Print Friendly and PDF

MEVLANA/ DİVAN-I KEBİR cilt 7…2. Bölüm

 


Hazırlayan : Abdülbâkiy GÖLPINARLI

— A —

Tu merâ cân-o cihanî çı konem cân-o cihanrâ

Tu merâ genc-i revânî çi konem sûd-o ziyanrâ

* Bana can da sensin, cihan da sen... ne yapayım canı, ne edeyim cihanı? Bana, benimle yürüyüp giden haznesin sen; ne işim var kârla, ziyanla?

Bir solukta şaraba dostum; bir solukta kebapla eşim. mademki şu yıkık devrandayım, zamanın dönüşüyle ne işim var benim?

Bütün halktan ürktüm, kaçtım; herkesten kurtuldum gitti; ne gizliyim, ne görünmedeyim. ne yapacakmışım varlığı, ne edecekmişim mekânı?

Sana kavuşmuşum, seninle buluşmuşum; mahmurum, y aratıklarla işim yok. sana av olmuşum gitmiş; ne yapayım oku, yayı artık?

Irmağın ta dibindeyim; ne diye gidip de su

arayayım... söze gücüm mü yeter? Şu akıp giden ırmağı nasıl öveyim, ne diyeyim ki?

Varlığım yok; yük yıkacak yeri ne yapayım? Kurt, çoban oldu bana, çobanın yükünü ne diye çekeyim?

A aşk, ne de hoşsun, ne de sarhoşsun; elinde de kadeh. ne kutlu yerdir oturduğun, anlaştığın yer, ne mutludur seni gören can gözü.

Senin yüzünden her zerre bir dünya oldu; senin yüzünden her katre can kesildi. senin izini bulan, ne y apacakmış adı sanı?

O üstünler üstünü inciyi bulmak için gerçekler denizinde başla y ürüy üp gitmek gerek. koşan ayağı neyleyeyim?

Birlik silahıyla yolumuzu sen kestin; bütün varımı yoğumu tümden sen aldın. baç alıc ıy a ne vereyim şimdi?

Parıl parıl parlayan Ay’ın yalımlarıyla, büklüm büklüm saçların kıvrıntılarıyla gönlüm hafifledi, yürüdü gitti; sun o ağır sağrağı a benim canım.

 

Belâya, zahmete bakma; aşka sevgiye bak... cevri, cefayı görme; yüzlerce görüp gözeteni gör.

Gama lûtuf adını tak; gamdan, dertten neşelen; kurtuluşu, eminliği şu korkudan iste...

Kurtuluş dile, eminlik iste; bir bucağa çekilip oturanları seç. Ağzın yolunu gözle, gizlice söylenenleri duy, işit, ağız yolunu açmaya kalkışma.

II

Sabaka’l-ceddu ileynâ nezele’l-hıbbu aleynâ

Sekene’l-ışkı ledeynâ fesekennâ ve seveynâ

Baht yardım etti de sevgili geldi, kondu y urdumuza. aşk da bizimle beraber y erleşti oraya; y erleştik, yurt edindik artık orasını.

Aklımız başımızdayken geçen zaman, pişmanlık zamanıdır; sarhoşluksa ululuktur, yüceliktir. aşkın tehlikesi esenliktir; aşka

düştük, sınandık, yok olduk gitti.

Aşk suvardı, derken tutsak etti bizi... aşk otladı, yedi, bitirdi bizi. Gayb âleminden geldi de çağırdı bizi; biz de koştuk, geldik ona.

Onu bir eş dost, bir yol iz bulduk; şarabımız aşk oldu, aşk bizi suvardı, biz de su olduk ona; içti bizi aşk.

Zevkin, neşenin sözünü tuttu, gizli âlemden biteviye lûtuflara erdik. sözünden dönmedi, vefada bulundu, biz de ona vefalarda bulunduk.

Sabah yıldızı bir kadeh doldurdu; o kadeh uykumuzu dağıttı. temel atılacak yer, dümdüz şükür yeridir; biz de yapımızı oraya kurduk.

Utangaç kadınlar, güzelim yerler gördük. o güzeller sanki karanlıklarda y anan, parıl parıl p arlay an ışıklardı; aklımız başımızdan gitti, aşka tutulduk artık.

O güzel kadınlara baktık da şükrettik, sarho ş olduk; sarhoşlukla ağ lamay a koyulduk; gözyaşı katreleri yeter bir süs oldu bize.

 

Zengin olduk da geri döndük; yurt edinilecek yere konduk; kötülükte bulunanları yarlıgadık;

tanık olduk, and içtik.[1]

III

Meforoşîd kemân-o zereh-o tıyg zenanrâ

Ki sezâ nîst silehhâ be coz ez tıyg zenanrâ

Yayı, zırhı, kılıcı kadınlara satmayın... silah, kılıç vuranlardan başkasına yaraşmaz.

Görünüşe kul olan, Tanrı’nın aşk kemerini ne yapacak? Yoksul kadın, kalkanı, ağır gürzü ne edecek?

Bel yoksa kemer nereye kuşanılacak. taş taşımaktan, kaya çekmekten beli kırılmış gitmiş onun.

Altın, gümüş, inci, mücevher, aldatıcı taş değil de ne? Taş taşımaktan canını eşeğe döndürmüş o.

 

İki üç ahmakla oturup durma da böyle bir yoldan kalma... can huylarını da Tanrı erlerinden ara, dünya huylarını da.

Tecelliden sarhoş olan göze bak. gerçeklik incisini de o gözde görürsün, apaçık görüş ışığını da o gözde bulursun.

Sen o gölgeye baş koy ki ağacı yeşertir. bütün eminliklerin, bütün kurtuluşların akıp geçtiği yer orasıdır.

A kardeş, yıldız gibi karanlık geceyi del de geç. çünkü gizli sevgilinin yurdunu gece aramak gerek.

Görüş bağışlayana bak, kadehini onun şarabıyla doldur. sen o devre bak; ne yapacaksın zamanın devrini?

Bakış okunu at gitsin; eseri yaratanına ver gitsin. yaya benzeyen bedeni bakış okuna uymuş bil.

Düşman, eline düşerse lûtuf, kerem senin ellerini bağlar. Tam inanç sana av oldu mu, artık o zan ağını parala gitsin.

 

Tanrı’ya doğru koştun mu, güneş gibi parlarsın... öylesine bir kâr buldun mu ne yapacaksın kârı, ne edeceksin ziyanı?

Hele a erik gibi ekşi kişi, “Gelin” sesini duy. ölümsüz Ay, çağrı için ağzını açtı.

Şu başlangıca dudağımı yumdum, geri kalanını ondan ara. çünkü Fâtiha okuyanın ağzını incilerle doldurur o.

IV

Enne lâ uksımu illâ bi ricâlin sadakunâ

Enne lâ a’şıku illâ bi melâhın aşakunâ

Ben ancak beni gerçekleyen erlerin başlarına and içerim; ben ancak bize âşık olan alımlı güzele âşık olurum.

Onlar bizi severler, sonra biz onları severiz; onlar bize gelirler, sonra biz onlara geliriz. onlar bize üstündür; fakat neden üstün olurlar, neyle geçerler bizi?

Gözlerimizi açtık, sadakalar devşirdik; mallar

çaldık ama bir de baktık ki onlar bizi çalmış gitmiş.

Gönüllerimizle üst olduk onlara; ayıplarıyla bildik, anladık onları. Tanrı suvarsın göz ucuyla bize bakan güzelleri.

Üstünlüğe eriştik; erişmeseydik yıkılırdık, yok olur giderdik... konakladık, oturduk; kaçtık, gittik; derken bir de gördük ki ulaşıvermişler bize.

Tanrı gazabından çekinmeseydim, bir göz ucuyla bize baksalar yeni b aştan yaratırlar mı yaratırlar bizi derdim.

Gönülleri yurt edinen güneşlere ulaşmay a çalış. onlar kâselerle suvardı, rızıklandırdı, doyurdu bizi.[2]

V

Çü forostâd inâyet be zemin meş’elehârâ

Ki beder perde-i tenrâ vo bebin

 

meş’elehârâ

Tanrı yardımı beden perdesini yırttı da meşaleleri gör diye yeryüzüne meşaleler gönderdi.

Ne diye ışığı inkâr edersin, ışık yoktur dersin? Yoksa anadan doğma kör müsün sen? Işıktan, ta temelden uzaksan kalk git şu meşalelerin y anından.

A akıl, ne vakte dek aklın başında kalacak? Ne vakte dek bir bekâr evine benzeyen Ay yurdunu bu çeşit meşaleleri örtüp duracaksın?

Dünyanın savaşına bak, can ordusunu seyret... erlikle şu meşalecikleri nasıl da tutuşturdular, y aktılar.

Uykudan uyanırsan, bu kapıdan girersen gerçekten de meşaleleri görür, bilirsin sen.

Din ve gönül salâhını o gözle bir görürsen and olsun Tanrı’ya, hem Rûhü’l-Emin kesilirsin, hem meşalelere emin olursun.

VI

 

Hadee’l-hâdiy sabâhan bi hevâküm fe eteynâ

Saddanâ anküm zıbâun hasedûnâ fe ebeynâ

Bir sabah deve süren mavallar okudu, aşkınızla sürdü bizi de katınıza geldik... yanınızda ceylan kastetti bize; fakat aldırış etmedik biz.

Eşiğinizde utangaç güzellerle buluştuk. o güzel kızlarla aşk oyununa giriştik; onlar cilvelerle tutsak ettiler bizi, biz de tutsak ettik onları.

Kınayan, aşkınıza düştüğümüzü gördü de bir gün öğüt verecek oldu; aşkınızdan geçirmek, havanıza düşüp perişan olacağımızı anlatıp korkutmak istedi bizi; duyduk sözlerini ve isyan ettik.

Siz anlamlar gözlerinde do lunay larsınız; öyle gördük sizi. öyle gördük de ışığınızda y ıldızlar gibi gizlendik, görünmez olduk; fakat sizinle de y olumuzu bulduk.

 

Dolunay güzelimiz bir hatip gibi bayram günü imam oldu bize... o dolunayin çevresinde arındık, seçildik, namazda ona uyduk biz.

Bir Yusuf’un güzelliği karşısında kendimizden geçtik; sonra aklımız başımıza geldi de bir de b aktık ki kan gibi şarapla dolu kadehler ellerimizde.

Burunsuz kokladık, akılsız anladık; ağızsız, dudaksız güldük, gözsüz ağladık.

Onunla buluştuğumuz zamanı Tanrı ışıklatsın; sevgiliye kavuştuğumuz yeri Tanrı suvarsın.

Tam kıvamında olan, gereği gibi sarhoş eden şarabı içtik. otururken, kalkarken hem göründük, hem gizlendik.

Ululuk dallarını silktik; kendinden geçiş hurmalarını düşürdük, y erlere saçtık. sarho ştuk da bu işe koyulduk, onları devşirdik.[3]

Be Hodâ ket negozârem ki revî râh selâmet

Ki ser-o pâ vo selâmet nebaved rûz-ı kıyâmet

And olsun Tanrı’ya ki, şimdicek sağ esen gitmeye bırakmam seni... çünkü kıyamette ne elin kalır, ne ay ağın, ne sağlığın kalır, ne esenliğin.

Aşk ordusu geldi çattı, küfür ülkesini aldı gitti. hele ey Kalender dost, kınanma davulunu çaladur.

Gönlünü de yok et, canını da; bedenini kaftan gibi yırt gitsin. Ne izden söz aç, ne haberden; ne eserden bahset, ne alâmetten.

Kendimden geçtim de düşünce yolunu bağladım. hele ey sâkî, sarhoşum; tümden kendimden geçir, varlıktan kurtar beni.

Hele bir sıçra, hele bir sıçra da varlığının

başına bas ayağını... Hele bir uç, hele bir uç da benim gibi şükürden de kurtul, nankörlükten de.

A aşk, Mûsa gibi ululanma Firavun’unun kes başını. hele ey Firavun, önüme gel; kapını da tuttum, damını da.

Gizlilik âleminden eriştim, geldim; aşk ordusunu çektim. yürü git ey başı dik zalim, beylikten de düştün, köy ağalığından da.

Hele kendine gel; senin bostanın, bağın bahçen ölümsüzlük ilidir; şu dünyaysa eşek başıdır ancak. bu aşktaki keramet, kerem sahibinin yüzünü seyretmektir ancak.

Salt acıyış, belâlar verip de canını yakıp y ıkmaz. ana, kin güdüp de hacamat etmez bizi.

Canım da doymaz sana, gönlüm de. canım da usanmaz senden, gönlüm de. hiç kimseye gözden, gönülden usanç gelmez, kötülük değmez.

Salt aşktan başka neye yüz tuttumsa, tadından da pişmanlıktan başka bir şey elde etmedim, güzelliğinden de.

 

Bu havuza ulaştın ya, bir şey yitirmedin... bu havuzun içinde abıhayat var, kıyısı da tam oturulup eğleşecek yer.

Bu havuza düştün mü, tümden kendini ona ver. çeviklik, erlik taslay ıp da elceğizlerini, ay acıklarını çırpıp durma, çırpınıp yatma.

Ver kendini ona da sus; topluluğun imamı değilsin sen. burda aşktan başka hiçbir kimse imam olamaz.

VIII

Hele ey on ki behordî seherî bâde ki nûşet

Hele pîş â ki begûyem suhen-i râz be gûşet

Hele güzelim, seher çağı şarap içtin ya, afiyetler olsun. hele bir beri gel de kulağına gizli bir söz söyleyeyim senin.

Can şarabı eşsiz bir şaraptır; yürü, ondan bir tat. bir yudumcukla bütün düzenbazlığın, bütün aklın fikrin uçar gider.

 

Şu akıldan fikirden kurtuldun da konaklar aştın, sarhoşluğa ulaştın mı, şarap satanın lûtfu, keremi, sana yüzlerce başka akıl, başka fikir verir.

Sırlara daldın mı da can sâkîlik eder sana... coşup köpürüşünden, hey-heylerinden gökyüzüne bir gürültüdür, düşer.

O kızıl, o sarı şaraptan başka bir şarap iç. içtiğin şarap seni anlamlar ıssı eder de daldığın resimlerden, şekillerden kurtarır seni.

O tat tuz madeni, sabah çağında sana öylesine bir kadeh sunar ki, o bir kadeh şarap dün gece içtiğin yüzlerce kadeh şaraptan daha iyidir.

Sen hay-huy etsen de, etmesen de bütün ölüler, bütün cansızlar, senin coşup köpürüşünle coşar, köpürür.

O halkaya girdin mi, madenin de üstüne çıkarsın, definenin de. kazanç yerini elde etmeye çalışan gönlünden kazanç hevesi düşer gider.

Düşmanların kötülüğü yüzünden yüzlerce

kuyuya düşmüştün ya... zulümleri, kötülükleri örtenin keremi, sonunda hepsinden de kurtarır seni.

Tümden buluşmayı, kavuşmayı kur; sus, avlanmadan vazgeç. şu vahşi hayvanları avlanman susmanla kolaylaşır.

Ağzını yumdun mu, susmayı seçtin, beğendin mi de eşin dostun dileği, isteği, seni öyle bırakmaz, gene söze çeker.

— D —

IX

Bedered morde kefenrâ be ser-i gûr berâyed

Eger on morde-i mârâ zi bot-i men heber âyed

O ölümüze, güzelimizden haber gelirse kefenini yırtar da mezarından çıkagelir.

Ondan bir şey elde etti mi, ölü neler yapar, diri neler eder? Sözü mü bunun... dağ bile onu görse yerinden sıçrar da ileri gelir.

Senden geldikten, senin yüzünden olduktan sonra kınanmandan kaçmam, kaçınmam. senden gelen acılık, cana şekerden de tatlı gelir.

Sana ne gelirse ye iç, bir y anda dursun deme. bir akarsudasın sen; yedin içtin mi yerine bir başkası gelir.

Güzelim sanatına bak, gönüllere gelen vahyini seyret. tümden görüş ışığı kesil; ne gelirse bakış-görüş zevkinden gelir.

 

Bir ömürdür ümide düştüm; ömrüm geçti gitti de sevgili gelmedi... ama zamanı gelir de gelir, yahut da zamansız, ansızın geliverir; her şey seher çağlarında gelmez mi ki?

Bekle, gözleyedur; zamanlı zamansız, bir de bakarsın, ansızın kadri yüce bir sürme gibi padişahımız gözümüze geliverir.

Şu göze de geldi mi göz bir deniz kesilir. denize de bakınca bütün suyu inci olur gider.

Fakat aslını bilmeyen ölü inci değil. her tane si söz söy ler, hepsi de arar, aktarır, tümü de canlı inci.

Ne madensin, ne cansın; ne bilirsin sen. insandan gelen hüneri Tanrı bilir, Tanrı görür.

Hele sen dilsiz-dudaksız söz söylemeyi huy edin; huy edin, çünkü düny adan geçip gittin mi ne dudak kalır, ne diş.

X

Dil-i men rây-ı tu dâred ser sevdâ-yı tu

 

dâred

Roh-ı fersûde-i zerdem gam-ı sefrâ-yı tu dâred

Gönlüm buyruğuna uymuş, sevdana kapılmış gitmiş... sararmış solmuş pörsük yüzümde senin safran var.

Başım yüzüne dalmış, sarhoş olmuş; gönlüm hayaline tuzak kurmuş. gözümden dökülen inci taneleri denize benzeyen avcundan saçılmada.

Senden elde ettiğim her armağanı hayaline tapşırdım. çünkü şeker gibi tatlı hay alinde yüzünün parlaklığı var.

Yanlış söyledim; hayalin başka hayallere benzemez ama bütün güzelliği, bütün tadı tuzu senin ihsanından elde eder ya.

Sadberk gülü kapında utancından döküldü gitti. çünkü senin güzelim yüzün kendisinde de var sanmıştı.

Selvi sana karşı suç işlemiş gibi başını önüne eğmiş. çünkü o da yanılmış, senin boyun

kendisinde de var sanmış.

Yüce kişilerin canları da, ciğerleri de Zühre’nin yüzü gibi parıl parıl parlıyor... hepsi de Ay gibi eriyip gitmede; seni istiyorlar çünkü.

Gönlüm sevda ateşinin üstünde helva tavası, değil mi ki içinde senin helvan var; yalımlarla yansa yakılsa ne çıkar?

Madem dost elde her yer oturup eğleşilecek yer. ne mutlu o hiçbir şeyden haberi olmayana ki senin yerinden haberi vardır.

Bana kapıyı açmazsan damdan girerim içeriye. seni görüp seyreden can, ne de güzel bir candır.

Yüzlerce dama çıkarım; yüzlerce tuzağı deler geçerim. ne yapayım? Can ceylanım senin ovanı istiyor.

Sus ey deli âşık, şiir söyleme, kanlar yut. zâti dünyanın her zerresinde senin kavganın derdi, gamı var.

Yürü ey gönül, üstünlükler bağışlayan Tanrı

Şems’ine, Tebriz’e git... hayali gibi o da sana gelir; zâti seni istiyor o.

XI

Dil-i men kâr-ı tu dared gol-o golnâr-ı tu dâred

Çi nekû beht derehtî ki ber-o bâr-ı tu dâred

Gönlüm senin işine gücüne koyulmuş; gönlümde senin gülün var, senin nar çiçeğin var. ne güzel bahtı vardır o ağacın ki onda senin meyven var.

O anlamlar göğündeki sana mensup Ay’a ulaşan, onun ışıklarını elde eden kişi, ne yapacak dönüp duran gökyüzünü, ne edecek şu zanlarla dolu dünyayı?

Tanrı’ya and olsun, kınanmış şeytan bile seni severse, seni ikrar ederse kıyamet günü kurtulur gider.

Tanrı’ya and olsun ki yüzlerce ışıkla y oğrulup yaratılan huriyle melek bile seni inkâr ederse

canını kurtaramaz, kurtaramaz canını.

Kimsin sen? Bir avuç topraktan yapmış, düzmüşsün beni de sonra seni öyle bir yarattım ki diyorsun, sendeki sır kimseciklerde yok.

Senin darağacına çekilen Mansûr-i Hallâc’ın gönlü büyük büyük belâlardan gam yemez, gam yemez.

Melek davul çalmaya başladı mı ey akıl, kavuğunu giymeye kalkışma... sen sanma ki o Ay sarık derdine düşecek.

Varma, yorulma a tacir; hiçbir dükkân açma. sanma ki rızık hep senin pazarından gelir.

Sen doğduğun günden beri nimete, ihsana amaçsın; rızkın anahtarı senin düzenbaz elinde değil.

Her kök, her bitki Tanrı rızkını yer. fakat bütün işkil, bütün zan senin hasta gönlünde.

Can üzen, ömür kesen rızık ümidini bir de cennete doğru sürü çek; oranın her yaprağında, her bitkisinde sana hazırlanmış şeker amb arları

var.

Herkesin kabağa benzeyen başında senin şarabın yok... şurayı burayı kaşıyan her elde senin dikensiz gülün yok.

Kabak tertemiz yıkandı mı içinden şarap coşar. çünkü tertemiz kişilerin gönüllerinde senin izlerinden, senin eserlerinden şaraplar vardır.

Sus a canların bülbülü; diller tozdur, dumandır. sözlerin canında, gönlündey se senin sevgilinin bakışı var.

Gerçekler Şems’ini doğular Tebriz’inden göster; çünkü Ay da, Güneş de, Utarid de, senin gamına düşmüş, seni görme derdinde.

XII

Honok on kes ki çü pâ şod hemegî lotf- o rezâ şod

Zi cefâ rest-o zi gosse heme şâdiyy-o vefâ şod

 

Ne mutlu o kişiye ki ayağa döndü; tümden lûtuf oldu, razılık kesildi... cefadan, gamdan, gussadan kurtuldu, tümden neşe oldu, vefa kesildi.

Ne mutlu neşeden çeng kesilene; şarapla aklı fikri dağılana. delilik aşkına rehin olana, arılık denizinde inciye dönene.

Bakışı Ay oldu, Güneş kesildi; toprak onun bakışıyla altına döndü. aşka mal oldu; keremde incilerle dolu bir deniz haline geldi, yürüyüşte seher yeli kesildi gitti.

Aşk padişahı onu çekti, bağrına bastı; bütün halktan kesildi o. aşk bakışı seçti onu da, bütün dileklerine eriverdi.

Yürüyüp gidişte gökteki Ay oldu tıpkı; geceleyin Ay’ın on dördüne döndü. Tanrısal bakışlarla bir lâhzada nerelere gitti, nerelere ulaştı.

Yere benzerdi, gök oldu; tümden tat tuz kesildi, alımlaştı. insandı, melek oldu; sinekti, Zümrüdüanka kesildi.

 

XIII

Çü sehergâh zi golşcn bot-i eyyâr berâmed

Çi besî ne’re-i meston ki zi golzâr berâmed

Seher çağında gül bahçesinden düzenbaz bir güzel beliriverdi... nice sarhoşun narası gül bahçesinden göklere ağdı.

Ay gibi ışıtan yüzünden, güzel mi güzel vuslatından herkesin bahtı yüceldi, işi düzene girdi.

İki yüz razılık bahçesinin, iki yüz ab ıhay at kaynağının yüzünden, dikenin gönlünden iki bin güleç gül bitti de açılıp saçıldı.

Bütün gece gönülde konaklayan hırsıza benzer gam, buluşma, kavuşma şahnesinin eline düştü; darağacına çekildi gitti.

Zulümlere uğramıştık, bütün ümidimiz kesilmişti; bunun ardından parıl parıl p arlay an devlet gibi uyanık bir gönül beliriverdi.

 

Beden de, can da kocalmış gitmişti; ona kavuştu da ne de genceldi... her şey kesada varmıştı; ne de alıcı geldi, ne de değerlendi.

Gönül, din salâhını hepiniz gördünüz ya. ne de şaşılacak bir güneş deyin; sırlar tan yerinden belirdi de doğuverdi.

XIV

Meşov ey dil tu deger gon ki dil-i yâr bedâned

Mekon esrâr-ı nehânî ki vey esrâr bedâned

Başka bir hale dönme ey gönül; sevgilinin gönlü bilir döneceğin hali. sırları gizlemeye uğraşma; sırları da bilir o.

Sende ne varsa, ne yoksa hepsini de çerçöp gibi tutar, o suya atıverir. meyhaneci şarabın bütün cilvesini, neler edip neler yapacağını bilir.

Avcunda diken yoktur onun, elinde güller biter. dikenin gönlünden bitecek bütün gülleri bilir o.

 

Sen her gün çalışır, çabalar, yavaş yavaş bir şeyceğiz bilirsin hani... yürü, ona kul köle ol, o birdenbire, hemencecik bilir.

Hüküm verileceği zaman ikrar edişte, tanık oluşta tutsağa benziyorsun; sûfînin bedeniyse tanıklıkta ikrarın gönlündekini bile bilir.

XV

Honok on kes ki çü mâ şod heme teslîm-o rezâ şod

Gerev-i ışk-o conon şod goher-i behr-i sefâ şod

Ne mutlu o kişiye ki bize döndü, tümden teslim oldu, razılık kesildi. aşka mal oldu, deliliğe rehin verildi; arılık duruluk denizinin incisi oldu gitti.

Bakışı tümden güneşe döndü; toprak bakışıyla altın kesildi. keremde incilerle dolu bir denize döndü; yürüyüşte seher yeline benzedi.

Aşk padişahı onu çekti, bağrına bastı; bütün halktan kesildi o. aşk bakışı seçti onu da,

bütün dileklerine eriverdi.

Yürüyüp gidişte gökteki Ay oldu tıpkı; geceleyin Ay’ın on dördüne döndü. Tanrısal bakışlarla bir lâhzada nerelere gitti, nelere ulaştı.

Gönlün kalıp ahırından dışarda ne diye dönüp dolaşıyor... böyle değilse her gece ne diye yaylada yayılıp durur ki?

Ne mutlu çağdır o çağ ki Tanrı suçunu ibadet haline getirir. ne mutlu çağdır o çağ ki bütün cinayetler Tanrı inayetleri olur gider.

Zor, uzak yolculuk bitti gitti; onun kapısına ulaştık artık. içten gelen ışığının gücü, gökyüzünden gelen bir gök kesildi.[4]

XVI

Hele novmîd nebâşî ki tura yâr berâned

Geret imrûz berâned ne ki ferdât nehâned

Hele hele dost seni sürer, kovarsa ümitsizlenme. bugün kovsa bile         y arın

çağırmaz mı sanırsın seni?

Yüzüne kapıyı kapasa bile gitme, dayan orda, ayağını dire; sabredersen seni tutar da başköşeye geçirir o.

Sana bütün yolları, bütün geçitleri bağlasa bile kimsenin bilmediği gizli bir yol açar sana.

Kasap koyunun başını keser ama kestiği koyunu bırakmaz; kestikten sonra tutar, sürüy e sürüy e çeker, götürür onu.

Koyunun nefesi kalmadı mı kendi soluğuyla şişirir onu; artık Tanrı’nın soluklarına bir bak da gör; seni nerelere çeker, götürür.

Bu sözü de örnek olarak söyledim; yoksa onun keremi hiç kimseyi öldürmez; üstelik ölümden, öldürmeden kurtarır adamı.

Bir karıncaya tümden Süleyman mülkünü verir; iki dünyayı bağışlar; hiçbir gönlü kırmaz, incitmez.

Gönlüm dünyanın çevresini döndü dolaştı da eşini, benzerini bulamadı... kime benziyor

sevgili, kime benziyor, kime benziyor, kime?

Hele sus; sessiz, sözsüz, bu şaraptan herkese tattırır o, tattırır da tattırır, tattırır da tattırır.

— R —

Hele zeyrek hele zeyrek hele zeyrek hele zoter

Hele k’ez conbeş-t sâkıy bedeved bâde be ser ber

Hele biraz daha çevik, hele biraz daha çevik; hele biraz daha çabuk, hele biraz daha çabuk... Sâkînin hareketleri yüzünden şarap başta koşup durmada.

Can yaya koşmada; definenin üstü açılmış; Zühre’ye benzeyen yüz parıl parıl parlamada. hayır, yanlış; Ay gibi bir yüz.

Aman oturma, dinlenme, durma; bırak şu sabrı, kararı. işe giriş, çab alamay a koyul; çünkü y alımlı ateş üstündeki tencereyim sanki.

Bana cilveler yapsaydın, her yolu kapamazdın da gecem gündüze dönerdi; seher de bayrağını çekerdi.

Hele bir sıçra, bir sıçra da yola düş; güneş

yolculuğu daha iyi... evden ayağını dışarıya bas; herkesi de yola sal.

Gizli bir yola düş; bedenden cana yürü. Fırat’tan suyu yürüt; abıhayatın üstüne dök; kat iki suyu birbirine.

Bülbülün çilemesini duydun, gül bahçesine doğru koştun ya. o bahçeye varınca da koş şehre doğru.

Ağaca çık da üveyik gibi kû, kû - nerde, nerde demeye koyul. çünkü böyle tembelce dileyen, bu huyla dost aray an, hiçbir haber elde edemez.

Hele dîşeb yelekerdem şeb-i dûşet yelekerdem

Degel-o işve ki dâdî be dil-i pâk behordem

Dün gece kaptım koyuverdim seni... dilediğini söyledin durdun; ne kadar düzen düzdüysen, temiz bir yürekle hepsine inandım; ne kadar işve sattıysan hepsini yedim, hepsine aldandım.

Gene onu verme, gene aldatma bu gece beni? Cilvelerini yemem, işvelerine aldanmam bu gece. sen ahdinden döndüysen dön; ben ahdimden dönmedim.

Tümden ışıksın; gönüle, göze girersin. soğuk soluğumu işittin mi lütfedersin, kerem edersin de ateş gibi sorarsın beni.

Bir soluk şekerkamışı kesilirim, bir soluk senin karşında mat olur giderim. ne yapayım, ne çarem var; senin elinde bir tavla zarıyım ancak.

Sarhoş bir halde yaya olarak gittin mi, ayaklarının altına döşenir, toprak olurum... atlı olarak yola düştün mü ardında toz kesilirim.

A benim canım, bütün yıl yarına atma; beni aldatma. bön saymadasın, sâf görmedesin beni.

Bön de olsam, sâf da olsam lâyık görür müsün; derdimi duyup anlasa taşın bile gönlü coşar, kan ağlar bana.

And olsun Tanrı’ya ki bırakmam seni; bundan öte yolu yok; o kızıl yüzünü solmuş, sararmış yüzüme bir daya.

Lütfeder de bundan daha da ileri gider, bir öpücük verirsen neşeden iki dünyayı da dürer giderim.

Feilâtün feilâtün feilâtün feilâtün; a benim canım, yoksa sen, gittim, öldüm mü sandın beni?

XIX

 

Çû yekî sâgar-ı merdî zi hom-ı yâr berârem

Do cehanrâ-vo nehanrâ heme ez kâr berârem

Sevgilinin küpünden bir erlik sağrağı doldurdum mu, iki dünyayı da gizli âlemi de tümden işten güçten alıkorum.

Dağın ardından çıkarım; aşk bayrağını yüceltirim... granit kayaların, mermer taşların gönüllerinden ikrar soluğunu çıkartırım.

Sen kuyunun dibinden birini ancak yüz yılda çıkarabilirsin. fakat ben öyle bir deli divaneyim ki onu tutar, birdenbire çeker çıkarıveririm.

O yüce dağın beline aşk kemerini bir bağladım mı, münafıkın belindeki zünnârın ucunu tutar, sokuveririm.

Bana karşı ben de yoktur, biz de. başsız- ayaksız yokluğum ben. Sevgiliden baş çıkarıp görüney im diye başımdan da vazgeçtim, gönlümden de.

 

Sana duvar görünürüm de kendime kapı açarım... arada ne el var, ne kol; öyleyken gene de kapıdan girerim, duvardan aşarım ben.

Sen işe işler katar, başını, sarığını gösterirsen ben de tutar, her kılının dibinden baş çıkarır, sarık belirtirim.

Vakit geçti diye neden aksamadasın; karanlık geceden niye korkuyorsun? Batı tarafından ışıklar saçan Ay’ı doğduruveririm ben.

Sen Tatar’dan korkuyorsun, çünkü Tanrı’yı tanımıyorsun. oysaki ben Tatarlardan iki yüz iman bayrağı yücelteceğim.

Hele bir soluk susayım da aşk şarabını içeyim; savaş zırhını giyineyim de safları yarayım, orduyu kırıp geçireyim.

XX

Men eger dest-zenânem ne men ez dest-i zenânem

Ne ezînem ne ezânem men ez’on şehr-i kelânem

 

Elimi çırpıyorsam kadınlar yüzünden değil... Ne bundanım ben, ne ondan; o koca şehirdenim ben.

Ne oyunun, ne kumarın peşindeyim; ne içkinin, şarabın peşinde. ne yoğrulmuşum, ne mahmurluğa düşmüşüm; ne böyleyim ben, ne öyle.

Sarhoşsam, yerlere yıkılmışsam senin gibi şaraptan sarhoş olmamışım. Ne topraktanım, ne sudan; ne de şu zamanın ehlindenim ben.

Âdemoğlunun aklı fikri, şu soluktan ne haber alabilir ki. yüzlerce perde ardındayım; bütün dünyadan gizlenmiş gitmişim ben.

Bu sözü benden duyma, işitme; bu aydın hatırdan böyle bir söz kabul etme. çünkü ben bendekini şu görünen şekilden de alıp kabullenmem, görünmeyen iç âlemden de.

Yüzün güzel ama canının kafesi tahtadan. kaç git benden; y anarsın; çünkü dilim, sözüm bir alevdir benim.

Ne kokudanım, ne renkten. ne addanım, ne

sandan... yayımın okundan sakın, yayım Tanrı yayıdır çünkü.

Ne ham şarap içerim, ne kimseden borç alırım. hele a benim genç talihim, ne soluğa kapılırım ben, ne tuzağa tutulurum.

Cennetlerin gül bahçelerine dönmüşüm, dünyanın neşe, zevk, çalgı çağanak yurdu kesilmişim; bütün erlerin canlarına and olsun ki canım yürüyüp gitmededir; candır, can.

Bir şeker yurdu kesilen hayalin, bana gülbeşeker getirir; ben de gerçekler gül bahçesine sadberk gülleri dikerim.

Gül bahçesine girdim mi, buluşma güllerini saçan gül fidanını dikekorum; zâti her yanımı dağlamışsın, her y anımda gül gibi dağlar var.

A aşk, ne de şaşılacak bir eşsin, çiftsin; ne de şaşılacak teksin, eşin, örneğin yok; ne de ulusun sen. ağzımı tuttun da söyleyeceğim şeyler içimde kaldı.

Fakat can, Tebriz’e, Tanrı’mın Şemseddin’ine varırsa sözlerimdeki bütün sırları sona erdiririm.

 

XXI

Menem on âşık-ı ışket ki coz in kâr nedârem

Ki ber’on kes ki ne âşık be coz inkâr nedârem

Senin aşkına tutulmuş bir âşıkım; başka bir işim gücüm yok... âşık olmayan kişiyi de ancak inkâr ederim ben.

Gönlünden başka bir şey aramam, senden başka kimseciklere koşup yorulmam. her bahçenin gülünü koklamam, her dikenin başını kaşımam ben.

Sana inandım da gönlüm Müslüman oldu. gönül sana dedi ki: A benim canım, senin gibi bir sevgilim daha yok benim.

Gözüm de sensin, dilim de sen. İki görmem artık, iki çağırmam. bir can var, o da sensin; başka birine ikrarım yok benim.

Senin balını içerim; artık ne diye sirke satacakmışım? Senden gelirim var; artık ne diye

rızık için çalışıp çabalayım?

Gam yemem, gam yemem, riyazattan dem urmam... Çok altınım yok ama altın gibi sapsarı yüzüme bak, yüzümü seyret.

Gönül Husrev’i, Şirin’in gamından başka bir gam yemez. hangi gönülle gam yiyeyim? Gam yiyen bir gönlüm yok ki.

Her korkana, her esenliğe erene yayar, anlatırdım ama içimdeki sözleri söylemeye gönlüm varmıyor.

Delilik dağıyla dağlanmamışsın; haber ver bakalım, nasılsın? Çünkü artık bende nelikten- nitelikten bir iz bile kalmadı.

Tebriz’den din ve Hak Şems’im doğdu da geceleri kumandanlık eden şu Ay’la bir alışverişim kalmadı artık.

XXII

Be Hodâ ez gam-ı ışket negerîzem negerîzem

 

Ve ger ez men telebî con nesetîzem nesetîzem

And olsun Tanrı’ya ki senin aşkından kaçmam da kaçmam... Benden can bile istesen veririm, inat etmem de etmem; esirgemem canımı senden.

Elimde bir kadeh var ama, and olsun Tanrı’ya, sen olmadıkça içim almaz, kıy amete dek içmem de içmem.

Ay’a benzer yüzün seherimdir, kapkara saçların gecem. and olsun Tanrı’ya saçların olmadıkça ne y atar, uyurum, ne uy anır, kalkarım.

Senin ululuğunla uluyum, senin işvenle kılavuz kesilmişim. Halil’in soyundanım ben; onun için de şu y akıp y and ıran ateşin içindeyim.

O testiden sun suyu; iki günlük aşk değil bu. gamın namaz gibi, oruç gibi farzdır bana.

And olsun Tanrı’ya, bahtı olmayan, senin suyunla sulanmayan ağaca deniz bile su verse kupkuru odun kesilir gider.

 

A gönül, yücelere uç, uç Tanrı gücüyle... o yüce başköşede bile senin gibi bir sığınak yoktur bana.

Belâlar gelip çattığı zaman herkes Tanrı’yı över. fakat sen gökyüzü gibi gece gündüz hazır ol, övmeye koyul.

Tebriz’in övüncünün huyunu husunu tam olarak söylemeyeceğim. Ne yapayım? Şu miski herkese boyuna damlatay ım diyorum ama kıskançlık koymuy or.

XXIII

Mekon ey dost gerîbem ser-i sevdâ-yı tu dârem

Men-o bâlâ-yı menâre ki temennâ-yı tu dârem

A dostum, beni garip koyma, senin sevdana düşmüşüm. minarenin yücesine çıkmışım; seni arıyorum, seni istiyorum.

Senin yüzünden sarhoşum, mahmurum, kendimden haberim yok. sana düşmüşüm,

sana alınmışım, başımı bile kaşımaya vaktim yok.

Gönlüm neden aydınlandı, neden devlete erdi; söyleyeyim sana: Şu gönül aynasında senin güzelim yüzün var da ondan.

Kınama beni dostum, kıyamet gününe bak, beni seyret... tüm dalgayım, tüm coşkunluk, senin denizinin incisi var bende.

Hekimler, şeker safrayı arttırır derler ya; dinleme sözlerini; senin safran var bende, şekerle sağlık ver bana.

Hele ey dönüp duran gökyüzü, şimdicek benim hikâyemi dinle: Senin gibi ben de Ay’la yoldaşım, senin kadar uçsuz bucaksızım, senin gibi genişim.

Kapıcına geliyorum; bana yol vermiyor, kovuyor beni. haberi yok ki gizlice neler görmedeyim; seni seyretmedey im ben.

Kapıdan yol bulamazsam damdan, pencereden girerim. senin havana uymuşum, kap ıp koyuvermişim kendimi; Tanrı gizlesin, Tanrı

korusun bizi.

A hoyrat kapıcı, yol verme bana, kötü sözler söyle... tef gibi vur yüzüme; senin tefin, senin zurnan var bende.

Tef gibi çalgıcının sillesiyle hünerim daha da çok görünür. hele bir vur da sına, senin hey­heylerin var bende.

Artık bundan böyle coşmayayım, fitneler koparmayayım. fakat gönüle kim buyruk yürütebilir? Senin söyleyen gönlün var bende.

XXIV

Menem on kes ki nebînem bezenem fâhte gîrem

Men ez’on hâr-keşânem ki şeved hâr herirem

O kişiyim ben ki görmem ama vurur, bir üveyik tutarım. dikenler çekerim, kahırlar y utarım. diken ipek kesilir, atlas olur bana.

Kime benziyorum, kime? Dünyanın

usturlabıyım; gökyüzünde ki bütün şekilleri bir bir kabul eder, benimserim ben.

Anlamlar dağının arkasından aşk bayrağı doğar, yükselir; bayraktar görünür de gamdan, gussadan kurtarır beni.

Seher çağından kaçarsam gerçekten de bil ki yarasayım ben... zarardan kaçarsam iyice bil ki körüm ben.

Bir yelden kaçar gidersem saman çöpüne dönmüşüm, yele maskara olmuşum gitmiş; ağız beni kabul etmezse and olsun Tanrı’ya hamım, hamurum.

Dünya güneşi gibi geçici bir günün padişahı değilim ki öleceğimi düşünmeyeyim de beyim ben diyeyim.

Ne gökyüzüne benzerim; ne çark urur, dönerim. ne kuşa benzerim; ne pilicim; ne Mirrîh gibi silah çekerim; ne Ay gibi yarı buçuk vezirim.

Gözetip koruyanım sensin, dostum sen. benim gibi bir kişi hor olamaz. halka karşı

değersizim, az bir değerim var; fakat senin katında çokların da çoğuyum, değerlerin de değeri.

Beni satın almasınlar diye herkesten hünerimi gizlerim... senden başka bir bey beni satın almasın diye de yüzlerce ayıplara bürünür, topallar dururum.

Ciğerden, yürekten başka bir şey yemem; arslanın ciğerinin köşesiyim çünkü. parslar gibi aşağılık bir yaratık değilim ki peynir gıda olsun bana.

Yalımlardan, kıvılcımlardan kaçmam; altınım, kalp değilim ben. Bu ülkede yüce bir beyim; o yüzden tehlikelerden ürküp kaçmam ben.

Herkes er olup gelmez; görünse de dayanmaz. bana sen gel, ab ıhay at sensin bana; senden kaçmama, sana dayanmama imkân yok.

Sen bana öylesine bir ölümsüz cansın ki yaşayış kadehini sunarsın. Sen bana öylesine bir bağış definesisin ki adımı yoksul takarsın.

Hele yeter, hele yeter, sus; çan sesini azalt.

dağım ben çünkü, ses değilim; kalemim ben, kalem gıcırtısı değil.

Feilâtün, feilâtün, feilâtün, feilâtün; her şeyi söyle; fakat adı sanı yayılmış padişahlar padişahımdan bahsetme, ona dair bir soluk bile üfürme.

XXV

Bezen on perde-i nûşin ki men ez nûş-ı tu mestem

Bedeh ey Hâtem-i meston kedeh-i zeft be destem

Vur o tatlı perdeyi, senin o tatlı perdenle sarhoşum... ey sarhoşların Hâtem’i, elime koca sağrak sun.

Hele a sarhoşların sâkîsi; kavgaya girişmişim de ansızın ama bilmeden b irkaç kadeh kırmışım; kızıp da yüzünü çevirme benden.

Kendisine yüzlerce testi sunulanın kadehi kırılmış; nesi azalır ki? Senin gibi ben de yoka, yokluğa tapmadayım; kır gitsin varlık şişesini.

 

Kimsin diye sorma bana; sun o altı yönlü kadehi... sarhoş oldum mu kimim, ne biçim kimseyim, görürsün.

Şaraba tapma yüzünden sarhoşluk denizine daldım gitti. senin arkandan sıçradım, denize daldım; artık şaşırıp kalmışsam ne arıy orsun beni?

A hoca baba, hiç çekinmeden sun bugün. gussanın damarını kopardım; gamdan, gussadan kurtuldum gitti.

Senin güzelliğine gölgeyim artık; ne yaparsan onu yaparım; yersen yerim, oturursan otururum.

Öylesine sarhoş bir davulcuyum ki sarhoş bir halde meydana çıkmışım; davulumu da bayrak gibi, tuğ gibi mızrağın ucuna bağlamışım.

Yolda yok olup gitmişsen sus; çünkü yokluk susturur adamı. değil mi ki varlıktan kurtulduk, tekrar varlığa çekme bizi.

XXVI

 

Bot-i bî nekş-o nigârem coz tu yâr nedârem

Tuyi ârâm-ı dil-i men meber ey dost karârem

A şekli olmayan, güzelliğe bile sığmayan güzelim, senden başka sevgilim yok. Gönlüm seninle karar bulur, huzura erer; alma kararımı a benim dostum.

Cefandan hüzünlere dalıyorum; aşkından başka seçtiğim bir şey yok; bundan başka bir hevesim yok; bundan başka ne işim var, ne gücüm.

Yanağın Ay gibi, ne de lâtifsin, ne de padişahsın sen... dayancımsın benim, güvencimsin; işim gücüm seninle düzene girer.

* Aşkından başka hiçbir şey kabul etmem; saçından başka hiçbir şeye el atmam. bu ahitte ok gibi doğruyum; bu savaşta târa dönmüşüm; feryat etmedeyim, tele dönmüşüm, yok olup gitmedeyim.

Bedenimizi tümden can et; tümümüzü

madendeki inciye döndür... bağıma bahçeme neşeden bir kaynaktır akıt.

XXVII

Bezen on perde-i dûşin ki men emrûz hemûşem

Zi tef-i âteş-i ışket men-i dil-sûz hemûşem

Vur dün geceki perdeyi, tümden susmuşum çünkü. senin aşkının ateşindeki hararet yakmış, yandırmış beni, susmuşum artık.

O doğanım ki sarhoşum; külâh yüzünden tutulmuş kalmışım; külâh kalktı mı gözümü açar, yücelere bakarım; başıma külâhı giydirdiler mi susar kalırım.

Gizli güzelimin yüzünden gizli bir ateşle gönül gibi tutuşmuşum. gönlümü parlatacak bir güzel yüzünden susmuş kalmışım.

Gördüm ki dilim gizlice sırlarımı gammazlıyor. açık söz söylemek şöyle dursun, gizli kapaklı söze bile ağzımı yumdum, sustum

kaldım.

Hayali, aşk yoluna kılavuz olarak geldi bana... yolundan bahsedeyim; fakat kılavuzdan hiç bahsetmem, susmuşum gitmiş.

Gamla parıl parıl parlamışım, gam yüzünden bir şeyler bellemişim. Gamdan feryat etsem de gamı bana öğretene dair bir şeycikler demem; susmuşum.

XXVIII

Zi yekî peste-dehânî senemî beste- dehânem

Çu berûyîd nebâteş çü şeker best zebânem

Fıstık ağızlı bir güzel yüzünden ağzım yumulmuş gitmiş. onun şekerkamışına benzeyen boyu bosu bitmiş, yücelmiş; benimse ağzım, dilim şeker gibi yumulmuş kalmış.

Güzelliği, tümden aydaki güzellik; yoksa tümden zevk mi, neşe mi o? Öylesine tatlı ki ona bakınca şekerden ayırt edemiyorum kendimi de.

 

Ne diye hangisisin, şu aşkta adın ne diye sorarsın? A güzelim, dünyanın padişahısın, senin yüzünden ben de dünyanın zevki, neşesi kesilmişim.

Kadeh gibi sana döküldüm, boşaldım; seninle karıldım, birleştim... gördüm ki cana benziyorsun, ben de can gibi gizlendim gitti.

Hâlâ varsam bas parmağını bana. çünkü kendimi bulamıyorum da ararken parmağımın ucunu dişliyorum ben.

Onun yüzünden mihnetlere düştüm, kıvranıp duruyorum; peşine düştüm, ateş gibi koşuyorum. beni ateş gibi götürdü, yok olup gittim ama kendim gibi iki tane varlık elde ettim.

Senin şekerini elde ettim, senin okunla öldüm, can verdim. fakat ne oldu da seni avlarken y ay ımı, okumu kırar benim?

Gönül salâhı, din salâhı seni sevdi; gerçekler güneşi, gerçekler âlemindeki Ay sana düştü ya; artık benim canım da sen oldun gitti, rûhum da.

 

XXIX

Menem on bende-i muhlis ki ez’on rûz ki zâdem

Dil-o conrâ zi tu dîdem dil-o conrâ be tu dâdem

Öylesine özü doğru bir kulum ki doğduğum günden beri gönlü de senin gözünle gördüm, canı da... Gönlü de sana verdim, canı da.

Aşk, ne duyar, bilirse seven kişinin havasına uyar da bilir yazısını yazdı. artık ona b aşvururuz, onun buyruğuna uyar gideriz biz.

Senin şarabını içtim mi, senin şarabın gibi coştum mu. senin kaftanını giyindim mi, beyim, padişahım, Keykubad’ım ben.

Güzellik âlemine Ay kesilen geldi de kavuşmay a, buluşmaya çağırdı beni. ağırladı, suvardı beni; üstünlükte ileri geçti benden.

Halkın içinden beni seçti ya; ben de senin sevgi kemerini kuşandım. keremini gördüm ya; ben de keremlere giriştim, lûtuf elimi açtım.

 

Gelin ey âşıklar, gelin; ulaşmaya, kavuşmaya teslim olun... dolunay doğdu; sevgi geldi çattı; nimetler bağışladı.

Adı sanı ne yapayım; senin yüzünden kimsecikler yitip gitmez ki ne edeyim altını, gümüşü; şu defineye düştüm zâti.

Aşk yalımlandı; ışık ışık doğdu; sabrın da üstüne yüceldi gitti. dolunay bile görünmez oldu da gönül baş eğdi, teslim oldu ona.

Neşem de sensin, bayramım da sen. ne güzel bahtım var, ne mutlu bana. Gönlümü sana verdim; ama ne de güzel verdim hani.

Aldattı beni, varımı yoğumu yağmaladı. tuttu, üst oldu bana. söz verdi, yalan söyledi; kimden kime şikâyet edeyim?

Ne y ırtarım, ne dikerim. ne yaparım, ne y akarım. ne gecenin, gündüzün tutsağıyım; ne kesada uğramışım.

Doğu padişahı ışıdı, doğdu; cana ulaştı. nefsin karanlıkları dağıldı gitti; küfrün kalesi yıkıldı, yerle bir oldu.

 

Alıcısı sen olduktan sonra ne kesat gelir adama? Değerimi sen arttırdıktan sonra mezatıma kim tamah eder de girişebilir?

* Aşkın soluğu sağrağımdır; Amîd’im de aşktır, dayancım, güvencim de aşk... gönlüm aşka bürünür, devlet yüzüğü de aşktır onun.

Zahidin yolu yordamı da dilekten geçmek, ibadet edenin yolu yordamı da. fakat benim tümden isteğim, dileğim sensin; söyle bakalım neyi b ırakay ım, kimden geçeyim?

A aşk, varlığım senin; rükûum da sana, secdem de sana. nekesliğim de senin için, cömertliğim de; zaman seninle düzene girmiş.

Beni şeytan bile kapsaydı seni anardım ancak. oysaki beni öyle bir kaptın; anış bile hatırımdan çıktı gitti.

Zaman, düşmanlarıma dost oldu; onlarla uzlaştı; ay rılık yüreğimi yaraldı; uyku baş y astığıma ayak bastı; fakat kutluluklarımı uy uttu.

Tıpkı Nuh’un gemisiyim; tümden rûh kesilirsem ne diye şaşıracakmış? Fetihlerin

fethiysem neden şaşmalı; padişah soyundanım ben.

Görüyorum, dolunay durulmuş... görüyorum, yıldızlar kararmış. görüyorum, deniz coşmuş, kabarmış. görüyorum, gemi dalgalar arasında kalakalmış.

Nuh gemisi bile olsam senin yelinle yürür giderim. değil mi ki sen veriyorsun yeli, a dostum, yele verme beni.

Artık görüyorum; topluluk dağılmış gitmiş. görüyorum, örtü yırtılmış. görüyorum, gök delinmiş, yarılmış; dalgalar köpürüp duruyor.

Senin denizine geldim mi, abıhayata dönerim. fakat kıyıya düştüm mü, taşım, kayayım, cansızım ben.

Rabbim doğru yolu buldurdu bana; aşka sımsıkı sarıldım ben. aşk, bana derman etmek için doğruldu, beni iyileştirmeye koyuldu; acıdı bana.

And olsun Tanrı’ya ki akdoğanım ben, ümidim padişahta. leşin çevresinde ne diye dönüp

durayım? Ne kargayım ben, ne çaylak.

Aşk, evime geldi, kondu; elinde de şarap kadehim var... yücelmeme bir merdiven, duvara dayanmış bir merdiven sanki.

Düzülüp koşuldum mu bayram kesilirim; yandım yakıldım mı, ödağacına dönerim. senin yüzünden ağlarım, senin yüzünden gülerim; senin yüzünden gamlara batarım, senin yüzünden neşelenirim.

Seninle dirilirim, seninle ölürüm; seninle tutar, elde ederim, seninle yitiririm. zamanede seninle susarım; gönlüm seninle konuşur.

Tanrı ve din Şems’imin ay yüzü, Tebriz’den doğunca çalışıp çabalama göğümü de ay dınlatır, savaşa girişme göğümü de.[5]

XXX

Çi kesem men çi kesem men ki besî vesvese-mendem

Geh ez’on sûy keşendem geh ezin sûy

 

keşendem

Ne adamım ben, ne adamım? Pek vesveseliyim... kimi o yana çekerler beni, kimi bu yana çekerler.

Kulağımı tutup çekenin elinde bir yaya dönmüşüm, çekip durmada beni. tutsa da evin kapısına halka gibi kaksa beni, kader tutar da damdan aşağıya atar, düşürür gider beni.

Yoksa gökyüzünde bir yıldız mıyım ki burçtan burca giderim; o burcun kutsuzluğundan ağlarım, bu burcun kutluluğundan gülerim.

Göklere çıkmada, burçlara ağmada, yerlere esmede, yücelere çıkmadayım; bir soluk yelle eşim dostum; yeler yöpürürüm; bir soluk da işsiz güçsüz kalakalırım.

Bir solukta yakıp yandıran bir ateş kesilirim; bir solukta kaçıp giden sel. hangi temeldenim, hangi mevsimden. hangi pazarda satın alırlar beni.

Bir soluk olur, göklerin de yücesine çıkarım; bir soluk olur, Şam’a, Irak’a giderim. bir soluk

 

da olur, ayrılığa dalarım, senin saçlarını geveler dururum.

Bir solukta Ay’a yoldaşım, bir solukta Tanrı sarhoşu... bir soluk, kuyuda Yusuf kesilirim, bir solukta tümden zarar ziyan olur giderim.

Bir soluk olur, yol keserim, gulyabani olurum; bir soluk olur, gevşerim, usanır giderim. bir soluk da olur, şu ikisinden de dışarı çıkarım, o yüce damın yücesine ağarım.

A kanun çalan, Leylâ’yla Mecnun’un hevesini söyle, onların aşk nağmesini çal. zincirden boşandım çünkü, aklın temel direğini söktüm gitti.

A güzeller padişahı, Allah için olsun, kaçmasan, sevgi şarabını kadehime döksen de sunsan, öğüdüme kulak assan ne olur?

Hele ey ön-son, hele o övünç veren şarabı sun. a benim aşkı beğenen güzelim, şu meclis seninle ışıklandı.

Anlamlar meyhanesinden o can şarabını sun. bu kulun kölen lâyıktır ona; o şarabı sunarlar

bana.

O can sözlerini söyleyeni şu doğru düzen sözden, şu halka göre konuşmadan uçur gitsin. yörük ata benzeyen sözlerim, zâti burda koşacak meydan bulamıyor.

XXXI

Zi felek kut begîrem dehen ez lût bebendem

Şekem ez zâr begeryed men-i eyyâr behendem

Gıdam gökten gelmede; dünya nimetlerine ağzımı yumdum... öyle bir düzenbazım ki karnım zârı zârı ağlasa bile ben güler dururum.

Sarhoş bülbüle döndüm; kafesimi kırdım gitti. yücelere uçtum; çünkü yüce göktenim ben.

Öylesine sarhoş değilim, öylesine yıkılmamışım ki ateş yaksın, su götürsün beni. tümden deliliğe batmışım, zincirlere vurulmuşum ben.

 

Külâh gittiyse yürü git de, kel değilim ki, başımda halka halka saçlarım var... eşek öldüyse varsın ölsün de, şu yörük atın üstündeyim ben.

Tümden solukla doluyum; çünkü neyim ben, sense neyzensin. benim yakınım sensin a benim canım, o yakın yüzünden beğen bâri beni.

Senin şekerkamışının yüzünden nice tablalar kırdım döktüm. senin ab ıhay atın için nice dereler kazdım.

Mademki dünyanın canı sensin, kem göz değmesin diye beni tümden yakar gidersen değer; çünkü üzerlik tohumuyum ben.

Yanarsam ödağacına dönerim; düzülür, koşulursam bayrama benzerim. fakat ne o bayram yüzünden gülerim, ne şu ödağacı oluşuma yerinirim.

Başımda senin sevdan var, düşünce başını kaşımıyorum ben. ne nasıl olduğumdan haberim var, ne ne kadarım, kendime

bakıyorum.

Ekşi değildir o yüz, mahsustan yüzünü ekşitiyor da yüzüm ekşise de diyor, gene o bal değil miyim, gene o şeker değil miyim ben?

Gönlüm senin sarhoşun oldu mu, bütün canlar kul olur, köle kesilir bana... senin elinden gelirse zehir bile bir zarar vermez bana.

Can Sidre’sinin dalını çek, eğ de ver elime. o yüce kaleye at kemendimi benim.

Ne şu gelire yamanır kalırım, ne şu zamanın dönüşünden korkarım. ne kadar çok çark urur, dönersem o kadar fazla gelir vermezler mi bana?

XXXII

Bezen on perde-i dûşin ki men ez nûş-ı tu mestem

Bedeh ey Hâtem-i âlem kedeh-i zeft be destem

Sun o dün akşamki şarabı; senin tatlı şarabınla sarhoşum. a âlemin Hâtem’i, elime bir koca

sağrak sun.

A erlerin sâkîsi; bir soluk bile yüzünü çevirme benden; kadeh, şişe kırmadıysam sen de gönlümü kırma benim.

Elimde bir kadeh vardı, düşürdüm, kırdım; yüzlerce çıplak ayağı da kadeh kırıklarıyla y aralad ım.

Senin şarabın şişeyle, kadehle sunulur; o yüzden de o şişeye taparsın... fakat benim şarabım üzüm cibresinden değil, ne diye şişeye tapacakmışım?

A gönül, iç can şarabını; sağ esen yat, uyu. çünkü derdin boynunu kestim, gamdan, gussadan kurtuldum gitti.

Gönlüm yücelere ağdı; bedenim aşağılara düştü. çaresiz bir kişiyim ben; ne yücelerdeyim, ne aşağılarda.

Ne de hoş bir elmayım; dala asılmış kalmışım; ama taş atmanı da sabırsızlıkla bekliyorum. Elest sarhoşuysam Belâ’ya nasıl sabredebilirim?

 

Sen bana sor; bu aşk ne biçim definedir, içinde neler var? Bir de beni ona sor; ne söylüyor, ne biçim adam bu de.

Dere kıyısında ne yapıyorsun, ersen sıçra ırmaktan; sıçra da beni ara... çünkü ben ırmaktan sıçradım, çıktım.

Oturursan otururuz; kalkar gidersen, kalkar gideriz. sen yersen biz de yeriz; sen oturursan biz de otururuz.

Öylesine sarhoş bir davulcuyum ki sarhoş bir halde meydana çıkmışım; davulumu da bayrak gibi, tuğ gibi mızrağın ucuna takmışım.

Ne de hoşsun, ne güzel de kendinden geçmiş bir padişahsın. değil mi ki varlıktan kurtuldum; tekrar varlığa ne diye çekersin beni?[6]

 

XXXIII

Bedeh onmerd-ı toroşrâ hedehî ey şeh-i şîrin

Sedekat-ı tu revânest be her bîve-vo miskin

A tatlı padişah, o suratı ekşi ere sun bir kadeh... sadakaların her yoka, her yoksula akıp duruyor zâti.

Sadakaların da öylesine lâtif ki üst dudak duymadan, alt dudak oynamadan yenebiliyor.

Hele a güzellik bahçesi, hangi dudakla şarap içtin; söylemiyorsun. belki bunu çiçekler gizlice güle, nesrine söylerler.

Ne biçim bir şarap ki terütaze gül kokuyor, misk kokusu gibi bir kokusu var. oy saki kışın görmez misin? Herkes köpek gibi bir posta bürünür.

Hele topluluk gelinceye dek o kadehi sun elime. benden sonra da Ülker’in elinden Zühre

içsin.

O sarhoş senden sağrağı kapmak için baş korsa ona verme, bana sun; çünkü övüş kapısında duran, seni öven benim.

Geçici bâtıl, Hak şarabını ne yapacak? Erlik gücü olmayan kişinin bakışı, görüşü can güzelini nerden tanıyacak?

Hüner, marifet, altın, gümüş çoğaldı mı tehlike de artar, korku da çoğalır... padişahların ipek y astıkları var ama sıtmay a tutulmuş gibi de tir tir titrerler.

Tövbe ayı geldi çattı ama tövbeyi kırıp bozan ay yüzlü güzel de geldi. tövbe boyuna bozuladursun; sen de âmin de.

XXXIV

Be Hodâ meyli nedârem ne be çerb-o ne be şîrîn

Ne bedon kîse-i por zer ne bedin kâse-i zerrin

 

And olsun Tanrı’ya, ne yağlıya gönlüm akmada, ne tatlıya. Ne o altın dolu keseye, ne şu altın kâseye.

Sen yeryüzü halkını göklere çeker, ağdırırsın da, Ay, ne cömertlik bu, ne bağış; ne şaşılacak güç, kudret, ne ağırbaşlılık diye bağırır.

Hayalin, Ay’ın on dördü gibi parlayıp vurunca bana, hasedinden Zühre de bileğini dişlemeye koyulur, Ülker de.

Şükürler olsun Tanrı’ya ki bu mülke eriştim hele... aşkın oturma, durma derdi bana; hepsi de doğruymuş.

Derken beni ayakta durur görünce, bana başıyla işaret etti de otur artık; dilediğine ulaştın; otur, esenleş demek istedi.

Bütün halk sarhoş olmuş, zevkle, neşeyle secde etmede ona. kurtla kuzu hoş bir halde gezmede; gönüllerde ne haset var, ne kin.

Sarho şluktan köyle evin yolunu ayırt edip bulamıyorlar. adam mıyız, renkli gül mü diyorlar; kendilerini bile tanımıyorlar.

 

Elimde kadeh; şaşırmış kalmışım... acaba ne yapayım bunu; içeyim mi, bağışlayayım mı a tatlılar tatlısı padişahım diyorum.

Sen iç diyor, sen iç; bağış da ne oluyor? Hele devlet çağın geldi çattı. hele içtim, hele içtim; kapınday ım, buyruğuna uymuşum.

Şu Arş şarabını iç. öylesine bir şarap ki diyor; ölünün eline bir kadehçik sunsan telkıynin cevabını hemencecik verir.

XXXV

Kelesin bunda sanâ yek garezim yok işidürsen

Kalasın anda yavuzdur y alunuz kanda kalursan

Buraya gel, işitirsen sana bir tek garezim bile yok. Orada kalırsan kötü bir iş yapmış olursun, nerde kalırsan kal, yalnız kalman y avuz bir iş.

Bütün dirlik Çalab’ındır; ne gezip duruyorsun? Çalab’a gel. Çalab kullarını ister; Çalab’ı ne sanıy orsun sen?

 

Çalab’ın ağzıyla çağrılmak ne uğurdur, ne uğurdur... kulağını aç, kulağını aç; olur ya, ona dönersin belki.[7]

— V —

XXXVI

Tereb ender terebest o ki der-i ekl şekest o

Tu bebîn kudret-i Hakrâ cû derâmed hoş-o mest o

Zevk içinde zevktir, neşe içinde neşe... aklın kapısını kırdı o. Hoş, sarhoş bir halde geldi ya; artık Tanrı’nın gücünü kuvvetini seyret.

Hepimiz de bugün öyle bir haldeyiz ki başımızı ayağımızdan ayırt edemiyoruz. hepimiz de boğazımıza dek dalalım gitsin; geldi, halkaya girdi, oturdu o.

Böylesine mahrem olunca kim gam yer, kim gam yer? O güzelim şarabı testiyle ver; kadehi kırdı o.

Padişahım şarap yolluyor; nasıl olur da şaraba tapmam ben? Hele a çalgıcı, söyle; de ki: Ne de güzel şaraba tap andır o.

 

XXXVII

Zi men-o tu şererî zâd derin dil zi çonon rû

Ki hetâ bûd ezin rû-vo sevâbest ezon rû

Öylesine bir yüzden benim de gönlümden bir kıvılcımdır sıçradı, senin de gönlünden... bu yüzden belki yanlış ama o yüzden doğrunun ta kendisi o.

Ateş hangi yüzden alevlendiyse o yüzden yatışır. hangi yüzden öldüysem o yüzden diriltir beni.

Bütün âşıklar sarhoş; fakat neden gözlerini yummuşlar? Biliyorlar ki can yüzü gözsüz de görülebilir.

Bu y anda yüz yok; bu yanda olan tüm arka. çünkü yüz bu sınıra sığmaz; ne yeri vardır onun, ne mekânı.

Bir solukta bütün canlar satın aldılar da uçup gittiler. çünkü noksan yüzünden gözden gizlenmesi gerekmez onun.

XXXVIII

Meşenov hîlet-i hâce hele ey dozd-i şebâne

Be şelevlem be şelevlem meceh ez rovzen-i hâne

* Ev sahibinin düzenini dinleme a gece hırsızı; şelevlem, şelevlem deyip de evin penceresinden sıçrayıp atlama.

Sevgisine aldanma; hattâ seni padişah yapsa da tek sevgilim sensin dese bile sakalını eline verme onun.

Yokluk ovasına doğru yürü, İrem bağına git; çünkü şu zamanede tortusuz şarap bulamazsın.

Mademki doğansın, kulunu okşayan padişaha uç gene. And olsun Tanrı’ya ki doğanların lokmasını bıldırcın hiç yiyemez.

Fakat yiyeyim, yemeyeyim; ağzıma kor... gideyim, gitmeyeyim, kulağımı tutar, çeke sürüye götürür beni.

 

Hepsi de beydir ama sana karşı hepsi de ölür gider. A ay yüzlüm, her ok amaca uçup gitmez ki.

Hayali, güneş huylu yüzünü neyle parlattı acaba; Tanrım, bu düzeni, bu bahaneyi kimden öğrendi acaba?

Senin güzelliğin arttıkça, aklım deliliğe av oldu gitti... derdim arttı ya, artık sen de o muğlara lâyık şarabı sun bana.

Toplumun topluluğu sensin; bu toplulukta mumsun sen. şu yüzük kaşının taşısın sen; a benim canım, sıçray ıp gitme aramızdan.

Sözlerin tatlı ama onun güzelim sözlerini sen söyleme de o masal gibi tatlı dudaklar söylesin.

XXXIX

Hele seyyâd negûyî ki çi dâmest-o çi dâne

Ki çü sîmorg bebîned becehed mest zi lâne

 

A avcı, ne biçim tuzaktır, nasıl bir yem? Söylemiyorsun ama Zümrüdüanka bile görse sarhoş bir halde yuvasından uçar da bu tuzağa tutulur.

Filânın elinden başka bir elden şarap içme; çünkü filânın elinden içtiğin şarap, seni afsundan da kurtarır, efsaneden de.

Sopa, Mûsa’nın elinden dünyanın aşkını içince, alev gibi, y alım gibi herkesi diliyle y akar, yandırır.

Ne çalgıdır, ne semâ’, ne oyun? Tanrısal bir kement bu... şu beyte, şu rubaiye, varlığına bürünüp de hor bakma sakın.

Kahpe, pezevengin, güzele düşüp düşmemenin gamını yer mi hiç? Kel, bezeyicinin, tarağın derdine düşer mi hiç?

Hani birisi ağzına bıçak alır ya; veren senin de ağzına böyle bir kılıç vermiş.

Aşağılık kişilerin hayallerinin hepsi de Tanrı kapısının kapıcılarıdır. köpeklerin eşiğe, kapıya girmelerine engel olurlar.

 

Kahpeleri orduya sokmazlar... çünkü düşman, karıcasına şatafata güler durur.

Amacı görmemiştir de o yüzden okuna siper olmaz. iki kadehçik içmemiştir de o yüzden tek er olamamıştır.

XL

Hele behrî şov-o derrov mekon ez dûr nezâre

Ki boved dor tek-i deryâ kef-i deryâ be kenâre

Hele deniz kuşu ol, dal denize; uzaktan seyredip durma. çünkü inci denizin dibindedir, köpükse kıyıda.

Mademki şahın yüzünü gördün, beydak gibi çık evden. güneşin yüzünü gördün ya, yıldız gibi kaybol artık.

Mademki o kulunu okşayana tertemiz ulaştın, namaza durdun; müezzin gibi çık minareye, herkesi de çağır.

 

Gönlün onun yüzünden aydınlandı, şu Ay’a bak... şu ata binmiş, gelip çatan padişahı seyret.

Yücelik hançerini çekerse ne korkarım, ne titrerim; and olsun Tanrı’ya, rüşvet veririm, para harcarım da onun hançerine feda ederim kendimi.

Kim su olabilir de lâtif oluşta onun sanatına bürünür? O, mermer kayaların, granitlerin bile gönüllerinden yüzlerce kaynaklar fışkırtır.

* Sen bütün gün tutmaç peşinde, herîse peşinde oynamadasın; gönlün heves edip de bu beytin, bu gazelin peşine düşüşünü nerden bileceksin?

Gümüş bedenlimi görmedim de o yüzden altından da tiksiniyorum, gümüşten de. zâti ondan esip gelen yel de gümüş sayan kişinin elinden avcundan tiksinir.

Sende o yük yok; onun için de söğüt gibi hafifsin. sende o iş güç yok; o yüzdendir ki her işe sarılıp durmadasın.

Bütün hacılar gitmiş; hepsi de Kâbe’yi,

Harem’i görmüş... sense yuları kopmuş bir deve bile satın alamamışsın.

Erlere bir bak; hepsi de sarhoş, yıkılıp gitmiş. a kavgaya gürültüye girişen, sen de sus, onlara dön.

XLI

Suy-ı etfâl beyâmed be kerem mâder-i rûze

Mehel ey tıfl be sostî teref-i çâder-i rûze

Lütfetti, kerem buyurdu da oruç anası çocuklara geldi çattı. gevşek davranma da a çocuğum, tut orucun çarşafının eteğini; sakın bırakma.

Güzelim yüzünü seyret; lâtif sütünü em; o yurtta yurt edin, orucun kapısında otur.

Razılık ovasına bak, Tanrı’nın ilkbaharı. can bahçesini seyret; oruç nerkisleriy le doldu.

Hele a nazlı gonca; ne de arıksın, ne de boy atmışsın; ipte oynayan bahar canbazı gibi bir

sıçra da oruç çemberinden atla gitsin.

* A gül, kanlara batmışsın; hal böyleyken neden gönlün hoş, gülüp duruyorsun? Yoksa Halil’in îshak’ı mısın ki oruç hançerinden hoşlanıyorsun?

Neden ekmeğe âşıksın; gençleşen dünyayı seyret; bir gayrete gel de b ahar harmanından taze buğday al.

— Y —

XLII

Senemâ çünki ferîbî heme eyyâr-ferîbî Tu bedon nerkis-i hofte heme bîdâr- ferîbî

A güzelim, aldatırsın ama hep düzenbazları aldatırsın... güzelim, tümden cansın, uyanık gönülleri aldatır, kandırırsın.

Seher çağında Ay gibi doğar, meyhaneye girersin. putu da y akar, yandırırsın, puthaneyi de, gönlü de aldatır gidersin, gönlü kap an güzeli de.

Darmadağın gönüllere bakmazsın bile; uyuyup kalmış akıllara yanaşmazsın bile. o uykulu nerkislerle hep uy anıkları aldatırsın sen.

Gamınla taşlar erir; koyun sürüsü kurtla uzlaşır; bir uğurdan koyun sürüsünü de aldatırsın sen, kurdu da, çobanı da.

Canı, bedeni ne yapayım, beden gücünü ne edeyim? Çünkü sen dünyada sınıkları onarırsın;

hastaları aldatırsın sen.

Gece Zenci’sinin Ay’ını, ay yüzlü bir Rum ülkesi güzeline döndürürsün; kapkara körlerin hepsini de ışıklarla kandırırsın sen.

Herkesin kulağını tutarsın; işitme duygusu verirsin... herkesin gözünü açarsın, yüzünü gösterir, aldatırsın.

Aldatıp kimseden bir şey ummaz, bir şey aramazsın; tümden lûtufsun, verişsin, bağışsın sen; herkesi bedava aldatırsın, herkese lûtuflarını döker saçarsın sen.

Gönül ve din salâhısın sen; bu lûtfedişte böylesin. en aşağılık dikeni bile aldatır, gül bahçesine götürürsün sen.

XLIII

Uktulûnî yâ sıkaatî enne fî katlî hayâtî Ve memâtî fî hayâtî ve hayâtî fî memâtî

* A inandığım, güvendiğim kişiler, öldürün beni; gerçekten de yaşayışım, öldürülmemdedir;

ölümüm yaşayışımdadır yaşayışımsa ölümümde.

Öldürün beni, eridi gitti bedenim; payım bir kahve fincanı sanki... hele a benim canım, kurtulmak istiyorsan kır şu kafesi.

Gerçekten de yeniaysın, yürüye gide dolunay kesilirsin. tümden şekerkamışısın, şekersin; kırılmaktan ne diye acı bir hale geliyorsun?

Mademki dostum, sevgilim sensin, beni bundan daha da iyi tut, daha da iyi gör, gözet. zekât olarak verilen bir yakutsun, yaşayışımın gıdasını, o gıdayı ver bana.

Çok kıtlık çektim; bayram çağrışma çağır beni; çünkü berat teresiyle, berat ekmeğiyle gözüm doymadı.

Bir davran, kıpırdan; rızık kapısının anahtarı davranıştır, kıpırdanıştır. yoksa haberin yok mu, ne güzel davranışların, ne hoş kıpırdanışların var senin.

Böyle bir yüzün varken yüzüne ne diye pudra sürersin? Bütün güzel huy lar sende toplanmış; övüşe sığmazsın ki.

 

A kutlu sâkî, ölümsüz bir meclis kur; bütün dünya üzümden sıkılmış şarapla mahmurluğa düşmüş gitmiş.

Bir denize benzeyen avcuna, o yüce incine and olsun ki arılıkta, durulukta, sinmekte Fırat suyundan, tatlı sudan da güzelsin sen.

* Son sunulan sağrak gibi akılları yıkar gidersin sen; ilk alınan tekbir gibi namaz temellerinin başısın sen.

Keremin, sarhoş bir halde gelir de denize benzer elini avcunu açar, sadaka verileceklerden misin diye sormadan sadakalar verir.

Keremle düğümler açarsın; ihsan edersin; geçer akçesin, peşin lûtufsun sen... kurtar şu rahat, huzur bekleyenleri bu bekleyişten.

Ne kaşlarını çatarsın, ne huyunda husunda kin var; düşmana bile lûtfun, oğullarımız, kızlarımız değil misiniz der.

Erlerin kadehlerinden şekillere bürünen hayaller gibi belirirsin; gönül yolundan utangaç kadınlar gibi salına salına gelirsin.

 

Şarap sunan kadınlar, ırmaklar gibi akan şarap... artık gazelin geri kalanını sen söyle; ben, bana sunulanla sarhoş olmuş gitmişim.[8]

XLIV

Eger o mâh-ı menestî şeb-ı men roz şodestî

Eger o hem-rehemestî hemerâ râh zedestî

O Ay benim olsaydı, gecem gündüze dönerdi. o güzel, yoldaşım olsaydı, herkesin yolunu keser giderdi.

O şekle bürünmüş sarhoşluk, elini uzatıp da yaralamasaydı, akıl nerden sıçrayıp kendine gelirdi; nerden iyinin, kötünün kaydına düşerdi?

O güzel, ihtiyaçsızlık âleminde birliğini gösterseydi, and olsun Tanrı’ya, Uhud Dağı bile hoş bir hale gelir, tek Tanrı’nın sarhoşu olur giderdi.

Meyveler bitiren bağ bahçe sarhoş olmasaydı,

sepetin içinde nerden taze meyve olurdu?

Söz sepetini bırak da o gizli dağa doğru yürü... Şu söz söylemek olmasaydı, yardım üstüne yardım gelirdi ya.

XLV

Selebe’l-ışkı fuâdî hasala’l-yevme murâdî

Bezen ey mutrıb-ı ârif ki zehî dovlet-o şâdî

Aşk gönlümü yağmaladı; bugün isteğimi elde ettim. a halden anlayan çalgıcı, ne de güzel devlet, ne de hoş neşe diye vur mızrabı.

Aşk izin verdi; gelin de tadın, yiyin, için. hele a tatlı müjde, ne de güzel bir yelsin sen.

Rûh, kurtuluş fermanımı yazdı; kadeh feryadımı işitti; dönüp duruşum senin yüzünden; dönüp dolaşma yolunu sen açtın bana.

Dönüp dolaşmam dostum için; yürüyüp seyretmem sevgilim için. Değil mi ki Tanrı’ya

yön yok, ne diye onlara düşeyim?

Kadri yücelerden yüce Kâbe’nin çevresinde dönülmez, tavaf edilmez mi? A sevgilim, a sevgimin temeli, dönmem de senin için, tavafım da senin çevrende.

Aşk sayvanı açtı, yarışarak koşun, gelin. değil mi ki hem teslim olmuşsun, hem sana uyulmuş; yürü, can âleminin gül bahçesine var.

Var da orada mahmurluklar, neşeler, sevinçler gör... öylesine bir zevk, bir neşe ki, doğduğundan beri öylesini görmemişsindir.

Sözümü kısa kestim, kalanını sen söyle. düşmanların inadına sevgiyi aç, yay, anlat.[9]

XLVI

Çu be şehr-i tu resîdem tu zi men gûşe gozîdî

Çu zi şehr-i tu bereftem be vidâîm nedîdî

Şehrine ulaştım, benden kaçtın, bir bucağa

sığındın... şehrinden gittim, vedalaşmak için beni görmeye bile gelmedin.

îster lûtuf ta bulun, ister kin güt; tümden canımızın sağlığı, esenliği sensin; tümden bayramımızın süsü, bezentisi sensin.

Gizli oluşun, kıskançlığındandır; yoksa tümden apaçık güneşsin; her zerreden görünür durursun sen.

Bir bucağa sığınsan da ciğerimizin köşesisin, beyimizsin; perde ardına da girsen herkesin perdesini yırtan sensin.

Kâfirliğin gönlü senin yüzünden dağınık, işkilli. inancın başı, senin şarabınla sarhoş. herkesin aklını fikrini kaptın, herkesin kulağını çektin, burdun.

Bütün güller, kışa rehin; bütün başlar şaraba rehin. sense hem bunu ölümün elinden satın alıp kurtardın; hem onu.

Gülün vefası yoksa, tüme yol bulunmazsa bir uğurdan sana day anırız; sen hem dayancımızsın, hem güvencimiz.

 

Hani bir bölük halk, Yusuf’a bakakaldı da ellerini doğradı ya; sen öylesine güzelsin ki yüzlerce Yusuf’un aklını fikrini doğrattın gitti.

Bir pisliğin kokusundan adam iki fersahlık yola kaçar; oysaki sen tutar, o pis şeyden, o kan pıhtısından bir insan y aratırsın.

Sonra tutar, onu toprağa lokma olarak verirsin de tertemiz bir bitki kesilir; bir de ona can üfürdün mü, pislikten kurtulur gider.

Hele a gönül, göğe ağ; bir hayli zaman hayvanların yaylasında yayıldın durdun; şimdi de Tanrı yaylasına var.

Önce de ümidin yoktu ama buraya eriştin. şimdi de hani ümitsizsin ya; bütün tamahını o ümit etmediğin şeye ver.

Sen sus da söz bağışlayan Tanrı söylesin... çünkü kapıyı yapan da o, kilidi kitley en de o, anahtarı veren de o.

XLVII

 

Tu zi her zerre vucûdet beşenov nâle- vo zârî

Tu yekî şehr-i bozorgî ne yekî belke hezârî

Bedeninin her zerresinden bir feryat duy, bir inilti işit. çünkü sen büyük bir şehirsin; hem de bir şehir değil, belki binlerce şehirsin sen.

Bütün parçaların, buçukların susuyor ama senin gizli şeylerini görüyorlar; örtmüyorlar. bütün gün, gel bakalım, neyin var diye coşup köpürüyor onlar.

Sen ölümsüz, uçsuz bucaksız bir denizsin; o denizde sayısız balık var. bilgisizlik yüzünden yüzünü çevirme; ne diye inkâr kafasını kaşır durursun.

Görünüşte bedeninin bütün parça buçukları susmada; fakat hepsi de kumarbaz, kalleş. hepsi de hem ortada, hem gizli; hepsi de av peşine düşmüş avcı.

* Hepsi de Ay, balık değil. hepsi Keyhusrev, hepsi de padişah; hepsi de kuyuya düşmüş

Yusuf, hem de senin yüzünden kapkaranlık bir kuyuya düşmüşler.

* Bütün zerreler Zün-Nûn’a dönmüş; hepsi de gökyüzü gibi oynamada... hepsi de Meryem gibi susuyor, Kur’an okuyanlar gibi sesleniyor.

Bedeninin bütün zerreleri, sana ne oldu ki bütün deyip işittiğin sözler, ne sevgiden, ne dostluktan, diye seslenmede.

Varlığın, güz mevsimi gibi; onda bir bahar gizli. içten içe bahçe gülüp durur, çünkü ilkbahar canı gelip çatmada.

Mademki o baldan tattın, ne diye şu mumun çevresinde dönersin? Pervane gibi ne diye yanarsın? Nurdansın sen, ateşten değil.

XLVIII

Tu fakıyrî tu fakıyrî tu fakıyr ibn-i fakıyrî

Tu kebîrî tu kebîrî tu kebîr ibn-i kebîrî

Yoksun-y oksulsun, yoksun-yoksulsun; yok-

 

yoksul oğlu yok-yoksulsun sen... büyüksün büyüksün, büyük oğlu büyüksün sen.

Temellersin, temellersin; temeller oğlu temellersin sen. her şeyi bilirsin, her şeyi bilirsin; her şeyi bilen oğlu bilensin sen.

Lâtifsin, lâtifsin; lâtif oğlu lâtifsin sen. dünyasın; iki dünyaya da bir saman çöpü kadar değer vermezsin sen.

Hele ey şekle bürünmüş can; hele kat kat talih, kat kat devlet. ne topraktansın, ne sudansın; ne şu göktensin, ne esirdensin sen.

O gizli şehirdensin, o gizli şehre çeker, götürürsün varlığı; ne bir şeye aldanırsın, ne birisinin özrünü dinlersin sen.

Tümden ab ıhay at, tümden şeker, tümden şekerkamışısın. herkese şükürsün, kurtuluşsun, ne mahmursun, ne mahmurluk verirsin sen.

Bir tersi dönmüş kurda ipekler, atlaslar dokutursun. kimsecikler ziyan veremez sana; boyuna şükredersin, boyuna şükürlerde bulunursun sen.

 

Yokluğa baktım da dertten, elemden kurtulmuş, senin aşk kanadınla uçup duran zerreler kadar canlar gördüm.

Ateş seni görse tümden erir, su kesilir, güzel bir hale gelir. inkâr eden seni görse inkârından kurtulur gider.

XLIX

Honok on dem ki be rehmet ser-i uşşaak behârî

Honok on dem ki berâyed zi hezon bâd-ı behârî

Ne mutlu çağdır o çağ ki acırsın da âşıkların başlarını kaşırsın... ne mutlu zamandır o zaman ki güz mevsiminden bir bahar yelidir doğar, eser.

Ne mutlu çağdır o çağ ki gel a yoksul âşık dersin; sen sevgilinin yüzünden darmadağınsın; y ab anc ılarla işin yok senin.

Ne mutlu çağdır o çağ ki senin lûtuf eteğine yapışırım da, sen, a arık sarhoş, benden ne

istersin dersin.

Ne mutlu çağdır o çağ ki meclisin sâkîsi bizi çağırır; şarap kadehi de sâkînin eline biner de koşar durur.

Bedenimizin bütün parça buçukları, o ölümsüz şaraptan hoş bir hale gelir; şu tamahkâr beden yemek yeme gamından kurtulur gider.

Ne mutlu çağdır o çağ ki dost, sarhoşlardan vergiler ister; o güzele, o güzel yanaklı için bizden rehinler alır.

Ne mutlu çağdır o çağ ki sarho şlukla saçların çözülür, dağılır da çaresiz gönlüm hevese düşer, o saçlardaki halkaları saymaya koyulur.

* Ne mutlu çağdır o çağ ki gönül sana, ekinim yok der de, sen de ektiğini biçersin dersin.

Ne mutlu çağdır o çağ ki ay rılık gecesi, hayırlı geceler der... ne mutlu çağdır o çağ ki o günün ışığı sana selâm verir.

Ne mutlu çağdır o çağ ki havaya yardım bulutu ağar da şu ovaya o buluttan lûtuf incileri

halinde yağarsın.

Kara kumdan daha da susuz olan şu toprak, abıhayatı tümden içer de toprakta toz nedir kalmaz; toprak tozumaz artık.

Aşk şarapla, kadehlerle yanımıza çıkageldi; o gizlenmiş sevgili yüzünden sarhoş olduk gitti.aûi

İnciler saçmak için söz dalgalanıp duruyor; değil mi ki onu inciler saçmaya koymuyorsun; öyleyse susturmak gerek.

L

Bemeşov hem-reh-i morgan ki çonin bî per-o bâlî

Çu ne mîrî ne vezîrî bon-ı soblet be çi mâlî

Böyle kolun kanadın yokken kuşlara yoldaş olma... ne beysin, ne vezir; bıyığını ne diye burarsın?

Hay-huy ediyorsun ama orduyu gören yok.

herkes tanır, bilir seni; boş bir davulsun, bir tokmaksın sen.

Mademki halife oğlusun, at boynundan o davulu... al hançerini, giyin zırhı, ulu bir kumandansın sen.

And olsun Tanrı’ya ki bağ ıssısın sen; ne diye tuttun da her bağdan üzüm çaldın? Kendi üzümünü sat; hepsi de helâl üzümdür.

Sen henüz dolunay değilsin ki ışık veresin de almayasın. dilenci gibi ışık iste, ışık al; bugün daha yeniaysın sen.

Hele ey aşk, kendi incilerini, kendi ışığını saç yıldızlara. hepsi de yıldızdır, Ay’dır; Güneş’e benzeyen yalnız sensin.

Şu elini ver elime; elini çekme ki sarhoşum. şarap var, kebap var, bir de bomboş köşe var.

Sarhoş bir halde, salına salına git padişahın meclisine. koş o yüce meclise; zâti sensin o yüce meclis.

Ne baş ağrısı var, ne mahmurluk. ne gamın

kaldı, ne feryadın... kendi gamını, şahnenin, valinin kapısındaki kapıcı bil.

Bekçiyle şahne, padişahla eş dost olana ne diyebilir? Hepsi de yüzüstü yere düşer, secdeye kapanır; çünkü pek güzel huylusun sen.

LI

Zi kocâyî zi kocâyî hele ey meclis-i sâmî

Nefesî der dil-i tengî nefesî ber ser-i bâmî

A yüce meclis, nerdensin, nerden? Bir solukta daralmış gönüldesin, bir solukta damın tepesinde.

Hele a benim canım, a benim cihanım, gökyüzünün de direğisin, yeryüzünün de. Yüce kişiler de sana heves etmede, aşağılık kişiler de.

Gizli, herkesten çekilmiş kişilerden misin, can meclisindekilerden mi? Acaba Ermen ülkesinden misin, Rum ülkesinden mi, yoksa Şamlı mısın?

 

O parıl parıl parlayan da ne? Perde ardından yüzün mü parlıyor? Ay da, Güneş de ona karşı aşkla kul köle kesilmiş, hizmete kalkmış.

Âşıkın senin güzellik gül bahçene ulaşan gözü, kalkar da bağa bahçeye ne diye gelir? Ancak bilgisizliktendir, hamlıktandır bu.

A efendim, nerdensin, nerelisin sen? Güzelliğin kastetti canıma... Tanrı bakışı yüceldi; güzellikte, alımda şu kadeh senin.

Bir Ay’dır doğdu, ışıttı bizi; onu sevmek farz bize. aşk çevremizde yüceldi, kapladı bizi; aşk uykumu sürdü gitti benim.

Bir ağaç ki meyveleri güzel mi güzel; ölümsüzlük ağacı bile feda olsun ona. gönül umduğunu buldu; yiyin meyvelerinden a ulu kişilerim benim.

Küpün ağzını kapadın ya, kerem eder, gene aç arsın. iki dünyanın da aklını fikrini bir uğurdan kapar gidersin sen.

Duyduk, halkın yemesi için bir kazan aş pişirmişsin. öylesine aş ki herkes yemek yeme

zevkini onda bulacak.

Yokluktan gelen her varlık arı duru bir görüşle gelir de senin kurduğun yüzlerce tuzağa tutulur gider... değil mi ki tuzağı sen kurdun, yemi sen serptin; bu böyle olur.

Güzeller Yusuf’unun yüzünden bütün zindan gül bahçesine döndü. değil mi ki zindan böyle olmuş gitmiş, ne diye borç kaygısındasın sen?

Hele sus, sorma ona. hiç kimse ay değirmisine, adın ne, kimsin, nerdensin diye sormaz.[11

LII

Ki şekîbed zi tu ey can ki ciger-gûşe-i cânî

Çi tefekkur koned ez mekr-o zi destan ki nedânî

A benim canım, kim dayanabilir sana? Canın da ciğerinin köşesisin sen. senin bilmediğin hileyi, düzeni kim düşünebilir?

 

Ne içtesin, ne dışta; bu ikisinden de artıksın, üstünsün sen... ne süttensin, ne kandan... ne bundansın, ne ondan.

Büyücü düşünce, gider de her yana tuzak kurar. fakat sen bir hünerle onun bütün tuzaklarını yırtarsın, bütün hünerini mat eder gidersin.

Kekliğin içinden ne geçer ki doğan onu bilmesin. yerde hangi tohum vardır ki gökyüzünden gizli kalır?

Başına bir külâh giydirirsin; derken bir silleyle o külâhı düşürür gidersin. arslan çobanlığa kalkışırsa ne yapabilir yoksul keçi?

Taç da, külâh da silleni yemek için gerek bu başa. yoksa bana taç ancak sensin; senden başka ne varsa ağırlıktan ibaret.

Nereye at koştursun, nerde yükünü açsın. can senden nasıl kaçıp gitsin; sen yüzlerce cansın, yüzlerce cihan.

Sana neyini bulsunlar da noksan baksınlar? Sende ne ayıp görsünler de seni kırsınlar,

incitsinler? Seni kime benzetsinler; yaratığa benzemezsin ki?

Buluşmadan, kavuşmadan haber ver; hayallerden kurtar canımızı... pek çekme, bir zamancağız bırak; zamanı bölen de sensin zâti.

Hele a açılmış, saçılmış can, a doğruluk ayağını meydana koymuş can. herkes elden, ay aktan kalmış, yerlere serilmiş; sensin ancak bir hoş ay akta; sensin ellerini çırpıp duran.

Padişahsın, ululuk şahinisin; böylesine kanatların var. ne zansın, ne hayal; tümden varsın, varlıksın, tümden apaçık meydandasın.

Onun şâirlik huyu da ne oluyormuş? Bir yalımla yak gitsin. bir ok at, okla onu; pek katı bir yayın var senin.

Hele yaya bir kiriş tak; hele pusudan bir sıçra. şu köyden kurtar kendini; pek büyük bir şehirde sin sen.

Yücelerden gelen ateş gönül evini tümden kapladı gitti. y alımın görünüşü dille söylenen sözden daha yeğ.

 

LIII

Meh-i mâ nîst münevver tu meger çerh derâyî

Zi tu por mâh şeved çerh çu berh çerh berâyî

Görünen Ay ışıklı değil ama gökyüzüne sen doğarsan o başka... gökyüzüne sen doğdun mu, gök Ay’la dolar gider.

Gökyüzü nedir, Ülker kim oluyor ki senin değerine y aklaşsın. sana lâyık olsalar bile o lâyık oluşu senden bulurlar.

Hepsi de hizmet etmeden, rüşvet vermeden elbiseler giyinirler. ben-biz yok değil miydi? Yokluktan benlik, bizlik sıfatını verdin bize.

Can benlik, bizlik yüzünden bir dükkândır açtı. yoksa hangi kolla Tanrı yayını çekebilirdi o.

Yanlışın var a can, yanlışın var; boyuna kendini incitip durma. Mesîh değilsin ki bir üfürmeyle görmeyen gözü açasın.

 

Seher çağında tan yerlerinden gök ışıyıp da Ay’ın bile yüzü kararınca yarı buçuk mum da kim oluyor ki ışığa ışık katabilsin.

Nasıl çekelim onu; nasıl çekelim; sen de gel de bâri beraber çekelim... çünkü o, şu gökyüzündeki mumdan da üstün bir halk ışığıdır.

Bir sineciği ne zorlarsın, âciz bir sinecikten, heveslerle dolu bir sinecikten ne diye Zümrüdüanka’nın, devlet kuşunun uçuşunu beklersin?

O, gündüzü gördü mü, bir bucakta ölür gider. ne diye gittin, ne diye öldün, neden böyle sölpüksün, neden böyle gevşeksin sen?

Altının, gümüşün nereye gitti, kolun kanadın nerede? Amcan, dayın hani; sen nerdesin, geriye dönüş nerde?

Hele gene gel, hele gene gel; nimete, naza gel. çünkü ölümden, ayrılıktan sonra gene seni gönderirim, yollarım ben.

Kolunu kanadını kestim; gamını duydum, ah

edişini işittim... hele gene satın aldım seni, cefaya lâyık değilsin sen.

Ölümden sonra uç dışarıya, merhametimden bir haber al da yokluğa gittin mi, bir daha gelmezsin demesinler.

Ulu Tanrı, Tanrı kereminin biteviye gelmesini yazdı; yakınlaştı, göründü, bir devâ yolladı aşk.U-21

Feilâtün feilâtün feilâtün feilâtün; sus, denize dal; sen vefa denizinin bir balığısın.

LIV

Mesel-i zerre-i rovzen hemegon geşte hevâyî

Ki tu horşîd-şemâyil be ser-i bâm berâyî

Hepsi de penceremden giren ışıkta görünen zerreler gibi havalanmış. güneşe benziyorsun sen; senin dama çıkmanı bekliyor hepsi.

Darmadağın zerrelerin hepsi de senin

yüzünden neşeli... sen evimizdesin diye hepsi de el çırpıyorlar, ayaklarını vura vura oynuyorlar.

Hepsi de ışık içinde gizlenmiş, hepsi de senin lûtfuna dalmış, uyumuş. hepsi de yanılmış da a Tanrım demiş, nerdesin?

Hepsi de rahmetle bir yatakta yatmış; hepsi de nazla, nimetle gelişip yetişmiş; hepsi de yoksulluk elbisesine bürünmüş devlet şehzadesi kesilmiş.

Bu kavuşmayı, bu buluşmayı görünce her yana koştum; aradım, aktardım; ayrılık nedir, adını bile duyamadım.

Hani o değil de onun yerine geçen diye bir addır söyleniyor ya; olsa olsa engellik kıskançlığından meydana gelen bir şey. yoksa y erine geçiş de ne, engellik de kim? Hepsi de düzen.

Ölümsüzlüğün canından, o güzel yüzlüyle buluşmadan başka bir şey yok. bilgisizliğinden başka türlü tanık olma da herze yeme.

 

LV

Bedeh ey dost şerâbî ki Hodâyîst Hodâyî

Ne der o renc-i homârî ne der o hevf-ı codâyî

A dost, o Tanrısal şarabı sun, o Tanrısal şarabı... onda ne mahmurluk zahmeti var, ne ayrılık korkusu.

Onun yeri ağız değildir; bütün parçaları ağızdır onun. bitkisi yerden bitmez; gökten biter o, gökten.

O şaraptan, kutsal can kesilen koku alır, haber duyar. öylesine kişi ölü değildir ki tutsun da akbaba kapsın onu.

îmranoğlu Mûsa, “Bana görün” der de sâkîlik ederse, Tur Dağı’nın gönlüne girer de taştan bile ışık doğar.

Ramazan ayının lâ’l şarabı gizli kadehlerle her yerde sunulur durur sana. nerdesin, bilmezsin, haberin bile olmaz.

 

Ramazan, sanma ki yorduğu, ağzını bağladığı kişiye o şarabı sunmaz da canına can katmaz.

LVI

Heme çün zerre-i rovzen zi gemet geşte hevâyî

Heme dordî-keş-o şâdon ki tu der hâne- i mâyî

Hepsi de pencereden giren ışıkta görünen zerreler gibi gamınla havalanmış... sen evimizdesin diye hepsi de tortulu şarap içmiş, neşelenmiş gitmiş.

Darmadağın zerrelerin hepsi de senin yüzünden neşeli. hepsi de güne ş yüzlüsün sen diye el çırpıyor; ayak vura vura oynuyor.

Hepsi de açılıp saçılmış bahtın sayesinde senin lûtfunla uyumuş kalmış. hepsi de sana kavuşmuş, seninle buluşmuş da, a Tanrım, nerdesin sen demiş.

Hepsi de rahmetle bir y atakta yatmış; hepsi de nazla, nimetle gelişip yetişmiş; hepsi de

yoksulluk elbisesine bürünmüş devlet şehzadesi kesilmiş.

Bu kavuşmayı, bu buluşmayı görünce her yana koştum; aradım, aktardım; ayrılık nedir, adını bile duyamadım.

Âşıkın özünden başka ne varsa âşıka göre asılsızdır... zâti âşıkın gönlünden başka ne varsa hiledir, düzendir.

Sen o buluşmanın ta içindesin ama ayrı görünmedesin; sen o ölümsüzlüğün canındasın... bilgisizliğinden başka türlü tanık olma da herze yeme.13]

LVII

Mekon ey dost neşâyed ki behânend-o neyâyî

Ve eger nîz beyâyî berevî zod nepâyî

Yapma dostum; çağırsınlar da gelmeyesin. y ahut gelesin de tez gidesin, eğlenmeyesin; y araşmaz bu sana.

 

Hele a benim gözüm, ışığım; coşup köpüreceğim çağ geldi çattı. senin Mûsa’na Tur kesildim; fakat sen Tur’dan gittin; nerdesin?

Düşman bana gülse de, şahne beni tutup bağlasa da; hattâ sen bile mahsustan kızsan da öfkeyle elini dişlesen de

Sana and içtim; bundan dönmeyeceğim; coşup köpüreceğim; Tanrı’ya, tek Tanrı’ya döneceğim.

Dostum, yıldızdan da yeğsin, gökyüzünden de; mumluk et, işit bizi... dostum hekimlikte bulun, her derdin devâsısın sen.

Yıkık gönlüme, yanılıp da kuzgun bile girse, senin ışığın ona vurdu mu kuzgun Zümrüdüanka olur, devlet kuşunun ödevini yapar.

Bir bölük halk ağlar; bir bölüğü de güler. inada, savaşa girişirler de senin aşk yolunu bağlarlar.

Düşman yüzünden aksasan, öfkelenip savaşa girsen, arslan olsan, kaplan kesilsen gene bizim halkadansın sen.

 

Zamanın iyiliği, kötülüğü yüzünden aşk evden çıkmaz... aşk masal değildir; göktendir, gökten.

Bana dert, devâ oldu; cefa, vefa kesildi; yeryüzü, göğe döndü; ömrü uzadıkça uzasın duasını ne yapayım artık.

Kem göz de nedir? Kendini bilmeyene de razılık gül bahçesisin, bilene de. bu böyle oldukça dünya kuruluğa uğramaz artık.

Hele şu nazı bırak; bir solukcağız yüzünü bize çevir; bir solukcağız düzenden geç; hile nedir; düzenden ne çıkar ki?

Hele sen sus da tatlı mı tatlı ağzını o açsın; açsın da zamanın Hızır’ı sâkîlik etsin.

BAHR-İ REMEL

-MÜSEDDES MAHBÛN-

feilâtün feilâtün feilât

— A —

Ey dil-i refte zi câ bâz meyâ

Be fena sâz-o derin sâz meyâ

A yerinden kalkıp gitmiş gönül, tekrar gelme... Yoklukla uzlaş da, burasıyla uzlaşmak için geri gelme.

Cana can dünyası daha yeğ. Candan bir bedene bürün, geri gelme.

Suyun dirildiği suya at kendini; gelme artık.

Aşkın sonu, önünden iyidir; sonundan kalkıp da önüne gelmeye kalkışma.

Cansızlar gibi donup buz kesmemek için o ateşte eri, sız; geri gelme.

Canların yokluktan gelen seslerini işit; yokluk gibi hiç seslenme.

Sır seslendi mi sırlığı kalmaz. a sır, seslenme, gelme.

II

Men resîdem be leb-i cûy-ı vefâ

Dîdem oncâ senemi rûh-efzâ

Yokluk ırmağının kıyısına ulaştım; orda cana canlar katan bir güzel gördüm.

Ordusu tümden Güneş’e tapmada... Güneş gibi hepsi de başsız-ayaksız.

Benim sözüme inanmıyorsan kadri yüce Kur’an’ın âyetini dinle:

* Onlara bir kadın, padişahlık etmedeydi. her şey de verilmişti ona.14]

Güne ş yüzünü gö sterdi mi, hepsi de gölge gibi secde ediyordu Güneş’e.

Ben de hüthüt gibi havalara uçtum da ta Seba şehrine ulaştım.

 

III

Enderin cem’ şererhâ zi kocâst

Dûd-ı sovdâ-yı hunerhâ zi kocâst

Şu toplulukta görülen kıvılcımlar nerden gelmede? Hünerler sevdasından çıkan duman nerden tütmede?

îpimin ucunu kaybettim gitti... şu birbirine ay kırı düşünceler nerden peydahlanmada başlarda?

Savaştan eserler var bende; gönülleriniz aykırı değilse bu tesirler neden ileri geliyor?

Zincirin halkaları gibi birbirimize geçmiş, kenetlenip birleşmişsek, şu kapıları kapamak da neden?

Burda birbirine aykırı yüzlerce kuş yoksa, şu savaş, şu kanat yolma neden, niçin?

Sâkî, şarap sun ki şarap söyler şu başkalıklar, şu ay rılıklar neden oluyor?

 

Toprağa bir yudumcuk dökmezsen toprağın nerden haberi olacak senden?

IV

Hem beber in bot-i zîbâ hoşekest

Men neşestem ki hemîncâ hoşekest

Kucağımda şu güzel dilber hoşça bir şeyceğız... Ben oturdum kaldım; burası güzelce bir yerceğiz.

Çalgıcı, sevgilim, mum, şarap. Böyle hazırlanmış zevk, neşe hoşça bir şeycik.

Sen de, ben de burdan hiç gitmeyelim. şekerle helvanın yanı başında oturmak hoşça bir şeyceğiz.

Te rütaz e gül bile sevgilimin yüzünü görünce utanmış. Hoşça bir şeycik böyle bir yüze, göze sahip olmak.

Her sabah onun yüzüyle, onun güzelliğiyle sarhoşuz. hele bugün bizimle de; hoşça bir şeyceğiz bu.

 

Sıçrayıp kalkayım da saçlarının halkasına yapışayım; o halkadan dünyayı seyretmek hoşça bir şeyceğiz.

Tebrizli Şems, gönüller ışığı... boyuna sarı- kızıl gülle düşüp kalkmak hoşça bir şeycik.

V

Her ki bâlâst mer orâ çi gamest

Her ki oncâst mer orâ çi gamest

Yücelerde olana ne gam var? Orda bulunanın derdi mi olur hiç?

Çünkü bu yanda tümden can var, yaşayış var. bu yanda boyuna lûtuf var, kerem var.

Zâti bu yanda ne yan var, ne yer. önsüzlük içinde önsüzlüktür, sonsuzluk içinde sonsuzluk burası.

Şu yokluk ne de kutlu bir yerdir ki varlığa y ardım hep y okluktandır.

Bütün gönüller yokluğa bakmada, yokluğu

beklemede... yokluk değil bu, İrem bağı.

Bütün şu gönül ordusu, yokluk süvarilerinin bir bayraklı bölüğü ancak.

Senden gizlilik dünyasına varmaya yıllarca yol var; fakat gönül yolundan gittin mi, bir adımlık yol.

— D —

VI

Merk-i mâ hest erûsî-i ebed

Sırr-ı on çîst Huv’Allahu ahad

* Bizim ölümümüz sonsuz bir düğün dernektir... Onun sırrı nedir: “Tek, bir Allah’tır o.”

Güneşin ışığı pencerelerden bölünür de girer; fakat pencereler kapandı mı sayı da ortadan kalkar.

Üzümlerde de sayı vardı hani; fakat üzümden mey dana gelen şırada sayı yoktur.

Tanrı ışığıyla diri olan kişinin canına bir y ardımdır ölüm.

Onlara kötü de deme, iyi de deme. onlar iy ilikten de geçmişlerdir, kötülükten de.

Gözünü gerçeğe harca; görmediğini söyleme de gözüne bir başka göz, bir başka görüş versin.

O verilen göz, gözün de gözüdür; hiçbir gizli

şey ona gizli kalamaz.

* Bakışı Tanrı ışığıyla olunca böylesine göze gizli kalan nedir ki?

Işıkların hepsi de Tanrı’nındır ama tümüne birden ihtiyaçsız Tanrı ışığı deme.

Ölümsüz ışıktır Tanrı ışığı; geçici ışık bedenin sıfatıdır.

Halkın şu gözlerindeki ışık ateş ışığıdır; ama Tanrı bir göze sürme çekerse o başka.

Halil’e onun ateşi ışık kesildi... fakat akıl gözü tıpkı eşek gözüdür.

A Tanrım, senin ihsanını görmüştür de göz kuşu senin havanda uçmadadır.

Gökleri kaplayan göğe dek ağmıştır da seni aray ıp durmadadır, seni gözetip yatmadadır.

Ya cemalinden bir göz ver ona; yahut da bu ayıp yüzünden kovma; sürme kapından onu.

Canın gözünü her solukta ağlat; usûl boydan, güzel yüzden sen koru, sen gözet onu.

 

Uykuda senin yüzünden bir uyanıklıktır gördü; gerçekten de bu olgunluk rüyasıdır, doğru yolu buluş görgüsü.

Fakat rüya, rüyada yorulamaz ki... hasetçilerin inadına sen uyandır onu.

Yoksa çalışır, çabalar; coşar, köpürür, tek Tanrı’nın sevgisiyle mezara dek böyle gider durur.

VII

Hakeme’l-beyni bi mevtî va amad

Radıya’s-saddı bi haynî va kasad

Ayrılık, ölümüme hükmetti, kastetti bana. beni öldürmeyi kurdu, razı oldu buna.

Bahtın gözlerini zaman açtı; açtı ama beni kapınızın eşiğinde bir kalıp o larak gördü ancak.

Aşk kan dökmekten hiç çekinmez; aşkın ne y akını vardır, ne çocuğu.

Fakat ölüm y aşay ıştır size. yokluk-yoksulluk

zenginliktir, dayançtır size.

Ne uymazlıkta bulunup yol yitirin, ne bir şey gözetlemeye kalkın; gelin benimle, yola düşün, aşk dağına çıkalım.

Uzaklaşmanız korkutmasın sizi; ardında toy var, buluşma var, yardım var size.

Bu yolda önce zevk ve neşe yeli eser; yolcuya da güç kuvvet verir.15]

VIII

Ez dil-i refte nîşan mîyâyed

Bûy-ı on cân-o cehon mîyâyed

Varıp gitmiş gönülden bir iz görünmede... o canın, o cihanın kokusu gelmede.

O sarhoşların naraları, gürültüleri, açık-gizli kulağa gelip durmada.

înci her yandan parlıyor; ayağını vura oynaya cana doğru geliyor.

 

Gökyüzü meşalelerini taşıyanların kapısından gönül ateşi ağza gelmede.

Pervanenin canı, beline kemer kuşanıyor... apaydın mum, ortaya geliyor.

Bizden gizli olan güneş, nurlar saça saça bize doğru geliyor.

Gizlilik âleminden bir ok uçup gelmiyorsa ne diye kulağımıza yay sesi gelmede?

IX

Ger nehosbî şebekî con çi şeved

Ver nekûbî der-i hicron çi şeved

A benim canım, bir gececik uyumasan ne olur; bir gececik ayrılık kapısını çalmasan ne çıkar?

Dostların gönülleri olsun diye bir geçeceğiz gündüze dek otursan n’olur.

Şeytanın gözü kör olsun diye iki gözümüz, seninle aydınlansa ne çıkar?

Güller saçsan da lûtfunla bütün dünyayı güller,

 

reyhanlar kaplasa n’olur?

O karanlıktaki abıhayatla bütün şehir, bütün ova sulansa, dolsa ne çıkar?

Hızır gibi, ta abıhayatın kaynağına dek bize kılavuz olsan n’olur yâni?

İki üç konuk, senin kerem sofranda, senin nimetlerinle dirilse ne çıkar bundan?

Senin gönül alıcılığınla, can bağışlamanla iki üç cansız canlansa ne olur ki?

Ata binsen de meydana gelsen, göğsümüz mey dana dönse ne çıkar ki?

Ay gibi yüzünü göstersen de Zühre, Terazi burcuna girse n’olur ki?

Kadehi dudağına dek doldursan da mahmurların başlarına döksen n’olur yâni?

Biz kullarız, sen padişahsın; senden yeni bir elbise giyinsek ne çıkar ki?

Mûsa gibi eline bir sopa alsan da sopa yılan kesilse n’olur?

 

Mûsa’nın eli gibi elini açıp uzatsan da denizin dibinden toz koparsan ne çıkar?

Süleyman, karıncaların yanına gelse de karınca Süleyman’a dönse n’olur?

Sus, derlen, toplan; yeter artık... darmadağın söylenmesen ne çıkar?16]

X

Gol-i hendon ki nehended çi koned

Alem ez muşk nebended çi koned

Güleç gül gülmez de ne yapar? Miskten bir bayrak bağlayıp açmaz da ne eder?

Gülüp duran nar ağzını açtıktan sonra derisine sığmaz da ne yapar?

Parıl parıl parlayan Ay güzellikten, nazdan başka ne gösterir, nesini beğendirir, ne edebilir?

Güne ş p arlamaz, ışık saçmazsa şu görülmemiş gök kubbede ne yapabilir?

 

Gölge güneşin yüzünü görünce secdeye kapanmaz da ne eder?

Âşık gömleğinin güzel kokusunu duyunca gömleğini yırtmaz da ne yapar?

Ölmüş beden onun yanından geçersen dirilip kalkmaz da ne eder?

Gönlüm gamınla savaşma yüzünden çenge dönmüş... coşmaz, nağmeler ırlamaz da ne yapar?

Tanrı arslanı padişah Salâhaddin’dir; avlanmaz, kükremez de ne eder?

XI

Her kocâ bûy-ı Hodâ mîyâyed

Helk bin bî ser-o pâ mîyâyed

Seyret de gör, Tanrı kokusu nereye gelirse orda halk başsız-ayaksız bir hale gelir.

Çünkü canların hepsi de ona susamıştır. susayanın kulağına sakanın sesi gelir.

 

Süt emer çocuk ağlar, annem nerden, ne yandan gelecek diye gözetir durur.

Herkes ayrılığa düşmüştür; buluşma, kavuşma nerden doğacak, sevgilinin yüzü nerden belirecek diye bekler durur.

Müslüman’dan, Yahudi’den, Hıristiyan’dan her seher çağı ses yücelir, dualar göğe ağar.

Ne mutlu o akla fikre ki gönül kulağına gökyüzünden bir davet sesidir gelir.

Kulağını cefadan arıtır. çünkü gökten bir sestir gelir ona.

Pisliklere bulanmış kulak, o sesi içemez... herkese lâyık olduğu şey gelir.

Gözünü yanakla, benle bulaştırma. çünkü o ölümsüz padişahlar padişahı geliyor.

Bulaşmışsa gözyaşlarıyla yıka onu. çünkü o gözyaşında devâlar var.

Mısır’dan şeker kervanı erişti; dama, kaleye çan se sleri gelmede.

 

Kendine gel, sus... gazelin geri kalanını söylemek için bizim söyleyen padişahımız geliyor.

— R —

Sâkıyâ bade-i gol-reng beyâr

Dâru-yı derd-i dil-i teng beyâr

Sâkî, sun gül renkli şarabı... getir daralmış gönlün ilacını.

Meclis günü; savaş günü değil. savaş hançerini götür, çeng getir.

Dert çekenler senden tortulu şarap içerler. beni şaşırtan, beni benden alan, o tortulu şarabı getir.

Her şarapla kendimden geçmem ben. o levent sâkînin bize sunduğu şarabı sun bana.

Şarap içilecek, kadeh sunulacak gün; ad san, âr namus günü değil. adı sanı götür gitsin; ârı, ayıbı getir.

Bir kimyadır ki taşı akıyk haline sokar. bir sına, getir taşı.

Dokuz göğün de cilâsıdır o; sınamak için

paslanmış demiri getir de bak.

Hızır’ın kaynağı seni çağırmada... testiyi al da iki üç fersahlık yola git.

Ne yüzden enseni kaşıyıp duruyorsun? İşte üstünlük şuracıkta, bir davran, yürü.

Kokusu güzel bile olsa harf renktir. sen şekilsiz, renksiz canı getir.

Rengi yitirdin mi canına canlar katılır; o şuh, o güzel canın kokusunu getir.

Hileye, düzene yum dudaklarını. hilesiz, düzensiz canı getir sen.

XIII

Ez leb-i yâr şekerrâ çi heber

Ve’z roheş şems-o kamerrâ çi heber

Sevgilinin dudaklarından şekerin ne haberi var? Yüzünden Güneş’in Ay’ın ne haberi var?

Soluğuna karşı ilkbahar yeli ne söz edebilir? Selvi boyundan ağacın ne haberi olabilir?

 

Dünya onun yüzünden altüst olmuş... altüst olmuş âşıkın haberi mi olur bundan?

Can bile onun sırlarına mahrem değilken, haberi olanların ne haberleri olacak onun yolundan?

Nerkis, bahçeye bakar durur ama çayırdan çimenden ne haberi vardır onun?

Her toplum sarhoş olmuştur da başka toplumların bizden ne haberi var ki demiştir.

Nasılsın, gönlün nasıl dedi. şu ciğeri yaralanmışın gönülden ne haberi var ki?

Padişah taç urunur, kemer kuşanır ama tacın, kemerin padişahtan ne haberi var?

Şu feryadı azalt, kimsenin haberi bile yok. âşıkların ahından seher çağının ne haberi o lab ilir?

XIV

Sâkıyâ bâde-i çün nâr beyâr

 

Def’-i gamrâ tu zi esrâr beyâr

Sâkî, nar gibi şarabı getir. gizlilikler âleminden o gamı gideren şarabı sun.

A gönüller alan sâkî, çabuk, gönülden coşup köpüren o şarabı sun.

A aşk kâfiri, gel de şarabı gör... şarapla yok ol da aşkı ikrar et.

A sâkî, bütün sarhoşların ellerini tut da öylece gül bahçesine götür onları.

Bizim güzelimizin tapısına, bütün güzelleri, boyunları bağlı, Bulgar ilinden getirilen tutsaklar gibi getir.

İnananların hepsini de çırçıplak ettin; kâfirlerden de rehin al, getir.

A Tebrizli Şems, devlete de ki: Azı kabul et, çoğu da getir gitsin.

Yek demî hoş çu goliston konedem

Yek demî hemçu zemiston konedem

Bir soluk beni gül bahçesi gibi hoş bir hale sokar; bir soluk, kış mevsimine döndürür.

Bir solukta üstün eder, usta yapar beni; bir solukta mektep çocuğu eder gider.

Bir an olur taş atar, kırar beni... bir an olur gerçeklere padişah eder beni.

Kimi güneş kaynağı yapar; kimi tümden geceye döndürür beni.

İki elimle eteğine yapıştım. bakayım, göreyim, ne düzenler edecek bana?

O, beni sarhoşlara sâkî yapar ama onun tortulu şaraba benzeyen derdine kadehim ben.

Bana şekerkamışlığı adını takar diye gece gündüz onun şekerini övüp dururum.

XVI

Men eger por gam eger şâdânem

Âşık-ı dovlet-i on sultânem

îster gamlarla dolayım, ister neşeli olayım; o padişahın devletine âşıkım ben.

Ayağını bastığı toprak, başıma taç oldukça, bana taç bile versen almam.

Güzel bir şekere benzeyen dudakları bana öğüt vereli, her dişimin dibinden şeker bitmede.

Ayağımda diken varsa da gülüm; şu zindandayım ama Yusuf’um.

Kim bana Yakub kesilirse, ona hüzünler bucağında eş dost olurum ben.

Onun buluşma dudağında neye dönmüşüm... şekerler yerim, gene de fery at ederim.

Ay ağım şu balçığa kakılmış kalmıştır ama böylesine bir gül bahçesinin selvisi değil miyim?

Dünyadan gizlenirsem şaşılır mı buna? Can

gizli olur, ben de canım.

Baştan ayağa dek dikenlerle doluyum ama dikenler kör olsun diye de gül gibi gülmedeyim.

Şimdi Tanrı birliğine iman etmişim; bundan sonraysa inananlara imanım ben.

Onun gölgesiyim, onun boyuncayım... boyu ne kadarsa onun, o kadarım ben.

Gökyüzü gibi kimin gölgesi yoksa, o bilir ki güneşlerdenim ben.

Altınım ama değerim yok. çünkü pazarda değilim, madendeyim ben.

Şu taş yüreklilerin gönüllerinde altınla toprak gibi madenle birim ben.

Cihan madeninden kurtulunca, varlık âleminden, mekân dünyasından geçince, ne olacağımı ben bilirim, ben.

XVII

Men eger mestem eger huşyârem

 

Bende-i çeşm-i hoş-ı on yârem

îster sarhoş olayım, ister ayık... o sevgilinin güzel sözlerine kulum köleyim.

O canın, o cihanın yüzünün hayali olmadıkça kendimden de bezerim, candan da, cihandan da.

Hani onun yüzünden gece gündüz güllerle eşim, gül bahçesindeyim ya; işte onun kuluyum, onun kölesi.

Böyle bir ayna görmedeyim; gözümü bu aynadan nasıl ayırabilirim ki?

Soluğumu kesmişim, sözden kalmışım; ateş üstündeyim; gürültü edip durma; üfürme bana.

Güzelim dedi ki: Güzellerin canıyım ben. evet ey güzelim dedim, benim ikrarım da bu.

Dedi ki: Başında benim coşkunluğum varsa senden kıl kadar ayrılmam, b ırakmam seni.

O mumum ki ben, pervane olanı tutar, ate şime tapşırıveririm.

Ona dedim ki: Benden ne y akarsan yak. zâti

izim senin aşk dumanından ibaret.

Gözünle gör de sözümü gerçekle... işim bundan başka bir şeyle düzene girmez.

Ben pergelden çıktım ama şaşılacak şey şu ki bu değerimde pergele döndüm gitti.

Sâkî geldi de payına düşeni ver dedi; işte sarığım; al rehin olarak dedim.

Hayır, hayır dedim, yanlış söyledim. başımı al gitsin; fakat biraz dur, birazcık aklım başımda.

O gizli dünyayı göster de şu cihanı yok sayayım gitsin.

XVIII

Men ezin hâne beder mînerevem

Men ezin şehr sefer mînerevem

Ben bu evden çıkmam; ben bu şehirden çıkıp y o llara düşmem.

Bir benim, bir de güzelim. ömrüm oldukça onu bırakıp da bir başka yere gitmem ben.

 

And olsun Tanrı’ya, duduyum, dudu yavrusuyum; şeker denginden başka bir yere gitmem de gitmem.

Bir zamancağız benden uzaklaşsa, ciğer kanına bulanırım ancak, başka yere gitmem, başka şeye karılmam.

Dünya deniz olsa dalgaların dövdüğü, inciden başka yere gitmem,17]

Sarhoş bülbülüm; neşe bağında terütaze gülün bulunduğu yerden başka yere gitmem.

Başıma bir şarap kokusudur düşmüş... şarap gibi baştan başka bir yere gitmem.

Böyle bir bahçeyi, böyle bir selviyi, böyle bir yeşilliği bırakıp da nerelere gideyim? Böyle bir yer var mı ki?

XIX

Men ki heyran zi mulâkaat-ı tuem Çün heyâlî zi heyâlât-ı tuem

 

Seninle buluştum da şaşırdım kaldım; senin hayallerinden bir hayal oldum gitti.

Hatırımı sayıyor da gönlümü alıyorsun... ah, bu hatır saymana gönül verdim gitti ben.

Varlığım senin güzel sıfatlarının bir şeklinden ibaret. yoksa ben senin zatının bir sıfatı mıyım?

Keremin lütfeder de kerametler bağışlarsa, her kılım senin bir lütfun olur, kerametin kesilir.

Şeklim de senin soluğunla meydana gelmede, düşüncem de. sanki senin sözlerinim ben.

Kimi padişahtım, kimi de kuldum sana. şimdi ikisi de değilim; sana karşı mat oldum gitti.

Gönül sırçaya döndü, ışığınsa kandil. bense bir âşıkım ki kandilinin konduğu yer olmuşum gitmiş.

A mühendis, sana bir üstü düz taş kesilmişim; yapı kuracağın yere döşenmiş, toprak olmuşum. döktüğün rakamlara dönmüşüm, dilersen yazarsın, dilersen bozarsın.

 

Kimi anayım; anışla ne işim var? Zâti senin anışın kesilmişim. Ne diye tedbire girişeyim; senin tedbirlerine dönmüşüm; senin bayrakların olmuşum.

* “Delillerimizi dolaylarda da göstereceğiz onlara, kendilerinde de.” Beni sen oku, senin delillerinim ben, senin âyetlerin.

XX

Men eger nâlem eger özr ârem

Penbe der gûş koned dildârem

îster ağlayayım, ister özür getireyim... sevgilim kulağına pamuk tıkar.

Bana ne cefa ederse, o cefa kendisine varır, ulaşır; ama ben gene de ne cefa ederse etsin, dayanırım.

Beni yoka sayarsa say sın.                 sitemini kerem

say arım onun ben.

Gönül derdimin devâsı, derdidir onun. ne diye derdime gönül vermeyecekmişim.

 

Onun aziz aşkı beni horladı mı, o vakit yücelik bulurum; o vakit saygı görmüş olurum.

Üzüme benzeyen bedenim, beni ezen, çiğneyen sevgilimin ayakları altında ezilir, sıkılırsa o vakit şaraba döner.

Ayaklar altında üzüm gibi can veririm de sırlarım neşeler bulur, zevke erer.

Üzüm boyuna kan ağlar, bu cevirden, bu cefadan bezdim der ama.

Onu ezen, ben seni bilgisizlikten ezmiyorum diye kulağına pamuk tıkar, aldırış bile etmez.

Sen inkâr edersen mazursun der; fakat bu işi ben bilirim, ben buyururum.

Şimdi benim savaşmamdan, çalışmamdan baş çekersin ama sonra çok şükredersin bana.

XXI

Men eger por gam eger hendânem Âşık-ı dovlet-i on sultânem

 

îster gamlarla dolayım, ister güleyim, o padişahın devletine âşıkım ben.

Padişahın aşkına heves etmek benim tacımdır... bundan başka bir taç verse bile almam ben.

Onun gül dalının rengi, benim varım yoğumdur... çünkü o gül bahçesinin bülbülüyüm ben.

Kapısının toprağından başka bir yere oturmam ben; gönlümden, canımdan başka bir yere oturtmam onu.

Gece gündüz süte, şekere dalmışım; güller, yaseminler, reyhanlar içindeyim.

Dünya ister yıkık olsun, ister mamûr; onun yıkılmış kuluyum ben, bunu bilirim ancak.

Yeryüzünün toprağıyla birim ama padişahın gene de lûtfu var bana.

Toprakla karışmış altınım ama varsın olsun; ne çıkar bundan? Madendeyim ama ocağa gideceğim zâti.

Rov karâr-ı dil-i meston bisiton

Rov herâc ez gol-o boston bisiton

Yürü, sarhoşların gönüllerinden kararı, huzuru al gitsin. yürü, gül bahçesindeki bülbülden haraç alagör.

Ay’ın başından külâhını kap; gül bahçesinden rehin olarak gül al.

Dün akşam, bir yol canın sözünü etmiştin hani... senindir o, hele al, al.

A yüzüne, yanağına yol bulan, kış mevsiminde taze güller devşir.

A padişahların nazından korkan, aşkta daha çocuksun sen; hele bir memeyi al ağzına.

Sevgiliye ulaşmak istiyorsan gönlünü sıkı tut. gevşek kişilerden al gönlünü.

Aşk yolunda tez yürü, çevik ol. zarı kap çevik kişilerden.

XXIII

Mât-ı hodrâ senemâ mât mekon

Be coz ez lutf-o murâat mekon

A güzel, sana mat olanı mat etme... ona lûtuftan, riayetten başka bir şey yapma.

Hani bâzı kusurlarda bulundu, edepsizlikler etti ya. bağışla, cezasını vermeye kalkışma.

Acımak çağıdır; acı; kin tutma. kulunu belâlara uğratıp da yok etme.

Başın için olsun, ayrılık düşüncesine dalma; buluşmaktan, kavuşmaktan başka bir şey düşünme.

Kendi toprağını yerlere saçma. göklerden başka bir yeri durak olarak verme ona.

Önceden kendinden başkasına çekme onu. sonunda da kutluluklardan başka bir şey verme ona.

Neye alıştıysa lûtfunla ona ulaştır onu. kendi başına bırakma; beslemekten, y etiştirmekten

usanma onu.

Senin meyhanendekilere kulum köleyim ben; meyhaneye ardımızı döndürme.

Biz kim oluyoruz ki yapma, etme diyelim? Fakat mademki dedik, suçumuza bakma.

XXIV

Ey be inkâr suy-ı mâ negeron

Men neyem bâ tu du dil çün degeron

A inkâr ederek bize bakıp duran, sana karşı başkaları gibi iki gönüllü değilim ben; özüm sözüm bir.

A bütün şekerlerin sermayesi, ne diye acı söz düşünür durursun?

Yanmış yakılmış gönlüme su serp... çünkü ciğerleri kanlarla dolanların güzelisin sen.

Yay gibi gamlarla oklama beni. kalkanı o lmay ana ne diye ok atar durursun?

Senden güle şikâyetler ettim; dedi ki: Ben de

onun yüzünden elbisemi paralamadayım.

Nerkis, onu benden sor, dedi; bakış-görüş ıssı olanların kuluyum ben.

Benim gibi bir uçtan ta öbür uca dek bütün çayır çimen, onun ateşiyle yanmış gitmiş.

Ay’la Güneş bile onun yüzünün parıltısıyla şu gök kubbede altüst olmuş.

Deniz bu yakıcı ateşle coşmuş, köpürmüş... gökyüzünün beli bükülmüş bu ağır yükten.

Dağ onun beli kemerli kullarından sayılsın diye hizmet kemerini kuşanmış.

Şu şekle sığmayanlardan bir haber ver diyen canların sesleri geliyor kulağıma.

Fakat kime söyleyeyim? Cihanda mahrem nerde? Haberi olmayanlara neyi haber vereyim?

Denizin dışı, çerçöpe yerdir. denizin özüy se incilere duraktır.

Benim içim dışımsa çerçöpe sıvışmış bir toprak ki şu denize bir yol bulmuş, geçip gitmede.

 

Şu başsız-ayaksız gazelimize bak ki ayağımızdan tutmuş, bizi sana doğru çekmede; ta başa dek götürmede.

— V —

XXV

Be herîfon menişin hâb merov

Hemçü mâhî be tek-i âb merov

Erlerle otur, gidip uyuma... balık gibi tutup da denizin dibine dalıverme.

Deniz gibi bütün gece coş, köpür; seller gibi dağılarak gitme.

Abıhayat karanlıkta değil mi? Sen de onu geceleyin ara. acele etme, tezce gitme.

Gökyüzünün gece yolcuları ışıklar içindedir. sen de dostların sohbetini bırakıp gitme.

Uyanık mum, altın leğenin altında değil mi? Sen de y eraltına gir, cıva gibi yuvarlanıp gitme.

Geceleyin yol alanlara Ay, yüzünü gö sterir. Ay ışığının bulunduğu geceyi bekle; gitme.

Tu çerâ comle nebât-o şekerî

Tu çerâ dilber-o şîrin-nezerî

Sen neden böyle tüm balsın, tüm şekersin? Sen neden böyle güzel bakışlı bir dilbersin?

Neden gülen güle benziyorsun? Neden ağacın dalı gibi böyle terütazesin?

Bir gülüşte ne diye böyle yol vurmadasın? Bir bakışta neden akılları çelip gitmedesin?

Neden gökyüzü alanı gibi arı durusun? Ay değirmisi gibi neden tez gidersin?

Neden deniz gibi dibin, ucun yok? Neden inci gibi aydınsın, güzelsin?

A bütün hüneri fitnecilik olan düzenci, akıllıları ne diye deli divane edersin?

însan olsun, melek olsun, dev olsun, peri olsun... ne diye oturup duranları oyuna sokarsın?

Ne diye insanlara tövbelerini bozdurursun... ne diye adamların perdelerini yırtarsın?

Bütün gönüller seni düşünmede. nerdesin, ne düşüncedesin sen?

XXVII

On çi der sîne nehan mîdârî

Derneyâbend tu mîpendârî

Sanıyor musun ki gönlünde gizlediğini kimsecikler bilmeyecek?

Tanrı sana uyanıklık versin. gönülleri uyuyor mu sandın sen?

Gül, yahut diken. her ağaç, gönlünde ne varsa onu belirtir.

Seni hasta sansınlar diye                          y arasa       gibi

gündüzden saklanan kişi,

And olsun Tanrı’ya, gizliliğe dalmışsın ama herkesten daha da fazla meydandasın sen.

Düşünceye dalmış, bû-tîmâr kuşuna

dönmüşsün ama güneşe karşı gene o yarasasın sen.

Çeng feryat etmese de feryada gelince ne olur, ne hal alır... herkes bilir.

Bir gamla feryat etse de gene herkes bilir ki aklı başında değildir onun.

XXVIII

Ey heyâlî ki be dil mîgozerî

Nî heyâlî ni perî nî beşerî

A gönüle gelip geçen hayal; ne hayalsin, ne perisin, ne de insan.

Ayak izini aramad ay ım. fakat ne y eryüzünde izinin tozu var, ne gökyüzünde.

Haberi olanların senden haberleri yok ama haberi olmayanlardan haberin yok mu senin?

Ya gönlün eşi dostusun, sevgilisisin; yahut da gönülsün sen. ya bakışta, görüşte yer yurt edinmişsin; y ahut da bakışsın, görüşsün sen.

 

A gönül, bir iyilik et de bir zamancağız göz önünde dur, n’olur?18]

Acele edip de geçip gitme... seher ışığıyla geceyi gündüze döndür.

* Güzel tedbirin heyûlâyı güzelim şekillere soktu da gösterdi bize.

Şekiller başkadır, akıl başka. fakat senin aşkın da başka, sen de bir başka şey sin.

Bu heyûlâ, şekillerin babasıdır a babalara babalık eden güzel.

Heyûlâ, sudan ibaret değil mi? Fakat suyun suyunu çekip alırsan su ne yapabilir?

Heyûlâ ile şekiller, cana can katıyorsa aldatma beni; gene de sen başkasın.

Şekiller, heyûlâ yüzünden akıp giden kuma benzer. ne diye boş yere kumu sayar durursun?

XXIX

 

Gadara’l ışkı fezellet kademî

Mazac’al furkat-i dam’î bi demî

Aşk aldattı beni, ayağım kaydı gitti... ayrılık, gözyaşlarımı kanlara buladı.

Bana ne miras kaldıysa, ne elde ettiysem, gönlüm onun yerine pişmanlık içinde pişmanlık devşirdi gitti.

Aşk, varlığımı hoş görmedi, düşman oldu ona. n’olurdu varlığım yok olup gitseydi.

Aşk şarap sundu bana, e sritti beni. gönlüm içti, fakat ağzım tatmadı bile.

A güzelim, senin lûtfunu bilirim ben; o kadar yabancı değilim yâni.

Öylesine lâtifsin ki sana şükretmeyi gönlümden kursam kaçıp gideceğinden ürkerim.

Ben kim oluyorum ki? Güzellik tahtına kurulmuşsun. padişahlar da sana haset etmede, ordu da, halk da.

Eğri sözlerime parmak basma. eğri sözler

yazarım ama kalemim gene sensin.

A nimetler ıssı, önüne ön bulunmayan bir zamandan beri varlığıma lûtuflarda bulundun, cömertçe ihsanlar ettin.

Varlığının cömertliği hakkı için bu lûtfu benden kesme... işte andım bu.

Lûtfet, ayırma beni kendinden, beni öldürmeyi mubah sayma. Haremdeki avım ben, bağışla benı.U91

XXX

Zi koca âmedeî mîdânî

Zi meyân-ı herem-i rûhânî

Nerden gelmişsin, biliyor musun? Noksan sıfatlardan arı olan Tanrı’nın hareminden gelmişsin sen.

Bir hatırla. hiç hatırına geliyor mu o rûhanî, o güzelim dudaklar?

Demek ki onları unuttun da böyle şaşırıp

 

kaldın; başın dönüp durmada.

Bir avuç toprağa can satıyorsun... bu ne ucuz satış böyle?

Geri ver o toprağı; değerini bil. sen kul değilsin, beysin, padişahsın.

Senin için gökyüzünden güzel yüzlüler gizlice gelmişler.

BAHR-İ MÜTEKAARİB

-MAKSÛR-

feûlün feûlün feûlün feûl (feûlün)

— A —

Gerânî nedâred beyâbân-ı mâ

Kerâri nedâred dil-o cân-ı mâ

Ovamızın ucu bucağı yok... gönlümüzün, canımızın kararı yok.

Dünyalar dolusu şekiller belirdi. bunların içinde hangisi bizim?

Yolda, kesilmiş, meydanımıza doğru yuvarlana yuvarlana giden bir baş görürsen,

Ondan sor sırlarımızı, ondan sor. çünkü gizli sırrımızı ancak ondan duyabilirsin.

N’olurdu, bizim kuşlarımızın dillerine eş bir kulak olsaydı.

N’olurdu, boynunda Süleyman’ımızın sırrının gerdanlığı bulunan bir kuş uçuverseydi.

Ne söyleyeyim, ne bileyim ben? Bu masalın ne sonu gelir, ne söylenir, biter; imkân yok buna.

Nasıl söyleyeyim ki bir solukta darmadağın olmuşum, daha da beter oluyor; daha da darmadağın bir hale geliyorum.

Ormanımızın havasında ne keklikler, ne alıcı doğanlar uçmada.

Öyle bir havada ki yedinci kat göğün havası... sayvanımız o havanın yücesinde.

Bu masalı geç; benden sorma. masalımız da kırıldı, döküldü gitti.

Tanrı ve din salâhı, sana bizim padişahımızın, bizim padişahlar padişahımızın yüzünü gösterir.

II

Tu cân-o cihânî kerîmâ merâ

Çi cân-o cihon ez kocâ tâ kocâ

A kerem sahibi, sen cansın, cihansın bize. can da nedir, cihan da ne oluyor. nerden nereye?

Âşıklara göre can da ne oluyor. dostlarca

cihanın ne değeri vardır ki?

Bütün yeryüzü bir öküzün üstünde değil mı... o öküz de senin yaylanda yayılmıyor mu?

Bütün yer, bir kervandaki tek bir öküzün üstündeki yük. sense kılavuzsun.

Senin lûtuf, ihsan ambarında nice tohumlar var ki yedi değirmen taşının altında bile kırılmaz, ezilmez.

Sen ressamın gözünün içindesin de gene gözden gizlisin. ne gözbağcılık bu, ne büyü.

On sekiz bin âlemden başka âlemin de var. bu ne kimy adır, bu ne ululuk.

Şu kafiye üzerinden bir beyit daha söyleyeyim diyorum ama sana da borcum var.

Öyle bir borç ki bu borcu yoksuldan başkası ödeyemez. zâti yoksulluk, vefa incilerinin bulunduğu bir denizdir.

Zengin, nekesliği yüzünden zengin olmuştur. yoksulsa cömertliği yüzünden yoksuldur, cömertliği yüzünden.

Be şâh-ı nehânî resîdî ki nûşet

Mey-i âsmânî keşîdî ki nûşet

Aşkolsun; gizli bir padişaha ulaştın. afiyetler olsun, göksel bir şarap içtin.

Huten güzelini, yeşilliğin canını                                  gül

bahçesinde tuttun, çektin... aşkolsun sana.

A benim canım, a benim güzelim, a tüm şeker. ne Ay’sın, ne padişahsın. bayramsın sen; kutlu olsun o çağın.

Sarhoşlardan selâmın gelir; rintlerden haberin. zevk, neşe kilidinin anahtarısın sen.

Ne de güzel bir engelsin; ne de tatlı bir hekimsin. başta şaraplar coşturuyorsun; afiy etler olsun; sinsin, yarasın.

A acı tatlı, şarap gibi acısın; kendi perdeni kendin yırttın; aşkolsun.

A gönül, Tebrizli Şems’in gamını ne de güzel

seçtin... seçilmiş birini seçtin; aşkolsun sana.

IV

Eger mer turâ sulh âheng nîst

Merâ bâ tu ey con ser-i ceng nîst

Senin barışmaya niyetin yoksa, a benim canım, benim seninle savaşmaya niyetim hiç yok.

Sen savaşa kalkışırsan ben barışa kalkışırım. dünya sahibine dünya dar değil ya.

Savaş bir dünya, barış da bir dünya. anlamlar dünyasıysa fersahla ölçülecek dünya değil.

Suyla ateş, iki erkek kardeş. dikkat et de gör, ikisinin de aslı ancak bir taştan ibaret.

Şu ikisi olmadıkça dünya düzene girmiyor. Rum ilinden olanlar güzel ama Zenci’siz Rum da yok.

Akıl yüz kere haber yolladı bana; sus diyor, susmak övünçtür, ayıp değil.

Seher in dil-i men zi sovdâ çi mîşod

Ez’on bark-ı rohsâr-o sîmâ çi mîşod

Seher çağında şu gönlüm sevgiden neler oluyordu... o şimşek yüzlünün, o güzel yüzün elinden yüzüm ne hallere giriyordu?

Tanrım, başımıza neler geldi, sen bilirsin. Tanrım, bize neler oldu, sen bilirsin.

Gönüllerde biten güllerle, reyhanlarla donanan ova, baştan başa neler olmuştu, ne hallere girmişti.

Gökyüzü ne hale geldi diye Güneş’e sormuştun ya, bir kere de İkizler burcu ne olmuştu diye Ay’a sor.

Tebrizli Şems, bakış, görüş dağıtmıştı hani. görene ne bağışladı; gören ne hallere girdi.

Ulular ulusu sevgiliden her kutlu cana ne verildi. aşağılık yere ne geldi, yüceler ne

hallere büründü.

Yüceler yücesi, kutlular kutlusu, kendini gösterdi ya... kutsal gönül yüceler yücesinden ne hallere girdi.

VI

Cihanrâ bedîdem vefâyî nedâred

Cihan der cihan âşinâyı nedâred

Dünyayı gördüm, vefası yok; dünya dolusu adam var, bir tek halden bilir yok.

Şu yücelerdeki altın değirmiye bakma sen. içinde bir hasır bile yok.

Nice akılsız, elinde sopası bulunmayan kör gibi koşa koşa tuzağına vardı; tutuldu gitti.

Onun yitmesinden korkup duranlar, üstüne tir tir titreyenler var. ne de ilacı bulunmaz bir illet bu.

Yüzünü gösterir ama çarşaf altından, peçe altından. bir kocakarıdır, çirkin bir karttır,

güzelliği yoktur onun.

Onun afsununa akıldan, dinden başı, ayağı olmayan kişi baş kor.

Sevgiliden cana canlar katan bir yol bulamayan kişidir ki kötülüğü yüzünden tutar da onun yoluna can verir.

Ne de pis bakırdır o bakır ki kimya yoktur sanır da bakırlığından geberir gider.

Bir hayal ucundan hayale döner; dertten, zahmetten, sıkıntıdan başka bir şey elde edemez.

Ne diye canını sevgilinin tapısına vermez... ne şaşılacak şey, neden sevgisi gittikçe süzülüp arınmaz?

Nice padişahlar var, aşk yüzünden yüzlerce ülke elde ederler; öyle bir sultanlığa ererler ki ne sonu vardır, ne sınırı.

Şu aşk, sana karşı ne kusur işledi ki inkâr ettin; hiçbir vergisi yok dedin?

Bir baş ağrısıy la ondan ayak çektin. hangi yolu görmüşsün ki belâsı olmasın o yolun?

 

Sus, âşıklara öyle inciler saçılmada ki bir tanesine bile değer biçilemez.

Dilî k’ez tu sûzed çi bâşed devâyeş

Çu teşney-tu bâşed ki bâşed sekaayeş

Senin yüzünden yanıp tutuşan kişinin devâsı ne olabilir? Sana susamış kişiye kim sâkîlik edebilir?

Seni seven, hastalanır da çarşıda, pazarda fır dolanır; şekerler çiğnemiş dudakları, senin dükkânını arar durur.

Bağ bahçe de sensin; güllük gülistanlık da sen; aydın gün de sen... Yüreğini demir gibi katılaştırma, sevenini kapından sürme.

Dertlerle, fery atlarla; mihnetlerle, horluklarla ne vakte dek sarayının dışında bekleteceksin onu acaba?

A Ay, onun başından gölgeni çektin gittin mi, devlet kuşunun gölgesinin ne faydası olur ona; o gölge ne rahatlık verir ona?

Ululuğunun güzelliğini bir soluk görmese canı da elemlere uğrar, dünyadan bezer gider; oturduğu yeri de elemler kaplar.

Dünya onun güzelliği yüzünden cennete döner... çayır çimen dilsiz-dudaksız onu över.

İnciler bağışlayan da kim? Onun denize benzeyen eli, avucu. Cana canlar katan da kim? Onun cana canlar katan y anağı, yüzü.

Düny a senin gölgendir; sen yürüyünce yürür. Kalkışı da senin ışığındandır, yok oluşu da.

Senin elinden düşmüş bir zarım ben. gel de beni şu gariplik tasından kap.

Edep yolunu tutayım da iki dudağımı da yumayım. y umay ım da sırlar açan dudakları söze gelsin, söylesin artık.

Begerdan şerâb ey senem bî dereng

Ki bezmest-o çeng-o terengâ tereng

A güzel, durmadan, dinlenmeden döndür kadehi, sun şarabı... meclis kurulmuş, çeng çalmada, sazlar nağmelenmede.

Fakat can meclisi bu; gayb âleminin sâkîsi sâkîmiz. meclistekiler koku almada, fakat bir renk görmüyorlar.

O bir katre kanda gönül ovasını seyret. o daracık bucakta ne de uçsuz bucaksız bir ova.

*     Abdal, o kutsal mecliste sarhoş. fakat bu kutsallık, Frenk eline düşebilen Kudüs’ün kutsallığı değil.

*     Dinin aslı olan aklın hüneri de nedir ki? O köyde, kapı dışına mıhlanmış bir halka.

Bu akıl, kuruluktandır, karadandır; oysa deniz. timsah korkusundan kurtulmuş gitmiştir

o.

Tanrı sarhoşlarına durmadan şarap sun... çünkü orda ne kavga vardır, ne savaş.

Tanrı, Elest gününde onlara öylesine bir kadeh göstermiştir ki kadehini bile ellerine almayı ayıp sayar onlar.

Elsiz, şişesiz sunulan şarabı, bozayı, esrarı kim görmüştür diyorsun.

Şu gece yarısında seyret de gör. bütün halk, bir Zenci sâkînin sunduğu uyku sağrağıyla sarhoş olmuş gitmiş.

Deve katarına bak. hepsi de esrimiş; ne yuların farkındalar, ne gemin.

Sus; çünkü gene de kendinde hepsi. bütün şehir halkı topalsa sen de topallayagör.

Tebrizli Şems’in yolunu tut. güçte kuvvette arslan ol, saldırışta kaplan kesil.

İlâ me tımaıyatu’l-âzili

Va lâ ra’ya fî’l hubbi li’l-âkıli

Beni kınayıp duranın ümidi ne vakte dek sürecek? Zâti sevgide, aklı başında olanın kuruntusu para etmez ki.

Kardeş, aklın başındaysa böyle bir aşka düştüğümden dolayı kınama beni.

Sizi unutacağımızı isterler, bizden bunu umarlar... fakat gönül, böyle bir sözü söyleyenden bile nefret eder.

Senin aklın başında; çünkü âşık değilsin. devlete ulaşsaydın, aşk kıble kesilirdi sana.

Siz âşıksınız bize ama ben size daha da çok âşıkım. aşkla sızıp erimiş gençlerin hepsinden fazladır benim arıklığım.

Şekille gece gündüz beni aldatır durursun. fakat gerçekten gönlümden hiçbir yere

ayrılmazsın; pek tembelsin sen.

Hattâ tutup da gitseniz, ben de ağlamasam o vakit, geçip giden aşkıma ağlarım ben.

Ben su kuşuyum, sen kara kuşusun... ben bu duraktanım, sen o duraktansın.

Gözlerimden coşup yanaklarıma akan gözyaşlarımı yalanlamaya imkân mı var?

* “Sizin dininiz sizin, benim dinim benim” âyetini oku da yürü git. Yok, böyle değil de ulaşmışsan ulaşma yerine gel.

Gözyaşı, ilk akan gözyaşıdır... İlk hüzün de önce kalkıp göçene gelir, çullanır.

Ay, yeniay halindeyken, dolunay olduktan sonra Güneş’in kucağındadır; fakat dolunayken Güneş’ten uzak kalır.

Esenliği; dileği, aşkı olmayana bağışladım. aşktan başka beni oy alay acak ne varsa hepsini kestim gitti.

Erenin canı Ay’la eş dost oldu mu, erene y ağmur gibi belâlar y ağmay a başlar.

 

* Aşktan gayrı bir şeye tutulmuşsam Ebû Vâil’in kefil olduğu gibi kefil olayım; borçlanayım gitsin size.

Belâ zor bir iştir ama zor işleri de çözer açarız... zorluğa düştün mü, açılışı ondan iste.

Bir yardımcıya gidip de yardım istemem ben. beni horlayana karşı hor, hakir bir hale gelmem ben.

Herkes muradına bu kapıda erişir. değil mi ki böyle istiyorsun, bu kapıda ölür giderim ben.

Gözlerimi örten göz kapaklarım, yaslı için y ırtılmış elbiselere benziyor.

Bu kapıda oldukça sedefin içindeki inciye benzersin. fakat uzaklaştın mı, bir çıbanın kanı haline gelirsin, irinine dönersin.20]

Be pîş âr sagrak-ı gol-gûn-ı men

Nedânem ki bâdest yâ hûn-ı men

Gül renkli sağrağını getir. Bilmem ki şarap mıdır o, yoksa benim kanım mı?

Canı gam denizine gark olmaktan kurtarır... Ceyhun’a benzeyen ırmağımda sanki bir Nuh gemisidir o.

* Beni sudan, topraktan bir hoşça yur, arıtır; aslıma, “Bükülmüş hurma dalına benzer” hale döndürür beni.

Parça buçuğuma bir hoşça karılmış, katılmıştır. yakınlıkta san ki ben Mûsa’yım da o Hârun’umdur benim.

Ne de güzel bir ab ıhay attır, ne de hoş bir ateştir. bu suyla ate şin ikisi de benim mangalımda birleşmiştir.

Ney gibi öper, tef gibi döver beni. benim

kanunumla, benim töreme uygun olarak ne de hoş çeng çalar bana.

Yürü, geri kalanını benim sâkîmden ara... çünkü benim afsunum da tatlılığı ondan elde etti.1211

XI

Beberdî dilemrâ bedâdî be zâgan

Gereftem gerev k’on heyâlet be tâvan

Gönlümü aldın da kargalara, kuzgunlara verdin; ben de ceza olarak hayalini tuttum, rehin aldım gitti.

Gelirsen gelirim; tutarsan tutarım. Söylersen ben de sarhoşların hallerini söyler, anlatırım. [22]

Yenimi yakamı yırtmam, eteğimi çekip gömleğimi paralamam için yakışmaz bana sitem etmen, yakışmaz.

Getir söylediğin şarabı, getir. incinme, söylemedim deme; incinme.

 

Gönlü derleyip toplayan şarabı getir, sun o şarabı... gönül derlenip toplandı mı, beden darmadağın olur gider.

İstemem parayla pulla alınan şarabı, istemem değeri biçilen şarabı; o denizden doldur da sun sonu gelmez şarabı.

Senden şarap sunmak, benden secde etmek. benden şükretmek, senden inciler saçmak.

Beni öyle bir hale getir a canım ki şükrüm de kalmasın gitsin. lûtfunu iki kat, üç kat arttır.

Gönülden coştur o şarabı, coştur. şu dökülmüş yapraklardan bir ilkbahar belirt.

Yık gitsin beni a benim canım; çünkü yıkık şehirden ne dîvân haraç arar, ne sultan.

Sus a beden, sus da can söylesin artık; Osman’ın devri geçti gitti mi, Ali bey olur.

Sustum a canım, nöbet senin; söyle. sensin Yusuf’umuz bizim, sensin Ken’an güzeli.

XII

 

Tenet z’in cihânest-o dil z’on cihan

Hevâ yâr-ı în-o Hodâ yâr-an

Bedenin bu dünyadandır, gönlün o dünyadan... bunun dostu hevâ-heves, onun dostuysa Tanrı.

Senin gönlün garip, onunsa gamı, derdi garip. ikisi de ne şu yeryüzünden, ne gökyüzünden.

Cana dostsan, akla dostsan dosta ulaştın, canını kurtardın demektir.

Fakat bedene dostsan, hevâna, hevesine uydunsa şu ikisiyle kalakaldın şu toprak y urtta.

Ansızın bir yardım gelir çatarsa o başka. öylesine ansızına da kul köle olayım ben.

Çünkü Tanrı’nın bir çekişi, yüzlerce çalışıp çabalamadan yeğdir. izi olmayana izler de nedir?

İzi köpük, izinin tozu belirmeyeni deniz bil. îz, sözle anlatışa benzer; izinin tozu belirmeyense apaçık görünendir sanki.

 

Güneşin arpa ışığı kadar bir ışığı belirse gökyüzündeki Samanyolu’nu siler süpürüverir.

Sus, sus... susuşta yüzlerce dil vardır, yüzlerce anlatış vardır.

XIII

Begûyem misâlî ez’in ışk-ı sûzan

Yekî âteşî der nihâdem furûzan

Şu yakıp yandıran aşka bir örnek vereyim: îçimde gizli bir ateş var; yalım yalım yanıp ışımada.

îster ağ lay ıp inleyeyim; ister ağlamayayım, inlemey ey im. geceleri de işini işleyip duruy or ateş, gündüzleri de.

Bütün akıllar hırka dikmede. fakat âşıkların ciğerleri hırka yakıp durmada.

Çü ez ser begîrem boved server o

Çü men dil becûyem boved dilber o

İşe baştan başlarsam başbuğ odur. ben de tutar da gönül ararsam gönlümü alan güzel gene odur.

Barış ararsam şefaatçim odur. savaşa girişirsem hançerim gene o.

Meclise girdim mi şaraptır, mezedir. gül bahçesine geldim mi nerkis gene o.

Madene varsam akıykla lâ’l odur. denize dalsam inci o.

Ovaya gelsem bahçe odur. gökyüzüne ağsam yıldız o.

Sabra yapışsam başköşe odur. gamdan yanıp y akılsam buhurdanım o.

Savaş çağında safa girip savaşa katılsam, safı görüp gözeten odur, ordu kumandanı o.

Neşe çağında meclise geldim mi, sâkî de odur, çalgıcı da odur, sağrak da o.

Dostlara mektup göndersem kâğıt da o olur, kalem de o, hokka da o.

Uyandım mı aklım fikrim odur... uykum geldi de uyudum mu rüyama o girer.

Gazel için kafiye aradım mı, hatırıma kafiye getiren odur.

Hangi resmi yaparsan yap; ressam gibi, kalem gibi başta o gelir.

Sen ne kadar yüce bakarsan bak; senin yüce bakışından da yücedir o.

Yürü; sözü, defteri bırak. sana onun defter olması daha yeğ.

Sus; altı yön de onun ışığı. şu altı yönden geçtin mi, gene mülk ıssı o.

Senin razılığını seçmişim; razı olduğun şeye ben de razı olmuşum; gizlediğin şey benim de sırrımdır, onu açığa vurmam.

 

Nasıl da güneş gibi Tebrizli bir Şems ki onun güneşine karşı şu güneş bile sönük kalıyor.

Fadaytuke yâ sittiye’n-nâsiye

îlâ kem taşuddu fami’l-hâbiye

A unutkan hanımım, feda olayım sana... küpün ağzını ne vakte dek kapalı tutacaksın?

Hadi, lûtfet de bir kâse sun bana; bir kâse sun da yitirdiğim şeyin güzelliğini, arılığını andırsın bana.

Onun sunduğu sağrak tek kalmaz; o gitti mi, kız kardeşi gelir çatar.23]

Pezîreft in dil zi ışket herâbî

Derâ der herâbî çü tu âftâbî

Şu gönül, aşkınla yıkılmayı kabullendi; gel, vur yıkık yere, ışıt orayı; çünkü bir güneşsin sen.

Gönlüme neler söylüyorsun? Benden korkmazsın ki sen... böyle bir su kuşu, denizden korkar mı hiç?

Gönlümü sana vermişim; kaldır perdeyi. bir ömürdür a benim canım perde ardındasın sen.

Perdeyi kaldırıverdi de dedim ki: A gönül; şu iş acaba uyanıkken mi olmada, yoksa rüya mı görüyorsun?

Bir zamancağız dedim, böyle ortada bulun; görün bize. olabilir ama dayanamazsın ki dedi.

Gönlüm, o coşkunlukla yüz binlerce söz söyledi; sonra da bana dedi ki: Söz dinlersen, söz anlarsan duyma, işitme bu sözleri.

Çünkü su, o olmasaydı bağ bahçe ne diye gülerdi? Ortada bir ateş yoksa gönlün ne diye yanıp kavrulmuş böyle?

Sus dedim; çünkü sen aşk sarhoşusun; sürahi gibi arı duru kanla dopdolusun.

A gönül, ne vakte dek sarhoşça söylenip duracaksın? Suyun içindesin; ne diye seraba bağlanıp kalırsın?

Şuna buna bahane bulup durma; sen kendini kendinden ç ıkar, varlığını at dışarıya; kendine azap veren gene sensin çünkü.

Ben, biz, küpün ağzını kapayan samanlı balçık... balçığı kopar, at; şarap küpüsün sen.

Gönül, kan uyumaz; biliyorum, sen de gönülsün; öylesine bir kan selisin ki akar, denize dökülürsün.

Bütün bunlar bahane; gel a Tebrizli Şems. çünkü sen hem Arş’ın anahtarısın, hem kapıyı açansın.

XVII

 

Hem îsâr kerdî hem îsâr goftî

Ki ez covr dûrî-vo bâ lûtf coftî

Hem bağışlarda bulundun, hem bağışlarla ilgili sözler söyledin... zâti sen cefadan uzaksın, lûtufla eşsin.

Bir yere geldin mi, Tanrı mumusun. bir yere düştün mü, dünyanın yaşayışısın.

Zevk, neşe töresini dünyaya sen kodun. neler bağışladın, ne inciler deldin sen.

Fakat bir görülmemiş şarap var ki hileler yaptın, düzenler kurdun da onu sarhoşlardan gizledin.

Sürümlü pazarda ne de görülmemiş malların var. bir işveni cana karşılık satarsan bedavadır, bedava.

Aşağıda da yüce sensin, yukarıda da. gökyüzünü yırttın, çayırı çimeni açtın, yaydın sen.

Görünüşte topraktansın, şu tertemiz topraktan. fakat gökyüzündeki tertemiz canlar

gibi ne bir şey yedin, ne yatıp uyudun sen.

Bunu sen anlat; her anlatışta sen varsın zâti. kuzey yeline benzersin; bütün tozları süpürür gidersin sen.

XVIII

Elâ mîr-i hoban helâ tâ nerencî

Behâne negîrî vo ez mâ nerencî

Hele ey güzeller beyi, hadi; incinme bizden... bahaneler bulma; incinme bizden.

Mağara dostum sensin, ümidim sende. başını kaşırsam incinme a benim güzelim.

Sevgilimizsin, bizim öz sevgilimizsin sen. nerde incinirsen incin, fakat burda incinme.

Gecemi aydınlatan sensin; gündüzümün bahtı, devleti sensin. bu gece gülüyorsun; yarın incinme sakın.

Bir avuç toprağız biz; a benim canım, bizden, şunlardan, bunlardan incinmesen ne olur?

 

Bilenler de senin yüzünden neşelendi, bilmeyenler de... bilmeyenlerin kusurlarına kalma; bilene incinme.

XIX

Elâ mîr-i hoban helâ tâ nerencî

Benâlî çü rencür-o serrâ bebendî

Hele ey güzeller beyi, hadi, incinme bizden. hasta gibi inlemedesin, başını bağlamış, çatmışsın.

Ne hastası? Vallahi öyle gücün kuvvetin vardır ki gökyüzüne çıkarsın, ay değirmisini bağlarsın sen.

O Ay’a benzeyen yüzünü gökyüzüne bir göstersen, sabaha benzeyen yüzünle seher çağını bile bağlayakorsun.

Sabah şarabının kulu kölesiyim ama sabahın da düşmanıyım. çünkü gitmey i kurdun, kemerini kuşanıy orsun.

Akılsızlar, tutsalar da önüne öküz sürüsünü

sürseler, bir anlamlı sözle yüzlerce öküzü, eşeği bağlayıverirsin.

Ceylan gözlerinin bir bakışıyla erkek arslanı tilkiye döndürür, bağlar gidersin.

Ayrılık kışı geldi; şu ıslak gözlerimin gözyaşı sellerini bağlarsan... bundan korkuyorum işte.

Fakat güneş gibi bir kere de ansızın parladın mı, bu suyla her geçidi bağlayıverirsin sen.

Susmuşum; fakat ey sevgili, şu perperişan halime göz yumman da yerinde değil hani.

XX

Eyâ multaka’l-ayşi kem teb’udî

Va yâ furkata’l-hubbi kem ta’tadî

* A bizim yaşayışımız, zevkimiz, niceye bir uzak kalacaksın bizden? A bizi ayrılığa salan, niceye bir zulmedeceksin bize?

Ayrılık geceleri ne vakte dek sürüp gidecek; buluşma yerine yol göstersen de varsak ne olur?

 

Sizinle buluşsak da tatlı bir suya benzeyen kavuşmayı kana kana içsek... tatlı yüzünü görsek de gıdalansak.

İşte kavuşma meta’ın buracıkta; ne verelimde satın alalım? Yorgun argın gönül kime uysun da yol alsın?

Hayal gibi bir elbiseyi ne vakit giyeceksin; y akınlık bürgüsüne ne vakit bürüneceksin?

Senin sevgini istiyoruz ya; dinimiz odur. işi onunla başa çıkarmışız, işe onunla başlamışız biz.

A benden uzaklaşan efendim; bir türlü y akınlaşmadın gitti; a yanmış, köze dönmüş, soğumadın gitti.

A yüreğimin çarpıntısı, durmayacak mısın sen? A gözy aşları, dinmeyecek misiniz siz.

A gönlümün gamı, açılmaz mısın? A göz kapaklarım, hiç kapanmaz mısınız siz?

Evet, yanaklarının ışığı, kuşluk güneşi. evet, güzelliği dünyalarda bulunmaz.

 

Evet, özlem ateşim bütün dünyaya yeter; ey ateş yakan, boş yere ateş yakma.

A gözüm, görünmüyor o güzel, ne vakte dek ağlayacaksın? Ağarmaktan korkmuyor musun a göz?

Ağarır da görmez olursan, buluştuğun gün onun güzelliğini sürme gibi nasıl sürünebilirsin?

Gerçek olarak doğurmayan, ululukla eşsiz olan, kimseden de vücuda gelmemiş bulunan Tanrı’ya and içerim ki.

Helâk olsa, özleminden ölüp gitse bile, gönül sizden uğradığı belâları, sizin yüzünüzden çektiği sıkıntıları söyleyip duracak.

A efendim, a yücelikler ıssı Şemseddin, kutluluk yurdu Tebriz’imi bile feda ettim sana.24]

XXI

Nigârâ çerâ kovl-i duşmen şenîdî

Çerâ behr-i duşmen zi çâker borîdî

 

A güzelim, ne diye düşmanın sözünü duydun, dinledin? Ne diye kandın da düşmanlar yüzünden bu kulundan vazgeçtin?

Ne diye and içtin; neden gönlünü bu kadar katılaştırdın? Sanki beni hiç görmemişsin sen.

A Ay, bir kere daha bak bu kula; tut ki bir tutsağı kâfirden satın almışsın.

Yüzünü gördüm senin de anladım ki abıhayat sensin... bu kulun bedeninde her yana dolaşıp durmadasın.

Bir akdoğansın sen; geldin, başıma kondun; gönlümü kaptın, havalara uçtun gitti.

Evden gittin, kapıyı kapadın ya. o vakitten beri gönlüm yüzünü duvara dönmüş.

Sana can dersem doğru söylemiş olurum. çünkü can da görünmüyor; sen de görünmüyorsun.

Feryadıma yetiş; bu vakit merhamet vakti. yüzlerce yerde feryadıma sen yetiştin benim.

 

XXII

Gehî perde sûzî gehî perde dârî Tu sırr-ı hezânî tu cân-ı beharî

Kimi perdeleri yakarsın; kimi tutar, perde gerersin... güz mevsiminin de sırrı sensin, ilkbaharın da canı sen.

Güz senin yüzünden acı, bahar senin yüzünden tatlı. onun kahrı da sensin; bunun lûtfu da sen. gel bakalım; neyin var, görelim.

Baharlar gelir, kutluluklar bağışlarsın. güzler gelir, kutlulukları biçersin.

Baharın gönüllerden güller, çiçekler bitirdi mi, gül utancından başını önüne eğer.

Şu gül, o gülden bir lûtfa erseydi, bahçede hiçbir diken, dikenlik edemezdi.

Bütün padişahlar bir av ararlar. canına and olsun ki o av aray an padişah ancak sensin.

Avlar kapında, bize canlar bağışlayana can vermemiz değer diye boyunlarını uzatmışlardır.

 

Aşkın gamı gönülde karar etmiş... gerçekten de gamın karar etmesi kararsızlık verir insana.

A gönül, kararsızlığın anlamını söyleyeyim, dostsun sen, dostçasına kulak ver.

Geç gelen, tez kaçan efendime feda oldum gitti; övüncüm de budur işte.25]

Beni tutsak etti edeli görüyorsun ya, onun dileğine uymuşum; ö lürüm, dirilirim; fakat ne ölümüm elimde, ne dirimim elimde.

Ayrılıkla ölürüm; buluşmayla dirilirim. esrikliğim budur, mahmurluğum bu.

Şuna şaşarım ki benden uzaklaştığı, benden gizlendiği zaman güneşle y anar, eririm ben.

Bize görünmedi mi, biz de görünmeyiz; doğdu ışıdı mı, biz de gelir, görünürüz. güneşin yolu yordamı budur; zerrelere bunu yapar o.

Şu ikisiyle diriliriz: Akılla, duyguyla. Duygu ıssı olduğu yerde kalır; akıl ıssıysa akar durur.

Fakat akıl ıssı, ancak işlerin sonlarını

araştırır... Ya duygu nedir? Geçici şeylere aldanan bir şey.

Akıl ıssı, doğru yolu görür; alçalır, o yola yönelir; duygu ıssıysa dileğini görür; ona uyar gider.

Kimi güneşsin, yücelerden parlarsın. kimi buluta dönersin; inciler saçar gibi yağmur yağdırırsın.

Yeryüzü, karanlık gecelerde konuğun önüne mum yerine senin incini kor.

Sen beni bırakıp gittin mi, ben de benden giderim. yanıma geldin mi, beni de getirirsin.

XXIII

Çü ışkeş berâred ser ez bî kerârî

Turâ key gozâred ki serrâ behârî

Aşkı kararsız bir hale geldi de baş kaldırdı mı, seni başını kaşımaya mı kor?

Aşktan bir kadeh içtin de sindirdin mi, iki

dünyada da işin gücün mü kalır hiç?

Aşkının vuruşlarıyla çenge dönmüşüm... bende feryattan, figandan başka bir şey kalmadıysa boş değil bu.

A çeng, çeng çalanın elinden niceye bir ağlayıp inleyeceksin? Ne seni okşuyor, ne kucağına alıyor.

Sen bu feryatla kendini gizlemek istiyorsun ama düzeni bırak. Sende bir şey var, bir şey var.

O gülü devşirmeseydin bu koku olur muydu sende. o şarabı içmediysen neden mahmursun böyle?

Canların gül bahçeleri yüzüne gülmede. can bahçesine yüzlerce ilkbaharsın sen.

Hayalin sanki bir kadeh; aşkın da şarap. ne de şarap, ne de şarap; ne de sinen, yarayan tatlı, içimi hoş bir şarap.

A Tebrizli Şems, yarabbi, ne de sevgilisin, ne de sevgili sözünden başka bir sözle seni

anlatmaya imkân yok... anlatışa sığmazsın ki.

XXIV

Tu her çend sedr-i şehî meclisî

Zi hestî nerestî derin mahbesî

Yüceler yücesisin, meclisin padişahısın ama varlıktan kurtulmadın; gene de şu hapishanedesin sen.

Malın mülkün varsa can borcunu ver... Yok, müflissen müflisçesine gel, gir içeriye.

Borçlular bile kurtuldular da sen gam hapishanesindesin. bu mahpusluğun da, kimi kimsesiz oluşundan, kimi de adam olmayışından.

Şu sapa yolda ileri gitmişsin ama şu kervan bir geri dönerse en geride kalır gidersin.

Güzel gözlü güzeller var ama senin gözüne görünmüyorlar; çünkü bir saman çöpüsün sen.

Sen doğan değilsin ki padişahın avcısı olasın.

yürü, leşe git; çünkü akbabasın sen.

Yaş bir dalsın, suyu emersin... fakat bağ değilsin, üzüm değilsin, tarla, bostan değilsin sen.

Yürü, topluluğa git; ne diye yalnızca oturuyorsun? Bir mum yak, ışığa kavuş; ne diye karanlıkta kalıyorsun?

Yıldızlar gibi şu toprak burcunda kimi gizlenir, görünmezsin; kimi meydana çıkar, görünürsün.

Sus, kumaşı şu solukla dokumaya kalkışma. ne diye kumaşa bağlanıp kaldın? Atlassın sen.

XXV

Radıytu bi mâ kassem’ Allâhu lî Va favvadtu emrî ilâ Hâlıkî

Tanrı’nın bana pay ettiğine razı oldum; işimi gücümü Tanrı’ma tapşırdım.

Geçmişe ait neler yaptınsa Allah iyilikler, güzellikler versin sana. geri kalanları için de

böylece gene iyilikler, güzellikler ihsan etsin.

A her çekinen, sakınan kulun can sâkîsi, erler gibi sen de o arı duru şarabı döndür; sun herkese.

Canı da düşüncelerden satın al, gönlü de... çünkü canlara kay ıtsız, şartsız buyruk y ürütürsün sen.

Cennet yüzün bir görünürse, ne cehennem kalır, ne cehennemde bir kötü kişi.

Bizden kaçarsan önümüzdeki sensin. Yok, tutar da biz senden kaçarsak ko şar, ulaşırsın bize.

Işık da senin yüzünden şaşırmış kalmıştır, karanlık da. Tanrı nuru musun sen, yoksa Tanrı mısın?

Geceyle gündüzün arasında bir fark kalmadı. çünkü senin âlemindeki Ay ne batıdadır, ne doğuda.

Yüzlerce yalvarışla mahmura şarap sunarsın. bu çeşit esirgeyici bir sâkîy i kim görmüştür?

 

Söz şarabını sun da oynat onu... o şarabın ateşiyle kerpiç bile söze gelir.

Mademki Tanrı sâf kişi istemede; doğru bir öz, sâf bir gönül dilemede. a gönül, akıllı olmaya kalkışırsan ahmaksın.

Gönülle can, düşünceyle huzur buluyorsa ne diye sarhoşluğa koşar, müziğe sarılır?

Huyun hoşsa ne diye yalnız kalmışsın? Vâmık’san ne diye Azrâlık satarsın?

Pislik böceği gibi balçık içinde kendi kendini yiyip durmadasın; pislik çekedur; buna lâyıksın sen.

İsterse padişah olsun, bil ki herkes dert içindedir; herkeste bir aşk derdi, bir aşk belâsı var.

Sus da Tanrı’nın kapı açışını seyret; ne diye kapıları bağlayan düşünceye dalıp gidersin?

XXVI

Elâ hâti hamrâe ke’l-andami

 

Ke ennî mâzectuhâ an demî

Sâkî, sun o bakama benzeyen kızıl şarabı... sanki onu kanımla karmışım, karıştırmışım.

Sağrağını ağzıma döktün mü, parıltısı yanaklarımda görünür.

Ne mutlu fırsatı ganimet bilen sarhoşa. yazık borçluluk yüzünden ayık kalana.26]

Gamlara battıysan gamlı gamlı şarap iç. gamlıyken şarap içmek neşe verir; neşeyi arttırır.

A dudakları tatlı güzel, gel; mahremsen, yabancı değilsen hürmeti vacip olan şarabı iç.

Sûfîysen yarının adını bile anma. solukdaşsan şu solukta bir ol, birliğe ulaş.

Edhemoğlu bile olsan dünyaları gösteren böyle bir kadeh uğruna b ırak saltanatı.

Yokluk denizinden bir kadeh iç de insanlığın özünü, öz incisini meydana çıkarsın.

Mademki meclistesin, niçin susuz kalırsın?

Mademki Zemzem’e dalmışsın, neden kurusun?

 

Niçin ilk olarak kadehi almaz, içmezsin? Solda sağda bulunanları bir gör, göster... hangisinden aşağısın sen?

Gökyüzü kadehinden bile temizsin, arı durusun. şu pek büyük kubbeden bile üstünsün sen.

A eş dost, bizimle aynı hırkayı giymişsin; iç. a şarap, güzel bir melhemsin, coş.

* îmranoğlu Mûsa gibi canın ömrüsün. Meryemoğlu îsa gibi deniz üstünde yürürsün.

Yusuf gibi bütün meclise fitnesin. devlet gibi, şarap gibi gama düşmansın.

Saman çöpü gibi her yelle yerinden uçup gitme. çünkü dağ gibi sağlamsın, oturamaklısın sen.

Akrep burcunu bırak; Zühre’ye doğru git. Akrep’te akreplikten başka bir şey yoktur; kuyruğu boyuna eğridir onun.

îhsana, bağışa, insanlığa susamışım; kararım kalmadı da sana geldim ben.

 

Yüzünde böyle bir güzel ben var ya... artık garibin sığınağısın, dayısısın, amcasısın sen.

İlkbahar da sensin, gece içilen şarap da sen. padişahlar padişahısın, buyruğunu yürüt.27]

Bütün yaratıklar senin yüzünden şaşırmış; darmadağın olmuş, birbirine girmiş. peki, sen neden saçlarına dönmüşsün, karmakarışık bir haldesin?

Yoksa Tebrizli Şems, aklını mı aldı ki salına salına gitmedesin de gidişinden bile haberin yok.

XXVII

Dilâ ger merâ tu bebînî nedânî

Be con âteşînem be roh ze’ferânî

A gönül, beni sen görsen de tanıyamazsın, bilemezsin. Can bakımından ateşliyim, ateşim; fakat yüzüm safran gibi.

Sen bana gönül olasın diye gönlümü gönlümden kopardım attım. Canıma can sensin; o yüzden candan da kesildim gitti.

 

Yüzümde kandan izler gördün ya... şimdi öyle bir haldeyim ki, işim izi de geçti, tozu da.

Ulu bir padişahsın, gönülde konaklamışsın. Abıhayat kesilmişsin, gönülde akmadasın.

Öyle bir nazlı nazenin dilbersin ki gizlilik âleminde de her şeyi görürsün; sana hiçbir zaman “Göremezsin” demezler.

Değil mi ki şarap içtin, ne diye yüzünü örtersin. ama istersen yüzünü ört; gizli kalamazsın sen.

* Cennet nedir, cehennem ne? Berzahın da padişahısın sen. dilersen sürersin, kovarsın; dilersen çağırırsın, alırsın.

Öylesine bir yiğitsin ki at sürdün mü, bir solukta doğudan batıya ulaşır gidersin.

Öyle ulular ulususun, öyle bir do lunay sın ki karada da buyruğun yürür, denizde de. hem îlyas’sın, hem Hızır, hem de canlara cansın sen.

Sensiz diri olan kişi ölüdür, hem de ne acı ölümdür ölümü. fakat sana karşı öldü mü, bu

ölüm ne de güzel dirimdir.

A bizimle oturup kalkan güzel, şu görür gözden başka yüzlerce gizli gözün vardır senin.

A din eri, çok şekiller görür, seyredersin sen... ona secde etme, onun canısın sen.

A Tebrizli Şems, düğümü sen aç. düğüm şüpheden ileri gelir; sense apaçık meydandasın.

XXVIII

Neşânet ki cûyed ki tu bî neşânî

Mekânet ki yâbed ki tu bî mekânî

Senin izini kim arayabilir? îzinin tozu bile yok. Yerini yurdunu kim bulabilir? Yerin yurdun yok ki.

Ne şekilde öveyim, söyleyeyim seni? Bir şekle girmezsin ki. Köpük, anlamlar denizinin şeklidir zâti.

Perdenin bulunduğu o yanda ne büyük, ne görülmemiş bir şehir var. Dünya, ordan bir

armağan ancak.

Gerçek gizli kalmasın diye ordan, yeniden yeniye yeniaylar belirir; yeniden yeniye hayaller gelir.

Yoksullaşma da her kapıyı çalma... ne arıyorsan osun sen.

A gönül, çadırını şu gökyüzüne kur. y ap amam deme, yaparsın; elindedir senin.

Canına, boyuna gökten yardım gelir durur. o yandan geldin, o yana at sürmedesin sen.

Gönüller, hakkında kötü zanlara düşmüş. bilmiyorlar ki her zanda sen varsın.

Ne özür getirebilir adam, neyle örter, gizler içindekini? Sen, yazılmaksızın her kuruntuyu, her zannı okur gidersin.

Ne mutlu zamandır o zaman ki sâkî sen olursun da bize can kadehleri doldurur, sunarsın.

Derken şu gönül de yeni baştan konaklara ağmaya başlar. şu beden yeni baştan gençliğe kavuşur.

 

Ne mutlu zamandır o zaman ki her parça buçuğumuz, Rabbim beni suvardı diye oyuna koyulur.

Sarhoş o şarapla kendinden geçer... orda da bir ağırlık, bir gevşeklik kalmaz, başka yerde de.

Varlığımızın henüz pişmemiş parçası, sen nasıl söylüyorsan, tıpkı senin gibi söze gelir; şaşırır kalırsın.

Nefs-i Küllî anası, dilsiz-dudaksız bir dile kavuşur da neler eder, neler.

A Nefs-i Küllî, her solukta bu akıllılığı, bu ululuğu gizlice kim gönderiyor sana?

Akl-ı Küllî gönderiyor deme. çünkü ona da her solukta birisi yardım ediyor.

Anlamlar denizinden bir su bulamazsa o Tüm Akıl, tüm bilgisizlik olur gider.

XXIX

Gol-i sorh dîdem şodem ze’ferânî

 

Yekî le’l dîdem şodem zerr-i kânî

Kızıl gülü gördüm de safrana döndüm... bir lâ’l gördüm de altın madeni kesildim.

Gönlüm yıldız gibi bütün gece seyre daldı; anlamlar göğünde her burca kondu durdu.

Âşıklar burcuna ayak basınca can göğünden bir Ay baş gösterdi.

O Ay doğup da gözüne görününce o gökyüzündeki Ay yerlere sığmaz oldu.

Gönlüm paramparça oldu da her parçası aşka düştü. her parçam ondan bir iz vermeye başladı.

Ta sabah çağında bana bir selâm verdi de o selâm yüzünden kocalmayan bir gençliğe kavuştum ben.

Yüzümde Mecnun’un izlerini görünce acıdı da gizlice yanıma geldi.

A filân dedi, neden böylesin sen? Sen öylesin de o yüzden böyleyim ben.

 

Ne gizli şeyler bilir, ne inciler saçar o... kapına çağırdığın kişi ne saltanat sürer, ne buyruk yürütür.

Ay nedir, gökyüzü ne. Burç nedir, çöl ne? Hepsi de ona işaret; ona ait bir şey bulagör.

Bunu anlamak istiyorsan Tebrizli Şems’i gör. onu gördün mü, bunu da anlarsın, bilirsin.

XXX

Botâ ger merâ tu bebînî nedânî Be con lâlezârem be roh ze’ferânî

Güzelim, beni görsen tanıyamazsın, bilemezsin. Can bakımından lâleliğim, fakat yüzüm safran gibi.

Sana gönül verdim; sen gönülden de yeğsin bana. sana can veririm; cana da cansın sen.

Ahımdan, gözyaşımdan binlerce izim vardı. şimdi iş işten geçti; ne izim kaldı, ne izimin tozu.

Ulu bir padişahsın, gönülde konaklamışsın.

 

Abıhayat kesilmişsin, gönülde akmadasın.

Hem gizli şeyleri görürsün, hem nazlısın, nazeninsin... sana hiçbir zaman “Göremezsin” demezler.

Mademki coştun, köpürdün, ne diye yüzünü örtersin? Ama ister sen yüzünü ört; gizli kalamazsın sen.

Ne acı ölümdür sensiz yaşarsa can. fakat sana karşı öldüm mü, bu ölüm ne de güzel dirimdir.

Şu görünen candan bezdim, cana geldim. şu görünen can yüzünden, can gizli kalmada.

îki can arasında şaşırdım kaldım. biri, busun demede; öbürü, busun demede.

Biri cennet canı, biri cehennem canı. biri karanlık can, öbürü apaydın can.

Cennet nedir, cehennem ne? Berzahın da padişahısın sen. dilersen çağırırsın, alırsın; dilersen sürersin, kovarsın.28]

 

XXXI

Temâşâ merov neh temâşâ tuyî
Cehân-o nehân-o hoveydâ tuyî

Seyre seyrana gitme... işte sana seyir seyran; seyir de sensin, seyran da sen. dünya da sensin, gizli de sen, görünen de sen.

Ne diye şuraya, buraya gidersin? Burdan da maksat sensin, ordan da.

Ayrılığı, buluşmayı yarına bırakma. bugünün buyruk ıssı da sensin, yarının buyruk ıssı da sen.

Yoksa ayrılığa düştüm mü diyorsun? Ulaşan da sensin, ayrılığa düştüğünü sanan da sen.

Havva, Adem den meydana geldi de Adem de sensin dedi; Havva da sen.

Hurma, fidanından doğdu da hurmanın geliri de sensin dedi fidanına, gideri de sensin.

* Kendinden dışarda bir Leylâ, bir Mecnun olma. Râmîn de sensin, güzelim Vîs de sen.

 

Gamların ilacını dışarda arama... gamların panzehiri de sensin, ilacı da sen.

Ay karardıysa cilâsı gene senden. bizim ay yüzlümüz sensin, ay yüzümüzü cilâlarsın.

Ay karardıysa korkup titreme. Ay’a bir zarar gelmez; yalnız sen titremenle kalırsın.

Zahmeti arttıran her şeyde bir artış ara. çünkü hem cansın, hem cana rahat, huzur verensin sen.

Öyle bir topluluksun ki topluluklara aldırış bile etmezsin. çünkü toplulukta da sen varsın, topluluk olmasa da, y alnız olsan da var olan hep sensin.

O kutlu kanadını bir açıver; çünkü hem arı duru göksün sen, hem Kafdağı’sın, hem Zümrüdüanka’sın.

Başın ağrımıyor; başını bağlama. kavga gününün fitne başı sensin, sen.

Bütün bir düny a bizi inkâr etse gam yok bize. gene de bizimsin çünkü.

Alta gitme, bizi yüce tutma. aşağılarda

oturma; yüce sensin, sen.

Beni-bizi bırak, horlanmadan korkma... bizimle olunca da padişah sensin, biz olmayınca da padişah sensin.

Yüzünü yu da kendi yüzünü seyret. o güzel yüzlü Yusuf sensin.

Yanlış; Yusuf sensin ama Yakub da sensin; korkma, söyle: Zelîhâ da sensin.

Hani şüpheye düşüyorsun ya. sanıyorum ki bu tam inançla şüphe de sensin gibi.

Şu balçık kıyıdan geç. inciye doğru yol al; çünkü deniz sensin.

Yusuf gibi çık şu varlık kuyusundan. çünkü bağ bahçe de sensin, güllük gülistanlık da; ova da sensin, kır da.

Kıyamete dek senden söz açsam sonu gelmez. baş da sensin, son da sen.

XXXII

 

Acîbü’l-ecâib tuyî der keyâyî

Nema rûy-i hod ger eceb mînemâyî

Ululukta şaşılacakların şaşılacağı bir şeysin... şaşılacak bir şey göstereceksen yüzünü göster.

Gönlün mahremi sensin, gönlün solukdaşı sen. gönül açma yolunu senden başka kim bilir?

Gönül senin nerelerde olduğunu bilmez ama o nerelere düşmüştür? Sen bilirsin.

Kafdağı sana secde eder; devlet kuşunun canısın sen; Kafdağı’na bir kutluluk gölgesi sal.

Dünyayı peygamberlik ışığıyla beze. çünkü bütün peygamberlerin canlarına ustasın sen.

înci taştı, senin yüzünden inci kesildi. bağışta bulun, bağışta bulun; bağış denizisin sen.

însan, erlik suyu değil miydi? Sonra yüce bir kişi oldu. erlik suyu halinden kurtulduğu gibi benlikten, bizlikten de kurtar onu.

Suyun köpüğüne lûtfettin, yeryüzü oldu.

kara dumana ihsanda bulundun, gökyüzü kesildi.

Her şeyi bir başka şey haline getirmek senin harcın... tüm bilgisin, hilimsin; tüm kimyasın sen.

Sana geceleri uyku haramdır; çünkü Ay’sın sen. geceleri dolunay gibisin; canlardan doğarsın sen.

A uyku, buraya gelme; başka bir yere git. çünkü gözlerim deniz kesildi; boğulursun sonra.

A gece, kıvranıp duruyorsun; kara yılana benziyorsun sen. dünyayı sömürüp yuttun; yoksa ejderhâ mısın sen?

Fakat neliksiz-niteliksiz yaratıcı, sana afsun okur da sömürüp yuttuğunu seher çağı gene doğurursun.

Ey gökyüzündeki Ay, gökyüzü gezegenisin sen; n’olur bir soluk da benim ardımdan gelsen.

Kimi kişinin gözünde yurt edinir de oturursun. her göze bir başka cilvedir

gösterirsin.

Gönlümü yurt edinenler, sizi övüp durmuyor mu? Ölümsüzlük sağraklarını dökün, saçın bize.

A gönül, o canlar canını görmediysen baştan başa göz olsan gene de körlüğe tutsaksın.

Değil mi ki yetmiş iki millette de akıl var; şu halde seçilmeyi deliliğinde ara onun.

Çağrımıza gelin, gelin; havanız pek şaşılacak bir hava... şu havanın yeli bile sizin havanızla tertemiz bir hale geldi.

Beden onun yüzünden delirdi; gönlüm, ona erganun kesildi. canım elsizlikten, ayaksızlıktan ona âlet oldu gitti.

Yoksa yıldızlar yücelerden seni gördüler mi ki tanıklık için başlarını eğdiler.

Yanlış söyledim; yıldız da kim oluyor? Akl-ı Küll’ün gönlü bile, bunca yüksekken ondan bir koku bile alamamıştır.

A efendilerim; siz olmadıkça, sizden uzaklarda bulundukça konmanın da bir zevki yok, göçüp

gitmenin de.29]

XXXIII

Egerçi letîfî vo zîbâ-lekaayî

Becân-ı bekaa rov zi cân-ı hevâyî

Lâtifsin, yüzün de pek güzel... fakat ölümsüzlük canına git; hevâ ve hevesten doğma bir can var sende.

Hava kimi soğuk olur, kimi sıcak, yakıcı. ondan ne diye vefa umarsın? Vefasızlığını görüver.

Bedeni kafes, canı uçar kuş bil. kafes burda, fakat a can, sen nerdesin?

Gökyüzünün çevresinde bir zamandır uçtun durdun; o padişahı geçtin gittin; oy saki ona lâyıksın sen.

Dünya senin gibi bir kuşu ne gördü, ne görür. çünkü hem damın üstündesin, hem saray ın içinde.

 

Kimi olur, taç ıssı padişahların başlarına ayak korsun; kimi de gider yoksulluk hırkasına bürünürsün.

Kimi güneş olursun, dünyayı ışıtır, parlatırsın. kimi de şimşek kesilirsin; bir soluk bile eğlenmezsin; çakar gidersin.

Şekerkamışı madenisin sen; gönüllerse dudu kuşudur sanki... yemyeşil bir ovasın sen, canlarsa sende yayılır.

Bunlardan geçtim; tek sen gölgeni alma bizden. çünkü devlet bahçesinde gülümüzsün, selvimizsin bizim.

Gönlümüzde iki yüz kilit olsa bir anahtar y ollar, kapıyı açarsın sen.

Gel, gönlümüze gir; apaydın bir mumsun. gel, iki gözümüzde yerin var; hoş bir tuty asın sen.

Gül bahçesine girdim de güle dedim ki: Çeyizini kim düzdü? Lâ’l renkli bir kaftanın var.

Bana, kokla da anla; Mecnun gibi senin de

aşkın varsa, özün arıysa kokudan anlar, tanırsın dedi.

Hani Mecnun, Leylâ’nın bulunduğu ovaya geldi de seher yelinden Leylâ’nın kokusunu almak istedi ya.

Leylâ öldü, siz sağ olun; bak da gör; bütün soyu sopu yas elbisesine bürünmüş dediler.

Acılar tadan Mecnun, elbisesini yırttı... elsizdi, ayaksızdı da kanlar içinde yuvarlanmaya koyuldu.

Başını her taşa, her kapıya vurmadaydı. bir hayli ağladı; elini dişledi durdu.

Tacın nerelere gitti diye başına vuruyordu. belâlara av oldun diye göğsünü dövüyordu.

Hikây e uzun; y alnız sen de balığın susuzluktan çırpındığını bilirsin ya.

Kendine gelince sordu Mecnun; mezarı nerde; hangi ovalarda dedi, onu gö sterin bana.

Dediler ki: Geceydi, karanlıktı; yitti gitti. verdikleri bu haberden kötü bir hale düştü.

 

Kılavuzum var diye bağırdı; Leylâ’nın kokusu bana yol gösterir dedi Mecnun.

Vaktin Yakub’uyum ben... Yusuf’un kokusu yüz yıllık yoldan gelir, derdime devâ olur.

Muhammed’in duyduğu koku, bize ulaşma müjdesi verdi. Yemen’den hoş bir halde Tanrı kokusunu koklayalım, canımıza çekelim.

Her mezardan bir avuç toprak alıyor, burnuna g ötürüy o r, kokluy or, o misk kokusunu arıy ordu.

Hani şeyh aray an mürit gibi. o da ağızlardan erenler soluğunun kokusunu arar ya.

Tanrı kokusunu Kalender’in ağzından ara. ercesine, gerçekçesine ararsan şüphe yok ki mahrem olursun, o kokuyu duyarsın.

Bu koku, toprağa saçılan son yudumdan gelir, topraktan değil. çünkü dostluk yudumu, aşk yudumu toprağa düşmüştür.

Bunu bırak da gene Mecnun’a gel. çünkü kuşluk güneşinin ışığıyla gözüm kamaştı.

Güneş değirmisine karşı gözlerim zayıf. fakat

 

Ay, Güneş’in yalımlarına, parıltılarına tanıklık etmede.

Nerde Zün-Nûn’un aşkı, nerde Mecnun’un aşkı? Fakat Mecnun’un aşkı da o ululuk ıssının arkından bir iz vermede.

Hani Mûsa da dadının memesini almadı... çünkü anasının sütüne alışmıştı; tanıyordu onu.

Mecnun, yüzlerce mezarın toprağını kokladı, geçti. Mûsa, koku tanımada ona ustalık etmişti.

Anlayış, ayırt ediş, gönülde aydın bir mumdur. o mum, seni aldanıştan, düzenden kurtarır.

Koku onu Leylâ’nın mezarına götürdü. bir nara attı da o yokluk eri yerlere serildi.

O kokuydu onu geliştirip açan; gene o koku öldürdü onu. bir kokuyla derlendi, yaşayış âlemine geldi; bir kokuyla yok oldu gitti.

O Leylâ’ya ulaştı; can Mevlâ’ya ulaştı. Yer yere geçti; gök göğe ağdı.

Sizde de Tanrı havası var; var ama Tanrı sizde

sizliği bırakır mı hiç?

Bir bölük halk sivrisineğin kasırgaya dayanmasını diler... eh, tutalım, kasırganın çetinliğini elde etti; kime gerek yâni?

Kasırga, sivrisineğe bir fil yüreği bağışlar; güzel bir karşılık verir de sivrisineklikten kurtarıverir onu.

Lâleliğinin parlaklığını bir iyice anlatırdım ama horoz ibiğine benzeyen gönüle vurmaz, o benlik sahibi olan gönlü p arlatmaz bu parlaklık.

İyisi mi sus da dilsiz-dudaksız kendisi söylesin, anlatsın sana. hadi, çayırlığa çimenliğe git; sen de çağrılanlardansın.

ÇEŞİTLİ BAHİRLER,

GÖRÜLMEMİŞ VEZİNLER

— A —

Yârı mâ dildâr-ı mâ âlim-i esrâr-ı mâ Yûsuf-ı dîdâr-ı mâ rovnek-ı bâzâr-ı mâ

Sevgilimiz, gönlümüzü alan güzelimiz, sırlarımızı        bilenimiz... kavuştuğumuz

Yusuf’umuz, pazarımızın alımı, parlaklığı.

Bıldırımız bu yılımıza âşık oldu. müflisleriz biz; sensin bizim definemiz, paramız pulumuz.

Tembelleriz; haccımız da sensin, savaşımız, işimiz gücümüz de sen. uyumuşuz kalmışız biz, uyanık devletimiz sensin.

Hastalarız, yaramıza melhem sensin. yıkılmış gitmişiz biz, lûtfunla kereminle sensin mimarımız bizim.

Dön aşka, a düzenbaz padişahımız dedim; baş çekme, sırlarımızın perdesini inkâr etme.

Bana cevap verdi de dedi ki: Bu işimiz senin yüzünden; ne söylersen dağımız, ormanımız o

sözü yankılar, sana duyurur.

Ona dedim ki: A dilediğini yapan, asıl dağ biziz, bu yankı da sözümüz; çünkü dağ dilediğini söyleyemez, yapamaz.

Dedi ki: Önce sırlarımızdan birazcığını duy... her arık hayvan nasıl bizim yükümüzü çekebilir?

Ona, rahmetini kesme bizden dedim; haberler sal bize. bû-tîmârımızı da sarhoş bir bülbül haline getir.

Senin varlığın, bizim övüncümüz; bizim varlığımızsa ayıbımız, ârımız. mağaray a benzer gönlümüze bak da Ahmed’i de gör, Sıddıyk’ı da.

Tortulu şarap içen sarhoşumuz her şarabı içmez. gagası güzel kuşumuz padişahın elinden yem yer.

Şu leş bedenimiz mezarda yatıp uyuyunca, uçan dudumuz kafesten kurtulur gider.

Akıllı fikirli kuşumuz kendi yerini tanır, yuvasını bilir. bizden sonra yeryüzünde

izlerimizi bulursun elbet.

Gül bahçesinde sensizsem, güller diken kesilir bana... fakat seninle zindanda bile olsam dikenim gül bitirir.

Seninle ateşe girsem, ateş ışık olur. fakat sensiz cennette olsam, ışıklar ateş olur bana.

Kuzgunumuz, sığırcığımız, senin yüzünden akdoğan oldu. sözümüz budur ancak: Yeter, artık söz söyleme.

II

Işk-ı tu âverd kedeh por zi belâhâ

Goftem mey mînehorem pîş-i tu şâhâ

Aşkın belâlarla dopdolu bir kadeh sundu bana. huzurunda şarap içemem, a benim padişahım dedim.

Bilgisinin şarabını sundu bana o şekerkamışlığı. sarhoş oldum gitti de beni ta nerelere götürdü o.

 

Bir yandan gizlice Rûhü’l-Emin geldi... yanına koştum, şu olan işleri bir gör dedim.

A Tanrı sırrı dedim, yüzünü gizle. Tanrı’ya şükürler etti, övdü Tanrı’yı, dualar etti Tanrı’ya.

Âşıktan gizlenen o değil mi ki dedim. bunca temizliğe karşı o perde de nedir dedim.

Aşk kan içmeye kalkıştı mı, vay gidi vay. Uhud Dağı bile paramparça olur gider. biz neyiz ki artık?

Ne mutlu çağdır ki padişahım gülerek gelir; kerem eder de kaftanının düğmelerini çözer.

Dondun, buz kestin bakışımız yokken. hele gel, daha yakın gel de havamız vursun sana der.

Nerde o lûtfun derim, a tüm güzellik. kuluna, kaftanının düğmelerini nasıl çözüyorsun, göster.

Yok, yok der; hiç gam yeme. gençleşirsin; seher yelleri e stiği çağda nerkisle gül nasıl tazeleşir; ondan da daha taze bir hale gelirsin.

Derim ki: A iki dünyaya da devâ veren; bana senin dudağından başka bir devâ yok.

 

Her dalın, her ağacın meyvesi o dala, o ağaca tanıktır. altın gibi yüzümle gözyaşlarım da bana tanık.

III

Mevlânâ mevlânâ agnânâ agnânâ

Emseynâ atşânen asbahnâ reyyânâ

Efendimiz, efendimiz, doyurdun, zenginleştirdin bizi... gece susamıştık, suya kanarak sabahladık.

Ümitsizliğe düşürmezsin, bizi unutmazsın. azgınlığa düşsek bile korkmayız; katında yer yurt edindik, senin yüzünden yer yurt ıssı olduk biz.

Sarhoş bile olsak seninle yüceldik, sana alıştık. a şimşek gibi çakan, a karanlıkları yaran, bizimle çıplak olarak kucaklaş, oynaş.

Kim yeryüzündense hoş görülmez o. uzaklaştır artık onu, uzaklaştır. Ayır onu bizden, ay ır.

 

Kim yücelerdense tatlı mı tatlıdır o... anlamlarımızla suvarırız, çeşit çeşit, renk renk kandırırız onu.

Geri kalanını sen söyle a sâkî, geri kalanını sen söyle. a ihsan sahibi, lûtfet; lûtfet a ihsan sahibi.30]

IV

Fedeytuke yâ ze’l-vahyi âyâtuhû tetrâ Tufess ırahâ sırran ve teknî bihi cehrâ

A vahiy ıssı, feda olayım sana; âyetlerini gösterir durursun. onları gizli bir tarzda tefsir edersin de sonra apaçık gizlersin anlamlarını.

Ölüleri, bir şey yaptın da onunla dağıttın, onunla dirilttin, topladın; kurb an olayım sana, benim bilmediğim o işi, o şeyi sana kim bildirdi; nasıl anladın, bildin?

Hepsi de sarhoş bir halde döndüler, senin sıfatlarına büründüler. ne haram bir lokma yediler, ne şarap içtiler.

 

* Fakat yakınlık parıltısı akıllarını yok etti gitti; noksan sıfatlardan arıdır dağları durduran, noksan sıfatlardan arıdır kulunu geceleyin yürüten.

Esenlik o topluma ki gönülleri, gizli, duyulmaz dillerle ona şükreder, ona şükürde bulunur.

Ne mutludur bahtı yâr olan kişi... kovasını kuyuya salar da kovada bir güzel Yusuf çıkar, o da muştuluk der.

Salâhaddin, Rum ülkesinde bir insan şeklinde görünen öyle bir ulular ulusu ışıktır ki hiçbir örtü örtemez onu.31]

V

Yâ muhcile’l-bedri aşrıknâ bi leâlâi

Yâ sâkıya’r-rûhi eskirnâ bi sahbâi

A dolunayı utandıran; ululuklarla ışıttın bizi; a can sâkîsi, şarap sun da sarhoş et bizi.

Nekeslik etme, biteviye şarap sun da kadehi alırken de şarap içmiş olalım, verirken de.

 

Bırak bizi de sarhoş olup bir esenleşelim; anlatılmasına, ad takılmasına imkân olmayan bir sarhoşluğa düşelim gitsin.

Gizli küpleri, lütfediyorsun da, insanı nekeslikten de, kinden, düşmanlıktan da arıtan şarapla boyuna doldurup duruyorsun.]32]

VI

Yâ kâlimînâ yâ hâkimînâ

Yâ mâlikînâ lâ tazlimünâ

A bizimle konuşup görüşen, a bize buyruk yürüten... a efendimiz, zulmetmeyin bize.

A üstünlüklere sahip olan, a huyu husu, yüzü, gözü güzel. a deliller kılıcı, zulmetmeyin bize.

A güzel sâkî, a buluşması tatlı dilber. a ay rılığ ı acı, zulmetmeyin bize.

A karanlıkları yaran yıldızlar gibi gönülde şimşekler çaktıran, doğular arasından beliren; zulmetmeyin bize.

 

Her ovada, her çölde, zamansız, mekânsız bir bağıran, bağırıp durmada: Zulmetmeyin bize.

Canım kurban olsun sana seher çağlarında... a gönüller açan, zulmetmeyin bize.

İşte şu benim gönlüm, aşka koyulmuş, sevgiyi âdet edinmiş. Zulmetmeyin bize.

Sözümü duy: Uyku haram oldu bana. Ulu kişiler katında zulmetmeyin bize.

Erkek atım aşktır; onunla anlamlara sürer giderim. bu da yeter bana. zulmetmeyin bize.

Aşk halimdir, mülkümdür, malımdır. uyumama imkân yok, zulmetmeyin bize.33]

VII

Veredea’l-beşîru mubeşşiran bi

beşâretin

Ahya’l-fuâde aşiyyeten bi vurûdihâ

Müjdeci, bir müjdeyle geldi çattı. onun gelişiyle de geceleyin gönlüm diriliverdi.

 

Bir bağdı bahçeydi sanki gönlüm; o müjdenin baharıyla ışıdı; açılıp saçıldı... bir güneşti sanki; o müjdeyle doğdu, parladı.

A benim düşkünlüğümü kınayan, perperişan halimi hoş görmeyen, aşk ateşine bir bak, yalımlanmasını bir seyret de sonra kına bent34]

VIII

Rûha bi fiyhâ va’r-rûhu fîhâ

Kem eştehîhâ kum feskınîhâ

îstenen, dilenen, ağzı, dudakları sinmiş bir şarap; can da onda, derman da onda. ne vakte dek özlemini çekeceğiz? Kalk, o şarapla suvar bizi.

Bu sevgilinin sırrıdır; bu sevgilinin nazıdır. sevgilinin sesidir. Kalk, o şarapla suvar bizi.

Öcümü aldın, komşumu öptün. ateşimi çoğalttı ya; kalk artık, o şarapla suvar bizi.

Dudaklar öpücük aldı; şekerle, balla eş oldu. susuzdu, daha da susadı; kalk, o şarapla suvar

bizi.

Tanrı korur; kutluluk sâkîdir bize... ne de güzel bir buluşma bu; kalk, o şarapla suvar bizi.

Sevgilim beni kucaklıyor ama gene de benim kararım yok. Kalk, o şarapla suvar bizi.

Sâkî bana uymada, kâselerle bana sundukça sunmada; benim başıma and içmede. Kalk, o şarap la suvar bizi.

Ben hoşum demede; hadi, tat şu şarabı diyor. bizse çekişip durmadayız. Kalk, o şarapla suvar bizi.35]

IX

Yâ men benâ kasra’l-kemâli muşeyyedâ

Lâ zâle sa’den bi’s-su’ûdi mueyyedâ

A olgunluk köşkünü sağlam bir şekilde yapan; dilerim, kutluluğu yitip gitmesin, kutluluğunu kutluluklar kuvvetlendirsin.

 

Gönüller tir tir titriyor; aldırış bile etmedi, bıraktı gitti gönülleri; âşıkların kanları akıp gidecek artık.

A aşka düşüp de darlıklar içinde oturup kalanlar; sanıyor musunuz ki aşk sizi kendi halinize bırakacak?

And olsun Tanrı’ya ki bırakmaz... zâti alım da geldi, göründü, güzellik de. artık âşıklara ne bir düzen düzme ihtimali kaldı, ne de onlar da bir güç, bir kuvvet.

O alım, o güzellik, ulumuz, efendimiz Şemseddin’dir; onun yüzünden Tebriz cennet bahçelerine dönmüştür.36]

X

Ey mutrıb-ı dil berây-ı yârîrâ

Der perde-i zîr gûy zârîrâ

A gönül çalgıcısı, dostluklarımızın hakkı için olsun, aşağı perdeden feryat et.

Yürü, çayırlığa git de gülün yüzünü seyret.

bahar bülbülüne solukdaş ol.

Canlar bağışlanan aşk meclisinde bilsen ne yaşayışlar vardır, ne sarhoşluklar olur.

Sayıya sığmayan devleti gördün ya... sayılı soluğu ona bağışla gitsin.

A can, bir dilbere av oldun gitti; o, avını ölümsüz olarak diriltir.

A gönül sâkîsi, işten güçten kaldık. bize işleyen, bize yapacağını yapan o şarabı sunmanın tam çağı.

Şarap içeni bezedin ya; beni de beze, meclisi de beze.

Bu çeşit erlere gizli bir meclis var. şarap içen kişi de ayrı bir can sahibi.

XI

Taâlav bînâ nasfû nuhalli’t-tedellulâ

Va min lahzıkum nucli’l-fuâde mine’l- cilâ

 

Gelin bize de sizinle halvet olup arınalım; yakınlığınıza erelim de temizlenelim; şu cilvelerden vazgeçelim. Gelin de bakışlarınızla gönüllerimiz cilâlansın.

Birbiri üstüne aşkla sunulan kâselerin döndüğü mecliste, ancak şarabın arılığına duruluğuna sığınırız.

O arı duru, o berrak, tertemiz, parıl parıl p arlay an şarabı bir gün seninle y ap ay alnız içeriz, ertesi günü de apaçık içer, o güne ularız.

Bir şaraptır ki güzelim kokusu yayıldı mı, çöllerdeki vahşi hayvanlar bile onu özlerler de inlemeye koyulurlar; ona ulaşmay ı dilerler.

Zorlukları açın, doldurun kızıl şarapla badyaları, görünün de yüzünüzün anahtarıy la pahalılaşan ne varsa ucuzlasın gitsin.

Şarabın esrikliğine, sizinle kavuşmanın verdiği esriklik karışsın... seven sarhoş olsun, kendinden geçsin, sevmeyen yok olsun gitsin.

And veriyorum size Allah adına; bağışlayın beni; and olsun ki özlemlerle, sevgiyle eridim,

bittim.

Eridim, güzelliği, yüzü, âfetlerden, ölümden, yok olup gidişten aman veren o efendiler efendisinin aşkıyla.

Şemseddin’in ayak bastığı toprağı Allah sulasın; Allah Tebriz’i kendi lûtfuyle en güzel bir sûrette korusun.37]

XII

Nerd-i kef-i tu bordest merâ

Şîr-i gam-ı tu hordest merâ

Avucundaki zar beni mat etti... senin gam arslanın yedi bitirdi beni.

Senin gamında Halil’e döndüm. Ateş tapınakları bile soğuk geliyor bana.

A gönül, yokluk toprağında at sürme. senin at sürmen beni toza dumana boğdu.

Can gül bahçesinde at süredur... can gül bahçesinden gülüm var benim.

 

Bizim zevkimize, neşemize vehim bile yol bulamaz... şu gülüp durma bize perdedir.

îç âlemde kıpkızıl yüzlerce yüzümüz var. görünüşteyse yüzümüz sararmış solmuş.

A köyün şaşısı, şu iki dünya sence çifttir ama bizce tek.

A istek eri, senin kılavuzluğunla her yol başında bir erimiz var bizim.

Sus da şöhret kazanmanı arama. senin esenliğin bize derttir çünkü.

XIII

Hîk-i dil-i mâ meşk-i ten-i mâ

Hoş nâz-keşon her poşt-i seka

Gönül tulumumuz, beden kırbamızdır. nazlana nazlana sakanın sırtına yüklenmiş.

Karnımızı can çeşmesinden doldurdu gitti. gel a susuz, gel diyor.

Saka gizli, tulum meydanda. fakat saka

tulumdan ayrılmaz ki.

Bayrağın üstündeki arslan resmi oynarsa, oynayışı ancak havadandır.

Gözlerden ırağım, sen işimi seyret... seyret de koku, ödağacına tanıklık etsin.

Can senin kokunu yeter bulmaz a can kaynağı, a razılık gözü.

XIV

Hele ey keyâ nefesî beyâ

Der-i eyşrâ sere bergoşâ

Hele a ulu er, bir soluk gel de zevk, neşe kapısını açıver gitsin:

Şu filân ne oldu, bu feşman ne hale geldi? Bu o lay larla hiçbir işimiz yok bizim.

Hiç kimse onun saçlarının ucunu bırakmaz. hiçbir gönül böyle bir yüzden vazgeçmez.

Hiçbir kimse iyilikten, hoşluktan kalkıp da yolculuğa düşmez. hiçbir can böylesine bir

saraydan kalkıp bir başka yere gitmez.

Bütün bunları bırak da o kadehi sun... çünkü sizin kereminizi duymuşum ben.

Sun o kadehi de gönlüme kol kanat kesilsin. gönlüm, bulunduğunuz yere doğru havalanıp uçsun.

Şu soluğu kes; sus; gönlü konuşturma. gönlümüz de sana feda olsun, canımız da.

— B —

Metin Kutusu: semâ’l-veddi min gayri
Metin Kutusu: yehtedî nahva’s-semâi’n-

Merdivensiz olarak sevgi göğüne yüceldik... belâlar göğüne bir yol gösteren var mı ki?

Dünya varlığının karanlığı, sevgimizin ışığına yücelebilir mi? Sevgimiz iki dünyayı da aşmıştır; şaşılacak bir şey bu.

Günler bedenlerimizi ayırsa bile, and olsun Allah’a, gönül yanınızdan yitip gitmez.

Dostlarımın göçüp gitmeleri gönlüme ağır gelse de, gönlüm yeğin olarak onlara doğru göçüp gider, akar durur.

Canımdan, gönlümden esenlikler size. ben tıpkı gönlüme benzerim; y ahut da esenlik verişim gelen dostadır benim.

Gönül bir suç sayılan sevginize nasıl tövbe edebilir ki, sizden başkasından tövbe edip durmaktadır şu gönlüm.

Bu söz, sünepe karıya tapmada aşırı gidene cevap... kocayı da görüyorum, üstüne tilkiler siymede.

* Nasîreddin’e cevap vermek, üstünlük de değil hani; öylesine bir sevgi görmedeyim ki onun da üstüne tavşanlar siymede.38]

XVI

Emsî ve asbıhu bi’l-cavâ etauzzabu

Kalbî alâ nâri’l hevâ yatakallabu

Aşkla azaplanarak, aşk tadını tadarak sabah etmedeyim, akşam etmede. gönlüm sevgi ateşinin üstünde dönüp durmada, kıvranıp y anmada.

Beni arıtmak, terbiye etmek ümidiyle kendinden ay ırırsan şunu bil ki ben sensiz ne arınırım, ne düzgün bir hale gelirim.

 

Ne diye kalbin katılaştı; ne vakte dek sürecek bu? Ne vakte dek düştüğüm bir hal yüzünden ağlayıp duracağım ben?

Size kurban olayım diyorum ya sevgimden; kurban olursam sizinle dirilirim; sizin kurbanınız diye ad takarlar bana.

Teselli ederek sabretmemi buyurdunuz ama aşkımı hesaplayamıyorsunuz; o çeşit aşk değil ki bu sabredebileyim?

Bir gecenin bir bölümcüğünde bile yaşayamam; her gün size kavuşmayı gözlemesem ölür giderim ben.

Gizli-açık tövbe edip duruyorum... suçluyum, efendime karşı kötü işler işledim ben.

Tebriz, efendim Şemseddin’in yüzünden ululanmıştır; bense derdiğim, yediğim meyveler, içtiğim sular yüzünden kan ağlamaktayım.]39]

XVII

Hum saddû hum atabû ıtâben mâ lehû

 

sebebu

Ten-o dil-i mâ musehher-i o ki mînepered be coz ber u

Bize kastettiler, bizi azarladılar; hem de hiç sebepsiz... bedenimiz de onun kanadından başka bir kanatla uçamaz, canımız da.

Beni hasta etmekten başka bir şey dilemiyor; fakat ne dilerse odur güzel olan bence. acaba onun halinden, onun gamından, onun yüceliğinden, onun ışığından kim haber verecek bana?

Bana surat asınca zevkten erir giderim; bir de neşelendirse, tatlı yüz gösterse ne hallere girerim acaba? Gamı bile beni diriltirse, bana bakar, beni gözetirse neler olurum ben?

Bizi aradılar, istediler mi, ne korku kalır bizde, ne ürküntü; fakat bizden kaçıp giderlerse ne zevkimiz kalır, ne neşemiz. ama bunu elde edemeyen kişi, iki dünyada da ne hale düşer acaba?

Toplumlar gördüm; onunla dincelmişler; ne

kadehleri var, ne üzümleri... şeker yersen boşuna değil bu; çünkü şeker de onun tatlı dudaklarından şekerler tatmada.

Gönüllerimiz onunla şaşılacak mı şaşılacak şey lerle doldu. seher çağı onun yüzünden bir eser; gece onun amber gibi simsiyah saçlarından bir soluk.

Ben de sustum, onlar da sustu; ne arıyorlar, ne yoruyorlar. ondan haber verenden haber aldım ben; artık başka haber gerekmez bana.

Görünmediler mi gamlara dalarım; y aklaştılar mı ne de neşelenirim ya. kapımı çalar, hiçbir şeyi gizlemez; zâti kimse ondan bir sır elde edemez ki.40]

Du çeşm-i âhovâneş şîr-gîrest

K’ez o ber men revan bârân-ı tîrest

Ceylan gözüne benzeyen gözleri arslanları bile avlamada... ondan bir ok yağmurudur üstüme yağmada.

Yay kaşlarıyla oka benzeyen kirpikleri, onun cana bey olduğuna, cana buyruk yürüttüğüne tanıktır.

Kokusu miskten de güzel, amberden de. bu yüzden karmakarışık saçları gibi darmadağınım ben de.

Gönül tutsak olmuş, zincir saçlarına bağlanmış da şu can o yüzden o ikiye ayrılmış saçların arasında kıvranıp durmadadır.

Sen o selvi boylumuza benziyorsun deme. güzellikte bizim ay yüzlümüze bir benzer y oktur.

Baş önce pek değersiz bir şeydir ama gene de ben başımı onun önüne attım gitti.

Padişahın yüzünün hayaline secde et... padişahın hayali, gerçeğin veziridir.

— H —

XIX

Yâ râhiben unzur ila’l-mısbâhi

Mutaşa’şıan va’staın an ısbâhi

A keşiş, parıl parıl parlayan çerağa bak da sabahların ışımasını an.

Lâtiflikte son dereceye varan şu şaraba bak; letafetiyle akılları tutsak etmiş gitmiş.

Güneş nasıl yıldızları gözden silerse, bu şarap da ışığıyla akılları silmiş, yok etmiş,

Gerçekçe duruşmak, gönül alçaklığıyla şarabımıza secde etmede; şakacılığımı arttıran şaraptan Hakk’a sığınmada.

Şakacılar da yok olmuş, şarap içenler de; ister sarhoş, ister ayık... hayır yok onlarda.

Akıl, zamanı da ç arp ar, bir başka şekle sokar, zamandakileri de. çekinin adamı çarpan akıllıdan.

Şarap, sarho şluğuma                kanatlardır sanki.

 

sarhoşları yüzmeden denizden geçirir gider.

Bu şarap ne doğudadır, ne batıda... misk gibi burcu burcu kokan bir küpten geliyor bu.

Dertleri giderir ama bu gideriş gaflet vererek değildir; akılları çoğaltır; fikirlere yüklü eder de y ardımı dokunur.

Kokusuyla, esintisiyle gözleri açar; incileri esritir de alımlarla bezer onları.

Hepsi de sarhoş olur, padişahımızın, padişahlar padişahının kapısına yüz tutar; hepsinin de canları bir yel kesilir.

O, can gözlerini açar, görüş ıssı efendim Şemseddin’dir; onun, o yücelikler, ululuklar ıssının sayesine sığındık.

O neşeler veren, parıl parıl p arlay an güzelim şarabından sunun, Tebriz’den o şarabı getirin, sunun bize.-t41]

Goftem ki ey con hod con çi bâşed

Ey derd-o dermon dermon çi bâşed

A benim canım dedim; fakat can dediğin de nedir ki? A benim derdim, a benim dermanım, derman da ne oluyor ki?

Yüzlerce canı, yüzlerce gönlü sana kurban etmek isterim; fakat kurbanın ne değeri var sence?

A yüzünün ışığı, a mahallesinden gelen koku imanın sırrı olan güzel; fakat iman da nedir ki?

Bir dükkânı bizden üstün tuttun dedin; bir suçsuza bu bühtan da ne?

Devlet, ikbal, sana karşı secde ediyor; a gülen b aht; gülen demek de ne?

A benim canım, arıklara aç kapıyı; kapıcının inadına aç; kim oluyor kapıcı?

Sûfî, sende o yok buyurdu; bâri bir sor, o

dediği nedir ki?

Yüzünün güzelliği varken lûtfu kim arar, ihsanı kim umar? Senin güzelliğine karşı lûtuf nedir, ihsan ne?

Sen bir arslansın, bizse düzen heybesiyiz; arslanlara karşı heybe de nedir ki?

Gözümüzün önünden perdeyi kaldır; kaldır da kör olsun şeytan... şeytan dediğin kim oluyor ki?

Nice kişiler var, sevgilinin yüzünden sarhoş olmuş gitmişler; ekmek nedir, hiç mi hiç bilmezler.

XXI

Dil-i men ki bâşed ki turâ nebâşed

Ten-i men ki bâşed ki fenâ nebâşed

Benim gönlüm kim oluyor ki senin olmasın? Bedenim de ne oluyor ki yok olup gitmesin?

Tut ki gökyüzü benim oldu; Ay’ı elde ettim.

ikisinde de ışık olmadıktan sonra neye yarar ki?

Cennetin içinde olayım, nimetlere kavuşayım... işkenceler çektikten, senin yüzünü görmedikten sonra cennet nedir, nimet ne?

Suça, cefaya sen özür getirdikten sonra cefalar, tutalım vefa olmamış, ne çıkar?

Yanlış yapılan iş yüzünden sen azarlamaya başlarsan, canla gönül yanlış işe girişmez de ne yapar?

İki bin defterlik ders versem bir arılık duruluk, bir zevk, safâ olmadıktan sonra usanmaz, bıkmaz mıy ım dersin?

Seher yeli olmadıktan sonra ne bir yasemin güler, ne bir ağaç oynar, ne de bir yeşillik biter, yeşerir, kokar.

Yoksulluğa düşürdün de çırçıplak soydun ama kaftanı yokmuş, Ay’a ne gam?

Ne şaşılacak şeydir ki bilgisiz, gönüle aldırış bile etmez. ama herkes de bey, padişah olamaz ya.

 

Keremi, bütün suçluları kapısına çağırır... sıra sana da geldi mi, kötülüğüne bakmazlar.

Bırak canı, vazgeç gökyüzündeki Ay’dan. and olsun Tanrı’ya, hiçbir şey Tanrı’ya benzemez.

Yokluğun ezeceği başı ne yapacaksın; senin olmayan altınla ne işin var?

Bütün gün, gel sevgilim der durursun; durup kalmay an, solup dökülen gülü ne yapacaksın?

A can, sevgilinin belâsından kaçma. belâ olmayınca ham kalırsın sen.

Ne güzel, ne hoş geçer o Ay’la geceler. öyle bir Ay’dır o ki tüm yüzdür, ardı yoktur.

Ne ho ştur o padişah ki kul köle kesilir. ne güzeldir o sevgili ki hiç ayrılmaz do stundan.

A beden, sen sus da gönlüm söylesin. çünkü gönlün sözünde ne ben vardır, ne biz.

XXII

 

Torfa germâbe-bânî k’o zi helvet berâyed

Nekş-i germâbe yek yek der sucûd enderâyed

Ne tuhaf hamamcı; halvetten çıkar, görünür de hamamdaki resimler bir bir ona karşı secdeye kapanırlar.

Donmuş, buz kesmiş resimler, hiçbir şeyden haberleri yokken, hepsi de ölüyken onun gözlerinin ışığı vurdu mu, hepsinin de gözleri nerkise döner.

Kulakları onun kulakları yüzünden masalları duymaya başlar; gözleri onun gözleri yüzünden görüşe kavuşur.

Bir de bakarsın ki, hamamdaki resimlerin her biri zaman zaman kızıl şarap içmiş gibi sarho ş olmuş, oyuna koyulmuş gitmiş.

Hamamın içi onların sesleriyle, naralarıyla dolar... onların hay-huyundan, onların gürültüsünden hamam mahşer y erine döner.

Resimler birbirlerini kendilerine çağırmaya

başlarlar... bir resim o bucakta güler durur; öbürü buna doğru gelir.

Resimler arayıp tarama yüzünden şana, şevkete kavuşurlar ama hiçbir resim hamamcıyı bulamaz.

Hepsi de darmadağın olur; hepsinin de önünde, ardında o vardır. hepsi de can padişahını bilip tanımadan ordunun bulunduğu yere dek gelir.

Gül bahçesine benzeyen her gönül, onun yüzünün ışığıyla güllerle dolar. Her yoksulun eteği onun avcuy la altınlara kavuşur.

Zembilini uzat ona da varlığıyla doldursun. doldursun da yoksulluk zembiline Sencer bile hasret çeksin.

O Ay bir soluk sarhoş bir halde meclise geliverirse, kadı da azdan, çoktan kurtulur gider, dâvacı da.

O minbere çıktı mı, şarap meyhaney e döner; ölü, sarhoş olur gider; ağaçsa Hannâne direği kesilir.

 

O, bir gözden yitti mi, resimler gene donarlar, buz kesilirler... gözleri görmez olur; kulakları sağırlaşır.

Fakat gene bir yüz gösterdi mi, gözleri açılır; bağ bahçe kuşlarla dolar; çayır çimen yeşerir gider.

Yürü, gül bahçesine git de dostları seyret, masalları duy. bu sözlerin ardından da can gelir, görüp seyrettiklerini yorar sana.

Apaçık görünen şeyler, nasıl söylenebilir a dostum; hokkaya b anar ama kalem nasıl yazabilir onları?

XXIII

Yâr-ı merâ ârız-o izâr ne in bûd

Bâg-ı merâ nehl-o berk-o bâr ne in bûd

Sevgilimin yüzü, yanağı böyle değildi. bağımdaki bahçemdeki fidanların yaprakları, meyveleri bu çeşit değildi.

İleri gelenler de, ayaktakımı da sözlerinden

dönmüşler. bu ülke halkının töresi bu değildi.

Can, şu sarp, şu korkunç derin mağaraya neden düşmüş? Mağara dostunun gelip yetişmesi böyle değildi; onun ahdi, peymanı bu değildi.

Sayıya sığmaz gam seli, yükümü de aldı, götürdü, eşeğimi de. benim cefalarımı çeken d o sttan umduğum bu değildi.

O sevgili benim için nasıl bir tencere kaynatmada? İşi gücü pişkin beyin bize vergisi bu değildi.

Tuzağı gizledi de yemi önüme döktü. kinini gizledi; bu değildi açığa vurduğu.

* Bana öğüt veren, ters öğüt verdi de yolumu az ıttı benim; oy saki danışılan kişinin emin olması gerekti; bu değildi gereken.

Zevk safâ çayırlığında ağlayıp inleyiş dikeni bitti, açıldı. o tanınmış ilkbahar, bunu bitirmezdi.

Hırsızım şahne kesildi de iki elimi de bağladı;

padişahın koruyuculuğu da bu değildi, adaleti de.

Mühlet vermedin ki özrümü söyleyeyim... dağ gibi oturamaklı huydan bu umulmazdı.

Katı sözlerinden kan kokusu duyuyorum; miskler y ağdıran göbeğinin kokusu bu değildi.

O tatlı dudaklarının tadı, lûtfu bu olmadığı gibi benim kulağımın küpesi de bu küpe değildi.

Bu yapraklar döken samyeli, ne biçim bir yel? O çınarın altında verdiğin söz bu değildi senin.

Küçük bir suçun gamıyla kocaldım gitti; o büyüklerin övüncünün huyu husu bu değildi.

Bu ne biçim hesap; bu nasıl azap? Ben hesabımı böyle vehmetmiyordum; böyle saymıyordum.

Ne yolum buydu, ne konaklarım bu konaklar. o gemi, yuları güzel esrik deve de bu çeşit bir deve değildi.

Padişaha varayım da kapısında kalpazanın düzeninden şikâyetlerde bulunayım; benim

geçer akçe olan o altınım bu değildi.

Padişah denize benzer, haznesi de tüm inci... fakat padişahımın haznedarı bu değildi ki.

Yeter artık; bu saçıların hepsi de şikâyet; benim pek çok şükürler eden, şükürler edilen padişahımın avı bu değildi.

— R —

Dî seherî bergozerî goft merâ yâr

Şîfte-vo bîheberî çend ezin kâr

Sevgili dün seher çağında, bir yol uğrağında bana dedi ki: Kendinden geçmişsin, hiçbir şeyden haberin yok; niceye bir sürecek bu iş?

Benim yüzüme gül bile haset ediyor; sense tutmuşsun, bir diken isteğiyle ciğerini kanlarla dopdolu bir hale getirmişsin.

A karşısında selvinin bir fidancağız kesildiği dost dedim, a yüzüne karşı gökyüzü mumunun, güneşin bile karardığı sevgili.

Gökyüzüyle yeryüzü bile dedim, sana karşı altüst olmuş... senin kucağındayken hiçbir şey bana yük olmazsa, şaşılmaz buna.

Canın da benim dedi, gönlün de ben; ne diye şaşırıy orsun? Sus, soluk bile alma; gümüşe benzeyen göğsüme dayan; ağla, inle.

Dedim ki: Gönülden de huzuru, kararı aldın, candan da... ne huzurum kaldı, ne kararım. Bunu duyunca birden dedi ki:

Sen benim denizimin bir katresisin, daha fazla ne diye söylenip duruyorsun? Dal denizime de sedef gibi canın incilerle dolsun gitsin.

— D —

XXV

Şerh dehem men ki şeb ez çi siyeh dil boved

Her ki hored hon-ı helk zişt-o siyeh-dil şeved

Gecenin gönlü neden kararır, anlatayım: Halkın kanını içenin gönlü kararır, kendisi kötüleşir, çirkinleşir gider.

Şu gece de zulümle âşıkların ciğerlerini yer de zulmün karartısının dumanı gecenin gönlüne vurur, karartır onu.

Geceyi bağlayan da sensin; onu zulümden kurtar... bir gece yarısı gökyüzüne çık da gözetleyerek vur yolunu.

Sensiz şu geniş dünya mezara dönüyor. lûtfet de gece de zulmetmekten kurtulsun, biz de karanlıklardan kurtulalım.

Senden bir birlik ışığı ışıdı, vurdu mu, gece aydın olur, cehennem cennet kesilir, gül bahçesi

olur gider.

Gökyüzünün göğsünün maviliği, morluğu, benim göğsümün ışığının vuruşundan meydana gelir. gönül kanımın yudumu şafaklara varır, ulaşır.

Hiçbir şeye aldırmazdım; gönlüm hoştu; sarhoştum; başım dikti... gam Ebû Leheb’i boynuma hurma lifinden bir ip taktı, bağladı beni.

Senin gam okların uçup geliyor; biz de gökyüzünün amacıyız sanki. can gamın peşine düşmüş, koşup duruyor; gamı çekiyor canı çünkü.

Canım arı duru ama senin lûtfunun tortusuyla arınmış. lûtfun, canın başında ebedî olsun.

Senin koruma kervanın korudu onu. yoksa yolda yol kesicilerin sayısı, kavimlerin say ısından da çoktu.

Neşen, gamın başına yüzlerce tekme vurmada; bunun korkusuyla gam kuşu da başını çerçöp içine çekmiş, gizlenmiş.

 

Sol gözüm seğiriyor, kolumun siniri atıyor... belki de canım, heves tencerelerinde bir şeyler pişirmede.

Can, gül fidanları gibi goncalara gebe kalmış. henüz çocuk olan goncaya seher yelleri esip durmada.

Tez, goncaların ağızları gibi ağzımı kapat. çünkü böyle bir lokma yedi; şimdi de dilini ısırmada.42]

Berdeh on cam-ı meyrâ sâkıyâ bâr-ı deger

Nîst der dîn-o dunyâ hemçu tu yâr-ı deger

Sâkî, bir kere daha doldur o şarap kadehini; dünyada da senin gibi bir başka dost yoktur, âhirette de.

Senin yüzünü seyretmekten başka bir işe koyulmayı, başka bir hünere sahip olmayı tarikatte küfür bil, hakikatte bilgisizlik.

Sen yüzünü gösterdin, aklı da, imanı da kaptın ya... Can Mansûr’una artık her taraf bir başka darağacı kesildi.

Can senin yüzünden deli divane oldu; gönül deniz kesildi. artık gönül nasıl olur da bir başka sevgiliye döner de bakar?

Yüzünün Bağdat’ından, yahut civarındaki hoşluk, güzellik yurdundan başka, feleğin hiçbir

dileği, isteği yoktur.

Erlerin meyhanesinde can kadehi dönmede... onlara benzer hiçbir sarhoş yok mu yok.

Yüce bir himmet ıssı ol; çünkü o hiçbir şeye aldırmayan sevgilinin dünyadan başka da bir ambarı var.

Birazcık at sürer, yelersen, bu yolda birazcık y ürür, yol alırsan bilirsin, anlarsın ki bu bağlardan, bu gül bahçelerinden başka bağlar, başka gül bahçeleri de var.

Biraz ayak dirersen başını kurtarır, esenliğe eresin. sarığın gider ama onun y erine altmış tane sarık al.

Gönül ansızın o tanınmış otağa götürdü beni. ben tutuldum gitti ya, gönül de bir başka şekilde tutuldu gitti.

Gündüzün özür getirirsin ama gece olunca da uykunun başını kaşırsın. ayağımıza her solukta bir başka diken batmada, böyle ne olacak bu?

Sanat ıssının aşkıyla geçmeyen ömür, yitmiş

gitmiştir. tarikatta başka işi boş bil, başka sözü herze say.

Baht da budur, devlet de bu. zevk de budur, yaşayış da bu. bu aşktan, bu sevdadan başka bir alışveriş, başka bir kâr nerde?

Ona, gönlümü aldın da nerelere tapşırdın dedim. hay ır dedi, ben almadım, bir başka yankesici çaldı.

Ona dedim ki: Korkuyorum ben, bir de gönülden sorayım da o söylesin. bir başka şüphe, bir başka inkâr edilecek şey kalmasın.

Doğru söyle ey can; incitme âşıkları. gönül çalanların içinde senden başka gönlü ele alıp sıkan nerde?

Gelip geçici olgunluklara benzeyen bu istekler vardır onlarda. bu yüzden de her solukta bir başka lûtufta, bir başka bağışta bulunurlar.

Derken bir başka aşk, başka bir yol yordam gerekmezse o olgunluklarla tutar da dünyayı bezer.

 

Deniz bu yüzden coşar, köpürür; kuş bu yüzden öter, şakır... hepsinin de dileği, her solukta şu tuzağa bir başka avın düşmesidir.

Tanrı şu dünyayı gizli bir define gibi meydana çıkarınca, sevdalarla dolu olan her baş bir başka şey belirtti düny ada.

Nerde bir güzel varsa gece gündüz kararsızdır; kendi güzelliğine yepyeni bir alıcı arar durur.

Nerde bir ay yüzlü, nerde bir misk kokulu varsa, müşteri gibi kendine, ağ lay ıp inley en bir âşık aramaya koyulur.

Şu solukta onun sarhoşuyum; bir başka gün şu terütaze perdeden sana başka sırlar söyleyeyim.

Yeter, davulu az çal. çünkü bu bağda, bu gül bahçesinde senin davulunun yanı başında y irmi tane başka tagar var.43]

XXVII

Hadaa’l-beşîru bışâreten yâ cârû

Dehişe’l-fuâdu bi mâ hadâhu va hârû

 

A komşu, müjdeci, bir müjdelik verdi; o müjdeyi duyunca gönüller kendinden geçti; yandı, tutuştu.

Size yakın çadırların, evlerin yakınında, ansızın gelen müjdecinin ağzından Tanrı sesini duydular.

Yüzü karanlıklara Ay kesilen o güzel, hayalinin çevresinde âşıkların dönüp dolaştığı o kerem sahibi yaklaştı diyordu.

Müjdecinin çevresine halka oldular, karşıladılar onu... hepsi de müjdeciye secde ettiler; ziyaret ettiler onu.

Belâ yatıştıktan sonra gönüller de yatıştı; ondan baht elbiseleri giyindiler de yürüdüler gittiler.44]

XXVIII

Merertu bi durrin fî hevâhu bıhâru Ra’avhu budûrun fî’d-delâlî ve hârû

Bir inciye uğradım; denizler havasına

kapılmıştı... onu, dolunaylar, cilvelenirken gördüler de şaşırıp kaldılar.

Bir su gördüm ki can onunla, onun, o suyun aşkıyla arınmak diler; o su ateş değildir.

Aşkın öylesine bir ışığı vardır ki güneşte ona benzer bir ışık yoktur. âşıklara kılavuz olur da y ürütür onları bu ışık.

Sevgi gelini bir dolunaydır; karanlıklarda parıl parıl parlar? Âşıkların kanları mahmurluk vermiştir ona.

Sevgiyi elde etmek için dünyaya yüz çevirdim; ülkemden başka bir ülke ışıdı; göründü bana.

Atlılar gördüm, binekleri yaralanmıştı; giderlerken pek ivmedeydi onlar.

Nereye gidiyorsunuz böyle dedim; sevgi diyarına dediler; dediler ki: O ülkeden kaçan helâk olur gider.

Buna kesin bir delil istersen Tebriz denen şehre git; orası ziy aret edilecek bir şehirdir.

Aşk ehli, o şehrin topraklarından kokular alır;

can için de orda ziynetler, bilezikler vardır.

Kapkara bir gece gibi gider, onun havasına girersin; derken neşelenmiş bir halde gündüze döner, geri gelirsin.45]

Ş

Âyineem men âyineem men tâ ki bedîdem rûy-ı çu mâheş

Çeşm-i cihânem çeşm-i cihânem tâ ki bedîdem çeşm-i seyâheş

Ay’a benzeyen yüzünü göreli aynayım ben, aynayım... Kara gözlerini göreli âlemin gözüyüm ben, âlemin gözü.

* Askeri, ordusu Cudi Dağı’nın tepesinde görüleli, gökyüzü de Me’vâ cenneti oldu, yeryüzü de. gökyüzü de canlara esenlik yurdu kesildi, yeryüzü de.

Devlet           yıldızının, adaletin,                  yardımınla

başarının       beli dinceldi, beli                    güçlendi.

dayanağı, sığınağı sen olduktan sonra kişi nasıl padişah olmaz, nasıl padişah olmaz?

Senden bahar yağmurlarını emen, senin suyunu çeken çorak yerin, kurak yerin çayırı çimeni her yerden daha da yeşil olur, daha da

yeşil.

Ay yüzün dün gece rehin olarak Ay’a da ışık vermedeydi, yıldıza da... kara saçları da gökyüzündeki Ay’ı rehin almadaydı.

Kardeş, şu deli gönül, zincirlerini oynatmaya başladı, zincirlerini oynatmaya. nasıl coşup köpürmez şu deli gönül, nasıl coşup köpürmez? Aybaşı geldi.

Sus artık ey can, sus artık. Kutlu günün geldi çattı. Kimdir kutlu, kimdir? Erkenden seni gören, seni seyreden.

XXX

Ey sek-i kessâb-ı hecr hon-ı merâ hoş belîs

Z’on ki neyerzed konon hon-ı rehî yek lekîs

A ayrılık kasabının köpeği, yala kanımı bir hoşça... çünkü şimdi böylesine bir kulun kanı bir pula bile değmez.

İki dünyanın gizli definesi senin yüzüne karşı bir arpa değerindedir. böyle değersiz bir pula, bu istenen baç pek yersizdir a gönül.

Hem o güzeli sevmek, hem de şundan bundan korkmak; olamaz bu. bir soluk ıssı ol, bir renge boyan a âşık; ondan sonra da dire ayağını.

A şekerkamışına dönmüş gönül, onun tuzunu acı bul; Kevser havuzundan su içme; kapısının toprağını yala.

Yazı levhasını tez yu şu kâf’la nun’un ebcedinden. ondan sonra da a gönül, var onun

noktaya benzer benini yaz o levhaya.

A dalgalanan, coşup köpüren haset, sen bir kapkara denizsin... Kara topraktan yapılmış bir kerpiçsin; cehnnem suyuyla ıslanagör.

Tanrı ve din Şems’i, kılıcını kından sıyırdı. ey iğ ören akıl; artık hayal ipini ör, yumak et gitsin.

XXXI

Yâr-ı menest o meberîdeş cân-ı menest o mekeşîdeş

Corm nedâred mezenîdeş bî gonehest o megezîdeş

Benim sevgilimdir o, ayırmayın onu benden. benim canımdır, çekmeyin onu. suçu y oktur, dövmeyin; günahsızdır, bir şey yapmayın ona, incitmeyin.

Kimin nesidir o, bir haber ver; gönlümüze doğru gel, bir uğra bize. Vakti geldi çattı, bir hüner göster; elimi tut, beline dola.

 

Sarhoşlar gibi cilveler ediyorsun; kapıyı çalıyoruz, açmıyorsun... Gizli bir kapıdan giriyorsun eve; senin evin nerede; sen nerdesin?

Sırça gönlü sen kırdın; geceleri uykumu sen bağladın. sen eldesin ya; yürü git de uykuya; değil mi ki burdasın, sana el atarım elbet.

Bir şey sorarsam dudağını ısırır; fakat ben ısırmadan, ısırılmadan korkmam ki. Tüm canım ben, beden değilim; şu varlığım tümden can kesilmiştir.

Gönlümü ağır, çirkin kişilere vermem; hararetimi hiç soğutmam. Güz değilim ben, baharım; kış mevsimi hiç uğramaz bana.

Kim bu ayrana düşerse iyiden de vazgeçer, kötüden de. ne varsa, ne yoksa hepsi de gönlüne düşer; iki dünyadan da haberdar olur gider.

Dün gece bir rüya gördüm; başsız-ayaksız koşadurdum. hem sâkînin dudağını ısırdım; hem ölümsüzlük şarabını tattım.

Can aynasını satın aldım; sevgiliyi seyre

daldım... aynadan da vazgeçtim, sevgiliden de; bütün varlıktan kaçtım gitti.

Bir put ki puthaneye sığmıyor; bir şarap ki meyhaneye sığmıyor; bir saç ki tarağa gelmiyor; bir şey ki yabancının gönlüne girmiyor da girmiyor.46]

— K —

XXXII

Cûdu’ş-şumusı ala’l-varâ ışrâku
Va varâahâ nûu’l-hevâ berrâku

Bütün yaratıkların üstüne doğmuş olan o güneşlerin cömertlikleri âlemi kaplamış... o güneşlerin ardında da berrak bir hava var.

Sevgi ışıklarının ardında da benim bir efendim var ki ışığıyla her yan ışımış gitmiş.

Âşıklar özlemlerinde ne de temizdirler; aşk da onları özler durur.

Âşıklar aşka girişirler; fakat onun güneşi doğdu mu, gözler kamaşır, diller tutulur.

Bir çağrıcı seslenir âşıklarına, çağırır onları; sese doğru yola koyulurlar; o ses yürütür onları.

Onları gördüler mi de öylesine bir sarhoş o lurlar ki artık ayılacaklarını, kendilerine geleceklerini hiç sanma.

Onun y anaklarının ışığını anlamak istersen,

arıklığım, yüzümün sarılığı bunu sana gerçek olarak anlatır.47]

— L —

XXXIII

Keçkinen oglan hey bize kelkil

Dagdan in dagdan hey keze kelkil

Geçip giden oğlan, hey... sen bize gelgil, sen bize gelgil. Dağdan in, dağdan. hey, gezegelgil.

Aybeyi de sensin, gün beyi de sen. tatsız tuzsuz gelme; tatlı tatlı gelgil.48]

XXXIV

Lezze li hubbî min harakâtî

Ersele kenzen li’s-sadakaatî

Sevgim, oynayışlarımdan tat aldı; sadakalar vermem için bir define yolladı bana... canım dil sürçmelerinden kurtuldu; gönlüm karmakarışıktı; azat etti onu.

Oraya aksaya topallaya gittim; fincan fincan şerbet içtim. orda şuh bir topluluk gördüm; hepsi de sağrakla şarap içmişti; hepsi de şaşırmış kalmıştı.

Şekle bürünmüş aşksın, haznelere sahipsin. dünyanın şuhusun, rintsin, yol kesensin. can ateşine taşsın, demirsin; âşık olmayanın yol sakalını.

A bize acıyan, aşkımız, feryadımız senden; a bizi korkutan; yardım et bize. yüceler yücesi, ulular ulusu geldi bize; dolunaylara dolunay kesilen, kucağımızda geceledi bizim.

 

* A lanetlenmiş eşek, eşek kuyruğusun sen; ne uzadın, ne kısaldın... gönlümle canım, senin eğriliğinden, senin düzeninden yaralanmış, kanlar içinde kalmış.

Sabahım ışıdı, halim güzelleşti, baharım geldi, güney yellerim esti. arı duru suyum dallarımı meyvelerle doldurdu; buluşma, kavuşma şarabı gönlümü sarhoş etti gitti.49]

— M —

XXXV

Mîgirîzî ez mâ mâ kıvâmeş dârim Zen-zenâneş ârîm keş-keşâneş ârîm

O bizden kaçıyor ama onu yakalarız; vura döve, çeke sürüye getiririz buraya.

O güzel, güllere, süsenlere gitmede... sanki bizi gör, o gül bahçesindeniz biz diyor.

Bütün düzenbazlığıyla gene de gönül almada. onun o alnına dökülen büklüm büklüm saçlarına and olsun, biz de hepimiz düzenbazız.

Gönlümüzün düğümünü çözelim; ondan bir öpücük çalalım; çalalım da boş lâf etmediğimizi anlasın.

Aklımız fikrimiz yıldıza dönmüş; sevgilimizse bir güneş. bu yüzden her sabah o sevgili öldürüp gidiyor bizi.

Yarın derse, bizi aldatmaya, kandırmaya

çalışırsa, peşini bırakmayalım, veresiyeye kanmayalım; ayak direyelim.

Denizi mercanlarla dolu; muhtaç olanların içip kandıkları bir deniz... bedenimizde can oldukça bu inançdayız, bunu söyler dururuz biz.

Ne buyurursan buyruğunla dinimizi, aklımızı arttırırsın. hadi, buyur, kuluz köleyiz, sana av olmuş gitmişiz biz.

A güzelim, dudakların şeker mi şeker; saçların amber mi amber. Bizim sandığımızdan daha da tatlısın sen.

Kervanbaşı, yaralı gönüllerin hatırı için biraz daha y avaş sür. hatırımıza riay et et; işte şu k atard ay ız biz.

Şu ormanlıkta sarhoşlara acı. arslana benzemeyiz ama sırtlan da değiliz hani.

Hadi sus, çünkü o ay yüzlü, o nazik huylu padişah, biz sırları açtıkça sırları örter, saklar.

Sus da o söylesin, o her haberi vereni yaratan sırları açsın. biz henüz hamlık yüzünden

yoldan yordamdan pek uzağız.

XXXVI

Geçkinen oglan odaya kelkil

Yol bulamazsan dag-daga kelkil

A geçip giden oğlan, odaya gelgil... yolu bulamazsan dağdan dağa gezerek gelgil.

A sarhoşların başı, a devlet ıssı padişah. a gönüle de, âşıka da keremler eden, gönlü de, âşıkı da esirgeyen.

Yazıda bulduğun o çiçeği kimseye verme; düşmanına vergil.

Seni tutar, çekerlerse zinciri seyret. Tanrı çekişi, sana devlet vermiştir, seni ikbale ulaştırmıştır.

Bunun da bir sırrı var, anlamsız olamaz. halden hale dönen şeyi elbette bir döndüren var.50]

 

XXXVII

Düş mîgoft cânem k’ey sepehr-i muezzem

Bes muellek zenânî şu’lehâ ender şikem

Dün gece canım, gökyüzüne diyordu ki: A pek büyük gökyüzü, ne de çok takla atmadasın; karnında ne de çok yalımlar var.

Suçsuz, günahsız, sonu gelmez bir dönüşe girişmişsin; şikâyetler ediyorsun; mavi yas elbiseleri giymişsin.

Kimi hoşsun, kimi değil; Halil gibi ateşler içindesin... Edhemoğlu İbrahim gibi hem padişahsın, hem yoksula dönmüşsün.

Görünüşte korkunçsun, oklar, yaralarsın adamı; fakat içyüzden de dertlisin; değirmen gibi dönersin, alaca yılan gibi kıvranır durursun.

Kutlu gökyüzü dedi ki: O kişiden nasıl korkmam ben ki düny a cennetini cehenneme

döndürüverir.

Toprak avcunda bir muma döner; o toprağı Zenci şekline kor, Rum ülkesi halkı gibi güzel birini yaratır o topraktan; doğan yapar, baykuş yapar, şeker haline getirir, zehir eder gider.

A dostum, o gizlidir de kendisi gizli kalsın diye bizi böyle apaçık ortaya atmıştır.

Denize benzeyen şu dünya nasıl olur da saman altında gizlenir? Saman da, çerçöp de oynar durur; aşağıda da dalgalar kabarıp köpürür, yukarıda da.

Topraktan yaratılmış bedenin, suya benzeyen canının üstündedir... can, düğünde de bedeni duvak o larak kullanır, y asta da.

Duvak altında bir yeni gelin; sert huylu, ters. dünyanın iyisiyle de alay ediyor, kötüsüyle de.

Toprak onun yüzünden yeşermiş, çayır çimen olmuş; gökyüzü onun yüzünden kararsız bir hale gelmiş. her yanda onun yüzünden bütün kötülüklerden kurtulmuş bir bahtı yaver var.

 

Akıl ondan tam bir inanç istemede; sabır ondan yardım beklemede... aşk onun yüzünden gizli şeyleri bilmede; toprak onun yüzünden insan şekline girmede.

Yel esip aramada; sular el yumada... Bizse Mesîh’çesine konuşmadayız; toprak da Meryem gibi susmuş kalmış.

Toprak geminin çevresini kaplayan dalgalı denizi seyret; Zemzem kuyusunun dibindeki Kâbelere bak, Mekkeleri gör.

Padişah diyor ki: Sus, kendini kuyuya atma; çünkü sen şelevlem sözüyle ne kova yapmayı bilirsin, ne ip örmey i.

XXXVIII

Metin Kutusu: Fe in vısâlekum
Va âyene cemâlekum
Metin Kutusu: vaffak’Allâhu’l-Kerîmu
Metin Kutusu: rûhî husnekum va

Tanrı başarı verir de sizinle buluşursam, can gözüm güzelliğinizi alımınızı görürse,

 

Şükrane olarak canımı sadaka verir gibi verir giderim. Allah için alçalışıma, aşkıma acıyın; acırsanız size ne olur, neyiniz eksilir?

Ne vakte dek ayrı kalacağım sizden; ne zamana dek hayalinizle düşüp kalkacağım ben?

Sizin benden usancınız arttıkça benim sabrım eksildi... n’olurdu, sabrım gibi sizin de usancınız eksilseydi.

Onu hatırlayıp andıkça andı da göz artık kötülüklerinizi görmez oldu; cilvelerinize, nazlarınıza daldı da kötü sözlerinizi duymaz oldu kulak.

Aşk bir gün gafletle oyalandığımı gördü de sevgi bağrışıyla ne oluyorsunuz diye bir bağırdı bize.

And olsun, Tebriz’den şekle bürünmüş bir can geldi; aklınızı başınıza alın da ayakkabılarınıza malınızı mülkünüzü verin gitsin.51]

XXXIX

 

Men bâ tu hedîs-i bî zebon gûyem Ve’z cumle-i hâzıron nehon gûyem

Seninle dilsiz konuşuyorum; yanımda kim varsa hepsinden de gizli olarak söz söylüyorum sana.

İnsanların arasında konuşuyorum ama sözümü... senin kulağından başka bir kulak duymaz.

Uykuda dilsiz konuşmazlar mı? İşte ben uyanıkken de öyle konuşuyorum.

Kuyunun dibinden başka bir yerde feryat etmem; gamının sırlarını mekânsızlık âleminden söylerim ben.

Yeryüzünde bir hoşça oturmuşum ama yeryüzündeki halleri gökyüzüne söylemedeyim.

Sevgili, her solukta benden biraz daha gizleniyor; izini tozunu söyleyip duruy orum ama bu da böyle.

Gamından feryada başladım mı, kutsal canlar da feryada geliyor.

 

XL

Oftâdem oftâdem der âbî oftâdem

Ger âbî hordem men dil-şâdem dil- şâdem

Düştüm ben, düştüm ben, bir suya düştüm ben... su yuttum ama gönlüm neşeli, gönlüm neşeli.

Ne tef çalmadayım, ne ney üflemede; bir soluk işsiz güçsüzüm. küple değil, şarapla değil, boyuna mahmurum ben.

Bir gönül alanın aşkıyla gül bahçesine dönmüşüm. can gördüm, can gördüm; gönül verdim, gönül verdim.

Şarap içtim, şarap içtim; şehrinde dönüp dolaşmadayım; öfkeliyim, öfkeliyim; sözlerle doluyum, esip savurmaday ım.

îster tolga olayım, ister zırh; kutluyum, kutlu. ister selvi olayım, ister süsen; hürüm, hür.

Gökyüzüne, göğün en yüce yerine; deniz

üstüne, dalga üstüne güzel bir taht kurdum, güzel bir baht kurdum ben.

Efendiyim, efendi... denizin buyruğuna uymuşum; köpürür, dağlara çıkar; dalgalanır, coşar. ona uymuşum, ona uymuşum.

A yıldız, a yıldız, aç dudağını, aç. bana vaad edildiği gibi bir anlat şunu, bir anlat.

Her zerre, her katre hem arar durur; hem de onun sözüyle, onun verişiy le u stay ım ben, usta der durur.

XLI

Zanantum eyâ uzzâlu en kad adaltum Tazunnûne enne’l-hakka fîma adaltum

A kınayanlar, kınadığınız zaman doğru, y erinde bir iş gördüğünüzü sanıy orsunuz.

Bu dolunay ancak ona lâyık olanları ışıtır; ışıkları size vurmadı da y olunuzu sapıttınız gitti.

Aşkı tadan gamlara düşmez, usanmaz; siz

tatmadınız da o yüzden gamlara düştünüz; usandınız gitti.

Tattığınızı hakkıyla tatsanız bile değil mi ki gerçek aşk değil; gene de âşıkların yolunu bulamazsınız.52]

XLII

Alâ ehli Nacdin ıs-senâ ve selâmu

Va ayşatunâ fî gayrihim le harâmû

* Alkış, esenlik Necidlilere; onlardan b aşkalarıy la yaşamak haram bize.

Üstünlüğü, üstün kişilere görüş olmada; güzelliği âşıklara can vermede.

Tanrı ehlinin can gözleri onunla sürmelenmede; Tanrı ehlinin zevki onunla sürüp gitmede.

A orda oturanlar, efendimin üstünlüğü yüzünden razılık kazanarak sürüp giden bir yaşayışa ermişsiniz.

 

Padişahımız yücelik, üstünlük perdesini örtmeseydi, kapısına büyük kalabalıklar yığılırdı.

Şunu anlatayım sana; yüzünün parıltıları vursa, taşlar, kayalar bile dirilir gider.

Sözü, sözümüzü kestiği, bizi susturduğu zamanı, Tanrı, rahmetiyle suvarsın... fakat gene de bu söze ait sözler var canımızda.

Gönlüm onun işlerine düzülmüştür, bir elif gibi dümdüzdür ama kınay anların yüzünden de boyum lâm’a dönmüş, iki büklüm olmuştur.53]

XLIII

Men ezin hâne heder mînerevem

Men ezin şehr sefer mînerevem

Ben bu evi bırakıp bir yerlere gitmem; bu şehirden kalkıp y o llara düşmem ben.

Bir benim, bir de şu güzel. ömrüm boyunca onu bırakıp da bir başka yere gitmem ben.

 

Topraktakiler esere yüz çevirdiler; ben esirdenim, esere yüz tutmam.

A gözlerim, şu gözler gibi ben de görüşe kavuşmazsam, uzak edin görüşü benden.

Ay yüzü, bahtımı altüst etti ama gökyüzü gibi altüst gitmem ben.

Gökyüzü evi de kapkaranlık, yeryüzü evi de... Ay çadırını b ırakıp da bir y erlere gitmem ben.

Güneş gibi bana kılıç da vursa kılıcından kaçıp kalkana sığınmam ben.

Padişahımın aşkı taç olarak da yeter bana, kemer olarak da y eter; taca, kemere bakmam bile.

Kendimi melek huylarında kaybedeyim gitsin; insan huy larına gitmem ben.

Onun aşkı sanki bir ağaç; ben de Mûsa’yım... boş yere ağaca gidecek değilim ya.

O ağaçtan bir ışıktır çağırdı beni; yoksa yeşilliği için ağaca gitmem ben.

 

Ağaç gibi hoş bir halde abıhayatı emip durayım; odun gibi kavurucu ateşe gitmem ben.

Tebrizli Şems, seher aydınlığıdır; onun ışığından başka bir sehere gitmem ben.

— L —

Amruke yâ vâhıden fî derecâti’l-kemâl

Kad nezele’l-hemmu bî yâ senedi kum taâl

A biricik güzelim, yaşın tam olgunluk çağında... dertlere uğradım, sıkıntılara düştüm; kalk da gel a benim dayancım, güvencim.

Niceye bir şu dedikodu? Aşka tap da boy at, aşka düş de aşk gibi iki cihanda da ölümsüz bir hale gel.

A beni sıkıntılardan kurtaran, a eşim dostum benim, a meclisin ay yüzlü güzeli, yüzün dolunay, ağzının yâri helâl şarap.

Niceye bir ayrılık yükünü çekeceksin; niceye bir ayrılık derdine düşüp derman arayacaksın? Hele şimdi ayrılık gagası kanatlarını da yolmuş.

Canın vefa denizi, rengin temizlik parıltıları; korkmasaydım sana, a ululuk ıssı derdim.

Ah boşboğaz nefisten; ah akılların arıklığından; ah usanan sevgiliden; niceye bir usanacak, bezecek ki?

Bütün âlemin gönlünü neşeyle doldurursun; herkesi aşkla sarhoş edersin; hayalin bile gözle görülmez bir hayal, görünmeyeni gö sterirsin âleme.

Ona ne dersem diyeyim, âcizliğimi bildirmedir; onu bilmiyorum ben ki sitem ediyorsun, vebale giriyorsun diye korkutayım.

Canlarına girersin, bedenlerini esritirsin; meclislerde oturtursun onları; hem de o meclislerde büyük sağraklar vardır.

Bütün sorular, bütün cevaplar ondan; ben sanki bir rebâbım; hadi, feryat et diye mızrabı vuran, yayı çeken o.

Terazilerimizi düzene korsun; seslerimizi güzelle ştirirsin; gamlarımızı giderirsin; gücün kuvvetin çetin; azabın pek senin.

Bir soluk olur, mat oldum sesi gelir bizden; bir soluk olur, kurtuluş sesi duyulur; o güzel huy lu

bana vurur durur, halimi anlatır gider.[54]

XLV

Be kûy-ı dil foro reftem zemânî Hemîcostem zi hâl-i dil neşânî

Bir zaman gönül mahallesine daldım; gönlün halinden bir iz aramaya koyuldum.

Bakayım, gönlümün halleri nedir dedim; çünkü bütün bir dünya, gördüm ki onun yüzünden feryada düşmüş.

Her ovada, her şehirde hakîmlerin sözlerinden bir destan aradım.

Hepsi de gönlün elinden feryada geldi; şu sözden bir zanna, şüpheye düştüm.

Aklımdan kalktım, gönüle doğru yola düştüm; fakat onun bulunmadığı hiçbir yer de görmedim.

Şu gönül, bilenle bilinen arasında tercemanlık edip durmada.

Gönül sahipleri bilir, gönül nedir? Her canı o lmay an gönlün değerini ne bilsin.

 

Gönlü Tanrı kapısında bulabilirsin; filânda, feşmanda bulunmaz gönül.

Âlemde sınıkları onaran, her izi olanı, her izi bulunmayanı gereği gibi gören Tanrı’dan başkasında bulamazsın gönlü.

— M —

Telhî nekoned şîrin-zekanem

Hâlî nekoned ez mey dehenem

Tatlı dudaklım acı sözler söylemez; ağzımdan şarabı eksik etmez.

Her sabah çağı beni soyar, gel der, elbiseni soyan benim.

Eve atlar gelir, mühlet vermez; yaptıklarını yeter bulmaz; peki, ne yapayım ben?

Sağrağıyla sersemim; onu gördüm de bedenim can kesildi.

Yedi kat göğe sığmak ârdır, ayıptır ona... o, zâti gömleğimin için de dolaşıp duruy or.

Onun tatlı şerbetiyle arslan gibi bir yüreğim var; onunla kavgaya giriştim mi, tatlı sözlüyüm ben.

Benim pençemdesin deyip durmada; seni ben yarattım; ne diye kırmay ay ım seni diyor.

Senin çenginim; her damarıma sen mızrap vuruyorsun da ben ten-tenenem diye feryat ediyorum.

Hasılı benden gönlünü koparamazsın diyor; gönül yok ki bende; peki ne yapayım ben?

XLVII

Geh çerh-zenon hemçün felekem

Geh bâl-zenon hemçün melekem

Kimi gökyüzü gibi dönmedeyim; kimi melek gibi kanat çırpmadayım.

Dönüşüm de Tanrı için, oynayışım da Tanrı için... onunum ben, onunla birleşmiş, ortak olmuş değilim ama.

O tuz madeni beni gördü de satın aldı; o yüzden tatlıy ım, tuzluy um böyle.

Can ormanında gerçekten de bir arslan var; gerçekten de karnımın dağarcığını yırttı gitti.

Kazaya rıza vereni padişahım bir gün olur kadı

diker.

Yecüc de benim Mecüc de ben; birim ama sayı, sınır yok bana.

Ağzını yum da bağa gir; gir de tapımdaki yazıları yitirme.

XLVIII

Efendosmusin kâga pomindon

Kûbikinonin kali zoyimason

Efendim, seni seviyoruz; yaşayışımız o yüzden iyileşiyor, güzelleşiyor.

Niçin geri döndün, niçin çengi çaldın? Söyle, neden çırpınıyorsun, kıvranıyorsun; ne eksiğin var?

Hele gönlüm benim, hele canım benim... Hele buyum benim, hele oyum benim.

Hele malım mülküm benim; hele padişahım, varım yoğum; hele haznem benim, hele madenim benim.

 

Bu efendimdir, bu dayancımdır benim; bu huzurumdur, kararımdır benim, yardımımdır bu benim.

Budur güvencim, budur dayandığım direk; budur ezelim, budur bana ebed.

Ey yüzü Ay’ın parlaklığını gideren; ey boyu ağacın boyunu alçaltan.

Ey beni seher çağında ziyaret eden; ey aşkı gözümü ışıklandıran.

Koşsan kaçsan da, yelsen uçsan da şu can dilberinden canını kurtaramazsın.

Fakat bir de onun gamının elinden canını kurtarırsan vallahi, eşek leşinden de beter bir hale gelirsin.

Gel gülüm; gel padişahım benim; bir neşe vermiyorsan bâri bir soluk ver, bir koku ver bize.

Kim susarsa içer; kim ağrı duy arsa inler; aman azizim, sakın sakın, kadehi kırmayasın.]55]

 

XLIX

Ez Leyli-i hod Mecnûn şodeem

V’ez sed Mecnûn efzon şodeem

Leylâ’mın yüzünden Mecnun oldum; yüzlerce Mecnun’dan da daha deli divane bir hale geldim.

Ciğer kanıyla dopdolu bir hale geldim; ne hale gelmişim; bir kerecik bak da gör.

Ey beni güzellikle, hoşlukla yetiştirip geliştiren; ey beni kutlarken bana müjdeler veren.

Beni öldürürsen a bizim kanlı kaatilimiz; kan p aham sensin.

Kendini sarhoşluğa vurursan varlığına varlıklar katarsın.

Hatırımız için halkaya gir; bir başka şekilde oyunlar oynar, el çırparsın.

Güzellikten de öte yüz çeşit daha hoşsun, daha güzelsin sen; gördüm de dudakların dedim;

tadamazsın dedi.

Mezarıma gelirsen bir bak da gör; gözüm güzellikler yüzünden aşklarla dopdoludur.

O bağda, o bahçede meyve, yemiş şekli yoktur; o haznede altının şekli görünmez.

Geceleri, mezesiz, masalsız bir işret olur ki bana sorma o bambaşka şeyi.56]

— N —

Bâ men senemâ dil yek-dile kon

Ger ser nenehem ongeh gele kon

A güzel, benimle gönlünü birleştir, ver gönlünü bana... buyruğuna baş komazsam o vakit şikâyet et benden.

Deli divane oldum; Allah için olsun, o güzelin saçlarından bir zincir ör bana.

* Otuz cüzü eline aldın, çileye girdin; otuz cüz benim, vazgeç çileden.

Bilmeden yola düşme, gulyabaniyle yoldaş olup gitme, sakın, kervanla yola düş.

A gönül çalgıcısı, o güzelim nağmeyle kafamın içini doldur gitsin.

Hevâ, heves ayakkabılarını çıkar da yürü; Tuvâ ovasında ayaklarının altı kabarsın.

A Zühre, a Ay; yüzünüzdeki parıltıyla iki gözümü iki meşale haline getirin.

 

A can Mûsa’sı, çoban olmuşsun; Tur Dağı’na git, bırak sürüyü.

Senin dayancın Tanrı’dır, sopa değil; at sopayı, vazgeç ondan.

îstek, dilek Firavun’u mademki hayvan oldu; yürü, tak çanı boynuna.

LI

Tâze şod ezo bâg-o ber-i men

Şâh-ı gol-i men neylûfer-i men

Bağım bahçem de, meyvem de, gül dalım da, nilüferim de onun yüzünden tazeleşti.

Kevserimden coşan abıhayat, vefa ırmağında akmay a başladı.

A güzel yüzü dinim, gönlüm; a güzel kokusu haber getirenim kesilen.

Demircim, her solukta, yüzünün karşısında bir ayna haline sokuy or beni.

Dudaklarım kupkuru benim; gözlerim yapyaş

benim... işte benim kurum, yaşım bu, a ay yüzlüm benim.

Kapısına toprak kesildiğim, kapımı, damımı vurup duruyor.

Ayağı bağlı kulu olduğum güzel, başımın çevresinde dönüp duruyor.

Şarap içmem ya, içersem bile sağrağımı o öper benim de öyle içerim.

O benim canıma dadılık edenimin, o benim anamın hiç sütü mü kesilir? Meme vermez olur mu bana?

O benim kucağıma geldi mi, iki dünya da yüzlerce meyveler yer benden.

Orduma o kumandan oldu mu, feleğin kale dizdarı bile kalesini teslim eder bana.

Ağzını yum, gammaz olma; o benim incim gammaz olarak yeter zâti.

LII

 

On dilber-i men âmed ber-i men

Zinde şod ezo bâm-o der-i men

O benim dilberim, kucağıma geldi benim; onun yüzünden damım da dirildi, kapım da.

Bu gece dedim, konuğumsun benim a benim fitnem, a başıma belâlar getirenim.57]

Şehirde önemli bir işim var, gideceğim dedi o benim canım, o benim başım.

Allah’a and olsun ki dedim, bu gece gidersen, y aşamaz şu bedenim benim.

Son-sonu bir gececik olsun, şu altın gibi sararmış yüzüme acımayacak mısın?

O güzelim gözlerin, ağlayışıma, yaşlı gözlerime bir kez olsun, ac ımay ac ak mı?

Kevser gibi güzel güzel akıp duran gözyaşlarıma, yüzünün gül bahçesi, bir gül olsun saçmayacak mı?

Ne yapayım ben dedi; kaza ve kader herkesin kanını benim sağrağıma dökmüş.

 

Yıldızım Mirrîh; talihimde, yıldızımda kandan başka bir şey yok.

Benim buhurdanımdan yanmadıkça hiçbir ödağacı Tanrı katında makbul olmaz.

Dedim ki: Mademki kasdın canadır; benim de kandan başka şarabım, mezem olamaz.

Sen selvisin, gülsün, ben gölgenim senin... sen Hayder’imsin benim, ben şehidinim senin.

A benim kulum kölem dedi, eşi bulunmaz koçtan başkası kurban olamaz bana.

Circîs gibi nefesi kutlu bir er gerek ki ülkemde yeniden yeniye şehit olsun.

îshak Peygamber gerek ki kapımın toprağında kurban edilsin.

Ben aşkım; senin kanını dökersem mahşerimde gene diriltirim seni.

Aklını başına al da pençemde çırpınma. kendine gel de hançerimden kaçma.

Ölümden yüzünü ekşitme de kucağım şükürler

etsin sana.

Seni kökünden söküp çıkarınca gül gibi gül de seni benim şekerimle yoğursun ölüm.

Sen îshak’sın, ben babanım senin, a benim incim, nasıl olur da kırarım seni?

Âşıklar sürüsünün babası aşktır; benim şatafatım da ondan doğmuş.

Bu sözleri söyledi de seher yeli gibi gidiverdi; benim de gözlerimden yaşlar boşandı, aktı.

A benim başbuğum dedim, lûtfetsen de yavaş gitsek ne olur?

Tez gitme a benim canım, cihanım, a benim yüzlerce kanadım; biraz daha yavaş ol.

Hiç kimsecik benim tez gidişimi görmemiştir dedi; benim en yavaş gidişim budur.

Şu gökyüzü bile çalışsa, çabalasa, peşimden koşsa yetişemez bana.

Sus dedi, şu felek kır atı bile benim karşımda top allay a topallaya yürüyebilir.

 

Sus; susmazsan ateşim ormanı sarar.

Geri kalanını yarına dek söyleme de gönül ağzımdan uçup gitmesin.

LIII

Yek kovsere por dârem zi sohon

Can mîşineved tu gûş mekon

Sözlerle dopdolu bir ağzım var; sen kulak asma; can duyar sözlerimi.

A başsız-ayaksız adam; kendine bağlısın da onun için doymuşsun, başını alıp gidiyorsun.

Bütün dinleyenler geçip gitse bile, ben yeni gamı eski dosta söylerim.

Balık ne vakit suya kanar? Yahut da Tanrı susuzu Ledün bilgisine nasıl olur da doyar?

Şu söyleyenlerin hepsi de gitse, can, kulağını aç ar, dinler de dinler.

LIV

 

Ger teng bodî in sîne-i men Roşen neşodî âyine-i men

Şu gönlüm daralmasaydı, aynam da aydınlanmaz, parlamazdı.

A diken, benim bahçemden bir gülsün sen... cehennem de benim kinimden bir ıssılıktır ancak.

Dünyanın güneşinde benim dün geceki debdebemin bir izi var ancak, bir eseri var.

O Uhud Dağı, beni, benim yün hırkamı kıskandı da yüne, yapağıya döndü.

Benim badem helvamı yersen bayat ceviz gibi kırılır gidersin.

Şu sırça gönüllülerin gönülleri olsun diye bütün yükleri çeğnime almışım.58]

Böylesine bir can topluluğu için her günüm cuma olmuştur.

Böylece de solup gidenim tazeleşsin, erliği kalmay anım erkek olsun derim.

 

LV

Men kocâ bodem eceb bîtu in çendin zeman

Der pey-i tu hemçu tîr der kef-i tu çün keman

Sensiz bunca zamandır nerdeydim acaba? Senin ardından ok gibi uçmadaydım, senin elinde yaya benziyordum.

Bana izin ver de köyün halini söyleyeyim, şeyhimiz gökyüzü gibi neden gök renkli elbiseler giyindi; anlatayım.

Şu perdeyi kaldır da solup dağılanı tazeleştir; topraktan olan toprağa girsin, can da uçsun gitsin.

Padişahım yokken nerdeydim acaba? Bir an hırsız gibi korkuyordum; bir an bekçiye dönüy ordum.

Kimi dördün, beşin tutsağıydım; kimi defineyle zahmet arasında bunalıyordum... hasılı yüzünü görmedikçe kârım, ziy anın ta

kendisiydi, ta kendisi.

A sarayın ustası, beni töhmetli tutarsan yüzüme, gözüme bak; sararmış yüzümle yaşarmış gözlerim, gönlümde ne olduğunu bildirir sana.

A cefa okunu saplayan, fakat yayı gizleyen, ya acımayı sel götürmüş; yahut da iyilik ölmüş.

A cevri, cefası, başkalarının lûtfundan iyi olan; bütün bunları y aptın, ettin ama bir gönül bile senden soğumadı, senden vazgeçmedi.

Şu solukta her şeyden vazgeçtim de sana ulaştım, sana yapıştım... o dünyanın hafif rûhlu güzeli, sun o ağır sağrağı.

Sun da bir uğurdan gamdan da kurtulayım, çare sizlikten de. doydum gam yemeden, gam yiyenlerin minnetini çekmeden.

Sun da Tanrı kadehiyle sarhoş olayım, kayıtsız yok olup gideyim; yoklukta kanat açayım, mekânsızlık ilinde uçayım.

Can, sevgiliye ulaşsın da her kurumsağın

burun büküşünü, her kaltabanın böbürlenişini ne kulağım duysun, ne aklım anlasın.

Zerre gibi oyuna düşürdün beni; ayağımı vura vura can vereyim a canımın canı.

Bu haberin geri kalanını söyleyeyim mi acaba; hayır, sustum ben; sen söylersin a tatlı dilli çalgıcı.

Öldürün beni ey güvendiğim kişiler; gerçekten de yaşayış ölümdedir; yaşayış sevgilerin güzellikleriyle ölümde.

Rabbimiz bize doğru yolu gösterdi; hastalıklarımızı iyileştirdi; elimizden çıkanı ödedi; ne de güzel yardımı istenendir o.

* Okçulardur gözleri, hoş nişandur kaşları... Öldürür yüz süvari, kimdir ol Alparslan?59]

Işığınız gözümde, güzelliğiniz gönlümde. gerçekten de yardımcım Rabbimdir; Rabbim bu güzel kıranı arttırdıkça arttır.

Gönülde bir hayaldir salına salına yürümeye koyuldu; ne de güzel yürüyüşü var; küpler gibi

sağraklarla dilediği kadar suvardı bizi.

Bırakın şu ayrılığı; koçuşarak ululayın birbirinizi; birleşmeye gayret edin de açın cennetlerin kapılarını.

îşret vakti herkes bir yalnızlık bucağına gider; fakat benim işretimin gizli olmaması gerek.

Bu güzel bahtlı sâkînin elinden ağaç gibi içer dururum... yoksa yeşermiş, sarhoş, genç bir halde nasıl gidebilirim?

Bu gazel, düzenbazın gönlüne, canına çekilmiş bir kılıca benzer; uzadıy sa zararı yok; kılıcın uzun oluşu bir kusur sayılmaz.

Fâilâtün fâilât fâilâtün fâilât... A Tebrizli Şems, sen hem padişahsın, hem terceman.60]

LVI

Çün dil cânâ benşin benşin

Çün can bî câ benşin benşin

Sevgili, gönül gibi otur, otur. Can gibi yersiz

yurtsuz otur, otur.

Beline, diline az yağma ver... a güzel yüzlü, otur, otur.61

Bir ömürdür gemi gibi gezdin denizde; otur, otur.

Eflâtun’sun, Calinos’sun; kır safrayı; otur, otur.

Şarap gibi acılık ne vakte dek, ne vakte dek? Helva gibi otur, otur.

Kanımı içtin; ne vakte dek dönüp duracaksın? Bir soluk gene gel; otur, otur.

Ne vakte dek lala yakıp yandıracak bizi? Onsuz yalnız otur, otur.

Mîzan gibi titredin; İkizler burcu gibi otur, otur.

Beni savmaya çalışıyorsun; yarın diyorsun. Yarından önce otur, otur.

Kevser gibi arı durusun; hoşlardan da hoşsun. hiç bulanma; otur, otur.

 

Güzel sevgilim, şarap gibi içimde, başımda otur, otur.

Hadi ey ay yüzlü, söyle, söyle; ey cana can katan, otur, otur.

LVII

Ey heft deryâ govher etâ kon

V’in mussuhârâ por kîmyâ kon

A yedi deniz, inci bağışla; şu bakırları kimyayla dolu bir hale getir.

A sarhoşların mumu, a bağın bahçenin selvisi; ne vakte dek masaldan lâf açacaksın, artık vefa göster.

Her mermer, her granit kaya ağladı halimize; ey sevgili, şu derdimize derman ol.

A öfkelenip yüzünü gizleyen dost; şu olaya bir son ver, görün artık bir soluk.

Bağışlarda bulundun, çok çok adamlıklar ettin; şimdi iki kat adamlık et.

 

A yolu yordamı güzel, a Ay, a yıldız; gece karanlığında Ay gibi cömertlik et.

Eski derdi gider, hastalığımızı iyileştir, eziyetimizi al; yüzümüzdeki yetimlik tozunu sil; arıt bizi.

Cennette bile olsam, altına, gümüşe batsam değil mi ki sen yoksun, yetimim; sen derman ver bize.

Dudağımı yumdum, gamlar içinde oturakaldım; elimi aç; göster yüzünü bana.

LVIII

Hey çi gerîzî çendin yek nefes incâ benşin

Sebr-i tu kû ey sâbir ey heme sebr-o temkin

Hey, ne diye bu kadar kaçıyorsun? Bir soluk otur şurda... a sabırlı dost, a tümden sabır kesilen, tümden oturamaklı olan, nerde sabrın senin?

 

Biz iki üç yeni ölmüş kişiyiz; o perdenin açılmasını beklemedeyiz; açılsın da telkıynle dirilelim, kefenimizden kurtulalım.

Hadi, kıyamet gününden önce geçmişlere bir üfür de gök kubbe bile mahşerinden alkış sesini duy sun.

Hey, bizim dilimizle söyle; gizli kapaklı değil, apaydın söyle; a bütün huyu kan içmek olan, ne vakte dek sitemlerle kan içeceksin sen?

Ne vakte dek ciğerini dişleyeceksin; ne vakte dek âşıkın başına kastedeceksin? Ne vakte dek iş şöyledir, böyle diye kötü haberler vereceksin ona?

A dudakları şeker mi şeker, a geceleri cennet mi cennet sevgili, ne vakte dek âşıkın ağzını acıtacaksın, gecelerini karartıp duracaksın?

A en ulu aldatıcı, hiç bal zehir verir mi; hiç şekerden sirke coşar mı; şu aldatış ne vakte dek sürüp gidecek?

Dudağın ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin, şekerden haber verir... yaptığın her işte

lûtuflar gizlidir.

Selvi ne diye saman çöpüne benzesin, altın neden bakıra dönsün? A kıyamet gününün padişahı, sen ne diye bir kimseye benzeyesin?

LIX

Her çi konî tu kerde-i men don

Her çi koned ten kerde boved con

Sen ne yapıyorsan, bil ki benim işimdir o; beden ne işlerse işlesin, candır o işi yapan.

Benim gözümsün sen, benim kulağımsın sen... şu ikisini söyledim ben; ötesini de sen bil, anla.

Dünyada o define olmasaydı, dünya ne diye yıkık bir eve dönerdi?

A babam benim, defineyi iste. oynat elini, oynat elini.

Onun güzel kokusu bize kılavuz oldu; güllere, fesleğenlere dek yol gösterdi; güllere, fesleğenlere dek.

 

Varlık âlemi zerre zerre sana müşteridir; aklını başına devşir de incini ucuz satma.

Dağarcığın ağzını açarsan fare girer, kedi girer içine.

Aşk oldu mu can kaybolmaz... tek, sevgilinin gölgesi uzaklaşmasın başımızdan.

Bunun geri kalanını da sen söylersin ey Ay, ey Güneş, ey parlak Zühre.

LX

Dil-i dil-i dil-i tu dil-i merâ merencon

Çerâ çerâ çi ma’ni merâ konî perîşon

Gönlün, gönlün, gönlün için, gönlümü incitme. Niçin, niçin, mânası ne? Perperişan edersin beni.

Gel, gel, gene gel, barış da eve yönel. gitme, gitme önümden, omuz silkme sen öyle.

Yüzlerce şekerkamışlığısın, neden yüzünü ekşittin, kaşını çattın? Seher yelinden tezsin,

neden ağırcanlı oldun?

Gül bahçesine benzeyen yüzünün aşkıyla şimdi ben yüz binlerce masal gibi uzadım, gül bahçesinden de genişim, selviden de boyluyum.

Gel, gel de bir soluk ver bana; güzelim solukların abıhayat gibi gönlümün ömrünü arttırır.

Cilvelen; işte buracıkta cilvenin pahası, yüzlerce can... fakat binlerce cana değer; ne de ucuz bir matah.

Aklımızın aklısın; neden ayrısın bizden? Aklı giden baş aptallaşmaz, şaşırıp kalmaz da ne yapar?

Bu sarayın direğisin, neden kapıdan dışardasın? Direksiz kalan saray yıkılmaz da ne olur?

Gökyüzündeki Ay’sın, bizse kapkaranlık geceyiz. Ay o lmay an geceler pek karanlık olur, pek.

Şehrin padişahısın; biz şehrin kıyısıyız;

padişahsız kalan şehirde ne baş vardır, ne kuyruk.

A Ay, sen Süleyman’sın, ayrılıkla gamsa şeytanlar, devlerdir. Süleyman uzaklaşınca şeytan fırsat bulmadı mı?

Mûsa yerine geçmişsin; sopayız sana biz de. Mûsa’nın elinden başka bir elde delil olma kabiliyetini bulmadı sopa.

Hoş soluklu Mesih’sin, bizse çamurdan y apılma kuşuz. bir soluk üfür bize de seyret, nasıl yücelerde uçarız.

Zamanın Nuh’usun sen; sana bir gemiyiz biz. Nuh gemiden giderse, nerden tufandan kurtulur gemi?

A benim canım, Halil’sin sen; bütün dünya ateşlerle dolu. Halil olmadıkça, ateş güllük gülistanlık olmaz.

Sen Mustafâ nurusun; Kâbe putlarla doldu. hadi, gel de Rahman’ın evinden putları at dışarıya.

 

Sen güzellik Yusuf’usun, halkın gözleri bağlı... Ken’an ihtiyarının gözleri gibi gözler seninle açılır.

Arı duru incisin, çevrende sedefiz biz; madenin incisi gitti mi, sedefin ne değeri kalır?

Güneşin canısın sen; odur canı âlemin. sana dünyanın canına cansın dersem de değer.

îman, gaybe olur; sense gizliye açıklıksın; açığın açığının apaçığısın; iman ehlinin temeline temelsin.

Sus ki kıy ame te dek belirtilerini söylesen, gene de gizli bir defineden bir arp acık gö stermiş olursun ancak.

Ey ser-i merdon bergû bergû

V’ey şeh-i meydon bergû bergû

A erlerin başı, söyle de söyle... a meydanın padişahı, söyle de söyle.

A ölümsüz Ay, a sâkîlik eden padişah, a söz bilenin canı, söyle de söyle.

Topluluğa kıblesin, muma ışıksın. onların hikâyesini söyle de söyle.

A tümden düzen, a sarhoşlar sâkîsi, gül bahçesinin gizliliklerini söyle de söyle.

Hem her şeyi bilirsin, hem tümden cansın. dîvânın başısın sen; söyle de söyle.

Abıhayat sensin, şekerkamışı sensin; sevgiliye ait gizli sözleri söyle de söyle.

Gamlanmazsın, öfkelenmezsin. a neşeli gönül, söyle de söyle.

Şirin’in Husrev’i, otur da otur... atlıların yolunu söyle de söyle.

Dün açıldın, saçıldın; söyledin de söyledin. gene iki mislini söyle de söyle.

O arı duru şarabı, o koskoca sağrağı sun; gülerek, açılarak söyle de söyle.

A rebâb çalan dost, her ne bulursan, imanına and olsun, söyle de söyle.

Ne kavga edersin, ne kaçarsın sen. Başsız, sonsuz söyle de söyle.

LXII

Dil-i men dil-i men dil-i men ber-i tu

Roh-ı tu roh-ı tu roh-ı bâ fer-i tu

Gönlüm, gönlüm. gönlüm sende; yüzüne, ay dın yüzüne tutkun.

Güzelim, güzelim, can istersen, canına, başına and olsun, vereyim, vereyim.

Avcun, avcun, rahmet avcun. Dudağın,

dudağın, şeker dudağın.

Soluğun, soluğun, can gibi soluğun... Şarabın, şarabın, altın gibi şarabın.

Kapın, kapın, bağış kapın senin. Gülün, gülün, kızıl gülün senin.

LXIII

Bî dil şodeem behr-i dil-i tu

Sâkin şodeem der menzil-i tu

Gönlüne tutuldum âşık oldum; konduğun yerde yurt edindim, kalakaldım.

Madenindeyken elde etmeyi ne diye isteyeyim? Gelirim sendenken altını ne yapayım?

Soluğunla bütün dünya yeşerdi. Senden istidat elde eden her şey gönüle de kıble kesildi, cana da.

Akıl da deli divanen oldu, fikir de. sana tapan, bilgiden de geçti, kulluktan da.

 

Gökteki kuşların senin yüzünden kanatları bağlı... her akıllı can senin yüzünden akılsız.

Hüner Hârût’u da, edep Mârût’u da senin Babil kuyunda baş aşağı asılakalmış.

Boğazlayasın da dirileyim diye, can deve gibi baş vermede, boyun uzatmada.

Canın her müşkülü, seninle çözüldü; dünyada senin müşkülün olarak bir ben kaldım.

Alacağım ücret için bir berat yaz da senin vergi memurundan paramı alayım.

Dolunaya benzeyen yüzünün ışığıyla gecemiz gündüzden iyi şimdi.

Geceleyin develer senin konduğun yere, senin mahmiline dek rahvan yürürler.

Konağında senin zaliminden de hür olurlar, adalet ıssından da.

Sus; fakat seni söyleten bir soluk bile susturmuyor seni.

 

LXIV

Nûr-ı dil-i mâ rûy-ı hoş-ı tu

Bâl-o per-i mâ hûy-ı hoş-ı tu

Gönlümüzün ışığı güzelim yüzün; kolumuz kanadımız güzelim huyun.

Bayramımız, arefemiz senin                          gülüşün...

Miskimiz, gülümüz senin güzelim kokun.

Talihimiz değirmi Ay’a benzeyen yüzün. Gölgeliğimiz güzelim saçların.

Secde ettiğimiz yer kapının toprağı. Gezip tozduğumuz yer güzelim köyün.

Bir kere senin güzelim yanına gitmiş; başkalarına gidemiyor gönül.

Gitse bile senin güzelim çekişin, tutar, çeker onu.

A varlığıyla bizi sarhoş eden; senin güzelim ırmağında yüzer, dalgalanırız biz.

Gümüşe benzeyen göğsün, altına döndürdü

beni; senin birliğin yüzünden yalınkat oldum, tek kaldım.

Baş komadayım; senin güzelim topun, nasıl olur da çevgenine baş komaz?

Susayım; çünkü güzelim varlığı beni hay­huylara salmıştı; şarabı hay-huyumu yok etti gitti.

— H —

LXV

On ışk-ı ceger-hâre k’ez hon şeved o ferbeh

Ey bâr-ı Hodâ ber mâ nermeş kon-o rehmeş deh

O kanlar içerek semiren, o ciğerler yiyen aşk yok mu? Yarabbi bize karşı yumuşat onu, merhamet ver ona.

Kan dökmediği gün ağrılar tutar onu; âşıkın ciğerini yemedikten sonra hiçbir şeyle dinmez, geçmez o ağrı.

Bakışının okunu gördüm senin; can, ne devlet bu dedi; o zıhın çekişiyle yay gibi doluyum, dolu.

Aşağılık topraktım, yokluk bucağında gizliydim; aşkın mezarımın başına geldi de hadi dedi, kalk, sıçra.

Senin sesinle sıçradım, kalktım; senin buyruk sürdüğün devirde oturdum, kaldım... Beni sen

ağırla a efendim, şarap sun bana.

Kendinden geç de karşımda otur; beni de kendimden, varlığımdan geçir... Geçir de ne küçüğü düşüneyim, ne büyüğü.

Satranç tahtasında yayayım, at istemiyorum; sana mat olmuşum a padişahım, yanağını koy y anağıma.

A îsa soluklu Yusuf, param olsa da gamlıyım, olmasa da. getir Cem’in kadehini, vallahi sensin sâkî.

O şarabı sun ki gönül onun yüzünden ayna gibi aparıdır; getir, cumartesiye, perşembeye atma.

LXVI

Ey con ey con fî setr’Allah

Uştur mîron fî setr’Allah

Ey can, ey can, Allah korusun. Sür deveyi, Allah korusun.

 

Padişahın önünde ateş gibi kadehi çektikçe çek, Allah korusun.

Dudağına dek dopdolu kadehi geceye dek çek şu meydanda, Allah korusun.

Gizliden gizliye gözlerini seyret, öfkesine bir bak, Allah korusun.

Şuh bir sevgili, Ülker renkli. Konuk geldi, Allah korusun.

Sarhoş gördüm, elini yaraladım; hem de kolay kolay... Allah korusun.

Sâkî, sıçra; şarap sun fincan fincan. Allah korusun.

LXVII

Tûbâ li men âvâhu sırra fuâdihû

Seken’l-fuâde bi ışkıhî ve vadâdihî

Ne mutlu onu gönlüne yerleştirene; gönül de onun aşkıyla yatışır zâti.

Kerem sahibinin canı Meryem’e benzer; gönlü

Mesih’tir sanki; göğsüyse Mesih’in beşiğidir âdeta.

Sırrını almaya izin verdi gönüle; kullarına lûtuf olarak da göğüsleri genişletti.

Lûtuflarıyla, ihsanlarıyla kalplere merhamet etti; savaşının çetinliğiyle de nefisleri kahretti.

Perdeyi açtı; artık ne bekleme var, ne unutuş... büyük sağrağına alıştırarak kutlu kişiyi ferahlandırdı.

Düşünceler, Rablerine âşık oldu, ona sarıldı da Arş bile direğiyle onların hali karşısında yerlere eğildi.

Sevgilinin lûtfuyla onun bakışına mazhar oldular. Tanrı güzel bir yol gösterdi de doğru yola soktu onları.

Topluluk, bütün vasıflarıyla sevgili.

Tanrı’ysa bir bir hepsine de âşık.

Akıllar onun âşıklarına hayran olmuş gitmiş; artık onun tarafından sevilenlere karşı ne hale gelirler. bir çağır onu da seyretsin.

 

înkâra saplanıp da bu hususta aklınla işler başarmaya kalkışma; o güzelin düzeninden kork.

Çünkü bu iş, bizim buyruğumuzla düzüp koşulmaktan çok büyük; onun kinlerinden sınıkları onaran Tanrı’ya kaçar, sığınırım ben.

Görüş ülkesi, şeyhimizin ülkelerindendir; o nasıl dilerse öyle verir, yahut da vermez; buyruk onun.

Yalım yalım ışıkları gönlümden hiç çıkmıyor; görünmüyor, uzaklaştı diye hiç şamata etmeyin.

Yaz güneşi dolunmaya yaklaşsa, dolunsa bile sıcaklığı kullarından yitip gitmez.

Tebriz, efendim Şemseddin’le ululandıkça ululanmıştır... âşıkları yakıp kül eden, ne de kerem sahibidir o.62]

 

LXVIII

Hâhî zi conon bûyî beberî

Z’endîşe vo gam mîbâş berî

Delilikten divanelikten bir koku almak istersen, düşünceden vazgeç, gamlanmayı bırak.

Elbise için gönlün daralırsa, canın altın kemer kuşanamaz.

Aşağılık kişiler gibi altın sayıp durdukça, aşk nasıl olur da seni mahrem sayar?

Işık oldun mu, herkesin üstündesin; ışık değilsen kapının altındasın.

Yanmayan sopa odundur; fakat yandı mı kıvılcımlara kavuşur, alevler çıkarır.

O vakit kıvılcımı, insan canının kıvılcımı gibi varır, aslına ulaşır.

Göze çekilmeyen sürmeye sürme denir; fakat göze çekildi mi, görüş kesilir.

 

Ağır buluttaki yağmur katresi denize düştü mü inci kesilir.

Yakılası kara dikeni seher yeli terütaze bir gül haline getirir.

Bir lokma ekmek çiğnendi de yendi mi can olur, canlının yaptıklarını yapar.

Bir sanatkâra gıda olursa o lokma sanatkârlık eder.

Belâ senin gönlünü döver, ezerse belânın ta kendisinden ballar yer, şerbetler içersin.

Ecel başını ezerse o vakit anlarsın ki tümden başmışsın sen.

Beden yumurtasında şaşılacak bir kuşsun; yumurtadasın da o yüzden uçamıyorsun.

Beden yumurtası ç atlar, kırılırsa hem uçarsın, hem canını kurtarırsın.

Yolculuk sevdası, yolculuğu anıştan ileri gelir; insan yolculuğu anar da yola düşer.

Halbuki sen oturmuş, kalakalmışsın; şu

yolculuk vehmiyse, hünersizliğinden bir zannındır senin.

Yarabbi, şu eğri vehminden kurtar onu... deve de vehmi veren sensin, periye de.

Mademki yerleşmişsin, yola düşmüyorsun; ağzını yum; yolculuğu anıp durma.

LXIX

Sultân-ı menî sultân-ı menî

V’ender dil-o can îmân-ı menî

Sultanımsın, sultanımsın; gönülde, canda imanımsın.

Bana üfürürsen ben dirilirim; bir can da nedir; yüz canımsın.

Ekmek sensiz zehirdir bana, ekmek değil. hem suyumsun, hem ekmeğimsin.

Senden gelen zehir, panzehirdir bana. benim ucuz balımsın, şekerimsin.

Bağ bahçemsin; yeşilliğim, cennetimsin...

 

selvimsin, gülen yaseminimsin.

Hem padişahımsın, hem Ay’sın bana... hem temelimsin, hem madenimsin.

Sustum, sen anlat; çünkü sözde de bürhanımsın.

LXX

On beh ki merâ temkin nekonî

Tâ hemçu hodem gorgin nekonî

Benim gibi sivilcelere karmaman, kaşıntılara düşmemen için beni rahat bırakmaman daha iyi.

Elimi yüzüne koyma da sarhoşumuzu gamlandırma.

Boyacısın, ümitleri pişirir, oldurursun.

Kendine gel de aynayı paslandırma.

A hoca, üzengimizi bırak; yoksa kır atımızı ey ersiz bırakırsın.

Biraz uzac ıktan dizlerini dövüyorsun da dizimizi yastık edinmiyorsun.

 

Fakat ne yaparsan yap; âmin de demiyorsun ama sana duacıyım ben.

Gönül diyarına giderim, orasını sana yurt olarak veririm; tek sen gönlünü kinlerle doldurma.

Yüzümü ayağına korum; tek sen yüzünü buruşturma.

Gönülden, candan beğenmiyorsun ya; ben de susayım; davulcağızını çalmayayım artık.

LXXI

Hâhîm yarâ k’imşeb nehosbî

Hakk-ı Hodârâ k’imşeb nehosbî

Sevgili, bu gece uyumamanı istiyoruz; Allah için olsun, uyuma bu gece.

Aydın güne dek selvi gibi, süsen gibi hoşuz, güzeliz... yalnız şunu istiyoruz senden: Uyuma bu gece.

Uygun bir dostsun, padişahsın, efendisin.

gerçek sabaha dek uyuma bu gece.

A ay parçası; uyuma bu gece de yıldız gibi yücelerde bulun.

Yüzünün güzelliğinden, kokunun lâtifliğinden Ülker yıldızı şunu istiyor: Uyuma bu gece.

Zurna bizi senin sarhoşun görünce feryada başladı; uyuma bu gece diyor.

Gündüz oldu mu lala gürültüye başlar; uyuma bu gece de kör olsun lala.

Sarhoşların meclisinde şarap, buyruğa uy anlarla beraber ağlıyor; uy uma bu gece diyor.

Bir topluluk senin için yakınlarından ayrıldı, perperişan oldu; uyuma bu gece diye yalvarıyor.

LXXII

Dûş heme şeb dûş heme şeb geştem men ber bâm-ı efendî

Ehter-o gerdon ehter-o gerdon borde zi Zuhre câm-ı efendî

 

Dün gece sabaha dek efendinin damındaydım. Yıldız da, gök de, yıldız da, gök de Zühre’den aldı efendinin kadehini.

Bütün canların, bütün canların bağlanmış kanatları, ayakları, bağlanmış kanatları, ayakları. Tıpkı gönlüm gibi, tıpkı gönlüm gibi gönülleri hoş, efendinin tuzağında.

Tuzağın, tuzağın kızıl şaraptan da hoş, yeşil altından da hoş. Efendinin şarabı, sızırılmış altından da daha eşsiz, sızırılmış altından da daha eşsiz.

Padişahın yüzünün ışığı, padişahın yüzünün ışığı, yüzlerce Ay’a hasretler çektirmede, yüzlerce yol kesmede, kutluluk sabahı, kutluluk sabahı. Efendinin akşamında gizlenmiş.

Karun’un haznesini, Karun’un haznesini, gökyüzünün yıldızlarını, kutlu ülkeyi, hattâ canını, hattâ canını verse adam, gene ödenmez efendinin borcu.

Şu sözleri düzmek olugan bir şeydir, olugan bir şey; fakat sen şunu bir gör ki dünyanın

hasları bile efendinin halkına kurban olmuş gitmiş, kurban olmuş gitmiş.

LXXIII

Ey con çendon hobî nov bâve-i Ya’kubî

Herhâşî âşûbî conhârâ metlûbî

A canım benim, o kadar güzelsin ki... Yakub’un yeni yetişmiş oğlusun; yürek çarpıntısısın, kargaşalıksın, canların istediğisin sen.

Canımızın canısın; adların anlamısın; her şeyin varlığısın; kavgaları koparan fitne başısın sen.

Mademki bir kadeh içtim; kalkayım, döneyim. ister benzim kızıl olsun, ister sapsarı; o gülün dalıy ım ben.

A efendim, a efendim; Leylâ’dan haber ver bana. sarsılma, sarsılma; şunu an: Gece gebedir.

Efendimiz, efendimiz, şaşırdık kaldık biz.

 

Yarlığa bizi, yarlığa bizi; sensin noksan sıfatlardan arı, sensin noksan sıfatlardan arı.[63]

LXXIV

Kali teyşi ayano so ey efendi çelebî Nîm-şeb ber bâm-ı mâyî tâ kirâ mîtelebî

Hoş geldin çelebi, gel yukarıya. Gece yarısı damımızın üstünde kimi arıyorsun?

Kimi, ben keşişim dersin, siyahlara bürünürsün, eline bir sopa alırsın. kimi, garip bir Arap’ım dersin; imame urunur, mızrak taşırsın.

Ne olursan ol a beyim, pek sarho şsun, arslanları avlarsın... a Husrev, hangi dille söylersen söyle; dudakların Şirin mi Şirin.

Seni sevmeye geldim; sana lâyık değilim ama gene de sevgine düştüm, yandım. Ya Tanrı ışığısın sen, ya Tanrı’sın. ya meleksin sen, ya peygamber.

Gönül gamını yedim mi, gönüle ac ırım da a

yoksul gönül derim; neden böyle yanıp yakılıyorsun, neden böyle ateşler içinde çırpınıyorsun?

Gönül de sen nerdesin der; ben nerdeyim? Ben gönülüm, sen bedensin; yürü, bedenliğini yapadur.

Derilerde renk vardır, özlerdeyse zevk vardır... Deriler özlerle ne vakit bir yolu, bir y ordamı tutar?

Sabahlar hayır ola. biteviye gitmeyen bir gün. geceniz gündüz oldu; geceler gecelik etmiyor artık.

Yorma beni çelebi; gel bana, gir içeriye. bir soluk sâkîlik et, çünkü meşrebin pek tatlı; dudakların balla şeker.

Sustum ben, bana dilsiz sözler bellet. çünkü doğulu olsun, batılı olsun, gönül tir tir titriyor ondan.64]

LXXV

 

Çend devîdem sûy-ı efendî

Şükr ki dîdem rûy-ı efendî

Efendiye doğru ne kadar da koştum; koştum ama şükürler olsun ki efendinin yüzünü de gördüm.

Kapkaranlık gecede boyuna yol aldık biz; efendinin kokusu kılavuz oldu bize.

Canların neşesidir; ağızların tadıdır; mekânların aslıdır efendinin mahallesi.

Gül bahçesinin alanı sarhoşların işreti... Abıhayattır efendinin ırmağı.

Efendinin toyu, pek büyük bir yaşayış; boyuna kadehler sunulmada. iki düny anın da düğünü derneği.65]

Efendinin tuzağı bana dilektir, istek.

Efendinin hayı huyumdur benim.

Efendinin “koy”, bırak buyruğunu duyar duymaz, kurt kuzuya râm olur gider.66]

Boyuna bağışlanıp duran bir haznedir; Halil’in

sofrasıdır... nekeslik, efendinin huyu değildir.

Padişahların kelleleri, ay yüzlülerin başları, efendinin çevgenin de birer toptur.

Sus, az söyle, hey. ne vakit olacak da efendinin evi, evlerin kıblesi kesilecek.67]

LXXVI

Dûş heme şeb dûş heme şeb

Geştem men ber bâm-ı efendî

Dün gece, bütün gece. dün gece, bütün gece efendinin damında döndüm dolaştım.

Gece bitti, gece bitti. sonunda efendinin kadehinden şarap içtim gitti.

Efendinin adı süte de öz bağışlar, tat verir, şekere de. Güneş’e de ışık verir, Ay’a da.

Padişahların dilleri, damakları bağışlar alır. Efendinin dili damağı bağışlar bağışlar.

Tatlı, alımlı yüzü, canlara Kâbe’dir; olgun

şarabı, her şeyi bilen Tanrı tarafından coşmuştur; olgunlaşmıştır.

Elif bile olsan da harflerin başına geçsen gene efendinin lâm’ında yok ol gitsin.

Işıktır o; ateş görünür... Efendinin bayağı kulları bile özel mi özel canlardır.

Yeter, sus artık; yeter, sus artık. Efendinin borcunu kimsecikler ödeyemez.68]

LXXVII

Dîdî ki çi kerd yar-ı mâ dîdî

Mansûbe-i yâr-ı bâ vefâ dîdî

Gördün mü, gördün mü sevgilimiz neler etti bize? Gördün mü nasıl da mat etti bizi o vefalı dost.

O yaşayış kaynağının gönülleri bu çeşit mat edişini nerde gördün sen?

Mat eder görünür de bağışlar; onun gibi tersine işler yapan kimi gördün sen?

 

O aşk bağıyla bağlanan, aşk yüzünden binlerce gönlün açıldığını gördün ya, haktır bu görüş.

Bir gül verdiysen diyor, al sana bir bahçe... cefa gördüysen vefadan da nimetlen, rızıklan.

Şu beden onun bostanından bir eşek başı. o incilerle dolu denizden bir mıhladız gördün sen.

Firavunluğundan sana bir şaşılık verdi de ejderhâ gördün; oysaki bir sopaydı o.

Bugün Mûsa çağırdı seni de o sopadan yüzlerce yaprağın fışkırdığını gördün.

Dünya avcısı, iri inci taneleri saçtı; sense bönlüğünden onları bayağı bir vergi gördün.

Bön kuşcağız gibi onun yanına gittin; tuzağı, hileyi, düzeni, can yakıcılığı gördün.

“Biz kurtardık” lûtfu gene satın aldı seni de Tanrı’nın lûtfunu, yardımını gördün.

Ay’ın talihiyle Müşteri’ye döndün; Allah’tan, “Satın aldı” bağışını gördün sen.

 

Şu bağlanışı, açılışı, o kadar çok gördün ki sayıya sığmaz.

îşin sonunda o velinimet, gözünü açtı da tutyayı gördün.

Selsebîl çeşmesinden şarap içtin; erenlerin has işretini gördün sen.

“îçin” çağrısı sana kol kanat verdi; hava alanının gezilip dolaşılacak yerini gördün.

Derken o havadan Hû’ya gittin; Kafdağı’nın yücesinde Zümrüdüanka’nın uçuşunu gördün.

Ululuk devlet kuşunun neliksiz-niteliksiz uçuşunu seyrettin.

Bundan öte, duaları kabul eden söylesin; hangi dua olursa olsun, onun kabul ettiğini gördün sen.

LXXVIII

Çu sobh-dem hendîdî der-i belâ bendîdî

Çu seykelî gamharâ ez âyine rendîdî

 

Seher çağı güldün ya, belâ kapısını kapattın... cilâcı ustası gibi, gam kirini, pasını aynadan arıttın gitti.

Ne canlar verdin; ne hırkalar çaldın; ne kulaklar tuttun da işret yerine çektin.

Ne ışıklar ışıttın, ne tencereler kaynattın. ne çevikler tuttun; ne yollar sordun.

Akl-ı Küll’ü aştın, gönüle dışardan üfürdün... bağın bahçenin açılışı, saçılışı senden; selvi gibi nazlandın.

Sarhoşsun ama neden ağızları bağlamadasın; neden kalemi kırıyorsun, kâğıdı yırtıyorsun?

Ne dallar silktin, ne meyveler devşirdin. ne diye yüzünü ekşitip oturdun; neden insanı korkutmak istersin?

LXXIX

Hoş-dilem ez yâr hemçunon ki dîdî

Cân-ı por envâr hemçunon ki dîdî

 

Sevgilinin yüzünden, gördüğün gibi gönlüm hoş... can ışıklarla dolu, gördüğün gibi işte.

Sevgilinin yeşilliğinden, gördüğün gibi güllere, gülistanlara yüzlerce kutlu ırmaklar akmada.

Bir bak da gör, gördüğün gibi kimde bir gönül varsa bu hevesle gönülsüz kaldı, işten güçten oldu.

Senin yüzünü gören herkes, gördüğün gibi sırlar hocası kesildi gitti.

Mansûr gördüğün gibi darağacına çekildi ama bil ki bu görünüşte bir bahaneden başka bir şey değil.

Canlar senin gül bahçene kavuşmak ümidiyle, gördüğün gibi dikenlerle uzlaştı.

Aşk tavus kuşuna benzer. uçup gitti mi, gönül gördüğün gibi yılanlarla dolar.

Aşkı seç, aşkı. güzelim aşk o lmad ıktan sonra, ömür gördüğün gibi bir y üktür ancak.

Âşıkların gönüllerinde övünç, iki dünyanın saltanatı gördüğün gibi ayıptır, ârdır.

 

Efendiler efendisi Şemseddin’in aşkı, Tebriz’de, gördüğün gibi canlar bağışlar durur.

LXXX

Işk-ı tu hond merâ k’ez men çi mîgozerî

Nîkû neger ki menem onrâ ki minegerî

Ne diye geçip gidiyorsun da uğramıyorsun bana diye aşkın beni çağırdı; iyi bak bana dedi, baktığın, gördüğün benim.

Senin azığın da benim, konağın da ben... gönlünü ben aldım senin; benden canını kurtarırsan, vallahi o candan hayır yok sana.

Evin şu mumu benim; şu tuzak da benim, şu yem de ben; fakat yemi saydıkça bu tuzaktan haberin yoktur senin.

Yaprak istedikçe meyvemizden uzaksın. sen cilvelenip işvelendikçe bizim cilvemizden, bizim işvemizden uzaktasın sen.

Bizim kıyametimizde her solukta yeniden bir

diriliş var; fakat şu adam kalabalığının bu dirilişten haberleri bile yok.

*           Canlar, Peygamber’in sözüne göre gökyüzünün yücesindedir; bizim ümmetimizin canları yeşil kuşların kursaklarındadır.69]

*           Canlar bölük bölük ordulardır; iyileri genişliktedir, kötüleri darlıkta.

O yüzden gökyüzünü isterler; çünkü melek y aradılışındadır onlar; insan kılığındaki meleğe bak da seyret onu.

Bedenin çevresinde dönüp dolaşan şu can, yeryüzünün çevresindeki göğe benzer... beden donmuş kalmıştır ama can yoldadır, y olculuktadır.

Mademki melekle beraber uçuyorsun; geç şu burçlardan da Güneş gibi, Ay gibi tanyerinde doğ.

LXXXI

Mîresed ey con bâd-ı behârî

 

Tâ suy-ı golşen dest berârî

A benim canım, gül bahçesine gelesin diye bahar yelleri esiyor.

Yeşillik de, süsen de, lâle de, sünbül de ne ekersen onu biçersin diyor.

Goncalarla güller, dikenin çirkinliği görünmesin diye yarlıganma olarak belirdiler, açtılar.

Usûl boylu selvi yüceldi; horluktan sonra yüceliğe kavuştu.

Gül bahçesine tümden can gelmede; çünkü su canlar veriyor.

Gül bahçesinin güzelliği su yüzünden artmada... yardım pek kutlu geldi.

Tez gelesin, kulağını kaşıyıp durmayasın diye, y aprak meyveden haber getirmede.

Gövdesi arık olduğundandır ki o güzelim üzüm meyvelerin padişahıdır.

Gönül bağımız, niceye bir şehvet kışında bir

kaleye kapatılıp mahpus kalacak?

Yolu gönülden ara, ay yüzlüyü candan ara; toprakta tozdan başka ne olabilir?

Kalk, yüzünü yıka; fakat gülün yüzünü güzelleştiren suyla yıka.

Gülün dalı fesleğene dedi ki: Neyin varsa y olumuza koy.

Bülbüller, gül bahçesine, sizin tuzağınıza av biziz dediler.

Gül, Tanrı rahmetine yüz tuttu da bize karakışı buyruk ıssı yapma diye yalvardı.

Tanrı da der ki: Sıkmadıkça meyvenin suyunu elde edebilir misin hiç?

Kıştan gam yeme, gamdan, yağmadan daralma; iş başarmayı benim kapımdan seyret.

Şükür de, övüş de, artış da ağlayıp y alvarmadıkça yüz gö stermez.

Sayılı ömrünü alırsam, sayıya sığmaz ömür bağışlarım sana.

 

Sana mahmurluk veren sarhoşluğunu alırsam, mahmurluk vermeyen bir şarap sunarım sana.

Güzeller, akıllı fikirli olurlar... niceye bir kâğıda resim yapıp duracaksın?

Gündüzün yazısını okursan, kâğıdın yüzü senin yüzünden kararır gider.

Dumanı bırak da karanlık gecede sevgilinin ay yüzünü seyret, ışığa bak.

Yeter, yeter, attan in artık da eşsiz biniciliği o göstersin sana.

LXXXII

Sellemek’Allah nîst misl-i tu yâri

Nîst nikûter zi bendegî-i tu kârî

Tanrı esenlik versin; senin gibi dost yok. sana kulluktan daha güzel bir iş güç de yok.

A gönül, o benim mağara dostum dedin; fakat hiç böyle bir uçsuz bucaksız deniz bir mağaray a sığar mı?

 

Zâti ona âşık olan da yoktur; çünkü öyle bir gizlilik definesinin başucunda her erkek yılan yatıp uyuyamaz.

Sevgilimiz hiçbir kucağa sığmaz; sığmaz ama gene de seni kucaklamak için varlık âlemi zerre zerre kucağını açmıştır.

Sirke satanla koruk sıkan geçmesin, görünmesin diye o şekerkamışlığı geldi, yetişti.

Bu yandan ayrılık ırmağı akmada; bütün canlar onun suyunlan buğu gibi göklere ağmış.

Geçen gün sarhoşlukla ona dedim ki: Artık benim işime bir karar ver.

O eşsiz Ay, benim gibi eşsiz iş isteyenin bu isteğine tatlı tatlı bir güldü, utangaçlıktan y anakları y alımlandı da,

Dedi ki: Gam yeme, bu güzelim bahar varken bağın bahçen sararıp solmaz, kupkuru kalmaz.

Yedi gök de benim ateşimden bir dumandır sanki; yedi kat yerse yolumda bir tozdan ibaret.

Düny a tuzağını kuralı binlerce yüzyıllar geçti

de hâlâ ben av ümidindeyim; fakat tuzağıma bir av bile düşmedi.

Şu zamane, şu devran, âşık, sarhoş bir halde kıyımıza geldi ama bizim ne kıyımızı bulabildi, ne kucağımızı.

Şu Ay’la Güneş, değirmen taşını döndüren iki öküze benzer; gündüz yayılır, otlar, gece tarla sürmey e tutsaktır.

Öküze tapan eşek topluluğuna bak; gemsiz,yularsız y ittiler, gittiler.

Yürü, o eşeklere de ki: Bırakın olmayacak maskaralığı; tövbe edin de uçulacak yere varın.

Varın da her eşek Mesîh’e eş olsun; vahiy kabul eder, can verir bir hale gelsin.

Altıdan, beşten geçin de tanınmış, talihli kumarbaz erleri görün.

Sözün özüne vardık, daha ne diyeyim? Gönlümü, sevgilinin özleyiş kıvılcımı y aktı gitti.

Söz ağzımda kaldı; gönlümse do stların bulunduğu yere, uzak bir ülkeye gitti.

 

LXXXIII

Âh ki dilem bord gemzehâ-yı şekârî

Şîr-ı şegerf âmed o zeîf şekârî

Ah, bir güzelin bakışları gönlümü aldı gitti. Koskoca bir arslan geldi; bir de arık av.

Hiçbir gönül yoktu ki onda gam olmasın; hem de senin gibi bir sevgilinin, senin gibi gönüller alan bir dostun gamı.

Bu aşk yüzünden gözyaşları aktıkça aktı... güzelim bir padişah, bu da hoş bir ihsan.

O güzel, toza toprağa benzeyen yalvarışa b atmasın diye, göz boyuna, biteviye sular saçar durur.

Şeker madeni o dudaklardır; yaşadıkça y aşasınlar, yaşasınlar da düny ada ne bir gamlı kalsın, ne bir koruk sıkan.

İşte şimdicek kadir gecesi; gece yolcularına acıdı da dolunay doğdu, onları yıldız saymaktan kurtardı.

 

Onun ay yüzü yokken, can gökyüzü gibi altüsttü; susuz kalan balığın rahata, huzura kavuştuğunu kim görmüştür?

Zâti sen akla benzersin, bu dünyaysa tümden bedendir; akılsız beden hiçbir iş görebilir mi?

Şu yeryüzünde, şu zamanede yeni elbiseler giyin. diken bile senin gibi bir kerem sahibinin kapısında gül elbisesine büründü.

Dostun huyu can saçmak olmasaydı ne âşıklık olurdu, ne can bağışlamak.

Düny a denen kumar yurdunda güzel bir kumarbazsın; adamakıllı da kâr etmişsin; bâri bize de bir hırka ver.

Seni kucaklamak için boyuna kollarımı aç ıy orum ama o denizin kıyısını kimsecikler görmemiştir ki.

Ben susayım da o güzel huylu Ay söylesin... dağ bile onun hilminden oturamaklı bir hale gelmiştir.

LXXXIV

 

Ey senem-i golzârî çend merâ âzârî

Men çü kemin fellâhem tu dehiyem sâlârî

A gül bahçesinin güzeli, ne vakte dek beni incitip duracaksın? Bir yoksul ekinciyim ben; sensin bana köy ağalığını veren.

Niceye bir aldatacaksın, beni? Ne yaparsan da yaraşıyor sana hani... ne vakte dek gönüle hileyi, düzeni öğretip duracaksın?

Öğretiyorsun ama tutar da sen ona bir düzen edersen kırılır, düşer gider; ne düzeni fayda verir, ne bir şeyi.

Beni gönlü sâf bir hale getir, sür, götür yokluğa da yokluğun lûtfuyla şu genişlikten de kurtulay ım, şu daralıp ağlamaktan da.

Kim ağlarsa, gerçekten gömülü defineyi görmüştür o; fakat kim de gülerse, her şeyi örten Tanrı perdelerinin ardındadır o.

Uzak bir yoldan gelmişim, kötülüklere uğramış da ulaşmışım; daha yükümü bile açmamışım; bâri şu gizli haberi sen duy.

 

Kimin yükü açılmışsa sermaye peşine düşer gider; seninse sermayen yok; yok ama gene de önünü kaşır durursun.

Yeter, sus, çok söyleme; yüzünü ona tut, ona... Müşteri dedi o sana; sarmısak pek çok; bırak, satın alma sarmısağı.

LXXXV

Bâr-ı menest o be çi negzî hâce egerçi heme megzî

Çün gozerî ber ser-i kûyeş pây nikû neh ki nelegzî

Bunca güzellikle benim yükümdür, ağırlığımdır o; hoca, tümden akılsın fikirsin ama gene de onun yanından geçerken ay ağını iyi bas ki sürçüp sendelemeyesin.

Kalbimin sahibi söz söyledi bana, köpeğimin derisini temizledi; gönlümün ışığını güldürdü; Rabbim bir şerbet sundu da sarhoş etti beni.

Kapalı kapıdan incinir de cilvelenmeye, nazlanmaya koyulursun; nazlanma, cilveyi

bırak, başını eğ, zâti definenin içindesin sen.

îşim gücüm sevgime göre arındı; bereketlerim ziyan kesildi bana... Yaşayışım da sensin, zulmüm de senden; yaşayışım, yaşadıkça da uzadı gitti.

Cansın, gönülsün sen, gönlüsün, cansın; görenlere fitnesin. gözleri kamaştı mı, gönül yolunu açarsın onlara sen.

Ömrüne ömürler katılsın, tecellin arttıkça artsın. geceleyin ne vakte dek uyuyacaksın? Uyan, gün ışıdı, sabah oldu.

Gönül evine iki kapı aç; cana doğru kılavuzluk et; yaşayış denizini istemedesin; a taş yürekli, yürü, incilik et.

A benim dayancım, güzelliğim sensin; kılavuzum da sensin, cilvem de sen. kederimden usanıp da beni bırakıveresin; doğru olur mu, umulur mu bu?

A canım benim, a gönlüm benim, kalk, yürü. padişahlar padişahıyla seyre seyrana çık; hiç kaz gemi arar mı? Can olmuşsun sen, bırak şu yeri.

 

Dolunay doğdu başımıza, ulaşma geldi, ulaştı bize... a yiğidim, bunun için adaklar adamıştık hani; uygun düştü de kavuştuk o dolunaya.

A çalgı yurdu, neşe yeri, ne de lâtifsin; a sarhoşların başı, ne de güzelsin; on yiyorsun da bir bile vermiyorsun; arkadaşlığın şartı bu mu?

Her akşam, her sabah aşk şarap sunar da sarhoş eder bizi. hüzün, keder, ümidini kesti bizden, sabaha eş oldu gitti.

Yeter, sözü bırak artık; padişahın doğanısın, havalara uç; a doğan, tekrar yürü o padişaha; padişahına karşı ahdinde dur.

Ayrılık yamandı size; geri gelin artık, kutlu ulaşmayı dileyin. Ulaşıp kavuşmak, nekeslikten çekinir; nekes olmayın, cömertlikte bulunun.70]

LXXXVI

Yâ sâkıye’r-râhı va’mla’bihî tâsî

Felestu emliku sabran navbata’l-ka’si

 

A şarap sunan, doldur şarapla tasımı... şarap içme nöbeti geldi mi dayanamam ben.

Ardını arasını kesmeden sun tası. ayıldım da kendime geldim mi, yasa batmak çağı gelir çatar.

Ölümsüzlük kadehiyle boyuna sun; ayıklık zamanında binlerce vesvese gelir adama.

Neşelen de Allah aşkına başını böylece bir salla; başımı kıpkızıl şarap kadehi haline sok.

Şarabımız, gizlilik âleminden canla sunulur. cana alışırsan anlarsın o sunuşu.

Ölümsüzlük tasıy la sana şarap sundu mu, ebedî yaşayışı görür, hem de soluklarla olmayan yaşayışa kavuşursun.

Ölümsüzlük Aylarıyla neşelenir, tat alırız; duygumuz, sabah çağı, ölümsüzlük şarabını sunar.71]

LXXXVII

 

Seyyidî eyme huva key huz yedî eymi huva ki

Erinî vachake sâaten naktadî eymi huva ki

Efendim, nerdesin ki? Elimi tut, nerdesin ki? Bir an olsun yüzünü göster, nerdesin ki?

Ağırlamanızın elbisesine bürünürüz; nerdesin ki? Yüzünüzün ışığıyla yolumuzu buluruz; nerdesin ki?

Kadehinle kendinden geçiş iyidir; o nedir ki? Sabah şarabını içerken mezenle gıdalanırız; nerdedir ki?

Şehirlerde Ay gibi bir güzelsin; nerdesin sen? Sana uyan her yerde görür seni, nerdedir o?

Burda bulunana da day ançsın, başıboş olana da; nerdesin ki? Kâbe gibi her çevreye kıblesin sen; nerdesin?

Aşkın gönlümden zahitliği aldı gitti; nerdesin ki? Susun; bu hay ald ir herkesi yeden, nerdedir

ki?[22i

 

LXXXVIII

Yâ sâkıye’l-hay ısmâ’ suâli Anşid fuâdî va’hbir bi hâlî

Ey diri sâkî, istediğimi duy; gönlümü al, halimden haber ver.

Gönül alacaklar sözler ederler, teselliler verirler ama hâşâ... bir aşktır ululuk ıssından geldi çattı bana.

Aşktır hünerim, şevktir küpüm. şarabım kendimdendir, esriklikse halimdir benim.

Güzelimin aşkı uçsuz bucaksız bir denizdir; erlerin canları balıklardır o denizde.

İlacım da sizsiniz, dermanım da siz. ümidim de sizsiniz, olgunluğum da siz.

Açılıp saçılış gizlidir; aşktır eminlik veren; Rabdir borcu üstüne alan, umurlamaman için borçlanan.

Ebedî aşk beni öldürmeye kastetti; ben de başıma gelecekleri beklemeye başladım.

 

Dedim ki: Bize bir hengâme göster; işte buracıkta ama sen çuvaldasın dedi.

Çuvalı yırt da dedi, başını dışarıya çıkar... çıkar da gör ki buluşmanın, kavuşmanın ta içindesin sen.

A dostum, can yolunda incinme; çünkü sen kanatları olan bir devlet kuşusun.

Dedim ki: Âşık, seni uygun görmede kendine. hayır, hayır dedi; eriyip akarsa belki.

Suçsuzu öldürecek misin dedim. evet dedi, buluşmak pek pahalı çünkü.

O bal dudaklardan ne tadabilirim ki dedim; aklını başına al da sürtünme dedi; o sana mum olmaz.

Bir sabah çağı nimetlendir bizi; bir kâr iste; ger kanadını; çünkü köşk pek yüksek.

A benimle oturup kalkan, hasta gibi inle. ağlayıp inlersen bu halini Tanrı görür.

Gecelerin dalgalarına daldık da bir inci bulduk ama kaybettik gitti.

 

Geceleri dileklerin çevresinde dön dolaş da güzel bir düşünce karşına çıkıversin, bir hoş söz duyuveresin.

Geceleyin yıldız gibi dön dolaş... çünkü geceler inci denizidir.

Bir elçim var ama usanmış; yarabbi sen usanç veren şeylerden kurtar.

Bende öyle bir şarap var ki, çakalsın ama ondan bir tatsan arslan avlarsın.

Fakat şimdi bırak da afyon yutmaya bak. çünkü kimi cevap peşindesin, kimi soru peşinde.

Pek sarhoşum ben; kendimden geçtim mi hoşum. a beni kınay an, halimi bilmezsin sen.

Sevgili, yukardan, damdan in aşağıya; kavuştur beni kendine de nimetlendir; ev de bomboş.

Bir gizli kapaklı söz duy bu kuldan dedim; ey söyleyip duran, sus dedi.

Susmak güç dedim; dedi ki: a söz sahibi, yüceliklere sahip ol.

 

Dedim ki: Mahrem olacak kimse yok; soluğunu kısa kes; bence bir şey yok ama Allah daha iyi bilir.73]

LXXXIX

Elâ harîme Leylâ aleykumu selâmî

Edertumu aleynâ safıyyete’l-mudâmî

Ey Leylâ’nın bulunduğu yer, size esenlik benden... arı duru şarabı durmadan sunarsınız bize.

İşte budur buluşma baharı, kavuşma çağı; herkesi kaplayan nimet zamanı.

Biteviye sunun kadehleri, sarhoş edin erleri. büyük kişilerin toyu böyle olur zâti.

Buluşmanıza son yok; ayrılmadan buluşun. nimetleriniz pek bol, hiç borçlanmadan yiyin.

Yüreğim gecelerin karanlığı yüzünden burkulmaz artık; gözlerimden uyku kaçtı; uyumam artık.74]

 

XC

Ey şeh-i câvidânî vey meh-i âsmânî

Çeşme-i zindegânî golşen-i lâmekânî

Ey ölümsüz padişah, ey gökyüzündeki Ay; yaşayış kaynağısın, mekânsızlık gül bahçesi.

Senin tatlı, arı duru suyunu gördüm de can masalını duydum; can gibi gözlere görünmez oldum; izsizlik âlemine daldım gitti.

Güzel kokulu miske âşık olan, misk ceylanları avlar... sen koşturdukça sarhoş bir halde her yana koşar, girer.

Senin o şeker gibi gülüşün yüzünden şeker bile kul köle olmuş sana; diri can, senin yüzünden dirilik denizine batmış gitmiş.

Hey sarhoşlar, gündüz oldu; bülbülün gül bahçesindeki güzelim çilemesini, şakımasını duyun.

Yasemin gibi cilvelen; başını böylece salla. şekerler saçacaksan evini ballarla doldur.

 

Nerkis gözlerin sarhoş olmuş; cin misin, melek misin? Şekerle yoğrulmuşsun; gül bahçesinin goncasısın sen.

Böyle bir Tanrı sâkîsi varken kendinde olmak mutlak küfürdür... bedava sunulan şarap yüzünden can taklalar atıp durmadadır.

A kardeş, gece gündüz kendinde olmamak daha hoş. ulular ulusu Tanrı’nın sarhoşu ol; y oktur bir ikinci ona.

Adı canlara candır; onu anış madenlere lâ’ldir. aşkı gönüllerde hem amandır, hem istek.

Adını andım mı, bahtım yeşerir; işkilsiz, ikiliksiz, adı zatı olur gider.

Şu yemyeşil meydanda gizlenmiş nice sarhoşlar var. onlara doğru gidiyorum; bilirsin ya, gene de sana söyledim işte.

* Onlar Vîse’nin de canıdır, Râmîn’in de; pek şirin onlar, pek şirin. Yâsîn soyunun övüncü, Tanrı’dan bir armağandır.

 

Sen de koşar, iversen, su kuşlarının yanına varırsan, abıhayatı bulursun, uçsuz bucaksız neşe denizine ulaşırsın.

Tatlı, tuzlu yemekler yedin; yaşadın, zevke erdin; bir gececik de aşka gel de seyret ev sahipliğini onun.

Biz de sabahlardan beri kendimizden geçmişiz; sarhoşuz, neşeliyiz... a dilekleri veren padişah, a muradına erenlerin sultanı, sarhoş bir halde tutmuşsun, bizi çekip duruyorsun.

Nazlılarlayız, güzellerleyiz; geceye dek onlarla ayak vurmada, oynamadayız; keşişler pîrinin her solukta bağışladığı şarapla kendimizden geçmişiz.

Bu kadeh, sizi bulmak, ağızsız bir yoldan size ulaşıp gönülde, canda parlamak için ivip duruyor.

A anlayış ıssı, körün körlüğünü gider. bundan başka yapacak bir şey yok, sınanmay a kalkışma.

Bundan başka yol da yok; bundan başka

padişah da yok; bundan başka Ay da yok... bundan başka ne varsa geçici.

Hayır, sus artık, sus; mahsustan yüzünü ekşit; akıl fikir ıssı olanları bırak da gizlice şarap iç.

XCI

Der lûtf eger berevî şâh-ı heme çemenî

Der kahr eger berevî kührâ zi bon bekenî

Lûtfa girişirsen bütün yeşilliğin padişahısın. kahra kalkışırsan, dağı kökünden sökersin.

Sen de bilirsin, bülbül senin gülüne karşı ne der de ağlar. der ki: Aşk, ayrılık günü, kederlere uğrattı beni.

Akıl senin yüzünden gençleşir; can senin yüzünden dirilir. benim aklımın da aklısın sen, canımın da canısın sen.

Nimetinle sarhoşum ben, bilirim ki acırsın da her suç yüzünden gönlünü almazsın benden.

 

Tacın başımızda, ışığın kucağımızda... kokun, yolumuzu kesmezsen, kılavuzumuz bizim.

Çoban sensin sürüye, emniyete kavuşturursun sen. aşk ehli lûtuflar, nimetler ıssının gölgesinde aman bulur gider.

Seninle konuşmaya başladım mı kendimden geçerim; fakat seninle de konuşmasaydım var olmazdım zâti.

A can, bedene tutsaksın; a beden, bana perdesin. a baş, iplerle bağlanmışsın; a gönül, sensin vatanda olan.

Mademki vatandasın ey gönül, sohbetimizi hatırla. sınanma yolunda yoldaştın bana sen.

Ulular yolculuktan kurtuldular, sarp yerlerden geçtiler mi, oralarda kendilerine eş dost olanları anarlar.75]

XCII

Tu Hodây hûyî tu sıfât-ı Hû’yî

Tu yekî nebâşî tu hezâr tûyî

 

Sen Tanrı huylusun, sende O’nun sıfatları var... Sen bir kişi olamazsın, binlerce varlıksın sen.

Bir yardımınla, bir lûtfunla herkesi gamdan da yursun, arıtırsın, suçtan da.

Herkes yolunu yitirmiş; herkes kıbleden yüz çevirmiş. fakat ne gam? Sonunda herkesi de arar, bulursun sen.

Herkes senin yüzünden ay aklarını vura vura çare aramada. herkes kutlu bir yüzün var diye seni övmede.

Hangi bağdansın, hangi bahçeden; bana söy lemiy orsun.      hangi köydensin, hangi

mahalleden; bana haber vermiyorsun.

Bütün şahları kul edersin, bütün Ayları yakar, yandırırsın. tümden vay-vaysın sen, tümden hay-huysun.

Dostsan, ne şaşılacak dostsun sen; düşmansan, gene ne şaşılacak düşmansın sen.

Yaşayıştan duy bu sözü: Yaşayış bağışlayansın

sen; şekerkamışından işit bu sözü: Şekerler şekerisin sen.

Sarhoşlukla gönlümüzü yaraladıysan tut ki iki testi kırdın; iki yüz testi kırmadın ya.

Kulağın çalgıda; aklın fikrin neşeli... iki gözün de görüşüsün, ağzın, boğazın balla şeker.

Bir küp sirke var, bir küp de şarap. şarap küpündensen ekşi suratlılığı bırak.

Sus artık, rebâba döndün. beden bakımından bir ırmağa benzersin ama gönül bakımından da bir kılsın sanki.

Ne diye susmaya savaşırsın? Sen söylemezsen dünya bile kalmaz, yok olur gider.

XCIII

Heddî nedârî der hoş-lıkaayî

Mislî nedârî der con-fezâyî

Güzel yüzlülükte sınırın yok. cana can katışta eşin, benzerin bulunmaz.

 

Vaadinden sonra, gülüşünden sonra dün kime hey nerdesin sen dedin?76]

Zamane ehlinden bir yana çekildim; sen gelesin diye vardım, eve gittim.

Yemeğini tattım, yüzünü görmedim ama O değirmi ay yüzünü ne vakit göstereceksin?

Dolunaysın, arı duru bir içim su kesilmişsin... mevki de sensin, ululuk da, bağış madeni de.

Bugün sarhoşum, deliye tapıyorum; bir Tanrı eli, elimi tuttu benim.

A benim padişahım sâkî, hadi, Allah için olsun, Allah için, o şarabı fazla fazla sun; çünkü Murtazâ’sın sen.

Can bir bucakta çırpınakalmış... sun o şarabı da kurtulsun.

Bedenimin yarısı, öbür yarısıyla savaşıyor; hadi, ne vakte dek eğleşeceksin? Barıştır onları.

Kuzgunla doğan bir kafese girmiş; her ikisi de öbürünün yarasına uğramış.

 

Kafesi aç da gençleşsinler... kapıyı sen açtın mı, savaş kalmaz.

Göğsümüzde bir nefis var, bir de akıl. birbiriyle savaşmada, ikisi de mihnet içinde, ayrılık sarhoşu.

Savaşmalarını istiyorsan ört kapıyı üstlerine; istemiy orsan sakalık et onlara.

* Mademki canımızsın bizim; Mûsa’nın beşiği gibi at canımızı suya.

At da lanetlenmiş Firavun da bulamasın onu, kötülük etmek isteyen herifler de.

Güzelim beşiği korkudan kurtulsun; ümitsizlikten halâs olsun; su üstünde oynasın dursun.

Fakat suya kavuşmadı mı Firavun tanır, bilir onu.

Su beyi sensin, o su da boyuna vardır. sana insaf etmek düşer, ihsanda bulunmak değer.

Mûsa, can korkusuyla evdeydi; ölümsüzlük amanını suda buldu.

 

Her şey suyla diridir; sudur bize gökten inen meze.

Suyun da suyusun, parlaklığın, gücün kuvvetin de parlaklığısın, gücü kuvvetisin... su da güzelliği, akıcılığı senden bulur.

Nimet Karun’udur da tamahkârlık eder; senin bağışlarına karşı yoksulluğa girişir, yoksulluk yolunu tutar.

Fakat bu ihsanı da yoksulluktan başka bir yolla kimsecikler elde edemez; ululuk ıssıyla pek de savaşma.

Ağlayanı ister o, arayanı ister. savaş, inat, canı nimetten ayırır.

Sustum ama gönlüm içimde bir neyzen oldu gitti.

XCIV

Hazâ tabîbî inde’d-devâî

Hazâ habîbî inde’l-velaî

 

İlaç verirken hekimimdir bu; severken sevgilimdir bu.

Budur elbisem, budur kitabım... budur içkim, budur a’zam.

Ayrılıkta benimle eş dost olandır bu. belâ çağında beni kurtarandır bu.

Vazgeç derler; hâşâ. gönlüm vefanın ta ortasında yer yurt tutmuştur.

Ahmed, gönlüme mi kastetmiş. eşiğinde canım, gönlüm feda olsun.

Benden şikây et ediyor da beni öldürmeyi istiy orsa baş üstüne, hem de dileye seve.

Bu, bir silahdardır ki ayak diredi mi, eve ancak para verilirse girer.

Ölümümdür, yaşayışımdır; hasadımdır, ekinimdir.    hap simdir,   kurtuluşumdur;

helâkimdir, hayatımdır.

A beni kınayan, ne işim var benim seninle, ne işin var senin benimle? Çekinmemin, dayanmamın imkânı yok.

 

Canım tutulmuş, gönlüm düşmüş; sabrımsa ayrılık ateşimle erimiş gitmiş.

Dolunayın ışığını gördük göreli buluştuğumuz kişileri de unuttuk, görüştüğümüz kişileri de.

A hünerler sahibi, zanların da üstünde olan, ârımı namusumu yakıp yandıran deliliklerimi seyret.77]

Bugün o güzel, havada uçan kuşu tutmak için bir kere daha geldi.

Gönlü olursa on on verir o; fakat yüzünü göstermede nekestir.

Güzelimin çevresinde beş yüz güvercin tanıklık için kanat çırpar.

A yarı ölmüş, burdan uç; çünkü burda hiçbir isteksiz, özlemsiz kişi bulunamaz.

Az konuşan sarhoşlar, bedenden kurtuldular; ben de kilimciden bir kilim aşırdım.

XCV

 

Tu çonin nebûdî tu çonin çerâyî
Çi konî husûmet çü ezân-ı mâyî

Sen böyle değildin, niçin böylesin sen? Mademki bizimsin, ne diye düşmanlığa kalkışırsın?

Selâmın geldi mi, gönül de kul köle olur sana, can da... a güzelim, sen bundan daha yüz kat fazlasına da değersin.

Ay yüzlüsün sen, ilkbaharın gönlüsün sen. padişah huylusun, melek yüzlüsün sen.

Ver o kadehi, genişlet gönlümüzü; eskimiş gama en iyi ilaç sensin.

Gönül de nedir, can da ne? İki cihan da ne oluyor ki? Hepsini de feda etmek kolay; fakat sen nerdesin acaba?

Masalı bırak da sarhoşlara padişahın bağışından bir bağış kadehi ulaştır.

Tümden umutsun, ak şekersin sen. bizi gördün mü, bir bildiklik gö ster.

 

Şekersin, şekerkamışısın, tümden yaşayışsın... zekât tabağısın, Tanrı keremisin sen.

Dünyanın neşesisin, çalgısı; şaşılacak bir kıransın; can kulağına terelâ yelâlîsin sen.

Yücelerden terelâ yelâlâ diye nağmeler uçurursun; bir belâ değilsin, yüzlerce belâsın sen.

Gönlümü aldın da nerelere götürdün, kimlere verdin? Ne cevap verirsin, ne kurtarırsın beni.

* Düzeni arttır, aldat bizi. zâti bütün dünya, sana karşı bir köydür ancak.

Başımızı yardın; tuttun, başını bağladın, çattın. bunak bile böyle kötü bir iş y apmaz.

Çıplakların çullarına büründün, körlerin sopasını aldın; ne ümidin var, kimden ne kapacaksın?

Tamahkârlıkta böylesin, bağıştaysa bir dünyasın. sana karşı herkes şaşırmış kalmış, ne de acayip işler göstermedesin.

* Sus a Safûrâ, bırak onu; ırmaktan çıkıyorsun

da ırmaktan başka ne arıyorsun ki?

îrâden elinde değil, tümden zora katlanmışsın, kendi dileğinle dönmüyorsun; değirmene benziyorsun sen.

Sen bir testisin, ırmağa tutsaksın; fakat ırmaktan ayrılınca da ırmaktan başka ne ararsın sen.

Kendi kendine ne yapmak istiyorsun? Madene tutsaksın sen. Kendinden ne söylüyorsun ki? Dağdan gelen bir yankısın sen.

Sus a nağme, sıçra damın kıyısından... çünkü can sesisin sen, tümden nağmesin sen.

XCVI

Gah çü oştor der vecel âyî

Geh çü şekârî der acel âyî

Kimi olur, deve gibi ürkersin. kimi olur, bir av gibi balçığa saplanır kalırsın.

A geçip giden oğlan, niceye bir kaçacaksın?

 

Sonunda olanlar olacak sana.78]

Cihetsizliğe yönel, git de orda ara... a gönül, ne vakte dek sebeplerde, illetlerde arayacaksın?

Aramadasın, tutmuş çalgıya çengiye düşmüşsün. yün hırka giyinmişsin; sonra da ağır elbiseler ummadasın.

Başın ağrır, kötülüklere uğrarsın. âşık ol da dertlerden, mihnetlerden kurtul.

Can, korkan gönüle bir üfürdü mü, çalgıcı aramay a koyulursun, gazele başlarsın.

O neye daha da güçlü üflerse, sevgilinin yüzüne, gözlerin sürmelenir de öyle bakarsın.

Savaşa kalkışırsan ayıplanırsın; işler işlemeye kalkma; işler gelir başına.

Sevgilinin gamıyla kucağına düştün onun. Zâti avcundasın, koltuğuna alır seni.

Düşünceyi bırak, sonu düşünme. şaşırır kalırsın, düzenlere uğrarsın.

Bir düşünce gelip ç attı mı, onun zıddına da

bak... olur ya, şaşkınlıkla bu ikisinden birini elde ediverirsin.

Çünkü ikisinin arasında bocalayış, insanı şaşırtır; bu iki çeşit değişme, seni gerçeğe götürebilir.

Düşüncenin önündeyken yolun sonunu gör. niceye bir sözle oyalanıp duracaksın?

XCVII

Bâ çerh-i gerdan tîr-i hevâyî

Dâred hemîşe kasd-ı codâyî

Dönüp duran gök kubbeden atılan, havadan uçup gelen ok, boyuna ay rılık kasdında.

Budur Muhammed, beni öldürmeyi kastetmiş. bense onun cefalarını çekmeye hazırım.

Budur sevgilim, budur hekimim. budur edeplim, budur ilacım.

Budur dileğim, budur gönlüm. budur

direğim, budur bayrağım.

Testiyi dedikodusuz doldur... yahut dostumuzsan bizim, hay-huylar ederek doldur.

Hadi a Safûrâ, kır testiyi; fakat ümitsizliğe düşüp amcanı kırma.

Testi kaybolduysa ırmağımız var. sen sakasın ama tanınmış bir köydesin.

Bu ölümsüz zevk saçma bir şey olamaz. havadaki kuş kanatsız uçamaz.

Cana kulunca tutulup gidenleri bir göster; devlet kuşu gibi yalnız başına uç sen.

Duygu bakımından onların bedenleri pistir; onlardan yoksulluk kokusundan başka bir koku duyulmaz.

Şu üzümden koltuk kokusunu gider; nanenin y anındaki pırasayı sök, at.

Gönlündekini örtmeye çok çalışıyorsun ama her parça buçuğun tanıklık ediyor.

O, yazılmamış yazıları okur; söylenmedik

sözleri bilir... fakat senin yüzün pek; aşırı ârsızsın; utanmazsın.

Malın mülkün yok; bahtın yaver değil; o pek yüzünden dolayı da ululuk ıssı olamıyorsun.

Köpek soyundansın, havlayıp duruyorsun. mademki eve gelmiyorsun, mahallede dolaşadur.

Evde bülbülümüz var; şakıyor, çiliyor... köpekten güzel bir ses gelmez ki.

İşte hür bülbül burda, sürahi de dolu; kalk a Sungur, niceye bir bekleyip duracaksın?

Nuh gibi bir ömürsün, rûh gibi bir sevgilisin; kimi sabah yemeğisin, kimi akşam yemeği.

Tatlı bir şarap, şarap iç; sus, söz söyleme. a mürâî, şu davulu az çal.79]

XCVIII

Be cân-ı tu ey dâyı ki sûy-ı mâ bâz âyî Tu her çi mîfermâyî heme şeker mîhâyî

 

A dayı, canın için olsun, gene dön, gel yanımıza... ne buyurursan buyur, boyuna şekerler çiğnersin, ballar yersin sen.80]

A güzel huylu, çık dama, tez dama yüz tut. bu yana iki üç adım at; şu sarhoşların razılığını elde et.

Usanmışsan sarhoşlardan bir sağrak al. cana rahat verir o, adamın elinden tutar, masaldan kurtarır insanı.

A cana canlar katan güzel, yarın gelirim diye vaad etmedin mi bize? Ne de aldatış bu, ne de yalan.

A çekingen güzel, dudağımızı öpersen mürâîliği bırakmış olursun, güzelliğine güzellik katarsın.

Başını bir kerecik pencereden çıkar, ahdini berkit, şekerlerle doldur; düny ay ı incilere boğ, inan da bir sına hani.

İyilik fidanını dik, gül fidanını silk. y akınların yanlarına gel, kötülük etme onlara.

 

İki göze de bir uyku ver; zamana bir parlaklık, bir güç kuvvet bağışla; susamışlara bir su ver, koruğa bir lezzet ihsan et.

Çengi al, tene-ten diye çalmaya koyul; gönlü ayrılıktan sök, at... apaydın şarabı getir de mahmurluğumuzu gider bizim.

Şu usançtan vazgeç, pencereden bak; dostlarla şarap iç. dostların arasında bulunmak daha hoş.

Kendimden geçtim de açılıp saçıldım; sevgilime dedim ki: Nereye düşersem düşeyim, gamınla eşim dostum ben.

El çırpışına bak, sarhoş gözlerini seyret; oltaya benzeyen saçlarına dal; hasılı nesi varsa bak da gör.

Eteğini tuttum mu, pek yücelirim; balla karılmış süte dönerim; onun lûtfuna karşı öleyim gitsin.

A güzelim, bir avuç kaza berbat çalma; nehir yokken gemi yürütmey e kalkışma; ortalama bir yol tut.

 

Güzelim tohumlar ek ki yarın yeşersin... çünkü burda ne ekersen onu biçersin orda.

Bir tohum ektiysen neden pişman oldun? Dağda, çölde bile olsan yürü; altından tasın var.

Usandıysan a güzel, yürü, işveleriyle dal uykuya. ateşlerle dolu dünyadan gizlice, bir hoş hoş kaç gitsin.

Bu yandan göz yum, hırsızlamaca yoldan git. gizlilik âleminde esenleş, can kanadıyla uç.

Âşık oturarak uyur; çünkü sabır yaraşır ona. Azrâ için Vâmık yeğinleşir, ileriye atılır.

Artık söylemeyi kısa kes; susuşu yoldaş edin; padişahlar padişahına bak; o ay yüzü seyre dal.I8U

XCIX

Ez begeh ey yâr z’on akaar-ı semâ’yî Deh be kef-i mâ ki nûr-ı dîde-i mâyî

Sevgili, erkenden o gökyüzünün şarabını sun

elimize; gözümüzün ışığısın sen.

Her seher elinden nasibimiz var; döndür o kadehi; güneş yüzlüsün sen.

Hem de bana sun a Ay, sunma başkasına; ahdinde dur, vefa göster, çünkü vefalı bir padişahsın sen.

Toz duvakları altından görünen güzelim bir y eniay sın; dertlere güzelim bir demansın sen.

Döndür kadehi; aşkının devri geldi çattı; halk nerde, senin gibi eşsiz güzeller nerde?

Ay yüzüne bir değer biçebilseydi gökyüzü, zerreler kadar can feda ederdi sana.

Bütün padişahlığınla beraber lûtfet de bize sâkîlik et; mahmur susuzlarız çünkü.

Âdem, senin için dağarcık, zembil aldı eline; Havva senin için Havvalığını y aptı.

Bunları yapan Âdem’le Havva değildi; yaratan çeşit çeşit Tanrılıkta bulunuyordu.

Uçmağın dört ırmağı da senin kadehinde; bu

gittikçe ululanan ululuk altı yönden, beş duygudan değil.

Bu solukta bütün parça buçuklarımızı aç, saç da tanıklık naraları göğe ağsın.

Şu çayırlıkta goncanın ağzı, çene topağı, sen ağzını açasın da gülesin diye gülüp durur.

Senin güneş yüzün görünmese devlet kuşunun gölgesi bir kutluluk vermez.

Kadehsiz ev, ne güzeldir, ne aydın... Rehâvî makamından çal, kurtuluş onda.

Binlerce deniz değerindeki miski saç, dök gitsin. oturamaklı bir dağsın, cömertlik denizisin sen.

Her gece gayb âleminden, âdeta bir çoban gelir de yayıma salınmış develer gibi canları bedenlerden kurtarır.

Develeri gizlice yokluk yurduna çeker de bağış yeşilliklerinde bir hoş yayar.

Ama yolu görmesinler diye de gözlerini bağlar onların; çünkü ilâhî bir yoldur, nefis, dilek yolu

değil.

Yaya, padişahın ayağına yüzünü koydu mu da yokluktan-yoksulluktan âdeta iki atla kaçar gider.

Ondan sonra da ferzin gibi artık eğri yola sapmaz; Hindistan’ı uman fil gibi rüyalar görür.

Mat ol da dedikodu oyununu bırak; çünkü yol göstermek, o satranç padişahının hakkıdır.

C

Tu cân-ı mâyî mâh-sîmâyî

Fârıg zi cümle endîşekâyî

Canımızsın bizim, melek yüzlüsün... bütün düşüncelere boş vermişsin sen.

Düşünceye dalmışsın da hastalığına ilaçlar arıyorsun; fakat asıl hastalığını arttıran da düşünce.

Düşünceyi bırak, şaşkınlığını arttır. düşünce eri değilsin, arılık duruluk, zevk, safâ erisin sen.

 

Bu yolda düşünce bir ejderhâ kesilir... benim canım, deli divane ol; neden akıllısın?

Adı kötüye çıkmış Mecnun savaşlardan, çekişlerden kurtuldu. fakat aklı başında olan bir kurtcağız ejderhâ kesildi gitti.

Koza kurdunun düşünceleri var; çünkü sanatını göstermek ister o.

Sanatını gösterir, bir şey doğar, meydana gelir; gelir ama bu şaşkınca düşünceyle de kendinden olur o.

Sanatı bırak, sanatkâr yeter sana. fazla tanıklık etme, tanık olarak da yeter o, güzel o larak da yeter.

Yoklara odur varlık veren; kalpları odur geçer akçe haline getiren.

Gökyüzüne biteviye bir dönüş vermiştir o, elsizdir, ayaksızdır gökyüzü ama bundan bir ziyan gelmez kendisine.

Dikkat et de çok söyleme, sus. her ne kadar kendinde değilsen de gene susmaya gayret et.

Cân-ı cân-ı mâyî hoşter ez helvâyî

Çerhrâ por kerdî zînet-o zîbâyî

* Canımıza cansın, tatlılardan da hoşsun... gökyüzünü süslerle doldurdun, bezedin.

Varlıkların dadısısın, sarhoşlukların kaynağı. sarhoşların sâkîsisin, başların âfeti.

Toprağın bağısın, definesisin, gönüllerin meşalesi. senin çevrende dönmüştür de yüceliği bulmuştur Zühal.

Gelirim diye vaad ettin, vaadimde dururum dedin; a ay yüzlüm benim, kimleri bekliyorsun?

Bağış zamanı sevgili, madensin, denizsin sen. söylemeye başladın mı, sanki şeker çiğnersin.

Sensiz bir pervaneyim, yerin meydanda değil. gönüller, ardında şaşırmıştır, yerden yere gitmede.

Ne buyurursan buyruğun akılları kapar, ömre

ömür katar, gözlerimizi açar.

Senin bulunduğun meclislere, sen izin vermedikçe can bile giremez a benim padişahım.

Sensiz yalnız kalırsam, budur en acı kadeh a canım benim, budur en sarp tuzak a cihanım benim.

A benim sevdama düşen, nasılsın dersen, bu benim en hoş dileğimin ele geçişidir; en faydalı kârımdır.

Pişkinlere şarapsın, hamlara sütsün... balın, sütün için kanlara bulanışa bak.

Aşkın ciğerlere karılan ne de güzel bir şey. Kan dökücülükte elin her elin üstünde.

Her el bir sarhoşun elini tutsa, değil mi ki sen mey danda değilsin, esriklere gene çare yok.

Canları deniz bil, bedenleri köpük say... fakat sen gel ey denizin incisi, sen gel.

Efendim, sahibim, konak yerim, yatağım; her şeyi örneksiz yaratansın, her parça buçuğu esriten.

 

Sabahları ışıtan, canları y aratan... suya kandırdığın vakit de şarabıyla keremler buyuran.82]

Ben elimi ağzıma koydum, ağzımı yumdum. sen söylersin artık, zâti sensin söylemeyi veren.

CII

Ne zi âkılânem ki zi men begîrî

Hıredem tu bordî çi zi men begirî

Akıllılardan değilim ki suçuma bakasın. aklımı sen aldın, götürdün, benden ne istersin?

Horum, hakirim ama aşağılıkta bulunmam; vallahi gök kubbeyi bile iki habbeye satın almam.

Mademki elim açık, mademki pek esriğim; sun a kardeş yoksulluk kadehini.

Ne y aşamay ı isterim, ne zekât isterim; ölsem bile beylik etmem ben.

Mademki aklın var, kaç benden; hele uzaklaş

benden; bu yürekliliği göstermeye kalkışma bana.

Bildiksen iki gözümüzsün bizim... kabul edersen kulluk edeyim sana.

* A Muhammed, n’olur bir gececik uyumasan da çalsan dursan... için geçip gitmese.

Güzel bir huyun var; tanınmış bir padişahsın; sâkî, ölümsüzlük şarabından sun bize.

Sarhoşların cefası yüzünden dostları bırakıp gitmezsin sen. yolun y ordamın güzel; ok y arasına benzemezsin çünkü.

Rûy-ı tu ber negrîz-i kân mâned

Zolf-i tu be nakş-bend-i can mâned

Yüzün madene renk verene; saçların cana şekil ihsan edene benziyor.

Gül yaprağının gölgesi yüzüne vursa, o nazik yanağında bir iz kalır.

Senden ayrıyken geçen bir gün bir yıl çeker... yoksul âşık öylece genç kalır gider.

Gönlü daralmış görünüy orum ama dar gönüllü değilim; nihayet gönlüm o ağza benziyor.

Benim gözüme gel, benim gözümle bak da yüz binlerce cana benzeyen bir beden seyret.

Yediyüz yetmiş yılının kadri yüceltilmiş Muharrem ayı ortalarında gazeller,

Allah’a hamd edilerek, Peygamberine rahmet okunarak bitti.

 

Tercemenin bitiş tarihi: 27 Cumaze’l-ahıra

1379 ve 28 Aralık 1959

SONRA BULUNAN ŞİİRLER

Dîvân, bundan sonra rubailere geçiyor, “Y” harfinin sonuna dek rubailer var. Sonra bir yaprakta dört gazel var. Bunlar herhalde sonradan bir başka dîvânda bulunup yazılmış. Bu dört gazelin biri mükerrer, üçünün tercemelerini sunuyoruz.

— D —

Eger dil ez gam-ı dunyâ codâ tevânîkerd

Neşât-o ayş be bâg-ı bakaa tevânîkerd

Gönlü dünya gamından ayırman mümkünse, ölümsüzlük bağında neşelenmene, zevklenmene de imkân var.

Riyazat suyuyla gusledersen, bütün gönül pisliklerini arıtırsın.

Hevesler durağından iki adım ilerlersen, ululuk haremine konabilirsin.

A gönül, anlamlar denizinde o inci yok mu_ hani değer bakımından paha biçemezsin ona.

Himmet eder de toprak durağında konak edinmezsen, yücelerin en yücesini durak edinirsin.

Başını düşünce koynuna eğersen, geçmiş zamanlarını kaza edebilirsin.

Fakat bu çevik yolcuların sıfatıdır; sense dünya nazeninisin, nerden aşacaksın bu yolu?

Sen ne ecelin elini, ayağını bükebilirsin; ne dünyanın renginden, kokusundan geçebilirsin.

Kötüler kötüsü benliğinle savaşabilirsen, gönülle can Rüstem’isin, erlerin sâkîsi.

Aşk derdi, tutar da sende baş gösterirse, onun gamına düşer de bu dertle gönlünü sağ esen bir hale koyarsın.

Şu anda nasıl-niçin dikenliğinden geçebilirsen, ona kavuşma cennetinde y ay ılır, gezersin.

Devlet kuşunun soyundansan, kuzgun soyu değilsen, canında devlet kuşuna bir özlem belirir.

Devlet kuşunun gölgesi Tebrizli Şems’tir; gayret et de o padişahın gönlüne gir, onun gönlünde yerin olsun.

Zi Şemsüddin-i mehdomî kadehvâr

Ki ender fiy’ şerâbî hest çün nâr

Ulular ulusu Şemseddin’den bir kadeh sun; onda nar gibi bir şarap var.

Şemseddin’i övüş sopasını yere at da Mûsa’nın sopası gibi ejderhâ olsun.

Ulular ulusu Şemseddin’in sopası, bir uğurdan bütün büyüleri, bütün kerametleri yok eder gider.

Yeni baştan anlam sarhoşlarını görürsün; sırların ta öte yanından çıkagelirler.

Dört günceğiz sonra filân da geliyor deyin de o sarho şlara benden selâm söyleyin.

Deyin ki: Bedenim canımın ayağında diken; şimdicek ayağımdan o dikeni çıkaray ım da geliyorum diyor.

Diken ne de meydanda, fakat ay ağım

görünmüyor... ey işi gücü iyi dost bu iş, böyle tersine işte.

Özü gizli de dünya meydanda; sanki özü dil de dünya söz.

Gönülden bir sözdür doğar, yüz yüzü vardır; her yüzünden çengden çıkan ses gibi yüzlerce telden ses çıkar.

Söz kalmaz, fakat gönülde söz doludur; dünya kalmaz, fakat Tanrı gene de vardır.

* “Tanrı’nızız biz, gene de ona dönüp varanlarız” âyetinin sırrı zuhur edince o söz bitti gitti; fakat bu iş gönülde duruyor.

Sen gönül sırrının sırrını ararsan, ulular ulusu Şemseddin sevgili olur sana.

Fakat o istemedikçe arayamazsın onu; istemedi mi, inkâra bağlanır kalırsın.

Şemseddin’in denizlerine düştün mü, sana artık ne az vardır, ne çok.

O vakit sana karşı, dünyanın bütün ışıkları bir soluğa tutsak olmuş görünür.

 

Bütün dünyaya ulular ulusu, seçilmiş Şemseddin’in sayesinde can bağışlarsın.

Tanrı gibi hem sökersin, yırtarsın, hem dikersin, onarırsın... kaparsın, açarsın.

Dilersen kendini gösterirsin, dilersen gizlenirsin.

Herkesi, her şeyi çırılçıplak görürsün de yurt ıssının lûtfuyla seni kimsecikler görmez.

Can dünyasında padişahlar padişahı olursun, bir padişahtan bir mağara elde edersin.

Bütün övüncün ancak Şemseddin’le olur, onun kapısında mağara hizmetçisi kesilirsin.

Boyuna Şemseddin, Şemseddin diyedur; Şemseddin’den gene Şemseddin’e feryat et.

Çün heme ışk-ı rûy-ı tust cumle rezâ-yı nefs-i mâ

Kofr şodest lâcerem terk-i hevâ-yı nefs­i mâ

Özümüzün bütün razılığı, yüzüne karşı duyduğumuz aşktır; bu bakımdan da özümüzün dileğinden geçmek küfürdür bize.

Mademki aşkınla dirildi, nefsimizle nasıl savaşa girişiriz? Nefsimizin haccı da kanlı bakışlarına ulaşmaktır, savaşı da.

Nefsimizin yeri yurdu, ikiye bölünmüş büklüm büklüm saçlarındır; bu yüzden nefsimizden ancak bir gölgedir beliren.

Aşk öylesine bir ateş yaktı, yandırdı ki abıhayat bile ondan utanmada... Sor bakalım, kimin için yalımladı bu ateşi? Nefsimiz için.

On sekiz bin neşe, zevk âlemi gösterildi de nefsimiz anc ak senin güzelliğine karşı coştu,

ancak onu istedi.

Tamu kâfirlerin yeri, uçmak müminlerin... aşk âşıklar için; yok olmaksa nefsimize değer ancak.

Vefa gerçeğinin temeli, razılık özetinin sırrı, canın ıssı Şemseddin’dir, nefsimizin arılığı bizim.

Binlerce misk bedenlinin güzel kokulu canına karşılık, nefsimizin gözleri aydın olsun diye Tebriz toprağından sürmeler geliyor bize.

Mübârek bâd ber mâ in Ferîdûn

Ki gerded pâdşâh-ı din Ferîdûn

* Bu Ferîdûn kutlu olsun bize; Ferîdûn din padişahı olacaktır çünkü.

Gökteki Ay gibi parlaktır, apaydındır; Mısır ülkesi gibi şeker mi şekerdir; tatlı mı tatlıdır Ferîdûn.83]

Devlet yağız atına eyer vurur da kutluluk meydanında top-çevgen oynar Ferîdûn.

Tümden güneş, tümden arılık olarak, kinden arı bir halde devlet burcundan Ay gibi doğdu Ferîdûn.

Yücelik, oturamaklılık kılıcıyla gam Dahhâk’ının boynunu keser Ferîdûn.

Tanrı’ya hamd olsun ki şimdi devlet köşkünde mevkileri arttırır, töreler kor Ferîdûn.

Tarih bakımından yetmişinci yılda, salı günü anasından doğdu Ferîdûn.84]

Aylardan Zi’lk’adeydi, sekizinci günüydü, sabah namazından iki saat sonra dünyaya geldi Ferîdûn.85]

Husrev’in belinden geldi; bu bakımdan da Şirin gibi sevimli olur Ferîdûn.

Anadan da soylu soplu bir padişahtır, babadan da... Kara gözlü huriler gibi cennetten geldi Ferîdûn.

Akıllanınca, boy atınca bu şiirimi beğenir Ferîdûn.

Ömrü binlerce yıl uzasın; sen de âmin de ey Ferîdûn.

Dîvân’da bundan sonra, bahirlerde bulunmayan ve herhalde sonradan ele geçen bir nüshada bulunan gazeller yazılıyor. Biz de aynı tertiple tercemeye devam ediyoruz:

“Ey aşkı, kutluluk göğünde uçanlara kol kanat

veren”den kalanlar.

(c. I., Bahr-i Recez) “müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün”

— A —

Fîmâ terâ fîmâ terâ yâ men yerâ ve lâyurâ

El-ayşu fî eknâfinâ val’l-mavtu fî erkâninâ

Ey gören, fakat görünmeyen; görüyorsun ya, zevk, neşe çevremizde, ölümse temellerimizde.

Bizi kendine yaklaştırırsan ne mutlu bize; bizden gizlenirsen eyvahlar olsun bize.

Övünçlerle kalbimden seni çağırdım ey her yerde hazır, nazır olan... ey kerem sahibi, ey suçları örten, aşağılık halimize acı, lûtfet bize.

Ben gidiyorum, sense şu yolda, bu yerde balçığa kakılıp kalmışsın. fakat bir rızık gelirse y arısı bana, yarısı sana.

Suyun dışındaki gemi nasıl yürür gider? Fakat alıcıya da, satıcıya da bol bol inciler geliyor.

Bol bol inciler geliyor; değirmi Ay geliyor; pek

yakınlarda göz ışığı geliyor işte.

Güzelce topluluğa gir, şekerden başka bir şeye ayak basma... o cana can katan parmaklarla şarap sağrağından başka bir şeyi tutma.

— N —

Ey dil şikâyethâ mekon tâ neşneved dildâr-ı men

Ey dil nemîtersî meger ez yâr-i bî zinhâr-ı men

A gönül, şikâyetler etme de sevgilim duymasın; aman nedir bilmeyen sevgilimden korkmuyor musun yoksa a gönül.

A gönül, kanıma girme; Ceyhun’a dönmüş gözyaşlarıma dalma... yoksa geceleyin sehere dek sürüp giden feryatlarımı duymadın mı ki?

Hatırına gelmiyor mu? Hani bir gün konuşurken artık demişti; benim gül bahçemi düşünme.

Kendi miktarını bil, şu gül bahçesinin adını anma; benim dikenimi biliy orsun ya, bu yetmez mi sana?

Dedim ki: Canıma aman ver; şimdicek başım ağırlaştı, a şarap sunan sâkîm, bana şarap

sunmanı istiyorum.

Güldü de, peki ama dedi, aşırı gitme; gidersen a benim sarhoşum, a benim ayığım, başın böylece döner durur.

Lütfedeceğini görünce ayaklarına kapandım da sen bana yâr olmazsan dünyada yaşamam ben dedim.

Dünyada kalma, yok ol da apaçık yüzümü gör; böyle olmasını istiyorsan öyle ol; bil ki y okluktadır benim işim dedi.

Senin tuzağındayım, kadehin olmadıkça nasıl yiterim... canımı al da bir kadeh sat; ondan sonra seyret benim pazarımı dedim.

Dil dî herâb-o mest-o hoş her sû hemîoftâd ezo

Der golboneş con sed zebon çün sovsen-i âzâd ezo

Dün onun yüzünden yıkılmıştı gönül; her yana düşüp durmadaydı; gül bahçesinde can yüz dilli süsen gibi yüzlerce dile sahip olmuştu.

Gönüller onun dudaklarından ebedî olarak Husrev gibi Şirinleşmiş, tada tuza batmış... fakat bir zamancağız gizlendi mi, onun yüzünden Ferhad gibi feryada başlarlar.

Külhana benzeyen tabiatta ansızın bir halife yüz gösterdi; müminler emîrinin yüzünden yüzlerce Bağdat’a övünç oldu.

Göklerde melekler, onun ışığıyla noksan sıfatlardan arı olduğunu söylerler, bu tesp ihten zevk alırlar. bütün ibadet edenlerin canları, onun yüzünden kılavuzluk gözüne, yolculuk

ışığına kavuşur.

Yüz binlerce can onun çevresinde; oysa Ay gibi ortada... sarhoş bir halde salına salına gitmede, kem gözler görmesin onu.

Ay’ın on dördünün ışıkları, onun yüzünden bir ışık. amber saçlar da o şimşad boylunun büklüm büklüm saçlarından bir iz.

Aşk padişahının ordusu yüzünden bir dünya yıkılıp gitse, o padişah yıkılan bir dünya yerine yüzlerce canlara can olan düny a kurar.

O bakışlar, âşıklara zulmeder ama adaleti iki dünyaya da güzellik vermiştir, alım vermiştir.

Şu yeryüzü, bu güzeller padişahının ondan doğduğunu zerre kadar anlasaydı, nazlanır, ululanırdı da gökyüzüne ayak basardı.

Akıl küstahlık etti de kapısına koştu, fakat y aralandı gitti. can o yarayı görünce edep bakımından ona hoca kesildi.

Onun yüzünden putlara da, put yapanlara da yüzlerce gürültü düştü; hepsi de onun yüzünden

feryat ederek ellerini göğe açtılar.

Bu ne biçim güneş ki dediler, felekten bu güzelliği elde etmiş... şu abıhayat onun yüzünden nasıl da böyle bir deniz oldu da coştu, köpürdü.

Onun şu aşkı sonunda can gelininin perdesini yırttı da bütün âlem varından yoğundan geçti, ona damat oldu.

Ulular ulusu Şemseddin’in eyer örtüsünü başına koy an kişi, öylesine yüceldi ki, ululuğu yüzünden Cebrâil bile onun kapısında kanadını aç amaz oldu.

Sırrını daha tez açar da can Tebriz’inin gözleri görür; ona haset edenlerin görmeyen gözlerini de kör eder gider.

“Nice demdir toprağımıza katre katre, yudum yudum öylesine şarap döktü ki”den kalanlar.

(c. I., Bahr-i Muzâri Arîz) “müstef’ilün feûlün müstefilün feûlün”

Ey dil eger kem âyî kâret kemâl gîred

Morget şikâr gerded seyd-i helâl gîred

A gönül, az söylersen işin olgunlaşır; kuşun avlanmaya koyulur, avın helâl olur gider.

Ay, Güneş’in gölgesinde su gibi akar, koşar... yeniay haline girer ama derken dolunay olur gider.

Gerçek yolunda hayali terk eden kişi, hayal gibi gönüllerde konak tutar.

Nerde “Gerçekten de Tanrı’ya döndürdüm yüzümü” diyen Halil? Kulağı burulacak can, ay aklar altına düşer.

Lahnaya dönmüş yüzünü kızıl boyalarla boyar ama kokusu berbat eder onu, rengi de çıkar gider.

Yüzünü yüzüne koyma da padişahlar padişahı yüzünü Güneş gibi ululuk ışığıy la ışıklandırsın.

Güneş’in de yeri mi? Öyle kişinin yüzünün ışığı, gökyüzünde yüzlerce Güneş’i, yüzlerce Ay’ı halden hale sokar.

Dünyanın ilk kocalarına bak da gör, ne haldeler onlar? Bu delili anlayan, bilen, hiç onun cilvesine aldanır mı?

Yüz binlerce akıllıyı çuvala sokmuş o... nerde bir olgun akıl ki çuvalı bıraksın.

Tanrı, yanağı güzellerin yanaklarına bir yazı yazmıştır. fakat bu yazıya, şu bene alınan, aldanan kişi, o yazıdan da kara bahtlıdır.

Yazı bulutundan çık dışarıya; dayıdan, amcadan ayrıl. ayrıl da Ay her akşam senin yüzüne baksın, kutlu fallar açsın.

On meh ki hest gerdon gerdân-o bî karâreş

V’on con ki hest in con vin akl musteâreş

Şu Ay var ya, gökyüzü onun yüzünden dönmede, onun yüzünden kararı yok... şu can var ya, bu can da onun iğreti verdiği bir şey, bu akıl da.

O, her solukta canlara yeniden yeniye dileklere koyulma hızı verir. fakat bu dilek hızını onun dileği kırar, döker.

Ben ne beden bilirim, ne can; ne bunu bilirim, ne onu. yalnız dünyada onun mahmur gözleri gibi gözler var mı? Bunu da bilmem ben.

O gündüze benzer yüzü, o gönüller ay dınlatan rengi. o tövbeleri yakıp yandıran lûtfu, o b ahara benzeyen huyu husu bilmem de bilmem.

Aşkı, tövbenin belâsıdır; tövbeye lâyığını

vermiştir. tövbeleri yiyip sömüren aşkına karşı tövbeyi anmanın da yeri mi?

Dostu da onun yolunu vurmada, düşmanı da. bu bakımdan onun eteğine sımsıkı sarılmışız biz.

Onun kadehini aldıktan, o kadehin dönüşünü, birbir dostlara sunuluşunu gördükten sonra, cefasını çekmek değer mi değer. Değil mi dostun kulağına yapıştın, öpedur küpesini.

Ben saçlarının halkalarını aşkla sayıp duruyorum; yoksa kim o halkaların sınırını bulur, sayısını bitirebilir?

Gönül, sayılı solukla lûtuflarını sayıp dökmede. ey onu ağlaya inlete öldüren, sen de lûtfet, bir can bağışla ona.

X

Ruhîst bî neşan-o mâ garka der neşâneş

Ruhîst bî mekân-o ser tâ kadem mekâneş

İzi belirmeyen bir can var; biz onun izine

dalmışız, eserine batmış gitmişiz... Mekânsız bir can var; fakat baştan ayağa dek her yerimiz onun mekânı.

Onu bulmak istiyorsan bir soluk arama onu; bilmek istiyorsan bir soluk bilme onu.

Onu gizli gizli ararsan apaçık oluşundan uzaksın demektir; fakat apaçık ararsan, bu sefer de gizliliğini görmezsin, perde altında kalır gidersin.

Bir kesin delil elde eder de apaçıktan da, gizliden de çıkarsan, bir hoşça ay aklarını uzat da onun amanını elde ederek uyu gitsin.

Sen yol yürümeyi bıraktın mı, canın yürümeye koyulur. o zaman onun canından, onun rûhundan ne rahmetler gelir sana, ne rahmetler.

A canını hapseden, ne vakte dek dizgin kasacaksın? Sür atını onun dünyasına; ama sıçratma sakın onu.

Bedenin körlüğünü göz önüne al da hırsa düşmeden ayağını bas; çünkü beden, hırsı yüzünden ona terceman olamaz.

 

İki somun için aşağılık kişiler gibi ne vakte dek koşacaksın? Üç yudum ekmek için ne zamana kadar onun kılıcını yiyeceksin?

XI

Der ışk-ı âteşîneş âteş behord âteş

Bî çehre-i hoş-ı o der hoş hezâr nâheş

Onun ateşli aşkıyla ateş bile, ateşler yemiş... onun güzelim yüzü olmayınca güzellik, hoşluk, binlerce çirkinliğe, binlerce kötülüğe uğramış.

Yürek senin yüzünden şahrem şahrem, otur da kebap ye. kan, şarap gibi coşmada, otur da şarap iç.

Bir kulağımı şarap tutmuş, çekiyor; öbür kulağımı da o çekmede. A gönül bu çekişme arasında otur da şarap içmeye bak.

Altı yöne tesir edip iş gören yedi yıldızdır ama ey aşk, sen bu altı yönden, yedi yıldızı da tuttun, çekip yırttın, bir yana attın gitti.

Ben, kimi Güneş gibi yüzlerce Ay’a sermaye

bağışlamadayım; kimi de Ay gibi sevgilinin yüzünden Ay gibi eriyip gedilmedeyim.

Bir münkir aşktan kaçarsa bu görülmemiş bir şey değildir ki... Gözü sulanan adam güneşe b akamaz.

Gerçekten de yokluğunuzdan dolayı vefanın başı dönmede. gerçekten de sevginin yüzünde gözyaşlarımdan izler var.

Gönül sana kavuşup sesini duymadıkça nasıl sabretsin. kulak sana ulaşıp haydamanı duymadıkça nasıl yücelsin, esenleşsin?]86]

Âlem girift nûrem benger be çeşmhâyem

Nâmem behâ nehâdend gerçi ki bî behâyem

Işığım dünyayı kapladı; bir gözlerime bak... değerim yok ama adımı değer taktılar.

O lokmayı kimse yememiştir, kimse bir zerresini bile alıp götürmemiştir. hal böyleyken şu yüceliğe bak ki ben boyuna çiğneyip durmadayım o lokmayı.

Gökyüzü, Arş, Kürsî, halktan iyiden iyiye uzaktır ama ben uyanıkken de ağar dururum oralara, uyurken de.

Orası ışık dünyası, hem huriler var orda, hem köşkler var; neşe yeri, düğün dernek meclisi orası. ordan kalkıp da kendime gelemem ben.

Cebrâil perdeci, erler de bu perdenin ardında. ben o erlerin halkasına yüzük taşı kesilmişim;

tutup da yüzük halkası olamam.

îsa, Mûsa’nın eşi; Yunus, Yusuf’un dengi... Ahmed’se yapayalnız oturmuş; yâni ben onlardan ayrıyım diyor.

Anlam denizi aşktır; her birisi o denizde bir balık. Ahmed’se denizdeki inci; işte şuracıkta; gösterip duruyorum sana.87]

“Meyhane dilberi bizi eve çağırmaya geldi”den kalanlar.

(c. II., Bahr-i Hezec Ahrab) “mef’ûlü mefâîlün mefûlü mefâîlün”

“Tercî-i Bend”

Bâz in dil-i ser-mestem dîvâne-i on bendest

Dîvâne kesî bâşed k’o bî dil-o peyvendest

Gene şu deli gönlüm o bağla bağlanmış benim... fakat asıl deli o kişidir ki gönül nedir bilmez, bir bağla da bağlanmamıştır.

Sarhoş o kişidir ki kendinden haberi yoktur; arifse bizim gönlümüzdür; sayıya, sınıra sığmaz çünkü.

O padişahın yüzük halkasının taşıyım ben. a kör, bana bak; gülüm ben, padişahsa şeker.

Ne topraktanım, ne yelden; ne ateştenim, ne sudan. herkesin, adına and içtikleri var ya, tümden o oldum ben.

Ben o Ay’a îsa kesildim, göklerden geçtim,

ağdım... sarhoş Mûsa’yım ben, şu yamalı hırkamın içinde Allah var.

Deli divaneyim, sarhoşum; beden kadehini kırmışım. öğüt dinlemem ben; benim yerim, benim lâyığım bağlanmaktır.

Meyhane rindiyim, neden sûfî olacakmışım? Kadehi kim yeter bulmuş, kim kadehle hoş bir hale gelmiş, ne diye şarap içecekmişim?

O denize batmış, boğulmuşum; neden katre olayım ki? Canım da diri, gönlüm de; neden ölü olayım ki?

Beden şu külhanda yatmış uyumuş ama can o gül bahçesine gitmiş. Benim yerim yurdum yokken şu neyi inleten de kim?

Kendimden çekindim, Ay devrinden kaçtım. Arş’a sefer ettim, bir şaşılacak şekle büründüm.

*

Davulla, sancakla, fermanla sarhoş bir halde, gazel okuya okuya, ezel sırlarını aray a araya gene geldim o padişahın katından.

 

Gene şu deli gönül zincirini koparmada... gene şimşek gibi çakıp parlamada, arslan gibi coşup kükremede.

Canım beden yayından ok gibi fırlayıp uçmada, gönlüm Terazi burcunun yücesinde Ay gibi parlamada.

Can, Ken’an Yusuf’udur; beden kuyusuna düşmüş. gönül, bağın bahçenin bülbülüdür; şu yıkık bedene düşmüş.

Sarhoşlukla yasemin gibi düşüp kalkmadayım. o çevgenin yüzünden meydanda top gibi yuvarlanmadayım.

Padişahlar padişahıyım; hem oyum ben, hem buyum. padişahın haznedarıyım, haznesiyim; incilerle, mercanlarla dopdoluyum.

* Padişahlar padişahının yanındayım; hem kulum, hem padişah. Allah’la bile bulunduğum yere Cebrâil nerden sığacak?

Çıplak köpek gibi yamalı hırkaya da bürünsen, halkın kanını içmedesin, halkı paralamadasın sen.

 

O öküzlerin ahırını ne diye yurt edinirsin? Yoksul ol, öylesine bir hakanın toyunda kurban ol gitsin.88]

Ahmed, böyle beti benzi sararmış, sarhoş bir halde beni görürse gözlerimi öper, ben de ayaklarına kapanırım onun.

*

* Bugün Ahmed benim, ama bıldırki Ahmed değil... Bugün Zümrüdüanka benim, yemsiz kalmış kuşcağız değilim.

Bir padişah var ki bütün padişahlar katırcı kesilmiş ona. bugün benim o padişah; geçen günün padişahı değilim ben.

Allahlık şerbetinden, Ene’l-Hak’lık şarabından herkes kadehle içti, bense küplerle, fıçılarla içtim.

Ben canlar kıblesiyim, ben gönüller Kâbe’siyim... Arş’ın mescidiyim ben, cuma mescidi değilim.

 

Sâf aynayım ben, kararmış, sırı dökülmüş ayna değilim... Turusîna’nın gönlüyüm ben, kinlerle dolu gönül değilim.

Ebedî sarhoşum; üzümün, bağın sarhoşu değil. can lokması yerim ben, tarhana çorbası içmem.

Öylesine bir yüceliğin doğanıysan nerde padişahlara değer kolun kanadın? Ayı değilsen, neden maymun kılığındasın böyle?

A gümüş bedenlinin özlemiyle sararıp altına dönen, sen altına âşıksın, altınsa benim rengime âşık.

Âlem tekkesinde, dünya medresesinde benim gönlü sâf sûfî; yün hırka giyen sûfîlerden değilim ben.

Sus artık, yeter; sır perdelerini pek o kadar yırtma; çünkü bize sınıkları onarmak, sırları örtmek yaraşır.

Her mûy-ı men ez ışkat beyt-o gezelî geşte

Her uzv-ı men ez zevkat humm-ı eselî geşle

Aşkınla her kılım bir beyit kesilmiş, bir gazel olmuş... senin tadından her uzvum, bir bal küpü haline gelmiş.

Yüzün Koç burcundaki Güneş; huyun bal denizi. güne şinin her zerresi, ibadete koyulmuş bir er.

Şu gönül, havana uymuş da sevginle gönlünü havalara kaptırmış. şu can, yüzünü görmüş de Koç burcu olmuş.

XV

On ışk-ı ceger-hore kez hon şeved o ferbeh

Ey bâr-ı Hodâ ber mâ nermeş kon-o

rehmeş deh

O ciğerler yiyen aşk, kanla semirir... yarabbi, bize karşı yumuşat onu, merhamet ver ona.

Kan dökmediği gün bir zahmettir belirir onda; âşıkın ciğerinden başka hiçbir şeyle iyileşmez o zahmet.

Oka benzer bakışını gördüm; can dedi ki: Ne de devlet; o zıhın çekişiyle yay gibi doluyum ben, dolu.

Kara topraktım, yoklukta gizliydim. aşkın mezarımın başına geldi de hadi kalk, sıçra dedi.

Sesinden sıçradım, kalktım; senin zamanında yaşıyorum; sen de ahitleş benimle, vefa et ahdine, köyde sensin ağa.

Kendinde olmaksızın karşıma geç, otur; beni de kendimden geçir de ne uluyu düşüney im, ne küçüğü.

Satranç tahtasında yayayım ben, at istemiy orum; sana mat olmuş gitmişim; padişahım, yanağını y anağıma koy.

 

A îsa soluklu Yusuf, para olsa da gam var, olmasa da... sen Cem’in kadehini getir; vallahi de sâkî sensin.

Gönlü ayna gibi sâf bir hale sokan şarabı sun; cumartesiye, perşembeye vaad etmeyi bırak.

— Y —

Kad eskerenî Rabbî min kahvati midrârî

Va’stagrakanî’s-sâkıy min nâilihî’l-cârî

Rabbim buluttan boşanırcasına sundukça sundu bana şarabı da sarhoş etti beni. Sâkî, akıp duran lûtuflarına gark etti beni.

A bana ululuklar veren, a benim vesveselerimi gideren şarap, buraya ancak sırlarımı açığa vurasın diye geldim ben.

Aşk beni zahmetlere uğrattı; sevda şifa bulmadı gitti; fakat ömrüm de onunla yüceldi, öcümü de onunla aldım.

Sun ey sâkî, kalan şarabından sun... göğsümü işaret etme; seninim ben a geçip giden dost.

Bineklerinize bindik, muradımıza erdik; bağışlarınızı aldık da cömert olduk. kim sizinle buluşur da kutluluğa ererse, hiçbir zarar veren hayvan ısıramaz artık onu.

Çevremizde haller var; gözümüz açıldı ona... Işık elbiselerine büründük; süsümüz gitmez artık.

A benim kulağım, mumum. a benim sarhoşluğum, şükrüm. a şarabım benim, canım benim; senden başka kim varsa yabancı bana.89]

“Şütürün adı Türkçede nedir? Söyle, deve de”den kalan.

(c. II., Bahr-i Muzâri Ahrab-ı Mekfûf) “mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilât”

Benmây roh ki bâg-o golistânem ârzûst

Bogşây leb ki kand-i ferâvânem ârzûst

Yüzünü göster ki bağ bahçe görmek, gül bahçesi seyretmek istiyorum... Dudaklarını aç ki bol bol şekerler istiyorum ben.

A güneş, bulut perdesinden sıyrıl da göster yüzünü. o parıl parıl parlayan yüzünü görmek istiy orum ben.

Havandan gene doğan kuşlarını çağıran davulun sesini duydum da tekrar geldim; padişahın bileğini istiyorum ben.

Senin güzelliğin varken, senin yüzün dururken bağı bahçeyi, dağı, ovayı dilersem, ölümsüz cennetteyken çölleri istiyorum demektir.

Nazla bundan fazla incitme beni, git dedin. îşte o fazla incitme demen var ya, o sözü istiy orum ben.

Kimi topluyum, kimi dağınık... bu iki halde de ümidim var; o topluluk mumunu, o dağınık saçları istiyorum ben.

Can, gülüşlerle dolmuş ama gene de korkudan yummuş dudaklarını; o gonca gibi gizli gülüşü istiy orum işte.

Bu kul kendinden geçmiş de sevgilinin eteğine sarılmış; dost da kulağını tutmuş; oy saki yakama yapışmasını istiyorum ben.

Yol yok, izin yok diye dudak ısırışın, o kapıcının nazlanışı, öfkesi, sertliği yok mu; onu istiy orum ben.

Bir elimde şarap kadehi, öbür elimde sevgilinin saçları. böylece meydanın ortasında dönüp oynamak istiy orum ben.

Halkın bozuk düzen düşüncelerinden gönlüm sıkıldı; bana yoldaş ol; dağa çıkmak, ovaya gitmek istiyorum.

Dün şeyh, elinde fener, bütün şehri dönüp dolaşmadaydı; şeytanlardan, c anavarlardan usandım; insan arıy orum diyordu.

 

Biz de aradık, bulunmuyor dediler; o bulunmayan var ya dedi; işte onu istiyorum ben.

Müflisim ama öyle küçücük akıyk istemem; ucuz; fakat eşi bulunmaz akıyk madeni istiy orum ben.

Gözlerden gizlenmiş, fakat bütün gözler ondan... o apaçık gizli sıfatı istiyorum.

Bülbülden daha fazla söylemedeyim, şakımadayım ama aşağılık kişilerin hasedinden, kıskançlığından korkuyorum; ağzıma mühür vurmuşum; oy saki feryat etmek istiyorum.

Halkın su içmek, ekmek yemek için ağlayıp şikâyet etmesi ne vakte dek sürecek? O hay­huyu, sarhoşların naralarını istiy orum ben.

* Şu rebâb, beklemekten öldüm diyor, Osman’ın elini, kucağını; mızrabını istiyorum ben.

Ben de aşk rebâbıyım, aşkım rebâpçı. Rahman’ın lûtuflarındaki o rahmeti istiyorum ben.

 

A nazik çalgıcı, bu gazelin geri kalanını, istediğim gibi sen say dök artık.[90]

XVIII

Benmây roh ki rûy-ı golistânem ârzûst

Bogşây leb ki kand-i ferâvânem ârzûst

Yüzünü göster, gül bahçesinin yüzünü görmek istiyorum; dudaklarını aç; bol bol şekerler istiy orum ben.

Sevgili, yüzündeki örtüyü aç; o parıl parıl parlayan yüzü görmek istiyorum ben.

A sevgilinin yeşilliğinden esip gelen güzelim yel, bana es... gül bahçesini, bağı bahçeyi istiy orum ben.

Nazla, bundan fazla incitme beni, git dedin. işte o fazla incitme demen var ya, o sözü istiy orum ben.

Havandan gene doğan kuşlarını çağıran davulun sesini duy dum da tekrar geldim, padişahın bileğini istiyorum ben.

 

Beni mahmurlaştır da darmadağın sözler söylet, zevkten perperişan sözler söylemek istiyorum.

A Ay, aşkının derdi eteğimi tuttu; a Zühre, Isfahan makamından nağmeler istiyorum ben.

Görünen bedenimi sen yıktın; içimi sen kebap ettin... görünüşümle görünen, içimde gizli olan o belirtileri, o izleri istiyorum ben.

Sen katımdasın da ben canı seyretmeye gideyim; bu, ölümsüz cennette çöllere düşmeyi istemektir ancak.

A padişah Salâhaddin, sensiz alımımız, varımız yoğumuz yok bizim; senden başka ne varsa onu, istemiyorum ben.91]

*

Bu gazelden sonra “mefâilün feilâtün mefâilün feilün” vezninin “D” kafiyesinden bir gazel yazılmış ki bu gazel, III. ciltteki LXXII. gazeldir, bu gazeli tekrar y azmıy oruz.

 

“Kardeşim, yüzünü gördük, gönüller tutsak oldu, tutsak”dan kalanlar.

(c. III., Bahr-i Müctes) “mefâilün feilâtün mefâilün feilün”

— M —

Eger be akl-o kefâyet pey-i conon bâşem

Meyân-ı helke-i uşşaak zû-fonon bâşem

Aklımla fikrimle bir yol deliliğin ardına düşsem, âşıklar halkasının ortasında hünerlere, marifetlere sahip biri olurum.

Aşk ülkesinde Süleyman’ım ben, dilim de Âsaf... artık ne diye her afsun ilacına bağlanıp kalayım?

Halil gibi ben de Kâbe’den başımı döndürmeyeyim; Kâbe’de oturayım, Kâbe’ye direk kesileyim.

Binlerce Rüstem-i Destan tozumuza bile erişemez; şu kahpe nefsin elinde ne diye zebun olayım?

O kanlı Zül-fekaar’ı elime alayım; zâti aşk şehidiyim; kanlar içinde kalayım gitsin.

Şu alanda Er-Rahman bülbülüyüm ben, sayımı, sınırımı arama; sayıdan, sınırdan dışarıyım ben.

Beni Tebrizli Şems, aşkla yetiştirdi; Rûhü’l- Kudüs’ten de ileri geçerim, Tanrı’ya en yakın meleklerden de.

— N —

Be solh âmed on Tork-ı tond-i erbede- kon

Gereft dest-i merâ goft Tanrı yarlıgasun

O kavgacı, sert Türk barışmaya geldi; elimi tuttu da Tanrı yarlıgasın dedi.92]

Feleği, eğri büğrü dönüşünü sordum... başı, dibi olmayan sözü bırak demek istedi de dudağını ısırdı.

Neden böyle dönmede diye sordum ona; yaş odun dedi; tüter, tütünün baş ağrısı vermemesi mümkün değil.93]

Yeni bir haber duydun mu dedim; dedi ki: Eski kulağa yeni haber girmez ki.

Dar, çekik gözlü Türk’ümün yüce himmetini biliyorsan; bu sırra ermişsen gel de sen anlat.

Görmedik bir hasis değilim ama yol dar,

nerkise benzeyen gözlerimden onun bulunduğu yere bir yol aç.

— Y —

Berest cân o dilem ez hodiyy-o ez hestî Şodest hâs-ı şehenşâh-ı rûh der mestî

Canım da varlıktan, benlikten kurtuldu, gönlüm de... Can, sarhoşluk âleminde padişahlar padişahının öz kulu oldu gitti.

Ne varlıktır ki ansızın yoklukta can buldu; ne yücedir ki böylesine bir alçaklığa can kesildi.

Bilmediğim şey, doğruldu, doğruldu ama o Ay’ın doğruluğuyla da beni kırdın geçirdin sen.

Aşkın hacamat etti beni, boynumda damarı yarıverdi; kendimden geçtim; ne de el çabukluğu dedim.

Yokluk hekimi sıçradı, kulağımı tuttu da müjdemi ver dedi; varlıktan kurtuldun.

Seher yeli ne vakit esecek diye beklemekten kurtuldun. artık ne denize zebunsun, ne oltaya bağlısın.

Mademki geçer, hazır akçeleriyle o keseyi doldurdun, beline bağladın; bu çeşit şeyleri Tebrizli Şems’ten alıp satmaya koyul.

XXII

Bedîd geşt yeki âhuyî derin vadi

Be çeşm âteş efkend der heme vâdî

Şu ovada bir ceylan göründü; gözleriyle bütün yazıya ateşler saldı.

Atlı, yaya, herkes tutmaya seğirtti; hem de tam bir gayretle; senin gibi gevşekçe değil.

Bir iki saldırdılar ama o gözden yitiverdi; öylesine bir yitti gitti ki, kimsecik ustalıkla bir koku bile alamadı ondan.

Geri dönmek için dizginlerini çevirdiler; derken gene göründü onlara; pek sevindiler.

Gene saldırdılar; ceylan bu kez de öylesine bir kaçtı ki yel bile peşine düşse yiter gider.

Böylece görünüp yitmesi haddi aşınca, herkes

hevesle peşine düştü; derken herkes birbirinden ayrıldı, yalnızlık çevresine düştü.

Birisi seğirtti, yanlışlıkla bir tavşanın kulağını tuttu; öbürü dağ keçisinin peşine düştü; Bağdat yoluna yöneldi.

Birbirini yitiren topluluk, ikiye ayrıldı; bir bölüğü ceylanı ummadaydı, bir bölüğü kurtulup hür olmayı.

Ceylanı arzulayanlara o ceylan, onlar tam kendilerinden geçtiler, yitip gittiler mi, görünüveriyordu.

Bu toplumdan, daha da has olanlara, ceylan sarhoş gözleriyle bir evrâd da öğretti.

Ceylanın huy unu husunu öğrenmişlerdi de onun huyundan husundan dışarı çıkmıyorlardı.

Kendi rahmetiyle güzelliğini göstermişti onlara; o doğru yolu gösteren, birazcık da küstahlaştırmıştı onları.

Ceylan iki günde bir, hokkabaz gibi şaşılacak kılıklardan bir kılığa giriyor, görünüyordu

onlara.

Öyle kılıklara giriyordu ki arıkların ödlerini koparıyordu; zâti insanoğlunun ne kadar gücü kuvveti vardır ki?

Yaratıcının sıfatlarından bir sıfatı görse, gökyüzünün, yeryüzünün bile ödü kopar.

Şu söylediğim ceylan kimdir? Şemseddin’in hayali... benim sahibimdir, kurtarıcımdır o; feryat etmeden feryadıma erişenimdir o.

Binlerce kendini ibadete veren, bana öğüt verse, onun sevgisinden gene de tövbe edemem ben.

Görüşün temeli, gözü açıklılık âleminin sığınağı odur; can gözünün açıklığı onunladır, ondandır ancak.

Senin güzelliğine de o verdi güzelliği, o verdi sana tadı tuzu. Olgunluğun onun gayretiyle arttıkç a arttı.

Hatırda sen varken, gönül seni anarken iki dünyada da haramdır bir başkasını hatırlamak,

bir başkasını anmak.

Tebriz toprağından pek çok padişahlar doğmuştur ama onun gibi, ona benzer bir padişah ne vakit doğmuştur bile deme.

Ömür kafiyesine, gölgesi kefil olsun... gerçekte delil de ondandır, haydayıp yola götürmek de ondan.94]

XXIII

Tevâf-ı Ka’be-i dil kon eger dilî dâri

Dilest Ka’be-i ma’nî tu gil çi pendârî

Gönlün varsa gönül Kâbe’sini tavaf et. anlam Kâbe’si gönüldür; ne diye toprak sanıyorsun onu?

Tanrı sûret Kâbe’sini tavaf etmeyi, onun vasıtasıyla bir gönül ele alasın diye buyurmuştur.

Bir gönül incittin mi bin kez yaya gitsen de Kâbe’yi tavaf etsen Tanrı kabul etmez.

 

Malını mülkünü ver de bir gönül al; al da o gönül, mezarda, o kapkara gecede ışık versin sana.

Tanrı kapısına binlerce altın torbası götürsen, Tanrı, bize bir şey getireceksen gönül getir der.

Çünkü der, altın, gümüş, kapımızda hiçbir şey değildir... bizi istiyorsan istediğimiz gönüldür bizim.

Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’ten de, Kalem’den de.

Hor bile olsa gönlü hor tutma; o horluğuyla gene de pek üstünler üstünüdür gönül.

Yıkık gönül, Tanrı’nın baktığı varlıktır; onu yapan can, ne de kutludur.

Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü yapmak, Tanrı’ya hacdan da yeğdir, umreden de.

Tanrı defineleri, yıkık gönüldedir. yıkık yerlerde pek çok defineler gömülüdür.

Kul gibi, köle gibi gönüllere hizmet için kemer

kuşan da sırlar yolu yüzüne açılsın.

Sana kutluluk gerekse, devlet istiyorsan, gönüller almaya, ululuğu bırakmaya bak.

Gönüllerin yardımı seninle at başı beraber giderse, kalbinden hikmet kaynakları akar.

Dilinden sel gibi abıhayat akar; soluğun, Mesîh’in soluğu gibi hastalıklara ilaç olur.

* İki dünya da bir gönülceğiz için var olmuştur; okuyanın dudağından çıkan “Sen olmasaydın” hadisini duy.

Yoksa varlığın, mekânın, Güneş’in, Ay’ın, yerin, şu gök kubbenin vücudu nerden olacaktı?

Sus, her kılında iki yüz dil olsa da söylesen, gönül gene de anlatışa sığmaz.

“mefûlü fâilâtü mefâîlü fâilün”

Sîmorg-o kîmyâ vo makaam-ı Kalenderi

Vesf-i Kalenderest-o Kalender ezo berî

Zümrüdüanka da, kimya da, Kalenderlik kokusu da Kalender’in sıfatlarıdır ama Kalender bunlardan arıdır, ayrıdır.

Kalenderim diyorsun ama gönül kabul etmiyor bu sözü; çünkü Kalender yaratılmamıştır.

Kalenderlik tuzağı, Kalenderlik soluğu, neliksiz-niteliksiz âlemdedir... ululuktan, iş başarmadan uzaktır.

Baştan başa varlıksın; kendin, kendinden ne arıyorsun sen? Testideki su gibi tümden toprakla dolusun sen.

Âşıklık yolunu tut da kendinden kendine yolculuğa düş, a dostum, kısa kes şu hikâyeyi.

Ne korku var, ne ümit, ne ibadet var, ne suç;

ne kulluk var, ne Tanrılık; ne de Tanrı komşuluğu.

Gücü yetmezlik, gücü yeterlik, Tanrılık, kulluk... dikkat edersen görürsün ki bu yol hepsinden de dışarıdır.

Kalenderlik yolu, Tanrılıktan da dışarıdır. kulluğa da gelmez, peygamberliğe de sığmaz.

Sakın, sakın da her âşık, boş yere lâf etmesin. çünkü bu yol, bu kılavuzluk kimseye ısmarlanmamıştır.

“Sâkî, o üzüm şırasını, o şarabı sun”dan kalanlar.

(c. III., Bahr-i Remel) “fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilât”

 

XXV

Dûş on cânân-ı mâ oftân-o hîzon bâ kabâ

Mest âmed bâ yekî câmî por ez serf-i sefâ

Dün gece o bizim sevgilimiz, bir kaftan giymiş, tümden arılık şarabıyla dolu bir kadehle düşe kalka, sarhoş bir halde çıkageldi.

Adamakıllı sarhoştu da yol yol şarap kadehini yerlere döküyordu; yerin toprağı da sarhoş olmuştu da onun önünde ayağını vura vura oynuyordu.

Yüz binlerce Yusuf, onun güzelliğine karşı benim gibi şaşırıp kalmıştı da a gizli olduğu, görünmediği halde apaçık meydanda duran, niceye dek sürecek bu diye feryat ediyorlardı.

Can, yolun toprağından daha artık bir halde ona karşı secdeye kapanmıştı, yerlere döşenmişti; akılsa deli divane olmuştu da

merhaba diye naralar atıyordu.

Kendine sahip olanlar bile aşkla yenlerini yakalarını yırtmışlardı; gönülleri saman çöpü gibi tez, hafif bir hale gelmişti; yüzleri kehribara dönmüştü.

Bir göz ucuyla bakmış da bütün bir dünyayı yıkmış gitmişti. nerkis gözlerinin mahmurluğuyla öbür âlemi de yele vermişti.

Aklı başında olanların hepsi de korkudan başlarını önlerine eğmişlerdi... önünde saf saf dizilmişlerdi; ne dua edebiliyorlardı, ne onu övebiliy orlardı.

Onun büyücü gözlerinin mahmurluğuyla sarhoş olmuşlardı; varlıklarından geçmişlerdi; nasıl övebilirlerdi onu?

Cefalar çekmiştim; benimle aynı kadehten içsin diye vefayı aramadaydım; bir de gördüm ki vefa da onun şarabıyla sarhoş olmuş, kapısında y erlere döşenmiş.

Dün gece Türk’le Hintli, tamuya atılmaları gereken, gönülleri dinsizlikle dolu iki kanlı

kaatil gibi sarhoş bir halde birbirine girmişti.

Kimi, suçlarını gizlemeyip söyleyen suçlular gibi birbirlerinin ayaklarına kapanıyorlardı; can bağışlarcasına ağlaya ağlaya yerlere döşeniyorlardı.

Kimi de tekrar el ele tutuşuyorlar, o ay yüzlünün önünde Türk de, Hintli de yüzüstü y erlere kapanıyorlardı.

O padişah, apaçık bir kadeh doldurdu da Türk’e sundu; gizlice de bir kadeh doldurdu, Hintli’ye gel, al dedi.

Türk’ün başına bir taç koydu da sana iman adını taktım dedi; Hintli’nin de yüzüne bir dağ vurdu; bu da küfürdür ha dedi.

O, ibadet yurdunda tertemiz bir sûfî oldu; bu kumarbaz da pılısını pırtısını aldı, meyhaney e götürüp yerleşti.

Devran hurilerin canlarına bile fitneler saldı; hepsi de ellerinde kadeh, başlarında şükür, yüzleri kuşluk güneşi gibi, fakat fitnelere daldılar gitti.

 

O kâfir güzel yüzünden ibadet yurduna da bir can korkusu düştü de zahit sûfîler şarap içmeye koyuldular, bellerine zünnâr kuşandılar.

Meyhaneyi yurt edinenlerse, onlardan da beter bir hale geldiler; küpleri kırdılar, çengleri, neyleri attılar.

İyiyi, kötüyü, faydayı, zararı, korkuyu, eminliği, canı, bedeni... hepsini sel götürdü; yokluğa doğru akıp gidiyor, sürüp götürüyor.

Derken gece yarısı sabah oldu da müezzinler, a âşıklar, kalkın, namaza hazırlanın diye bağırdılar.]95]

XXVI

Dîde hâsıl kon dilâ ongeh bebin Tebrîz’râ

Bî besîret key tevan dîden çonin Tebrîz’râ

A gönül, önce göz, görüş elde et de ondan sonra Tebriz’e bak. can gözü olmadıkça böyle

bir Tebriz’i nasıl görebilirsin sen?

Can göklerinde ne varsa hepsini de, kadrini yüceltmek için gizlice, böylesine bir Tebriz’in toprağına getirip koyuyorlar.

Tebriz’in yerini can gözüyle bir görsen ululanırdın da göklerin başına ayak basardın.

Sende hayvan canı var; ayrıca akıl gözün de geceleri görmeyen bir kör. Böyle bir gözle böylesine Tebriz’i nerden göreceksin a gönül?

Senin nefsin semiz bir buzağı; sen de Sâmirî’ye benziyorsun... Semiz buzağının gözü nerden tanıyacak Tebriz’i?

Tebriz, mücevherlerle, incilerle dolu bir denize benzer; yüzlerce değerli inci olsa gözünü çevirip de b akmaz bile Tebriz.

Tebriz’i şu gökleri döndüren göklere satsan da o gökleri elde etsen gene de canın aldanmıştır.

Beden olsaydı, göze görünseydi, örnek o larak Tebriz’e inci derdim, zümrüt derdim, altın derdim de sana anlatmay a çalışırdım.

 

Rûhü’l-Kudüs’ün kapısındaki bütün rûhanîlerin, bütün meleklerin anlamaya güçleri yetmiyor; artık sen bu akılla, bu fikirle Tebriz’i nerden anlayacaksın?

Ağacı görmüyorsun; ağaçtaki kuşu nerden göreceksin? Artık ben sana Tebriz’in canına can olanı nasıl anlatab ilirim?

XXVII

Şem’dîdem gerd-i o pervânehâ çün cem’hâ

Şem’key dîdem ki gerded gerd-i nûreş şem’hâ

Çevresinde pervanelerin bölük bölük dönüp dolaştıkları mumu gördüm ama ışığının çevresinde mumların, ışıkların pervane kesilip döndükleri mumu nerde gördüm?

Mumu uyandırırsın, candan gözyaşları dökmeye koyulur; fakat bu mum y anıp ışımaya başladı mı, âşık, gözyaşları dökmeye başlar, yanakları ıslanır gider.

 

Şeker gibi söze başladı mı, zerreler bile, görürsün ki duymak için kulak açmış.

Günler günü geçmiştir, zaman onları dondurmuştur... onun canındaki sıcaklık canlarına vurur ümidine düşerler.

Onun lûtfu olmasaydı, kıskanç canlar adını bile andırmazlardı bana.

Şemseddin, gerçekten de ulular ulusudur, efendiler efendisi. Onun canındaki güzellik yüzünden bütün sıfatlar, bütün hünerler, güzelliğe kavuşmuştur.

Bedendekilere de yüz gösterir ümidiyle gerçeklerin canları, taşkınlıkla yenlerini, y akalarını yırtmışlar.

O güneş, bir kez bakar, görür de sayesinde yeşerir, meyve verir, meyvesi de yetişir, olur dedim de ümit tohumunu ektim.

Güzelim gözlerinizin gölgesi canlara candır; yarabbi, o gölgeyi tekrar ihsan et bize de gelişelim.

 

XXVIII

Ser biron kon ez, derîçe-y con bebin uşşaakrâ

On sebûhîhâ-yı şah âgâh kon fussaakrâ

Can penceresinden başını çıkar da âşıkları gör... kötü kişilere padişahın sabah şarabından ver.

Bizim canlar bağışlayan padişahımızın lûtuflarıyla savaşa da, ibadete de, yoksulları doyurmaya da yeni bir can ver.

İbrahim’in yardımları; elini tuttuktan sonra başının kesilmesi, îshak’a ziyan mı verir a gönül?

Bir sayvan gördüm, padişahımız Ay gibi ordaydı. o sayvanda gizlice nakışlar beliriyor, bezentiler meydana geliyordu.

Canlar kalabalık bir halde ayak parmaklarının uçlarına basmış, bekliyordu orda. benizlerinin rengi dil olmuştu da tattıkları zevki söylemedeydi.

 

O huyları güzel padişahı ansızın görünce, önceki dosttan, sarhoşluktan, mezeden, çalgıdan soğuyuvermişlerdi.

O kapı, âdeta özlem çekene ümitsizlik veriyordu. Padişahımız, kapısında kullarının oturduğunu görünce,

El çırptı. o kapı öylesine bir kırıldı ki artık kimsenin gözü ne kapandığını görür o kapının, ne sürüldüğünü.

O kırılmış kapının parçaları yeşerdi, tazeleşti... zâti padişahın elinin dokunduğu şeye y anmak y oktur.

Ona kavuşma suy uy la yıkanan elbise çamaşırcının eline mi muhtaç olur, y ıkanmay a minnet mi eder?

Hapishanesindeyken ondan gizli bir haber alanların içinde kurtulmay ı istemeyen varsa odur sarhoş.

Ebedî olarak erkekliği olmayan kişiye ondan bir can kokusu gelse hemencecik tada kavuşur, koçulmaya değer bir hal alır.

 

Gönlün, sırrın sahibi Şemseddin, can padişahıdır... o arı duru kaynağın yeri Tebriz’dir.

A efendim, canın için olsun, şu ayrılık âleminde, kedinin asılmış ciğere baktığı gibi bakadur deme bana.

Yoksa padişahımın ayrılığıyla ağlar, inler, bütün dünyayı fe ry atlarla doldururum.

Şu sürüp giden ayrılığın, sabır perdemi yırttı; zâti bu mihrâkın lûtfu da âdetleri yırtıp atmak.

XXIX

Ey visâlet yek zemân bûde ferâket sâlhâ

Ey be zodî bâr kerde ber şotor ehmâlhâ

A kavuşması bir an, ayrılığı yıllar yılı süren dost, çabucak yükünü, dengini deveye yükleyen sevgili,

Şimdicek gece oldu; fakat o güneş yüzlünün ay rılığ ıy la kapkaranlık geceye de depremler

düştü.

Sen gidiyordun; bense gözlerim açık, susakalmış, öylece donmuştum şaşkınlıktan; o devletlerse geçip gitmedeydi artık.

Şaşırıp kalmasaydım, o anda yüzüm kanlara bulanırdı, feryadım yılları yırtardı.

Yol başında acıman için yalvarır, canımı yüzlerce defa kurban ederdim sana; mal da nedir ki?

Karanlık gecede ateş gibi feryatlar ederdim; kıy amet gününün korkuları belirirdi.

* Böylece de gönül çeşit çeşit ayrılık azaplarını görmezdi; duyunca taşların bile kan ağladığı hallere düşmezdi.

Ok gibi dümdüz boylar, ayrılıkla yaya dönmüştür, gözy aşları kana bulanmıştır, gönüller dal kesilmiştir.

Tebrizli padişahın doğruluğunu, tamamlığını görünce miskaller bile utanç larından kendi saflarında oturakalmışlardır.

 

A efendim Şemseddin, Ay gibi ışıklar tertemiz canın için, n’olur, kırma ümitleri.

Sonu bulunmayan bir denizin incisine benzer sözlerin, taşları lâ’l haline getirmiştir, herkese haller vermiştir.

Olgunların, sözlerin ardında olan halleri, o eşsiz sözlerin parlaklığından utanakalmıştır.

Çölün toprağında, kumunda bulunan zerreler, onun kokusunu duy sa, her zerre kanat açmak için bir Zümrüdüanka kesilir.

Kanat açınca da iki dünyaya bile bakmazlar da uçarlar, senin çadırının tozu olurlar, şaşkın bir halde y erlere döşenirler.

Noksanımızı görmüşsün; olgunluklara erişebilmemiz için tertemiz Tebriz’in toprağı sürme olsun gözümüze.

Bağış çağında canı ışıklar saçan bir hale getirirsin; o çağda, önce y ap ılan işlerdeki parlaklığın haddi mi vardır ki ayak diresin de dursun.

 

Zâti lütfettiğin bağış, gizlice, haberi bile olmadan tümden lütuflarda bulunur; ihsanlar eder durur.

Derken ansızın yumurta çatlar, anlam kuşu uçar... bir kuştur o ki Zümrüdüanka bile onun gölgesinden hayır umar.

A Husâmeddin, hem sen yaz, hem sen öv onu da gamın inadına kutluluk yüzündeki benleri seyret.

îpin ucu da elinden çıktı ama korkumuz yok; Şemseddin’in eli, ayaklarına halhaller takar senin.

XXX

îmtizâc-ı zevchâ der vekt-i solh-o cenghâ

Bâ kesî bâyed ki rüheş hest sâfiyy-i sefa

Barış vaktinde de, savaş çağında da canların, canı tertemiz bir dostlukla karışması, onunla eş dost olması gerek.

 

Can, barış çağında, savaş çağında değişir, bambaşka olur... sanki bir can değildir yalnız; ayrı ayrı canlardır.

Gönül, birisinin selâmını bile duymak, işitmek dilemezse gözüne düşman görünen bir damadın gerdeğine hazırlanan geline döner.

Fakat birisini severse de güzel, gönül alıcı damadı bekleyen gelin kesilir.

Bakışlardan meydana gelir karılıp uzlaşmak; sözlerle olur eşlik do stluk, insan bir şeyler anlatarak birbiriyle dost olur, uzlaşıp birleşmek, düşüncelerin sonucudur.

Nitekim uzlaşıp kaynaşmak; eğilmeyle, el ele vermekle, koçuşmakla, öpüşmekle, övüşle, duayla görünür.

Sevmek, tiksinmek; korkmak, utanmak; tam, y ahut yarı istey iş bakımından bu kaynaşıp uzlaşmalarda da farklar var.

Hafifçe eğiliş, yumuşak yumuşak övüş, anlam bakımından da farklıdır, görünüş bakımından da ayrı.

 

Fakat gökyüzünün secde ettiği, Arş’ın merhaba dediği adama ulaştın mı, bunların hepsi de oyuncak olur gider.

O güzelim efendiler efendisi, kulları besleyip geliştiren Şemseddin’dir ancak sizi şu vefasız hayalden kurtaran.

Yok olmaktan niceye bir korkacaksın, ne vakte dek ümitlere düşeceksin? Ona razı oluncaya dek bu böyle gider; hep onun öfkesinin tepkisidir bunlar.

Gerçekten de canın varlığı odur; sen varken o yüz döndürür senden; hasılı sen isteğinle yürü, y oklukla uzlaşmaya bak.

Kimi kat kat heveslere düşersin; kimi kat kat hayallere kapılırsın... kimi olur söze dalarsın, kimi olur buluşmayı özlersin.

Kimi düş azıtma gibi güzelim bir hay al gelir, karşında kırıtır; kimi de korkulu rüya gibi bir hayal gelir, karşına dikilir.

Hayallere dalmak, şu rezil topluluktan da iyidir ya; fakat körlüğü hay allenen varlığın budur

senin işte.

Derken o yokluk yanından hayaller belirir ki bundan da, yüzlerce yokluktan beterdir... bu yokluklar da varlıklar gibi kat kattır.

O efendiler efendisinin, o ulular ulusunun kutlu gölgesi, seni gölgelendirmedikçe hiçbir bağın açılmaz; bunu iyice bil a gönül.

XXXI

Ez ferâk-ı Şems-i din oftâdeem der tengnâ

O Mesîh-i rûzgâr-o derd-i çeşmem bî devâ

Şemseddin’in ayrılığıyla darlıklara düştüm. Odur zamanın Mesîh’i, ilacı bulunmayan gözlerimin ilacı.

Aşkının derdi canıma rahattır, huzurdur ama canımın kanını da dökerse yüzlerce kan pahası verir o.

Başıboş akıl dün geldi de kapının halkasını

çaldı; kim o dedim, aç kapıyı, gir içeriye.

Dedi ki: İçeriye nasıl gireyim; ev baştan başa ateş içinde; yokluk ateşleriyle iki dünyayı da y akıp yandırmada.

Gam yeme dedim ona, adamcasına bas ayağını; bas da seni varlıktan tertemiz etsin; böylece seçsin seni de var olasın.

Sonu görür olmaya kalkışma da sonu görür bir hale gel; sonunda da Tanrı arslanına dön; yiğitlikte “Ondan başka yiğit yok” densin.

* Sonunda yokluktan baş gösterdi mi, varlığını mutlak can olmuş, muradına ermiş, “Hel etâ” mey danının tek binicisi olarak gör.

Tümden aşk, tümden lûtuf, tümden kudret, tümden göz, görüş... varlıktan şehit olmuş; yoklukta Murtazâ kesilmiş.

O yokluk denen âlem var ya; varlıkta dalgaları vardır onun; şu yedi değirmen, onun korkusuyla, onun dalgasıyla döner.

O dalgaya dalarsın da bunu sorarlarsa sana,

ben sûfîyim dersin; sûfî geçmişi anmaz da, okumaz da.

Mumların arasında görürsün ki senin mumun aydınlık vermede... mumunun ışığı erenlerin ışığına karışmış gitmiş.

O denizin dalgası, yoklukta seni öyle bir yere götürür ki canını yakışık alacak şeyden de kapar, kurtarır, yakışık almayacak şeyden de.

Fakat canına zahmetler vererek, gönlüne ayrılıklar bağışlayarak varlık bahçesini de sensiz epeyce geliştirmiş, yetiştirmiş.

Ancak sen yokluk dünyasında muradına ermiş olarak mutlak varlığa kavuşabilirsin. yokluk hareminde baş olabilirsin. sana uy arlar.

Gözleri o ululuğun bakışından kör olmasın diye varlık bakamaz bile sana.

O yolun ardı hatırına bile gelmezken birdenbire o y okluk ülkesinden bir tozdur kopar.

Tozun içinde ışık yalımları görürsün; ışığın, o y alımlarla yok olur gider.

 

Tahtından in de secdeye kapan; seçilmiş, tertemiz padişah Şemseddin’in yalımlarıdır o yalımlar.

* Birisi inkâr ederse alnına bak da Firavunluk dağını, “Gerçekten de azdı” hükmünü seyret.

Temizlik iline, tertemiz Tebriz’e secde etmedikçe de Tanrı lanetinin dağı alnından gitmez onun.

XXXII

Der sefâ-yı bâde peymâ sâkıyâ tu reng-i mâ

Mehvmon kon tâ rehed her du cehon ez teng-i mâ

Sâkî, rengimizi şarapla arıt... bizi bizden geçir de resim mecmuamızdan (ertengimizden) iki dünya da kurtulsun gitsin.

Şarap üstüne şarap sun da taşımız hafiflesin; şarap bizi havalara uçursun.

Canı kızıl şarap atına bindir, sür aşk yoluna;

böylece de iki yüz fersahlık yolumuz bir adım olsun bize.

Burnumuzdan kan damladı, salkım gibi asılakalan gönül gözümüzden kan sızdı; şu canımızı bir koca sağrakla kurtar.

Sâkî, daha tez yürü; görmüyor musun? Topal düşüncelerimiz peşimize düşmüş, koşuyor.

Zevk yolunda düşünceler can üzen, can eriten koca taşlardır; yol ortasından kaldırın şu koca taşımızı.

A Tebriz çalgıcısı, Tebrizli Şemseddin’in aşk havasına uy da çengimizi Uşşak makamından çal.

XXXIII

Âher ez hecrân be vesleş derresîdestî dilâ

Sed hezaron sırr-ı sırr-ı con şenîdestî dilâ

Metin Kutusu: Sonundaayrılığından kurtulmuşsun,

kavuşmuşsun ona a gönül... yüz binlerce can sırrının sırrına ait sözler duymuşsun a gönül.

Onun yüzünden şaraba dönmüşsün; perde ardında gizlenen ay yüzlülerin perdelerini yırtmışsın a gönül.

Her selvi boylu, baş çekmiş güzel için çeng gibi belin bükülmüş ama sonunda onun o usûl boyu yüzünden, boyunda bir eğrilik, bir kamburluk da kalmamış a gönül.

O varlık, o yokluk yanında, padişahlar padişahının has kullarından da ilerisin; iş böyleyken kutsuz kişiler gibi ne diye burda eğlenip kalmışsın a gönül?

Can doğanısın, padişahın bileğine nazla oturmuşsun. sanıyorsun ki her şeyi kesmiş, koparmışsın; fakat ayağını bağlayan gene kendi yükün a gönül.

Öylesine bir cana huzur verenden kaçmışsın sen. ayağında bağ olmasa düşmez misin, hatırlamaz mısın bunu a gönül?

Hattâ denizdeki balık gibi; bedendeki can gibi

o padişahın aşk havasında karar etmişsin sen a gönül.

O padişah, seni dünya padişahları içinden seçti... o seçiş yüzünden, o seçişin ışığıyla seçilmiş bir hale gelmişsin a gönül.

Kendi kötü gözün seni ısırmış, korkma, ne çıkar? Devlet dudağını ısırdın ya a gönül.

Sonunda yücelik ayağını elbette gökyüzüne basarsın, ulular ulusu Şemseddin’in atının peşinde yaya koşmuşsun a gönül.

Padişahların has kullarının kadehinden şarap içersin elbet... Tebrizli Şems’in şarabını tatmışsın a gönül.

XXXIV

Ez pey-i Şems-i Hak-o din dîde-i giryân-ı mâ

Ez pey-i on âftâbest eşk-i çün bârân-ı mâ

Gözyaşları döken gözlerimiz, Tanrı ve Hak

Şems’inin ardından gözyaşları dökmede... yağmur gibi yağan gözyaşlarımız, o güneşin ardından boşanmada.

Bu tufanımızdan sonra varlıklar kalmadı ki. Buluştuğumuz zaman o Nuh’un gemisini nasıl görebileceğiz?

Bedenimiz denizde gizlenir, yok olur gider. o Nuh’un gemisi, ancak biz gizlendikten, yok o lduktan sonra yüz gösterir.

Buluşmada deniz de yok olur, ayrılık da; ondan sonradır ki kıyı yüz gösterir. bütün dünya lâlelerimizle, fesleğenlerimizle dolar.

Şimdi şu ağlayan gözlerimiz ne yağdırdıysa ondaki gizli temel, yüzlerce güler gül bahçesi getirir bize.

Şu yeryüzünün doğusu da, batısı da tek, denk bir gül bahçesi kesilir. birbirinin tıpkısı güllerde ne diken belirir, ne çöp.

Her gül fidanının altında Zühre yanaklı bir ay yüzlü oturur da hakanımızın ardından zevk çengini ç almay a koyulur.

 

Her solukta tanınmış bir güzel bir bucaktan çıkar; masallara karışmış, hikâyelere dalmış elimize bir şarap kadehidir sunar.

Görmedik gözlerimiz, o güzellerden gelen öpücükleri görür; şaşırıp kalan gözümüz, şaşkınlıktan da aşkın bir hal alır.

Sevgi canı, amanın da amanın, şu gümüş bedenli güzellere dikkat edin diye bağırır... gönül, maşallah şu bizim sonu gelmez zevkimize der.

İsteyişte, güzellikte, temizlikte bizim Kevser kaynağına, bizim abıhayatımıza benzer Tebriz’in toprağıdır ancak.

Tanrı ve din kapısında hizmet, bir armağandır sana ey sâkî; döndür kadehi, sun şarabı, ne diye bekler durursun? Ne diye geciktirirsin ey sâkî?

A gül yüzlü sâkî, şarapla aklımıza eziyetler ver, cefalar et de cefaların yüzünden tümden gül gülistan kesilsin.

Tavus kuşuna benzeyen kadehi meclis bahçesine uçur da zehrin de güzelleşsin, tavusa

dönsün, yılanın da.

İşi gücü bırak; yükünü kadeh atına yükle de varın yoğun Zühal yıldızından da yücelere ağsın a sâkî.

Sen varlığında kaldıkça, kendini üstün bildikçe, can seni adamakıllı topraklara serer, horlar durur a sâkî.

Arı duru şarap kaynağından zevk, neşe meclisine doğru bir ark aç da o kaynak yüzünden herke s gözünü dört açsın sana a sâkî.

Şarap içilen mahrem yerden sırlara mahrem o lmay an aklı sür dışarıya da güzel, nar gibi yüzünü göstersin sana a sâkî.

Kendinde olmayışı şaraptan öğren de varlığından bir yana çekil; çekil de sevgili seni kucaklasın a sâkî.

Tebriz şarabından birbiri üstüne sağraklar sun da utanç çenginin telleri kopsun gitsin a sâkî.

XXXV

 

Derd-i Şemsuddin boved sermâye-i dermân-ı mâ

Bî ser-o sâmâni-i ışkeş boved sâmân-ı mâ

Dermanımızın sermayesi, Şemseddin’in derdidir; varımız yoğumuz, onun aşkıyla vardan, yoktan olmamızdır.

Onun eşi, örneği olmayan, bahtımızı arttıran, canımıza canlar katan hayali, meclisimizin hem beyidir, hem de kadeh sunan sâkîsi.

Can sarhoş olup kendinden geçince, onun canlar bağışlayan yüzüne karşı her solukta can vermek, pek kolaydır bizce.

Kapısında, şaşırıp kalan canımız da yiter gider, gönlümüz de; fakat orda bizim gibi onun güzelliğine karşı yüz binlerce şaşırıp kalmış var.

Ucu bucağı olmayan denizinde dalgalar y utmak, güzel güzel yüzmek, dünyalar boyunca hem ilk işimizdir bizim, hem son işimiz.

Tanrı’ya şükürler olsun ki bütün abıhayat kaynakları bizim abıhayat kaynağımızın lûtfuna,

arılığına karşı bulanmış gitmiştir.

Sevgilimizin sarhoş, mahmur gözlerine karşı kendinden geçmeyen biri olur da aklı başında olduğu halde secdeye kapanırsa, can da utanır bu halden, gönül de.

însan, derdinden aşkı da şeytan sayar, aklı da... fakat aşk ansızın bizim adama benzer aklımızın boğazına sarılıverir de,

Onu hacamatçıya götürür; o da başından kan alır onun; sonra da aklın canının şahdamarlarını açar.

Biteviye aklın ağzına canın kanını döker; böylece de rûhu bizim tuzağımızdan, masalımızdan kurtarmak ister.

Canın, kapısında hizmetçi olduğu Şemseddin’e, o Kubad’ımıza, Sencer’imize, İskender’imize, hakanımıza lâyık olsun der.

Önceki hallerimizi de, sonraki hallerimizi de görsün diye onun ay ağının toprağını iki can gözüne de sürme gibi çeker de gizli şeyleri gören gözler açılır.

 

Şükürler olsun ki sonra da toprağından nerkislerimizin, fesleğenlerimizin açılıp durduğu Tebriz’e çevirir yüzünü, yollar onu oraya.

XXXVI

“Tercî-i Bend”

Hedd-o endâze nedâred nâlehâ-vo âhrâ

Çün nemâyed Yûsuf-ı men ez zeneh on çâhrâ

Yusuf’um çene topağındaki o kuyuyu göstereli fery atlarımızın da sonu, ucu yok, ah edişlerimizin de.

Yüzünün ışığı gündüzler gibi yolu aydınlatıp göstermeseydi, varlık yolunu kimse aşamazdı.

İki dünyada da padişahımızın eşi, benzeri yok... benzetenin de toprak başına, benzettiklerinin de.

İki dünyada yüceliğim, mevkiim, onun aşkıdır; bu yeter bana; gönlüm vehim sarayından mevki, yücelik dileğini süpürüp durmada.

 

Ay bile benim ay yüzlüme karşı secdeye kapanmazsa iki dünyada da yüzü kara bil onu.

Herkes padişahın karşısında oturmadadır ama padişahı bulamaz, göremez; bu bakımdan onu zerre kadar tanıy an y oktur.

Boyuna ah, eyvah dememizi istiyor; bu yüzden de boyuna cefalarına canla, gönülle âşıkım ben.

Kapısına birçok kullar gelirler, giderler; fakat o kapıya bir eşik gerek.

Gözüm o kapıya eşik kesildi; canım saman çöpüne döndü... aşkının mıhladızı her an o çöpü kendisine çekip duruy or.

A efendiler efendisi Şemseddin, ansızın bir y andan görün de salına salına gel. gönül o ansızın gelişi rüyasında görüyor.

Ayrılığının kasırgasıyla altüst olmuşum; yüzünü göreyim de daha beter kıvranay ım.

*

 

Yüzüme bak da gör kendini; kendisinden geçmiş şu deli divanenin yüzüne bak.

Aşkım içinde bulunduğum zamanı da, geçmiş zamanı da toprak altına gömdü gitti; geçmiş akla bile gelmez, geleceğeyse hiç bakmıyorum.

Canım onun saçlarıyla asıldı asılalı, şu gönlüm ne tatlıy ı ayırt ediyor, ne acıyı.

Gönül yaraları, gönlümdeki yaranın devletini görselerdi hemencecik iyileşirlerdi.

A dünyanın gönül huzuru, kavuştur kendine beni bugün; başının sadakası olsun bu... bu çeşit sadakaların böyle bir yoksula verilmesi daha y erinde.

Öylesine güzel ki, Hıristiyan, yüzünü görse zünnârını koparır; Müslüman görse mezhebini ateşlere yakar.

Uzakları düşünen aklın bile düşününce canı y anmada; dünyanın o y anından bir şey mi anlayabilir vehim?

Lûtfetse de kahır yurdundan bir geçse,

 

okluğun ağzını da şekerlerle                           doldurur,

tatlılaştırır, Türk’ün ağzını da.

Şu sevgiliyi, gömlekle bile koçabilirsen bu devlete, kinayesiz, en yüce devlet de gitsin.

O efendiler efendisi, ulular ulusu Şemseddin’e can pek çok yalvarır yakarır; can, dudağıma gelmiştir de bir evet demesini bekler.

Güneş bile senin güneşine erişmek için dertlere düşmüş... Şu sararıp solmuş yüzümden yüz çevirme; sensin betimin benzimin kızıllığı benim.

XXXVII

Ey zi mıkdâret hezâron fehr bî mıkdârrâ Dâd golzâr-ı cemâlet cân-ı şîrin hârrâ

Değeri olmayana senin yüce değerin binlerce ödünç verir. güzellik gül bahçen dikene bile tatlı bir can bağışlamıştır.

Can padişahları kapına yüz tutmuşlardır; secdeye kapanmışlardır da içeriye girmek için

izin beklerler.

Aşkından bir tamburun teli okşandı mı, akıl akıl olmaktan çıkar; can canlılığını yitirir gider.

Gül bahçeleri senin lûtuf suyundan bir nem bulsa, yıllar yılı kimsecikler gül bahçelerini gülsüz görmez.

Gönlüm sevgilimin ışıklarında yok olur gider de gönlümü sevgiliden ayırt edemem.

Öyle bir sevgilinin havasıyla can boyuna övünür durur; zâti sarhoşluktan övünülecek şey nedir, yerinilecek şey hangisidir, bilmez ki.

Bir mağara var ki aşkının keşişleri orada itikâfa girmişler... kutlu keşiş yüzünden bu mağara ışıklarla dolmuş.

Dünya, ayrılığının derdiyle katrana dönse, gene de ululanır da kara bakmaya tenezzül bile etmez.-96]

Seninle buluşmamız Mûsa’nın sopasına benziyordu; şimdi ejderhâ oldu o sopa. a Mûsa’ya benzeyen buluşma, gel de kap şu

sopayı.

A ulular ulusu Şemseddin, ayrılığının ateşinden bize kalan ışık, ancak kıskançlık, yüzlerce aferin şu naza.

— T —

Dîvân-ı Kebîr tercememizin III. cildinde, bu bahirdeki XXIX. gazel, ilâvede de ilk gazel. Ancak bizde, yâni Konya nüshasında, Bahr-i Remel’de dört beyit olarak geçen bu gazel, aynı nüshanın ilâve kısmında beş beyit. Biz, gazelin üçüncü beyti olan bu beyti tercemeyle iktifa ediyor, tekmil gazeli bir kere daha çevirmiyoruz.

Her kadehi sundukça al ama diyor, tedbirli ol... Tedbir kimde olur? Akılda, fakat zâti akıl yitmiş gitmiş.

XXXVIII

Âftâb emrûz ber terz-i deger tâbon şodest

Zerrehâ ber reng-i dîger mest-o ser-

 

gerdon şodest

Güneş bugün bambaşka bir şekilde doğdu; başka bir çeşit parlıyor; zerreler bambaşka tarzda oynamakta; başları dönmüş gitmiş.97]

Kâfirliğin de ötesinden, imanın da ötesinden bir atlı süregeldi de onun kâfirliğinden bir küpe, her imanın kulağına takıldı gitti.

Kubad’ın da gözüne toprak serpmiş, Sencer’in de, Rüstem’in de... her şeyi gören akıl, candan da habersiz bir hale gelmiş, canandan da.

Çalgıcı Zühre onu görünce zevk, neşe telini kopardı da namaza durdu; acınası ahlar etmeye koyuldu.

Müşteri, müşteri olalı kapısının eşiğine secde etti; değersiz bir kulu oldu da gökyüzüne sultan kesildi.

Tanrı ve din Şems’i, zuhur ettikten sonra gizlendi de Tanrı gibi gözlere görünmez oldu.

Utarid, aşkıyla defterlerini yaktı, onun aşk mektebinde defter okumaya başladı.

 

Mirrîh’in eli onun korkusundan gevşedi, işten kaldı... gözünü, bakışını görünce de gönlü kan oldu, kızıl güle döndü.

Zühal, aşkıyla tedbirinden oldu; şaşırıp kaldı da parmağını dişlemeye başladı.

Güneş’e, insaf et dedi; gökyüzü tahtından tez in, azline ferman geldi.

Güne ş kıvrandı durdu ama onun güzelliği doğunca, o güzelliğinin yüzlerce kez kendisinden daha parlak olduğunu görünce,

Tahtını hemencecik bıraktı da Zühal yıldızına bile fitne kesilen padişahın atının ardınca yaya koşmaya başladı.

Onun gözleri ucundan gökyüzündeki Ay da seyyah olmuş. ayrılığıyla erimeye başlamış da bedeni tümden can kesilmiş.

Büyücü bakışları dünyaya fitne salmış; sarhoş büyücü gözleri dünyadakilere fitne olmuş.

O güzellik ateşini zamaney e saldılar da dünyayı ateşe yaktılar ya; zâti onun yalım yalım

yanan iki yanağı, ateş yanan iki yer kesilmişti.

Akl-ı Küll bir ayna aldı da kendisine baktı; hasılı o padişahın canlar bağışlayan aynasına karşı kör oldu gitti.

Onun denizinin kıyısına oturan kişi, balık gibi abıhayat kaynağında oturmuştur.

Şu kanlar döken yolda dilek sahibine ne güçlük varsa, onun yüce bineğinin ayağındaki kutluluk yüzünden hepsi de kolaylaşmış gitmiştir.

Baş göstermiştir de isyanla pörsümüş, çürümüş canın yüzü, onun baharıyla lâleler gibi ışımış, alev alev yalımlanmıştır.

Gamlarla dolmuş, dertlerle yaslara batmış olan, onun lûtfunu gördü mü, gül gibi zevk meclisine kahkahalar atarak yuvarlanmıştır.

Kim insansa, iki gözbebeği de onun sarhoşudur... o periden doğmuş güzel, insanların bahtı yaver olsun diye insan şeklinde görünmüştür.

 

Onun lûtufları yüzünden Tanrı, Tebriz toprağına yağmur gibi inciler, mücevherler yağdırmıştır.

Atının nalı nereye bastıysa, tozuttuysa, o tozu gözüne sürme gibi çeken şeytan, cennete kapıcı olur, Rıdvan’a şeref verir.

Dumanından ateşin bile kaçtığı kapkara gönül, onun b aharı yüzünden hurilerle, gılmanlarla dolu bir cennet ke silir.

Lûtfuyla cehennemin ta dibinde yaseminler biter, cehennem ehlinin her kılı gül gibi gülmeye başlar.

Noksanlar, kusurlar ıssı can, senin yüzünden olgunlaşır; noksan kalan, senden başka kendisinde de olgunluk görendir ancak.

XXXIX

Ger tu pendârî be hosn-i tu negârî hest nîst

Ver tu pendârî merâ bî tu kerârî hest nîst

 

Senin güzelliğinde bir güzel var sanıyorsan, var mıdır ki? Yoktur. Sen olmadıkça bir kararım var sanıyorsan, var mıdır ki? Yoktur.

Gökyüzü iyi-kötü işler için dönüyor diyorsan, deme... göğün, ayağını bastığın toprağa hizmet etmekten başka bir işi gücü var mıdır ki? Yoktur.

Yıllar geldi geçti de hâlâ biz halka gibi kapının dışındayız senin. ama gene de senin kapına halka olmak, bir ayıp mıdır? Değil.

Düşünce kapısında her hayalden korkmadayız. a ev sahibi, burda bir hayal var mı? Evet mi, var mı? Yoktur.

A Keykavus’umun kapısında gizli şeyleri gözleyip anlayan gönlüm; Salâhaddin’den başka gönüllerdekini bilen, anlayan var mıdır? Yoktur.

XL

Çün nezer kerdî heme ovsâf-ı hob ender dile st

Vin heme ovsâf-ı resvâ me’deneş âb-o

 

gilest

Bakarsan görürsün ki gördüğün güzel huyların hepsi de gönüldeymiş... Bütün şu rezil huyların madeniyse suyla toprak.

Heveslerine uyarsan, şehvetine alt olursan, balçık birken yüz kat çoğalır; bundan kurtuluş heveslerden geçmekle olur; heveslerden geçiş, her zoru açar.

Heveslerden geçmek için şu tembel davranışın var ya; vazgeçiş sebeplerinden yüzlercesini giderir. hastalık senden olduktan sonra nereye gitsen osun sen.

Vazgeç ama önceden de kendinle bir şart koş da ahdinden dönmemeye uğraş. yoksa hastalık kalakalır sende; iyileşme imkânın da yok olur gider.

Yaradılışın o ağır ahde uyar da bu uymayı huy edinirse ondan sonra canın elde ettiği yüz binlerce zevk, içinden doğar durur.

Derken şu demir gönül, seni bir ayna haline getirir. her solukta bir olgun, bir olgunluk yüz

 

gösterir sana.

Derken can, zevk âleminde sana hem çalgıcı olur, hem sâkîlik eder... o emanet yüklenildi ya, yüklenen candır çünkü.

Bundan sonra işe güce de boş verirsin, boş verişe de. artık adamakıllı kaçıp duran o define sende belirir, onunla tanınırsın.

Birçok helvalar, tatlılar yersin ama tadı damağında kalmaz ki; ağızdayken tat verir yiyene; tıpkı şimşek gibi hani, çakar, aydınlatır, söner gider.

Şu tabiat, kör olmasaydı, sağır olmasaydı nasıl olurdu da perde kesilen, engel olan, Babil kuyusuna dönen o yanı denerdi?

Fakat tabiat, eziyetlerin, derdin ta temelinden bitmiş, yetişmiştir. belâların, zahmetlerin peşine, ipini koparır da ko şar.

Hele bir, gönül alçaklığı göstermelerindeki ululanmayı gör. ululanmadaki sonsuz gönül alçaklığını da, şekillere bürünmüş, halkı aldar bir halde seyret.

 

Sen tabiatın her sözünü, gene onun kötü yetiştirmesine uy da bu gerçeğe engel olmaz diye bir başka çeşit anla, anlat.

Her kimi bir başka evin güzelliğiyle bezenmiş görürsen, bil ki bu yola girenle yola koyulanları oyalamaktadır o.

Tanık getirmeler yüzünden seni çağıracaklarından korkuyorsan Tanrı’dan ölüm tatlılığı dile; çünkü ölümün de vakti, saati var.

Her yandan bir başka çeşit eziyet, bir başka türlü zahmet borç al da tarafsızlıklar tarafına yönel, yola düş, yürü; bundan başta tarafta iş yok.

Sen bir yılanın peşine düşmüş, yılanın inine geliyorsun; bir de bizim derdimizi görmedesin; çünkü birbirine ulanmış, zincire dönmüş bizim derdimiz.

Yılandan zehirli bir özür dilemezsen, yaptığın iş, olmayacak, yapılmayacak bir iş diye, o seni töhmet altında b ırakır.

Temizlik Tebriz’inin övüncü Şemseddin’in

sözüyle de mizacın kızışmıyor; elbette... bu iş, bülbülün başaracağı iş değil ki.

XLI

Nekş-bend-i con ki conhâ cânib-i o mâilest

Âkılonrâ der zebâno âşıkonrâ der dilest

Canlar, canlara şekil veren ustaya akmada; fakat bu akış, akıllıların dillerindedir, âşıklarınsa gönüllerinde.

* Dillerde olan şey, “Ben batanları sevmem” hükmüne girer; gönüllerdekiyse “Kalan iyi şeylerdir.”

Gönül göğe benzer, dilse yeryüzüne. yeryüzünden göğe varmaya pek çok konaklık bir yol var.

Gönül buluta benzer, göğüsler damlardır. Şu dilse oluktur sanki; yağmur ordan akar.

Yağmur suyu gönülden göğüslere tertemiz y ağar; fakat adamın içi pisse sözlerinin de aslı

faslı yoktur.

Bu sözler, bulutu yağmur yağdıran, damı bulutu çeken, oluğu da suyu akıtan adama göredir.

Suyu başkalarının oluklarından alan kişi hırsızdır... Başkalarının damlarındaki suyu aşıran, söz nakledendir.

Kimin gözyaşlarından nerkisler biter, güller açarsa odur âşık. Nerkisler toplayıp demet yapansa bir iş başarandır ancak.

Tartış zamanı, terazinin kefeleri denktir ama adamın dili doğru söylemedi mi, kefenin biri ağıverir.

Kim canının halini giyinmiş, canının rengine bürünmüşse, hangi cevabı verirse versin, gerçekte soru sormadadır o.

Bilgisi, görgüsü tam olan hekim, hastay a acı bir ilaç da verse, zulmediyor gibi görünür ama zalim değildir, adalet ıssıdır o.

İsterse karanlık olsun; ayak ayakkabısını tanır;

gönül de zevk yoluyla, vardığı konağın hangi konak olduğunu anlar.

Gönüle gir, şu tufanda Nuh’un gemisine at kendini... durak korkulu ama gönlüne korku girmesin kardeş.

Kendi havandan, kendi hevesinden kork; olaylardan korkma. çünkü senin havan büyü bakımından, kötülük yönünden Babil kuyusundan yüz kat kötüdür.

Kimi tanımak istersen düşüp kalktığına bak. çünkü devletli, iki dünyada da devletli kişiyle düşer kalkar.

Sana yapma yapılmasını istemediğin şeyleri, sen de başkalarına yapma. çünkü şu huy dedikleri, tabiat adını taktıkları şey herkeste var.

Her sözü duymamak için kulağına pamuk tıka. çünkü tertemiz bir cansın sen, o can da pas tutabilir.

Kimin canı yedinci kat göğü aşmışsa kurtulmuştur o; onun can soluklarından şarap iç; çünkü canı temizdir onun.

 

Şu azgınlık pusudadır; adamı yoldaşsız, yalnız gördü mü, hah der, işte gafil bir adam.

Ulaşmayı istiyorsan ulaşmış erlerle düş kalk... kavuşmayı, gerçekten de kavuşmuş adamdan iste.

Sarhoşların çevresinde dön dolaş; şarap az da gelse kokusu gelir bârı. fakat aklı başında olan, şarabın tadını bilir.

Gizli, kapalı sözleri hatırında tutarsan, her sorunun cevabını bellersen, sınav çağında üstün bir er derler sana.

Kendi noksanının yüzünden olgunluğa varamazsan, Tebrizli Şems şimdicek kendi olgunluğuyla olgunlaştırır seni.

XLII

Ey tereb-nâkon zi mutrıb iltimâs-i mey konîd

Sûy-ı işrethâ revîd-o meyl-i bang-i ney konîd

A neşeliler, a zevke, çalgıya dalanlar, çalgıcıdan şarap isteyin; işretlere yönelin, ney sesine meyledin.

A bahtlılar, a devletliler, neşe atlarına binin, tek biniciler kesilin; gam atını neşelerin ay akucunda kurban edin.

A kendinde olanlar, onun birlik küpündeki şarabını için de o şarap la aklı da, sonu gören fikri de yok edin gitsin.

İlkbahar geldi, gül bahçesiyle yeşillikte yüzlerce renk var; karakış ayının soğukluğunu, kuruluğunu, devletsizliğini bırakın artık.

Öbek öbek öldürülmüş, başları kesilmiş kişileri görmek ister misiniz; fakat a âşıklar, hey-hey

ederseniz, nara atarsanız dininizden dönmüş olun.98]

İstediğiniz, aradığınız o Çin güzeli Çin’de... bu ne akıldır ki siz her solukta Rey yolunu tutmayı kuruyorsunuz.

Ölümsüzlük meyhanesinde can kulağınızı açın, çalgıyı dinleyin de ebced, huttî harflerini tekrarlamay ı bırakın artık.

O salt ölümsüzlük şarabıyla doldurun kafataslarınızı... Allah için olsun, dürün akıl yaygısını, akıllılık örtüsünü.

Kendinde oluş elbisesinden soyunun a âşıklar; o daimî diri olanın yüzünü seyre dalın da yok edin varlıklarınızı.

XLIII

Şâh-ı mâ ez cümle şâhan piş bud-o piş bûd

Z’on ki şâhenşâh-ı mâ hem şâh-o hem dervîş bûd

 

Padişahımız, bütün padişahlardan yüceydi, hepsinden de üstündü: çünkü padişahlar padişahımız, hem padişahtı, hem yoksul.

Padişahımız, perde ardında bir göründü mü, canlarımız kendilerinden geçti gitti; çünkü padişahımız da kendinde değildi.

Padişahımız, canımıza hem yakındı, hem uzak... canlarımız da padişahımıza hem yakındı, hem de uzağa dalmıştı.

Şarabı tortusuzdu, rahatı yerindeydi, derdi yoktu; gül bahçesi dikensizdi, tatlılığında bir acı, bir zehir yoktu.

Padişahın lûtfundan bir taneciğini söyleyeyim: Perdeyi kaldırır kaldırmaz, su ate şle barıştı; kurt, koyuna dadı kesildi.

Mutlak can, onun ışığında cansız bir şekil haline geldi; mezhebi kötü kişi bile onun yoluna kurban oldu gitti.

Diyordu ki: Yokluk varlıkta mıdır? Evet dedi; der demez de dünya var oldu, varlık onun bir evet demesini bekliyormuş meğer.

 

XLIV

Vesf-i on mehdûm mîkon gerçi mîrenced hesûd

K’in hesûdî kem nehâhedgeşt ez çerh-i kebûd

Hasetçi incinir ama sen o efendiler efendisini övedur. Zâti şu yaslı gök kubbenin altında şu haset ediş azalmamış gitmiştir.

Ayık adamın şarabı övmesi hoşa gitmez; onun sarhoş bakışlarıy la sarhoş olanay sa ne fayda var bu övüşten?

O şarapla sarhoş değilsen, var sarık peşinde koş, gönlün ardında yürü... fakat sarığını da o bakışlar kaptı gitti, gönlünü de.

Yüzlerce varlığın bile olsa onun varlığında yok et. o varlığa kavuşmak için bu gerek çünkü.

Gece yarısı kalktım; baktım ki gönül yok. ne oldu, nerey e gitti diye evin kıyısını bucağını aradım.

 

Ev ev aramaya koyuldum; zavallıyı bir bucakta buldum; yarabbi diye secdeye kapanmıştı.

Bakayım, kime kavuşmak istiyor dedim de kulak verdim... ağlarken duydum ki dilini açtı; söze başladı.

Gizli de senin önündedir, açık da. Gizlim şu içimdeki ateş, açığım da ah ediş, duman duman tütüş.

Acze düştükleri, kırılıp döküldükleri zaman güzelleri aramıyorsun da bu yüzden yüz binlerce dere, güzellik ırmağına aktı, arttırdıkça arttırdı onu.

Padişahın izlerini, eserlerini sayıp döküyordu da adını söylemiyordu. gece karanlığı içinde yalvarıp yakarmaya dalmış gitmişti.

O arada dudak ucuyla gizlice diyordu ki: Adını söyleyemem ama o ad ödağacından da daha güzel kokar, kokusu her yana y ay ılır.

A seven, sevilen Tanrım, belki bir insan bulunur da şu gece yarısı hırsızlamaca kulak

verir sözüme; bundan ürküyorum.

Birisi adını duyar da yüceliğini bilerek saygı göstermezse o güzelim ada; pek ağır gelir bana bu.

Adını işitir de saygı, sevgi gösterirse kıskançlık yakar, yandırır beni. O yolunu yitirmiş, gideceği, geleceği yeri şaşırmış gönül böylece âciz kalmıştı.

Hatiften bir ses geldi; adını an o kişinin; a inatçı, adını an, gam yeme, kimseden çekinme.

Onun adı, senin can muradına anahtardır; tez adını an onun da hemencecik kapıyı açsın sana dendi.

Gönül, adını anamıyordu, kapı da kapalı kaldı; seher çağına dek bu böyle sürdü; derken ansızın gündüz oldu, güneş yüz gösterdi.

Hatifin binlerce kez yalvarışı üzerine gönül, ancak Tebriz diyebildi; aklı başından gitti, varlığından oldu.

Kendinden geçince de o efendiler efendisi

 

Şemseddin’in, o cömertlik denizinin adı, yüzüne nakşoldu gitti.

XLV

İlletî bâşed ki on ender behâron bed boved

Ger zemeston bed boved ender behâron sed boved

Bir illeti var ki baharlarda kötüleşiyor; kışın kötüle şirse baharın elbette yüz kat daha kötü olur.

Cana canlar katan bahara suç bulma sakın; senin geçmeyen hastalığın kurt olmuş, canavar kesilmiş, baharın ne suçu var?

Baharlar her ağaca, her bağa bahçeye bağışlarda bulunuyor; acı, tatlı; her ağaç neye lâyıksa onu elde ediyor.

A kardeş, bir yol şu sözüme de kulak as; her baş veren bitki, yetişip olmaya değmez.

Binlerce şehvet suyundan bir tanesi, ansızın

ilkah yapar da mayasından bir çocuk olur, güzel yanaklı dilber bir yiğit meydana gelir.

O güzellerin de yüz bini harcanır gider de içlerinden bir tanesi devlet sahibi olur, muradına erer.

İyi bahtlılar dünyaya çok gelir giderler; fakat Şemseddin kapısından sürülür onlar.

Kim ona ikiyüzlülükle bile olsa bir kerecik secde etse, iki dünyada da sonunda Tanrı’nın has kullarından olur.

A vefalı dost, cefaları anıp durma... o cefaları anış, yoluna set çeker senin.

XLVI

Eger çerh-i vucûd-ı men ezin gerdiş foromâned

Begerdâned merâ on kes ki gerdonrâ begerdâned

Varlık çarkım bu dönüşten kalırsa, gökyüzünü döndüren, beni de döndürür.

 

Şu ordumuza kötü göz değer de bozguna uğrarsa, padişahın buyruğuyla yücelerden ordu iner bize.

Kış yeli eser, bahçemi yıkar yakarsa, padişahımın baharı kıştan öç alır.

Yaprakların sayısınca zorlu Firavun belirse, Mûsa’nın eli bir bir tutar onları, yerlerine dikekor.

Korkutma gönlünü şu konağın güçlükleriyle, korkutma... Abıhayat kaynağı asla öldürmez seni güzelim.

Gördük sizi, gördük sizi; gizlediğiniz şeyleri açığa vurduk. vazgeçmezseniz vay başınıza geleceklere; biliriz yapacağımızı biz.

Çevremizde tavaf ederseniz gözlerimizin ışığısınız; bizden ümit kesmeyin; gerçekten zevk diriltir sizi.

Aşk oyununa girişmek için kırık dökük Arapça söylüyorum; ama ne dersem diyeyim, bir padişahım var ki beğenir.

 

Ben kendimi bile bulamıyorum, sözü nerden bulacağım? Fakat bu sözü bana veren mum, onu da buldurur.99]

rL —

XLVII

Âşıkanrâ şod müsellem şeb neşesten tâ be rûz

Hordeniyy-o hâb nî ender hevâ-yı dil- forûz

Âşıklara geceleyin gündüze dek oturmak verildi... o gönüller aydınlatan güzelin havasıyla ne yemek var, ne uyku.

Dostum, sen de âşıksan şu muma dön. bütün gece erir, bütün gece yanar durur.

Âşık olmayan, bil ki güzün soğuğuna benzer. Âşıkın gönlüyse, o güz ortasında temmuzdur.

Sende de bir aşk varsa a benim canım, bildirmek için âşıkçasına bir nara at, âşıkçasına saldır, saldır.

Fakat şehvete bağlıysan âşıklık dâvasına girişme. kimsecikler yokken kapat kapıyı da yak şehvetini.

 

A bön kişi, âşıkla şehvet nerden bir araya gelecek? îsa ile eşek nerden bir ahırda yem kesecek, yem yiyecek?

Şu gizli sözlerden bir koku almak istiyorsan, gözünü Tebrizli Şemseddin’den başkasına yum.

Görebilirsen Şemseddin, iki dünyadan da üstündür; sense arda kalasıca, hâlâ gaflet denizinin dibindesin.

Yürü, bilgi öğrenenlere katıl, fıkıh bilgisinin çevresinde dön de caizdir-değildir lâfları başını yüceltsin senin.

Benim canım, Şemseddin’in aşkıyla çocukluktan uzaklaştı; artık kuru üzüm, ceviz, alıç kalmadı; onun aşkı yeter bana.

Aklım elden çıktı, şiirim eksik kaldı... o yüzden de yayım çırçıplak; ne nakış elbisesi var, ne yay tozu.

* A Cemâleddin, yazmayı bırak da uyu, yalnız şunu söyle. o arslana benzer birisini hiçbir yüz görmüş müdür?[100]

XLVIII

Ger tu neng âyî zi mâ zoter beron rov ey herîf

K’ez toroş-rûyî hemîrenced dil-ârâm-ı zerîf

Bizden utanıyorsan tez git, çık dışarıya a herif... o nazik güzel, o gönüller huzuru dilber, ekşi suratlı duruştan incinir zâti.

İnkârını gizlersen o, lif lif, kıldan kıla düşmanlıklarını gösterir, yüzüne vuruverir.

Gerdek günü, damadın belli olması için, adını gündüz takan padişahtan, yüzünde onar onar izler vardır.

Ulular ulusu Şemseddin çevgen salladı mı, kimde güç kalır? Yahut da o, üstünlükte atına binerse kim ona eş olabilir?

İki dünyanın da sofrası, Şemseddin’in katında aşla dolu bir kâseden ve bir kuru ekmekten

ibarettir.[101]

Yüce padişahlar padişahının şehrine saygı göstermek için sadaka bil o ekmeği, aşı, kâseyi.

— L —

Bu kafiyede, tercememizin III. cildinde, Bahr-i Remel’de, CIII. Arapça gazel var; yazmıyoruz.

— M —

îlk gazel, tercememizin III. cildindeki IX. gazeldir. Ancak ilk beyti farklıdır; o beyti yazıyoruz:

Yüzünün sabahını görür görmez uy andım; sıçradım, kalktım; işe adamakıllı giriştim; çalgıcıyı beklemeye vaktim yok.

XLIX

Mîbesâzed cân-o dilrâ bes ecâyib kon sıyâm

 

Ger tu hâhi tâ eceb gerdî ecâyib don sıyâm

Orucu şaşılacak bir şey bil; adama can bağışlıyor, gönül veriyor... şaşmak istiyorsan oruca şaş.

Yaşayış göğüne ağmak, miraç etmek istiyorsan, bil ki oruç meydandaki Arap atındır senin.

Oruç can gözünün açılması için bedenleri kör eder; senin gönül gözün kör de o yüzden hiçbir ibadet o aydınlığı veremiyor sana.

Şu oruç her hayvanın yaşayışına noksan verir; onun içindir ki oruç insanın insanlığını o lgunlaştırmay a mahsustur.

Âşıkların yaşayışları, beden mutfağı yüzünden kararmıştı, mutfaklarını aydınlatmak için çıktı geldi oruç.

Dünyada şeytanın kanını içen bir bıçağa benzer oruçtan daha fazla öldürücü, daha fazla kan dökücü bir şey var mıdır?

 

Şu sultanın tapısında gizli, özel hizmete koşulmuş, tez fayda verir, kâr bağışlar kim var? Oruç.

Oruç, özlem çekenlerin gönüllerini, canlarını öylesine taze leştirir ki zavallı balığı bile su o kadar tazeleştiremez.

Savaş erinin bedeninde, gönül maksadına erişme yolunda oruç yüz binlerce canın yaşayışından da daha iyidir.

* îman beş direk üstüne kurulmuştur ama vallahi o direklerin en büyüğü oruçtur.

Tanrı, her beşinde de orucu, orucun kaderini gizlemiştir; zâti oruç kadir gecesi gibi gizlidir.

Hani yüz eşek yükü taş vardır da kimsecikler bakmaz bile... maden içindeki taşı güneş nasıl lâ’l yapıyorsa, oruç da o taşları lâ’l haline getirir.

Sen nasıl arslan olabilirsin ki tilkiden bile tir tir titriy orsun; fakat oruç seni ormandaki arslanlara bile üst eder.

Midesine düşkün olan, çok mide ağrısı çeker,

 

horlanır durur...             midesine bağlı olanların

talihlerinde oruç yoktur.

Ya Süleyman saltanatını bağışlayan yüzüktür oruç, yahut da bir taçtır oruç, onu seçkin kişilerin başlarına giydirir.

Oruçlunun gülüşü, oruçsuzun secdedeki halinden yeğdir; çünkü oruç onu Rahman’ın sofrasına oturtacaktır.

Yemek yediğin vakit senin yüzünden için pisliklerle dolar. oruç hamama benzer, bütün kötülüklerden yur, arıtır seni.

Yemek istediğini kara yürekli yomsuz, kutsuz bir yıldız bil; oruç sa seni ışığa çevirir, bütün Zühallere ışık salarsın.

Aydın, bilgi ışığıyla ışıklanmış bir hayvan gördün mü hiç? Beden de hayvandır, hayvanın ardına düşüp de bırakma orucu.

Beden hırsını şekerkamışını kırar gibi kır gitsin de orucu bol bir şeker gibi canının içinde bul.

Katren nasıl olacak da denize ulaşacak? İşte

oruç sel gibi, yağmur gibi seni alır, denize ulaştırır.

Ayağını oruçla yücelt de başa döndür; çünkü oruç, başa dönmüş kişilerin esenleştiği yerdir.

Nefsinle savaşa girişince, orucu öyle ucuza satmam ben diye kendini yere at, ellerini çırp, ay aklarını vur, diren.

Nefsin, gönlüne musallat olmuş bir Rüstem’dir ama oruç onu gül yaprağı gibi tir tir titretir.

Hani bir karanlık var ya, içinde abıhayat gizli... aklı başında olanlarca o karanlık, oruçtur.

Canının içinde Kur’an ışığını istiyorsan, oruç bütün Kur’an’ın tertemiz ışığının sırrıdır.

Rûha mahsus sofraların başına tertemiz erler otururlar ya; oruç onlarla bir kâseden yemek yedirir sana.

Oruç, seni gün gibi gönlü aydın, canı sâf bir hale kor; sonra da padişahla buluşma bayram gününde varlığını kurb an eder gider.

Oruç ülkesine ayak basacaksan neşelenerek

ayak bas... çünkü gamlılara oruç haramdır, yaraşmaz.

Kim etek gibi orucun ayaklarına düşerse, pek tez, ölümsüzlük yakasından baş gösterir.

— N —

Eyyuha’s-sâkıy edir ke’see’l-homeyyâ nısfa men

înne ışkıy mislu hamrin inne cismî mislu denn

Sâkî, o yarım batmanlık sağrağı döndür; çünkü gerçekten de aşkım, şaraba benziyor; bedenimse sanki bir küp.

A çalgıcı, biraz yavaş vur da can tekrar gelsin bedene... vurunca da Şemseddin’in adıyla vur.

Şemseddin’in adı, kulağına bedenden de daha iyidir, candan da. Şemseddin’in adı muma benzer; bu kulun canıysa sanki leğen.

A çalgıcı, Allah için olsun, Şemseddin’den başkasını söyleme; bedene de ten-tenen diye onun vasfını söyle, cana da.

Şemseddin’in adı muma benzer, sen de pervane gibi yanadur; onun çevgene benzeyen adına karşı topa benzer canını at meydana.

 

At da şu canın, gökyüzünün oyuncusu olsun... şu tertemiz canın, perdeleri yaksın, muradına ersin.

Şemseddin de, Şemseddin de, Şemseddin de; bu yeter. de de ölülerin, kefenlerine bürünmüş bir halde oyuna giriştiklerini gör.

A çalgıcı, âşık değilsin ama gene de usanma bizden; Şemseddin’in aşkı, canını yasemine döndürür.

Lâleler kudüm çalmada, yasemin oyuna koyulmuş. süsenceğiz sarho ş olmuş da yasemin de kim oluyor demekte.

Dikenler gülmeye başlamış, güle üstünlük dâvasına girişmiş. taşlar parıl parıl parlamış, lâlelere, siz varsınız ama diyorlar, biz de varız.

Bir gececik gündüze dek onun adını anarak çal tefi; çünkü bir Yusuf’un güzelliğiyle tefin gömleğe döndü.

Ansızın o gül yüzlüm, gül bahçesinden baş gösterir de o gülün karşısında şu yeşilliğin gül

 

bahçeleri yok olur gider.[102]

LI

Yârekan reksî konîd ender gamem hoşter ezin

Kurre-i ışkam remîd-o nî lecâmestem ne zin

Dostcağızlar, gamlı bir haldeyim; bu gamlı halimde, şu oynadığınızdan daha da hoş bir halde oynayın; aşk atım kaçtı, ne dizgin kaldı elimde ne eyer.

Ay yüzlümüzün gözü önünde sarhoşça bir oynayın; çalgıcı, Allah için olsun, tefe hazin hazin vur.

Canımdaki aşk için oyna ey merhametli dost; ey çalgıcı, vur tefe, bundan başka bir talihin yok senin.

O güzelim tefin, burda makbuldür; tef çalışın yerindedir... a çalgıcı, tef çal, senin ibadetin ancak bu.

 

A çalgıcı, bu tef çalış, Tebriz’in övüncüne, dilber padişaha, canların canına can olan Şemseddin’edir.

A çalgıcı, Şemseddin, Şemseddin dedin de onun adını andın ya, bir uğurdan başımdan aklımı da kaptın gitti, dinimi de.

Mademki Şemseddin dedin, sakın bu sözü düşürme ağzından; bundan başka bir ad söylersen, bir başkasını dilersen küfür olur, küfür.

Çalgıcı, usandın sözlerimden, usandın... fakat dilediğini yapma; böylece süregitsin bu, süregitsin.

LII

Motrıbâ berdâr çeng-o lehn-i mûsîkaar zen

Âteş ez cormem beyâr-o ender istigfâr zen

* Çalgıcı, çengi kaldır da mûsîkar çalmaya başla. suçumdan bir ateş al, tövbeyi, istiğfarı

ver ateşe.

Aşk Kelîm’i, varlık Firavun’unu bir uğurdan yok et; Mûsa’nın yokluk sopasını çal başına Firavun’un.

Akıl heveslere kapılır da gecikirse, tez bağla gözlerini, kur onun için bir darağacı.

Ben bilgimle bir iş düzeceğim derse, bir ateş ele geçir de yak, yandır o işin düzenini.

Cana gurbet yurdu olan şu toprakta niceye bir konuk kalacaksın? Şu konuğun da gözlerine toprak serp, ev sahibinin de.

Çalgıcı, güzelliğin, aklın anlayacağı bir şey değil; onun anlayışından üstün... zevk çadırını aklın, pergelle ölçüp biçilecek yerin sınırından dışarda kur.

Çenginin arışına arı duru şarabı argaç et; tellerini onunla ör. o ezelî ıssılıkla tellere yeni bir baht ver.

Efendiler efendisi Şemseddin’in kapısını gözyaşlarınla ıslat; onun yüzünün ateşiyle bütün

varlığı yak gitsin.

Onun nağmelerinden birini al, Güneş’le Ay’a pay et; sonra yürü, uyanık devletin kapısında çeng çal.

Uyanık aklın, Şemseddin için bir kaftan dikti; sen de var onun aşkıyla münkirlerin gözlerine mıh çak.

Aşk Burâk’ına bin, Tebriz’e yürü, varınca da o kanlar içen bakışlar için diz çök.

LIII

lşk-ı Şems-i Hakk-o din k’on govher-i kânîst on

Der du âlem cân-o dilrâ dovlet-i ma’nîst on

Tanrı ve din Şems’inin aşkı madendeki incidir... iki dünyada da canı, gönlü kandıran, zenginleştiren bir devlettir o.

Görünüşte ne ordu vardır, ne devlet, ne de hazne. fakat can gözüyle bakarsan, görürsün

 

ki can devletidir o.

Şarabını doldurmak için kafatasını her şeyden boşalt; ondan sonra onun şarabına sağrak et; o kafa böylesine bir şarabın sağrağıdır zâti.

Aşkla pişen erlere ham şarap sunarlar... zâti pişkin, olgun aramak, hamdır, çiğdir demek, çiğlik belirtisidir.

Can kebabı, beden kılığında olan kişi, hasların da hası olsa hüner bakımından gene aşağılıktır, gene aşağılık.

Yücelik arayan, aşkta aşağıdır; aşağılığı kabul edenin meclisiyse, yüce bir meclistir.

Kimin tertemiz canı o şaraptan içtiyse, Hintli bile olsa Mekkeli’dir, Şamlı’dır.

Şarabın ayrılığı mamûr bedeni yıkar; fakat kim bedenini şarapla y ıkarsa, şarap yapar o bedeni.

Bu şarap, ölümsüzlük şarabıdır, can önce ondan doğmuştur, şu halde şarap candır, y ahut değildir derler ya; bu söz yalandır.

Ölümlü canı boyuna bu şarapla sarhoş et, onun

kadehiyle sarhoş ol; ölümlü can bu şarapla ölümsüzlük rengine boyanır.

Ölümlü can, ölümsüzlük şarabına, “Kimyanın yanındaki bakır, altın olur gider” yazısını damga olarak vurmuştur.

Şarap yüzünden akıl bedenden boşanmıştır; hem de üç kere... akla bağlı olan beden o şaraba eş olamaz.

Ölümsüzlük şarabı, hevesin daralmış gönlünde oturamaz. bu şarabın yurt edindiği gönül, mey dan gibi geniş mi geniştir.

O şaraptan bir kadehçik kime sunulduysa bir belirtisi şudur onun: Hikmet sırlarını anlatışta canı olgunlaşır, kendi malı gibi anlatır o sırları.

O şarabın parıltısında ölümsüzlüğü görür; ondan sonra da ona mal mülk nedir ki? Öz canını bile verir gider.

Kendinde olarak, aklı başındayken o şarabı öven kişi, sanki Kur’an okur; okur ama okuduğunu ne anlar, ne tutar.

 

Hakkı da sarhoş âşıklardan sor, hak sahibini de... çünkü kadehteki o şarap, âşıklara kadıdır.

Çünkü sarhoşun verdiği hüküm, şarabın yaptığı iştir, şarabın verdiği hükümdür; demek hak da onun hükmüne razı, hak sahibi de; bu apaçık ortada.

Çalgıcıyı şarap almış, götürmüş; a çalgıcı, lûtfet, çenge bir vur da adım kötüye çıkacak ama zararı yok, kurtar beni addan sandan.

* Yüzünü göster de güzellerin pazarlarını kır geçir; göster o yüzü ki Mânî bile o yüze yüzlerce hasret çekmede.

A seher yeli, Tebriz’e git, o tertemiz toprağa secde et. Yaşayışlar yaratan Rabbe mensup kapının toprağıdır orası.

LIV

Der meyân-ı zulmet-i cân-ı tu nûr-ı kîst on

Ferr-i şâhî mînemâyed der dilem on çîşt on

 

Canının o kapkaranlık gecesinde kimin ışığı bu? Gönlümde padişahlık yalımları uyandırmada, padişahlık ışıkları belirtmede... nedir bu?

Bir hayal belirtiyor ki o, padişahın Ay’a benzer yüzünün hayali. yoksulluk gününün sığınağı, yoksulların ellerinden tutan padişah o.

Bu çeşit parıltı, böyle güzellik, bu lûtuf, bu hoşluk, bu alım, ancak canların övündüğü Tebrizli, Tanrı ve din Şems’inindir.

İnsanın canı, apaçık övemez, anlatamaz onu; anlatabildikleri de zâti gene gizlidir.

Çünkü nasıl olur da ölümsüzlük sıfatları ölümlü dünyaya yüz tutar? Yıldızı kutsuz ölümlü dünya ehlinden biri, nasıl onları anlatab ilir?

Tanrı’nın kendi eliyle y aratıp bezediği güzelliğe karşı istediğin resmi yap; istemeyiz onu biz.

* Onu gören göz, tutar da bir başkasına bakarsa, taşlayıp öldürmek gerektir onu; zina

etmiş sayılır o.

Gönül, âşık olunca önce iyi addan geç; çünkü aşkın başlangıcı rezil rüsvay olmaktır, adın kötüye çıkmasıdır.

Aşkının denizinde can elbisesi ağır gelir; gönül, ad san, ekmek yemek aramak hamlıktır.

Gönül, bayağı bir sevgide bile bu hassa vardır; o yüce meclisin bu aşkınday sa haydi haydi var.

A seher yeli, bana Tebriz’in toprağını armağan getir; çünkü yücelikte âdeta inci madenidir o toprak.

LV

lşk-ı Şemsüddînst yâ nûr-ı kef-i Mûsîst on

în heyâl-i Şems-i din yâhud dused Îsîst on

Şemseddin’in aşkı mı şu, yoksa Mûsa’nın avcunun parıltısı mı? Şu, Şemseddin’in hayali mi, yoksa yüzlerce îsa mı?

 

Hiçbiri de değilse, şu Ay gibi yüz de ne? Şeklini nasıl söyleyeyim? Çünkü tümden anlam o.

îster bu olsun, ister o; o dudakların fitnesiyle canımız oyunlara dalmış, hoş bir hale gelmiş, sarhoş olmuş, sevdalara düşmüş.

O canlar canından ayrıyken yüzüme iyi bak; y azılar yazmada gözlerim yüzüme; ama, bu cansızdır, gönülsüzdür yazısını yazıyor.

Ben ne diyeyim? Utarid bile bütün tertemiz canlarla onun temizliğine tanıklık eden, temizliğini yazan bir âşık.

Canım, Mûsa’nın sopası gibi bir kez onun elini öpme fırsatını buldu ya; at artık Mûsa gibi yere o canı; can değil, y ılandır o şimdi.

Gözlerim onun ayrılığında, tekrar kavuşmayı dilemede; onun diriltici devletini düşünüp Tanrı kudretine güvenerek gülmede.

Kim padişahlar padişahı Şemseddin’in atının peşinde yaya koşarsa, evvel-âhir dünyaya da boş verir, âhirete de.

 

Elini öpene gelince: Artık ne diyeyim ona? Akıllılar bilirler ki yücelikte elbette daha da üstündür o.

Canım onun bedenini görür görmez, tez iman getirdi; ne diyor dedim, dedi ki: Bak da gör, pek büyük bir mucize bu diyor.

Âzer’le Mânî’nin bile yüzlerce özlem çektiği o yüz yok mu? Tebriz’in ışığı da o yüzün ışığından, o yüzün güzelliğinden.

LVI

Câm por kon sâkıyâ âteş bezen ender gamon

Mest kon conrâ ki tâ enderresed der kârvon

Sâkî, doldur kadehi de ateş sal gamlara; sarhoş et canı da yetişsin kervana.

O küpten doldur; hani kapağı açılsa kokusu göklere dek ağar da gökler bile kokusundan sarhoş olur.

 

O şaraptan sun; hani canlar veren, gönüller parlatan bir katresi, gam denizine damlasa gamın gamlığı kalmaz, neşe kesilir.

Bir katresi, zamanın baş çeken zorbalarının beyinlerine damlasa, hepsi de hizmetçilere döner, secdeye kapanır.

Can, ileri gidenlerce de, aşağılık kişilerce de değerli bir şeydir; can cümleden azizdir; fakat o şarab ın kokusu, has kişilerce canın da canıdır.

îzinin tozu belirmeyenden gelen, her izi yırtıp yok eden o şarap yüzünden mevki de görünmez oldu, rütbe de... can da yok oldu gitti, beden de.

Zevâlsiz meyhane, o şarap yüzünden köpürdü, coştu; köpüğünden düny a binlerce ev barkla, binlerce malla mülkle yok oldu gitti.

O şarabın kokusu, batıda kadehten çıksa ta Herat’taki, Talkan’daki zahitler bile sarhoş o lurlar.

O küpten sarho ş olanın eli, y ery üzüne diken ekse doğudan batıya dek, yerden güller biter; her taraf güllük gülistanlık olur.

 

Aşkıyla sarhoş olup çeng çalanın çenginden çıkan sesi korku dünyası duysa, aman bulur, tümden ümit kesilir.

Ahmed’e mensup küpten bir koku duyulsa, şarabı gibi kâfirlerin gözleri de coşar, canları da.

A kervanbaşı, Ahmed’in şarabının kokusunu iyice duymak, rengini görmek istiyorsan bir soluk Tebriz kapısında konakla.

Konakla da Tanrı kadehinin kokusuyla şarap huylarına bürün, onun gördüğü işleri görür bir hale gel; lûtuflarını gör de o lûtuflara eş ol, lûtuf kesil.

Aşkıyla sarhoş olanın gönlünde ne var? Gizli bir güneş... Sevgili, onu kim bilir? Kimde o güneş varsa o bilir ancak.

Aklım, her solukta aşk ustasından o şarab ın sırrını sorardı; fakat o, hele zamanı var sözünden başka bir şey söylemezdi.

Her solukta o Yusuf’un Mısır’ından canlarımıza, yüzlerce kervanla, şarap gibi adamı esriten şeker denkleri geliyor.

 

Canım aşkının küpünde köpürüp coşuyor; ah, aşkının sayvanına bir merdiven olsaydı.

Canımdan onun lâkapları şimşek gibi çaktıkça, gözüm o yalımlarla yüzlerce direfş-i Gâvyânî’nin parıltısını görüyor.

Aşkı, evi barkı, soyu sopu, yeri yurdu altüst etti mi, şarabı, can alanına yüz binlerce evler kuruy o r.

Senin canın da gece yarısı, gizlice şarap içiyor ama Arş’a da amber kokuları ağıyor, kutsal canlara da.

Onun ayrılığıyla dünyadan usanmış da canım, Sâmirî gibi dağlara, ovalara kaçmada.

Mûsa’yı bile yıkan şarap, Hızır’ın elinden geldi mi, benim canım gibi yüzlerce can belden çözülür, kemer gibi yerlere dökülür.

A ulular ulusu Şemseddin, bütün bunlardan maksat sensin... dilerim, zaman da benim canım gibi toprak kesilsin sana.

Onun buluşma kadehiyle içtiğim şaraptan

sonra, ayrılık kadehiyle öyle bir zehir içtim ki acı mı acı, ekşi mi ekşi.

Ne Tebriz gibi bir yer vardır, ne de olur... Ne senin gibi kutlu bir padişah gelmiştir, ne de gelir.

LVII

Âşıkanrâ mujde deh ez ser-ferâz-ı râstîn

Mujde mer dilrâ hezâr ez dil-nevâz-ı râstîn

O yüceler yücesi gerçekler erinden âşıklara müjde var; o gönüller okşayan gerçekten gönüle binlerce müjde var.

Görüşü uz bir sarraftır, gerçek bir makas; bütün altınların ay arı tam olacak; müjde bütün altın madenlerine.

Müjde ölümsüzlük elbisesine. ebedî bir ömür için devletlerden, b ahtlard an gerçek bir bezenti verilecek ona.

Ne mutludur o kuzgun; bundan böyle kuzgunluğu kalmayacak; Şemseddin’in

kapısında gerçek bir doğan kesilecek.

Ne mutludur o el ki onu ben bağlamışım, artık uzunluğunu kaybeder; onun üzengisine yapışan el, gerçek bir el olur gider.

Eli uzadı da ta Huten’e kadar vardı fakat, orayı da aştı da gerçek bir Taraz güzelinin yakasına yapıştı.

Bundan sonra da o Taraz güzeli, onun elini eliyle tutar artık; iyiden iyiye sarhoş olunca da ona gerçek sırlar söylemeye koyulur.

Derken gözlerini açar da canın vehmettiği yerlerden ötede olan, Tarazlı Türk’e bile gerçekten naz eden güzeli görmeye çalışır.

Tebrizli padişahtır o, kerem sahibidir, canlar bağışlar, olgun mu olgundur... yücelikte, buluşmada, sultanlıkta gerçekten de bir doğan kuşudur o.

Fakat can sultanlığı hani, geçici beden sultanlığı değil. onun sultanlığı canların can gözlerini açar, gerçekleri gö sterir.

 

Merhaba a canlar padişahı, merhaba a tek güzellik; kullara padişahlık bağışlayan, onların işlerini düzene sokan gerçek er.

LVIII

Ez bedîhâ on çi gûyem hest kasdem hîşten

Z’on kî zehrî men nedîdem der cehon çün hîşten

Kötülüklerden söze getirdiğim şeyler var ya, bu kötülükleri yapandan maksadım; hep kendim, hep benliğim, varlığım... çünkü dünyada benlik, varlık gibi bir zehir görmedim.

Birine işaret ettiysem ululuk, olgunluk ıssı, lûtuflarda, ihsanlarda bulunan Tanrı’ya and olsun ki maksadım o değil.

Kendimden geçememişim, başkasıyla nasıl uğraşabilirim? Kendimden geçmişim dersem, bu bir kuruntudan, bir zandan ibaret olur.

Bir kapalı söz söylesem birçok anlama çekilebilir. birisinin kusurunu, noksanını

söylemeyi kastedersem ne er olurum ben, ne kadın.

A sırlara mahrem er, hakkımda iyi bir zan beslemeni, bana, benim sevgime inanmanı istiy orum senden.

Kendi canıma düşmanım, feryadım kendimden... Kendi varlığımı odun yakar gibi y akmak istiyorum ben.

Dostumu binlerce kez adıyla sanıyla apaçık, y ahut gizlice, riy asız olarak övmüşüm.

Yüz kere açık, gizli onunla övünmüşüm; iki gözüm gibi aziz bilmişim onu.

Böylesine bir dostun ayıbını söylersem, maksadım kendi ayıbımı söy lemektir; çünkü bedenimdeki Ay gene kendi bulutumla örtülüyor.

Tut ki bir huyunu kınamışım onun; bunu dostluğa ver; hileye, hıy anete değil.

Ben kendi varlığıma, benliğime derim ki: Kendini Tanrı ışığı mı sandın? Öyle bile olsan

yok ol; yok ol da yoklukla sınan.

A benliğim, varlığım, tümden Tanrı sırrı bile olsan yok ol; çünkü hep kendini görüyorsun; kendini gören gözü çıkar, at.

Ulular ulusu Şemseddin’i översem, bil ki bütün güzel huy ları övüp durmadayım.

LIX

Der sitâyişhâ-yı Şemsüddin nebâşem muftenen

Tâ tu gûyî k’in gerez nefy-i menest ez lâ-vo len

Şemseddin’i överken sınanmalara düşmem ki tutasın da benlikten, varlıktan yok olduğunu söylemek istiyor diyesin.

Çünkü o tümün de tümüdür; arı duru olgunluğun ta kendisidir... onu övüş ilkbahara benzer; parça buçuk övüşlerse yasemindir sanki.

Her biri ayrı çeşit bir güldür, ayrı çeşit bir meyve. oysa bağın bahçenin tümden özüdür,

yüzlerce yeşilliğin canına candır.

Bağı bahçeyi övdün mü, orda ne varsa hepsini de övmüş olursun; Tanrı’yı övdün mü bu övüşe put da girmiş olur, güzel de.

Fakat putu översen gene bu övüş, yaratan, yapan, eden Tanrı’ya varır; bunu böyle bil, ama Tanrı güzelliği girmez bu övüşe.

Demek ki başka övüşlerle parça buçuğu övebiliyorsun; Tanrı ve din Şems’i deniz gibi; nerden bedene girecek?

Tanrı, aklını başına al a kısa görüşlü, var olan benim ancak deyip durmada... yâni ululayışta hak ve din Şems’i bir bahane ancak.

Sen küçülmez de Tebriz’in övüncüyle övünürsen, benim özümü övmüş olursun, a sınanmış kişi; bu demektir bu.

 

LX

Der hulâsa-y ışk âher şîve-i îslâm kû

Der şogoft-i muşkilâteş sâhib-i ’elâmkû

Aşkın özünde îslâm şivesi nerde... onun zorluklarını açmada bilgi sahibi olan hani?

Kendi göbeğindeki miske âşık olan Arş ceylanının yeme dönüp bakması beklenir mi? Nerde tuzağın çevresinde dönüp dolaşacak o?

Ayrılıkta her gün bir yıl kadar uzar ama ayrılıktan geçtin mi, gece nerde, gündüzler hani?

Canlılar, erkekle dişiden olurlar, ana rahminden doğarlar. fakat kutsal doğuşlarda nerde ana karnı?

A sâkî, akıl baştayken aşkı bulmanın imkânı yok. kadehinin kokusu kararsız bir hale getirdi beni; hani karar, nerde huzur?

Bu hacda ihramın, varlık libasını kendinden sıyırıp atmandır; ama nerde ihramın bu şartını

yerine getirmek?

Varlığını attın mı, can içinde canı gör... bölük bölük canlar, hepsi de tek; nerde orda

yıldızlar?!

Bütün susamış canlar, denizi buldular mı, denizde yok olur giderler; nerde bir tek bilenden başka bilen?

Uzak yakın, köy-şehir, iklim-ülke, hep denizin bu yanında; o yandaysa nerde şehir, hani iklim?

Şu beden, ne yazarsa mutlaka kalemle yazar. fakat canın kendisine yazdığı yazıda nerde kalemler?

İnsanoğlunun aklı da onsuz kalıp soğumasından meydana gelir, fikri de. fakat o şarap la kızıştı mı insan, nerde akıl, hani fikir?

Evet, o kendinden geçişte de bir başka çeşit akıl vardır; fakat nerde uyanıklıktaki akıl, nerde korkulu, karmakarışık, darmadağın rüyalara dalış?

Kuş kafeste kaldıkça bir başkasının buyruğu

altındadır; kafes kırıldı da kuş uçtu mu, nerde ona geçecek buyruklar?

Akıl baştayken nefis suçlar işletir; fakat aklın aklı geldi mi, nerde kalır nefsin suçları?

Beden bedene dokununca insan hamama muhtaç olur; fakat rûhların birleşmesinde hamama ihtiyaç yoktur.

Sen özüne râm oldun mu, bütün dünyada sana râm olur... Rüstem’in oğluysan nerde kara yağız atın?

Pişmiş yemekten vazgeçtiysen esriten şarap gerek sana. peki, hani kadehinde şarabın, nerde ağzında şarap kokusu?

îçtiysen gizlilik âlemine salına salına, ayaksız git. sarhoşsan sarhoşçasına gel; nerde o yürüyüş sende?

Aşka kulluk etmek farzdır; nerde farz, nerde sünnet, nerde vacip? Hani belletiş, nerde gerek sayış?

Canla başla aşka sarılıp oynamak. sonra da

ondan tiksinmek; imkân mı var buna? Adamın kolunu kanadını bağlamış aşk nerde; onun insanı ağırlaması görülmüş müdür hiç?

Âşıkın yüzüne vurulsa bu onun canına huzur verir... ordaki zahmet, meşakkat, lûtuftan, ihsandan başka bir şey midir ki?

Korkudan ağırlamak, hizmet etmek, hayvanların işidir; hayvanlarda aşkla hizmet etmek nerde?

Bu yol, Tanrı başarı verdi de elini tuttu mu, bir adımdır ancak; yol uzaklığının sözü de nedir, günlerle yıllar da ne oluyor ki?

Ancak, o güzelin gölgesinin sana vurması gerek, o güzelin. nerde güzeller içinde onun gibi bir güzel?

O, gerçekten de ulular ulusu Tanrı ve din Şemsi’dir; onun dengi, onun eşi nerde bütün babalar, atalar, bütün amcalar içinde?

Şu yedi deniz, nerden onun eşsiz, tek incisine denk olacak? Onun benzeri nerde canlar içinde, hani bedenler arasında?

 

Atının ardında yaya yürüyen kutsal canlar arasında Kubad’dan, Sencer’den, Kavus’tan, yahut Behrâm’dan başka kimler var ki?

Yel, göze Tebriz toprağından armağan getirsin; yoksa şu toprak bedene onun toprağından başka nerde rahat var, nerde huzur var?

LXI

Cism-o con bâ hod nehâhem hâne-i kemmâr kû

Lâyık-ı in kofr-i nâder der cehon zunnâr kû

Benimle can da gelmesin, beden de... istemiy orum; meyhanecinin yurdu nerde? Böylesine görülmemiş bir küfre lâyık zünnâr hani?

Can, şaraptan esip gelen yelle her solukta sarhoş olup gitmede; meyhanenin kapısına dek koşmada; fakat yükü nerde?

Kulağın bulunmadığı bir yandan çeng sesi geliyor; fakat bu çeng sevgilinin çengi. nerden

tahta bulunacak, nerden tel bulunacak ona.

Âşık, bedensiz kaldı mı, ona öylesine bir can elbisesi getirirler ki tez elli çulhalar dokumamış kumaşını... nerde dokuması, hani ipliği?

Âşıkın ululanmasını bir kokla; onda da toprak kokusu vardır; o da anlam bakımından topraktandır. böylesi bir denizde ululanmak nerdedir, ad san kaygısı hani?

Burnun açılır, koku alırsa, o koku aşk mağarasından gelir burnuna; duyulmamış bir kokudur o; her yana çok koşarsın, mağara nerde diye çırpınıp durursun.

Âşıkın yüzünde arılıktan, renksizlik rengi vardır. fakat o güzel yüzlü sevgilinin o vefası, o temizliği, o lûtfu nerde?

Ölümsüz ömürden müjde geldi sana; hamd et artık. o ömründe bu yılın gamı nerde, bıldır düşüncesi hani?

Orda iyilerle konuşup görüşmek de zahmettir, kötülerle konuşup görüşmek de zahmet. o iyiliklerin en ulusunun gölgelendirdiği halvete

kim sığabilir ki?

Tanrı ve din Şems’i, ölümsüz temizliklerde ulular ulusudur... onun güneşinin parıltılarında nerde aklı başında kalmış bir zerre?

— H —

LXII

Key boved hâk-i senem bâ hon-ı mâ âmîhte

Hoş boved in cismhâ bâ cânhâ âmîhte

Ne vakit o güzelin toprağı bizim kanımıza karılacak? Şu bedenlerin canlarla karılması ne de hoş bir şey olur.

Şu gönül sedeflerimiz, böyle bir ayrılık dağıyla dağlandığı halde gene de tertemiz vefalı incilere sahip olmuş; o incilere eş kesilmiş.

Gece gündüz, suyla ateş birbirine eş dost olmuş, beraber oturmada... lûtufla kahır birbirine eş, tortu durulukla karışmış gitmiş.

Kavuşmayla ayrılış uzlaşmış; küfürle iman bir olmuş; seher yeline padişahımızın kavuşma kokusu karışmış.

Kurt, Yusuf huylu olmuş, kurtluk yitmiş gitmiş ondan. gömleğinin kokusu gelmiş de körlüğe karışmış, gözleri açmış.

 

Toprak topraklığı bırakmış; karanlık gitmiş ondan... şaraba benzeyen su arılık ışığıyla karışmış, birleşmiş.

Ne kutlu gündür o gün ki o ölümsüz canların sevgilisi, sarhoş olarak meclise gelir de sizinle karılır, birleşir.

Herkesi mahmur bakışlarıyla sarhoş eder de yabancı bildikle karışır, birleşir gider.

Vara vara İblis bile fazla şarap içtiğinden Âdem’e döner; İblis’e lanet, seçilip yüceltilmeyle karışır gider.

Ebedî olarak kapalı olan o kapı açılır; vefasız anahtarla vefalıları karılır.

Kulun, Tanrı huyuyla karıldığını görmek için, efendiler efendimiz Şemseddin’in sırrının sırrı mey dana çıkmış.

A ulular ulusu Şemseddin, feryat şu kulluk sözünden; çünkü bu sözün her harfi bir ejderhâyla karılmış, birleşmiş.

Bir soluk durayım da söze daha aşağıdan

başlayayım; çünkü bu söz çok ağır, ululuklarla karılmış.

Âşıklar yolunda senin Hızır’ın nerde ki onun her mihnetinde yüz binlerce lûtuf vardır, fakat belâlarla karışmış.

Bir yanda bir katrecik, öte yanda binlerce arılık duruluk denizi... Devlet İsa’sının soluğu vefalarla karılmış.

Horluk, yücelikle ahdetmiş, bir olmuş orda; aşağılık, y aratılıştan yüceliğe karılmış orda.

Canlar canına karşı can, toprak pahasına. burda pahalılıklara karışmış canlar, ama orda ucuz mu ucuz.

Canlar, o cana can olanın ardında öylesine bir inci olmuş ki. bakıra benzeyen can, kimya gibi canlar canıyla karılmış.

Dönüp duran dünyanın önü sonuyla bir olmuş. başlangıçsız başlangıç bitimle karışmış gitmiş.

Baht sarayına, yâni tertemiz Tebriz’e git de bu

yerin, o yerle karıldığını seyret.

LXIII

“Tercî-i Bend”

Mestiyon der erbede reftend-o reftem gûşeî

Bâ du yâr-ı râz-dân-o hem-reh-o hem toşeî

Sarhoşlar kavgaya giriştiler, ben de, sırdaş, aynı yolun yolcusu, azıkları bir, iki dostla bir bucağa çekildim.

Bir de baktım ki, o bucakta öyle bir güneş var ki ıssısıyla can da, gönül de bir kazan gibi kaynayıp coşmada.[104]

Varlığımın aşağısını da onun havası kapladı, yukarısını da... hani tarlaya çekirge yağar da, her başağa biri konar, yemeye başlar; aşkı öyle üstü bana.

Fitneden, belâdan köşelere bucaklara kaçtım

ama gene tuttum, belâ tenceresinin kapağını kendim açtım.

Efendiler efendisi efendim Şemseddin’in aşkı, bir kavgacı... önce sessizce, öyle susarak geldi ama sonradan anlaşıldı.

Buluşup kavuşma Emin Cebrâil’e benziyor, ayrılıksa görünmeyen şeytan sanki. Emin Cebrâil’in vahyi, vesveselerle bulandı gitti.

*

Gözü pek, başı dik âşıka öğüt mü verilebilir; her çeşit belirip duran aşk, gizlenebilir mi?

Edep, hayâ, gizleniş kadehine onun şarabını döktüler de öylesine başına buyruk bir hale geldi ki şu başına buyruk dünyayı yakıp yandırıyor.

Onun yüzünü gören, ona altından bir yüzük taşı kesilir; fakat ne değeri var; padişahlar altın taşı ne yapacaklar ki?[105]

Bu nasıl bir güneştir ki aşkıyla yarasa bile canını, gönlünü yakıp yandırmada.

 

Gönlümden onun kavgası yüzünden kopan feryatları, iniltileri o güneşe, o Tebrizli Şemseddin’e haber verin.

Şemseddin’in aşkı şaraba döndü; gönlümse sağrak kesildi; efendilikler etti de lûtfuyla cana o ışığı elbise gibi giydirdi gitti.

*

Can kuşu, ayrılık doğanının saldırışlarına dayanamadı; ayrılık senin okşadığın yeri, yâni gönlümü dağladı.

Ayrılık önce bir acı şarap sundu da emdiğimiz süte dek, içimizde ne varsa hepsini, her zevki, her sevinci kusturdu.

Fakat kavuşman, lütfedip de can dikenliğimden bir geçti; tümden bağ bahçe haline getirdi o dikenliği.

Efendiler efendisi Şemseddin’im, yoku bile var eder; bir çorak yeri bağ bahçe yaparsa şaşılır mı buna?

Öylesine bir gamdaydım ki canım bedenimden

gitmek üzereydi; rüyada canımla alay edip duran o hayalin, lütfetti de diriltti canımı.

Canım o haslar hası şarapla dolu sağrağı çekince hem zahitliği, hem ihlâsı birbirine vurdu, kırdı geçirdi.

Bu kafiyenin ilk gazeli, tercememizin IV. cildinde Bahr-i Remel’de geçen CXCVI. gazeldir. Onu yazmıyoruz.

LXIV

Ez hevâ-yı Şems-i din benger tu in dîvânegî

Bâ heme hîşon gerefte şîve-i bîgânegî

Şemseddin’in havasıyla meydana gelen şu deliliği seyret... bütün yakınları, bütün bildikleri yabancı tutuyor gönül.

Onun evinin havasıyla evi barkı olan yüz binlerce kişi, ovalardaki vahşi hayvanlara

dönmüş, aşkla çarşının pazarın rezili olmuş gitmiş.!

Ayrılığın yıldırımı düştü de bir uğurdan aklı da yaktı, yandırdı, utancı da; anlayışı da yok etti gitti, sakınıp çekinmeyi de; bilgiyi de sildi süpürdü, hüneri de.

Aşkının mumundan bir ekmek, bir geçim sebebi istedim; pervanelik edecek; yazın fermanını dedi.

A ateşli gözlerle can kaleleri alan; a yiğitlikler gösteren aşkı, binlerce saflar yaran, ordular bozan.

A ulular ulusu Şemseddin, yüzlerce define sana karşı tozdur topraktır... çaresiz kalmış, bir pula bile değmez bir âşık da nedir ki?

Yüzlerce coşkunluk eder, göklere yüzlerce naralar atarım; aşkında ayak diremişim ama öyle bir tek nara atacaklardan değilim ben.

Akla, canla sevgiliyi ay ırt et dedim; akıl tarağımın aklı çıktı başından, taraklığını yitirdi

gitti.

LXV

Gerçi der mestî hesîrâ tu murââtî konî

V’on ki nefy-i mehz bâşed gerçi ısbâtî konî

Sarhoşsun da tutmuşsun, bir çöpü ağırlıyorsun; tümden yok olanın varlığını ispata kalkışıyorsun.

İşinin kötülüğünden gönlün sürdüğünü, ikiyüzlülükle tapına getiriyorsun; bu olmayacak saçma işleri kime yapıyorsun sen?

Onun kötülüğünü görmez, duymazsan, gözünü kör, kulağını sağır edersen, o vakit onun gizlediği çirkin şeyleri övebilirsin; o zaman kötülüklerini görmez olursun.

Ona karşı gösterdiğin bu riay et ne vakte dek sürecek? Sonunda çirkinliği mey dana çıkac aktır, sonunda sen de kaçacaksın ondan, eyvahlar olsun diyeceksin.

A hikmet ıssı, öğüt bile vermeye değmez o,

 

uzaklaştır onu kend inden... onu incitirsen kazanın, kaderin belâlarını defedersin kendinden.

Gizlice konuşup danışmana lâyık değildir o. İhtiyacın, dileğin oldu mu, ancak Tanrı’ya bildir.

Onu ağırladıkça yanılmalara düşürürsün onu. put edersin kendine de yamanır kalır derdi sana.

O zevk zamanı geçip gitti mi, kulunç gibi kalakalır. derken ya kaçar, kurtulursun, yahut düzenler kurmay a kalkışırsın.

O kişiyle düş kalk ki o, zahmet çağında da, sevinç çağında da cennete dönsün, huri kesilsin sana.

O efendiler efendisi, ulular ulusu Şemseddin’in isteklilerinden olsun. böyle bir kişiyi put edinir, taparsan ona, değer mi değer.

Böyle birini bulamazsan tertemiz Tebriz’e kaç da güzellikten sarhoş ol; zevkler tat, hallere bürün.

Men çü Mûsî der zemân-ı âteş-i şevk-o likaa

Sûy-ı kûh-ı Tûr reftem habbazâ lî habbazâ

Mûsa gibi özlem ateşleriyle, buluşma şevkiyle Tur Dağı’na gittim, ne mutlu bana, ne mutlu.

Orda bir padişahlar padişahı, bir canları geliştirip yetiştiren padişah gördüm; gönüller kapıyordu, cana canlar katıyordu, pek güzeldi, pek hoş bir yüzü vardı.

Tur Dağı da, ova da, çöl de onun ışıklarının p arıltısıy la ölümsüz cennet gibi ışıklarla dolmuştu.

Gümüş bedenli sâkîlerin ellerinde altın kadehler vardı... ona kavuşma havasıyla gökyüzü boyuna dönüyordu.

Toprağın parça buçuğu, ışıklardan da yüce olma sevdasına düşmüştü; onun şarabını içmiş,

esrimişti de, o esriklikle kendi yüzüne sopa vurmadaydı.

O padişahlar padişahı, bir kez yokluğa baktı; yokluk himmet ayağını varlığın ta başına bastı.

Çalgıcı orda perdelere vurup duruyordu... zâti onun aşkı iki dünyada da havada bir perde mi bırakır ki?

Lûtuflar gölgesiyle üstünlük güneşi bir araya geldi. aşkının olgunluğundan zıtların birleşmesi caiz oldu.

Seher yeli yüzündeki örtüyü kapınca ordaki hayallerin hepsi de yok oldu; dağıldı gitti.

Fakat onların varlıkları yok olunca da bir zıt peydahlandı; orda bana, yok olan var göründü, var olan da yok.

Gözümün zayıflığı yüzünden günüm kararmıştı. o gönüller kap an güzel, gözlerime hikmet sürmesi çekti.

O can huy lu düny anın ötesinde, onun havasında oynaşan, vefadan, temizlikten ibaret

zerreler gördüm.

Aklım vefalarla, temizliklerle dolmuştu; derken baktım ki o temizliğin öte yanından bir Ay doğdu, vefa atına bindi, sürmeye başladı.

Yüzünü gördüm de pek utandım... hasılı her solukta bir cefa zünnârı koparmadaydım.

A Ay dedim; tövbe ettim, tövbeleri reddetme. Daha tövbe etmene bir yol var, hem de önünde dedi.

Doğru çıktı sözü, Ay’dan uzak düştüm; yolunu yitirmiş, dikenli çöllere düşmüş hacılara döndüm.

O Ay’ın ışığı Süheyl gibi, Tebriz şehriyse Yemen. bu, yüzlerce ululuk ıssı padişahımıza bir işaretceğiz.

“O gül renkli yüzünü gösterdin mi”den kalanlar

(c. IV., Bahr-i Remel Müseddes) “fâilâtün fâilâtün fâilât”

“T” harfindeki ilk gazel, mükerrer yazılmış;

 

IV. ciltte, XXIII. gazeldir; bunu geçiyoruz.

LXVII

Şeb şod-o hengâm-ı helvetgâh şod

Kıble-i uşşaak rûy-ı mâh şod

Gece oldu, halvet çağı geldi çattı; Ay’ın yüzü âşıklara kıble kesildi.

A Ay’a tapanlar, Ay gülmeye başladı; a gece y olcuları, kalkın; yola düşme çağı geldi.

Uyku geldi, benler-bizler yok oldu gitti; ancak Tanrı vardır diyenin uykusuzluk çağı şimdi.

Özler, buğday taneleri beden samanlarına karışmıştı; beden uyuy akaldı; buğdaylar samandan ayrıldı.

Hintliler beden çadırının kurulduğu yeri süpürdüler; Türk halveti gördü de çadıra girdi.

Dünya dedikodularını sel aldı, götürdü; padişahlar padişahının konuşma vakti geldi.

Tebrizli Şems araya girdi de anlam ehlinin sözü kısaldı gitti.

 

Burda, “R” kafiyesinde ve “mefâîlün mefâîlün feûlün” vezninde bir şiir yazılmışsa da mükerrerdir ve tercememizin VI. cildinde, Bahr-i Hezec Müseddes-i Mahzûf bahrinde LXXXVII. şiiridir; yazmıyoruz.

*

“Niceye bir kaçacaksın bizden, niceye bir şurdan şuraya gidip duracaksın?”dan kalanlar (c. IV., Bahr-i Munsarih’de ilk şiir olarak “R” kafiyesinden bir gazel yazılmışsa da mükerrerdir; IV. c iltte, bu bahirdeki XL. gazeldir; bu bakımdan geçiyoruz.)

— L —

“müfteilün fâilün müfteilün fâilün”

LXVIII

Çend ezin kıyl-o kaal ışk perest-o bebâl

Tâ tu bemânî çü ışk der du cehon bî zevâl

 

Niceye bir şu dedikoduyla oyalanacaksın? Aşka tap da uç gitsin. Uç da sen de aşk gibi iki dünyada da zevâlsiz bir hale gel.

Ne vakte dek ayrılık yükünü çekeceksin? Niceye dek ayrılık derdine dalacaksın; derman aramaya koyulacaksın? Hele ayrılık gagası, kanatlarını yoluyor.

Ah şu boşboğaz nefisten; ah şu arık aklın elinden... ah usanan dosttan; ne vakte kadar usanıp duracak bilmem ki.

Acze düşmüşüm de boyuna çağırıp durduğumu da bilmiyorum, bilsem, edersen bulursun, vebale girersin diye diye korkuturdum onu.

Bütün sorular da onun, cevaplar da; ben rebâba dönmüşüm. boyuna inle diye mızrap vurmada, yay çekmede.

O huyu husu güzel sevgili, bir soluk kurtuluş sesi çıkarır benden; bir soluk da mat oldum gitti der; hallerimi anlatır durur.

Metin Kutusu: Terazimizi Metin Kutusu: düzeltirsin; Metin Kutusu: seslerimizi

 

güzelleştirirsin; hüzünlerimizi giderirsin; gücün pektir senin.[107]

*

Burda, gene “L” kafiyesinde bir gazel daha var; fakat mükerrer; tercememizin IV. cildinde, Bahr-i Munsarih’deki LXVI. gazel. Onun için tekrar yazmıyoruz.

“A hekim, delinin akıllanması için gene oku afsunu”dan kalanlar

(c. V., Bahr-i Hafîf Müseddes) “feilâtün mefâilün feilât”

Bu bahirde ilk gazel V. ciltteki XVI, ikinci gazel aynı ciltteki XXXIV. gazeldir, mükerrer olduğu için yazmıyoruz.

“feilâtün me fâilün feilün”

Sebr bâ ışk bes nemîyâyed

Akl feryâd-res nemîyâyed

Aşkla sabır bir arada olamaz; akıl feryada yetişemez.

Kendinden geçiş hoş bir ildir ama kimsenin buyruğu altına girmez.

Yaşayış kervanı geçip gidiyor ama hiçbir çan sesi de gelmiyor kulağa.

Gül bahçesinin kokusu, güle gel diye çağırıp duruyor seni; hiçbir heves gelmiyor mu sana da?

Bil ki içinde bir hoş soluk var; bomboş bir yerden gelmiyor ya bu soluk.

Lûtuf sahibi, tatlı işli bir ulular ulusu olmasa arıdan bal mı ele geçer?

Her solukta iyilik tohumunu ek; mercimeği bile ekmeden biçemezsin.

Bir hayır yapmayı düşündün de ardından bir kutluluğa, bir karşılığına erişmedin mi hiç?

Yeter, sus artık; şu söz mumu her karanlık yeri ışıtamaz.

— R —

LXX

Helkrâ zîr-i konbed-i devvâr

Çeşmhâ kûr-o dîdenî besyâr

Şu dönüp duran gök kubbenin altındaki halkın gözleri kör; fakat görülecek şeyler de pek çok.

A gözü gönlü açıklar; gönlü kabartıp coşturanın cömertliğidir gözlere ışık veren.

Derdini iki gözümün de üstüne koyayım; bu derdin padişahlara has bir ilacı var, onu getir.

Can bahçesine yağmur gibi taşlar yağmada... y ağmur katrelerini istemiyoruz, sen yağdır da taş yağdır.

Tebrizli Şems aşk incisidir. Aşk incisini hor görme sen.

“Sevgili, gönlümüzde sen varsın”dan kalanlar.

(c. V, Bahr-i Hezec Ahrab Müseddes) “mefûlü mefâilün feûlün”

Yâ men na’mâhu gayru ma’dûd Va’s-a’yu ledeyhi gayru merdûd

A nimetleri sayıya sığmayan, senin için uğraşıp çalışmak, reddedilmez.

Ululadın, çağırdın bizi, kulluk edelim diye yarattın; ne güzel de tapılacak efendisin sen.

Seni övmemizle, sana hamd etmemizle övünmekten yücesin; bunun için hamd etmemizi istemezsin sen; sana hamd etmekle biz övülmüş oluruz; bunun için hamd etmemizi istersin.

Lûtuflar, keremler buyurdun da gerçekten de seninle buluşacağımızı müjdeledin, sana kavuşacağımızı vaad ettin.

Güzelin vaadi de tatlıdır; kutluların verdikleri kutluluk, kutlular kutlusudur.

Hele her solukta yüzlerce gönlü kutlulukla kapan senin gibi kutlu bir güzel olursa.[108]

“A efendim, ha bugün olmuş, ha yarın, bizimsin sen”den kalanlar

(c. V, Bahr-i Hezec Sâlim). “mefâîlün mefâîlün mefâilün mefâîlün”

LXXII

Eyâ nûr-ı roh-ı Mûsî mekon a’mâ Safûrârâ

Çonin ışkı nehâdestî be nûreş çeşm-i bînârâ

A Mûsa’nın yüzündeki ışık, Safûrâ’yı kör etme; mademki böyle bir aşkın temelini attın; ona da bir görür göz gerek.

A şimşek, beni avlaman için râm olmuşum sana; kimi damının kıyısındayım, kimi ovaların yolunu tutmuşum.

Fakat zavallı dam, ne bilsin avı aldatmayı... Mısır Yusuf’u, Zelîhâ’nın gamını, derdini ne bilecek?

Kimin bir hoşça av olmasını istiyorsan yapış yakasına; ben tuzağım, sen de avsın diye çek buraya; ne de gizli sanatın var a do stum.

Lût şehri gibi yıkılmış gitmişim; Lût’un gözleri gibi şaşırmış kalmışım; sebebini sormak

istiyorum, istiyorum, istiyorum ama nerde o yürek bende?

* Attâr âşıktı; Senâî yüce, üstün bir padişahtı... bense ne buyum, ne oyum, başımı, ayağımı kaybetmişim ben.

Bir ahım ki, bu ah çölümü, ovamı da yakar, yandırır, çadırımı, obamı da kül eder gider; bir kulağım ki şekerler yiyen padişahlar padişahına vakfolmuş gitmişim; yalnız onun hükmünü beklemekteyim, onun buyruğunu duymaktay ım.

Sus; canın yüceler âleminin çekişine istidatlıy sa, susarken de kehribar gibi çeker onu o can.[109]

— M —

Bu harfin ilk gazeli olarak tercememizin V. cildinde, bu bahrin XCII. gazeli yazılmış; tekrar y azmıy oruz.

 

Beşostem tehte-i hestî ser-i âlem nemîdârem

Derîdem perde-i bîçun ser-i on hem nemîdârem

Varlık tahtasını yudum, arıttım, dünyayla işim yok benim... neliğe-niteliğe sığmazlık perdesini de yırttım; onunla da işim gücüm kalmadı.

Kutsal dadı, lûtuf sütüyle besledi, yetiştirdi beni; kınanma taşı, nasıl olur da bana ulaşabilir; gamın y aprağı bile yok bende.

Öylesine yokluğa dalmışım ki sevgilim, gel, bir soluk benimle otur deyip duruy or da ona bile aldırış etmiy orum ben.

Hani bir soluk var ya, Âdem’i bir solukta varlık âlemine getirdi. o soluktan da usanmışım; onunla da işim yok.

Bir soluk bile kendisinde olmayana ne diyebilirsin sen? Binlerce defa başımı eziyor da ona bile aldırış ettiğim yok.[110]

Zehî ser geşte der âlem ser-o sâman ki men dârem.

Zehî der râh-ı ışk-ı tu dil-i bıryan ki men dârem

Dünyada ne de başı dönmüş kişiyim; elimdeki avcumdaki kim de var? Aşkının yolunda ne de yanmış, kavrulmuş bir gönlüm var benim.

Pazardan senin aşk gamını satın alırsam, aşkınla elde ettiğimi, yüzlerce can verseler gene satmam.

*

Buraya, tercememizin beşinci cildinde aynı bahrin LXXII. gazeli tekrar yazılmış; y azmıy oruz.

— Y —

Burda sekiz beyitlik bir gazel var; birkaç söz müstesna, tercememizin VI. cildindeki gazelin eksik bir şekli; yazmıyoruz. (c. VI., Bahr-i Hezec Salim, XXVI. Yalnız bizde “çi gam dârî”

redîfi, burada “çi endîşî”dir.)

“Gönüle rahat, huzur veren bir güzel, kavga yüzünden gizlenmiş”ten kalanlar.

(c. VI, Bahr-i Hezec Müseddes-i Mahzûf) “mefâîlün mefâîlün feûlün”

— T —

LXXV

Du çeşm-i âhovâneş şîr-gîrest

Kezo ber men revon bârân-ı tîrest

İki âhu gözü, arslan avlamakta; ondan bana yağmur gibi oklar yağmakta.

Yay kaşları, ok kirpikleri, gönlün ona tutsak olduğuna tanıklar.

Onun yüzünden, karmakarışık saçları gibi darmadağınım; kokusu miskten de güzel, amberden de hoş.

Bu can, bağlandığı zincirin tesiriyle kıvranıp çırpınıyor; çünkü zincire benzeyen saçlarına esir olmuş.

O selviye, bize benziyorsun deme; güzellikte ay yüzlümüze benzer yok.

Baş, ona göre hor bir şey ama ben şu başı önüne attım gitti.

Padişahın yüzünün hayali bile olsa, secdeye

kapan; çünkü padişahın hayali gerçekten de onun veziridir.

“mefûlü mefâilün feûlûn”

LXXVI

On hâce egerçi tîz-gûşest

Estîze-kon-o geron foroşest

O efendinin kulağı pek duyar, pek işitir ama gene de kavgacıdır, pek ağır satar kendini.

Onun fıstıklar gibi gülüşüne aldanmışım; o sustu mu, emin olup gidiyorum.

* Aklını başına al; saman altında su var... saman altında öylesine bir deniz var ki coşup köpürüyor.

Nereye varırsan akıldır anahtar; fakat burda ne y apabilirsin ki akıl kilit kesilmede.

Yüzüne bakar da güler; aldanma sakın, kendini böyle gizler; bir düzendir bu.

Pençesine düşen kişi, çeng gibi boyuna coşar

durur.

Bütün bunlarla beraber canlar balarıları gibi çevresinde döner durur; pek baldır, pek şekerdir çünkü.

Bir arslandır o ki gam onun korkusundan fare gibi mezara sığınmış, saklanmıştır.

Burdaki “R” kafiyeli gazel mükerrerdir; tercememizin VI. cildinde, bu bahrin LXXXVII. gazelidir; ancak burda bir beyti de eksiktir... y azmıy oruz.

— Z — LXXVII

Eger kiydur karındaş yoksa yavuz

Uzun yolda budur sana kılavuz

Karındaş, ister iyi olsun, ister kötü. uzun yolda budur sana kılavuz.

Çobana pek sarıl, kurtlar çoktur. benden duy, işit bu sözü kara kuzum benim, kara kuzum.

îster îranlı ol, ister Rum, ister Türk;[1 11]

dilsizlerin dilini öğren.

Yaş sopanın ucu, öbür ucu ateşliyse, yanıyorsa ağlar.

Bu aşkta İsmail gibi kurban ol; çünkü gece de gündüze karşı boyuna kurban olur gider.

Sus; o arslanlar arslanı, anlam ışığıdır; peynir yüzünden parsa perde oldu gitti.

Ş

LXXVIII

Şonov pendî zi men ey yâr-ı hoş-gîş

Be homm-ı dil berâyed merd-i derviş

A yolu yordamı güzel dost, bir öğüt işit benden: Dervişin işi, gönül kanıyla başa çıkar.

Bunu iyice bil, inan ki gönlü yaralı dervişin duasını duyar, kabul eder o.

O neliksiz-niteliksiz padişahı gördün mü zenginleştin, azdan, çoktan kurtuldun gitti.

İsmail gibi bu aşkta kurban ol; koyun değilsen erene kul köle kesil.

Tebrizli Şems’in havasında piştin ya; artık boş yere şu hamları düşünme.

— V —

Burda mükerrer olarak, VI. ciltte geçen ve bu bahrin CXCI. gazeli olan şiir tekrar yazılmış; geçiyoruz.

 

LXXIX

Geron-cânî mekon ey yâr bergû

Ezon zolf-o ezon ruhsâr bergû

A gencecik, goncacık sevgilim, ağırcanlılık etme, söyle... O saçlardan bahset, o yanağı anlat.

Can bahçesinden iki üç gül demeti yap; o gül bahçesinin hikâyelerini söyle.

Güzelliğinden söylenecek çok sözler vardır sende; usancı bir yana bırak; çok çok söyle.

Dostu anıştan daha tatlı ne iş vardır? Hadi gel, böyle işsiz güçsüz durma, söyle.

Dün ne söylemiştin de kanım kaynamış, co şmuştu. gel, bugün de o sözü bir kez daha söyle.

Şu gaddar dünyayı anmayı bırak; gizli şeyleri bilenin lûtfundan bahset.

Tatar’ın fitnesinden az lâf et; Tatar ceylanının

göbeğinden söz aç.

— Y —

Burda gene, VI. ciltte geçen ve bu bahrin CCXXIV. şiiri olan gazel, tekrar yazılmış; geçiyoruz.

LXXX

Tu tâ benşesteî ber dâr-ı fânî

Neşeste mîreviyy-o mînebînî

Sen şu geçici dünyada oturup kaldıkça, oturduğun halde gidiyorsun ama görmüyorsun.

Oturarak gidiyorsun ama söylenip dururken yüzün o yanaysa bu da iyidir.

Şu girdapta bir hayli zamandır döndün durdun; bir de rahmet ırmağına doğru yürü, ak.

Bas tekmeyi şu ayak bağı olan dünyaya da kutluluk elimle okşayayım seni, sıvazlayayım sırtını.

 

A kardeş, misklerden, amberlerden daha güzel saçların var; güle sen külâh giydir.

Bu güzelim kıvırcık saçların varken külâhını çıkar da göğe at.

Dünya, neden senin gibi keskin akıllı, yetkin fikirli birisini tutuyor da küçücük bir sözceğizle aldatıyor?

Soğuk soğuk söyler ama çiftesi pektir; o eşeğe ayak uyduramazsın sen.

Uzaktan kalkar da sözüne bir delil getirirse ters görmüşsündür; yüzüne çal o delili onun.

Bu gulyabani, bir ömürdür seni çöllere çekmiş; gulyabaniyle bir güzelce bahse giriş.

Ne diye apışır kalırsın ona karşı; bu duruşun da ne? Cevap ver sözüne onun; sözü tersinedir zâtı.ai2i

*

Burda, “mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün” vezninde ve “Y” kafiyesinde bir gazel var; fakat

bu gazel, VII. ciltte Bahr-i Hezec Mekfûf’da “Y” kafiyesindeki LXXII. ve LXXIII. gazellerin karışık ve eksik bir şeklidir; yazmıyoruz.

— A —

Burda da, “müfteilün mefâilün müfteilün mefâilün” vezninde ve “A” kafiyesinde bir gazel var; bu da VII. c iltte, Bahr-i Hezec Mahbûn Matviyy’de aynı vezin ve kafiyedeki VIII. gazeldir.

LXXXI

Dî benevâht yâr-ı men âşık-i gam- resîderâ

Dâd zi hîş çâşnî cân-ı sitem-resîderâ

Sevgilim, gamlar çekmiş dostunu okşadı dün; sitemler tatmış cana kendi tadından tat verdi dün.

Akla akıl üstünlüğü verdi; kulağa küpe taktı... tadı, tatlılığı coşturdu, iki göze ışık verdi.

 

A benim için eriyip giden, a benden korkup duran; ben kerem sahibiyim; kendi aldığım kulu satmam ben dedi.

Bir bak da seyret, ne yardımlarda bulunuyor; ne ferahlıklar veriyor; Yusuf kendisi için ellerini doğrayanı anıyor.

Beni canı gibi kucakladı; kötü zan, şüphe gitti benden... o yeni yetişmiş, o terütaze yüzünü omzuma koydu.

Beni acze düşmüş görme, kimsesiz sayma dedim; kızıl canfese dönmüş gözyaşlarıma bakma; altınla bezenmiş atlas gibi seni giy inmişim, bunu seyret.

Kimde bu istek varsa pek şaşılacak kişidir o, pek. kendinden kurtulmuş canda binlerce zevk içinde zevk vardır.

Onun deliliğinin tadı, onun afsunuyla pek hoştur; çünkü o, gamların ısırdığı y aralının gizlice dudaklarını ısırır.

Kendi narını, kendi ateşini vaad eder, kendi kucağından, kıyısından gül verir; kanlar

damlatan gözleri mahmurluktan kurtarır o.

Gözlerine sürme çeker; kerem eliyle okşar onu; şu beli bükülmüş feleğin de hasetten gönlü y anar.

Kendi Elest kadehini, sarhoşuna kendi sunar... uçmuş gönül doğanını, eliyle davul çalar da çağırır.

Allah için sus, susmak huyunu öldürme. kasideyi kısa kes, asîde geliyor çünkü.

Müfteilün mefâilün müfteilün mefâilün; kapıyı açma, yeni yetişip gelişen gül bahçesini az göster.

Burda, aynı bahrin “F” kafiyesine ait bir gazel var ki mükerrerdir ve tercememizin VII. cildinde Bahr-i Hezec Mahbûn Matviyy’de XXXI. gazeldir. Ondan sonraki gazel “H” kafiyesindedir. Gene aynı ciltte, aynı bahrin LXXXII. gazelidir. Ondan sonraki gazel de LXXXIII. gazeldir.

Bundan sonra “feilâtün feilâtün feilât” bahrine geçiliyor. Ordaki ilk gazel, bu cildin aynı

bahrine ait gazelleri arasında XXIII. gazeldir.

LXXXII

Ber ser-i kûy-ı tu akl ez ser-i con berhîzed

Hoşter ez con çi boved ez ser-i on berhîzed

Mahallenin başına geldi mi, akıl canından geçer... candan hoş ne vardır? İşte ondan bile geçiyor akıl.

Güzelliğin, gökyüzü kalesine saldırırsa, gökyüzünde oturanlardan aman, aman sesleri duyulur.

A ilkbaharın kıskandığı güzel, bir seher çağı dünya bahçesinden geç de gül bahçesinden de, çay ırlık çimenlikten de güz kalksın gitsin.

Göklerin boyu, şu ağır yük yüzünden iki büklüm olmuş. a hafif rûhlu, senin yüzünden ağır yükler hafifler, duyulmaz olur, geçer gider.

Değil mi ki ben de oklarındanım, bana da kanat ver. yay kuruldu da ok atıldı mı, ne de

hoş uçar gider.

Sürü uykuya dalmış; kurtlar solda sağda dolaşıyorlar; fakat köpeğimiz de çoban kalkıyor diye havlamada.

Bir kıt’ada Mücîr, senin mahallenin başına geldi mi, akıl canından geçer demiştir ya; işte bunlar ona nazîredir.

— K —

LXXXIII

Rûstâyî beçeî hest derûn-ı bâzâr

Degelî lâf-zenî sohre-konî bes eyyâr

Pazarda bir köylü çocuk var; düzenci, lâfazan, alaycı, pek hilebaz.

Muhtesip de onun elinden derde girmiş, pazarbaşı da... bozacıdan, eczacıya dek herkes ondan feryat etmede.

Ne diye pazarı yıkmadasın; elini uzatma, sus, utan dediler mi,

Yüzlerce ahd eder; artık yapmam; tövbe ettim, marangoz gibi sizden bir kıymık bile kop armam artık der.

Bundan böyle der, kötülük etmem, akıllandım, ayıldım. Kötülükten ben de yaralandım; uyandım artık.

Derken komşunun avadanlığını alır, götürür, rehine kor; aldığı paranın hepsini de şarapla,

çengiyle birine dek yer gider.

Tutar, bir yana atar kendini, öylesine bir hasta görünür ki görsen, bir yıldır sıtma çekiyor, erimiş gitmiş dersin.

Bu da bir düzendir; bir yoksul görsün de onu hasta sansın, ona acısın diyedir.

Herkese, benim filân yerde, filân adamda şu kadar gümüşüm, bir hayli altınım var;

Bu hastalık yüzünden bana kim bir yardımda bulunursa, karşılık olarak yüz katını vereceğim der.

Bu yolla da rehin o larak, borç olarak ister istemez birçok başı tıraş eder; birçok kişiyi dolandırır.

Borç veren işi anlayınca başına topraklar serper; bu insafsızın yüzünden yaka yırtar.

Tutmay ı kurdular mı, yeşiller giyinir; kimseyi incitmez, iyi huylu, tertemiz bir sûfî görünür.

Bir dili vardır, yüz arşın uzun; görünüşte şeker mi şeker... fakat açtığı yaraya bakarsan

görürsün ki o ağız yılanlarla dolu bir kuyuymuş.

Zevklendi de söze, lâtifeye başladı mı, şekerler gibi sözleri, baldır, şekerdir sanki.

Tümden sevgidir, tümden kerem; yerlere döşenir, âşık eder seni... gönlün coşar, sabrın, kararın kalmaz.

Kimi zaman da üstünlükten, hünerden söz açar; bakarsın da zamanın Lokman’ı bu dersin.

Bir de zahitlikten söz etmeye başladı mı, adamın başını, boynunu kabak gibi, hıy ar gibi doğrar gider.

Gün olur, Tanrı bilgisinden, yokluktan dem vurur; yakar, yandırır bizi. ya Cüneyd’dir bu deriz, ya ulu şeyhlerden biri.

Fakat altını eşeledin, araştırdın mı, görürsün ki düzenbazlıktır hainliktir. o bir âfettir, bir çöplüktür, karnından başka bir düşüncesi yoktur onun.

Hiçbir işi gücü yoktur; ancak oburdur, işte o kadar. ondan sonra da her sofrada boyuna

tıkınır durur.

îş başarmakta Nizâmülmülk’e benzeyen muhtesip bile böyle bir kişinin düzeni yüzünden, yüzünü duvara tutmuştur.

Ağlaya sızlaya, küçük büyük, herkes onun varlıklı olduğunu gördüğü halde gene de ona y ardım ediyor der.

Muhtesip senin aklındır; şunu da bil ki pazar, huylarındır; ordaki o düzenbaz da pis, hileci nefistir.

Herkes onun elinden âciz kalmıştır, yoksul olmuştur; herkes bu düzenbazın işi gücü büyü y apmaktır demiştir.

Mademki büyüdür, karşı koyamayız, ancak bir düzenimiz var: Onun elinden kaçalım da ulular ulusunun katına gidelim.

Baş gözünün, gönül gözünün sahibi, padişahımız Şemseddin’e sığınalım... canın yüzü, onun yüzünden yüzlerce güzelin yüzüne dönmüştür.

 

Bu zulmü anlatalım da ondan yardım isteyelim; çünkü o, bir solukta herkesi zahmetten kurtarır.

Onun heybetini devler, periler bilselerdi, her biri zamanın ağırbaşlı bir zahidi olurdu.

Ondan, bahar gibi bir soluk üstünlük bulmadıkça, hepsi de şu alçak, şu nekes nefsin karanlığından kurtulamaz.

Tebriz toprağı onun yüzünden Kâbe haremine dönmüştür; ziyaretçilerin canlarının, rûhlarının ordan aldıkları feyz yeter onlara.

LXXXIV

Şîr-merdâ tu çi tersî zi sek-i lâger-i şon

Berkeş on tîg-ı çü polâd-o bezen ber ser-i şon

A arslan gibi er, ne diye onların arık köpeğinden korkarsın? Çek o çelik gibi kılıcı, çal başlarına.

Yalandan kanatlar taktılar da kendilerini melek gibi gösteriyorlar... Oysaki hepsi de şeytandır; hattâ şeytan onlardan daha da iyidir.

Hepsi de kalptır, kapkaradır; mehenk taşına vurdun mu, görürsün. Kendine gel, ne diye onların gümüşüne, altınına aldanmışsın?

Burda, “feilâtün feilâtün feilâtün feilâtün” vezninde ve “M” kafiyesinde bir gazel var ki mükerrerdir ve tercememizin VII. cildinde, Bahr-i Remel Müsemmem Mahbûn Tamâm’ın XXVIII. gazelidir.

Ondan sonra “feilâtün feilâtün feilât” vezninde

ve “D” kafiyesindeki gazel de gene bu ciltte, Bahr-i Remel Müseddes Mahbûn’un IX. gazelidir. Ancak burdaki üçüncü beyit, bizde on dördüncü; altıncı beyit de on beşinci beyittir; altıncı beyit, bizde, yâni Konya nüshasında, “Hızır gibi...” diye başladığı halde burda, yâni aynı dîvânın eklenti kısmında “îlyas gibi.” diye başlıyor. Asıl gazelde iki beyit noksan; onları Türkçeye çeviriyoruz:

Kerem yenini sallasan, bizi çağırsan da yenimizi, yakamızı yırtmasak n’olur.

Düşmanın sözünü duyma, yüzünü lûtuf yönüne çevir. onların hatırlarını kollamasan n’olur?

“fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilât”

 

LXXXV

Târati’l-kütübi’l-kirâıni min kirâmin yâ ibâd

Aykızû min gafletin summ’enşirû li’l- ictihâd

* A kullar, Kirâmen kâtibin meleklerinin yazdıkları amel defterleri uçuştu; uyanın gafletten de dağılın işe güce, koyulun ibadete.

Ağırlıklarımızı haber vermek üzere mîzânımız geldi çattı katımıza... Rabbimiz, halimizi düzelt, a cömert Tanrı, bağışla bizi de cömertlik et.

Ağlattıktan sonra güldürür; bu şikâyet edilen, ne de güzeldir. Perde ardından çıktınız artık; uykudan da uyandınız.[113]

Farsça söyleyeyim: Padişahım, gönlümdekini bilirsin sen. Nurun ışısın, ışıtsın, devletin sürsün gitsin.

Seni görüp de hoş bir hale gelmeyen,

gençleşmeyen kişinin suyu bulansın, ekmeği kararsın, ateşi kül olsun.

Bu alımı, bu güzelliği görüp de yerinden sıçrayıp kalkmayan güzelin baht gözü kıyamet gününe dek uyusun kalsın.

*

Burda, “failâtün mefâilün failâtün mefâilün” vezninde ve “D” kafiyesinde bir gazel var ki tercememizin III. cildinde, Bahr-i Hafîf’te III. gazeldir. Bundan sonraki gazel, VII. ciltteki Çeşitli Bahirler bölümünün XXXI. gazelinin bir başka şekli; bu iki gazeli de yazmıyoruz; ikincisini lûtfen karşılaştırın.

Bunlardan sonra “feûlün feûlün feûlün feûl” vezninde ve “K” kafiyesindeki gazel, aynı veznin VIII. gazeli ve tercememizin VII. cildinde, Bahr-i Mütekaarib Maksûr’da var. Ondan sonraki “M” kafiyesindeki gazel de VII. ciltte, Çeşitli Bahirler bölümünün XXXV. gazeli. Sonraki “N” kafiyesinde bulunan ve “feûlün feûlün feûlün feûlün” vezninde olan gazel, gene

bu ciltte, bu veznin XI. gazeli. Bu gazelden sonra “feûlün feûlün feûlün feûl” vezninde ve “V” kafiyesindeki gazel, gene bu ciltte, aynı veznin XIV. gazeli. Bunları da geçiyoruz.

“mefûlü mefâilün mefâilün”

LXXXVI

Bâzem senemâ çi mîferîbî tu

Bâzem be degaa çi mîferîbî tu

A güzel, gene ne diye kandırıyorsun beni sen? Gene düzenlerle ne aldatıyorsun beni sen?

Her solukta keremler ediyor da, a dost diyorum sana, ne diye aldatıyorsun beni sen?

Ömürsün sen; ömür de vefasızdır; ne diye vefalıyım diyor da aldatıyorsun bizi sen?

Gönül Ceyhun ırmaklarını bile içse, sömürse kanmaz; bizi sakay la ne diye aldatıyorsun sen?

Ay yüzün olmadıkça göz karardı gitti... ne diye sopayla kandırıyorsun bizi sen?

Dün aman fermanı verdiğin kişiyi korkuyla, ümitle ne diye kandırıy orsun sen?

Tanrı kazasına razı olmak gerek dedin; bizi ne diye kazayla, kaderle kandırıyorsun sen?

 

Mademki şu derdimin devâsı yok, ne diye devâyla kandırıyorsun bizi sen?

Yalnızca yemek yemeyi huy edindin; peki, bizi çağırıp da ne diye kandırıyorsun sen?

Mademki neşe çengini kırdın, un ufak ettin; ne diye üç telli sazla kandırıyorsun bizi sen?

Bizi bizsiz ne diye kandırıyorsun; bizi bizimle ne diye aldatıyorsun sen?

A tapısında canımın hizmet kemerini kuşandığı güzel, bizi ağır elbiselerle ne diye kandırıyorsun sen?

Sus ki senden yalnız seni istiyorum; başka bir şey istemiyorum, bizi vergiyle ne diye kandırıy orsun sen?

“feûlün feûlün feûlün feûl”

 

LXXXVII

Beyâ nûş kon ey bot-i nûş-leb

Şerâb-ı muharrem eger mehremî

A tatlı dudaklı güzel, gel, mahremsen haram edilmiş şarabı iç.

Deniz gönüllüysen insanın mayasını, özünü belirten şarabı eline al.

Akrep burcunu bırak da Zühre’ye doğru git; çünkü akrep, akreplikten başka bir şey bilmez.

İhsanından, bağışından, adamlığından elde ettiğimi yeter bulmadım da sana geldim ben. IU41

*

Bundan sonra, aynı vezinde ve “Y” kafiyesindeki gazel, VII. ciltteki Bahr-i Mütekaarib Maksûr’da XVI. gazel. Ondan sonraki gazel Çeşitli Bahirler bölümünün XCIV

gazeli. Ondan sonraki gazel de gene aynı bölümdeki LXXX. gazel. Bunları tekrar yazmıyoruz.

Burada “feûlün feûlün feûlün feûl” vezninde ve “Y” kafiyesinde bir gazel var. VII. ciltte Bahr-i Mütekaarib Maksûr’un XXV. gazelidir; ancak burada baştan iki beyit yoktur, yazmıyoruz. Divanın kaside ve gazel bölümü burada bitiyor. Rubailer tam olarak yayınlandı.

15 Recep 1379, 14 Ocak 1960

Bende-i bendegân-ı Mevlânâ

Abdülbâki GÖLPINARLI

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar