtarı senin düzenbaz elinde değil.
Her kök, her bitki Tanrı rızkını
yer. fakat bütün işkil, bütün zan senin hasta gönlünde.
Can üzen, ömür kesen rızık ümidini bir de cennete doğru
sürü çek; oranın her yaprağında, her bitkisinde sana hazırlanmış şeker amb
arları
var.
Herkesin kabağa benzeyen başında
senin şarabın yok... şurayı burayı kaşıyan her elde senin dikensiz gülün yok.
Kabak tertemiz yıkandı mı içinden
şarap coşar. çünkü tertemiz kişilerin gönüllerinde senin izlerinden, senin
eserlerinden şaraplar vardır.
Sus a canların bülbülü; diller
tozdur, dumandır. sözlerin canında, gönlündey se senin sevgilinin bakışı var.
Gerçekler Şems’ini doğular Tebriz’inden göster; çünkü Ay
da, Güneş de, Utarid de, senin gamına düşmüş, seni görme derdinde.
XII
Honok on kes ki çü pâ şod hemegî lotf- o rezâ şod
Zi cefâ rest-o zi gosse heme şâdiyy-o vefâ şod
Ne mutlu o kişiye ki ayağa döndü; tümden lûtuf oldu,
razılık kesildi... cefadan, gamdan, gussadan kurtuldu, tümden neşe oldu, vefa
kesildi.
Ne mutlu neşeden çeng kesilene; şarapla aklı fikri
dağılana. delilik aşkına rehin olana, arılık denizinde inciye dönene.
Bakışı Ay oldu, Güneş kesildi; toprak onun bakışıyla
altına döndü. aşka mal oldu; keremde incilerle dolu bir deniz haline geldi,
yürüyüşte seher yeli kesildi gitti.
Aşk padişahı onu çekti, bağrına bastı; bütün halktan
kesildi o. aşk bakışı seçti onu da, bütün dileklerine eriverdi.
Yürüyüp gidişte gökteki Ay oldu tıpkı; geceleyin Ay’ın on
dördüne döndü. Tanrısal bakışlarla bir lâhzada nerelere gitti, nerelere ulaştı.
Yere benzerdi, gök oldu; tümden tat tuz kesildi,
alımlaştı. insandı, melek oldu; sinekti, Zümrüdüanka kesildi.
XIII
Çü sehergâh zi golşcn bot-i eyyâr berâmed
Çi besî ne’re-i meston ki zi golzâr berâmed
Seher çağında gül bahçesinden düzenbaz
bir güzel beliriverdi... nice sarhoşun narası gül bahçesinden göklere ağdı.
Ay gibi ışıtan yüzünden, güzel mi
güzel vuslatından herkesin bahtı yüceldi, işi düzene girdi.
İki yüz razılık bahçesinin, iki
yüz ab ıhay at kaynağının yüzünden, dikenin gönlünden iki bin güleç gül bitti
de açılıp saçıldı.
Bütün gece gönülde konaklayan
hırsıza benzer gam, buluşma, kavuşma şahnesinin eline düştü; darağacına çekildi
gitti.
Zulümlere uğramıştık, bütün
ümidimiz kesilmişti; bunun ardından parıl parıl p arlay an devlet gibi uyanık
bir gönül beliriverdi.
Beden de, can da kocalmış gitmişti; ona kavuştu da ne de
genceldi... her şey kesada varmıştı; ne de alıcı geldi, ne de değerlendi.
Gönül, din salâhını hepiniz gördünüz ya. ne de şaşılacak
bir güneş deyin; sırlar tan yerinden belirdi de doğuverdi.
XIV
Meşov ey dil tu deger gon ki dil-i yâr bedâned
Mekon esrâr-ı nehânî ki vey esrâr bedâned
Başka bir hale dönme ey gönül; sevgilinin gönlü bilir
döneceğin hali. sırları gizlemeye uğraşma; sırları da bilir o.
Sende ne varsa, ne yoksa hepsini de çerçöp gibi tutar, o
suya atıverir. meyhaneci şarabın bütün cilvesini, neler edip neler yapacağını
bilir.
Avcunda diken yoktur onun, elinde güller biter. dikenin
gönlünden bitecek bütün gülleri bilir o.
Sen her gün çalışır, çabalar, yavaş yavaş bir şeyceğiz
bilirsin hani... yürü, ona kul köle ol, o birdenbire, hemencecik bilir.
Hüküm verileceği zaman ikrar edişte, tanık oluşta tutsağa
benziyorsun; sûfînin bedeniyse tanıklıkta ikrarın gönlündekini bile bilir.
XV
Honok on kes ki çü mâ şod heme teslîm-o rezâ şod
Gerev-i ışk-o conon şod goher-i behr-i sefâ şod
Ne mutlu o kişiye ki bize döndü, tümden teslim oldu,
razılık kesildi. aşka mal oldu, deliliğe rehin verildi; arılık duruluk
denizinin incisi oldu gitti.
Bakışı tümden güneşe döndü; toprak bakışıyla altın
kesildi. keremde incilerle dolu bir denize döndü; yürüyüşte seher yeline
benzedi.
Aşk padişahı onu çekti, bağrına bastı; bütün halktan
kesildi o. aşk bakışı seçti onu da,
bütün dileklerine eriverdi.
Yürüyüp gidişte gökteki Ay oldu tıpkı; geceleyin Ay’ın on
dördüne döndü. Tanrısal bakışlarla bir lâhzada nerelere gitti, nelere ulaştı.
Gönlün kalıp ahırından dışarda ne diye dönüp dolaşıyor...
böyle değilse her gece ne diye yaylada yayılıp durur ki?
Ne mutlu çağdır o çağ ki Tanrı suçunu ibadet haline
getirir. ne mutlu çağdır o çağ ki bütün cinayetler Tanrı inayetleri olur gider.
Zor, uzak yolculuk bitti gitti;
onun kapısına ulaştık artık. içten gelen ışığının gücü, gökyüzünden gelen bir
gök kesildi.[4]
XVI
Hele novmîd nebâşî ki tura yâr berâned
Geret imrûz berâned ne ki ferdât nehâned
Hele hele dost seni sürer, kovarsa ümitsizlenme. bugün
kovsa bile y arın
çağırmaz mı sanırsın seni?
Yüzüne kapıyı kapasa bile gitme,
dayan orda, ayağını dire; sabredersen seni tutar da başköşeye geçirir o.
Sana bütün yolları, bütün
geçitleri bağlasa bile kimsenin bilmediği gizli bir yol açar sana.
Kasap koyunun başını keser ama
kestiği koyunu bırakmaz; kestikten sonra tutar, sürüy e sürüy e çeker, götürür
onu.
Koyunun nefesi kalmadı mı kendi
soluğuyla şişirir onu; artık Tanrı’nın soluklarına bir bak da gör; seni nerelere
çeker, götürür.
Bu sözü de örnek olarak söyledim;
yoksa onun keremi hiç kimseyi öldürmez; üstelik ölümden, öldürmeden kurtarır
adamı.
Bir karıncaya tümden Süleyman
mülkünü verir; iki dünyayı bağışlar; hiçbir gönlü kırmaz, incitmez.
Gönlüm dünyanın çevresini döndü
dolaştı da eşini, benzerini bulamadı... kime benziyor
sevgili, kime benziyor, kime
benziyor, kime?
Hele sus; sessiz, sözsüz, bu şaraptan herkese tattırır o,
tattırır da tattırır, tattırır da tattırır.
— R —
Hele zeyrek hele zeyrek hele zeyrek hele zoter
Hele k’ez conbeş-t sâkıy bedeved bâde be ser ber
Hele biraz daha çevik, hele biraz
daha çevik; hele biraz daha çabuk, hele biraz daha çabuk... Sâkînin hareketleri
yüzünden şarap başta koşup durmada.
Can yaya koşmada; definenin üstü
açılmış; Zühre’ye benzeyen yüz parıl parıl parlamada. hayır, yanlış; Ay gibi
bir yüz.
Aman oturma, dinlenme, durma;
bırak şu sabrı, kararı. işe giriş, çab alamay a koyul; çünkü y alımlı ateş
üstündeki tencereyim sanki.
Bana cilveler yapsaydın, her yolu
kapamazdın da gecem gündüze dönerdi; seher de bayrağını çekerdi.
Hele bir sıçra, bir sıçra da yola
düş; güneş
yolculuğu daha iyi... evden
ayağını dışarıya bas; herkesi de yola sal.
Gizli bir yola düş; bedenden cana
yürü. Fırat’tan suyu yürüt; abıhayatın üstüne dök; kat iki suyu birbirine.
Bülbülün çilemesini duydun, gül
bahçesine doğru koştun ya. o bahçeye varınca da koş şehre doğru.
Ağaca çık da üveyik gibi kû, kû -
nerde, nerde demeye koyul. çünkü böyle tembelce dileyen, bu huyla dost aray an,
hiçbir haber elde edemez.
Hele dîşeb yelekerdem şeb-i dûşet yelekerdem
Degel-o işve ki dâdî be dil-i pâk behordem
Dün gece kaptım koyuverdim seni...
dilediğini söyledin durdun; ne kadar düzen düzdüysen, temiz bir yürekle hepsine
inandım; ne kadar işve sattıysan hepsini yedim, hepsine aldandım.
Gene onu verme, gene aldatma bu
gece beni? Cilvelerini yemem, işvelerine aldanmam bu gece. sen ahdinden
döndüysen dön; ben ahdimden dönmedim.
Tümden ışıksın; gönüle, göze
girersin. soğuk soluğumu işittin mi lütfedersin, kerem edersin de ateş gibi
sorarsın beni.
Bir soluk şekerkamışı kesilirim,
bir soluk senin karşında mat olur giderim. ne yapayım, ne çarem var; senin
elinde bir tavla zarıyım ancak.
Sarhoş bir halde yaya olarak
gittin mi, ayaklarının altına döşenir, toprak olurum... atlı olarak yola düştün
mü ardında toz kesilirim.
A benim canım, bütün yıl yarına
atma; beni aldatma. bön saymadasın, sâf görmedesin beni.
Bön de olsam, sâf da olsam lâyık
görür müsün; derdimi duyup anlasa taşın bile gönlü coşar, kan ağlar bana.
And olsun Tanrı’ya ki bırakmam
seni; bundan öte yolu yok; o kızıl yüzünü solmuş, sararmış yüzüme bir daya.
Lütfeder de bundan daha da ileri
gider, bir öpücük verirsen neşeden iki dünyayı da dürer giderim.
Feilâtün feilâtün feilâtün feilâtün; a benim canım, yoksa
sen, gittim, öldüm mü sandın beni?
XIX
Çû yekî sâgar-ı merdî zi hom-ı yâr berârem
Do cehanrâ-vo nehanrâ heme ez kâr berârem
Sevgilinin küpünden bir erlik sağrağı doldurdum mu, iki
dünyayı da gizli âlemi de tümden işten güçten alıkorum.
Dağın ardından çıkarım; aşk bayrağını yüceltirim... granit
kayaların, mermer taşların gönüllerinden ikrar soluğunu çıkartırım.
Sen kuyunun dibinden birini ancak yüz yılda
çıkarabilirsin. fakat ben öyle bir deli divaneyim ki onu tutar, birdenbire
çeker çıkarıveririm.
O yüce dağın beline aşk kemerini bir bağladım mı,
münafıkın belindeki zünnârın ucunu tutar, sokuveririm.
Bana karşı ben de yoktur, biz de. başsız- ayaksız yokluğum
ben. Sevgiliden baş çıkarıp görüney im diye başımdan da vazgeçtim, gönlümden
de.
Sana duvar görünürüm de kendime kapı açarım... arada ne el
var, ne kol; öyleyken gene de kapıdan girerim, duvardan aşarım ben.
Sen işe işler katar, başını, sarığını gösterirsen ben de
tutar, her kılının dibinden baş çıkarır, sarık belirtirim.
Vakit geçti diye neden aksamadasın; karanlık geceden niye
korkuyorsun? Batı tarafından ışıklar saçan Ay’ı doğduruveririm ben.
Sen Tatar’dan korkuyorsun, çünkü Tanrı’yı tanımıyorsun.
oysaki ben Tatarlardan iki yüz iman bayrağı yücelteceğim.
Hele bir soluk susayım da aşk şarabını içeyim; savaş
zırhını giyineyim de safları yarayım, orduyu kırıp geçireyim.
XX
Men eger dest-zenânem ne men ez dest-i zenânem
Ne ezînem ne ezânem men ez’on şehr-i kelânem
Elimi çırpıyorsam kadınlar
yüzünden değil... Ne bundanım ben, ne ondan; o koca şehirdenim ben.
Ne oyunun, ne kumarın peşindeyim;
ne içkinin, şarabın peşinde. ne yoğrulmuşum, ne mahmurluğa düşmüşüm; ne
böyleyim ben, ne öyle.
Sarhoşsam, yerlere yıkılmışsam
senin gibi şaraptan sarhoş olmamışım. Ne topraktanım, ne sudan; ne de şu
zamanın ehlindenim ben.
Âdemoğlunun aklı fikri, şu
soluktan ne haber alabilir ki. yüzlerce perde ardındayım; bütün dünyadan
gizlenmiş gitmişim ben.
Bu sözü benden duyma, işitme; bu
aydın hatırdan böyle bir söz kabul etme. çünkü ben bendekini şu görünen
şekilden de alıp kabullenmem, görünmeyen iç âlemden de.
Yüzün güzel ama canının kafesi
tahtadan. kaç git benden; y anarsın; çünkü dilim, sözüm bir alevdir benim.
Ne kokudanım, ne renkten. ne
addanım, ne
sandan... yayımın okundan sakın,
yayım Tanrı yayıdır çünkü.
Ne ham şarap içerim, ne kimseden borç alırım. hele a benim
genç talihim, ne soluğa kapılırım ben, ne tuzağa tutulurum.
Cennetlerin gül bahçelerine dönmüşüm, dünyanın neşe, zevk,
çalgı çağanak yurdu kesilmişim; bütün erlerin canlarına and olsun ki canım
yürüyüp gitmededir; candır, can.
Bir şeker yurdu kesilen hayalin, bana gülbeşeker getirir;
ben de gerçekler gül bahçesine sadberk gülleri dikerim.
Gül bahçesine girdim mi, buluşma güllerini saçan gül
fidanını dikekorum; zâti her yanımı dağlamışsın, her y anımda gül gibi dağlar
var.
A aşk, ne de şaşılacak bir eşsin, çiftsin; ne de şaşılacak
teksin, eşin, örneğin yok; ne de ulusun sen. ağzımı tuttun da söyleyeceğim
şeyler içimde kaldı.
Fakat can, Tebriz’e, Tanrı’mın Şemseddin’ine varırsa
sözlerimdeki bütün sırları sona erdiririm.
XXI
Menem on âşık-ı ışket ki coz in kâr nedârem
Ki ber’on kes ki ne âşık be coz inkâr nedârem
Senin aşkına tutulmuş bir âşıkım;
başka bir işim gücüm yok... âşık olmayan kişiyi de ancak inkâr ederim ben.
Gönlünden başka bir şey aramam,
senden başka kimseciklere koşup yorulmam. her bahçenin gülünü koklamam, her
dikenin başını kaşımam ben.
Sana inandım da gönlüm Müslüman
oldu. gönül sana dedi ki: A benim canım, senin gibi bir sevgilim daha yok
benim.
Gözüm de sensin, dilim de sen. İki
görmem artık, iki çağırmam. bir can var, o da sensin; başka birine ikrarım yok
benim.
Senin balını içerim; artık ne diye
sirke satacakmışım? Senden gelirim var; artık ne diye
rızık için çalışıp çabalayım?
Gam yemem, gam yemem, riyazattan
dem urmam... Çok altınım yok ama altın gibi sapsarı yüzüme bak, yüzümü seyret.
Gönül Husrev’i, Şirin’in gamından
başka bir gam yemez. hangi gönülle gam yiyeyim? Gam yiyen bir gönlüm yok ki.
Her korkana, her esenliğe erene
yayar, anlatırdım ama içimdeki sözleri söylemeye gönlüm varmıyor.
Delilik dağıyla dağlanmamışsın;
haber ver bakalım, nasılsın? Çünkü artık bende nelikten- nitelikten bir iz bile
kalmadı.
Tebriz’den din ve Hak Şems’im doğdu da geceleri
kumandanlık eden şu Ay’la bir alışverişim kalmadı artık.
XXII
Be Hodâ ez gam-ı ışket negerîzem negerîzem
Ve ger ez men telebî con nesetîzem nesetîzem
And olsun Tanrı’ya ki senin
aşkından kaçmam da kaçmam... Benden can bile istesen veririm, inat etmem de
etmem; esirgemem canımı senden.
Elimde bir kadeh var ama, and
olsun Tanrı’ya, sen olmadıkça içim almaz, kıy amete dek içmem de içmem.
Ay’a benzer yüzün seherimdir,
kapkara saçların gecem. and olsun Tanrı’ya saçların olmadıkça ne y atar,
uyurum, ne uy anır, kalkarım.
Senin ululuğunla uluyum, senin
işvenle kılavuz kesilmişim. Halil’in soyundanım ben; onun için de şu y akıp y
and ıran ateşin içindeyim.
O testiden sun suyu; iki günlük aşk değil bu. gamın namaz
gibi, oruç gibi farzdır bana.
And olsun Tanrı’ya, bahtı olmayan,
senin suyunla sulanmayan ağaca deniz bile su verse kupkuru odun kesilir gider.
A gönül, yücelere uç, uç Tanrı gücüyle... o yüce başköşede
bile senin gibi bir sığınak yoktur bana.
Belâlar gelip çattığı zaman herkes Tanrı’yı över. fakat
sen gökyüzü gibi gece gündüz hazır ol, övmeye koyul.
Tebriz’in övüncünün huyunu husunu tam olarak
söylemeyeceğim. Ne yapayım? Şu miski herkese boyuna damlatay ım diyorum ama
kıskançlık koymuy or.
XXIII
Mekon ey dost gerîbem ser-i sevdâ-yı tu dârem
Men-o bâlâ-yı menâre ki temennâ-yı tu dârem
A dostum, beni garip koyma, senin sevdana düşmüşüm.
minarenin yücesine çıkmışım; seni arıyorum, seni istiyorum.
Senin yüzünden sarhoşum, mahmurum, kendimden haberim yok.
sana düşmüşüm,
sana alınmışım, başımı bile kaşımaya vaktim yok.
Gönlüm neden aydınlandı, neden devlete erdi; söyleyeyim
sana: Şu gönül aynasında senin güzelim yüzün var da ondan.
Kınama beni dostum, kıyamet gününe bak, beni seyret... tüm
dalgayım, tüm coşkunluk, senin denizinin incisi var bende.
Hekimler, şeker safrayı arttırır derler ya; dinleme
sözlerini; senin safran var bende, şekerle sağlık ver bana.
Hele ey dönüp duran gökyüzü, şimdicek benim hikâyemi
dinle: Senin gibi ben de Ay’la yoldaşım, senin kadar uçsuz bucaksızım, senin
gibi genişim.
Kapıcına geliyorum; bana yol vermiyor, kovuyor beni.
haberi yok ki gizlice neler görmedeyim; seni seyretmedey im ben.
Kapıdan yol bulamazsam damdan, pencereden girerim. senin
havana uymuşum, kap ıp koyuvermişim kendimi; Tanrı gizlesin, Tanrı
korusun bizi.
A hoyrat kapıcı, yol verme bana,
kötü sözler söyle... tef gibi vur yüzüme; senin tefin, senin zurnan var bende.
Tef gibi çalgıcının sillesiyle
hünerim daha da çok görünür. hele bir vur da sına, senin heyheylerin var
bende.
Artık bundan böyle coşmayayım, fitneler koparmayayım.
fakat gönüle kim buyruk yürütebilir? Senin söyleyen gönlün var bende.
XXIV
Menem on kes ki nebînem bezenem fâhte gîrem
Men ez’on hâr-keşânem ki şeved hâr herirem
O kişiyim ben ki görmem ama vurur,
bir üveyik tutarım. dikenler çekerim, kahırlar y utarım. diken ipek kesilir,
atlas olur bana.
Kime benziyorum, kime? Dünyanın
usturlabıyım; gökyüzünde ki bütün
şekilleri bir bir kabul eder, benimserim ben.
Anlamlar dağının arkasından aşk bayrağı doğar, yükselir;
bayraktar görünür de gamdan, gussadan kurtarır beni.
Seher çağından kaçarsam gerçekten de bil ki yarasayım
ben... zarardan kaçarsam iyice bil ki körüm ben.
Bir yelden kaçar gidersem saman çöpüne dönmüşüm, yele
maskara olmuşum gitmiş; ağız beni kabul etmezse and olsun Tanrı’ya hamım,
hamurum.
Dünya güneşi gibi geçici bir günün padişahı değilim ki
öleceğimi düşünmeyeyim de beyim ben diyeyim.
Ne gökyüzüne benzerim; ne çark urur, dönerim. ne kuşa
benzerim; ne pilicim; ne Mirrîh gibi silah çekerim; ne Ay gibi yarı buçuk
vezirim.
Gözetip koruyanım sensin, dostum sen. benim gibi bir kişi
hor olamaz. halka karşı
değersizim, az bir değerim var; fakat senin katında
çokların da çoğuyum, değerlerin de değeri.
Beni satın almasınlar diye
herkesten hünerimi gizlerim... senden başka bir bey beni satın almasın diye de
yüzlerce ayıplara bürünür, topallar dururum.
Ciğerden, yürekten başka bir şey
yemem; arslanın ciğerinin köşesiyim çünkü. parslar gibi aşağılık bir yaratık
değilim ki peynir gıda olsun bana.
Yalımlardan, kıvılcımlardan
kaçmam; altınım, kalp değilim ben. Bu ülkede yüce bir beyim; o yüzden
tehlikelerden ürküp kaçmam ben.
Herkes er olup gelmez; görünse de
dayanmaz. bana sen gel, ab ıhay at sensin bana; senden kaçmama, sana dayanmama
imkân yok.
Sen bana öylesine bir ölümsüz
cansın ki yaşayış kadehini sunarsın. Sen bana öylesine bir bağış definesisin ki
adımı yoksul takarsın.
Hele yeter, hele yeter, sus; çan
sesini azalt.
dağım ben çünkü, ses değilim;
kalemim ben, kalem gıcırtısı değil.
Feilâtün, feilâtün, feilâtün, feilâtün; her şeyi söyle;
fakat adı sanı yayılmış padişahlar padişahımdan bahsetme, ona dair bir soluk
bile üfürme.
XXV
Bezen on perde-i nûşin ki men ez nûş-ı tu mestem
Bedeh ey Hâtem-i meston kedeh-i zeft be destem
Vur o tatlı perdeyi, senin o tatlı perdenle sarhoşum... ey
sarhoşların Hâtem’i, elime koca sağrak sun.
Hele a sarhoşların sâkîsi; kavgaya girişmişim de ansızın
ama bilmeden b irkaç kadeh kırmışım; kızıp da yüzünü çevirme benden.
Kendisine yüzlerce testi sunulanın kadehi kırılmış; nesi
azalır ki? Senin gibi ben de yoka, yokluğa tapmadayım; kır gitsin varlık
şişesini.
Kimsin diye sorma bana; sun o altı
yönlü kadehi... sarhoş oldum mu kimim, ne biçim kimseyim, görürsün.
Şaraba tapma yüzünden sarhoşluk
denizine daldım gitti. senin arkandan sıçradım, denize daldım; artık şaşırıp
kalmışsam ne arıy orsun beni?
A hoca baba, hiç çekinmeden sun bugün.
gussanın damarını kopardım; gamdan, gussadan kurtuldum gitti.
Senin güzelliğine gölgeyim artık;
ne yaparsan onu yaparım; yersen yerim, oturursan otururum.
Öylesine sarhoş bir davulcuyum ki
sarhoş bir halde meydana çıkmışım; davulumu da bayrak gibi, tuğ gibi mızrağın
ucuna bağlamışım.
Yolda yok olup gitmişsen sus; çünkü yokluk susturur adamı.
değil mi ki varlıktan kurtulduk, tekrar varlığa çekme bizi.
XXVI
Bot-i bî nekş-o nigârem coz tu yâr nedârem
Tuyi ârâm-ı dil-i men meber ey
dost karârem
A şekli olmayan, güzelliğe bile
sığmayan güzelim, senden başka sevgilim yok. Gönlüm seninle karar bulur, huzura
erer; alma kararımı a benim dostum.
Cefandan hüzünlere dalıyorum;
aşkından başka seçtiğim bir şey yok; bundan başka bir hevesim yok; bundan başka
ne işim var, ne gücüm.
Yanağın Ay gibi, ne de lâtifsin,
ne de padişahsın sen... dayancımsın benim, güvencimsin; işim gücüm seninle
düzene girer.
* Aşkından başka hiçbir şey kabul
etmem; saçından başka hiçbir şeye el atmam. bu ahitte ok gibi doğruyum; bu savaşta
târa dönmüşüm; feryat etmedeyim, tele dönmüşüm, yok olup gitmedeyim.
Bedenimizi tümden can et; tümümüzü
madendeki inciye döndür... bağıma bahçeme neşeden bir
kaynaktır akıt.
XXVII
Bezen on perde-i dûşin ki men emrûz hemûşem
Zi tef-i âteş-i ışket men-i dil-sûz hemûşem
Vur dün geceki perdeyi, tümden susmuşum çünkü. senin
aşkının ateşindeki hararet yakmış, yandırmış beni, susmuşum artık.
O doğanım ki sarhoşum; külâh yüzünden tutulmuş kalmışım;
külâh kalktı mı gözümü açar, yücelere bakarım; başıma külâhı giydirdiler mi
susar kalırım.
Gizli güzelimin yüzünden gizli bir ateşle gönül gibi
tutuşmuşum. gönlümü parlatacak bir güzel yüzünden susmuş kalmışım.
Gördüm ki dilim gizlice sırlarımı gammazlıyor. açık söz
söylemek şöyle dursun, gizli kapaklı söze bile ağzımı yumdum, sustum
kaldım.
Hayali, aşk yoluna kılavuz olarak
geldi bana... yolundan bahsedeyim; fakat kılavuzdan hiç bahsetmem, susmuşum
gitmiş.
Gamla parıl parıl parlamışım, gam yüzünden bir şeyler
bellemişim. Gamdan feryat etsem de gamı bana öğretene dair bir şeycikler demem;
susmuşum.
XXVIII
Zi yekî peste-dehânî senemî beste- dehânem
Çu berûyîd nebâteş çü şeker best zebânem
Fıstık ağızlı bir güzel yüzünden
ağzım yumulmuş gitmiş. onun şekerkamışına benzeyen boyu bosu bitmiş, yücelmiş;
benimse ağzım, dilim şeker gibi yumulmuş kalmış.
Güzelliği, tümden aydaki güzellik;
yoksa tümden zevk mi, neşe mi o? Öylesine tatlı ki ona bakınca şekerden ayırt
edemiyorum kendimi de.
Ne diye hangisisin, şu aşkta adın ne diye sorarsın? A
güzelim, dünyanın padişahısın, senin yüzünden ben de dünyanın zevki, neşesi
kesilmişim.
Kadeh gibi sana döküldüm, boşaldım; seninle karıldım,
birleştim... gördüm ki cana benziyorsun, ben de can gibi gizlendim gitti.
Hâlâ varsam bas parmağını bana. çünkü kendimi bulamıyorum
da ararken parmağımın ucunu dişliyorum ben.
Onun yüzünden mihnetlere düştüm, kıvranıp duruyorum;
peşine düştüm, ateş gibi koşuyorum. beni ateş gibi götürdü, yok olup gittim ama
kendim gibi iki tane varlık elde ettim.
Senin şekerini elde ettim, senin okunla öldüm, can verdim.
fakat ne oldu da seni avlarken y ay ımı, okumu kırar benim?
Gönül salâhı, din salâhı seni sevdi; gerçekler güneşi,
gerçekler âlemindeki Ay sana düştü ya; artık benim canım da sen oldun gitti,
rûhum da.
XXIX
Menem on bende-i muhlis ki ez’on rûz ki zâdem
Dil-o conrâ zi tu dîdem dil-o conrâ be tu dâdem
Öylesine özü doğru bir kulum ki
doğduğum günden beri gönlü de senin gözünle gördüm, canı da... Gönlü de sana
verdim, canı da.
Aşk, ne duyar, bilirse seven
kişinin havasına uyar da bilir yazısını yazdı. artık ona b aşvururuz, onun
buyruğuna uyar gideriz biz.
Senin şarabını içtim mi, senin
şarabın gibi coştum mu. senin kaftanını giyindim mi, beyim, padişahım,
Keykubad’ım ben.
Güzellik âlemine Ay kesilen geldi
de kavuşmay a, buluşmaya çağırdı beni. ağırladı, suvardı beni; üstünlükte ileri
geçti benden.
Halkın içinden beni seçti ya; ben
de senin sevgi kemerini kuşandım. keremini gördüm ya; ben de keremlere
giriştim, lûtuf elimi açtım.
Gelin ey âşıklar, gelin; ulaşmaya, kavuşmaya teslim
olun... dolunay doğdu; sevgi geldi çattı; nimetler bağışladı.
Adı sanı ne yapayım; senin yüzünden kimsecikler yitip
gitmez ki ne edeyim altını, gümüşü; şu defineye düştüm zâti.
Aşk yalımlandı; ışık ışık doğdu; sabrın da üstüne yüceldi
gitti. dolunay bile görünmez oldu da gönül baş eğdi, teslim oldu ona.
Neşem de sensin, bayramım da sen. ne güzel bahtım var, ne
mutlu bana. Gönlümü sana verdim; ama ne de güzel verdim hani.
Aldattı beni, varımı yoğumu yağmaladı. tuttu, üst oldu
bana. söz verdi, yalan söyledi; kimden kime şikâyet edeyim?
Ne y ırtarım, ne dikerim. ne yaparım, ne y akarım. ne
gecenin, gündüzün tutsağıyım; ne kesada uğramışım.
Doğu padişahı ışıdı, doğdu; cana ulaştı. nefsin
karanlıkları dağıldı gitti; küfrün kalesi yıkıldı, yerle bir oldu.
Alıcısı sen olduktan sonra ne kesat gelir adama? Değerimi
sen arttırdıktan sonra mezatıma kim tamah eder de girişebilir?
* Aşkın soluğu sağrağımdır; Amîd’im de aşktır, dayancım,
güvencim de aşk... gönlüm aşka bürünür, devlet yüzüğü de aşktır onun.
Zahidin yolu yordamı da dilekten geçmek, ibadet edenin
yolu yordamı da. fakat benim tümden isteğim, dileğim sensin; söyle bakalım neyi
b ırakay ım, kimden geçeyim?
A aşk, varlığım senin; rükûum da sana, secdem de sana.
nekesliğim de senin için, cömertliğim de; zaman seninle düzene girmiş.
Beni şeytan bile kapsaydı seni anardım ancak. oysaki beni
öyle bir kaptın; anış bile hatırımdan çıktı gitti.
Zaman, düşmanlarıma dost oldu; onlarla uzlaştı; ay rılık
yüreğimi yaraldı; uyku baş y astığıma ayak bastı; fakat kutluluklarımı uy uttu.
Tıpkı Nuh’un gemisiyim; tümden rûh kesilirsem ne diye
şaşıracakmış? Fetihlerin
fethiysem neden şaşmalı; padişah soyundanım ben.
Görüyorum, dolunay durulmuş... görüyorum, yıldızlar
kararmış. görüyorum, deniz coşmuş, kabarmış. görüyorum, gemi dalgalar arasında
kalakalmış.
Nuh gemisi bile olsam senin yelinle yürür giderim. değil
mi ki sen veriyorsun yeli, a dostum, yele verme beni.
Artık görüyorum; topluluk dağılmış gitmiş. görüyorum, örtü
yırtılmış. görüyorum, gök delinmiş, yarılmış; dalgalar köpürüp duruyor.
Senin denizine geldim mi, abıhayata dönerim. fakat kıyıya
düştüm mü, taşım, kayayım, cansızım ben.
Rabbim doğru yolu buldurdu bana; aşka sımsıkı sarıldım
ben. aşk, bana derman etmek için doğruldu, beni iyileştirmeye koyuldu; acıdı
bana.
And olsun Tanrı’ya ki akdoğanım ben, ümidim padişahta.
leşin çevresinde ne diye dönüp
durayım? Ne kargayım ben, ne çaylak.
Aşk, evime geldi, kondu; elinde de
şarap kadehim var... yücelmeme bir merdiven, duvara dayanmış bir merdiven
sanki.
Düzülüp koşuldum mu bayram
kesilirim; yandım yakıldım mı, ödağacına dönerim. senin yüzünden ağlarım, senin
yüzünden gülerim; senin yüzünden gamlara batarım, senin yüzünden neşelenirim.
Seninle dirilirim, seninle ölürüm;
seninle tutar, elde ederim, seninle yitiririm. zamanede seninle susarım; gönlüm
seninle konuşur.
Tanrı ve din Şems’imin ay yüzü, Tebriz’den doğunca çalışıp
çabalama göğümü de ay dınlatır, savaşa girişme göğümü de.[5]
XXX
Çi kesem men çi kesem men ki besî vesvese-mendem
Geh ez’on sûy keşendem geh ezin sûy
keşendem
Ne adamım ben, ne adamım? Pek
vesveseliyim... kimi o yana çekerler beni, kimi bu yana çekerler.
Kulağımı tutup çekenin elinde bir
yaya dönmüşüm, çekip durmada beni. tutsa da evin kapısına halka gibi kaksa
beni, kader tutar da damdan aşağıya atar, düşürür gider beni.
Yoksa gökyüzünde bir yıldız mıyım
ki burçtan burca giderim; o burcun kutsuzluğundan ağlarım, bu burcun
kutluluğundan gülerim.
Göklere çıkmada, burçlara ağmada,
yerlere esmede, yücelere çıkmadayım; bir soluk yelle eşim dostum; yeler
yöpürürüm; bir soluk da işsiz güçsüz kalakalırım.
Bir solukta yakıp yandıran bir
ateş kesilirim; bir solukta kaçıp giden sel. hangi temeldenim, hangi mevsimden.
hangi pazarda satın alırlar beni.
Bir soluk olur, göklerin de yücesine çıkarım; bir soluk
olur, Şam’a, Irak’a giderim. bir soluk
da olur, ayrılığa dalarım, senin
saçlarını geveler dururum.
Bir solukta Ay’a yoldaşım, bir solukta Tanrı sarhoşu...
bir soluk, kuyuda Yusuf kesilirim, bir solukta tümden zarar ziyan olur giderim.
Bir soluk olur, yol keserim, gulyabani olurum; bir soluk
olur, gevşerim, usanır giderim. bir soluk da olur, şu ikisinden de dışarı
çıkarım, o yüce damın yücesine ağarım.
A kanun çalan, Leylâ’yla Mecnun’un hevesini söyle, onların
aşk nağmesini çal. zincirden boşandım çünkü, aklın temel direğini söktüm gitti.
A güzeller padişahı, Allah için olsun, kaçmasan, sevgi
şarabını kadehime döksen de sunsan, öğüdüme kulak assan ne olur?
Hele ey ön-son, hele o övünç veren şarabı sun. a benim
aşkı beğenen güzelim, şu meclis seninle ışıklandı.
Anlamlar meyhanesinden o can şarabını sun. bu kulun kölen
lâyıktır ona; o şarabı sunarlar
bana.
O can sözlerini söyleyeni şu doğru düzen sözden, şu halka
göre konuşmadan uçur gitsin. yörük ata benzeyen sözlerim, zâti burda koşacak
meydan bulamıyor.
XXXI
Zi felek kut begîrem dehen ez lût bebendem
Şekem ez zâr begeryed men-i eyyâr behendem
Gıdam gökten gelmede; dünya
nimetlerine ağzımı yumdum... öyle bir düzenbazım ki karnım zârı zârı ağlasa
bile ben güler dururum.
Sarhoş bülbüle döndüm; kafesimi
kırdım gitti. yücelere uçtum; çünkü yüce göktenim ben.
Öylesine sarhoş değilim, öylesine
yıkılmamışım ki ateş yaksın, su götürsün beni. tümden deliliğe batmışım,
zincirlere vurulmuşum ben.
Külâh gittiyse yürü git de, kel değilim ki, başımda halka
halka saçlarım var... eşek öldüyse varsın ölsün de, şu yörük atın üstündeyim
ben.
Tümden solukla doluyum; çünkü neyim ben, sense neyzensin.
benim yakınım sensin a benim canım, o yakın yüzünden beğen bâri beni.
Senin şekerkamışının yüzünden nice tablalar kırdım döktüm.
senin ab ıhay atın için nice dereler kazdım.
Mademki dünyanın canı sensin, kem göz değmesin diye beni
tümden yakar gidersen değer; çünkü üzerlik tohumuyum ben.
Yanarsam ödağacına dönerim; düzülür, koşulursam bayrama
benzerim. fakat ne o bayram yüzünden gülerim, ne şu ödağacı oluşuma yerinirim.
Başımda senin sevdan var, düşünce başını kaşımıyorum ben.
ne nasıl olduğumdan haberim var, ne ne kadarım, kendime
bakıyorum.
Ekşi değildir o yüz, mahsustan
yüzünü ekşitiyor da yüzüm ekşise de diyor, gene o bal değil miyim, gene o şeker
değil miyim ben?
Gönlüm senin sarhoşun oldu mu,
bütün canlar kul olur, köle kesilir bana... senin elinden gelirse zehir bile
bir zarar vermez bana.
Can Sidre’sinin dalını çek, eğ de
ver elime. o yüce kaleye at kemendimi benim.
Ne şu gelire yamanır kalırım, ne şu zamanın dönüşünden
korkarım. ne kadar çok çark urur, dönersem o kadar fazla gelir vermezler mi
bana?
XXXII
Bezen on perde-i dûşin ki men ez nûş-ı tu mestem
Bedeh ey Hâtem-i âlem kedeh-i zeft be destem
Sun o dün akşamki şarabı; senin
tatlı şarabınla sarhoşum. a âlemin Hâtem’i, elime bir koca
sağrak sun.
A erlerin sâkîsi; bir soluk bile
yüzünü çevirme benden; kadeh, şişe kırmadıysam sen de gönlümü kırma benim.
Elimde bir kadeh vardı, düşürdüm,
kırdım; yüzlerce çıplak ayağı da kadeh kırıklarıyla y aralad ım.
Senin şarabın şişeyle, kadehle
sunulur; o yüzden de o şişeye taparsın... fakat benim şarabım üzüm cibresinden
değil, ne diye şişeye tapacakmışım?
A gönül, iç can şarabını; sağ esen
yat, uyu. çünkü derdin boynunu kestim, gamdan, gussadan kurtuldum gitti.
Gönlüm yücelere ağdı; bedenim
aşağılara düştü. çaresiz bir kişiyim ben; ne yücelerdeyim, ne aşağılarda.
Ne de hoş bir elmayım; dala asılmış
kalmışım; ama taş atmanı da sabırsızlıkla bekliyorum. Elest sarhoşuysam Belâ’ya
nasıl sabredebilirim?
Sen bana sor; bu aşk ne biçim
definedir, içinde neler var? Bir de beni ona sor; ne söylüyor, ne biçim adam bu
de.
Dere kıyısında ne yapıyorsun, ersen
sıçra ırmaktan; sıçra da beni ara... çünkü ben ırmaktan sıçradım, çıktım.
Oturursan otururuz; kalkar
gidersen, kalkar gideriz. sen yersen biz de yeriz; sen oturursan biz de
otururuz.
Öylesine sarhoş bir davulcuyum ki
sarhoş bir halde meydana çıkmışım; davulumu da bayrak gibi, tuğ gibi mızrağın
ucuna takmışım.
Ne de hoşsun, ne güzel de kendinden geçmiş bir padişahsın.
değil mi ki varlıktan kurtuldum; tekrar varlığa ne diye çekersin beni?[6]
XXXIII
Bedeh onmerd-ı toroşrâ hedehî ey şeh-i şîrin
Sedekat-ı tu revânest be her bîve-vo miskin
A tatlı padişah, o suratı ekşi ere
sun bir kadeh... sadakaların her yoka, her yoksula akıp duruyor zâti.
Sadakaların da öylesine lâtif ki üst dudak duymadan, alt
dudak oynamadan yenebiliyor.
Hele a güzellik bahçesi, hangi
dudakla şarap içtin; söylemiyorsun. belki bunu çiçekler gizlice güle, nesrine
söylerler.
Ne biçim bir şarap ki terütaze gül
kokuyor, misk kokusu gibi bir kokusu var. oy saki kışın görmez misin? Herkes
köpek gibi bir posta bürünür.
Hele topluluk gelinceye dek o
kadehi sun elime. benden sonra da Ülker’in elinden Zühre
içsin.
O sarhoş senden sağrağı kapmak için baş korsa ona verme,
bana sun; çünkü övüş kapısında duran, seni öven benim.
Geçici bâtıl, Hak şarabını ne yapacak? Erlik gücü olmayan
kişinin bakışı, görüşü can güzelini nerden tanıyacak?
Hüner, marifet, altın, gümüş çoğaldı mı tehlike de artar,
korku da çoğalır... padişahların ipek y astıkları var ama sıtmay a tutulmuş
gibi de tir tir titrerler.
Tövbe ayı geldi çattı ama tövbeyi kırıp bozan ay yüzlü
güzel de geldi. tövbe boyuna bozuladursun; sen de âmin de.
XXXIV
Be Hodâ meyli nedârem ne be çerb-o ne be şîrîn
Ne bedon kîse-i por zer ne bedin kâse-i zerrin
And olsun Tanrı’ya, ne yağlıya gönlüm akmada, ne tatlıya.
Ne o altın dolu keseye, ne şu altın kâseye.
Sen yeryüzü halkını göklere çeker, ağdırırsın da, Ay, ne
cömertlik bu, ne bağış; ne şaşılacak güç, kudret, ne ağırbaşlılık diye bağırır.
Hayalin, Ay’ın on dördü gibi parlayıp vurunca bana,
hasedinden Zühre de bileğini dişlemeye koyulur, Ülker de.
Şükürler olsun Tanrı’ya ki bu mülke eriştim hele... aşkın
oturma, durma derdi bana; hepsi de doğruymuş.
Derken beni ayakta durur görünce, bana başıyla işaret etti
de otur artık; dilediğine ulaştın; otur, esenleş demek istedi.
Bütün halk sarhoş olmuş, zevkle, neşeyle secde etmede ona.
kurtla kuzu hoş bir halde gezmede; gönüllerde ne haset var, ne kin.
Sarho şluktan köyle evin yolunu ayırt edip bulamıyorlar.
adam mıyız, renkli gül mü diyorlar; kendilerini bile tanımıyorlar.
Elimde kadeh; şaşırmış kalmışım... acaba ne yapayım bunu;
içeyim mi, bağışlayayım mı a tatlılar tatlısı padişahım diyorum.
Sen iç diyor, sen iç; bağış da ne oluyor? Hele devlet
çağın geldi çattı. hele içtim, hele içtim; kapınday ım, buyruğuna uymuşum.
Şu Arş şarabını iç. öylesine bir şarap ki diyor; ölünün
eline bir kadehçik sunsan telkıynin cevabını hemencecik verir.
XXXV
Kelesin bunda sanâ yek garezim yok işidürsen
Kalasın anda yavuzdur y alunuz kanda kalursan
Buraya gel, işitirsen sana bir tek garezim bile yok. Orada
kalırsan kötü bir iş yapmış olursun, nerde kalırsan kal, yalnız kalman y avuz
bir iş.
Bütün dirlik Çalab’ındır; ne gezip duruyorsun? Çalab’a
gel. Çalab kullarını ister; Çalab’ı ne sanıy orsun sen?
Çalab’ın ağzıyla çağrılmak ne uğurdur, ne uğurdur...
kulağını aç, kulağını aç; olur ya, ona dönersin belki.[7]
— V —
XXXVI
Tereb ender terebest o ki der-i ekl şekest o
Tu bebîn kudret-i Hakrâ cû derâmed hoş-o mest o
Zevk içinde zevktir, neşe içinde
neşe... aklın kapısını kırdı o. Hoş, sarhoş bir halde geldi ya; artık Tanrı’nın
gücünü kuvvetini seyret.
Hepimiz de bugün öyle bir haldeyiz
ki başımızı ayağımızdan ayırt edemiyoruz. hepimiz de boğazımıza dek dalalım
gitsin; geldi, halkaya girdi, oturdu o.
Böylesine mahrem olunca kim gam
yer, kim gam yer? O güzelim şarabı testiyle ver; kadehi kırdı o.
Padişahım şarap yolluyor; nasıl
olur da şaraba tapmam ben? Hele a çalgıcı, söyle; de ki: Ne de güzel şaraba tap
andır o.
XXXVII
Zi men-o tu şererî zâd derin dil zi çonon rû
Ki hetâ bûd ezin rû-vo sevâbest ezon rû
Öylesine bir yüzden benim de
gönlümden bir kıvılcımdır sıçradı, senin de gönlünden... bu yüzden belki yanlış
ama o yüzden doğrunun ta kendisi o.
Ateş hangi yüzden alevlendiyse o
yüzden yatışır. hangi yüzden öldüysem o yüzden diriltir beni.
Bütün âşıklar sarhoş; fakat neden
gözlerini yummuşlar? Biliyorlar ki can yüzü gözsüz de görülebilir.
Bu y anda yüz yok; bu yanda olan
tüm arka. çünkü yüz bu sınıra sığmaz; ne yeri vardır onun, ne mekânı.
Bir solukta bütün canlar satın
aldılar da uçup gittiler. çünkü noksan yüzünden gözden gizlenmesi gerekmez
onun.
XXXVIII
Meşenov hîlet-i hâce hele ey dozd-i şebâne
Be şelevlem be şelevlem meceh ez rovzen-i hâne
* Ev sahibinin düzenini dinleme a
gece hırsızı; şelevlem, şelevlem deyip de evin penceresinden sıçrayıp atlama.
Sevgisine aldanma; hattâ seni
padişah yapsa da tek sevgilim sensin dese bile sakalını eline verme onun.
Yokluk ovasına doğru yürü, İrem bağına git; çünkü şu
zamanede tortusuz şarap bulamazsın.
Mademki doğansın, kulunu okşayan
padişaha uç gene. And olsun Tanrı’ya ki doğanların lokmasını bıldırcın hiç
yiyemez.
Fakat yiyeyim, yemeyeyim; ağzıma
kor... gideyim, gitmeyeyim, kulağımı tutar, çeke sürüye götürür beni.
Hepsi de beydir ama sana karşı hepsi de ölür gider. A ay
yüzlüm, her ok amaca uçup gitmez ki.
Hayali, güneş huylu yüzünü neyle parlattı acaba; Tanrım,
bu düzeni, bu bahaneyi kimden öğrendi acaba?
Senin güzelliğin arttıkça, aklım deliliğe av oldu gitti...
derdim arttı ya, artık sen de o muğlara lâyık şarabı sun bana.
Toplumun topluluğu sensin; bu toplulukta mumsun sen. şu
yüzük kaşının taşısın sen; a benim canım, sıçray ıp gitme aramızdan.
Sözlerin tatlı ama onun güzelim
sözlerini sen söyleme de o masal gibi tatlı dudaklar söylesin.
XXXIX
Hele seyyâd negûyî ki çi dâmest-o çi dâne
Ki çü sîmorg bebîned becehed mest zi lâne
A avcı, ne biçim tuzaktır, nasıl bir yem? Söylemiyorsun
ama Zümrüdüanka bile görse sarhoş bir halde yuvasından uçar da bu tuzağa
tutulur.
Filânın elinden başka bir elden şarap içme; çünkü filânın
elinden içtiğin şarap, seni afsundan da kurtarır, efsaneden de.
Sopa, Mûsa’nın elinden dünyanın aşkını içince, alev gibi,
y alım gibi herkesi diliyle y akar, yandırır.
Ne çalgıdır, ne semâ’, ne oyun? Tanrısal bir kement bu...
şu beyte, şu rubaiye, varlığına bürünüp de hor bakma sakın.
Kahpe, pezevengin, güzele düşüp düşmemenin gamını yer mi
hiç? Kel, bezeyicinin, tarağın derdine düşer mi hiç?
Hani birisi ağzına bıçak alır ya; veren senin de ağzına
böyle bir kılıç vermiş.
Aşağılık kişilerin hayallerinin hepsi de Tanrı kapısının
kapıcılarıdır. köpeklerin eşiğe, kapıya girmelerine engel olurlar.
Kahpeleri orduya sokmazlar... çünkü düşman, karıcasına şatafata
güler durur.
Amacı görmemiştir de o yüzden okuna siper olmaz. iki
kadehçik içmemiştir de o yüzden tek er olamamıştır.
XL
Hele behrî şov-o derrov mekon ez dûr nezâre
Ki boved dor tek-i deryâ kef-i deryâ be kenâre
Hele deniz kuşu ol, dal denize; uzaktan seyredip durma.
çünkü inci denizin dibindedir, köpükse kıyıda.
Mademki şahın yüzünü gördün, beydak gibi çık evden.
güneşin yüzünü gördün ya, yıldız gibi kaybol artık.
Mademki o kulunu okşayana tertemiz ulaştın, namaza durdun;
müezzin gibi çık minareye, herkesi de çağır.
Gönlün onun yüzünden aydınlandı, şu Ay’a bak... şu ata
binmiş, gelip çatan padişahı seyret.
Yücelik hançerini çekerse ne korkarım, ne titrerim; and
olsun Tanrı’ya, rüşvet veririm, para harcarım da onun hançerine feda ederim
kendimi.
Kim su olabilir de lâtif oluşta onun sanatına bürünür? O,
mermer kayaların, granitlerin bile gönüllerinden yüzlerce kaynaklar fışkırtır.
* Sen bütün gün tutmaç peşinde, herîse peşinde
oynamadasın; gönlün heves edip de bu beytin, bu gazelin peşine düşüşünü nerden
bileceksin?
Gümüş bedenlimi görmedim de o yüzden altından da
tiksiniyorum, gümüşten de. zâti ondan esip gelen yel de gümüş sayan kişinin
elinden avcundan tiksinir.
Sende o yük yok; onun için de söğüt gibi hafifsin. sende o
iş güç yok; o yüzdendir ki her işe sarılıp durmadasın.
Bütün hacılar gitmiş; hepsi de Kâbe’yi,
Harem’i görmüş... sense yuları kopmuş bir deve bile satın
alamamışsın.
Erlere bir bak; hepsi de sarhoş, yıkılıp gitmiş. a kavgaya
gürültüye girişen, sen de sus, onlara dön.
XLI
Suy-ı etfâl beyâmed be kerem mâder-i rûze
Mehel ey tıfl be sostî teref-i çâder-i rûze
Lütfetti, kerem buyurdu da oruç anası çocuklara geldi
çattı. gevşek davranma da a çocuğum, tut orucun çarşafının eteğini; sakın
bırakma.
Güzelim yüzünü seyret; lâtif sütünü em; o yurtta yurt
edin, orucun kapısında otur.
Razılık ovasına bak, Tanrı’nın ilkbaharı. can bahçesini
seyret; oruç nerkisleriy le doldu.
Hele a nazlı gonca; ne de arıksın, ne de boy atmışsın;
ipte oynayan bahar canbazı gibi bir
sıçra da oruç çemberinden atla gitsin.
* A gül, kanlara batmışsın; hal
böyleyken neden gönlün hoş, gülüp duruyorsun? Yoksa Halil’in îshak’ı mısın ki
oruç hançerinden hoşlanıyorsun?
Neden ekmeğe âşıksın; gençleşen dünyayı seyret; bir
gayrete gel de b ahar harmanından taze buğday al.
— Y —
XLII
Senemâ çünki ferîbî heme eyyâr-ferîbî Tu bedon nerkis-i
hofte heme bîdâr- ferîbî
A güzelim, aldatırsın ama hep
düzenbazları aldatırsın... güzelim, tümden cansın, uyanık gönülleri aldatır,
kandırırsın.
Seher çağında Ay gibi doğar,
meyhaneye girersin. putu da y akar, yandırırsın, puthaneyi de, gönlü de aldatır
gidersin, gönlü kap an güzeli de.
Darmadağın gönüllere bakmazsın
bile; uyuyup kalmış akıllara yanaşmazsın bile. o uykulu nerkislerle hep uy
anıkları aldatırsın sen.
Gamınla taşlar erir; koyun sürüsü
kurtla uzlaşır; bir uğurdan koyun sürüsünü de aldatırsın sen, kurdu da, çobanı
da.
Canı, bedeni ne yapayım, beden
gücünü ne edeyim? Çünkü sen dünyada sınıkları onarırsın;
hastaları aldatırsın sen.
Gece Zenci’sinin Ay’ını, ay yüzlü bir Rum ülkesi güzeline
döndürürsün; kapkara körlerin hepsini de ışıklarla kandırırsın sen.
Herkesin kulağını tutarsın; işitme duygusu verirsin...
herkesin gözünü açarsın, yüzünü gösterir, aldatırsın.
Aldatıp kimseden bir şey ummaz, bir şey aramazsın; tümden
lûtufsun, verişsin, bağışsın sen; herkesi bedava aldatırsın, herkese
lûtuflarını döker saçarsın sen.
Gönül ve din salâhısın sen; bu lûtfedişte böylesin. en
aşağılık dikeni bile aldatır, gül bahçesine götürürsün sen.
XLIII
Uktulûnî yâ sıkaatî enne fî katlî
hayâtî Ve memâtî fî hayâtî ve hayâtî fî memâtî
* A inandığım, güvendiğim kişiler, öldürün beni; gerçekten
de yaşayışım, öldürülmemdedir;
ölümüm yaşayışımdadır yaşayışımsa ölümümde.
Öldürün beni, eridi gitti bedenim; payım bir kahve fincanı
sanki... hele a benim canım, kurtulmak istiyorsan kır şu kafesi.
Gerçekten de yeniaysın, yürüye gide dolunay kesilirsin.
tümden şekerkamışısın, şekersin; kırılmaktan ne diye acı bir hale geliyorsun?
Mademki dostum, sevgilim sensin, beni bundan daha da iyi
tut, daha da iyi gör, gözet. zekât olarak verilen bir yakutsun, yaşayışımın
gıdasını, o gıdayı ver bana.
Çok kıtlık çektim; bayram çağrışma çağır beni; çünkü berat
teresiyle, berat ekmeğiyle gözüm doymadı.
Bir davran, kıpırdan; rızık kapısının anahtarı
davranıştır, kıpırdanıştır. yoksa haberin yok mu, ne güzel davranışların, ne
hoş kıpırdanışların var senin.
Böyle bir yüzün varken yüzüne ne diye pudra sürersin?
Bütün güzel huy lar sende toplanmış; övüşe sığmazsın ki.
A kutlu sâkî, ölümsüz bir meclis kur; bütün dünya üzümden
sıkılmış şarapla mahmurluğa düşmüş gitmiş.
Bir denize benzeyen avcuna, o yüce incine and olsun ki
arılıkta, durulukta, sinmekte Fırat suyundan, tatlı sudan da güzelsin sen.
* Son sunulan sağrak gibi akılları yıkar gidersin sen; ilk
alınan tekbir gibi namaz temellerinin başısın sen.
Keremin, sarhoş bir halde gelir de denize benzer elini
avcunu açar, sadaka verileceklerden misin diye sormadan sadakalar verir.
Keremle düğümler açarsın; ihsan edersin; geçer akçesin,
peşin lûtufsun sen... kurtar şu rahat, huzur bekleyenleri bu bekleyişten.
Ne kaşlarını çatarsın, ne huyunda husunda kin var; düşmana
bile lûtfun, oğullarımız, kızlarımız değil misiniz der.
Erlerin kadehlerinden şekillere bürünen hayaller gibi
belirirsin; gönül yolundan utangaç kadınlar gibi salına salına gelirsin.
Şarap sunan kadınlar, ırmaklar gibi akan şarap... artık
gazelin geri kalanını sen söyle; ben, bana sunulanla sarhoş olmuş gitmişim.[8]
XLIV
Eger o mâh-ı menestî şeb-ı men roz şodestî
Eger o hem-rehemestî hemerâ râh zedestî
O Ay benim olsaydı, gecem gündüze
dönerdi. o güzel, yoldaşım olsaydı, herkesin yolunu keser giderdi.
O şekle bürünmüş sarhoşluk, elini
uzatıp da yaralamasaydı, akıl nerden sıçrayıp kendine gelirdi; nerden iyinin,
kötünün kaydına düşerdi?
O güzel, ihtiyaçsızlık âleminde
birliğini gösterseydi, and olsun Tanrı’ya, Uhud Dağı bile hoş bir hale gelir,
tek Tanrı’nın sarhoşu olur giderdi.
Meyveler bitiren bağ bahçe sarhoş
olmasaydı,
sepetin içinde nerden taze meyve
olurdu?
Söz sepetini bırak da o gizli dağa doğru yürü... Şu söz
söylemek olmasaydı, yardım üstüne yardım gelirdi ya.
XLV
Selebe’l-ışkı fuâdî hasala’l-yevme murâdî
Bezen ey mutrıb-ı ârif ki zehî dovlet-o şâdî
Aşk gönlümü yağmaladı; bugün isteğimi elde ettim. a halden
anlayan çalgıcı, ne de güzel devlet, ne de hoş neşe diye vur mızrabı.
Aşk izin verdi; gelin de tadın, yiyin, için. hele a tatlı
müjde, ne de güzel bir yelsin sen.
Rûh, kurtuluş fermanımı yazdı; kadeh feryadımı işitti;
dönüp duruşum senin yüzünden; dönüp dolaşma yolunu sen açtın bana.
Dönüp dolaşmam dostum için; yürüyüp seyretmem sevgilim
için. Değil mi ki Tanrı’ya
yön yok, ne diye onlara düşeyim?
Kadri yücelerden yüce Kâbe’nin
çevresinde dönülmez, tavaf edilmez mi? A sevgilim, a sevgimin temeli, dönmem de
senin için, tavafım da senin çevrende.
Aşk sayvanı açtı, yarışarak koşun,
gelin. değil mi ki hem teslim olmuşsun, hem sana uyulmuş; yürü, can âleminin
gül bahçesine var.
Var da orada mahmurluklar,
neşeler, sevinçler gör... öylesine bir zevk, bir neşe ki, doğduğundan beri
öylesini görmemişsindir.
Sözümü kısa kestim, kalanını sen söyle. düşmanların
inadına sevgiyi aç, yay, anlat.[9]
XLVI
Çu be şehr-i tu resîdem tu zi men gûşe gozîdî
Çu zi şehr-i tu bereftem be vidâîm nedîdî
Şehrine ulaştım, benden kaçtın,
bir bucağa
sığındın... şehrinden gittim,
vedalaşmak için beni görmeye bile gelmedin.
îster lûtuf ta bulun, ister kin güt; tümden canımızın
sağlığı, esenliği sensin; tümden bayramımızın süsü, bezentisi sensin.
Gizli oluşun, kıskançlığındandır; yoksa tümden apaçık
güneşsin; her zerreden görünür durursun sen.
Bir bucağa sığınsan da ciğerimizin köşesisin, beyimizsin;
perde ardına da girsen herkesin perdesini yırtan sensin.
Kâfirliğin gönlü senin yüzünden dağınık, işkilli. inancın
başı, senin şarabınla sarhoş. herkesin aklını fikrini kaptın, herkesin kulağını
çektin, burdun.
Bütün güller, kışa rehin; bütün başlar şaraba rehin. sense
hem bunu ölümün elinden satın alıp kurtardın; hem onu.
Gülün vefası yoksa, tüme yol bulunmazsa bir uğurdan sana
day anırız; sen hem dayancımızsın, hem güvencimiz.
Hani bir bölük halk, Yusuf’a
bakakaldı da ellerini doğradı ya; sen öylesine güzelsin ki yüzlerce Yusuf’un
aklını fikrini doğrattın gitti.
Bir pisliğin kokusundan adam iki
fersahlık yola kaçar; oysaki sen tutar, o pis şeyden, o kan pıhtısından bir
insan y aratırsın.
Sonra tutar, onu toprağa lokma
olarak verirsin de tertemiz bir bitki kesilir; bir de ona can üfürdün mü,
pislikten kurtulur gider.
Hele a gönül, göğe ağ; bir hayli
zaman hayvanların yaylasında yayıldın durdun; şimdi de Tanrı yaylasına var.
Önce de ümidin yoktu ama buraya
eriştin. şimdi de hani ümitsizsin ya; bütün tamahını o ümit etmediğin şeye ver.
Sen sus da söz bağışlayan Tanrı söylesin... çünkü kapıyı
yapan da o, kilidi kitley en de o, anahtarı veren de o.
XLVII
Tu zi her zerre vucûdet beşenov nâle- vo zârî
Tu yekî şehr-i bozorgî ne yekî belke hezârî
Bedeninin her zerresinden bir feryat duy, bir inilti işit.
çünkü sen büyük bir şehirsin; hem de bir şehir değil, belki binlerce şehirsin
sen.
Bütün parçaların, buçukların susuyor ama senin gizli
şeylerini görüyorlar; örtmüyorlar. bütün gün, gel bakalım, neyin var diye coşup
köpürüyor onlar.
Sen ölümsüz, uçsuz bucaksız bir denizsin; o denizde
sayısız balık var. bilgisizlik yüzünden yüzünü çevirme; ne diye inkâr kafasını
kaşır durursun.
Görünüşte bedeninin bütün parça buçukları susmada; fakat
hepsi de kumarbaz, kalleş. hepsi de hem ortada, hem gizli; hepsi de av peşine
düşmüş avcı.
* Hepsi de Ay, balık değil. hepsi Keyhusrev, hepsi de
padişah; hepsi de kuyuya düşmüş
Yusuf, hem de senin yüzünden kapkaranlık bir kuyuya
düşmüşler.
* Bütün zerreler Zün-Nûn’a dönmüş; hepsi de gökyüzü gibi
oynamada... hepsi de Meryem gibi susuyor, Kur’an okuyanlar gibi sesleniyor.
Bedeninin bütün zerreleri, sana ne oldu ki bütün deyip
işittiğin sözler, ne sevgiden, ne dostluktan, diye seslenmede.
Varlığın, güz mevsimi gibi; onda bir bahar gizli. içten
içe bahçe gülüp durur, çünkü ilkbahar canı gelip çatmada.
Mademki o baldan tattın, ne diye şu mumun çevresinde
dönersin? Pervane gibi ne diye yanarsın? Nurdansın sen, ateşten değil.
XLVIII
Tu fakıyrî tu fakıyrî tu fakıyr ibn-i fakıyrî
Tu kebîrî tu kebîrî tu kebîr ibn-i kebîrî
Yoksun-y oksulsun, yoksun-yoksulsun; yok-
yoksul oğlu yok-yoksulsun sen...
büyüksün büyüksün, büyük oğlu büyüksün sen.
Temellersin, temellersin; temeller oğlu temellersin sen.
her şeyi bilirsin, her şeyi bilirsin; her şeyi bilen oğlu bilensin sen.
Lâtifsin, lâtifsin; lâtif oğlu lâtifsin sen. dünyasın; iki
dünyaya da bir saman çöpü kadar değer vermezsin sen.
Hele ey şekle bürünmüş can; hele kat kat talih, kat kat
devlet. ne topraktansın, ne sudansın; ne şu göktensin, ne esirdensin sen.
O gizli şehirdensin, o gizli şehre çeker, götürürsün
varlığı; ne bir şeye aldanırsın, ne birisinin özrünü dinlersin sen.
Tümden ab ıhay at, tümden şeker, tümden şekerkamışısın.
herkese şükürsün, kurtuluşsun, ne mahmursun, ne mahmurluk verirsin sen.
Bir tersi dönmüş kurda ipekler, atlaslar dokutursun.
kimsecikler ziyan veremez sana; boyuna şükredersin, boyuna şükürlerde
bulunursun sen.
Yokluğa baktım da dertten, elemden kurtulmuş, senin aşk
kanadınla uçup duran zerreler kadar canlar gördüm.
Ateş seni görse tümden erir, su kesilir, güzel bir hale
gelir. inkâr eden seni görse inkârından kurtulur gider.
XLIX
Honok on dem ki be rehmet ser-i uşşaak behârî
Honok on dem ki berâyed zi hezon bâd-ı behârî
Ne mutlu çağdır o çağ ki acırsın da âşıkların başlarını
kaşırsın... ne mutlu zamandır o zaman ki güz mevsiminden bir bahar yelidir
doğar, eser.
Ne mutlu çağdır o çağ ki gel a yoksul âşık dersin; sen
sevgilinin yüzünden darmadağınsın; y ab anc ılarla işin yok senin.
Ne mutlu çağdır o çağ ki senin lûtuf eteğine yapışırım da,
sen, a arık sarhoş, benden ne
istersin dersin.
Ne mutlu çağdır o çağ ki meclisin
sâkîsi bizi çağırır; şarap kadehi de sâkînin eline biner de koşar durur.
Bedenimizin bütün parça buçukları,
o ölümsüz şaraptan hoş bir hale gelir; şu tamahkâr beden yemek yeme gamından
kurtulur gider.
Ne mutlu çağdır o çağ ki dost,
sarhoşlardan vergiler ister; o güzele, o güzel yanaklı için bizden rehinler
alır.
Ne mutlu çağdır o çağ ki sarho
şlukla saçların çözülür, dağılır da çaresiz gönlüm hevese düşer, o saçlardaki
halkaları saymaya koyulur.
* Ne mutlu çağdır o çağ ki gönül
sana, ekinim yok der de, sen de ektiğini biçersin dersin.
Ne mutlu çağdır o çağ ki ay rılık
gecesi, hayırlı geceler der... ne mutlu çağdır o çağ ki o günün ışığı sana
selâm verir.
Ne mutlu çağdır o çağ ki havaya
yardım bulutu ağar da şu ovaya o buluttan lûtuf incileri
halinde yağarsın.
Kara kumdan daha da susuz olan şu
toprak, abıhayatı tümden içer de toprakta toz nedir kalmaz; toprak tozumaz
artık.
Aşk şarapla, kadehlerle yanımıza çıkageldi; o gizlenmiş
sevgili yüzünden sarhoş olduk gitti.aûi
İnciler saçmak için söz dalgalanıp duruyor; değil mi ki
onu inciler saçmaya koymuyorsun; öyleyse susturmak gerek.
L
Bemeşov hem-reh-i morgan ki çonin bî per-o bâlî
Çu ne mîrî ne vezîrî bon-ı soblet be çi mâlî
Böyle kolun kanadın yokken kuşlara
yoldaş olma... ne beysin, ne vezir; bıyığını ne diye burarsın?
Hay-huy ediyorsun ama orduyu gören
yok.
herkes tanır, bilir seni; boş bir
davulsun, bir tokmaksın sen.
Mademki halife oğlusun, at
boynundan o davulu... al hançerini, giyin zırhı, ulu bir kumandansın sen.
And olsun Tanrı’ya ki bağ ıssısın
sen; ne diye tuttun da her bağdan üzüm çaldın? Kendi üzümünü sat; hepsi de
helâl üzümdür.
Sen henüz dolunay değilsin ki ışık
veresin de almayasın. dilenci gibi ışık iste, ışık al; bugün daha yeniaysın
sen.
Hele ey aşk, kendi incilerini,
kendi ışığını saç yıldızlara. hepsi de yıldızdır, Ay’dır; Güneş’e benzeyen
yalnız sensin.
Şu elini ver elime; elini çekme ki
sarhoşum. şarap var, kebap var, bir de bomboş köşe var.
Sarhoş bir halde, salına salına
git padişahın meclisine. koş o yüce meclise; zâti sensin o yüce meclis.
Ne baş ağrısı var, ne mahmurluk.
ne gamın
kaldı, ne feryadın... kendi
gamını, şahnenin, valinin kapısındaki kapıcı bil.
Bekçiyle şahne, padişahla eş dost
olana ne diyebilir? Hepsi de yüzüstü yere düşer, secdeye kapanır; çünkü pek
güzel huylusun sen.
LI
Zi kocâyî zi kocâyî hele ey meclis-i sâmî
Nefesî der dil-i tengî nefesî ber ser-i bâmî
A yüce meclis, nerdensin, nerden? Bir solukta daralmış
gönüldesin, bir solukta damın tepesinde.
Hele a benim canım, a benim cihanım, gökyüzünün de
direğisin, yeryüzünün de. Yüce kişiler de sana heves etmede, aşağılık kişiler
de.
Gizli, herkesten çekilmiş kişilerden misin, can
meclisindekilerden mi? Acaba Ermen ülkesinden misin, Rum ülkesinden mi, yoksa
Şamlı mısın?
O parıl parıl parlayan da ne? Perde ardından yüzün mü
parlıyor? Ay da, Güneş de ona karşı aşkla kul köle kesilmiş, hizmete kalkmış.
Âşıkın senin güzellik gül bahçene ulaşan gözü, kalkar da
bağa bahçeye ne diye gelir? Ancak bilgisizliktendir, hamlıktandır bu.
A efendim, nerdensin, nerelisin sen? Güzelliğin kastetti
canıma... Tanrı bakışı yüceldi; güzellikte, alımda şu kadeh senin.
Bir Ay’dır doğdu, ışıttı bizi; onu sevmek farz bize. aşk
çevremizde yüceldi, kapladı bizi; aşk uykumu sürdü gitti benim.
Bir ağaç ki meyveleri güzel mi güzel; ölümsüzlük ağacı
bile feda olsun ona. gönül umduğunu buldu; yiyin meyvelerinden a ulu kişilerim
benim.
Küpün ağzını kapadın ya, kerem eder, gene aç arsın. iki
dünyanın da aklını fikrini bir uğurdan kapar gidersin sen.
Duyduk, halkın yemesi için bir kazan aş pişirmişsin.
öylesine aş ki herkes yemek yeme
zevkini onda bulacak.
Yokluktan gelen her varlık arı duru bir görüşle gelir de
senin kurduğun yüzlerce tuzağa tutulur gider... değil mi ki tuzağı sen kurdun,
yemi sen serptin; bu böyle olur.
Güzeller Yusuf’unun yüzünden bütün zindan gül bahçesine
döndü. değil mi ki zindan böyle olmuş gitmiş, ne diye borç kaygısındasın sen?
Hele sus, sorma ona. hiç kimse ay
değirmisine, adın ne, kimsin, nerdensin diye sormaz.[11
LII
Ki şekîbed zi tu ey can ki ciger-gûşe-i cânî
Çi tefekkur koned ez mekr-o zi destan ki nedânî
A benim canım, kim dayanabilir sana? Canın da ciğerinin
köşesisin sen. senin bilmediğin hileyi, düzeni kim düşünebilir?
Ne içtesin, ne dışta; bu ikisinden de artıksın, üstünsün
sen... ne süttensin, ne kandan... ne bundansın, ne ondan.
Büyücü düşünce, gider de her yana tuzak kurar. fakat sen
bir hünerle onun bütün tuzaklarını yırtarsın, bütün hünerini mat eder gidersin.
Kekliğin içinden ne geçer ki doğan onu bilmesin. yerde
hangi tohum vardır ki gökyüzünden gizli kalır?
Başına bir külâh giydirirsin; derken bir silleyle o külâhı
düşürür gidersin. arslan çobanlığa kalkışırsa ne yapabilir yoksul keçi?
Taç da, külâh da silleni yemek için gerek bu başa. yoksa
bana taç ancak sensin; senden başka ne varsa ağırlıktan ibaret.
Nereye at koştursun, nerde yükünü açsın. can senden nasıl
kaçıp gitsin; sen yüzlerce cansın, yüzlerce cihan.
Sana neyini bulsunlar da noksan baksınlar? Sende ne ayıp
görsünler de seni kırsınlar,
incitsinler? Seni kime benzetsinler; yaratığa benzemezsin
ki?
Buluşmadan, kavuşmadan haber ver; hayallerden kurtar
canımızı... pek çekme, bir zamancağız bırak; zamanı bölen de sensin zâti.
Hele a açılmış, saçılmış can, a doğruluk ayağını meydana
koymuş can. herkes elden, ay aktan kalmış, yerlere serilmiş; sensin ancak bir
hoş ay akta; sensin ellerini çırpıp duran.
Padişahsın, ululuk şahinisin; böylesine kanatların var. ne
zansın, ne hayal; tümden varsın, varlıksın, tümden apaçık meydandasın.
Onun şâirlik huyu da ne oluyormuş? Bir yalımla yak gitsin.
bir ok at, okla onu; pek katı bir yayın var senin.
Hele yaya bir kiriş tak; hele pusudan bir sıçra. şu köyden
kurtar kendini; pek büyük bir şehirde sin sen.
Yücelerden gelen ateş gönül evini tümden kapladı gitti. y
alımın görünüşü dille söylenen sözden daha yeğ.
LIII
Meh-i mâ nîst münevver tu meger çerh derâyî
Zi tu por mâh şeved çerh çu berh çerh berâyî
Görünen Ay ışıklı değil ama
gökyüzüne sen doğarsan o başka... gökyüzüne sen doğdun mu, gök Ay’la dolar
gider.
Gökyüzü nedir, Ülker kim oluyor ki
senin değerine y aklaşsın. sana lâyık olsalar bile o lâyık oluşu senden
bulurlar.
Hepsi de hizmet etmeden, rüşvet
vermeden elbiseler giyinirler. ben-biz yok değil miydi? Yokluktan benlik,
bizlik sıfatını verdin bize.
Can benlik, bizlik yüzünden bir
dükkândır açtı. yoksa hangi kolla Tanrı yayını çekebilirdi o.
Yanlışın var a can, yanlışın var;
boyuna kendini incitip durma. Mesîh değilsin ki bir üfürmeyle görmeyen gözü
açasın.
Seher çağında tan yerlerinden gök
ışıyıp da Ay’ın bile yüzü kararınca yarı buçuk mum da kim oluyor ki ışığa ışık
katabilsin.
Nasıl çekelim onu; nasıl çekelim;
sen de gel de bâri beraber çekelim... çünkü o, şu gökyüzündeki mumdan da üstün
bir halk ışığıdır.
Bir sineciği ne zorlarsın, âciz
bir sinecikten, heveslerle dolu bir sinecikten ne diye Zümrüdüanka’nın, devlet
kuşunun uçuşunu beklersin?
O, gündüzü gördü mü, bir bucakta
ölür gider. ne diye gittin, ne diye öldün, neden böyle sölpüksün, neden böyle
gevşeksin sen?
Altının, gümüşün nereye gitti,
kolun kanadın nerede? Amcan, dayın hani; sen nerdesin, geriye dönüş nerde?
Hele gene gel, hele gene gel;
nimete, naza gel. çünkü ölümden, ayrılıktan sonra gene seni gönderirim,
yollarım ben.
Kolunu kanadını kestim; gamını
duydum, ah
edişini işittim... hele gene satın
aldım seni, cefaya lâyık değilsin sen.
Ölümden sonra uç dışarıya, merhametimden bir haber al da
yokluğa gittin mi, bir daha gelmezsin demesinler.
Ulu Tanrı, Tanrı kereminin
biteviye gelmesini yazdı; yakınlaştı, göründü, bir devâ yolladı aşk.U-21
Feilâtün feilâtün feilâtün feilâtün; sus, denize dal; sen
vefa denizinin bir balığısın.
LIV
Mesel-i zerre-i rovzen hemegon geşte hevâyî
Ki tu horşîd-şemâyil be ser-i bâm berâyî
Hepsi de penceremden giren ışıkta görünen zerreler gibi
havalanmış. güneşe benziyorsun sen; senin dama çıkmanı bekliyor hepsi.
Darmadağın zerrelerin hepsi de senin
yüzünden neşeli... sen evimizdesin diye hepsi de el
çırpıyorlar, ayaklarını vura vura oynuyorlar.
Hepsi de ışık içinde gizlenmiş, hepsi de senin lûtfuna
dalmış, uyumuş. hepsi de yanılmış da a Tanrım demiş, nerdesin?
Hepsi de rahmetle bir yatakta yatmış; hepsi de nazla,
nimetle gelişip yetişmiş; hepsi de yoksulluk elbisesine bürünmüş devlet
şehzadesi kesilmiş.
Bu kavuşmayı, bu buluşmayı görünce her yana koştum;
aradım, aktardım; ayrılık nedir, adını bile duyamadım.
Hani o değil de onun yerine geçen diye bir addır
söyleniyor ya; olsa olsa engellik kıskançlığından meydana gelen bir şey. yoksa
y erine geçiş de ne, engellik de kim? Hepsi de düzen.
Ölümsüzlüğün canından, o güzel yüzlüyle buluşmadan başka
bir şey yok. bilgisizliğinden başka türlü tanık olma da herze yeme.
LV
Bedeh ey dost şerâbî ki Hodâyîst Hodâyî
Ne der o renc-i homârî ne der o hevf-ı codâyî
A dost, o Tanrısal şarabı sun, o
Tanrısal şarabı... onda ne mahmurluk zahmeti var, ne ayrılık korkusu.
Onun yeri ağız değildir; bütün
parçaları ağızdır onun. bitkisi yerden bitmez; gökten biter o, gökten.
O şaraptan, kutsal can kesilen
koku alır, haber duyar. öylesine kişi ölü değildir ki tutsun da akbaba kapsın
onu.
îmranoğlu Mûsa, “Bana görün” der
de sâkîlik ederse, Tur Dağı’nın gönlüne girer de taştan bile ışık doğar.
Ramazan ayının lâ’l şarabı gizli
kadehlerle her yerde sunulur durur sana. nerdesin, bilmezsin, haberin bile
olmaz.
Ramazan, sanma ki yorduğu, ağzını bağladığı kişiye o
şarabı sunmaz da canına can katmaz.
LVI
Heme çün zerre-i rovzen zi gemet geşte hevâyî
Heme dordî-keş-o şâdon ki tu der hâne- i mâyî
Hepsi de pencereden giren ışıkta görünen zerreler gibi
gamınla havalanmış... sen evimizdesin diye hepsi de tortulu şarap içmiş,
neşelenmiş gitmiş.
Darmadağın zerrelerin hepsi de senin yüzünden neşeli.
hepsi de güne ş yüzlüsün sen diye el çırpıyor; ayak vura vura oynuyor.
Hepsi de açılıp saçılmış bahtın sayesinde senin lûtfunla
uyumuş kalmış. hepsi de sana kavuşmuş, seninle buluşmuş da, a Tanrım, nerdesin
sen demiş.
Hepsi de rahmetle bir y atakta yatmış; hepsi de nazla,
nimetle gelişip yetişmiş; hepsi de
yoksulluk elbisesine bürünmüş devlet şehzadesi kesilmiş.
Bu kavuşmayı, bu buluşmayı görünce her yana koştum;
aradım, aktardım; ayrılık nedir, adını bile duyamadım.
Âşıkın özünden başka ne varsa âşıka göre asılsızdır...
zâti âşıkın gönlünden başka ne varsa hiledir, düzendir.
Sen o buluşmanın ta içindesin ama
ayrı görünmedesin; sen o ölümsüzlüğün canındasın... bilgisizliğinden başka
türlü tanık olma da herze yeme.13]
LVII
Mekon ey dost neşâyed ki behânend-o neyâyî
Ve eger nîz beyâyî berevî zod nepâyî
Yapma dostum; çağırsınlar da gelmeyesin. y ahut gelesin de
tez gidesin, eğlenmeyesin; y araşmaz bu sana.
Hele a benim gözüm, ışığım; coşup köpüreceğim çağ geldi
çattı. senin Mûsa’na Tur kesildim; fakat sen Tur’dan gittin; nerdesin?
Düşman bana gülse de, şahne beni tutup bağlasa da; hattâ
sen bile mahsustan kızsan da öfkeyle elini dişlesen de
Sana and içtim; bundan dönmeyeceğim; coşup köpüreceğim;
Tanrı’ya, tek Tanrı’ya döneceğim.
Dostum, yıldızdan da yeğsin, gökyüzünden de; mumluk et,
işit bizi... dostum hekimlikte bulun, her derdin devâsısın sen.
Yıkık gönlüme, yanılıp da kuzgun bile girse, senin ışığın
ona vurdu mu kuzgun Zümrüdüanka olur, devlet kuşunun ödevini yapar.
Bir bölük halk ağlar; bir bölüğü de güler. inada, savaşa
girişirler de senin aşk yolunu bağlarlar.
Düşman yüzünden aksasan, öfkelenip savaşa girsen, arslan
olsan, kaplan kesilsen gene bizim halkadansın sen.
Zamanın iyiliği, kötülüğü yüzünden aşk evden çıkmaz... aşk
masal değildir; göktendir, gökten.
Bana dert, devâ oldu; cefa, vefa kesildi; yeryüzü, göğe
döndü; ömrü uzadıkça uzasın duasını ne yapayım artık.
Kem göz de nedir? Kendini bilmeyene de razılık gül
bahçesisin, bilene de. bu böyle oldukça dünya kuruluğa uğramaz artık.
Hele şu nazı bırak; bir solukcağız yüzünü bize çevir; bir
solukcağız düzenden geç; hile nedir; düzenden ne çıkar ki?
Hele sen sus da tatlı mı tatlı ağzını o açsın; açsın da
zamanın Hızır’ı sâkîlik etsin.
BAHR-İ REMEL
-MÜSEDDES MAHBÛN-
feilâtün feilâtün feilât
— A —
Ey dil-i refte zi câ bâz meyâ
Be fena sâz-o derin sâz meyâ
A yerinden kalkıp gitmiş gönül,
tekrar gelme... Yoklukla uzlaş da, burasıyla uzlaşmak için geri gelme.
Cana can dünyası daha yeğ. Candan
bir bedene bürün, geri gelme.
Suyun dirildiği suya at kendini;
gelme artık.
Aşkın sonu, önünden iyidir; sonundan kalkıp da önüne
gelmeye kalkışma.
Cansızlar gibi donup buz kesmemek
için o ateşte eri, sız; geri gelme.
Canların yokluktan gelen seslerini
işit; yokluk gibi hiç seslenme.
Sır seslendi mi sırlığı kalmaz. a
sır, seslenme, gelme.
II
Men resîdem be leb-i cûy-ı vefâ
Dîdem oncâ senemi rûh-efzâ
Yokluk ırmağının kıyısına ulaştım;
orda cana canlar katan bir güzel gördüm.
Ordusu tümden Güneş’e tapmada...
Güneş gibi hepsi de başsız-ayaksız.
Benim sözüme inanmıyorsan kadri
yüce Kur’an’ın âyetini dinle:
* Onlara bir kadın, padişahlık
etmedeydi. her şey de verilmişti ona.14]
Güne ş yüzünü gö sterdi mi, hepsi de gölge gibi secde
ediyordu Güneş’e.
Ben de hüthüt gibi havalara uçtum
da ta Seba şehrine ulaştım.
III
Enderin cem’ şererhâ zi kocâst
Dûd-ı sovdâ-yı hunerhâ zi kocâst
Şu toplulukta görülen kıvılcımlar
nerden gelmede? Hünerler sevdasından çıkan duman nerden tütmede?
îpimin ucunu kaybettim gitti... şu
birbirine ay kırı düşünceler nerden peydahlanmada başlarda?
Savaştan eserler var bende;
gönülleriniz aykırı değilse bu tesirler neden ileri geliyor?
Zincirin halkaları gibi
birbirimize geçmiş, kenetlenip birleşmişsek, şu kapıları kapamak da neden?
Burda birbirine aykırı yüzlerce
kuş yoksa, şu savaş, şu kanat yolma neden, niçin?
Sâkî, şarap sun ki şarap söyler şu başkalıklar, şu ay
rılıklar neden oluyor?
Toprağa bir yudumcuk dökmezsen toprağın nerden haberi
olacak senden?
IV
Hem beber in bot-i zîbâ hoşekest
Men neşestem ki hemîncâ hoşekest
Kucağımda şu güzel dilber hoşça bir şeyceğız... Ben oturdum
kaldım; burası güzelce bir yerceğiz.
Çalgıcı, sevgilim, mum, şarap. Böyle hazırlanmış zevk,
neşe hoşça bir şeycik.
Sen de, ben de burdan hiç gitmeyelim. şekerle helvanın
yanı başında oturmak hoşça bir şeyceğiz.
Te rütaz e gül bile sevgilimin yüzünü görünce utanmış.
Hoşça bir şeycik böyle bir yüze, göze sahip olmak.
Her sabah onun yüzüyle, onun güzelliğiyle sarhoşuz. hele
bugün bizimle de; hoşça bir şeyceğiz bu.
Sıçrayıp kalkayım da saçlarının halkasına yapışayım; o
halkadan dünyayı seyretmek hoşça bir şeyceğiz.
Tebrizli Şems, gönüller ışığı... boyuna sarı- kızıl gülle
düşüp kalkmak hoşça bir şeycik.
V
Her ki bâlâst mer orâ çi gamest
Her ki oncâst mer orâ çi gamest
Yücelerde olana ne gam var? Orda bulunanın derdi mi olur
hiç?
Çünkü bu yanda tümden can var, yaşayış var. bu yanda
boyuna lûtuf var, kerem var.
Zâti bu yanda ne yan var, ne yer. önsüzlük içinde
önsüzlüktür, sonsuzluk içinde sonsuzluk burası.
Şu yokluk ne de kutlu bir yerdir ki varlığa y ardım hep y
okluktandır.
Bütün gönüller yokluğa bakmada, yokluğu
beklemede... yokluk değil bu, İrem bağı.
Bütün şu gönül ordusu, yokluk süvarilerinin bir bayraklı
bölüğü ancak.
Senden gizlilik dünyasına varmaya yıllarca yol var; fakat
gönül yolundan gittin mi, bir adımlık yol.
— D —
VI
Merk-i mâ hest erûsî-i ebed
Sırr-ı on çîst Huv’Allahu ahad
* Bizim ölümümüz sonsuz bir düğün
dernektir... Onun sırrı nedir: “Tek, bir Allah’tır o.”
Güneşin ışığı pencerelerden
bölünür de girer; fakat pencereler kapandı mı sayı da ortadan kalkar.
Üzümlerde de sayı vardı hani;
fakat üzümden mey dana gelen şırada sayı yoktur.
Tanrı ışığıyla diri olan kişinin
canına bir y ardımdır ölüm.
Onlara kötü de deme, iyi de deme. onlar iy ilikten de
geçmişlerdir, kötülükten de.
Gözünü gerçeğe harca; görmediğini
söyleme de gözüne bir başka göz, bir başka görüş versin.
O verilen göz, gözün de gözüdür;
hiçbir gizli
şey ona gizli kalamaz.
* Bakışı Tanrı ışığıyla olunca
böylesine göze gizli kalan nedir ki?
Işıkların hepsi de Tanrı’nındır
ama tümüne birden ihtiyaçsız Tanrı ışığı deme.
Ölümsüz ışıktır Tanrı ışığı;
geçici ışık bedenin sıfatıdır.
Halkın şu gözlerindeki ışık ateş ışığıdır; ama Tanrı bir
göze sürme çekerse o başka.
Halil’e onun ateşi ışık kesildi...
fakat akıl gözü tıpkı eşek gözüdür.
A Tanrım, senin ihsanını görmüştür
de göz kuşu senin havanda uçmadadır.
Gökleri kaplayan göğe dek ağmıştır
da seni aray ıp durmadadır, seni gözetip yatmadadır.
Ya cemalinden bir göz ver ona; yahut da bu ayıp yüzünden
kovma; sürme kapından onu.
Canın gözünü her solukta ağlat;
usûl boydan, güzel yüzden sen koru, sen gözet onu.
Uykuda senin yüzünden bir
uyanıklıktır gördü; gerçekten de bu olgunluk rüyasıdır, doğru yolu buluş
görgüsü.
Fakat rüya, rüyada yorulamaz ki...
hasetçilerin inadına sen uyandır onu.
Yoksa çalışır, çabalar; coşar, köpürür, tek Tanrı’nın
sevgisiyle mezara dek böyle gider durur.
VII
Hakeme’l-beyni bi mevtî va amad
Radıya’s-saddı bi haynî va kasad
Ayrılık, ölümüme hükmetti,
kastetti bana. beni öldürmeyi kurdu, razı oldu buna.
Bahtın gözlerini zaman açtı; açtı
ama beni kapınızın eşiğinde bir kalıp o larak gördü ancak.
Aşk kan dökmekten hiç çekinmez;
aşkın ne y akını vardır, ne çocuğu.
Fakat ölüm y aşay ıştır size.
yokluk-yoksulluk
zenginliktir, dayançtır size.
Ne uymazlıkta bulunup yol yitirin,
ne bir şey gözetlemeye kalkın; gelin benimle, yola düşün, aşk dağına çıkalım.
Uzaklaşmanız korkutmasın sizi;
ardında toy var, buluşma var, yardım var size.
Bu yolda önce zevk ve neşe yeli eser; yolcuya da güç
kuvvet verir.15]
VIII
Ez dil-i refte nîşan mîyâyed
Bûy-ı on cân-o cehon mîyâyed
Varıp gitmiş gönülden bir iz
görünmede... o canın, o cihanın kokusu gelmede.
O sarhoşların naraları,
gürültüleri, açık-gizli kulağa gelip durmada.
înci her yandan parlıyor; ayağını
vura oynaya cana doğru geliyor.
Gökyüzü meşalelerini taşıyanların
kapısından gönül ateşi ağza gelmede.
Pervanenin canı, beline kemer kuşanıyor... apaydın mum,
ortaya geliyor.
Bizden gizli olan güneş, nurlar
saça saça bize doğru geliyor.
Gizlilik âleminden bir ok uçup gelmiyorsa ne diye
kulağımıza yay sesi gelmede?
IX
Ger nehosbî şebekî con çi şeved
Ver nekûbî der-i hicron çi şeved
A benim canım, bir gececik uyumasan ne olur; bir gececik
ayrılık kapısını çalmasan ne çıkar?
Dostların gönülleri olsun diye bir
geçeceğiz gündüze dek otursan n’olur.
Şeytanın gözü kör olsun diye iki
gözümüz, seninle aydınlansa ne çıkar?
Güller saçsan da lûtfunla bütün
dünyayı güller,
reyhanlar kaplasa n’olur?
O karanlıktaki abıhayatla bütün
şehir, bütün ova sulansa, dolsa ne çıkar?
Hızır gibi, ta abıhayatın
kaynağına dek bize kılavuz olsan n’olur yâni?
İki üç konuk, senin kerem
sofranda, senin nimetlerinle dirilse ne çıkar bundan?
Senin gönül alıcılığınla, can bağışlamanla iki üç cansız
canlansa ne olur ki?
Ata binsen de meydana gelsen,
göğsümüz mey dana dönse ne çıkar ki?
Ay gibi yüzünü göstersen de Zühre,
Terazi burcuna girse n’olur ki?
Kadehi dudağına dek doldursan da
mahmurların başlarına döksen n’olur yâni?
Biz kullarız, sen padişahsın; senden yeni bir elbise
giyinsek ne çıkar ki?
Mûsa gibi eline bir sopa alsan da
sopa yılan kesilse n’olur?
Mûsa’nın eli gibi elini açıp uzatsan da denizin dibinden
toz koparsan ne çıkar?
Süleyman, karıncaların yanına gelse de karınca Süleyman’a
dönse n’olur?
Sus, derlen, toplan; yeter artık... darmadağın söylenmesen
ne çıkar?16]
X
Gol-i hendon ki nehended çi koned
Alem ez muşk nebended çi koned
Güleç gül gülmez de ne yapar? Miskten bir bayrak bağlayıp
açmaz da ne eder?
Gülüp duran nar ağzını açtıktan sonra derisine sığmaz da
ne yapar?
Parıl parıl parlayan Ay güzellikten, nazdan başka ne
gösterir, nesini beğendirir, ne edebilir?
Güne ş p arlamaz, ışık saçmazsa şu görülmemiş gök kubbede
ne yapabilir?
Gölge güneşin yüzünü görünce
secdeye kapanmaz da ne eder?
Âşık gömleğinin güzel kokusunu duyunca gömleğini yırtmaz
da ne yapar?
Ölmüş beden onun yanından geçersen
dirilip kalkmaz da ne eder?
Gönlüm gamınla savaşma yüzünden
çenge dönmüş... coşmaz, nağmeler ırlamaz da ne yapar?
Tanrı arslanı padişah Salâhaddin’dir; avlanmaz, kükremez
de ne eder?
XI
Her kocâ bûy-ı Hodâ mîyâyed
Helk bin bî ser-o pâ mîyâyed
Seyret de gör, Tanrı kokusu nereye gelirse orda halk
başsız-ayaksız bir hale gelir.
Çünkü canların hepsi de ona
susamıştır. susayanın kulağına sakanın sesi gelir.
Süt emer çocuk ağlar, annem
nerden, ne yandan gelecek diye gözetir durur.
Herkes ayrılığa düşmüştür;
buluşma, kavuşma nerden doğacak, sevgilinin yüzü nerden belirecek diye bekler
durur.
Müslüman’dan, Yahudi’den,
Hıristiyan’dan her seher çağı ses yücelir, dualar göğe ağar.
Ne mutlu o akla fikre ki gönül
kulağına gökyüzünden bir davet sesidir gelir.
Kulağını cefadan arıtır. çünkü
gökten bir sestir gelir ona.
Pisliklere bulanmış kulak, o sesi
içemez... herkese lâyık olduğu şey gelir.
Gözünü yanakla, benle bulaştırma. çünkü o ölümsüz
padişahlar padişahı geliyor.
Bulaşmışsa gözyaşlarıyla yıka onu. çünkü o gözyaşında
devâlar var.
Mısır’dan şeker kervanı erişti;
dama, kaleye çan se sleri gelmede.
Kendine gel, sus... gazelin geri kalanını söylemek için
bizim söyleyen padişahımız geliyor.
— R —
Sâkıyâ bade-i gol-reng beyâr
Dâru-yı derd-i dil-i teng beyâr
Sâkî, sun gül renkli şarabı...
getir daralmış gönlün ilacını.
Meclis günü; savaş günü değil. savaş hançerini götür, çeng
getir.
Dert çekenler senden tortulu şarap
içerler. beni şaşırtan, beni benden alan, o tortulu şarabı getir.
Her şarapla kendimden geçmem ben.
o levent sâkînin bize sunduğu şarabı sun bana.
Şarap içilecek, kadeh sunulacak
gün; ad san, âr namus günü değil. adı sanı götür gitsin; ârı, ayıbı getir.
Bir kimyadır ki taşı akıyk haline
sokar. bir sına, getir taşı.
Dokuz göğün de cilâsıdır o;
sınamak için
paslanmış demiri getir de bak.
Hızır’ın kaynağı seni çağırmada...
testiyi al da iki üç fersahlık yola git.
Ne yüzden enseni kaşıyıp
duruyorsun? İşte üstünlük şuracıkta, bir davran, yürü.
Kokusu güzel bile olsa harf
renktir. sen şekilsiz, renksiz canı getir.
Rengi yitirdin mi canına canlar katılır; o şuh, o güzel
canın kokusunu getir.
Hileye, düzene yum dudaklarını. hilesiz, düzensiz canı
getir sen.
XIII
Ez leb-i yâr şekerrâ çi heber
Ve’z roheş şems-o kamerrâ çi heber
Sevgilinin dudaklarından şekerin
ne haberi var? Yüzünden Güneş’in Ay’ın ne haberi var?
Soluğuna karşı ilkbahar yeli ne söz edebilir? Selvi
boyundan ağacın ne haberi olabilir?
Dünya onun yüzünden altüst
olmuş... altüst olmuş âşıkın haberi mi olur bundan?
Can bile onun sırlarına mahrem
değilken, haberi olanların ne haberleri olacak onun yolundan?
Nerkis, bahçeye bakar durur ama
çayırdan çimenden ne haberi vardır onun?
Her toplum sarhoş olmuştur da
başka toplumların bizden ne haberi var ki demiştir.
Nasılsın, gönlün nasıl dedi. şu
ciğeri yaralanmışın gönülden ne haberi var ki?
Padişah taç urunur, kemer kuşanır ama tacın, kemerin
padişahtan ne haberi var?
Şu feryadı azalt, kimsenin haberi bile yok. âşıkların
ahından seher çağının ne haberi o lab ilir?
XIV
Sâkıyâ bâde-i çün nâr beyâr
Def’-i gamrâ tu zi esrâr beyâr
Sâkî, nar gibi şarabı getir.
gizlilikler âleminden o gamı gideren şarabı sun.
A gönüller alan sâkî, çabuk,
gönülden coşup köpüren o şarabı sun.
A aşk kâfiri, gel de şarabı gör...
şarapla yok ol da aşkı ikrar et.
A sâkî, bütün sarhoşların ellerini tut da öylece gül
bahçesine götür onları.
Bizim güzelimizin tapısına, bütün
güzelleri, boyunları bağlı, Bulgar ilinden getirilen tutsaklar gibi getir.
İnananların hepsini de çırçıplak
ettin; kâfirlerden de rehin al, getir.
A Tebrizli Şems, devlete de ki:
Azı kabul et, çoğu da getir gitsin.
Yek demî hoş çu goliston konedem
Yek demî hemçu zemiston konedem
Bir soluk beni gül bahçesi gibi
hoş bir hale sokar; bir soluk, kış mevsimine döndürür.
Bir solukta üstün eder, usta yapar
beni; bir solukta mektep çocuğu eder gider.
Bir an olur taş atar, kırar
beni... bir an olur gerçeklere padişah eder beni.
Kimi güneş kaynağı yapar; kimi tümden geceye döndürür
beni.
İki elimle eteğine yapıştım.
bakayım, göreyim, ne düzenler edecek bana?
O, beni sarhoşlara sâkî yapar ama
onun tortulu şaraba benzeyen derdine kadehim ben.
Bana şekerkamışlığı adını takar
diye gece gündüz onun şekerini övüp dururum.
XVI
Men eger por gam eger şâdânem
Âşık-ı dovlet-i on sultânem
îster gamlarla dolayım, ister
neşeli olayım; o padişahın devletine âşıkım ben.
Ayağını bastığı toprak, başıma taç
oldukça, bana taç bile versen almam.
Güzel bir şekere benzeyen
dudakları bana öğüt vereli, her dişimin dibinden şeker bitmede.
Ayağımda diken varsa da gülüm; şu
zindandayım ama Yusuf’um.
Kim bana Yakub kesilirse, ona hüzünler
bucağında eş dost olurum ben.
Onun buluşma dudağında neye
dönmüşüm... şekerler yerim, gene de fery at ederim.
Ay ağım şu balçığa kakılmış
kalmıştır ama böylesine bir gül bahçesinin selvisi değil miyim?
Dünyadan gizlenirsem şaşılır mı
buna? Can
gizli olur, ben de canım.
Baştan ayağa dek dikenlerle
doluyum ama dikenler kör olsun diye de gül gibi gülmedeyim.
Şimdi Tanrı birliğine iman
etmişim; bundan sonraysa inananlara imanım ben.
Onun gölgesiyim, onun
boyuncayım... boyu ne kadarsa onun, o kadarım ben.
Gökyüzü gibi kimin gölgesi yoksa, o bilir ki güneşlerdenim
ben.
Altınım ama değerim yok. çünkü
pazarda değilim, madendeyim ben.
Şu taş yüreklilerin gönüllerinde
altınla toprak gibi madenle birim ben.
Cihan madeninden kurtulunca, varlık âleminden, mekân dünyasından
geçince, ne olacağımı ben bilirim, ben.
XVII
Men eger mestem eger huşyârem
Bende-i çeşm-i hoş-ı on yârem
îster sarhoş olayım, ister ayık...
o sevgilinin güzel sözlerine kulum köleyim.
O canın, o cihanın yüzünün hayali
olmadıkça kendimden de bezerim, candan da, cihandan da.
Hani onun yüzünden gece gündüz
güllerle eşim, gül bahçesindeyim ya; işte onun kuluyum, onun kölesi.
Böyle bir ayna görmedeyim; gözümü
bu aynadan nasıl ayırabilirim ki?
Soluğumu kesmişim, sözden
kalmışım; ateş üstündeyim; gürültü edip durma; üfürme bana.
Güzelim dedi ki: Güzellerin
canıyım ben. evet ey güzelim dedim, benim ikrarım da bu.
Dedi ki: Başında benim coşkunluğum
varsa senden kıl kadar ayrılmam, b ırakmam seni.
O mumum ki ben, pervane olanı
tutar, ate şime tapşırıveririm.
Ona dedim ki: Benden ne y akarsan
yak. zâti
izim senin aşk dumanından ibaret.
Gözünle gör de sözümü gerçekle... işim bundan başka bir
şeyle düzene girmez.
Ben pergelden çıktım ama şaşılacak şey şu ki bu değerimde
pergele döndüm gitti.
Sâkî geldi de payına düşeni ver dedi; işte sarığım; al
rehin olarak dedim.
Hayır, hayır dedim, yanlış söyledim. başımı al gitsin;
fakat biraz dur, birazcık aklım başımda.
O gizli dünyayı göster de şu cihanı yok sayayım gitsin.
XVIII
Men ezin hâne beder mînerevem
Men ezin şehr sefer mînerevem
Ben bu evden çıkmam; ben bu şehirden çıkıp y o llara
düşmem.
Bir benim, bir de güzelim. ömrüm oldukça onu bırakıp da
bir başka yere gitmem ben.
And olsun Tanrı’ya, duduyum, dudu
yavrusuyum; şeker denginden başka bir yere gitmem de gitmem.
Bir zamancağız benden uzaklaşsa,
ciğer kanına bulanırım ancak, başka yere gitmem, başka şeye karılmam.
Dünya deniz olsa dalgaların
dövdüğü, inciden başka yere gitmem,17]
Sarhoş bülbülüm; neşe bağında
terütaze gülün bulunduğu yerden başka yere gitmem.
Başıma bir şarap kokusudur
düşmüş... şarap gibi baştan başka bir yere gitmem.
Böyle bir bahçeyi, böyle bir selviyi, böyle bir yeşilliği
bırakıp da nerelere gideyim? Böyle bir yer var mı ki?
XIX
Men ki heyran zi mulâkaat-ı tuem
Çün heyâlî zi heyâlât-ı tuem
Seninle buluştum da şaşırdım kaldım; senin hayallerinden
bir hayal oldum gitti.
Hatırımı sayıyor da gönlümü alıyorsun... ah, bu hatır
saymana gönül verdim gitti ben.
Varlığım senin güzel sıfatlarının bir şeklinden ibaret.
yoksa ben senin zatının bir sıfatı mıyım?
Keremin lütfeder de kerametler bağışlarsa, her kılım senin
bir lütfun olur, kerametin kesilir.
Şeklim de senin soluğunla meydana gelmede, düşüncem de.
sanki senin sözlerinim ben.
Kimi padişahtım, kimi de kuldum sana. şimdi ikisi de
değilim; sana karşı mat oldum gitti.
Gönül sırçaya döndü, ışığınsa kandil. bense bir âşıkım ki
kandilinin konduğu yer olmuşum gitmiş.
A mühendis, sana bir üstü düz taş kesilmişim; yapı
kuracağın yere döşenmiş, toprak olmuşum. döktüğün rakamlara dönmüşüm, dilersen
yazarsın, dilersen bozarsın.
Kimi anayım; anışla ne işim var? Zâti senin anışın
kesilmişim. Ne diye tedbire girişeyim; senin tedbirlerine dönmüşüm; senin
bayrakların olmuşum.
* “Delillerimizi dolaylarda da göstereceğiz onlara,
kendilerinde de.” Beni sen oku, senin delillerinim ben, senin âyetlerin.
XX
Men eger nâlem eger özr ârem
Penbe der gûş koned dildârem
îster ağlayayım, ister özür getireyim... sevgilim kulağına
pamuk tıkar.
Bana ne cefa ederse, o cefa kendisine varır, ulaşır; ama
ben gene de ne cefa ederse etsin, dayanırım.
Beni yoka sayarsa say sın. sitemini kerem
say arım onun ben.
Gönül derdimin devâsı, derdidir onun. ne diye derdime
gönül vermeyecekmişim.
Onun aziz aşkı beni horladı mı, o
vakit yücelik bulurum; o vakit saygı görmüş olurum.
Üzüme benzeyen bedenim, beni ezen,
çiğneyen sevgilimin ayakları altında ezilir, sıkılırsa o vakit şaraba döner.
Ayaklar altında üzüm gibi can
veririm de sırlarım neşeler bulur, zevke erer.
Üzüm boyuna kan ağlar, bu
cevirden, bu cefadan bezdim der ama.
Onu ezen, ben seni bilgisizlikten
ezmiyorum diye kulağına pamuk tıkar, aldırış bile etmez.
Sen inkâr edersen mazursun der; fakat bu işi ben bilirim,
ben buyururum.
Şimdi benim savaşmamdan, çalışmamdan baş çekersin ama
sonra çok şükredersin bana.
XXI
Men eger por gam eger hendânem
Âşık-ı dovlet-i on sultânem
îster gamlarla dolayım, ister güleyim, o padişahın
devletine âşıkım ben.
Padişahın aşkına heves etmek benim tacımdır... bundan
başka bir taç verse bile almam ben.
Onun gül dalının rengi, benim varım yoğumdur... çünkü o
gül bahçesinin bülbülüyüm ben.
Kapısının toprağından başka bir yere oturmam ben;
gönlümden, canımdan başka bir yere oturtmam onu.
Gece gündüz süte, şekere dalmışım; güller, yaseminler,
reyhanlar içindeyim.
Dünya ister yıkık olsun, ister mamûr; onun yıkılmış
kuluyum ben, bunu bilirim ancak.
Yeryüzünün toprağıyla birim ama padişahın gene de lûtfu
var bana.
Toprakla karışmış altınım ama varsın olsun; ne çıkar
bundan? Madendeyim ama ocağa gideceğim zâti.
Rov karâr-ı dil-i meston bisiton
Rov herâc ez gol-o boston bisiton
Yürü, sarhoşların gönüllerinden
kararı, huzuru al gitsin. yürü, gül bahçesindeki bülbülden haraç alagör.
Ay’ın başından külâhını kap; gül
bahçesinden rehin olarak gül al.
Dün akşam, bir yol canın sözünü
etmiştin hani... senindir o, hele al, al.
A yüzüne, yanağına yol bulan, kış
mevsiminde taze güller devşir.
A padişahların nazından korkan,
aşkta daha çocuksun sen; hele bir memeyi al ağzına.
Sevgiliye ulaşmak istiyorsan
gönlünü sıkı tut. gevşek kişilerden al gönlünü.
Aşk yolunda tez yürü, çevik ol.
zarı kap çevik kişilerden.
XXIII
Mât-ı hodrâ senemâ mât mekon
Be coz ez lutf-o murâat mekon
A güzel, sana mat olanı mat
etme... ona lûtuftan, riayetten başka bir şey yapma.
Hani bâzı kusurlarda bulundu,
edepsizlikler etti ya. bağışla, cezasını vermeye kalkışma.
Acımak çağıdır; acı; kin tutma.
kulunu belâlara uğratıp da yok etme.
Başın için olsun, ayrılık
düşüncesine dalma; buluşmaktan, kavuşmaktan başka bir şey düşünme.
Kendi toprağını yerlere saçma.
göklerden başka bir yeri durak olarak verme ona.
Önceden kendinden başkasına çekme
onu. sonunda da kutluluklardan başka bir şey verme ona.
Neye alıştıysa lûtfunla ona ulaştır onu. kendi başına
bırakma; beslemekten, y etiştirmekten
usanma onu.
Senin meyhanendekilere kulum
köleyim ben; meyhaneye ardımızı döndürme.
Biz kim oluyoruz ki yapma, etme diyelim? Fakat mademki dedik,
suçumuza bakma.
XXIV
Ey be inkâr suy-ı mâ negeron
Men neyem bâ tu du dil çün degeron
A inkâr ederek bize bakıp duran,
sana karşı başkaları gibi iki gönüllü değilim ben; özüm sözüm bir.
A bütün şekerlerin sermayesi, ne diye acı söz düşünür
durursun?
Yanmış yakılmış gönlüme su serp...
çünkü ciğerleri kanlarla dolanların güzelisin sen.
Yay gibi gamlarla oklama beni.
kalkanı o lmay ana ne diye ok atar durursun?
Senden güle şikâyetler ettim; dedi
ki: Ben de
onun yüzünden elbisemi
paralamadayım.
Nerkis, onu benden sor, dedi;
bakış-görüş ıssı olanların kuluyum ben.
Benim gibi bir uçtan ta öbür uca
dek bütün çayır çimen, onun ateşiyle yanmış gitmiş.
Ay’la Güneş bile onun yüzünün
parıltısıyla şu gök kubbede altüst olmuş.
Deniz bu yakıcı ateşle coşmuş, köpürmüş... gökyüzünün beli
bükülmüş bu ağır yükten.
Dağ onun beli kemerli kullarından
sayılsın diye hizmet kemerini kuşanmış.
Şu şekle sığmayanlardan bir haber
ver diyen canların sesleri geliyor kulağıma.
Fakat kime söyleyeyim? Cihanda
mahrem nerde? Haberi olmayanlara neyi haber vereyim?
Denizin dışı, çerçöpe yerdir. denizin özüy se incilere
duraktır.
Benim içim dışımsa çerçöpe
sıvışmış bir toprak ki şu denize bir yol bulmuş, geçip gitmede.
Şu başsız-ayaksız gazelimize bak ki ayağımızdan tutmuş,
bizi sana doğru çekmede; ta başa dek götürmede.
— V —
XXV
Be herîfon menişin hâb merov
Hemçü mâhî be tek-i âb merov
Erlerle otur, gidip uyuma... balık
gibi tutup da denizin dibine dalıverme.
Deniz gibi bütün gece coş, köpür;
seller gibi dağılarak gitme.
Abıhayat karanlıkta değil mi? Sen
de onu geceleyin ara. acele etme, tezce gitme.
Gökyüzünün gece yolcuları ışıklar içindedir. sen de
dostların sohbetini bırakıp gitme.
Uyanık mum, altın leğenin altında
değil mi? Sen de y eraltına gir, cıva gibi yuvarlanıp gitme.
Geceleyin yol alanlara Ay, yüzünü
gö sterir. Ay ışığının bulunduğu geceyi bekle; gitme.
Tu çerâ comle nebât-o şekerî
Tu çerâ dilber-o şîrin-nezerî
Sen neden böyle tüm balsın, tüm şekersin? Sen neden böyle
güzel bakışlı bir dilbersin?
Neden gülen güle benziyorsun? Neden ağacın dalı gibi böyle
terütazesin?
Bir gülüşte ne diye böyle yol vurmadasın? Bir bakışta
neden akılları çelip gitmedesin?
Neden gökyüzü alanı gibi arı durusun? Ay değirmisi gibi
neden tez gidersin?
Neden deniz gibi dibin, ucun yok? Neden inci gibi
aydınsın, güzelsin?
A bütün hüneri fitnecilik olan düzenci, akıllıları ne diye
deli divane edersin?
însan olsun, melek olsun, dev olsun, peri olsun... ne diye
oturup duranları oyuna sokarsın?
Ne diye insanlara tövbelerini
bozdurursun... ne diye adamların perdelerini yırtarsın?
Bütün gönüller seni düşünmede. nerdesin, ne düşüncedesin
sen?
XXVII
On çi der sîne nehan mîdârî
Derneyâbend tu mîpendârî
Sanıyor musun ki gönlünde
gizlediğini kimsecikler bilmeyecek?
Tanrı sana uyanıklık versin.
gönülleri uyuyor mu sandın sen?
Gül, yahut diken. her ağaç, gönlünde ne varsa onu
belirtir.
Seni hasta sansınlar diye y arasa gibi
gündüzden saklanan kişi,
And olsun Tanrı’ya, gizliliğe
dalmışsın ama herkesten daha da fazla meydandasın sen.
Düşünceye dalmış, bû-tîmâr kuşuna
dönmüşsün ama güneşe karşı gene o
yarasasın sen.
Çeng feryat etmese de feryada gelince ne olur, ne hal
alır... herkes bilir.
Bir gamla feryat etse de gene herkes bilir ki aklı başında
değildir onun.
XXVIII
Ey heyâlî ki be dil mîgozerî
Nî heyâlî ni perî nî beşerî
A gönüle gelip geçen hayal; ne hayalsin, ne perisin, ne de
insan.
Ayak izini aramad ay ım. fakat ne y eryüzünde izinin tozu
var, ne gökyüzünde.
Haberi olanların senden haberleri yok ama haberi
olmayanlardan haberin yok mu senin?
Ya gönlün eşi dostusun, sevgilisisin; yahut da gönülsün
sen. ya bakışta, görüşte yer yurt edinmişsin; y ahut da bakışsın, görüşsün sen.
A gönül, bir iyilik et de bir
zamancağız göz önünde dur, n’olur?18]
Acele edip de geçip gitme... seher
ışığıyla geceyi gündüze döndür.
* Güzel tedbirin heyûlâyı güzelim
şekillere soktu da gösterdi bize.
Şekiller başkadır, akıl başka.
fakat senin aşkın da başka, sen de bir başka şey sin.
Bu heyûlâ, şekillerin babasıdır a babalara babalık eden
güzel.
Heyûlâ, sudan ibaret değil mi?
Fakat suyun suyunu çekip alırsan su ne yapabilir?
Heyûlâ ile şekiller, cana can
katıyorsa aldatma beni; gene de sen başkasın.
Şekiller, heyûlâ yüzünden akıp giden kuma benzer. ne diye boş
yere kumu sayar durursun?
XXIX
Gadara’l ışkı fezellet kademî
Mazac’al furkat-i dam’î bi demî
Aşk aldattı beni, ayağım kaydı
gitti... ayrılık, gözyaşlarımı kanlara buladı.
Bana ne miras kaldıysa, ne elde
ettiysem, gönlüm onun yerine pişmanlık içinde pişmanlık devşirdi gitti.
Aşk, varlığımı hoş görmedi, düşman
oldu ona. n’olurdu varlığım yok olup gitseydi.
Aşk şarap sundu bana, e sritti
beni. gönlüm içti, fakat ağzım tatmadı bile.
A güzelim, senin lûtfunu bilirim
ben; o kadar yabancı değilim yâni.
Öylesine lâtifsin ki sana
şükretmeyi gönlümden kursam kaçıp gideceğinden ürkerim.
Ben kim oluyorum ki? Güzellik
tahtına kurulmuşsun. padişahlar da sana haset etmede, ordu da, halk da.
Eğri sözlerime parmak basma. eğri
sözler
yazarım ama kalemim gene sensin.
A nimetler ıssı, önüne ön
bulunmayan bir zamandan beri varlığıma lûtuflarda bulundun, cömertçe ihsanlar
ettin.
Varlığının cömertliği hakkı için
bu lûtfu benden kesme... işte andım bu.
Lûtfet, ayırma beni kendinden, beni öldürmeyi mubah sayma.
Haremdeki avım ben, bağışla benı.U91
XXX
Zi koca âmedeî mîdânî
Zi meyân-ı herem-i rûhânî
Nerden gelmişsin, biliyor musun?
Noksan sıfatlardan arı olan Tanrı’nın hareminden gelmişsin sen.
Bir hatırla. hiç hatırına geliyor mu o rûhanî, o güzelim
dudaklar?
Demek ki onları unuttun da böyle
şaşırıp
kaldın; başın dönüp durmada.
Bir avuç toprağa can satıyorsun... bu ne ucuz satış böyle?
Geri ver o toprağı; değerini bil. sen kul değilsin,
beysin, padişahsın.
Senin için gökyüzünden güzel yüzlüler gizlice gelmişler.
BAHR-İ MÜTEKAARİB
-MAKSÛR-
feûlün feûlün feûlün feûl (feûlün)
— A —
Gerânî nedâred beyâbân-ı mâ
Kerâri nedâred dil-o cân-ı mâ
Ovamızın ucu bucağı yok...
gönlümüzün, canımızın kararı yok.
Dünyalar dolusu şekiller belirdi.
bunların içinde hangisi bizim?
Yolda, kesilmiş, meydanımıza doğru
yuvarlana yuvarlana giden bir baş görürsen,
Ondan sor sırlarımızı, ondan sor. çünkü gizli sırrımızı
ancak ondan duyabilirsin.
N’olurdu, bizim kuşlarımızın
dillerine eş bir kulak olsaydı.
N’olurdu, boynunda Süleyman’ımızın
sırrının gerdanlığı bulunan bir kuş uçuverseydi.
Ne söyleyeyim, ne bileyim ben? Bu
masalın ne sonu gelir, ne söylenir, biter; imkân yok buna.
Nasıl söyleyeyim ki bir solukta
darmadağın olmuşum, daha da beter oluyor; daha da darmadağın bir hale
geliyorum.
Ormanımızın havasında ne
keklikler, ne alıcı doğanlar uçmada.
Öyle bir havada ki yedinci kat
göğün havası... sayvanımız o havanın yücesinde.
Bu masalı geç; benden sorma.
masalımız da kırıldı, döküldü gitti.
Tanrı ve din salâhı, sana bizim padişahımızın, bizim
padişahlar padişahımızın yüzünü gösterir.
II
Tu cân-o cihânî kerîmâ merâ
Çi cân-o cihon ez kocâ tâ kocâ
A kerem sahibi, sen cansın,
cihansın bize. can da nedir, cihan da ne oluyor. nerden nereye?
Âşıklara göre can da ne oluyor.
dostlarca
cihanın ne değeri vardır ki?
Bütün yeryüzü bir öküzün üstünde
değil mı... o öküz de senin yaylanda yayılmıyor mu?
Bütün yer, bir kervandaki tek bir
öküzün üstündeki yük. sense kılavuzsun.
Senin lûtuf, ihsan ambarında nice
tohumlar var ki yedi değirmen taşının altında bile kırılmaz, ezilmez.
Sen ressamın gözünün içindesin de
gene gözden gizlisin. ne gözbağcılık bu, ne büyü.
On sekiz bin âlemden başka âlemin
de var. bu ne kimy adır, bu ne ululuk.
Şu kafiye üzerinden bir beyit daha
söyleyeyim diyorum ama sana da borcum var.
Öyle bir borç ki bu borcu
yoksuldan başkası ödeyemez. zâti yoksulluk, vefa incilerinin bulunduğu bir
denizdir.
Zengin, nekesliği yüzünden zengin
olmuştur. yoksulsa cömertliği yüzünden yoksuldur, cömertliği yüzünden.
Be şâh-ı nehânî resîdî ki nûşet
Mey-i âsmânî keşîdî ki nûşet
Aşkolsun; gizli bir padişaha
ulaştın. afiyetler olsun, göksel bir şarap içtin.
Huten güzelini, yeşilliğin canını gül
bahçesinde tuttun, çektin...
aşkolsun sana.
A benim canım, a benim güzelim, a
tüm şeker. ne Ay’sın, ne padişahsın. bayramsın sen; kutlu olsun o çağın.
Sarhoşlardan selâmın gelir;
rintlerden haberin. zevk, neşe kilidinin anahtarısın sen.
Ne de güzel bir engelsin; ne de
tatlı bir hekimsin. başta şaraplar coşturuyorsun; afiy etler olsun; sinsin,
yarasın.
A acı tatlı, şarap gibi acısın;
kendi perdeni kendin yırttın; aşkolsun.
A gönül, Tebrizli Şems’in gamını
ne de güzel
seçtin... seçilmiş birini seçtin;
aşkolsun sana.
IV
Eger mer turâ sulh âheng nîst
Merâ bâ tu ey con ser-i ceng nîst
Senin barışmaya niyetin yoksa, a
benim canım, benim seninle savaşmaya niyetim hiç yok.
Sen savaşa kalkışırsan ben barışa
kalkışırım. dünya sahibine dünya dar değil ya.
Savaş bir dünya, barış da bir dünya. anlamlar dünyasıysa
fersahla ölçülecek dünya değil.
Suyla ateş, iki erkek kardeş.
dikkat et de gör, ikisinin de aslı ancak bir taştan ibaret.
Şu ikisi olmadıkça dünya düzene
girmiyor. Rum ilinden olanlar güzel ama Zenci’siz Rum da yok.
Akıl yüz kere haber yolladı bana;
sus diyor, susmak övünçtür, ayıp değil.
Seher in dil-i men zi sovdâ çi mîşod
Ez’on bark-ı rohsâr-o sîmâ çi mîşod
Seher çağında şu gönlüm sevgiden
neler oluyordu... o şimşek yüzlünün, o güzel yüzün elinden yüzüm ne hallere
giriyordu?
Tanrım, başımıza neler geldi, sen
bilirsin. Tanrım, bize neler oldu, sen bilirsin.
Gönüllerde biten güllerle,
reyhanlarla donanan ova, baştan başa neler olmuştu, ne hallere girmişti.
Gökyüzü ne hale geldi diye Güneş’e
sormuştun ya, bir kere de İkizler burcu ne olmuştu diye Ay’a sor.
Tebrizli Şems, bakış, görüş
dağıtmıştı hani. görene ne bağışladı; gören ne hallere girdi.
Ulular ulusu sevgiliden her kutlu cana ne verildi.
aşağılık yere ne geldi, yüceler ne
hallere büründü.
Yüceler yücesi, kutlular kutlusu, kendini gösterdi ya...
kutsal gönül yüceler yücesinden ne hallere girdi.
VI
Cihanrâ bedîdem vefâyî nedâred
Cihan der cihan âşinâyı nedâred
Dünyayı gördüm, vefası yok; dünya
dolusu adam var, bir tek halden bilir yok.
Şu yücelerdeki altın değirmiye
bakma sen. içinde bir hasır bile yok.
Nice akılsız, elinde sopası
bulunmayan kör gibi koşa koşa tuzağına vardı; tutuldu gitti.
Onun yitmesinden korkup duranlar,
üstüne tir tir titreyenler var. ne de ilacı bulunmaz bir illet bu.
Yüzünü gösterir ama çarşaf
altından, peçe altından. bir kocakarıdır, çirkin bir karttır,
güzelliği yoktur onun.
Onun afsununa akıldan, dinden
başı, ayağı olmayan kişi baş kor.
Sevgiliden cana canlar katan bir
yol bulamayan kişidir ki kötülüğü yüzünden tutar da onun yoluna can verir.
Ne de pis bakırdır o bakır ki
kimya yoktur sanır da bakırlığından geberir gider.
Bir hayal ucundan hayale döner;
dertten, zahmetten, sıkıntıdan başka bir şey elde edemez.
Ne diye canını sevgilinin tapısına
vermez... ne şaşılacak şey, neden sevgisi gittikçe süzülüp arınmaz?
Nice padişahlar var, aşk yüzünden
yüzlerce ülke elde ederler; öyle bir sultanlığa ererler ki ne sonu vardır, ne
sınırı.
Şu aşk, sana karşı ne kusur işledi
ki inkâr ettin; hiçbir vergisi yok dedin?
Bir baş ağrısıy la ondan ayak
çektin. hangi yolu görmüşsün ki belâsı olmasın o yolun?
Sus, âşıklara öyle inciler
saçılmada ki bir tanesine bile değer biçilemez.
Dilî k’ez tu sûzed çi bâşed devâyeş
Çu teşney-tu bâşed ki bâşed sekaayeş
Senin yüzünden yanıp tutuşan
kişinin devâsı ne olabilir? Sana susamış kişiye kim sâkîlik edebilir?
Seni seven, hastalanır da çarşıda,
pazarda fır dolanır; şekerler çiğnemiş dudakları, senin dükkânını arar durur.
Bağ bahçe de sensin; güllük
gülistanlık da sen; aydın gün de sen... Yüreğini demir gibi katılaştırma,
sevenini kapından sürme.
Dertlerle, fery atlarla;
mihnetlerle, horluklarla ne vakte dek sarayının dışında bekleteceksin onu
acaba?
A Ay, onun başından gölgeni çektin
gittin mi, devlet kuşunun gölgesinin ne faydası olur ona; o gölge ne rahatlık
verir ona?
Ululuğunun güzelliğini bir soluk
görmese canı da elemlere uğrar, dünyadan bezer gider; oturduğu yeri de elemler
kaplar.
Dünya onun güzelliği yüzünden
cennete döner... çayır çimen dilsiz-dudaksız onu över.
İnciler bağışlayan da kim? Onun
denize benzeyen eli, avucu. Cana canlar katan da kim? Onun cana canlar katan y
anağı, yüzü.
Düny a senin gölgendir; sen yürüyünce
yürür. Kalkışı da senin ışığındandır, yok oluşu da.
Senin elinden düşmüş bir zarım
ben. gel de beni şu gariplik tasından kap.
Edep yolunu tutayım da iki
dudağımı da yumayım. y umay ım da sırlar açan dudakları söze gelsin, söylesin
artık.
Begerdan şerâb ey senem bî dereng
Ki bezmest-o çeng-o terengâ tereng
A güzel, durmadan, dinlenmeden
döndür kadehi, sun şarabı... meclis kurulmuş, çeng çalmada, sazlar
nağmelenmede.
Fakat can meclisi bu; gayb
âleminin sâkîsi sâkîmiz. meclistekiler koku almada, fakat bir renk görmüyorlar.
O bir katre kanda gönül ovasını
seyret. o daracık bucakta ne de uçsuz bucaksız bir ova.
* Abdal, o kutsal mecliste sarhoş.
fakat bu kutsallık, Frenk eline düşebilen Kudüs’ün kutsallığı değil.
* Dinin aslı olan aklın hüneri de
nedir ki? O köyde, kapı dışına mıhlanmış bir halka.
Bu akıl, kuruluktandır, karadandır; oysa deniz. timsah
korkusundan kurtulmuş gitmiştir
o.
Tanrı sarhoşlarına durmadan şarap
sun... çünkü orda ne kavga vardır, ne savaş.
Tanrı, Elest gününde onlara
öylesine bir kadeh göstermiştir ki kadehini bile ellerine almayı ayıp sayar
onlar.
Elsiz, şişesiz sunulan şarabı,
bozayı, esrarı kim görmüştür diyorsun.
Şu gece yarısında seyret de gör.
bütün halk, bir Zenci sâkînin sunduğu uyku sağrağıyla sarhoş olmuş gitmiş.
Deve katarına bak. hepsi de esrimiş; ne yuların
farkındalar, ne gemin.
Sus; çünkü gene de kendinde hepsi.
bütün şehir halkı topalsa sen de topallayagör.
Tebrizli Şems’in yolunu tut. güçte
kuvvette arslan ol, saldırışta kaplan kesil.
İlâ me tımaıyatu’l-âzili
Va lâ ra’ya fî’l hubbi li’l-âkıli
Beni kınayıp duranın ümidi ne
vakte dek sürecek? Zâti sevgide, aklı başında olanın kuruntusu para etmez ki.
Kardeş, aklın başındaysa böyle bir
aşka düştüğümden dolayı kınama beni.
Sizi unutacağımızı isterler,
bizden bunu umarlar... fakat gönül, böyle bir sözü söyleyenden bile nefret
eder.
Senin aklın başında; çünkü âşık
değilsin. devlete ulaşsaydın, aşk kıble kesilirdi sana.
Siz âşıksınız bize ama ben size
daha da çok âşıkım. aşkla sızıp erimiş gençlerin hepsinden fazladır benim
arıklığım.
Şekille gece gündüz beni aldatır durursun. fakat gerçekten
gönlümden hiçbir yere
ayrılmazsın; pek tembelsin sen.
Hattâ tutup da gitseniz, ben de
ağlamasam o vakit, geçip giden aşkıma ağlarım ben.
Ben su kuşuyum, sen kara
kuşusun... ben bu duraktanım, sen o duraktansın.
Gözlerimden coşup yanaklarıma akan
gözyaşlarımı yalanlamaya imkân mı var?
* “Sizin dininiz sizin, benim
dinim benim” âyetini oku da yürü git. Yok, böyle değil de ulaşmışsan ulaşma
yerine gel.
Gözyaşı, ilk akan gözyaşıdır...
İlk hüzün de önce kalkıp göçene gelir, çullanır.
Ay, yeniay halindeyken, dolunay
olduktan sonra Güneş’in kucağındadır; fakat dolunayken Güneş’ten uzak kalır.
Esenliği; dileği, aşkı olmayana
bağışladım. aşktan başka beni oy alay acak ne varsa hepsini kestim gitti.
Erenin canı Ay’la eş dost oldu mu,
erene y ağmur gibi belâlar y ağmay a başlar.
* Aşktan gayrı bir şeye
tutulmuşsam Ebû Vâil’in kefil olduğu gibi kefil olayım; borçlanayım gitsin
size.
Belâ zor bir iştir ama zor işleri
de çözer açarız... zorluğa düştün mü, açılışı ondan iste.
Bir yardımcıya gidip de yardım
istemem ben. beni horlayana karşı hor, hakir bir hale gelmem ben.
Herkes muradına bu kapıda erişir.
değil mi ki böyle istiyorsun, bu kapıda ölür giderim ben.
Gözlerimi örten göz kapaklarım,
yaslı için y ırtılmış elbiselere benziyor.
Bu kapıda oldukça sedefin içindeki inciye benzersin. fakat
uzaklaştın mı, bir çıbanın kanı haline gelirsin, irinine dönersin.20]
Be pîş âr sagrak-ı gol-gûn-ı men
Nedânem ki bâdest yâ hûn-ı men
Gül renkli sağrağını getir. Bilmem ki şarap mıdır o, yoksa
benim kanım mı?
Canı gam denizine gark olmaktan kurtarır... Ceyhun’a
benzeyen ırmağımda sanki bir Nuh gemisidir o.
* Beni sudan, topraktan bir hoşça yur, arıtır; aslıma,
“Bükülmüş hurma dalına benzer” hale döndürür beni.
Parça buçuğuma bir hoşça karılmış, katılmıştır. yakınlıkta
san ki ben Mûsa’yım da o Hârun’umdur benim.
Ne de güzel bir ab ıhay attır, ne de hoş bir ateştir. bu
suyla ate şin ikisi de benim mangalımda birleşmiştir.
Ney gibi öper, tef gibi döver beni. benim
kanunumla, benim töreme uygun
olarak ne de hoş çeng çalar bana.
Yürü, geri kalanını benim sâkîmden ara... çünkü benim
afsunum da tatlılığı ondan elde etti.1211
XI
Beberdî dilemrâ bedâdî be zâgan
Gereftem gerev k’on heyâlet be tâvan
Gönlümü aldın da kargalara,
kuzgunlara verdin; ben de ceza olarak hayalini tuttum, rehin aldım gitti.
Gelirsen gelirim; tutarsan
tutarım. Söylersen ben de sarhoşların hallerini söyler, anlatırım. [22]
Yenimi yakamı yırtmam, eteğimi
çekip gömleğimi paralamam için yakışmaz bana sitem etmen, yakışmaz.
Getir söylediğin şarabı, getir. incinme, söylemedim deme;
incinme.
Gönlü derleyip toplayan şarabı
getir, sun o şarabı... gönül derlenip toplandı mı, beden darmadağın olur gider.
İstemem parayla pulla alınan
şarabı, istemem değeri biçilen şarabı; o denizden doldur da sun sonu gelmez
şarabı.
Senden şarap sunmak, benden secde etmek. benden şükretmek,
senden inciler saçmak.
Beni öyle bir hale getir a canım
ki şükrüm de kalmasın gitsin. lûtfunu iki kat, üç kat arttır.
Gönülden coştur o şarabı, coştur.
şu dökülmüş yapraklardan bir ilkbahar belirt.
Yık gitsin beni a benim canım;
çünkü yıkık şehirden ne dîvân haraç arar, ne sultan.
Sus a beden, sus da can söylesin artık; Osman’ın devri
geçti gitti mi, Ali bey olur.
Sustum a canım, nöbet senin; söyle. sensin Yusuf’umuz
bizim, sensin Ken’an güzeli.
XII
Tenet z’in cihânest-o dil z’on
cihan
Hevâ yâr-ı în-o Hodâ yâr-an
Bedenin bu dünyadandır, gönlün o dünyadan... bunun dostu
hevâ-heves, onun dostuysa Tanrı.
Senin gönlün garip, onunsa gamı, derdi garip. ikisi de ne
şu yeryüzünden, ne gökyüzünden.
Cana dostsan, akla dostsan dosta ulaştın, canını kurtardın
demektir.
Fakat bedene dostsan, hevâna, hevesine uydunsa şu ikisiyle
kalakaldın şu toprak y urtta.
Ansızın bir yardım gelir çatarsa o başka. öylesine
ansızına da kul köle olayım ben.
Çünkü Tanrı’nın bir çekişi, yüzlerce çalışıp çabalamadan
yeğdir. izi olmayana izler de nedir?
İzi köpük, izinin tozu belirmeyeni deniz bil. îz, sözle
anlatışa benzer; izinin tozu belirmeyense apaçık görünendir sanki.
Güneşin arpa ışığı kadar bir ışığı
belirse gökyüzündeki Samanyolu’nu siler süpürüverir.
Sus, sus... susuşta yüzlerce dil vardır, yüzlerce anlatış
vardır.
XIII
Begûyem misâlî ez’in ışk-ı sûzan
Yekî âteşî der nihâdem furûzan
Şu yakıp yandıran aşka bir örnek
vereyim: îçimde gizli bir ateş var; yalım yalım yanıp ışımada.
îster ağ lay ıp inleyeyim; ister
ağlamayayım, inlemey ey im. geceleri de işini işleyip duruy or ateş, gündüzleri
de.
Bütün akıllar hırka dikmede. fakat
âşıkların ciğerleri hırka yakıp durmada.
Çü ez ser begîrem boved server o
Çü men dil becûyem boved dilber o
İşe baştan başlarsam başbuğ odur.
ben de tutar da gönül ararsam gönlümü alan güzel gene odur.
Barış ararsam şefaatçim odur.
savaşa girişirsem hançerim gene o.
Meclise girdim mi şaraptır,
mezedir. gül bahçesine geldim mi nerkis gene o.
Madene varsam akıykla lâ’l odur.
denize dalsam inci o.
Ovaya gelsem bahçe odur. gökyüzüne
ağsam yıldız o.
Sabra yapışsam başköşe odur.
gamdan yanıp y akılsam buhurdanım o.
Savaş çağında safa girip savaşa
katılsam, safı görüp gözeten odur, ordu kumandanı o.
Neşe çağında meclise geldim mi,
sâkî de odur, çalgıcı da odur, sağrak da o.
Dostlara mektup göndersem kâğıt da o olur, kalem de o,
hokka da o.
Uyandım mı aklım fikrim odur...
uykum geldi de uyudum mu rüyama o girer.
Gazel için kafiye aradım mı,
hatırıma kafiye getiren odur.
Hangi resmi yaparsan yap; ressam
gibi, kalem gibi başta o gelir.
Sen ne kadar yüce bakarsan bak;
senin yüce bakışından da yücedir o.
Yürü; sözü, defteri bırak. sana
onun defter olması daha yeğ.
Sus; altı yön de onun ışığı. şu
altı yönden geçtin mi, gene mülk ıssı o.
Senin razılığını seçmişim; razı
olduğun şeye ben de razı olmuşum; gizlediğin şey benim de sırrımdır, onu açığa
vurmam.
Nasıl da güneş gibi Tebrizli bir
Şems ki onun güneşine karşı şu güneş bile sönük kalıyor.
Fadaytuke yâ sittiye’n-nâsiye
îlâ kem taşuddu fami’l-hâbiye
A unutkan hanımım, feda olayım
sana... küpün ağzını ne vakte dek kapalı tutacaksın?
Hadi, lûtfet de bir kâse sun bana;
bir kâse sun da yitirdiğim şeyin güzelliğini, arılığını andırsın bana.
Onun sunduğu sağrak tek kalmaz; o gitti mi, kız kardeşi
gelir çatar.23]
Pezîreft in dil zi ışket herâbî
Derâ der herâbî çü tu âftâbî
Şu gönül, aşkınla yıkılmayı kabullendi; gel, vur yıkık
yere, ışıt orayı; çünkü bir güneşsin sen.
Gönlüme neler söylüyorsun? Benden
korkmazsın ki sen... böyle bir su kuşu, denizden korkar mı hiç?
Gönlümü sana vermişim; kaldır
perdeyi. bir ömürdür a benim canım perde ardındasın sen.
Perdeyi kaldırıverdi de dedim ki:
A gönül; şu iş acaba uyanıkken mi olmada, yoksa rüya mı görüyorsun?
Bir zamancağız dedim, böyle ortada bulun; görün bize.
olabilir ama dayanamazsın ki dedi.
Gönlüm, o coşkunlukla yüz binlerce
söz söyledi; sonra da bana dedi ki: Söz dinlersen, söz anlarsan duyma, işitme
bu sözleri.
Çünkü su, o olmasaydı bağ bahçe ne
diye gülerdi? Ortada bir ateş yoksa gönlün ne diye yanıp kavrulmuş böyle?
Sus dedim; çünkü sen aşk
sarhoşusun; sürahi gibi arı duru kanla dopdolusun.
A gönül, ne vakte dek sarhoşça
söylenip duracaksın? Suyun içindesin; ne diye seraba bağlanıp kalırsın?
Şuna buna bahane bulup durma; sen
kendini kendinden ç ıkar, varlığını at dışarıya; kendine azap veren gene sensin
çünkü.
Ben, biz, küpün ağzını kapayan
samanlı balçık... balçığı kopar, at; şarap küpüsün sen.
Gönül, kan uyumaz; biliyorum, sen
de gönülsün; öylesine bir kan selisin ki akar, denize dökülürsün.
Bütün bunlar bahane; gel a Tebrizli Şems. çünkü sen hem
Arş’ın anahtarısın, hem kapıyı açansın.
XVII
Hem îsâr kerdî hem îsâr goftî
Ki ez covr dûrî-vo bâ lûtf coftî
Hem bağışlarda bulundun, hem bağışlarla ilgili sözler
söyledin... zâti sen cefadan uzaksın, lûtufla eşsin.
Bir yere geldin mi, Tanrı mumusun. bir yere düştün mü,
dünyanın yaşayışısın.
Zevk, neşe töresini dünyaya sen kodun. neler bağışladın,
ne inciler deldin sen.
Fakat bir görülmemiş şarap var ki hileler yaptın, düzenler
kurdun da onu sarhoşlardan gizledin.
Sürümlü pazarda ne de görülmemiş malların var. bir işveni
cana karşılık satarsan bedavadır, bedava.
Aşağıda da yüce sensin, yukarıda da. gökyüzünü yırttın,
çayırı çimeni açtın, yaydın sen.
Görünüşte topraktansın, şu tertemiz topraktan. fakat
gökyüzündeki tertemiz canlar
gibi ne bir şey yedin, ne yatıp uyudun sen.
Bunu sen anlat; her anlatışta sen varsın zâti. kuzey
yeline benzersin; bütün tozları süpürür gidersin sen.
XVIII
Elâ mîr-i hoban helâ tâ nerencî
Behâne negîrî vo ez mâ nerencî
Hele ey güzeller beyi, hadi;
incinme bizden... bahaneler bulma; incinme bizden.
Mağara dostum sensin, ümidim
sende. başını kaşırsam incinme a benim güzelim.
Sevgilimizsin, bizim öz sevgilimizsin sen. nerde
incinirsen incin, fakat burda incinme.
Gecemi aydınlatan sensin;
gündüzümün bahtı, devleti sensin. bu gece gülüyorsun; yarın incinme sakın.
Bir avuç toprağız biz; a benim
canım, bizden, şunlardan, bunlardan incinmesen ne olur?
Bilenler de senin yüzünden neşelendi, bilmeyenler de...
bilmeyenlerin kusurlarına kalma; bilene incinme.
XIX
Elâ mîr-i hoban helâ tâ nerencî
Benâlî çü rencür-o serrâ bebendî
Hele ey güzeller beyi, hadi, incinme bizden. hasta gibi
inlemedesin, başını bağlamış, çatmışsın.
Ne hastası? Vallahi öyle gücün kuvvetin vardır ki gökyüzüne
çıkarsın, ay değirmisini bağlarsın sen.
O Ay’a benzeyen yüzünü gökyüzüne bir göstersen, sabaha
benzeyen yüzünle seher çağını bile bağlayakorsun.
Sabah şarabının kulu kölesiyim ama sabahın da düşmanıyım.
çünkü gitmey i kurdun, kemerini kuşanıy orsun.
Akılsızlar, tutsalar da önüne öküz sürüsünü
sürseler, bir anlamlı sözle yüzlerce öküzü, eşeği
bağlayıverirsin.
Ceylan gözlerinin bir bakışıyla erkek arslanı tilkiye
döndürür, bağlar gidersin.
Ayrılık kışı geldi; şu ıslak gözlerimin gözyaşı sellerini
bağlarsan... bundan korkuyorum işte.
Fakat güneş gibi bir kere de ansızın parladın mı, bu suyla
her geçidi bağlayıverirsin sen.
Susmuşum; fakat ey sevgili, şu perperişan halime göz
yumman da yerinde değil hani.
XX
Eyâ multaka’l-ayşi kem teb’udî
Va yâ furkata’l-hubbi kem ta’tadî
* A bizim yaşayışımız, zevkimiz, niceye bir uzak
kalacaksın bizden? A bizi ayrılığa salan, niceye bir zulmedeceksin bize?
Ayrılık geceleri ne vakte dek sürüp gidecek; buluşma
yerine yol göstersen de varsak ne olur?
Sizinle buluşsak da tatlı bir suya benzeyen kavuşmayı kana
kana içsek... tatlı yüzünü görsek de gıdalansak.
İşte kavuşma meta’ın buracıkta; ne verelimde satın alalım?
Yorgun argın gönül kime uysun da yol alsın?
Hayal gibi bir elbiseyi ne vakit giyeceksin; y akınlık
bürgüsüne ne vakit bürüneceksin?
Senin sevgini istiyoruz ya; dinimiz odur. işi onunla başa
çıkarmışız, işe onunla başlamışız biz.
A benden uzaklaşan efendim; bir türlü y akınlaşmadın
gitti; a yanmış, köze dönmüş, soğumadın gitti.
A yüreğimin çarpıntısı, durmayacak mısın sen? A gözy
aşları, dinmeyecek misiniz siz.
A gönlümün gamı, açılmaz mısın? A göz kapaklarım, hiç
kapanmaz mısınız siz?
Evet, yanaklarının ışığı, kuşluk güneşi. evet, güzelliği
dünyalarda bulunmaz.
Evet, özlem ateşim bütün dünyaya yeter; ey ateş yakan, boş
yere ateş yakma.
A gözüm, görünmüyor o güzel, ne vakte dek ağlayacaksın?
Ağarmaktan korkmuyor musun a göz?
Ağarır da görmez olursan, buluştuğun gün onun güzelliğini
sürme gibi nasıl sürünebilirsin?
Gerçek olarak doğurmayan, ululukla eşsiz olan, kimseden de
vücuda gelmemiş bulunan Tanrı’ya and içerim ki.
Helâk olsa, özleminden ölüp gitse bile, gönül sizden
uğradığı belâları, sizin yüzünüzden çektiği sıkıntıları söyleyip duracak.
A efendim, a yücelikler ıssı
Şemseddin, kutluluk yurdu Tebriz’imi bile feda ettim sana.24]
XXI
Nigârâ çerâ kovl-i duşmen şenîdî
Çerâ behr-i duşmen zi çâker borîdî
A güzelim, ne diye düşmanın sözünü duydun, dinledin? Ne
diye kandın da düşmanlar yüzünden bu kulundan vazgeçtin?
Ne diye and içtin; neden gönlünü bu kadar katılaştırdın?
Sanki beni hiç görmemişsin sen.
A Ay, bir kere daha bak bu kula; tut ki bir tutsağı
kâfirden satın almışsın.
Yüzünü gördüm senin de anladım ki abıhayat sensin... bu
kulun bedeninde her yana dolaşıp durmadasın.
Bir akdoğansın sen; geldin, başıma kondun; gönlümü kaptın,
havalara uçtun gitti.
Evden gittin, kapıyı kapadın ya. o vakitten beri gönlüm
yüzünü duvara dönmüş.
Sana can dersem doğru söylemiş olurum. çünkü can da
görünmüyor; sen de görünmüyorsun.
Feryadıma yetiş; bu vakit merhamet vakti. yüzlerce yerde
feryadıma sen yetiştin benim.
XXII
Gehî perde sûzî gehî perde dârî Tu
sırr-ı hezânî tu cân-ı beharî
Kimi perdeleri yakarsın; kimi tutar, perde gerersin... güz
mevsiminin de sırrı sensin, ilkbaharın da canı sen.
Güz senin yüzünden acı, bahar senin yüzünden tatlı. onun
kahrı da sensin; bunun lûtfu da sen. gel bakalım; neyin var, görelim.
Baharlar gelir, kutluluklar bağışlarsın. güzler gelir,
kutlulukları biçersin.
Baharın gönüllerden güller, çiçekler bitirdi mi, gül
utancından başını önüne eğer.
Şu gül, o gülden bir lûtfa erseydi, bahçede hiçbir diken,
dikenlik edemezdi.
Bütün padişahlar bir av ararlar. canına and olsun ki o av
aray an padişah ancak sensin.
Avlar kapında, bize canlar bağışlayana can vermemiz değer
diye boyunlarını uzatmışlardır.
Aşkın gamı gönülde karar etmiş... gerçekten de gamın karar
etmesi kararsızlık verir insana.
A gönül, kararsızlığın anlamını söyleyeyim, dostsun sen,
dostçasına kulak ver.
Geç gelen, tez kaçan efendime feda
oldum gitti; övüncüm de budur işte.25]
Beni tutsak etti edeli görüyorsun ya, onun dileğine
uymuşum; ö lürüm, dirilirim; fakat ne ölümüm elimde, ne dirimim elimde.
Ayrılıkla ölürüm; buluşmayla dirilirim. esrikliğim budur,
mahmurluğum bu.
Şuna şaşarım ki benden uzaklaştığı, benden gizlendiği
zaman güneşle y anar, eririm ben.
Bize görünmedi mi, biz de görünmeyiz; doğdu ışıdı mı, biz
de gelir, görünürüz. güneşin yolu yordamı budur; zerrelere bunu yapar o.
Şu ikisiyle diriliriz: Akılla, duyguyla. Duygu ıssı olduğu
yerde kalır; akıl ıssıysa akar durur.
Fakat akıl ıssı, ancak işlerin sonlarını
araştırır... Ya duygu nedir? Geçici şeylere aldanan bir
şey.
Akıl ıssı, doğru yolu görür; alçalır, o yola yönelir;
duygu ıssıysa dileğini görür; ona uyar gider.
Kimi güneşsin, yücelerden parlarsın. kimi buluta dönersin;
inciler saçar gibi yağmur yağdırırsın.
Yeryüzü, karanlık gecelerde konuğun önüne mum yerine senin
incini kor.
Sen beni bırakıp gittin mi, ben de benden giderim. yanıma
geldin mi, beni de getirirsin.
XXIII
Çü ışkeş berâred ser ez bî kerârî
Turâ key gozâred ki serrâ behârî
Aşkı kararsız bir hale geldi de baş kaldırdı mı, seni
başını kaşımaya mı kor?
Aşktan bir kadeh içtin de sindirdin mi, iki
dünyada da işin gücün mü kalır hiç?
Aşkının vuruşlarıyla çenge
dönmüşüm... bende feryattan, figandan başka bir şey kalmadıysa boş değil bu.
A çeng, çeng çalanın elinden
niceye bir ağlayıp inleyeceksin? Ne seni okşuyor, ne kucağına alıyor.
Sen bu feryatla kendini gizlemek
istiyorsun ama düzeni bırak. Sende bir şey var, bir şey var.
O gülü devşirmeseydin bu koku olur
muydu sende. o şarabı içmediysen neden mahmursun böyle?
Canların gül bahçeleri yüzüne
gülmede. can bahçesine yüzlerce ilkbaharsın sen.
Hayalin sanki bir kadeh; aşkın da
şarap. ne de şarap, ne de şarap; ne de sinen, yarayan tatlı, içimi hoş bir
şarap.
A Tebrizli Şems, yarabbi, ne de sevgilisin, ne de sevgili
sözünden başka bir sözle seni
anlatmaya imkân yok... anlatışa sığmazsın ki.
XXIV
Tu her çend sedr-i şehî meclisî
Zi hestî nerestî derin mahbesî
Yüceler yücesisin, meclisin
padişahısın ama varlıktan kurtulmadın; gene de şu hapishanedesin sen.
Malın mülkün varsa can borcunu
ver... Yok, müflissen müflisçesine gel, gir içeriye.
Borçlular bile kurtuldular da sen
gam hapishanesindesin. bu mahpusluğun da, kimi kimsesiz oluşundan, kimi de adam
olmayışından.
Şu sapa yolda ileri gitmişsin ama
şu kervan bir geri dönerse en geride kalır gidersin.
Güzel gözlü güzeller var ama senin
gözüne görünmüyorlar; çünkü bir saman çöpüsün sen.
Sen doğan değilsin ki padişahın
avcısı olasın.
yürü, leşe git; çünkü akbabasın
sen.
Yaş bir dalsın, suyu emersin...
fakat bağ değilsin, üzüm değilsin, tarla, bostan değilsin sen.
Yürü, topluluğa git; ne diye
yalnızca oturuyorsun? Bir mum yak, ışığa kavuş; ne diye karanlıkta kalıyorsun?
Yıldızlar gibi şu toprak burcunda
kimi gizlenir, görünmezsin; kimi meydana çıkar, görünürsün.
Sus, kumaşı şu solukla dokumaya kalkışma. ne diye kumaşa
bağlanıp kaldın? Atlassın sen.
XXV
Radıytu bi mâ kassem’ Allâhu lî Va
favvadtu emrî ilâ Hâlıkî
Tanrı’nın bana pay ettiğine razı oldum; işimi gücümü
Tanrı’ma tapşırdım.
Geçmişe ait neler yaptınsa Allah
iyilikler, güzellikler versin sana. geri kalanları için de
böylece gene iyilikler,
güzellikler ihsan etsin.
A her çekinen, sakınan kulun can
sâkîsi, erler gibi sen de o arı duru şarabı döndür; sun herkese.
Canı da düşüncelerden satın al,
gönlü de... çünkü canlara kay ıtsız, şartsız buyruk y ürütürsün sen.
Cennet yüzün bir görünürse, ne
cehennem kalır, ne cehennemde bir kötü kişi.
Bizden kaçarsan önümüzdeki sensin.
Yok, tutar da biz senden kaçarsak ko şar, ulaşırsın bize.
Işık da senin yüzünden şaşırmış
kalmıştır, karanlık da. Tanrı nuru musun sen, yoksa Tanrı mısın?
Geceyle gündüzün arasında bir fark
kalmadı. çünkü senin âlemindeki Ay ne batıdadır, ne doğuda.
Yüzlerce yalvarışla mahmura şarap
sunarsın. bu çeşit esirgeyici bir sâkîy i kim görmüştür?
Söz şarabını sun da oynat onu... o
şarabın ateşiyle kerpiç bile söze gelir.
Mademki Tanrı sâf kişi istemede;
doğru bir öz, sâf bir gönül dilemede. a gönül, akıllı olmaya kalkışırsan
ahmaksın.
Gönülle can, düşünceyle huzur
buluyorsa ne diye sarhoşluğa koşar, müziğe sarılır?
Huyun hoşsa ne diye yalnız
kalmışsın? Vâmık’san ne diye Azrâlık satarsın?
Pislik böceği gibi balçık içinde
kendi kendini yiyip durmadasın; pislik çekedur; buna lâyıksın sen.
İsterse padişah olsun, bil ki
herkes dert içindedir; herkeste bir aşk derdi, bir aşk belâsı var.
Sus da Tanrı’nın kapı açışını seyret; ne diye kapıları
bağlayan düşünceye dalıp gidersin?
XXVI
Elâ hâti hamrâe ke’l-andami
Ke ennî mâzectuhâ an demî
Sâkî, sun o bakama benzeyen kızıl şarabı... sanki onu
kanımla karmışım, karıştırmışım.
Sağrağını ağzıma döktün mü, parıltısı yanaklarımda
görünür.
Ne mutlu fırsatı ganimet bilen
sarhoşa. yazık borçluluk yüzünden ayık kalana.26]
Gamlara battıysan gamlı gamlı şarap iç. gamlıyken şarap
içmek neşe verir; neşeyi arttırır.
A dudakları tatlı güzel, gel; mahremsen, yabancı değilsen
hürmeti vacip olan şarabı iç.
Sûfîysen yarının adını bile anma. solukdaşsan şu solukta
bir ol, birliğe ulaş.
Edhemoğlu bile olsan dünyaları gösteren böyle bir kadeh
uğruna b ırak saltanatı.
Yokluk denizinden bir kadeh iç de insanlığın özünü, öz
incisini meydana çıkarsın.
Mademki meclistesin, niçin susuz
kalırsın?
Mademki Zemzem’e dalmışsın, neden
kurusun?
Niçin ilk olarak kadehi almaz, içmezsin? Solda sağda
bulunanları bir gör, göster... hangisinden aşağısın sen?
Gökyüzü kadehinden bile temizsin, arı durusun. şu pek
büyük kubbeden bile üstünsün sen.
A eş dost, bizimle aynı hırkayı giymişsin; iç. a şarap,
güzel bir melhemsin, coş.
* îmranoğlu Mûsa gibi canın ömrüsün. Meryemoğlu îsa gibi
deniz üstünde yürürsün.
Yusuf gibi bütün meclise fitnesin. devlet gibi, şarap gibi
gama düşmansın.
Saman çöpü gibi her yelle yerinden uçup gitme. çünkü dağ
gibi sağlamsın, oturamaklısın sen.
Akrep burcunu bırak; Zühre’ye doğru git. Akrep’te
akreplikten başka bir şey yoktur; kuyruğu boyuna eğridir onun.
îhsana, bağışa, insanlığa susamışım; kararım kalmadı da
sana geldim ben.
Yüzünde böyle bir güzel ben var ya... artık garibin
sığınağısın, dayısısın, amcasısın sen.
İlkbahar da sensin, gece içilen
şarap da sen. padişahlar padişahısın, buyruğunu yürüt.27]
Bütün yaratıklar senin yüzünden şaşırmış; darmadağın
olmuş, birbirine girmiş. peki, sen neden saçlarına dönmüşsün, karmakarışık bir
haldesin?
Yoksa Tebrizli Şems, aklını mı aldı ki salına salına
gitmedesin de gidişinden bile haberin yok.
XXVII
Dilâ ger merâ tu bebînî nedânî
Be con âteşînem be roh ze’ferânî
A gönül, beni sen görsen de tanıyamazsın, bilemezsin. Can
bakımından ateşliyim, ateşim; fakat yüzüm safran gibi.
Sen bana gönül olasın diye gönlümü gönlümden kopardım
attım. Canıma can sensin; o yüzden candan da kesildim gitti.
Yüzümde kandan izler gördün ya... şimdi öyle bir haldeyim
ki, işim izi de geçti, tozu da.
Ulu bir padişahsın, gönülde konaklamışsın. Abıhayat
kesilmişsin, gönülde akmadasın.
Öyle bir nazlı nazenin dilbersin ki gizlilik âleminde de
her şeyi görürsün; sana hiçbir zaman “Göremezsin” demezler.
Değil mi ki şarap içtin, ne diye yüzünü örtersin. ama
istersen yüzünü ört; gizli kalamazsın sen.
* Cennet nedir, cehennem ne? Berzahın da padişahısın sen.
dilersen sürersin, kovarsın; dilersen çağırırsın, alırsın.
Öylesine bir yiğitsin ki at sürdün mü, bir solukta doğudan
batıya ulaşır gidersin.
Öyle ulular ulususun, öyle bir do lunay sın ki karada da
buyruğun yürür, denizde de. hem îlyas’sın, hem Hızır, hem de canlara cansın
sen.
Sensiz diri olan kişi ölüdür, hem de ne acı ölümdür ölümü.
fakat sana karşı öldü mü, bu
ölüm ne de güzel dirimdir.
A bizimle oturup kalkan güzel, şu
görür gözden başka yüzlerce gizli gözün vardır senin.
A din eri, çok şekiller görür,
seyredersin sen... ona secde etme, onun canısın sen.
A Tebrizli Şems, düğümü sen aç. düğüm şüpheden ileri
gelir; sense apaçık meydandasın.
XXVIII
Neşânet ki cûyed ki tu bî neşânî
Mekânet ki yâbed ki tu bî mekânî
Senin izini kim arayabilir? îzinin
tozu bile yok. Yerini yurdunu kim bulabilir? Yerin yurdun yok ki.
Ne şekilde öveyim, söyleyeyim
seni? Bir şekle girmezsin ki. Köpük, anlamlar denizinin şeklidir zâti.
Perdenin bulunduğu o yanda ne
büyük, ne görülmemiş bir şehir var. Dünya, ordan bir
armağan ancak.
Gerçek gizli kalmasın diye ordan,
yeniden yeniye yeniaylar belirir; yeniden yeniye hayaller gelir.
Yoksullaşma da her kapıyı çalma...
ne arıyorsan osun sen.
A gönül, çadırını şu gökyüzüne
kur. y ap amam deme, yaparsın; elindedir senin.
Canına, boyuna gökten yardım gelir
durur. o yandan geldin, o yana at sürmedesin sen.
Gönüller, hakkında kötü zanlara
düşmüş. bilmiyorlar ki her zanda sen varsın.
Ne özür getirebilir adam, neyle
örter, gizler içindekini? Sen, yazılmaksızın her kuruntuyu, her zannı okur
gidersin.
Ne mutlu zamandır o zaman ki sâkî
sen olursun da bize can kadehleri doldurur, sunarsın.
Derken şu gönül de yeni baştan
konaklara ağmaya başlar. şu beden yeni baştan gençliğe kavuşur.
Ne mutlu zamandır o zaman ki her
parça buçuğumuz, Rabbim beni suvardı diye oyuna koyulur.
Sarhoş o şarapla kendinden
geçer... orda da bir ağırlık, bir gevşeklik kalmaz, başka yerde de.
Varlığımızın henüz pişmemiş
parçası, sen nasıl söylüyorsan, tıpkı senin gibi söze gelir; şaşırır kalırsın.
Nefs-i Küllî anası, dilsiz-dudaksız
bir dile kavuşur da neler eder, neler.
A Nefs-i Küllî, her solukta bu
akıllılığı, bu ululuğu gizlice kim gönderiyor sana?
Akl-ı Küllî gönderiyor deme. çünkü
ona da her solukta birisi yardım ediyor.
Anlamlar denizinden bir su bulamazsa o Tüm Akıl, tüm bilgisizlik
olur gider.
XXIX
Gol-i sorh dîdem şodem ze’ferânî
Yekî le’l dîdem şodem zerr-i kânî
Kızıl gülü gördüm de safrana döndüm... bir lâ’l gördüm de
altın madeni kesildim.
Gönlüm yıldız gibi bütün gece seyre daldı; anlamlar
göğünde her burca kondu durdu.
Âşıklar burcuna ayak basınca can göğünden bir Ay baş
gösterdi.
O Ay doğup da gözüne görününce o gökyüzündeki Ay yerlere
sığmaz oldu.
Gönlüm paramparça oldu da her parçası aşka düştü. her
parçam ondan bir iz vermeye başladı.
Ta sabah çağında bana bir selâm verdi de o selâm yüzünden
kocalmayan bir gençliğe kavuştum ben.
Yüzümde Mecnun’un izlerini görünce acıdı da gizlice yanıma
geldi.
A filân dedi, neden böylesin sen? Sen öylesin de o yüzden
böyleyim ben.
Ne gizli şeyler bilir, ne inciler saçar o... kapına
çağırdığın kişi ne saltanat sürer, ne buyruk yürütür.
Ay nedir, gökyüzü ne. Burç nedir, çöl ne? Hepsi de ona
işaret; ona ait bir şey bulagör.
Bunu anlamak istiyorsan Tebrizli Şems’i gör. onu gördün
mü, bunu da anlarsın, bilirsin.
XXX
Botâ ger merâ tu bebînî nedânî Be
con lâlezârem be roh ze’ferânî
Güzelim, beni görsen tanıyamazsın, bilemezsin. Can
bakımından lâleliğim, fakat yüzüm safran gibi.
Sana gönül verdim; sen gönülden de yeğsin bana. sana can
veririm; cana da cansın sen.
Ahımdan, gözyaşımdan binlerce izim vardı. şimdi iş işten
geçti; ne izim kaldı, ne izimin tozu.
Ulu bir padişahsın, gönülde konaklamışsın.
Abıhayat kesilmişsin, gönülde
akmadasın.
Hem gizli şeyleri görürsün, hem
nazlısın, nazeninsin... sana hiçbir zaman “Göremezsin” demezler.
Mademki coştun, köpürdün, ne diye
yüzünü örtersin? Ama ister sen yüzünü ört; gizli kalamazsın sen.
Ne acı ölümdür sensiz yaşarsa can.
fakat sana karşı öldüm mü, bu ölüm ne de güzel dirimdir.
Şu görünen candan bezdim, cana
geldim. şu görünen can yüzünden, can gizli kalmada.
îki can arasında şaşırdım kaldım.
biri, busun demede; öbürü, busun demede.
Biri cennet canı, biri cehennem canı. biri karanlık can,
öbürü apaydın can.
Cennet nedir, cehennem ne? Berzahın da padişahısın sen.
dilersen çağırırsın, alırsın; dilersen sürersin, kovarsın.28]
XXXI
Temâşâ merov neh temâşâ tuyî
Cehân-o nehân-o hoveydâ tuyî
Seyre seyrana gitme... işte sana
seyir seyran; seyir de sensin, seyran da sen. dünya da sensin, gizli de sen,
görünen de sen.
Ne diye şuraya, buraya gidersin? Burdan da maksat sensin,
ordan da.
Ayrılığı, buluşmayı yarına
bırakma. bugünün buyruk ıssı da sensin, yarının buyruk ıssı da sen.
Yoksa ayrılığa düştüm mü diyorsun?
Ulaşan da sensin, ayrılığa düştüğünü sanan da sen.
Havva, Adem den meydana geldi de
Adem de sensin dedi; Havva da sen.
Hurma, fidanından doğdu da hurmanın geliri de sensin dedi
fidanına, gideri de sensin.
* Kendinden dışarda bir Leylâ, bir
Mecnun olma. Râmîn de sensin, güzelim Vîs de sen.
Gamların ilacını dışarda arama...
gamların panzehiri de sensin, ilacı da sen.
Ay karardıysa cilâsı gene senden. bizim ay yüzlümüz
sensin, ay yüzümüzü cilâlarsın.
Ay karardıysa korkup titreme. Ay’a
bir zarar gelmez; yalnız sen titremenle kalırsın.
Zahmeti arttıran her şeyde bir
artış ara. çünkü hem cansın, hem cana rahat, huzur verensin sen.
Öyle bir topluluksun ki
topluluklara aldırış bile etmezsin. çünkü toplulukta da sen varsın, topluluk
olmasa da, y alnız olsan da var olan hep sensin.
O kutlu kanadını bir açıver; çünkü
hem arı duru göksün sen, hem Kafdağı’sın, hem Zümrüdüanka’sın.
Başın ağrımıyor; başını bağlama.
kavga gününün fitne başı sensin, sen.
Bütün bir düny a bizi inkâr etse gam yok bize. gene de
bizimsin çünkü.
Alta gitme, bizi yüce tutma.
aşağılarda
oturma; yüce sensin, sen.
Beni-bizi bırak, horlanmadan
korkma... bizimle olunca da padişah sensin, biz olmayınca da padişah sensin.
Yüzünü yu da kendi yüzünü seyret. o güzel yüzlü Yusuf
sensin.
Yanlış; Yusuf sensin ama Yakub da
sensin; korkma, söyle: Zelîhâ da sensin.
Hani şüpheye düşüyorsun ya.
sanıyorum ki bu tam inançla şüphe de sensin gibi.
Şu balçık kıyıdan geç. inciye
doğru yol al; çünkü deniz sensin.
Yusuf gibi çık şu varlık
kuyusundan. çünkü bağ bahçe de sensin, güllük gülistanlık da; ova da sensin,
kır da.
Kıyamete dek senden söz açsam sonu gelmez. baş da sensin,
son da sen.
XXXII
Acîbü’l-ecâib tuyî der keyâyî
Nema rûy-i hod ger eceb mînemâyî
Ululukta şaşılacakların şaşılacağı
bir şeysin... şaşılacak bir şey göstereceksen yüzünü göster.
Gönlün mahremi sensin, gönlün
solukdaşı sen. gönül açma yolunu senden başka kim bilir?
Gönül senin nerelerde olduğunu
bilmez ama o nerelere düşmüştür? Sen bilirsin.
Kafdağı sana secde eder; devlet
kuşunun canısın sen; Kafdağı’na bir kutluluk gölgesi sal.
Dünyayı peygamberlik ışığıyla
beze. çünkü bütün peygamberlerin canlarına ustasın sen.
înci taştı, senin yüzünden inci
kesildi. bağışta bulun, bağışta bulun; bağış denizisin sen.
însan, erlik suyu değil miydi?
Sonra yüce bir kişi oldu. erlik suyu halinden kurtulduğu gibi benlikten,
bizlikten de kurtar onu.
Suyun köpüğüne lûtfettin, yeryüzü
oldu.
kara dumana ihsanda bulundun,
gökyüzü kesildi.
Her şeyi bir başka şey haline getirmek senin harcın... tüm
bilgisin, hilimsin; tüm kimyasın sen.
Sana geceleri uyku haramdır; çünkü Ay’sın sen. geceleri
dolunay gibisin; canlardan doğarsın sen.
A uyku, buraya gelme; başka bir yere git. çünkü gözlerim
deniz kesildi; boğulursun sonra.
A gece, kıvranıp duruyorsun; kara yılana benziyorsun sen.
dünyayı sömürüp yuttun; yoksa ejderhâ mısın sen?
Fakat neliksiz-niteliksiz yaratıcı, sana afsun okur da
sömürüp yuttuğunu seher çağı gene doğurursun.
Ey gökyüzündeki Ay, gökyüzü gezegenisin sen; n’olur bir
soluk da benim ardımdan gelsen.
Kimi kişinin gözünde yurt edinir de oturursun. her göze
bir başka cilvedir
gösterirsin.
Gönlümü yurt edinenler, sizi övüp
durmuyor mu? Ölümsüzlük sağraklarını dökün, saçın bize.
A gönül, o canlar canını
görmediysen baştan başa göz olsan gene de körlüğe tutsaksın.
Değil mi ki yetmiş iki millette de
akıl var; şu halde seçilmeyi deliliğinde ara onun.
Çağrımıza gelin, gelin; havanız
pek şaşılacak bir hava... şu havanın yeli bile sizin havanızla tertemiz bir
hale geldi.
Beden onun yüzünden delirdi;
gönlüm, ona erganun kesildi. canım elsizlikten, ayaksızlıktan ona âlet oldu
gitti.
Yoksa yıldızlar yücelerden seni
gördüler mi ki tanıklık için başlarını eğdiler.
Yanlış söyledim; yıldız da kim
oluyor? Akl-ı Küll’ün gönlü bile, bunca yüksekken ondan bir koku bile
alamamıştır.
A efendilerim; siz olmadıkça, sizden uzaklarda bulundukça
konmanın da bir zevki yok, göçüp
gitmenin de.29]
XXXIII
Egerçi letîfî vo zîbâ-lekaayî
Becân-ı bekaa rov zi cân-ı hevâyî
Lâtifsin, yüzün de pek güzel...
fakat ölümsüzlük canına git; hevâ ve hevesten doğma bir can var sende.
Hava kimi soğuk olur, kimi sıcak,
yakıcı. ondan ne diye vefa umarsın? Vefasızlığını görüver.
Bedeni kafes, canı uçar kuş bil.
kafes burda, fakat a can, sen nerdesin?
Gökyüzünün çevresinde bir zamandır
uçtun durdun; o padişahı geçtin gittin; oy saki ona lâyıksın sen.
Dünya senin gibi bir kuşu ne
gördü, ne görür. çünkü hem damın üstündesin, hem saray ın içinde.
Kimi olur, taç ıssı padişahların başlarına ayak korsun;
kimi de gider yoksulluk hırkasına bürünürsün.
Kimi güneş olursun, dünyayı ışıtır, parlatırsın. kimi de
şimşek kesilirsin; bir soluk bile eğlenmezsin; çakar gidersin.
Şekerkamışı madenisin sen; gönüllerse dudu kuşudur
sanki... yemyeşil bir ovasın sen, canlarsa sende yayılır.
Bunlardan geçtim; tek sen gölgeni alma bizden. çünkü
devlet bahçesinde gülümüzsün, selvimizsin bizim.
Gönlümüzde iki yüz kilit olsa bir anahtar y ollar, kapıyı
açarsın sen.
Gel, gönlümüze gir; apaydın bir mumsun. gel, iki gözümüzde
yerin var; hoş bir tuty asın sen.
Gül bahçesine girdim de güle dedim ki: Çeyizini kim düzdü?
Lâ’l renkli bir kaftanın var.
Bana, kokla da anla; Mecnun gibi senin de
aşkın varsa, özün arıysa kokudan anlar, tanırsın dedi.
Hani Mecnun, Leylâ’nın bulunduğu ovaya geldi de seher
yelinden Leylâ’nın kokusunu almak istedi ya.
Leylâ öldü, siz sağ olun; bak da gör; bütün soyu sopu yas
elbisesine bürünmüş dediler.
Acılar tadan Mecnun, elbisesini yırttı... elsizdi,
ayaksızdı da kanlar içinde yuvarlanmaya koyuldu.
Başını her taşa, her kapıya vurmadaydı. bir hayli ağladı;
elini dişledi durdu.
Tacın nerelere gitti diye başına vuruyordu. belâlara av
oldun diye göğsünü dövüyordu.
Hikây e uzun; y alnız sen de balığın susuzluktan
çırpındığını bilirsin ya.
Kendine gelince sordu Mecnun; mezarı nerde; hangi ovalarda
dedi, onu gö sterin bana.
Dediler ki: Geceydi, karanlıktı; yitti gitti. verdikleri
bu haberden kötü bir hale düştü.
Kılavuzum var diye bağırdı; Leylâ’nın kokusu bana yol
gösterir dedi Mecnun.
Vaktin Yakub’uyum ben... Yusuf’un kokusu yüz yıllık yoldan
gelir, derdime devâ olur.
Muhammed’in duyduğu koku, bize ulaşma müjdesi verdi.
Yemen’den hoş bir halde Tanrı kokusunu koklayalım, canımıza çekelim.
Her mezardan bir avuç toprak alıyor, burnuna g ötürüy o r,
kokluy or, o misk kokusunu arıy ordu.
Hani şeyh aray an mürit gibi. o da ağızlardan erenler
soluğunun kokusunu arar ya.
Tanrı kokusunu Kalender’in ağzından ara. ercesine,
gerçekçesine ararsan şüphe yok ki mahrem olursun, o kokuyu duyarsın.
Bu koku, toprağa saçılan son yudumdan gelir, topraktan
değil. çünkü dostluk yudumu, aşk yudumu toprağa düşmüştür.
Bunu bırak da gene Mecnun’a gel. çünkü kuşluk güneşinin
ışığıyla gözüm kamaştı.
Güneş değirmisine karşı gözlerim zayıf. fakat
Ay, Güneş’in yalımlarına,
parıltılarına tanıklık etmede.
Nerde Zün-Nûn’un aşkı, nerde Mecnun’un aşkı? Fakat
Mecnun’un aşkı da o ululuk ıssının arkından bir iz vermede.
Hani Mûsa da dadının memesini almadı... çünkü anasının
sütüne alışmıştı; tanıyordu onu.
Mecnun, yüzlerce mezarın toprağını kokladı, geçti. Mûsa,
koku tanımada ona ustalık etmişti.
Anlayış, ayırt ediş, gönülde aydın bir mumdur. o mum, seni
aldanıştan, düzenden kurtarır.
Koku onu Leylâ’nın mezarına götürdü. bir nara attı da o
yokluk eri yerlere serildi.
O kokuydu onu geliştirip açan; gene o koku öldürdü onu.
bir kokuyla derlendi, yaşayış âlemine geldi; bir kokuyla yok oldu gitti.
O Leylâ’ya ulaştı; can Mevlâ’ya ulaştı. Yer yere geçti;
gök göğe ağdı.
Sizde de Tanrı havası var; var ama Tanrı sizde
sizliği bırakır mı hiç?
Bir bölük halk sivrisineğin
kasırgaya dayanmasını diler... eh, tutalım, kasırganın çetinliğini elde etti;
kime gerek yâni?
Kasırga, sivrisineğe bir fil yüreği
bağışlar; güzel bir karşılık verir de sivrisineklikten kurtarıverir onu.
Lâleliğinin parlaklığını bir iyice
anlatırdım ama horoz ibiğine benzeyen gönüle vurmaz, o benlik sahibi olan gönlü
p arlatmaz bu parlaklık.
İyisi mi sus da dilsiz-dudaksız
kendisi söylesin, anlatsın sana. hadi, çayırlığa çimenliğe git; sen de
çağrılanlardansın.
ÇEŞİTLİ BAHİRLER,
GÖRÜLMEMİŞ VEZİNLER
— A —
Yârı mâ dildâr-ı mâ âlim-i esrâr-ı
mâ Yûsuf-ı dîdâr-ı mâ rovnek-ı bâzâr-ı mâ
Sevgilimiz, gönlümüzü alan
güzelimiz, sırlarımızı bilenimiz...
kavuştuğumuz
Yusuf’umuz, pazarımızın alımı, parlaklığı.
Bıldırımız bu yılımıza âşık oldu.
müflisleriz biz; sensin bizim definemiz, paramız pulumuz.
Tembelleriz; haccımız da sensin,
savaşımız, işimiz gücümüz de sen. uyumuşuz kalmışız biz, uyanık devletimiz
sensin.
Hastalarız, yaramıza melhem
sensin. yıkılmış gitmişiz biz, lûtfunla kereminle sensin mimarımız bizim.
Dön aşka, a düzenbaz padişahımız
dedim; baş çekme, sırlarımızın perdesini inkâr etme.
Bana cevap verdi de dedi ki: Bu işimiz senin yüzünden; ne
söylersen dağımız, ormanımız o
sözü yankılar, sana duyurur.
Ona dedim ki: A dilediğini yapan,
asıl dağ biziz, bu yankı da sözümüz; çünkü dağ dilediğini söyleyemez, yapamaz.
Dedi ki: Önce sırlarımızdan
birazcığını duy... her arık hayvan nasıl bizim yükümüzü çekebilir?
Ona, rahmetini kesme bizden dedim;
haberler sal bize. bû-tîmârımızı da sarhoş bir bülbül haline getir.
Senin varlığın, bizim övüncümüz;
bizim varlığımızsa ayıbımız, ârımız. mağaray a benzer gönlümüze bak da Ahmed’i
de gör, Sıddıyk’ı da.
Tortulu şarap içen sarhoşumuz her
şarabı içmez. gagası güzel kuşumuz padişahın elinden yem yer.
Şu leş bedenimiz mezarda yatıp
uyuyunca, uçan dudumuz kafesten kurtulur gider.
Akıllı fikirli kuşumuz kendi
yerini tanır, yuvasını bilir. bizden sonra yeryüzünde
izlerimizi bulursun elbet.
Gül bahçesinde sensizsem, güller
diken kesilir bana... fakat seninle zindanda bile olsam dikenim gül bitirir.
Seninle ateşe girsem, ateş ışık
olur. fakat sensiz cennette olsam, ışıklar ateş olur bana.
Kuzgunumuz, sığırcığımız, senin yüzünden akdoğan oldu.
sözümüz budur ancak: Yeter, artık söz söyleme.
II
Işk-ı tu âverd kedeh por zi belâhâ
Goftem mey mînehorem pîş-i tu şâhâ
Aşkın belâlarla dopdolu bir kadeh
sundu bana. huzurunda şarap içemem, a benim padişahım dedim.
Bilgisinin şarabını sundu bana o
şekerkamışlığı. sarhoş oldum gitti de beni ta nerelere götürdü o.
Bir yandan gizlice Rûhü’l-Emin geldi... yanına koştum, şu
olan işleri bir gör dedim.
A Tanrı sırrı dedim, yüzünü gizle. Tanrı’ya şükürler etti,
övdü Tanrı’yı, dualar etti Tanrı’ya.
Âşıktan gizlenen o değil mi ki dedim. bunca temizliğe
karşı o perde de nedir dedim.
Aşk kan içmeye kalkıştı mı, vay gidi vay. Uhud Dağı bile
paramparça olur gider. biz neyiz ki artık?
Ne mutlu çağdır ki padişahım gülerek gelir; kerem eder de
kaftanının düğmelerini çözer.
Dondun, buz kestin bakışımız yokken. hele gel, daha yakın
gel de havamız vursun sana der.
Nerde o lûtfun derim, a tüm güzellik. kuluna, kaftanının
düğmelerini nasıl çözüyorsun, göster.
Yok, yok der; hiç gam yeme. gençleşirsin; seher yelleri e
stiği çağda nerkisle gül nasıl tazeleşir; ondan da daha taze bir hale gelirsin.
Derim ki: A iki dünyaya da devâ veren; bana senin
dudağından başka bir devâ yok.
Her dalın, her ağacın meyvesi o dala, o ağaca tanıktır.
altın gibi yüzümle gözyaşlarım da bana tanık.
III
Mevlânâ mevlânâ agnânâ agnânâ
Emseynâ atşânen asbahnâ reyyânâ
Efendimiz, efendimiz, doyurdun, zenginleştirdin bizi...
gece susamıştık, suya kanarak sabahladık.
Ümitsizliğe düşürmezsin, bizi unutmazsın. azgınlığa düşsek
bile korkmayız; katında yer yurt edindik, senin yüzünden yer yurt ıssı olduk
biz.
Sarhoş bile olsak seninle yüceldik, sana alıştık. a şimşek
gibi çakan, a karanlıkları yaran, bizimle çıplak olarak kucaklaş, oynaş.
Kim yeryüzündense hoş görülmez o. uzaklaştır artık onu,
uzaklaştır. Ayır onu bizden, ay ır.
Kim yücelerdense tatlı mı tatlıdır o... anlamlarımızla
suvarırız, çeşit çeşit, renk renk kandırırız onu.
Geri kalanını sen söyle a sâkî,
geri kalanını sen söyle. a ihsan sahibi, lûtfet; lûtfet a ihsan sahibi.30]
IV
Fedeytuke yâ ze’l-vahyi âyâtuhû
tetrâ Tufess ırahâ sırran ve teknî bihi cehrâ
A vahiy ıssı, feda olayım sana; âyetlerini gösterir
durursun. onları gizli bir tarzda tefsir edersin de sonra apaçık gizlersin
anlamlarını.
Ölüleri, bir şey yaptın da onunla dağıttın, onunla
dirilttin, topladın; kurb an olayım sana, benim bilmediğim o işi, o şeyi sana
kim bildirdi; nasıl anladın, bildin?
Hepsi de sarhoş bir halde döndüler, senin sıfatlarına
büründüler. ne haram bir lokma yediler, ne şarap içtiler.
* Fakat yakınlık parıltısı
akıllarını yok etti gitti; noksan sıfatlardan arıdır dağları durduran, noksan
sıfatlardan arıdır kulunu geceleyin yürüten.
Esenlik o topluma ki gönülleri,
gizli, duyulmaz dillerle ona şükreder, ona şükürde bulunur.
Ne mutludur bahtı yâr olan kişi...
kovasını kuyuya salar da kovada bir güzel Yusuf çıkar, o da muştuluk der.
Salâhaddin, Rum ülkesinde bir insan şeklinde görünen öyle
bir ulular ulusu ışıktır ki hiçbir örtü örtemez onu.31]
V
Yâ muhcile’l-bedri aşrıknâ bi
leâlâi
Yâ sâkıya’r-rûhi eskirnâ bi sahbâi
A dolunayı utandıran; ululuklarla
ışıttın bizi; a can sâkîsi, şarap sun da sarhoş et bizi.
Nekeslik etme, biteviye şarap sun
da kadehi alırken de şarap içmiş olalım, verirken de.
Bırak bizi de sarhoş olup bir esenleşelim; anlatılmasına,
ad takılmasına imkân olmayan bir sarhoşluğa düşelim gitsin.
Gizli küpleri, lütfediyorsun da,
insanı nekeslikten de, kinden, düşmanlıktan da arıtan şarapla boyuna doldurup
duruyorsun.]32]
VI
Yâ kâlimînâ yâ hâkimînâ
Yâ mâlikînâ lâ tazlimünâ
A bizimle konuşup görüşen, a bize buyruk yürüten... a
efendimiz, zulmetmeyin bize.
A üstünlüklere sahip olan, a huyu husu, yüzü, gözü güzel.
a deliller kılıcı, zulmetmeyin bize.
A güzel sâkî, a buluşması tatlı dilber. a ay rılığ ı acı,
zulmetmeyin bize.
A karanlıkları yaran yıldızlar gibi gönülde şimşekler
çaktıran, doğular arasından beliren; zulmetmeyin bize.
Her ovada, her çölde, zamansız, mekânsız bir bağıran,
bağırıp durmada: Zulmetmeyin bize.
Canım kurban olsun sana seher çağlarında... a gönüller
açan, zulmetmeyin bize.
İşte şu benim gönlüm, aşka koyulmuş, sevgiyi âdet edinmiş.
Zulmetmeyin bize.
Sözümü duy: Uyku haram oldu bana. Ulu kişiler katında
zulmetmeyin bize.
Erkek atım aşktır; onunla anlamlara sürer giderim. bu da
yeter bana. zulmetmeyin bize.
Aşk halimdir, mülkümdür, malımdır. uyumama imkân yok,
zulmetmeyin bize.33]
VII
Veredea’l-beşîru mubeşşiran bi
beşâretin
Ahya’l-fuâde aşiyyeten bi vurûdihâ
Müjdeci, bir müjdeyle geldi çattı. onun gelişiyle de
geceleyin gönlüm diriliverdi.
Bir bağdı bahçeydi sanki gönlüm; o
müjdenin baharıyla ışıdı; açılıp saçıldı... bir güneşti sanki; o müjdeyle
doğdu, parladı.
A benim düşkünlüğümü kınayan, perperişan halimi hoş
görmeyen, aşk ateşine bir bak, yalımlanmasını bir seyret de sonra kına bent34]
VIII
Rûha bi fiyhâ va’r-rûhu fîhâ
Kem eştehîhâ kum feskınîhâ
îstenen, dilenen, ağzı, dudakları
sinmiş bir şarap; can da onda, derman da onda. ne vakte dek özlemini çekeceğiz?
Kalk, o şarapla suvar bizi.
Bu sevgilinin sırrıdır; bu
sevgilinin nazıdır. sevgilinin sesidir. Kalk, o şarapla suvar bizi.
Öcümü aldın, komşumu öptün.
ateşimi çoğalttı ya; kalk artık, o şarapla suvar bizi.
Dudaklar öpücük aldı; şekerle,
balla eş oldu. susuzdu, daha da susadı; kalk, o şarapla suvar
bizi.
Tanrı korur; kutluluk sâkîdir
bize... ne de güzel bir buluşma bu; kalk, o şarapla suvar bizi.
Sevgilim beni kucaklıyor ama gene
de benim kararım yok. Kalk, o şarapla suvar bizi.
Sâkî bana uymada, kâselerle bana
sundukça sunmada; benim başıma and içmede. Kalk, o şarap la suvar bizi.
Ben hoşum demede; hadi, tat şu şarabı diyor. bizse çekişip
durmadayız. Kalk, o şarapla suvar bizi.35]
IX
Yâ men benâ kasra’l-kemâli muşeyyedâ
Lâ zâle sa’den bi’s-su’ûdi mueyyedâ
A olgunluk köşkünü sağlam bir
şekilde yapan; dilerim, kutluluğu yitip gitmesin, kutluluğunu kutluluklar
kuvvetlendirsin.
Gönüller tir tir titriyor; aldırış
bile etmedi, bıraktı gitti gönülleri; âşıkların kanları akıp gidecek artık.
A aşka düşüp de darlıklar içinde
oturup kalanlar; sanıyor musunuz ki aşk sizi kendi halinize bırakacak?
And olsun Tanrı’ya ki bırakmaz...
zâti alım da geldi, göründü, güzellik de. artık âşıklara ne bir düzen düzme
ihtimali kaldı, ne de onlar da bir güç, bir kuvvet.
O alım, o güzellik, ulumuz, efendimiz Şemseddin’dir; onun
yüzünden Tebriz cennet bahçelerine dönmüştür.36]
X
Ey mutrıb-ı dil berây-ı yârîrâ
Der perde-i zîr gûy zârîrâ
A gönül çalgıcısı, dostluklarımızın
hakkı için olsun, aşağı perdeden feryat et.
Yürü, çayırlığa git de gülün
yüzünü seyret.
bahar bülbülüne solukdaş ol.
Canlar bağışlanan aşk meclisinde
bilsen ne yaşayışlar vardır, ne sarhoşluklar olur.
Sayıya sığmayan devleti gördün
ya... sayılı soluğu ona bağışla gitsin.
A can, bir dilbere av oldun gitti;
o, avını ölümsüz olarak diriltir.
A gönül sâkîsi, işten güçten
kaldık. bize işleyen, bize yapacağını yapan o şarabı sunmanın tam çağı.
Şarap içeni bezedin ya; beni de
beze, meclisi de beze.
Bu çeşit erlere gizli bir meclis var. şarap içen kişi de
ayrı bir can sahibi.
XI
Taâlav bînâ nasfû nuhalli’t-tedellulâ
Va min lahzıkum nucli’l-fuâde mine’l- cilâ
Gelin bize de sizinle halvet olup arınalım; yakınlığınıza
erelim de temizlenelim; şu cilvelerden vazgeçelim. Gelin de bakışlarınızla
gönüllerimiz cilâlansın.
Birbiri üstüne aşkla sunulan kâselerin döndüğü mecliste,
ancak şarabın arılığına duruluğuna sığınırız.
O arı duru, o berrak, tertemiz, parıl parıl p arlay an
şarabı bir gün seninle y ap ay alnız içeriz, ertesi günü de apaçık içer, o güne
ularız.
Bir şaraptır ki güzelim kokusu yayıldı mı, çöllerdeki
vahşi hayvanlar bile onu özlerler de inlemeye koyulurlar; ona ulaşmay ı
dilerler.
Zorlukları açın, doldurun kızıl şarapla badyaları, görünün
de yüzünüzün anahtarıy la pahalılaşan ne varsa ucuzlasın gitsin.
Şarabın esrikliğine, sizinle kavuşmanın verdiği esriklik
karışsın... seven sarhoş olsun, kendinden geçsin, sevmeyen yok olsun gitsin.
And veriyorum size Allah adına; bağışlayın beni; and olsun
ki özlemlerle, sevgiyle eridim,
bittim.
Eridim, güzelliği, yüzü,
âfetlerden, ölümden, yok olup gidişten aman veren o efendiler efendisinin
aşkıyla.
Şemseddin’in ayak bastığı toprağı Allah sulasın; Allah Tebriz’i
kendi lûtfuyle en güzel bir sûrette korusun.37]
XII
Nerd-i kef-i tu bordest merâ
Şîr-i gam-ı tu hordest merâ
Avucundaki zar beni mat etti...
senin gam arslanın yedi bitirdi beni.
Senin gamında Halil’e döndüm. Ateş tapınakları bile soğuk
geliyor bana.
A gönül, yokluk toprağında at
sürme. senin at sürmen beni toza dumana boğdu.
Can gül bahçesinde at süredur...
can gül bahçesinden gülüm var benim.
Bizim zevkimize, neşemize vehim
bile yol bulamaz... şu gülüp durma bize perdedir.
îç âlemde kıpkızıl yüzlerce yüzümüz var. görünüşteyse
yüzümüz sararmış solmuş.
A köyün şaşısı, şu iki dünya sence
çifttir ama bizce tek.
A istek eri, senin kılavuzluğunla
her yol başında bir erimiz var bizim.
Sus da şöhret kazanmanı arama. senin esenliğin bize
derttir çünkü.
XIII
Hîk-i dil-i mâ meşk-i ten-i mâ
Hoş nâz-keşon her poşt-i seka
Gönül tulumumuz, beden
kırbamızdır. nazlana nazlana sakanın sırtına yüklenmiş.
Karnımızı can çeşmesinden doldurdu
gitti. gel a susuz, gel diyor.
Saka gizli, tulum meydanda. fakat
saka
tulumdan ayrılmaz ki.
Bayrağın üstündeki arslan resmi
oynarsa, oynayışı ancak havadandır.
Gözlerden ırağım, sen işimi
seyret... seyret de koku, ödağacına tanıklık etsin.
Can senin kokunu yeter bulmaz a can kaynağı, a razılık
gözü.
XIV
Hele ey keyâ nefesî beyâ
Der-i eyşrâ sere bergoşâ
Hele a ulu er, bir soluk gel de
zevk, neşe kapısını açıver gitsin:
Şu filân ne oldu, bu feşman ne
hale geldi? Bu o lay larla hiçbir işimiz yok bizim.
Hiç kimse onun saçlarının ucunu
bırakmaz. hiçbir gönül böyle bir yüzden vazgeçmez.
Hiçbir kimse iyilikten, hoşluktan kalkıp da yolculuğa
düşmez. hiçbir can böylesine bir
saraydan kalkıp bir başka yere gitmez.
Bütün bunları bırak da o kadehi sun... çünkü sizin
kereminizi duymuşum ben.
Sun o kadehi de gönlüme kol kanat kesilsin. gönlüm,
bulunduğunuz yere doğru havalanıp uçsun.
Şu soluğu kes; sus; gönlü konuşturma.
gönlümüz de sana feda olsun, canımız da.
— B —
Merdivensiz olarak sevgi göğüne yüceldik... belâlar göğüne
bir yol gösteren var mı ki?
Dünya varlığının karanlığı,
sevgimizin ışığına yücelebilir mi? Sevgimiz iki dünyayı da aşmıştır; şaşılacak
bir şey bu.
Günler bedenlerimizi ayırsa bile,
and olsun Allah’a, gönül yanınızdan yitip gitmez.
Dostlarımın göçüp gitmeleri
gönlüme ağır gelse de, gönlüm yeğin olarak onlara doğru göçüp gider, akar
durur.
Canımdan, gönlümden esenlikler
size. ben tıpkı gönlüme benzerim; y ahut da esenlik verişim gelen dostadır
benim.
Gönül bir suç sayılan sevginize nasıl tövbe edebilir ki,
sizden başkasından tövbe edip durmaktadır şu gönlüm.
Bu söz, sünepe karıya tapmada aşırı gidene cevap... kocayı
da görüyorum, üstüne tilkiler siymede.
* Nasîreddin’e cevap vermek,
üstünlük de değil hani; öylesine bir sevgi görmedeyim ki onun da üstüne
tavşanlar siymede.38]
XVI
Emsî ve asbıhu bi’l-cavâ etauzzabu
Kalbî alâ nâri’l hevâ yatakallabu
Aşkla azaplanarak, aşk tadını tadarak sabah etmedeyim,
akşam etmede. gönlüm sevgi ateşinin üstünde dönüp durmada, kıvranıp y anmada.
Beni arıtmak, terbiye etmek ümidiyle kendinden ay ırırsan
şunu bil ki ben sensiz ne arınırım, ne düzgün bir hale gelirim.
Ne diye kalbin katılaştı; ne vakte
dek sürecek bu? Ne vakte dek düştüğüm bir hal yüzünden ağlayıp duracağım ben?
Size kurban olayım diyorum ya
sevgimden; kurban olursam sizinle dirilirim; sizin kurbanınız diye ad takarlar
bana.
Teselli ederek sabretmemi
buyurdunuz ama aşkımı hesaplayamıyorsunuz; o çeşit aşk değil ki bu
sabredebileyim?
Bir gecenin bir bölümcüğünde bile
yaşayamam; her gün size kavuşmayı gözlemesem ölür giderim ben.
Gizli-açık tövbe edip duruyorum... suçluyum, efendime
karşı kötü işler işledim ben.
Tebriz, efendim Şemseddin’in yüzünden ululanmıştır; bense
derdiğim, yediğim meyveler, içtiğim sular yüzünden kan ağlamaktayım.]39]
XVII
Hum
saddû hum atabû ıtâben mâ lehû
sebebu
Ten-o dil-i mâ musehher-i o ki mînepered be coz ber u
Bize kastettiler, bizi
azarladılar; hem de hiç sebepsiz... bedenimiz de onun kanadından başka bir
kanatla uçamaz, canımız da.
Beni hasta etmekten başka bir şey
dilemiyor; fakat ne dilerse odur güzel olan bence. acaba onun halinden, onun
gamından, onun yüceliğinden, onun ışığından kim haber verecek bana?
Bana surat asınca zevkten erir
giderim; bir de neşelendirse, tatlı yüz gösterse ne hallere girerim acaba? Gamı
bile beni diriltirse, bana bakar, beni gözetirse neler olurum ben?
Bizi aradılar, istediler mi, ne
korku kalır bizde, ne ürküntü; fakat bizden kaçıp giderlerse ne zevkimiz kalır,
ne neşemiz. ama bunu elde edemeyen kişi, iki dünyada da ne hale düşer acaba?
Toplumlar gördüm; onunla
dincelmişler; ne
kadehleri var, ne üzümleri...
şeker yersen boşuna değil bu; çünkü şeker de onun tatlı dudaklarından şekerler
tatmada.
Gönüllerimiz onunla şaşılacak mı
şaşılacak şey lerle doldu. seher çağı onun yüzünden bir eser; gece onun amber
gibi simsiyah saçlarından bir soluk.
Ben de sustum, onlar da sustu; ne
arıyorlar, ne yoruyorlar. ondan haber verenden haber aldım ben; artık başka
haber gerekmez bana.
Görünmediler mi gamlara dalarım; y aklaştılar mı ne de
neşelenirim ya. kapımı çalar, hiçbir şeyi gizlemez; zâti kimse ondan bir sır
elde edemez ki.40]
Du çeşm-i âhovâneş şîr-gîrest
K’ez o ber men revan bârân-ı tîrest
Ceylan gözüne benzeyen gözleri
arslanları bile avlamada... ondan bir ok yağmurudur üstüme yağmada.
Yay kaşlarıyla oka benzeyen
kirpikleri, onun cana bey olduğuna, cana buyruk yürüttüğüne tanıktır.
Kokusu miskten de güzel, amberden
de. bu yüzden karmakarışık saçları gibi darmadağınım ben de.
Gönül tutsak olmuş, zincir
saçlarına bağlanmış da şu can o yüzden o ikiye ayrılmış saçların arasında
kıvranıp durmadadır.
Sen o selvi boylumuza benziyorsun
deme. güzellikte bizim ay yüzlümüze bir benzer y oktur.
Baş önce pek değersiz bir şeydir
ama gene de ben başımı onun önüne attım gitti.
Padişahın yüzünün hayaline secde et... padişahın hayali,
gerçeğin veziridir.
— H —
XIX
Yâ râhiben unzur ila’l-mısbâhi
Mutaşa’şıan va’staın an ısbâhi
A keşiş, parıl parıl parlayan
çerağa bak da sabahların ışımasını an.
Lâtiflikte son dereceye varan şu
şaraba bak; letafetiyle akılları tutsak etmiş gitmiş.
Güneş nasıl yıldızları gözden
silerse, bu şarap da ışığıyla akılları silmiş, yok etmiş,
Gerçekçe duruşmak, gönül
alçaklığıyla şarabımıza secde etmede; şakacılığımı arttıran şaraptan Hakk’a
sığınmada.
Şakacılar da yok olmuş, şarap
içenler de; ister sarhoş, ister ayık... hayır yok onlarda.
Akıl, zamanı da ç arp ar, bir
başka şekle sokar, zamandakileri de. çekinin adamı çarpan akıllıdan.
Şarap, sarho şluğuma kanatlardır
sanki.
sarhoşları yüzmeden denizden
geçirir gider.
Bu şarap ne doğudadır, ne
batıda... misk gibi burcu burcu kokan bir küpten geliyor bu.
Dertleri giderir ama bu gideriş
gaflet vererek değildir; akılları çoğaltır; fikirlere yüklü eder de y ardımı
dokunur.
Kokusuyla, esintisiyle gözleri
açar; incileri esritir de alımlarla bezer onları.
Hepsi de sarhoş olur,
padişahımızın, padişahlar padişahının kapısına yüz tutar; hepsinin de canları
bir yel kesilir.
O, can gözlerini açar, görüş ıssı
efendim Şemseddin’dir; onun, o yücelikler, ululuklar ıssının sayesine sığındık.
O neşeler veren, parıl parıl p arlay an güzelim şarabından
sunun, Tebriz’den o şarabı getirin, sunun bize.-t41]
Goftem ki ey con hod con çi bâşed
Ey derd-o dermon dermon çi bâşed
A benim canım dedim; fakat can
dediğin de nedir ki? A benim derdim, a benim dermanım, derman da ne oluyor ki?
Yüzlerce canı, yüzlerce gönlü sana
kurban etmek isterim; fakat kurbanın ne değeri var sence?
A yüzünün ışığı, a mahallesinden
gelen koku imanın sırrı olan güzel; fakat iman da nedir ki?
Bir dükkânı bizden üstün tuttun
dedin; bir suçsuza bu bühtan da ne?
Devlet, ikbal, sana karşı secde ediyor; a gülen b aht; gülen
demek de ne?
A benim canım, arıklara aç kapıyı;
kapıcının inadına aç; kim oluyor kapıcı?
Sûfî, sende o yok buyurdu; bâri
bir sor, o
dediği nedir ki?
Yüzünün güzelliği varken lûtfu kim
arar, ihsanı kim umar? Senin güzelliğine karşı lûtuf nedir, ihsan ne?
Sen bir arslansın, bizse düzen
heybesiyiz; arslanlara karşı heybe de nedir ki?
Gözümüzün önünden perdeyi kaldır;
kaldır da kör olsun şeytan... şeytan dediğin kim oluyor ki?
Nice kişiler var, sevgilinin yüzünden sarhoş olmuş
gitmişler; ekmek nedir, hiç mi hiç bilmezler.
XXI
Dil-i men ki bâşed ki turâ nebâşed
Ten-i men ki bâşed ki fenâ nebâşed
Benim gönlüm kim oluyor ki senin
olmasın? Bedenim de ne oluyor ki yok olup gitmesin?
Tut ki gökyüzü benim oldu; Ay’ı
elde ettim.
ikisinde de ışık olmadıktan sonra
neye yarar ki?
Cennetin içinde olayım, nimetlere
kavuşayım... işkenceler çektikten, senin yüzünü görmedikten sonra cennet nedir,
nimet ne?
Suça, cefaya sen özür getirdikten
sonra cefalar, tutalım vefa olmamış, ne çıkar?
Yanlış yapılan iş yüzünden sen
azarlamaya başlarsan, canla gönül yanlış işe girişmez de ne yapar?
İki bin defterlik ders versem bir
arılık duruluk, bir zevk, safâ olmadıktan sonra usanmaz, bıkmaz mıy ım dersin?
Seher yeli olmadıktan sonra ne bir
yasemin güler, ne bir ağaç oynar, ne de bir yeşillik biter, yeşerir, kokar.
Yoksulluğa düşürdün de çırçıplak
soydun ama kaftanı yokmuş, Ay’a ne gam?
Ne şaşılacak şeydir ki bilgisiz,
gönüle aldırış bile etmez. ama herkes de bey, padişah olamaz ya.
Keremi, bütün suçluları kapısına çağırır... sıra sana da
geldi mi, kötülüğüne bakmazlar.
Bırak canı, vazgeç gökyüzündeki Ay’dan. and olsun
Tanrı’ya, hiçbir şey Tanrı’ya benzemez.
Yokluğun ezeceği başı ne yapacaksın; senin olmayan altınla
ne işin var?
Bütün gün, gel sevgilim der durursun; durup kalmay an,
solup dökülen gülü ne yapacaksın?
A can, sevgilinin belâsından kaçma. belâ olmayınca ham
kalırsın sen.
Ne güzel, ne hoş geçer o Ay’la geceler. öyle bir Ay’dır o
ki tüm yüzdür, ardı yoktur.
Ne ho ştur o padişah ki kul köle kesilir. ne güzeldir o
sevgili ki hiç ayrılmaz do stundan.
A beden, sen sus da gönlüm söylesin. çünkü gönlün sözünde
ne ben vardır, ne biz.
XXII
Torfa germâbe-bânî k’o zi helvet berâyed
Nekş-i germâbe yek yek der sucûd enderâyed
Ne tuhaf hamamcı; halvetten çıkar, görünür de hamamdaki
resimler bir bir ona karşı secdeye kapanırlar.
Donmuş, buz kesmiş resimler, hiçbir şeyden haberleri
yokken, hepsi de ölüyken onun gözlerinin ışığı vurdu mu, hepsinin de gözleri
nerkise döner.
Kulakları onun kulakları yüzünden masalları duymaya
başlar; gözleri onun gözleri yüzünden görüşe kavuşur.
Bir de bakarsın ki, hamamdaki resimlerin her biri zaman
zaman kızıl şarap içmiş gibi sarho ş olmuş, oyuna koyulmuş gitmiş.
Hamamın içi onların sesleriyle, naralarıyla dolar...
onların hay-huyundan, onların gürültüsünden hamam mahşer y erine döner.
Resimler birbirlerini kendilerine çağırmaya
başlarlar... bir resim o bucakta güler durur; öbürü buna
doğru gelir.
Resimler arayıp tarama yüzünden şana, şevkete kavuşurlar
ama hiçbir resim hamamcıyı bulamaz.
Hepsi de darmadağın olur; hepsinin de önünde, ardında o
vardır. hepsi de can padişahını bilip tanımadan ordunun bulunduğu yere dek
gelir.
Gül bahçesine benzeyen her gönül, onun yüzünün ışığıyla
güllerle dolar. Her yoksulun eteği onun avcuy la altınlara kavuşur.
Zembilini uzat ona da varlığıyla doldursun. doldursun da
yoksulluk zembiline Sencer bile hasret çeksin.
O Ay bir soluk sarhoş bir halde meclise geliverirse, kadı
da azdan, çoktan kurtulur gider, dâvacı da.
O minbere çıktı mı, şarap meyhaney e döner; ölü, sarhoş
olur gider; ağaçsa Hannâne direği kesilir.
O, bir gözden yitti mi, resimler gene donarlar, buz
kesilirler... gözleri görmez olur; kulakları sağırlaşır.
Fakat gene bir yüz gösterdi mi, gözleri açılır; bağ bahçe
kuşlarla dolar; çayır çimen yeşerir gider.
Yürü, gül bahçesine git de dostları seyret, masalları duy.
bu sözlerin ardından da can gelir, görüp seyrettiklerini yorar sana.
Apaçık görünen şeyler, nasıl söylenebilir a dostum;
hokkaya b anar ama kalem nasıl yazabilir onları?
XXIII
Yâr-ı merâ ârız-o izâr ne in bûd
Bâg-ı merâ nehl-o berk-o bâr ne in bûd
Sevgilimin yüzü, yanağı böyle değildi. bağımdaki
bahçemdeki fidanların yaprakları, meyveleri bu çeşit değildi.
İleri gelenler de, ayaktakımı da sözlerinden
dönmüşler. bu ülke halkının töresi bu değildi.
Can, şu sarp, şu korkunç derin
mağaraya neden düşmüş? Mağara dostunun gelip yetişmesi böyle değildi; onun
ahdi, peymanı bu değildi.
Sayıya sığmaz gam seli, yükümü de
aldı, götürdü, eşeğimi de. benim cefalarımı çeken d o sttan umduğum bu değildi.
O sevgili benim için nasıl bir
tencere kaynatmada? İşi gücü pişkin beyin bize vergisi bu değildi.
Tuzağı gizledi de yemi önüme
döktü. kinini gizledi; bu değildi açığa vurduğu.
* Bana öğüt veren, ters öğüt verdi
de yolumu az ıttı benim; oy saki danışılan kişinin emin olması gerekti; bu
değildi gereken.
Zevk safâ çayırlığında ağlayıp
inleyiş dikeni bitti, açıldı. o tanınmış ilkbahar, bunu bitirmezdi.
Hırsızım şahne kesildi de iki
elimi de bağladı;
padişahın koruyuculuğu da bu
değildi, adaleti de.
Mühlet vermedin ki özrümü söyleyeyim... dağ gibi
oturamaklı huydan bu umulmazdı.
Katı sözlerinden kan kokusu duyuyorum; miskler y ağdıran
göbeğinin kokusu bu değildi.
O tatlı dudaklarının tadı, lûtfu bu olmadığı gibi benim
kulağımın küpesi de bu küpe değildi.
Bu yapraklar döken samyeli, ne biçim bir yel? O çınarın
altında verdiğin söz bu değildi senin.
Küçük bir suçun gamıyla kocaldım gitti; o büyüklerin
övüncünün huyu husu bu değildi.
Bu ne biçim hesap; bu nasıl azap? Ben hesabımı böyle
vehmetmiyordum; böyle saymıyordum.
Ne yolum buydu, ne konaklarım bu konaklar. o gemi, yuları
güzel esrik deve de bu çeşit bir deve değildi.
Padişaha varayım da kapısında kalpazanın düzeninden
şikâyetlerde bulunayım; benim
geçer akçe olan o altınım bu değildi.
Padişah denize benzer, haznesi de tüm inci... fakat
padişahımın haznedarı bu değildi ki.
Yeter artık; bu saçıların hepsi de şikâyet; benim pek çok
şükürler eden, şükürler edilen padişahımın avı bu değildi.
— R —
Dî seherî bergozerî goft merâ yâr
Şîfte-vo bîheberî çend ezin kâr
Sevgili dün seher çağında, bir yol
uğrağında bana dedi ki: Kendinden geçmişsin, hiçbir şeyden haberin yok; niceye
bir sürecek bu iş?
Benim yüzüme gül bile haset
ediyor; sense tutmuşsun, bir diken isteğiyle ciğerini kanlarla dopdolu bir hale
getirmişsin.
A karşısında selvinin bir
fidancağız kesildiği dost dedim, a yüzüne karşı gökyüzü mumunun, güneşin bile
karardığı sevgili.
Gökyüzüyle yeryüzü bile dedim,
sana karşı altüst olmuş... senin kucağındayken hiçbir şey bana yük olmazsa,
şaşılmaz buna.
Canın da benim dedi, gönlün de
ben; ne diye şaşırıy orsun? Sus, soluk bile alma; gümüşe benzeyen göğsüme
dayan; ağla, inle.
Dedim ki: Gönülden de huzuru, kararı aldın, candan da...
ne huzurum kaldı, ne kararım. Bunu duyunca birden dedi ki:
Sen benim denizimin bir katresisin, daha fazla ne diye
söylenip duruyorsun? Dal denizime de sedef gibi canın incilerle dolsun gitsin.
— D —
XXV
Şerh dehem men ki şeb ez çi siyeh dil boved
Her ki hored hon-ı helk zişt-o siyeh-dil şeved
Gecenin gönlü neden kararır,
anlatayım: Halkın kanını içenin gönlü kararır, kendisi kötüleşir, çirkinleşir
gider.
Şu gece de zulümle âşıkların
ciğerlerini yer de zulmün karartısının dumanı gecenin gönlüne vurur, karartır
onu.
Geceyi bağlayan da sensin; onu
zulümden kurtar... bir gece yarısı gökyüzüne çık da gözetleyerek vur yolunu.
Sensiz şu geniş dünya mezara
dönüyor. lûtfet de gece de zulmetmekten kurtulsun, biz de karanlıklardan
kurtulalım.
Senden bir birlik ışığı ışıdı,
vurdu mu, gece aydın olur, cehennem cennet kesilir, gül bahçesi
olur gider.
Gökyüzünün göğsünün maviliği,
morluğu, benim göğsümün ışığının vuruşundan meydana gelir. gönül kanımın yudumu
şafaklara varır, ulaşır.
Hiçbir şeye aldırmazdım; gönlüm
hoştu; sarhoştum; başım dikti... gam Ebû Leheb’i boynuma hurma lifinden bir ip
taktı, bağladı beni.
Senin gam okların uçup geliyor;
biz de gökyüzünün amacıyız sanki. can gamın peşine düşmüş, koşup duruyor; gamı
çekiyor canı çünkü.
Canım arı duru ama senin lûtfunun
tortusuyla arınmış. lûtfun, canın başında ebedî olsun.
Senin koruma kervanın korudu onu.
yoksa yolda yol kesicilerin sayısı, kavimlerin say ısından da çoktu.
Neşen, gamın başına yüzlerce tekme
vurmada; bunun korkusuyla gam kuşu da başını çerçöp içine çekmiş, gizlenmiş.
Sol gözüm seğiriyor, kolumun
siniri atıyor... belki de canım, heves tencerelerinde bir şeyler pişirmede.
Can, gül fidanları gibi goncalara
gebe kalmış. henüz çocuk olan goncaya seher yelleri esip durmada.
Tez, goncaların ağızları gibi
ağzımı kapat. çünkü böyle bir lokma yedi; şimdi de dilini ısırmada.42]
Berdeh on cam-ı meyrâ sâkıyâ bâr-ı deger
Nîst der dîn-o dunyâ hemçu tu yâr-ı deger
Sâkî, bir kere daha doldur o şarap
kadehini; dünyada da senin gibi bir başka dost yoktur, âhirette de.
Senin yüzünü seyretmekten başka
bir işe koyulmayı, başka bir hünere sahip olmayı tarikatte küfür bil, hakikatte
bilgisizlik.
Sen yüzünü gösterdin, aklı da,
imanı da kaptın ya... Can Mansûr’una artık her taraf bir başka darağacı
kesildi.
Can senin yüzünden deli divane
oldu; gönül deniz kesildi. artık gönül nasıl olur da bir başka sevgiliye döner
de bakar?
Yüzünün Bağdat’ından, yahut
civarındaki hoşluk, güzellik yurdundan başka, feleğin hiçbir
dileği, isteği yoktur.
Erlerin meyhanesinde can kadehi
dönmede... onlara benzer hiçbir sarhoş yok mu yok.
Yüce bir himmet ıssı ol; çünkü o
hiçbir şeye aldırmayan sevgilinin dünyadan başka da bir ambarı var.
Birazcık at sürer, yelersen, bu
yolda birazcık y ürür, yol alırsan bilirsin, anlarsın ki bu bağlardan, bu gül
bahçelerinden başka bağlar, başka gül bahçeleri de var.
Biraz ayak dirersen başını
kurtarır, esenliğe eresin. sarığın gider ama onun y erine altmış tane sarık al.
Gönül ansızın o tanınmış otağa
götürdü beni. ben tutuldum gitti ya, gönül de bir başka şekilde tutuldu gitti.
Gündüzün özür getirirsin ama gece
olunca da uykunun başını kaşırsın. ayağımıza her solukta bir başka diken
batmada, böyle ne olacak bu?
Sanat ıssının aşkıyla geçmeyen
ömür, yitmiş
gitmiştir. tarikatta başka işi boş
bil, başka sözü herze say.
Baht da budur, devlet de bu. zevk de budur, yaşayış da bu.
bu aşktan, bu sevdadan başka bir alışveriş, başka bir kâr nerde?
Ona, gönlümü aldın da nerelere tapşırdın dedim. hay ır
dedi, ben almadım, bir başka yankesici çaldı.
Ona dedim ki: Korkuyorum ben, bir de gönülden sorayım da o
söylesin. bir başka şüphe, bir başka inkâr edilecek şey kalmasın.
Doğru söyle ey can; incitme âşıkları. gönül çalanların
içinde senden başka gönlü ele alıp sıkan nerde?
Gelip geçici olgunluklara benzeyen bu istekler vardır
onlarda. bu yüzden de her solukta bir başka lûtufta, bir başka bağışta
bulunurlar.
Derken bir başka aşk, başka bir yol yordam gerekmezse o
olgunluklarla tutar da dünyayı bezer.
Deniz bu yüzden coşar, köpürür;
kuş bu yüzden öter, şakır... hepsinin de dileği, her solukta şu tuzağa bir
başka avın düşmesidir.
Tanrı şu dünyayı gizli bir define
gibi meydana çıkarınca, sevdalarla dolu olan her baş bir başka şey belirtti
düny ada.
Nerde bir güzel varsa gece gündüz kararsızdır; kendi
güzelliğine yepyeni bir alıcı arar durur.
Nerde bir ay yüzlü, nerde bir misk
kokulu varsa, müşteri gibi kendine, ağ lay ıp inley en bir âşık aramaya
koyulur.
Şu solukta onun sarhoşuyum; bir
başka gün şu terütaze perdeden sana başka sırlar söyleyeyim.
Yeter, davulu az çal. çünkü bu bağda, bu gül bahçesinde
senin davulunun yanı başında y irmi tane başka tagar var.43]
XXVII
Hadaa’l-beşîru bışâreten yâ cârû
Dehişe’l-fuâdu bi mâ hadâhu va hârû
A komşu, müjdeci, bir müjdelik verdi; o müjdeyi duyunca
gönüller kendinden geçti; yandı, tutuştu.
Size yakın çadırların, evlerin yakınında, ansızın gelen
müjdecinin ağzından Tanrı sesini duydular.
Yüzü karanlıklara Ay kesilen o güzel, hayalinin çevresinde
âşıkların dönüp dolaştığı o kerem sahibi yaklaştı diyordu.
Müjdecinin çevresine halka oldular, karşıladılar onu...
hepsi de müjdeciye secde ettiler; ziyaret ettiler onu.
Belâ yatıştıktan sonra gönüller de
yatıştı; ondan baht elbiseleri giyindiler de yürüdüler gittiler.44]
XXVIII
Merertu bi durrin fî hevâhu bıhâru
Ra’avhu budûrun fî’d-delâlî ve hârû
Bir inciye uğradım; denizler havasına
kapılmıştı... onu, dolunaylar, cilvelenirken gördüler de
şaşırıp kaldılar.
Bir su gördüm ki can onunla, onun, o suyun aşkıyla arınmak
diler; o su ateş değildir.
Aşkın öylesine bir ışığı vardır ki
güneşte ona benzer bir ışık yoktur. âşıklara kılavuz olur da y ürütür onları bu
ışık.
Sevgi gelini bir dolunaydır;
karanlıklarda parıl parıl parlar? Âşıkların kanları mahmurluk vermiştir ona.
Sevgiyi elde etmek için dünyaya
yüz çevirdim; ülkemden başka bir ülke ışıdı; göründü bana.
Atlılar gördüm, binekleri
yaralanmıştı; giderlerken pek ivmedeydi onlar.
Nereye gidiyorsunuz böyle dedim;
sevgi diyarına dediler; dediler ki: O ülkeden kaçan helâk olur gider.
Buna kesin bir delil istersen Tebriz denen şehre git;
orası ziy aret edilecek bir şehirdir.
Aşk ehli, o şehrin topraklarından kokular alır;
can için de orda ziynetler, bilezikler vardır.
Kapkara bir gece gibi gider, onun havasına girersin;
derken neşelenmiş bir halde gündüze döner, geri gelirsin.45]
— Ş —
Âyineem men âyineem men tâ ki bedîdem rûy-ı çu mâheş
Çeşm-i cihânem çeşm-i cihânem tâ ki bedîdem çeşm-i seyâheş
Ay’a benzeyen yüzünü göreli
aynayım ben, aynayım... Kara gözlerini göreli âlemin gözüyüm ben, âlemin gözü.
* Askeri, ordusu Cudi Dağı’nın
tepesinde görüleli, gökyüzü de Me’vâ cenneti oldu, yeryüzü de. gökyüzü de
canlara esenlik yurdu kesildi, yeryüzü de.
Devlet yıldızının, adaletin, yardımınla
başarının beli dinceldi, beli güçlendi.
dayanağı, sığınağı sen olduktan
sonra kişi nasıl padişah olmaz, nasıl padişah olmaz?
Senden bahar yağmurlarını emen,
senin suyunu çeken çorak yerin, kurak yerin çayırı çimeni her yerden daha da
yeşil olur, daha da
yeşil.
Ay yüzün dün gece rehin olarak
Ay’a da ışık vermedeydi, yıldıza da... kara saçları da gökyüzündeki Ay’ı rehin
almadaydı.
Kardeş, şu deli gönül,
zincirlerini oynatmaya başladı, zincirlerini oynatmaya. nasıl coşup köpürmez şu
deli gönül, nasıl coşup köpürmez? Aybaşı geldi.
Sus artık ey can, sus artık. Kutlu
günün geldi çattı. Kimdir kutlu, kimdir? Erkenden seni gören, seni seyreden.
XXX
Ey sek-i kessâb-ı hecr hon-ı merâ hoş belîs
Z’on ki neyerzed konon hon-ı rehî yek lekîs
A ayrılık kasabının köpeği, yala kanımı bir hoşça... çünkü
şimdi böylesine bir kulun kanı bir pula bile değmez.
İki dünyanın gizli definesi senin yüzüne karşı bir arpa
değerindedir. böyle değersiz bir pula, bu istenen baç pek yersizdir a gönül.
Hem o güzeli sevmek, hem de şundan bundan korkmak; olamaz
bu. bir soluk ıssı ol, bir renge boyan a âşık; ondan sonra da dire ayağını.
A şekerkamışına dönmüş gönül, onun tuzunu acı bul; Kevser
havuzundan su içme; kapısının toprağını yala.
Yazı levhasını tez yu şu kâf’la nun’un ebcedinden. ondan
sonra da a gönül, var onun
noktaya benzer benini yaz o levhaya.
A dalgalanan, coşup köpüren haset,
sen bir kapkara denizsin... Kara topraktan yapılmış bir kerpiçsin; cehnnem
suyuyla ıslanagör.
Tanrı ve din Şems’i, kılıcını kından sıyırdı. ey iğ ören
akıl; artık hayal ipini ör, yumak et gitsin.
XXXI
Yâr-ı menest o meberîdeş cân-ı menest o mekeşîdeş
Corm nedâred mezenîdeş bî gonehest
o megezîdeş
Benim sevgilimdir o, ayırmayın onu
benden. benim canımdır, çekmeyin onu. suçu y oktur, dövmeyin; günahsızdır, bir
şey yapmayın ona, incitmeyin.
Kimin nesidir o, bir haber ver;
gönlümüze doğru gel, bir uğra bize. Vakti geldi çattı, bir hüner göster; elimi
tut, beline dola.
Sarhoşlar gibi cilveler ediyorsun;
kapıyı çalıyoruz, açmıyorsun... Gizli bir kapıdan giriyorsun eve; senin evin
nerede; sen nerdesin?
Sırça gönlü sen kırdın; geceleri
uykumu sen bağladın. sen eldesin ya; yürü git de uykuya; değil mi ki burdasın,
sana el atarım elbet.
Bir şey sorarsam dudağını ısırır;
fakat ben ısırmadan, ısırılmadan korkmam ki. Tüm canım ben, beden değilim; şu
varlığım tümden can kesilmiştir.
Gönlümü ağır, çirkin kişilere
vermem; hararetimi hiç soğutmam. Güz değilim ben, baharım; kış mevsimi hiç
uğramaz bana.
Kim bu ayrana düşerse iyiden de
vazgeçer, kötüden de. ne varsa, ne yoksa hepsi de gönlüne düşer; iki dünyadan
da haberdar olur gider.
Dün gece bir rüya gördüm;
başsız-ayaksız koşadurdum. hem sâkînin dudağını ısırdım; hem ölümsüzlük
şarabını tattım.
Can aynasını satın aldım;
sevgiliyi seyre
daldım... aynadan da vazgeçtim,
sevgiliden de; bütün varlıktan kaçtım gitti.
Bir put ki puthaneye sığmıyor; bir
şarap ki meyhaneye sığmıyor; bir saç ki tarağa gelmiyor; bir şey ki yabancının
gönlüne girmiyor da girmiyor.46]
— K —
XXXII
Cûdu’ş-şumusı ala’l-varâ ışrâku
Va varâahâ nûu’l-hevâ berrâku
Bütün yaratıkların üstüne doğmuş
olan o güneşlerin cömertlikleri âlemi kaplamış... o güneşlerin ardında da
berrak bir hava var.
Sevgi ışıklarının ardında da benim
bir efendim var ki ışığıyla her yan ışımış gitmiş.
Âşıklar özlemlerinde ne de
temizdirler; aşk da onları özler durur.
Âşıklar aşka girişirler; fakat
onun güneşi doğdu mu, gözler kamaşır, diller tutulur.
Bir çağrıcı seslenir âşıklarına,
çağırır onları; sese doğru yola koyulurlar; o ses yürütür onları.
Onları gördüler mi de öylesine bir
sarhoş o lurlar ki artık ayılacaklarını, kendilerine geleceklerini hiç sanma.
Onun y anaklarının ışığını anlamak
istersen,
arıklığım, yüzümün sarılığı bunu
sana gerçek olarak anlatır.47]
— L —
XXXIII
Keçkinen oglan hey bize kelkil
Dagdan in dagdan hey keze kelkil
Geçip giden oğlan, hey... sen bize
gelgil, sen bize gelgil. Dağdan in, dağdan. hey, gezegelgil.
Aybeyi de sensin, gün beyi de sen. tatsız tuzsuz gelme;
tatlı tatlı gelgil.48]
XXXIV
Lezze li hubbî min harakâtî
Ersele kenzen li’s-sadakaatî
Sevgim, oynayışlarımdan tat aldı;
sadakalar vermem için bir define yolladı bana... canım dil sürçmelerinden
kurtuldu; gönlüm karmakarışıktı; azat etti onu.
Oraya aksaya topallaya gittim;
fincan fincan şerbet içtim. orda şuh bir topluluk gördüm; hepsi de sağrakla
şarap içmişti; hepsi de şaşırmış kalmıştı.
Şekle bürünmüş aşksın, haznelere
sahipsin. dünyanın şuhusun, rintsin, yol kesensin. can ateşine taşsın,
demirsin; âşık olmayanın yol sakalını.
A bize acıyan, aşkımız, feryadımız
senden; a bizi korkutan; yardım et bize. yüceler yücesi, ulular ulusu geldi
bize; dolunaylara dolunay kesilen, kucağımızda geceledi bizim.
* A lanetlenmiş eşek, eşek kuyruğusun sen; ne uzadın, ne
kısaldın... gönlümle canım, senin eğriliğinden, senin düzeninden yaralanmış,
kanlar içinde kalmış.
Sabahım ışıdı, halim güzelleşti,
baharım geldi, güney yellerim esti. arı duru suyum dallarımı meyvelerle
doldurdu; buluşma, kavuşma şarabı gönlümü sarhoş etti gitti.49]
— M —
XXXV
Mîgirîzî ez mâ mâ kıvâmeş dârim
Zen-zenâneş ârîm keş-keşâneş ârîm
O bizden kaçıyor ama onu
yakalarız; vura döve, çeke sürüye getiririz buraya.
O güzel, güllere, süsenlere
gitmede... sanki bizi gör, o gül bahçesindeniz biz diyor.
Bütün düzenbazlığıyla gene de
gönül almada. onun o alnına dökülen büklüm büklüm saçlarına and olsun, biz de
hepimiz düzenbazız.
Gönlümüzün düğümünü çözelim; ondan
bir öpücük çalalım; çalalım da boş lâf etmediğimizi anlasın.
Aklımız fikrimiz yıldıza dönmüş;
sevgilimizse bir güneş. bu yüzden her sabah o sevgili öldürüp gidiyor bizi.
Yarın derse, bizi aldatmaya,
kandırmaya
çalışırsa, peşini bırakmayalım,
veresiyeye kanmayalım; ayak direyelim.
Denizi mercanlarla dolu; muhtaç
olanların içip kandıkları bir deniz... bedenimizde can oldukça bu inançdayız,
bunu söyler dururuz biz.
Ne buyurursan buyruğunla dinimizi,
aklımızı arttırırsın. hadi, buyur, kuluz köleyiz, sana av olmuş gitmişiz biz.
A güzelim, dudakların şeker mi
şeker; saçların amber mi amber. Bizim sandığımızdan daha da tatlısın sen.
Kervanbaşı, yaralı gönüllerin
hatırı için biraz daha y avaş sür. hatırımıza riay et et; işte şu k atard ay ız
biz.
Şu ormanlıkta sarhoşlara acı. arslana benzemeyiz ama
sırtlan da değiliz hani.
Hadi sus, çünkü o ay yüzlü, o
nazik huylu padişah, biz sırları açtıkça sırları örter, saklar.
Sus da o söylesin, o her haberi
vereni yaratan sırları açsın. biz henüz hamlık yüzünden
yoldan yordamdan pek uzağız.
XXXVI
Geçkinen oglan odaya kelkil
Yol bulamazsan dag-daga kelkil
A geçip giden oğlan, odaya
gelgil... yolu bulamazsan dağdan dağa gezerek gelgil.
A sarhoşların başı, a devlet ıssı
padişah. a gönüle de, âşıka da keremler eden, gönlü de, âşıkı da esirgeyen.
Yazıda bulduğun o çiçeği kimseye
verme; düşmanına vergil.
Seni tutar, çekerlerse zinciri
seyret. Tanrı çekişi, sana devlet vermiştir, seni ikbale ulaştırmıştır.
Bunun da bir sırrı var, anlamsız olamaz. halden hale dönen
şeyi elbette bir döndüren var.50]
XXXVII
Düş mîgoft cânem k’ey sepehr-i muezzem
Bes muellek zenânî şu’lehâ ender şikem
Dün gece canım, gökyüzüne diyordu
ki: A pek büyük gökyüzü, ne de çok takla atmadasın; karnında ne de çok yalımlar
var.
Suçsuz, günahsız, sonu gelmez bir
dönüşe girişmişsin; şikâyetler ediyorsun; mavi yas elbiseleri giymişsin.
Kimi hoşsun, kimi değil; Halil
gibi ateşler içindesin... Edhemoğlu İbrahim gibi hem padişahsın, hem yoksula
dönmüşsün.
Görünüşte korkunçsun, oklar,
yaralarsın adamı; fakat içyüzden de dertlisin; değirmen gibi dönersin, alaca
yılan gibi kıvranır durursun.
Kutlu gökyüzü dedi ki: O kişiden
nasıl korkmam ben ki düny a cennetini cehenneme
döndürüverir.
Toprak avcunda bir muma döner; o
toprağı Zenci şekline kor, Rum ülkesi halkı gibi güzel birini yaratır o
topraktan; doğan yapar, baykuş yapar, şeker haline getirir, zehir eder gider.
A dostum, o gizlidir de kendisi
gizli kalsın diye bizi böyle apaçık ortaya atmıştır.
Denize benzeyen şu dünya nasıl
olur da saman altında gizlenir? Saman da, çerçöp de oynar durur; aşağıda da
dalgalar kabarıp köpürür, yukarıda da.
Topraktan yaratılmış bedenin, suya
benzeyen canının üstündedir... can, düğünde de bedeni duvak o larak kullanır, y
asta da.
Duvak altında bir yeni gelin; sert
huylu, ters. dünyanın iyisiyle de alay ediyor, kötüsüyle de.
Toprak onun yüzünden yeşermiş,
çayır çimen olmuş; gökyüzü onun yüzünden kararsız bir hale gelmiş. her yanda
onun yüzünden bütün kötülüklerden kurtulmuş bir bahtı yaver var.
Akıl ondan tam bir inanç istemede; sabır ondan yardım
beklemede... aşk onun yüzünden gizli şeyleri bilmede; toprak onun yüzünden
insan şekline girmede.
Yel esip aramada; sular el yumada... Bizse Mesîh’çesine
konuşmadayız; toprak da Meryem gibi susmuş kalmış.
Toprak geminin çevresini kaplayan dalgalı denizi seyret;
Zemzem kuyusunun dibindeki Kâbelere bak, Mekkeleri gör.
Padişah diyor ki: Sus, kendini kuyuya atma; çünkü sen
şelevlem sözüyle ne kova yapmayı bilirsin, ne ip örmey i.
XXXVIII
Tanrı başarı verir de sizinle
buluşursam, can gözüm güzelliğinizi alımınızı görürse,
Şükrane olarak canımı sadaka verir
gibi verir giderim. Allah için alçalışıma, aşkıma acıyın; acırsanız size ne
olur, neyiniz eksilir?
Ne vakte dek ayrı kalacağım
sizden; ne zamana dek hayalinizle düşüp kalkacağım ben?
Sizin benden usancınız arttıkça
benim sabrım eksildi... n’olurdu, sabrım gibi sizin de usancınız eksilseydi.
Onu hatırlayıp andıkça andı da göz
artık kötülüklerinizi görmez oldu; cilvelerinize, nazlarınıza daldı da kötü
sözlerinizi duymaz oldu kulak.
Aşk bir gün gafletle oyalandığımı
gördü de sevgi bağrışıyla ne oluyorsunuz diye bir bağırdı bize.
And olsun, Tebriz’den şekle bürünmüş bir can geldi;
aklınızı başınıza alın da ayakkabılarınıza malınızı mülkünüzü verin gitsin.51]
XXXIX
Men bâ tu hedîs-i bî zebon gûyem
Ve’z cumle-i hâzıron nehon gûyem
Seninle dilsiz konuşuyorum;
yanımda kim varsa hepsinden de gizli olarak söz söylüyorum sana.
İnsanların arasında konuşuyorum
ama sözümü... senin kulağından başka bir kulak duymaz.
Uykuda dilsiz konuşmazlar mı? İşte
ben uyanıkken de öyle konuşuyorum.
Kuyunun dibinden başka bir yerde
feryat etmem; gamının sırlarını mekânsızlık âleminden söylerim ben.
Yeryüzünde bir hoşça oturmuşum ama yeryüzündeki halleri
gökyüzüne söylemedeyim.
Sevgili, her solukta benden biraz
daha gizleniyor; izini tozunu söyleyip duruy orum ama bu da böyle.
Gamından feryada başladım mı,
kutsal canlar da feryada geliyor.
XL
Oftâdem oftâdem der âbî oftâdem
Ger âbî hordem men dil-şâdem dil- şâdem
Düştüm ben, düştüm ben, bir suya
düştüm ben... su yuttum ama gönlüm neşeli, gönlüm neşeli.
Ne tef çalmadayım, ne ney
üflemede; bir soluk işsiz güçsüzüm. küple değil, şarapla değil, boyuna mahmurum
ben.
Bir gönül alanın aşkıyla gül
bahçesine dönmüşüm. can gördüm, can gördüm; gönül verdim, gönül verdim.
Şarap içtim, şarap içtim; şehrinde
dönüp dolaşmadayım; öfkeliyim, öfkeliyim; sözlerle doluyum, esip savurmaday ım.
îster tolga olayım, ister zırh;
kutluyum, kutlu. ister selvi olayım, ister süsen; hürüm, hür.
Gökyüzüne, göğün en yüce yerine;
deniz
üstüne, dalga üstüne güzel bir
taht kurdum, güzel bir baht kurdum ben.
Efendiyim, efendi... denizin
buyruğuna uymuşum; köpürür, dağlara çıkar; dalgalanır, coşar. ona uymuşum, ona
uymuşum.
A yıldız, a yıldız, aç dudağını,
aç. bana vaad edildiği gibi bir anlat şunu, bir anlat.
Her zerre, her katre hem arar durur; hem de onun sözüyle,
onun verişiy le u stay ım ben, usta der durur.
XLI
Zanantum eyâ uzzâlu en kad adaltum
Tazunnûne enne’l-hakka fîma adaltum
A kınayanlar, kınadığınız zaman
doğru, y erinde bir iş gördüğünüzü sanıy orsunuz.
Bu dolunay ancak ona lâyık
olanları ışıtır; ışıkları size vurmadı da y olunuzu sapıttınız gitti.
Aşkı tadan gamlara düşmez,
usanmaz; siz
tatmadınız da o yüzden gamlara
düştünüz; usandınız gitti.
Tattığınızı hakkıyla tatsanız bile
değil mi ki gerçek aşk değil; gene de âşıkların yolunu bulamazsınız.52]
XLII
Alâ ehli Nacdin ıs-senâ ve selâmu
Va ayşatunâ fî gayrihim le harâmû
* Alkış, esenlik Necidlilere; onlardan b aşkalarıy la
yaşamak haram bize.
Üstünlüğü, üstün kişilere görüş olmada; güzelliği âşıklara
can vermede.
Tanrı ehlinin can gözleri onunla sürmelenmede; Tanrı
ehlinin zevki onunla sürüp gitmede.
A orda oturanlar, efendimin üstünlüğü yüzünden razılık
kazanarak sürüp giden bir yaşayışa ermişsiniz.
Padişahımız yücelik, üstünlük perdesini örtmeseydi,
kapısına büyük kalabalıklar yığılırdı.
Şunu anlatayım sana; yüzünün parıltıları vursa, taşlar,
kayalar bile dirilir gider.
Sözü, sözümüzü kestiği, bizi susturduğu zamanı, Tanrı,
rahmetiyle suvarsın... fakat gene de bu söze ait sözler var canımızda.
Gönlüm onun işlerine düzülmüştür,
bir elif gibi dümdüzdür ama kınay anların yüzünden de boyum lâm’a dönmüş, iki
büklüm olmuştur.53]
XLIII
Men ezin hâne heder mînerevem
Men ezin şehr sefer mînerevem
Ben bu evi bırakıp bir yerlere gitmem; bu şehirden kalkıp
y o llara düşmem ben.
Bir benim, bir de şu güzel. ömrüm boyunca onu bırakıp da
bir başka yere gitmem ben.
Topraktakiler esere yüz çevirdiler; ben esirdenim, esere
yüz tutmam.
A gözlerim, şu gözler gibi ben de görüşe kavuşmazsam, uzak
edin görüşü benden.
Ay yüzü, bahtımı altüst etti ama gökyüzü gibi altüst
gitmem ben.
Gökyüzü evi de kapkaranlık, yeryüzü evi de... Ay çadırını
b ırakıp da bir y erlere gitmem ben.
Güneş gibi bana kılıç da vursa kılıcından kaçıp kalkana
sığınmam ben.
Padişahımın aşkı taç olarak da yeter bana, kemer olarak da
y eter; taca, kemere bakmam bile.
Kendimi melek huylarında kaybedeyim gitsin; insan huy
larına gitmem ben.
Onun aşkı sanki bir ağaç; ben de Mûsa’yım... boş yere
ağaca gidecek değilim ya.
O ağaçtan bir ışıktır çağırdı beni; yoksa yeşilliği için
ağaca gitmem ben.
Ağaç gibi hoş bir halde abıhayatı emip durayım; odun gibi
kavurucu ateşe gitmem ben.
Tebrizli Şems, seher aydınlığıdır;
onun ışığından başka bir sehere gitmem ben.
— L —
Amruke yâ vâhıden fî derecâti’l-kemâl
Kad nezele’l-hemmu bî yâ senedi kum taâl
A biricik güzelim, yaşın tam olgunluk çağında... dertlere
uğradım, sıkıntılara düştüm; kalk da gel a benim dayancım, güvencim.
Niceye bir şu dedikodu? Aşka tap da boy at, aşka düş de
aşk gibi iki cihanda da ölümsüz bir hale gel.
A beni sıkıntılardan kurtaran, a eşim dostum benim, a
meclisin ay yüzlü güzeli, yüzün dolunay, ağzının yâri helâl şarap.
Niceye bir ayrılık yükünü çekeceksin; niceye bir ayrılık
derdine düşüp derman arayacaksın? Hele şimdi ayrılık gagası kanatlarını da
yolmuş.
Canın vefa denizi, rengin temizlik parıltıları;
korkmasaydım sana, a ululuk ıssı derdim.
Ah boşboğaz nefisten; ah akılların arıklığından; ah usanan
sevgiliden; niceye bir usanacak, bezecek ki?
Bütün âlemin gönlünü neşeyle doldurursun; herkesi aşkla
sarhoş edersin; hayalin bile gözle görülmez bir hayal, görünmeyeni gö sterirsin
âleme.
Ona ne dersem diyeyim, âcizliğimi bildirmedir; onu
bilmiyorum ben ki sitem ediyorsun, vebale giriyorsun diye korkutayım.
Canlarına girersin, bedenlerini esritirsin; meclislerde
oturtursun onları; hem de o meclislerde büyük sağraklar vardır.
Bütün sorular, bütün cevaplar ondan; ben sanki bir
rebâbım; hadi, feryat et diye mızrabı vuran, yayı çeken o.
Terazilerimizi düzene korsun; seslerimizi güzelle
ştirirsin; gamlarımızı giderirsin; gücün kuvvetin çetin; azabın pek senin.
Bir soluk olur, mat oldum sesi
gelir bizden; bir soluk olur, kurtuluş sesi duyulur; o güzel huy lu
bana vurur durur, halimi anlatır
gider.[54]
XLV
Be kûy-ı dil foro reftem zemânî
Hemîcostem zi hâl-i dil neşânî
Bir zaman gönül mahallesine
daldım; gönlün halinden bir iz aramaya koyuldum.
Bakayım, gönlümün halleri nedir
dedim; çünkü bütün bir dünya, gördüm ki onun yüzünden feryada düşmüş.
Her ovada, her şehirde hakîmlerin
sözlerinden bir destan aradım.
Hepsi de gönlün elinden feryada
geldi; şu sözden bir zanna, şüpheye düştüm.
Aklımdan kalktım, gönüle doğru
yola düştüm; fakat onun bulunmadığı hiçbir yer de görmedim.
Şu gönül, bilenle bilinen arasında
tercemanlık edip durmada.
Gönül sahipleri bilir, gönül
nedir? Her canı o lmay an gönlün değerini ne bilsin.
Gönlü Tanrı kapısında bulabilirsin; filânda, feşmanda
bulunmaz gönül.
Âlemde sınıkları onaran, her izi olanı, her izi
bulunmayanı gereği gibi gören Tanrı’dan başkasında bulamazsın gönlü.
— M —
Telhî nekoned şîrin-zekanem
Hâlî nekoned ez mey dehenem
Tatlı dudaklım acı sözler söylemez; ağzımdan şarabı eksik
etmez.
Her sabah çağı beni soyar, gel der, elbiseni soyan benim.
Eve atlar gelir, mühlet vermez; yaptıklarını yeter bulmaz;
peki, ne yapayım ben?
Sağrağıyla sersemim; onu gördüm de bedenim can kesildi.
Yedi kat göğe sığmak ârdır, ayıptır ona... o, zâti
gömleğimin için de dolaşıp duruy or.
Onun tatlı şerbetiyle arslan gibi bir yüreğim var; onunla
kavgaya giriştim mi, tatlı sözlüyüm ben.
Benim pençemdesin deyip durmada; seni ben yarattım; ne
diye kırmay ay ım seni diyor.
Senin çenginim; her damarıma sen mızrap vuruyorsun da ben
ten-tenenem diye feryat ediyorum.
Hasılı benden gönlünü koparamazsın diyor; gönül yok ki
bende; peki ne yapayım ben?
XLVII
Geh çerh-zenon hemçün felekem
Geh bâl-zenon hemçün melekem
Kimi gökyüzü gibi dönmedeyim; kimi melek gibi kanat
çırpmadayım.
Dönüşüm de Tanrı için, oynayışım da Tanrı için... onunum
ben, onunla birleşmiş, ortak olmuş değilim ama.
O tuz madeni beni gördü de satın aldı; o yüzden tatlıy ım,
tuzluy um böyle.
Can ormanında gerçekten de bir arslan var; gerçekten de
karnımın dağarcığını yırttı gitti.
Kazaya rıza vereni padişahım bir gün olur kadı
diker.
Yecüc de benim Mecüc de ben; birim
ama sayı, sınır yok bana.
Ağzını yum da bağa gir; gir de tapımdaki yazıları yitirme.
XLVIII
Efendosmusin kâga pomindon
Kûbikinonin kali zoyimason
Efendim, seni seviyoruz; yaşayışımız o yüzden iyileşiyor,
güzelleşiyor.
Niçin geri döndün, niçin çengi
çaldın? Söyle, neden çırpınıyorsun, kıvranıyorsun; ne eksiğin var?
Hele gönlüm benim, hele canım
benim... Hele buyum benim, hele oyum benim.
Hele malım mülküm benim; hele
padişahım, varım yoğum; hele haznem benim, hele madenim benim.
Bu efendimdir, bu dayancımdır benim; bu huzurumdur,
kararımdır benim, yardımımdır bu benim.
Budur güvencim, budur dayandığım direk; budur ezelim,
budur bana ebed.
Ey yüzü Ay’ın parlaklığını gideren; ey boyu ağacın boyunu
alçaltan.
Ey beni seher çağında ziyaret eden; ey aşkı gözümü
ışıklandıran.
Koşsan kaçsan da, yelsen uçsan da şu can dilberinden
canını kurtaramazsın.
Fakat bir de onun gamının elinden canını kurtarırsan
vallahi, eşek leşinden de beter bir hale gelirsin.
Gel gülüm; gel padişahım benim; bir neşe vermiyorsan bâri
bir soluk ver, bir koku ver bize.
Kim susarsa içer; kim ağrı duy arsa inler; aman azizim,
sakın sakın, kadehi kırmayasın.]55]
XLIX
Ez Leyli-i hod Mecnûn şodeem
V’ez sed Mecnûn efzon şodeem
Leylâ’mın yüzünden Mecnun oldum;
yüzlerce Mecnun’dan da daha deli divane bir hale geldim.
Ciğer kanıyla dopdolu bir hale geldim; ne hale gelmişim;
bir kerecik bak da gör.
Ey beni güzellikle, hoşlukla
yetiştirip geliştiren; ey beni kutlarken bana müjdeler veren.
Beni öldürürsen a bizim kanlı
kaatilimiz; kan p aham sensin.
Kendini sarhoşluğa vurursan
varlığına varlıklar katarsın.
Hatırımız için halkaya gir; bir
başka şekilde oyunlar oynar, el çırparsın.
Güzellikten de öte yüz çeşit daha hoşsun, daha güzelsin
sen; gördüm de dudakların dedim;
tadamazsın dedi.
Mezarıma gelirsen bir bak da gör;
gözüm güzellikler yüzünden aşklarla dopdoludur.
O bağda, o bahçede meyve, yemiş
şekli yoktur; o haznede altının şekli görünmez.
Geceleri, mezesiz, masalsız bir işret olur ki bana sorma o
bambaşka şeyi.56]
— N —
Bâ men senemâ dil yek-dile kon
Ger ser nenehem ongeh gele kon
A güzel, benimle gönlünü
birleştir, ver gönlünü bana... buyruğuna baş komazsam o vakit şikâyet et
benden.
Deli divane oldum; Allah için
olsun, o güzelin saçlarından bir zincir ör bana.
* Otuz cüzü eline aldın, çileye
girdin; otuz cüz benim, vazgeç çileden.
Bilmeden yola düşme, gulyabaniyle
yoldaş olup gitme, sakın, kervanla yola düş.
A gönül çalgıcısı, o güzelim
nağmeyle kafamın içini doldur gitsin.
Hevâ, heves ayakkabılarını çıkar
da yürü; Tuvâ ovasında ayaklarının altı kabarsın.
A Zühre, a Ay; yüzünüzdeki
parıltıyla iki gözümü iki meşale haline getirin.
A can Mûsa’sı, çoban olmuşsun; Tur Dağı’na git, bırak
sürüyü.
Senin dayancın Tanrı’dır, sopa değil; at sopayı, vazgeç
ondan.
îstek, dilek Firavun’u mademki hayvan oldu; yürü, tak çanı
boynuna.
LI
Tâze şod ezo bâg-o ber-i men
Şâh-ı gol-i men neylûfer-i men
Bağım bahçem de, meyvem de, gül dalım da, nilüferim de
onun yüzünden tazeleşti.
Kevserimden coşan abıhayat, vefa ırmağında akmay a
başladı.
A güzel yüzü dinim, gönlüm; a güzel kokusu haber getirenim
kesilen.
Demircim, her solukta, yüzünün karşısında bir ayna haline
sokuy or beni.
Dudaklarım kupkuru benim; gözlerim yapyaş
benim... işte benim kurum, yaşım bu, a ay yüzlüm benim.
Kapısına toprak kesildiğim, kapımı, damımı vurup duruyor.
Ayağı bağlı kulu olduğum güzel,
başımın çevresinde dönüp duruyor.
Şarap içmem ya, içersem bile
sağrağımı o öper benim de öyle içerim.
O benim canıma dadılık edenimin, o
benim anamın hiç sütü mü kesilir? Meme vermez olur mu bana?
O benim kucağıma geldi mi, iki dünya da yüzlerce meyveler
yer benden.
Orduma o kumandan oldu mu, feleğin
kale dizdarı bile kalesini teslim eder bana.
Ağzını yum, gammaz olma; o benim incim gammaz olarak yeter
zâti.
LII
On dilber-i men âmed ber-i men
Zinde şod ezo bâm-o der-i men
O benim dilberim, kucağıma geldi benim; onun yüzünden
damım da dirildi, kapım da.
Bu gece dedim, konuğumsun benim a
benim fitnem, a başıma belâlar getirenim.57]
Şehirde önemli bir işim var, gideceğim dedi o benim canım,
o benim başım.
Allah’a and olsun ki dedim, bu gece gidersen, y aşamaz şu
bedenim benim.
Son-sonu bir gececik olsun, şu altın gibi sararmış yüzüme
acımayacak mısın?
O güzelim gözlerin, ağlayışıma, yaşlı gözlerime bir kez
olsun, ac ımay ac ak mı?
Kevser gibi güzel güzel akıp duran gözyaşlarıma, yüzünün
gül bahçesi, bir gül olsun saçmayacak mı?
Ne yapayım ben dedi; kaza ve kader herkesin kanını benim
sağrağıma dökmüş.
Yıldızım Mirrîh; talihimde, yıldızımda kandan başka bir
şey yok.
Benim buhurdanımdan yanmadıkça hiçbir ödağacı Tanrı
katında makbul olmaz.
Dedim ki: Mademki kasdın canadır; benim de kandan başka
şarabım, mezem olamaz.
Sen selvisin, gülsün, ben gölgenim senin... sen
Hayder’imsin benim, ben şehidinim senin.
A benim kulum kölem dedi, eşi bulunmaz koçtan başkası
kurban olamaz bana.
Circîs gibi nefesi kutlu bir er gerek ki ülkemde yeniden
yeniye şehit olsun.
îshak Peygamber gerek ki kapımın toprağında kurban
edilsin.
Ben aşkım; senin kanını dökersem mahşerimde gene
diriltirim seni.
Aklını başına al da pençemde çırpınma. kendine gel de
hançerimden kaçma.
Ölümden yüzünü ekşitme de kucağım şükürler
etsin sana.
Seni kökünden söküp çıkarınca gül
gibi gül de seni benim şekerimle yoğursun ölüm.
Sen îshak’sın, ben babanım senin,
a benim incim, nasıl olur da kırarım seni?
Âşıklar sürüsünün babası aşktır;
benim şatafatım da ondan doğmuş.
Bu sözleri söyledi de seher yeli gibi gidiverdi; benim de
gözlerimden yaşlar boşandı, aktı.
A benim başbuğum dedim, lûtfetsen
de yavaş gitsek ne olur?
Tez gitme a benim canım, cihanım,
a benim yüzlerce kanadım; biraz daha yavaş ol.
Hiç kimsecik benim tez gidişimi
görmemiştir dedi; benim en yavaş gidişim budur.
Şu gökyüzü bile çalışsa, çabalasa, peşimden koşsa
yetişemez bana.
Sus dedi, şu felek kır atı bile
benim karşımda top allay a topallaya yürüyebilir.
Sus; susmazsan ateşim ormanı
sarar.
Geri kalanını yarına dek söyleme de gönül ağzımdan uçup
gitmesin.
LIII
Yek kovsere por dârem zi sohon
Can mîşineved tu gûş mekon
Sözlerle dopdolu bir ağzım var;
sen kulak asma; can duyar sözlerimi.
A başsız-ayaksız adam; kendine bağlısın da onun için
doymuşsun, başını alıp gidiyorsun.
Bütün dinleyenler geçip gitse
bile, ben yeni gamı eski dosta söylerim.
Balık ne vakit suya kanar? Yahut
da Tanrı susuzu Ledün bilgisine nasıl olur da doyar?
Şu söyleyenlerin hepsi de gitse, can, kulağını aç ar,
dinler de dinler.
LIV
Ger teng bodî in sîne-i men Roşen
neşodî âyine-i men
Şu gönlüm daralmasaydı, aynam da
aydınlanmaz, parlamazdı.
A diken, benim bahçemden bir
gülsün sen... cehennem de benim kinimden bir ıssılıktır ancak.
Dünyanın güneşinde benim dün
geceki debdebemin bir izi var ancak, bir eseri var.
O Uhud Dağı, beni, benim yün
hırkamı kıskandı da yüne, yapağıya döndü.
Benim badem helvamı yersen bayat
ceviz gibi kırılır gidersin.
Şu sırça gönüllülerin gönülleri olsun diye bütün yükleri
çeğnime almışım.58]
Böylesine bir can topluluğu için
her günüm cuma olmuştur.
Böylece de solup gidenim
tazeleşsin, erliği kalmay anım erkek olsun derim.
LV
Men kocâ bodem eceb bîtu in çendin zeman
Der pey-i tu hemçu tîr der kef-i tu çün keman
Sensiz bunca zamandır nerdeydim
acaba? Senin ardından ok gibi uçmadaydım, senin elinde yaya benziyordum.
Bana izin ver de köyün halini
söyleyeyim, şeyhimiz gökyüzü gibi neden gök renkli elbiseler giyindi;
anlatayım.
Şu perdeyi kaldır da solup
dağılanı tazeleştir; topraktan olan toprağa girsin, can da uçsun gitsin.
Padişahım yokken nerdeydim acaba?
Bir an hırsız gibi korkuyordum; bir an bekçiye dönüy ordum.
Kimi dördün, beşin tutsağıydım;
kimi defineyle zahmet arasında bunalıyordum... hasılı yüzünü görmedikçe kârım,
ziy anın ta
kendisiydi, ta kendisi.
A sarayın ustası, beni töhmetli
tutarsan yüzüme, gözüme bak; sararmış yüzümle yaşarmış gözlerim, gönlümde ne
olduğunu bildirir sana.
A cefa okunu saplayan, fakat yayı
gizleyen, ya acımayı sel götürmüş; yahut da iyilik ölmüş.
A cevri, cefası, başkalarının
lûtfundan iyi olan; bütün bunları y aptın, ettin ama bir gönül bile senden
soğumadı, senden vazgeçmedi.
Şu solukta her şeyden vazgeçtim de
sana ulaştım, sana yapıştım... o dünyanın hafif rûhlu güzeli, sun o ağır
sağrağı.
Sun da bir uğurdan gamdan da
kurtulayım, çare sizlikten de. doydum gam yemeden, gam yiyenlerin minnetini
çekmeden.
Sun da Tanrı kadehiyle sarhoş
olayım, kayıtsız yok olup gideyim; yoklukta kanat açayım, mekânsızlık ilinde
uçayım.
Can, sevgiliye ulaşsın da her
kurumsağın
burun büküşünü, her kaltabanın
böbürlenişini ne kulağım duysun, ne aklım anlasın.
Zerre gibi oyuna düşürdün beni; ayağımı vura vura can
vereyim a canımın canı.
Bu haberin geri kalanını söyleyeyim mi acaba; hayır,
sustum ben; sen söylersin a tatlı dilli çalgıcı.
Öldürün beni ey güvendiğim kişiler; gerçekten de yaşayış
ölümdedir; yaşayış sevgilerin güzellikleriyle ölümde.
Rabbimiz bize doğru yolu gösterdi; hastalıklarımızı
iyileştirdi; elimizden çıkanı ödedi; ne de güzel yardımı istenendir o.
* Okçulardur gözleri, hoş nişandur
kaşları... Öldürür yüz süvari, kimdir ol Alparslan?59]
Işığınız gözümde, güzelliğiniz gönlümde. gerçekten de
yardımcım Rabbimdir; Rabbim bu güzel kıranı arttırdıkça arttır.
Gönülde bir hayaldir salına salına yürümeye koyuldu; ne de
güzel yürüyüşü var; küpler gibi
sağraklarla dilediği kadar suvardı bizi.
Bırakın şu ayrılığı; koçuşarak
ululayın birbirinizi; birleşmeye gayret edin de açın cennetlerin kapılarını.
îşret vakti herkes bir yalnızlık
bucağına gider; fakat benim işretimin gizli olmaması gerek.
Bu güzel bahtlı sâkînin elinden
ağaç gibi içer dururum... yoksa yeşermiş, sarhoş, genç bir halde nasıl
gidebilirim?
Bu gazel, düzenbazın gönlüne,
canına çekilmiş bir kılıca benzer; uzadıy sa zararı yok; kılıcın uzun oluşu bir
kusur sayılmaz.
Fâilâtün fâilât fâilâtün fâilât... A Tebrizli Şems, sen
hem padişahsın, hem terceman.60]
LVI
Çün dil cânâ benşin benşin
Çün can bî câ benşin benşin
Sevgili, gönül gibi otur, otur. Can gibi yersiz
yurtsuz otur, otur.
Beline, diline az yağma ver... a
güzel yüzlü, otur, otur.61
Bir ömürdür gemi gibi gezdin
denizde; otur, otur.
Eflâtun’sun, Calinos’sun; kır
safrayı; otur, otur.
Şarap gibi acılık ne vakte dek, ne
vakte dek? Helva gibi otur, otur.
Kanımı içtin; ne vakte dek dönüp
duracaksın? Bir soluk gene gel; otur, otur.
Ne vakte dek lala yakıp yandıracak bizi? Onsuz yalnız
otur, otur.
Mîzan gibi titredin; İkizler burcu
gibi otur, otur.
Beni savmaya çalışıyorsun; yarın
diyorsun. Yarından önce otur, otur.
Kevser gibi arı durusun; hoşlardan
da hoşsun. hiç bulanma; otur, otur.
Güzel sevgilim, şarap gibi içimde, başımda otur, otur.
Hadi ey ay yüzlü, söyle, söyle; ey
cana can katan, otur, otur.
LVII
Ey heft deryâ govher etâ kon
V’in mussuhârâ por kîmyâ kon
A yedi deniz, inci bağışla; şu bakırları kimyayla dolu bir
hale getir.
A sarhoşların mumu, a bağın bahçenin selvisi; ne vakte dek
masaldan lâf açacaksın, artık vefa göster.
Her mermer, her granit kaya ağladı halimize; ey sevgili,
şu derdimize derman ol.
A öfkelenip yüzünü gizleyen dost; şu olaya bir son ver,
görün artık bir soluk.
Bağışlarda bulundun, çok çok adamlıklar ettin; şimdi iki
kat adamlık et.
A yolu yordamı güzel, a Ay, a yıldız; gece karanlığında Ay
gibi cömertlik et.
Eski derdi gider, hastalığımızı iyileştir, eziyetimizi al;
yüzümüzdeki yetimlik tozunu sil; arıt bizi.
Cennette bile olsam, altına, gümüşe batsam değil mi ki sen
yoksun, yetimim; sen derman ver bize.
Dudağımı yumdum, gamlar içinde oturakaldım; elimi aç;
göster yüzünü bana.
LVIII
Hey çi gerîzî çendin yek nefes incâ benşin
Sebr-i tu kû ey sâbir ey heme sebr-o temkin
Hey, ne diye bu kadar kaçıyorsun? Bir soluk otur şurda...
a sabırlı dost, a tümden sabır kesilen, tümden oturamaklı olan, nerde sabrın
senin?
Biz iki üç yeni ölmüş kişiyiz; o
perdenin açılmasını beklemedeyiz; açılsın da telkıynle dirilelim, kefenimizden
kurtulalım.
Hadi, kıyamet gününden önce
geçmişlere bir üfür de gök kubbe bile mahşerinden alkış sesini duy sun.
Hey, bizim dilimizle söyle; gizli
kapaklı değil, apaydın söyle; a bütün huyu kan içmek olan, ne vakte dek
sitemlerle kan içeceksin sen?
Ne vakte dek ciğerini
dişleyeceksin; ne vakte dek âşıkın başına kastedeceksin? Ne vakte dek iş
şöyledir, böyle diye kötü haberler vereceksin ona?
A dudakları şeker mi şeker, a
geceleri cennet mi cennet sevgili, ne vakte dek âşıkın ağzını acıtacaksın,
gecelerini karartıp duracaksın?
A en ulu aldatıcı, hiç bal zehir
verir mi; hiç şekerden sirke coşar mı; şu aldatış ne vakte dek sürüp gidecek?
Dudağın ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin, şekerden
haber verir... yaptığın her işte
lûtuflar gizlidir.
Selvi ne diye saman çöpüne benzesin, altın neden bakıra
dönsün? A kıyamet gününün padişahı, sen ne diye bir kimseye benzeyesin?
LIX
Her çi konî tu kerde-i men don
Her çi koned ten kerde boved con
Sen ne yapıyorsan, bil ki benim
işimdir o; beden ne işlerse işlesin, candır o işi yapan.
Benim gözümsün sen, benim
kulağımsın sen... şu ikisini söyledim ben; ötesini de sen bil, anla.
Dünyada o define olmasaydı, dünya ne diye yıkık bir eve
dönerdi?
A babam benim, defineyi iste.
oynat elini, oynat elini.
Onun güzel kokusu bize kılavuz
oldu; güllere, fesleğenlere dek yol gösterdi; güllere, fesleğenlere dek.
Varlık âlemi zerre zerre sana müşteridir; aklını başına
devşir de incini ucuz satma.
Dağarcığın ağzını açarsan fare girer, kedi girer içine.
Aşk oldu mu can kaybolmaz... tek, sevgilinin gölgesi
uzaklaşmasın başımızdan.
Bunun geri kalanını da sen söylersin ey Ay, ey Güneş, ey
parlak Zühre.
LX
Dil-i dil-i dil-i tu dil-i merâ
merencon
Çerâ çerâ çi ma’ni merâ konî
perîşon
Gönlün, gönlün, gönlün için, gönlümü incitme. Niçin,
niçin, mânası ne? Perperişan edersin beni.
Gel, gel, gene gel, barış da eve yönel. gitme, gitme
önümden, omuz silkme sen öyle.
Yüzlerce şekerkamışlığısın, neden yüzünü ekşittin, kaşını
çattın? Seher yelinden tezsin,
neden ağırcanlı oldun?
Gül bahçesine benzeyen yüzünün
aşkıyla şimdi ben yüz binlerce masal gibi uzadım, gül bahçesinden de genişim,
selviden de boyluyum.
Gel, gel de bir soluk ver bana;
güzelim solukların abıhayat gibi gönlümün ömrünü arttırır.
Cilvelen; işte buracıkta cilvenin
pahası, yüzlerce can... fakat binlerce cana değer; ne de ucuz bir matah.
Aklımızın aklısın; neden ayrısın
bizden? Aklı giden baş aptallaşmaz, şaşırıp kalmaz da ne yapar?
Bu sarayın direğisin, neden
kapıdan dışardasın? Direksiz kalan saray yıkılmaz da ne olur?
Gökyüzündeki Ay’sın, bizse
kapkaranlık geceyiz. Ay o lmay an geceler pek karanlık olur, pek.
Şehrin padişahısın; biz şehrin
kıyısıyız;
padişahsız kalan şehirde ne baş
vardır, ne kuyruk.
A Ay, sen Süleyman’sın, ayrılıkla gamsa şeytanlar,
devlerdir. Süleyman uzaklaşınca şeytan fırsat bulmadı mı?
Mûsa yerine geçmişsin; sopayız sana biz de. Mûsa’nın
elinden başka bir elde delil olma kabiliyetini bulmadı sopa.
Hoş soluklu Mesih’sin, bizse çamurdan y apılma kuşuz. bir
soluk üfür bize de seyret, nasıl yücelerde uçarız.
Zamanın Nuh’usun sen; sana bir gemiyiz biz. Nuh gemiden
giderse, nerden tufandan kurtulur gemi?
A benim canım, Halil’sin sen; bütün dünya ateşlerle dolu.
Halil olmadıkça, ateş güllük gülistanlık olmaz.
Sen Mustafâ nurusun; Kâbe putlarla doldu. hadi, gel de
Rahman’ın evinden putları at dışarıya.
Sen güzellik Yusuf’usun, halkın
gözleri bağlı... Ken’an ihtiyarının gözleri gibi gözler seninle açılır.
Arı duru incisin, çevrende sedefiz
biz; madenin incisi gitti mi, sedefin ne değeri kalır?
Güneşin canısın sen; odur canı
âlemin. sana dünyanın canına cansın dersem de değer.
îman, gaybe olur; sense gizliye
açıklıksın; açığın açığının apaçığısın; iman ehlinin temeline temelsin.
Sus ki kıy ame te dek
belirtilerini söylesen, gene de gizli bir defineden bir arp acık gö stermiş
olursun ancak.
Ey ser-i merdon bergû bergû
V’ey şeh-i meydon bergû bergû
A erlerin başı, söyle de söyle...
a meydanın padişahı, söyle de söyle.
A ölümsüz Ay, a sâkîlik eden
padişah, a söz bilenin canı, söyle de söyle.
Topluluğa kıblesin, muma ışıksın.
onların hikâyesini söyle de söyle.
A tümden düzen, a sarhoşlar sâkîsi, gül bahçesinin
gizliliklerini söyle de söyle.
Hem her şeyi bilirsin, hem tümden
cansın. dîvânın başısın sen; söyle de söyle.
Abıhayat sensin, şekerkamışı
sensin; sevgiliye ait gizli sözleri söyle de söyle.
Gamlanmazsın, öfkelenmezsin. a
neşeli gönül, söyle de söyle.
Şirin’in Husrev’i, otur da otur...
atlıların yolunu söyle de söyle.
Dün açıldın, saçıldın; söyledin de söyledin. gene iki
mislini söyle de söyle.
O arı duru şarabı, o koskoca
sağrağı sun; gülerek, açılarak söyle de söyle.
A rebâb çalan dost, her ne
bulursan, imanına and olsun, söyle de söyle.
Ne kavga edersin, ne kaçarsın sen. Başsız, sonsuz söyle de
söyle.
LXII
Dil-i men dil-i men dil-i men
ber-i tu
Roh-ı tu roh-ı tu roh-ı bâ fer-i
tu
Gönlüm, gönlüm. gönlüm sende;
yüzüne, ay dın yüzüne tutkun.
Güzelim, güzelim, can istersen,
canına, başına and olsun, vereyim, vereyim.
Avcun, avcun, rahmet avcun.
Dudağın,
dudağın, şeker dudağın.
Soluğun, soluğun, can gibi
soluğun... Şarabın, şarabın, altın gibi şarabın.
Kapın, kapın, bağış kapın senin. Gülün, gülün, kızıl gülün
senin.
LXIII
Bî dil şodeem behr-i dil-i tu
Sâkin şodeem der menzil-i tu
Gönlüne tutuldum âşık oldum; konduğun yerde yurt edindim,
kalakaldım.
Madenindeyken elde etmeyi ne diye
isteyeyim? Gelirim sendenken altını ne yapayım?
Soluğunla bütün dünya yeşerdi.
Senden istidat elde eden her şey gönüle de kıble kesildi, cana da.
Akıl da deli divanen oldu, fikir
de. sana tapan, bilgiden de geçti, kulluktan da.
Gökteki kuşların senin yüzünden
kanatları bağlı... her akıllı can senin yüzünden akılsız.
Hüner Hârût’u da, edep Mârût’u da senin Babil kuyunda baş
aşağı asılakalmış.
Boğazlayasın da dirileyim diye,
can deve gibi baş vermede, boyun uzatmada.
Canın her müşkülü, seninle
çözüldü; dünyada senin müşkülün olarak bir ben kaldım.
Alacağım ücret için bir berat yaz
da senin vergi memurundan paramı alayım.
Dolunaya benzeyen yüzünün ışığıyla
gecemiz gündüzden iyi şimdi.
Geceleyin develer senin konduğun
yere, senin mahmiline dek rahvan yürürler.
Konağında senin zaliminden de hür
olurlar, adalet ıssından da.
Sus; fakat seni söyleten bir soluk
bile susturmuyor seni.
LXIV
Nûr-ı dil-i mâ rûy-ı hoş-ı tu
Bâl-o per-i mâ hûy-ı hoş-ı tu
Gönlümüzün ışığı güzelim yüzün;
kolumuz kanadımız güzelim huyun.
Bayramımız, arefemiz senin gülüşün...
Miskimiz, gülümüz senin güzelim
kokun.
Talihimiz değirmi Ay’a benzeyen
yüzün. Gölgeliğimiz güzelim saçların.
Secde ettiğimiz yer kapının
toprağı. Gezip tozduğumuz yer güzelim köyün.
Bir kere senin güzelim yanına
gitmiş; başkalarına gidemiyor gönül.
Gitse bile senin güzelim çekişin,
tutar, çeker onu.
A varlığıyla bizi sarhoş eden;
senin güzelim ırmağında yüzer, dalgalanırız biz.
Gümüşe benzeyen göğsün, altına
döndürdü
beni; senin birliğin yüzünden
yalınkat oldum, tek kaldım.
Baş komadayım; senin güzelim topun, nasıl olur da
çevgenine baş komaz?
Susayım; çünkü güzelim varlığı beni hayhuylara salmıştı;
şarabı hay-huyumu yok etti gitti.
— H —
LXV
On ışk-ı ceger-hâre k’ez hon şeved o ferbeh
Ey bâr-ı Hodâ ber mâ nermeş kon-o rehmeş deh
O kanlar içerek semiren, o
ciğerler yiyen aşk yok mu? Yarabbi bize karşı yumuşat onu, merhamet ver ona.
Kan dökmediği gün ağrılar tutar
onu; âşıkın ciğerini yemedikten sonra hiçbir şeyle dinmez, geçmez o ağrı.
Bakışının okunu gördüm senin; can,
ne devlet bu dedi; o zıhın çekişiyle yay gibi doluyum, dolu.
Aşağılık topraktım, yokluk
bucağında gizliydim; aşkın mezarımın başına geldi de hadi dedi, kalk, sıçra.
Senin sesinle sıçradım, kalktım;
senin buyruk sürdüğün devirde oturdum, kaldım... Beni sen
ağırla a efendim, şarap sun bana.
Kendinden geç de karşımda otur;
beni de kendimden, varlığımdan geçir... Geçir de ne küçüğü düşüneyim, ne
büyüğü.
Satranç tahtasında yayayım, at
istemiyorum; sana mat olmuşum a padişahım, yanağını koy y anağıma.
A îsa soluklu Yusuf, param olsa da
gamlıyım, olmasa da. getir Cem’in kadehini, vallahi sensin sâkî.
O şarabı sun ki gönül onun yüzünden ayna gibi aparıdır;
getir, cumartesiye, perşembeye atma.
LXVI
Ey con ey con fî setr’Allah
Uştur mîron fî setr’Allah
Ey can, ey can, Allah korusun. Sür
deveyi, Allah korusun.
Padişahın önünde ateş gibi kadehi çektikçe çek, Allah
korusun.
Dudağına dek dopdolu kadehi geceye dek çek şu meydanda,
Allah korusun.
Gizliden gizliye gözlerini seyret, öfkesine bir bak, Allah
korusun.
Şuh bir sevgili, Ülker renkli. Konuk geldi, Allah korusun.
Sarhoş gördüm, elini yaraladım; hem de kolay kolay...
Allah korusun.
Sâkî, sıçra; şarap sun fincan fincan. Allah korusun.
LXVII
Tûbâ li men âvâhu sırra fuâdihû
Seken’l-fuâde bi ışkıhî ve
vadâdihî
Ne mutlu onu gönlüne yerleştirene; gönül de onun aşkıyla
yatışır zâti.
Kerem sahibinin canı Meryem’e benzer; gönlü
Mesih’tir sanki; göğsüyse Mesih’in beşiğidir âdeta.
Sırrını almaya izin verdi gönüle; kullarına lûtuf olarak
da göğüsleri genişletti.
Lûtuflarıyla, ihsanlarıyla kalplere merhamet etti;
savaşının çetinliğiyle de nefisleri kahretti.
Perdeyi açtı; artık ne bekleme var, ne unutuş... büyük
sağrağına alıştırarak kutlu kişiyi ferahlandırdı.
Düşünceler, Rablerine âşık oldu, ona sarıldı da Arş bile
direğiyle onların hali karşısında yerlere eğildi.
Sevgilinin lûtfuyla onun bakışına mazhar oldular. Tanrı
güzel bir yol gösterdi de doğru yola soktu onları.
Topluluk, bütün vasıflarıyla
sevgili.
Tanrı’ysa bir bir hepsine de âşık.
Akıllar onun âşıklarına hayran olmuş gitmiş; artık onun
tarafından sevilenlere karşı ne hale gelirler. bir çağır onu da seyretsin.
înkâra saplanıp da bu hususta
aklınla işler başarmaya kalkışma; o güzelin düzeninden kork.
Çünkü bu iş, bizim buyruğumuzla
düzüp koşulmaktan çok büyük; onun kinlerinden sınıkları onaran Tanrı’ya kaçar,
sığınırım ben.
Görüş ülkesi, şeyhimizin
ülkelerindendir; o nasıl dilerse öyle verir, yahut da vermez; buyruk onun.
Yalım yalım ışıkları gönlümden hiç çıkmıyor; görünmüyor,
uzaklaştı diye hiç şamata etmeyin.
Yaz güneşi dolunmaya yaklaşsa,
dolunsa bile sıcaklığı kullarından yitip gitmez.
Tebriz, efendim Şemseddin’le ululandıkça ululanmıştır...
âşıkları yakıp kül eden, ne de kerem sahibidir o.62]
LXVIII
Hâhî zi conon bûyî beberî
Z’endîşe vo gam mîbâş berî
Delilikten divanelikten bir koku
almak istersen, düşünceden vazgeç, gamlanmayı bırak.
Elbise için gönlün daralırsa,
canın altın kemer kuşanamaz.
Aşağılık kişiler gibi altın sayıp
durdukça, aşk nasıl olur da seni mahrem sayar?
Işık oldun mu, herkesin üstündesin; ışık değilsen kapının
altındasın.
Yanmayan sopa odundur; fakat yandı
mı kıvılcımlara kavuşur, alevler çıkarır.
O vakit kıvılcımı, insan canının
kıvılcımı gibi varır, aslına ulaşır.
Göze çekilmeyen sürmeye sürme
denir; fakat göze çekildi mi, görüş kesilir.
Ağır buluttaki yağmur katresi denize düştü mü inci
kesilir.
Yakılası kara dikeni seher yeli terütaze bir gül haline
getirir.
Bir lokma ekmek çiğnendi de yendi mi can olur, canlının
yaptıklarını yapar.
Bir sanatkâra gıda olursa o lokma sanatkârlık eder.
Belâ senin gönlünü döver, ezerse belânın ta kendisinden
ballar yer, şerbetler içersin.
Ecel başını ezerse o vakit anlarsın ki tümden başmışsın
sen.
Beden yumurtasında şaşılacak bir kuşsun; yumurtadasın da o
yüzden uçamıyorsun.
Beden yumurtası ç atlar, kırılırsa hem uçarsın, hem canını
kurtarırsın.
Yolculuk sevdası, yolculuğu anıştan ileri gelir; insan
yolculuğu anar da yola düşer.
Halbuki sen oturmuş, kalakalmışsın; şu
yolculuk vehmiyse, hünersizliğinden bir zannındır senin.
Yarabbi, şu eğri vehminden kurtar onu... deve de vehmi
veren sensin, periye de.
Mademki yerleşmişsin, yola düşmüyorsun; ağzını yum;
yolculuğu anıp durma.
LXIX
Sultân-ı menî sultân-ı menî
V’ender dil-o can îmân-ı menî
Sultanımsın, sultanımsın; gönülde,
canda imanımsın.
Bana üfürürsen ben dirilirim; bir can da nedir; yüz
canımsın.
Ekmek sensiz zehirdir bana, ekmek
değil. hem suyumsun, hem ekmeğimsin.
Senden gelen zehir, panzehirdir
bana. benim ucuz balımsın, şekerimsin.
Bağ bahçemsin; yeşilliğim,
cennetimsin...
selvimsin, gülen yaseminimsin.
Hem padişahımsın, hem Ay’sın
bana... hem temelimsin, hem madenimsin.
Sustum, sen anlat; çünkü sözde de bürhanımsın.
LXX
On beh ki merâ temkin nekonî
Tâ hemçu hodem gorgin nekonî
Benim gibi sivilcelere karmaman, kaşıntılara düşmemen için
beni rahat bırakmaman daha iyi.
Elimi yüzüne koyma da sarhoşumuzu gamlandırma.
Boyacısın, ümitleri pişirir,
oldurursun.
Kendine gel de aynayı paslandırma.
A hoca, üzengimizi bırak; yoksa kır atımızı ey ersiz
bırakırsın.
Biraz uzac ıktan dizlerini dövüyorsun da dizimizi yastık
edinmiyorsun.
Fakat ne yaparsan yap; âmin de demiyorsun ama sana
duacıyım ben.
Gönül diyarına giderim, orasını sana yurt olarak veririm;
tek sen gönlünü kinlerle doldurma.
Yüzümü ayağına korum; tek sen yüzünü buruşturma.
Gönülden, candan beğenmiyorsun ya; ben de susayım;
davulcağızını çalmayayım artık.
LXXI
Hâhîm yarâ k’imşeb nehosbî
Hakk-ı Hodârâ k’imşeb nehosbî
Sevgili, bu gece uyumamanı istiyoruz; Allah için olsun,
uyuma bu gece.
Aydın güne dek selvi gibi, süsen gibi hoşuz, güzeliz...
yalnız şunu istiyoruz senden: Uyuma bu gece.
Uygun bir dostsun, padişahsın, efendisin.
gerçek sabaha dek uyuma bu gece.
A ay parçası; uyuma bu gece de
yıldız gibi yücelerde bulun.
Yüzünün güzelliğinden, kokunun
lâtifliğinden Ülker yıldızı şunu istiyor: Uyuma bu gece.
Zurna bizi senin sarhoşun görünce
feryada başladı; uyuma bu gece diyor.
Gündüz oldu mu lala gürültüye başlar; uyuma bu gece de kör
olsun lala.
Sarhoşların meclisinde şarap,
buyruğa uy anlarla beraber ağlıyor; uy uma bu gece diyor.
Bir topluluk senin için yakınlarından ayrıldı, perperişan
oldu; uyuma bu gece diye yalvarıyor.
LXXII
Dûş heme şeb dûş heme şeb geştem
men ber bâm-ı efendî
Ehter-o gerdon ehter-o gerdon
borde zi Zuhre câm-ı efendî
Dün gece sabaha dek efendinin damındaydım. Yıldız da, gök
de, yıldız da, gök de Zühre’den aldı efendinin kadehini.
Bütün canların, bütün canların bağlanmış kanatları,
ayakları, bağlanmış kanatları, ayakları. Tıpkı gönlüm gibi, tıpkı gönlüm gibi
gönülleri hoş, efendinin tuzağında.
Tuzağın, tuzağın kızıl şaraptan da hoş, yeşil altından da
hoş. Efendinin şarabı, sızırılmış altından da daha eşsiz, sızırılmış altından
da daha eşsiz.
Padişahın yüzünün ışığı, padişahın yüzünün ışığı, yüzlerce
Ay’a hasretler çektirmede, yüzlerce yol kesmede, kutluluk sabahı, kutluluk
sabahı. Efendinin akşamında gizlenmiş.
Karun’un haznesini, Karun’un haznesini, gökyüzünün
yıldızlarını, kutlu ülkeyi, hattâ canını, hattâ canını verse adam, gene ödenmez
efendinin borcu.
Şu sözleri düzmek olugan bir şeydir, olugan bir şey; fakat
sen şunu bir gör ki dünyanın
hasları bile efendinin halkına kurban olmuş gitmiş, kurban
olmuş gitmiş.
LXXIII
Ey con çendon hobî nov bâve-i Ya’kubî
Herhâşî âşûbî conhârâ metlûbî
A canım benim, o kadar güzelsin ki... Yakub’un yeni
yetişmiş oğlusun; yürek çarpıntısısın, kargaşalıksın, canların istediğisin sen.
Canımızın canısın; adların anlamısın; her şeyin
varlığısın; kavgaları koparan fitne başısın sen.
Mademki bir kadeh içtim; kalkayım, döneyim. ister benzim
kızıl olsun, ister sapsarı; o gülün dalıy ım ben.
A efendim, a efendim; Leylâ’dan haber ver bana. sarsılma,
sarsılma; şunu an: Gece gebedir.
Efendimiz, efendimiz, şaşırdık kaldık biz.
Yarlığa bizi, yarlığa bizi; sensin noksan sıfatlardan arı,
sensin noksan sıfatlardan arı.[63]
LXXIV
Kali teyşi ayano so ey efendi
çelebî Nîm-şeb ber bâm-ı mâyî tâ kirâ mîtelebî
Hoş geldin çelebi, gel yukarıya.
Gece yarısı damımızın üstünde kimi arıyorsun?
Kimi, ben keşişim dersin,
siyahlara bürünürsün, eline bir sopa alırsın. kimi, garip bir Arap’ım dersin;
imame urunur, mızrak taşırsın.
Ne olursan ol a beyim, pek sarho
şsun, arslanları avlarsın... a Husrev, hangi dille söylersen söyle; dudakların
Şirin mi Şirin.
Seni sevmeye geldim; sana lâyık
değilim ama gene de sevgine düştüm, yandım. Ya Tanrı ışığısın sen, ya
Tanrı’sın. ya meleksin sen, ya peygamber.
Gönül gamını yedim mi, gönüle ac
ırım da a
yoksul gönül derim; neden böyle
yanıp yakılıyorsun, neden böyle ateşler içinde çırpınıyorsun?
Gönül de sen nerdesin der; ben
nerdeyim? Ben gönülüm, sen bedensin; yürü, bedenliğini yapadur.
Derilerde renk vardır, özlerdeyse
zevk vardır... Deriler özlerle ne vakit bir yolu, bir y ordamı tutar?
Sabahlar hayır ola. biteviye
gitmeyen bir gün. geceniz gündüz oldu; geceler gecelik etmiyor artık.
Yorma beni çelebi; gel bana, gir
içeriye. bir soluk sâkîlik et, çünkü meşrebin pek tatlı; dudakların balla
şeker.
Sustum ben, bana dilsiz sözler bellet. çünkü doğulu olsun,
batılı olsun, gönül tir tir titriyor ondan.64]
LXXV
Çend devîdem sûy-ı efendî
Şükr ki dîdem rûy-ı efendî
Efendiye doğru ne kadar da koştum; koştum ama şükürler
olsun ki efendinin yüzünü de gördüm.
Kapkaranlık gecede boyuna yol aldık biz; efendinin kokusu
kılavuz oldu bize.
Canların neşesidir; ağızların tadıdır; mekânların aslıdır
efendinin mahallesi.
Gül bahçesinin alanı sarhoşların işreti... Abıhayattır
efendinin ırmağı.
Efendinin toyu, pek büyük bir
yaşayış; boyuna kadehler sunulmada. iki düny anın da düğünü derneği.65]
Efendinin tuzağı bana dilektir,
istek.
Efendinin hayı huyumdur benim.
Efendinin “koy”, bırak buyruğunu
duyar duymaz, kurt kuzuya râm olur gider.66]
Boyuna bağışlanıp duran bir haznedir; Halil’in
sofrasıdır... nekeslik, efendinin huyu değildir.
Padişahların kelleleri, ay yüzlülerin başları, efendinin
çevgenin de birer toptur.
Sus, az söyle, hey. ne vakit olacak da efendinin evi,
evlerin kıblesi kesilecek.67]
LXXVI
Dûş heme şeb dûş heme şeb
Geştem men ber bâm-ı efendî
Dün gece, bütün gece. dün gece, bütün gece efendinin
damında döndüm dolaştım.
Gece bitti, gece bitti. sonunda efendinin kadehinden şarap
içtim gitti.
Efendinin adı süte de öz bağışlar, tat verir, şekere de.
Güneş’e de ışık verir, Ay’a da.
Padişahların dilleri, damakları bağışlar alır. Efendinin
dili damağı bağışlar bağışlar.
Tatlı, alımlı yüzü, canlara Kâbe’dir; olgun
şarabı, her şeyi bilen Tanrı tarafından coşmuştur;
olgunlaşmıştır.
Elif bile olsan da harflerin başına geçsen gene efendinin
lâm’ında yok ol gitsin.
Işıktır o; ateş görünür... Efendinin bayağı kulları bile
özel mi özel canlardır.
Yeter, sus artık; yeter, sus artık. Efendinin borcunu
kimsecikler ödeyemez.68]
LXXVII
Dîdî ki çi kerd yar-ı mâ dîdî
Mansûbe-i yâr-ı bâ vefâ dîdî
Gördün mü, gördün mü sevgilimiz neler etti bize? Gördün mü
nasıl da mat etti bizi o vefalı dost.
O yaşayış kaynağının gönülleri bu çeşit mat edişini nerde
gördün sen?
Mat eder görünür de bağışlar; onun gibi tersine işler
yapan kimi gördün sen?
O aşk bağıyla bağlanan, aşk yüzünden binlerce gönlün
açıldığını gördün ya, haktır bu görüş.
Bir gül verdiysen diyor, al sana bir bahçe... cefa
gördüysen vefadan da nimetlen, rızıklan.
Şu beden onun bostanından bir eşek başı. o incilerle dolu
denizden bir mıhladız gördün sen.
Firavunluğundan sana bir şaşılık verdi de ejderhâ gördün;
oysaki bir sopaydı o.
Bugün Mûsa çağırdı seni de o sopadan yüzlerce yaprağın
fışkırdığını gördün.
Dünya avcısı, iri inci taneleri saçtı; sense bönlüğünden
onları bayağı bir vergi gördün.
Bön kuşcağız gibi onun yanına gittin; tuzağı, hileyi,
düzeni, can yakıcılığı gördün.
“Biz kurtardık” lûtfu gene satın aldı seni de Tanrı’nın
lûtfunu, yardımını gördün.
Ay’ın talihiyle Müşteri’ye döndün; Allah’tan, “Satın aldı”
bağışını gördün sen.
Şu bağlanışı, açılışı, o kadar çok gördün ki sayıya
sığmaz.
îşin sonunda o velinimet, gözünü açtı da tutyayı gördün.
Selsebîl çeşmesinden şarap içtin; erenlerin has işretini
gördün sen.
“îçin” çağrısı sana kol kanat verdi; hava alanının gezilip
dolaşılacak yerini gördün.
Derken o havadan Hû’ya gittin; Kafdağı’nın yücesinde
Zümrüdüanka’nın uçuşunu gördün.
Ululuk devlet kuşunun neliksiz-niteliksiz uçuşunu
seyrettin.
Bundan öte, duaları kabul eden söylesin; hangi dua olursa
olsun, onun kabul ettiğini gördün sen.
LXXVIII
Çu sobh-dem hendîdî der-i belâ bendîdî
Çu seykelî gamharâ ez âyine rendîdî
Seher çağı güldün ya, belâ
kapısını kapattın... cilâcı ustası gibi, gam kirini, pasını aynadan arıttın
gitti.
Ne canlar verdin; ne hırkalar
çaldın; ne kulaklar tuttun da işret yerine çektin.
Ne ışıklar ışıttın, ne tencereler
kaynattın. ne çevikler tuttun; ne yollar sordun.
Akl-ı Küll’ü aştın, gönüle
dışardan üfürdün... bağın bahçenin açılışı, saçılışı senden; selvi gibi
nazlandın.
Sarhoşsun ama neden ağızları
bağlamadasın; neden kalemi kırıyorsun, kâğıdı yırtıyorsun?
Ne dallar silktin, ne meyveler devşirdin. ne diye yüzünü
ekşitip oturdun; neden insanı korkutmak istersin?
LXXIX
Hoş-dilem ez yâr hemçunon ki dîdî
Cân-ı por envâr hemçunon ki dîdî
Sevgilinin yüzünden, gördüğün gibi gönlüm hoş... can
ışıklarla dolu, gördüğün gibi işte.
Sevgilinin yeşilliğinden, gördüğün gibi güllere,
gülistanlara yüzlerce kutlu ırmaklar akmada.
Bir bak da gör, gördüğün gibi kimde bir gönül varsa bu
hevesle gönülsüz kaldı, işten güçten oldu.
Senin yüzünü gören herkes, gördüğün gibi sırlar hocası
kesildi gitti.
Mansûr gördüğün gibi darağacına çekildi ama bil ki bu
görünüşte bir bahaneden başka bir şey değil.
Canlar senin gül bahçene kavuşmak ümidiyle, gördüğün gibi
dikenlerle uzlaştı.
Aşk tavus kuşuna benzer. uçup gitti mi, gönül gördüğün
gibi yılanlarla dolar.
Aşkı seç, aşkı. güzelim aşk o lmad ıktan sonra, ömür
gördüğün gibi bir y üktür ancak.
Âşıkların gönüllerinde övünç, iki dünyanın saltanatı
gördüğün gibi ayıptır, ârdır.
Efendiler efendisi Şemseddin’in aşkı, Tebriz’de, gördüğün
gibi canlar bağışlar durur.
LXXX
Işk-ı tu hond merâ k’ez men çi mîgozerî
Nîkû neger ki menem onrâ ki minegerî
Ne diye geçip gidiyorsun da
uğramıyorsun bana diye aşkın beni çağırdı; iyi bak bana dedi, baktığın,
gördüğün benim.
Senin azığın da benim, konağın da
ben... gönlünü ben aldım senin; benden canını kurtarırsan, vallahi o candan
hayır yok sana.
Evin şu mumu benim; şu tuzak da
benim, şu yem de ben; fakat yemi saydıkça bu tuzaktan haberin yoktur senin.
Yaprak istedikçe meyvemizden
uzaksın. sen cilvelenip işvelendikçe bizim cilvemizden, bizim işvemizden
uzaktasın sen.
Bizim kıyametimizde her solukta
yeniden bir
diriliş var; fakat şu adam
kalabalığının bu dirilişten haberleri bile yok.
*
Canlar,
Peygamber’in sözüne göre gökyüzünün yücesindedir; bizim ümmetimizin canları
yeşil kuşların kursaklarındadır.69]
*
Canlar
bölük bölük ordulardır; iyileri genişliktedir, kötüleri darlıkta.
O yüzden gökyüzünü isterler; çünkü
melek y aradılışındadır onlar; insan kılığındaki meleğe bak da seyret onu.
Bedenin çevresinde dönüp dolaşan
şu can, yeryüzünün çevresindeki göğe benzer... beden donmuş kalmıştır ama can
yoldadır, y olculuktadır.
Mademki melekle beraber uçuyorsun; geç şu burçlardan da
Güneş gibi, Ay gibi tanyerinde doğ.
LXXXI
Mîresed ey con bâd-ı behârî
Tâ suy-ı golşen dest berârî
A benim canım, gül bahçesine
gelesin diye bahar yelleri esiyor.
Yeşillik de, süsen de, lâle de,
sünbül de ne ekersen onu biçersin diyor.
Goncalarla güller, dikenin
çirkinliği görünmesin diye yarlıganma olarak belirdiler, açtılar.
Usûl boylu selvi yüceldi;
horluktan sonra yüceliğe kavuştu.
Gül bahçesine tümden can gelmede;
çünkü su canlar veriyor.
Gül bahçesinin güzelliği su
yüzünden artmada... yardım pek kutlu geldi.
Tez gelesin, kulağını kaşıyıp
durmayasın diye, y aprak meyveden haber getirmede.
Gövdesi arık olduğundandır ki o
güzelim üzüm meyvelerin padişahıdır.
Gönül bağımız, niceye bir şehvet
kışında bir
kaleye kapatılıp mahpus kalacak?
Yolu gönülden ara, ay yüzlüyü
candan ara; toprakta tozdan başka ne olabilir?
Kalk, yüzünü yıka; fakat gülün
yüzünü güzelleştiren suyla yıka.
Gülün dalı fesleğene dedi ki:
Neyin varsa y olumuza koy.
Bülbüller, gül bahçesine, sizin tuzağınıza av biziz
dediler.
Gül, Tanrı rahmetine yüz tuttu da
bize karakışı buyruk ıssı yapma diye yalvardı.
Tanrı da der ki: Sıkmadıkça
meyvenin suyunu elde edebilir misin hiç?
Kıştan gam yeme, gamdan, yağmadan
daralma; iş başarmayı benim kapımdan seyret.
Şükür de, övüş de, artış da ağlayıp y alvarmadıkça yüz gö
stermez.
Sayılı ömrünü alırsam, sayıya
sığmaz ömür bağışlarım sana.
Sana mahmurluk veren sarhoşluğunu alırsam, mahmurluk
vermeyen bir şarap sunarım sana.
Güzeller, akıllı fikirli olurlar... niceye bir kâğıda
resim yapıp duracaksın?
Gündüzün yazısını okursan, kâğıdın yüzü senin yüzünden
kararır gider.
Dumanı bırak da karanlık gecede sevgilinin ay yüzünü
seyret, ışığa bak.
Yeter, yeter, attan in artık da eşsiz biniciliği o
göstersin sana.
LXXXII
Sellemek’Allah nîst misl-i tu yâri
Nîst nikûter zi bendegî-i tu kârî
Tanrı esenlik versin; senin gibi dost yok. sana kulluktan
daha güzel bir iş güç de yok.
A gönül, o benim mağara dostum dedin; fakat hiç böyle bir
uçsuz bucaksız deniz bir mağaray a sığar mı?
Zâti ona âşık olan da yoktur; çünkü öyle bir gizlilik
definesinin başucunda her erkek yılan yatıp uyuyamaz.
Sevgilimiz hiçbir kucağa sığmaz; sığmaz ama gene de seni
kucaklamak için varlık âlemi zerre zerre kucağını açmıştır.
Sirke satanla koruk sıkan geçmesin, görünmesin diye o
şekerkamışlığı geldi, yetişti.
Bu yandan ayrılık ırmağı akmada; bütün canlar onun
suyunlan buğu gibi göklere ağmış.
Geçen gün sarhoşlukla ona dedim ki: Artık benim işime bir
karar ver.
O eşsiz Ay, benim gibi eşsiz iş isteyenin bu isteğine tatlı
tatlı bir güldü, utangaçlıktan y anakları y alımlandı da,
Dedi ki: Gam yeme, bu güzelim bahar varken bağın bahçen
sararıp solmaz, kupkuru kalmaz.
Yedi gök de benim ateşimden bir dumandır sanki; yedi kat
yerse yolumda bir tozdan ibaret.
Düny a tuzağını kuralı binlerce yüzyıllar geçti
de hâlâ ben av ümidindeyim; fakat tuzağıma bir av bile
düşmedi.
Şu zamane, şu devran, âşık, sarhoş bir halde kıyımıza
geldi ama bizim ne kıyımızı bulabildi, ne kucağımızı.
Şu Ay’la Güneş, değirmen taşını döndüren iki öküze benzer;
gündüz yayılır, otlar, gece tarla sürmey e tutsaktır.
Öküze tapan eşek topluluğuna bak; gemsiz,yularsız y
ittiler, gittiler.
Yürü, o eşeklere de ki: Bırakın olmayacak maskaralığı;
tövbe edin de uçulacak yere varın.
Varın da her eşek Mesîh’e eş olsun; vahiy kabul eder, can
verir bir hale gelsin.
Altıdan, beşten geçin de tanınmış, talihli kumarbaz erleri
görün.
Sözün özüne vardık, daha ne diyeyim? Gönlümü, sevgilinin
özleyiş kıvılcımı y aktı gitti.
Söz ağzımda kaldı; gönlümse do stların bulunduğu yere, uzak
bir ülkeye gitti.
LXXXIII
Âh ki dilem bord gemzehâ-yı şekârî
Şîr-ı şegerf âmed o zeîf şekârî
Ah, bir güzelin bakışları gönlümü
aldı gitti. Koskoca bir arslan geldi; bir de arık av.
Hiçbir gönül yoktu ki onda gam
olmasın; hem de senin gibi bir sevgilinin, senin gibi gönüller alan bir dostun
gamı.
Bu aşk yüzünden gözyaşları aktıkça
aktı... güzelim bir padişah, bu da hoş bir ihsan.
O güzel, toza toprağa benzeyen
yalvarışa b atmasın diye, göz boyuna, biteviye sular saçar durur.
Şeker madeni o dudaklardır;
yaşadıkça y aşasınlar, yaşasınlar da düny ada ne bir gamlı kalsın, ne bir koruk
sıkan.
İşte şimdicek kadir gecesi; gece
yolcularına acıdı da dolunay doğdu, onları yıldız saymaktan kurtardı.
Onun ay yüzü yokken, can gökyüzü
gibi altüsttü; susuz kalan balığın rahata, huzura kavuştuğunu kim görmüştür?
Zâti sen akla benzersin, bu
dünyaysa tümden bedendir; akılsız beden hiçbir iş görebilir mi?
Şu yeryüzünde, şu zamanede yeni
elbiseler giyin. diken bile senin gibi bir kerem sahibinin kapısında gül elbisesine
büründü.
Dostun huyu can saçmak olmasaydı
ne âşıklık olurdu, ne can bağışlamak.
Düny a denen kumar yurdunda güzel
bir kumarbazsın; adamakıllı da kâr etmişsin; bâri bize de bir hırka ver.
Seni kucaklamak için boyuna
kollarımı aç ıy orum ama o denizin kıyısını kimsecikler görmemiştir ki.
Ben susayım da o güzel huylu Ay söylesin... dağ bile onun
hilminden oturamaklı bir hale gelmiştir.
LXXXIV
Ey senem-i golzârî çend merâ âzârî
Men çü kemin fellâhem tu dehiyem sâlârî
A gül bahçesinin güzeli, ne vakte dek beni incitip
duracaksın? Bir yoksul ekinciyim ben; sensin bana köy ağalığını veren.
Niceye bir aldatacaksın, beni? Ne yaparsan da yaraşıyor
sana hani... ne vakte dek gönüle hileyi, düzeni öğretip duracaksın?
Öğretiyorsun ama tutar da sen ona bir düzen edersen
kırılır, düşer gider; ne düzeni fayda verir, ne bir şeyi.
Beni gönlü sâf bir hale getir, sür, götür yokluğa da
yokluğun lûtfuyla şu genişlikten de kurtulay ım, şu daralıp ağlamaktan da.
Kim ağlarsa, gerçekten gömülü defineyi görmüştür o; fakat
kim de gülerse, her şeyi örten Tanrı perdelerinin ardındadır o.
Uzak bir yoldan gelmişim, kötülüklere uğramış da
ulaşmışım; daha yükümü bile açmamışım; bâri şu gizli haberi sen duy.
Kimin yükü açılmışsa sermaye peşine düşer gider; seninse
sermayen yok; yok ama gene de önünü kaşır durursun.
Yeter, sus, çok söyleme; yüzünü ona tut, ona... Müşteri
dedi o sana; sarmısak pek çok; bırak, satın alma sarmısağı.
LXXXV
Bâr-ı menest o be çi negzî hâce egerçi heme megzî
Çün gozerî ber ser-i kûyeş pây nikû neh ki nelegzî
Bunca güzellikle benim yükümdür, ağırlığımdır o; hoca,
tümden akılsın fikirsin ama gene de onun yanından geçerken ay ağını iyi bas ki
sürçüp sendelemeyesin.
Kalbimin sahibi söz söyledi bana, köpeğimin derisini
temizledi; gönlümün ışığını güldürdü; Rabbim bir şerbet sundu da sarhoş etti
beni.
Kapalı kapıdan incinir de cilvelenmeye, nazlanmaya
koyulursun; nazlanma, cilveyi
bırak, başını eğ, zâti definenin içindesin sen.
îşim gücüm sevgime göre arındı; bereketlerim ziyan kesildi
bana... Yaşayışım da sensin, zulmüm de senden; yaşayışım, yaşadıkça da uzadı
gitti.
Cansın, gönülsün sen, gönlüsün, cansın; görenlere
fitnesin. gözleri kamaştı mı, gönül yolunu açarsın onlara sen.
Ömrüne ömürler katılsın, tecellin arttıkça artsın.
geceleyin ne vakte dek uyuyacaksın? Uyan, gün ışıdı, sabah oldu.
Gönül evine iki kapı aç; cana doğru kılavuzluk et; yaşayış
denizini istemedesin; a taş yürekli, yürü, incilik et.
A benim dayancım, güzelliğim sensin; kılavuzum da sensin,
cilvem de sen. kederimden usanıp da beni bırakıveresin; doğru olur mu, umulur
mu bu?
A canım benim, a gönlüm benim, kalk, yürü. padişahlar
padişahıyla seyre seyrana çık; hiç kaz gemi arar mı? Can olmuşsun sen, bırak şu
yeri.
Dolunay doğdu başımıza, ulaşma
geldi, ulaştı bize... a yiğidim, bunun için adaklar adamıştık hani; uygun düştü
de kavuştuk o dolunaya.
A çalgı yurdu, neşe yeri, ne de
lâtifsin; a sarhoşların başı, ne de güzelsin; on yiyorsun da bir bile
vermiyorsun; arkadaşlığın şartı bu mu?
Her akşam, her sabah aşk şarap
sunar da sarhoş eder bizi. hüzün, keder, ümidini kesti bizden, sabaha eş oldu
gitti.
Yeter, sözü bırak artık; padişahın
doğanısın, havalara uç; a doğan, tekrar yürü o padişaha; padişahına karşı
ahdinde dur.
Ayrılık yamandı size; geri gelin artık, kutlu ulaşmayı
dileyin. Ulaşıp kavuşmak, nekeslikten çekinir; nekes olmayın, cömertlikte
bulunun.70]
LXXXVI
Yâ sâkıye’r-râhı va’mla’bihî tâsî
Felestu emliku sabran navbata’l-ka’si
A şarap sunan, doldur şarapla
tasımı... şarap içme nöbeti geldi mi dayanamam ben.
Ardını arasını kesmeden sun tası.
ayıldım da kendime geldim mi, yasa batmak çağı gelir çatar.
Ölümsüzlük kadehiyle boyuna sun;
ayıklık zamanında binlerce vesvese gelir adama.
Neşelen de Allah aşkına başını
böylece bir salla; başımı kıpkızıl şarap kadehi haline sok.
Şarabımız, gizlilik âleminden
canla sunulur. cana alışırsan anlarsın o sunuşu.
Ölümsüzlük tasıy la sana şarap
sundu mu, ebedî yaşayışı görür, hem de soluklarla olmayan yaşayışa kavuşursun.
Ölümsüzlük Aylarıyla neşelenir, tat alırız; duygumuz,
sabah çağı, ölümsüzlük şarabını sunar.71]
LXXXVII
Seyyidî eyme huva key huz yedî eymi huva ki
Erinî vachake sâaten naktadî eymi huva ki
Efendim, nerdesin ki? Elimi tut, nerdesin ki? Bir an olsun
yüzünü göster, nerdesin ki?
Ağırlamanızın elbisesine bürünürüz; nerdesin ki? Yüzünüzün
ışığıyla yolumuzu buluruz; nerdesin ki?
Kadehinle kendinden geçiş iyidir; o nedir ki? Sabah
şarabını içerken mezenle gıdalanırız; nerdedir ki?
Şehirlerde Ay gibi bir güzelsin; nerdesin sen? Sana uyan
her yerde görür seni, nerdedir o?
Burda bulunana da day ançsın, başıboş olana da; nerdesin
ki? Kâbe gibi her çevreye kıblesin sen; nerdesin?
Aşkın gönlümden zahitliği aldı
gitti; nerdesin ki? Susun; bu hay ald ir herkesi yeden, nerdedir
ki?[22i
LXXXVIII
Yâ sâkıye’l-hay ısmâ’ suâli Anşid
fuâdî va’hbir bi hâlî
Ey diri sâkî, istediğimi duy;
gönlümü al, halimden haber ver.
Gönül alacaklar sözler ederler,
teselliler verirler ama hâşâ... bir aşktır ululuk ıssından geldi çattı bana.
Aşktır hünerim, şevktir küpüm.
şarabım kendimdendir, esriklikse halimdir benim.
Güzelimin aşkı uçsuz bucaksız bir
denizdir; erlerin canları balıklardır o denizde.
İlacım da sizsiniz, dermanım da
siz. ümidim de sizsiniz, olgunluğum da siz.
Açılıp saçılış gizlidir; aşktır
eminlik veren; Rabdir borcu üstüne alan, umurlamaman için borçlanan.
Ebedî aşk beni öldürmeye kastetti; ben de başıma
gelecekleri beklemeye başladım.
Dedim ki: Bize bir hengâme göster; işte buracıkta ama sen
çuvaldasın dedi.
Çuvalı yırt da dedi, başını dışarıya çıkar... çıkar da gör
ki buluşmanın, kavuşmanın ta içindesin sen.
A dostum, can yolunda incinme; çünkü sen kanatları olan
bir devlet kuşusun.
Dedim ki: Âşık, seni uygun görmede kendine. hayır, hayır
dedi; eriyip akarsa belki.
Suçsuzu öldürecek misin dedim. evet dedi, buluşmak pek
pahalı çünkü.
O bal dudaklardan ne tadabilirim ki dedim; aklını başına
al da sürtünme dedi; o sana mum olmaz.
Bir sabah çağı nimetlendir bizi; bir kâr iste; ger
kanadını; çünkü köşk pek yüksek.
A benimle oturup kalkan, hasta gibi inle. ağlayıp inlersen
bu halini Tanrı görür.
Gecelerin dalgalarına daldık da bir inci bulduk ama
kaybettik gitti.
Geceleri dileklerin çevresinde dön dolaş da güzel bir
düşünce karşına çıkıversin, bir hoş söz duyuveresin.
Geceleyin yıldız gibi dön dolaş... çünkü geceler inci
denizidir.
Bir elçim var ama usanmış; yarabbi sen usanç veren
şeylerden kurtar.
Bende öyle bir şarap var ki, çakalsın ama ondan bir tatsan
arslan avlarsın.
Fakat şimdi bırak da afyon yutmaya bak. çünkü kimi cevap
peşindesin, kimi soru peşinde.
Pek sarhoşum ben; kendimden geçtim mi hoşum. a beni kınay
an, halimi bilmezsin sen.
Sevgili, yukardan, damdan in aşağıya; kavuştur beni
kendine de nimetlendir; ev de bomboş.
Bir gizli kapaklı söz duy bu kuldan dedim; ey söyleyip
duran, sus dedi.
Susmak güç dedim; dedi ki: a söz sahibi, yüceliklere sahip
ol.
Dedim ki: Mahrem olacak kimse yok;
soluğunu kısa kes; bence bir şey yok ama Allah daha iyi bilir.73]
LXXXIX
Elâ harîme Leylâ aleykumu selâmî
Edertumu aleynâ safıyyete’l-mudâmî
Ey Leylâ’nın bulunduğu yer, size esenlik benden... arı
duru şarabı durmadan sunarsınız bize.
İşte budur buluşma baharı, kavuşma çağı; herkesi kaplayan
nimet zamanı.
Biteviye sunun kadehleri, sarhoş edin erleri. büyük
kişilerin toyu böyle olur zâti.
Buluşmanıza son yok; ayrılmadan buluşun. nimetleriniz pek
bol, hiç borçlanmadan yiyin.
Yüreğim gecelerin karanlığı yüzünden burkulmaz artık;
gözlerimden uyku kaçtı; uyumam artık.74]
XC
Ey şeh-i câvidânî vey meh-i âsmânî
Çeşme-i zindegânî golşen-i lâmekânî
Ey ölümsüz padişah, ey
gökyüzündeki Ay; yaşayış kaynağısın, mekânsızlık gül bahçesi.
Senin tatlı, arı duru suyunu
gördüm de can masalını duydum; can gibi gözlere görünmez oldum; izsizlik
âlemine daldım gitti.
Güzel kokulu miske âşık olan, misk
ceylanları avlar... sen koşturdukça sarhoş bir halde her yana koşar, girer.
Senin o şeker gibi gülüşün
yüzünden şeker bile kul köle olmuş sana; diri can, senin yüzünden dirilik
denizine batmış gitmiş.
Hey sarhoşlar, gündüz oldu;
bülbülün gül bahçesindeki güzelim çilemesini, şakımasını duyun.
Yasemin gibi cilvelen; başını
böylece salla. şekerler saçacaksan evini ballarla doldur.
Nerkis gözlerin sarhoş olmuş; cin misin, melek misin?
Şekerle yoğrulmuşsun; gül bahçesinin goncasısın sen.
Böyle bir Tanrı sâkîsi varken kendinde olmak mutlak
küfürdür... bedava sunulan şarap yüzünden can taklalar atıp durmadadır.
A kardeş, gece gündüz kendinde olmamak daha hoş. ulular
ulusu Tanrı’nın sarhoşu ol; y oktur bir ikinci ona.
Adı canlara candır; onu anış madenlere lâ’ldir. aşkı
gönüllerde hem amandır, hem istek.
Adını andım mı, bahtım yeşerir; işkilsiz, ikiliksiz, adı
zatı olur gider.
Şu yemyeşil meydanda gizlenmiş nice sarhoşlar var. onlara
doğru gidiyorum; bilirsin ya, gene de sana söyledim işte.
* Onlar Vîse’nin de canıdır, Râmîn’in de; pek şirin onlar,
pek şirin. Yâsîn soyunun övüncü, Tanrı’dan bir armağandır.
Sen de koşar, iversen, su kuşlarının yanına varırsan,
abıhayatı bulursun, uçsuz bucaksız neşe denizine ulaşırsın.
Tatlı, tuzlu yemekler yedin; yaşadın, zevke erdin; bir
gececik de aşka gel de seyret ev sahipliğini onun.
Biz de sabahlardan beri kendimizden geçmişiz; sarhoşuz,
neşeliyiz... a dilekleri veren padişah, a muradına erenlerin sultanı, sarhoş
bir halde tutmuşsun, bizi çekip duruyorsun.
Nazlılarlayız, güzellerleyiz; geceye dek onlarla ayak
vurmada, oynamadayız; keşişler pîrinin her solukta bağışladığı şarapla
kendimizden geçmişiz.
Bu kadeh, sizi bulmak, ağızsız bir yoldan size ulaşıp
gönülde, canda parlamak için ivip duruyor.
A anlayış ıssı, körün körlüğünü gider. bundan başka
yapacak bir şey yok, sınanmay a kalkışma.
Bundan başka yol da yok; bundan başka
padişah da yok; bundan başka Ay da yok... bundan başka ne
varsa geçici.
Hayır, sus artık, sus; mahsustan
yüzünü ekşit; akıl fikir ıssı olanları bırak da gizlice şarap iç.
XCI
Der lûtf eger berevî şâh-ı heme çemenî
Der kahr eger berevî kührâ zi bon bekenî
Lûtfa girişirsen bütün yeşilliğin padişahısın. kahra
kalkışırsan, dağı kökünden sökersin.
Sen de bilirsin, bülbül senin gülüne karşı ne der de
ağlar. der ki: Aşk, ayrılık günü, kederlere uğrattı beni.
Akıl senin yüzünden gençleşir; can senin yüzünden dirilir.
benim aklımın da aklısın sen, canımın da canısın sen.
Nimetinle sarhoşum ben, bilirim ki acırsın da her suç
yüzünden gönlünü almazsın benden.
Tacın başımızda, ışığın kucağımızda... kokun, yolumuzu
kesmezsen, kılavuzumuz bizim.
Çoban sensin sürüye, emniyete kavuşturursun sen. aşk ehli
lûtuflar, nimetler ıssının gölgesinde aman bulur gider.
Seninle konuşmaya başladım mı kendimden geçerim; fakat
seninle de konuşmasaydım var olmazdım zâti.
A can, bedene tutsaksın; a beden, bana perdesin. a baş,
iplerle bağlanmışsın; a gönül, sensin vatanda olan.
Mademki vatandasın ey gönül, sohbetimizi hatırla. sınanma
yolunda yoldaştın bana sen.
Ulular yolculuktan kurtuldular,
sarp yerlerden geçtiler mi, oralarda kendilerine eş dost olanları anarlar.75]
XCII
Tu Hodây hûyî tu sıfât-ı Hû’yî
Tu yekî nebâşî tu hezâr tûyî
Sen Tanrı huylusun, sende O’nun
sıfatları var... Sen bir kişi olamazsın, binlerce varlıksın sen.
Bir yardımınla, bir lûtfunla
herkesi gamdan da yursun, arıtırsın, suçtan da.
Herkes yolunu yitirmiş; herkes
kıbleden yüz çevirmiş. fakat ne gam? Sonunda herkesi de arar, bulursun sen.
Herkes senin yüzünden ay aklarını
vura vura çare aramada. herkes kutlu bir yüzün var diye seni övmede.
Hangi bağdansın, hangi bahçeden;
bana söy lemiy orsun. hangi
köydensin, hangi
mahalleden; bana haber
vermiyorsun.
Bütün şahları kul edersin, bütün
Ayları yakar, yandırırsın. tümden vay-vaysın sen, tümden hay-huysun.
Dostsan, ne şaşılacak dostsun sen;
düşmansan, gene ne şaşılacak düşmansın sen.
Yaşayıştan duy bu sözü: Yaşayış
bağışlayansın
sen; şekerkamışından işit bu sözü:
Şekerler şekerisin sen.
Sarhoşlukla gönlümüzü yaraladıysan tut ki iki testi
kırdın; iki yüz testi kırmadın ya.
Kulağın çalgıda; aklın fikrin
neşeli... iki gözün de görüşüsün, ağzın, boğazın balla şeker.
Bir küp sirke var, bir küp de
şarap. şarap küpündensen ekşi suratlılığı bırak.
Sus artık, rebâba döndün. beden
bakımından bir ırmağa benzersin ama gönül bakımından da bir kılsın sanki.
Ne diye susmaya savaşırsın? Sen söylemezsen dünya bile
kalmaz, yok olur gider.
XCIII
Heddî nedârî der hoş-lıkaayî
Mislî nedârî der con-fezâyî
Güzel yüzlülükte sınırın yok. cana
can katışta eşin, benzerin bulunmaz.
Vaadinden sonra, gülüşünden sonra
dün kime hey nerdesin sen dedin?76]
Zamane ehlinden bir yana çekildim; sen gelesin diye
vardım, eve gittim.
Yemeğini tattım, yüzünü görmedim ama O değirmi ay yüzünü
ne vakit göstereceksin?
Dolunaysın, arı duru bir içim su kesilmişsin... mevki de
sensin, ululuk da, bağış madeni de.
Bugün sarhoşum, deliye tapıyorum; bir Tanrı eli, elimi
tuttu benim.
A benim padişahım sâkî, hadi, Allah için olsun, Allah
için, o şarabı fazla fazla sun; çünkü Murtazâ’sın sen.
Can bir bucakta çırpınakalmış... sun o şarabı da
kurtulsun.
Bedenimin yarısı, öbür yarısıyla savaşıyor; hadi, ne vakte
dek eğleşeceksin? Barıştır onları.
Kuzgunla doğan bir kafese girmiş; her ikisi de öbürünün
yarasına uğramış.
Kafesi aç da gençleşsinler... kapıyı sen açtın mı, savaş
kalmaz.
Göğsümüzde bir nefis var, bir de akıl. birbiriyle
savaşmada, ikisi de mihnet içinde, ayrılık sarhoşu.
Savaşmalarını istiyorsan ört kapıyı üstlerine; istemiy
orsan sakalık et onlara.
* Mademki canımızsın bizim; Mûsa’nın beşiği gibi at
canımızı suya.
At da lanetlenmiş Firavun da bulamasın onu, kötülük etmek
isteyen herifler de.
Güzelim beşiği korkudan kurtulsun; ümitsizlikten halâs
olsun; su üstünde oynasın dursun.
Fakat suya kavuşmadı mı Firavun tanır, bilir onu.
Su beyi sensin, o su da boyuna vardır. sana insaf etmek
düşer, ihsanda bulunmak değer.
Mûsa, can korkusuyla evdeydi; ölümsüzlük amanını suda
buldu.
Her şey suyla diridir; sudur bize gökten inen meze.
Suyun da suyusun, parlaklığın, gücün kuvvetin de
parlaklığısın, gücü kuvvetisin... su da güzelliği, akıcılığı senden bulur.
Nimet Karun’udur da tamahkârlık eder; senin bağışlarına
karşı yoksulluğa girişir, yoksulluk yolunu tutar.
Fakat bu ihsanı da yoksulluktan başka bir yolla
kimsecikler elde edemez; ululuk ıssıyla pek de savaşma.
Ağlayanı ister o, arayanı ister. savaş, inat, canı
nimetten ayırır.
Sustum ama gönlüm içimde bir neyzen oldu gitti.
XCIV
Hazâ tabîbî inde’d-devâî
Hazâ habîbî inde’l-velaî
İlaç verirken hekimimdir bu; severken sevgilimdir bu.
Budur elbisem, budur kitabım... budur içkim, budur a’zam.
Ayrılıkta benimle eş dost olandır bu. belâ çağında beni
kurtarandır bu.
Vazgeç derler; hâşâ. gönlüm vefanın ta ortasında yer yurt
tutmuştur.
Ahmed, gönlüme mi kastetmiş. eşiğinde canım, gönlüm feda
olsun.
Benden şikây et ediyor da beni öldürmeyi istiy orsa baş
üstüne, hem de dileye seve.
Bu, bir silahdardır ki ayak diredi mi, eve ancak para
verilirse girer.
Ölümümdür,
yaşayışımdır; hasadımdır, ekinimdir. hap
simdir, kurtuluşumdur;
helâkimdir, hayatımdır.
A beni kınayan, ne işim var benim seninle, ne işin var
senin benimle? Çekinmemin, dayanmamın imkânı yok.
Canım tutulmuş, gönlüm düşmüş;
sabrımsa ayrılık ateşimle erimiş gitmiş.
Dolunayın ışığını gördük göreli buluştuğumuz kişileri de
unuttuk, görüştüğümüz kişileri de.
A hünerler sahibi, zanların da üstünde olan, ârımı
namusumu yakıp yandıran deliliklerimi seyret.77]
Bugün o güzel, havada uçan kuşu
tutmak için bir kere daha geldi.
Gönlü olursa on on verir o; fakat
yüzünü göstermede nekestir.
Güzelimin çevresinde beş yüz güvercin tanıklık için kanat
çırpar.
A yarı ölmüş, burdan uç; çünkü
burda hiçbir isteksiz, özlemsiz kişi bulunamaz.
Az konuşan sarhoşlar, bedenden kurtuldular; ben de
kilimciden bir kilim aşırdım.
XCV
Tu çonin nebûdî tu çonin çerâyî
Çi konî husûmet çü ezân-ı mâyî
Sen böyle değildin, niçin böylesin
sen? Mademki bizimsin, ne diye düşmanlığa kalkışırsın?
Selâmın geldi mi, gönül de kul
köle olur sana, can da... a güzelim, sen bundan daha yüz kat fazlasına da
değersin.
Ay yüzlüsün sen, ilkbaharın
gönlüsün sen. padişah huylusun, melek yüzlüsün sen.
Ver o kadehi, genişlet gönlümüzü; eskimiş gama en iyi ilaç
sensin.
Gönül de nedir, can da ne? İki
cihan da ne oluyor ki? Hepsini de feda etmek kolay; fakat sen nerdesin acaba?
Masalı bırak da sarhoşlara
padişahın bağışından bir bağış kadehi ulaştır.
Tümden umutsun, ak şekersin sen.
bizi gördün mü, bir bildiklik gö ster.
Şekersin, şekerkamışısın, tümden
yaşayışsın... zekât tabağısın, Tanrı keremisin sen.
Dünyanın neşesisin, çalgısı; şaşılacak bir kıransın; can
kulağına terelâ yelâlîsin sen.
Yücelerden terelâ yelâlâ diye
nağmeler uçurursun; bir belâ değilsin, yüzlerce belâsın sen.
Gönlümü aldın da nerelere
götürdün, kimlere verdin? Ne cevap verirsin, ne kurtarırsın beni.
* Düzeni arttır, aldat bizi. zâti
bütün dünya, sana karşı bir köydür ancak.
Başımızı yardın; tuttun, başını bağladın, çattın. bunak
bile böyle kötü bir iş y apmaz.
Çıplakların çullarına büründün,
körlerin sopasını aldın; ne ümidin var, kimden ne kapacaksın?
Tamahkârlıkta böylesin, bağıştaysa
bir dünyasın. sana karşı herkes şaşırmış kalmış, ne de acayip işler
göstermedesin.
* Sus a Safûrâ, bırak onu;
ırmaktan çıkıyorsun
da ırmaktan başka ne arıyorsun ki?
îrâden elinde değil, tümden zora
katlanmışsın, kendi dileğinle dönmüyorsun; değirmene benziyorsun sen.
Sen bir testisin, ırmağa
tutsaksın; fakat ırmaktan ayrılınca da ırmaktan başka ne ararsın sen.
Kendi kendine ne yapmak
istiyorsun? Madene tutsaksın sen. Kendinden ne söylüyorsun ki? Dağdan gelen bir
yankısın sen.
Sus a nağme, sıçra damın kıyısından... çünkü can sesisin
sen, tümden nağmesin sen.
XCVI
Gah çü oştor der vecel âyî
Geh çü şekârî der acel âyî
Kimi olur, deve gibi ürkersin.
kimi olur, bir av gibi balçığa saplanır kalırsın.
A geçip giden oğlan, niceye bir
kaçacaksın?
Sonunda olanlar olacak sana.78]
Cihetsizliğe yönel, git de orda ara... a gönül, ne vakte
dek sebeplerde, illetlerde arayacaksın?
Aramadasın, tutmuş çalgıya çengiye
düşmüşsün. yün hırka giyinmişsin; sonra da ağır elbiseler ummadasın.
Başın ağrır, kötülüklere uğrarsın.
âşık ol da dertlerden, mihnetlerden kurtul.
Can, korkan gönüle bir üfürdü mü,
çalgıcı aramay a koyulursun, gazele başlarsın.
O neye daha da güçlü üflerse,
sevgilinin yüzüne, gözlerin sürmelenir de öyle bakarsın.
Savaşa kalkışırsan ayıplanırsın;
işler işlemeye kalkma; işler gelir başına.
Sevgilinin gamıyla kucağına düştün
onun. Zâti avcundasın, koltuğuna alır seni.
Düşünceyi bırak, sonu düşünme.
şaşırır kalırsın, düzenlere uğrarsın.
Bir düşünce gelip ç attı mı, onun
zıddına da
bak... olur ya, şaşkınlıkla bu
ikisinden birini elde ediverirsin.
Çünkü ikisinin arasında bocalayış,
insanı şaşırtır; bu iki çeşit değişme, seni gerçeğe götürebilir.
Düşüncenin önündeyken yolun sonunu gör. niceye bir sözle
oyalanıp duracaksın?
XCVII
Bâ çerh-i gerdan tîr-i hevâyî
Dâred hemîşe kasd-ı codâyî
Dönüp duran gök kubbeden atılan,
havadan uçup gelen ok, boyuna ay rılık kasdında.
Budur Muhammed, beni öldürmeyi
kastetmiş. bense onun cefalarını çekmeye hazırım.
Budur sevgilim, budur hekimim.
budur edeplim, budur ilacım.
Budur dileğim, budur gönlüm. budur
direğim, budur bayrağım.
Testiyi dedikodusuz doldur...
yahut dostumuzsan bizim, hay-huylar ederek doldur.
Hadi a Safûrâ, kır testiyi; fakat
ümitsizliğe düşüp amcanı kırma.
Testi kaybolduysa ırmağımız var.
sen sakasın ama tanınmış bir köydesin.
Bu ölümsüz zevk saçma bir şey olamaz. havadaki kuş
kanatsız uçamaz.
Cana kulunca tutulup gidenleri bir
göster; devlet kuşu gibi yalnız başına uç sen.
Duygu bakımından onların bedenleri
pistir; onlardan yoksulluk kokusundan başka bir koku duyulmaz.
Şu üzümden koltuk kokusunu gider;
nanenin y anındaki pırasayı sök, at.
Gönlündekini örtmeye çok
çalışıyorsun ama her parça buçuğun tanıklık ediyor.
O, yazılmamış yazıları okur;
söylenmedik
sözleri bilir... fakat senin yüzün
pek; aşırı ârsızsın; utanmazsın.
Malın mülkün yok; bahtın yaver değil; o pek yüzünden
dolayı da ululuk ıssı olamıyorsun.
Köpek soyundansın, havlayıp
duruyorsun. mademki eve gelmiyorsun, mahallede dolaşadur.
Evde bülbülümüz var; şakıyor,
çiliyor... köpekten güzel bir ses gelmez ki.
İşte hür bülbül burda, sürahi de
dolu; kalk a Sungur, niceye bir bekleyip duracaksın?
Nuh gibi bir ömürsün, rûh gibi bir sevgilisin; kimi sabah
yemeğisin, kimi akşam yemeği.
Tatlı bir şarap, şarap iç; sus, söz söyleme. a mürâî, şu
davulu az çal.79]
XCVIII
Be cân-ı tu ey dâyı ki sûy-ı mâ bâz âyî Tu her çi
mîfermâyî heme şeker mîhâyî
A dayı, canın için olsun, gene
dön, gel yanımıza... ne buyurursan buyur, boyuna şekerler çiğnersin, ballar
yersin sen.80]
A güzel huylu, çık dama, tez dama yüz tut. bu yana iki üç
adım at; şu sarhoşların razılığını elde et.
Usanmışsan sarhoşlardan bir sağrak al. cana rahat verir o,
adamın elinden tutar, masaldan kurtarır insanı.
A cana canlar katan güzel, yarın gelirim diye vaad etmedin
mi bize? Ne de aldatış bu, ne de yalan.
A çekingen güzel, dudağımızı öpersen mürâîliği bırakmış
olursun, güzelliğine güzellik katarsın.
Başını bir kerecik pencereden çıkar, ahdini berkit,
şekerlerle doldur; düny ay ı incilere boğ, inan da bir sına hani.
İyilik fidanını dik, gül fidanını silk. y akınların
yanlarına gel, kötülük etme onlara.
İki göze de bir uyku ver; zamana bir parlaklık, bir güç
kuvvet bağışla; susamışlara bir su ver, koruğa bir lezzet ihsan et.
Çengi al, tene-ten diye çalmaya koyul; gönlü ayrılıktan
sök, at... apaydın şarabı getir de mahmurluğumuzu gider bizim.
Şu usançtan vazgeç, pencereden bak; dostlarla şarap iç.
dostların arasında bulunmak daha hoş.
Kendimden geçtim de açılıp saçıldım; sevgilime dedim ki:
Nereye düşersem düşeyim, gamınla eşim dostum ben.
El çırpışına bak, sarhoş gözlerini seyret; oltaya benzeyen
saçlarına dal; hasılı nesi varsa bak da gör.
Eteğini tuttum mu, pek yücelirim; balla karılmış süte
dönerim; onun lûtfuna karşı öleyim gitsin.
A güzelim, bir avuç kaza berbat çalma; nehir yokken gemi
yürütmey e kalkışma; ortalama bir yol tut.
Güzelim tohumlar ek ki yarın
yeşersin... çünkü burda ne ekersen onu biçersin orda.
Bir tohum ektiysen neden pişman oldun? Dağda, çölde bile
olsan yürü; altından tasın var.
Usandıysan a güzel, yürü,
işveleriyle dal uykuya. ateşlerle dolu dünyadan gizlice, bir hoş hoş kaç
gitsin.
Bu yandan göz yum, hırsızlamaca
yoldan git. gizlilik âleminde esenleş, can kanadıyla uç.
Âşık oturarak uyur; çünkü sabır
yaraşır ona. Azrâ için Vâmık yeğinleşir, ileriye atılır.
Artık söylemeyi kısa kes; susuşu yoldaş edin; padişahlar
padişahına bak; o ay yüzü seyre dal.I8U
XCIX
Ez begeh ey yâr z’on akaar-ı
semâ’yî Deh be kef-i mâ ki nûr-ı dîde-i mâyî
Sevgili, erkenden o gökyüzünün
şarabını sun
elimize; gözümüzün ışığısın sen.
Her seher elinden nasibimiz var;
döndür o kadehi; güneş yüzlüsün sen.
Hem de bana sun a Ay, sunma
başkasına; ahdinde dur, vefa göster, çünkü vefalı bir padişahsın sen.
Toz duvakları altından görünen
güzelim bir y eniay sın; dertlere güzelim bir demansın sen.
Döndür kadehi; aşkının devri geldi
çattı; halk nerde, senin gibi eşsiz güzeller nerde?
Ay yüzüne bir değer biçebilseydi
gökyüzü, zerreler kadar can feda ederdi sana.
Bütün padişahlığınla beraber
lûtfet de bize sâkîlik et; mahmur susuzlarız çünkü.
Âdem, senin için dağarcık, zembil
aldı eline; Havva senin için Havvalığını y aptı.
Bunları yapan Âdem’le Havva
değildi; yaratan çeşit çeşit Tanrılıkta bulunuyordu.
Uçmağın dört ırmağı da senin
kadehinde; bu
gittikçe ululanan ululuk altı
yönden, beş duygudan değil.
Bu solukta bütün parça buçuklarımızı aç, saç da tanıklık
naraları göğe ağsın.
Şu çayırlıkta goncanın ağzı, çene topağı, sen ağzını
açasın da gülesin diye gülüp durur.
Senin güneş yüzün görünmese devlet kuşunun gölgesi bir
kutluluk vermez.
Kadehsiz ev, ne güzeldir, ne aydın... Rehâvî makamından
çal, kurtuluş onda.
Binlerce deniz değerindeki miski saç, dök gitsin.
oturamaklı bir dağsın, cömertlik denizisin sen.
Her gece gayb âleminden, âdeta bir çoban gelir de yayıma
salınmış develer gibi canları bedenlerden kurtarır.
Develeri gizlice yokluk yurduna çeker de bağış
yeşilliklerinde bir hoş yayar.
Ama yolu görmesinler diye de gözlerini bağlar onların;
çünkü ilâhî bir yoldur, nefis, dilek yolu
değil.
Yaya, padişahın ayağına yüzünü koydu mu da yokluktan-yoksulluktan
âdeta iki atla kaçar gider.
Ondan sonra da ferzin gibi artık eğri yola sapmaz;
Hindistan’ı uman fil gibi rüyalar görür.
Mat ol da dedikodu oyununu bırak; çünkü yol göstermek, o
satranç padişahının hakkıdır.
C
Tu cân-ı mâyî mâh-sîmâyî
Fârıg zi cümle endîşekâyî
Canımızsın bizim, melek yüzlüsün... bütün düşüncelere boş
vermişsin sen.
Düşünceye dalmışsın da hastalığına ilaçlar arıyorsun;
fakat asıl hastalığını arttıran da düşünce.
Düşünceyi bırak, şaşkınlığını arttır. düşünce eri
değilsin, arılık duruluk, zevk, safâ erisin sen.
Bu yolda düşünce bir ejderhâ kesilir... benim canım, deli
divane ol; neden akıllısın?
Adı kötüye çıkmış Mecnun savaşlardan, çekişlerden
kurtuldu. fakat aklı başında olan bir kurtcağız ejderhâ kesildi gitti.
Koza kurdunun düşünceleri var; çünkü sanatını göstermek
ister o.
Sanatını gösterir, bir şey doğar, meydana gelir; gelir ama
bu şaşkınca düşünceyle de kendinden olur o.
Sanatı bırak, sanatkâr yeter sana. fazla tanıklık etme,
tanık olarak da yeter o, güzel o larak da yeter.
Yoklara odur varlık veren; kalpları odur geçer akçe haline
getiren.
Gökyüzüne biteviye bir dönüş vermiştir o, elsizdir,
ayaksızdır gökyüzü ama bundan bir ziyan gelmez kendisine.
Dikkat et de çok söyleme, sus. her ne kadar kendinde
değilsen de gene susmaya gayret et.
Cân-ı cân-ı mâyî hoşter ez helvâyî
Çerhrâ por kerdî zînet-o zîbâyî
* Canımıza cansın, tatlılardan da
hoşsun... gökyüzünü süslerle doldurdun, bezedin.
Varlıkların dadısısın,
sarhoşlukların kaynağı. sarhoşların sâkîsisin, başların âfeti.
Toprağın bağısın, definesisin,
gönüllerin meşalesi. senin çevrende dönmüştür de yüceliği bulmuştur Zühal.
Gelirim diye vaad ettin, vaadimde
dururum dedin; a ay yüzlüm benim, kimleri bekliyorsun?
Bağış zamanı sevgili, madensin,
denizsin sen. söylemeye başladın mı, sanki şeker çiğnersin.
Sensiz bir pervaneyim, yerin
meydanda değil. gönüller, ardında şaşırmıştır, yerden yere gitmede.
Ne buyurursan buyruğun akılları
kapar, ömre
ömür katar, gözlerimizi açar.
Senin bulunduğun meclislere, sen
izin vermedikçe can bile giremez a benim padişahım.
Sensiz yalnız kalırsam, budur en
acı kadeh a canım benim, budur en sarp tuzak a cihanım benim.
A benim sevdama düşen, nasılsın
dersen, bu benim en hoş dileğimin ele geçişidir; en faydalı kârımdır.
Pişkinlere şarapsın, hamlara
sütsün... balın, sütün için kanlara bulanışa bak.
Aşkın ciğerlere karılan ne de güzel bir şey. Kan
dökücülükte elin her elin üstünde.
Her el bir sarhoşun elini tutsa,
değil mi ki sen mey danda değilsin, esriklere gene çare yok.
Canları deniz bil, bedenleri köpük
say... fakat sen gel ey denizin incisi, sen gel.
Efendim, sahibim, konak yerim,
yatağım; her şeyi örneksiz yaratansın, her parça buçuğu esriten.
Sabahları ışıtan, canları y aratan... suya kandırdığın
vakit de şarabıyla keremler buyuran.82]
Ben elimi ağzıma koydum, ağzımı yumdum. sen söylersin
artık, zâti sensin söylemeyi veren.
CII
Ne zi âkılânem ki zi men begîrî
Hıredem tu bordî çi zi men begirî
Akıllılardan değilim ki suçuma
bakasın. aklımı sen aldın, götürdün, benden ne istersin?
Horum, hakirim ama aşağılıkta
bulunmam; vallahi gök kubbeyi bile iki habbeye satın almam.
Mademki elim açık, mademki pek
esriğim; sun a kardeş yoksulluk kadehini.
Ne y aşamay ı isterim, ne zekât isterim; ölsem bile beylik
etmem ben.
Mademki aklın var, kaç benden;
hele uzaklaş
benden; bu yürekliliği göstermeye
kalkışma bana.
Bildiksen iki gözümüzsün bizim... kabul edersen kulluk
edeyim sana.
* A Muhammed, n’olur bir gececik
uyumasan da çalsan dursan... için geçip gitmese.
Güzel bir huyun var; tanınmış bir
padişahsın; sâkî, ölümsüzlük şarabından sun bize.
Sarhoşların cefası yüzünden
dostları bırakıp gitmezsin sen. yolun y ordamın güzel; ok y arasına benzemezsin
çünkü.
Rûy-ı tu ber negrîz-i kân mâned
Zolf-i tu be nakş-bend-i can mâned
Yüzün madene renk verene; saçların
cana şekil ihsan edene benziyor.
Gül yaprağının gölgesi yüzüne
vursa, o nazik yanağında bir iz kalır.
Senden ayrıyken geçen bir gün bir
yıl çeker... yoksul âşık öylece genç kalır gider.
Gönlü daralmış görünüy orum ama dar gönüllü değilim;
nihayet gönlüm o ağza benziyor.
Benim gözüme gel, benim gözümle
bak da yüz binlerce cana benzeyen bir beden seyret.
Yediyüz yetmiş yılının kadri
yüceltilmiş Muharrem ayı ortalarında gazeller,
Allah’a hamd edilerek,
Peygamberine rahmet okunarak bitti.
Tercemenin bitiş tarihi: 27 Cumaze’l-ahıra
1379 ve 28 Aralık 1959
SONRA BULUNAN ŞİİRLER
Dîvân, bundan sonra rubailere geçiyor, “Y” harfinin sonuna
dek rubailer var. Sonra bir yaprakta dört gazel var. Bunlar herhalde sonradan
bir başka dîvânda bulunup yazılmış. Bu dört gazelin biri mükerrer, üçünün
tercemelerini sunuyoruz.
— D —
Eger dil ez gam-ı dunyâ codâ tevânîkerd
Neşât-o ayş be bâg-ı bakaa tevânîkerd
Gönlü dünya gamından ayırman
mümkünse, ölümsüzlük bağında neşelenmene, zevklenmene de imkân var.
Riyazat suyuyla gusledersen, bütün
gönül pisliklerini arıtırsın.
Hevesler durağından iki adım
ilerlersen, ululuk haremine konabilirsin.
A gönül, anlamlar denizinde o inci
yok mu_ hani değer bakımından paha biçemezsin ona.
Himmet eder de toprak durağında
konak edinmezsen, yücelerin en yücesini durak edinirsin.
Başını düşünce koynuna eğersen, geçmiş zamanlarını kaza
edebilirsin.
Fakat bu çevik yolcuların
sıfatıdır; sense dünya nazeninisin, nerden aşacaksın bu yolu?
Sen ne ecelin elini, ayağını bükebilirsin; ne dünyanın
renginden, kokusundan geçebilirsin.
Kötüler kötüsü benliğinle
savaşabilirsen, gönülle can Rüstem’isin, erlerin sâkîsi.
Aşk derdi, tutar da sende baş
gösterirse, onun gamına düşer de bu dertle gönlünü sağ esen bir hale koyarsın.
Şu anda nasıl-niçin dikenliğinden
geçebilirsen, ona kavuşma cennetinde y ay ılır, gezersin.
Devlet kuşunun soyundansan, kuzgun
soyu değilsen, canında devlet kuşuna bir özlem belirir.
Devlet kuşunun gölgesi Tebrizli
Şems’tir; gayret et de o padişahın gönlüne gir, onun gönlünde yerin olsun.
Zi Şemsüddin-i mehdomî kadehvâr
Ki ender fiy’ şerâbî hest çün nâr
Ulular ulusu Şemseddin’den bir
kadeh sun; onda nar gibi bir şarap var.
Şemseddin’i övüş sopasını yere at
da Mûsa’nın sopası gibi ejderhâ olsun.
Ulular ulusu Şemseddin’in sopası,
bir uğurdan bütün büyüleri, bütün kerametleri yok eder gider.
Yeni baştan anlam sarhoşlarını
görürsün; sırların ta öte yanından çıkagelirler.
Dört günceğiz sonra filân da
geliyor deyin de o sarho şlara benden selâm söyleyin.
Deyin ki: Bedenim canımın ayağında
diken; şimdicek ayağımdan o dikeni çıkaray ım da geliyorum diyor.
Diken ne de meydanda, fakat ay
ağım
görünmüyor... ey işi gücü iyi dost
bu iş, böyle tersine işte.
Özü gizli de dünya meydanda; sanki özü dil de dünya söz.
Gönülden bir sözdür doğar, yüz yüzü vardır; her yüzünden
çengden çıkan ses gibi yüzlerce telden ses çıkar.
Söz kalmaz, fakat gönülde söz doludur; dünya kalmaz, fakat
Tanrı gene de vardır.
* “Tanrı’nızız biz, gene de ona dönüp varanlarız” âyetinin
sırrı zuhur edince o söz bitti gitti; fakat bu iş gönülde duruyor.
Sen gönül sırrının sırrını ararsan, ulular ulusu Şemseddin
sevgili olur sana.
Fakat o istemedikçe arayamazsın onu; istemedi mi, inkâra
bağlanır kalırsın.
Şemseddin’in denizlerine düştün mü, sana artık ne az
vardır, ne çok.
O vakit sana karşı, dünyanın bütün ışıkları bir soluğa
tutsak olmuş görünür.
Bütün dünyaya ulular ulusu,
seçilmiş Şemseddin’in sayesinde can bağışlarsın.
Tanrı gibi hem sökersin, yırtarsın, hem dikersin,
onarırsın... kaparsın, açarsın.
Dilersen kendini gösterirsin,
dilersen gizlenirsin.
Herkesi, her şeyi çırılçıplak
görürsün de yurt ıssının lûtfuyla seni kimsecikler görmez.
Can dünyasında padişahlar padişahı
olursun, bir padişahtan bir mağara elde edersin.
Bütün övüncün ancak Şemseddin’le
olur, onun kapısında mağara hizmetçisi kesilirsin.
Boyuna Şemseddin, Şemseddin
diyedur; Şemseddin’den gene Şemseddin’e feryat et.
Çün heme ışk-ı rûy-ı tust cumle rezâ-yı nefs-i mâ
Kofr şodest lâcerem terk-i hevâ-yı nefsi mâ
Özümüzün bütün razılığı, yüzüne karşı duyduğumuz aşktır;
bu bakımdan da özümüzün dileğinden geçmek küfürdür bize.
Mademki aşkınla dirildi, nefsimizle nasıl savaşa
girişiriz? Nefsimizin haccı da kanlı bakışlarına ulaşmaktır, savaşı da.
Nefsimizin yeri yurdu, ikiye bölünmüş büklüm büklüm
saçlarındır; bu yüzden nefsimizden ancak bir gölgedir beliren.
Aşk öylesine bir ateş yaktı, yandırdı ki abıhayat bile
ondan utanmada... Sor bakalım, kimin için yalımladı bu ateşi? Nefsimiz için.
On sekiz bin neşe, zevk âlemi gösterildi de nefsimiz anc
ak senin güzelliğine karşı coştu,
ancak onu istedi.
Tamu kâfirlerin yeri, uçmak
müminlerin... aşk âşıklar için; yok olmaksa nefsimize değer ancak.
Vefa gerçeğinin temeli, razılık
özetinin sırrı, canın ıssı Şemseddin’dir, nefsimizin arılığı bizim.
Binlerce misk bedenlinin güzel
kokulu canına karşılık, nefsimizin gözleri aydın olsun diye Tebriz toprağından
sürmeler geliyor bize.
Mübârek bâd ber mâ in Ferîdûn
Ki gerded pâdşâh-ı din Ferîdûn
* Bu Ferîdûn kutlu olsun bize;
Ferîdûn din padişahı olacaktır çünkü.
Gökteki Ay gibi parlaktır, apaydındır; Mısır ülkesi gibi
şeker mi şekerdir; tatlı mı tatlıdır Ferîdûn.83]
Devlet yağız atına eyer vurur da
kutluluk meydanında top-çevgen oynar Ferîdûn.
Tümden güneş, tümden arılık
olarak, kinden arı bir halde devlet burcundan Ay gibi doğdu Ferîdûn.
Yücelik, oturamaklılık kılıcıyla
gam Dahhâk’ının boynunu keser Ferîdûn.
Tanrı’ya hamd olsun ki şimdi
devlet köşkünde mevkileri arttırır, töreler kor Ferîdûn.
Tarih bakımından yetmişinci yılda,
salı günü anasından doğdu Ferîdûn.84]
Aylardan Zi’lk’adeydi, sekizinci günüydü, sabah namazından
iki saat sonra dünyaya geldi Ferîdûn.85]
Husrev’in belinden geldi; bu
bakımdan da Şirin gibi sevimli olur Ferîdûn.
Anadan da soylu soplu bir
padişahtır, babadan da... Kara gözlü huriler gibi cennetten geldi Ferîdûn.
Akıllanınca, boy atınca bu şiirimi
beğenir Ferîdûn.
Ömrü binlerce yıl uzasın; sen de âmin de ey Ferîdûn.
Dîvân’da bundan sonra, bahirlerde
bulunmayan ve herhalde sonradan ele geçen bir nüshada bulunan gazeller yazılıyor.
Biz de aynı tertiple tercemeye devam ediyoruz:
“Ey aşkı, kutluluk göğünde
uçanlara kol kanat
veren”den kalanlar.
(c. I., Bahr-i Recez) “müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
müstef’ilün”
— A —
Fîmâ terâ fîmâ terâ yâ men yerâ ve lâyurâ
El-ayşu fî eknâfinâ val’l-mavtu fî erkâninâ
Ey gören, fakat görünmeyen; görüyorsun ya, zevk, neşe
çevremizde, ölümse temellerimizde.
Bizi kendine yaklaştırırsan ne
mutlu bize; bizden gizlenirsen eyvahlar olsun bize.
Övünçlerle kalbimden seni çağırdım
ey her yerde hazır, nazır olan... ey kerem sahibi, ey suçları örten, aşağılık
halimize acı, lûtfet bize.
Ben gidiyorum, sense şu yolda, bu
yerde balçığa kakılıp kalmışsın. fakat bir rızık gelirse y arısı bana, yarısı
sana.
Suyun dışındaki gemi nasıl yürür
gider? Fakat alıcıya da, satıcıya da bol bol inciler geliyor.
Bol bol inciler geliyor; değirmi
Ay geliyor; pek
yakınlarda göz ışığı geliyor işte.
Güzelce topluluğa gir, şekerden başka bir şeye ayak
basma... o cana can katan parmaklarla şarap sağrağından başka bir şeyi tutma.
— N —
Ey dil şikâyethâ mekon tâ neşneved dildâr-ı men
Ey dil nemîtersî meger ez yâr-i bî zinhâr-ı men
A gönül, şikâyetler etme de
sevgilim duymasın; aman nedir bilmeyen sevgilimden korkmuyor musun yoksa a
gönül.
A gönül, kanıma girme; Ceyhun’a
dönmüş gözyaşlarıma dalma... yoksa geceleyin sehere dek sürüp giden
feryatlarımı duymadın mı ki?
Hatırına gelmiyor mu? Hani bir gün
konuşurken artık demişti; benim gül bahçemi düşünme.
Kendi miktarını bil, şu gül
bahçesinin adını anma; benim dikenimi biliy orsun ya, bu yetmez mi sana?
Dedim ki: Canıma aman ver;
şimdicek başım ağırlaştı, a şarap sunan sâkîm, bana şarap
sunmanı istiyorum.
Güldü de, peki ama dedi, aşırı
gitme; gidersen a benim sarhoşum, a benim ayığım, başın böylece döner durur.
Lütfedeceğini görünce ayaklarına
kapandım da sen bana yâr olmazsan dünyada yaşamam ben dedim.
Dünyada kalma, yok ol da apaçık
yüzümü gör; böyle olmasını istiyorsan öyle ol; bil ki y okluktadır benim işim
dedi.
Senin tuzağındayım, kadehin olmadıkça
nasıl yiterim... canımı al da bir kadeh sat; ondan sonra seyret benim pazarımı
dedim.
Dil dî herâb-o mest-o hoş her sû hemîoftâd ezo
Der golboneş con sed zebon çün sovsen-i âzâd ezo
Dün onun yüzünden yıkılmıştı
gönül; her yana düşüp durmadaydı; gül bahçesinde can yüz dilli süsen gibi
yüzlerce dile sahip olmuştu.
Gönüller onun dudaklarından ebedî
olarak Husrev gibi Şirinleşmiş, tada tuza batmış... fakat bir zamancağız
gizlendi mi, onun yüzünden Ferhad gibi feryada başlarlar.
Külhana benzeyen tabiatta ansızın
bir halife yüz gösterdi; müminler emîrinin yüzünden yüzlerce Bağdat’a övünç
oldu.
Göklerde melekler, onun ışığıyla
noksan sıfatlardan arı olduğunu söylerler, bu tesp ihten zevk alırlar. bütün
ibadet edenlerin canları, onun yüzünden kılavuzluk gözüne, yolculuk
ışığına kavuşur.
Yüz binlerce can onun çevresinde;
oysa Ay gibi ortada... sarhoş bir halde salına salına gitmede, kem gözler
görmesin onu.
Ay’ın on dördünün ışıkları, onun
yüzünden bir ışık. amber saçlar da o şimşad boylunun büklüm büklüm saçlarından
bir iz.
Aşk padişahının ordusu yüzünden
bir dünya yıkılıp gitse, o padişah yıkılan bir dünya yerine yüzlerce canlara
can olan düny a kurar.
O bakışlar, âşıklara zulmeder ama
adaleti iki dünyaya da güzellik vermiştir, alım vermiştir.
Şu yeryüzü, bu güzeller
padişahının ondan doğduğunu zerre kadar anlasaydı, nazlanır, ululanırdı da
gökyüzüne ayak basardı.
Akıl küstahlık etti de kapısına
koştu, fakat y aralandı gitti. can o yarayı görünce edep bakımından ona hoca
kesildi.
Onun yüzünden putlara da, put
yapanlara da yüzlerce gürültü düştü; hepsi de onun yüzünden
feryat ederek ellerini göğe
açtılar.
Bu ne biçim güneş ki dediler,
felekten bu güzelliği elde etmiş... şu abıhayat onun yüzünden nasıl da böyle
bir deniz oldu da coştu, köpürdü.
Onun şu aşkı sonunda can gelininin
perdesini yırttı da bütün âlem varından yoğundan geçti, ona damat oldu.
Ulular ulusu Şemseddin’in eyer
örtüsünü başına koy an kişi, öylesine yüceldi ki, ululuğu yüzünden Cebrâil bile
onun kapısında kanadını aç amaz oldu.
Sırrını daha tez açar da can
Tebriz’inin gözleri görür; ona haset edenlerin görmeyen gözlerini de kör eder
gider.
“Nice demdir toprağımıza katre
katre, yudum yudum öylesine şarap döktü ki”den kalanlar.
(c. I., Bahr-i Muzâri Arîz)
“müstef’ilün feûlün müstefilün feûlün”
Ey dil eger kem âyî kâret kemâl gîred
Morget şikâr gerded seyd-i helâl gîred
A gönül, az söylersen işin
olgunlaşır; kuşun avlanmaya koyulur, avın helâl olur gider.
Ay, Güneş’in gölgesinde su gibi
akar, koşar... yeniay haline girer ama derken dolunay olur gider.
Gerçek yolunda hayali terk eden
kişi, hayal gibi gönüllerde konak tutar.
Nerde “Gerçekten de Tanrı’ya
döndürdüm yüzümü” diyen Halil? Kulağı burulacak can, ay aklar altına düşer.
Lahnaya dönmüş yüzünü kızıl
boyalarla boyar ama kokusu berbat eder onu, rengi de çıkar gider.
Yüzünü yüzüne koyma da padişahlar
padişahı yüzünü Güneş gibi ululuk ışığıy la ışıklandırsın.
Güneş’in de yeri mi? Öyle kişinin
yüzünün ışığı, gökyüzünde yüzlerce Güneş’i, yüzlerce Ay’ı halden hale sokar.
Dünyanın ilk kocalarına bak da
gör, ne haldeler onlar? Bu delili anlayan, bilen, hiç onun cilvesine aldanır
mı?
Yüz binlerce akıllıyı çuvala sokmuş o... nerde bir olgun
akıl ki çuvalı bıraksın.
Tanrı, yanağı güzellerin
yanaklarına bir yazı yazmıştır. fakat bu yazıya, şu bene alınan, aldanan kişi,
o yazıdan da kara bahtlıdır.
Yazı bulutundan çık dışarıya;
dayıdan, amcadan ayrıl. ayrıl da Ay her akşam senin yüzüne baksın, kutlu fallar
açsın.
On meh ki hest gerdon gerdân-o bî karâreş
V’on con ki hest in con vin akl musteâreş
Şu Ay var ya, gökyüzü onun
yüzünden dönmede, onun yüzünden kararı yok... şu can var ya, bu can da onun
iğreti verdiği bir şey, bu akıl da.
O, her solukta canlara yeniden
yeniye dileklere koyulma hızı verir. fakat bu dilek hızını onun dileği kırar,
döker.
Ben ne beden bilirim, ne can; ne
bunu bilirim, ne onu. yalnız dünyada onun mahmur gözleri gibi gözler var mı?
Bunu da bilmem ben.
O gündüze benzer yüzü, o gönüller
ay dınlatan rengi. o tövbeleri yakıp yandıran lûtfu, o b ahara benzeyen huyu
husu bilmem de bilmem.
Aşkı, tövbenin belâsıdır; tövbeye
lâyığını
vermiştir. tövbeleri yiyip sömüren
aşkına karşı tövbeyi anmanın da yeri mi?
Dostu da onun yolunu vurmada, düşmanı da. bu bakımdan onun
eteğine sımsıkı sarılmışız biz.
Onun kadehini aldıktan, o kadehin dönüşünü, birbir
dostlara sunuluşunu gördükten sonra, cefasını çekmek değer mi değer. Değil mi
dostun kulağına yapıştın, öpedur küpesini.
Ben saçlarının halkalarını aşkla sayıp duruyorum; yoksa
kim o halkaların sınırını bulur, sayısını bitirebilir?
Gönül, sayılı solukla lûtuflarını sayıp dökmede. ey onu
ağlaya inlete öldüren, sen de lûtfet, bir can bağışla ona.
X
Ruhîst bî neşan-o mâ garka der neşâneş
Ruhîst bî mekân-o ser tâ kadem mekâneş
İzi belirmeyen bir can var; biz onun izine
dalmışız, eserine batmış gitmişiz... Mekânsız bir can var;
fakat baştan ayağa dek her yerimiz onun mekânı.
Onu bulmak istiyorsan bir soluk arama onu; bilmek
istiyorsan bir soluk bilme onu.
Onu gizli gizli ararsan apaçık oluşundan uzaksın demektir;
fakat apaçık ararsan, bu sefer de gizliliğini görmezsin, perde altında kalır
gidersin.
Bir kesin delil elde eder de apaçıktan da, gizliden de
çıkarsan, bir hoşça ay aklarını uzat da onun amanını elde ederek uyu gitsin.
Sen yol yürümeyi bıraktın mı, canın yürümeye koyulur. o
zaman onun canından, onun rûhundan ne rahmetler gelir sana, ne rahmetler.
A canını hapseden, ne vakte dek dizgin kasacaksın? Sür
atını onun dünyasına; ama sıçratma sakın onu.
Bedenin körlüğünü göz önüne al da hırsa düşmeden ayağını
bas; çünkü beden, hırsı yüzünden ona terceman olamaz.
İki somun için aşağılık kişiler gibi ne vakte dek
koşacaksın? Üç yudum ekmek için ne zamana kadar onun kılıcını yiyeceksin?
XI
Der ışk-ı âteşîneş âteş behord âteş
Bî çehre-i hoş-ı o der hoş hezâr nâheş
Onun ateşli aşkıyla ateş bile,
ateşler yemiş... onun güzelim yüzü olmayınca güzellik, hoşluk, binlerce
çirkinliğe, binlerce kötülüğe uğramış.
Yürek senin yüzünden şahrem
şahrem, otur da kebap ye. kan, şarap gibi coşmada, otur da şarap iç.
Bir kulağımı şarap tutmuş,
çekiyor; öbür kulağımı da o çekmede. A gönül bu çekişme arasında otur da şarap
içmeye bak.
Altı yöne tesir edip iş gören yedi
yıldızdır ama ey aşk, sen bu altı yönden, yedi yıldızı da tuttun, çekip
yırttın, bir yana attın gitti.
Ben, kimi Güneş gibi yüzlerce Ay’a
sermaye
bağışlamadayım; kimi de Ay gibi
sevgilinin yüzünden Ay gibi eriyip gedilmedeyim.
Bir münkir aşktan kaçarsa bu
görülmemiş bir şey değildir ki... Gözü sulanan adam güneşe b akamaz.
Gerçekten de yokluğunuzdan dolayı
vefanın başı dönmede. gerçekten de sevginin yüzünde gözyaşlarımdan izler var.
Gönül sana kavuşup sesini duymadıkça nasıl sabretsin.
kulak sana ulaşıp haydamanı duymadıkça nasıl yücelsin, esenleşsin?]86]
Âlem girift nûrem benger be çeşmhâyem
Nâmem behâ nehâdend gerçi ki bî behâyem
Işığım dünyayı kapladı; bir gözlerime bak... değerim yok
ama adımı değer taktılar.
O lokmayı kimse yememiştir, kimse
bir zerresini bile alıp götürmemiştir. hal böyleyken şu yüceliğe bak ki ben
boyuna çiğneyip durmadayım o lokmayı.
Gökyüzü, Arş, Kürsî, halktan iyiden
iyiye uzaktır ama ben uyanıkken de ağar dururum oralara, uyurken de.
Orası ışık dünyası, hem huriler
var orda, hem köşkler var; neşe yeri, düğün dernek meclisi orası. ordan kalkıp
da kendime gelemem ben.
Cebrâil perdeci, erler de bu
perdenin ardında. ben o erlerin halkasına yüzük taşı kesilmişim;
tutup da yüzük halkası olamam.
îsa, Mûsa’nın eşi; Yunus, Yusuf’un
dengi... Ahmed’se yapayalnız oturmuş; yâni ben onlardan ayrıyım diyor.
Anlam denizi aşktır; her birisi o denizde bir balık.
Ahmed’se denizdeki inci; işte şuracıkta; gösterip duruyorum sana.87]
“Meyhane dilberi bizi eve
çağırmaya geldi”den kalanlar.
(c. II., Bahr-i Hezec Ahrab)
“mef’ûlü mefâîlün mefûlü mefâîlün”
“Tercî-i Bend”
Bâz in dil-i ser-mestem dîvâne-i on bendest
Dîvâne kesî bâşed k’o bî dil-o peyvendest
Gene şu deli gönlüm o bağla
bağlanmış benim... fakat asıl deli o kişidir ki gönül nedir bilmez, bir bağla
da bağlanmamıştır.
Sarhoş o kişidir ki kendinden
haberi yoktur; arifse bizim gönlümüzdür; sayıya, sınıra sığmaz çünkü.
O padişahın yüzük halkasının
taşıyım ben. a kör, bana bak; gülüm ben, padişahsa şeker.
Ne topraktanım, ne yelden; ne
ateştenim, ne sudan. herkesin, adına and içtikleri var ya, tümden o oldum ben.
Ben o Ay’a îsa kesildim, göklerden
geçtim,
ağdım... sarhoş Mûsa’yım ben, şu
yamalı hırkamın içinde Allah var.
Deli divaneyim, sarhoşum; beden kadehini kırmışım. öğüt
dinlemem ben; benim yerim, benim lâyığım bağlanmaktır.
Meyhane rindiyim, neden sûfî olacakmışım? Kadehi kim yeter
bulmuş, kim kadehle hoş bir hale gelmiş, ne diye şarap içecekmişim?
O denize batmış, boğulmuşum; neden katre olayım ki? Canım
da diri, gönlüm de; neden ölü olayım ki?
Beden şu külhanda yatmış uyumuş ama can o gül bahçesine
gitmiş. Benim yerim yurdum yokken şu neyi inleten de kim?
Kendimden çekindim, Ay devrinden kaçtım. Arş’a sefer
ettim, bir şaşılacak şekle büründüm.
*
Davulla, sancakla, fermanla sarhoş bir halde, gazel okuya
okuya, ezel sırlarını aray a araya gene geldim o padişahın katından.
Gene şu deli gönül zincirini koparmada... gene şimşek gibi
çakıp parlamada, arslan gibi coşup kükremede.
Canım beden yayından ok gibi fırlayıp uçmada, gönlüm
Terazi burcunun yücesinde Ay gibi parlamada.
Can, Ken’an Yusuf’udur; beden kuyusuna düşmüş. gönül,
bağın bahçenin bülbülüdür; şu yıkık bedene düşmüş.
Sarhoşlukla yasemin gibi düşüp kalkmadayım. o çevgenin
yüzünden meydanda top gibi yuvarlanmadayım.
Padişahlar padişahıyım; hem oyum ben, hem buyum. padişahın
haznedarıyım, haznesiyim; incilerle, mercanlarla dopdoluyum.
* Padişahlar padişahının yanındayım; hem kulum, hem
padişah. Allah’la bile bulunduğum yere Cebrâil nerden sığacak?
Çıplak köpek gibi yamalı hırkaya da bürünsen, halkın
kanını içmedesin, halkı paralamadasın sen.
O öküzlerin ahırını ne diye yurt
edinirsin? Yoksul ol, öylesine bir hakanın toyunda kurban ol gitsin.88]
Ahmed, böyle beti benzi sararmış, sarhoş bir halde beni
görürse gözlerimi öper, ben de ayaklarına kapanırım onun.
*
* Bugün Ahmed benim, ama bıldırki Ahmed değil... Bugün
Zümrüdüanka benim, yemsiz kalmış kuşcağız değilim.
Bir padişah var ki bütün padişahlar katırcı kesilmiş ona.
bugün benim o padişah; geçen günün padişahı değilim ben.
Allahlık şerbetinden, Ene’l-Hak’lık şarabından herkes
kadehle içti, bense küplerle, fıçılarla içtim.
Ben canlar kıblesiyim, ben gönüller Kâbe’siyim... Arş’ın
mescidiyim ben, cuma mescidi değilim.
Sâf aynayım ben, kararmış, sırı
dökülmüş ayna değilim... Turusîna’nın gönlüyüm ben, kinlerle dolu gönül
değilim.
Ebedî sarhoşum; üzümün, bağın
sarhoşu değil. can lokması yerim ben, tarhana çorbası içmem.
Öylesine bir yüceliğin doğanıysan
nerde padişahlara değer kolun kanadın? Ayı değilsen, neden maymun kılığındasın
böyle?
A gümüş bedenlinin özlemiyle
sararıp altına dönen, sen altına âşıksın, altınsa benim rengime âşık.
Âlem tekkesinde, dünya
medresesinde benim gönlü sâf sûfî; yün hırka giyen sûfîlerden değilim ben.
Sus artık, yeter; sır perdelerini
pek o kadar yırtma; çünkü bize sınıkları onarmak, sırları örtmek yaraşır.
Her mûy-ı men ez ışkat beyt-o gezelî geşte
Her uzv-ı men ez zevkat humm-ı eselî geşle
Aşkınla her kılım bir beyit
kesilmiş, bir gazel olmuş... senin tadından her uzvum, bir bal küpü haline
gelmiş.
Yüzün Koç burcundaki Güneş; huyun
bal denizi. güne şinin her zerresi, ibadete koyulmuş bir er.
Şu gönül, havana uymuş da sevginle gönlünü havalara
kaptırmış. şu can, yüzünü görmüş de Koç burcu olmuş.
XV
On ışk-ı ceger-hore kez hon şeved o ferbeh
Ey bâr-ı Hodâ ber mâ nermeş kon-o
rehmeş deh
O ciğerler yiyen aşk, kanla
semirir... yarabbi, bize karşı yumuşat onu, merhamet ver ona.
Kan dökmediği gün bir zahmettir
belirir onda; âşıkın ciğerinden başka hiçbir şeyle iyileşmez o zahmet.
Oka benzer bakışını gördüm; can
dedi ki: Ne de devlet; o zıhın çekişiyle yay gibi doluyum ben, dolu.
Kara topraktım, yoklukta
gizliydim. aşkın mezarımın başına geldi de hadi kalk, sıçra dedi.
Sesinden sıçradım, kalktım; senin
zamanında yaşıyorum; sen de ahitleş benimle, vefa et ahdine, köyde sensin ağa.
Kendinde olmaksızın karşıma geç,
otur; beni de kendimden geçir de ne uluyu düşüney im, ne küçüğü.
Satranç tahtasında yayayım ben, at
istemiy orum; sana mat olmuş gitmişim; padişahım, yanağını y anağıma koy.
A îsa soluklu Yusuf, para olsa da
gam var, olmasa da... sen Cem’in kadehini getir; vallahi de sâkî sensin.
Gönlü ayna gibi sâf bir hale sokan şarabı sun;
cumartesiye, perşembeye vaad etmeyi bırak.
— Y —
Kad eskerenî Rabbî min kahvati midrârî
Va’stagrakanî’s-sâkıy min nâilihî’l-cârî
Rabbim buluttan boşanırcasına
sundukça sundu bana şarabı da sarhoş etti beni. Sâkî, akıp duran lûtuflarına
gark etti beni.
A bana ululuklar veren, a benim
vesveselerimi gideren şarap, buraya ancak sırlarımı açığa vurasın diye geldim
ben.
Aşk beni zahmetlere uğrattı; sevda
şifa bulmadı gitti; fakat ömrüm de onunla yüceldi, öcümü de onunla aldım.
Sun ey sâkî, kalan şarabından
sun... göğsümü işaret etme; seninim ben a geçip giden dost.
Bineklerinize bindik, muradımıza
erdik; bağışlarınızı aldık da cömert olduk. kim sizinle buluşur da kutluluğa
ererse, hiçbir zarar veren hayvan ısıramaz artık onu.
Çevremizde haller var; gözümüz
açıldı ona... Işık elbiselerine büründük; süsümüz gitmez artık.
A benim kulağım, mumum. a benim sarhoşluğum, şükrüm. a
şarabım benim, canım benim; senden başka kim varsa yabancı bana.89]
“Şütürün adı Türkçede nedir? Söyle, deve de”den kalan.
(c. II., Bahr-i Muzâri Ahrab-ı
Mekfûf) “mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilât”
Benmây roh ki bâg-o golistânem ârzûst
Bogşây leb ki kand-i ferâvânem ârzûst
Yüzünü göster ki bağ bahçe görmek,
gül bahçesi seyretmek istiyorum... Dudaklarını aç ki bol bol şekerler istiyorum
ben.
A güneş, bulut perdesinden sıyrıl
da göster yüzünü. o parıl parıl parlayan yüzünü görmek istiy orum ben.
Havandan gene doğan kuşlarını
çağıran davulun sesini duydum da tekrar geldim; padişahın bileğini istiyorum
ben.
Senin güzelliğin varken, senin
yüzün dururken bağı bahçeyi, dağı, ovayı dilersem, ölümsüz cennetteyken çölleri
istiyorum demektir.
Nazla bundan fazla incitme beni,
git dedin. îşte o fazla incitme demen var ya, o sözü istiy orum ben.
Kimi topluyum, kimi dağınık... bu iki halde de ümidim var;
o topluluk mumunu, o dağınık saçları istiyorum ben.
Can, gülüşlerle dolmuş ama gene de korkudan yummuş
dudaklarını; o gonca gibi gizli gülüşü istiy orum işte.
Bu kul kendinden geçmiş de sevgilinin eteğine sarılmış;
dost da kulağını tutmuş; oy saki yakama yapışmasını istiyorum ben.
Yol yok, izin yok diye dudak ısırışın, o kapıcının
nazlanışı, öfkesi, sertliği yok mu; onu istiy orum ben.
Bir elimde şarap kadehi, öbür elimde sevgilinin saçları.
böylece meydanın ortasında dönüp oynamak istiy orum ben.
Halkın bozuk düzen düşüncelerinden gönlüm sıkıldı; bana
yoldaş ol; dağa çıkmak, ovaya gitmek istiyorum.
Dün şeyh, elinde fener, bütün şehri dönüp dolaşmadaydı;
şeytanlardan, c anavarlardan usandım; insan arıy orum diyordu.
Biz de aradık, bulunmuyor dediler; o bulunmayan var ya
dedi; işte onu istiyorum ben.
Müflisim ama öyle küçücük akıyk istemem; ucuz; fakat eşi
bulunmaz akıyk madeni istiy orum ben.
Gözlerden gizlenmiş, fakat bütün gözler ondan... o apaçık
gizli sıfatı istiyorum.
Bülbülden daha fazla söylemedeyim, şakımadayım ama
aşağılık kişilerin hasedinden, kıskançlığından korkuyorum; ağzıma mühür
vurmuşum; oy saki feryat etmek istiyorum.
Halkın su içmek, ekmek yemek için ağlayıp şikâyet etmesi
ne vakte dek sürecek? O hayhuyu, sarhoşların naralarını istiy orum ben.
* Şu rebâb, beklemekten öldüm diyor, Osman’ın elini,
kucağını; mızrabını istiyorum ben.
Ben de aşk rebâbıyım, aşkım rebâpçı. Rahman’ın
lûtuflarındaki o rahmeti istiyorum ben.
A nazik çalgıcı, bu gazelin geri kalanını, istediğim gibi
sen say dök artık.[90]
XVIII
Benmây roh ki rûy-ı golistânem
ârzûst
Bogşây leb ki kand-i ferâvânem
ârzûst
Yüzünü göster, gül bahçesinin
yüzünü görmek istiyorum; dudaklarını aç; bol bol şekerler istiy orum ben.
Sevgili, yüzündeki örtüyü aç; o
parıl parıl parlayan yüzü görmek istiyorum ben.
A sevgilinin yeşilliğinden esip
gelen güzelim yel, bana es... gül bahçesini, bağı bahçeyi istiy orum ben.
Nazla, bundan fazla incitme beni,
git dedin. işte o fazla incitme demen var ya, o sözü istiy orum ben.
Havandan gene doğan kuşlarını
çağıran davulun sesini duy dum da tekrar geldim, padişahın bileğini istiyorum
ben.
Beni mahmurlaştır da darmadağın sözler söylet, zevkten
perperişan sözler söylemek istiyorum.
A Ay, aşkının derdi eteğimi tuttu; a Zühre, Isfahan
makamından nağmeler istiyorum ben.
Görünen bedenimi sen yıktın; içimi sen kebap ettin...
görünüşümle görünen, içimde gizli olan o belirtileri, o izleri istiyorum ben.
Sen katımdasın da ben canı seyretmeye gideyim; bu, ölümsüz
cennette çöllere düşmeyi istemektir ancak.
A padişah Salâhaddin, sensiz alımımız, varımız yoğumuz yok
bizim; senden başka ne varsa onu, istemiyorum ben.91]
*
Bu gazelden sonra “mefâilün feilâtün mefâilün feilün”
vezninin “D” kafiyesinden bir gazel yazılmış ki bu gazel, III. ciltteki LXXII.
gazeldir, bu gazeli tekrar y azmıy oruz.
“Kardeşim, yüzünü gördük, gönüller
tutsak oldu, tutsak”dan kalanlar.
(c. III., Bahr-i Müctes) “mefâilün feilâtün mefâilün
feilün”
— M —
Eger be akl-o kefâyet pey-i conon bâşem
Meyân-ı helke-i uşşaak zû-fonon bâşem
Aklımla fikrimle bir yol deliliğin
ardına düşsem, âşıklar halkasının ortasında hünerlere, marifetlere sahip biri
olurum.
Aşk ülkesinde Süleyman’ım ben,
dilim de Âsaf... artık ne diye her afsun ilacına bağlanıp kalayım?
Halil gibi ben de Kâbe’den başımı
döndürmeyeyim; Kâbe’de oturayım, Kâbe’ye direk kesileyim.
Binlerce Rüstem-i Destan tozumuza
bile erişemez; şu kahpe nefsin elinde ne diye zebun olayım?
O kanlı Zül-fekaar’ı elime alayım;
zâti aşk şehidiyim; kanlar içinde kalayım gitsin.
Şu alanda Er-Rahman bülbülüyüm ben, sayımı, sınırımı
arama; sayıdan, sınırdan dışarıyım ben.
Beni Tebrizli Şems, aşkla yetiştirdi; Rûhü’l- Kudüs’ten de
ileri geçerim, Tanrı’ya en yakın meleklerden de.
— N —
Be solh âmed on Tork-ı tond-i erbede- kon
Gereft
dest-i merâ goft Tanrı yarlıgasun
O kavgacı, sert Türk barışmaya
geldi; elimi tuttu da Tanrı yarlıgasın dedi.92]
Feleği, eğri büğrü dönüşünü
sordum... başı, dibi olmayan sözü bırak demek istedi de dudağını ısırdı.
Neden böyle dönmede diye sordum ona; yaş odun dedi; tüter,
tütünün baş ağrısı vermemesi mümkün değil.93]
Yeni bir haber duydun mu dedim;
dedi ki: Eski kulağa yeni haber girmez ki.
Dar, çekik gözlü Türk’ümün yüce himmetini biliyorsan; bu
sırra ermişsen gel de sen anlat.
Görmedik bir hasis değilim ama yol
dar,
nerkise benzeyen gözlerimden onun
bulunduğu yere bir yol aç.
— Y —
Berest cân o dilem ez hodiyy-o ez
hestî Şodest hâs-ı şehenşâh-ı rûh der mestî
Canım da varlıktan, benlikten
kurtuldu, gönlüm de... Can, sarhoşluk âleminde padişahlar padişahının öz kulu
oldu gitti.
Ne varlıktır ki ansızın yoklukta
can buldu; ne yücedir ki böylesine bir alçaklığa can kesildi.
Bilmediğim şey, doğruldu, doğruldu
ama o Ay’ın doğruluğuyla da beni kırdın geçirdin sen.
Aşkın hacamat etti beni, boynumda
damarı yarıverdi; kendimden geçtim; ne de el çabukluğu dedim.
Yokluk hekimi sıçradı, kulağımı tuttu da müjdemi ver dedi;
varlıktan kurtuldun.
Seher yeli ne vakit esecek diye
beklemekten kurtuldun. artık ne denize zebunsun, ne oltaya bağlısın.
Mademki geçer, hazır akçeleriyle o keseyi doldurdun,
beline bağladın; bu çeşit şeyleri Tebrizli Şems’ten alıp satmaya koyul.
XXII
Bedîd geşt yeki âhuyî derin vadi
Be çeşm âteş efkend der heme vâdî
Şu ovada bir ceylan göründü; gözleriyle bütün yazıya
ateşler saldı.
Atlı, yaya, herkes tutmaya seğirtti; hem de tam bir
gayretle; senin gibi gevşekçe değil.
Bir iki saldırdılar ama o gözden yitiverdi; öylesine bir yitti
gitti ki, kimsecik ustalıkla bir koku bile alamadı ondan.
Geri dönmek için dizginlerini çevirdiler; derken gene
göründü onlara; pek sevindiler.
Gene saldırdılar; ceylan bu kez de öylesine bir kaçtı ki
yel bile peşine düşse yiter gider.
Böylece görünüp yitmesi haddi aşınca, herkes
hevesle peşine düştü; derken herkes birbirinden ayrıldı,
yalnızlık çevresine düştü.
Birisi seğirtti, yanlışlıkla bir tavşanın kulağını tuttu;
öbürü dağ keçisinin peşine düştü; Bağdat yoluna yöneldi.
Birbirini yitiren topluluk, ikiye ayrıldı; bir bölüğü
ceylanı ummadaydı, bir bölüğü kurtulup hür olmayı.
Ceylanı arzulayanlara o ceylan, onlar tam kendilerinden
geçtiler, yitip gittiler mi, görünüveriyordu.
Bu toplumdan, daha da has olanlara, ceylan sarhoş
gözleriyle bir evrâd da öğretti.
Ceylanın huy unu husunu öğrenmişlerdi de onun huyundan
husundan dışarı çıkmıyorlardı.
Kendi rahmetiyle güzelliğini göstermişti onlara; o doğru
yolu gösteren, birazcık da küstahlaştırmıştı onları.
Ceylan iki günde bir, hokkabaz gibi şaşılacak kılıklardan
bir kılığa giriyor, görünüyordu
onlara.
Öyle kılıklara giriyordu ki
arıkların ödlerini koparıyordu; zâti insanoğlunun ne kadar gücü kuvveti vardır
ki?
Yaratıcının sıfatlarından bir
sıfatı görse, gökyüzünün, yeryüzünün bile ödü kopar.
Şu söylediğim ceylan kimdir?
Şemseddin’in hayali... benim sahibimdir, kurtarıcımdır o; feryat etmeden
feryadıma erişenimdir o.
Binlerce kendini ibadete veren,
bana öğüt verse, onun sevgisinden gene de tövbe edemem ben.
Görüşün temeli, gözü açıklılık
âleminin sığınağı odur; can gözünün açıklığı onunladır, ondandır ancak.
Senin güzelliğine de o verdi
güzelliği, o verdi sana tadı tuzu. Olgunluğun onun gayretiyle arttıkç a arttı.
Hatırda sen varken, gönül seni
anarken iki dünyada da haramdır bir başkasını hatırlamak,
bir başkasını anmak.
Tebriz toprağından pek çok padişahlar doğmuştur ama onun
gibi, ona benzer bir padişah ne vakit doğmuştur bile deme.
Ömür kafiyesine, gölgesi kefil
olsun... gerçekte delil de ondandır, haydayıp yola götürmek de ondan.94]
XXIII
Tevâf-ı Ka’be-i dil kon eger dilî dâri
Dilest Ka’be-i ma’nî tu gil çi pendârî
Gönlün varsa gönül Kâbe’sini tavaf et. anlam Kâbe’si
gönüldür; ne diye toprak sanıyorsun onu?
Tanrı sûret Kâbe’sini tavaf etmeyi, onun vasıtasıyla bir
gönül ele alasın diye buyurmuştur.
Bir gönül incittin mi bin kez yaya gitsen de Kâbe’yi tavaf
etsen Tanrı kabul etmez.
Malını mülkünü ver de bir gönül al; al da o gönül,
mezarda, o kapkara gecede ışık versin sana.
Tanrı kapısına binlerce altın torbası götürsen, Tanrı,
bize bir şey getireceksen gönül getir der.
Çünkü der, altın, gümüş, kapımızda hiçbir şey değildir...
bizi istiyorsan istediğimiz gönüldür bizim.
Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül,
Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’ten de, Kalem’den de.
Hor bile olsa gönlü hor tutma; o horluğuyla gene de pek
üstünler üstünüdür gönül.
Yıkık gönül, Tanrı’nın baktığı varlıktır; onu yapan can,
ne de kutludur.
Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü yapmak, Tanrı’ya
hacdan da yeğdir, umreden de.
Tanrı defineleri, yıkık gönüldedir. yıkık yerlerde pek çok
defineler gömülüdür.
Kul gibi, köle gibi gönüllere hizmet için kemer
kuşan da sırlar yolu yüzüne açılsın.
Sana kutluluk gerekse, devlet
istiyorsan, gönüller almaya, ululuğu bırakmaya bak.
Gönüllerin yardımı seninle at başı
beraber giderse, kalbinden hikmet kaynakları akar.
Dilinden sel gibi abıhayat akar;
soluğun, Mesîh’in soluğu gibi hastalıklara ilaç olur.
* İki dünya da bir gönülceğiz için
var olmuştur; okuyanın dudağından çıkan “Sen olmasaydın” hadisini duy.
Yoksa varlığın, mekânın, Güneş’in,
Ay’ın, yerin, şu gök kubbenin vücudu nerden olacaktı?
Sus, her kılında iki yüz dil olsa
da söylesen, gönül gene de anlatışa sığmaz.
“mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün”
Sîmorg-o kîmyâ vo makaam-ı Kalenderi
Vesf-i Kalenderest-o Kalender ezo berî
Zümrüdüanka da, kimya da,
Kalenderlik kokusu da Kalender’in sıfatlarıdır ama Kalender bunlardan arıdır,
ayrıdır.
Kalenderim diyorsun ama gönül
kabul etmiyor bu sözü; çünkü Kalender yaratılmamıştır.
Kalenderlik tuzağı, Kalenderlik
soluğu, neliksiz-niteliksiz âlemdedir... ululuktan, iş başarmadan uzaktır.
Baştan başa varlıksın; kendin,
kendinden ne arıyorsun sen? Testideki su gibi tümden toprakla dolusun sen.
Âşıklık yolunu tut da kendinden
kendine yolculuğa düş, a dostum, kısa kes şu hikâyeyi.
Ne korku var, ne ümit, ne ibadet
var, ne suç;
ne kulluk var, ne Tanrılık; ne de
Tanrı komşuluğu.
Gücü yetmezlik, gücü yeterlik,
Tanrılık, kulluk... dikkat edersen görürsün ki bu yol hepsinden de dışarıdır.
Kalenderlik yolu, Tanrılıktan da
dışarıdır. kulluğa da gelmez, peygamberliğe de sığmaz.
Sakın, sakın da her âşık, boş yere
lâf etmesin. çünkü bu yol, bu kılavuzluk kimseye ısmarlanmamıştır.
“Sâkî, o üzüm şırasını, o şarabı
sun”dan kalanlar.
(c. III., Bahr-i Remel) “fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilât”
XXV
Dûş on cânân-ı mâ oftân-o hîzon bâ kabâ
Mest âmed bâ yekî câmî por ez serf-i sefâ
Dün gece o bizim sevgilimiz, bir
kaftan giymiş, tümden arılık şarabıyla dolu bir kadehle düşe kalka, sarhoş bir
halde çıkageldi.
Adamakıllı sarhoştu da yol yol
şarap kadehini yerlere döküyordu; yerin toprağı da sarhoş olmuştu da onun
önünde ayağını vura vura oynuyordu.
Yüz binlerce Yusuf, onun
güzelliğine karşı benim gibi şaşırıp kalmıştı da a gizli olduğu, görünmediği
halde apaçık meydanda duran, niceye dek sürecek bu diye feryat ediyorlardı.
Can, yolun toprağından daha artık
bir halde ona karşı secdeye kapanmıştı, yerlere döşenmişti; akılsa deli divane
olmuştu da
merhaba diye naralar atıyordu.
Kendine sahip olanlar bile aşkla
yenlerini yakalarını yırtmışlardı; gönülleri saman çöpü gibi tez, hafif bir
hale gelmişti; yüzleri kehribara dönmüştü.
Bir göz ucuyla bakmış da bütün bir
dünyayı yıkmış gitmişti. nerkis gözlerinin mahmurluğuyla öbür âlemi de yele
vermişti.
Aklı başında olanların hepsi de
korkudan başlarını önlerine eğmişlerdi... önünde saf saf dizilmişlerdi; ne dua
edebiliyorlardı, ne onu övebiliy orlardı.
Onun büyücü gözlerinin
mahmurluğuyla sarhoş olmuşlardı; varlıklarından geçmişlerdi; nasıl
övebilirlerdi onu?
Cefalar çekmiştim; benimle aynı
kadehten içsin diye vefayı aramadaydım; bir de gördüm ki vefa da onun şarabıyla
sarhoş olmuş, kapısında y erlere döşenmiş.
Dün gece Türk’le Hintli, tamuya atılmaları gereken,
gönülleri dinsizlikle dolu iki kanlı
kaatil gibi sarhoş bir halde birbirine girmişti.
Kimi, suçlarını gizlemeyip
söyleyen suçlular gibi birbirlerinin ayaklarına kapanıyorlardı; can
bağışlarcasına ağlaya ağlaya yerlere döşeniyorlardı.
Kimi de tekrar el ele
tutuşuyorlar, o ay yüzlünün önünde Türk de, Hintli de yüzüstü y erlere
kapanıyorlardı.
O padişah, apaçık bir kadeh
doldurdu da Türk’e sundu; gizlice de bir kadeh doldurdu, Hintli’ye gel, al
dedi.
Türk’ün başına bir taç koydu da
sana iman adını taktım dedi; Hintli’nin de yüzüne bir dağ vurdu; bu da küfürdür
ha dedi.
O, ibadet yurdunda tertemiz bir
sûfî oldu; bu kumarbaz da pılısını pırtısını aldı, meyhaney e götürüp yerleşti.
Devran hurilerin canlarına bile
fitneler saldı; hepsi de ellerinde kadeh, başlarında şükür, yüzleri kuşluk
güneşi gibi, fakat fitnelere daldılar gitti.
O kâfir güzel yüzünden ibadet
yurduna da bir can korkusu düştü de zahit sûfîler şarap içmeye koyuldular,
bellerine zünnâr kuşandılar.
Meyhaneyi yurt edinenlerse,
onlardan da beter bir hale geldiler; küpleri kırdılar, çengleri, neyleri
attılar.
İyiyi, kötüyü, faydayı, zararı,
korkuyu, eminliği, canı, bedeni... hepsini sel götürdü; yokluğa doğru akıp
gidiyor, sürüp götürüyor.
Derken gece yarısı sabah oldu da müezzinler, a âşıklar,
kalkın, namaza hazırlanın diye bağırdılar.]95]
XXVI
Dîde hâsıl kon dilâ ongeh bebin Tebrîz’râ
Bî besîret key tevan dîden çonin Tebrîz’râ
A gönül, önce göz, görüş elde et de ondan sonra Tebriz’e
bak. can gözü olmadıkça böyle
bir Tebriz’i nasıl görebilirsin sen?
Can göklerinde ne varsa hepsini
de, kadrini yüceltmek için gizlice, böylesine bir Tebriz’in toprağına getirip
koyuyorlar.
Tebriz’in yerini can gözüyle bir
görsen ululanırdın da göklerin başına ayak basardın.
Sende hayvan canı var; ayrıca akıl
gözün de geceleri görmeyen bir kör. Böyle bir gözle böylesine Tebriz’i nerden
göreceksin a gönül?
Senin nefsin semiz bir buzağı; sen
de Sâmirî’ye benziyorsun... Semiz buzağının gözü nerden tanıyacak Tebriz’i?
Tebriz, mücevherlerle, incilerle
dolu bir denize benzer; yüzlerce değerli inci olsa gözünü çevirip de b akmaz
bile Tebriz.
Tebriz’i şu gökleri döndüren
göklere satsan da o gökleri elde etsen gene de canın aldanmıştır.
Beden olsaydı, göze görünseydi,
örnek o larak Tebriz’e inci derdim, zümrüt derdim, altın derdim de sana
anlatmay a çalışırdım.
Rûhü’l-Kudüs’ün kapısındaki bütün rûhanîlerin, bütün
meleklerin anlamaya güçleri yetmiyor; artık sen bu akılla, bu fikirle Tebriz’i
nerden anlayacaksın?
Ağacı görmüyorsun; ağaçtaki kuşu nerden göreceksin? Artık
ben sana Tebriz’in canına can olanı nasıl anlatab ilirim?
XXVII
Şem’dîdem gerd-i o pervânehâ çün cem’hâ
Şem’key dîdem ki gerded gerd-i nûreş şem’hâ
Çevresinde pervanelerin bölük bölük dönüp dolaştıkları
mumu gördüm ama ışığının çevresinde mumların, ışıkların pervane kesilip
döndükleri mumu nerde gördüm?
Mumu uyandırırsın, candan gözyaşları dökmeye koyulur;
fakat bu mum y anıp ışımaya başladı mı, âşık, gözyaşları dökmeye başlar,
yanakları ıslanır gider.
Şeker gibi söze başladı mı, zerreler bile, görürsün ki
duymak için kulak açmış.
Günler günü geçmiştir, zaman onları dondurmuştur... onun
canındaki sıcaklık canlarına vurur ümidine düşerler.
Onun lûtfu olmasaydı, kıskanç canlar adını bile
andırmazlardı bana.
Şemseddin, gerçekten de ulular ulusudur, efendiler
efendisi. Onun canındaki güzellik yüzünden bütün sıfatlar, bütün hünerler,
güzelliğe kavuşmuştur.
Bedendekilere de yüz gösterir ümidiyle gerçeklerin
canları, taşkınlıkla yenlerini, y akalarını yırtmışlar.
O güneş, bir kez bakar, görür de sayesinde yeşerir, meyve
verir, meyvesi de yetişir, olur dedim de ümit tohumunu ektim.
Güzelim gözlerinizin gölgesi canlara candır; yarabbi, o
gölgeyi tekrar ihsan et bize de gelişelim.
XXVIII
Ser biron kon ez, derîçe-y con bebin uşşaakrâ
On sebûhîhâ-yı şah âgâh kon fussaakrâ
Can penceresinden başını çıkar da
âşıkları gör... kötü kişilere padişahın sabah şarabından ver.
Bizim canlar bağışlayan
padişahımızın lûtuflarıyla savaşa da, ibadete de, yoksulları doyurmaya da yeni
bir can ver.
İbrahim’in yardımları; elini
tuttuktan sonra başının kesilmesi, îshak’a ziyan mı verir a gönül?
Bir sayvan gördüm, padişahımız Ay
gibi ordaydı. o sayvanda gizlice nakışlar beliriyor, bezentiler meydana
geliyordu.
Canlar kalabalık bir halde ayak
parmaklarının uçlarına basmış, bekliyordu orda. benizlerinin rengi dil olmuştu
da tattıkları zevki söylemedeydi.
O huyları güzel padişahı ansızın görünce, önceki dosttan,
sarhoşluktan, mezeden, çalgıdan soğuyuvermişlerdi.
O kapı, âdeta özlem çekene ümitsizlik veriyordu.
Padişahımız, kapısında kullarının oturduğunu görünce,
El çırptı. o kapı öylesine bir kırıldı ki artık kimsenin
gözü ne kapandığını görür o kapının, ne sürüldüğünü.
O kırılmış kapının parçaları yeşerdi, tazeleşti... zâti
padişahın elinin dokunduğu şeye y anmak y oktur.
Ona kavuşma suy uy la yıkanan elbise çamaşırcının eline mi
muhtaç olur, y ıkanmay a minnet mi eder?
Hapishanesindeyken ondan gizli bir haber alanların içinde
kurtulmay ı istemeyen varsa odur sarhoş.
Ebedî olarak erkekliği olmayan kişiye ondan bir can kokusu
gelse hemencecik tada kavuşur, koçulmaya değer bir hal alır.
Gönlün, sırrın sahibi Şemseddin, can padişahıdır... o arı
duru kaynağın yeri Tebriz’dir.
A efendim, canın için olsun, şu ayrılık âleminde, kedinin
asılmış ciğere baktığı gibi bakadur deme bana.
Yoksa padişahımın ayrılığıyla ağlar, inler, bütün dünyayı
fe ry atlarla doldururum.
Şu sürüp giden ayrılığın, sabır perdemi yırttı; zâti bu
mihrâkın lûtfu da âdetleri yırtıp atmak.
XXIX
Ey visâlet yek zemân bûde ferâket sâlhâ
Ey be zodî bâr kerde ber şotor ehmâlhâ
A kavuşması bir an, ayrılığı yıllar yılı süren dost,
çabucak yükünü, dengini deveye yükleyen sevgili,
Şimdicek gece oldu; fakat o güneş yüzlünün ay rılığ ıy la
kapkaranlık geceye de depremler
düştü.
Sen gidiyordun; bense gözlerim
açık, susakalmış, öylece donmuştum şaşkınlıktan; o devletlerse geçip gitmedeydi
artık.
Şaşırıp kalmasaydım, o anda yüzüm
kanlara bulanırdı, feryadım yılları yırtardı.
Yol başında acıman için yalvarır,
canımı yüzlerce defa kurban ederdim sana; mal da nedir ki?
Karanlık gecede ateş gibi
feryatlar ederdim; kıy amet gününün korkuları belirirdi.
* Böylece de gönül çeşit çeşit
ayrılık azaplarını görmezdi; duyunca taşların bile kan ağladığı hallere
düşmezdi.
Ok gibi dümdüz boylar, ayrılıkla
yaya dönmüştür, gözy aşları kana bulanmıştır, gönüller dal kesilmiştir.
Tebrizli padişahın doğruluğunu,
tamamlığını görünce miskaller bile utanç larından kendi saflarında
oturakalmışlardır.
A efendim Şemseddin, Ay gibi
ışıklar tertemiz canın için, n’olur, kırma ümitleri.
Sonu bulunmayan bir denizin
incisine benzer sözlerin, taşları lâ’l haline getirmiştir, herkese haller
vermiştir.
Olgunların, sözlerin ardında olan
halleri, o eşsiz sözlerin parlaklığından utanakalmıştır.
Çölün toprağında, kumunda bulunan
zerreler, onun kokusunu duy sa, her zerre kanat açmak için bir Zümrüdüanka
kesilir.
Kanat açınca da iki dünyaya bile
bakmazlar da uçarlar, senin çadırının tozu olurlar, şaşkın bir halde y erlere
döşenirler.
Noksanımızı görmüşsün;
olgunluklara erişebilmemiz için tertemiz Tebriz’in toprağı sürme olsun
gözümüze.
Bağış çağında canı ışıklar saçan
bir hale getirirsin; o çağda, önce y ap ılan işlerdeki parlaklığın haddi mi
vardır ki ayak diresin de dursun.
Zâti lütfettiğin bağış, gizlice, haberi bile olmadan
tümden lütuflarda bulunur; ihsanlar eder durur.
Derken ansızın yumurta çatlar, anlam kuşu uçar... bir
kuştur o ki Zümrüdüanka bile onun gölgesinden hayır umar.
A Husâmeddin, hem sen yaz, hem sen öv onu da gamın inadına
kutluluk yüzündeki benleri seyret.
îpin ucu da elinden çıktı ama korkumuz yok; Şemseddin’in
eli, ayaklarına halhaller takar senin.
XXX
îmtizâc-ı zevchâ der vekt-i solh-o cenghâ
Bâ kesî bâyed ki rüheş hest sâfiyy-i sefa
Barış vaktinde de, savaş çağında da canların, canı
tertemiz bir dostlukla karışması, onunla eş dost olması gerek.
Can, barış çağında, savaş çağında değişir, bambaşka
olur... sanki bir can değildir yalnız; ayrı ayrı canlardır.
Gönül, birisinin selâmını bile duymak, işitmek dilemezse
gözüne düşman görünen bir damadın gerdeğine hazırlanan geline döner.
Fakat birisini severse de güzel, gönül alıcı damadı
bekleyen gelin kesilir.
Bakışlardan meydana gelir karılıp uzlaşmak; sözlerle olur
eşlik do stluk, insan bir şeyler anlatarak birbiriyle dost olur, uzlaşıp
birleşmek, düşüncelerin sonucudur.
Nitekim uzlaşıp kaynaşmak; eğilmeyle, el ele vermekle,
koçuşmakla, öpüşmekle, övüşle, duayla görünür.
Sevmek, tiksinmek; korkmak, utanmak; tam, y ahut yarı
istey iş bakımından bu kaynaşıp uzlaşmalarda da farklar var.
Hafifçe eğiliş, yumuşak yumuşak övüş, anlam bakımından da
farklıdır, görünüş bakımından da ayrı.
Fakat gökyüzünün secde ettiği, Arş’ın merhaba dediği adama
ulaştın mı, bunların hepsi de oyuncak olur gider.
O güzelim efendiler efendisi, kulları besleyip geliştiren
Şemseddin’dir ancak sizi şu vefasız hayalden kurtaran.
Yok olmaktan niceye bir korkacaksın, ne vakte dek ümitlere
düşeceksin? Ona razı oluncaya dek bu böyle gider; hep onun öfkesinin tepkisidir
bunlar.
Gerçekten de canın varlığı odur; sen varken o yüz döndürür
senden; hasılı sen isteğinle yürü, y oklukla uzlaşmaya bak.
Kimi kat kat heveslere düşersin; kimi kat kat hayallere
kapılırsın... kimi olur söze dalarsın, kimi olur buluşmayı özlersin.
Kimi düş azıtma gibi güzelim bir hay al gelir, karşında
kırıtır; kimi de korkulu rüya gibi bir hayal gelir, karşına dikilir.
Hayallere dalmak, şu rezil topluluktan da iyidir ya; fakat
körlüğü hay allenen varlığın budur
senin işte.
Derken o yokluk yanından hayaller
belirir ki bundan da, yüzlerce yokluktan beterdir... bu yokluklar da varlıklar
gibi kat kattır.
O efendiler efendisinin, o ulular ulusunun kutlu gölgesi,
seni gölgelendirmedikçe hiçbir bağın açılmaz; bunu iyice bil a gönül.
XXXI
Ez ferâk-ı Şems-i din oftâdeem der tengnâ
O Mesîh-i rûzgâr-o derd-i çeşmem bî devâ
Şemseddin’in ayrılığıyla
darlıklara düştüm. Odur zamanın Mesîh’i, ilacı bulunmayan gözlerimin ilacı.
Aşkının derdi canıma rahattır,
huzurdur ama canımın kanını da dökerse yüzlerce kan pahası verir o.
Başıboş akıl dün geldi de kapının
halkasını
çaldı; kim o dedim, aç kapıyı, gir
içeriye.
Dedi ki: İçeriye nasıl gireyim; ev
baştan başa ateş içinde; yokluk ateşleriyle iki dünyayı da y akıp yandırmada.
Gam yeme dedim ona, adamcasına bas
ayağını; bas da seni varlıktan tertemiz etsin; böylece seçsin seni de var
olasın.
Sonu görür olmaya kalkışma da sonu
görür bir hale gel; sonunda da Tanrı arslanına dön; yiğitlikte “Ondan başka
yiğit yok” densin.
* Sonunda yokluktan baş gösterdi
mi, varlığını mutlak can olmuş, muradına ermiş, “Hel etâ” mey danının tek
binicisi olarak gör.
Tümden aşk, tümden lûtuf, tümden
kudret, tümden göz, görüş... varlıktan şehit olmuş; yoklukta Murtazâ kesilmiş.
O yokluk denen âlem var ya;
varlıkta dalgaları vardır onun; şu yedi değirmen, onun korkusuyla, onun
dalgasıyla döner.
O dalgaya dalarsın da bunu
sorarlarsa sana,
ben sûfîyim dersin; sûfî geçmişi
anmaz da, okumaz da.
Mumların arasında görürsün ki senin mumun aydınlık
vermede... mumunun ışığı erenlerin ışığına karışmış gitmiş.
O denizin dalgası, yoklukta seni öyle bir yere götürür ki
canını yakışık alacak şeyden de kapar, kurtarır, yakışık almayacak şeyden de.
Fakat canına zahmetler vererek, gönlüne ayrılıklar
bağışlayarak varlık bahçesini de sensiz epeyce geliştirmiş, yetiştirmiş.
Ancak sen yokluk dünyasında muradına ermiş olarak mutlak
varlığa kavuşabilirsin. yokluk hareminde baş olabilirsin. sana uy arlar.
Gözleri o ululuğun bakışından kör olmasın diye varlık
bakamaz bile sana.
O yolun ardı hatırına bile gelmezken birdenbire o y okluk
ülkesinden bir tozdur kopar.
Tozun içinde ışık yalımları görürsün; ışığın, o y
alımlarla yok olur gider.
Tahtından in de secdeye kapan; seçilmiş, tertemiz padişah
Şemseddin’in yalımlarıdır o yalımlar.
* Birisi inkâr ederse alnına bak da Firavunluk dağını,
“Gerçekten de azdı” hükmünü seyret.
Temizlik iline, tertemiz Tebriz’e secde etmedikçe de Tanrı
lanetinin dağı alnından gitmez onun.
XXXII
Der sefâ-yı bâde peymâ sâkıyâ tu reng-i mâ
Mehvmon kon tâ rehed her du cehon ez teng-i mâ
Sâkî, rengimizi şarapla arıt... bizi bizden geçir de resim
mecmuamızdan (ertengimizden) iki dünya da kurtulsun gitsin.
Şarap üstüne şarap sun da taşımız hafiflesin; şarap bizi
havalara uçursun.
Canı kızıl şarap atına bindir, sür aşk yoluna;
böylece de iki yüz fersahlık yolumuz bir adım olsun bize.
Burnumuzdan kan damladı, salkım
gibi asılakalan gönül gözümüzden kan sızdı; şu canımızı bir koca sağrakla
kurtar.
Sâkî, daha tez yürü; görmüyor
musun? Topal düşüncelerimiz peşimize düşmüş, koşuyor.
Zevk yolunda düşünceler can üzen,
can eriten koca taşlardır; yol ortasından kaldırın şu koca taşımızı.
A Tebriz çalgıcısı, Tebrizli Şemseddin’in aşk havasına uy
da çengimizi Uşşak makamından çal.
XXXIII
Âher ez hecrân be vesleş derresîdestî dilâ
Sed hezaron sırr-ı sırr-ı con şenîdestî dilâ
ayrılığından kurtulmuşsun,
kavuşmuşsun ona a gönül... yüz
binlerce can sırrının sırrına ait sözler duymuşsun a gönül.
Onun yüzünden şaraba dönmüşsün;
perde ardında gizlenen ay yüzlülerin perdelerini yırtmışsın a gönül.
Her selvi boylu, baş çekmiş güzel
için çeng gibi belin bükülmüş ama sonunda onun o usûl boyu yüzünden, boyunda
bir eğrilik, bir kamburluk da kalmamış a gönül.
O varlık, o yokluk yanında,
padişahlar padişahının has kullarından da ilerisin; iş böyleyken kutsuz kişiler
gibi ne diye burda eğlenip kalmışsın a gönül?
Can doğanısın, padişahın bileğine
nazla oturmuşsun. sanıyorsun ki her şeyi kesmiş, koparmışsın; fakat ayağını
bağlayan gene kendi yükün a gönül.
Öylesine bir cana huzur verenden
kaçmışsın sen. ayağında bağ olmasa düşmez misin, hatırlamaz mısın bunu a gönül?
Hattâ denizdeki balık gibi;
bedendeki can gibi
o padişahın aşk havasında karar
etmişsin sen a gönül.
O padişah, seni dünya padişahları
içinden seçti... o seçiş yüzünden, o seçişin ışığıyla seçilmiş bir hale
gelmişsin a gönül.
Kendi kötü gözün seni ısırmış,
korkma, ne çıkar? Devlet dudağını ısırdın ya a gönül.
Sonunda yücelik ayağını elbette
gökyüzüne basarsın, ulular ulusu Şemseddin’in atının peşinde yaya koşmuşsun a
gönül.
Padişahların has kullarının kadehinden şarap içersin elbet...
Tebrizli Şems’in şarabını tatmışsın a gönül.
XXXIV
Ez pey-i Şems-i Hak-o din dîde-i giryân-ı mâ
Ez pey-i on âftâbest eşk-i çün bârân-ı mâ
Gözyaşları döken gözlerimiz, Tanrı
ve Hak
Şems’inin ardından gözyaşları
dökmede... yağmur gibi yağan gözyaşlarımız, o güneşin ardından boşanmada.
Bu tufanımızdan sonra varlıklar kalmadı ki. Buluştuğumuz
zaman o Nuh’un gemisini nasıl görebileceğiz?
Bedenimiz denizde gizlenir, yok olur gider. o Nuh’un
gemisi, ancak biz gizlendikten, yok o lduktan sonra yüz gösterir.
Buluşmada deniz de yok olur, ayrılık da; ondan sonradır ki
kıyı yüz gösterir. bütün dünya lâlelerimizle, fesleğenlerimizle dolar.
Şimdi şu ağlayan gözlerimiz ne yağdırdıysa ondaki gizli
temel, yüzlerce güler gül bahçesi getirir bize.
Şu yeryüzünün doğusu da, batısı da tek, denk bir gül
bahçesi kesilir. birbirinin tıpkısı güllerde ne diken belirir, ne çöp.
Her gül fidanının altında Zühre yanaklı bir ay yüzlü
oturur da hakanımızın ardından zevk çengini ç almay a koyulur.
Her solukta tanınmış bir güzel bir bucaktan çıkar;
masallara karışmış, hikâyelere dalmış elimize bir şarap kadehidir sunar.
Görmedik gözlerimiz, o güzellerden gelen öpücükleri görür;
şaşırıp kalan gözümüz, şaşkınlıktan da aşkın bir hal alır.
Sevgi canı, amanın da amanın, şu gümüş bedenli güzellere
dikkat edin diye bağırır... gönül, maşallah şu bizim sonu gelmez zevkimize der.
İsteyişte, güzellikte, temizlikte bizim Kevser kaynağına,
bizim abıhayatımıza benzer Tebriz’in toprağıdır ancak.
Tanrı ve din kapısında hizmet, bir armağandır sana ey sâkî;
döndür kadehi, sun şarabı, ne diye bekler durursun? Ne diye geciktirirsin ey
sâkî?
A gül yüzlü sâkî, şarapla aklımıza eziyetler ver, cefalar
et de cefaların yüzünden tümden gül gülistan kesilsin.
Tavus kuşuna benzeyen kadehi meclis bahçesine uçur da
zehrin de güzelleşsin, tavusa
dönsün, yılanın da.
İşi gücü bırak; yükünü kadeh atına
yükle de varın yoğun Zühal yıldızından da yücelere ağsın a sâkî.
Sen varlığında kaldıkça, kendini
üstün bildikçe, can seni adamakıllı topraklara serer, horlar durur a sâkî.
Arı duru şarap kaynağından zevk,
neşe meclisine doğru bir ark aç da o kaynak yüzünden herke s gözünü dört açsın
sana a sâkî.
Şarap içilen mahrem yerden sırlara
mahrem o lmay an aklı sür dışarıya da güzel, nar gibi yüzünü göstersin sana a
sâkî.
Kendinde olmayışı şaraptan öğren
de varlığından bir yana çekil; çekil de sevgili seni kucaklasın a sâkî.
Tebriz şarabından birbiri üstüne sağraklar sun da utanç
çenginin telleri kopsun gitsin a sâkî.
XXXV
Derd-i Şemsuddin boved sermâye-i dermân-ı mâ
Bî ser-o sâmâni-i ışkeş boved sâmân-ı mâ
Dermanımızın sermayesi, Şemseddin’in derdidir; varımız
yoğumuz, onun aşkıyla vardan, yoktan olmamızdır.
Onun eşi, örneği olmayan, bahtımızı arttıran, canımıza
canlar katan hayali, meclisimizin hem beyidir, hem de kadeh sunan sâkîsi.
Can sarhoş olup kendinden geçince, onun canlar bağışlayan
yüzüne karşı her solukta can vermek, pek kolaydır bizce.
Kapısında, şaşırıp kalan canımız da yiter gider, gönlümüz
de; fakat orda bizim gibi onun güzelliğine karşı yüz binlerce şaşırıp kalmış
var.
Ucu bucağı olmayan denizinde dalgalar y utmak, güzel güzel
yüzmek, dünyalar boyunca hem ilk işimizdir bizim, hem son işimiz.
Tanrı’ya şükürler olsun ki bütün abıhayat kaynakları bizim
abıhayat kaynağımızın lûtfuna,
arılığına karşı bulanmış gitmiştir.
Sevgilimizin sarhoş, mahmur
gözlerine karşı kendinden geçmeyen biri olur da aklı başında olduğu halde
secdeye kapanırsa, can da utanır bu halden, gönül de.
însan, derdinden aşkı da şeytan
sayar, aklı da... fakat aşk ansızın bizim adama benzer aklımızın boğazına
sarılıverir de,
Onu hacamatçıya götürür; o da
başından kan alır onun; sonra da aklın canının şahdamarlarını açar.
Biteviye aklın ağzına canın kanını
döker; böylece de rûhu bizim tuzağımızdan, masalımızdan kurtarmak ister.
Canın, kapısında hizmetçi olduğu
Şemseddin’e, o Kubad’ımıza, Sencer’imize, İskender’imize, hakanımıza lâyık
olsun der.
Önceki hallerimizi de, sonraki
hallerimizi de görsün diye onun ay ağının toprağını iki can gözüne de sürme
gibi çeker de gizli şeyleri gören gözler açılır.
Şükürler olsun ki sonra da toprağından nerkislerimizin,
fesleğenlerimizin açılıp durduğu Tebriz’e çevirir yüzünü, yollar onu oraya.
XXXVI
“Tercî-i Bend”
Hedd-o endâze nedâred nâlehâ-vo âhrâ
Çün nemâyed Yûsuf-ı men ez zeneh on çâhrâ
Yusuf’um çene topağındaki o kuyuyu göstereli fery
atlarımızın da sonu, ucu yok, ah edişlerimizin de.
Yüzünün ışığı gündüzler gibi yolu aydınlatıp göstermeseydi,
varlık yolunu kimse aşamazdı.
İki dünyada da padişahımızın eşi, benzeri yok...
benzetenin de toprak başına, benzettiklerinin de.
İki dünyada yüceliğim, mevkiim, onun aşkıdır; bu yeter
bana; gönlüm vehim sarayından mevki, yücelik dileğini süpürüp durmada.
Ay bile benim ay yüzlüme karşı secdeye kapanmazsa iki
dünyada da yüzü kara bil onu.
Herkes padişahın karşısında oturmadadır ama padişahı
bulamaz, göremez; bu bakımdan onu zerre kadar tanıy an y oktur.
Boyuna ah, eyvah dememizi istiyor; bu yüzden de boyuna
cefalarına canla, gönülle âşıkım ben.
Kapısına birçok kullar gelirler, giderler; fakat o kapıya
bir eşik gerek.
Gözüm o kapıya eşik kesildi; canım saman çöpüne döndü...
aşkının mıhladızı her an o çöpü kendisine çekip duruy or.
A efendiler efendisi Şemseddin, ansızın bir y andan görün
de salına salına gel. gönül o ansızın gelişi rüyasında görüyor.
Ayrılığının kasırgasıyla altüst olmuşum; yüzünü göreyim de
daha beter kıvranay ım.
*
Yüzüme bak da gör kendini;
kendisinden geçmiş şu deli divanenin yüzüne bak.
Aşkım içinde bulunduğum zamanı da,
geçmiş zamanı da toprak altına gömdü gitti; geçmiş akla bile gelmez,
geleceğeyse hiç bakmıyorum.
Canım onun saçlarıyla asıldı
asılalı, şu gönlüm ne tatlıy ı ayırt ediyor, ne acıyı.
Gönül yaraları, gönlümdeki yaranın
devletini görselerdi hemencecik iyileşirlerdi.
A dünyanın gönül huzuru, kavuştur
kendine beni bugün; başının sadakası olsun bu... bu çeşit sadakaların böyle bir
yoksula verilmesi daha y erinde.
Öylesine güzel ki, Hıristiyan,
yüzünü görse zünnârını koparır; Müslüman görse mezhebini ateşlere yakar.
Uzakları düşünen aklın bile
düşününce canı y anmada; dünyanın o y anından bir şey mi anlayabilir vehim?
Lûtfetse de kahır yurdundan bir
geçse,
okluğun ağzını da şekerlerle doldurur,
tatlılaştırır, Türk’ün ağzını da.
Şu sevgiliyi, gömlekle bile koçabilirsen bu devlete,
kinayesiz, en yüce devlet de gitsin.
O efendiler efendisi, ulular ulusu
Şemseddin’e can pek çok yalvarır yakarır; can, dudağıma gelmiştir de bir evet
demesini bekler.
Güneş bile senin güneşine erişmek için dertlere düşmüş...
Şu sararıp solmuş yüzümden yüz çevirme; sensin betimin benzimin kızıllığı
benim.
XXXVII
Ey zi mıkdâret hezâron fehr bî
mıkdârrâ Dâd golzâr-ı cemâlet cân-ı şîrin hârrâ
Değeri olmayana senin yüce değerin
binlerce ödünç verir. güzellik gül bahçen dikene bile tatlı bir can
bağışlamıştır.
Can padişahları kapına yüz
tutmuşlardır; secdeye kapanmışlardır da içeriye girmek için
izin beklerler.
Aşkından bir tamburun teli okşandı
mı, akıl akıl olmaktan çıkar; can canlılığını yitirir gider.
Gül bahçeleri senin lûtuf suyundan
bir nem bulsa, yıllar yılı kimsecikler gül bahçelerini gülsüz görmez.
Gönlüm sevgilimin ışıklarında yok
olur gider de gönlümü sevgiliden ayırt edemem.
Öyle bir sevgilinin havasıyla can
boyuna övünür durur; zâti sarhoşluktan övünülecek şey nedir, yerinilecek şey
hangisidir, bilmez ki.
Bir mağara var ki aşkının
keşişleri orada itikâfa girmişler... kutlu keşiş yüzünden bu mağara ışıklarla
dolmuş.
Dünya, ayrılığının derdiyle katrana dönse, gene de
ululanır da kara bakmaya tenezzül bile etmez.-96]
Seninle buluşmamız Mûsa’nın sopasına benziyordu; şimdi
ejderhâ oldu o sopa. a Mûsa’ya benzeyen buluşma, gel de kap şu
sopayı.
A ulular ulusu Şemseddin, ayrılığının ateşinden bize kalan
ışık, ancak kıskançlık, yüzlerce aferin şu naza.
— T —
Dîvân-ı Kebîr tercememizin III.
cildinde, bu bahirdeki XXIX. gazel, ilâvede de ilk gazel. Ancak bizde, yâni
Konya nüshasında, Bahr-i Remel’de dört beyit olarak geçen bu gazel, aynı
nüshanın ilâve kısmında beş beyit. Biz, gazelin üçüncü beyti olan bu beyti
tercemeyle iktifa ediyor, tekmil gazeli bir kere daha çevirmiyoruz.
Her kadehi sundukça al ama diyor, tedbirli ol... Tedbir
kimde olur? Akılda, fakat zâti akıl yitmiş gitmiş.
XXXVIII
Âftâb emrûz ber terz-i deger tâbon şodest
Zerrehâ ber reng-i dîger mest-o ser-
gerdon şodest
Güneş bugün bambaşka bir şekilde doğdu; başka bir çeşit
parlıyor; zerreler bambaşka tarzda oynamakta; başları dönmüş gitmiş.97]
Kâfirliğin de ötesinden, imanın da
ötesinden bir atlı süregeldi de onun kâfirliğinden bir küpe, her imanın
kulağına takıldı gitti.
Kubad’ın da gözüne toprak serpmiş,
Sencer’in de, Rüstem’in de... her şeyi gören akıl, candan da habersiz bir hale
gelmiş, canandan da.
Çalgıcı Zühre onu görünce zevk,
neşe telini kopardı da namaza durdu; acınası ahlar etmeye koyuldu.
Müşteri, müşteri olalı kapısının
eşiğine secde etti; değersiz bir kulu oldu da gökyüzüne sultan kesildi.
Tanrı ve din Şems’i, zuhur
ettikten sonra gizlendi de Tanrı gibi gözlere görünmez oldu.
Utarid, aşkıyla defterlerini
yaktı, onun aşk mektebinde defter okumaya başladı.
Mirrîh’in eli onun korkusundan gevşedi, işten kaldı...
gözünü, bakışını görünce de gönlü kan oldu, kızıl güle döndü.
Zühal, aşkıyla tedbirinden oldu; şaşırıp kaldı da
parmağını dişlemeye başladı.
Güneş’e, insaf et dedi; gökyüzü tahtından tez in, azline
ferman geldi.
Güne ş kıvrandı durdu ama onun güzelliği doğunca, o
güzelliğinin yüzlerce kez kendisinden daha parlak olduğunu görünce,
Tahtını hemencecik bıraktı da Zühal yıldızına bile fitne
kesilen padişahın atının ardınca yaya koşmaya başladı.
Onun gözleri ucundan gökyüzündeki Ay da seyyah olmuş.
ayrılığıyla erimeye başlamış da bedeni tümden can kesilmiş.
Büyücü bakışları dünyaya fitne salmış; sarhoş büyücü
gözleri dünyadakilere fitne olmuş.
O güzellik ateşini zamaney e saldılar da dünyayı ateşe
yaktılar ya; zâti onun yalım yalım
yanan iki yanağı, ateş yanan iki yer kesilmişti.
Akl-ı Küll bir ayna aldı da
kendisine baktı; hasılı o padişahın canlar bağışlayan aynasına karşı kör oldu
gitti.
Onun denizinin kıyısına oturan
kişi, balık gibi abıhayat kaynağında oturmuştur.
Şu kanlar döken yolda dilek
sahibine ne güçlük varsa, onun yüce bineğinin ayağındaki kutluluk yüzünden
hepsi de kolaylaşmış gitmiştir.
Baş göstermiştir de isyanla
pörsümüş, çürümüş canın yüzü, onun baharıyla lâleler gibi ışımış, alev alev
yalımlanmıştır.
Gamlarla dolmuş, dertlerle yaslara
batmış olan, onun lûtfunu gördü mü, gül gibi zevk meclisine kahkahalar atarak
yuvarlanmıştır.
Kim insansa, iki gözbebeği de onun
sarhoşudur... o periden doğmuş güzel, insanların bahtı yaver olsun diye insan
şeklinde görünmüştür.
Onun lûtufları yüzünden Tanrı, Tebriz toprağına yağmur
gibi inciler, mücevherler yağdırmıştır.
Atının nalı nereye bastıysa, tozuttuysa, o tozu gözüne
sürme gibi çeken şeytan, cennete kapıcı olur, Rıdvan’a şeref verir.
Dumanından ateşin bile kaçtığı kapkara gönül, onun b aharı
yüzünden hurilerle, gılmanlarla dolu bir cennet ke silir.
Lûtfuyla cehennemin ta dibinde yaseminler biter, cehennem
ehlinin her kılı gül gibi gülmeye başlar.
Noksanlar, kusurlar ıssı can, senin yüzünden olgunlaşır;
noksan kalan, senden başka kendisinde de olgunluk görendir ancak.
XXXIX
Ger tu pendârî be hosn-i tu negârî hest nîst
Ver tu pendârî merâ bî tu kerârî hest nîst
Senin güzelliğinde bir güzel var sanıyorsan, var mıdır ki?
Yoktur. Sen olmadıkça bir kararım var sanıyorsan, var mıdır ki? Yoktur.
Gökyüzü iyi-kötü işler için dönüyor diyorsan, deme...
göğün, ayağını bastığın toprağa hizmet etmekten başka bir işi gücü var mıdır
ki? Yoktur.
Yıllar geldi geçti de hâlâ biz halka gibi kapının
dışındayız senin. ama gene de senin kapına halka olmak, bir ayıp mıdır? Değil.
Düşünce kapısında her hayalden korkmadayız. a ev sahibi,
burda bir hayal var mı? Evet mi, var mı? Yoktur.
A Keykavus’umun kapısında gizli şeyleri gözleyip anlayan
gönlüm; Salâhaddin’den başka gönüllerdekini bilen, anlayan var mıdır? Yoktur.
XL
Çün nezer kerdî heme ovsâf-ı hob ender dile st
Vin heme ovsâf-ı resvâ me’deneş âb-o
gilest
Bakarsan görürsün ki gördüğün
güzel huyların hepsi de gönüldeymiş... Bütün şu rezil huyların madeniyse suyla
toprak.
Heveslerine uyarsan, şehvetine alt
olursan, balçık birken yüz kat çoğalır; bundan kurtuluş heveslerden geçmekle
olur; heveslerden geçiş, her zoru açar.
Heveslerden geçmek için şu tembel
davranışın var ya; vazgeçiş sebeplerinden yüzlercesini giderir. hastalık senden
olduktan sonra nereye gitsen osun sen.
Vazgeç ama önceden de kendinle bir
şart koş da ahdinden dönmemeye uğraş. yoksa hastalık kalakalır sende; iyileşme
imkânın da yok olur gider.
Yaradılışın o ağır ahde uyar da bu
uymayı huy edinirse ondan sonra canın elde ettiği yüz binlerce zevk, içinden
doğar durur.
Derken şu demir gönül, seni bir ayna haline getirir. her
solukta bir olgun, bir olgunluk yüz
gösterir sana.
Derken can, zevk âleminde sana hem
çalgıcı olur, hem sâkîlik eder... o emanet yüklenildi ya, yüklenen candır
çünkü.
Bundan sonra işe güce de boş
verirsin, boş verişe de. artık adamakıllı kaçıp duran o define sende belirir,
onunla tanınırsın.
Birçok helvalar, tatlılar yersin
ama tadı damağında kalmaz ki; ağızdayken tat verir yiyene; tıpkı şimşek gibi
hani, çakar, aydınlatır, söner gider.
Şu tabiat, kör olmasaydı, sağır
olmasaydı nasıl olurdu da perde kesilen, engel olan, Babil kuyusuna dönen o
yanı denerdi?
Fakat tabiat, eziyetlerin, derdin
ta temelinden bitmiş, yetişmiştir. belâların, zahmetlerin peşine, ipini koparır
da ko şar.
Hele bir, gönül alçaklığı
göstermelerindeki ululanmayı gör. ululanmadaki sonsuz gönül alçaklığını da,
şekillere bürünmüş, halkı aldar bir halde seyret.
Sen tabiatın her sözünü, gene onun kötü yetiştirmesine uy
da bu gerçeğe engel olmaz diye bir başka çeşit anla, anlat.
Her kimi bir başka evin güzelliğiyle bezenmiş görürsen,
bil ki bu yola girenle yola koyulanları oyalamaktadır o.
Tanık getirmeler yüzünden seni çağıracaklarından
korkuyorsan Tanrı’dan ölüm tatlılığı dile; çünkü ölümün de vakti, saati var.
Her yandan bir başka çeşit eziyet, bir başka türlü zahmet
borç al da tarafsızlıklar tarafına yönel, yola düş, yürü; bundan başta tarafta
iş yok.
Sen bir yılanın peşine düşmüş, yılanın inine geliyorsun;
bir de bizim derdimizi görmedesin; çünkü birbirine ulanmış, zincire dönmüş
bizim derdimiz.
Yılandan zehirli bir özür dilemezsen, yaptığın iş,
olmayacak, yapılmayacak bir iş diye, o seni töhmet altında b ırakır.
Temizlik Tebriz’inin övüncü Şemseddin’in
sözüyle de mizacın kızışmıyor; elbette... bu iş, bülbülün
başaracağı iş değil ki.
XLI
Nekş-bend-i con ki conhâ cânib-i o mâilest
Âkılonrâ der zebâno âşıkonrâ der dilest
Canlar, canlara şekil veren ustaya akmada; fakat bu akış,
akıllıların dillerindedir, âşıklarınsa gönüllerinde.
* Dillerde olan şey, “Ben batanları sevmem” hükmüne girer;
gönüllerdekiyse “Kalan iyi şeylerdir.”
Gönül göğe benzer, dilse yeryüzüne. yeryüzünden göğe
varmaya pek çok konaklık bir yol var.
Gönül buluta benzer, göğüsler damlardır. Şu dilse oluktur
sanki; yağmur ordan akar.
Yağmur suyu gönülden göğüslere tertemiz y ağar; fakat
adamın içi pisse sözlerinin de aslı
faslı yoktur.
Bu sözler, bulutu yağmur yağdıran,
damı bulutu çeken, oluğu da suyu akıtan adama göredir.
Suyu başkalarının oluklarından
alan kişi hırsızdır... Başkalarının damlarındaki suyu aşıran, söz nakledendir.
Kimin gözyaşlarından nerkisler
biter, güller açarsa odur âşık. Nerkisler toplayıp demet yapansa bir iş
başarandır ancak.
Tartış zamanı, terazinin kefeleri
denktir ama adamın dili doğru söylemedi mi, kefenin biri ağıverir.
Kim canının halini giyinmiş,
canının rengine bürünmüşse, hangi cevabı verirse versin, gerçekte soru
sormadadır o.
Bilgisi, görgüsü tam olan hekim,
hastay a acı bir ilaç da verse, zulmediyor gibi görünür ama zalim değildir,
adalet ıssıdır o.
İsterse karanlık olsun; ayak
ayakkabısını tanır;
gönül de zevk yoluyla, vardığı
konağın hangi konak olduğunu anlar.
Gönüle gir, şu tufanda Nuh’un gemisine at kendini... durak
korkulu ama gönlüne korku girmesin kardeş.
Kendi havandan, kendi hevesinden kork; olaylardan korkma.
çünkü senin havan büyü bakımından, kötülük yönünden Babil kuyusundan yüz kat
kötüdür.
Kimi tanımak istersen düşüp kalktığına bak. çünkü
devletli, iki dünyada da devletli kişiyle düşer kalkar.
Sana yapma yapılmasını istemediğin şeyleri, sen de
başkalarına yapma. çünkü şu huy dedikleri, tabiat adını taktıkları şey herkeste
var.
Her sözü duymamak için kulağına pamuk tıka. çünkü tertemiz
bir cansın sen, o can da pas tutabilir.
Kimin canı yedinci kat göğü aşmışsa kurtulmuştur o; onun
can soluklarından şarap iç; çünkü canı temizdir onun.
Şu azgınlık pusudadır; adamı
yoldaşsız, yalnız gördü mü, hah der, işte gafil bir adam.
Ulaşmayı istiyorsan ulaşmış
erlerle düş kalk... kavuşmayı, gerçekten de kavuşmuş adamdan iste.
Sarhoşların çevresinde dön dolaş;
şarap az da gelse kokusu gelir bârı. fakat aklı başında olan, şarabın tadını
bilir.
Gizli, kapalı sözleri hatırında
tutarsan, her sorunun cevabını bellersen, sınav çağında üstün bir er derler
sana.
Kendi noksanının yüzünden
olgunluğa varamazsan, Tebrizli Şems şimdicek kendi olgunluğuyla olgunlaştırır
seni.
XLII
Ey tereb-nâkon zi mutrıb iltimâs-i mey konîd
Sûy-ı işrethâ revîd-o meyl-i bang-i ney konîd
A neşeliler, a zevke, çalgıya
dalanlar, çalgıcıdan şarap isteyin; işretlere yönelin, ney sesine meyledin.
A bahtlılar, a devletliler, neşe
atlarına binin, tek biniciler kesilin; gam atını neşelerin ay akucunda kurban
edin.
A kendinde olanlar, onun birlik
küpündeki şarabını için de o şarap la aklı da, sonu gören fikri de yok edin
gitsin.
İlkbahar geldi, gül bahçesiyle
yeşillikte yüzlerce renk var; karakış ayının soğukluğunu, kuruluğunu,
devletsizliğini bırakın artık.
Öbek öbek öldürülmüş, başları
kesilmiş kişileri görmek ister misiniz; fakat a âşıklar, hey-hey
ederseniz, nara atarsanız
dininizden dönmüş olun.98]
İstediğiniz, aradığınız o Çin güzeli Çin’de... bu ne
akıldır ki siz her solukta Rey yolunu tutmayı kuruyorsunuz.
Ölümsüzlük meyhanesinde can kulağınızı açın, çalgıyı
dinleyin de ebced, huttî harflerini tekrarlamay ı bırakın artık.
O salt ölümsüzlük şarabıyla doldurun kafataslarınızı...
Allah için olsun, dürün akıl yaygısını, akıllılık örtüsünü.
Kendinde oluş elbisesinden soyunun a âşıklar; o daimî diri
olanın yüzünü seyre dalın da yok edin varlıklarınızı.
XLIII
Şâh-ı mâ ez cümle şâhan piş bud-o piş bûd
Z’on ki şâhenşâh-ı mâ hem şâh-o
hem dervîş bûd
Padişahımız, bütün padişahlardan yüceydi, hepsinden de
üstündü: çünkü padişahlar padişahımız, hem padişahtı, hem yoksul.
Padişahımız, perde ardında bir göründü mü, canlarımız
kendilerinden geçti gitti; çünkü padişahımız da kendinde değildi.
Padişahımız, canımıza hem yakındı, hem uzak... canlarımız
da padişahımıza hem yakındı, hem de uzağa dalmıştı.
Şarabı tortusuzdu, rahatı yerindeydi, derdi yoktu; gül
bahçesi dikensizdi, tatlılığında bir acı, bir zehir yoktu.
Padişahın lûtfundan bir taneciğini söyleyeyim: Perdeyi
kaldırır kaldırmaz, su ate şle barıştı; kurt, koyuna dadı kesildi.
Mutlak can, onun ışığında cansız bir şekil haline geldi;
mezhebi kötü kişi bile onun yoluna kurban oldu gitti.
Diyordu ki: Yokluk varlıkta mıdır? Evet dedi; der demez de
dünya var oldu, varlık onun bir evet demesini bekliyormuş meğer.
XLIV
Vesf-i on mehdûm mîkon gerçi mîrenced hesûd
K’in hesûdî kem nehâhedgeşt ez çerh-i kebûd
Hasetçi incinir ama sen o
efendiler efendisini övedur. Zâti şu yaslı gök kubbenin altında şu haset ediş
azalmamış gitmiştir.
Ayık adamın şarabı övmesi hoşa
gitmez; onun sarhoş bakışlarıy la sarhoş olanay sa ne fayda var bu övüşten?
O şarapla sarhoş değilsen, var
sarık peşinde koş, gönlün ardında yürü... fakat sarığını da o bakışlar kaptı
gitti, gönlünü de.
Yüzlerce varlığın bile olsa onun
varlığında yok et. o varlığa kavuşmak için bu gerek çünkü.
Gece yarısı kalktım; baktım ki
gönül yok. ne oldu, nerey e gitti diye evin kıyısını bucağını aradım.
Ev ev aramaya koyuldum; zavallıyı bir bucakta buldum;
yarabbi diye secdeye kapanmıştı.
Bakayım, kime kavuşmak istiyor dedim de kulak verdim...
ağlarken duydum ki dilini açtı; söze başladı.
Gizli de senin önündedir, açık da. Gizlim şu içimdeki
ateş, açığım da ah ediş, duman duman tütüş.
Acze düştükleri, kırılıp döküldükleri zaman güzelleri
aramıyorsun da bu yüzden yüz binlerce dere, güzellik ırmağına aktı, arttırdıkça
arttırdı onu.
Padişahın izlerini, eserlerini sayıp döküyordu da adını
söylemiyordu. gece karanlığı içinde yalvarıp yakarmaya dalmış gitmişti.
O arada dudak ucuyla gizlice diyordu ki: Adını söyleyemem
ama o ad ödağacından da daha güzel kokar, kokusu her yana y ay ılır.
A seven, sevilen Tanrım, belki bir insan bulunur da şu
gece yarısı hırsızlamaca kulak
verir sözüme; bundan ürküyorum.
Birisi adını duyar da yüceliğini bilerek saygı göstermezse
o güzelim ada; pek ağır gelir bana bu.
Adını işitir de saygı, sevgi gösterirse kıskançlık yakar,
yandırır beni. O yolunu yitirmiş, gideceği, geleceği yeri şaşırmış gönül
böylece âciz kalmıştı.
Hatiften bir ses geldi; adını an o kişinin; a inatçı,
adını an, gam yeme, kimseden çekinme.
Onun adı, senin can muradına anahtardır; tez adını an onun
da hemencecik kapıyı açsın sana dendi.
Gönül, adını anamıyordu, kapı da kapalı kaldı; seher
çağına dek bu böyle sürdü; derken ansızın gündüz oldu, güneş yüz gösterdi.
Hatifin binlerce kez yalvarışı üzerine gönül, ancak Tebriz
diyebildi; aklı başından gitti, varlığından oldu.
Kendinden geçince de o efendiler efendisi
Şemseddin’in, o cömertlik denizinin adı, yüzüne nakşoldu
gitti.
XLV
İlletî bâşed ki on ender behâron bed boved
Ger zemeston bed boved ender behâron sed boved
Bir illeti var ki baharlarda kötüleşiyor; kışın kötüle
şirse baharın elbette yüz kat daha kötü olur.
Cana canlar katan bahara suç bulma sakın; senin geçmeyen
hastalığın kurt olmuş, canavar kesilmiş, baharın ne suçu var?
Baharlar her ağaca, her bağa bahçeye bağışlarda bulunuyor;
acı, tatlı; her ağaç neye lâyıksa onu elde ediyor.
A kardeş, bir yol şu sözüme de kulak as; her baş veren
bitki, yetişip olmaya değmez.
Binlerce şehvet suyundan bir tanesi, ansızın
ilkah yapar da mayasından bir çocuk olur, güzel yanaklı
dilber bir yiğit meydana gelir.
O güzellerin de yüz bini harcanır gider de içlerinden bir
tanesi devlet sahibi olur, muradına erer.
İyi bahtlılar dünyaya çok gelir giderler; fakat Şemseddin
kapısından sürülür onlar.
Kim ona ikiyüzlülükle bile olsa bir kerecik secde etse,
iki dünyada da sonunda Tanrı’nın has kullarından olur.
A vefalı dost, cefaları anıp durma... o cefaları anış,
yoluna set çeker senin.
XLVI
Eger çerh-i vucûd-ı men ezin gerdiş foromâned
Begerdâned merâ on kes ki gerdonrâ begerdâned
Varlık çarkım bu dönüşten kalırsa, gökyüzünü döndüren,
beni de döndürür.
Şu ordumuza kötü göz değer de bozguna uğrarsa, padişahın
buyruğuyla yücelerden ordu iner bize.
Kış yeli eser, bahçemi yıkar yakarsa, padişahımın baharı
kıştan öç alır.
Yaprakların sayısınca zorlu Firavun belirse, Mûsa’nın eli
bir bir tutar onları, yerlerine dikekor.
Korkutma gönlünü şu konağın güçlükleriyle, korkutma...
Abıhayat kaynağı asla öldürmez seni güzelim.
Gördük sizi, gördük sizi; gizlediğiniz şeyleri açığa
vurduk. vazgeçmezseniz vay başınıza geleceklere; biliriz yapacağımızı biz.
Çevremizde tavaf ederseniz gözlerimizin ışığısınız; bizden
ümit kesmeyin; gerçekten zevk diriltir sizi.
Aşk oyununa girişmek için kırık dökük Arapça söylüyorum;
ama ne dersem diyeyim, bir padişahım var ki beğenir.
Ben kendimi bile bulamıyorum, sözü
nerden bulacağım? Fakat bu sözü bana veren mum, onu da buldurur.99]
— rL —
XLVII
Âşıkanrâ şod müsellem şeb neşesten tâ be rûz
Hordeniyy-o hâb nî ender hevâ-yı dil- forûz
Âşıklara geceleyin gündüze dek
oturmak verildi... o gönüller aydınlatan güzelin havasıyla ne yemek var, ne
uyku.
Dostum, sen de âşıksan şu muma dön. bütün gece erir, bütün
gece yanar durur.
Âşık olmayan, bil ki güzün
soğuğuna benzer. Âşıkın gönlüyse, o güz ortasında temmuzdur.
Sende de bir aşk varsa a benim
canım, bildirmek için âşıkçasına bir nara at, âşıkçasına saldır, saldır.
Fakat şehvete bağlıysan âşıklık
dâvasına girişme. kimsecikler yokken kapat kapıyı da yak şehvetini.
A bön kişi, âşıkla şehvet nerden bir araya gelecek? îsa
ile eşek nerden bir ahırda yem kesecek, yem yiyecek?
Şu gizli sözlerden bir koku almak istiyorsan, gözünü
Tebrizli Şemseddin’den başkasına yum.
Görebilirsen Şemseddin, iki dünyadan da üstündür; sense
arda kalasıca, hâlâ gaflet denizinin dibindesin.
Yürü, bilgi öğrenenlere katıl, fıkıh bilgisinin çevresinde
dön de caizdir-değildir lâfları başını yüceltsin senin.
Benim canım, Şemseddin’in aşkıyla çocukluktan uzaklaştı;
artık kuru üzüm, ceviz, alıç kalmadı; onun aşkı yeter bana.
Aklım elden çıktı, şiirim eksik kaldı... o yüzden de yayım
çırçıplak; ne nakış elbisesi var, ne yay tozu.
* A Cemâleddin, yazmayı bırak da uyu, yalnız şunu söyle. o
arslana benzer birisini hiçbir yüz görmüş müdür?[100]
XLVIII
Ger tu neng âyî zi mâ zoter beron rov ey herîf
K’ez toroş-rûyî hemîrenced dil-ârâm-ı zerîf
Bizden utanıyorsan tez git, çık
dışarıya a herif... o nazik güzel, o gönüller huzuru dilber, ekşi suratlı
duruştan incinir zâti.
İnkârını gizlersen o, lif lif, kıldan kıla düşmanlıklarını
gösterir, yüzüne vuruverir.
Gerdek günü, damadın belli olması
için, adını gündüz takan padişahtan, yüzünde onar onar izler vardır.
Ulular ulusu Şemseddin çevgen
salladı mı, kimde güç kalır? Yahut da o, üstünlükte atına binerse kim ona eş
olabilir?
İki dünyanın da sofrası,
Şemseddin’in katında aşla dolu bir kâseden ve bir kuru ekmekten
ibarettir.[101]
Yüce padişahlar padişahının şehrine saygı göstermek için
sadaka bil o ekmeği, aşı, kâseyi.
— L —
Bu kafiyede, tercememizin III.
cildinde, Bahr-i Remel’de, CIII. Arapça gazel var; yazmıyoruz.
— M —
îlk gazel, tercememizin III. cildindeki IX. gazeldir.
Ancak ilk beyti farklıdır; o beyti yazıyoruz:
Yüzünün sabahını görür görmez uy andım; sıçradım, kalktım;
işe adamakıllı giriştim; çalgıcıyı beklemeye vaktim yok.
XLIX
Mîbesâzed cân-o dilrâ bes ecâyib
kon sıyâm
Ger tu hâhi tâ eceb gerdî ecâyib don sıyâm
Orucu şaşılacak bir şey bil; adama
can bağışlıyor, gönül veriyor... şaşmak istiyorsan oruca şaş.
Yaşayış göğüne ağmak, miraç etmek
istiyorsan, bil ki oruç meydandaki Arap atındır senin.
Oruç can gözünün açılması için
bedenleri kör eder; senin gönül gözün kör de o yüzden hiçbir ibadet o aydınlığı
veremiyor sana.
Şu oruç her hayvanın yaşayışına
noksan verir; onun içindir ki oruç insanın insanlığını o lgunlaştırmay a mahsustur.
Âşıkların yaşayışları, beden
mutfağı yüzünden kararmıştı, mutfaklarını aydınlatmak için çıktı geldi oruç.
Dünyada şeytanın kanını içen bir
bıçağa benzer oruçtan daha fazla öldürücü, daha fazla kan dökücü bir şey var
mıdır?
Şu sultanın tapısında gizli, özel hizmete koşulmuş, tez
fayda verir, kâr bağışlar kim var? Oruç.
Oruç, özlem çekenlerin gönüllerini, canlarını öylesine
taze leştirir ki zavallı balığı bile su o kadar tazeleştiremez.
Savaş erinin bedeninde, gönül maksadına erişme yolunda
oruç yüz binlerce canın yaşayışından da daha iyidir.
* îman beş direk üstüne kurulmuştur ama vallahi o
direklerin en büyüğü oruçtur.
Tanrı, her beşinde de orucu, orucun kaderini gizlemiştir;
zâti oruç kadir gecesi gibi gizlidir.
Hani yüz eşek yükü taş vardır da kimsecikler bakmaz
bile... maden içindeki taşı güneş nasıl lâ’l yapıyorsa, oruç da o taşları lâ’l
haline getirir.
Sen nasıl arslan olabilirsin ki tilkiden bile tir tir
titriy orsun; fakat oruç seni ormandaki arslanlara bile üst eder.
Midesine düşkün olan, çok mide ağrısı çeker,
horlanır durur... midesine bağlı olanların
talihlerinde oruç yoktur.
Ya Süleyman saltanatını bağışlayan yüzüktür oruç, yahut da
bir taçtır oruç, onu seçkin kişilerin başlarına giydirir.
Oruçlunun gülüşü, oruçsuzun secdedeki halinden yeğdir;
çünkü oruç onu Rahman’ın sofrasına oturtacaktır.
Yemek yediğin vakit senin yüzünden için pisliklerle dolar.
oruç hamama benzer, bütün kötülüklerden yur, arıtır seni.
Yemek istediğini kara yürekli yomsuz, kutsuz bir yıldız bil;
oruç sa seni ışığa çevirir, bütün Zühallere ışık salarsın.
Aydın, bilgi ışığıyla ışıklanmış bir hayvan gördün mü hiç?
Beden de hayvandır, hayvanın ardına düşüp de bırakma orucu.
Beden hırsını şekerkamışını kırar gibi kır gitsin de orucu
bol bir şeker gibi canının içinde bul.
Katren nasıl olacak da denize ulaşacak? İşte
oruç sel gibi, yağmur gibi seni alır, denize ulaştırır.
Ayağını oruçla yücelt de başa döndür; çünkü oruç, başa
dönmüş kişilerin esenleştiği yerdir.
Nefsinle savaşa girişince, orucu öyle ucuza satmam ben
diye kendini yere at, ellerini çırp, ay aklarını vur, diren.
Nefsin, gönlüne musallat olmuş bir Rüstem’dir ama oruç onu
gül yaprağı gibi tir tir titretir.
Hani bir karanlık var ya, içinde abıhayat gizli... aklı
başında olanlarca o karanlık, oruçtur.
Canının içinde Kur’an ışığını istiyorsan, oruç bütün
Kur’an’ın tertemiz ışığının sırrıdır.
Rûha mahsus sofraların başına tertemiz erler otururlar ya;
oruç onlarla bir kâseden yemek yedirir sana.
Oruç, seni gün gibi gönlü aydın, canı sâf bir hale kor;
sonra da padişahla buluşma bayram gününde varlığını kurb an eder gider.
Oruç ülkesine ayak basacaksan neşelenerek
ayak bas... çünkü gamlılara oruç haramdır, yaraşmaz.
Kim etek gibi orucun ayaklarına düşerse, pek tez,
ölümsüzlük yakasından baş gösterir.
— N —
Eyyuha’s-sâkıy edir ke’see’l-homeyyâ nısfa men
înne ışkıy mislu hamrin inne cismî mislu denn
Sâkî, o yarım batmanlık sağrağı
döndür; çünkü gerçekten de aşkım, şaraba benziyor; bedenimse sanki bir küp.
A çalgıcı, biraz yavaş vur da can tekrar gelsin bedene...
vurunca da Şemseddin’in adıyla vur.
Şemseddin’in adı, kulağına
bedenden de daha iyidir, candan da. Şemseddin’in adı muma benzer; bu kulun
canıysa sanki leğen.
A çalgıcı, Allah için olsun,
Şemseddin’den başkasını söyleme; bedene de ten-tenen diye onun vasfını söyle,
cana da.
Şemseddin’in adı muma benzer, sen
de pervane gibi yanadur; onun çevgene benzeyen adına karşı topa benzer canını
at meydana.
At da şu canın, gökyüzünün oyuncusu olsun... şu tertemiz
canın, perdeleri yaksın, muradına ersin.
Şemseddin de, Şemseddin de, Şemseddin de; bu yeter. de de
ölülerin, kefenlerine bürünmüş bir halde oyuna giriştiklerini gör.
A çalgıcı, âşık değilsin ama gene de usanma bizden;
Şemseddin’in aşkı, canını yasemine döndürür.
Lâleler kudüm çalmada, yasemin oyuna koyulmuş. süsenceğiz
sarho ş olmuş da yasemin de kim oluyor demekte.
Dikenler gülmeye başlamış, güle üstünlük dâvasına
girişmiş. taşlar parıl parıl parlamış, lâlelere, siz varsınız ama diyorlar, biz
de varız.
Bir gececik gündüze dek onun adını anarak çal tefi; çünkü
bir Yusuf’un güzelliğiyle tefin gömleğe döndü.
Ansızın o gül yüzlüm, gül bahçesinden baş gösterir de o
gülün karşısında şu yeşilliğin gül
bahçeleri yok olur gider.[102]
LI
Yârekan reksî konîd ender gamem hoşter ezin
Kurre-i ışkam remîd-o nî lecâmestem ne zin
Dostcağızlar, gamlı bir haldeyim; bu gamlı halimde, şu
oynadığınızdan daha da hoş bir halde oynayın; aşk atım kaçtı, ne dizgin kaldı
elimde ne eyer.
Ay yüzlümüzün gözü önünde sarhoşça bir oynayın; çalgıcı,
Allah için olsun, tefe hazin hazin vur.
Canımdaki aşk için oyna ey merhametli dost; ey çalgıcı,
vur tefe, bundan başka bir talihin yok senin.
O güzelim tefin, burda makbuldür; tef çalışın
yerindedir... a çalgıcı, tef çal, senin ibadetin ancak bu.
A çalgıcı, bu tef çalış, Tebriz’in övüncüne, dilber
padişaha, canların canına can olan Şemseddin’edir.
A çalgıcı, Şemseddin, Şemseddin dedin de onun adını andın
ya, bir uğurdan başımdan aklımı da kaptın gitti, dinimi de.
Mademki Şemseddin dedin, sakın bu sözü düşürme ağzından;
bundan başka bir ad söylersen, bir başkasını dilersen küfür olur, küfür.
Çalgıcı, usandın sözlerimden, usandın... fakat dilediğini
yapma; böylece süregitsin bu, süregitsin.
LII
Motrıbâ berdâr çeng-o lehn-i mûsîkaar zen
Âteş ez cormem beyâr-o ender istigfâr zen
* Çalgıcı, çengi kaldır da mûsîkar çalmaya başla. suçumdan
bir ateş al, tövbeyi, istiğfarı
ver ateşe.
Aşk Kelîm’i, varlık Firavun’unu
bir uğurdan yok et; Mûsa’nın yokluk sopasını çal başına Firavun’un.
Akıl heveslere kapılır da
gecikirse, tez bağla gözlerini, kur onun için bir darağacı.
Ben bilgimle bir iş düzeceğim
derse, bir ateş ele geçir de yak, yandır o işin düzenini.
Cana gurbet yurdu olan şu toprakta
niceye bir konuk kalacaksın? Şu konuğun da gözlerine toprak serp, ev sahibinin
de.
Çalgıcı, güzelliğin, aklın
anlayacağı bir şey değil; onun anlayışından üstün... zevk çadırını aklın,
pergelle ölçüp biçilecek yerin sınırından dışarda kur.
Çenginin arışına arı duru şarabı
argaç et; tellerini onunla ör. o ezelî ıssılıkla tellere yeni bir baht ver.
Efendiler efendisi Şemseddin’in
kapısını gözyaşlarınla ıslat; onun yüzünün ateşiyle bütün
varlığı yak gitsin.
Onun nağmelerinden birini al,
Güneş’le Ay’a pay et; sonra yürü, uyanık devletin kapısında çeng çal.
Uyanık aklın, Şemseddin için bir
kaftan dikti; sen de var onun aşkıyla münkirlerin gözlerine mıh çak.
Aşk Burâk’ına bin, Tebriz’e yürü, varınca da o kanlar içen
bakışlar için diz çök.
LIII
lşk-ı Şems-i Hakk-o din k’on
govher-i kânîst on
Der du âlem cân-o dilrâ dovlet-i ma’nîst on
Tanrı ve din Şems’inin aşkı
madendeki incidir... iki dünyada da canı, gönlü kandıran, zenginleştiren bir
devlettir o.
Görünüşte ne ordu vardır, ne
devlet, ne de hazne. fakat can gözüyle bakarsan, görürsün
ki can devletidir o.
Şarabını doldurmak için kafatasını
her şeyden boşalt; ondan sonra onun şarabına sağrak et; o kafa böylesine bir
şarabın sağrağıdır zâti.
Aşkla pişen erlere ham şarap
sunarlar... zâti pişkin, olgun aramak, hamdır, çiğdir demek, çiğlik
belirtisidir.
Can kebabı, beden kılığında olan
kişi, hasların da hası olsa hüner bakımından gene aşağılıktır, gene aşağılık.
Yücelik arayan, aşkta aşağıdır;
aşağılığı kabul edenin meclisiyse, yüce bir meclistir.
Kimin tertemiz canı o şaraptan
içtiyse, Hintli bile olsa Mekkeli’dir, Şamlı’dır.
Şarabın ayrılığı mamûr bedeni yıkar; fakat kim bedenini
şarapla y ıkarsa, şarap yapar o bedeni.
Bu şarap, ölümsüzlük şarabıdır,
can önce ondan doğmuştur, şu halde şarap candır, y ahut değildir derler ya; bu
söz yalandır.
Ölümlü canı boyuna bu şarapla
sarhoş et, onun
kadehiyle sarhoş ol; ölümlü can bu
şarapla ölümsüzlük rengine boyanır.
Ölümlü can, ölümsüzlük şarabına, “Kimyanın yanındaki
bakır, altın olur gider” yazısını damga olarak vurmuştur.
Şarap yüzünden akıl bedenden boşanmıştır; hem de üç
kere... akla bağlı olan beden o şaraba eş olamaz.
Ölümsüzlük şarabı, hevesin daralmış gönlünde oturamaz. bu
şarabın yurt edindiği gönül, mey dan gibi geniş mi geniştir.
O şaraptan bir kadehçik kime sunulduysa bir belirtisi
şudur onun: Hikmet sırlarını anlatışta canı olgunlaşır, kendi malı gibi anlatır
o sırları.
O şarabın parıltısında ölümsüzlüğü görür; ondan sonra da
ona mal mülk nedir ki? Öz canını bile verir gider.
Kendinde olarak, aklı başındayken o şarabı öven kişi,
sanki Kur’an okur; okur ama okuduğunu ne anlar, ne tutar.
Hakkı da sarhoş âşıklardan sor, hak sahibini de... çünkü
kadehteki o şarap, âşıklara kadıdır.
Çünkü sarhoşun verdiği hüküm, şarabın yaptığı iştir,
şarabın verdiği hükümdür; demek hak da onun hükmüne razı, hak sahibi de; bu
apaçık ortada.
Çalgıcıyı şarap almış, götürmüş; a çalgıcı, lûtfet, çenge
bir vur da adım kötüye çıkacak ama zararı yok, kurtar beni addan sandan.
* Yüzünü göster de güzellerin pazarlarını kır geçir;
göster o yüzü ki Mânî bile o yüze yüzlerce hasret çekmede.
A seher yeli, Tebriz’e git, o tertemiz toprağa secde et.
Yaşayışlar yaratan Rabbe mensup kapının toprağıdır orası.
LIV
Der meyân-ı zulmet-i cân-ı tu nûr-ı kîst on
Ferr-i şâhî mînemâyed der dilem on çîşt on
Canının o kapkaranlık gecesinde kimin ışığı bu? Gönlümde
padişahlık yalımları uyandırmada, padişahlık ışıkları belirtmede... nedir bu?
Bir hayal belirtiyor ki o, padişahın Ay’a benzer yüzünün
hayali. yoksulluk gününün sığınağı, yoksulların ellerinden tutan padişah o.
Bu çeşit parıltı, böyle güzellik, bu lûtuf, bu hoşluk, bu
alım, ancak canların övündüğü Tebrizli, Tanrı ve din Şems’inindir.
İnsanın canı, apaçık övemez, anlatamaz onu;
anlatabildikleri de zâti gene gizlidir.
Çünkü nasıl olur da ölümsüzlük sıfatları ölümlü dünyaya
yüz tutar? Yıldızı kutsuz ölümlü dünya ehlinden biri, nasıl onları anlatab
ilir?
Tanrı’nın kendi eliyle y aratıp bezediği güzelliğe karşı
istediğin resmi yap; istemeyiz onu biz.
* Onu gören göz, tutar da bir başkasına bakarsa, taşlayıp
öldürmek gerektir onu; zina
etmiş sayılır o.
Gönül, âşık olunca önce iyi addan
geç; çünkü aşkın başlangıcı rezil rüsvay olmaktır, adın kötüye çıkmasıdır.
Aşkının denizinde can elbisesi
ağır gelir; gönül, ad san, ekmek yemek aramak hamlıktır.
Gönül, bayağı bir sevgide bile bu
hassa vardır; o yüce meclisin bu aşkınday sa haydi haydi var.
A seher yeli, bana Tebriz’in toprağını armağan getir;
çünkü yücelikte âdeta inci madenidir o toprak.
LV
lşk-ı Şemsüddînst yâ nûr-ı kef-i Mûsîst on
în heyâl-i Şems-i din yâhud dused Îsîst on
Şemseddin’in aşkı mı şu, yoksa
Mûsa’nın avcunun parıltısı mı? Şu, Şemseddin’in hayali mi, yoksa yüzlerce îsa
mı?
Hiçbiri de değilse, şu Ay gibi yüz de ne? Şeklini nasıl
söyleyeyim? Çünkü tümden anlam o.
îster bu olsun, ister o; o dudakların fitnesiyle canımız
oyunlara dalmış, hoş bir hale gelmiş, sarhoş olmuş, sevdalara düşmüş.
O canlar canından ayrıyken yüzüme iyi bak; y azılar
yazmada gözlerim yüzüme; ama, bu cansızdır, gönülsüzdür yazısını yazıyor.
Ben ne diyeyim? Utarid bile bütün tertemiz canlarla onun
temizliğine tanıklık eden, temizliğini yazan bir âşık.
Canım, Mûsa’nın sopası gibi bir kez onun elini öpme
fırsatını buldu ya; at artık Mûsa gibi yere o canı; can değil, y ılandır o
şimdi.
Gözlerim onun ayrılığında, tekrar kavuşmayı dilemede; onun
diriltici devletini düşünüp Tanrı kudretine güvenerek gülmede.
Kim padişahlar padişahı Şemseddin’in atının peşinde yaya
koşarsa, evvel-âhir dünyaya da boş verir, âhirete de.
Elini öpene gelince: Artık ne diyeyim ona? Akıllılar
bilirler ki yücelikte elbette daha da üstündür o.
Canım onun bedenini görür görmez, tez iman getirdi; ne diyor
dedim, dedi ki: Bak da gör, pek büyük bir mucize bu diyor.
Âzer’le Mânî’nin bile yüzlerce özlem çektiği o yüz yok mu?
Tebriz’in ışığı da o yüzün ışığından, o yüzün güzelliğinden.
LVI
Câm por kon sâkıyâ âteş bezen ender gamon
Mest kon conrâ ki tâ enderresed der kârvon
Sâkî, doldur kadehi de ateş sal gamlara; sarhoş et canı da
yetişsin kervana.
O küpten doldur; hani kapağı açılsa kokusu göklere dek
ağar da gökler bile kokusundan sarhoş olur.
O şaraptan sun; hani canlar veren, gönüller parlatan bir
katresi, gam denizine damlasa gamın gamlığı kalmaz, neşe kesilir.
Bir katresi, zamanın baş çeken zorbalarının beyinlerine
damlasa, hepsi de hizmetçilere döner, secdeye kapanır.
Can, ileri gidenlerce de, aşağılık kişilerce de değerli
bir şeydir; can cümleden azizdir; fakat o şarab ın kokusu, has kişilerce canın
da canıdır.
îzinin tozu belirmeyenden gelen, her izi yırtıp yok eden o
şarap yüzünden mevki de görünmez oldu, rütbe de... can da yok oldu gitti, beden
de.
Zevâlsiz meyhane, o şarap yüzünden köpürdü, coştu;
köpüğünden düny a binlerce ev barkla, binlerce malla mülkle yok oldu gitti.
O şarabın kokusu, batıda kadehten çıksa ta Herat’taki,
Talkan’daki zahitler bile sarhoş o lurlar.
O küpten sarho ş olanın eli, y ery üzüne diken ekse
doğudan batıya dek, yerden güller biter; her taraf güllük gülistanlık olur.
Aşkıyla sarhoş olup çeng çalanın çenginden çıkan sesi
korku dünyası duysa, aman bulur, tümden ümit kesilir.
Ahmed’e mensup küpten bir koku duyulsa, şarabı gibi
kâfirlerin gözleri de coşar, canları da.
A kervanbaşı, Ahmed’in şarabının kokusunu iyice duymak,
rengini görmek istiyorsan bir soluk Tebriz kapısında konakla.
Konakla da Tanrı kadehinin kokusuyla şarap huylarına
bürün, onun gördüğü işleri görür bir hale gel; lûtuflarını gör de o lûtuflara
eş ol, lûtuf kesil.
Aşkıyla sarhoş olanın gönlünde ne var? Gizli bir güneş...
Sevgili, onu kim bilir? Kimde o güneş varsa o bilir ancak.
Aklım, her solukta aşk ustasından o şarab ın sırrını
sorardı; fakat o, hele zamanı var sözünden başka bir şey söylemezdi.
Her solukta o Yusuf’un Mısır’ından canlarımıza, yüzlerce
kervanla, şarap gibi adamı esriten şeker denkleri geliyor.
Canım aşkının küpünde köpürüp
coşuyor; ah, aşkının sayvanına bir merdiven olsaydı.
Canımdan onun lâkapları şimşek
gibi çaktıkça, gözüm o yalımlarla yüzlerce direfş-i Gâvyânî’nin parıltısını
görüyor.
Aşkı, evi barkı, soyu sopu, yeri
yurdu altüst etti mi, şarabı, can alanına yüz binlerce evler kuruy o r.
Senin canın da gece yarısı,
gizlice şarap içiyor ama Arş’a da amber kokuları ağıyor, kutsal canlara da.
Onun ayrılığıyla dünyadan usanmış
da canım, Sâmirî gibi dağlara, ovalara kaçmada.
Mûsa’yı bile yıkan şarap, Hızır’ın
elinden geldi mi, benim canım gibi yüzlerce can belden çözülür, kemer gibi
yerlere dökülür.
A ulular ulusu Şemseddin, bütün
bunlardan maksat sensin... dilerim, zaman da benim canım gibi toprak kesilsin
sana.
Onun buluşma kadehiyle içtiğim
şaraptan
sonra, ayrılık kadehiyle öyle bir
zehir içtim ki acı mı acı, ekşi mi ekşi.
Ne Tebriz gibi bir yer vardır, ne de olur... Ne senin gibi
kutlu bir padişah gelmiştir, ne de gelir.
LVII
Âşıkanrâ mujde deh ez ser-ferâz-ı râstîn
Mujde mer dilrâ hezâr ez
dil-nevâz-ı râstîn
O yüceler yücesi gerçekler erinden
âşıklara müjde var; o gönüller okşayan gerçekten gönüle binlerce müjde var.
Görüşü uz bir sarraftır, gerçek
bir makas; bütün altınların ay arı tam olacak; müjde bütün altın madenlerine.
Müjde ölümsüzlük elbisesine. ebedî
bir ömür için devletlerden, b ahtlard an gerçek bir bezenti verilecek ona.
Ne mutludur o kuzgun; bundan böyle
kuzgunluğu kalmayacak; Şemseddin’in
kapısında gerçek bir doğan
kesilecek.
Ne mutludur o el ki onu ben
bağlamışım, artık uzunluğunu kaybeder; onun üzengisine yapışan el, gerçek bir
el olur gider.
Eli uzadı da ta Huten’e kadar
vardı fakat, orayı da aştı da gerçek bir Taraz güzelinin yakasına yapıştı.
Bundan sonra da o Taraz güzeli,
onun elini eliyle tutar artık; iyiden iyiye sarhoş olunca da ona gerçek sırlar
söylemeye koyulur.
Derken gözlerini açar da canın
vehmettiği yerlerden ötede olan, Tarazlı Türk’e bile gerçekten naz eden güzeli
görmeye çalışır.
Tebrizli padişahtır o, kerem
sahibidir, canlar bağışlar, olgun mu olgundur... yücelikte, buluşmada,
sultanlıkta gerçekten de bir doğan kuşudur o.
Fakat can sultanlığı hani, geçici
beden sultanlığı değil. onun sultanlığı canların can gözlerini açar, gerçekleri
gö sterir.
Merhaba a canlar padişahı, merhaba a tek güzellik; kullara
padişahlık bağışlayan, onların işlerini düzene sokan gerçek er.
LVIII
Ez bedîhâ on çi gûyem hest kasdem hîşten
Z’on kî zehrî men nedîdem der cehon çün hîşten
Kötülüklerden söze getirdiğim şeyler var ya, bu
kötülükleri yapandan maksadım; hep kendim, hep benliğim, varlığım... çünkü
dünyada benlik, varlık gibi bir zehir görmedim.
Birine işaret ettiysem ululuk, olgunluk ıssı, lûtuflarda,
ihsanlarda bulunan Tanrı’ya and olsun ki maksadım o değil.
Kendimden geçememişim, başkasıyla nasıl uğraşabilirim?
Kendimden geçmişim dersem, bu bir kuruntudan, bir zandan ibaret olur.
Bir kapalı söz söylesem birçok anlama çekilebilir.
birisinin kusurunu, noksanını
söylemeyi kastedersem ne er olurum ben, ne kadın.
A sırlara mahrem er, hakkımda iyi bir zan beslemeni, bana,
benim sevgime inanmanı istiy orum senden.
Kendi canıma düşmanım, feryadım kendimden... Kendi
varlığımı odun yakar gibi y akmak istiyorum ben.
Dostumu binlerce kez adıyla sanıyla apaçık, y ahut
gizlice, riy asız olarak övmüşüm.
Yüz kere açık, gizli onunla övünmüşüm; iki gözüm gibi aziz
bilmişim onu.
Böylesine bir dostun ayıbını söylersem, maksadım kendi
ayıbımı söy lemektir; çünkü bedenimdeki Ay gene kendi bulutumla örtülüyor.
Tut ki bir huyunu kınamışım onun; bunu dostluğa ver;
hileye, hıy anete değil.
Ben kendi varlığıma, benliğime derim ki: Kendini Tanrı
ışığı mı sandın? Öyle bile olsan
yok ol; yok ol da yoklukla sınan.
A benliğim, varlığım, tümden Tanrı
sırrı bile olsan yok ol; çünkü hep kendini görüyorsun; kendini gören gözü
çıkar, at.
Ulular ulusu Şemseddin’i översem, bil ki bütün güzel huy
ları övüp durmadayım.
LIX
Der sitâyişhâ-yı Şemsüddin nebâşem muftenen
Tâ tu gûyî k’in gerez nefy-i menest ez lâ-vo len
Şemseddin’i överken sınanmalara
düşmem ki tutasın da benlikten, varlıktan yok olduğunu söylemek istiyor
diyesin.
Çünkü o tümün de tümüdür; arı duru
olgunluğun ta kendisidir... onu övüş ilkbahara benzer; parça buçuk övüşlerse
yasemindir sanki.
Her biri ayrı çeşit bir güldür,
ayrı çeşit bir meyve. oysa bağın bahçenin tümden özüdür,
yüzlerce yeşilliğin canına candır.
Bağı bahçeyi övdün mü, orda ne
varsa hepsini de övmüş olursun; Tanrı’yı övdün mü bu övüşe put da girmiş olur,
güzel de.
Fakat putu översen gene bu övüş,
yaratan, yapan, eden Tanrı’ya varır; bunu böyle bil, ama Tanrı güzelliği girmez
bu övüşe.
Demek ki başka övüşlerle parça
buçuğu övebiliyorsun; Tanrı ve din Şems’i deniz gibi; nerden bedene girecek?
Tanrı, aklını başına al a kısa
görüşlü, var olan benim ancak deyip durmada... yâni ululayışta hak ve din
Şems’i bir bahane ancak.
Sen küçülmez de Tebriz’in
övüncüyle övünürsen, benim özümü övmüş olursun, a sınanmış kişi; bu demektir
bu.
LX
Der hulâsa-y ışk âher şîve-i îslâm
kû
Der şogoft-i muşkilâteş sâhib-i
’elâmkû
Aşkın özünde îslâm şivesi nerde...
onun zorluklarını açmada bilgi sahibi olan hani?
Kendi göbeğindeki miske âşık olan
Arş ceylanının yeme dönüp bakması beklenir mi? Nerde tuzağın çevresinde dönüp
dolaşacak o?
Ayrılıkta her gün bir yıl kadar
uzar ama ayrılıktan geçtin mi, gece nerde, gündüzler hani?
Canlılar, erkekle dişiden olurlar,
ana rahminden doğarlar. fakat kutsal doğuşlarda nerde ana karnı?
A sâkî, akıl baştayken aşkı
bulmanın imkânı yok. kadehinin kokusu kararsız bir hale getirdi beni; hani
karar, nerde huzur?
Bu hacda ihramın, varlık libasını kendinden sıyırıp
atmandır; ama nerde ihramın bu şartını
yerine getirmek?
Varlığını attın mı, can içinde
canı gör... bölük bölük canlar, hepsi de tek; nerde orda
yıldızlar?!
Bütün susamış canlar, denizi
buldular mı, denizde yok olur giderler; nerde bir tek bilenden başka bilen?
Uzak yakın, köy-şehir, iklim-ülke,
hep denizin bu yanında; o yandaysa nerde şehir, hani iklim?
Şu beden, ne yazarsa mutlaka
kalemle yazar. fakat canın kendisine yazdığı yazıda nerde kalemler?
İnsanoğlunun aklı da onsuz kalıp
soğumasından meydana gelir, fikri de. fakat o şarap la kızıştı mı insan, nerde
akıl, hani fikir?
Evet, o kendinden geçişte de bir
başka çeşit akıl vardır; fakat nerde uyanıklıktaki akıl, nerde korkulu,
karmakarışık, darmadağın rüyalara dalış?
Kuş kafeste kaldıkça bir
başkasının buyruğu
altındadır; kafes kırıldı da kuş
uçtu mu, nerde ona geçecek buyruklar?
Akıl baştayken nefis suçlar işletir; fakat aklın aklı
geldi mi, nerde kalır nefsin suçları?
Beden bedene dokununca insan
hamama muhtaç olur; fakat rûhların birleşmesinde hamama ihtiyaç yoktur.
Sen özüne râm oldun mu, bütün
dünyada sana râm olur... Rüstem’in oğluysan nerde kara yağız atın?
Pişmiş yemekten vazgeçtiysen
esriten şarap gerek sana. peki, hani kadehinde şarabın, nerde ağzında şarap
kokusu?
îçtiysen gizlilik âlemine salına
salına, ayaksız git. sarhoşsan sarhoşçasına gel; nerde o yürüyüş sende?
Aşka kulluk etmek farzdır; nerde
farz, nerde sünnet, nerde vacip? Hani belletiş, nerde gerek sayış?
Canla başla aşka sarılıp oynamak.
sonra da
ondan tiksinmek; imkân mı var
buna? Adamın kolunu kanadını bağlamış aşk nerde; onun insanı ağırlaması
görülmüş müdür hiç?
Âşıkın yüzüne vurulsa bu onun canına huzur verir... ordaki
zahmet, meşakkat, lûtuftan, ihsandan başka bir şey midir ki?
Korkudan ağırlamak, hizmet etmek, hayvanların işidir;
hayvanlarda aşkla hizmet etmek nerde?
Bu yol, Tanrı başarı verdi de elini tuttu mu, bir adımdır
ancak; yol uzaklığının sözü de nedir, günlerle yıllar da ne oluyor ki?
Ancak, o güzelin gölgesinin sana vurması gerek, o güzelin.
nerde güzeller içinde onun gibi bir güzel?
O, gerçekten de ulular ulusu Tanrı ve din Şemsi’dir; onun
dengi, onun eşi nerde bütün babalar, atalar, bütün amcalar içinde?
Şu yedi deniz, nerden onun eşsiz, tek incisine denk
olacak? Onun benzeri nerde canlar içinde, hani bedenler arasında?
Atının ardında yaya yürüyen kutsal canlar arasında
Kubad’dan, Sencer’den, Kavus’tan, yahut Behrâm’dan başka kimler var ki?
Yel, göze Tebriz toprağından armağan getirsin; yoksa şu
toprak bedene onun toprağından başka nerde rahat var, nerde huzur var?
LXI
Cism-o con bâ hod nehâhem hâne-i kemmâr kû
Lâyık-ı in kofr-i nâder der cehon zunnâr kû
Benimle can da gelmesin, beden de... istemiy orum;
meyhanecinin yurdu nerde? Böylesine görülmemiş bir küfre lâyık zünnâr hani?
Can, şaraptan esip gelen yelle her solukta sarhoş olup
gitmede; meyhanenin kapısına dek koşmada; fakat yükü nerde?
Kulağın bulunmadığı bir yandan çeng sesi geliyor; fakat bu
çeng sevgilinin çengi. nerden
tahta bulunacak, nerden tel bulunacak ona.
Âşık, bedensiz kaldı mı, ona öylesine bir can elbisesi
getirirler ki tez elli çulhalar dokumamış kumaşını... nerde dokuması, hani ipliği?
Âşıkın ululanmasını bir kokla; onda da toprak kokusu
vardır; o da anlam bakımından topraktandır. böylesi bir denizde ululanmak
nerdedir, ad san kaygısı hani?
Burnun açılır, koku alırsa, o koku aşk mağarasından gelir
burnuna; duyulmamış bir kokudur o; her yana çok koşarsın, mağara nerde diye
çırpınıp durursun.
Âşıkın yüzünde arılıktan, renksizlik rengi vardır. fakat o
güzel yüzlü sevgilinin o vefası, o temizliği, o lûtfu nerde?
Ölümsüz ömürden müjde geldi sana; hamd et artık. o ömründe
bu yılın gamı nerde, bıldır düşüncesi hani?
Orda iyilerle konuşup görüşmek de zahmettir, kötülerle
konuşup görüşmek de zahmet. o iyiliklerin en ulusunun gölgelendirdiği halvete
kim sığabilir ki?
Tanrı ve din Şems’i, ölümsüz temizliklerde ulular
ulusudur... onun güneşinin parıltılarında nerde aklı başında kalmış bir zerre?
— H —
LXII
Key boved hâk-i senem bâ hon-ı mâ âmîhte
Hoş boved in cismhâ bâ cânhâ âmîhte
Ne vakit o güzelin toprağı bizim kanımıza karılacak? Şu
bedenlerin canlarla karılması ne de hoş bir şey olur.
Şu gönül sedeflerimiz, böyle bir ayrılık dağıyla
dağlandığı halde gene de tertemiz vefalı incilere sahip olmuş; o incilere eş
kesilmiş.
Gece gündüz, suyla ateş birbirine eş dost olmuş, beraber
oturmada... lûtufla kahır birbirine eş, tortu durulukla karışmış gitmiş.
Kavuşmayla ayrılış uzlaşmış; küfürle iman bir olmuş; seher
yeline padişahımızın kavuşma kokusu karışmış.
Kurt, Yusuf huylu olmuş, kurtluk yitmiş gitmiş ondan.
gömleğinin kokusu gelmiş de körlüğe karışmış, gözleri açmış.
Toprak topraklığı bırakmış;
karanlık gitmiş ondan... şaraba benzeyen su arılık ışığıyla karışmış,
birleşmiş.
Ne kutlu gündür o gün ki o ölümsüz
canların sevgilisi, sarhoş olarak meclise gelir de sizinle karılır, birleşir.
Herkesi mahmur bakışlarıyla sarhoş eder de yabancı
bildikle karışır, birleşir gider.
Vara vara İblis bile fazla şarap
içtiğinden Âdem’e döner; İblis’e lanet, seçilip yüceltilmeyle karışır gider.
Ebedî olarak kapalı olan o kapı
açılır; vefasız anahtarla vefalıları karılır.
Kulun, Tanrı huyuyla karıldığını
görmek için, efendiler efendimiz Şemseddin’in sırrının sırrı mey dana çıkmış.
A ulular ulusu Şemseddin, feryat
şu kulluk sözünden; çünkü bu sözün her harfi bir ejderhâyla karılmış,
birleşmiş.
Bir soluk durayım da söze daha
aşağıdan
başlayayım; çünkü bu söz çok ağır,
ululuklarla karılmış.
Âşıklar yolunda senin Hızır’ın
nerde ki onun her mihnetinde yüz binlerce lûtuf vardır, fakat belâlarla
karışmış.
Bir yanda bir katrecik, öte yanda
binlerce arılık duruluk denizi... Devlet İsa’sının soluğu vefalarla karılmış.
Horluk, yücelikle ahdetmiş, bir
olmuş orda; aşağılık, y aratılıştan yüceliğe karılmış orda.
Canlar canına karşı can, toprak
pahasına. burda pahalılıklara karışmış canlar, ama orda ucuz mu ucuz.
Canlar, o cana can olanın ardında
öylesine bir inci olmuş ki. bakıra benzeyen can, kimya gibi canlar canıyla
karılmış.
Dönüp duran dünyanın önü sonuyla
bir olmuş. başlangıçsız başlangıç bitimle karışmış gitmiş.
Baht sarayına, yâni tertemiz Tebriz’e git de bu
yerin, o yerle karıldığını seyret.
LXIII
“Tercî-i Bend”
Mestiyon der erbede reftend-o reftem gûşeî
Bâ du yâr-ı râz-dân-o hem-reh-o hem toşeî
Sarhoşlar kavgaya giriştiler, ben
de, sırdaş, aynı yolun yolcusu, azıkları bir, iki dostla bir bucağa çekildim.
Bir de baktım ki, o bucakta öyle bir güneş var ki
ıssısıyla can da, gönül de bir kazan gibi kaynayıp coşmada.[104]
Varlığımın aşağısını da onun
havası kapladı, yukarısını da... hani tarlaya çekirge yağar da, her başağa biri
konar, yemeye başlar; aşkı öyle üstü bana.
Fitneden, belâdan köşelere bucaklara kaçtım
ama gene tuttum, belâ tenceresinin kapağını kendim açtım.
Efendiler efendisi efendim Şemseddin’in aşkı, bir
kavgacı... önce sessizce, öyle susarak geldi ama sonradan anlaşıldı.
Buluşup kavuşma Emin Cebrâil’e benziyor, ayrılıksa
görünmeyen şeytan sanki. Emin Cebrâil’in vahyi, vesveselerle bulandı gitti.
*
Gözü pek, başı dik âşıka öğüt mü verilebilir; her çeşit
belirip duran aşk, gizlenebilir mi?
Edep, hayâ, gizleniş kadehine onun şarabını döktüler de
öylesine başına buyruk bir hale geldi ki şu başına buyruk dünyayı yakıp
yandırıyor.
Onun yüzünü gören, ona altından
bir yüzük taşı kesilir; fakat ne değeri var; padişahlar altın taşı ne
yapacaklar ki?[105]
Bu nasıl bir güneştir ki aşkıyla yarasa bile canını,
gönlünü yakıp yandırmada.
Gönlümden onun kavgası yüzünden kopan feryatları,
iniltileri o güneşe, o Tebrizli Şemseddin’e haber verin.
Şemseddin’in aşkı şaraba döndü; gönlümse sağrak kesildi;
efendilikler etti de lûtfuyla cana o ışığı elbise gibi giydirdi gitti.
*
Can kuşu, ayrılık doğanının saldırışlarına dayanamadı;
ayrılık senin okşadığın yeri, yâni gönlümü dağladı.
Ayrılık önce bir acı şarap sundu da emdiğimiz süte dek,
içimizde ne varsa hepsini, her zevki, her sevinci kusturdu.
Fakat kavuşman, lütfedip de can dikenliğimden bir geçti;
tümden bağ bahçe haline getirdi o dikenliği.
Efendiler efendisi Şemseddin’im, yoku bile var eder; bir
çorak yeri bağ bahçe yaparsa şaşılır mı buna?
Öylesine bir gamdaydım ki canım bedenimden
gitmek üzereydi; rüyada canımla alay edip duran o hayalin,
lütfetti de diriltti canımı.
Canım o haslar hası şarapla dolu sağrağı çekince hem
zahitliği, hem ihlâsı birbirine vurdu, kırdı geçirdi.
Bu kafiyenin ilk gazeli, tercememizin IV. cildinde Bahr-i
Remel’de geçen CXCVI. gazeldir. Onu yazmıyoruz.
LXIV
Ez hevâ-yı Şems-i din benger tu in dîvânegî
Bâ heme hîşon gerefte şîve-i bîgânegî
Şemseddin’in havasıyla meydana gelen şu deliliği seyret...
bütün yakınları, bütün bildikleri yabancı tutuyor gönül.
Onun evinin havasıyla evi barkı
olan yüz binlerce kişi, ovalardaki vahşi hayvanlara
dönmüş, aşkla çarşının pazarın
rezili olmuş gitmiş.!
Ayrılığın yıldırımı düştü de bir uğurdan aklı da yaktı,
yandırdı, utancı da; anlayışı da yok etti gitti, sakınıp çekinmeyi de; bilgiyi
de sildi süpürdü, hüneri de.
Aşkının mumundan bir ekmek, bir geçim sebebi istedim;
pervanelik edecek; yazın fermanını dedi.
A ateşli gözlerle can kaleleri alan; a yiğitlikler
gösteren aşkı, binlerce saflar yaran, ordular bozan.
A ulular ulusu Şemseddin, yüzlerce define sana karşı
tozdur topraktır... çaresiz kalmış, bir pula bile değmez bir âşık da nedir ki?
Yüzlerce coşkunluk eder, göklere yüzlerce naralar atarım;
aşkında ayak diremişim ama öyle bir tek nara atacaklardan değilim ben.
Akla, canla sevgiliyi ay ırt et dedim; akıl tarağımın aklı
çıktı başından, taraklığını yitirdi
gitti.
LXV
Gerçi der mestî hesîrâ tu murââtî konî
V’on ki nefy-i mehz bâşed gerçi ısbâtî konî
Sarhoşsun da tutmuşsun, bir çöpü
ağırlıyorsun; tümden yok olanın varlığını ispata kalkışıyorsun.
İşinin kötülüğünden gönlün
sürdüğünü, ikiyüzlülükle tapına getiriyorsun; bu olmayacak saçma işleri kime
yapıyorsun sen?
Onun kötülüğünü görmez, duymazsan,
gözünü kör, kulağını sağır edersen, o vakit onun gizlediği çirkin şeyleri
övebilirsin; o zaman kötülüklerini görmez olursun.
Ona karşı gösterdiğin bu riay et
ne vakte dek sürecek? Sonunda çirkinliği mey dana çıkac aktır, sonunda sen de
kaçacaksın ondan, eyvahlar olsun diyeceksin.
A hikmet ıssı, öğüt bile vermeye
değmez o,
uzaklaştır onu kend inden... onu
incitirsen kazanın, kaderin belâlarını defedersin kendinden.
Gizlice konuşup danışmana lâyık
değildir o. İhtiyacın, dileğin oldu mu, ancak Tanrı’ya bildir.
Onu ağırladıkça yanılmalara
düşürürsün onu. put edersin kendine de yamanır kalır derdi sana.
O zevk zamanı geçip gitti mi,
kulunç gibi kalakalır. derken ya kaçar, kurtulursun, yahut düzenler kurmay a
kalkışırsın.
O kişiyle düş kalk ki o, zahmet
çağında da, sevinç çağında da cennete dönsün, huri kesilsin sana.
O efendiler efendisi, ulular ulusu
Şemseddin’in isteklilerinden olsun. böyle bir kişiyi put edinir, taparsan ona,
değer mi değer.
Böyle birini bulamazsan tertemiz
Tebriz’e kaç da güzellikten sarhoş ol; zevkler tat, hallere bürün.
Men çü Mûsî der zemân-ı âteş-i şevk-o likaa
Sûy-ı kûh-ı Tûr reftem habbazâ lî habbazâ
Mûsa gibi özlem ateşleriyle, buluşma şevkiyle Tur Dağı’na
gittim, ne mutlu bana, ne mutlu.
Orda bir padişahlar padişahı, bir
canları geliştirip yetiştiren padişah gördüm; gönüller kapıyordu, cana canlar
katıyordu, pek güzeldi, pek hoş bir yüzü vardı.
Tur Dağı da, ova da, çöl de onun
ışıklarının p arıltısıy la ölümsüz cennet gibi ışıklarla dolmuştu.
Gümüş bedenli sâkîlerin ellerinde
altın kadehler vardı... ona kavuşma havasıyla gökyüzü boyuna dönüyordu.
Toprağın parça buçuğu, ışıklardan
da yüce olma sevdasına düşmüştü; onun şarabını içmiş,
esrimişti de, o esriklikle kendi
yüzüne sopa vurmadaydı.
O padişahlar padişahı, bir kez yokluğa baktı; yokluk
himmet ayağını varlığın ta başına bastı.
Çalgıcı orda perdelere vurup duruyordu... zâti onun aşkı
iki dünyada da havada bir perde mi bırakır ki?
Lûtuflar gölgesiyle üstünlük güneşi bir araya geldi.
aşkının olgunluğundan zıtların birleşmesi caiz oldu.
Seher yeli yüzündeki örtüyü kapınca ordaki hayallerin
hepsi de yok oldu; dağıldı gitti.
Fakat onların varlıkları yok olunca da bir zıt
peydahlandı; orda bana, yok olan var göründü, var olan da yok.
Gözümün zayıflığı yüzünden günüm kararmıştı. o gönüller
kap an güzel, gözlerime hikmet sürmesi çekti.
O can huy lu düny anın ötesinde, onun havasında oynaşan,
vefadan, temizlikten ibaret
zerreler gördüm.
Aklım vefalarla, temizliklerle
dolmuştu; derken baktım ki o temizliğin öte yanından bir Ay doğdu, vefa atına
bindi, sürmeye başladı.
Yüzünü gördüm de pek utandım...
hasılı her solukta bir cefa zünnârı koparmadaydım.
A Ay dedim; tövbe ettim, tövbeleri
reddetme. Daha tövbe etmene bir yol var, hem de önünde dedi.
Doğru çıktı sözü, Ay’dan uzak
düştüm; yolunu yitirmiş, dikenli çöllere düşmüş hacılara döndüm.
O Ay’ın ışığı Süheyl gibi, Tebriz
şehriyse Yemen. bu, yüzlerce ululuk ıssı padişahımıza bir işaretceğiz.
“O gül renkli yüzünü gösterdin
mi”den kalanlar
(c. IV., Bahr-i Remel Müseddes) “fâilâtün fâilâtün fâilât”
“T” harfindeki ilk gazel, mükerrer
yazılmış;
IV. ciltte, XXIII. gazeldir; bunu geçiyoruz.
LXVII
Şeb şod-o hengâm-ı helvetgâh şod
Kıble-i uşşaak rûy-ı mâh şod
Gece oldu, halvet çağı geldi
çattı; Ay’ın yüzü âşıklara kıble kesildi.
A Ay’a tapanlar, Ay gülmeye
başladı; a gece y olcuları, kalkın; yola düşme çağı geldi.
Uyku geldi, benler-bizler yok oldu
gitti; ancak Tanrı vardır diyenin uykusuzluk çağı şimdi.
Özler, buğday taneleri beden
samanlarına karışmıştı; beden uyuy akaldı; buğdaylar samandan ayrıldı.
Hintliler beden çadırının
kurulduğu yeri süpürdüler; Türk halveti gördü de çadıra girdi.
Dünya dedikodularını sel aldı,
götürdü; padişahlar padişahının konuşma vakti geldi.
Tebrizli Şems araya girdi de anlam
ehlinin sözü kısaldı gitti.
Burda, “R” kafiyesinde ve “mefâîlün mefâîlün feûlün”
vezninde bir şiir yazılmışsa da mükerrerdir ve tercememizin VI. cildinde,
Bahr-i Hezec Müseddes-i Mahzûf bahrinde LXXXVII. şiiridir; yazmıyoruz.
*
“Niceye bir kaçacaksın bizden, niceye bir şurdan şuraya
gidip duracaksın?”dan kalanlar (c. IV., Bahr-i Munsarih’de ilk şiir olarak “R”
kafiyesinden bir gazel yazılmışsa da mükerrerdir; IV. c iltte, bu bahirdeki XL.
gazeldir; bu bakımdan geçiyoruz.)
— L —
“müfteilün fâilün müfteilün fâilün”
LXVIII
Çend ezin kıyl-o kaal ışk perest-o
bebâl
Tâ tu bemânî çü ışk der du cehon bî zevâl
Niceye bir şu dedikoduyla
oyalanacaksın? Aşka tap da uç gitsin. Uç da sen de aşk gibi iki dünyada da zevâlsiz
bir hale gel.
Ne vakte dek ayrılık yükünü
çekeceksin? Niceye dek ayrılık derdine dalacaksın; derman aramaya koyulacaksın?
Hele ayrılık gagası, kanatlarını yoluyor.
Ah şu boşboğaz nefisten; ah şu
arık aklın elinden... ah usanan dosttan; ne vakte kadar usanıp duracak bilmem
ki.
Acze düşmüşüm de boyuna çağırıp
durduğumu da bilmiyorum, bilsem, edersen bulursun, vebale girersin diye diye
korkuturdum onu.
Bütün sorular da onun, cevaplar
da; ben rebâba dönmüşüm. boyuna inle diye mızrap vurmada, yay çekmede.
O huyu husu güzel sevgili, bir
soluk kurtuluş sesi çıkarır benden; bir soluk da mat oldum gitti der; hallerimi
anlatır durur.
güzelleştirirsin; hüzünlerimizi
giderirsin; gücün pektir senin.[107]
*
Burda, gene “L” kafiyesinde bir
gazel daha var; fakat mükerrer; tercememizin IV. cildinde, Bahr-i Munsarih’deki
LXVI. gazel. Onun için tekrar yazmıyoruz.
“A hekim, delinin akıllanması için
gene oku afsunu”dan kalanlar
(c. V., Bahr-i Hafîf Müseddes)
“feilâtün mefâilün feilât”
Bu bahirde ilk gazel V. ciltteki
XVI, ikinci gazel aynı ciltteki XXXIV. gazeldir, mükerrer olduğu için
yazmıyoruz.
“feilâtün me fâilün feilün”
Sebr bâ ışk bes nemîyâyed
Akl feryâd-res nemîyâyed
Aşkla sabır bir arada olamaz; akıl
feryada yetişemez.
Kendinden geçiş hoş bir ildir ama
kimsenin buyruğu altına girmez.
Yaşayış kervanı geçip gidiyor ama
hiçbir çan sesi de gelmiyor kulağa.
Gül bahçesinin kokusu, güle gel diye çağırıp duruyor seni;
hiçbir heves gelmiyor mu sana da?
Bil ki içinde bir hoş soluk var;
bomboş bir yerden gelmiyor ya bu soluk.
Lûtuf sahibi, tatlı işli bir
ulular ulusu olmasa arıdan bal mı ele geçer?
Her solukta iyilik tohumunu ek;
mercimeği bile ekmeden biçemezsin.
Bir hayır yapmayı düşündün de
ardından bir kutluluğa, bir karşılığına erişmedin mi hiç?
Yeter, sus artık; şu söz mumu her karanlık yeri ışıtamaz.
— R —
LXX
Helkrâ zîr-i konbed-i devvâr
Çeşmhâ kûr-o dîdenî besyâr
Şu dönüp duran gök kubbenin
altındaki halkın gözleri kör; fakat görülecek şeyler de pek çok.
A gözü gönlü açıklar; gönlü
kabartıp coşturanın cömertliğidir gözlere ışık veren.
Derdini iki gözümün de üstüne
koyayım; bu derdin padişahlara has bir ilacı var, onu getir.
Can bahçesine yağmur gibi taşlar
yağmada... y ağmur katrelerini istemiyoruz, sen yağdır da taş yağdır.
Tebrizli Şems aşk incisidir. Aşk
incisini hor görme sen.
“Sevgili, gönlümüzde sen
varsın”dan kalanlar.
(c. V, Bahr-i Hezec Ahrab
Müseddes) “mefûlü mefâilün feûlün”
Yâ men na’mâhu gayru ma’dûd
Va’s-a’yu ledeyhi gayru merdûd
A nimetleri sayıya sığmayan, senin
için uğraşıp çalışmak, reddedilmez.
Ululadın, çağırdın bizi, kulluk
edelim diye yarattın; ne güzel de tapılacak efendisin sen.
Seni övmemizle, sana hamd
etmemizle övünmekten yücesin; bunun için hamd etmemizi istemezsin sen; sana
hamd etmekle biz övülmüş oluruz; bunun için hamd etmemizi istersin.
Lûtuflar, keremler buyurdun da
gerçekten de seninle buluşacağımızı müjdeledin, sana kavuşacağımızı vaad ettin.
Güzelin vaadi de tatlıdır;
kutluların verdikleri kutluluk, kutlular kutlusudur.
Hele her solukta yüzlerce gönlü kutlulukla kapan senin
gibi kutlu bir güzel olursa.[108]
“A efendim, ha bugün olmuş, ha yarın, bizimsin sen”den
kalanlar
(c. V, Bahr-i Hezec Sâlim).
“mefâîlün mefâîlün mefâilün mefâîlün”
LXXII
Eyâ nûr-ı roh-ı Mûsî mekon a’mâ Safûrârâ
Çonin ışkı nehâdestî be nûreş çeşm-i bînârâ
A Mûsa’nın yüzündeki ışık,
Safûrâ’yı kör etme; mademki böyle bir aşkın temelini attın; ona da bir görür
göz gerek.
A şimşek, beni avlaman için râm
olmuşum sana; kimi damının kıyısındayım, kimi ovaların yolunu tutmuşum.
Fakat zavallı dam, ne bilsin avı
aldatmayı... Mısır Yusuf’u, Zelîhâ’nın gamını, derdini ne bilecek?
Kimin bir hoşça av olmasını
istiyorsan yapış yakasına; ben tuzağım, sen de avsın diye çek buraya; ne de
gizli sanatın var a do stum.
Lût şehri gibi yıkılmış gitmişim;
Lût’un gözleri gibi şaşırmış kalmışım; sebebini sormak
istiyorum, istiyorum, istiyorum
ama nerde o yürek bende?
* Attâr âşıktı; Senâî yüce, üstün
bir padişahtı... bense ne buyum, ne oyum, başımı, ayağımı kaybetmişim ben.
Bir ahım ki, bu ah çölümü, ovamı
da yakar, yandırır, çadırımı, obamı da kül eder gider; bir kulağım ki şekerler
yiyen padişahlar padişahına vakfolmuş gitmişim; yalnız onun hükmünü
beklemekteyim, onun buyruğunu duymaktay ım.
Sus; canın yüceler âleminin çekişine istidatlıy sa,
susarken de kehribar gibi çeker onu o can.[109]
— M —
Bu harfin ilk gazeli olarak
tercememizin V. cildinde, bu bahrin XCII. gazeli yazılmış; tekrar y azmıy oruz.
Beşostem tehte-i hestî ser-i âlem nemîdârem
Derîdem perde-i bîçun ser-i on hem nemîdârem
Varlık tahtasını yudum, arıttım,
dünyayla işim yok benim... neliğe-niteliğe sığmazlık perdesini de yırttım;
onunla da işim gücüm kalmadı.
Kutsal dadı, lûtuf sütüyle besledi, yetiştirdi beni;
kınanma taşı, nasıl olur da bana ulaşabilir; gamın y aprağı bile yok bende.
Öylesine yokluğa dalmışım ki
sevgilim, gel, bir soluk benimle otur deyip duruy or da ona bile aldırış etmiy
orum ben.
Hani bir soluk var ya, Âdem’i bir
solukta varlık âlemine getirdi. o soluktan da usanmışım; onunla da işim yok.
Bir soluk bile kendisinde olmayana ne diyebilirsin sen?
Binlerce defa başımı eziyor da ona bile aldırış ettiğim yok.[110]
Zehî ser geşte der âlem ser-o sâman ki men dârem.
Zehî der râh-ı ışk-ı tu dil-i bıryan ki men dârem
Dünyada ne de başı dönmüş kişiyim; elimdeki avcumdaki kim
de var? Aşkının yolunda ne de yanmış, kavrulmuş bir gönlüm var benim.
Pazardan senin aşk gamını satın alırsam, aşkınla elde
ettiğimi, yüzlerce can verseler gene satmam.
*
Buraya, tercememizin beşinci cildinde aynı bahrin LXXII.
gazeli tekrar yazılmış; y azmıy oruz.
— Y —
Burda sekiz beyitlik bir gazel var; birkaç söz müstesna,
tercememizin VI. cildindeki gazelin eksik bir şekli; yazmıyoruz. (c. VI.,
Bahr-i Hezec Salim, XXVI. Yalnız bizde “çi gam dârî”
redîfi, burada “çi endîşî”dir.)
“Gönüle rahat, huzur veren bir
güzel, kavga yüzünden gizlenmiş”ten kalanlar.
(c. VI, Bahr-i Hezec Müseddes-i Mahzûf) “mefâîlün mefâîlün
feûlün”
—
T —
LXXV
Du çeşm-i âhovâneş şîr-gîrest
Kezo ber men revon bârân-ı tîrest
İki âhu gözü, arslan avlamakta;
ondan bana yağmur gibi oklar yağmakta.
Yay kaşları, ok kirpikleri, gönlün
ona tutsak olduğuna tanıklar.
Onun yüzünden, karmakarışık
saçları gibi darmadağınım; kokusu miskten de güzel, amberden de hoş.
Bu can, bağlandığı zincirin
tesiriyle kıvranıp çırpınıyor; çünkü zincire benzeyen saçlarına esir olmuş.
O selviye, bize benziyorsun deme; güzellikte ay yüzlümüze
benzer yok.
Baş, ona göre hor bir şey ama ben
şu başı önüne attım gitti.
Padişahın yüzünün hayali bile
olsa, secdeye
kapan; çünkü padişahın hayali
gerçekten de onun veziridir.
“mefûlü mefâilün feûlûn”
LXXVI
On hâce egerçi tîz-gûşest
Estîze-kon-o geron foroşest
O efendinin kulağı pek duyar, pek
işitir ama gene de kavgacıdır, pek ağır satar kendini.
Onun fıstıklar gibi gülüşüne
aldanmışım; o sustu mu, emin olup gidiyorum.
* Aklını başına al; saman altında
su var... saman altında öylesine bir deniz var ki coşup köpürüyor.
Nereye varırsan akıldır anahtar;
fakat burda ne y apabilirsin ki akıl kilit kesilmede.
Yüzüne bakar da güler; aldanma
sakın, kendini böyle gizler; bir düzendir bu.
Pençesine düşen kişi, çeng gibi
boyuna coşar
durur.
Bütün bunlarla beraber canlar balarıları gibi çevresinde
döner durur; pek baldır, pek şekerdir çünkü.
Bir arslandır o ki gam onun korkusundan fare gibi mezara
sığınmış, saklanmıştır.
Burdaki “R” kafiyeli gazel mükerrerdir; tercememizin VI.
cildinde, bu bahrin LXXXVII. gazelidir; ancak burda bir beyti de eksiktir... y
azmıy oruz.
— Z — LXXVII
Eger kiydur karındaş yoksa yavuz
Uzun yolda budur sana kılavuz
Karındaş, ister iyi olsun, ister kötü. uzun yolda budur
sana kılavuz.
Çobana pek sarıl, kurtlar çoktur. benden duy, işit bu sözü
kara kuzum benim, kara kuzum.
îster îranlı ol, ister Rum, ister Türk;[1 11]
dilsizlerin dilini öğren.
Yaş sopanın ucu, öbür ucu ateşliyse, yanıyorsa ağlar.
Bu aşkta İsmail gibi kurban ol; çünkü gece de gündüze
karşı boyuna kurban olur gider.
Sus; o arslanlar arslanı, anlam ışığıdır; peynir yüzünden
parsa perde oldu gitti.
— Ş —
LXXVIII
Şonov pendî zi men ey yâr-ı hoş-gîş
Be homm-ı dil berâyed merd-i derviş
A yolu yordamı güzel dost, bir
öğüt işit benden: Dervişin işi, gönül kanıyla başa çıkar.
Bunu iyice bil, inan ki gönlü
yaralı dervişin duasını duyar, kabul eder o.
O neliksiz-niteliksiz padişahı
gördün mü zenginleştin, azdan, çoktan kurtuldun gitti.
İsmail gibi bu aşkta kurban ol; koyun değilsen erene kul
köle kesil.
Tebrizli Şems’in havasında piştin ya; artık boş yere şu
hamları düşünme.
— V —
Burda mükerrer olarak, VI. ciltte
geçen ve bu bahrin CXCI. gazeli olan şiir tekrar yazılmış; geçiyoruz.
LXXIX
Geron-cânî mekon ey yâr bergû
Ezon zolf-o ezon ruhsâr bergû
A gencecik, goncacık sevgilim,
ağırcanlılık etme, söyle... O saçlardan bahset, o yanağı anlat.
Can bahçesinden iki üç gül demeti
yap; o gül bahçesinin hikâyelerini söyle.
Güzelliğinden söylenecek çok
sözler vardır sende; usancı bir yana bırak; çok çok söyle.
Dostu anıştan daha tatlı ne iş
vardır? Hadi gel, böyle işsiz güçsüz durma, söyle.
Dün ne söylemiştin de kanım
kaynamış, co şmuştu. gel, bugün de o sözü bir kez daha söyle.
Şu gaddar dünyayı anmayı bırak;
gizli şeyleri bilenin lûtfundan bahset.
Tatar’ın fitnesinden az lâf et; Tatar ceylanının
göbeğinden söz aç.
— Y —
Burda gene, VI. ciltte geçen ve bu bahrin CCXXIV. şiiri
olan gazel, tekrar yazılmış; geçiyoruz.
LXXX
Tu tâ benşesteî ber dâr-ı fânî
Neşeste mîreviyy-o mînebînî
Sen şu geçici dünyada oturup kaldıkça, oturduğun halde
gidiyorsun ama görmüyorsun.
Oturarak gidiyorsun ama söylenip
dururken yüzün o yanaysa bu da iyidir.
Şu girdapta bir hayli zamandır
döndün durdun; bir de rahmet ırmağına doğru yürü, ak.
Bas tekmeyi şu ayak bağı olan dünyaya da kutluluk elimle
okşayayım seni, sıvazlayayım sırtını.
A kardeş, misklerden, amberlerden
daha güzel saçların var; güle sen külâh giydir.
Bu güzelim kıvırcık saçların varken külâhını çıkar da göğe
at.
Dünya, neden senin gibi keskin
akıllı, yetkin fikirli birisini tutuyor da küçücük bir sözceğizle aldatıyor?
Soğuk soğuk söyler ama çiftesi
pektir; o eşeğe ayak uyduramazsın sen.
Uzaktan kalkar da sözüne bir delil
getirirse ters görmüşsündür; yüzüne çal o delili onun.
Bu gulyabani, bir ömürdür seni çöllere çekmiş;
gulyabaniyle bir güzelce bahse giriş.
Ne diye apışır kalırsın ona karşı; bu duruşun da ne? Cevap
ver sözüne onun; sözü tersinedir zâtı.ai2i
*
Burda, “mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün” vezninde ve “Y”
kafiyesinde bir gazel var; fakat
bu gazel, VII. ciltte Bahr-i Hezec Mekfûf’da “Y”
kafiyesindeki LXXII. ve LXXIII. gazellerin karışık ve eksik bir şeklidir;
yazmıyoruz.
— A —
Burda da, “müfteilün mefâilün müfteilün mefâilün” vezninde
ve “A” kafiyesinde bir gazel var; bu da VII. c iltte, Bahr-i Hezec Mahbûn
Matviyy’de aynı vezin ve kafiyedeki VIII. gazeldir.
LXXXI
Dî benevâht yâr-ı men âşık-i gam- resîderâ
Dâd zi hîş çâşnî cân-ı
sitem-resîderâ
Sevgilim, gamlar çekmiş dostunu okşadı dün; sitemler
tatmış cana kendi tadından tat verdi dün.
Akla akıl üstünlüğü verdi; kulağa
küpe taktı... tadı, tatlılığı coşturdu, iki göze ışık verdi.
A benim için eriyip giden, a benden korkup duran; ben
kerem sahibiyim; kendi aldığım kulu satmam ben dedi.
Bir bak da seyret, ne yardımlarda bulunuyor; ne
ferahlıklar veriyor; Yusuf kendisi için ellerini doğrayanı anıyor.
Beni canı gibi kucakladı; kötü zan, şüphe gitti benden...
o yeni yetişmiş, o terütaze yüzünü omzuma koydu.
Beni acze düşmüş görme, kimsesiz sayma dedim; kızıl
canfese dönmüş gözyaşlarıma bakma; altınla bezenmiş atlas gibi seni giy
inmişim, bunu seyret.
Kimde bu istek varsa pek şaşılacak kişidir o, pek.
kendinden kurtulmuş canda binlerce zevk içinde zevk vardır.
Onun deliliğinin tadı, onun afsunuyla pek hoştur; çünkü o,
gamların ısırdığı y aralının gizlice dudaklarını ısırır.
Kendi narını, kendi ateşini vaad eder, kendi kucağından,
kıyısından gül verir; kanlar
damlatan gözleri mahmurluktan kurtarır o.
Gözlerine sürme çeker; kerem
eliyle okşar onu; şu beli bükülmüş feleğin de hasetten gönlü y anar.
Kendi Elest kadehini, sarhoşuna
kendi sunar... uçmuş gönül doğanını, eliyle davul çalar da çağırır.
Allah için sus, susmak huyunu
öldürme. kasideyi kısa kes, asîde geliyor çünkü.
Müfteilün mefâilün müfteilün
mefâilün; kapıyı açma, yeni yetişip gelişen gül bahçesini az göster.
Burda, aynı bahrin “F” kafiyesine
ait bir gazel var ki mükerrerdir ve tercememizin VII. cildinde Bahr-i Hezec
Mahbûn Matviyy’de XXXI. gazeldir. Ondan sonraki gazel “H” kafiyesindedir. Gene
aynı ciltte, aynı bahrin LXXXII. gazelidir. Ondan sonraki gazel de LXXXIII.
gazeldir.
Bundan sonra “feilâtün feilâtün
feilât” bahrine geçiliyor. Ordaki ilk gazel, bu cildin aynı
bahrine ait gazelleri arasında
XXIII. gazeldir.
LXXXII
Ber ser-i kûy-ı tu akl ez ser-i con berhîzed
Hoşter ez con çi boved ez ser-i on berhîzed
Mahallenin başına geldi mi, akıl
canından geçer... candan hoş ne vardır? İşte ondan bile geçiyor akıl.
Güzelliğin, gökyüzü kalesine
saldırırsa, gökyüzünde oturanlardan aman, aman sesleri duyulur.
A ilkbaharın kıskandığı güzel, bir
seher çağı dünya bahçesinden geç de gül bahçesinden de, çay ırlık çimenlikten
de güz kalksın gitsin.
Göklerin boyu, şu ağır yük
yüzünden iki büklüm olmuş. a hafif rûhlu, senin yüzünden ağır yükler hafifler,
duyulmaz olur, geçer gider.
Değil mi ki ben de oklarındanım,
bana da kanat ver. yay kuruldu da ok atıldı mı, ne de
hoş uçar gider.
Sürü uykuya dalmış; kurtlar solda sağda dolaşıyorlar;
fakat köpeğimiz de çoban kalkıyor diye havlamada.
Bir kıt’ada Mücîr, senin mahallenin başına geldi mi, akıl
canından geçer demiştir ya; işte bunlar ona nazîredir.
— K —
LXXXIII
Rûstâyî beçeî hest derûn-ı bâzâr
Degelî lâf-zenî sohre-konî bes eyyâr
Pazarda bir köylü çocuk var;
düzenci, lâfazan, alaycı, pek hilebaz.
Muhtesip de onun elinden derde
girmiş, pazarbaşı da... bozacıdan, eczacıya dek herkes ondan feryat etmede.
Ne diye pazarı yıkmadasın; elini
uzatma, sus, utan dediler mi,
Yüzlerce ahd eder; artık yapmam;
tövbe ettim, marangoz gibi sizden bir kıymık bile kop armam artık der.
Bundan böyle der, kötülük etmem,
akıllandım, ayıldım. Kötülükten ben de yaralandım; uyandım artık.
Derken komşunun avadanlığını alır, götürür, rehine kor;
aldığı paranın hepsini de şarapla,
çengiyle birine dek yer gider.
Tutar, bir yana atar kendini,
öylesine bir hasta görünür ki görsen, bir yıldır sıtma çekiyor, erimiş gitmiş
dersin.
Bu da bir düzendir; bir yoksul
görsün de onu hasta sansın, ona acısın diyedir.
Herkese, benim filân yerde, filân
adamda şu kadar gümüşüm, bir hayli altınım var;
Bu hastalık yüzünden bana kim bir
yardımda bulunursa, karşılık olarak yüz katını vereceğim der.
Bu yolla da rehin o larak, borç
olarak ister istemez birçok başı tıraş eder; birçok kişiyi dolandırır.
Borç veren işi anlayınca başına topraklar serper; bu
insafsızın yüzünden yaka yırtar.
Tutmay ı kurdular mı, yeşiller
giyinir; kimseyi incitmez, iyi huylu, tertemiz bir sûfî görünür.
Bir dili vardır, yüz arşın uzun;
görünüşte şeker mi şeker... fakat açtığı yaraya bakarsan
görürsün ki o ağız yılanlarla dolu
bir kuyuymuş.
Zevklendi de söze, lâtifeye başladı mı, şekerler gibi
sözleri, baldır, şekerdir sanki.
Tümden sevgidir, tümden kerem; yerlere döşenir, âşık eder
seni... gönlün coşar, sabrın, kararın kalmaz.
Kimi zaman da üstünlükten, hünerden söz açar; bakarsın da
zamanın Lokman’ı bu dersin.
Bir de zahitlikten söz etmeye başladı mı, adamın başını,
boynunu kabak gibi, hıy ar gibi doğrar gider.
Gün olur, Tanrı bilgisinden, yokluktan dem vurur; yakar,
yandırır bizi. ya Cüneyd’dir bu deriz, ya ulu şeyhlerden biri.
Fakat altını eşeledin, araştırdın mı, görürsün ki
düzenbazlıktır hainliktir. o bir âfettir, bir çöplüktür, karnından başka bir
düşüncesi yoktur onun.
Hiçbir işi gücü yoktur; ancak oburdur, işte o kadar. ondan
sonra da her sofrada boyuna
tıkınır durur.
îş başarmakta Nizâmülmülk’e benzeyen muhtesip bile böyle
bir kişinin düzeni yüzünden, yüzünü duvara tutmuştur.
Ağlaya sızlaya, küçük büyük, herkes onun varlıklı olduğunu
gördüğü halde gene de ona y ardım ediyor der.
Muhtesip senin aklındır; şunu da bil ki pazar,
huylarındır; ordaki o düzenbaz da pis, hileci nefistir.
Herkes onun elinden âciz kalmıştır, yoksul olmuştur;
herkes bu düzenbazın işi gücü büyü y apmaktır demiştir.
Mademki büyüdür, karşı koyamayız, ancak bir düzenimiz var:
Onun elinden kaçalım da ulular ulusunun katına gidelim.
Baş gözünün, gönül gözünün sahibi, padişahımız Şemseddin’e
sığınalım... canın yüzü, onun yüzünden yüzlerce güzelin yüzüne dönmüştür.
Bu zulmü anlatalım da ondan yardım
isteyelim; çünkü o, bir solukta herkesi zahmetten kurtarır.
Onun heybetini devler, periler
bilselerdi, her biri zamanın ağırbaşlı bir zahidi olurdu.
Ondan, bahar gibi bir soluk
üstünlük bulmadıkça, hepsi de şu alçak, şu nekes nefsin karanlığından
kurtulamaz.
Tebriz toprağı onun yüzünden Kâbe
haremine dönmüştür; ziyaretçilerin canlarının, rûhlarının ordan aldıkları feyz
yeter onlara.
LXXXIV
Şîr-merdâ tu çi tersî zi sek-i lâger-i şon
Berkeş on tîg-ı çü polâd-o bezen ber ser-i şon
A arslan gibi er, ne diye onların
arık köpeğinden korkarsın? Çek o çelik gibi kılıcı, çal başlarına.
Yalandan kanatlar taktılar da
kendilerini melek gibi gösteriyorlar... Oysaki hepsi de şeytandır; hattâ şeytan
onlardan daha da iyidir.
Hepsi de kalptır, kapkaradır;
mehenk taşına vurdun mu, görürsün. Kendine gel, ne diye onların gümüşüne, altınına
aldanmışsın?
Burda, “feilâtün feilâtün feilâtün
feilâtün” vezninde ve “M” kafiyesinde bir gazel var ki mükerrerdir ve
tercememizin VII. cildinde, Bahr-i Remel Müsemmem Mahbûn Tamâm’ın XXVIII.
gazelidir.
Ondan sonra “feilâtün feilâtün
feilât” vezninde
ve “D” kafiyesindeki gazel de gene
bu ciltte, Bahr-i Remel Müseddes Mahbûn’un IX. gazelidir. Ancak burdaki üçüncü
beyit, bizde on dördüncü; altıncı beyit de on beşinci beyittir; altıncı beyit,
bizde, yâni Konya nüshasında, “Hızır gibi...” diye başladığı halde burda, yâni
aynı dîvânın eklenti kısmında “îlyas gibi.” diye başlıyor. Asıl gazelde iki
beyit noksan; onları Türkçeye çeviriyoruz:
Kerem yenini sallasan, bizi
çağırsan da yenimizi, yakamızı yırtmasak n’olur.
Düşmanın sözünü duyma, yüzünü
lûtuf yönüne çevir. onların hatırlarını kollamasan n’olur?
“fâilâtün fâilâtün fâilâtün
fâilât”
LXXXV
Târati’l-kütübi’l-kirâıni min kirâmin yâ ibâd
Aykızû min gafletin summ’enşirû li’l- ictihâd
* A kullar, Kirâmen kâtibin
meleklerinin yazdıkları amel defterleri uçuştu; uyanın gafletten de dağılın işe
güce, koyulun ibadete.
Ağırlıklarımızı haber vermek üzere
mîzânımız geldi çattı katımıza... Rabbimiz, halimizi düzelt, a cömert Tanrı,
bağışla bizi de cömertlik et.
Ağlattıktan sonra güldürür; bu şikâyet edilen, ne de
güzeldir. Perde ardından çıktınız artık; uykudan da uyandınız.[113]
Farsça söyleyeyim: Padişahım,
gönlümdekini bilirsin sen. Nurun ışısın, ışıtsın, devletin sürsün gitsin.
Seni görüp de hoş bir hale
gelmeyen,
gençleşmeyen kişinin suyu
bulansın, ekmeği kararsın, ateşi kül olsun.
Bu alımı, bu güzelliği görüp de yerinden sıçrayıp
kalkmayan güzelin baht gözü kıyamet gününe dek uyusun kalsın.
*
Burda, “failâtün mefâilün failâtün mefâilün” vezninde ve
“D” kafiyesinde bir gazel var ki tercememizin III. cildinde, Bahr-i Hafîf’te
III. gazeldir. Bundan sonraki gazel, VII. ciltteki Çeşitli Bahirler bölümünün
XXXI. gazelinin bir başka şekli; bu iki gazeli de yazmıyoruz; ikincisini lûtfen
karşılaştırın.
Bunlardan sonra “feûlün feûlün feûlün feûl” vezninde ve
“K” kafiyesindeki gazel, aynı veznin VIII. gazeli ve tercememizin VII.
cildinde, Bahr-i Mütekaarib Maksûr’da var. Ondan sonraki “M” kafiyesindeki
gazel de VII. ciltte, Çeşitli Bahirler bölümünün XXXV. gazeli. Sonraki “N”
kafiyesinde bulunan ve “feûlün feûlün feûlün feûlün” vezninde olan gazel, gene
bu ciltte, bu veznin XI. gazeli. Bu gazelden sonra “feûlün
feûlün feûlün feûl” vezninde ve “V” kafiyesindeki gazel, gene bu ciltte, aynı
veznin XIV. gazeli. Bunları da geçiyoruz.
“mefûlü mefâilün mefâilün”
LXXXVI
Bâzem senemâ çi mîferîbî tu
Bâzem be degaa çi mîferîbî tu
A güzel, gene ne diye
kandırıyorsun beni sen? Gene düzenlerle ne aldatıyorsun beni sen?
Her solukta keremler ediyor da, a
dost diyorum sana, ne diye aldatıyorsun beni sen?
Ömürsün sen; ömür de vefasızdır;
ne diye vefalıyım diyor da aldatıyorsun bizi sen?
Gönül Ceyhun ırmaklarını bile içse, sömürse kanmaz; bizi
sakay la ne diye aldatıyorsun sen?
Ay yüzün olmadıkça göz karardı
gitti... ne diye sopayla kandırıyorsun bizi sen?
Dün aman fermanı verdiğin kişiyi
korkuyla, ümitle ne diye kandırıy orsun sen?
Tanrı kazasına razı olmak gerek
dedin; bizi ne diye kazayla, kaderle kandırıyorsun sen?
Mademki şu derdimin devâsı yok, ne
diye devâyla kandırıyorsun bizi sen?
Yalnızca yemek yemeyi huy edindin; peki, bizi çağırıp da
ne diye kandırıyorsun sen?
Mademki neşe çengini kırdın, un
ufak ettin; ne diye üç telli sazla kandırıyorsun bizi sen?
Bizi bizsiz ne diye kandırıyorsun;
bizi bizimle ne diye aldatıyorsun sen?
A tapısında canımın hizmet
kemerini kuşandığı güzel, bizi ağır elbiselerle ne diye kandırıyorsun sen?
Sus ki senden yalnız seni
istiyorum; başka bir şey istemiyorum, bizi vergiyle ne diye kandırıy orsun sen?
“feûlün feûlün feûlün feûl”
LXXXVII
Beyâ nûş kon ey bot-i nûş-leb
Şerâb-ı muharrem eger mehremî
A tatlı dudaklı güzel, gel,
mahremsen haram edilmiş şarabı iç.
Deniz gönüllüysen insanın
mayasını, özünü belirten şarabı eline al.
Akrep burcunu bırak da Zühre’ye
doğru git; çünkü akrep, akreplikten başka bir şey bilmez.
İhsanından, bağışından, adamlığından elde ettiğimi yeter
bulmadım da sana geldim ben. IU41
*
Bundan sonra, aynı vezinde ve “Y”
kafiyesindeki gazel, VII. ciltteki Bahr-i Mütekaarib Maksûr’da XVI. gazel.
Ondan sonraki gazel Çeşitli Bahirler bölümünün XCIV
gazeli. Ondan sonraki gazel de
gene aynı bölümdeki LXXX. gazel. Bunları tekrar yazmıyoruz.
Burada “feûlün feûlün feûlün feûl” vezninde ve “Y”
kafiyesinde bir gazel var. VII. ciltte Bahr-i Mütekaarib Maksûr’un XXV.
gazelidir; ancak burada baştan iki beyit yoktur, yazmıyoruz. Divanın kaside ve
gazel bölümü burada bitiyor. Rubailer tam olarak yayınlandı.
15 Recep 1379, 14 Ocak 1960
Bende-i bendegân-ı Mevlânâ
Abdülbâki GÖLPINARLI
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar