MEVLANA/ DİVAN-I KEBİR -5-
Hazırlayan : Abdülbâkiy
GÖLPINARLI
DÎVÂN-I KEBÎR
BAHR-İ SARÎ’
-MATVİYY-İ MAVKUF-
müfteilün müfteilün fâilât
— A —
(s. 268) Daha yakın gel, daha yakın, a vefalı dost; benden, bizden
geç de daha tez gel.
Daha yakın gel; benlikten, bizlikten geç gitsin; daha yakın gel de
ne sen kal, ne biz kalalım.
Ululuğu, ululanmayı bırak da ona karşılık böylesine bir ululuk
elde et.
* Rabbiniz değil miyim dedi, evet dedin sen; belî - evet demenin
şükrü nedir? Belâ çekmek.
Evet demenin sırrı nedir? Yâni yokluk- yoksulluk yapısının kapı
halkasını çalıp duruyorum demek.
Hem yerden yurttan var git, hem gitme. Yer yurt nerde, mekânsızlık
tapısı nerde?
Tertemiz ol, tamamıyla toprak kesil de toprağından otlar bitsin.
Ot gibi kupkuru bir hale geldin mi güzelce yan; yan da yanışından
ışıklar belirsin.
Yana yana küle döndün mü külün
kimya kesilir.
Gayb âlemine bak da gör, ne
biçim bir kimyasın; sen bir avuç toprakken, o tutuyor da böyle bir kimya haline
getiriyor seni.
Denizin köpüğünden yeryüzü
yapıyor; kara dumandan göğü halk ediyor.
Bir lokma ekmeği cana yardımcı
yapıyor, bir yelden ibaret olan soluğa bunca bilgiler veriyor.
Böylesine ululuk ıssının
tapısında can ver; yokluk, vericiliği, cömertliği canla bilir ancak.
İlletlerle dolu canı verirsin
ona; fakat yerine de güzel mi güzel, sonu bulunmaz bir can alırsın.
Şu söylemeyi bırakayım da
susayım; cana canlar katan sözü susarak söylemek daha iyi.
II
Niceye bir o gülüşü
gizleyeceksin? Niceye bir o parlak, o kutlu ay yüzünü gizleyip duracaksın?
Yüzün yüzlerce padişahı kul köle eder; gülüşün kulu padişah yapar.
Kırmızı güle gülüşü öğret; o ölümsüz devleti bir gösteriver.
Senin gibi bir kapılar açanı kendisine çekmek içindir ki gök
kapısı kapanmıştır.
Esrik deve katarlarının gözleri, onları yedip çekeni
beklemektedir.
Saçlarını çöz, dağıt da yüzlerce halka kapanların boyunlarına tak;
çek onları.
Kavuşma, buluşma günü, güzel de burda, gelecek zamanı hiç bekleme.
Pek yüzlü tef, vuruşlara âşık; o feryat eden neyin dudağa meyli
var.
Tefin yüzüne birkaç sille vur; o feryat eden neye üfürüver.
Rebâb tamaha düşer de ağlarsa o bağışlayıcı avcunu aç, ona da
ihsan et.
Gazel güdük kaldıysa ayıplama; uçup giden
hatırda vefa yoktur ki.
III
O kadehe düşkün dosta şarap sun; sun o ekşi yüzlü, şeker parçası
sevgiliye.
O gammaz, o kan içici bakışlarını o yana değil, bu yana çevir.
Eline yapışmış, çaresizler gibi ellerini ovuşturmada; o çaresizin
çaresini eline sunuver.
Her işe koyulan şu gün görmüş, yaş yaşamış aklı şaşırt, başını
döndür, işten güçten et gitsin.
Lûtfun, keremin, binlerce lûtfa, binlerce kereme padişahtır;
mermer kay aların ciğerlerine kaynaklar gönderirsin sen.
İki günlük çocuk bile senin kokunu duysa beşiğini alır, senin y
anına götürür.
Dadıya da boş verir, yüzlerce sütten de vazgeçer, susam yağını da
bırakır gider.
Kapanmış kapıya bir hoş anahtarsın, başıboş
gönüle bir güzel kementsin sen.
A Güneş, işin gücün budur senin; Ay’a da ışık gönderirsin, yıldıza
da.
Sen de onu bekle de Ay gibi ışıklan; şu alayı, bekleyişi boşla.
Rahmetin yılana panzehir verir; sancıp öldüren akrebe in.
İşini gücünü unutana yapacağını hatırlatır; tundan tuna dolaşan
akla unuttuğunu buldurur.
Taştan yonulma her güzel, soluğuyla canlanır; o büyücü güzelin ne
de kuvvetli soluğu var.
Sus, söz bu âlemdendir; şu gaddar âlemi bırak gitsin.
IV
Sevgili, bu gece sana uyku yok; boş yere umma diye adak adamış
âdeta;
Mademki sevgilimiz uyanık kalmamızı istiyor; tepemize vurup
aklımızı top arlamamız gerek.
Senin kafan kandilin zeytinyağı
sanki; bizim bedenimizin kandilindeyse hiç vefa yok.
Kafa, zeytinyağıyla dopdolu
olsa gene faydası yok; sonucu, sabah olur, kandilin yok olur gider.1]
Güneşin çağırışı, senin
zeytinyağından çok iyidir; o bir çağırış, ne kadar kandile değer.
Onun güzelim gözlerine hiç mi
hiç uyku girmez; bütün halkın gözünü sarhoş eder o gözler.
Bütün gözler uyur da o güzelim
gözleri, gözlerin kapanmasına bakar, gülümser.
* Derken, “Mülk kimin” sesi
göklere ağar; der ki: Nerde altınla bezenmiş kaftanlar giyen padişahlar?
Nerde beyler, nerde vezirler,
nerde ulular? Nerde Tanrı şehirlerini koruyan kişiler?
Bilginler ne oldu, yazarlar ne
oldu? Şu dîvânda artık bir tek dev bile bulamazsın.
Beden evleri kararmış,
daralmış; bir solukcağız ışık götürdük de gördük biz.
Hani, yel eser, toz ne hale
gelir? Kara topraklara serilir zavallıcık.
Fakat gene de uyku
perdelerinden kalktılar mı cefa bıyığını burmaya koyulurlar.
Ah; ne de unutkandır şu
topluluk; bilgilerinin şöylece bir duruşu bile yoktur.
Bilgisizlik, körlük yüzünden
pervanenin gönlü de mumun yakışını tezce unutur gider.
Yarı yanmış kanadıyla gene de
gelir, yanmaya lâyık olmayan gönül gibi kanatcağızını yakar, yandırır.
(s. 269) Hüküm elinde a Tanrı,
geceleyin de, gündüzün de, seher çağında da sen ada, sen hükmet.
V
Kalk, sabah çağı şarap sun,
çağır dostları. Kalk, sabah oldu, dua çağı geldi çattı.
Testiyi şarapla doldur, kâseye
dök; kalk, küpceğizi kırma, koca küpün aç ağzını.
Sağrağı döndür, amma ilkönce
bana sun; a cana canlar katan, benim canımı yenile ilkin.
Kalk; her yandan çeng sesi
göklere ağdı, sesle doldurdu gökleri.
Vaktin hoş olsun a yüzü güzel
ay, ten-teni tenten nağmesini duy, sus; ses çıkarma.
Şarabı dök başıma da bağla
ayağımı; boş yere bir yerden bir yere gitmeyeyim.
Denize benzeyen o inciler saçan
avcunla tut; gemi gibi at beni denize.
Bir sopa parçasıydım a can
Mûsa’sı, senin elinde ejderhâ kesildim ben.
Zamanın Âzer’iyim a Mesîh,
soluğunla yokluk mezarının ta dibinde dirildim, yeniden düny ay a geldim.
* Yahut da bir ağacım sanki;
Peygamber’in buyruğuyla, kökümü çeke sürüy e çöllerde tapısına geldim.
A ağzı da, avucu da ölümsüzlük definesi olan, bundan böyle sen
ver, sen söyle artık.
A Tebriz’in padişahlar padişahı Şemseddin, yücelikler dünyasının
padişahlarına başsın sen.
VI
“Tercî-i Bend”
A sarhoş bülbül, Allah için olsun, gül meclisini gör de minbere
çık.
Şu birkaç günü ganimet say; çünkü şu sarı- kızıl gülün, şu güzelim
ikiyüzlü gülün vefası yok.
Senin şu soluğun bağ bahçe gelinlerine gıda; b ahar mevsimi çağır,
çağır dostları.
Canınla canım arasında bundan önce bir geçmiş vardı; orda
tanışmıştık biz.
Bugünkü görüşüp sevişmemiz o eski tanışma yüzünden; sen onu
unuttun amma böyle bu.
Yüzümüzden, yanağımızdan, canımızdan,
bedenimizden ayrılmadan doyasıya görelim birbirimizin yüzünü.
Görelim de o yeni baştan oluşta
tanıyalım birbirimizi; çünkü böylesine bukalemunuz, böylesine renkten renge
giriyoruz biz.
Yusuf’un yüzü bile, yaptıkları
bir suç yüzünden havasına uyanlara bir kurt gibi göründü.
Bir garez yüzünden o Şirin
yüzlü Husrev’in güzelim yüzü gözden siliniverdi.
Onun şekli de bir değişti mi şu
gözlerle nasıl tanırsın, nasıl bilirsin onu?
* Yarabbi, nasılsa öyle göster
onu bana; Mustafâ, Tanrı’dan böyle diledi işte.
Kalk tercîe, geri kalanını
söyle, izinin tozunu iyi göster, iyice bir çizgi çek.
*
A yüzüne Ay’ın da, perinin de
hasret çektiği güzel; kanat açtın, nereye uçuy orsun ki?
Hadi, bir geçer rehin bırak da sonra git; bizden kaçıp gidişin
boşuna değil ya.
Dünya senin abıhayatınla sarhoş; halbuki sen şu yedi renkli taşın
sarhoşusun, gönlün de arık mı arık.
Toprak nedir ki? Şu aydın gök kubbe bile senin yüzünden dönmede.
Vazgeçtim bundan, Allah için olsun, doğru söyle: Şu evden nereye
çekiyor, götürüyorsun pılını pırtını?
İki dünyada da ancak senin işin gücün var; hangi işte güçtesin?
Doğru söyle.
Sen söylemezsen gözlerin, o amberleşmiş fitneci gözlerin,
tanıklıkta bulunur.
Şu daracık, şu küçücük altı kapılı yurttan, deniz gibi uç suz
bucaksız canın daraldı, değil mi?
Yüzlerce Kevser’in beyisin sen; şu acı suya nasıl olur da
doymazsın?
Tanrı lûtfuyla göğe uçmak için, ayaklarında
Ca’fer’in kanatları bitti.
Şâirin, padişah şâirlik etsin, artık o söylesin diye elini ağzına
koydu işte.
Padişah, üçüncü bende kadar tercîi tamamla, ondan ötesi senin
olsun deyip durmada.
*
A o bal dudaklarına meleklerin bile dudu kesildikleri güzelim
benim; testiciyim ben, hem de şekerkamışından te sti örüyorum.
Fakat yoksulum; zekât vakti yakut dudaklarından zekât ver bana
sen.
Hayırda ileri gidersin, hele şimdi tam hayır zamanı, namaz vakti.
İşte şimdicek ramazan geldi, kadir gecesi şimdi; bayram şimdi; o
gece berat da senden gelip çattı.
Senin denizinin hevesiyle öylesine bir kıyım var ki binlerce Fırat
ırmağıy la ıslanmaz.
Gönlüm çene topağının çukuruna
hapsedilmiş; bu kuyudan, bu zindandan kurtulmak mı dilerim ben?
Bu kuyunun dibi gök kadar
geniş; alanını da göz alamıyor.
Sen aşkın şeklisin, yâni şeklin
yok; bu sayı, sıfatlardan meydana geliyor, zattan değil.
Gene de sen söyle; çünkü halkın
sözleri, senin sözlerine karşı saçma sapan lâflardan ibaret.
Sen söyle a varlık satrancının
padişahı; a bütün şahları mat olma evine tıkan sultan.
Mademki üç tercî söyledim, hadi
a kutlu güzel, sun şarabı da Arapça bitireyim bâri.
A güzellik Ay’ı, a karanlıkları
gideren Ay; uluların kadehiy le doğ, cömertlik et, sun bize.
VII
Sağrağa da sen lütfedersin,
kadehe de. Meclise de sen zevk verirsin, neşe bağışlarsın, meyhaneye de.
Mahmur nerkisi sarhoş edersin,
sonra da o inci tanesi güzeli tutar, önüne çekersin.
Senin efendiler efendiliğinden
başka şu deli divane gönüle kim sabır verebilir, kim karar bağışlayabilir?
Hele ey güneş, kılıç çek de şu
yıkık bucağa bir ışık ver.
Zümrüdüanka’nın yurdu yatağı
olan Kafdağı sensin; pervaneye benzeyen canın mumu sensin.
Her yana ab ıhay at kaynağını
aç, akıt da o hikâyeyi, o masalı peşin bir hale getir artık.
(s. 270) A sâkî, sarhoş et de
şu yabancı, kâfir bedeni işe güce sok.
Böylesine bir şeytanı râm
edemezse ne oldu yâni o erce sağrağa?
Yüzlerce aklı fikri başında
gönlü alt ettiği halde, ne diye gönlüne korku gelir onun?
O fettan, o fitneci güzelin,
bugün ta seher çağında erkenden kurulan meclisi ne de güzel.
O gözlerin yüzlerce ahdi
bozdurur; o saçların yüzlerce tarağı sarhoş eder.
A güzel, bir solukcağız çık
dama; çık da oynat Hannâne direğini.
* “Biz açtık” âyetini, o âyetteki işaretleri kilit söyler, anahtarın
dişlerine.
Padişah der ki: Kulağıma girer
mi bu sözler benim? Bâri ben de çocukça sözleri bırakayım artık.
VIII
Kendine gel; kapıdaki benim
işte, aç kapıyı. Kapıyı kapamak, razılık alâmeti değildir.
Her zerrenin gönlünde bir saray
var; fakat açmadıkça o kapı kapalı kalır sana.
* Tanyerini yarıp sabahları ağartan, seher çağının Rabbi olan Tanrı
sensin; yüzlerce kapı açar da gel dersin.
Hayır, kapıdaki ben değilim,
sensin. Yol ver, aç kendine kapıyı.
* Kibrit taşı, ateşe geldi de dedi ki: A dilber, çık dışarıya, gel
kucağıma benim.
Şeklim şekline benzemez amma
baştan başa senden ibaretim, görünüşüm bir perdedir âdeta.
Fakat bana ulaşır, kavuşursan
görünüşte de sen olurum, içyüzde de sen; bu kavuşmayla şeklim yok olur gider.
Ateş de ona, çıktım dışarı
dedi; kendi kendimden ne diye yüzümü örteceğim?
Hadi, benden duy da bildir
bütün eşe dosta, y akınlara:
Dağ bile olsa ot gibi çek onu
kendine; sana kehribarlık sıfatını verdim ben.
* Benim kehribarım dağı bile çeker; Hıra Dağı’nı yokluktan varlığa
getiren ben değil miyim?
Baştan başa gönlünde ben varım;
kendi gönlüne gel, merhaba.
Güzelim, gönüller kaparım;
zaten gönlün mayası bizim denizimizden doğmuş.
Gölgeyi ister bir yerden bir
yere götüreyim, ister götürmeyeyim; gölgem nasıl olur da benden ayrılır?
Fakat kavuşması meydana çıksın,
arınma vakti görünsün diye ben tutar, onu yerinden ayırırım.
Ayırırım ki onun benden olduğunu
bilsinler, ay ırırım yaddan ayrılsın diye.
Yürü var, kalanını ondan dinle
de sana ölümsüzlük diliyle söylesin.
IX
A mermer kaya; o güzel seni
nasıl lâ’l haline getirdiyse, lâ’l dudakları da onu yaptı, o lûtufta bulundu
bana.
Gülüp duran gül fidanı, canla,
gönülle dedi ki: Sana verecek yaprağım var; gel gül bahçesine.
* Tanrı, dünyayı gamdan satın
almadıysa ne diye “Satın almıştır” müjdesini verdi?
Tez evin damına çıkın; bütün
dünya denk denk evin dibine yığılmış.
Şekerler döken devlet dedi ki:
Şükür az değil, şikâyet neden öyleyse?
Benim de, benden başka herkesin
de övüncü güzel, elinde sağrak, çıkageldi.
İçilmesi mubah olan şarap
kadehi sunuldu; iç; yabancıdan, olaylardan bahsetmeyi boşla.
İlk sağrak, başında dönmeye
başladı mı, akıl senin deliliğine secdeler eder.
Arş sırlarını yayma, açma;
yeraltında doğan sözlerle fâş etme o sırları.
X
A ay yüzlü, bir gececik
uyumasan ölümsüzlük definesi yüz gösterir sana.
Geceleyin gayb âleminin
güneşiyle kızışırsın; tuty a, gözlerini açar.
Bu gece inat et de yastığa baş
koyma; y atma da kutlulukların bağışlarını gör.
Bütün güzellerin cilvelendiği
zaman, gecedir;
fakat uyuyan duyamaz bunu,
hadi, uyuma.
*
îmranoğlu Mûsa, gördüğü nuru
gece görmedi mi; geceleyin o ağaca doğru gitti de gel sesini duymadı mı?
Geceleyin on yıllık yoldan fazla yol aldı da baştan başa ışıklara
boğulmuş bir ağaç gördü hani.
* Ahmed, geceleyin miraç etmedi mi? Burâk, onu geceleyin göklere
götürmedi mi?
* Gündüz, geçim için; geceyse aşk için; hani, seni kötü göz görmesin
diye.
Halk uyudu gitti; fakat âşıklar bütün gece Tanrı’yla söyleşmede.
*
Tanrı, Davud’a dedi ki: Kim
bizi sevme dâvasına girişir de
Bütün gece uyursa yalandır dâvası; aşkı olana nerden uyku gelir?
Çünkü âşık, gönlünün derdini sevgilisine söylemek için yalnızlık
ister.
Susuz, uyusa bile pek az uyur;
susuz nerde, ağır uyku nerde?
Azıcık uyusa da rüyasında ya su
görür, ya ırmak kıyısı, ya testi, yahut da saka.
Bütün gece Tanrı’dan ses gelip
durur; kalk da a yoksul, ganimet say fırsatı.
Yoksa öldün de canın bedeninden
ayrıldı mı, çok hasret çekersin.
Eşini alıp götürdüler de
yeryüzü, ham bir halde kaldı mı, dikenden, ottan başka bir şey kalmaz.
Ben elden çıktım, geri kalanını
sen oku; sarho ş oldum, elimin ayağımın farkında değilim ben.
XI
Çek beriye o şekerler yurdunu
yurt edinen padişahı; o apaydın, güpgüzel inci tanesi dilberi;
O eşi, benzeri bulunmaz kutlu
yüzlü padişahı; o deniz gönüllü sevgiliyi.
Çürümüş gitmiş ölüye bile can
verir;
yabancının gönlüne bile sevgi
salar.
Her dikenin eteğini güllerle doldurur; deli divane kafaya akıllar
verir.
İki günlük çocuğun aklına, akıllı fikirli erlerin gönüllerine bile
gelmeyen şeyleri bağışlar.
Çocuk dediğin de kim? Sen, Hannâne direğinin hikâyesini inkâr mı
ediyorsun yoksa?
Kadehi o döndürdü mü sarhoş olur gidersin, hattâ sarhoşlara da
padişah kesilirsin.
Kendimden geçmişim, sarhoşum, aklım dağılıp gitmiş; yoksa masalı
daha da güzel söylerdim.
Herkesle beraber sen de dinle; bu eşsiz, bu tatlı masalı dinlemek
gerek.
O yüz, Ay’ın bile gönlünü kırar geçirir. O saçlar yüzlerce tarağı
kırar, döker.
O gözün, o büyücünün, o büyücüleri bile öldüren, kıran geçiren fe
ttanın hikâyesini kim anlatab ilir?
Neler olup bitecek; hepsini görür o göz; zaten
kıyamete dek ne olacaksa hepsini önceden görür, bilir o.
* Sırrı söyleme, kendini acemi
göster; o yüce hocayı hatırlasana.
XII
Bu kadar büyüklüğüyle, bu kadar
yüceliğiyle gökyüzü, gene Tanrı’nın çevresinde değirmen gibi döner durur.
Sen de a can, böyle bir
Kâbe’nin çevresinde dön; sen de a yoksul, böyle bir yemeğin etrafında dolan.
Mademki sarhoş oldun,
elsiz-ayaksız kaldın, onun meydanında top gibi yuvarlan gitsin.
(s. 271) Şu satranç tahtasında
yerden yere gidiyorsun amma atının, vezirinin de böyle bir padişahın çevresinde
dönüp dolaşması gerek.
Padişahlık yüzüğünü parmağında
çevir de hükmet, buyruk yürüt.
Gönlün çevresinde dönen kişi,
dünyaya can
kesilir, gönüller kapan bir
güzel olur.
Gönül kesilen, âşık olan, pervaneye yoldaş olur; mumların
çevresinde döner durur.
Çünkü bedeni topraktandır, fakat gönlü ateşten; her cins kendi
cinsine meyleder.
Her yıldız göğün etrafında döner; çünkü cins, cinsiyle safâ bulur.
Mıhladız nasıl demiri çekerse, yok olan kişi de yokluğa kapılır,
yokluğun çevresinde döner.
Çünkü varlığın, onun önünde yoktur; göz şaşılıktan da y ıkanır,
arınır, y anlış görüşten de.
Sarhoş, Rabbimiz, bizi pislikten arıt diyor, sidiğiyle abdest
alıyordu.
Tanrı da, önce pisliği bil, tanı; eğri büğrü, tersine dua olmaz;
Çünkü dua bir anahtardır; anahtar eğri olursa, kilidi açmana imkân
y oktur dedi.
Ben sustum; selvi boylu güzelim seslendi; hepiniz de sıçrayın.
Tebriz’in padişahlar padişahı sultanım Şemseddin, ben ağzımı
yumdum; gel, sen aç ağzını.
— B —
XIII
Gece savaşına giriştik mi, gece denizinden toz koparırız biz.
Geceyi seyre dalan uykuyu istemez, uykudan kaçar.
Nice nurlu gönüller, nice tertemiz canlar, geceleyin kulluk eder.
Tanrısına niyazda bulunur.
Gece, gayb güzelinin duvağıdır; gündüz nerden eş olacak geceye?
Gece, sence kapkara bir tenceredir; çünkü gece helvasından
tatmadın ki.
Gece, işten, kazançtan elimi bağladı; ta sehere dek benim elim,
gecenin ayağı.
Yol uzun; tez o uzun yola at sürelim, gece alanında yol alalım.
Gündüz, kazanç zamanıdır, kâr vaktidir amma gece sevdasının
bambaşka bir zevki var.
A Tebriz’in övüncü Şemseddin, sen gündüzün hasret çektiği, gecenin
dileyip özlediği bir ersin.
XIV
Kimdir bu şehirde ayık olan; kimdir bu çağda bu yandan olmayan?
Kimdir Rûhü’l-Kudüs’ün soluğundan Meryem gibi gebe kalmayan?
Kimdir her an oltaya benzeyen o kıvrım kıvrım saçlara elli kere
bağlanmay an?
Göğün yücesindeki mecliste hangi şarap, hangi güzel var ki burda,
bu mecliste aşağı olmasın, bayağı görünmesin?
Şarap bırakmıyor ki, akıl boyuna söylensin dursun; kimsecikler de
sonu gelmeyecek bunun demesin.
Can ona bağlandı amma topal kaldı; zaten canın burdan dışarıya
sıçray acak bir yeri de yok ki.
Şaşılacak şeyi gör, şaşılacak kişileri seyret; sen hiç hem var
olan, hem de yok olan birini gördün
mü?
Kolu kanadı padişah tarafından kırılmış kuş, uçar da uçar; şu gök
kubbenin üstünde artık kırılmak yoktur ona.
Yok ol da şu sözden, şu dedikodudan kurtul; kimdir sözden
kurtulan? Yok olan kişi.
XV
İşimiz gücümüz bu; bundan başka işimiz de yok, gücümüz de; âşıkız,
aşkından utanmıyoruz.
Arslana benzeyen derdin bizi avlayalı, şu arslandan başka avımız
yok bizim.
Şu denizin dibinde ne de güzel bir incisin; senin yüzünden dalga
gibi kararımız yok.
Denizinin kıyısında oturup duruyoruz; kıyımız, kenarımız yok amma
o kıyının sarhoşuyuz biz.
Karnımızı şarabına vakfettik; çünkü şarab ın sersemlik vermiyor
bize.
Senin şarabın gökten geliyor; her şıra sıkana
minnetimiz yok.
Şarabın dağın bile kararını alıyor; oturamaklı değilsek, oynaksak
ayıplama bizi.
Ordumuz, atlımız yok amma gene de güneş gibi bütün dünyayı
kaplamışız.
Kervanbaşımız, kervanımız yok amma Mısır’dan Rum ülkesine şeker
çekip duruyoruz.
Dünyada başbuğluğumuz yok amma boş yere baş ağrımız, ağır yükümüz
de yok.
Bulunduğun mahallede ev tut bize; senin mahallenden vazgeçemiyoruz
bir türlü.
Başımızı bile kaşıyamıyorsak şaşılmaz buna; şeker gibi senin
gülünle karılmışız, birleşmişiz biz.
Düny anın kutbusun; herkes sana yüz tutar; bizim de çevrende
dolaşmaktan başka bir kârımız yok.
Benim y akınım, akrab am, aşktan doğandır; bundan daha güzel
yakınımız, bundan daha âlâ soyumuz sopumuz yok bizim.
İki dünyadan da üstün, iki
dünyadan da değerli nedir? Aşk sırrı. Bundan daha iyi şehrimiz de yok, ülkemiz
de.
Bundan böyle söz söylemezsek
hoş gör; sevgilimiz yok. Sebebi de bu ancak.
XVI
Sinekler ne diye şekerine
üşüşür; sinekleri kovan lâ havle nüktesi nerde?
Ezelde doğru, gerçek olan
görüşten başka, bütün görüşler ona nisbetle doğru değildir; göremez onu.
* Bir ruh yürüt de aşağılık
kişilerin atının yolunu kes; bizim yüzümüz bu a padişahım; işvelen.
İşveler satmak, gönüller
çalmak, cefalar etmek, düzenler düzmek sana yaraşır; yapsan da yeridir, y
apmasan da.
Senden gelen taş, incidir,
mücevherdir; senin cefa etmen yüzlerce vefadır.
Bulanık görüşlü, iki şekil
gördü mü, arı duru, tertemiz bir şekil diye elbisesini yırtar, naralar atar.
Çünkü her düşünce bir hayali
seçer, bir hayale kapılır; fakat onun hayaline âşık olanların meclisi apayrı
bir meclistir.
Kâbe taşa, topaca tapanlarla
doludur; sen bize yüz tut, biziz Tanrı kıblesi.
Bu kıbleye karşı yoksul
kesilenin gözünde Sencer de yoksuldur, padişah da.
Can, Tebriz’de Şemseddin’den
başkasıyla ne bir rahata kavuşmuştur, ne yatmıştır, ne kalkmıştır.
XVII
Daha yakın gel, daha yakın;
yüzün nurdan başka bir şey değil; kimdir aşkınla mahmur olmayan?
Yok, yok; yanlış söyledim;
canlar canını istemede beri gel de y oktur, arda git de yok; o
uzak değildir ki.
Güneşin ışığı nereye vurmadı ki; ay kimin kucağına doğdu da o
tanınmadı ki?
Düşüncedir düşünceye perde olan; bırak düşünceyi, o gizli değil
ki.
A sineklerin vehmine bile yaklaşmayan şeker; a balansından meydana
gelmeyen bal.
Senin ay gibi yüzün meydandayken, bundan böyle gam yiyen, gussaya
dalan kişinin özrü makbul olamaz.
Aşksız gönüle sahip olan, padişah bile olsa atlas kefene bürünmüş,
mezara gömülmüş ölüden başka bir şey değildir.
Her inkâr edenin düşünce parıltısı, kör değilse Tanrı azabını
görür elbet.
İhtiyar olsun, genç olsun, abıhayat içmiş kişiye ölüm kâr etmez;
kolay değildir onun ölümü.
(s. 272) Ay da Tanrı’ya perde olmak ister, gün de; fakat aşk
tanır, bilir ki o huri değildir.
A Şemseddin, Tebriz’in övüncüsün sen; fakat sırlarını söylemeye
izin yok.
XVIII
Gönül yuvasını gene güvercinler kapladı; eşelenmeye başladılar;
gönlü bakra-baku sesi doldurdu.
Sarhoşların gürültüsü gökyüzüne ulaşınca, feleğin altın akbabası
uçmadan kaldı.
Ay da oynamaya koyuldu, Müşteri de; çalgıcı Zühre’yse çalgıya
çağnağa yeni baştan başladı.
Canları yaratan, balçıktan bir ayna yaptı da yüzüne tuttu.
Aynada yüzlerce şekil göründü; fakat kendi şekli kolayca
görünüverdi.
Gönlü olan onun ayağına kapandı; onun başına erişen minberin en
üst basamağına çıktı.
Canlar harmanının ucu bucağı yok; fakat karıncacağız anc ak hor,
hakir bir şeyceğiz elde etti.
Dünya seninle dolsa, kar gibi
her yanı kaplasan, güneşin ışığı vurunca yok olur gidersin.
A kar, yok ol, baştan başa
toprak kesil de bir bak, toprak ne de güzel bezenir.
Toprak gitgide öyle bir yere
erer ki, parlaklığından iki dünya da parıl parıl parlar durur.
Yeter artık, dil artık işten
kaldı; yeter artık; dünya söz söyler bir can haline geldi gitti.
XIX
Tanrı arslanı zincirini kırdı;
can sâkîsi şişeyi kırdı, döktü.
Hırsız gönlüm sevgiliye
tutuldu; sevgili, hırsızımın ellerini bağlamaya koyuldu.
Dün gece, ne geceydi ki gece
yarısı yanağından şimşekler çakmaya başladı.
Aşkın şarap sundu, kebap verdi
de akıl bir bucağa oturdu, sinekaldı.
Şarap sağrağı kahkahalar
atmaya, badya kan ağlamaya başladı.
Şarap küpün gönlüne ok atınca
gamın kolu kanadı kırıldı, sörpüdü gitti.
İhtiyar akıl senin şarap
sunduğunu görünce sarhoşlarından el yudu.
Lûtfet, gönül çocuğuma süt ver;
memenin başını aramay a başladı o.
Canım senin sütünle arslanları
tutmaya başladı; nefsin köpekliğinden kurtuldu gitti.
Ölümsüz sâkî, cana şarap
sununca can ölümsüz bir ömür elde etti, gelişip yetişmeye başladı.
Sırdan daha fazla bahsetme;
çünkü sevgili bana doğru hiddetli hiddetli bakmaya koyuldu.
XX
Gönül kuşum gene uçmaya
koyuldu; can dudu kuşu gene şekerkamışlığında yayılmaya başladı.
Benim deli divane, körkütük
sarhoş devem gene akıl zincirini kırdı.
Ürkmek, çekinmek nedir bilmeyen
o şarabın katreleri, başın, gözün üstünde koşuşmaya başladı.
Bakış, görüş arslanı gene
Ashab-ı Kehf’in köpeğiyle kanımızı içmeye girişti.
Gene şu ırmakta su aktı; gene
ırmak kıyısında yeşillikler b itmey e başladı.
Seher yeli gene bahçeye yeldi;
güllere, gül bahçelerine esmeye koyuldu.
Aşk, bir ayıp yüzünden beni
sattı; fakat gönlü y andı da gene almay a girişti.
Beni sürdü, kovdu; merhameti,
tekrar çağırdı; bize doğru bir hoşça b akmay a başladı.
Düşmanım beni dostla görünce
hasedinden elini dişlemeye koyuldu.
Gönül zamanenin hilesinden,
düzeninden kaçtı; aşkın koltuğuna sığındı da emeklemeye başladı.
Gammaz kaş, işaretler ederek o
göze doğru eğilmeye başladı.
Aşk, gönlü kendi yanına çağırdı
da gönül bütün halktan kaçmaya girişti.
Halk sopaya benzer; görmeye
başlayan her kör, elindeki sopayı atar gider.
Halk süttür sanki; yemek yemeye
başlayan çocuk süte boş verir artık.
Can, doğan kuşudur âdeta;
davulun çalmışını duydu mu padişahın bulunduğu tarafa uçar.
Yeter artık, sus; çünkü söz
perdesi çevrene perde örmeye girişti.
XXI
Doğan kuşu kaza, ova pek güzel
dedi; kaz da gecen hoş olsun dedi, burası daha hoş bana.
Başım hoş, başımı koyup
yatayım; sen yol al, uçadur, senin başın hoş değil çünkü.
Durağım karanlık olsa da
güzelim Yusuf orda
oldukça hoştur.
Dost kuyu dibindeyse kuyu dibi hoştur, yücelerdeyse yüceler hoş.
Denizin dibinde, acı suyun ta içinde güzelim inciyi aramak ne de
hoştur, ne de güzel.
Feryat eden bülbülün gül bahçesinde olması iyidir, söz söyleyen
dudunun şekerler çiğnemesi hoş.
* Meleklerle Rûh’un tespih edişlerinin parıltısıdır bu; bu eşi
bulunmayan gök kubbe pek hoştur, pek.
Mademki Tanrı, gönlünü hırstan süpürdü, arıttı; yürü, bir gönül
elde etmeye bak, eşsiz, tek gönül pek ho ştur.
Mademki Tanrı, iş güç zahmetini giderdi senden; yürü, seyrana çık;
seyir seyran ho ştur.
Düny ay ı seyretmek, bizi seyretmektir dedi; bizim yanımızda ol,
bizim kucağımızda; bizimle o lu ştur, bizimle bulunuştur hoş olan.
Aynaya vuruş da hoştur, onu seyretmek de
güzeldir amma o diri güzelin kendisini seyretmek, daha da hoştur.
Yüzün sararıp solması, kızıl benzin vuruşundandır; sen şu vuruştan
geç; asıl hoş olan o al al yüzdür.
Zerrelerin elsiz-ayaksız, güzelim bir oyuna dalıp oynayışları
Tanrı ışığındandır ancak.
Yerin ta altından göğün yücelerine dek, şu güzelim oyuna bak da
aklını başına devşir.
Zerre oldun ya, tekrar gidip de dağ kesilme; sabret, vefalı ol;
vefalı oluş pek hoştur.
Yeter, sus; sen de göz gibi gör, fakat söyleme; baş gözünü arama;
gören can gözüdür güzel olan göz.
Tebriz’in övüncü padişahım Şemseddin herkesle kutludur, fakat tek
başına odur hoş olan, odur güzel olan.
XXII
Kalk, bugün dünya bizim; can da, cihan da
bizim sâkîmiz, bizim konuğumuz.
Bizim Süleyman’ımızın ışığının debdebesi, devin de gözünde,
gönlünde, perinin de.
Rüstem-i Destan da, onun gibi binlercesi de bizim masalımızın
kuludur, bizim masalımıza karşı bir oyuncaktır ancak.
Mısır’ımıza bu yücelik yetmez mi; yetmez mi bu yücelik
Mısır’ımıza? Yusuf-ı Ken’an padişah orda.
Kalk, lûtfuyla, keremiyle cana da, cihana da buyruk yürüten, bugün
buyruğumuza uymuş bizim.
Zühre de neşemizle tef çalmada, Ay da; can bülbülüyse gül
bahçemize dalmış, sarhoş olmuş gitmiş.
Rızk kâseleri birbiri ardınca gelmede; devlet kesesi sandığımızda
bizim.
Padişahlık bağışlayan padişah, neşemizi, çalgımızı düzüp koşuyor;
peri yüzlü sevgili, perimizi çağırıyor.
Topla çevgenin övündüğü o
padişah, şükürler olsun ki meydanımızda.
(s. 273) O canla gönül
ülkesinin padişahı darmadağın gönlümüzde, darmadağın canımızda.
Canın bir bucağında sinip susan
da kim? Söyle ona, şekerkamışlığımız armağan ona.
Cennette bir Ay olan cennet
kapıcısı Rıdvan, bizim Rıdvan’ımızın gönül razılığına karşı esrimiş, kendinden
geçmiş.
Her yana tuzlar saçmış da
gizlenmiş; bizim ömrümüzün tadı tuzu o, bizim tuzlamız o.
O bir bucağa çekilmiş, dünyaysa
onun sarhoşu; odur bizim Hızır’ımız, odur bizim ab ıhay atımız.
Tenceredeki tuz gibi, bedendeki
can gibi, herkesten, her şeyden adamakıllı görünmede, hal böyleyken gene de
gizlenmede.
Görünen o değil, her şey ondan
ibaret zaten; o bizim oldu mu da herkes, her şey biziz, bizden
ibaret.
Bundan fazla delil gösterme,
bürhandan bahsetme; çünkü bizim delilimiz, bürhanımız, sükût âlemindedir, o
âlemde görünür.
XXIII
Sabır bir hastalık aynasıdır,
gamlar yemeye âşık bir aynadır bence.
Dert olmadıkça sabırlı kişinin
gönlü aydın mıdır, karanlık mı, görünmez.
Ayna arayış, yüzümde bir ayıp,
bir çirkinlik, kabalık y oktur demektir, güzellik alâmetidir.
Hattâ ayna arayan kişide bir
kabalık, bir çirkinlik olsa bile iğretidir, ilaçla geçer gider, hararetten
meydana gelmiş bir şeydir.
Zahmet, meşakkat aynası
Firavun’dan uzaktır; çünkü onun yüzü kapkaradır, isli paslıdır.
Binlerce çocuğun başını kesti;
Tanrı saklasın, baş ağrısı adamdan adama geçer bir hastalıktır.
Fakat ben o kapıyı tamamıyla kapamışımdır; çünkü benim buyruğum
yürür, padişahlığım sayılır durur.
Kaza ve kader, bu sözü duydu da dedi ki: Başına, bıyığına gülme,
ululanıp durma; bu yüce kalem, bir tek zorlu, sınıkları onarır kişinin kalemi.
Bugün kör ol, çünkü Mûsa geldi çattı; elinde kahredici bir hançer
var.
Onun önünde boğazını kestir, hiç başını sallama; bu zaman hile y
apmak, düzen kurmak zamanı değil.
Boyların zulümle başlarını yardın amma bundan sonra da onlara
devlet nasip ettin, ölümsüzlük verdin onlara.
Gönüllerine, gözlerine diken batırdın; şu nefesinse onları gül
bahçesine çevirmede; şimdiki nöbet de bu.
Bana zehirler yutturdun; fakat şimdi onlara şeker y ağdırmamın,
lûtuflar etmemin tam çağı.
Senden öylesine şarap içtiler,
öylesine sarhoş oldular, kendilerinden geçtiler ki kıyamete dek şaraba
düşerler, mahmurluk sökerler.
Yoksulların tenceresini
kaynatan odun zalimdir; yemeği pişiren, ateştir ancak.
Söylemeyeyim, çünkü soluğumu
kesti; artık susmak, örtmek çağı.
Sen sus da herkesten gizli olan
sözleri dost söylesin artık.
XXIV
* A sarhoş bir halde vakitsiz
kalkan, şarapla sarhoşsun, hem de Elest şarabıyla.
Aşk, seni kadeh gibi elimizden
aldı da eliyle bağrına bastı, başına dikti gitti.
Elin kolun Tanrı yayını buldu
mu buldu; okun göğü aştı mı aştı.
Tanrı hazinesinin malı olan her
inci, her mücevher, senin o iki lâ’l dudağında var mı var.
İstemiyorduk amma aşkın âleme
yayıldı; bağı kopardı da sıçradı mı sıçradı.
Hani gece yarısı, dilimin
ucuyla hafif hafif söylediğim o sır yok mu, yayıldı gitti.
Kurt tahtayı kemirir, gene
tahtada meydana gelir ya; aşk da benden meydana geldi, gelişti, sonra da tuttu,
beni y araladı, beni.
XXV
Kızıl gül gibi elden ele dolaş;
şaraba benziyorsun, halk seninle sarhoş mu sarhoş.
Elin kolun Tanrı yayını buldu
mu buldu; okun
. [21
göğü aştı mı aştı.
Kıskançlığın, git dedi, yol
yok; merhametin, gel dedi, var, var.
Lûtfun bir denizdir, balığı
benim; fakat kıskançlığın beni olta haline getirdi, olta haline.
Oltanla yaralanmış mı
yaralanmışım; fakat gam bile yemem; melhemin y aralıları aray ıp duruyor.
A bana soluğumdan da yakın
olan, senin tapında ancak hafif hafif soluk alırım, yavaş yavaş konuşurum.
Yusuf tektir, kurtsa yüzlerce;
fakat Yakub lütfetti, duasıyla Yusuf kurtuldu gitti.
Bu şehirde sarhoş, pervasız
dolaşır durur; padişahımız hırsızın yolunu da kesti, bekçinin yolunu da.
XXVI
Elinde hançer, başımı kesmeye
çıkageldin; fakat beni bundan daha güzel bir şekilde de öldürebilirsin.
Gül yaprağı bile senin lütfunla
o yumuşaklığı bulmuşken, neden diken gibi sertsin sen?
A güneş, bana kılıç vurdun da
kılıcınla belim, sırtım kızıştı.
Kılıç da perdedir, bırak
perdeyi; yüzüme hızlıca bir iki yumruk at.
Birisi, komşusunun karısını
nasıl boşadığını
anlatırken kendi karısına boş
ol, hoşt dedi.[3]
Karısı, neden boş oluyormuşum
deyince de o kahpeye cevap verirken a çirkin yerine a çürkün dedi.[4]
Zaten maksadı boşamaktı; çünkü
o, yılan gibi iplerle bağlıydı, hışıl hışıl hışlayıp duruyordu.
* Malı da ateşe ver, bağları
da; hepsini yak, yandır da Zertüşt’ün ateşinden kurtul.
Yeter, az söyle, az yaz; baş
yazısı olarak can defteri yeter sana.
XXVII
Kimdir senin isteğine,
buyruğuna kul köle kesilmeyen; kimdir yüzünü görüp de sarho ş olmayan?
Bir derde düşmüşü göster ki senin
korkundan düşmüş olmasın; y ahut bir neşeyi göster ki senin ümidinle meydana
gelmesin.
Elini yummuş bir nekesi göster
ki sen
yumdurmuş olmayasın elini; bir
kerem sahibini göster ki senin verginle ihsanda bulunmasın.
Nerde bir lâ’l dudak ki senin
madeninden değil; nerde bir ulu ki senin yoksulun değil.
Vasıfların canlara bitişmiş;
bir tek damar bile yok ki senin emrinle atmasın.
İki dünya, iki ele benzer,
sense cansın sanki; el ne verir ki o senin cömertliğinden, senin ihsanından
olmasın?
Kimin gözü şu varlık bahçesinde
senin havandan başka bir yelle oynayan bir çiçek görmüş?
Gaflete dalan, halkın
çevrinden, cefasından ağlar, inler; halbuki halk ancak senin sopana benzer.
Bütün bu sopalar senin yüzünden
oynar durur; her biri de ancak senin verdiğin derttir, senin verdiğin derman.
Öğretmen, çocuğa sopa çeker ya,
kimdir o; kimdir senin kazana, senin kaderine bağlı
olmayan?
Sopa köpekler gibi incitir seni; fakat köpeklerin başında senin
verdiğin cezayı anlayacak akıl nerde?
Bedene gelip çatan belâyı savuşturmak, halkın incitmesinden
kurtulmak, ancak sana yalvarmakla mümkündür, ancak seni övmekle.
Şu sopayı kırsan da sopası az değil ki; iki üç sopayı ortadan
kaldırmakla kurtulamazsın sen.
* Balığa arkadaş olan, ümmetin derdinden kaçtı amma senin yerin o
lmay an nereye can atab ildi ki?
Yeter, sus; Yunus’un uğradığı dertten kork; kaza ve kadere karşı
durmak, ayak diremey e kalkışmak, haddin değil senin.
XXVIII
“Tercî-i Bend”
(s. 274) Benim işime gücüme koyulmamış
birisi mi var? Sevgilinin yoluna can vermeyen kim?
Başım gibi sarhoş olmayan bir
baş mı var? Gönlüm gibi ağlayıp inlemeyen bir gönül mü var?
Bütün dünyayı döndüm dolaştım;
yabancı aradım; sonunda iyiden iyiye anladım ki yabancı yok.
Dünya işlerinin hepsi de
birbirine aykırı; fakat bütün işler de ancak bir tek iş.
Gönül alan sevgili yok diye
şikâyet edeni bil ki gönüle gark olmuştur da hâlâ gönlü arayıp durmadadır.
Müşterilerin hepsi de bir tek
müşteridir; bu pazardan kurtulmuş bir tek kişi bile yoktur.
Gül bahçesinin aslını gören
iyice anlar ki orda bir tek diken bile yok.
Buzdan bir küp vardı, içi de
suyla doluydu; küp eridi, hepsi de su oldu; küpten bir iz bile yok.
Bütün dünya, parçalanmasına
imkân olmayan bir tümmüş; dünya çenginde bir tek telden başka tel yokmuş.
Şu sayı, şu aykırılık
vesvesesi, bir aldatıcının aldatışından, bir düzencinin düzeninden başka bir
şey değil.
Bu sözde de bir aykırılık, bir
zıt hüküm var; fakat dilin sözü, ancak bir pergel.
Güç yetişle güç yetmeyiş bir
zaten; bence söz söylemeye bile güç kuvvet yok.
Mademki sarhoş oldun, buraya
baş koy, gitme burdan; çünkü burası güllük gülistanlık; düz bir yol değil.
Bir başka hırsız gelir çatar da
kemerini çalar sonra; senden başka yankesici yok sanma.
Gönül noktasına sayı yok; fakat
eğri büğrü görünüyor; ancak bu görünüş gözdendir, yüzden değil.[5]
Mademki istenenden berat geldi,
ferman ulaştı; artık gözünden sıfatlar gizlendi, kayboldu gitti.
*
Bir kere daha güzeller Yusuf’u geldi çattı; bir kere daha Zelîhâ
gibi yüzlercesinin zincirini çekti.
* O tezgâhı görünce Ay bile elbisesini yırtar; gök bile “Daha yok
mu” diye nara atar.
Bütün dünya bir tuzla olmuştur; temizle leşin bir olması için âlem
bir tuzlaya dönmüştür.
Bir kere daha akıl, kalemleri kırmıştır; bir kere daha aşk,
yakasını yırtmıştır.
Zelîhâ kimseciklerin yapmadığını yapmış, efendiliğini satmıştır da
bir kulu satın almıştır.
Sarhoş oldun, öpücükler vermen gerek; o dudağa öpücük ver; şarap
içmiştir o dudak.
Pek hoşsun, pek güzel; kem gözler ırak olsun; ne mutlu o göze ki
yüzünü gördü senin.
Fakat yüzünü görmek, pek nadir olan şey; ne mutlu adını duyan
kulağa.
Kadehinin parlaklığı âlemi kapladı; kıyamet
sabahının gürültüsü koptu.
îlaç için olsun, aklı
bulamazlar artık; akıl bu şaşkınlıkla görünmez oldu gitti.[6]
Savaş erinin yayından fırlayan
ok amaca doğru gider, dönüp geri gelmez bir daha.
Can hüthütü kafesten sıçradı
mı, aşkla ta yüce Arş’a dek uçar gider.
Can, kılıcını, kefenini alır,
kay serin yanına, yüce, sağlam köşke doğru gider.
Gönül can sıkan her düşünceden
kurtulmuş; ayağa batan her dikenden halâs olmuş.
Gök onun yüzünden çark urup
dönmeye koyulmuş; Ay ona, senin yüzünden her y arınımız, binlerce bayram diyor.
Tercî bendi bitti, yüreğim
oynuyor; fakat güzelim, söz söylemeye güç kuvvet veriyor bana.
*
Bu kadehi içti mi, bir kadeh
daha sunarım ona; gene iki tane bile ayık bırakmam ben.
Onu, altın döktüm de yokluk
âleminden satın aldım; şarapsız, yemeksiz bırakır mıyım hiç?
Bedava şerbetler sunarım,
sütler veririm; fakat üzüm gibi sıkmam onu.
Kendi başım gibi öperim, kendi
başım gibi başını kaşır dururum.
Benim canımdır, benim canımın
ferahlığıdır; düşman saymam, yabancı bilmem onu.
Sevgimden, aşkımdan dolayı
küstahça sözlerine bile bakmazken nasıl döverim onu?
Dört tabiatın ayak kıpırtıları
kaçsa gitse bile, dördünün karşılığında ben varım, dördünün de y eriney im ben.
Yolculukta dostuyum,
kılavuzuyum onun; seher çağında sâkîsi, şarapçısı.
Altına, gümüşe ait saçma sapan
sözler de nedir? Keremimle, lûtfumla çuvallar dolusu altınım ona ben.
O tutulur kalır; fakat bunu
ona, ben tutulmuşum, sen söyle desin diye yaparım.
Söz söylemez, ağzını yumarsa
sözü ben olurum, tercümanı ben kesilirim.
Usanır da gönlü daralır,
hararetlenirse yellerim onu, yelpazelerim ben.
Gayb âlemine bakmak isterse
aynası olurum, göz, yüz kesilirim ona.
* Ebû Türâb gibi yere yüz korsa
bütün y eryüzünü ona lâlelik, güllük gülistanlık ederim.
Canlar bahçesine giderse ona
yasemin olurum, yeşillik kesilirim, gül bahçesine dönerim.
A benim canım, tercîe nöbet
geldi; a benim inciler saçan denizim, dalgalan.
*
Seher oldu, a sâkîmiz, iç, iç;
a yüzünden gönlümüz dalgalandıkça dalgalanan güzelimiz bizim.
Kızıl şarabın kaplana benziyor;
gam kurdu onun elinde bir fare mi bir fare.
(s. 275) Beyin bağlarına, dimağ
köşklerine çıktı mı, akıl baş aşağı damdan düşer gider.
Aklın kulağını tutar da kendine
doğru çekerse, akıl, acısından vay kulağım, kulağım der.
Sevgili ona, kalk der, cana
secde et, şu şarap saçan ay yüzlünün ayağına kapan.
Akıl der ki: Kim geldi,
görmedim onu; uyuyordun dün gece der, uyuy ordun dün gece.
Sevgilinin yuyup arıtmasından
bir koku bile almamak için, âşık onun yanına körkütük sarhoş gelir.
Aşk gayb âleminde naralar atar
durur; fakat o kükreyişi hayvan duymaz.
Şehir eşeklerin, öküzlerin
sesleriyle dolar; y ırtıcı hayvanlarsa dağ başlarında bağırırlar.
Türk şu tek kadehi içti mi, ata
biner; ikinci kadeh at sürmek, at koşturmak içindir.7]
Zevâlsiz şarapla doldun mu,
hiçbir kadehi boş göremezsin, hiçbir kadehi.[8]
Bütün cansızlar sana selâm
verirler, kendin gibi, sen gibi hepsi de sana sır söylerler.
Can sevgiyle seni kucağına aldı
mı, karşında bütün şekiller canlanır.
Çağı geldi; çark urayım,
oynayayım; aşk da yüzünü örtmeden gazel okusun.
Kızıl gül gibi o ata binsin;
bütün çiçekler de askerler gibi peşinden yürüsün.
Meze getir, karşıma otur a yüzü
mum gibi olan, şarabı ateş kesilen dilber.
XXIX
Gene sarhoş bir halde meyhaneye
ulaştık; gene yüceden de kurtulduk, aşağıdan da.
Bütün sarhoşlar güzel, hepsi de
oyuna dalmış; a güzeller, el çırpın, el çırpın.
Saçın olta saldı mı, deniz de
sarhoş olur,
denizdeki bütün balıklar da.
Meyhanem altüst oldu benim; küp baş aşağı geldi, sürahi kırıldı,
döküldü.
Meyhane pîri, bu coşkunluğu görünce dama çıktı, damdan atladı.
Bir şaraptan esridi ki o şarap varı yok eder, yoku var.
Şişeyi kırdı, her yana saçtı parçalarını, nice iş erlerinin ay
aklarını yaraladı.
Başını ayağından fark eden nerde? Sarhoş olmuş, Elest mahallesinde
yıkılakalmış.
Şarab a tap anların hepsi de işrette, neşe âleminde; a tenine
tapan ten-teniten sesini duy.
— D —
XXX
Birisi dedi ki: Hoca Senâî öldü. Böylesine bir hocanın ölümü öyle
küçük bir iş değil.
Saman çöpü değildi ki o, bir yelle uçuversin; su değildi ki
o, kış gelsin de donsun.
Tarak değildi ki o, bir saç teli yüzünden kırılıversin; tohum
değildi ki o, yer onu sıksın, bitirmesin.
Şu toprak yurdunda bir altın definesiydi o; iki dünyayı bir arpa
tanesine satardı çünkü o.
Toprak bedeni toprağa fırlattı, attı; canla aklı göklere çekti,
götürdü o.
Halkın bilmediği ikinci canı, halkı yanıltmak için söylüyoruz
hani, sevgiliye ısmarladı gitti.
Arı duru şarap tortulanmıştı; küpün ağzına doğru çıktı, dibe çöken
tortudan ayrıldı.
Azizim; hani bir Marâgalı, bir Reyli, Rum ülkesinden biri, bir de
Kürt yolda buluşurlar, yolculuğa düşerler.
Derken her biri kendi evine döner gider; atlas alelâde kumaşla bir
olur mu hiç?
* Nokta gibi sus, yoksa padişah, adını söz söyleme defterinden
kazır gider.
XXXI
Birisi dedi ki: Hoca Senâî öldü; böylesine bir hocanın ölümü öyle
küçük bir iş değil.
Topraktan meydana gelen kalıbı toprağa geri verdi; tabiattan
meydana gelen canıysa göğe teslim etti.
Bir aya benzeyen varlığı tozdan topraktan kurtuldu; yaşayış suyu
bulanıklıktan arındı.
Güneş ışığı bedenden ayrıldı; güneşten ayrılan her şey de dondu,
buz kesildi.
Halis üzüm meyhaneye gitti; çünkü ecel beden salkımını sıktı.
Baştan başa can, güneş kesildi gitti; can kesileni ölü saymak
doğru olamaz.
Özün pek güzeldir, olsa olsa deridir ölen; öz ölmez, olsa olsa
dost alır, götürür onu.
Deriyi bırak da öze el at; yahut da Türk’le Kürt’ün hikâyesini
dinle:
Kürt, Türk’ün dağarcığını
çalmak için hırka giydi, saçını, bıyığını yölüttü hani.
XXXII
Gönül mülkünden can ordusu
geldi; hem apaçık, hem gipgizli ordu, geldi çattı.
Can yolundan, elbise yırtanlar
geldi de o yüzden sabır elbisem yırtıldı benim.
Can gelinleri çarşaflarını
attılar da dünya padişahını aramaya geldiler.
Güzelim bir sel gibi mekânsızlık
yurdundan oynaya güle mekân yurduna ulaştılar.
Gönlün şekli, şekilleri kırdı
geçirdi; perde altındakiler yurdu elde etmeye geldiler.
Açık olanlar gizli, gizli
olanlarsa apaçık geldi çattı.
Bir izi, bir eseri olanın ne
bir izi kaldı, ne bir eseri; izi, eseri olmayanınsa izi, eseri belirdi de
geldi.
XXXIII
Her şeyi yetiştirip geliştiren ezelî nurdan, sana fazlasıyla
vermişler.
Güneş gibi her şeye bir hoşça bak; hepsi de donmuş, bak da eriyip
gitsinler.
A ilkbahar, ağaçlar deli kıştan solmuş sararmış, onlara bir bak
hele.
Dudağını aç da îsa duasını oku; çünkü varlıklar cefa Deccâl’ı
yüzünden ölmüşler.
Bugün herkesin mahmurluğunu gider; çünkü herkes senin şarabından
bir kerecik tatmış.
Bütün bunlar yokluk zehrini içmişler; ölümsüz yaşayış panzehirini
ver.
Seher gibi gece perdesini yırt; çünkü hepsi de iki yüz perde
altında gizlenmiş kalmış.
Sus, yeter artık, yüz dilli olma; çünkü bir tek kulak bile
getirmediler.
XXXIV
Bir gül dalısın; bahçe senin
yüzünden yemyeşil, neşe içinde; şu oyunda sana eş olabilecek, yel ancak.
Yel, Cibril’e benziyor, sense
Meryem’sin sanki; gül yüzlü îsa, işte şu ikisinden doğdu.
İkinizin de oyunu, ölümsüzlüğün
anahtarı; şu oyuna bol bol rahmetler olsun.
Soyunuzun taht kurduğu yer,
aklın başköşesi; tahtsa Keykubad’ın yeri.
Her dalın meyvesi mideye gider;
çünkü oluş, bozuluş âleminden bitmiş, yetişmiştir.
(s. 276) Fakat bizim nimetimiz
var edenden gelir; onun için de yemeğe, uykuya karışmaz.
Her kavmin rızkı bir başka
bağdandır; a vergisi bol sevgili; sofran pek büyük senin.
Baht kısmeti; yürü, bahtı ara;
baht pılıdan pırtıdan yeğdir; haraç mezat, haraç mezat.
Yeter; çünkü doğuşları doğurtan
o nurun y ardımından gönüle bir esintidir geldi.
XXXV
Âşıklardan kaçan, bir kere daha pişman olur hocam.
Abıhayat kaynağına yönelen cana ne mutlu.
Senin testini taşıyan kişi, sonucu, padişahın işret haremine
girer.
Senin yüzünden denize dönse, umman kesilse gene de insanın
anlayışı, dardır, dar.
Yürü, bir gönül ehlinin gönlünde yer tut; katre bile denizde inci
olur, mercan kesilir.
Her zerrenin oynayışı, kendi aslıyladır; kim kime meylederse o
olur gider.
Yüz yıllık kâfir bile seni görse secdeye kapanır; hemencecik
Müslüman olur.
Meylediş, heves ediş çekişiyle canla gönül, dilberin sıfatına
bürünür, sevgiliye döner.
Âşıkın yolundaki sivri diken bile, sonucu, güllük gülistanlık
olur.
Sözü kapat, aklını başına devşir; yoksa gönlün darmadağın olur
gider.
XXXVI
Kemendin gönlümü çekeli, Yusuf’um kuyudan çıktı, ovaya koştu.
Yusuf gibi beni kuyuya atan yok mu, gene feryadıma o yetişti
benim.
Lûtuf ipini şu kuyuya salınca gönül bahçesinde güller, nesrinler
bitti.
Kay serin bile, köşkünden o kuyuya gönlü aktı; çünkü kuyu cennete
döndü, güzelim bir köşk kesildi.
A kuyu dedim, ne oldu o karanlığın? Dedi ki: Güneş bana baktı.
Ne donmuşsa ısındı şimdi; aşk koru bu, kırağı b ırakır mı hiç?
Rum kayseridir bu, Zencilere saldırdı; o öylesine bir er ki kâfir
oğlanı ona, eşsiz, tek er demiştir.
* Cehenneme vuran, gönül
ışığıydı; o ışıkla doldu da açılıp saçıldı; daha yok mu demeye koyuldu.
Cehennem ona dedi ki: Can
bağışla bana, öylesine bir can ki Tanrı’dan her kesileni sömürüp yutayım.
A lûtuf denizi, geç şu ateşin
üstünden; yoksa öldüm, ıssım soğudu, dondum gitti.
O da, ey ateş dedi; kavmimi tez
ver bana; onları Tanrı seçti.
Ateş, birer birer hepsini onun
eline verdi de ateşin dedi, nurumdan kurtuldu.
Tebriz’den Şemseddin’in yüzü
parladı, ışıdı; dünya ışığının anahtarı zaten güneştir.
XXXVII
Dostun cefa çekici olması
iyidir; ödağacının ateşte bulunması yeğdir.
Cefa kadehini içmek, pek
güçtür, pek zordur; fakat do stun elinden gelirse hoştur.
Keremle, lûtufla nakışlanmış kadehle zehir bile sunulsa içmeye
bak.
Altında ateş varmış; gam yeme. Aşk Halil’dir, çıkar onu ortaya.
Ateş Halil’e karşı soğur; güzelim söğüt ağacı gül, yasemin
kesilir.
Onun çevgenine karşı bir top ol da gökyüzü ay ağının altına
serilsin.
Çevgenin vuruşlarıyla gama düşse, vurulup o yana bu yana
yuvarlansa bile top gene de oynar durur.
Hasılı, mey danın birincisidir, her ay parçası atlının kıblesidir
o.
Tamamıyla yonuldu, yuvarlandı mı, yonulma derdinden kurtulur
gider.
Darmadağın bir hale gelen, iki dünyada darmadağın olsa aldırış
bile etmez, emindir.
Tebriz’in övüncü Şemseddin; senin doğun, ne beş duygudadır, ne
altı yönde.
XXXVIII
Gül kızıl elbiseler giyinir ya, ben bilirim nerden giyindiğini.
Söğüt yaya olarak saf düzer ya, kaza ve kader ne takdir etmişse
onu yapar ancak.
Süsen kılıçla, yasemin siperle... her biri savaş tekbirini
getirir.
Yoksul bülbüle o gül neler eder ah; âciz bülbül neler çeker,
neler.
Bahçe gelinlerinin her biri, o gül bize işaret ediyor der.
Bülbülse gül der, bu başsız-ayaksız için cilveleniyor.
Çınar ağlaya inleye el kaldırmıştır; ne dua ediyor, söy ley ey im
sana.
Goncanın başucunda şikâyet eden kim, menekşenin boynunu iki büklüm
büken kim, anlatay ım sana.
Güz mevsimi birçok cefalar etti
amma seyret de gör, bahar ne vefalar etmede.
Güz mevsiminin yağmalayıp
götürdüğü her şeyi bahar mevsimi bir bir vermede.
Gülü de, bülbülü de, bahçe
güzellerini de anış bahanedir; neden yapıyorlar, niçin işliyorlar?
Aşk gayreti bu; yoksa dil,
Tanrı inayetlerini nasıl anlatabilir?
Tebriz’in de, dünyanın da
övüncü Şemseddin, gene hatırınıza riay et etmede sizin.
XXXIX
* Yusuf’un gömleği, Yusuf’un
kokusu geliyor; bu ikisinin ardından da kendisi gelecek.
Lâ’l renkli şarabın kokusu
muştuluk vermede; ardımdan kadeh geliyor, şarap kabağı geliyor.
Ben Tanrı’yım diyen nefsin
Mansûr oldu; Tanrı nuru kat kat geliyor ona.
Taşlanmaktan denize hiçbir
ziyan gelmez; belâ
taşları testiye geliyor fakat.
Gönlün ötesinde abıhayat var; dereyi kaz, dereye su geliyor.
Ateşli bedene su serp; şu toprakta yel, ordan esip gelmede.
Aşkla akıl, evin içinde savaşıp durmada; gürültü her an mahalleye
dek geliyor.
Âşık, varından yoğundan ne verirse sonucu hepsi de ona gelir.
Gelin, kocasından birçok şeyler alır, götürür amma kendisi de, çeyizi
de sonunda kocasına gelmez mi?
Gökten yemek mi istedin; kalk öyleyse, kendinden el yıka; geliyor
yemek.
Muştuluk ver ey aşk; Tebriz’den, Şemseddin’den yeni bir âyet
geliyor.
XL
Seher çağı senin yüzünü görmek, bak da gör,
nasıl da derdimi yatıştırdı gitti.
Âşıkların gönüllerine ne çeşit bir ateş saldı; sırlara ne biçim
bir haber ulaştırdı.
Lütfetti, kerem buyurdu da beni yanına çağırdı; canıma olgun mu
olgun bir şarap sundu.
O şarabın sâfını canlar içti; bulaşık kâseyi de bedenlere verdi.
(s. 277) O şarabın arılığını duruluğunu canlarda ara; çünkü
bedenlere ancak bu adı taktı o.
Sana gönül tuzağı Tebriz’dedir; biteviye rahmeti o tuzakta ara.
XLI
Ah, o aydın mumda ne vardı ki gönüle ateş saldı, gönlü kaptı
gitti.
A gönlüme ateş salan; yandım ey dost, gel, çabuk çabuk.
Gönlün şekli, yaratık şekli değildir; gönlün
yüzünden Tanrı cemali yüz göstermiştir.
Onun şekerinden başka bir çare
yok bana; onun dudağından başka bir şey fayda vermez bana.
Hatırla, hani bir seher çağı şu
gönlüm saçının bir bağını çözmüştü.
Hani canım ilkönce seni
görmüştü de senin canından bir söz işitmişti.
Gönlüm senin kaynağından su
içince gark oldu gitti, beni sel götürdü, sel.
XLII
Senin aşk ateşin kılavuz oldu
da dün gece gönlüm gönüller ay dınlatan sevgiliyi buldu.
Dün gece benimle konuştu
sevgili, sıcak soluğuyla ciğerimi y aktı benim.
Artık onun soluğuna, onun
düzenine karşı ne diyebilirim ben? Zaten o, hilede herkesten üstün, herkesten
yaman.
Şu gönlüm böndü, hile, düzen nedir bilmiyordu; hilelerini gördü de
kötülükler öğrendi.
Dünyada şehvetten meydana gelen her çeşit zevk, peynir gibi her
uyuza dert olur gider.[9]
Ah, dün gece hep bu vaadle geçti; öpücük vereceğim, öpücük
vereceğim dedi durdu; sonucu sabah oldu gitti.
Çıplak sevgili, elbiseye meyletti de akıl bir kere daha kemer dikmeye
koyuldu.
XLIII
Aşk beni herkesin içinden seçti; geldi de sarhoşça yanağımı
ısırıverdi.
Şükürler olsun ki o Ca’ferî altın madeninden yüzüme eşsiz,
örneksiz bir çakı yarası geldi.
Başımda bir ululanma havası varsa gene onun bana üfürdüğü
soluktandır.
Gözlerimi Ay haline getirdi de gök kubbe,
yüzüme bir gök duvak çekti.
Şarap pek bol, fakat bir tek kadeh bile yok; öpüş birbiri üstüne,
fakat dudak görünmüyor.
A kâfirlik gecesi, senin Ay’ınla din günü kesilen; a soluğuyla
Yezîd bile Bâyezîd’e dönen,
* Nerde köpek nefis; tut ki bütün dünya nefis kesilmiş; denizin
dudağı nerden murdar olacak köpek yüzünden?
Tanrı kilidi bundan önce çok kan döktü; fakat artık anahtar geldi,
biz onun kanını dökelim.
Kutlu kişiyle şehit olan kişi, aynı dereceye ulaşsın diye, can
kutlulukla nefsi öldürür gider.
Beden köpeğinin köpekliklerinden kurtulsa bile, hiçbir av o
avcıdan kurtulamaz.
A bunamış ihtiyarı yeni baştan gençleştiren, sevgilinin yüzünden,
binlerce kurumuş, kadid olmuş beden terütaze bir hale geldi.
A ölmüş gitmiş kişinin bedeni, mezardan çık; yüce Arş’tan Sûr
üfürdüler.
Sus da susanların davulunu
dinle; Tanrı yeni bir ömürle güç kuvvet versin sana.10]
XLIV
Dün gece dövüşken gönül,
kiminle kavgaya girişmişti; kimin yumruğu gözünü gömgök etmişti?
O doymak bilmez gönül, şarabın
aşkıyla başkalarından tam yedi kadeh fazla içmişti.
Sarhoş olmuştu; mahallenin
başında, uykumu kimler çaldı diye ellerini çırparak yıkılakalmıştı.
Şu bekçi gelmiş de elbisesini
almıştı; derken öbürü gelmiş, kemerini çözmüştü.
Derken bir çeng çalan gelmiş,
telleri bir okşamıştı; o argacı arışı o lmay an, o eni boyu bulunmayan gönül,
belinlemiş, uykudan uyanıp sıçramıştı.
Elbisenin gittiğini görünce
sarhoşluğu kalmamıştı; ziyanı görmüştü, kâr sevdasından vazgeçmişti.
Sâkî, onun ateşlere düştüğünü görünce kadehi almıştı da duman gibi
ona doğru koşmuştu.
Onun gamına, gönüller açan şarabı dökmüştü de devlet ona yüz
göstermişti.
Ölümsüzlük bahtını bulmuştu ya, git be elbise demişti; yokluk
zevkini görmüştü ya, ne diye varlık arayacaktı artık?
* Yıkık dünya baykuşlara helâl; yüzlerce cumartesi Musevîlerin
olsun varsın.
Biz yıkılmışız, meyhane erleriyiz; kalk, kadehi doldur, gel, tez
sun bize.
Bu kadeh o kadar lâtiftir ki göze görünmez; beden, can şarabını
tadamaz bile.
Şu bayram davulu kulağa ordan geldi; ödağacının feryadı ate şte
olur.
Yeter artık, sus, aşk duvağına gir; çünkü dilber güzel, halbuki
binlerce de hasetçi var.
XLV
Meyhaneye vakfolmuş can, bahar yaşayışı... Kendine gel, ömrün bir
böylesine aklı başına geldi işte.
Dünyada can da elimi tutmada; dünyanın gözü sözlerime kulak
vermede.
Gönül çıkageldi de önüme oturdu; başını çatmıştı, yorgundu,
hastaydı âdeta.
Elimi tuttu da başına koymaya, a dostun derdinde bana y ardım eden
demeye koyuldu.
Başımın ağrısı dedi, ne safradan, ne hararetten; başım aşk
şarabıyla mahmur mu mahmur.
Canım feryatlarla tambura döndü; gönlümün halini tellerin sesinden
duy.
A şekeri, gönlümü avlayan, bunların hepsi de cilve, maksadı sensin
ancak.
XLVI
Niceye bir zamanenin şu yeni
yolu, yeni nağmesi; o, evveline evvel olmayan dostun perdesini çal.
Deniz suyundan çek Firavun’un
ateşini; at ateşe Nemrud’un tahtını.
Şu dönen göğü Tanrılığa lâyık
görme; yıldızlarla Ay’da bir irâde, bir ihtiyâr var sanma.
Güneşlerin güneşi sensin; şu
gök kubbede dönüp duran Güneş’se başı bağlı bir topal eşektir sanki.
Yel, kendisini tanıdı, haddini
bildi de eğildi, onun için saman çöpleri gibi muhtaç değil.
Saman çöpüyse öyle göz
dikmiştir; çünkü çöle, mağaray a çeken, yeldir onu.
Taş, o suyun içinde şaşkın bir
halde kalmıştır; boyuna sel içinde kulağını oynatır durur.
Kötü olalım, iyi olalım, bizden
bilme bunu; biz çengleriz sanki, gönlümüzse teller.
Gâh güzelim, taze bir nağmey i
okşayadur; gâh ondan geç, kuruy a yüz tut.
Şu çengin gönlünü okşamasan
bile kucağına alırsın ya, bu da yeter.
* Fakat okşarsan “nur üstüne
nurdur”; şarap hoştur, hele bahar vakti olursa.
Herkesin yuları aşkın
elindedir; şu yükün altında sarhoş develeriz biz.
Sen gâh bir arslan şekline
bürünürsün, halk av gibi ondan kaçsın diye.
Gâh da halk susuz bir halde,
canlar vererek ona koşsun diye bir su şeklinde görünürsün.
XLVII
Tertemiz, güzel görünüşlü biri
var mı ki yücelere baksın.
Şu balçıktan arınmış biri var
mı ki denizi seyretsin.
(s. 278) Yahut da Kafdağı’nın
beline ayak bassın da Zümrüdüanka’nın kanadını görsün.
Bakış, güneş yüzünden sarhoş
oldu mu, bakış
da elsiz-ayaksız bir hale
gelir, görüş de.
Aşk ışığından yardım görmüş
biri var mı ki boyuna oraya baksın, orasını seyre dalsın.
Su, suyla sâf bir hale gelir;
görüş de gene görüşle düzene girer, görüş elde eder.
Tamamıyla görüş kesil; çünkü
Tanrı tapısına ancak görüştür yol bulan.
XLVIII
Senin sarhoşunum, şarapla,
afyonla sarho ş değilim ben; kucaklaşma çağı; gel, nerde kucaklaşma?
Sıçra, baharda ağaç gibi, yel
gibi sen de sarhoşça bir kıyıyı tut.
Te rütaz e dal, yel yüzünden
bir yana tutundu, bir kucak buldu da benim gibi kararsız bir halde oynamaya
koyuldu.
Bu haber gayb âlemi güzellerine
ulaştı da yüzlerce eşi görülmemiş güzel, çıkageldi.
Lâle, yanaklarını, yüzünü
kızarttı da dağdan, ayağı balçıkta olan sünbül çimenlikten erişti.
Süsen kılıçla, yasemin siperle,
yeşillik yaya, terütaze gül atlı olarak ulaştı.
Fındıkla haşhaş ovaya geldi,
naneyle tere ırmak kıyısına.
Dostun dostundan bir yardım
bulmak için yeşilliklerin arkları, ayrı ayrı.
Bütün helvacılar işe koyulmak
için şekerlerle, fıstıklarla dopdolu dükkânlar açtı.
Meyve satanlar her tepenin
başında meyveler saçtılar, davullar çaldılar.
Fakat sen gülden bahset, çünkü
gül onun rengindedir; boyuna kokuya dair sözler et, çünkü peridir sevgili.
Bülbül, kumru, daha yüzlerce kuş,
ziyaret için bağa bahçeye geldi.
Nerkis gözceğizin gibi
susuyorum; artık çay ırlıkta çimenlikteki kuşların hutbelerine kulak ver.
XLIX
Kapıyı aç, bir başka ham kişi geldi; iki üç kadeh sunuver.
Hadi, işte yolun ucuna geldik; iki üç adımcağız daha at, biraz
daha yoldaşlık et bize.
Şu uzun yolla nicesin hele? Her adım başında bir başka dert, bir
başka tuzak.
Fakat bal madeni nerden derde düşecek? A güzelim, senin bundan
başka daha üç yüz adın var.
Sen sarayın damını da kapamıştın, kapısını da; fakat o hüküm bir
başka damdan geldi çattı.
Gökyüzünün hörgücüne çıksan gene kaza ve kader sana bir başka
hörgüç verir.
A güzelim, senden yüzlerce gönül isteğini elde ettim; fakat gönlün
gene de bir başka isteği var.
* A yüzü, yanağı, bir başka Rum ülkesi olan; a ortadan ayrılmış
saçları bir başka Şam ülkesi kesilen.
Öyle bir Rum ülkesine, öyle bir
Şam diyarına git de bir başka devlet râm olsun sana.
Lûtfun güneş gibi herkese, her
şeye yayılmış; beni de bir başka şey say, bana da lûtfet.
Her seher çağı güneş, tapına baş
kor da bir başka kul kabul et diye y alv arır sana.
Sana da, çevrendekilere de her
anda Arş’tan bir başka selâm gelir.
Tanrı yoluna düşene harfsiz,
sözsüz, gam vaktinde de bir başka haber gelir, neşe zamanında da.
Bu gamla neşe, gönlün
yularıdır; fakat Tanrı devesinin bir başka yuları vardır.
Ne kutlu andır o an ki ağzımı
yumarım da candan bir başka söz duyarım.
Yükümü bu yandan derer,
devşirir, o yana çekerim de orda bir başka düzen görürüm.
* Dünya yaşayışı, dünya zevki,
bana haram olur da, bir başka Beytü’l-Haram görürüm.
Ne şaşılacak şeydir ki gönül
küpüm kırıldı mı, şu şarap bir başka olgunluk, bir başka tat kazanır.
Tamam olmadım diye tövbe etmeye
kalkışma; tamam olduktan sonra da bir başka tamamlık var.
Yeter, susayım artık; a dost,
tut ki bir iki üç mim’i, iki üç lâm’ı sen söyledin.
L
Acı; baştan başa yara olsam
hastalığımı gider, sabır melhemini ver bana.
Bana boyuna zehir sunsan,
zehirler içinde yüzdürsen beni, gene de zehrimi şekerlere gark et; şekerler
içinde dalgalandır beni.
Deniz, zehir gibi acıysa da
sedef incinin canını korur.
Ekşi suratlı bulut, gam
arttırır amma rızka, yağmura ait müjdeyi sen verdin ona.
Ana, tepesinden tırnağına dek
acıyıştır amma
Tanrı acıyışını babanın kahrında seyret.
Gönül gözüne yeni bir sürme gerek; yoksa göz, sürmenin yolunu
nerden bilecek?
Ömer’in zamanında Basra’nın bir mahallesinde yıkık bir yoksul evi
vardı.
Yoksul, müflisti, kimsesizdi, çoluğu çocuğu çoktu; evdekilerin her
biri öbüründen beterdi.
Her biri dilencilikle tanınmıştı; halk onların dilenciliğinden çekinir
dururdu.
Geceleyin yorganları ay ışığıydı; gündüzün her biri ordan oraya
dolaşır, gezerdi.
Yokluklarını, yoksulluklarını anlatsam ya gönlündeki derdi
arttırır, ya başın büsbütün ağrır.
Vergili bir padişah ava gitmişti; dönüşünde ay ağının tozuyla o eve
uğradı.
Susamıştı; kapıyı çaldı, su istedi. Evden bir yetim çıktı kapıya.
Dedi ki: Su var, fakat testi yok. Yetimlerin
suyu, gözyaşıdır zaten.
Şah, orda oyalanırken ordu
geldi çattı; hepsi padişahın çevresini Ay’ın çevresindeki yıldızlar gibi
kuşattı.
Padişah, hatırım için dedi, her
biriniz bu topluluğa altın verin.
Padişahın devleti sayesinde o
ev hazine kesildi; her yanı ışıdı, altı üstü bezendi.
Bu iş şehirde duyuldu; şehirde
bir gürültüdür koptu; herkes görmek için ardı ardına gelip duruyordu.
Birisi, a müflisler dedi, geçe
geçe ancak bir günceğiz geçip gitti.
* Dün haliniz herkesin gördüğü
gibi kün- feyekûndu; bu baht bir günün içinde kimseye çatmaz.
Bahtı yaver olsa da sonucu, gök
kubbe altında bu devlete ermez, bu kadar tanınmaz.
Ev sahibi dedi ki: Vergili
birisi uğradı bize, bu eve bir rahmet gözüyle baktı; işte hepsi bu
kadar.
Hikâye uzundur, fakat bir işaret yeter; görüşün uzun olsun, sözün
kısa.
LI
A eşsiz güzel, meyhane beyi sensin; meyhane senin yüzünden böyle
kararsız.
Bütün meyhane senin yüzünden yıkık; bütün sırlar sana karşı
apaçık.
Meyhaneye vakfolmuş can, bir de üstün ömür... Kendine gel, ömrün
bir böylesine aklı başına geldi işte.11]
Dünyada can da elimi tutmada; dünyanın gözü sözlerime kulak
vermede.12]
Avucundaki toprak, gözlerime tutya; vaadin kulağıma küpe.
(s. 279) Eski şarabı dök, saç âşıklara; yepyeni bir resim yap
âşıkların gönlüne.
Bir oyuncaktan ibaret olan şu geçici kadehi götür; bizim o erkekçe
kadehimizi getir.
Şarap ateşini dök başına çekinip sakınmanın; eyvahlar olsun haline
o çekinip sakınan zahidin.
Tanrı ezelî şarabı sundu mu, er olan o Tanrı şarabını ercesine
alır, içer,
* Can, gelişip yetiştiren şarapla, “Rableri suvarır onları”
şarabının kadehiyle gelişir, y etişir.
LII
O, yüzü ekşi hoca geldi; o şeker, sirke gibi ekşimiş gitmişti.
Ne şaşılacak şey; herkese karşı yüzünü ekşitir durur. Yoksa
herkese karşı hoştur da bize mi yüzünü ekşitiyor?
Fakat herkesle hoş olsun da yalnız bana yüzünü ekşitsin; bu,
hocanın keremine lâyık değil.
Bundan da vazgeçtik; o güpgüzel, o hoş mu hoş yüzün ekşi durması y
azıktır doğrusu.
Nerde hüzün varsa yüzünden neşelenmiş, gülmeye koyulmuş; nerde bir
ekşi varsa lûtfunla tatlılaşmış a benim güzelim.
Ne neşeli, ne hoş zamandır, o zaman ki sevgili dudak altından
gülsün dursun da lala suratını ekşitsin.
Yüzünü ekşitiyorsan gel, bir şart koş; y arın
yüzün ekşi olmasın.
Allah aşkına olsun, yeni bir töre kurma; helvanın ekşi olması âdet
midir hiç?
Bu yüz ekşiliği kuyuda olur, zindanda olur; hiç kimse bağın
bahçenin, seyrin seyranın ekşi olduğunu görmüş müdür?
Güzeller Yusuf’u, o güzelim gül, zindandayken bile yüzünü
ekşitmedi.
Hattâ duvar, kapı dile geldi de a padişahımız, a efendimiz, ne
diye yüzün ekşi değil diye sordu.
Dedi ki: Sirkeye gark olsam yücelerden gelen rahmet, hiç beni ekşi
bırakır mı?
Bana aşk verir de o aşk eş dost olur bana; bütün ekşilikler şaraba
gark olur gider.
* Can sarhoş olur, el çırparak ta sağ yana dek gider; orday sa hiç
ekşilik y oktur.
Yeter, sus da ballar, şekerler içinde dalgalan; çünkü vefa
sahibinin keremi seni hiç ekşi b ırakmaz.
LIII
A batının da padişahı, doğunun da; dünyada senin mislin
yaratılmamıştır.
A her sakınıp çekinenin sâkîsi, şarap sun, padişahlar padişahının
sızırılmış şarabını sun bize.
Söz kadehini, hararetiyle her bunamış pelteği söze getiren,
konuşturan kadehi sun.
Canlara hükmedensin, mutlak padişahsın; düşünceyi tut, çek
şaşkınlık kapısına.
Güzelliğinin cenneti, bir görünürse cehennem bile her kötü kişiye
cennet kesilir.
Kaçarsan kimse yetişemez sana; fakat biz senden kaçarsak hep
öndesin sen.
Karanlık da şaşmış kalmıştır sana, ay dınlık da; ya Hak’sın sen,
yahut Hakk’ın nuru.
Şimdi gece de nura gark oldu, gündüz de; Ay’ın ne batıdadır, ne
doğuda.
Yalvarırsın, bedava şarap
sunarsın; deniz huylu, esirgeyici bir sâkîsin sen.
Daima ölü olmak, daima sâf bir yüreğe
sahip olmak gerek; hocam, keskin akıllılık ahmaklıktır.
Düşünceye dalmak, canların
rahatı olsaydı akıl şarabı da aramazdı, müziği de.
Eğer bensen neden ayrısın
benden? Eğer Vâmık’san ne diye Azrâlık ediyorsun?
Gonca gibi güle göz yumuyorsun;
yürü, bu diken çekmeye lâyıksın sen.
Canın gül bahçesine âşıksın ya,
padişah bile olsalar, senden başkaları diken çekicidir ancak.
Sus da kapının açılmasını
gözet; niceye bir her anlaşılmaz sözün peşinde koşup duracaksın?
LIV
Canın, başın için olsun, doğru
söyle; vergide, güzellikte neden teksin sen?
Güneşe benzeyen yüzün öylesine bir buluşma, kavuşma günü bağışlar
ki hiç ayrılığı yok.
Herkesten gönlümü keseyim, herkesi gönlümden söküp atayım da senin
vefana kavuşmak için gayret kemerini kuşanayım.
Fakat bana, yürü git, sabret dersen işte buna gücüm kuvvetim
yetmez; bu teklifi yerine getiremem ben.
A sevgili, ayrılık pek zor; hele öpüşüp koçuştuktan sonraki ay
rılık.
Akılla can, babayla anaya benzer; halbuki ikisi de sensin; a
dostum, nasıl isyan edebilirim sana?
Rum ülkesi sevginle bir ah ederse, tütünü ta Şam’a gider, Irak’a
ulaşır.
Âşıkların gönül perdesinin ardında ay yüzlü, şeker dudaklı, gümüş
bacaklı güzellersin sen.
Hepsi de senin lûtuf çayırında, ihsan çimenliğinde oynamada,
gerçeklik, uy gunluk sağrağını çekmede.
Hepsi de ellerini çırpmada, lâtifeler ederek
diyor ki: Şeref de bu, şan da bu, cihan da bu, can da bu.13]
Hırsız altınını çalana müjde; karısını boşayana müjde.
Hele bütün dünyadan vazgeçip öylece tek kalana tam müjde.
Hasılı, nasıl Muhammed’in önüne Burâk çektilerse bu çeşit kişiye
de aşk armağanlar sunar.
Gönül Burâk’ı onu tezce alır, yüce, kat kat göklerin de üstüne
çıkarır.
Canın başın için olsun, kalanını sen söyle; çünkü iştiy aktan
ağzım tutuldu, sözden oldum.
Eğri büğrü, ne söylediysem sen doğrult; çünkü mühendis sensin,
bense bir ameleyim ancak.
LV
Tövbe topal ayakla yolculuğa düşer; sabır o dar kuyuya yüzükoyun
düşer gider.
O çeng terengâ-tereng diye nağmeye başladı mı, benimle sâkîden
başka kimsecikler kalmaz.
Akıl bunu görünce, deli gönülle savaşa tutuşmuşken fırlar,
dışarıya kaçar.
Meyhanenin başköşesi, başköşeden, ad san, âr, hayâ bağlarından
kurtulan kişinindir.
Gönlünü düşünceden arıtan, gönül huzuruna eren, âdeta timsahın
ayağından kürek yapıp kayık süren kişiye benzer.
Bir arpa kadar altın düşüncesine dalan, yuları takılmış, semeri
vurulmuş bir eşektir.
Sen dostumsun benim, vazgeç eşekten, sat şu eşeği de esenleş,
kurtul gitsin.
Salağın biriysen eşeğin kuyruğuna yapış, gidedur; dilsiz anahtar o
lmaz zaten.
A Mesîh, eşeklere sır söyleme;
şuh sâkînin elinden şarap içmişe bak.
LVI
Bu aşka boyanmayan kişi, Tanrı
katında ancak çerçöptür, taştır, topraktır.
Aşk her taştan su fışkırtır;
aşk aynadan tozu, pası giderir.
Kâfirlik savaşmaya geldi, inanç
barışmaya; fakat aşk, savaşı da ateşe vurdu, barışı da.
Aşk gönül denizinden baş verir,
ağzını açar da timsah gibi iki dünyayı da yutuverir.
Aşk ne hiledir, ne düzen; gâh
tilkileşip gâh kaplanlaşmaz o.
Aşktan yardım üstüne yardım
geldi mi, can kapkaranlık, dapdaracık bedenden kurtuluverir.
(s. 280) Aşk daha başlangıcında
bile baştan başa şaşkınlıktır; akıl aşka karşı şaşırır; can aptallaşır gider.
A seher yeli, gönlüm Tebriz’de;
durmadan, dinlenmeden kulluğumuzu bildiriver.
LVII
Bir kere daha sevgiliye geldik, hayran hayran bakarak o eşsiz
sevgiliye ulaştık.
Bütün yol boyunca başımızı yerlere koyup secdeler ederek yılan
gibi ta o definenin başucuna geldik.
Misk ceylanının kokusu burnumuza geldi de ona tuzak kurduk; fakat
kendimiz av olduk.
İnsanın kurduğu tuzak, bu ava lâyık değil; peki, öyleyse sen söyle,
ne iş için geldik biz?
Bıldır, paramparça gönül senin yamanı görmüştü, bu yıl da ona
tamah ederek geldik işte.
A tüm varlık, bizden yan çizme; çünkü varlığımızdan tamamıy la
geçtik biz.
* Yıldız gibi, kâfirlik şeytanına ateşler saçarak, kıvılcımlar saçarak
geldik.
*
Ebabil kuşları gibi ululuk
filine taşlar atarak,
*
kökünü kazıyarak geldik.
Tekrar âşıkların yüzlerini görünce saçı saçmak için gümüşlerle
dolu tabakla geldik.
LVIII
Derdinle sevda yurdu oldu gönlüm; seni araya araya her yana gitti
gönlüm.
Zühre yanaklı, ay yüzlü sevgiliyi istiyor; göklere bakınıp duruyor
gönlüm.
Derdine döşeme kesilmiştim; baht yardım etti de sonunda şu aparı
tavanın üstüne çıktı gönlüm.
Ah, bugün neler oldu gönlüme; dün birisi neler söyledi gönlüme?
O söyler aşk incisinin isteğiyle, deniz gibi dalgalandıkça
dalgalanıyor gönlüm.
Gündüz geldi, gecenin çarşafını yırttı; bundan sonra da
neşelenecek, seyre dalacak gönlüm.
Gönlünden gönlüme ne ince anlamlar, ne gizli
işaretler geliyor; ah, gönlünden gönlüme nasıl bir yol var.
Gönlüme bir acımazsan yok mu;
vay gönlüm, vay gönlüm, vay gönlüm.
Ey Tebriz, Şemseddin’in
hevesiyle niceye bir Ülker yıldızına gidecek gönlüm?
LIX
Seher çağı sevgilim sarhoş,
kendinden geçmiş bir halde geldi, kucağıma oturdu.
Kızmıştı, kavgaya başladı; sen
bir putsun dedi, ben de Âzer’im.
Sen iki kanatla uçuy orsun, ben
yüz kanatla uçuyorum; sen iki kişiden güzelsin, bense iki yüz kişiden de daha
güzelim.
Senin alt y anına oturdum amma
bu, lûtfumdandır benim; iş erlerinden, iki baştan da üstünüm ben.
Benim bir kadehim sizin yirmi
kadehinize değer; herkesin bilmesi gerekir ki bir başka erim
ben.
Benim sağrağım dudağına dek
dolu; başkalarının sağrakları yarım; canım, gönlüm pek büyük, fakat beden
bakımından arıkım ben.
Benim yüzümü baş gözü göremez;
çünkü bu y andan değilim, o yandanım ben.
Ben gönülde gizliyim, gönül de
gizli zaten; bu yüzden bu iki sedefin içinde gizlenmiş bir inciyim ben.
Benden bir kadeh fazla içersen,
senden iki yüz testi fazla içerim ben.
Keçi gibi koşar, iki yüz dağa
atlarsan dağın da karnını y ararım, keçinin de ben.
Koştum mu Ay benimle eş olamaz;
sıçradım mı gök kubbe çemberim olur benim.
Elimi silaha attım mı, güneş
hançeri, hançer olur bana.
Kevserimden ıslanmadın ya; bu
gazel kuru görünür sana.
Kör değilim, fakat bir kimyam var; onun için bu kalp parayı satın
alıyorum ben.
Parça buçuğum sevgiliye lâyık, sevgilinin, tümüm de; ne gam beni
yiyebilir, ne gam yerim ben.
LX
* A soluğu tertemiz, a ayağını diremiş er; ümmetlerin hayırlısını
korkutmaya, o ümmete öğüt vermeye geldin sen.
Kalem gibi, ezelî aşk kâğıdına, gönlün buyruğu olmadıkça baş
komazsın.
Sancağın perçemi gibi senin yelinin, senin lûtfunun neşesiyle
oynayıp duruyoruz.
A hoca, güle oynaya nereye gidiyorsun? Nereye mi; yokluk alanının
açılış yerine.
Hoca, hangi yokluktur bu yokluk, söyle. Evveline evvel olmayan
sözü, evveline evvel o lmay an kulak duyar.
Aşk gariptir, dili de garip; Arap olmayanların
arasına düşmüş garip bir Arap gibi hani.
Kalk, sana bir hikâye söyleyeceğim; artık, eksik olmamak şartıyla
benden duy, dinle.
Şu garip hikâyeyi dinle; hikâye de garip, söyleyen de.
Yusuf’un yüzünden kuyunun dibi aydınlandı, îrem bağı gibi kutlu
bir hale geldi.
Horlukla, yoksullukta hapse düşen Yusuf, o yüce, o şerefti
gökyüzüne bakıp duruyor.
O zindan bir köşk kesildi; bağlar bahçeler içinde; cennet kesilmiş
sayvanları var, sofası var, haremi var.
Hani bir taş, bir topaç atarsın suya; su hemencecik dalgalanır,
dalgalar değirmi bir şekilde kıyıya vurur.
Hani bulutlu gecede, sabah çağı güneş gam kuyusundan ansızın baş
çıkarır.
Hani Arap, şarap içti de küpüne rahmet olsun dedi, buyruğuna uydu
gitti.14]
A akıl, hasedinden ağzımı tutma
benim; and olsun ki Tanrı tanıklık etti, nimetlerini saydı döktü.15]
Ağaç, gizlice su içer amma
gizlediği, dallarında, yapraklarında görünür.16]
Yeryüzü gökten ne çaldıysa
bahar mevsimlerinde soluktan soluğa, hepsini verir;
îster boncuk çalmışsın, ister
inci; ister bayrak kaldırmışsın, ister kalem...
Gece geçti, işte şuracıkta
gündüzün geldi çattı; uyuyan uyanınca ne vakit hamamcı olduğunu görür, anlar.17]
LXI
Seni görmeye geldik gene; senin
denizine tekrar ulaştık.
Gam selin gönül evini aldı,
götürdü; tezce gene senin ovana geldik biz.
Başımız senin sevdanın mutfağı;
gene senin sevdanın başına geldik.
Kuyunun başından yüzlerce ip
salladın; sonucu senin yücene gene geldik işte.
Zurnanın sesi cana geldi; senin
zurnanın peşinden gene geldik biz.
LXII
Gönlün boyuna bosuna kaç elbise
biçtim, diktim; kaç akıl çırağı uyandırdım, ışıttım.
Durup dinlenmesi olmayan
ihtiyar feleğe ne de şaşılacak bir dönüş öğrettim.
Lûtuf, ihsan definesi konak
oldu bana; lûtfumla, keremimle yoksulların borçlarını ödedim.
Hasılı, bütün sözüm şu üç
sözden artık değil: Yandım, yandım, yandım.18]
Mum gibi tertemizim ben; ne
biriktirdiysem hepsini de döktüm, erittim.
Yeter; nice can İsa’sına ait nice gizli sözleri eşeğin gönlüne,
kulağına zorla soktum.
Yeter, çünkü tamamlandıkça noksanı belirir; sus da o şuh güzel,
yeter artık demesin.
LXIII
(s. 281) Bir zamancağız sana Fâtiha okuturum; ondan sonra da
dünyaya padişah ederim seni.
Derdimizle kocaldın, fakat korku yok; ihtiyar gel de
tazeleştireyim seni.
Can gitse bile hiç gam yeme; seni can ordugâhına bey yaparım;
kumandan tây in ederim ben.19]
Düşüncesini bile vermeme imkân olmayan şey yok mu? Onun olmayacak
şeyini açarım, anlatırım sana.
Sana temellerin temellerine yol veririm; hattâ yol da nedir? Seni
cennetlere döndürürüm ben.
* Şimdi Kelîm’e benziyorsun, boyuna itiraz
ediyorsun amma işleri açarım sana, Hızır eder giderim seni.
— N —
LXIV
Gecenin karanlığı, benim karanlıklarımın ışığıdır; Ay’ın ışığı,
benim buluşmamın, kavuşmamın ışığındandır.
O kimya yüzünden sürçüşlerim, inkârlarım, cinayetlerim ibadet
incisi kesildi, itaat mücevherine döndü.
Gökler bile benim göklerimi görüp seyretmek dileğine düştü.
A benim burcumdaki güneş yüzlüm; a can padişahı, a şahları bile
mat eden güzelim.
LXV
Gönlümden, canımdan bir sestir geldi; bâzı bâzı da bu ses gizli
sevgilimden geldi benim.
Temelimin secde ettiği yer de odur, sonradan bana eklenenlerin
secde ettiği yer de o; benim başıma taç kesildi o, benim padişahım o.
Yorgundur, bağlanmıştır gönlüm de, elim de; Ken’an Yusuf’umun gam
eli de.
Elimi gösterdim de söyle dedim, kimin yarası bu? Dedi ki: Benim
elimden, benim hilelerimden açılmış bu yara.
Gönlümü gösterdim de bak dedim, kan olmuş gitmiş. Gördü de o benim
gönlümü alan güzelim, bir gülüverdi.
Sonra da gene gülerek yürü dedi, şükret a benim b ay ramımın
kurbanı.
Kimin kurb anıy ım dedim; sevgili, benimsin, benimsin, benim dedi.
Sabah gülüp açılınca gözlerimden yaşlar akmaya başladı; padişah
ağlayan gözlerimi gördü.
Esirgemesi yüzünden o abıhayat kaynağım coştu, suyu akıtmay a
başladı.
İşte şuracıkta abıhayatının izlerini, otuz iki dişimin dibinde
seyret.
Arş’tan abıhayat akıyor; iman ağacım o suyla
terütaze.
Bu suyun, bu suya sahip olan beyin kuluyum kölesiyim; fakat şu
hayran gönlüm benden de daha fazla kul köle kesilmiş.
Yeter, küstahça yürüme, aklını başına devşir de gizli şeyleri
bilen padişahlar padişahımın tapısında sus.
LXVI
Gece dünya düzenbaz güzellerle dopdolu; Zühre şuh dilberlerin
perdesini çalmada.
Mirrîh meclisin kurulduğunu, işretin, zevkin yerinde olduğunu
görünce hançerini beline taktı, kılıcını kuşandı.
Ay horoz gibi kanatlarını çırpıyor; yıldızlar önünde, ardında
tavuklara benziyor.
Felek tertemiz kişiler aleyhine tanıklık etmesin diye gammazın gözlerini
bağlıyor.
Bir bölük halk uykuya dalmış, bir bölük halk da avlanmay a
koyulmuş; bakalım hangi bölük
kâr edecek, hangi bölük ziyana girecek?
Bu gece kumar zarı penç ü şeş,
aşağılık kişiler gibi öyle dudak sarkıtma.
Ölümsüzlük kadehini al, uyku
kadehini bırak; uyku perdedir, apaçık bir perde.
Ölümsüz sâkîyle âşıklar hoştur;
şu arda kalanların toprak başlarına.
Onun vergili elinden, zehir
bile sunsa iç; iç de helvacıların en ulusu ol.
Aşk öze, içe benzer, dünyaysa
kabuktur; aşk helvadır sanki, düny ay sa tencerey e benzer.
Helvanın lezzetini anlatmayayım
diye boğazım yandı tadından.
LXVII
A benim güneşe benzeyen
güzelim, a benim öz padişahım; küfrüm, tövbem, özümün doğruluğu benim.
Güneş gök kubbede oynayıp
durmada, ona, a
benim oyuncum diyesin diye.
Şahıslarım senden can bulmuştur diye kapına secde etmede Nefs-i
Küll.
Nefs-i küll de sensin bana, Akl-ı Küll de, başkası da; denizimsin,
incimsin, dalgıcımsın benim.
Küfrüm benim, imanımın özü, incisi benim, suçum benim, öğüt
verenim benim, hikâye söyleyenim benim.
LXVIII
Vakitsiz gelmişsin, bâri susup oturma; insanı y ıkan, yerlere
seren bir kadeh seç de içiver gitsin.
Yaşayış kaynağından bir su akıt da sudan da yeşillikler bitsin,
topraktan da.
O gül renkli şarabı gül bahçesine çek de lâle y aseminin y anağını
ısırsın.
Canımıza şarap sun da can gülmeye koyulsun, gülünç sözlere dalsın.
Sevgili kol açıp yenlerini sarkıtarak oyuna girişti mi, düşünceye
dalış, elini çeker o meclisten.
O güzellik, o alım madenini, kinle öldürür diye şarap kılıcı gamın
boynunu vurur gider.
Meclisin damı da, kapısı da, a içenler, kahveyi ganimet bilin diye
feryat eder.20]
Uluların halkasına kulak ver; gözünü aç da göz aydınlığını seyret.
Çin, bir gözünü açsa da seni görse secdeye kapanır; senin siyah,
büklüm büklüm saçlarının elli Çin ülke sine değdiğini görür.
Neşesi, neşeli gönüle gelir, konar; Rûhü’l- Emin emniyetli cana
gelir.
Zevk anası, kucağını açtı mı, can, kızlardan da kurtulur,
oğlanlardan da.
Yeter, susayım da varımı yoğumu sâkîye vereyim; değerli inciyi
onun elinden alay ım.
LXIX
A benim şuh güzelim, a gönüldeşim, a benim rengime boyanan, dengim
olan güzelim, biraz daha beri gel.
Şu cilvelenmeye bak ki, gönlüm ona, a benim daralan gönlüm diyesin
diye daraldı gitti.
A benim öz kulum, a benim kumandanım demen için, gönülle savaş
erleri gibi savaşıp durmadayım.
Niceye bir yüzün neden sarı diye soracaksın? Senin gamından a
benim gül renkli güzelim.
Dün gece şu çenge dönmüş bedenimin feryadı, bütün gece ta Zühre’ye
dek ulaştı durdu.
Canımı bedenimden al gitsin de canım şu utançtan, şu varlık
ârından kurtulsun.
A benim dilberim, lâ’l dudaklarının letafeti yüzünden şu taşa
benzeyen gönlüm altın sarrafı oldu gitti.
Bütün savaşım senin için; canıma da bir barış ihsan et, bana da.
Bana, a benim topalım, gel dersen ay aklarım,
yelden de yörük olur.
Hevengim senin yüzünden şekere dönsün diye yığının oldum, hevenk
kesildim sana.
Sen bana aldırış bile etmiyorsun, bense zârı zârı ağlıyorum; ah,
ne yapayım, nasıl olacak da benim işimi düzene sokacaksın? Bilmem ki.
Gam Zenci’si Rum neşesinin kapısında, Rum’umu Zenci’mden al
gitsin.
Vaktin geçmesinden, yolun uzaklığından korkum yok; çünkü senin
sayende bir fersahlık yolum y arım adım oldu benim.
Kocalığım çocukluktan da iyi bir hale geldi; bumburuşuk yüzüm
terütaze oldu gitti.
Sus, susanlar gibi hayran ol da dost sana, a benim susanım, a
benim hayranım desin.
LXX
(s. 282) Canımsın, canımsın, canımsın benim. Benimsin sen,
benimsin, benim.
Padişahımsın, sevdama lâyıksın
benim. Şekerimsin, dişlerime lâyıksın benim.
Işığımsın, şu gözlerimde karar
et benim; a benim gözüm, abıhayat kaynağım benim.
Gül seni görünce süsene dedi
ki: Selvim gül bahçeme geldi benim.
İki darmadağın şey yüzünden
nasılsın? Söyle: Senin saçların, darmadağın halim benim.
A ipe benzeyen saçları ayağımın
bağı benim; a kuyuya benzer çene çukuru zindanım benim.
El çırparak sarhoş bir halde
nereye gidiyorsun? Bana gel ey gülen gülüm benim.
LXXI
Ses geldi meyhanemden; gök iki
kat oldu münâcâtımdan.
İşin sonucunda zafer geldi
çattı; sevgili hatırımı sormaya, hatırıma riay et etmeye geldi benim.
Yarabbi, yarabbi, eşsiz,
örneksiz güzel, nasıl da lûtuflarda bulunuyor, çektiğimi ödüyor benim.
İbadete döndürür o kimya, iman
haline getirir gafletimi, inkârımı, cinayetlerimi benim.
Ettiğim suçlara karşılık köşk
verir; ayağımın kaymasına, sürçmesine karşılık tatlılar bağışlar bana.
Onunla buluştuğum günün
harareti, denizin de gönlünü coşturur, dağın da.
Halkın hayalleri halka perde
olmasaydı, y anardı hayallerimden benim.
Can ordusuna deprem salar
davulum, sancağım, naralarım, kükreyişlerim benim.
Geceyarıları tanyerine yalımlar
salar, ışıklar yollar buluşma yerimin ateşi benim.
LXXII
Ses geldi meyhanemden; sevgili
geldi halimi sormaya, hatırıma riay et etmeye benim.
O ışığı sınır tanımayan ay
yüzlümü görünce haddi aştı münâcâtımın zevki benim.
Can Mûsa’m Tur Dağı’na gitti;
buluşma zamanım geldi çattı benim.
Tur nidâ etti: Kimdir o yorgun
argın ki buluşma görüşme yerime geldi benim?
Şu aydın soluk, şimşek gibi bir
çaktı da göklerim ta kubbesine dek ışıkla doldu benim.
Onun şu gönlü bizim âşıkımızdır,
bizim müştakımızdır; ayrılığımdan, âfetlerimden kurtuldu benim.
Yanıp yakılarak, binlerce
yalvarışlarla lûtfumu, karşılığımı umarak geldi benim.
Daha beri gel, daha beri gel de
bir seyret bağışladığım elbiselerimi, verdiğim bağışlarımı, ettiğim ihsanlarımı
benim.
Buluşmamı dilemede yok oldun
gitti; ölümsüz ömrü bul, varlığımda benim.
Birlik küpünden bir kadeh şarap
iç, sarhoş ol; şaraba aittir kerametlerim benim.
Padişahın yanına geldin ya, mat
ol bâri; matımsın, matımsın, matımsın benim.
A gönül, mademki padişaha mat
oldun; niceye bir söz edeceksin hay-huylarımdan, heyhatlarımdan benim?
LXXIII
Bu evden hiç çıkmam ben; bu
evin ta içinde yurt tuttum ben.
Sevgilimin evi, konaklanıp yurt
edilecek yer; kâfirliktir dışarı çıkmayı kurmak.
Başımı sarhoş olduğum yere
koyayım; kulağımı şu sesin geldiği yere vereyim: Tenen- ten tenen.
Anlamı gizli söz söyleme, beni
yola salma; yolum budur benim, kesme yolumu.
Leylâ’nın evi; Mecnun benim;
canım burdadır benim, yürü git, canımı alma benim.
Bu eve kim girerse onun da benim
gibi bu evde kalması gerek.
Kalk, o kapıyı ört; fakat ne
fayda ki yüzlerce kapı kıran, kapıdan bacadan vazgeçti artık.
Ne mutlu senin gibi çene topağı
tatlı güzelin yüzündeki ateşle başı kızışan kişiye.
O Ay’a benzer yüzünü örtüyle
örtme, a her erkeğin, her kadının, yüzüne hasret çektiği güzelim benim.
A kapısı her sınanan kişiye
kıble olan, açtığın şu rahmet kapısını örtme.
* Mum da sensin, güzel de sen, şarap da sen; sen hem Süheyl
yıldızısın, hem Yemen akıykı.
* Bundan böyle geri kalan ömrüm boyunca senden ayrılmayacağım, senin
kulağı küpeli kulunum, seninim ben.
Arslanım ateşinden kaçmıy or
senin; filim gergedanından ürkmüy or senin.
Sen gülsün, bense daima
dikeninim senin; y e şillikte dikensiz gül olmaz ki.
Geceyim ben, aysın sen, seninle
aydınım ben; gecenin canısın; gönlünden çıkarma geceyi.
Mumun, pervaneye benzeyen
canımı yaktı; bunun şükranesi olarak başımı leğene koyayım da geleyim tapına.
Canınla canım birdir; iki
bedende bir tek can gizlenmiştir.
Canınla canım bir tek güneştir
ki binlerce topluluk o güneşle aydınlanmada.
Can, tapına gelince iki büklüm
olur; dağınıklığından kurtulur gider.
Kıskançlığımdan ağzımı yumdum,
sustum; âşıkların çalgıcısına sus de.
Tebriz ülkesiyle Şemseddin’in
yüzü, can balığına Aden denizi gibidir âdeta.
LXXIV
Tortulu şarap içenim, gönlü
güzel dilberim, çevik sevgilim, o korkusuz, pervasız güzelim, sarhoş bir halde
çıkageldi.
A benim gamlara batmış âşıkım
dedi; bana bak da gönlünü neşelendir, hiç bakma kendine.
Suyla toprak yüzünden gözlerin
tozla toprakla dolmuş; tertemiz bakışlarımla arıt gözlerini.
Elini attı, hırkamı yırttı da
sakın dedi, şu yırttığımı dikmeye kalkışma.
Yüzümü yerlere sürdüm; dedi ki:
Toprağımı yüzünden silme, arıtma yüzünü sakın.
Seni ben getirdim, gene ben
götürürüm; çünkü ben arslanım, sense kuzumsun benim.
Sana neft attım, bir güzelce
yanagör; fakat benim zaçyağım adamı karartmaz.
LXXV
Ben söylemeden sâkîm kalkar; o
koca sağrağı sunar bana.
Getir dememe hacet bile yoktur;
sesimi ağızsız, dudaksız duyar.
O sınıra sığmaz vergi, o
güzeller güzeli huy, bana lûtufta bulunmasına sebep olur gider.
Ay zaten doğar, doğ deme ona;
ışığı zaten
sana vurur, vur bana demene ne
lüzum var?
A mecliste en güzel zevk, neşe; a savaşta en üstün, saf kıran,
düşman bozan.
Her yol azıtana en iyi kılavuz, zindana atılana en güzel ip.
Dünya geceye benziyor, sense Ay gibisin; sen muma benziyorsun,
canlarsa âdeta leğen.
Can zerre gibi kararsızdır, fakat seninle oldu mu yatışır; ne de
güzel yurtsun, konaksın sen.
A inanan, güvenen, muştular olsun sana, muştular olsun; buluşma çağı
geldi, mihnetler geçti gitti.21]
* Toplanın da fitneler anası lâkabı verilen şarapla, elimizden
çıkanları tekrar elde edelim.
(s. 283) Sâkî geldi; ne de güzel suvarıcı; konağa y aklaştık, ne
de güzel yurt orası.
îşin budur senin, gönlü geliştirir, oldurursun; yeşilliğin işi
gücü geliştirmek, olgunlaştırmaktır.
A sâkî, Allah seni bize bağışlasın, hiç ölme;
bize hayırlar etmedesin, velinimetsin sen.22]
A benim dayancım, güvencim,
susuzuz biz, kandır bizi, o hüzünlerin başını kesen şarapla.
Özü tertemiz, görünüşü alımlı
şarabın arılığı duruluğu bizi geliştirir, olgun bir hale getirir.
Şu sözü bırak da şarapla çift
ol; farza koyul, b ırak sünnetleri.
Sarhoşluğu ganimet bil, nağmeye
başla, neşelendir bizi: Ten-teneten ten-teneten tentenen.
Sabah ışıdı, bekçi çekildi
gitti; savaş bitti, kalkana lüzum yok artık.
Şarap bizi arı duru bir hale
getirdi; ne de güzel arıtıcı; bizim için sütle bal birbirine karıldı.
Daha da fazlasını umuyoruz,
fazlalaştırdıkça fazlalaştı sun, israf et, hem de kandırıncay a dek.
Bizi razı eden âdetlerini
yürütedur; en güzel seslerle neşelendir bizi.
Bütün develerimizi burda ıhtır;
yeryüzünde
böylesine otlak, sulak yer yoktur.
Kimdir, böyle bir sâkîyi görür de gıpta etmez? Kimdir bu puta
tapmayan?
A sınanmış er, aşk yazılarına son yoktur; en kısasıyla kes sözü.
Toplum sarhoş oldu; eş dost uyudu; şimdicek tek başına içmeye
koyulalım.
Müfteilün müfteilün müfteil; fa’lelelen fa’lelelen fa’lelen.
LXXVI
A mihnet günlerinde herkesin sığındığı güzel, gene kendimi sana
verdim ben.
Bir sevgi denizisin ki kıyısı yok; o denizin bir katresidir
erkekle kadının birbirine karşı duyduğu istek.
Arslan o sevgiyle eniklerine süt verir; padişah yoksula, kimsin
sen der.23]
Hattâ ateş İbrahim’e dadılık eder; gömlek
Yakub’un gözüne sürme olur.
Göz güneşten ışık sağar;
yasemin yeryüzünden su içer.
* Hattâ, hattâ, bunca küfrüyle
şaman bile taştan yontulma puta ibadet eder de ondan gıdalanır.
Senin lûtfunla kahır bile
dadılık eder; fakat bir düzen kurdun mu dadı tutar, çocuğa zehir verir.
Kör kurt iplik örer de, ondan
iman sahibine elbiseler olur, kefenler biçilir.
Yeter, bundan fazla anlatma,
sus da can bülbülü bu dağa çıksın, hutbe okusun.
LXXVII
O alımlı güzelim, o bugünümün
de, yarınımın da kutluluğu, gene geldi.
Gözüm onu görünce aydınlanır;
bağım bahçem de yüzündedir onun, seyrim seyranım da.
Sesim, naralarım, hay-huylarım,
sonucu, kulağına erişti.
Kapımı çalan kim, kapımda kim
var? Canım var, cihanım var, dileğim, isteğim var.
Kapımı çalmazsa vay benim
dertli başım vay; beni anmazsa vah bana, eyvahlar bana.
Uzaklaştırma gölgeni başımdan;
çözme zincirleri ayağımdan.
Ne hayaldesin a ekşi suratlı;
yürü var helvacıma, helvama benim.
Hem ye, hem de bir avuç helva
getir ki safram arttıkç a artsın.
Dert, sakalını adamakıllı
yakalamış; zebunluğun da nedir a benim babam?
A erkeğim, a erkek oğlu
erkeğim, a efendim benim; çene topağına iki üç sert yumruk indiriver.
Tulumu yırttı, kovayı attı;
benim sakam sulara battı da geldi.
A toprağa bulanmış saka diye
bağırdım; gitti oturdu, benim bağrışımı duymadı bile.
O benimdir, benim; her yana
gider, fakat sonucu, benim ovama gelir o.
Benim söz söyler incimin
parıltılarına bak da havadaki denizin coşup köpürüşünü seyret.
Deniz der ki: Atla gemiden de
benim tertemiz suyuma dal gitsin.
Katre denize dalar da inci olur
ya; deniz de benim denizimde katre kesilir gider.
Gazeli bırak da ezele bak;
çünkü benim gamım da ezelden gelmiştir, sevdam da.
LXXVIII
* Biz dönüp efendimize
gidenleriz, hem de özümüz tertemiz bir halde; biz ona itaat edenleriz.
Efendimiz ne diye bizi satın
almaya kalkışır ki? Zaten biz kendimizi ona satmış gitmişiz.
Acıkan fazla yerse mide fesadına uğrar; fakat biz onun bakışına
acıkanlarız.
Sen ebediyen zâyi olup gideriz sanırsın amma, vade verdiği yerde
onunla buluşacağız biz.
— V —
LXXIX
İnkârınla niceye bir bukalemun gibi renkten renge gireceksin?
Niceye bir dikenin avcumuza batıp duracak?
Sevgilin göklerin sırlarını bile bilir, anlar; ona göre senin
sırların da nedir ki?
Niceye bir, bu sefer yeter artık deyip duracaksın? Niceye bir
senin şu yükünü çekip duracağız?
Hekim de senin yüzünden hasta, dost da; fakat ilacın da,
hastalığında senin.
A gaflet şarabını içip de münkir olmuş kişi, ağzının kokusu
ikrarın senin.
LXXX
Perdeyi değiştir, yeni bir nağmeye giriş; bak, şimdicek
gökyüzünden yepyeni bir ses geldi çattı.
Akıldan yepyeni bir sır gelmese
ne kulak tazeleşir, güler, ne fikir.
Zühre de bunu yapar, çünkü o ay
yüzlüyü gördü; senin neşeler veren yepyeni sazını o çalar artık.
Kalk, çabuk o koca sağrağı
getir de yeni ortağın utancını giderivereyim.
Sıçra, kalk a sâkî, çalgıya
başla, yıllanmış şaraba yepyeni bir başlangıç ver, onu sunmaya koyul.
Yanağımı ısırdın ya, buna
karşılık şu yeni diş y erini bir öpüver.
Altın gibi sararıp solan yüzüm,
senin yüzünden bir altın makası elde etti; yeni bir naza giriştim mi hemen
gelip beni buluy or.
Fakat nasıl da nazlanmayayım ki
gizli-açık, her an yeni bir elbise geliyor bana, her an yeniden yeniye
ağırlanıy orum ben.
Şu yeni elbiseyi seyret; her
kıyısında senin yeni bezentiler bezeyen ustanın bir ustalığı, bir
süsü püsü var.
Yeni bir uçuş yap, âşıkların başlarına çizgin, vefalar göster de
devlet kuşu ol, aç kanatlarını.
Keremlerin, lûtufların, kanaat ehli olana bile her solukta yeni
bir hırs verir, yeni bir tamah verir.
Testiyle şarap sun, şu yeni konuk olan sağrak yapıcı pek susadı.
Sırrımı gammazlamaya yüzümün rengiyle akan gözyaşım yeter; her
biri de yeni bir gammaz.
Hızlı gir içeriye, hızlı gir; bu tezlikte yeni bir sanat vardır,
yeni bir âlet var.
(s. 284) Yeter; sus artık; senin sözlerin, aşka karşılık, yeni
elbiseciden alınmış eski elbisedir âdeta.
LXXXI
Bir solukcağız şu sarhoşun yanağına koy yanağını; bir solukcağız
savaşı, cefayı azalt.
Ele geçireceğim gümüş yoksa altına benzer şarap kadehini sun şu
elime.
Yedi göğün de kapısını sen açtın; şu yürümekten kalmış gönüle koy
kerem elini.
Yokluktan başka armağanım yok, yokluğuma var adını takıver gitsin.
Hem kıran sensin, hem kırılmışı onaran sen; kırığın üstüne sür can
melhemini.
O şekeri, o fıstığı sevme; senden bir türlü ay rılmay an bu kulu,
bu köleyi sev.
A gönül, sana elli kere söyledim; söz avlama, şu o ltanın üstüne
bas ayağını.
LXXXII
înci madeniyle uzlaştım; ay değirmisiyle barıştım.
Sirke küpü, şekerle barışmak dileğine düştü; şükürler olsun ki
şeker de barışı kabul etti.
Barış da Tanrı çekişiyle olur, savaş da; fakat barış solukla,
lâfla olmaz; kafayla, gönülle olur.
Mesîh ansızın göğe ağdı da meleklerle insan b arıştı, uzlaştı.
A lûtuf göğü, bir kere daha benimle barışırsan Mesîh’in olurum
senin.
Onun çekişi yokluğa varlık verdi; o yağ parçasına bir bakış baktı
barış.
Padişahım, barışı dilemekte; bu yüzden bütün göklere tesir etti
barış.
* Gök şu toprak yurda dadı kesildi; Öküz’le Arslan barıştı gitti.
* Sen de barış, sonucu şu kadar
bil ki şimdi cebirle kader bile barıştı.
Yeter; biz daima barıştayız;
barışı bir kalkan olarak kullanmıyoruz biz.
LXXXIII
Kocalıkta da iş var, gençlikte
de; kocaldın da öldün, fakat genç olarak doğdun.
Eşeğinin sesi kaybolduysa ne
var? Aklın seni çağırışı, Mesîh’in daveti gibidir sana.
Yalancı sabah gülmeseydi hiçbir
gönül ağlayıp inlemezdi.
Can güzeli bize yüz gösterseydi
bütün zerreler bize döner, yok olur giderdi.
Sendeki senliği bir soluk
eksiltseydin iki dünyada da sana benzer kim olurdu ki?
O güneşin kıskançlığı olmasaydı
yer yer, her zerre sâkîlik ederdi.
Avucunun bir sonu olsaydı taney
i samandan
ayırırdım ben.
Yılan, vefa suyunu bulsaydı o denizin içinde balık kesilirdi.
LXXXIV
Ay’san da, Zühre’ysen de, Ferkad’sen de şu muhakkak ki gökteki
bütün kutlu yıldızlardan daha da kutlusun sen.
Sen ne bu göktensin, ne şu gökten; pek lâtifsin sen, nerden geldin
ki?
Şekle burundun mü de ay yüzlüsün, güzel bir dilbersin, güzelim bir
boyun bosun var.
Aşk sevdası senden meydana gelmiş; güzellik de senden, güzel
yanaklı oluş da senden.
Her gönlün, her düşüncenin kaybettiğisin sen; fakat her kaybolanı
da bulansın sen.
Her mülkün, her ülkenin Hâtem’i sensin; her padişahın, her ulunun
baş tacısın sen.
* Nöbetin, göğün yücesinde vurulur; çünkü
onlara kendi soluğundan üfürdün sen.
Herhangi bir kötü, bir çirkin, sana yüz tuttu mu iyileşir,
güzelleşir, kötülükten kurtulur gider.
A bakışı her kimyaya maden olan; a varlığı her varlığa meşale
kesilen.
Bütün bu anlatılanlar herkesin hakkında söylenebilir; nerde
Tanrılık sıfatı, Tanrılık marifeti?
O gökyüzünden bir şimşek çaksa, güneş de kesada varır, gökyüzü de.
LXXXV
Ölümsüz bir aşkla telef olup gidersen, bir tek cansan yüz can
kesilirsin.
Kendin, kendine bir cilvelensen halk sarhoş olur, yıkılır,
güzelleşir, kendinden geçer.
* A benim gönlüm, açık açık iç şarabı; had vurmazlar sana; çünkü
zaten haddi aştın sen.
Had vursalar bile ne çıkar? Gelir geçer;
neşelen, çünkü sen geçip gitmezsin, ebedî bir hale geldin.
A kinlerle dolu gönül, aparı
bir hale geldin; a eski beden, yenileştin, tazeleştin sen.
Biteviye sarhoş ol, kendine
gelme; çünkü kendine geldin mi, bağlarla bağlanırsın.
Can suya benzer, bedense
toprağa; sen susun, topraktan ayrıldın, arındın sen.
Dünya küpünde bulanmıştın;
şimdi küpün yücesine ağdın, duruldun.
Işığın sönmek istedi amma yürü
git; güneşle kuvvetlendin sen.
Canın yarasaydı âdeta; bu ışığa
kavuşunca doğan kesildi.
Niceye bir girip çıkacaksın a
soluk; solukdaş geldi; kesil artık.
LXXXVI
A sarhoş gönül, nereye
uçuyorsun? Meclisin
nerde, nerde şarap içiyorsun
sen?
Her şeklin temeli sensin, senin şeklin yok; her canın dadısı
sendin, candan da münezzehsin sen.
(s. 285) Sana yüzlerce örnek getirdim, yüzlerce lâkap taktım;
fakat addan da üstünsün sen, lâkaptan da üstün.
İki dünyada da evin barkın yok; her solukta yükünü nereye çeker,
götürürsün?
Paranı aldım da akla götürdüm; a kuyumcubaşı dedim, değerini biç
bakalım.
Anlamlar parasının sarrafı sensin; her görenin gözlerine sürme
çeken sensin.
Dedi ki: Ben ne bileyim? Aşka götür; senin geçer akçene müşteri
aşktır.
Aşk mahallesinin başına geldim; geldim amma gönül de kayboldu
gitti, ben de kayboldum g ittim.
LXXXVII
* Ay yüzlüme yüzlerce müşteri
var; bakışı yüzlerce Sâmirî’ye büyü kesilmiş.
Her solukta din ondan
yalımlanmada; kâfirliğin ciğerini, can evini yakmada.
Gönül ateşi ta göğe dek
yücelmiş, ufuk onun hararetiyle kızıllaşmış.
Dün gece güzelliğin koşup duruyordu;
elinde de alev alev bir me şale vardı.
Dur azcık dedim, kasdın kime? A
Tanrı arslanı, nereye saldırıyorsun?
A ordusuyla, bayrağıyla
Süleyman kesilen; yüzüğün devin de başına taç, perinin de.
A canım, a gönlüm benim; pek
hızlı gidiyorsun; bir solukcağız bile bu şehide dönüp bakmıyorsun.
Şarabından
sarhoş olanların naralarını duymuy orsun, hiçbir
kimseyi adam
saymıyorsun.
Hay ali şöylesine bir bakıverdi
de o bakışın hararetiyle eridim, mahvoldum gitti.
Yok oldum, o yanışla yok oldum,
yok; ululuk da gitti benden, küçüklük de.
Görmüyorsan, Tebriz’in övüncü,
padişahım Şemseddin, anlatır halimi sana.
LXXXVIII
A öldürüp diriltmenin de
padişahı, mahşerin de; senin tapından başka varılacak bir tapı yok.
A kafa, dilek, istek yok sende;
olsa bile bil ki eşeklikten bu; çünkü başka bir baş satın almıyorsun sen.
A beni görenim, gözlerimin
bebekleri sana dikilmiş... A baktığım, gördüğüm güzel, can gözüm yalnız seni
görmede.
Peri gibi halktan gizlen;
periye dönmedikçe uçamaz, gözlerden gizlenemezsin.
Gönlüm kayboldu gitti; a benim
huzurum, kararım, seninle buluştuktan sonra ne diye kaybettin onu?
Şu kupkuru yerin üstünde ağır
kişiler gibi
kakılıp kalma; yücelere
ağmaktan da yüce bir değerin var.
Konağımız Arş’tır, Arş’tan da
yüce yerlerdir; ömrün için olsun, kalk ey nefis, düş yola.
Herkes küpün dibindeki
tortudur; yüce olan, başbuğ kesilen sensin, çünkü yücesin, başbuğsun da ondan.
Dedim ki: Bana bak, bize bir
merdiven gerek; onu da sabır verir sana; dur, dayan.
Niceye bir perdenin ardında,
kapının dışında duracaksın? Kapıdaki şu perdeyi bir yırtsan.
Dedi ki: Sabrım ancak bununla;
müşteri olmadıkça alım satım olur mu hiç?
Altın elde etmek hırsıyla şarap
satma; şarabın özü, altınlık eder durur zaten.
Şarap geldi mi bizi geçmezler;
sen gözlerini aç da dayan, bekle.
Şarab ı satıyorsun amma gamdan
başka ne alıyorsun ki? Din satıyorsun, âlâ; fakat ne elde ediyorsun? Kâfirlik.
Gözler onunla aydın olur; ye, iç, konak yaklaştı; muştular olsun.
* Geçici buluşmanın ölümsüzlüğü olamaz; kadın zıbıkla gebe kalmaz
ki.24]
LXXXIX
A bu daracık kafesten uçan; a yolunu gökyüzünün yücelerine
götüren,
Bundan böyle yepyeni bir yaşayışa dal; bu başıboş yaşayış niceye
bir?
Müşteri hevesiyle ömür geldi geçti; bir Ay gör, kurtul
Müşteri’den.
Bitli hırkay ı çıkardın attın; çırçıplak can kaldın; böyle daha
güzelsin.
Dört unsurdan meydana gelen beden hırkasına karşılık, sana has
boyalarla boyanmış güzelim bir elbiselik dokumuşlar.
Şu beden elbisesi, delikanlı elbisesiydi; şimdiy se olgunluk
yaşının gömleğini al.
Ölüm yaşayıştır; yaşayıştır ölüm; fakat gerçeği örten görüş,
tersine gösterir onu.
Şu bedenden çıkan canların hepsi de diridir, peri gibi görünmez
fakat.
Can gayb atına biner, eşekten de kurtulur, eşek almaktan da.
Şu arık eşeğe arpa bulma kaydıyla düny a ahırında gönlün yandı
yakıldı.
Perde kalksa şu eşeğin altın kesilir; fakat sen görmüyorsun onu.
Bedenine demir atmış can, şimdi denizlerde gemi gibi yüzer durur.
Elden ayaktan ayrıldı amma Tanrı’nın ihsanı ona Ca’fer kanatları
verdi.
Beden evi yıkılırsa ağlama; a zengin, bedeninde zindandasın sen;
bunu iyice bil.
Zindandan, kuyudan çıktın mı, Mısır’a Yusuf kesilirsin, padişah
olursun, başa geçersin.
Kuyudan, acı sudan kurtuldun mu, balık
olursun, Kevser ırmağının yanında konaklarsın.
Bunun geri kalanını sen söyle;
çünkü halk sana inanıyor a benim padişahım.
XC
însanoğlusun, insanoğlusun,
insanoğlu; fakat o soluğa yabancısın da o yüzden soluğun tutulmuş.
îçindeki insanlığı tamamıy la
yak, yandır; mahremsen o soluğa sahip ol.
(s. 286) Yeniay kendini hiçe
saydı da dolunay oldu; kendini hiçe saymazsan hiçlikten kurtulamaz sın.
însanların iyisinden,
kötüsünden kaçıp duruyorsun; halbuki iyiliğin de hepsi sende, kötülüğün de;
kendi kendinden kaçıyorsun sen.
Hırs güz mevsimidir, kanaat
bahar; dünya güz mevsimiyle kutlu bir hale gelmez ki.
Fazla sözle baş ağrıtıyorsun;
bir güzelin derdine dal da söz et bâri; Rüstem’sen arslana,
file saldır bâri.
Melek gibi göklere uç; iki büklüm olacaksan da gök gibi iki büklüm
ol da yeryüzüne küplerle, tulumlarla yağmur yağdır.
XCI
Yüz gönlüm, yüz canım olsaydı yüzünü de sana verirdim; bu yüzden
de neşelenir, sevince gark olurdum.
Şu soluk, bedenimde toprak olsaydı, baştan başa aşk, baştan başa
heves gülleri doğururdum.
Dert tarlana su kesilirdim; harmanına yel olurdum.
Gönlünde gam esmeseydi, ben de başkaları gibi soluksuz, nefessiz,
feryatsız, figansız bir hale gelirdim.
Şirin güzelimin kıskançlığı olmasaydı yüzlerce Husrev’in, yüzlerce
Ferhad’ın övündüğü bir er olurdum.
Sır kapıcısının gönlünü kırmasam dünya
kilidini açar giderdim.
Hemedan, ayağımı bağlamasaydı, her şeyi bilmeseydim, o Bağdatlı
güzele yoldaş olur, yola düşerdim.
Yeter artık; şu unutkanlığım olmasaydı her an seni anardım da
anardım.
Yeter artık; şu sözlere selvi bile haset eder de keşke der, hür
bir süsen olsaydım ben de.
XCII
Sevgilinin derdine av olmasaydım gökyüzü arslanının boynunu
bükerdim.
Elimi bağladı, yoksa şimdicek bundan da daha iyi kaşırdım başını
senin.
Güle benzer yüzünü kıskanmasaydım her gül bahçesinin bülbülü ke
silirdim ben.
Gülü bana kapı açsaydı diken gibi duvarın başına çıkar mıydım hiç?
Hiçbir iş yok ki o işi yapmasın; yoksa ne diye
böyle işsiz güçsüz kalayım ben?
Aşk, hastayı arayan bir hekimdir; yoksa böyle yaralanır mıydım,
hasta olur muydum ben?
* Halil onun için dört kuş kurban etti; keşke ona kurban olan o
dört kuş olsaydım ben.
Ona kurban olmak için şekerler yerdim; yüz başlı, yüz gagalı bir
dudu kuşu ke silirdim.
Öbür dudulara gıda vermek için de dudağı gibi ballar yağdırırdım,
şekerler ezerdim.
Bana deniz gibi bir gönül vermeseydi başkaları gibi ben de kaba
olurdum, ciğerler yerdim.
Aşk, iyiden iyiye başımda çizgindi benim; yoksa ne diye böyle âşık
olurdum, ne diye baştan, sarıktan vazgeçerdim?
Dün gece sevgili dudağımı öptü, yoksa hiç böyle tatlı sözler
söyleyebilir miydim ben?
Yazıma devlet noktası koydu; yoksa ne diye böyle pergel gibi dönüp
dururdum?
Alçalmasaydım kim görebilirdi beni; sarho ş
olmasaydım anayoldan giderdim elbet.
Sarhoşluktan eğri büğrü, sendeleye sendeleye gidiyorum; keşke
doğru yoldan gitseydim ben de.
Yahut da onun güzelim yüzlü lâleleri gibi herkesten kesilseydim de
bir dağ başına çekilseydim.
Yeter; bu ses, davul olmasaydı elbette hayallere, sırlara dalar
giderdim.
XCIII
Ah, gönül penceresine ne hoş yollu vurmadasın; yoksa sevgilimin
yüz gösterdiği pencere sen misin?
Ömrün için a fidan, ne vakit bize izin vereceksin de dalına doğru
bir geleceğiz?
O evin penceresi değilsen ne yüzden böyle ay dınsın sen?
A benim temelim, a benim madenim, seni öven sözden başka her söz
ışığının sonu vardır,
tükenir, söner gider.
Feleğin işlediği her iş geçicidir; ancak sensin ölümsüzlüğün
temelini atan.
Hırs burda sensiz bir ev kurdu; sakın a can, oturma.
Tuzağın yemi bu, ne diye yiyorsun? Soğuk demir bu, ne diye
dövüyorsun?
Hevâ, heves şerbetin zehirlidir; düşmanların düzen kurmuşlar,
pusuya çekilmişler.
Şu geçidin ardında katı bir yay var; ok gibi uç, ne diye emin oluy
orsun?
Ömür geçti gitti; zaman daraldı; a benim lûtuf, ihsan ıssı
efendim, helâk olanın tut elini.
îki dünya da benim olsa sensiz yoksulum ben, zengin olamam.
Yüzünün nurundan başka bir şeycikler istemiy oruz; aşkından başka
hiçbir umumuz yok bizim.-t25]
XCIV
Gönlümde yeni bir perdeden çalıyorsun a benim gönlüm, a benim
gözüm, a benim aydınlığım.
Perde de sensin, perde ardındaki de sen; her solukta bir başka
müşkül çıkarmadasın ortaya.
O perdeden öylesine çal ki her mızrap vuruşunda bir karanlık
perdesini kaldır gitsin.
Geceleyin tek başımayım, bir de can kandili var ancak; fakat şuna
şaşıp kalmışım: Ateş misin sen, yağ mısın?
Sensiz-bensiz, her ikisi de sensin, her ikisi de benim; canımsın,
benimsin, y ahut da bensin sen.
Çengden gizlice, ince anlamlı bir can sözü duyuyorum:
Ten-teni-ten, yâni tensin sen.
îster ten olayım, ister can, ister gönül; neşeler içinde şunu
biliyorum ben ki sensin beni ören, dokuyan.
Senin yüzünden nasıl gençleşmeyeyim ki
selvinin tazeliği de senden, gülün, süsenin tazeliği de.
Senden nasıl ışıklanmayayım ki
her evin, her pencerenin ışığısın sen.
Senden nasıl güç kuvvet elde
etmeyeyim ki her mermerin, her demirin gücüsün kuvvetisin sen.
XCV
A bizim âlemimizden giden;
yeryüzünden ne de hoş gidiyorsun gökyüzüne.
A kafesi kıran, bağdan
sıçrayan; kanat açmışsın, nereye gidiyorsun?
Başını kefenden çıkar da söyle
bize: Ne diye gidiyorsun vatanından?
Hayır, yanıldım, bu vatan
iğretiydi zaten; ölümsüzlük vatanına gidiyorsun sen.
Kaza ve kaderden ferman geldi,
fermanı getiren çavuşun ardına düştün, gidiyorsun.
Yahut cennetlerden bir yeldir esti; razılık Rıdvan’ının peşine
düştün de gitmedesin.
Yahut evveline evvel olmayan ululuk tecellisine uğradın, çırpına
çırpına, elsiz-ayakssz gidiyorsun.
Yahut Tanrı cemalinin yalımlarıyla sarhoş oldun, Tanrı’yla
buluşmaya koşuyorsun.
Yahut dünya küpünde tortulaşmıştın, duruldun da göğe ağmadasın.
Yahut da susanların huy uy la huylandın da susarak gizli gizli y
ürüy üp gidiyorsun.
XCVI
A zengin, öyle kızgın kızgın gitme, pişman olursun; derli toplu
oturadur; yoksa darmadağın olursun.
Utanma, şaşkın bir halde şu çayırlıktan, çimenlikten gitme; yoksa
baykuşlar gibi yıkık yere gidersin.
* Şehir meyhanesinden kaçarsan, çöllerde
gulyabanilerin yükünü çekersin.
(s. 287) Koyun burcundaki Güneş’ten baş çekersen donarsın, kış
mevsiminin karı kesilirsin.
Savaşa yüz tut, arslanca safa gir; yoksa kedi gibi dağarcığa
sokulur gidersin.
Şu mülkün öküz paçasını az ye; yoksa doyar, şişersin de şeytana
eşek olursun.
Kâfir nefsin sana alt olursa tamamıyla küfür bile olsan baştan
başa iman kesilirsin.
Sevgilinin acısını tadıp yüzünü ekşitme de inay etleriy le, gülen
güle dön.
Elini, ağzını hırstan yur, arınırsan padişaha eş olursun, aynı
kâseden nimet y ersin onunla.
A gönül, bir soluk deli divane kesilirsen bir soluk da dîvânın
sahibi olursun, buyruk yürütürsün.
Gâh hırsızlıkla İran’ın yolunu tutarsın, gâh gidersin, Turan’a
şahne olursun.
Gâh İsfahan’dan, Irak’tan,
Hicaz’dan geçer, şu Horasan Ay’ına çalgı olur gidersin.
A bukalemun, n’olur akıl gibi
bir huyun, bir gönlün, bir canın olsa.
Bütün bunları yapmazsan bâri
tamamıyla sus; tamamıy la sustun mu, o olur gidersin.
Yüzünü Tebrizli Tanrı Şems’ine
tut da Süleyman mülküne padişah kesil.
XCVII
A can, a dünya, dün gece
nerdeydin? Hayır, yanıldım; bizim gönlümüzdeydin sen!
Dün gece ayrılığınla cefalar
çektim; halbuki a benim sevgilim, sen vefa padişahısın.
Ah, ben dün gece ne haldeydim;
ah, dün gece kimindin sen?
Elbiseyi kıskanıyorum ben,
keşke elbise olsaydım; çünkü elbisenin kucağındasın sen.
Ne çarem kaldı, ne kararım;
neden bu çaresiz
kuldan ayrısın demeye de
cesaretim yok.
A tez canlı sevgili, kaçacağın vakit, meğer seher yelinden de
tezmişsin sen.
Sensiz, zahmetler, belâlar bağladı gitti beni; tut ki sen belâ
bağıyla bağlanmışsın.
Güzelim yüzünün rengi tanıktır; Tanrı lûtfunun ta içindeymişsin
sen.
Renk, senin rengin; çünkü dünya renginden arınmışsın, tertemizsin,
ölümsüzlük rengine boyanmışsın sen.
Bir aynasın sen; senin pasın birisinin aksi; sen her renkten
ayrılmış gitmişsin.
XCVIII
Sarhoşsun, güzelsin, nerde şarap içtin? Şu getirdiğin yeniay da
ne?
Padişahlara lâyık sağrağı eline almışsın; eşi bulunmaz bir
gülbeşeker yetiştirmişsin sen.
Kimin namus perdesini yırtacaksın? Çünkü
aklın, edebin âfetisin sen.
Gönül bahçesi, bakışınla açılıp saçılır; donmuş gönlün
ilkbaharısın sen.
A bir tek karıncayı bile incitmeyen, Süleyman mülkünü ateşlere
yaktın sen.
A tez canlı padişahım benim, yolculuğa koyuldun da gözü de ayaklar
altına aldın, gönlü de.
Adam say dığın kişi, tarife sığmaz güzelliğe, sonu bulunmaz bir
alıma sahip olur.
Her hür gönlü kul köle edersin; her ölü bedeni diriltirsin sen.
Can yalvarıyor sana, dileniyor senden; gönlümü götürdüğün yere
götür canı da.
Yüzlerce yüzyıllar parmağının ucundadır; artık sana nasıl on adama
bedelsin diyebilirim?
BAHR-İ HAFÎF
-MÜSEDDES-
feilâtün mefâilün feilât
— A —
(s. 288) A hekim, delinin akıllanması için gene oku afsunu.
Hiçbir şeyden haberimiz olmasın, bir ilaç bul; şaraba kat afyonu.
Mademki kurtulamıyorsun, neliksiz-niteliksiz ol da neliksiz-niteliksiz
güzelliği gör.
A sâkî, kanlarla dopdolu gönüle bak da o kan gibi lâ’l kadehi sun.
Çünkü akıl, aşağılık olduğundan hırsa düşer de her aşağılık kişiye
secde eder.
Fakat şarap içenler gökyüzünün şu gediksiz iki değirmisini de y
arım arpaya bile almazlar.
Aşkın ululuğunu Mecnun’dan sor da başta ona yarayacak nelerin var,
bir anla.
Aşka uyup yol azıtanlar yüz binlerce yolu y ordamı, kanunu, töreyi
yırtar, geçerler.
A seher yeli, kerem et de
tarafımdan o görülmemiş inciler denizine söyle;
* De ki: Öfkeyle, ben o kokmuş,
kurumuş, şekil verilmiş balçığa can vermem demişsin amma,
A Tebrizli Şems diyor, zamanın
Mûsa’sısın sen, Hârun’u ayrılığına düşürme.
II
Sevgilimiz kucağımıza geldi;
gülümüzün, şekerimizin ucu, sonu yok.
Biz boyuna gülbeşeker
içindeyiz, onun için göğsümüzde gönlümüz çok kuvvetlidir.
Zühre bile ordumuzun çevresinde
çizginebilmek için halden hale girer.
Kanat açar, göklere uçarız;
çünkü mayamız Arş’tandır bizim.
Gökyüzündekiler bizim
amberleşmiş huyumuzdan buhur y akarlar.
Ülkemizin anayolu baştan başa
nesrinliktir, erguvanlıktır, güllüktür.
Bizim aydın soluğumuzun yeli
esmedikçe dünya, ne güler, ne açılır.
Canı geliştirip olgunlaştıran
aşk yelimizle havadaki zerreler bile canlanır.
Söz bilen gönül dilimizden
kulaklar, gayb sırlarına mahrem olur.
Tebrizli Şems, bulutları yakar,
dağıtır; gölgesi eksik olmasın başımızdan.
III
* Yücelerden gelen tespih sesini duy; yürü var, sen de “onun
yücelerden yüce adını tespih et.”
* “Yayım yerini meydana getirdi” çayırlığını bulursan gönlün gülle,
sünbülle y etişir, gelişir orda.
* “Gizliyi de bilir, açığı da” âyeti, bu ceylanın şeklidir,
göbeğindeki misktir.
* Onun ceylanlarının soluğu geldi mi, can “doğru yolu bulurdu”
çayırlığına yönelir.
* “Seni okutacağız da, unutmayacağız” dendi mi, susuzluk unutulur
gider.
IV
Gönlümde yüzlerce davul
çalınıyor; yarın duy arız sesini.
Yarının derdi, sevda vesvesesi,
kulakta pamuktur, gözde kıl.
Hallâc gibi, tertemiz erler
gibi sen de aşk ateşine yak şu pamuğu.
Ateşle pamuğu ne diye tutar
durursun? Bu ikisi zıttır b irb irine, bir arada duramaz.
Aşkla buluşman yakın; buluşma
günü için güzelleş.
Ölümümüz neşedir, buluşmaktır
bize; sana yassa yürü git burdan.
*
Mademki şu dünya zindandır
bize; zindanın
*
yıkılması zevktir, neşedir
elbet.
Onun zindanı bile bu kadar güzel olursa dünyayı bezeyen meclisi
nicedir ki?
Şu zindanda vefa arama sen, burda vefanın vefası yok çünkü.
V
Kulağım haberini beklemekte; can, candan bir selâmını dilemekte.
Kadehinin coşkunluk kokusunu bekliyor da gönlümde iştiyak coşup
köpürüyor.
A güzelim, tuzağın o kadar hoş, o kadar gönül çekici ki o tuzağa
yem serpmeye hiç lüzum yok.
Senin en aşağılık kulunun giydiği abaya padişahlar taçlarını,
kemerlerini saçı o larak saçarlar.
Aşkına ilk düşünce, sonunu düşünmeye girişmiştim; heyhat.
Beni bir zincir haline getir de devenin ayağına
bağla; nasıl olur da hörgücünü umabilirim ben?
Lûtfunla senden süt emen, sütten kesmeni ölüm bilir.
O gayb sırlarını açıklayan dilinin hakkı için, kulağıma ulaştır
selâmını senin.
O devletler bağışlayan sarayının hakkı için, uzacıktan bir göreyim
damını senin.
Baş sana secdeden bir kâr elde ederse o herkese y ay ılan
lûtfundan ne eksilir, ne ziyan edersin ki?
A Tebrizli Şems, şu dağınık gönül, adını ta ciğerine yazmıştır.
VI
Gözler uykudan açılmıyor; aç gözünü de topluluğu bul.
Bak da gör, gözler göz çukurlarında cıva gibi kararsız bir hale
gelmiş.
Gece uzadı, halk yıldızlar gibi ay ışığına düştü.
Gözün akı da, karası da uyku şarab ıy la harap oldu gitti.
Bütün düşünceler y apraklar gibi döküldü; bütün sebeplerin üstüne
toz kondu.
Akıl bir bucağa çekildi de, akıl, senin aklınsa hadi diyor, bul
bakalım.
Gece esrarke şine bak; bütün halka şu esrardan sundu.
Göz, ayına gayına, suy a, buluta düştü; iş soruyu, cevabı aştı.
O düşünceleri keskin atlıların hepsi de eşekler
gibi balçığa kakılakaldı.
VII
A arkadaşlar, sevgili barışmaya geldi; ne oldu size de kapı
dibinde oturakaldınız?
Ayrılık, bekleyiş çağı geçti; a aklı başında olanlar, girin
kapıdan.
Güzellik güneşi göğsünü açtı; yalımları içinde elbiselerinizi
soyun.
(s. 289) Aşkın edebi, tamamıyla edebi b ırakmaktır; aşk ümmetinin
aşkı baştan başa edeptir.
Aşk şarabı, adı sanı, ârı namusu kırdı geçirdi; ne göreceğin baş
kaldı, ne seyredeceğin kuyruk.
Aşk tadı kafayla karıştı, birleşti; kulların sahipleriyle
karılması gibi hani.
Gönül kızları kalb bahçelerinin, bahçelerdeki dönme dolapların ta
ortasında, sarhoş bir halde y erlere serildiler.
* Gönüllere mahrem değilseniz onları perde ardından sorun.
A Tebrizli Şems, aşk kadehini sunmak senden; bizden de şarap için
kebap olarak al ciğerimizi
gitsin.1261
— T —
VIII
Bu gece uyku bedenden de kaçtı gitti, baştan da; gönlü, bu çeşit
yıkılmış görünce kaçtı gitti.
Uyku, gönlü yıkılmış, yanmış, kavrulmuş gördü; fakat tatsız
tuzsuzdan o yüzden kaçtı.
Yoksul uyku aşkın pençesi altında bir hayli y aralar aldı,
ıztırabından kaçtı gitti.
Aşk timsah gibi ağzını açtı; uyku da balık gibi denize daldı,
kaçtı.
Uyku, düşmanını insafsız görünce dura kaça, birden fırladı, geri
dönüp sıvışıverdi.
Ay yüzlümüz geceleyin doğdu, uyku da gölge nasıl güneşten kaçarsa
öylece kaçtı gitti.
Uyku uy anık devleti görünce kartaldan serçe nasıl kaçarsa öylece
kaçtı.
Tanrı’ya şükürler olsun, devlet kuşu gene geldi; devlet kuşu
gelince de şu karga uçtu gitti.
Aşk uykudan bir soru sordu;
uyku cevaptan âciz oldu da kaçtı.
Uyku altı yandan da kapıları kapatıyordu;
fakat Tanrı kapı açtı da kaçtı gitti uyku.
A Tebrizli Şems, senin
hayalinle uyku âdeta bir yanlıştır; doğrudan kaçar gider.
IX
Gir içeriye; sensiz zevkin tadı
yok; kimdir o ki sana canla, gönülle kul köle kesilmemiş olsun?
A canımıza bedendeki can gibi
canlar veren; can gibi pek gizlisin, fakat gizli de değilsin sen.
Nereye el kosan candır orası;
fakat cana el komanın imkânı yok hani.
Bedende tertemiz bir hale gelen
can, sevgilinin ayna tutanıdır ancak.
* Şu anda Güneş’le Ay bir araya
geldi; darmadağın masal söyleme vakti değil şimdi.
Sarhoşluğum pek arttı;
korkuyorum şu söze
dönüp dolaşacak meydan
kalmayacak.
Elini ağzıma koy da o söze gelmeyen sözü söylemeyeyim ben.
X
Sağdan soldan sûfîler geldi; hepsi de o yandan bu yana, mahalleden
mahalleye, şarap nerde diye gezinip duruyor.
Sûfînin kapısı gönüldür, mahallesi can; sûfîlerin şarabı Tanrı
küpünden sunulur.
Sûfî küpün ağzını açtı da haydi diye bağırdı; gelsin bize âşık
olan.
Bu çeşit şarap, bu çeşit sarhoşluk her mezhepte helâldir, içilir
durur.
Boz tövbeyi, böylesine bir mecliste hatadan tövbe etmek, yüz
binlerce hatadır.
Tövbeni bozdun mu zahitleri de çağır; çünkü bugün çağrı günü.
Halk seni gözden çıkardıysa ne var? Âşıkların
gözbebekleri yerin yurdun senin.
Yüzünün suyu gittiyse gam yeme; âşıkın yeri sudan da dışarıdır,
havadan da.
Bildikler bizden çekilirse çekilsin girsin; zaten denize batanın
bildiği, denizdir, orda yüzer o.
XI
Neşelen ey deniz, a abıhayatın kaynağı; öz sensin, başka ulular
sıfatlara benzer ancak.
Ah, ne dedim? Nerden nereye? Senin zatına lâyık bir sıfat nerde?
Yüzünün aşk denizine dalıp dalgalarla yüzen kişi, Fırat’a bile
bıyık altından güler durur.
Dünyaya şekerin bir yüz gösterse doğudan batıya dek şeker kesilir
gider dünya.
Sevgilinin kadehini gördü canım; kendi kanı gibi lâ’l bir
renkteydi; hah işte sana şarap dedi.
Can son yudumuna dek içti de bir ateş aldı ki; kıvılcımlar saçarak
y anmay a başladı.
Öylesine sarhoş oldu can ki
şarap içmekten başka hiçbir ibadeti tanımaz oldu.
Arş’tan ses geldi: Müjdeler
olsun sana; sana verilen ışık beni de geçti.
Müjdeler olsun; iki yüz yıl kan
ağlasaydın, eziyetler çekseydin gene bu bağışı bulamazdın sen.
O kadehin her katresinden ölü
bile dirilir, kocakarıysa kızoğlankız olur.
* Sevgilinin aşkından bir koku
alsaydı Lât hiç baş aşağı yıkılır gider miydi?
Sarhoş oldun mu, namazlarda
nerden ayırt edeceksin rükûyla secdeyi?
Aşk ışığıyla kendinden geçtin
mi, o padişahımızın bedenidir artık namazın da canı.
Şemseddin’in ayağı dibinde
öldün mü, dirildin; ölümden kurtuldun gitti.
Tapı kılınan, efendiliğiyle,
ölümsüzlük saltanatının buyruğunu, fermanını verdi bize.
XII
Devletten, inayetten ibarettir aşk; gönül açıklığıdır, doğru yolu
buluştur ancak aşk.
* Ebû Hanîfe aşka ait ders vermedi; Şafiî aşktan rivayette
bulunmadı.
Caizdir-değildir sözleri ecele kadardır; âşıkların bilgisineyse
son yoktur.
Âşıklar şekerli bir suya batmışlardır; Mısır’ın şekerden şikâyeti
olamaz.
Mahmur can, sonu, bitimi olmayan şaraba nasıl şükretmez?
Kimi dertlere batmış, yüzü ekşi görürsen bil ki âşık değildir, o
ilden değildir o.
Gayret, kıskançlık, sirayet etmeseydi her gülen goncanın bir bağa,
bir bahçeye perde olduğunu görürdün.
Başlangıçtan haberi olmayan yok mu? Bu aşk yoluna ilk düşen, ilk
bu yola yollanan odur işte.
Yok ol, varlığından yok ol;
çünkü varlığından beter bir suç, bir isyan yoktur.
Sürü güdücü hiç mi hiç olma,
seni sürsünler, yedsinler; sürücülük baş belâsından başka bir şey değil.
* Kula Tanrı yeter de; nitekim
“Tanrı yeter kuluna” denmiştir; fakat kulda bu anlayış, bu yeterliği biliş yok.
Der ki: Bunlar zor şeyler,
anlamı gizli sözler; hayır, apaçık, hiç de gizli söz değil bunlar.
Bir körün ayağı te stiy e
takıldı da dedi ki: Döşemeyi döşeyende hiç görüp gözetme yok.
Yolun üstünde testinin, kâsenin
ne işi var? Yolda bu çeşit şeylerin olmaması gerek.
Testileri kaldırın yoldan da
buray ı düzüp koşanın aleyhinde bulunmay alım.
Yolu düzüp koşan da a kör dedi,
testi yolda değil, fakat sen yol neresidir anlamıy orsun.
Yolu bırakmışsın da testinin
bulunduğu yana gidiyorsun; buysa sapıklıktan başka bir şey
değil.
A hocam, din yolunda sarhoşluğundan başka, başlangıca, sona ait
bir delil yok.
Yolsuzsun sen, yoksa çalışıp çabalama yoluna giren elbette atılır,
cesur olur.
(s. 290) Delil sensin de gene delil arıyorsun; istek delilinden
daha iyi bir delil y oktur ki zaten.
* Mademki “zerre kadar hayır, yahut şer yapan, karşılığını görür”;
şu halde hiçbir suç y oktur ki cezası olmasın.
Bir zerre hayır yapasın da bir ferahlığa ulaşmayasın, imkânı yok;
kör değilsen gözünü aç da gör.
Her bitki, suyun varlığına alâmettir; ne vardır ki karşılığında
bir şey elde edilmesin?
Sus artık; bu suyun alâmetleri var; fakat susuza tavsiyeye bile
ihtiy aç yok.
Çalgı çağanak nasıl şarap içmeye sebep olursa, iyilerin yaptığı
işler de adamı iyiliğe teşvik eder.
Tanrı, kulları iyiliğe teşvik için iyiliğe şükreder, kötülükten de
şikâyette bulunur.
Firavun’u anar, Mûsa’nın şükrünü anlatır; bahanedir bunlar, hep
bizim halimizi hikâyedir bunlar.
Benlikte olan, Firavun cinsindendir; denize dalansa Mûsa
cinsinden.
Gamın ardında, iyiden iyiye bil, neşe var; fakat neşelendin mi,
ardından gamlanır gidersin.
Ahmed toprak olmayı seçti de o yüzden miraç padişahı oldu, göklere
buyrukçu kesildi.
Sen de toprak ol da bitki bitsin senden; toprak kesilen, gönül
definesini buldu.
Mademki biz, bensiz-sensiz, hep biriz; yeter, sus artık, kime
söylüyorsun bu sözleri?
Bugün kıble, padişahlar padişahı ancak; kapıya kim gelirse gelsin,
söyle: Yol yok.
Özür getir, bahaneler bul, kendine gel; herkes uyudu, uy anık
kimsecikler yok de.
Uzunluğu, kısalığı olmayan ateş, ne kısa b ırakır, ne uzun.
Tabiatının kuyusunda hayaller var; kuyudaki Yusuf hayalsiz olmaz
zaten.
Ekin buğday oldu, içlendi mi bizim yoldaşımız olur, samanın değil.
O, on sayısının biri olmayan tek kişinin aşkı birer birer hepsini
parçalar gider.
Zaman olur ki kulağını tutar da zamansızlık âlemine çeker seni.
Tebrizli Şems, Türklerin padişahıdır; padişah çadırda değil şimdi;
yürü, ovaya git.
XV
* Sabah da senin yüzünden kutlu, sabah şarabı da; kalb de senin
yüzünden nurlu bir üstünlük elde etmiş, cenah da.
A güzelim, senin meclisindeki iş erlerine hurilerin sundukları
tertemiz şarap, mubah mı mubah.
A yüzümüze binlerce kapı açan; a elimize anahtar veren,
* Tanyerini yarıp sabahı ışıtan Rabbin müezzinleri ne dedilerse,
sen hepsini de açtın, gösterdin bize.
Cömertlik kâra konmaktır derler amma sen ne verdiysen karşılığını
istemedin ki bizden.
XVI
Gecenin gözünü açmak gerek; gündüz oldu, artık göz açmalı.
Güzelimiz nereye at sürdüyse bizim de o tarafa koşmamız gerek...
Can mutfağı cihetsizlik âleminde, ağzımızı o tarafa uzatmalıy ız
biz.
Mademki bu çeşit bir altın madeni belirdi; kendimizi makas haline
getirmemiz gerek.
Hızır gibi, ömür elbisesini abıhayatla yıkayıp tertemiz, güpgüzel
bir hale getirmeli.
Mademki o yaşayış şekerkamışı kıskanç, bu şekerden çekinmek gerek.
Mademki böylesine nazlı güzel evimizde bizim, naz vakti nazlanmak
gerek artık.
Gülle dikene tahammül etmek adamlıktır amma insanın asıl
insanlarla uzlaşması gerek.
Mademki yüzünün kıblesi
belirdi; topuklara namaz kılmak gerek artık.
O âleme ait secdelere, o başı
yüce güzelin karşısında kapanmak gerek.
Sonu Mahmud olan, sonucu güzel
bulunan o aşka karşı Eyaz olmak lâzım.
Mademki gerçek, susmada gizli;
şu geçici sözlerden vazgeçmek gerek gayrı.
XVII
Yarısı kırmızı, yarısı sarı bir
elmacağız, gülle safranı andırdı bize.
Âşık, sevgiliden ayrıldı da
sevilen naza düştü, seven de derde.
Birbirine aykırı olan, fakat
bir ayrılıktan mey dana gelen şu iki renk, her ikisinin de yüzünde aşkı
belirtti.
Sevgilinin yüzünün sarı olması
yaraşmaz; sevenin de kızıl benizli, şişman oluşu soğuk bir şey dir.
A âşık, sevgili naza başlayınca
çek nazını, savaşmaya kalkma.
Ben dikene benziyorum,
sevgilimse gül gibi; gülle diken iki amma gerçekte bir.
O güneş gibi, bense gölgeye
benziyorum; ondan ölümsüzlük ıssılığı gelmede, bendense soğukluk.
* Tâlût’la Câlût savaştı;
Davud’la soyu da ince ve kalın olmak üzere zırh ördü.[27]
Gönül, bedenden doğdu amma
bedenin padişahı; nitekim erkek de kadından doğmuştur.
Fakat gönülde de bir gizli
gönül var; atlı gibi toz içinde gizlenmiştir o.
Tozun kalkışı, atlının
yüzünden; şu tozu kaldıran, atlı.
Sen düşünüp durdukça satranç
oynanamaz; dayan da at zarı.
Tebrizli Şems, gönül padişahı;
gönül meyvelerini onun ıssısı oldurur, y etiştirir.
XVIII
Gerçekten haberdar olarak ölenler, sevgilinin önünde şeker gibi
eriyip giderler.
* Onlar Elest meclisinde abıhayat içmişlerdir; hasılı bir başka
çeşit ölür onlar.
Letafette meleği bile geçmişlerdir; artık insanlar gibi ölmek,
uzaktır onlardan.
Mademki âşıklık ülkesinde toplanmışlar; şu insan kalabalığı gibi
ölmez onlar.
Sen sanır mısın ki arslanlar da köpekler gibi kapının dışında
ölürler?
Âşıklar yolculukta öldüler mi, can padişahı onları karşılamay a
koşar.
Hepsi de o ay yüzlünün ayağı ucunda ölür de o yüzden güneş gibi
parıl parıl parlar.
Birbirlerine can kesilen âşıklar, birbirlerinin aşkıy la ölürler.
Hepsinin de ciğerinde aşk suyu var; hepsi de
sudur, ciğer tarafından emilir giderler.
Hepsi de eşsiz inciye benzer; ana baba kucağında ölmez onlar.
Âşıklar gökyüzüne uçarlar; münkirlerse cehennemin ta dibinde geberirler.
Âşıklar gayb gözünü aç arlar; geri kalanlarsa kör, sağır bir halde
ölür giderler.
Geceleri korkudan uyuyamayanlar, korkudan, tehlikeden emin olarak
can verirler.
Fakat burda ota tapanlar zaten öküzdür; eşek gibi ölür gider
onlar.
Bugün o görüşü arayanlar, neşeli, güleç bir halde o görüşe, o
bakışa karşı ölürler.
(s. 291) Padişah onları lûtuf kucağına alır; öylesine hor, hakir,
öylesine rasgele ölmez onlar.
Mustafâ’nın huyuyla huylanmak isteyenler, Ebû Bekir gibi, Ömer
gibi ölürler.
Yokluk, ölüm, uzaktır onlardan amma bunu,
hani, ölürlerse diye söyledim işte.
XIX
Aşkın sarhoş etti beni, ellerimi çırpmaya koyuldum; sarhoşum,
kendimden geçmişim, ne bilirim ne yaptığımı?
Koruktum, üzüm oldum şimdi; artık kendimi ekşi yüzlü gösteremem
ki.
Helva satan sevgili, şeker gibi tatlı mı tatlı; bir avuç helva
soktu ağzıma benim.
O, helvacı dükkânı açtı açalı evimi barkımı aldı, götürdü;
dükkânsız bıraktı beni.
Halk, böyle olmamak gerek diyor; böyle değildim ben de, beni o
böyle yaptı.
Önce küpü kırdı, sirkeyi döktü; beni ziyana soktu diye feryadı
bastım;
Fakat o bir tek küp yerine, içmem için yüz küp şarap verdi bana,
sevindirdi beni.
Kendisinin belâ, sınama tandırında pişirdi de
böyle al al yanaklı bir hale getirdi beni.
Zelîhâ gibi gamla kocalmıştım; Yusuf haline soktu, gençleştirdi
beni.
Ok gibi, elinden fırladım, uçtum; el attı bana, tuttu da yay gibi
büküverdi beni.
Gökyüzünü de şekerlerle doldurayım, yeryüzünü de; yeryüzüne
benziyordum, gökyüzüne döndürdü beni.
Gönlüm Samanyolu’ndan geçti; o, Samanyolu’ndan çeke çeke çekti
beni.
Merdivenler gördüm, damlar gördüm; dama da boş verir bir hale
getirdi beni, merdivene de.
Dünya hikâyemle dolunca da can gibi, dünyada gizledi beni.
Dil gibi yumuşak buldu beni de tezcek dil gibi tercüman etti
kendine.
Dil gibi gönülle birdim; onun için gönül sırlarını, bir bir
anlattı bana.
Dilim kan dökmeye başlayınca da tuttu, kılıç
gibi beline taktı beni.
Yeter a gönül, o sevgilim, o merhametli dostum bana neler etti?
Anlatmaya sığmaz ki.
XX
Sûfîler bir anda iki bayramı birden ederler; örümceklerse sineği
emerler, kadid haline getirirler.
Güneştir onlar; karanlıkları şehit etmek için kılıçlar vururlar.
Gene senin şehidini kutlamak için her zerre Sûr üfürülüşüne döner.
Köhne felek onların eskilerini yenilemek için çevrelerinde döner
durur.
Hem de yakını sana uzak etmek isteyen hasetçilerin inadına.
Fakat onlar hasetçileri de hasetten geçirirler; herkesi
kendilerini ister, irâdesini onlara verir bir hale sokarlar.
Herkesin kutluluk kimyasıdır onlar, herkesi altın haline
getirirler; bu işi herkeste belirtirler.
Gökler de kimyalık eder; eder amma uzun bir zaman içinde eder.
Bu işi de gayb ayından çalmış, elde etmişlerdir; bâzı bâzı
tertemiz bir hale sokarlar, bâzı da pis bir hale getirirler gider.
Ne mutlu andır o an ki bütün parçaları birbirine karmadan tüm bir
hale sokarlar.
Bu sözü b ırak artık; ört tandırın üstünü; ört de ekmeğini tirit
haline getirsinler.
XXI
Yarısı kırmızı, yarısı sarı bir elmacağız, gülle safranı andırdı
bize.
Âşık, sevgiliden ayrıldı da yarısı gülüş kesildi, yarısı dert.28]
Ayağı gevşek biri, toprak üstünde kalakaldı da ay yüzünden tozu
silkmeye koyuldu.
Hem elini vurmadaydı, hem de böyle bir sanatı kim yapabilir diye
lâf etmede.
Kanadı kırık bir serçe, gök kubbe yumurtasını kanadı altına alsın;
böyle bir şey gördün mü sen?
Burda bir gülüş yurdu açıldı; yürü, gülen bir sevgili ara be adam.
Niceye bir şu çirkinler naz eder dururlar? Şu tavla hep böyle
tersine oynanır işte.
Mademki çifti tekten ayırmayı bile bilmezler; ne diye tek çift oy
narlar?
Bırak şu sözü de gel, kendimizden geçelim; yüzü binlerce lâleye,
binlerce güle değer güzele kavuşalım.
XXII
Âhir zamanda Yusuf salına salına yürümeye koyuldu; Mısır’da şeker,
bal ucuzladıkça ucuzladı.
Senin Arş’ındaki lâ’l, yüz gösterince beden de
nedir ki? Taşlar bile canlanır artık.
Ayrılık tutsağı, başında taç,
tahta geçti; nedir yâni? Hakan oldu, hakan.
Aşk pek büyük bir konuk olarak
çıkageldi; fakat evler küçüktü, yıkıldı gitti evler barklar.
Ululuk kanatları bitti, büyüdü
de kafes de uçtu gitti, kuş da, yumurta da.
Gönül sahipleri, nerde gönül
diye şaşırıp kaldılar; gönülsüz âşıklarınsa gönlün o olduğundan haberleri bile
yok.
Ayağını vur, gir oyuna, yeni
baştan dal zevke; a benim oğlum, sakın sonu geldi, bitti deme.
Zengin sarraf, altınlarını
kumara verdi amma gene de kârı o etti; çünkü madene daldı.
Tebrizli Şems, bir merdiven
kurdu; çık artık gök damına, kolaylaştı çıkmak.
XXIII
Yüce ömrü uzadıkça uzasın,
Tanrı, görsün,
gözetsin, korusun onu.
Devlet sahiplerinin zevki veresiyedir amma zevk, neşe peşin olarak
gelsin ona.
Tatlı, alımlı, sımsıcacık meclisinde donmuş, buz kesmiş kişi
bulunmasın.
Gayb âleminde kanat açmış canlar, halı nakışı gibi, huzurunda
durakalsın onun.
Devlet sağında solunda yürüsün, hem kuzeyinde olsun, hem
güneyinde.
Beden, can derler iki il var ya, her ikisinde padişah da o olsun,
vali de o.
Tebrizli Şems, peşin devlettir, eldeki ikbal olarak o yeter bana;
ondan başkası sözden ibaret olsun isterse.
XXIV
Cemşîd, güneş gibi dört perde ardından dünyaya ateş saldı.
Ne mutlu, varlıktan çırçıplak soyunmuş olana;
eyvahlar olsun söğüt gibi gölge arayana.29]
Aşk apaktır, aşkın benziyse
kırmızı; fakat düzgünle, allıkla değil.
Aşk öyle emin bir ildir ki orda
ne korku vardır, ne umut.
Bir soluğu bir ömre değer
yaşayış, belirdi, mey dana geldi mi, aşkla ölümsüz bir hal alır.
Gökyüzünde
bir gelin var ki sorma;
soracaksan da Zühre’den sor.
Bu gelinden
kimsenin haberi yoktu;
peygamberler haber getirmek üzere geldiler.
Tebrizli Şems, zamanın
Yusuf’udur; padişahları bile can verip satın almıştır o.
XXV
Sevgilinin aşkı candan etti
beni; can bile aşkla kendinden kurtuldu gitti.
(s. 292) Çünkü can sonradan
olmadır, aşkınsa evveline evvel yok; onun bunu anlamasına asla
imkân yok.
Sevgilinin aşkı mıhladız taşı gibi canlarımızı kendisine çekti.
Sonra da varlığını kaybetti canın; can kaybolunca gördü kendi
varlığını.
Can sonradan geldi kendisine; aşk oltası atıldı; ona sarıldı can.
Aşk ona bir gerçek şarap sundu; bütün öz doğrulukları kaçtı gitti
ondan.
İşte bu, aşkın başlangıcına bir delildir; fakat kimsecikler sonuna
ermemiştir aşkın.
XXVI
Zamanede doğan şu güzeli bir seyret hele; putu da yele verdi,
puthaneyi de.
Dünyada tanınmış güzeller vardı; artık onların birisini bile
hatırına getiren yok.
Ay yüzünden bulut açılınca yedi gök birbirinden ayrıldı gitti.
O nur, ay ışığı gibi pırıl
pırıl, her pencereden içeriye vurdu.
Parıltısı birazcık daha arttı
da canları kökünden kırdı geçirdi.
Canlar, o canlar güneşinin
önünde, gönülleri neşeli, zerre zerre oyuna daldı.
Tebrizli Şems’in uçuşu gibi
hepsi de ne olursa olsun diye uçup gitti.
XXVII
Kim senin için bir bekleyişe
katlanırsa bahtı da avlar, devleti de.
Ekin yağmuru bekler de göğsünü
yeşertir, lâleliğe döndürür.
Maden güneşi bekler de sonunda
taşı berrak lâ’l haline getirir.
Deri Süheyl yıldızını bekler; o
yıldız da ona yüz binlerce işler eder.
Demir cilâyı bekler, su
verilmeyi bekler;
sonunda da yüzünü sâf bir hale
kor, tozsuz bir hale gelir.
* Ali’nin kılıcı, Peygamber’i
bekler de savaşta kendisini Zül-fekaar eder.
Ana karnındaki çocuğun
bekleyişidir ki erlik suyunu yanağı güzel bir padişah haline getirir.
Tanelerin yeraltında
bekleyişleri, her taneyi bin tane eder.
Değirmen suyu bekler, bu yüzden
de taşı çevik, kararsız bir hale sokar.
Tanrı vahyini benimsemeyi
bekleyiş, gözü ibret gözü kılar.
Kerem, ihsan denizinin saçısını
bekleyiş, gönlü nar taneleriyle dolu bir hokka yapar.
Üzüm şırasının küpün gönlünde
bekleyişi, padişahların başa çektikleri şarap haline getirir.
Onun bekleyiş zamanında koçuşma
yoktur amma bu bekleyiş kovulmuşu bile koçulmaya lâyık bir hale kor.
Sevgiliyi bekleyişi anlatsam ta
kıyamete dek bitmez.
Tebrizli Şems’i bekleyişler,
Güneş’i de, Zühre’yi de, Ay’ı da döndürür durur.
XXVIII
Aşkın kararsız bir canı vardır;
aşka karşı canı anmak ayıptır.
Başında bu mahmurluk bulunan
kişiye can selvisi pek aşağıdır, pek bayağı.
Savaş safında âşık, boyuna
ordunun kalbine saldırır.
Kaçılacak yere bakmaz bile;
isterse üstüne çekilen kılıç yüz binlerce olsun.
Aşk zaten arslanların yayıldığı
yerdir; bir köpek hiç o çayırlığın arslanı kesilebilir mi?
Aşk, c anları yeninde saklar;
aşka karşı canlar saçılır yerlere.
Ad san, namus, utanç, düşünce,
âşıkların
süpürgeleri karşısında bir
tozdur ancak.
Belâ herkesi avlar da âşıklar av olmazlar belâya.
Âşıklar her çeşit belâyı can verirler de alırlar; o belâ da bunu
görür, utanır mı utanır.
Padişah Salâhaddin, aşkın canıdır; çünkü o, her işi yapıp düzen
Tanrı’nın sırlarından bir sırdır.
XXIX
Aşk zevkine dalıp şaşıran, ada sana, âra, hayâya hiç mi hiç
aldırış etmez.
Kaplan gibi çıkagelen arslan avcısı, dünya dedikodusuna ait
öğütleri duymaz bile.
Yüz binlerce taş atılsa aşk şişesi hiç aldırmaz.
O şuh, o şen dilber geldi mi, ad san, nasıl men edebilir, âr, hayâ
nasıl gelme der?
Yüz binlerce gökyüzü, yüz binlerce yeryüzü, aşk dönüp dolaşmaya
başladı mı, dar gelir gider.
Zenci ordusu varsın bozulsun; Rum kayserine benzeyen aşk üst olsun
da.
Zühre, çenginde şu nağmeyi çalmaya koyuldu: Sonucu, o Ay girdi
savaşa.
A Tebrizli Şems, kim sensiz oturur, eğleşirse aşka karşı
getirdiğim özür topaldır, topal.
XXX
Padişahın koyduğu yeni töreye bak; kıblemizi padişahın bulunduğu
yana döndürdü.
Âşıkların paralarında ayar yoktu, kerem etti, lütfetti de ayar
koydu.
Sadberk gülü zevk, neşe sebeplerini hazırladı; yüzünü ağlayıp
inleyen menekşeye tuttu.
Kimi menekşe gibi iki büklüm olmuş gördüyse düzeltti, sayeye aldı.
Âşıkları gönül gibi bağrına bastı; baş çekenleri, baş gibi mahmur
bir halde b ıraktı.
Onun gamını kucakla gitsin; çünkü gam, gam
çekene yüz tutmuştur.
Bekle, gözünü kapıya dik; çünkü o gözleri bekleyişe verdi gitti.
Onun gül bahçesine benzeyen yüzü, aşka düşmüş gönlüme ne dikenler
batırdı; kim bilebilir bunu?
Âşık gönlümde karar arama; ona kararsız bir dert düştü.
Yüzünü ava tuttu mu ceylanlar bile gözlerine av olur gider.
O, saçlarıyla zırha bürünen güzel, pusuy a girdi de yayına zırhlar
delen ne oklar koydu.
Kendisini kıyıya çekti de saklandı mı, halkı bir dumandır
kucaklar.
Acıyışı âşıkların ah ettiklerini duydu da onların ahlarına pek
itib ar etti.
Suçlarını sevap saydı, inayetleriyle kavradı, kuşattı onları.
Âşıkların nuru Tebrizli Şems, güneş gibi
gözleri aydınlattı, gözlere nur verdi.
XXXI
Şiirim mısır ekmeğine benzer; gece gelir geçerse yiyemezsin.
Tazeyken yemeye bak; üstüne toz konmadan ye onu.
Onun yeri ateş gibi tez giden hatırdır; fakat şu dünyada soğuktan
oluverir.
Balık gibi, bir soluk, şu toprakta çabalar, çırpınır; bir an sonra
bakarsın ki soğumuş gitmiş.
Fakat terütazeyken hayalini yedin mi nice hayaller çizmen gerek.
(s. 293) İçtiğin hayal yepyeni bir hayal olmalı; eskiyi söylemek
gerekmez be adam.
XXXII
Hadi, ben yapayım olsun; fakat kuzgunun dudularla şeker yemesi
yaraşır mı hiç?
Her birinin ayrı bir ili var; eğrinin doğruyla bir araya gelmesi,
bir sayılması doğru olur mu?
Dudu şekerle diridir amma, kuzgunun şarabı da eşek tersidir.
Aşkı kendinde gör; hiç dişi kurttan erkek arslan doğar mı?
Âşık olmayandan kaç; o yüzden eğriliğin artar sonra.
Aşk havanında dövülsen bile bil ki o, sürme gibi gözlerine çeker
seni.
Yürü, yıkık bir ev kesil; çünkü Tebrizli Şems, sarhoş bir halde
geliyor.
XXXIII
Sevgilimizin kokusu gelmiyor; dudu kuşu burda şeker yemiyor.
O gülün rengi olmayan yerde can bülbülü ötmüyor, çilemiyor.
Sevgili bulunmasın da biz hoş bir halde olalım;
aşk asla böyle bir buyrukta bulunmaz.
Aşka sebep olarak her şey var burda; fakat onsuz zevk olmuyor,
yaraşmıyor.
Fitneler anası onun yüzünü görmedikçe bir zevk, bir neşe
doğurmuyor.
Sevgilinin sunmadığı şarap, ancak başa sersemlik veriyor, ancak
gasyânı arttırıyor.
Ortalık yıldızlarla dolsa bezcinin dileği olmaz, bezi kurumaz ki.
Tebrizli Şems’in tesiri olmadıkça dünyada usançtan başka bir şey
görünmüyor.
XXXIV
Padişahlar padişahısınız; fitneler devşiriyorsunuz; fitne bir kere
kalktı ayağa, siz de hiç oturmay ın.
Hem güzel sizsiniz, siz; hem tatlı sizsiniz, siz.
Amber gibi sarılmışız gümüş gibi bedeninize; misk gibisiniz çünkü.
Hattâ zevk, tatlılık atına
inmemek üzere binmişsiniz; boyuna eyer üstündesiniz.
Bütün güzeller geçici; sizse
lâ’l dudaklarla, taş yüreklerle ölümsüzsünüz.
Bâzı kere neşeli, bâzı kere
gamlı olduğunuzdan şüphelensem hiç neşelenmem.
Gizli bir şarabın duruluğunda
gördüm; renkli testilere benziyorsunuz siz.
Aşkta milletin, dinin Şems’ine
kulsanız Tebrizli olun.30]
XXXV
Kutlu olsun âşıklara bayram;
âşıklar, kutlu olsun b ay ramınız.
Bayramda canımızdan bir koku
var; can gibi kutlu olsun cihana.
A gökyüzünün de Ay’ı kesilen,
yeryüzünün de; kutlu olsun yedinci göğe dek her yer sana.
Bayram geldi, elinde de
buluşmay a dair bir şey
var; âşıklar, kutlu olsun o
alâmet.
Şeker dudaklarından başka bir
şeyle iftar etme; şekeri kutlu olsun ağza.
Bayram, dudaklarının ucuna şu
yazıyı yazdı: Şu sonu gelmeyen şarap kutlu olsun.
A Salâhaddin, niceye bir
yapayalnız içeceksin? Kutlu olsun gizli öpüşler.
Bana da bir pay verirsen
söylerim; filân kutlu olsun bana da derim, sana da.
XXXVI
Aklını başına al, sabredenlerin
çağı geldi çattı işte; güçlük, sınanma çağı geldi işte.
Böyle bir vakitte ahitleri
bozarlar; çünkü bıçak kemiğe dayandı gitti.
Adam işten kalır, canı dudağına
gelirse ahit de gevşer, ant da.
Hele a gönül, sen gevşetme,
salıverme kendini; gönlünü sağlam tut, o zaman geldi çattı işte.
Kızıl altın gibi ateşler içinde
gül de o altın madeni geldi desinler sana.
Tez güzel bir tarzda ecel
kılıcının karşısına çık da pehlivan geldi diye bağır.
Tanrı’yla ol, yardımı ondan
iste, yardımlar gökten gelir ancak.
A Tanrım, kul, eşiğine geldi;
ihsan yenini salla.
Sedefler gibi ağızlarımızı
açmışız; çünkü lûtuf y ağmuru inciler saçmaya başlamış.
Hey gidi hey; nice kuru diken
var ki sana sığınmış da gönlünden gül bahçeleri bitmiş.
Sana bir bir göstermişim ben,
senden izinin tozu belirmez nice gönül hoşlukları meydana gelmiş.
Merhamet çağı, lütfetme, koruma
vakti; çünkü bende pek ağır bir yara açıldı.
* A ebabil kuşları, hadi,
gelin; Kâbe’nin üstüne fillerle ağır bir ordu geldi.
Akıl bana diyor ki: Sus, yeter
artık; gizli şeyleri
bilen sahibimiz geldi.
Ben sustum amma Tanrım, bensiz, canımdan bir feryattır kopuyor.
* “Attığın vakit sen atmadın” sözü de Tanrı’dan; ok ansızın şu
yaydan fırladı gitti.
XXXVII
* Göz kan kesildi, kan da uyumuyor; gönlüm de uyumuyor deliliğinden.
Bu, gece de uy umuy or, gündüz de; bu nasıl şey diye kuş da bana
şaşmış kalmış, balık da.
Bundan önce, şu baş aşağı gelmiş gökyüzü nasıl uyumuyor diye
şaşardım;
Şimdi öyle bir zaman geldi çattı ki şu arık neden uyumuyor diye
gökyüzü hayran bana.
* Aşk bana îsm-i A’zam afsununu okudu; can bunu duydu da uyumuyor.
Şunu iyiden iyiye anladım ki ölümden önce can bedenden dışarda
uyumuyor.
* Kendine gel, sus, aslına dön,
kavuş, “dönüp kavuşanlardın gözleri uyumuyor işte.
XXXVIII
Gönlünde din zevki beliren
kişiye dünya balı lezzetli gelir mi hiç?
Bir kadehçik şarapla baş aşağı
yıkılan aklı da ne yapacaksın?
Aklı sat da yerine yalnız
şaşkınlığı al; bu alım satımdan kâr edersin sen.
O hal bir haldir ki a akıllı,
kimseciklerin aklı ermez, kimseciklerin fikri yetmez.
Bütün akıllar anahtar kesilse
bu çeşit bir kilidi aç amaz.
Zerre zerre bütün dünya bağırıp
çağırsa duyulmaz bile bu sesler.
Yezîd bile tutsa da Bâyezîd
olsa, yahut da aksi belirse bu denize ne bir şey katılır, ne bir katrecik
eksilir ondan.
XXXIX
Baht sana yâr olsa, yaver kesilse aşka düşersin, aşk işine
girişirsin.
Aşksız ömrü hesaba alma; o ömür hesaptan dışarıdır çünkü.
Aşksız geçen zaman, Tanrı tapısında utangaçlık sayılır ancak.
Yurtta ne kadar yükün hafif olursa o kadar iyidir sana; çünkü her
an göç çağı geldi denilebilir.31
Şu anda aşk derdine düştün ya; babalar gibi tahammül sahibi olman
gerek.
(s. 294) Utandığın yokluk-yoksulluk yok mu? O âlemde övünçtür
sana.
Sabrın acılığı boğazına oturur amma sonucu çok tatlı gelecektir,
çok lezzetli bulacaksın.
Can arslanı şu sandıktan kurtuldu mu, o çayırlığa, o çimenliğe
varır.
Gönül padişahı şu leş olmuş
eşekten indi mi tek binici kesilir.
Çalışıp çabalama eteğini aç,
melekler saçı saçacaklar sana.
Gizliydin, meydana çıktın ya;
senin gibi her gizli şey de meydana çıkacak.
Bugün kendini hor, hakir
etmeyen, Firavun gibi hor olur gider.
Gül gibi, ateşe karşı su
kesilmeyen, diken gibi ateşlere yanar.
Nemrud, Tanrı’ya av olmadı da o
yüzden bir sivrisineğe av oldu gitti.
Zamanının değerini bilmeyen,
ondan göz yuman kişi, bekleyip maskara ke silir.
Kim aşkı seçerse sarhoş olur,
irâdesi elinden gider.
Fakat aşka karşı alçalmay an,
aşkla sarho ş olmayan, ebedî olarak sersem bir halde kalakalır.
Bu ânın sevgisiyle
mühürlenmeyen kişi, yularsız bir deve kesilir.
Başında ibret gözü olmayan, hor
olur, ibretsiz bir hale gelir, itibar görmez kimseden.
Yeter artık; söz toz kondurdu
amma gene de bu toz sonucu dağılır, uçar.
Tebrizli Şems, karar etti mi,
gönül onun yüzünden kararsız bir hale gelir.
XL
Aşk anası, henüz çocuk olan
âşıkı, aman bilmez padişahın yanına götürmedi.32]
Ergenlik çağına erişmeden,
candan vazgeçmeden o canın canına can olana götürmedi onu.
Akıl tilkisi varmaya uğraşır
amma o zamanenin yiğit erine, ke skin kılıcına yol bulamaz.
Aşka can feda olsun; çünkü o,
gönlü göklere
ağdırır, ona miraç ettirir
ancak.
Âşıklar iz ararlar; halbuki aşk onları izinin tozu bile
belirmeyene götürür.
Yol yol kanlar damlamış; fakat bu yetmez; âşıklık kanlar saçmaktır
zaten.
Kimin kanı misk kokmazsa iyice bil ki o, ondan bir koku
almamıştır.
Tebrizli Şems’in sürmesi, gözü ancak mekânsızlık âleminin
sevgilisine götürür.
XLI
A çalgıcı, zevke, işrete yeni baştan başla; bir iki ibrişimceğizi
biraz daha gevşet.
Utancı bırak, iş eriyle uzlaş; savaştan vazgeç, kadehi, sağrağı al
eline.
Gülün lûtfuna bak, dikenin suçunu görme; saçlarını çöz, miskler
koklat, amberler saç.
Gökyüzü de senin yüzünden semirmiş, yeryüzü de; şu bir tek yıldızı
da arık o larak kabul ediver.
Halkın şişmanlık ilacı sensin; dilersen bağrına bas, şişmanlat.
Şeker gibi bir gülüşle sevindir; bir şekeri Mısır’dan daha değersiz
say.
Baht da senin ayağının toprağıdır, devlet de; sana ne gerekse
muştulanmış say kendini.
Mademki kutluluk, zafer kulundur kölendir senin; tut ki
düşmanların bin orduymuş, ne
çıkar?
A gönül, Kevser ırmağının suyu gerekse sana, aşk ateşini Kevser say.
Kaysere kul olman gerekse onun kulunu Kubad say, kayser tut.
Kimin nabzı aşkla atmıyorsa Felâtun bile olsa onu eşek say.
Aşktan kanadı olmayan başı, kuy ruktan da geri bil.
Kendine gel, Tebrizli Şems’in sırrını söyleme; sırrı açma, sarıl
kızıl kadehe.
XLII
A âşıkların çalgıcısı, oynat teli; inananlara da ateş sal, inanmay
anlara da.
Aşka uymaz susmak; işin yüzünden kaldır perdeyi.
* Beşikteki çocuk ağlamadıkça, onun gamını yiyen anası nerden süt
verecek ona?
Sevgilinin hayalinden başka her
şey, gül bahçesi bile olsa aşk dikenidir.
A çalgıcı, gönlümün ahvalini
anlatmaya koyuldun mu, bil ki ayağını kana bastın, aklını başına al.
Ayağını yavaş bas da gönül
kanının katreleri duvarlara sıçramasın.
Çalgıcı, aklını başına al,
gönül yaralarını seyret de kendilerinden geçip gitsinler.
Çalgıcı, gönlümüzden sabrı,
kararı alıp götüren sevgilinin adını an.
Gönlüm nerde kaldı; ben ne
diyeyim? Gönlüm dağ bile olsa işten kaldı, iş işten geçti gitti.
Benim adımı az an; onun adını
söyle; söyle de iyi sözlü adını takay ım sana.
Onun yürüyüşünden nasıl
bahsedeyim? Gönül nerelere gider o vakit? Nasıl bir yürüyüş o.
A Tebrizli Şems, zamanın
îsa’sısın da zamanında bunca hasta var.
XLIII
Gizliliklerden bir güneştir doğdu; biz de sûfîce çamaşır yıkamaya
koyulalım.
Bedenimiz bir yamalı hırkadır; canımızsa anlamı olan bir sûfî.
Yamalarla dolu hırkayı birkaç gün giyeriz; fakat canın aşkla
uzlaşması ebedîdir.
Padişah senin başına yemin eder; böyle başa ne diye sarık
sararsın?
Yüzün Ay’a kıble kesilmiştir; böyle bir yüzün varken gül bahçesini
neylersin?
A kendini bilmez, tövbeler etmiştin; âşıklıktan usanmıştın.
Aşk ansızın yüzünü gösterdi de ne tövbe fayda etti sana, ne
istiğfar.
Şu dünya renk renk bir mum; aşksa kıvılcımları pek büyük bir ateş.
Mumla ateş komşu oldu mu, mumun, çaresiz,
rengi de yok olur gider, şekli de.
Söylersem gene yok edersin beni; söylemezsem sevgili bırakmıyor.
Aşk bahçesinin yaratıcısı aşktır; bütün ırmaklar aşktan kaynar,
coşar.33]
Yeşermiş yapraklar onun yüzünden sararır solar; ağaçların dalları
budakları onun yüzünden y e şerir, biter.
Sevgilinin yüzü ondan kızarır; hürlerin y anakları ondan sararır.
Sevinen onun yüzünden tir tir titrer; dertlenen onun yüzünden
seher çağları, ağlar.
Aşkladır canların genişliği; aşktadır gözlere ibretler.
Aşkta eridim gittim; nasıl görebilirim onu? İzlerini görsem bile
bu yetmez ki.
Gerçekten de izler izleri örter; gerçekten de sırlar sırları
gizler.
(s. 295) Perdelerin çokluğu beni örtemez;
çünkü seni anışım bütün perdeleri yırtar gider.
XLIV
Dosta kim acır? Gene dost. Hastanın ahını kim duyar? Gene hasta.
Esirgeyici baharın gözyaşları nerde ki dikenin eteğini güllerle
doldursun?
* İnsafsız güzden, lezzetleri yıkanı çok anın sözünü duy.
* İki kişinin ikincisi mağarada olursa, mağara cennet kesilir
insana.
Âşıkın ahı göğü bile deler geçer; âşıkların fery atları hor, hakir
bir şey değildir.
Gökyüzü âşıklar için döner; şu dönen gök kubbenin dönüşü aşkladır,
aşk içindir;
Ne ekmekçi için, ne demirci için; ne dülger için, ne koku satan
için.
Gökyüzü mademki aşk için dönüyor; kalk, biz de dönmeye koyulalım.
* Şanında, sen olmasaydın yaratmazdım denen, ne dedi bak; Ahmed-i
Muhtâr, aşk madenidir.
Bir zaman da âşıkların çevresinde dönelim; niceye bir şu leşin,
pisin çevresinde döneceğiz?
Fakat göz nerde ki âşıkları görsün? Halbuki onlar kapıdan,
duvardan baş çıkarmışlar.
Kapı da sır söylemede, duvar da; ateş de hikâye anlatmada, su da,
toprak da.
Hepsi de terazi gibi, arşın gibi, mehenk taşı gibi dilsiz, fakat
çarşıda pazarda kadılık etmede, hüküm vermede.
A âşık, yürü, sen de gök gibi dön; sözü de boşla, söylemeyi de.
XLV
Çalgıcı, yeni baştan başla aşka; bir iki ibrişimceğizi biraz daha
gevşet.34]
Felek sana şarap sundu mu, gök kubbenin
damında ev kur.
Sarhoşluk, kendinden geçiş ülkesini ele geçirmişsin; Sencer
ülkesinin sevdasından vazgeç.
Sarhoş ol, erleri de sarhoş et; kızıl şarap atına bin.
Sarhoşluk damdan girdi, baştan geldi; a düşünce, git, sen de
kapının yolunu tut artık.
Kuru toprakta yol çoktur; gemi yap da şu ıslak yola düş, denizin
yolunu tut.
Kanatlarım çıktı da uçtum; sen de yediğimden ye de kanatlan.
Kuş gibi boş vermişim bineğe; sen bineğimi istersen topal say,
istersen arık.
Topraktan hiç üzüm bitmese, gene de aşk sarhoşluğu yürür gider;
bunu böyle bil.
Şişeci artık kadeh yapmasa da aşk şarabının kadehi kolayca elimize
geçer bizim.
Bir can parçasına şekil verir o da bezenmiş,
şekil verilmiş dilber say bunu, der sana.
Tövbe ettim, artık
söylemeyeceğim; fakat gene de sen sarhoşun tövbesini yalancı tövbe say.
Adam hem âşık olsun, hem
sarhoş; sonra da tövbe etsin... O afsuncunun gösterişine boş ver gitsin.
XLVI
Yurdun sevgiliyle dolmasını
istiyorsan yürü, evden yabancıları çıkar.
Semâ’ meclisinin neşeli, sargın
olmasını istiyorsan inkâr gözünden uzak tut o meclisi.
Semâ’ kimi sarho ş etmediyse,
ikrar etse de münkir say onu.
Kim ikrar eder de şarabı bilir,
tanırsa akıllı adını tak ona; sarhoş deme.
Münkirleri bir bahaneyle yola
sal da semâ’dan bir zevk al, neşelen.
Hattâ kendini bile çıkar aradan
da kendini
bulup kocasın.
* Sevgilinin gölgesi, Tanrı’yı anıştan iyidir; ulular ulusu böyle
söylemiştir.
Gül de dikendendir deme; çünkü her gül dikeni meyve vermez, gül
vermez.
Yabancı dikeni sök, çıkar gönlünden; fakat gülün dikenini canla,
gönülle koru.
* Mûsa ağaçta bir ateş gördü; ağaç o ateşten daha da yeşermedeydi.
Gönül sahibi kişinin şehvetini, hırsını da böyle bil, böyle san.
Görünüşte şehvettir; fakat Halil’in ateşi gibi ışıklarla doludur.
Kâfirler, Tebrizli Şems’i insan görüyorlar; gözlerini nasıl
açabilirler ki?
XLVII
Aşk candır, senin aşkınsa daha da can; lûtuf dermandır; senden
gelirse daha da güzel bir
derman.
Kâfir saçlarının kâfirlikleri herkesin imanından daha da üstün bir
iman.
Aşkla can vermek kolaydır; senin aşkınlaysa daha da kolay.
Herkes senin konuğundur; fakat bu kulunun, bu kölenin oğlu daha da
eski konuğun.
Herkes de sensiz, varından yoğundan ayrılmıştır; fakat ben daha da
yolsuzum sensiz, daha da yoksulum.
Aşkın, ebedî devlet madenidir; fakat güzel yüzünü görmek, sana
kavuşmak, daha da zengin bir maden.
Bir Hint kılıcı olan ayrılık keskindir; fakat aşk kılıcı daha da
keskin.
Her gönül, ardından dört kanatla uçuyor; fakat bizim gönlümüzün
yüz kanadı var, daha da fazla uçucu.
Yüzlerce can verip seni görmek, ucuz bir alışveriş; fakat yarı
canımı vermeme karşılık seni
görmem daha da ucuz.
Bu gök kubbe döner amma aşk gökleri daha da hızlı döner.
Herkes aşk göklerinden korkar; fakat o gök de senin gamınla daha
da ziyade korkuyor senden.
A Tebrizli Şems, bir himmet et de daha da fazla seni bileyim,
şaşılacak kadar tanıyayım seni.
XLVIII
Yüzünü göster, gizleme bizden; a Ay gibi yedi göğün de tanıdığı
dilber.
Biz bir bölük âşıklarız; seni görmek hevesine düştük de upuzak bir
yoldan geldik.
A ta canının içinde yüz binlerce cennet, yüz binlerce huri, yüz
binlerce köşk bulunan.
Damdan başını eğ de hasta âşıklar topluluğuna bir hoşça bak.
A sûfîlerin sâkîsi, ne küpten alınan, ne
üzümden olan o şarabı sun bize.
O şarabı sun ki coşkunluğunun kokusu ölüleri bile diriltir,
mezarlarından çıkarır.
— Ş —
XLIX
Her akıl, yüzünüzü görünce şaşkına dönmüştür; her yüz,
ayrılığınızla tırmalanmıştır.
Kınayışından, lâflarından sarhoş oldum gitti; bilmem ki tortulu
şarabı mı daha hoş, duru şarabı mı?
Ululuğunuza karşı aklın gözü, gözü görmez bir Türk’e dönmüş.
Onu öven, onu anan daha yüksek söylesin diye y alancıktan sağır gö
steririm kendimi.
Şarap içen nasıl olur da sarhoş olmaz; kulu kölesi olan nasıl
olurda yücelmez?
Dünyaya üfürülünce kaf’tan kaf’a her yen güllerle dolduran
soluktan bahset.
Canın yurdu, yüceliğinin çevresi; öyle yurt ki hiçbir yabancı yok
orda.
(s. 296) Göbeğindeki misk kokusunu bir kokladı mı, gök bile
dizüstü çöker.
Ona gelen, ölümsüzlüğe
gelmiştir; titreyiş yurdundan kurtulmuştur artık.
Can dünyadan vazgeçti, mazereti
de şu; diyor ki: Onunla uzlaştım, alıştım, halim onunla düzene girdi.35]
L
Sövüşünden sarhoş oldum;
yarabbi, o şarap mı daha güzel, kadehi mi?
îçimi acı sövüşleri bile
şaraptan daha fazla zevk vermede, neşe vermede.
Yem için gitmiyorum tuzağa,
tuzağının derdindeki aşk götürüy or beni.
* Geceleri de, ne doğuda, ne
batıda olan ay yüzüyle, gündüzleri gibi ışıklar saçmada.
Âdem’in toprağı neden akıykla
dopdolu; onu tutsun da madene dek adım adım çeksin diye.
Gözün nuru da Tanrı Resûlü’dür,
gönlün nuru da; onun haberlerini kulağına küpe yap.
Beden o yandan can şarabını
içti mi, sonucu, başına gelecek şey gene o yandandır.
Nimetleri verenin güzelliği
önünde, dünya nimetleri gönüle soğuk geliyor.
Hintli şeyh tekkeye geldi; sen
de Türk değilsin ya, in damından aşağı.
Bütün Hindistan’ı onun az bir
mülkü bil de özellerini dağıtıver herkese.
Senin Hintli talihin Zühal’dir;
yücedir amma adı gene de kutsuz.
Yücelere çıktı, fakat
kutsuzluktan kurtulmadı ki; kötü şaraba kadehten ne fayda?
Kötü bir Hintli gösterdim;
aynayım ben; ay nanın bildirmesi kinden, hasetten değildir.
Hintli nefistir, tekke de
gönlüm; savaşı da dışarda değildir, barışı da.
Yeter; sözün aslı ikiyüzlü;
biri ak, öbürüyse kapkara.
LI
Tövbem doğru değil; sus, fakat tövbe etmiyorum diye de satma beni
kimseye.
Ayıplı, kusurlu kulu sürme tapından; rahmetini örtme ondan.
Sen hatırımızdan geçen düşünceleri bile bilirsin; bizse dudağımızı
yummuşuz da coşup köpürüyoruz.
Şekle bürünen her gam, her neşe, senin gerçek tapında bir
hizmetçidir ancak.
Kaleminin önünde teslim olmuş gitmiştir; sen de gâh kaplan resmi
yaparsın onu, gâh fare.
Her odun donmuş gibi görünür amma her biri tencere gibi kaynar
durur.
Mercanköşkler bile, zerre zerre, gizli naralar atar, kuş gibi
öter.
Sırları duyma vakti geldi; Tanrı kulağınızı çekiyor sizin.
Vakit geldi; yeşiller giyinmiş kubbenin sayvanından yeşillere
bürünenler de geliyorlar.
LII
Can îsa’sı kuzgun gibi aç; eşeği de susam yiyip geviş getirmede.
Eşek bütün susamları yerse kandil için neden yağ çıkaracağız?
Güneş Akrep burcuna gidince, buluttan, sisten dünyanın yüzü
kararır.
A Güneş, Koyun burcuna dön; güzün de alnını dağla, kışın da.
A Güneş, sen Koyun burcundayken cansın; yer seninle yeşerir, bağ
bahçe seninle güler.
A Güneş, kışın gönlünü kırdın mı baharın başı seninle kızışır.
A Güneş, şu güneşin bize bildirdiği, senin ışığının zekâtıdır
ancak.
* Ahmed, yüz binlerce güneş gördü; çünkü seni görmüştü o, gözü de
hiç kaymadı onun.
Havuz basamağının çevresinde
dönüp dolaşmadı; çünkü abıhayattan içti, abıhayatla arındı o.
Seni övmeye koyuldum mu, söz
daralıyor; o yüzden güneş diyorum sana.
Müjden bahara erişince bağ
bahçe meclis kurdu, neşelendi, eğlenmeye koyuldu.
Bahçedeki sarhoşlar, çiçek
açtı; topraktaki toklar gasyân etti.
Gayb âlemindeki elbise
dokuyucular elbiseler dokuyorlar; fakat iplik yumakları görünmüyor.
* Tanrı seni işsiz güçsüz bırakır mı hiç? Tanrı da bir an bile işi
gücü boşlamıyor.
* Yüz binlerce yapı var, mimar bir; elbiselerin bin türlü rengi var,
boyayan bir.
Özlerin temeli o; derileri de
onun ilacı tabaklamada.
Lâ’llere onun parıltısı cilâ
veriyor; altını, gümüşü onun sanatkârlığı onarıy or.
Gönül bülbülleri büsbütün
başka; duygunun sözü onlarca kuzgun sesi âdeta.
Bağdan bahçeden, çayırlıktan
çimenlikten dışarda olan, bülbüllerle sırdaş olamaz, sus, yeter artık.
— K —
LIII
A dünya güzeli, a âlemin nazenini, esenlik sana. A zamanın garibi,
a eşsiz güzel, esenlik sana.
A selâmı gök kubbe köyüne sığmayan, esenlik sana.
Dün geçip gittin, giderken de yüzünü döndürdün, bir kere baktın;
feryat ayrılığından; esenlik sana.
Yarınki gün aşkınla der ki: Tez eriştir onu bana; esenlik sana.
Can kulağı nerde ki gizli dünyadan, esenlik sana sözünü duysun.
Dünyada duyduğun her selâm, o esenlik sana sözünün yankısıdır
âdeta.
Dağa karşı var da apaçık duy; bir seslen bakalım: Esenlik sana.
gizlemedeyim; istiyorum ağız bile duymasın: Esenlik sana.
Ağzımı yumdum mu, gül bahçesi
esenleşir; esenlik sana.
A dünyanın düzeni Salâhaddin;
ebediyen sana olsun, esenlik sana.
LIV
A dünya güzeli, a âlemin
nazenini, esenlik sana. Derdim de elinde senin, dermanım da.
Bu kulun derdinin dermanı
nedir? Söyle.
Lütfedersen, dudaklarından bir öpücük36]
Tapına bedenimle gelemiyorsam
da can da seninle, gönül de.
Harflerle bir söz söylemiyorsun
da neden bütün dünya lebbeyk sesiyle doldu?
Kutsuzluk beni kutluluğa çevir
diyor; kutluluk da, ne de kutlular kutlususun diyor sana.
Senden geliyoruz, gene sana
kaçmada, sana
varmadayız; medet, medet senden
sana.
LV
A gönüldeki ışık, gel. A çalışmanın, murada erişmenin sonucu,
maksadı, gel.
Sen de bilirsin ki yaşayışımız elindedir senin; daraltma, sıkma
kulları; gel.
A seven, a sevilen; inadı, ayak diremeyi bırak; gel.
A hüthüt sahibi Süleyman, bizi bir ara, sor; gel.
(s. 297) A eski dost; senden nice dostluklar, nice gerçek lûtuflar
görmüşüzdür; gel.
Canlar ayrılıktan feryada geldi; vaadinde dur, dön, gel.
Ayıbı, suçu ört, iyilikleri, lûtufları dök saç; vergi sahibinin
âdeti budur; gel.37]
Gel sözünün Farsçası nedir: Biyâ. Ya gel, ya insaf et, sabır ver
bize; gel.
Gelirsen ne mutlu ferahlıktır, ne hoş murada
eriş; fakat gelmezsen de bittik demektir hani; gel.
Ey Arap’ın ferahlığı, Arap olmayanın Kubad’ı, gönlüme sen ferahlık
verirsin ancak; gel.
îçim, boyuna gel diyor sana; a varlığından bütün varlıkları
meydana getiren, gel.
A ay yüzlüm; seninle şehirleri gezdim dolaştım; her y anı, her
şehri kavradım, kuşattım; gel.
Sen güneşe benzersin; yaklaştın mı uzaklaşırsın; a uzaklara yakın
olan, gel.
LVI
Himmetim de yüceldi, tedbirim de; senden başkasının tapısında
ölmemeyi iyiden iyiye kurdum ben.
Sus diye ağzımı tuttun benim; sen ağzımı tut, ben de dünyayı
tutayım, her yana yayılayım.
Zincirim senin elinde, o yüzden dünyanın halkasını kaptım gitti.
Pîr bizi yeni baştan gençleştirdi; hasılı hem gencim ben, hem
ihtiy ar.
Yayından fırladım senin; o yüzden ok gibi düz giderim, düşmana
saplanırım ben.
Senin lûtfun olduktan sonra yayın, okun da yeri mi? İkisini de
kabul etmem, kırar atarım.
Senden başkasını görmek münafıklıktır; bense münafıklık edecek,
düzenler düzecek adam değilim.
Sütle şeker gibi benimle karıldın, birleştin;
şeker gibi o sütün içinde eriyip gitmişim ben.
Kendimle eş olma yüzünden gücüm kuvvetim kalmadı, bittim artık;
beni kurtar kendimden, yarına atma artık bu işi.
Yarına atış derdi, tütmeye başladı mı dumanım ta göklere dek
ağıyor.
LVII
Bahar bülbülü gibi feryada gelelim de bu feryatla bülbülleri
avlayalım.
Onun işi nazlanmak, bizim işimizse yalvarmak; feryat etmeyelim de
ne iş edelim?
Gül bahçesine gidelim, gül derelim; varalım, âşıkların başlarına
saçalım.
Sarhoş olarak pazara girelim; herkesi sarhoş edelim, kararsız bir
hale getirelim.
Parayı pulu güzel yüzlü sevgiliyle yiyelim; o mahmur mu mahmur
gözlere hizmet edelim.
Sevgiliyle sürdüğümüz safâyı, ettiğimiz zevki
kimsecikler bilmez, ancak Tanrı bilir.
Sen sırdaş olursan bizimle,
sırrı açarız sana da.
* Halk Tatar’dan kaçıyor, bizse
Tatar’ı yaratana tapı kılalım.
Kaçmak için yüklerini develere
yüklediler; bizim yükümüz yok ki; biz ne yapalım?
Halk kopup kaçıyor; biz de dama
çıkalım da halkın develerini sayalım bâri.
LVIII
Kalk da bir fitnedir koparalım;
bir zamancağız olsun, zamaneden kaçalım.
Neşe yaygısına oturalım;
herkesi önümüzden sürelim gitsin.
Nazlı nazenin kişilerden
başkasını eş dost seçmeyelim; aşağılık kişilerle düşüp kalkmayalım.
Dünyada beyhude yere gam
yemeyelim; kadehe rahatlık, esenlik şarabını dökelim.
Biz neşeye,
zevke, çalgıya çağanağa
tutulmuşuz; zahitliğe, riyazata değil.
Felek bizimle kavgaya
kalkışırsa muradına uyalım; kavgaya girişmeyelim biz.
Elimizde hiçbir kâr, armağan
sunacak hiçbir şey yok; niceye bir herkese asılıp duracağız?
Tebrizli Şems, ölümsüz bir
yaşayıştır; o Tebriz padişahının ebedî sarhoşuyuz biz.
LIX
Güneş gibi herkese can vermeye,
böylesine bir işte bulunmay a gelmişiz.
Gamlılara eş dost olalım,
toprağa döşenenleri gül gülistan haline getirelim, bunun için gelmişiz biz.
Dünyanın bedenine can nedir
gösterelim; gözleri aydın edelim diye gelmişiz.
Altın gibi, birkaç kişinin öz
malı değiliz biz; deniz gibiyiz, maden gibiyiz; herkesin malıyız, herkesin
mülkü.
Yeryüzü gibi yağma yurdu
değiliz; gökyüzü gibi eminiz, hoşuz biz.
Hıristiyanlar gibi korkup
duranlara, iman gibi aman vermeye gelmişiz biz.
Kendine gel, sus; bunlardan da
üstünüz, söze, dile sığmayız biz.
LX
Senden bir ateş var ağzımda;
fakat dilime yüzlerce mühür vurmuşum.
Öylesine gizli yalımlarım var
ki iki dünyayı da bir lokma yapar, siler, sömürür.
Dünya, tamamıyla yok olsa
dünyasız, yüzlerce dünya, malım mülküm benim.
Aşk sarhoşuyum; bu sarhoşlukla
kâr mı ettim, ziyana mı girdim, haberim bile yok.
Yükü şeker olan kervanları
yokluk ilinden yola saldım, yürüttüm ben.
Baş gözüm aşkla inciler
saçıyordu; şimdiyse
inciler saçan bir canım var.
Eve barka bağlı değilim; îsa gibi dördüncü kat gökte evim var benim.
Bedene can verene şükürler olsun; can gitti amma canın canına
sahip oldum.
Tebrizli Şems’in verdiği şey yok mu? Onu ara, onu iste benden;
bende o var, o.
LXI
Ne vakte dek deve gibi ot yiyeceğiz, diken geveleyeceğiz?
Sevgilinin elinden şarap içelim, şarap.
Şarap mahmurluğundan da eminiz; çünkü mahmurluk vermeyen
ölümsüzlük şarabını içeriz biz.
Erlerin kadehini sun da pervasızca, erkekçesine içelim bugün.
Sayısız kadehler içtik mi, sayıya sığmaz soluklarla dirilir
gideriz.
Sâkî, ayağını dire de elinden dalga
dalga coşup köpüren o temkinli şarabı içelim biz.
Avımızın yüreğini kebap edip
yiyelim diye o sarhoş arslanın ardından koşup duruyoruz.
Pislikten arınmış bir
ülkedeniz; o ülkeden tertemiz rızk yemedeyiz.
Akbaba gibi leşe tutsak
değiliz; leylek gibi hırstan yılan yemedeyiz biz.
LXII
Ne diye kavuşmada bileyim seni,
niçin aykırılıkta öğreneyim seni?
Ya sen benim derdime düş,
derdimle karış; y ahut ben derdime derman nedir, öğreneyim senden.
Bilmiyorum diye kaçıyorsun
benden; ya benimle birle şirsin, y ahut da bilmediğimi öğrenirim senden.
Bundan önce, senden ayrı bir
şeyler ö ğreney im diye nazlanıy ordum, kızıyordum
sana.
Mademki gece gündüz Tanrı seninle; bundan böyle Tanrı’dan
öğrenirim ben de.
(s. 298) Ayrılığına düştüm de lâyığımı buldum; seni görünce de
bana lâyık nedir, öğreneyim dedim.
Ayağının tozunu elde edeyim de kimya nedir, ondan öğreneyim ben.
* Güneşine zerre kesileyim de öğreneyim “And olsun kuşluk çağına”
âyetinin mânasını.
Kehribar nasıl çeker, çekişi nicedir; kehribarına bir saman çöpü kesileyim
de ö ğreney im bunu.
İki dünyadan iki göz edineyim; bunu da Mustafâ’dan öğreneyim.
* “Gözü ne kaydı, ne haddini aştı” sırrını ondan başka kimden
öğrenebilirim ki?
Havasına uyup döneyim de Ay gibi elbisesiz dönmeyi öğreneyim.
Balık gibi kendimden zırhlanayım
da denizde yüzmeyi öğreneyim gitsin.
Gönül gibi kanlar içeyim de
öğreneyim gönül gibi elsiz-ayaksız gezip tozmayı.
Vefada tam usta olan yok; bâri
vefayı vefadan ö ğreney im ben.
Sonu şu ki güzel yüzlümsün
benim; güzel yüzlülüğü senden öğreneyim ben.
LXIII
Su verme bana, susayayım sana;
kendine âşık et beni; al, götür uykumu.
A güzelim hayali bana mihrap
kesilen, gece gündüz namaz kılıp duray ım ben.
Hayalini yoklukta bulursam
hemencecik ölüme doğru koşar giderim ben.
Sebepleri mey dana getireni bulurum
umusuna kapılmışım da sebep kervanlarının y ollarını kesmedeyim.
Bir merhamet et, padişahlıkta
bulun; şu ayrılığına dayanamıyorum senin.
Abıhayata dolap kesilmişim;
onun için hem dönüyorum, hem ağlıyorum ben.
Güneşim de sensin, ay ışığım
da; onun için pencere gibi gönlümü de açmışım, gözümü de.
Senin adını duyduğum an adlarım
da sarhoş oldu gitti, sanlarım da.
Ateşin gelip çattı mı, cıvaya
benzeyen şu gönlüm sıçray ıp oynamaya koyulur.
Yeter, vazgeç sözden; çünkü
sözün kopardığı toz yüzünden, sözü bağışlay anı bulamıyorum ben.
LXIV
Yolumda yüzlerce pusu var;
fakat benim de en ince şeyleri gören yüzlerce gözüm var.
Yüzümde izler var ya, bil ki
benimle beraber oturup kalkan o padişahın izleri onlar.
Öyle bir define ki dünyadan da
artık; o benim gönlümde, benim canımda gömülü.
O yüzden tam bir inanca
kavuşmuşsam şüphe karanlığı yerim olsun.
Cebrâil-i Emin’den de gizli bir
başka Cebrâil’im var benim.
Çin güzelinin resmiyle ne işim
var benim? Yüzümde aşktan buruşuklar meydana gelmiş.
Devlet atını keseyim gitsin;
çünkü aşk atına eyer vurmuşum ben.
Aşkta ayağımı diremişim;
demirden ayaklarım var benim.
Soluğumdan sevgilinin kokusu
geliyor; içimde bağlar bahçeler, yaseminler var.
Ferahtan ayaklarım yerden
kesilmiş; çünkü bir y eryüzüm var ki mekânsızlık âleminde.
Yürü, Tebriz’e var da iste,
anlatsın bunu sana; çünkü bütün bunlara Şemseddin sahip etti beni.
LXV
Canla, başla o sevgiliye tutulmuşuz; aşkıyla sarhoşuz, ışık
şarabına kadeh kesilmişiz.
Her an sana yeniden yeniye bir can vermezsem a gönül, bu candan
bezmişim ben.
O Ay’ın çevresinde gökyüzü gibi dönüp durmadayım; artık yeryüzünde
ne işim var benim?
Arış güzelliğinin tezgâhının başında iğnesi argaca döndürdü beni.
îğnem onun yüzünden ipliğe, tele döndü de çeng kesildi; onun
yüzünden zîr perdesinden ağlayıp feryat ediyorum.
Böylece de Tanrı’ya perde olan şu dünya tezgâhını kaldırmayı kuruy
orum.
Gaflet ve uyku perdesini uyanık gözlerimin ateşiyle y akmay a
niyetleniyorum.
Diyorum ki şu hasta gönlüm, Tebrizli Şems’ten iyileşsin, sıhhat
bulsun.
LXVI
Ah, şu ben yok muyum? Ne de renksizim, ne de izimin tozu bile yok;
kendimi ne vakit nasılsam öylece göreceğim?
Dedin ki: Sırları dök ortaya; benim bulunduğum orta nerde, göster
bana.
Böylece hem hareketsizim, hem gidip durmadayım; şu canım ne zaman
karara kavuşacak? Bilmem ki.
Öylesine kıyısı bucağı bulunmayan şaşılacak bir denizim ki,
denizim de kendisinde gark oldu gitti.
Beni bu dünyada da arama, o dünyada da; bulunduğum âlemde ikisi de
kayboldu.
Yokluk gibi kâra da boş vermişim, ziyana da; kârsız, ziyansız, bir
acayip kişiyim ben.
Dedim ki: A can, bizim ta kendimizsin sen; dedi ki: Şu bulunduğum
açıklık âleminde kendi de nedir ki?
Öyleyse dedim, osun; hay dedi, sus, öylesine bir şeyim ben ki dile
gelmeme imkân yok.
Dedim ki: Dile gelmiyorsun, söze sığmıyorsun amma işte, seni
dilsiz, sözsüz, söylemedeyim ben.
Yokluktan Ay gibi doğdum, parladım; işte ayaksız olarak koşup
duruyorum.
Ne koşuyorsun, seyret de bak; bu çeşit ortadayım ben, fakat aynı
zamanda gizliyim diye ses geldi.
Tebrizli Şems’i gördüm ya; artık eşsiz bir denizim, görülmemiş bir
inciyim, emsali bulunmaz bir hazineyim ben.38]
LXVII
* Hepimiz de Elest’ten beri el ele vermişiz; şükürler olsun ki
sonucu, gene kavuştuk birbirimize.
Hepimizin de yolu bir, gönlü bir; hepimiz de aynı şaraptan
sarhoşuz biz.
İki dünyadan da aşkı seçtik; o
aşktan başka hiçbir şeye tapmıyoruz biz.
Can ne acılıklar tattı, neler
çekti ayrılıktan; fakat sonunda ayrılıktan da kurtulduk.
Pencereden bir güneştir vurdu
da aşağılık olsak bile yüceltti bizi.
Değil mi ki eteğine konduk; a
güneş, etek çekme artık bizden.
Lâ’lsek, senin ışıklarınla bu
hale gelmişiz; varsak, senin yüzünden yarız.
Önünde zerre gibi oynamadayız;
senin havana uymuşuz da bağları kırıp atmışız biz.
LXVIII
* Eşeğin art tarafına
Nizâmeddin dedim; bokböceğine değerli amber adını taktım.
Şu dünya ahırında lâf olsun
diye her pisliğe yeşillik adını verdim.
Kara maymunun boynuna gerdanlık
taktım; en
aşağılık kişiye en yüce dedim.
Âciz kaldım da canın sıfatlarını toprağa verdim; candan özür
dileyin.
Her şeytana, her lanetlenmişe Âdem’in vasıflarını, Tanrı
halifesinin sıfatlarını verdim.
Kuzgunu yeşilliğin bülbülü diye çağırdım; dikene selvi dedim,
yasemin dedim.
Şeytana Cebrâil adını taktım; kengere apaçık delil dedim durdum.
(s. 299) Yazıklar olsun ki lanetin, kötülüğün ta kendisine,
tamahımdan ne kadar aferinler dedim.
Kancık eşeğe şehzade deyişim eşekliktendi, akıldan değil.39]
Şu yanlış sözden tövbe ettim amma bu kadarcık söylemem de yeter.
LXIX
Gene öylesine bir iş etmeye, güneş gibi, her şeye can vermeye
geldim.
Şarap küpünün kapağını açmaya,
sarhoşlara kadeh olup şarap sunmaya geldim ben.
Şimdi zevk, işret, ovaya bayrak
dikti; ne diye düşünce gibi gizlenecekmişim?
Bahçıvanın gözünün ışığı
kesileli canım cennet bağına döndü.
Mil gibi kendi çevremde
dönmüyorum; gök gibi kutup lar çevresinde dönüyorum ben.
Padişahım, gecem gündüze döndü
de dama da boş verir oldum, gökyüzüne de.
Altın madeniyim, sayılı altın
değilim ki mehenk taşının peşinde dönüp dolaşayım.
Çobancasına hey-hey demeyi
bırak; padişahım, ne diye çobanlaşayım?
LXX
Cana canlar katan yüzüne
âşıkım; bir merhamet et, havana düşmüşüm senin.
Bu yüzle güneşsin, aysın sen;
bizlerse havanda
zerreleriz ancak.
Sen şu perdeden yüz gösteresin diye hepimiz de sarayının kapısında
beklemedeyiz.
Aşinalar meclisinde senin yüzünün şarabıyla kendimizden geçmiş
gitmişiz.
A dostum, şaşırıp düşman gibi öldürme bizi; sonucu, bildiğiz
seninle.
Fakat bizi öldürmeye razı olursan ona da diyeceğimiz yok; hepimiz
de senin razılığına kuluz köleyiz biz.
A periden doğan, Süleyman yüzüğü bizde amma ay ağının bastığı
toprağız gene de.
A Tebrizli Şems, canlara cansın sen; hepimiz de kulun köleniz,
yoksulunuz senin.
LXXI
Ezelden beri diri olan, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, daima
tedbir ve tasarrufta bulunan Tanrı’ya and olsun ki,
Işığı aşk mumlarını yaktı da
yüz binlerce sır bilindi, anlandı.
Onun bir hükmüyle dünya âşıkla,
aşkla, hükmedenle, hüküm yürütülenle dopdolu bir hale geldi.
Tebrizli Şems’in tılsımlarında
da şaşılacak hazineleri gizlendi.
And olsun bu Tanrı’ya işte;
yola çıktığın andan beri mum gibi, tatlılıktan ayrıldık gitti.
Her gece mum gibi yanıyoruz;
ateşiyle eşiz, baldansa mahrumuz. Onun yüzünden ayrılalı bedenimiz yıkıldı, can
da bu yıkık yerde baykuşa döndü.
O dizgini bu yana çevir;
zevk-işret filinin hortumunu bu yana uzat.
Sen olmadıkça semâ’ haramdır;
çalgı şeytan gibi taşlanmıştır.
Sen yokken okunup anlanacak,
zevk alınacak bir tek gazel bile söylenmemiştir.
Mektubunu dinleyince bu zevkle
beş altı gazel
nazmedildi ancak.
A Şam’ın da, Ermen ülkesinin de, Rum diyarının da övüncü, gecemiz
seninle sabah gibi aydın olsun.
— N —
LXXII
Geçim için birkaç öpücük tâyin et; tatlı bir gülüşle tatlılaştır
bizi.
Hay Allah gönlünü yumuşatsın; güzel bir duadır bu, âmin de sen de.
Ne vakit dizini yastık edineceğim de yatacağım; belki rüyada görürüm
bunu.
Dudağından ayrılık, ecel afsunu, yürü de Mesîh’in töresince bir
afsun oku.
Gök alanı sen olmayınca dardır; hadi, vuslat Burâk’ına vur eyeri.
Güzelsin, güzelliğe lâyık olan da vefadır; güzellikle vefayı
nikâhla b irb irine.
Öldüler mi acıyacaksın âşıklara; sonunda yapacağını önceden yap.
Hacılar hac yolundan kaldılar; uyuz develere bir ilaç bul;
İyileştir onları da vuslat
Kâbe’ne erişsinler; yol azığının, suyun, çuvalın bir çaresine bak.
Dünyanın iki gözü de seninle
aydın; şu dünyayı öbür âlemi görür bir hale getir.
Güneş yüzünün görünüşüyle gözü
de Tur Dağı’na benzet, gönlü de.
Yeter, susayım artık;
küstahlığım hadden aştı; kim oluyorum ben ki bunu yap diyebileyim sana.
Şu sözlerim lâyık değilse sana
lâyık olanını söyle, söylet bana.
A Tebrizli Şems, tanyerine
doğru bir salına salına yürü de yeniayın da kulağını bur, Ülker’in de.
LXXIII
Ağlayıp bağırmada birazcık da
kendini görmek vardır ya;
Bana göre değil bu; çünkü
aşkında, bende olmasa bile ağlayıp bağrışı çalmayı huy
edinmişim ben.
Tanrı’ya, Tanrı’nın arılığına and olsun, kendini beğenmeden arı
duruyum ben.
Yüzünden başka yana bakan göz, baktığı zaman kimi görür acaba?
Böylesine bir devlete erdikten, böylesine bir meydana vardıktan
sonra ölümden korkup topallamak, ayıptır doğrusu.
Âşıkların bütün ölümlere gülerler, onlara bu devlet nasip
olmuştur.
Ağaçların dalları, yaprakları titrer; kökü, gövdesi titreyiş
korkusundan emindir.
Aşk bahçıvanları kendi gönüllerinden meyveler devşirirler.
A âşıkın canı, zahmetlerle kıvranmana karşılık nevâleler der,
devşir.
Zahit olmaya, bilgi edinmeye uğraş a hoca; fakat aşkı çalışıp
çabalamayla elde edemezsin.
Bundan önce de Tebrizli Şems söylemiştir
amma işitecek kulak nerde ki?
LXXIV
Aşkla bilişmek nedir? Gönül isteğinden ayrılmaktır;
Kan olmaktır, gönül kanını içmektir, köpeklerle beraber vefa
kapısını beklemektir ancak.
Bir fedaidir âşık; onca ölümün, göçmenin, yahut da yaşamanın
hiçbir farkı yoktur.
Yürü a Müslüman; sakın kendini, sağ esen ol; zahit olmaya savaş.
Çünkü bu şehitler ölüme sabredemezler; yok olmaya âşıktır onlar.
Sen kazadan, belâdan kaçarsın; onların korkusuy sa belâsız
kalmaktır.
* Âşûrâ günü eline mendil al; Kerbelâ’ya g itmey e gücün kuvvetin
yok senin.
LXXV
*
Aşağılık kişilerin nazlarına
doydum; pelesenk yağı gibi kendimi hiçe sayayım artık.
Bundan böyle sineklerin üşmemesi için balımı gizleyeyim.
Bundan böyle kendimi öylesine bir saklayayım ki, kendi kendimi
öyle bir çalayım ki bekçiler bulamasınlar artık.
Yoldaşsız, kapıcısız, kimsiz-kimsesiz bir halde, her an bir başka
yana koşayım.
(s. 300) Tanrım, mademki sana kaçmışım; böylesine topluluğu
eriştirme bana artık.
LXXVI
*
Niceye bir dünyayı seyre
dalacağım? Ne vakte dek saman altından su yürüteceğim?
Zahmet, eziyet, define getirdim diyor; zahmeti, eziyeti bir
sınamak gerek.
Sütten kan akıtan, kandan süt akıtmayı da bilir.
Gökyüzünü toprağa döndüren, toprağı gökyüzü yapmayı da bilir.
Bundan böyle bir başka yol yordam tutacağım ben; niceye bir
başkalarıyla uğraşıp durayım?
Sesi çok yücelttin a çalgıcı; bunu yavaşça çalabilirsin ancak.
Bu pek ağır, pek hızlı bir mızrap; bu perdeyle oyun oy nay amıy o
ruz biz.
Bir iki teli biraz daha hafiflet de nağmeni anlayabilelim.
Taşı bile dağdan azar azar çekerler; dağı bir saldırışta çekmeye
imkân yoktur ki.
Canlara can olan görülmedikçe can vermek kolay bir iş midir hiç?
A yıldız, yol göster, kılavuz ol bize; kumda izi belirmez yolu
aşmak mümkün değil.
LXXVII
Bir dileğim var, tez işit;
rehin olarak aşk haberi veriyorum sana.
Bir solukcağız eş ol bana da
altınla arpayı bir teraziye koysunlar, beraber tartsınlar.
Sen yenilikler, gençlikler
bağışlarsın; kulunsa ihtiyar; bir bakışla eskimi yenile, gençleştir beni.
Kimyanın işi de budur zaten;
kapkara bakıra bir ışık verir o.
Lûtfuna, keremine söyle de bu
kula akşam yemeğinde sızırılmış tereyağı versin.
A gönül, o padişah mekânsızlık
âlemindedir; halksa her yana ko şup durur; sen bunu bil de az koş.
İnsanların düşünceleri her yana
rehin olur; sen gayret et de düşünce sazını yol gitsin.
Mekânsızlık âlemi pek yüce bir
âlemdir; orda altı yan da ovadır, nice anayollar vardır orda.
* Bugünün işini yarına bırakma da ne hasret çek, ne de keşke demeye
koyul.
* Kıskanç engel, sana gözceğizini kırpar durur; ondan gözünü ayırma
da azgınlık etme.
A Tebrizli Şems, gerçekten de görüş Hızır’ısın sen; halkı kem
gözden kurtar.
— H —
LXXVIII
Canların gönlünü alıp giden sâkî, ta geceye, ta geceye dek, hep bu
perdeden çalıyor.
Sarhoş, mahmur canlar, şarap üstüne şarap içip durmada.
Can, varlıktan geçmiş kişilerin meyhanesine gitmiş de suyla
topraktan yapılma hırkasını rehin bırakmış.
LXXIX
Beden yaygısını dürüp kaldırmak hoştur; can kuşunun uçup gitmesi
hoş.
Sevgiliyi görmeyen, aşağılaşıp kalan canın gözlerine gözlerin canı
görünmüş.
Altından yaratılmış canları, taştan yapılma canlardan pirinçten
taş toprak ay ıklar gibi ay ıklamış.
Ecel eli kâğıdın ucunu açmış; paraysa
bükülmüş kâğıdın içinde.
Bal çanağının kapağı kapalı; sense üstünü, yanını yalayıp
duruyorsun.
Çanağı yere çal da kır; görmek duymaya benzemez elbet.
Adı feleği bile titreten Tebrizli Şems kırar o küpü ancak.
LXXX
Geldi, geldi o gizlenmiş güzel, o yüzü, gözü hoş dilber geldi.
Güzellik, alım gül bahçesinden bağa bahçeye bir örtüdür verdi.
Âşıkların gönüllerinden gizlenmiş çayırlar çimenler bitti.
O yakıcı, o ıssı soluğuyla her yanı ısıttı, kızdırdı.
Hepsine de kanlar ağlattı; kanlarını da dağarcığına koydu,
gizledi.
O kanın kokusu Tatar ülkesinin
miski gibi gizlice buruna gelmede.
İştiyak çekenler, o gizli,
mağara dostunu o kokuyla buluyorlar.
A Tebrizli Şems, canına sadaka
olarak gizli bir öpüş ver, yahut gizlice bir koçayım seni.
— Y —
LXXXI
Sevgilinin gamını çekmek için sevgilinin yanımda bulunması gerek;
yahut da gönlümde bir sabır, bir karar olmalı.
Bir derde can vermeli; fakat bir dert de nedir? Binlerce dert
olmalı.
Sevinen düşmanlar çok; fakat derdimi dert edinen bir tek dost gerek
bana.
Dostlar bu sefer yüzünden ayrılığa düşmüşler; şu sefere bir durak
gerek.
Düşman kimmiş, dost kim? Bunu anlamak için öldükten sonra bir kere
daha düny ay a gelmek, bir daha yaşamak lâzım.
Ormandaki arslan zincire vurulmuş, halbuki arslanın ormanda olması
gerek.
Balıklar kum üstünde çırpınır durur; balığa ya kaynak gerek, ya
ırmak.
Sarhoş bülbül adamakıllı mahmur; ona gül
bahçesi, çayırlık çimenlik gerek.
Göz bu perdeden ilerisini göremiyor; bir ibret gözü lâzım.
Şu çocukların hepsi de toprak yiyor; dadı gibi esirgeyici biri
gerek onlara.
Abıhayata kavuşmaya yol bulamıyorlar; abıhayat için bir Hızır
gerek.
Ne geldi geçtiyse hepsinde de pişman oldu gönül; fakat bu yılın
gönlü geçen yıl olmalıydı.
Bu şehirde güneş kıtlığı var; bir padişahın gölgesi gerek.
Şehir tezeğe tapanlarla doldu; Tatar ülkesindeki misk
ceylanlarının göbeklerinden çıkan misk lâzım.
Fakat miskle bokböceğini ayırt eden yok; miski iyiden iyiye yaymak
gerek.
Çocukça bir devlet arıyorlar; halbuki öşürü, baçı olmayan bir
devlet gerek.
Sen öldün mü, hünerin de ölür gider; bu
hünerlerinden utanmalıydın.
Birçok iş güç arıyorlar; halbuki Tanrı’yı aramaları gerek.
Ölüm kapıyı kapadı mı, gündüz gece olur gider; halbuki gecemizin
gündüz olması gerekti.
Ömrümüzden, sayılı, azıcık bir soluk kaldı; sayıya sığmaz soluk
olmalıydı.
* Rahman’ın soluğu Yemen’den gelmeliydi; bütün halka saçılmalıydı.
Mülkler kaldı, mülk sahipleri öldü; ölümsüz bir mülk, sonsuz bir
saltanat olmalıy dı.
Akıl bağlanmıştır da hevâ ve heves dileğini işliy or; halbuki akıl
işlemeliydi dilediğini.
Akıllar ayrana düşmüş sineklere dönmüş; halbuki akılların akılları
başlarında olmalıy dı.
Bu çeşit çirkin, kokmuş ayrandan çekinmeliydi gönlün ağzı.
(s. 301) Mide ayranla, kulak yalanla dolu; kaçıp kurtulmay a bir
himmet gerekti halbuki.
Kulaklar tıkanmış, ağzını yum;
halbuki kulaklarda akıldan birer küpe olmalıydı.
LXXXII
Sen gece yarısı geldin çattın
amma âşıklar sabahına anahtarsın sen.
Bu âlemde can gibi
görünmüyorsun amma gönlümün dünyasında belirmişsin, görünüp durmadasın.
Bütün gece sana kurb an oluyor
can; çünkü sen bayram sabahısın.
A peri, sen benden kaçalı ben
de peri gibi insanlardan kaçar oldum.
Mansûr devleti gibi andan âna
yücelmedeyim; çünkü bana sensin Bâyezîd olan.
Sen nice nazikleri, nice
hamları, bu y anmış y akılmış kulun gibi pişirtmişsin.
A Tebrizli Şems, aklın iki
gözüne de bir başka çeşit sürme çekmişsin sen.
LXXXIII
Çınseherden beri sarhoşsun; sarhoş değilsen sarığını ne diye eğri
sarmışsın böyle?
Bugün gözlerin adamakıllı mahmur; sanki dün gece sabaha dek içmişsin.
Canımızsın, meclisimizin mumusun; esenlik sana; iyi misin, hoş
musun?
Şarap içmişsin, gökyüzüne gitmişsin; sarhoş olmuşsun, bağları
koparıp atmışsın.
Aklın şekli tamamıyla gönül darlığıdır; aşkın şekliyse sarho
şluktur ancak.
Sarhoş oldun, arslan avcısı kesildin; tuttun, sarhoş arslanın
sırtına bindin.
Yolunun pîri, yıllanmış şarap; yürü var, ihtiyar gökyüzünden,
kocalmış felekten kurtuldun artık.
A sâkî, Tanrı’nın insafı senin elinde; çünkü sen o şaraptan başka
bir şeye tapmıyorsun.
Aklımızı alıp götürmüşsün; fakat bu sefer
öylesine al, götür ki bir daha geri yollamana imkân kalmasın.
LXXXIV
Çınseherden beri sarhoşsun;
sarhoş değilsen sarığını ne diye eğri sarmışsın böyle?
Allah için doğru söyle, dün
gece sabaha dek boyuna, hiç durmadan şarap içmişsin galiba.40]
Yüzünden, gözünden, renginden
anlaşılıyor ki o doğan kuşunun cinsindensin, o eldensin sen.
A bütün varlığın velinimeti,
içtiğinden mahmurlara da sun.
Arslan bugün ava geldi; dağa
bile bir titreme düştü; alçaldı gitti.
Kaçmakla kurtulamazsın ondan;
sarhoşsan âşıkçasına baş koy, yat.
Artık boyuna emniy ette sin,
amandasın, çünkü onun aman yurduna ulaştın sen.
Sözden altmış fersahlık yere
kaç; söz tuzağı
yüzünden bu aşağılık haldesin
sen.
LXXXV
Sevgilinin gamını çekmek için sevgilinin yanımda bulunması gerek;
yahut da gamına bir son, bir kıyı olmalı.41]
Ne yaptıysam hepsinden de pişmanım; fakat bu yılın gönlü geçen yıl
olmalıydı.[42]
O baharın gölgesi olmalıydı da umut ağacı yemyeşil kalmalıy dı.
Gönlüm ormandaki arslana benziyor; arslanın ormanda bulunması
gerek.43]
Dostu düşmandan ayırt edip bilmek, anlamak için ikinci bir defa y
aşamak gerek.
Ayıp arayan düşman çok; fakat bir de insanın derdini dert edinen
dost olsa.
Balığa benzeyen canımız çırpınıp durmada; keşke dere kıyısında
olsaydı.
Mademki gamlara batmamıza
gönlün razı; bir gam, bir dert de ne oluyor; binlercesi olmalı.
* Lâ havle çeken sevgiliyi ne
yapayım ben? Tatlı yüzlü bir sevgili gerek bana.
Domuz dünya şu hamların avı;
bizeyse canlar av lay an bir ceylan gerek.
Vefasız yoldaş topallar durur;
dümdüz yürüyen bir yoldaş lâzım.
Daha kulaklara küpe olmaya
lâyık yüzlerce gizli sözlerim var.
LXXXVI
Denizimize bir kıyı olmalıydı;
şu sefere bir durak bulunmalıydı.
Ormandaki arslan zincire
vurulmuş; arslanın ormanda bulunması gerekirdi.
Balıklar kum üstünde çırpınır
dururlar; ırmağa bir yol bulunmalıydı.
Sarhoş bülbül adamakıllı
mahmur, gül bahçesi
çayırlık çimenlik olmalıydı.
Gözler tozdan topraktan yoruldu; bir ibret gözü gerek.
Şu çocukların hepsi de toprak yemede; dadı gibi bir esirgeyici
biri lâzım.
Abıhayata yol bulamıyorlar; Hızır gibi abıhayat içmiş bir kılavuz
gerek.
Gönül ne gelip geçtiyse hepsinden pişman oldu; bu yılın gönlü
geçen yıl gerekti.
Bu şehirde güneş kıtlığı var; padişahın gölgesi gerek.
Şehir tezeğe tapanlarla doldu; Tatar ülkesi ceylanlarının
göbeğinden çıkan misk lâzım.
Fakat kimsecik miski bok böceğinden ayırt edemiyor; miskin
adamakıllı yayılması gerek.
Çocukça bir devlet arıyorlar; öşürü, baçı o lmay an bir devlet
lâzım.
Ecel kapıyı kapadı mı, gündüz gece olur gider; halbuki gecemizin
gündüz olması gerekti.
Öldün mü, hünerin de öldü
demektir; bu hünerlerinden utanmalıydın sen.
Çengi paramparça olasıca bunak,
bize el attı.
îş güç isteyen çok, bir de
Tanrı’yı isteyen olsa.
Ömrümüzden, sayılı, azıcık bir
soluk kaldı; sayıya sığmaz soluk olmalıydı.
* Rahman’ın soluğu Yemen’den
gelmeliydi; bütün halka saçılmalıydı.
Ölüm bize bir tencere yemek
pişirdi; onu yiyip sindirmek gerek.
Ölümü anış ölümü mademki
defeder; her solukta onu anmay ı iş edinmeliydik.
Her solukta yüzlerce ölü geçmede;
gözler boyuna yaş dökmeliydi, y aslara batmalıydı.
Mülkler kaldı, mülk sahipleri
öldü; ölümsüz bir mülk, sonsuz bir saltanat olmalıy dı.
Akıl bağlanmıştır da hevâ ve
heves dileğini işliy or; halbuki akıl işlemeliydi dilediğini.
Akıllar sinek gibi o ayrana
düşmüş; halbuki akılların akılları başlarında olmalıydı.
Bu çeşit çirkin, kokmuş
ayrandan sakınmalıydı şu sinek.
Mide ayranla, kulak yalanla
dolu; kaçıp kurtulmay a bir himmet gerekti halbuki.
Kulaklar tıkanmış, ağzını yum;
halbuki kulaklarda akıldan birer küpe olmalıydı.
Tebrizli Şems’in kinayelerine,
anlamı bile yakan bir anlatış gerekti.]44]
LXXXVII
(s. 302) Avucuna bulut diyen,
akıllılığa zulmetmiştir.]45]
O, hem ağlar, hem bağışlar;
sense hem bağışlarsın, hem de gülersin.
Yusuf gibi senin de suçun
güzelliğindir; taksiratın bilgidir, kanaattir.
Ekşiliğini yapaduran sirkedir; sevgiliyse şekerdir, şekerlik eder.
O düşmanın Mirrîh gibi kutsuz gözleri vardır; sense Ay gibi tutar,
Zühre’nin elini bağlarsın.
A gönül, ayrılıkta bir hayli can çekiştin; artık buluşma
temellerine gel.
Katresin; gene denize var da ona karşı miktarın ne, bir gör.
Güneş’ten yakut gıdası elde et de onun huy uy la huylan.
LXXXVIII
A güzelim, şükür de utanmıştır senden, hürlük de; neşelisin, ne
mutlu sana, ona kavuşmay a lâyıksın sen.46]
Aşka bak hele; sen aşk gözlerini açtın mı, o da yüzlerce ağız açar
da o gözlere dalar gider.
A gönül, havuzun çevresinde dönüp dolaştın amma gördün ya, sonunda
içine düşüverdin işte.
Suyu da yel gibi geçtin gitti, ateşi de; a gönül, ateşten misin
sen, sudan mı?
Gönül de, aşk da, bu ikisi de şakirdi onun; ustalıkla şakirdini
yutuverdi gitti.
Önce toprağı, topraktan olanı yel süpürgesinin önüne koydun da,
O yel gebe kaldı; o yelden de bir âlemdir doğdu.
Yelden doğan, anasını yedi; hem de ateş gibi zulüm ıssılığıyla
yedi, sömürdü.
Ağaçta bir kurtcağız peydahlandı; kökünden, temelinden ağacı yedi
gitti.
Gerçekte o kurt aşktı, yüzlerce Bağdatlı Cüneyd’in gönlündeydi.
Derken o kanlı aşk cellâtlığa koyuldu da ne Cüneyd’i bıraktı, ne
Bağdat’ı.
Halife ölümsüzlük dünyasının davulunu çalıp göçünce y aradan icat
temelini attı da,
Bir büyük varlık göründü; öylesine varlık ki
baştan başa neşe, baştan başa zevk, baştan başa cömertlik.
* A Tebrizli Şems, yüzünü
göster de Abbâdî’ce sözler söyleyeyim ben.
LXXXIX
A gönül, mihnetlere dalmışsan,
belâlara uğramışsan bile Tanrı’ya da güvencin, dayancın var ya.
Böyle bir tapı varken
umutsuzluğa düşesin; etme Tanrı’ya inanmışsan, etme a gönül.
Düşünce yükünü her yana
götürüyorsun; fakat bir bak da gör, ondan başka kimin var senin?
Vefan varsa bunca zamandır, ne
lûtuflarda bulundu; bir düşün, hatırla onları,
Tanrı hem baş gözü verdi sana,
hem can gözü; artık başka bir yere ne diye göz dikiyorsun?
Ömrünü zâyi etme, geçti gitti
ömür zaten; kimyan var, kuyumculuk et.
Her seher çağı sana ses gelir:
Alnında bizim dağımız var; bize gel, bize.
Şu bedenden önce tertemiz bir
candın; niceye bir ayrı kalacaksın ondan?
Tertemiz bir can kara toprakta
kalsın... Ben söylemeyeyim, sen söyle; lâyık görür müsün bunu?
Kendini elbiseden tanı; şu
topraktan, sudan bir elbisen var senin.
Her gece elbiseni çıkarıy o r,
soyunuyorsun; çünkü bu elden başka bir elin daha var.
Yeter; bu kadarını da şu
sokakta bir bildiğin var diye söyledim zaten.
XC
Yazık, yazık; benim gibi vefalı
bir dostun, senin gibi bir kan içiciyi araması, istemesi yazık.
Yazık, yazık; kanlar döken bir
hekimin, zârı zârı ağlayıp inley en bir hastanın başına gelmesi yazık.
Bana ettiğin cefaları, hiçbir
dost dostuna etmez.
Ona, suçsuz günahsız, kanıma
girmeye mi kasdın var dedim; evet dedi.
Aşkım dedi, suçluyu öldürmez;
aşk ancak suçsuzu öldürür.
Ben her an bir gül bahçesi
yakıyorum; sen bana karşı ne oluyorsun? Bir diken ancak.
Ben binlerce neşe çengini
kırdım; sen nesin? Çengimde bir tel ancak.
Ordumdan şehirler yıkılmış; sen
kim oluyorsun? Yıkık bir duvar ancak.
Dedim ki ona: Hiçbir yankesici,
en önemsiz bir oyunundan bile can kurtaramadı gitti.
Saçının her telinde bir
düzenbaz baş aşağı asılakalmış.
îster oynayayım, ister
oynamayayım, bu şaha karşı mat olmuşum, mat olmuşum, mat olmuşum bir kere.
Satın almasa da pişman olur,
satın alsa da pişman; görülmemiş bir alışveriş.
Satın alırsa keşke der, hepsini
ben alsaydım.
Satın almazsa elini dişler
durur; umutsuz bir hale düşer, yerlere serilir, hor, hakir olur.
Sanki dala, budağa tutunmuş da
kökü, gövdeyi atmış gitmiş; can vermiş de bir leş elde etmiş.
Bir nalın sevdasıyla ayağı
kesilmiş; bir sarık uğruna başını vermiş.
Böylesine bir müşteri varken bo
şlamış; böylesine bir şarap varken ayık kalmış.
Eşek, beden otlağını beğenip
seçmiş; murdar eşek o otlakta kalakalmış gitmiş.
XCI
A sâkî, a sâkî, revâ görür
müsün? Gün geçsin gitsin de biz ayık kalalım.
Önümüze mezeler döksen akılları
alır gidersin sen.
Şarap yerine güzel, anlamı ince
sözler söylüyorsun; maksadın da yankesicilikle aklımızı çalmak.
Gönlün derdini görmüyorsan
ağlayıp inlemeyi çengden duy.
Gönül alıcısın; neyin, çengin
feryadı, gönlün düştüğü hali anlatır sana; onları duy da gönül derdini gör,
anla.
Âşıklık sözüne ne diye el
korsun; sözü ne diye ortaya atarsın?
Boyunda gerdanlık da sensin;
kulakta küpe de sen; ne diye boynunu, kulağını kaşırsın?
Sözü tuzağa yem yapma; zaten bu
tutkunluk sözden meydana geliyor.
Çünkü söz gâh kilittir, gâh
anahtar; onunla gâh aydınız, gâh karanlık.
Sen bir gül bahçesisin; söz,
eğer onda senden bir koku varsa yeldir ancak.
Sen ışıklardan ibaretsin; söz,
eğer onda senden bir ışık varsa kadehtir ancak.
Tulumu kapat, testiler doldu;
su çok olursa tulumu da patlatır.
XCII
İşsizlik güçsüzlük sana
verilmiş, senin işin; yürü, Tanrı yardımına ermişsin sen.
Kalemin önünde şeklin ne işi
var? O kalemin yardıma ne ihtiyacı var ki?
(s. 303) O put yonanın önünde
puta dön; çünkü bütün şeklin, bütün rengin ondan.
Sana, bir şekil gerek mi diye
sorarsa cevap, ver de de ki: Yonduğun şekil gerek ancak.
Beni beden haline korsan canımsın
sen; gönül haline korsan gönlü alansın sen.
Dikene gülün lûtfunu bağışlayan
sensin; yoksa diken dalı, dikenlikten başka ne yapabilir ki?
Şarap sun, şarap; bizi şaraba
alıştıran sensin; seninle olduktan sonra ayıklık haramdır çünkü.
XCIII
Aşk kâfirlikle bir göründü de iman, korkusundan bir zünnâr
kuşandı.
Aman, aman diye dünyadan bir sestir göklere ağdı; fakat
kimseciklere aman vermedi o.
Hiçbir bucak yoktu ki bir düşman olmasın orda; hiçbir define yoktu
ki bir yılan bulunmasın orda.
Yusuf bir kuyuya sığınmadı mı? Muhammed, bir mağaraya kaçmadı mı?
Zün-Nûn’un ayağına zincir vurdu o, Mansûr’un başını darağacında
yüceltti o.
Yokluk bucağından başka bir yerde huzur, rahat bulamazsın; bir
uğurdan yokluğa kaç gitsin.
Bir hırka için bunca yaraya katlanmak; bir sarık için kelleyi
vermek... Değmez doğrusu.
Ağır elbise, hırka, cübbe yerine kefen, daha da hoş; mezar bu
şehirden çok daha iyi.
Ne vakit varlıktan tamamıyla
kurtulacağım da bir kuş gibi yokluğa uçup gideceğim?
Ne vakit can kuşum beden
kafesinden çıkacak da gül bahçesine doğru uçacak?
Görülmemiş bir kahvaltı edecek;
şaşılacak bir gaga açacak?
Gönül de, göz de, mide de nur
yer; çünkü yemeğin aslı nurlardandır.
* “Hattâ onlar, Rableri katında
dirilerdir; rızklanırlar” yemeğini gizlice yerler.
Göbeği misklerle dolu ceylanım,
ansızın şu düzenbaz feleğin tuzağından kurtulur.
Can hiç işsiz güçsüz bulunmayan
bir dünyaya gider, tertemiz c anlara karışır.
Şu tuzaktaki bir avuç buğday
bir ambardan gelmededir elbet.
Tazeleşip duran dünya bahçesi
bir ırmaktan sulanmadadır elbet.
Yeryüzündekilere akıl veren
kimdir? Önüne
ön olmayan, sınıkları onaran
bir padişah.
Akıl fikir saçısını saçmasaydı zamanede bir tek akıllı fikirli
kişi mi olurdu?
Uyumuş toprağa o padişah lütfedip de bir uyanıklık vermeseydi,
uyur kalır, hiç uyanmazdı.
Kanla pislik hiçbir güzellik elde edemezdi; fakat onun ayıpları
örtücülüğü, ona bir perde çekti de bezedi onu.
Aklını başına devşir, bir ambara kanaat etme de harmana kaç, oraya
ulaş.
Onun sayesinde aklının başında külâh var ya; atlas kumaştan elbise
yaptır.
Şu külâhı ver de bir baş al; çünkü can başında külâh yok.
A gönlüm, Şems’in burcuna kaç, oraya ulaş; onu bir kerecik görmeyi
yeter bulma.
Öylesine bir Tebrizli Şems’tir o ki onun nurları yüzünden güneş
bile dönüp duran gökyüzüne yoldaş olmuştur.
XCIV
Herkese baş olarak sağ ol; yüce
meclisin muradınca sürsün gitsin.
Temiz kişiler adından buldular
iyi adı sanı; var olsun adın sanın.
Bu kula nimetler veren sensin;
sana selâmlar gönderiyorum, tapılar kılıyorum.
Özleyişimi ne diye anlatayım,
zaten bir balığım ben, sense lûtuflar, keremler denizisin.
Susamış balık su olmayınca ne
hale gelir a cana hem yem olan, hem tuzak kesilen?
Şu selâm göndermedeki sebep de
şu: îşimi sona vardıracak sensin ancak.
Mektubumu getiren, benden tapı
kılan, şekerler döken lûtfundan bir şerbet içmek ümidindedir.
Halka keremler ettin de o
yüzden ileri gidenler de rahat, huzur içinde, geri kalan topluluk da.
Halkı himayene al; çünkü bugün
zamane ehlinin koruyucusu sensin.
Koru onları da senin gölgen
altında esenleşsinler; çünkü cana sığınacak yer de sensin, rahat, huzur da sen.
Ben de minnetlerine gark olup
gideyim; zaten başlangıçta lûtuflar ettin, şimdi de tamamlarsın o lûtufları
elbet.
Gölgen Müslümanların başlarında
ebedî olsun; Müslümanlığın güneşisin sen.
Bu yanda görülecek bir iş,
yapılacak bir hizmet varsa buyur da hizmet edeyim, râm olayım sana.
XCV
Sen çevgen beyi oldukça biz de
meydanın topu kesiliriz.
Şu dönüşten sarhoş olduk,
hiçbir şeyden haberimiz yok; şu dönüşün sırrını sen bilirsin ancak.
îş dönmeyle, biteviye birbirine
ulanmayla sonuçlandı mı, fakih kişiye gizli anlam kesilir gider.
Fakat aşktaki dönüş, aşktaki
biteviye ulanış her kesin delilin şartıdır.
Evin bucağındaki fareler, gül
bahçesindeki bülbülün feryatlarını nerden duyacaklar?
Kör ihtiyarların gözleri can
güzellerinin cilvesini nerden görecek?
Fakat kör olana da gözlerine
çekmek için Isfahan sürmesini gene aşk hazırlar.
îhtiyara da aşk, abıhayat sunar
da gençleştirir onu.
Bütün dostlar aşkla dirildi;
sense böylece kalakaldın; ne duruyorsun?
Eşeğe binmişsin; in eşekten;
meydanda eşekle gidilemez; bu meydana lâyık değildir eşek.
Padişahım, neden eşeğe bindin?
Padişahlar padişahısın, padişah soyundansın sen.
Eşeğin sırtı lâyık değildir
sana; atlara binmek lâyık sana.
* A bugün insana can kesilen;
sen “bölük bölük ordulardaydın” önce.
Yıkıp kırmadan korkmasaydım ey
can, ne söylenecek sözler söylerdim sana.
XCVI
Gizli şaraplarla sarhoşum;
gizli tefle, neyle, çengle kendimden geçmişim.
Böylesine gizli sevgiliye
gizlice vefalar etmek gerek.
Yıllardır ki canım şu aşağılık
yerde gizli hayhuy lar etmede.
Dedim ki: A gönül, sonucu
nerdesin sen? Gizli burçlardayım dedi.
O güzel yüzlü gizli Ay, solumda
dedi, Güneş var, sağımda Ay.
O ay yüzlüyü Müşteri sattı;
parasını gizlice
verdim ona.
Gizli bir ululuktan ışıklar vurmada; nasıl olur da karanlığım
kalır benim?
Ateşim nasıl söner? Zaten soluk nedir? Gizli belânın bir delili.
(s. 304) Canlarımız kurtulmasın o belâdan; kurtulmasın da gizlice
armağanlar elde etsin.
Tebrizli Şems, çorba pişirdi; sûfîler, gizlice salâ size.
XCVII
Cana cansın, yüzlerce cana can; gizlice naralar atıp duruyorsun.
* Tersine nal çakmışsın, gizlice at sürmedesin; fakat sağır
olmayan övülmeni duyar.
Ahmak olmayandan başkası anlamaz bunu; bu parçadan dağarcık
yapmaya utanırsın sen.
Önündeki, ardındaki engel de şu utanmadır zaten; başım yüce,
halkın ulusuyum der
durursun çünkü.
Fakat bundan kaçındın mı, geçici şeylere boş veren filân, kadrini
yüceltir senin.
XCVIII
Susuyorsun, söylüyorsun; can mısın yoksa? Gizliden gizliye naralar
atmadasın.
Bir bahçesin sen, şeklinse bir yaprak; hattâ bahçe de nedir, yüz
binlerce bahçesin sen.
Yaşayış bahçesi, sensiz bir zindandır; ölümse zindandan kurtuluş.
Canın denizdir, şeklinse bulut; gönül feyzi de mercan katrelerdir.
A tek er, Tanrı’ya tek diyenler, buyruğuna karşı bir top
kesilmişler; çünkü çevgeni tutan padişah sensin.
Bir top kesilmeyen altın bile olsa iyidir, iyi amma meydana lâyık
olamaz.
Pürüzlü yerlerini yon, şuna buna karışmayı
boşla; çünkü sen çevik, yusyuvarlak bir topsun.
İblis, kınayışı yüzünden sürüldü,
Tanrı tapısından kovuldu gitti.
Top bile olsan, kendini
çıkırıkçıya bırak da adamakıllı bir top olasın.
İblis’in işi olan kınama, bir
söyleyişten, bir bilişten alıkor insanı.
XCIX
A bana nimetlerini veren, a
benim padişahım; güzellikte en ilerisin, bir ikinci yok sana.
Bir denizsin ki bütün dünyayı
kaplamış; inciler, mercanlar saçmadasın kıyıya.
Kulunuzun yapısı yıkık; onu
yap, direklerimi kuvvetlendir.
Bu cefa nice olur? Vefalısın
sen; nasıl olur da unutursun beni, unutuluşa terk eder gidersin?
Ayrılık y ılanı saldırdı mı,
yılan gibi sokar, zehirler beni.
Yüzüm safran gibi sarardı
soldu; kaptan su boşalır gibi aktı gözyaşlarım.
Senin havanda yurt edinen gönlü
koru; aşkınızdan başka bir yapıcı yok bana.
Düşmanlarımın gözleri gülmede,
halime seviniyor onlar; niceye dek karde şlerim ağlasınlar bana?
A canıyla bütün dünyayı
kavrayan; canınla her yanda hazırsın, yakınsın sen.-t47]
C
Yeni bir buyruk ver, zamanın
padişahısın. Yeni bir para bastır, sultansın sen.
Âlemde şartsız, kayıtsız buyruk
senin; buyruk sahipleri kalıptır, can sensin.
Padişahların rüyalarında
aradığı, kolaylıkla senin eline geçti.
Bütün kuşlar senin yemini yer;
sen onların arasında devlet kuşusun.
Devlet sayvanın başımızın üstünde yüceldi; çünkü sen özden öz, tam
insansın, insanlıksın.
Hattâ hayvanlık canına gönül versen, mülkün canından da yüce bir
hale gelir, meleğin canından da.
Âşıklardan şartı şurtu kaldır; onların hallerini zaten bilirsin
sen.
îster Tanrı tarafından takdir edilmiş olsun, ister Şeytan’ın
düzeniyle kurulmuş bulunsun, âşıkların yollarından kaldır tuzakları.
Kaldır da şu dâvada yüzüm kızarsın; çünkü sen Tanrı gibi buyruğu
lâtif bir ersin.
A Tebrizli Şems, baştan başa rahmetten ibaretsin; çünkü rahman
sıfatlarının sırrısın sen.
CI
îrâdemi sana vermişim, dileğim sensin; kulunum kölenim, padişahım
sensin çünkü.
Gönül, irâdesini sana vermiş, seni istemekte; şu kapalı kapıyı
açan sensin.
Senin ayağının bastığı toprağım, fakat bugün tozuyorum, havanda
dönüp duruyorum; yel sensin çünkü.
Zahitliğim şarap içmek, savaşım kadehle; çünkü zahitlik de sensin
bana, çalışıp çabalama da sen.
Yaradılışım kötü, mayam kötü; fakat şükrediyorum gene de; çünkü
yaradılışımda da sen varsın ancak, mayamda da sen.
Senin yarattığın, senin hoş gördüğün huy elbette güzeldir; çünkü
bütün dilek, bütün istek sensin.
Sen kadeh oldun mu, zehir şarap kesilir; senden gelince zulüm
lûtuf olur, ihsan olur.
Yeter görey im, susayım da daha fazla seni anayım; amma her anış
seni anmak, her hatırlayış seni hatırlamak zaten.
CII
Sarhoşsun, âşıkça sözler söylüyorsun; garip
misin sen, yoksa bu köyden misin?
O büyücü gözlerine karşı büyücülüğe kalkışmak, nasıl olur da haram
olmaz?
Ay değirmisi bile yüzünü görünce noksanını bilip utanıyor; iş
böyleyken Zühre nasıl oluyor da edebe riayet etmiyor?
Ne fayda verir öğüt âşıklara? Onları sel g ötürdü gitti; yürü, ne
arıy orsun sen?
Bizim güzelimizden ne anlarsın sen? Biz o yandanız, sense bu
yandansın.
Onun masalıyla elden çıktık biz; ne diye el yumazsın bizden?
Mademki dostun çevgeni önünde bir topsun; aşk mey danına secde
ederek yürü.
O Türk’e benzer gözlere karşı kulsun, Hintli, en aşağı bir kölesin
sen.
Bu harem yerinde savaşıp durmada, inatlaşıp yatmadasın a sabır;
gâh lalasın, gâh edepsizin biri.
A Güneş, ne sınırın görünmede,
ne bir terazinin gözüne sığıyorsun.
A Ay, hele bir kendini tanı; ay
sonlarında bir kıla dönmüyor musun sen?
A Zühre, hele bir çarşafa
bürün; edebin yok, kahpe bir kadınsın sen.
Ey olgun aşk, sen gel; Tanrı
zatının ışığısın, yahut da O’sun sen.
Bu yolda ayağım kalmadı benim,
dizimde de diz denecek hal kalmadı.
Gemi gibi gönlümün yanına y
atay ım da gideyim bâri; a gönlüm, senin de binlerce yanın var.
Sarhoş, kendinden geçmiş bir
halde, sağa sola yalpa vurarak gidiyorsun; sağsız, solsuz yere doğru yelip
yortuyorsun.
Canın ne sağı var, ne solu; bir
koku alab iliy orsan canın kokusunu alabilirsin ancak.
O şeker yüzlüden yüz çevirdin
mi, istersen şekerkamışı ol, bil ki kötü huylusun.
Fakat Şeytan bile olsan ona yüz
tuttun mu, Allah Allah, aysın, hem de nasıl, Ay’dan da on kat güzel, on kat
aydın.
Gönlüm, yerinden oldu; nasıl
söyleyeyim, nasıl öveyim onu? Bütün o’lar, bu o’nun kulu kölesi.
Aklını başına al da huylarından
birini dinle: Gâh arslanlık eder o, gâh ceylanlık.
Yeter, sus; söz görüşün işini
yapamaz; narla elma, eriğin yerini tutmaz.
CIII
(s. 305) Bir sarhoşcağız
olmuşsun da söze başlamışsın; garip misin sen, yoksa bu köyden misin?
Sarhoş, kendinden geçmiş bir
halde, sağa sola yalpa vurarak gidiyorsun; o sağı solu o lmay anı aray ıp
duruyorsun.
Canın ne sağı var, ne solu; sen
canı y aralay anın peşine düşmüşsün, gidiyorsun.
O şeker yüzlüden yüz çevirdin mi, istersen şekerkamışı ol, bil ki
kötü huylusun.
Fakat Şeytan bile olsan ona yüz tuttun mu, Allah Allah, ne de
güzel, ay yüzlüsün ya.
Gönlüm yerinden oldu; nasıl söyleyeyim, nasıl öveyim onu? Öylesine
bir o ki canı da alır, götürür, gönlü de.
Aklını başına al da huylarından birini dinle: Gâh arslanlık eder
o, gâh ceylanlık.
Yolunda ayağım kalmadı; dizimde de diz denecek hal kalmadı gitti.
Onun meydanında bir topsan, çevgeninden başka bir şeyle
yuvarlanmasın başın.
Gök gibi yalınkatsan kendine gel de bu söze sarılma; yeter
artık.-t48]
CIV
Niceye bir kavga edip duracaksın; niceye bir şu kalabalığın içinde
kalacaksın? Yavaş y avaş
yalnızlığı huy edin.
Yalnızlığa dalanın bir hoş sevdası vardır; yürü de, ne sevdadasın
diye bir sor ona.
Yalnızlık ona derler ki birisine sığmasın da bir hoş uykuya
dalasın, bir güzelce dinlenesin.
Baht ağacının gölgesine gidesin de tezce orda konak tutasın, yan
gelesin.
Bahtının açılmasını istiyorsan her ağacın gölgesinde yükünü açma.
Sana, bizdensin sen dese bile, bizlik, benlik dağarcığına gitme
sakın.
Yürü, nerde olursan ol, kendine gel; hercai adamın yüzü karadır.
Kendin dediğim nedir? Yüzünden bunca seyre seyrana daldığın kişiye
gark olup kendinden geçmek.
Padişah Salâhaddin’e ulaştın mı, bozuk düzen bile olsan iy
ileşirsin, düzelir gidersin.
BAHR-İ HEZEC-[49
-AHRAB MÜSEDDES-
mef’ûlü mefâilün feûlün
— A —
(c. II, s. 1) Sevgili, gönlümüzde sen varsın; senden başkası
kerpiçtir, taştır, kayadır.
Her âşık bir güzeli seçmiştir; bizse senden başkasını görmemişiz a
sevgili.
Senden başka bir Ay olsa bile gözümüz görmez; senden başkasını
kıskanmayız biz.
Ey halk, ondan bahsetmeyin tek de bütün güzeller sizin olsun.
Ululuk ıssını gören kişi, geçip gidecek güzelle aşk oyununa
girişir mi hiç?
Tanrı’nın lûtfunu uman, o lûtuftan başka hiçbir şeye gönül
bağlamaz.
Kıskanacaksan Tanrı’yı kıskan; bu kıskançlık peygamberlerde de
vardır.
îsa dördüncü kat göğe ağdıktan sonra kiliseyi ne yapsın?
Ebû Bekir’le Ömer, canla başla
Osman’ı, Murtazâ Ali’yi seçmiştir.
A Tebrizli Şems, ırmağı akıt da
döndür değirmen taşını.
II
A can, a bütün canların can
oluşuna, duruşuna sebep olan; a canlara kanat verip uçuran.
Seninle olduktan sonra ziyandan
ne korkalım, a bütün ziy anları kâra döndüren.
Feryat bakış oklarından, feryat
yaya benzeyen kaşlardan.
Güzellerin lâ’l dudaklarına
şekerler verdin de tamahla ağızlar açık kaldı gitti.
A elimize anahtar veren; onunla
dünya kapılarını açtıran.
Bizim aramızda değilsen ne diye
şu beller bağlanmış böyle?
İzi belirmeyen şarabın yoksa bu
izler neyin
tanığı?
Sen vehmimizden dışarıysan şu vehimler kiminle diri öyleyse?
Sen dünyamızdan gizliysen şu gizliler kimin yüzünden ortaya
çıkıyor?
Bırak dünya masallarını, bıktık, usandık onlardan biz.
Şekerler döken güzele düşen can cennetleri ne yapsın, sığar mı
oralara hiç?
Senin ayağının altına toprak olan, gökleri anar mı artık?
Koruyuşunla ağzımı yumdur; bizi şu dillere düşürme.
III
A büyücülüğe sımsıkı yapışan; ceylanı gözlere arslan gösteren.
Büyünden göz şaşı olmuş; gözlere iki görme huyunu vermişsin.
Turuncu erik göstermişsin;
halbuki turunç erik olur mu hiç?
Büyün keçiyi kurt göstermiş,
buğdayı arpa.
Büyün dürülmüş hayal tomarını,
ölümsüzlük fermanı göstermiş.
Büyünle bilgisiz sapığın
sakalı, doğru yolu buluş yeliyle dolmuş.
* Büyün, a Hintli’yi Türk
gösteren, bizi sofist etti gitti.
Rüstem gibi güçlü kuvvetli
filleri, savaş vakti sivrisinek gibi gösterir büyün.
Savaşırlar da yerinde takdir
edilen buyruk y erini bulur gider.
Sofist olma, sus da mânevî
dilini aç.
IV
Şemseddin’i, Tebriz’in övündüğü,
Çin’in haset ettiği güzeli uzaktan gördü;
Uzaktan gördü o gökyüzünün gözünü, ışığını; o yeryüzünü dirilteni.
Onu, öylesini gören can bu hale gelir işte, daha da beter olur
hattâ.
Bana dedi ki: Seni ağlatarak öldürürsem... Ona dedim ki: Bu
aşağılık kulu mu?
Bu konuşma sırasındaydı ki ansızın gayb âleminden, pusudan çıktı.
Kulunun varlığına ateş saldı, kibri, kini kökünden söktü, attı.
Yalnız lâlenin gönlü yanmamış o şaraptan, yasemini de sarho ş
etmiş o şarap.
Dileğimiz onun eteğinde; bize de yen sallayıp durmada.
Bir padişah ki Ay’a yüz gösterdi mi gökyüzü atına eyer vurur
gider.
* Eğri otur da doğru söyle; o gerçek can padişahına eş yoktur.
Vallahi kutlu, emin Cebrâil’in bile ondan
haberi yok.
Boş yere ne söylenirsin? O, yedinci kat göğü bile dile getirdi.
Can gözümüzü açar da onu görürsek yakıyni bile bir arpaya almayız.
* Eyvahlar olsun, o buluşma devleti gene kürkünü ters giydi.
A benim Şemseddin’imin aşk çalgıcısı, canın için gene şunu söyle:
Elini öpme fırsatını bulamazsam alnımı yere kor dururum.
V
O ay yüzlü burda vefa etti bize, asla bir yere gitmeyelim burdan.
Can yaşayışına yardım burda; iki göze zevk burda.
Ay ağımız burda balçığa saplandı; ayağımızı nasıl kurtarırız
burdan?
Allah’a and olsun ki gönül
verdik buraya, Tanrım, kimseyi sürme burdan.
Buraya, ölüme yol yok; burdan
ayrılmaktır ölüm.
Güneş gibi burdan doğdun; bizi
burda ay dınlattın sen.
Can burda kutlu bir hale gelir;
sevinir, tazeleşir; ölümsüzlüğü burda bulur can.
Bir kere daha kaldır örtüyü;
bir kere daha doğ burdan.
Zevâlsiz şarap burda; sâkî, dök
o şarabı burda.
(c. II, s. 2) Şu, abıhayat
kaynağı; saka, tulumunu doldur burdan.
Burda kol kanat buldu gönüller;
burda havalandı akıl, burda.
VI
Kalk, sabah şarabını hazırla;
kucağımızı misklerle, amberlerle doldur.
A güzel yüzlü güzel sâkî, o renkli şarabı getir.
Benden, nasıl sâkî o diye sordu; şeker mi şeker, yüzlerce batman
gelir helva mı helva.
Olmayacak şeylere yelip yortan vesvesenin dök başına o şarap dolu
sağrağı.
Öylesine şarap ki serçe bile içse Zümrüdüanka’yı avlamaya niyetlenir.
Ağırlaşmadan tez sıçra, gel yanımıza.
Ay gibi dön dolaş, ışık saç; o kızıl benizliye sun kızıl şarabı.
Hepimizi de sarhoş et, ellerimizi çırpmaya koyulalım da o vakit
seyret bizi.
Seyret artık sarhoşların dönüşünü, cilvesini; işit artık gürültüyü
p atırtıy ı.
Bunun boynuna o, a benim padişahım, sevgilim, efendim diye el
atmış;
O da gül gibi yüzünü yaklaştırmış, sevgilisinin elini ay ağını
öpüyor.
Şu, cömertlikle kesesini açmış,
pervasızca dönün diyor.
Öbürüyse sarığını, hırkasını
atmış, bunları diyor, yarın rehine verin.
Orda coşup köpüren sevgi,
yüzlerce anada y oktur, yüzlerce babada bulunmaz.
Bu, öbürünü akrabası görüyor;
sarhoşlukla düşmanlar bile bu hale geliyor işte.
O kavga dünya şarabından çıkar,
Tanrı meclisinde öyle şeyler olmaz.
Ne kızma vardır, ne kayyetme,
ne savaş; orda sâkî vardır, meclisi bezeyen şarap vardır ancak.
Sus ki kıskançlığından kâfir
nefis bile, ondan başka yoktur tapacak diyor.
VII
Ne vakte dek geri gideceksin?
İleriye gel; küfre varma, dine imana gel artık.[50]
Zehri şerbet gör, zehre sarıl;
sonucu, aslının da
aslına gel sen.
*
Şekil bakımından yeryüzündesin; fakat yakıyn incilerinin ipliğisin
sen.
Tanrı ışığı mahzenine emin olmuşsun; sonucu, aslının da aslına gel
sen.
*
Kendini kendinden geçişe verdin mi, bil ki varlığından kurtuldun;
Binlerce tuzağın bağlarından sıçradın; sonucu, aslının da aslına
gel sen.
*
Bir halifenin belinden geldin; aşağılık düny ay a göz açtın.
Yazıklar olsun; ne kadar da neşelisin sen; sonucu, aslının da
aslına gel sen.
*
Her ne kadar şu dünyanın tılsımısın
amma içyüzünde bir madensin sen.
O iki gizli gözünü aç; sonucu,
aslının da aslına gel sen.
*
Ululuk ışığının oğlusun; kutlu
bir talihin, iyi bir falın var;
Her vara yoğa ne diye, ne vakte
dek ağlayıp duracaksın? Sonucu, aslının da aslına gel sen.
*
Sert kayalar arasında bir
lâ’lsin; ne vakte dek y anıltacaksın bizi?
A dostum, gözüne apaçık da
görünmede işte; sonucu, aslının da aslına gel sen.
*
Serkeş sevgilinin kucağından gelirken sarhoş, lâtif, gönül çekici
bir halde;
Gözlerin güzel mi güzel, ateşlerle dolu mu dolu; işte böyle
gelirsin sen. Sonucu, aslının da aslına gel sen.
*
Tebrizli Şems, o padişah, o sâkî karşında; ölümsüzlük şarabıyla
dolu bir kadeh sunuy or sana;
Süphânallah, ne de arı duru; sonucu, aslının da aslına gel sen.
VIII
Nasıl oluyor da bizim ateşimizle, bizim alevimizle evimizden
kalkıyor da evine gidebiliyorsun sen?
Atımızı, kamçımızı sakın Rüstem-i Zâl’e bile söyleme.
Çünkü hilemizi, düzenimizi gerçeklerden
başka kimsecikler bilmez.
Hiç kimsenin gönlüne sığmayız;
çünkü tarağımız onun başında.
Nerde onun okunun tüyünü
görürsen, iyiden iyiye bil ki izimiz ordadır bizim.
Aşktan bahset, de ki: Aşk bir
tuzaktır; fakat sakın y emimizi söyleme.
A gönül mahremi, masalımızı
hatırına bile getirme sakın.
Böylece söylemezsen vallahi
alışırsın, söylemez olur gidersin.
Tebriz’de, feşmânımızın gönül
devleti olan bir filânımız vardı bizim.
IX
O gül bahçesine benzer güzelim
yüzü, o aydınlığın gözünü, ışığını gördüm.
Gördüm o can kıblesini, can
secdegâhını; o zevki, safâyı, o emniy et yurdunu.
Gönül, oraya can vereyim,
varlığımı, benliğimi feda edeyim dedi.
Can da dönmeye koyuldu,
ellerini çırpmaya başladı.
Akıl da geldi; bu mutlu bahtı,
bu yüce kutluluğu nasıl söyleyeyim, nice öveyim ben dedi.
Öylesine bir gül kokusu bu ki
ikiye bükülmüş her boyu selviye döndürdü.
Aşkla her şey değişir;
Ermeni’yi bile Türk y apıverirler.
A can, canlar canına ulaştın
sen; a beden, eridin gittin, bedenlikten çıktın sen.
Yakut, sevgilimizin zekâtı;
zenginin parasını yoksul yer.
* Taze, yaş hurmayı dertli
Meryem bulur.
Halka pek o kadar ihsanda
bulunma da yabancının gözü kalmasın.
îmandan maksat eminlikse
eminliği yalnızlıkta
ara.
Kimin yalnızlık bucağıdır gönül evi? Gönülde oturmayı huy edin.
O içimi tatlı ölümsüzlük sağrağını gönül evinde sunar dururlar.
Sus, susma hünerini elde et; hünerlerle dolu lâfları bırak.
înancı gönlünde sakla; çünkü inanç yurdudur gönül.
X
Güzel yüzlü güzel padişahı, o gönüllerin gözünü, ışığını gördüm.
O gönül dostunu, o derdimi dert edineni, o canı, o cana canlar
katan cihanı gördüm.
Gördüm o akla akıl vereni, safâya safâ bağışlayanı.
(c. II, s. 3) Gördüm o Ay’ın da secdegâhını, göğün de; gördüm o
erenlerin canına kıble
kesileni.
Her parçam ayrı ayrı, Tanrı’ya hamd olsun, şükürler olsun diyordu.
Mûsa ansızın ağaçtan o ışığı görünce,
Arayıp taramadan kurtuldum; değil mi ki böyle bir bağışı buldum
dedi.
Tanrı, a Mûsa dedi, yolculuğu bırak; sopayı at elinden.
O anda Mûsa, akrabayı da gönlünden çıkardı attı, konuyu komşuyu
da, bildiği, tanıdığı da.
*
“Ayakkabılarını çıkar” emri
buydu, bu; yâni a gönül bezeyen, iki dünyayı da bırak.
Gönül evine ondan başkası sığmaz; peygamberlerin kıskançlığını
gönül bilir ancak.
*
Ey Mûsa dedi, elinde ne var?
Mûsa, y olculukta işimize y aray an sopa dedi.
Sopayı at elinden; at da göğün şaşılacak işini gör dedi.
Sopayı attı; sopa bir ejderhâ
kesildi. Mûsa, ejderhâyı görünce kaçtı.
Tanrı, tut dedi, tut da sana
gene sopa yapayım onu.
Düşmanından bir yardımcı
yapayım; dayandığın şeyi sana düşman haline sokayım da,
Vefalı, güzelim dostların benim
bağışımdan ibaret olduğunu, başkasından vefa gelmeyeceğini bilesin.
Ele ayağa bir dert verdik mi,
elin ayağın bile y ılana döner.
A el, bizden başkasına yapışma;
a ayak, en son gidilecek yerden başka yeri isteme.
Zahmetimizden kaçma ki her
yerde bir zahmet, bir dert vardır; fakat dermana da yoldur o dert.
Hiç kimse yoktur ki bir dertten
kaçsın da karşılık o larak daha beterine uğramasın.
Yemden kaç, korku ordadır; a
komşu, korkuyu da akla b ırak gitsin.
Tebrizli Şems lûtuf buyurdu;
fakat gidince lûtufları da aldı, götürdü.
XI
Sâkî, mekânsızlık şarabını, o
izinin tozu belirmeyenin adından sanından bir iz olan şarabı,
Sundukça sun; canımıza can
katıyorsun sen. Sarhoş et, yürüt gitsin canımızı.
Bir kere daha kapıdan gir
içeriye de sâkîlere sâkîlik nasıl olurmuş öğret.
Taşın gönlünden kaynak gibi
coş; beden, can testilerini kır gitsin.
Şaraba âşık olanlara zevk ver,
neşe ver; ekmek isteyenleri hasrete düşür.
Ekmek, beden hapishanesinin
mimarıdır; şarap sa can bağına yağan bir yağmur.
Yeryüzü sofrasının üstünü
örttüm; gök küpünün kapağını aç.
Ayıp gören iki gözünü yum da
gaybi görüp bilen iki gözünü açıver,
Açıver de ne mescit kalsın, ne
puthane; bunu da tanımayalım, onu da.
Sus, o susma dünyası, şu
dünyayı seslerle doldurur gider.
XII
Üstümüze bir dost seçtin dedin;
bu sözü buyurma; asla olmaz bu iş.
İhtiyacımızı gör, delil
getirmeye kalkışma; peşin ver, y arın deme.
A hurma ağacı, beni bırak da
gölgende bir güzelce uyuyayım.
Ey aşk, helvanın içinde balla
şeker nasıl birbiriyle birleşirse sen de gönlümde öyle b irle ştin gönlümle.
Ey şekli gözümün içinde,
denizdeki inciye benzeyen.
Sende de bizim kafamız var,
başını salla, gerçekle bu sözü; sen de, ne de güzel seyir seyran de.
Hani dün gece bir vaadde
bulunmuştun bana; fakat haddime mi düşmüş istemek, nerde o takat?
Elim güneşe erişmese bile benim
güneşimsin sen, uzaktan görün bâri.
Güneş de, güneş gibi binlercesi
de sana hasret, seni istemede.
XIII
Adam olmayanları
küstahlaştırma; şu aşağılık kişileri gözüne alma.
Hırsız terzi, fırsat buldu mu
boya tam gelen kumaşı kısaltır gider.
Onları kapı halkası gibi
dışarda bırak; buna da lâyık değildir onlar ya.
Onlar alay için, maskaralık
için gelirler y anına; bir şey umarak bu apaçık şeyi örtme.
Onların kendileri dertle
dopdolu; senden gamı, derdi nasıl uzaklaştırabilirler?
înce derde, gama, gussaya aşk
yalnızlığı gibi derman yoktur.
Ya dostu görmek var, ya
havasında yelmek; bundan başka kimin ne işine yarar şu dünya?
Dostu görünceye dek can,
hayaline dalar da secdeler eder.
Şamdan gibi tapısında dura dur;
ululara fırsatlar düşer çünkü.
Şu zamaneden âciz olmuşsun;
zamanın aslını ne vakit göreceksin.
Göz mekândan geçti mi o mekânın
canını tezce görür gider.
Can yemeğe, beden de kazana
benzer; kazanı ateşe koy.
Koy da içten içe kaynayışı
seyret; ondan sonra da masal satın almazsın artık.
îçinde bulunduğun zamanı seyre
dalarsın;
gerçeklerin seyri seyranı iç
âlemde olur.
Bu hal yolun başlangıcıdır; kaybolanlara iz göstereyim ben.
Öyleleri var ki burdan yüzlerce konak ileri gitmişlerdir; bunu
onlara nasıl söyleyeyim?
Bu sözden maksat, kurtuldun demektir; yâni gökyüzüne ışık olanı
buldun;
Tapı kıldığım Tanrı ve din Şems’ine ulaştın; çünkü insanların da
sığındığı zat odur, cinlerin de.
Tebriz, onun yüzünden göğe dönmüştür; dilerim, gönül merdiveni
eksik olmasın.
XIV
Çevik, biligli aşk çalgıcısı nerde ki aşkla vursun mızrabı, şunun
bunun isteğiyle değil.
Her solukta bu ümide düştüm amma bir türlü görmedim; bu istekle
mezara girdim gitti.
Aziz dostum, eğer sen gördüysen ne mutlu
sana dostum, ne mutlu.51]
Eğer Hızır gibi gizliyse,
yapayalnız deniz kıyılarındaysa,
A yel, ona selâmımızı götür de
arz et: Gönlümüzden kavga edip duruyoruz onunla.
Bilirim, yanan yakılan
selâmlar, sevgiliyi âşıklara getirir.
Gökyüzünü aşk döndürüyor, suyla
dönmüyor; aşkla yürüyoruz biz, ay akla değil.
Can çarkları da sevgili
anılınca gözyaşlarıyla dönmeye başlar.
(c. II, s. 4) Sevgiliye buluşma
kemendi onu anıştır; sus sevda gene coştu, kabardı.
XV
Bize bizsiz bir yolculuk düştü;
orda gönlümüze bizsiz bir ferahlıktır geldi.
Bizden boyuna gizlenen o Ay,
bizsiz bizim y anağımıza yanağını koydu.
Gamıyla can verdik de bizi onun
gamı doğurdu bizsiz.
Biziz boyuna şarapsız sarhoş
olanlar; biziz boyuna bizsiz neşelenenler.
Bizi asla anmay ın; biziz
bizsiz yel kesilip gidenler.
Bizsiz kalıyoruz da sevinç
içinde, boyuna bizsiz olalım diyoruz biz.
Kapıların hepsi de yüzümüze
kapanmıştı; bize bizsiz yol verince hepsini de açtı.
Bize Keykubad’ın gönlü bile
kuldur köledir; çünkü Keykubad da bizsiz bir kuldur köledir.
Biziz iyiden de kaçan, kötüden
de; bizsiz o larak ibadetten de kaçan, bozgunculuktan da.
XVI
Sana müşteri olanın kırma
gönlünü; vazgeç cefa yolundan.
Merhamet et a gönül, şeriatta
arık hayvanı
kurban etmezler.
Mahmurunum senin, o mücevher gibi şarabı sun elime.
Bir öğüt ver, o mahmur nerkis gözleri barışa getir.
Büyücü Hintlilere buyur, büyücülüğü haddinden ileriye
götürmesinler.
* Âşık altı kapılı bir hapishaneye düştü; kır şu hapishanenin
kapısını.
Bir soluk ululanarak çık öne, perileri topla bir aray a.
Yüz yerde, şeker denkleri, kalem gibi bellerini bağlamışlar, ordu
kurmuşlar sanki.
A aşk, kardeşçesine beri gel; serserice selâmı b ırak gitsin.
A can sâkîsi, Tanrı kapısında kardeşlik hakkını gör, gözet.
A zamanın Nuh’u, şu demir atmış tabiat gemisini yürüt.
A Mustafâ’nın nâibi, o koca
Kevser sağrağını döndür.
A kızıl boyalara boyanmış
bayraktar, peygamberlik dudağını aç.
Şu safran gibi sararıp solmuş
alanı lâlelerle, kızıl güllerle doldur.
İnciler saçan o kızıl şarabı
artık ağartmayacağım ben.
— B —
XVII
A bütün gece gamıyla yanıp yakıldığım, yarabbi diye ağlayıp
inlediğim güzelim benim,
Gök ağlasa da, gülse de çoğu defa yerin çekişinden olur bu.
Nice zamandır ki gök yeryüzüne ağladı durdu da yer onun
gözyaşlarıyla tertemiz, güpgüzel bir hale geldi.
Gökyüzünün ağlayışından yüzlerce bağ bahçe bezeniş, süsleniş
gülüşlerine koyuldu.
Dün gece ben ağlıyordum, gökyüzü ağlıyordu; onunla benim
mezhebimiz bir, aynı yola sahibiz, aynı y ordama sahip.
Göğün ağlayışından ne biter? Güller, terütaze menekşeler.
Ya âşıkların ağlayışından ne biter? O şeker dudaklının gönlünde
yüzlerce merhamet, yüzlerce sevgi.
Sevgili, gamzeleriyle
cilvelensin diye, göz yumulur da ağlar mı ağlar.
Şu bulutun ağlayışıyla toprağın
gülüşü, seninle benim için, birbirine karışır gider.
Bizim ağlayışımız da bir sonuca
kavuşmak içindir, gülüşümüz de.
Dünyayı isterken de sus, bir
isteğe kavuşmak isterken de; öylece seyre dal gitsin.
— T —
XVIII
Sevgilinin hayali bizimle oldukça, ömrümüz boyunca seyirdeyiz
seyrandayız biz.
Dostlarla kavuştuk mu, vallahi, evin sofası ova kesilir bize.
Gönlümüzün dileğine erdik mi, diken bile binlerce hurmadan yeğdir.
Sevgilinin mahallesi başında y attık mı,
yastığımız, yorganımız Ülker yıldızıdır bizim.
Sevgilinin saçlarına sarıldık mı,
kadir
gecesindeyiz; kadir kıymet bizimdir artık.
Yüzünün aksi parladı mı, dağlarla ovalar ipek kesilir, atlasa
döner.
Yelden onun kokusunu sorduk mu, çeng sesleri gelir, zurna sesleri
duyulur.
Toprağa adını yazsak toprağın her parçası bir huri olur, yeryüzü
cennet kesilir.
Ateşe, tutar da onun afsununu
okursak o yakıcı ateş erir, su kesilir.
Ne diye hikâyeyi uzatalım?
Yokluğa adını okusak var olur, varlığı artar.
İçinde onun aşkına ait gizli
bir işaret bulunan söz, binlerce cevizden daha özlüdür.
Fakat aşk yüz gösterdi mi,
bütün bunlar ortadan kalkar gider.
Sus, söz tamamlandı gitti;
isteğin tümü ulu Tanrı’dır ancak.
XIX
Şehrinizde bir güzel var; akıl
da onun yüzünden kararsız, gönül de.
Herkese bir nasibi var onun;
her bahçede bir b ahar var ondan.
Her y anda bir feryat var onun
yüzünden; her yolda bir toz kopmuş ondan.
Her kulakta bir müzik var
ondan; her gözde bir
ibret var ondan.
A iş erleri, işe koyulun, işe; burda bir büyük işimiz var bizim.
Bir dost gizlice kulağıma söyledi; burda gizlenmiş bir güzel
sevgili var.
Bu yolda söyleyişinden anlaşılıyor ki zayıf gönüllü bir de âşık
var burda.
Gönderdiği o, gönderilen de; bu çeşit söyler o padişah; onun âdeti
bu.
Nuh’tur o, batanlara aman verir; rûhtur o, gizlidir, apaçıktır.
Bundan böyle ekşi suratlıların çevresinde dönme; yanı başında
şekerler saçan biri var.
Şeker yüzlülerin çevresinde de az dön dolaş; çünkü o şehvet de
gelip geçici bir şey.
Burda bir şeker var ki sonu yok; burda bir vakit var ki hiç
geçmez.
Sus a gönül; sanma ki ona bir sınır var, bir kıyı var.
XX
Bugün yeni bir delilik geldi çattı; öylesine ki hem de, binlerce
gönlün zincirini sürümede.
Bugün şekerkamışı denklerinden çuvallar yırtıldı gitti.
Gene o Bedevî, güzellik Yusuf’unu satın aldı, yüreğinin köşesine
koydu.
(c. II, s. 5) Canlar bütün gece bahtla, devletle, nerkisle yasemin
otladı durdu.
Sonunda da her can, bahardan çevikleşti, güzel bir sûrette
sıçramaya koyuldu.
Bugün taştan, kerpiçten menekşeler, lâleler bitti.
Kışın çiçek açtı ağaç; karakışta meyveler y etişti.
Sanki Tanrı, eski dünyada yepyeni bir dünya yarattı.
A âşık arif, şu gazeli oku; hani aşk, âşıklar
arasından seni seçti diye başlar;
Altın gibi sararmış yüzünde bir iz var; gümüş bedenli sevgilin
ısırmış belki diye devam eder.
Olur ya, belki gamıyla çırpınan gönlü okşar, y atıştırır.
Sus da çayırı çimeni gez, seyre seyrana dal; bugün gözlerin işe
yarayacağı gün.
XXI
Ahırında bir eşeği olanın, gezip dolaşmaya bir kılavuzu var
demektir.
Dünya pazarı kazançla durmada; bu yüzden herkes bir derde düşmüş.
Bu didinme, bu yorulma, dünyadakileri nerde bir acılık, nerde bir
şer varsa oraya çeker, götürür.
îçinde inci bulunan sedef, denizde karar eder.
îçinde inci bulunmayan sedef de inci aramak için bir geçit yolu
bulur.
Gâh denizde, gâh kıyıya yakın
bir yerde, o inciyi arar durur.
Sus, huzur, karar arama; bir
habercisi olan karar eder, huzura kavuşur ancak.
XXII
A aşk padişahına karşı mat olup
kalan, kızma, karşılık vermeye kalkışma.
Yokluk bağına bak da kendi
varlık canında seyret cennetleri.
Varlığından birazcık ileri
gidersen, ardından gökleri görür gidersin.
Gerçekler, anlamlar padişahını
seyredersin; evveline evvel olmayan ışıktan çadırı vardır, b ay rakları vardır
onun.
Gözüne göründü mü keramet arama
artık; kerametler iz bulmaya y arar ancak.
Sel, deniz kıyısına kadar
gider, fakat denize kavuştu mu sel nerde? Heyhat.
A Tebrizli Şems, sana mat olduk
biz; bizden yüzlerce hizmet, yüzlerce selâm sana.
XXIII
Bil ki zaman, sevdanın bir
şeklinden ibarettir; bizim şeklimizse zamandan da dışarı.
Çünkü şu zaman dediğin şey bir
kafestir; Kafdağı’yla Zümrüdüanka’ysa bu kafesten dışardadır.
Dünya bir ırmaktır, biz
dışardayız bu ırmaktan; ırmağa düşen, gölgemizdir ancak.
Burda pek ince, pek zor bir şey
ver; burda değil amma gene de burda.
A gönül, canın yüzünden başka
hiçbir yüze gülme; o olmadıkça bütün gülüşler ağlayıştır zaten.
Daralan gönül, gönül değildir;
çünkü gönül pek geniştir, ucu bucağı yoktur onun.
Gönül gam yemez, gönlün gıdası
gam değildir; gönül bir dudu kuşudur; görülmemiş tarzda
şekerler yer o.
Ağaç gibi başını ayak yap; çünkü yolun inişli, çıkışlıdır senin.
Dal köke bakar amma özündeki güç kuvvet ayaktan gelir.
XXIV
Gönlümüzden tüten duman sevdaya alâmettir; gönülden tüten duman
apaçık meydandadır.
Gönülden dalga dalga kan kabarıp köpürmede; gönül değil bu, olsa
olsa bir deniz.
Bildiklerin hepsi yabancı kesildi; gönül bile, nedendir bilmem,
düşmanlığa kalkıştı.
Aşk nereye yükünü indirdiyse kınamak orda.
Fakat biz bu kınanmadan kaçmıyoruz; eskiden beri kınanma evimiz
bizim.
Aşka padişahlar bile haset eder; çünkü aşk gönüllerin ışığıdır.
Ayağını yedinci kat göğün
başına bas; çünkü aşk yücelerdedir.
Aklın başında olmasın; çünkü
aklı başında olan, aşk meclisinde rezildir, rüsvâydır.
Beylik isteme; çünkü meclisin
beyi gözünü kapasa bile görür.
Aşk henüz çadırında; fakat
ordusunun kopardığı tozu seyret.
Yedi perde ardında amma pek
güzel, pek alımlı olduğu meydanda.
A erler, geceleyin kalkın; mum
var, şarap var, sevgili de yapayalnız.
XXV
Ramazan geldi, fakat bayram
bizimle beraber; kilit geldi, fakat anahtar bizde.
Ağzı bağladı, gözü açtı; gözün
gördüğü o nur bizimle beraber.
Oruçla canı da temizledik,
gönlü de; pislik
bizimle amma arındı gitti
şimdi.
Oruçtan zahmet peydahlandı amma görünmeyen gönül definesi bizde.
Ramazan gönül tapısına geldi; gönlü yaratan kişi bizimle.
Mademki Salâhaddin şu topluluğun içinde;
Mansûr da bizimle, Bâyezîd de.52]
XXVI
A gönlümüzü yağmalayan, canım da sana av olmuş, binlerce can da.
Âşıkları öldürmekten başka ne işin var; halkı öldürmekten başka ne
gücün var senin?
Öldüredur; elin var olsun; dünyadakilerin canları sana karşı
saçılsın, dökülsün.
Mahmur gözlerinin bakışıyla dirilmiş nice şehit gördüm ben.
Kararı olmayan aşkının ateşinde nice kararsız bir halde karar
edenleri gördüm ben.
Bir zahmet eder de
ziyaretlerine gidersen, toprak üstünde bir tek ölü bile kalmaz.
Kıyışız bucaksız kucağına
ulaşma ümidiyle, can her solukta ayağının bastığı toprağı öper durur.
XXVII
Felek kadehi zehirle dopdolu
amma âşıklara helva gibi tatlı geliyor.
Şu olay yüzünden yerinden
gittiysen ne çıkar; gidiver, zaten yer orası.
Aşkın yakışından kaçma; çünkü
aşk ateşinden başkası tozdan, dumandan ibaret.
Duman pişirmez, karartır seni;
seni pişirmede usta olan ate ştir ancak.
Dumanın çevresinde dönen
pervane dumana bulanır, hamdır, rezildir.
Önünde böylesine bir yolculuk
olan, ne evi hatırına getirir, ne barkı.
Şehirden bahsetme; çölde yoldaş
olarak Mûsa var, bıldırcın var, kudret helvası var.
Sağlığı ne yapacaksın?
Hastayken her solukta hekimin Mesîh.
Gönül darlığından memnunum;
gönlüm ferah oldu mu, her maskara yol bulur, girer, sığar oraya.
(c. II, s. 6) Gönül evi nasıl
daralabilir ki her gece gönül okşayan sevgili yapayalnız ordadır.
Gönlüm daralırsa ondan başkası
sığmaz; gönlümün darlığı kavgadan aman bulmaktır bana.
Düşmanın dişi ekşiden kamaşır;
şu halde ekşi surat kurtuluştur bize.
Sus, denizin de yüzü ekşi amma
incilerin, mercanların madeni.
XXVIII
O hocanın kulağı pek keskin;
fakat kendisi kavgacı, ağır satıyor kendini.
Onun gülüşüne baktım da
aldandım; onu susuyor gördüm de emin oldum.
Fakat aklını başına al; saman
altında su var; saman altında coşup köpüren bir deniz gizli.
Nereye varırsan anahtar
akıldır; fakat burda ne y apabilirsin ki akıl kilit kesilmiş.
Senin yüzüne bakar da güler; bu
bir yüz örtüşüdür, aldanma.
Onun pençesine düşen, çeng gibi
boyuna coşar durur.
Bütün bunlarla beraber canlar
balarıları gibi çevresinde dönerler; çünkü o bal mıdır bal.
Bir arslandır ki gam onun
heybetinden kör sıçan gibi mezar kovuğuna gizlenir.
Tebrizli Şems, peşin geçer
akçeyken âlem bilmem ki neden dünün sözüne dalmıştır?
XXIX
Burda eğleşmek ham adamın işi;
geldiğim yer
neresi? Orasının yolunu tutayım da gideyim ben.
Sevgiliden bir soluk bile uzak
kalmak haramdır âşıklar mezhebinde.
* Bütün köyde bir kişi bile
olsa, bir işaret yeter ona.
Zümrüdüanka’nın bile ayağı şu
şaşılacak tuzağa tutulmuşken, serçe nasıl kurtulacak?
A başıboş gönül, buraya gelme,
orda otur; orası güzel bir konak.
O mezeyi seç ki canına can
katsın; o şarabı iste ki tam kıvamında olsun.
Bundan ötesi hep şekildir, hep
renk; bundan başkası hep savaştır, hep ad san kaygısı.
Sus da otur aşağı; çünkü sarho
şsun, burası da dam kıyısı.
XXX
Ben baş yemem; ağırdır baş;
paça da yemem, kemikten ibarettir o.
Kebap da yemem, ziyan verir;
nur yerim ben, can gıdasıdır o.
Baş istemem ben, külâh giyer
başlar; altın istemem ben, geri isterler çünkü.
Eşek de istemem ben; çünkü ota
samana bağlıdır eşek; keklik yerim ben; padişahın avıdır keklikler.
Yücelerde uçmam, leylek
değilim; kimseyi ısırmam, köpek değilim.
Topallamam, topal değilim ben;
ay parçası bir güzele âşıkım ben.
Ekşilik etmem, sirke değilim
ben; nemlenmem, pınarbaşı değilim ben.
Serkeş olamam, âsî değilim ben;
kanaatle yaşarım, Mekke’yim çünkü.
Sarığımı rehine verdin de bir
testi kaynamış şarap bile vermedin.
însaf et, haydut
yaradılışlısın; bizdense neşe eksik değil.
Köy ağasısın, köy beyi; o
söylediğin şaraptan ver bana.
Vermiyor, beni kovuyorsan sen
çık dışarı, karının apışı arasına dön gitsin.53]
Aşk yerim ben, güzel siner o;
ağza zevk verir, can neşesidir o.
Birazcık tirit, birazcık paça
yedim; fakat paçadan ziyan geldi başıma.
Bundan böyle başla, paçayla
işimiz yok; yemekle, sofrayla bağdaşan kişiyle de işimiz yok.
XXXI
A keremiyle işimizi düzelten;
nerde neşeli bir yer varsa yerimiz bizim.
Şarap kadehi ve sevgiliyle
buluşma varken âşıkın gamı mı olur dünyada?
Bir nağme tutturan her yel
bizim bir işaretimizi bekler.
Her su bir perdeci kesilmiştir; perde ardındaysa görülmemiş, eşsiz
bir güzel var.
Her sarhoş bülbül bir fidan üstünde, şarap gibi cana can katmada.
Çok söyleme, yemek vakti şimdi; topluluğun açlığı birken altı kat
fazlalaştı.
XXXII
Ağzım, dudağım eğri büğrü sözler söylemiyor, can kulağına sır söy
lüy or senin.
Dudak, selâmından susmuş amma ağzınla gene de sözü bir onun.
Beden senden ayrı; fakat can sımsıkı eteğine yapışmış.
Görünüşte seni ok gibi fırlatıp atmış; fakat canı yay gibi kendine
çekmiş seni.
Senden gizlediğini, sırlar bilen can kulağına söyleyip durmada.
Şu anda ortada değilsin amma gönül kemerine
yapışır, çeke çeke gene getirir seni.
İçyüzden kendisine en yakın
biri etmiş seni; görünüşteyse sınayıp duruyor.
Sus, sana şu gamı vermiş ya;
kendisine çekişine delil olarak yeter bu.
XXXIII
Birisi yol nicedir diye sordu;
dedim ki: Bu yol isteği, dileği bırakma yoludur.
A padişaha âşık olan, bil ki
yolun o ulu kişinin rızasını aramaktır.
Sevgilinin dileğini, isteğini
istiyorsan kendi dileğini, kendi isteğini aramak haramdır.
* Sevgilinin aşkı can çilesidir; çünkü bu aşk uluların ibadet
yurdudur.
Aşkı dağ başından da aşağı
değil ya; bu dağın başı yeter gider bize.
* O dağdaki mağarada bir aşk dostu var ki can onun güzelliğiyle
düzene girer.
Sana zevk, safâ veren her şey
doğrudur; hangisidir diye tâyin etmiyorum hani.
Sus da aşk pîrine uy; o iki
dünyada da imamdır sana.
XXXIV
Gönül dün gece geldi de canın
kulağına, a adını söylemeyeceğim güzel dedi;
A apaçık söyleyeni paralayan; a
gizlice söyleyeni yakıp yandıran.
O izinin tozu belirmeyenin
izini söyleyen, ne özür getirebilir, ne bahane bulabilir a benim canım?
Gül bahçesinde geçen gizli şeyi
bir gül bilir, bir de çileyen bülbül;
Bülbüllerin seslerine dalıp o
seslerden söz belleyen kişi bilmez o sırrı.
Bakış oklarına, avcılık
etmesini o yay gibi kaşlar buyurdu.
Gökyüzünün sorusuna cevap vermek için yeryüzü yüz çeşit dile
geldi.
(c. II, s. 7) A göğe âşık olan, merdivenden bahsedene eş dost ol.
Herkes evden bahseder durur amma evdeki dilberin izi nerde?
Gölgede oturan herkes gölge salandan bahseder amma güneş
değirmisinin parıltıları nerde?
Bütün bunlarla beraber dilin söylediği şu b irkaç sözle bütün
kulaklar da sarho ş oldu gitti, akıllar da.
Dil bir iki kesinti buldu da ona daldı; madeni b ıraktı gitti.
Halbuki âşıkın canı o kesintilerden utandı da pazarı da bıraktı,
şu dükkânı da.
Aşk, kulağıma, yeter dedi; susayım, çünkü o böyle söyledi.
XXXV
Canım dostun havasında havalanmada; kâselerin döndüğünü gördükçe
uçuyor da uçuyor.
Elini şaraba uzatıyor; öylesine şarap ki güneş bile onun ışığıyla
ışıklanıyor.
Can o şarabı içti mi, hafifliyor, yüceliyor, uçmaya koyuluyor.
Ay göründü de can onunla buluştu mu, güneş utancından gizleniyor.
Can onunla buluştu da tazeleşti mi, artık ne kimseye bakıyor, ne
birisine bir şey danışıyor.-54]
XXXVI
Şeker mi şeker sözlerinden bahsedeyim; abıhayat kaynağının
hikâyesine dalayım.
Yanağını yanağıma koy da padişah neden mat etti seni, söyleyeyim.
harmanından zekât verir sana.
Seni saçma sapan sözlerden alıkoymak için tere tarlanı yemyeşil
eder.
Halil gibi aşk ateşinde hoş ol ki kurtarsın seni.
Aklın yüzlerce kadir gecesi gördü, yüzlerce bayram; beratın aşkla
kesildi senin.
Lâtif gölgene and olsun; zatına and içmiyorum.
Canlar sıfatlarında gark olup gitmişken nerden zatına erişecekler?
Seni suçlarından arıtmak için ırmak gibi akıttı, secdelere
kapandırdı.
Cihetsizlik mekânına çekmek için her y andan bir belâ verdi sana.
Susayım dedin de susmadın gitti; şu ayak diremene aşk bile gülüy
or.
XXXVII
Bir âşıkım ben ki yoldan da
kalmışım, yolda ne varsa hepsini de boşlamışım; çünkü âşıkın yoldaşı, o
evveline evvel olmayan zat.
Eşi dostu canın Tanrı’sı olan
kişi, canın gitmesinden korkar mı hiç?
Yolculuktadır amma gene de Ay
gibi ışıklı, güzel yüzünde karar edip durur.
Yelden daha da hafif olan ne
diye yeli beklesin dursun?
Aşkla âşık birdir; sakın iki
sanma sen.
Aşkla âşık b irleşti, düzeldi
mi, hem kendisine nimet verendir, hem de verilen nimet.
O böyle bir düzeni isterken
Süheyl’in önündeki deriye döner âdeta.
Böyle bir istekle denize gitse,
yetim bile olsa inci kesilir gider.
A Tebrizli Şems’in lûtfunu,
keremini gören; artık Hâtem’e kerem sahibi deme sen.
XXXVIII
Bülbüller ötüp çiledikçe öbür
kuşlar susarlar, otururlar.
Tut ki bir harmanları bile
yokmuş; yokluk harmanından yem yemiyorlar mı?
O padişahlar yüzük taşıdır amma
biz de halkadan dışarda değiliz.
Benim gürültümü patırtımı istemiyorlarsa
ne diye yaratırlar beni?
Tatlıyı da ister o padişah,
ekşiyi de; bunun içindir ki ateşe iki tencere koymuşlardır.
Ekşi de lâzım mutfakta; çünkü
mahmurlar da ona baygındır.
Bizim her halimiz bir toplumun
gıdasıdır; hattâ bu gıdalarla gayb âlemindekiler bile gelişirler, semirirler.
Gönül kuşları göktendir; iki üç
günceğiz şu y eryüzünde ay akları bağlıdır onların.
Din yıldızlarıdır onlar da onun
için göğe bile bağlanmazlar.
Tanrı’yla buluşmanın kadrini
bilsinler, Tanrı ayrılığı derdini görsünler diyedir onların yeryüzüne
gelişleri.
Yeryüzüne kesintiler dökseler
bile orda bırakmazlar, toplarlar onları.
Tebrizli Şems, az söylerdi;
padişahların hepsi de sabırlıdır, emindir.
XXXIX
Sâkî, o satın aldıkları şarabı
fazlalaştır; dostcağızlar geldi.
Konuk çoğaldı; erenlerin
tattıkları küpten fazlalaştır şarabı.
* Sun o şarabı ki kokusundan
bütün abdal, halk içinde hem görünürler, hem gizlidirler.
A güzel sâkî, Tanrı’ya şükürler
olsun ki o güzelim yüzünü gördüler senin.
A âşıkların varını yoğunu yakan
ateş, aşkınla varını yoğunu sana çekti âşıklar.
A perdeyi salıp ardına geçen,
senin aşkınla perdeler yırttı âşıklar.
Ey aşk, herkes senin yüzünden
neşeli; senin ışığından doğdu âşıklar.
Sen bir padişahsın; bütün
âşıklar da senin rengine boyanmıştır, hepsi de padişah soyundandır.
Başı, gözü bulunan herkes seni
gördü, yere baş kodu.
Güneş sensin, zerre de
sendendir; o ışığı tekrar o ışığa geri verdiler.
Senin yardımın oldu mu Zâllerin
hepsi de savaşta Rüstem kesilir.
Fakat senden yardım gelmezse
Hamza olsa, Rüstem kesilseler, hepsi de yeldir, yel.
A gönül, sıçra; ay yüzlüler
gayb perdesini açtılar yüzlerini gösterdiler.
Hepsi de sarhoş, evin yolunu bilen yok; çünkü düzülüp bozulan
şaraptan sarhoş değil onlar.
Aşk yaşadıkça onlar da yaşarlar; anış durdukça onlar da anılırlar.
XL
Sarhoş olduk, gönül ayrıldı, kaçtı bizden; amma nerelere kaçtı,
bilmem.
Aklın bağını kopardığını görünce, gönlüm hemencecik kaçmaya
başladı.
Amma başka bir yere gitmemiştir: Herhalde Tanrı halvetine
gitmiştir o.
Evde arama, havaîdir, hava kuşudur o, havalanmıştır;
Padişahın akdoğanıdır o; uçmuştur, padişaha gitmiştir o.
XLI
Mustafâ’nın nurundan doğan cana adaletten,
zulümden bahsetme.
Hiç balık, yüzmeyi öğrenmeye kalkışır mı; selvi, hürriyeti aramaya
girişir mi?
Neşe gül bahçesinde biten dikenin yüzüne, gül bahçesi neşeli
görünür elbet.
(c. II, s. 8) Neşe sayvanları, sevinç kemerleri ateşten de
uzaktır, topraktan da, sudan da, yelden de.
Birlik erlerinin gönüllerinden çıksın, haça benzeyen şu dört basit
unsur.
* O yanda pek aydınlık bir gökyüzü var; o y anda pusu kurmuş bir
padişah var.
En aşağılık bakışı insana iki göz bağışlar; görüş sahibidir,
hikmet ıssıdır, pîrdir, ustadır o.
Can gözüyle şu balçık âleme bir döner de bakarsan,
Görürsün ki her yan doğum gecesi gibi ışıklar içinde; fakat
başkaları göremez bu ışığı.
Her bulutta binlerce güneş; her yıkık yer
cennete dönmüş.
Artık erlerin köşkünde taht
kurarsın, direklerin üstüne çadır dikersin.
Tebrizli Şems’ten de bir koku
alırsın; çünkü melekler bile onun buyruğuna uymuşlardır, ona râm olmuşlardır.
XLII
Gece geçti gitti; a
adamcağızlar, nerdesiniz? Gece geçti mi, gelin siz.
Gelin de lâ’l dudaklarından
şarap için; gülüşlerinden şekerler yiyin.
Gündüz oldu mu da aklı başında
olanlara o şaraptan izler gösterin.
Mademki koynunuza üflediler;
doğuracaksanız îsa’yı doğurun bâri.
Sekiz uçmaksız, yedi tamusuz,
Ay’ın on dördü gibi doğun.
Yediye sekize ait kıl kadar bir
düşünceniz
kaldıysa bu özel halvete lâyık
değilsiniz siz.
Gözdeki kıl az bir şey değildir; amanın, sürme çekin.
Göz kıldan arındı mı, aşka göz gibi kılavuz kesilirsiniz.
însaf edin; efendiler efendisi Şemseddin’in aşkıy la öylesine
sizlersiniz ki sizlik kalmamıştır sizde.
XLIII
Senin gibi bir güzelin bulunduğu yerde çekinmeye, korunmaya
kalkışmak ayıptır, ârdır.
Kıyısı bucağı olmayan rahmet coştu mu, çekinmek de bir bucağa
siner, korunmak da.
Zorla bir öpücük çaldım senden; dostum, zor üç keredir.
Bugün üçüncüye de vefa göster; bir öpücük bin yerine geçecek
bugün.
Ben derey im, sense susun; su elbette dere
kıyısını öper.
Suyun dere kıyısını öpmesinden çiçekler açar, yerler yeşerir.
Yeşillik şaşırmış adamın gözüne diken görünürse, yeşillikten ne
eksilir ki?
Mûsa neden sopadan kaçar? Çünkü sopa Firavun’a karşı yılan olur.
* Nil Firavun’a uyanlara kan kesildi; inananaysa tatlı bir su
oldu.
Ateş Nemrud’u yaksa, yandırsa da Halil ondan kaçmaz asla.
Öbür oğullarına ağır gelse bile Yakub, Yusuf’tan nereye kaçar ki?
O yel çorak yerden toz koparır amma bağın bahçenin canına
bahardır.
O yelle ağaç yapraklanır, çiçekler de o y aprakların üstlerine
binerler.
Ahmed, senin olduktan sonra a aşk, Ebû Cehil’le düşüp kalkman
yaraşır mı; ayıp değil mi
yâni?
Şunu kazandın, al; bununla da mat oldun işte; dünya işi bir
kumardır zaten.
Kendi bahtından kaçan kişi, kaçar amma sonucu utanca düşer.
Kendine gel, tavşan avlamak için tuzak kurma da arslan av olsun
sana.
A gönül, aşk amberinden az bahset; dost olan zaten kokusunu alır
onun.
XLIV
O güzel yüzlü Yusuf geldi; o zamanın îsa’sı geldi.
O yüz binlerce yardım sancağı, bahar alayıyla çıkageldi.
A işi gücü ölüyü diriltmekten ibaret olan, kalk, işe koyulma çağı
geldi.
Avlanınca arslan avlanan arslan, sarho ş bir halde çayırlığa
çimenliğe geldi.
Dün de geçti gitti, evvelki gün de; peşine bak sen; bugün o
güzelim peşin akçe geldi bize.
Bugün bu şehir cennete dönmüş; padişah geldi demekte.
Davul çal, bayram bugün; neşelen, çal, çağır, sevgili geldi.
Gayb âleminden bir aydır baş gösterdi; öylesine bir ay ki şu Ay
onun üstüne konacak bir toz ancak.
Canlara karar veren o güzelin güzelliği yüzünden bütün düny a
kararsız bir hale geldi.
Kendinize gelin; aşk eteğini açın; dokuzuncu kat gökten saçı
geldi.
A kanadı kesilmiş garip kuş, iki kanat yerine dört kanat geldi.
A sıkılmış gönül, kendine gel, o kaybolmuş dost kucağa geldi.
A ayak, gel, oyuna gir, vur ayağını; o ünlü şarap geldi.
İhtiyardan söz açma, tazeleşti gitti o; geçen yıldan bahsetme;
geçen yıl, geldi işte.
Padişaha ne özür getireyim dedin; padişah özür getirerek geldi
zaten.
Elinden nasıl kurtulayım, nerelere gideyim dedin; eli boyuna
yardım eder durur onun.
Ateş gördün, ışık olarak geldi; kan gördün, şarap oldu, geldi.
Sus, lûtuflarını sayıp dökme; bir lûtuftur o lûtuf ki sayıya
sığmaz.
XLV
Bağrına bir gümüş bedenliyi basmayan gönül, başsız adama benzer.
Aşk tuzağından uzak kalan kişi, sanki kanatsız kuştur.
Haber sahiplerinden haberi olmayanın dünyadan ne haberi olacak?
Aşktan kalkanı olmayan, elbette bakış okuna
av olur gider.
Yolda yürekli olmayanın ciğerden haberi mi olur?
Yola bir inci düşmüş; fakat yola düşen kişiden başkası
faydalanamaz ondan.
O incinin çevresinde dönüp dolaşmayanın ne incisi vardır, ne
boncuğu, ne de gücü kuvveti.
Aklınızı başınıza devşirin de uyuyun, seher çağı geldi; bizim
gecemizinse seheri yok.
XLVI
Zaten geç geldin, tez yola düşme a her dileğin, her kârın temeli,
özü.
A yolculuğu kurma ateşiyle gönülleri yakan, tüttüren, burunları
sızlatan.
Her ödağacı ateşte yanar gider; halbuki senin ateşine atılmak
ödağacına düğündür, bayramdır.
Ümidin her solukta, lûtfumla tez vakitte der, senin elini tutarım
ben.
Fakat sen, zaten olacak olur,
çalışıp çabalamanın faydası yok deme.
(c. II, s. 9) Arış gibi argaca
bağlı değilim; gücümden kuvvetimden etme beni.
Dilersem her solukta eksiltirim
seni; dilersem de lûtfumla geliştiririm.
Ağzını yum, sözü bırak da
secdeye kapan dosta karşı; secde edilen odur ancak.
A nimetleri sayısız olan; a
yolunda çalışıp çabalama reddedilmeyen.
Bize lûtuflarda bulundun,
kendine tapmaya çağırdın bizi; ne de güzel mabuttur o.
Ulu tapısından gelen, onunla
buluşacağımızı müjdeledi bize.
Sevgilinin vaadi tatlıdır;
kutluya kavuşmak için çalışmak kutlu bir iştir.55]
Hele o kutlu ki her solukta
kutluluğuyla yüzlerce gönül kapar.
XLVII
Vefa incilerini yağdırın artık; âşıkların başlarını kaşıyın artık.
Toprak kesildik size; sitem ve cefa tohumunu ekmeyin bize.
Ayrılık yolu mazlumlarına bu zulmü revâ görmeyin artık.
A Zühre’ye mensup olanlar, bu kapının damında zîr ve bem
perdesinden çalın durun.
Çalın durun da siz de ayrılık derdiyle benim gibi yaralanın,
gönlünüz y aralı zaten.
Bu kapıdan kimsecikler mahrum olmaz; yoksa beni adam yerine
saymıyor musunuz?
Öylesine dert ki dağ bile o dertle zerreye dönmüş, artık bir
zerreciğe ne diyebilirsiniz siz?
A arslan avcıları, arslan avlarken şimdi o ceylana av oldunuz siz.
O arslanları avlayan sarhoş, nerkis gözler
yüzünden, buluşma şarabını içmeden mahmur oldunuz gitti.
O gül yanaklı dilberin yüzünden
ne de aşka düştünüz, nasıl da betiniz benziniz safrana döndü.
Bütün bu defineyle beraber
zahmet de yok değil; bu bakımdan ayak direyin de dayanın, vefa gösterin.
îş eriyseniz aşk yolunda
ercesine yürüyün, erkek olun.
Mademki âşıkın yüzlerce canı
vardır; ürkmeden, çekinmeden can verin.
Can kaybolmaz, korkmayın; o
muradına ermiş canın peşindesiniz çünkü.
Hile öğreten er aşktır; aşka
uyun da hileden, düzenden toz koparın.
Aşkta hile helâldir; aşkta
yüzlerce kumara rehinsiniz siz.
O selvinin aşkıyla bütün gül
yüzlülere diken kesilseniz hakkınız var.
Hakkınız var Mûsa’nın aşkıyla
nefis Firavunlarına yılan görünseniz.
Canı onun belâsına karşı bir
kalkan yapın; çünkü aşk elinde bir Zül-fekaar’sınız siz.
Dayanmada, ayak diremede
Kafdağı’sınız; dağ gibi halimsiniz, oturamaklısınız.
O gizli deniz bir görünürse,
dalga gibi kararsız bir hale gelirsiniz.
İnciler saçma çağında ilkbahar
bulutuna benzersiniz siz.
Şehit bile olsanız padişahın
okuyla şehit olursunuz; toz bile olsanız o Ay’ın önünde tozarsınız.
Selvi gibi ayağınızı
diremişsiniz, terütazesiniz; yüce dal gibi meyveleriniz var.
Onun ağacında elmasınız; elma
gibi, ağaç gibi taşlanmadasınız.
Taş yürekliler size taş atsa
bile özünüzdekiyle mağara dostusunuz siz.
Perdeler gibi bir yandasınız amma etek gibi onun peşinden
koşuyorsunuz ya.
O ay yüzlünüzle yola düşmüşsünüz; boyuna dönüyorsunuz gökyüzü
gibi.
Hem aşksınız siz, hem sizsiniz aşk; aşk devesiyle yularınız bir.
Nefis hırsızsa, duvarı, damı delerse ne çıkar? Bu sağlam kalede
değil misiniz siz?
Bahtınız varsa, helâl yiyorsanız, şarabı da aşkın elinden için,
mezeyi de aşkın elinden yiyin.
Görüyorsunuz ki o sizi örüp dokuyor; siz ne hayal dokumadasınız?
O, sizi ihtiyâr etmişken ne diye cebir, ihtiyâr peşine düşersiniz?
Âşıksanız, ibret gözünüz varsa, bir tek irâdeye uyun, bir tek
ihtiyâra mahkûm olun.
Sözde de uyuyorsunuz bana, susmada da; fakat susayım artık.
XLVIII
Lûtfun olmadıkça gönül cansızdır; can sensiz dünyayı istemez.
Akıl büyük bir ev bark sahibi; fakat senin sofran olmadıkça ne
suyu vardır, ne ekmeği.
Güneş mahallenin toprağını gördü ya; artık gökyüzünün sevdasında
değil.
Nar çiçeği can gül bahçesini gördü ya; bundan böyle başında bağ
bahçe sevdası yok artık.
Devletinin sayesinde bir yoksul da faydalanırsa, kâr elde ederse
ne ziyanı olur ki?
Senin ay yüzün olmadıkça gece kara çullu bir yoksuldur; Ay’a,
devlete sahip değildir, bir çulu vardır ancak.
Binlerce yıldızı vardır amma Ay olmadıkça ışığı da y oktur, ışık
koyacak yeri de.
Senin sözün olmadıkça canın kulağı y oktur; senin kulağın
olmadıkça dili yoktur canın.
O garip can yalvarır yakarır,
ağlar durur, fakat tercümanı yoktur ki.
Fakat sapsarı yüzüyle
gözyaşları, gizli bir derdi olduğuna tanıktır.
Bu ikisinden sonra üçüncü
gammaz da o soğuk soğuk, o içten içe ah edişlerdir; soğuktur bu ah, fakat gözü
yoktur bu ahın.
Bu soğuk ahın aslı, gönül
sevgisidir; o temelin, o özün karakış ayı yoktur.
Gönül gibi çevikleştirir onu,
tez canlı eder senin baharın; yüzlerce gam dağı olsa ağır gelmez, yüklenir.56]
Senin baharına benzeyen o genç,
o terütaze aşk, anc ak kocaları gençleştirir zaten.
Niceye dek izlerini, eserlerini
söyleyip duracaksın? Sus artık; zaten bütün izlerin, eserlerin aslı olan onun
ne izi belirir, ne eseri.
Tebrizli Şems gibi, o ucu,
sınırı bulunmayan güneş gibi sen de izi, eseri bırak gitsin.
XLIX
Ağzında senden bir renk olan kişinin rızkı dar olsun; insaf et,
doğru mu bu?
Seninle savaşa girişen kişi, aziz ömrüyle savaşıyor demektir.
Abıhayat bulan balık, ne diye karada eğleşir kalır yâni?
Aynaya Rum kayseri vurmuyorsa, bil ki ayna paslıdır da ondan.
* Kudüs’e benzeyen gönlünde domuz görürsen, bil ki Kudüs’ünü Frenk
ele geçirmiştir.
Güzel sözlü sevgili, çeng gibi kucağında tutmadadır bizi.
Onun vuruşlarıyla bu çeng pek çok ten-ten etmededir; pek çok
nağmeler çıkarmadadır.
(c. II, s. 10) Bizimle ayak vurup oynayan her zerre, gökyüzünün
doğusuna bakmaya tenezzül bile etmez.
Bu yolda topallayan her can,
canına and olsun, topallık illetine tutulmuştur.
Çünkü pek kerem sahibidir bu
deniz; bu denizde timsah olmasına imkân yoktur.
Böylesine bir arslana karşı,
kaplan gibi serkeşlik eden can, ne de köpek huyludur ya.
Böylesine bir lâ’l varken taşa,
kerpice düşen can, ne de taş gibi serttir ya.
Sus, söz makamını az ara; çünkü
bu makam afyon huyludur; adamı uyutur gider.
L
îlkönceki bakış sersericeydi;
fakat gene de güzelliğin sermayesini elde etmeyi, özüne ulaşmay ı istiyordu.
Aşk bir vebal olsa, kâfirlikten
ibaret bulunsa bile sonucu, o perinin yüzünden değil mi ki?
*
Renginin yüzünden renksiz
olmuşuz; o yüzden akıldan binlerce fersah uzak kalmışız.
îster Rum bir renk seçsin,
ister Zenci; sonucu, ikisi de o periden seçmemiş mi ki?
*
Padişahın çadırına yüz tutmuş;
onun doğularındaki nurlardan da bir ordusu var.
Anacaddeyi yitirdiyse bile ne
çıkar? Sonucu, o periye doğru gitmiyor mu yolu?
*
Ay gibi kanatsız uçmak, gölge
gibi yüzüstü, başüstü koşmak,
Selvi gibi yellerle eğilmek,
sonucu o perinin yüzünden değil mi ki?
*
Müşteri’yi okşayan, onun
hatırını hoş eden, Âzer’in putlarına can veren o Ay yüzünden
Sâmirî, bir yanlışlığa düştüyse
düştü; sonucu, o perinin yüzünden değil mi ki bu?
*
A canım benim, on sekiz bin
âlem dedikodumla dolmuşsa a canım benim;
îster olacak şey kesileyim,
ister olmayacak şey a canım benim, sonucu, o perinin yüzünden değil mi bunlar?
*
Ay gibi inceldiysek de
neşeliyiz; çünkü o adalet güneşinin ardındayız biz,
Ay gibi tutulsak bile sonucu, o
perinin yüzünden değil mi ki?
*
Ârı bıraktık, namus şişesini
kırdık, sarhoşuz; yüzlerce tövbeyi bozduk, yüzlerce ahdi boşladık;
Turunç yerine ellerimizi
doğradık; doğradık amma sonucu, o perinin yüzünden değil mi bu?
*
O erguvan renkli şarap
kadehinden, o ölümsüz yaşayış suyunun kaynağından;
Bir boşboğaz, tutmuş da bir iz
göstermişse sonucu, o perinin yüzünden göstermiş değil mi?
*
Şu dört mevsimden ayrı bir
mevsimden bahsettiysek, bahar mevsimi gelmeden onun aslının aslından söz açtıy
sak;
Onunla buluşmaya ait lâflara
daldıysak sonucu, gene o perinin yüzünden değil mi?
*
Sus ki söylenecek şeyler,
söylenemez zaten; sırrını can yoluyla söylemek gerek.
Şu gönül sarhoş olmuş da izini
söylemişse
sonucu gene de o perinin
yüzünden değil mi bu?[57]
LI
Canından korkmayan kişi,
iyi-kötü kişiyi öldürmekten de korkmaz.
Yusuf’un güzelliğini gören, ne
hasetçiden korkar, ne hasetten ürker.
Padişahın havasına kapılan,
sayısız askerden hiç korkmaz.
Hayvan bile sohbet zevkiyle
çifteden, tekmeden ürkmez.
Ezelî kutluluğu gören kişi,
ebedî sonuçtan ürkmez bile.
Uhud Dağı gibi bir gönül gerek
ki o tek Tanrı’dan başka kimseden korkmasın.
Nefis tuzağından kaçıp kurtulan
kuş, nereye uçarsa uçsun, korkmaz artık.
Hangi bucağa varırsa varsın,
definededir; tek
Tanrı’nın şehidi mezardan korkmaz.
Aslı su olan canlı, zorla gark
olsa bile korkmaz sudan.
Cennet toprağıyla yoğrulan
beden, cehennemin üstünde uçar, ürkmez bile.
İçinden yardım gören kişi, şu
yardımsız âlemden korkmaz ki.
Bilgisiz kişinin akıldan
korkmaması, yiğitlikten değildir, aptallıktandır.
Senden, aşkından, korkmadan
ayak çeken aşağılık kişinin başı zaten yoktur.
Benim-senin perdemi, korkmadan,
ürkmeden yırtan, kendi perdesini yırtıyor demektir.
Ahmak, padişahların gönüllerini
ürkmeden y aralar, incitir ya, lanetlenmişin biridir o.
Zehre karşı direyecek ayağı
mademki yoktur, neden ürkmeden dünya zehrini tadar?
Öyle bir görüp gözetenin
tapısında, nasıl olur da korkmadan güzele bakar?
Aman ha, öylesine yolda başını ayak yap da yürü; orda gönlün onun
gözetlemesinden korkmaz mı ki?
Sarraf pusudadır da hırsız korkmadan, keseden para aşırır.
Ordaki kurtların hepsi de çobandır; orda bir tek kişi yüzlerce
kişiden bile korkmaz.
Orda ben, sen, o y oktur; kendinden borç alır; korkmaz elbette.
Gönlün senden asla korkmaz; çenen yüzünden asla ürkmez.
Gül bahçesi bahardan, bağdan bahçeden, süsenden, usûl boylu
selviden korkmaz.
Gönül açıldı, saçıldı da kendi yüzünü gördü; bundan böyle ne kabul
edilmekten korkar, ne reddedilmekten ürker.
Bu deniz, kıyamete dek korkmadan inci verir durur; fakat gene y
eter, sus artık.
LII
Ne çaresizdir pulu parası olmayan; altın madeninden bir kalkanı
bulunmayan.
Ne çaresizdir o gönül ki sensizdir; dudu kuşudur amma şekeri yok.
Hüneri vardır, binlerce devlete sahiptir; fakat ne yazık ki o
başka şey yok mu, ona sahip değildir işte.
Kadehler bağışlayan eli, onda yoksa diyor, biz veririz.
O ciğerde su yoksa abıhayatlar dökeriz ona.
Dalsız, yapraksız kalanlara, yaş dalda olmayan y apraklardan
yapraklar veririz biz.
Bizden haberi olmayanlara, dua kabul edilmiyor diyenlere,
Bize göz dikmey enlere göz vereceğiz; zamanı da y aklaştı.
Sus ki can şekillerini Tanrı elinden başka bir el çözemez.
LIII
Ne de çaresiz kalmıştır şarabı olmayan; boş yere koruk sıkar
durur.
Ne de çaresizdir çorak yer; şu kerem, şu lûtuf yağmuru oraya
yağmaz.
Bu sefer gönlüm sabahtan sarhoş, geceki borcunu ödüyor.
Sabah şarabı içilecek çağda uyuyanlara dedim ki: Baş kaldıranın
ayak ücreti bana.
(c. II, s. 11) Bugün utanç kaçtı gitti benden; o, bu sarhoşun
avcuna ne vakit kına yakacak?
Bir sâkî var bugün, tutmuş kulağımı benim; bir soluk bile
bırakmıyor beni.
Sopaya benzer kadehi ejderhâ oldu; akıl Kıbtî’sine saldırıp
duruyor.
Sus da seyret; sarhoşların küpü de kadri yüce kadeh gibi şarap
ısmarlay ıp durmada.
LIV
Can uzun boylu bir yolculuktan
geldi; kapının toprağına gene ulaştı.
Varlık âleminde altın olan,
yokluk hazinesinden çıktı; kesilmek için altın makasına geldi.
Senin sevgin olmadıkça
gökyüzüne ağana gök kapıları yüce geldi; erişemedi o kişi gök kapılarına.
Sana karşı baş kaldırmay
anlarsa, kendi derecelerini bildiler, hiçbir değerleri olmadığını gördüler.
Can sensiz bir iş becermeye
gitti; yandı yakıldı ancak, hiçbir iş beceremedi.
Yolculuğunda gerçek olarak
anladı ki sensiz her şey gelip geçicidir ancak.
Bugün yolların tozlarına
bulanmış bir halde geldi; boyuna yalvarıp y akarıy or sana; merhamet et.
Başını bir pencereden çıkar da
o Taraz güzelinin geldiğini görsün.
Çıkar başını da âşıklar, her
namazın kıblesi geldi diye naralar atsınlar.
Bir doğana benzeyen canım, gene
gitti tapından; fakat davulunun sesini duydu, gene geldi tapına.
A iplerle bağlanmış kişiler,
kurtuldunuz artık; kurtuluşa dair, güzelim yazısıyla buyruk geldi.
O neşe çenginde ne bir ses
vardı, ne bir nefes; oyuna dalın; şimdicek gene çalınmaya başladı işte.
Yalvarış zincirinden
kurtuldunuz; çünkü o, binlerce nazı bağlayan geldi çattı şimdi.
Beden eşeğini bırakmay a bakın,
çünkü o, Burâk’a binip koşturan geldi artık.
Tebrizli Tanrı Şems’inin
yüzünün ışığı dünyayı kapladı; sırlar geldi, yayıldı bugün.
LV
îlkönceki bakış sersericeydi;
fakat gene de güzelliğin sermayesini elde etmeyi, özüne
ulaşmayı istiyordu.
Aşk bir vebal olsa, kâfirlikten ibaret bulunsa bile sonucu, o
perinin yüzünden değil mi ki?
*
O erguvan renkli şarap kadehi, o ölümsüzlük yaşayışının suyu,
O ebedîlik bahtının gözü; sonucu, o perinin yüzünden değil mi ki?
*
O ikiye ayrılmış darmadağın saçlar yüzünden sevinçli canların bir
araya gelişleri,
O ulular ulusu padişahın meclisinde toplanışları, sonucu, o
perinin yüzünden değil mi ki?
*
Renginin yüzünden renksiz bir hale geldik; dünyadan binlerce
fersah uzakta kaldık;
O anda canımız şaşırdı kaldı;
fakat sonucu, o perinin yüzünden değil mi bu?
*
Padişahın çadırının gölgesinde
bir ordudur toplandı;
Canım yola düştü gitti; sonucu,
o perinin yüzünden değil mi ki bu?
*
Yeniay gibi gamla bükülmek,
gölge gibi yüzüstü, başüstü koşmak,
Gönül âleminden ses duymak;
sonucu, o perinin yüzünden değil mi ki?
*
Müşteri’yi yakıp yandıran o Ay, Âzer’in putlarını kıran o güzel
Yüzünden gönül kâfirliği seçtiyse ne var? Sonucu, o perinin
yüzünden değil mi ki?
*
A canım benim, on sekiz bin
âlem dedikodumla dolmuşsa a canım benim;
O âlemi aydınlatan ışık, a
canım benim; sonucu, o perinin yüzünden değil mi ki?
*
Aşk yolunun baçını verdikse; o
aydan, o güneşten neşelendikse,
Ona yepyeni bir göz açtıksa;
sonucu o perinin yüzünden değil mi ki?
*
Kendi ayıbımızdan kurtulduk,
kokusundan gelen şarabı içtik, esridik;
Kadehler kırdık, kadehler;
sonucu o perinin yüzünden değil mi ki hep?
*
Ulaşılması yaşayıştan ibaret
olan o bahçe, dünyanın baharından da hoş, dört mevsiminden de.
O bahçenin aslının aslı
Tebrizli Şems; sonucu, hep o perinin yüzünden değil mi ki yâni?58]
LVI
O nur yalımı salına salına
yürüyor. O hurilere bile fitne olan güzel salına salına yürüyor.
Gece ak-sâdeler giyindi; çünkü
o Ay uzaktan, salına salına y ürüy or.
Geceden kalma sarhoşlara
muştuluk; sâkî sahura kalkmış, salına salına yürüyor.
Canı ödağacı gibi yakıp
yandıralım; çünkü o billur madeni salına salına yürüyor.
Şu fitney i bir seyret hele;
yüzlerce co şkunlukla, yüzlerce köpürüşle salına salına yürüyor.
Âşıkların sabırlarına düşman
olan o güzel,
sabırlının kanını dökmüş,
dalmış o kanın içine; salına salına yürüyor.
Canım feda olsun o Süleyman’a
ki karıncaya doğru salına salına yürüyor.
Âşıkların yüzlerinden başka
hiçbir şeye bakmayın; çünkü o kıskanç padişah salına salına yürüyor.
Yürüyor Tebrizli Şems’in
bedeninde; Sûr’un üfürülmesi gibi salına salına yürüyor.
LVII
A sabah şarabı içenler, ne
iştesiniz? Gece geçiyor revâ görmeyin bunu.
Parıl parıl parlayan güneş
gibi, sabah şarabının ta canından baş çıkarın.
A geceleri sayanlar, mutlaka
saymak gerekse, bâri onun geceye benzer saçlarını sayın.
Arslanın pençesine av
olmuşsanız elinizdeki yarayı gösterin.
A usananlar, bıkanlar, dalın uykuya; şu halveti bırakın bize.
Mademki o eşsiz güzeli bekliyorsunuz; geliyor işte o eşsiz güzel
bu gece.
Sebebi de şu: Tebrizli Şemseddin, biliyor ki bekliyorsunuz onu.
LVIII
Bugün eşsiz güzelimiz gelmedi; gelmedi o dilberimiz, o sevgilimiz
bizim.
Can bahçesinin ortasındaki o gül, gelmedi kucağımıza bu gece.
Ceylan gibi ovanın yolunu tutalım; çünkü o Tatar ülkemizin miski
gelmedi.
A çalgıcıların parıltısı, söyle boyuna: işimize parlaklık veren o
güzel gelmedi.
Neyi, tefi durup dinlendirme; gelmedi huzurumuz, kararımız.
sâkîsi
belirmedi; gelmedi
mahmurluğumuzun dermanı.
A Tebrizli Şems, sen anlat; nasıl oldu da gelmedi bahar
mevsimimiz?
LIX
Dün gece güzelimin yüzünden dünyaya neler oldu? Ay’ımın yüzünden
gök ne hallere girdi?
Gönül, yüzüne karşı ne biçim oynuyordu; aşk ateşiyle cana neler
olmuştu?
(c. II, s. 12) Göz, bakışıyla sarhoş olunca, ağız o şeker mi şeker
dudaklardan ne hallere girmişti?
Ok gibi kirpiklerle neler avlanıyordu; o yay gibi kaşlar ne
yapıyordu?
Olsa olsa lâleye renk vermedeydi; yoksa gül bahçesinde ne işi
vardı onun?
O anda gül neler söylemişti yeşilliğe; nerkis yüzünden ne hallere
girmişti erguvan?
Gökyüzüne ışıklar bağışlamaktan başka ne
maksatla gökte koşa koşa gidiyordu?
Sayıya sığmaz, sınıra girmez lûffu olmasaydı ne diye bu arada
dururdu o Ay?
Mekânsızlık âleminden bir kerecik yüz gösteriverdi; yarabbi mekân
âlemi onun yüzünden ne hallere girdi?
İzi belirmez, eseri görünmez örtüsünü bir açtı; şu izi beliren,
eseri görünen âleme neler oldu?
Gece geçti gitti; gecesiz bir gündüz belirdi; şu bekçiye benzeyen
akla neler oldu neler.
Tebrizli Şems’in gayb gözünden, şu gaybi bilen göz ne hallere
girdi?
LX
O güzel yüzlü tacirin nesi var; pazarımızda pahası ne kadar
mallarının?
O işveler satar, dinleme sen; malını mülkünü iste; bakalım nesi
var?
Peşin parasını al, bakalım ne kadardır? Geri
kalan parasından hırsıza ne var, ne yok?
Temizliğe, hoşluğa dair nesi var; çekmek için elin, terazin yoksa,
Onu söze getir de ölümsüzlük şarabına dair nesi var; bir koku al
bakalım.
Ne mutlu o kişiye ki Tanrı rızasını kazanmaya yarar, nesi var nesi
yok diye canını arar, aktarır;
Kendisinde erenlerden ne var; peygamberlerin tattıkları
lezzetlerden hangilerine sahiptir; bunu araştırır durur.
Bir Kalender’e, bir bak bakalım dedim; şu gök kubbe iki büklüm
olmuş; nesi var acaba?
Dedi ki: O kimin nesidir, yahut nesi vardır, nesi yoktur; bunlara
aldırış bile etmeyiz biz.
Sarhoşum, hem de körkütük sarhoş; süphânallah; Tanrı’nın nesi var?
Tebrizli Şemseddin’in rahmeti yüzünden, her gönülde ayrı ayrı
neler vardır neler.
LXI
Sâkî, kalk, o Ay geldi çünkü. Koş, vakitsiz geldi çünkü.
Türk’çesine at sür, vakit dar; durma ki o Hıtay Türkü çadıra
girdi.
Bu kutluluk vehme bile gelmezdi; şu devlete bak ki ansızın geldi
çattı.
Şarap kadehi kahkahayla gülmeye başladığı zaman, âşık, kadeh gibi
kanlarla dopdoluydu.
Kim senin gibi bir Ay’la buluşma fırsatını elde eder de acele
etmezse aptaldır o.
Aşk harmanından kaçan, bir saman çöpüdür; saman harmanına gelir
ancak.
Vakit geçti; devlet o kişinindir ki kendisinden kaçar da kapı
eşiğine gelir.
Tebriz’de, ayrılıktan kurtulup yola girenin, öylesine bir hay-huyu
var ki.
LXII
Kim senin gibi bir sevgiliye sır söyler; yahut hikâyesini yeni
baştan anlatmaya kalkar?
Aklı olan, sana kısacık sözler söyler; fakat âşık uzun uzadıya
anlatır durur.
Senin aşkınla secdeye kapanır; senin sevdanı namazda söyler âşık.
Şu gönlümün yalvarıp yalvarıp söylediği sözlere, naz ediyor da
hepsi yalan diyorsun.
Ben Eyaz’a benziyorum, sen de Mahmud’sun sanki; Eyaz’ın söylediği
sözü duy.
Birisi sana benden bahsetmiş; o, demişsin, hep geçici lâflar eder.
Altın gibi sözlerimi duydun da makas yollu söylüyor dedin ha.
LXIII
Bu kervanda yükümüz yok bizim; bunlarda sevgilimizin ateşi yok.
Yemyeşil ağaçlar amma baharımızdan bir
koku yok bunlarda.59]
Canın bir gül bahçesine
benziyor; fakat gönlün dikenimizle yaralanmamış.
Gönlün gerçekler denizi amma
bizim coşuşumuz, bizim kıyıya vuruşumuz yok onda.
Dağ da karar etmiş, oturmuş
amma vallahi bizim kararımıza sahip değil.
Her çeşit sabah şarabıyla
sarhoş olan canda bizim mahmurluğumuzdan bir koku bile yok.
O gökyüzünün çalgıcısı
Zühre’nin bile işimizi b aşarmay a gücü kuvveti yok.
Bizi Tanrı arslanından sor; her
arslan bizim çölümüzde yayılamaz.
Bizim ayarımızda olmayana
Tebrizli Şems’in geçer akçesini gösterme.
LXIV
Senin kulluğuna gelen kişiye,
senin böyle yapman lâyık değil.
A yüzü de güzel, huyu da hoş
sevgili, felek senin gibi bir inciyi doğuramaz.
Yüzün de güzel, huyun da; artık
gönlündeki sırrın da güzel olması gerek.
Öldü mü artık yarın yoktur
adam; iş böyleyken ne diye cefalar eder bugün?
Kendisine yapılmasını
istemediği şeyi, ne diye bir başkası hakkında sınamaya girişir?
Hiç kimseyi öfkeyle çiğneme de
Tanrı gazabı da seni çiğnemesin.
Halkın kanına girmeye kalkışma
da o iş senin başına gelmesin.
O vesvese gönlüne gelmeyince,
kader de başına gelecek kazay ı geri döndürür.
A öldüm diyen, bu ne çeşit
ölmek ki şeytan seni bu çeşit tasarruf etmede.
LXV
Ne vakit şu kafes çayırlık
çimenlik kesilecek;
ne vakit umduğum hale gelecek,
ne vakit ağzıma lâyık olacak?
Ne vakit şu öldürücü zehir bal
kesilecek; şu dalayan diken yasemin olacak?
Ne vakit o iki haftalık Ay,
kucağıma doğacak; ne vakit hasetçi, dertlerle, gussalarla sınanacak?
O Mısır Yusuf’u, hadin, gelin
diyecek; Yakub gömleğe kavuşacak?
Güneş gölge salacak bize; o mum
şu leğeni yurt edinecek?
O neşe çengi yepyeni bir düzene
girecek; şu kulak ten-tenen seslerine eş dost olacak?
Ne vakit ay harmanında başak
döveceğiz; Süheyl’in nuru gibi Yemen’de dönüp dolaşacağız?
Ne vakit aşk şarabının küpleri
coşup köpürecek; kebap yiyeceğimiz zaman rebâb çalınacak?
* Heves devlet kuşumuz,
Kafdağı’ndan gelecek de Şiblî’nin, Ebû’l Hasan’ın tuzağına av
olacak?
Her zerre güneşe dönecek; her katre, bağışta Aden kesilecek?
Her kuzu arslandan süt emecek; her fil gergedana tutsak olacak?
Dilberlerin, ay yüzlülerin çokluğundan, şehrimizin her bucağı bir
Huten ülkesi olacak?
Başı dönmüş, ümidi kesilmiş âşıkların hepsi de aşk oyununa
girişecek, muradına erecek?
(c. II, s. 13) Ölmüş beden gibi yeniden can bulacak; gömleğe,
kefene boş verecek?
Ne vakit o boşboğaz akıl, delirecek de nağmelerle dopdolu kulaktan
birazcık akıl rehin alacak?
Yüz binlerce deli divanenin canı da, gönlü de sevgiliyi öperek
neşelenecek, hepsinin de ağzı, dudağı bal dökecek, şeker saçacak?
Ne vakit gelecek o gün ki mahmurların canları binlerce topluluğa
sâkîlik edecek?
Aşka bıyık altından gülen can, kadınların da, erkeklerin de
yanında aşkla ada sana erecek, parmakla gösterilecek?
Ayrılık kuyusuna düşen herkes kurtulmaya bir yol bulacak, bir ip
elde edecek?
Bundan ötesini söyleme; gönlünde tut; sözü o yurtta söylemek daha
iyi.
LXVI
A can çalgıcısı, mademki tef eline düştü; şu perdeden çal:
Sevgili, sarhoş bir halde çıkageldi.
O güzelim dilber yüzünü gösterdi de Ay bile gökyüzünde puta
tapmaya başladı.
Dünyadaki zerreler, o güneşin aşkıyla, yokluk yurdundan varlık
âlemine oynaya oynaya geldiler.
Ne diye gamlanmışsın? Yoksa bir gulyabani seni yoldan alıkodu da
seninle düşüp kalkmay a mı başladı?
* Gulyabaniyi bırak bir yana; al sağrağı; o
sağrak, Elest meclisinden geldi aşk eline.
Şu perdeden çal: Müşteri, gönlü kırıkların hatırını almak için
gökyüzünden aşağılık âleme geldi.
Şu kırık gönüllülerin halkasında dönün dolaşın; çünkü baht da bu
kırık gönüllülerin katında, devlet de.
Şu geçim, şu işret, namaz gibi; şu tortulu dertse âdeta abdest.
Sus da susarak seyre dal; bülbül bile çilemesi yüzünden aşağılık
bir hale geldi.
LXVII
O güzelim yüzlü hocanın nesi var; gönül aynasında arıklıktan yana
neler var ki?
Kendine gel de çuvalına girme; nesi var, nesi yok; sen onu iste.
Onu söze getir de bak bakalım, ölümsüzlük şarabından ne koku var
onda; bir koku al ondan.
Nerkislerden, lâlelerden nesi
var; bir dalıver gül bahçesine onun,
Peygamberlerin izlerini,
eserlerini söylüyor amma peygamberlerin özünden nesi var, bir ona bak.
Salâvat verip duruyor amma
Mustafâ’nın temizliğinden ne var onda?
Kendisi kimdir, nesi var, nesi
yok? Anlamak istersen ayrılma, sığın onun gölgesine.
Kendi sâkîne el at; o üç telli
sazda neler var; hiç düşünme bunu.
Bir uğurdan o temelden ayrılma
da ayrı ayrı o temelin neleri var; bir gör.
Kehribar’ın önünde neler var;
hiç düşünme; y alnız bu söz samanını da savurma, yel biçip rüzgâr alma artık.
LXVIII
A bütün cefası vefa yerine
geçen dost, o ahdin, o vefan n’oldu senin?
Senin yüzünü gördükçe bütün yaslar düğün dernek oldu gitti; fakat
seni görmedikçe de düğünler, dernekler yas kesildi.
Kutlu kademin olmadıkça saray yıkık yere döner; fakat yıkık
yerler, sen olunca saray kesilir.
Varlık sen çağırınca yok olur gider; ayrılığınla varlar yokluğa
döner.
A benden, ne diye razı oldu diye beni suçlandıran, bu suç yüzünden
beni öldüren dilber.
Candaki o tohum senin vergindir; senin sayende eli cömert oldu
onun.
Senin zenginleştirmen, cana bir heyecandır verir; bu olmazsa can
yoksul olur gider.
Cömertliğin, vermeye âşık olmasaydı can ne diye âşık olacaktı
duaya?
Sâkîliğinin ışığı buluta vurdu da bulut o yüzden saka kesildi.
* Sabırlılığın dağa vurmuş da dağ yere bir
karar vermiş, yere bir dayanç olmuş.
Yüceliğin göğe vurmuş da anlamın gök şeklinde görünmüş.
Toprak da senin güzelliğinden bir haber almış da güzel, gönüller
alır bir Yusuf kesilmiş.
Sözden el çek; çünkü sen söz söylemedikçe anlayış düzene girer.
LXIX
* Zaman hamamı cana can katmada; çünkü orda bizim perimiz var.
Periler onu görmüşler de şaşırıp kalmışlar; her bucakta onu söy
lüy o rlar, onun olaylarını anlatıy orlar.
Fakat olayları, baştan geçenleri gösteren ışık da akıldır; ordaysa
nerde akıl, nerde fikir?
Aşk kasırgasına karşı akıl bir sivrisinecik; orda mecal mi var
akıllara?
*
Yolculuk Sidre’nin ötesine
aşınca ayağını
*
çekti, Ahmed’den ayrıldı
Cebrâil.
Orası tümden aşktı, tümden sevgi; bir adım atarsam yanarım dedi.
Ululayış, ulaşma, birbirine zıt iki şeydi; ucu bucağı olmayan
birlik alanında yok oldu gitti.
Ululayan kuldu; o kul da o birlikte yok oluverdi.60]
Orda Leylâ, Mecnun kesildi; çünkü ordaki delilik binlerce kat
fazla.
Orda öylesine bir güzellik yüzünü açtı, göründü ki bütün güzellik
gömlekleri ona karşı aşağı bir elbise kaldı gitti.
* Yusuf, aşk âleminde Züleyhâ oldu; artık haddini aşmanın, el
atmanın yeri yok.
Sûr’u üfleyen cansız kaldı; orda candan başka her şey yok oldu
gitti.
Bütün bu sözler denize daldı; çünkü artık yüzme zamanı.
LXX
gamlanıyorsunuz, sıkıntılara Yolculuk çağı geldi; eşek
Kalkın dostlar, yola düşün de
can gibi arının.
Avın ardından uçun; sonucu,
oktan, yaydan da aşağı değilsiniz ya.
îster zengin olun, ister
yoksul; rızk harekette gizlidir; davranın.
Geceleyin gayb âlemine yol
alırsınız amma sabah oldu mu, yeniden doğarsınız siz.
LXXI
Kalk; sâkî içeri girdi; o
binlerce dilbere can kesilmiş güzel geldi.
Arı duru şarap geldi; ardından
da meze olarak badem geldi, bal geldi, şeker geldi.
O can geldi, o cihan geldi;
ardından da
yüzlerce can, yüzlerce cihan, şekillere büründü de geldi.
Güzellikte başta gelen o
saçlara miskler kulluk etmeye geldi.
Misk gibi simsiyah saçlarının
halkasını vurdu da kulun amber geldi dedi, amber.
Lâ’l dudaklarının parıltısını
nasıl söyleyeyim, o dudaklara neler diyeyim? Lâ’lden de üstün, akıy ktan da.
Yaşayışım o buluta benzer
sünbül saçlar sayesinde yapraklandı, güzelleşti, yeşerdi.
Ham şarap sun bana; bak da gör,
meclise bir başka ham geldi, konuk oldu bize.
Getir o ferah ordularını
muzaffer eden kırmızı bayrağı.
(c. II, s. 14) Her kapanıp
bağlanan, her zorlaşıp güçleşen iş onunla kolaylaşır.
Şarap sun ki sözün başı elden
çıktı; gemi demirine benziyor söz.
LXXII
Günüm geceme geçmiş olsun demeye geldi; canım dudağımı ziyarete
geldi.
Gök kubbe, yarabbi, yarabbi dememi o kadar çok işitti ki, sonucu o
da yarabbi demeye koyuldu.
İçilişi mezhebe aykırı olan şarapla dolu bir kadeh elinde; sevgili
çıkageldi.
Her defasında bir yudumdan sarhoş oluyordum; bu seferse kadehi
dudağına dek dopdolu sundu.
Âlem onun mahmurluğuna şaşmış kalmış; halbuki asıl şaşılacak şey
şu: O da şaşırmış bir halde geldi.
Hangi gökte onun Ay’ı parlarsa Güneş aşağılık bir yıldızdır o
gökte.
Yeniay sanki onu ata binmiş görmüş de at nalına dönmüş.
O, can kesilmiş, dünya da beden; yetmez mi
bu şeref dünyaya?
Ne mutlu o gönüle; ne neşelidir o gönül ki ona o yakın dost geldi,
kondu derler.
Tozla toprakla dolu dünya gönül ışığıyla güzelleşmiştir,
hoşlaşmıştır, edebe sahip olmuştur.
Her meyve zamanı gelince baş gösterir; her iş, bak da gör, nasıl
tertiplidir.
Yeter, sus. Tüm söyleyenin karşısında susarak söz söyleyen daha da
ho ştur, daha da iyi.
Sus ki can gelini nâmahremle cilveleşmekten azaba uğradı.
Fakat ben yeter bulmuyorum bu sözü; çünkü tecrübem var, âşıklara
bu gülbeşeker pek hoş geliyor.
Din yolunda işkillere düşen kişinin körlüğüne rağmen yeter
bulmuyorum sözü.
* “Kurtuldun mu yorul” âyeti geldi; çekip duruyor bizi; artık söze
ihtiy aç yok, sus.
* Amma zaten söylemek de Tanrı
çekişinden başka bir şey değil ki; çünkü o, kula kuldan da yakın.
LXXIII
Senden bir ize sahip olmayan
kişinin, güneş bile olsa alımı y o ktur.
Biz aşkın kapısında, damında,
şaşkın bir halde kalakalmışız. Hem de merdiveni olmayan damında.
Gönül çenge benziyor, aşk da
mızraba; nasıl olur da feryat etmez şu gönül?
Âşıkların feryatlarını duyuver
bugün; ziyan vermez sana.
Her zerre fery atla, inley işle
dopdolu; fakat ne yapsın ki dili yok.
Zerrenin dili, oynayışıdır;
başka bir anlatışı y oktur zerrenin.
Gönüller seni görmek ümidiy le
her yana bakıp duruyor; fakat bulunduğun yer vehimlerine bile
gelmiyor.
Bu âlemin ucu bucağı var; fakat benim aşkımla senin aşkının ne ucu
var, ne bucağı.
Hayaline benzer hiçbir şey görmedim; öpücükler veriyor, fakat ağzı
yok.
Bakışına benzeyeni de görmedim; ok atıy o r, fakat yayı yok.
Beline kuşan diye bir kemer verdin bana; fakat bir çocuğa benzeyen
gönlümün beli yok ki.
Dedin ki: Yürü, bize ulaş; senin lûtfun olmadıkça canda can yok ki
yürüsün, gelsin.
LXXIV
Dağınıklık ikiyüzlülükten meydana gelir; kulluluksa birlikten
doğar.
Sen nazlanırsın, sevgilin de nazlanır; naz iki oldu mu ay rılık
meydana çıkar.
Fakat yalvarır yakarırsan bu yalvarıp y akarmadan yüzlerce
buluşmak, yüzlerce
koçuşmak belirir.
Nazdan, koca bir il dar gelir de gönüle, Irak yolculuğu sevdası
düşer.
Ululanmanın kanını dökmezsen kan coşar, boğar gider seni.
Yürü, nazın bulanıklığını gider; çünkü neşe hep arılıktan,
parlaklıktan meydana gelir.
Dostlar zevk bulmayı isterler; çünkü istek de zevkten gelir hep.
Sevgilidir o, kırma onu; sopa değil o. Kırdın mı çat diye bir se
stir çıkar.
Sopamızdan gelen bu çat sesi, anlarız ki ay rılıktan geliyor.
LXXV
Hoş ol; sır bilen kişi bilir ki hoşsun sen, hoşluk içindedir o.
Sen şeker gibi tatlı ol, şükürler et; şükreden kişi daima şekerler
alır.
Şükrün yeni eteği, şükredenlerin başlarına saçmak için şekerlerle
doludur.
Onun acısını içer de gülersen özünde acılık kalmaz.
Nasılım, hoş muyum diyorsun; ekşi suratlısın desem hatırın kalır.
Gizleme amma diyorsun, kulağıma söyle de kimsecikler duymasın.
Kulağında vefa küpesi yok; kulağından kulaklara yayılır sözüm.
LXXVI
Gönül sevgilinin gönlüy le beraber feryat eder; susarken söyleyen
böyle söyler işte.
Bir söz söyleyeyim ki dilim bile oynamasın; çünkü hasetçinin
kulağı pusuda.
Bilirim ki dil de gammazdır, kulak da; gönüle söyleyeyim ben,
gönüldür emin olan.
Gönlün söylediği o ateş mi ateş, ince söz
yüzünden gözlerimde yüzlerce ateş yalımı var.
Şaşılacak şey de şu ki; ateşin
ta içinde bunca gül var, bunca selvi, bunca yasemin.
Ateşle su, beraber düşüp
kalksınlar, beraber oturup gezsinler diye de bağ bahçe, o ateşle daha da
yeşermede.
A can, öylesine bir çayırlıkta,
çimenlikte yurt tutmuşsun ki gönül de orda yemlenmede, akıl da.
Küfürle dinin bile sığmadığı
yerde nasıl olur da biz olur, ben bulunur, filâneddin sığar oraya?
LXXVII
Biz gittik, kalanlar sağ
olsunlar; doğan, mutlaka ölür.
Gök kubbede oturanlar, damdan
düşmeyen bir tası görmemişlerdir asla.
O kadar koşmayın, o kadar
yorulmayın; şu yerin altında çırak ne olmuşsa, usta da o olmuştur.
A güzel, nazlanma; bu mezarda
nice Şirinler, Ferhad gibi yok olup gitmiştir.
Direği yelden olan yapı ne
kadar dayanabilir ki?
Kötüysek kötülüğümüzle geçtik
gittik; iyi idiysek anın bizi hayırla.
Zamanının tek eri olsan bile,
tek tek gidenler gibi sen de giderdin bugün.
Yalnız kalmayı istemiyorsan
hayırdan, iyilikten evlâdın olsun.
O gizlilik âleminin bükülmüş
ipliğidir kalan; dünyaya direk olanların canıdır o.
O süzülmüş, seçilmiş aşk
cevheri yok mu; ölümsüz olarak kalan odur ancak.
Şu akıp giden kum selinin ne
durması vardır, ne dinlenmesi; bir şekil bozuldu mu, bir başka şeklin temelini
atarlar.
(c. II, s. 15) Bu kupkuru yerde
Nuh’un gemisine benziyorum ben; tufan da vademin gelip çatması.
Nuh’un gemisi de gayb âleminde, pusudaki dalgaları bekliyordu
hani.
Susanların arasına girdik, yattık, uyuduk; çünkü sesimiz,
feryadımız haddi aşmıştı zaten.
LXXVIII
A yüce sevgili, a her işte eşsiz güzel, düzenbazsın; fakat seni
seven de düzenbaz.
Kıyamet günüsün sen; şehir, pazar, senin yüzünden altüst olmuş,
A sevgili, maşûklar bile aşkından feryat etmede; artık âşıkların
feryatlarını ne diye söyleyeyim ben?
Ecel günü, ben öldüm mü, mezarda gözleme beni.
Dirilmeyi istiyorsan ısmarla vuslat yeline beni.
Sensiz, yaşayışın da bir değeri yok, neşenin de; sonucu, sen
nerdesin, biz nerdeyiz?
Sensiz, bir damarımın bile aklı başındaysa can damarım kopsun
gitsin.
Yolunda yüzlerce pusu vardı; fakat yol yakın göründü, dümdüz
göründü bana.
Gül bahçesine benzeyen yüzünden sarhoş oldum; elimi dikenlere
attım, ayağımı dikenlere bastım.
Kuş gibi yemine koştum; bir de gördüm ki kanatlarım, gagam kanlar
içinde.
Tuhafı da şu ki: Açtığın yara, ambardaki her yem tane sinden daha
hoş, daha tatlı.
A güzelim, sensiz yaşayış haram; sensiz baht uy anmaz.
Zaten baht da sensin, yaşayış da sen; bundan ötesi kuru addır,
lâftan, incinmeden ibarettir.
A gönlünden beni çıkaran, a beni unutan; n’olur beni bir
hatırlasan, ansan.
Deredeki su bir kere akıp gitti mi, felek onu nerden bir daha
getirecek?
Sus ki o sırlar söyleyen aşk hocası, kavgayı, inadı arttırıp
gidiyor.
LXXIX
Bütün gök bölgelerinde bir
yıldız, böylesine bir Ay’ın burcuna nasıl olur da tutulur?
Küfre de boş vermiş, imana da;
ikrar onca inkâr gibi bir şey.
Hiçbir kimse bir gönül görmüş
müdür ki gönlü olmasın; yahut da yok olmuş bir canın kılıçla dirildiğini duymuş
mudur?
Kimse görmediy se ben gördüm;
bana yüz gösterdi çünkü.
îlmim de onun kabul ettiği ilim
ancak, amelim de; bundan başka makbul olan bilgiden de bezmişim, ibadetten de.
O Ay, geceleri uykumu çaldı,
götürdü amma vuslat bağışladı, uy anık bir baht verdi bana.
Bu vuslat binlerce uykudan yeğ;
sakın uykuyu anma.
Çocuk, ağlayışı gönüllerde ne
tesirler yapar; ne bilsin.
Habersizce ağlar amma gizlice
yüzlerce süt kaynağı coşar ona.
Bilmiyorsan bile ağla; çünkü
cennet de senin ağlayışından düzülür, nehirler de ağlayışınla coşar.
Bu gece padişahlığının şanına
bak, şerefini seyret; padişah da köyümüzde bu gece, kumandan da.
* O temizlik sabahı, o döne,
yürüye saldıran Tanrı arslanı, bu gece ne uyur, ne dinlenir.
LXXX
Kardeş, incir satana, incir
satmaktan daha iyi ne iş olabilir?
Sâkî, aşkımızı an; senin sesin
olmadıkça zevkin, neşenin hayrı yok.
Bizde sanatı, dükkânı düşünecek
akıl fikir yok; a; can sâkîsi, sağrak nerde?
Sun sağrağı bize, terk etme
bizi; hay ır tez yapılır, geciktirilmez.
A binlerce bunalmışa can veren,
vefayı az ara; fakat az da azarla bizi.
Buğday, nerde olursa olsun buğdaydır; harman dövme gününde de
buğdaydı o sana.
Birinin sanatı kuyumculuk oldu mu, hangi şehre gitse kuyumcu
kimdir diye sorar.
İyi kişilerin, şarapla dopdolu bulutunun altında şarap içerler.
Arık, sırtı yaralı bir eşeğe yük yüklemeyi gönlün revâ görür mü?
Kadehinde yerin de payı var; yeryüzü bununla yeşerir.
Bırak da rahmet bahçende bir arık da yayılsın, otlasın.
A sâkî, geciktirme, azaltma; sundukça sun a bizim kısacık ömrümüzü
uzatan.
Dostun gölgesi altında can ne hale gelir? Kevser ırmağındaki
balığa döner.
Tertemiz şarap kadehiyle korkularımızı arıt, tertemiz bir hale
getir bizi.
Bizi sürme, kovma; kovsan, sürsen de
güvercin gibi gene tutar, senin katına geliriz biz.
*
On gecenin tanyerinin ağarışı,
coşup köpüren şarabındandır, o şarap ırmağındandır senin.
*
Kendine gel; Şihâbeddin Osman
geldi; gazelimizi tekrar söyle.61]
LXXXI
Sonucu, o yüze kim doyar,
sevgilimizden kim usanır?
A adaleti gökyüzünü yeşerten; a
lûtfu, bağı bahçeyi kandıran dilber.
A nazlılar, nazeninler,
yüzünüzü gösterin; siz olmadıkça canımıza doymuşuz biz.
O, bin batmanlık mezeyi dökün,
saçın da nerde bir yoksul varsa doysun.
Senin razılık meclisinde
öylesine bir meze var ki peygamberlerin gönülleri, gözleri bile onunla doymuş.
Balık ne vakit suya doyar? Halk ne vakit Tanrı’ya doyar?
Acele etme, gitme; kimyasın sen; gitme de bakır adamakıllı doysun
kimyaya.
Bu sofradan başka bir sofra var; erenler o sofradan yerler, o
nimetle doyarlar.
Canım cefasının zevkini bulalı cefasına âşık oldu; doydu, bezdi
vefasından.
Süleyman saltanata doydu da Eyyub belâya doymadı gitti.
Ne düzendir, ne tersine nal? Aç mı azdır, tok mu?
Sus; şu düzeni bırak; hâlâ doymadın mı şu düzene?
LXXXII
Gece oldu, oldu amma yabancılara; sevgilinin y üzüy le gecem
gündüz benim.
Bütün dünyayı diken kaplasa sevgilinin
sayesinde gül bahçesine dalmışız biz.
Dünya ister mamûr olsun, ister
harap; gönül sarhoş, sevgiliye karşı yerlere yıkılmış gitmiş.
Çünkü bir şeyden haberdar
olmak, tümden usanmaktır, bezmektir; haberlerin aslı, şu bir şeyden haberdar
olmamaktadır.
LXXXIII
Yüz kere dedim sana, önünü,
ardını gör, gözet; öfkeyle, kavgayla ayak direme.
Vefa sazına, merhamet çengine
mızrap vuracaksan, yoluyla yordamıyla vur.
(c. II, s. 16) îyiden iyiye
bilirsin; hızlı vuruşla telin kırılacağını bilmez olur musun hiç?
Şarap sun, uyuma; biz uykuya
dalalım, fitne uy anık kalsın; iyi değil bu.
Ben sâf adamım, söyler, öğüt
verir dururum; boyuna, birbiri üstüne söylenirim.
Sevgilinin mahmur gözleriyse
güler
öğütlerime;
Alay eder gözü benimle; ne güzel söylüyorsun; hadi, bir daha söyle
der;
Der ki: Öğütlerini örtülü, kapalı içmez, içime sindirmezsem senden
beter olayım.
İnatçıdır, her şeye boş verir; kanlar içmeye alışmış er işvelere
kanar mı hiç?
Sus, kıştan korkma; bu yaseminlik Tanrı bağındandır, Tanrı
bahçesinden.
Sus, bahar olmasa da ey lül, mart bıyık buramaz bu yaseminliğe,
hep yemyeşildir o.
LXXXIV
Yakınım sana, uzak görme beni. Benim yancağızımdasın; ayrılma
benden.
Mimardan uzak düşen kişinin işleri mamûr olur mu hiç?
Benim gözümle neşelenen göz aydın olur, gaybi görür, mahmurlaşır.
Benim rüzgârımın estiği gönül
gül bahçesi kesilir, ışıklarla dolar.
Bensiz, bir parmak bal verseler
sana, bir parmak baldır o, fakat binlerce arısı var.
Bensiz, bir işe âmir tâyin
etseler seni, binlerce memurdan da beter bir hale gelirsin.
Bensiz, düny anın şaraplarını
içsen gene de özüne bir ıssılık gelmez.
Şimşek ışığıyla hangi mektup
okunabilir; karıncadan ordu kurulabilir mi hiç?
Halk kardır; sevgiliyse güneş;
hem de sen söylemesen de görünür; tanınır o.
Halk karıncadır; biziz
Süleyman; sus, dayan, gizlen.
LXXXV
A kardeş, incir satana, incir
satmaktan daha iyi ne iş olabilir ki?62]
Sarhoş yaşıyoruz, sarhoş ö
lürüz; mahşere de
sarhoş olarak koşa koşa
gideriz.
Toprak olsak da kulu köleyi besleyip geliştiren sâkî bizimle,
ölsek de.
Toprağı güzelleştikçe güzelleşsin; çünkü âşıktır o; toprağı bile
can şarabıyla y oğrulmuştur.
O toprak çiçekler verir; bu yandan da sarhoşuz biz, o yandan da
der.
Ulu kişi sarhoş oldu da daha da güzelleşti; fakat toprak ondan
beter sarhoş.
Sarhoş oldun mu toprak kesildin, yerlere döşendin gitti; kaptanın
demir aldı artık.
Zaten de demirimiz tümden kopmuş gitmiş; geminin her tahtası
öbüründen ayrılmış.
Fakat bağdan da kurtuldunuz, batıp boğulmadan da; çünkü her tahta
bir başka kılavuz size.
Böyle yıkılmak nasıl olur da güzel olmaz; aklının iki gözünü de aç
da bir bak hele.
LXXXVI
A kardeş, incir satana, incir satmaktan daha iyi ne iş olabilir
ki?
Bahta ermişiz, devlete kavuşmuşuz biz; haydi, sunun bize sağrağı.
A güzel yüzlü sâkî, a bütün muradına erişmiş dilber.
Güneş bile yüzünden ışıklandı; Ca’fer bile senden kol kanat sahibi
oldu.
Kışın belâsını tatmışız, bahçe gibi kışın açtığı y aray la solmuş
sararmışız.
* Senin baharından, “Rableri suvarır onları” âyetini duy da o kızıl
şarabı dök sağrağa.
A tertemiz padişah, a insanı tertemiz eden sultan, gönül levhasını
yıka gamdan.
Herkesin velinimetisin amma bize herkesten daha da fazladır
nimetlerin.
*
A Tûbâ ağacı, gölgende iki
kattır kutluluk
*
bize.
Dostun güzelliğine âşıkız, o aşka vakfedilmişiz; bütün işlerden
güçlerden kalmışız biz.
Senin hizmetini seçen kişiye padişahlık makamı verilmiştir.
Güneşin dilediği kişi nasıl olur da Ay gibi ışıklanmaz?
Topluluk mahmurlaştı, susadı; sun şarabı, b ırak şu lâfı.
Cana kendi oluğundan şarap sun da sağlığı, esenliği bozulmasın,
keyfi kaçmasın.
Bugün, önce, sonra, bir topluluktur gelip konuk olmada.
Gelen her kardeşe öküz kurban edelim, deve kurban edelim.
Hangi öküz kurban olmaya değer; muştuculara onu muştula.
Sen de deve kinini b ırak da deve gibi şeker
götür.
Şeker dedim hani, kadeh
demedim; fakat mezede şarap gizli; meze dendi mi şarap denmiştir.
Kadeh sunmazsan sustum gitti;
fakat sustum mu da ne yapacağımı bilirsin sen.
LXXXVII
Dervişin başka bir şerbeti var;
başında, gözünde başka bir akıl fikir var dervişin.
Semâ’ vaktinde sûfîlere Arş’tan
bir başka coşkunluk gelir.
Sen bu semâ’ın görünüşünü işit;
dervişlerinse bir başka kulakları var.
Burda yüzlerce tencere
kaynıyor; fakat dervişin kay nay ıp coşması büsbütün başka bir şey.
Görmediğin birisiyle diz
dizesin sen; bir başka şarap satıcıdan sarhoş olmuşsun sen.
Derviş dünden kurtulmuştur; geceden, gündüzden başka bir dünü
vardır onun.
Can gibi susarak konuşuyoruz; bir başka susana hayran olmuş
gitmişiz.
LXXXVIII
Ziyan ediyorsun dedin; tut ki ediyorum, sana ne? Sen mülhitsin
dedin, öyle say.
Arslan değilsin, tilkisin dedin; tut ki bütün köpeklerin de en
aşağısıyız biz.
Gönülden haberin yok dedin; a canımın, gönlümün eşi dostu, dil say
beni.
LXXXIX
O kızıl saçlarda öylesine bir nur var ki gözden de üstün, vehimden
de, candan da.
Kendini kapıya dikmek istiyorsan kalk, nefis perdesini yırt.
O latîf can, kaslı, gözlü, esmer benizli bir şekil
oldu.
Neliksiz-niteliksiz Tanrı, Mustafâ Peygamber’in şeklinde göründü.
Onun şekli, şekilsizlik; onun nerkis gözleri, tıpkı Mahşer günü.
Halka bir baksan, Hak’tan yüzlerce kapı açılır sana.
Mustafâ’nın şekli yok oldu mu, âlemi Allahu Ekber kaplar gider.
XC
(c. II, s. 17) A uyuyup kalan; sevgiliyi anarak kalk; o mağara
dostu geliyor, davran.
Halka aman veren geldi; kalk, kalk da aman dile.
Binlerce îsa’ya can veren geldi; kalk a bıldırın ölmüş kişi.
A kullarını besleyip yetiştiren sâkî, iki üç mahmurun hatırı için
kalk.
A yüz binlerce hastaya ilaç olan; işte buracıkta kararsız hasta;
kalk.
A lûtfu hastanın elinden tutan, kalk, ayağıma diken battı.
A güzelliği tertemiz canlara tuzak kesilen; şu avcağız acze düştü,
kalk.
Gönül kan oldu, kan da coştu, kaynadı; bütün bunları revâ görme;
kalk.
Zorda kaldım da kalk dediysem
sana, özrümü kabul et benim.
A sarhoş bir halde yatıp uykuya
dalmış nerkis; a yüzü, yanağı hoş dilber, kalk.
Bu kulunun da bildiği, senin de
bildiğin şarap la doldur kadehi, sun bana; kalk.
A dost, kırık dökük bir kalk
gönül kırılmadan.
XCI
Gönlüm sevdaya ait sözlerden
usandı; kalk artık uykudan.
A yüzü ateşe benzeyen sevgili;
bir soluk olsun kaçma ateşimden.
Sütüm senin yüzünden coştu,
kaynadı, kan oldu gitti; a arslan, gir kanıma, boyan kanıma.
Kazama teslim oldum; çünkü sen
kaza gibi sertsin, kader gibi tezsin.
Bir bak da gör, kaftanımın
pervazına nasıl gönül kanım bulanmış;
Öfkeyle bakma sakın; aman, o uyuyan fitneyi uyandırma.
O mahmurluklarla dolu kan dökücü nerkis gözler, kendisini uyuyor
gösterir amma uyumamıştır.
XCII
Kalk, sabah şarabını sunmaya koyul; inat etme, zamana can bağışla.
îş erleriyle birleş, katıl onlara; şaraba su katma.
Seni anış şaraptır, bizi anışsa su; eşek başına benzeriz biz,
sense tıpkı bağsın, bostansın.
A gam, ecelin şu şişede; ölmek istiyorsan kaçma.
Nefsin ölümü tecellidendir; bokböceğinin ö lümüy se amber
kokusundan.
Meclisimiz çayırlık çimenlik, gül açmış; a selvi boylu sâkî, sen
de kalk.
Böyle yalım yalım yanan, parıl parıl parlayan
bir kadeh, sonra da utanmak ha... Mademki sâkî sensin, içmemek
hata.
Bizi güzelim yüzün gibi parlat;
gamı düşmanın gibi as gitsin.
Gazeli bıraktık, çünkü nöbet
senin; ercesine gir ortaya, tez ol, çevik davran.
XCIII
Biz canıyla oynayan küstah,
mert, yiğit fedaileriz.
Tertemiz canımıza şu toprak
bedenin eş olması yazıktır.
Herkes baştan sona gelir; bizse
sondan başlangıca gideriz.
Padişah gene o koca davulu
dövdü; dostlar, bütün doğan kuşları uçtu gitti.
Altı yana uçma; o yana uç;
mademki gönlüne geldi, erişti o ses, o yana yönel.
Hadi a hasta gönül, bağla
dengimizi; göç
etmemize iki üç günceğiz kaldı.
Burda ister hor ol, ister
üstün; ölümsüzlük de orda, saltanat da, üstünlük de.
Söz kanadını açma; çünkü o
yanda uçuş daima kanatsızdır.
Söylediğimiz, sözün kabuğu;
kabuktan o sırrın özünü, içini kim bulmuştur ki?
— Ş —
XCIV
Gönlün hali pek güzel bugün; çünkü sen dün gönlümün kanını
içmişsin; afiyetler olsun.
Dün ay yüzünü göstermiştin; bugünse binlerce şekle bürünüyor,
binlerce örtülerle örtüyorsun yüzünü.
Gönül o gözün önünde secdeler ediyor; can o kulağa bir halka
kesilmiş.
Her solukta, aklını başına al diye bir buyruk veriyorsun; aklı
fikri olmayandan akıl fikir mi istiyorsun?
Senin zurnanım, benden söyleyen sensin; senin soluğunu vermedeyim
ben; coşmayacaksan sen coşma.
Senin korkundan arslan bile kedi kesilmiş; sabır yok mu, sabır, o
bile fare gibi toprağa sinmiş, gizlenmiş.
Her zerre şevke gelseydi de kucağını açsaydı,
güneş sığmazdı kucaklara.
A zerre, mademki güneş seni almak istiyor, veresiye akçeyle bile
olsa sat gitsin kendini ona.
Gazelin artakalanını söyleme; biz söze dalalım, sevgili sussun, y
azıktır bu.
Fakat ne yapayım ben, ne edeyim? Eski bir töredir bu: Deniz susar,
dalgadır coşup köpüren.
XCV
Dünyada hiçbir şeye aldırış etmeyenin yolu, bayağı bir yol mu
göründü? Hey gidi hey; iki dünyada o bayağı yola kul olsun, köle kesilsin.
A dünyayı gören, canı görmeyen, dünya dediğin, bir solukcağız bak
da gör, candan ibarettir.
Düny a dediğin bir tozdur; bu tozun içinde süpürge de
gizlenmiştir, süpüren de.
Haşhaş gibi kırılıp döküldüğün gün, bu meşale nerdendir, görürsün.
Şu hem gizli olan, hem apaçık
meydanda bulunan aşk kan dökücüdür, zalimdir, külhanidir.
Onun eliyle öldürüldün mü,
yaşayışa kavuşursun; aşk yüzünden ölendir yaşayan.63]
Bir aşktır bu ki gizli
kalmasına imkân yok; âşık olanın bütün sırları ortadadır.
Aşk yoksa, tat verir bir
güzellik de yoktur; ne de güzelliktir bu, alkış bu güzelliğe, alkış.64]
XCVI
Her kulağa gitmesin diye
geceleri susarak naralar atıyoruz.
Her ham kişinin burnuna
gitmesin kokusu diye vefa tenceresinin kapağını örtüyoruz.
Nekeslik değil amma şu şöhretli
gül suyu da fare yuvasına lây ık değil yâni.
Gece oldu; halkın coşuşu dindi;
kalk, coşma sırası bizde artık.
Bu gece senden değer buldu,
üstünlük elde etti de kibrinden düne omuz vurmada.
Bir müddet çalgı dinledik;
şimdi de kendinden geçen canın çalgısını dinleyelim.
A şekerkamışı, ağzın şekerle
doldu; daha da şikâyet etme, coşma artık,
A tef çemberi, ipini kopardın;
gökle, kovayla, kuy uy la az uğraş.
Can arslanını avladı da tavşan
avından usandı gitti.
Tavşan dediğin, cansız bir
şekil; hamam da öyle cansız av hayvanlarının resimleriyle dopdolu.
Şekle can sözünü az söyle; ölü
deveden az süt sağ.
(c. II, s. 18) Şerden kaç,
geceye dost olmaya bak; çünkü gece örtüsünü gecenin başına örterler.
Vuslat sabahına erişinceye dek
kara geceyi çek kucağına.
O uyku nedir bilmeyen
sevgilinin anışıyla uykuyu unuttuk gitti.
Geceyi bir kara çadır bil;
onunlasın; davul dövülmede; çavuş bağırmada.
Bu fitne her solukta artıyor;
bu gece aşk dünden de beter.
Gece nedir? Maksat yüzünün
örtüsü; rahmetler, aferinler o yüze.
* Kendine gel de şu gece
davulcağızını hemen dövmeye koyul; çünkü Siyavuş atına bindi.
XCVII
Çalgıcımız da güzel, çengi de
güzel; gönül onun âhenginden harap olup gidiyor.
Çeng çalmaya koyuldu mu, bir
seyret de gör; güzelliğinden ne hal alıyor yüzü, ne renge giriyor beti benzi.
Yaşayışa doymuşsan, için
daralmışsa kalk, kucakla onu, sar belini.
XCVIII
A hoca, akıllıca davran; nasıl oluyor da külhaninin şerrini,
coşkunluğunu bilmiyorsun sen?
* Bir övünç olan yokluğun bile haset ettiği o yüzü çirkin
tırnaklarınla tırmalama.
O put, o güzel, hayale bile sığmaz; hayal yurdunda putlar yonmaya
kalkışma.
Bütün putlar da o, puta tapanlar da; artık tümden, her şeyden
başka ne var? Yokluk, ondan başka bir şey yok.
Ne halk bunu anlar, ne de benim apaçık yaymama izin var.
Bu mercimek, şaşıların pirinci; yoksa ortada ne pirinç var, ne
mercimek.
Yüzlerin haset ettiği o yüz örtülüdür; artık onu nerden
tanıyacaklar ki?
Bir şey çalacaksan dirilerden çal a geceleri mezar eşen, kefen
soyan herif.
Fakat ne çare ki ölen, kaza ve
kader yüzünden ölmüştür; yaşayan da gene kaza ve kader yüzünden yaşar.
Sus, gündüzün afyon yutanın
elbette geceden haberi olmaz.
— K —
XCIX
A âşıkın eşi dostu, derdine kalan, gamına dalan dost; a âşıkın
gözü, ışığı, sevgilisi.
A gelişmenin, sağlığın, esenliğin ilacı; a âşıkın zayıflamış
bedenine devâ sevgili.
A rahmeti, padişahlığı, âşıkın gönlünü kapan, kararını alan güzel.
A hayali, âşıka bir vasıta olarak elçi gibi yollayan, onu âşıka
armağan eden dost.
Sen her şeyden müstağnisin; nerden âşıkın işine gücüne bakacaksın?
Âşıkın o zârı zârı ağlayışı senin çekişindendir, senin alımından.
Âşıkın bütün işi gücü senin buyruğunladır, senin dileğinle.
Âşıkın o rahvan yürüyüşü senin yol göstermen yüzündendir.
A bağı, ipi âşıkın gönlünü
açan; a öğüdü âşıkın kulağına küpe kesilen.
Nice zamandır âşıkın utangaç gözünde
geceleri uyku, karar kalmamıştır.
Nice zamandır âşıkın
lokmalar yiyen
midesinden iştah çekilip gitmiştir.
Nice zamandır âşıkın lâleliğe
benzeyen yüzünde safranlar bitmiştir.
Nice zamandır âşıkın kucağı
gözyaşlarından denize dönmüştür.
Fakat âşıkın çaresini bulan,
gamını yiyen sen olduktan sonra ne ziyanı var bunların?
Âşık için bir pula yüzlerce
defineler satın alırsın; sonra tutarsın, o pulu da âşıka bağışlarsın.
* Ey “Rabbime konuk olurum”
sözünü âşıka süs püs eden, övünç o larak veren,
“Sen olmasaydın gökleri
yaratmazdım.” Dokuz gök de âşıkın irâdesine verilmiş.
Sus, âşıkın delilini de onun inayeti takdir eder, söz söylemesini
de.
— K —
Uykudan kalk, çengi düzene koy, o ay yüzlü, gül renkli fitneyi
yürüt.
Sabır olmadıkça ne uyku geçer hocam; ne de ad san ayıba bulaşmadan
yürür gider.
Akıl binlerce hırka yırttı; edep binlerce fersah uzaklara kaçtı.
Düşünceyle gönül, öfkeyle beraber; yıldızla ay savaşa tutuşmuş.
Yıldız savaşa girmiş; ayrılığı yüzünden şu âlem alanı daralmış mı
daralmış.
Ay diyor ki: O güneş olmadıktan sonra ne vakte dek gökyüzünde bir
salkım gibi duracağım ben?
Varlık pazarı, onun akıykı olmadıktan sonra varsın harap olsun;
taş üstünde taş kalmasın.
A binlerce ada sana sahip, a kadehi güzel aşk; binlerce fikre,
hünere fikir bağışlayan, hüner
ihsan eden aşk.
Binlerce şekle bürünmüş şekilsiz varlık; Türk’e, Rum ülkesi
halkına, Zenci’ye şekil veren varlık.
Şarabından bir kadeh sun, yahut da bağından bir avuç afyon ver.
Küpün kapağını bir kere daha aç da binlerce er yere baş kosun;
Gökyüzü çalgıcıları da sarhoşçasına âhenklere dalsınlar;
Mahmur, dedikodudan kurtulsun da mahşere dek, mahşerdekiler gibi
şaşırsın kalsın.
CI
Mezarımın yanından geçtiğin gün şu feryadımı, şu coşkunluğumu an.
A benim gözüm, a benim ışığım, nurum, mezarımın içini ışıklandır.
Işıklandır da şu sabırlı bedenim, mezar içinde şükür secdesine
kapansın.
A gül harmanı, tez geçme; bir soluk olsun o güzel kokunla bürü
beni.
Geçip gittiğin vakit de sanma ki senin pencerenden, senin kapından
uzağım ben.
Mezarımın üstüne konan taş yolumu bağladı amma hayal yolundan
gelir dururum; hiçbir füturum yok.
Atlastan yüzlerce kefenim olsa, senin şekil elbisene bürünmedikçe
çırçıplağım.
Delik delmede galiba karıncayım ki sarayının yücelerine ağıyorum.
Senin karıncanım, Süleyman’ımsın benim; bir an olsun huzurundan
ayırma beni.
Sustum; kalanını sen söyle; kendi söyleyip kendi işitmemden bıktım
artık.
A Tebrizli Şems, çağır beni; senin çağırmandır Sûr’un üflenmesi
bana.
CII
Aşkın beni ödağacı gibi yakıp yandıralı, varlığımdan bir boğum
bile kalmadı.
Gâh oldu, gök kubbenin kalesini deldim; gâh oldu, güneşin geçer
akçesindeki damgayı y aktım, e rittim.
Gâh da oldu, Ay gibi güneşin ardından gittim; zaman oldu,
gedildim, eksildim; zaman oldu, arttım, geliştim; dolunay kesildim.
Yüzlerce kere sınadım, denedim; gönlüm doymuyor sana, sabrı yok
sana karşı.
Ne diye cömertlikte yiğitlik satayım, bağışımla övüneyim?
Cömertliğim kıldan kıla senin
cömertliğinden ibaret.
(c. II, s. 19) Kapının gümüş halkasını kapmışsam, bu benim
gücümden kuvvetimden değil, senin bağışın, senin ihsanın.
Kuşluk çağına düşmansam yarasayım demektir; Ahmed’i inkâr
ediyorsam çıfıtım.
Senin anlatışın kulağımı keskinleştirdi; çünkü o yüce sırrı duydum,
anladım.
Sel geldi, uy uy an ları aldı, götürdü; fakat ben susuzdum,
uyuklamıyordum bile.
Ben üşencimden silip parlatmasam bile gönlümü “Ol” emri siliyor.
Lûtuflarınla, keremlerinle, işlediğim her suç sevap kesildi,
derecemi arttırdı.
îster yücelere ağayım, ister aşağılarda kalayım; senin aşkınla
Arş’a yücelmişim ben.
Gülüp duruyorsam senin lûtfundur bu; haset ediyorsam senin
gayretindendir.
A benim arışımın argacımın sırrını bilen,
Tebrizli Şems’i anmayı yeter buldum artık.
CIII
Padişahımın esrik devesiyim ben; boğazımda ne varsa onu geviş
getiririm, onu çiğnerim.
Gül bahçesine benzeyen yüzüne benzer huyum; saçtığım, kendi
çiçeğimdir.
Deniz gibi yüzümü buruştururum, ekşi bir suratım vardır amma
kucağım incilerle, mercanlarla doludur.
Sevgili benimle buluşmayı istemese de ben onunla buluşma aşkında
mağara dostuyum ona.
Horluk halkın gözünde ayıptır amma o ayıptır övüncüm benim.
Söz yelini savur gitsin; söz yelindendir ki böyle toz toprak
içindeyim ben.
CIV
A namazımın vaktini geçiren, hadi, namaz
vakti geldi; dinlen biraz.
A yüzlerce Kalender’in kanını içen; kan içmek helâl sana; içedur.
A ayıbın, ârın, a adın sanın düşmanı; senin aşkın, ondan sonra da
esenlik...
Senin sarhoşun olmak; sonra da ele ayağa sahip bulunmak. Delilik
divanelik; sonra da b aştan geçen şeylerin kaydına düşmek.
Bir şey soracağım; söyler misin? Hiç böyle gönlü yanmış ham gördün
mü sen?
Sevgilimin yorulduğu, bezdiği meydanda; ister istemez sustum işte.
CV
A benim lâtif canım, a benim cihanım; şu ağır uykundan uy
andıracağım seni.
Utanmadan, sıkılmadan borcumu isteyeceğim bilirsin ki aman bilmez
bir alacaklıyım ben.
Gönlünde toz toprak görürsem gözyaşlarımla
yıkar, arıtırım.
A can gül fidanı, meclise
serpmek için bağrıma basmışım seni.
Bir öpücük ver; bu yolda
akıyktan baç alıyorum ben.
Nice gecelerdir, bu çölde
baçsız yol gözlemedeyim.
Mademki kervanlardan baç almak
istiyorum; bekçiler gibi geceleri naralar atmalıy ım.
Feryadımdan evimde oturan
kaçtı; figanımdan komşum uzaklaştı benden.
CVI
Ne altın isteriz, ne gümüş, ne
de mal; senin lûtfundan kol kanat istiyoruz biz.
Ne hüküm yürütmek isteriz, ne
hüküm vermek; senin hükmüne uymayı istiyoruz biz.
A aziz ömür, bizim ömrümüz ol;
ne hafta istiyoruz, ne ay, ne yıl.
Dolunay değiliz ki bir
dolunayın peşine düşelim de boyumuz yeniaya dönsün.
Senin hayaline dalmak, senin
hayalini gözden geçirmek için kendimizi hayalden de daha ince bir hale
getirmeyi istemekteyiz.
Kova gibi kuyulara yolculuk
etmedeyiz; o güzel huylu Yusuf’u istiyoruz biz.
Göz gibi, senden başkasına
bakarsa canın kulağını burmanı istiy o ruz.
Sus, niceye bir lâfa
dalacaksın? Hal geldikten sonra lâfı ne diye isteyeceğiz?
CVII
Gül dalıy ız biz, ot değil;
terütaze bir şive istiy oruz biz.
Gökyüzü bahçesinin çiçeğiyiz;
Tanrı meclisinin mezesiyiz, şarabıyız biz.
Ark değiliz, suyuz biz; bulut
değiliz, ayız biz.
Levhiz, kalemiz, harfler
değiliz; kılıcız,
bayrağız, ordu değiliz.
Hem oka benzeyen bakışından yaralanmışız; hem siyah saçlarına
bağlanmışız.
CVIII
İlkbahara benzeyen yüzünü gördüm; baktım ki gül bile seni görmüş
de utanmış.
Gönlümde karar ettin de gönlümü senin yüzünden kararsız bir hale
gelmiş gördüm.
Baştan başa nerkis gibi göz kesildim o mahmur nerkis gözleri
göreli.
Aşka gideyim, aşka sığınayım; çünkü aşkı, insanı bütün belâlardan
koruyan bir kale gördüm ben.
Bütün dünya mülkünden, b ütün dünya zevkinden geçtim, yalnız senin
aşkını seçtim ben.
Zaten mal mülk de sensin, âlemin canı da sen; hepsi birmiş de ben
bin görmüşüm.
Öldüm, senin yüzünden dirildim
de dünyayı ikinci defa gördüm.
A çalgıcı, eğer dosta dostsan
şu perdeden çal: Sevgiliyi gördüm ben.
Şehrinizde ne diye sevgili
arayayım? Padişahlar padişahının dostluğuna ulaştım ben.
Onu bir hoşça bağrıma bastım,
sıktım da şekerkamışını sıkma törenini gördüm.
Söze yumdum ağzımı; çünkü
sayısız söz söylemeyi gördüm, sınadım.
Bu yola basan bir ayak bile
kalmadı; bense rahvan gitmeye koyuldum.
Zarardan ziyandan başımı
esirgemem; başsız, nice külâhlar giymiş başlar gördüm ben.
Yeter; usandı, bıktı sevgili;
hatırında toz toprak görüyorum.
CIX
O eşsiz, o tek güzeli gördüm
göreli, gönlümü
sonsuz gamlara dalmış gördüm.
Yarın pazar kurulacak gün dedin; gördüm ki pazar da bir bahane
sana.
Gönlümü ekşi-tatlı nar gibi kan kesilmiş, tane tane bir hale
gelmiş gördüm.
Senin balını ortada gördüm de dünyadaki zehirler baştan başa bal
kesildi.
Canımı senin balın yüzünden arı kovanı gibi göz göz, ev ev olmuş
gördüm.
Ateşler içindeyim; fakat henüz aşkta o cehennemin bir yalımını
gördüm ben.
Bir satranç ki yüz bin hanesi var; onlardan ancak ikisini gördüm;
Bir ev baştan başa mahmurlukla dopdolu; bir ev de muğların
şarabıyla dolmuş.
Aşkta böyle bir ikiyüzlülük var da o yüzden zamanın başı dönüp
duruyor.
(c. II, s. 20) O sırada gördüm ki bu yandan o yana kaçamak bir
yol, bir geçit var.
O yolu düşünen aklın o ince
düşünüşlerinin aptalca düşünüş olduğunu gördüm.
Akıl, izi belirmeyen definenin
başında, başı dönmüş, iz gördüm deyip durmada.
Devlet kuşunun kanadı altında
rüyada yuva gördüm diyor.
Gamdan, kederden yürüyemez
olmuş, kalakalmış canı, gönül âleminde koşup yürüyor gördüm.
Bütün bunları masal bilen cana
baktım; baştan başa masal olmuş gitmiş.
* Gördüm ki berbat gibi, çegane
gibi hem feryat ediyor, hem de feryat ettiğinden haberi bile yok.
Pek tarama ki, aşkın saçları
öyle tarakla taranac ak gibi değil.
Yüzlerce gece ona teraneler
okusan gündüz oldu mu, seni ben görmedim bile der.
Gördüm ki devâsı o lmay an her
dert koşa koşa gönüle geliyor.
CX
Sakın ihtiyar deme bana; hiç ihtiyarlar mıyım, nerden kocalacağım,
nerden yok olacağım ben?
Abıhayat kaynağının balığıyım ben; bal, süt denizine gark olmuşum
ben.
Canın lâ’l dudaklarından başka bir yerden su içmem; onun
saçlarından başka bir saça el atmam ben.
Yay kaşları beni de yay gibi bükerse ne gam; onun yayında ok gibi
dümdüzüm ben.
Sen kanat veriyorsun bana, ne diye uçmayayım? Beyim sensin, ne
diye öleyim ben?
Ok gibi beni kendinden uzaklara attın; fakat tut ki senden ayrı
değilim ben; ay rılmama imkân yok senden.
CXI
Gelmeden sel gibi su kesildik; gitmeden ay ağımız tuzağa düştü,
bağlandı.
Satrancı görmeden mat olduk;
bir yudumcağız bile içmedik, sarhoşuz.
Güzellerin ortadan ikiye
ayrılmış saçları gibi savaş görmeden kırılmışız, dökülmüşüz.
Sanki o putun gölgesiyiz;
varlığın aslından puta tapıyoruz biz.
Gölgesini gö sterir, kendisi
ortada yok; biz de tıpkı gölge gibiyiz işte; hem yokuz, hem varız.
CXII
Zerresi gibi oynaya oynaya
gelelim; senin güneşine râm olalım.
Her seher çağı, aşk doğusundan
Güneş gibi doğalım biz.
Dünyanın yaşına da vuralım,
kurusuna da; fakat biz ne kuru olalım, ne yaş.
A nur, doğ, parla da altın
haline gelelim diye feryat eden nice sarhoşlar gördük, nice feryatlar duyduk.
Onların yalvarışları, onların dertleri yüzünden gökyüzüne çıktık,
yıldızlara ulaşıyoruz.
O gümüş bedenli güzele gerdanlık olmak için amber haline gelelim.
Şu altı peşli hırkaya bürünmek için hırkamızı yırttık, paraladık.
Biz yokluk yolunun azığıyla geçinmedeyiz; kızıl şarapla sarhoş
olalım gitsin.
Bütün dünyanın zehrini verseler, içimizde o zehri şeker haline
getiririz biz.
Yiğitlerin kaçtıkları gün, biz savaşın ta içinde Sencer gibi
savaşır, ayak direriz.
Düşmanın kanını şarap gibi içeriz; hançerlere karşı dururuz.
Sarhoş âşıkların halkasındayız; halka gibi her gün kapıya gelir,
asılırız.
Bizim aman fermanımızı o yazdı; nerden ecelden gar-gar edeceğiz
ki?
Melekût âleminde, mekânsızlık dünyasında
gök kubbenin boz atına bineriz biz.
Beden âleminden gizlenmişiz; aşk âleminde apaçık görünürüz biz.
Tebrizli Şems, canın da canıdır; ebed burcunda onunla doğarız biz.
CXIII
Âşıkların canlarına âfetiz biz; evde oturup kalan ev sahipleri
değiliz biz.
Gönlünde bir hayal varsa sanıyor musun ki onu bilmeyiz biz?
Hayallerdeki sırlar biz değil miyiz; her sevdayı biz pişirmiyor
muyuz?
Gönüller güvercinlerimizdir bizim; her solukta bir yana uçururuz
onları.
Beden cana, bunun bir izini göster dedi; can da biz dedi, baştan
başa iziz, eseriz.
Şu sözüne bir dikkat et; senin ağzının içindeki iz de biziz, söz
de bizden.
Her solukta seni koltuğumuza
almışız; rahata, eziyete sürüp duruyoruz.
Tabiatın ateş, su, yel
unsurlarına bağlandıkça topraktan meydana gelen şarabı tattırırız sana;
Sonra da ağzını yıkarız; öyle
bir yere varırsın ki orda biziz gizli olan.
Senin varını yoğunu gizliliğe
çektik mi, ne çeşit er olduğumuzu o vakit görürsün.
Şeklini yerden dürüp devşirdin
mi, zamanın ne şaşılacak eri olduğumuzu anlarsın.
Her yana bakınırsın da zamanı
göremezsin; mekânsızlık âlemiyiz biz diye çok lâf edersin.
Bedenin gönlünün rengine
boyanır; her yer biziz, bizden ibaret diye oyuna dalarsın.
Dudaksız olarak dudağını
dudağımıza korsun; aynı dille konuştuğumuzu ikrar edersin.
A Şemseddin, a Tebriz’in
padişahı, senin kulluğunla padişahlar padişahıyız biz.
CXIV
Güzelimizi görmedikçe gönül kanının dibinden başka bir yerde
oturmayız.
O güzeller güzelinin aşk yolunda kaybolmuş gitmişiz; öğütle
iyileşmeyiz biz.
Gönlümüzde bir dert yurdu var; böyle olduktan sonra derman ne
yapabilir bize?
Yüzük kaşındaki mücevher gibi kutsal âşıkların halkasındayız biz.
Hâşâ, akıldan, candan lâf etmeyiz; edersek ateşlere yanalım.
Canın yolundaki tehlikelerden kurtulduysan gene ercesine y ürüme;
pusudayız biz.
Gökyüzünde bile fitneler kop arıy oruz;
y eryüzüne nasıl bağlanabiliriz ki?
Tertemiz candan bile arınmışız; ne diye Çin güzeli gibi resim
halinde görünelim?
Binlerce devlet solar gider; bizse yasemin gibi
hep terütaze kalırız.
Varlığın karşısında töhmet altındayız amma yokluk perdesinin
ardında her şeyden eminiz.
Şu varlığa arkamızı çevirmişiz; yokluğun karnında bir çocuğuz
çünkü.
A Tebriz, bir bak da gör, Şemseddin’in kulu kölesi olduğumuzdan
dolayı ne taç var başımızda bizim.
CXV
Yeni baştan işrete giriştik; ayağını dire, yeniden başladık işe.
O her şeyden haberi olan güzelim dilberi, sarhoş, hoş, habersiz
bir halde yakalayıverdik.
(c. II, s. 21) Her solukta, Yusuf’umuzun güzelliği yüzünden,
şekerlerle dolu yüzlerce Mısır elde ettik.
Güzellik evinde bir ay vardı; oraya vardık; onu tuttuk, kapıyı
bacayı kap attık.
O ölümsüzlük abıhayatını su
gibi ciğerimizde bulduk biz.
Tacının ucunu görür görmez,
sarhoşçasına kemerine sarıldık.
Onsuz olan her şekil ölüdür;
canlıyı da senin için elde ettik zaten.
Onsuz olan canlıyı da cehennem
otu saydık biz.
Madenden herkes inciler aldı;
bizse bir gümüş bedenliyi aldık madenden.
Bir güneşin ışığının
parıltısından Ay gibi güzellik elde ettik, alım elde ettik.
Tebrizli Şems, yolculuğa düştü;
biz de bu yüzden Ay gibi yola düştük.
CXVI
İhtiyacı olmayan bir Tanrı’dan başka kimsecikleri istemem;
ölümsüzlük göğünden başka hiçbir şey dilemem.
Kulağına gider diye korkarım da onsuz yaşayış düşüncesini bile
istemem.
Güneş taşısa şarap testimi, gene de onsuz işret istemem ben.
Üzüm cibresiyim ben; üzüm gibi yumruktan, tekmeden başka bir şey
istemem.
Canım yaralarının lezzetinden bir an bile kurtulsa istemem o ânı.
Hâlis can olma zamanı geldi çattı; şu beden zahmetini istemem
artık.
Örtsün, kapasın diye Ahmed demiş; Ahmed’den Ahad’den başkasını
istemem ben.
Hepsi de Tebrizli Şems’tir; gerçeği de bu; sayı istemem ben.
CXVII
Bugün bana ne oldu, ne bileyim ben; bugün tezcanlılardanım ben.
Aklın gözüne yerleşmişim, aşkın gözündeyse yerim yurdum yok...
Yazıklar olsun ki yeryüzünde oturuyorum; insaf edin, zamanın
keskin kılıcıyım ben.
Şaşılacak şey de şu ki yeryüzüne ait bedenle gökyüzünün üstünde
koşup duruyorum.
* Gökyüzünün çekemediği yükü, aşkın kuvvetiyle çekmedeyim ben.
Aşk göğsünden onun ate şini ta taşların, kay aların gönüllerine
eriştiriyorum.
Şekerindeki lezzetten, arılıktan, şu ağzım ballarla, şekerlerle
doldu.
Tebrizli Tanrı Şems’inin çözülmesi zor düğümlerindenim; düny anın
müşkül bir nüktesiy im ben.
CXVIII
Aşk gamından utanıyorsak dünyada ne işimiz gücümüz var öyleyse?
Senin yüzünü görmedikçe karar edeceksek sen bize karar, huzur
verme yarabbi.
A Yusufların Yusuf’u nerdesin? Yüzümüz o diyarda bizim.
Her sabah o ortadan ayrılmış saçlardan seher yeli gibi geçmedeyiz
biz.
Saçlarındaki halkaları sayıyorsun ya; gözümüz o sayıda bizim.
Gözün canımızı avladı; o avda gözümüz var.
A abıhayat kaynağı kucağından kaynayan güzel, bu ateşi o kucaktan
aldık biz.
O lâlelik yüzünden nasıl ağladık, nasıl sarardık solduk; yarabbi,
nasıl bir lâleliğimiz var.
Tebrizli Şems’in kıskançlığı yüzünden diyoruz ki: Ne gümüşümüz
var, ne altınımız, ne
sevgilimiz.
CXIX
Aslından, huriden doğmuş olmalıyız ki daima neşeli olalım.
Neşenin, zevkin isteğini verelim de aşkta adalet âmiri kesilelim.
Yapımızı aşk kurdu; biliyorsun ya, o yüzden huyumuz iyi olmuş.
Aşkına göz açmışım, onu gözetmedeyim; çünkü ancak aşkınla
ferahlıyoruz.
Mademki muradımız muratsızlık; şu halde daima muradımıza ereriz
biz.
Aşkın kullarına kul olduktan sonra Keyhusrev oluruz, Kubad
kesiliriz.
Mademki o Mısır azizinin Yusuf’uyuz; mezatta olsak da ne çıkar?
Yusuf’un yüzünde bir perde var; o perdenin ardında hikmet sahibi
bir er olalım.
Yel elbette perdeyi kapar;
hemen biz yeli bekleyeduralım.
Gönlüne gelelim, bizi ansın
diye gönlümüzü Salâhaddin’e verdik biz.
CXX
Biliyor musun, bugün neden
sarardım soldum a bütün gece tavla arkadaşım benim?
Tavla oynarken gönül, benden
zar aşırdı diye seni töhmet altına aldı.
A gönül dedim, zarı getir;
zarın gidişinden dolayı dertliyim ben.
Gönlüm koynunu açtı, ara dedi;
varsa bul, yutmadım ya.
Zarın derdinden deli divane
oldum; bütün gece gönüle işkence ettim.
Gâh evet diyordu, gâh hayır,
hay ır diyordu; gâh da soğuk, sıcak işveler ediyordu.
İşveyle senden el çekmem; sen
aldın, bu
meydanda dedim.
Gönül, nasıl olur da hırsız olurum dedi; lacivert gökyüzünün bile
haznedarıyım ben.
Bu gürültüde eşek beni yere attı; o bile sâf, bön bir adam
olduğumu anlamıştı.
Eşek gitti, ip koptu; gönül de dedi ki: Onun izinin tozundan ne
diye koşayım ben?
CXXI
Önüne ön olmayan aşkta yıllar geçirdik, ömürler sürdük; fakat
hasetçinin dedikodusundan da kurtulamadık gitti.
Bu gürültülerden kadınlar bile korkmaz; bize okuma bunları,
erkekten de erkeğiz biz.
Ercesine erlerin işlerine girişelim; y aptığımızı gizlemeyelim.
Bizi altınla, gümüşle aldatma; çünkü yüzümüz aşkın hançerinden sap
sarı altın kesilmiş.
Derde binlerce aferin; artanı da bize; çünkü
derdin dostuyuz biz.
CXXII
Birbirimizin sohbetini seçelim; birbirimizin yanına, kucağına
oturalım.
Dostlar, hepiniz de daha fazla oturun; oturun da birbirimizin
yüzünü görelim.
Bizi hep böyle sanma; içyüzden uzlaşmışız, bilişmişiz biz.
Şu anda beraberce oturmuşuz; elimizde şarap kadehi, yenimizde gül;
Şu anda bu görünmez âlemden görünmez âleme yolumuz var; selviyle,
yaseminle komşuyuz.
Her gün bağa bahçeye gidelim; açılmış gülleri seyredelim.
(c. II, s. 22) Bahçeden topladıklarımızı önümüze y ığalım,
güzellerini seçelim.
Âşıklara saçmak için etek etek güller derelim.
Hırsızlamacasına gönlünüzü
çalmayın bizden; hırsız değiliz, emin kişileriz biz.
İşte şuracıkta; o gülün kokusu
nefesimizden geliyor; biz adamakıllı inanç gül bahçesinin gül fidanıy ız.
Dünya o gülden esip gelen yelin
getirdiği kokuyla doldu; yâni gül diyor, biz böyleyiz işte.
Mademki kokusunu aldık; bizim
kokumuzu da götürür oraya; köhneleşmişiz amma iyileştirir, gençleştirir bizi.
Aşkın kuluyuz kölesiyiz amma
tıpkı aşk gibi biz de pusuda oturmuşuz.
CXXIII
Dün yeniden ahdettim; hem de
senin canına and içtim.
Gözümü yüzünden ayırmayacağım;
kılıç çekip öldürsen beni, gene senden dönmeyeceğim.
Başka birisinden derman aramayacağım;
çünkü derdim senin ayrılığından.
Beni baş aşağı ateşe atsan, ah
dersem erkek değilim.
Toz gibi yolundan kalktım,
tozudum, gene senin yoluna kondum.
CXXIV
* Bugün elemli değilim, şadım;
gamı üç kere boşadım gitti.
îster beyim olsun, ister ustam;
nerde bir elemli varsa bıyığına.
Bugüne neşeyle bağladım belimi;
bugün o ay yüzlünün yüzündeki örtüyü açtım.
Bugün zarifim, lâtifim; sanki
lûtuftan doğmuşum.
Nazından öpücük vermeyen
sevgili, beni öpmek istedi de ben öptürmedim kendimi.
Dün gece ne rüya gördüm acaba
ki bugün tam muradıma erişmişim.
Yürü dedin, git; padişahsın
sen; evet; hoşum,
adım sanım da kutlu.
Sâkîsiz, şarapsız sarhoşum; tahtsız, külâhsız Keykubad’ım.
Vehimler nerden erişecek bana? Süphânallah, nereye düştüm ben?
CXXV
Ona ait sözleri açıkça söylerim sana; fakat bütün hazır olanlardan
gizli söylerim.
İnsanların arasında söylesem de sözümü, senin kulağından
başkasının kulağı işitmez.
Hani rüyada dilsiz-dudaksız söz söylerler ya; uyanıkken de öyle
söylerim ben.
Kuyunun dibinden başka yerde ağlamam ben; senin gamının sırlarını
mekândan dışarda söylerim ben.
Yeryüzüne oturmuşum; tutarım, yerin hallerini gökyüzüne söylerim
ben.
Ne kadar izini, eserini söylesem sevgili o kadar
gizlenir durur.
Gamından feryada başladım mı, lâtif canlar da feryada koyulurlar.
CXXVI
Gönülden başka bir yere gelmeyelim; bir soluk bile gönülden
dışarda durmayalım.
Başı kesilmiş kamış gibi dalımız, budağımız yok, fakat sesimiz
var.
Âşıkın yanmış, kavrulmuş ciğeri gibi aşk ateşinden başka bir şeye
lâyık değiliz.
Aşk güneşinin zerreleriyiz biz; ey aşk, doğ da biz de doğalım.
Bizi zerreler arasında ara; zerrelerin en küçüğüyüz biz.
Arar da bulamazsan bir iz verelim de nerde olduğumuzu bil.
Gün doğdu da saraya vurdu mu, saray ın üstünün, penceresinin
çevresindeyiz biz.
CXXVII
A benim orucumun, namazımın düşmanı; a benim uzun ömrüm, sürüp
giden kutluluğum.
Hangi perdeyi gerdiysem yırttın; artık perde germek çağı geçti
gitti.
Ben yeryüzüne benziyorum, baharımsın benim sen; bütün sırlarım
senin yüzünden meydana çıkmış.
Av oldum, nasıl uçayım? Sana mat oldum, artık nasıl oynayayım?
Pervanem muma atıldı, yandı, artık neden çekineyim?
Bana aklımdan da yakınsın; artık nasıl sana yönelebilirim ben?
Erit beni; baştan başa tüm şekerim ben; ister donayım, ister
eriyeyim, şekerim, şeker.
Bir uğurdan, vefadan el yuma; bir kere daha yalvarışımı duy, gör.
Bir kere daha bana afsun oku;
bir kere daha Mesîh’in rûhuyla beze beni.
Baç memuru köprü üstünde;
geçmem için buyruk ver ona...
Sus, söylemene ihtiyacı yok
onun; zaten ben de kendi sözlerimle yaveler düzmedeyim.
Sus; mademki Eyaz’ım ben,
elbette işin sonucu Mahmud olacak, iyi bitecek.
CXXVIII
Canım sana eş dost olalı nereye
gidersem gideyim, gül bahçesindeyim.
Yüzün gönlüme eş olalı toprağın
üstünde değilim, gökyüzünün üstündeyim.
Gölgem bu dünyada olsa da gam
değil, o dünyadayım ben.
Hoş olmayan şey iğreti bana;
neyle hoşsam oyum ben.
Aşk gemisinde bir hoş uykuya
dalmışım;
uyurken gidiyorum ben.
Bugün cansızlar bile açılıp saçılmış; bugün dirilerin arasındayım
ben.
* Mademki “Kalemle öğretti” âyetine mazhar oldum; yazılmamış
Levh’i de okurum ben.
Mademki akıyk madeni açık; dükkânım harap olmuş; ne gam.
O koca sağraktan gönlüm tezleşti; gönlüm tez amma başımda ağırlık
var.
A taç bağışlayan sâkî, beri gel de başımın, gözümün üstüne
oturtayım seni.
Mumdan, şekerden başka bir şey söyleme bana; bilmediğim bir şey
söyleme bana.
CXXIX
“Tercî-i Bend”
A uyku, solukdaşlarımın yanından git; git ki kimsesiz, sınanmış
bir halde kalmayayım.
Tencere gibi ateşin üstüne
koydun beni; ne pişiriyorsun tencerede? Bilmiyorum ki.
(c. II, s. 23) Bir soluk başımı
kaşısam aman vermiyorsun bana ey aşk.
Öfkenden iki hilim kulağımı
tıkadın; hem de ahlarımı, eyvahlarımı duymamak için.
A benim canım, bizi bu dünyaya
az havale et; çünkü bu dünyadan değiliz biz.
Yolumu aç da canımı daha da tez
ulaştırayım can düny asına.
Yardım et, kılavuzlukta bulun
da pılımı pırtımı senin civarına çekeyim.
A şu şekillerin canı, dinlersen
bir tercî daha söyleyeyim.
*
Coşkun, yeğin akan su sensin,
dolap biziz; değirmen taşı gibi başımız dönmüş.
Güneşsin sen, zerreler gibiyiz
biz; dağın
ardından doğ da doğalım.
* îskencübin için bal ver;
çünkü biz boyuna sirkeyi arttırıp duruyoruz.
Gâh sana şaşıyoruz, nerdesin
diye; gâh kendimize şaşıyoruz, nerdeyiz diye.
Gâh verişimize, bağışımıza
şaşıyoruz; gâh zarı kapacak kadar nekes davranışımıza.
Gâh yerden yere göçüşümüzü
hayran hayran seyrediyoruz; gâh kendimize gelişimize şaşıyoruz.
Gâh bakırız, gâh hâlis altın;
gâh da her ikisi için kimy a kesiliyoruz.
İkinci tercî, ikinci zevk ve
meyil, ya Hay; vermek de Hay’dan, almak da.
*
Gâh yemekle, kazançla
neşelidir; gâh harcamakla, savurmakla.
Gâh fidan gibi meyve elde
etmeye uğraşır; gâh
elde ettiği meyveleri saçmakla,
dökmekle.
* Gâh bağışta zamanının Hâtem’idir; gâh zembil elinde dolaşmakla
Abbas.
Ya oyuz biz, öbürü dal budak; yahut da senden başkayız şu iki zıt
olmasa da.
Çünkü iki zıttan meydana gelmişiz; aşağılatma da kurulmuş,
yükseltme de.
Yüceltmesi de düzene koymaktır, aşağılatması da; hani kandili
asmak, indirmek gibi.
Şu halde düzene koyması, bozmak içindir; bozması da yüceltmek
için.
Nice zayıf, kanadı kırık kuş, binlerce filin hortumunu
yaralamıştır.
CXXX
Suda mıyız; ne biliriz biz. Nasıl bir coşkunluktayız, nasıl bir
kötülüğe uğramışız; ne biliriz biz.
Her solukta, izi belirmeyen şarapla daha da
fazla sarhoşuz; ne biliriz biz.
Güzelliğin incisini görünceye
dek yüzümüz altına dönmüş; ne biliriz biz.
Aşkın ayağımızı tutalı
ayaksızız, başsızız; ne biliriz biz.
Kurumuz da sensin, yaşımız da
sensin; bir hoş kuruyuz, yaşız; ne biliriz biz.
Saçlarının baş halkasını
tuttuk; bir hoş sayıyoruz; ne biliriz biz.
Âlem altüst olsa biz de altüst
oluruz; ne biliriz biz.
Yeşillik, bağ bahçe solsa,
kurusa sende yayılırız, otlarız; ne b iliriz biz.
Gül bahçesindeki güller tamamıy
la dökülse senden gül derer, devşiririz biz; ne biliriz biz.
Gökyüzü binlerce Ay gösterse
yalnız seni seyrederiz biz; ne biliriz biz.
Dünyayı şeker kaplasa biz şarap
içeriz; ne biliriz biz.
A Tebrizli Şems, senin güneşine karşı Ay’a dönmüşüz; ne biliriz
biz.
CXXXI
Yarabbi, niçin tövbemi bozdum,
ne diye ağzımı bağlamadım lokmaya?
Vesvese halka halka çevremi
kapladıysa ne diye geçtim de ortasına oturdum?
Sonucu, her şeyin yerini
aklımla gördüm; yüzlerce defa, binlerce defa kurtuldum.
Âdeta Tanrı’ya kulluk etmekten
usanmışım; çünkü canla gönülle boğazıma tapmaday ım.
* “Bütün sıkıntılarını bir tek
sıkıntı yapan” hadisini de Peygamber’den okumuşum hani.
Nasıl oldu da gönlüme bir
dumandır çöktü; nasıl oldu da tezce, toz gibi sıçramadım.
Şimdi nedametle yazdığım şu
satırları o vakit yazsaydı ya elim.
CXXXII
Gittim, dünyadan bir baş ağrısı eksildi; halecandan kurtuldum,
canımı kurtardım.
Düşüp kalktıklarıma hoşça kalın dedim; canımı izi belirmeyen
dünyaya götürdüm.
Şu altı kapılı evden çıktım; varımı yoğumu, bir hoşça, mekânsızlık
âlemine ilettim.
Gayb âleminin avlanan beyini gördüm; ok gibi uçtum, yayımı
götürdüm.
Ecel çevgeni yanıma geldi; kutluluk topunu ortadan kapıverdim.
Penceremden şaşılacak bir Ay vurdu; dama gittim, merdiven
götürdüm.
Şu gök damı hani canların topluluk yeridir ya; sandığımdan da daha
hoşmuş.
Gül dalım soldu, döküldü; tekrar gül bahçesine götürdüm onu.
Bir müşteri gibi paramı pulumu tezce madenin
aslının aslına götürdüm.
Can dedikleri altın kesiğini şu kalp para basanlardan kaçırdım,
kuyumcuya armağan götürdüm.
Gayb âleminde uçsuz bucaksız bir dünya gördüm; kara çadırımı o
sınırsız yere götürdüm.65]
Ağlama bana; bu yolculuktan neşeliyim ben; yolumu cennetlerin
bulunduğu diyara ulaştırdım.
Mezarımın başına şu ince anlamlı sözü yaz: Başımı belâdan,
sınanmadan kurtardım.
(c. II, s. 24) A beden, şu yerde bir güzelce uyu; senin haberini
göklere götürdüm ben.
Bağla çeneni; feryatların hepsini de dünyayı y aratana götürdüm
artık.
Bundan böyle gönül gamını söyleme; çünkü gönlü de gizli şeyleri
bilene götürdüm.
CXXXIII
Nazlandı da ateşim ben dedi sana;
evet, fakat sevgin, güneşin benim gönlümde.
Senin sevgin olmadan bir gül
kokarsam diken gibi hemencecik yak beni.
Balık gibi susmaktayım amma
dalga gibi, deniz gibi çırpınıp duruyorum; huzurum, kararım yok.
A benim ağzımı mühürleyen, çek
senden yana dizginimi.
Maksadın nedir? Ne bileyim ben;
şunu biliyorum ancak ki bu k atard ay ım ben.
Deve gibi senin gamını geviş
getirmedeyim; esrik deve gibi ağzım köpürmede.
Ne kadar gizlesem, söylemesem
gene de aşkın tapısında apaçık meydandayım.
Tohum gibi yeraltındayım;
baharın buyruğunu bekliyorum.
Hele bahar gelsin de benim
nefesim olmadan bir hoş nefes alay ım; benim başım olmaksızın bir baş
kaşıyayım.
CXXXIV
Zamanda kaybolmuş gitmişiz amma sevgilinin civarına yol bulmuşuz.
Gönül ateşimizi bir salarsak zaman da bizim gibi kaybolur gider.
Fitnenin başını bir kaşıdık mı, ne başı kalır onun, ne aklı.
Şu ölüm var ya, hani halk lokması onun; bir lokma yaparız,
yutuveririz onu; hiç de gamlanmayız yâni.
Sen şu kumarda borçlara batmışsın; bizse oyunculara borç verip durmadayız.
Rehin verecek bir canımız kaldı; bâri onu da verelim de kurtulalım
gitsin.
CXXXV
Âşıkız, gönülsüzüz, yoksuluz biz; hem çocuğuz, hem genç, hem
ihtiyar.
Barut gibiyiz, kuru odun gibi;
hemencecik aşk ateşiyle alevleniveriyoruz.
Aşk ateşiyle parlıyoruz; fakat
şimşek gibi çabucak sönmüyoruz.
Arslan gibi ciğer kanını
içiyoruz; pars gibi peynire âşık değiliz biz.
Siz hangi eli tutuyorsunuz
derler; de ki: Senin elini tutuy o ruz, elden tutanlarız biz.
Kendisine tapanlar katında
diken gibiyiz amma dosta tapanlar katında ipek gibiyiz.
Mum gibi yanıp yakılan âşıktan
ayrılmamıza imkân yok, sanki fitiliz o muma.
Bizden kaçma, çünkü biz seninle
sütle bal gibi karılmışız, birleşmişiz.
Sen eşsiz bir av beyisin; biz
de eşsiz bir avız.
Güzellikte tandırın kızmış; yay
bizi o tandıra, hamuruz biz çünkü.
Bizi ay aklarının altına yay;
ay aklarının altında bir hasırız âdeta.
CXXXVI
Biz ululuk ışığıyla diriyiz; hem yabancıyız biz, hem olasıya
bildik,
Nefis kurttur amma içyüzdeniz biz, Mısır Yusuf’uyla ömrümüze
ömürler katmadayız.
Yüzümüzü göstersek Ay kendini görmeye, kendini beğenmeye tövbe
eder.
Biz kol kanat açtık mı, güneş bile kolunu kanadını y akar,
yandırır.
Şu insan şekli bir yüz örtüşüdür; biziz bütün secdelerin kıblesi.
O soluğa bak, insanı görme de canını lûtufla kapıverelim.
Şeytan ayrı ayrı gördü de sandı ki biz Tanrı’dan ayrıyız.
Tebrizli Şems de bir bahane zaten; güzellikte eşsiz olan da biziz,
lûtufta eşsiz olan da biz.
Fakat örtmek için, halka, o kerem sahibi bir
padişahtır, biz yoksuluz de.
Padişahlıktan, yoksulluktan bize ne? O
padişaha lâyığız ya; buna sevinmedeyiz biz.
Tebrizli Şems’in ışığında mahvolmuşuz;
mahvoluştay sa ne o kalır, ne biz kalırız.
— N —
CXXXVII
Aşk, göğe uçmak, her solukta yüzlerce perdeyi yırtmaktır.
İlk solukta nefisten kurtulmaktır, ilk adımda ayaktan geçmektir
aşk.
Şu dünyayı görülmemiş saymaktır, kendi gözünü görmektir aşk.
A gönül dedim, kutlu olsun âşıkların halkasına ulaşman;
O bakış diyarına bakman, gönüllerin sokaklarında koşman.
A gönül, şu soluk nerden geldi; şu çırpınman neden?
A kuş, kuşların dillerini söyle; senin kapalı sözlerini dinlemeyi
bilirim ben.
Gönül dedi ki: İş yurdundaydım; balçık evine dek koştum.
Sanat evinden uça uça, sanatı
yaratanın evine geldim.
Ayağım kalmayınca da
çekiyorlardı beni; şekil düzülüşünü nasıl söyleyeyim?
CXXXVIII
A yüzü gülen ilkbahar; nazar
değmesin, ne de gülüp duran bir güzel.
A güzelim, seni cennet
bahçesinde bir nar ağacının dalında gülüyor görmedeyim.
Bir soluk bile ayrılma benden a
güleç yüzlü, a güzel y anaklı sevgili.
A gülen padişahlar padişahı,
sultanlar sultanı, dünya şehri sensiz harap oluyor.
Kaynak başlarında, gülen
yeşilliklerde yüzlerce kızıl gül sana âşık.
Gönül ormanında yüzünün hayali
bir arslandır ki gülerek avlar avını.
Gülen kararsız devlet gibi her
gün bir y andan
çıkagelirsin.
Tebrizli Şems’in sıfatları
öylesine bir denizdir ki gülen iri taneli incilerle doludur.
CXXXIX
A ay yüzü neşeli, güleç dost,
dilerim, yüzün daima gülsün.
O Ay hiç kimseden doğmamıştır;
doğduysa bile gülerek doğmuştur.
A Yusufların Yusuf’u, adalet tahtına
gülerek geçtin, kuruldun.
Daima kapalı bulunara o kapı
senin yüzünden gülerek açıldı.
A abıhayat, sen gelip eriştin
de ateş de güldü, yel de, toprak da.
CXL
A sarhoşların sâkîsi, a
sarhoşların ellerinden tutan, gönlünden sarhoşa vefa etmeyi çıkarma;
vefalı ol sarhoşlara.
A mahmur susuzların sâkîsi, şaraba tapanlar çok susadılar.
Şarabı elden ele yürüt; hileyi, düzeni ele alma.
(c. II, s. 25) Yokluk vesilesini sun bize; varlar yokluğun
hasretini çekiyor.
* Mademki kayserimiz Kayseri’de; bize Babilistan’ı gösterme artık.
Nerde şarap varsa meclis de ordadır; nerde o varsa işte oracığıdır
gül bahçesi.
Güneş gibi bir kadeh sun da o kadehle aşağılık bir hale düşenlerin
fidanını yücelt.
İnananlara Tanrı cemalini görmek haktır; onlar ne Harezm’i
görürler, ne Dehistan’ı.
Bostana korkuluk olarak nasıl eşek başı dikerlerse münkir de nazar
değmesin diye bulunuy or.
O güzel, onun gönlünde değilse bizim gönlümüze bir güzelce
oturmuş, yerleşmiş.
CXLI
Gene kollarını, yenlerini sallaya sallaya, güle oynaya geldi o
canın da, aklın da, imanın da düşmanı güzel;
Yüz binlerce gönül yağmalayan, yüz binlerce dükkân yıkan dilber;
Yüz binlerce fitne koparan, yüz binlerce hayranın hayret makamı
olan sevgili.
Gene geldi aklın hem dadısı olan, hem akla âfet kesilen; cana hem
eş dost olan, hem düşman kesilen do st.
*
O, öyle hafif aklı nerden
kapacak? Lokman’ın aklı gibi bir akıl gerek ona, öyle bir akıl ister o.
O, aşağılık canı nerden kabul edecek? Bahr-i Umman gibi bir can
ister o.
* Geldi de köyün haracını getir dedi; yıkık bir köy bu köy dedim.
Dedim ki: Senin tufanın, şehirleri bile kırdı
geçirdi; koca bir tufana karşı bir köy ne yapabilir ki?
Yıkık yer dedi; definenin
bulunduğu yerdir; a Müslüman, bizim yıkık yerimizdir o.
O yıkık yeri ver bana; çık
dışarıya; kınamaya kalkışma, saçma sapan söylenme.
Senin yüzünden yıkık; sen
gittin mi, padişahın adaletiyle mamûr olur.
Düzene girişme; gittim deyip de
kapının ardında gizlenme.
Kendini ölüye döndürme de insan
canıyla diri ol.
Gördüğün işi ortaya koy; iyiden
iyiye bil ki o Tanrı işidir.
Gazelin kalan kısmını gizlice
söyleyeceğim; hamların yanında söylenemeyecek.
* Sus; dil sözüyle Furkan nuru
arasında yüz binlerce fark var.
CXLII
Akıl aşkın elinden afyon yuttu; akıl delirdi gitti şimdi.
Delinin aşkı da, akıllının aklı da; ikisi de deli divane bugün.
Aşkla denize giden ırmak, deniz kesildi, ırmak mahvoldu gitti.
Aşkla vardı da bir kan denizi gördü; geçti ta ortasına oturdu
akıl.
Kan dalgaları başını aştı; her yandan onu cihetsizlik tarafına
götürmeye koyuldu.
Sonunda kendisini tamamıyla kaybetti; aşkla çevikleşti,
güzelleşti.
Kendini kaybedişte öyle bir yere erişti ki orda ne yer vardı, ne
gök.
İleriye gitse ayağı yok; otursa ziyan edecek.
Derken ansızın o mahvoluş y anından, o neliksiz-niteliksiz ışık
dünyasından,
Lâtif ışıklardan meydana gelmiş
bir sancakla yüz binlerce mızrak gördü; meftun oldu gitti.
Tutulmuş ayağı yürür oldu; o
şaşılacak çölde yola düştü, gidip duruyordu.
Belki oraya ayak basarım da
diyordu; kendimden de kurtulurum, kendimden aşağılardan da.
Derken önüne iki vadi çıktı;
birisi ateşti, öbürü güllük gülistanlık.
Gir ateşe, atıl ateşe de gül
bahçesinde neşelere, safâlara dal diye bir ses geldi. Diyordu ki ses:
Güllüğe dalarsan kendini külhan
ateşinin içinde bulursun;
Ateşe atılırsan îsa gibi,
meleklerin kanatları üstünde göğe ağarsın; gülistana dalarsan Karun gibi yere
batarsın;
Kaç, bütün bağlardan çık da can
padişahının amanını ara.
O padişah, Tebriz’in övündüğü
Şemseddin’dir; onu nasıl översen öv; bütün övüşlerden üstündür
o.
CXLIII
Tövbeyi bozma zamanı, binlerce tövbe tuzağından sıçrayıp kurtulma
çağı geldi çattı.
Gönlün, canın ellerini çözmek, sonra gamın ellerini bağlamak çağı
şimdi.
Tam zamanı can sevgilisini görmenin, lâ’l dudaklarını öpüp sorarak
çürütmenin;
Abıhayatta yıkanmanın, o suyla bedeni arıtmanın.
Vuslatının kıyameti koptu; niceye bir ümitlere kapılıp oturacağız?
O sevgili bir bağı çözer, koparırsa dikkat et de bak; o çözmede, o
koparmada yüzlerce bağlamak, ulaştırmak vardır.
A herkesin tapı kıldığı Tebrizli Şems, a gül bahçesinden kaçmış
can.
CXLIV
Kalk, sabah şarabını döndür, ey yüzü parlak güneşe benzeyen
sevgili.
Yeni yoldan gelen canları o eski nimetlerinle doyur; oturt
sofrana.
O canlar dün gece rüyada uçmuşlar, gayb âleminde perişan
olmuşlardı.
Her can bir ilde, bir şehirde garipler gibi başıboş kalmıştı.
Uçmuş kuşları havadan indir; davul döv, ıslık çal.
Onları kendilerinden geçir, yoldan ne armağan getirmişlerse
hepsini de al.
Çünkü yaprağı olan gül, bu gül bahçesinden bir fayda elde edemez.
Bir akıl gerektir ki akıldan bezmiş olsun; şaşkın adamın kılavuzluğu
doğru değil.
* Bütün yolda kılavuz karga olursa her adımda
binlerce yıkık yer belirir.
A benim Tanrım, padişahın şehrinin burçlarından sen yetiş
feryadımıza bizim.
Şu yolu kes artık; çünkü bu yolda deve uyudu kaldı; deveci de
sarhoş oldu gitti.
CXLV
A aydın ışık, gitme bizden; gitme de benim gibi binlercesi
dirilsin.
Her dikenin gönlünden yüzlerce nerkis, yüzlerce yasemin, yüzlerce
süsen açılıp saçılsın.
Her dal binlerce meyve versin; her taze gül binlerce gül bahçesi
kesilsin.
Gecenin canına tıpkı ışıksın, yahut ışığın canına tıpkı yağsın.
Evin penceresine güneşsin sanki; yahut da kapısı kapalı eve
penceresin.
* Zırha, tıpkı Davud’un elisin; yahut da savaş Rüstem’ine zırhsın
sanki.
(c. II, s. 26) Güneş senin için
ateşlere dalmış; Ay senin için harman yaymış.
Senden başka hiç kimsecik
baharın öcünü karakıştan alamaz.
Bağ da, bahçe de, çayır da,
çimen de senin şevkinle coşmuş; gül senin aşkınla yakasını, eteğini yırtmış.
A benim dostum, bana sen baş
olduktan sonra borç etmekten hiç korkmam ben.
Pazardan geçtiğin gün, hem
erkek kendinden geçer, hem kadın.66]
Sabah şarabı sen olduğun gece,
can da harap olur gider, beden de.
* O sabah şarabı Türklük eder de, öfkeyle Hintli geceye sensen der.67]
* Fakat senin Türklüğün, Bulgar haracından da iyidir. Senin her “sensin”
demen, binlerce yol kesicidir.68]
Sus dedin, susuyorum işte;
çünkü sen söyletmiyorsun beni.
Gönül rebâbının kulağını
burarsan ten-tenen- ten diye söze gelirim.
Susan, hareket etmeyen bir
topraktım, beni var ederek sarhoş ettin.
Varlığı bırakayım, toprak
olayım da bir başka şekilde var et beni.
* Sus, söz de varlıktır;
“susun” emrine uy da dilsiz ol.
CXLVI
Aşk, süslen diyor bana; fakat
bizim katımızda süslenmen, adamakıllı inanca, anlayışa sahip olmandır.
Bizden başkasına bakma da
körleşme; iyiden iyi inanç ve anlayış gözü zanla sapıtmaz.
Korkan, hor, hakir olan kişide
zevk olamaz; katımızda eziyet çekme, emin ol.
Benim aşkıma düşen nasıl helâk
olur; birinin muradı ben olursam nasıl mahzun olur o?
Aşk size elçimizdir bizim; işte
bir güzel, fakat biz ondan da güzeliz.
Belâ çetinleşti amma razı ol;
ayrılık belâdan da çetindir.
Kim yücelere ağmak istiyorsa
işte şu sebebe dayansın.
A ıztırablara dalan, gel,
kurtul, şu yurdumuzda muradına eriş, amma ne de güzel yurttur bu yurt. 162i
CXLVII
A dostum, bırak azarlamayı da
derdimize derman ara.
A dostum, bizden ayrılma da
bizi belâdan, gamdan ayır.
Düşünce bir hırsız gibi girdi
gönüle; sarhoş et beni de hırsızı yok et gitsin.
Gamın içinde neşeyi belirt; vefası olmayan âlemde vefakâr ol.
CXLVIII
Geç gelmişsin, tez gitme a gidişi canın gidişine benzeyen.
Geç gelmek, tez gitmek, gül bahçesinde gülün töresidir.
Nasılsın dedin; kızgın kumun üstüne düşen balığın hali nasılsa o
haldeyim işte.
A padişahım, padişah devletsiz, insafsız, adaletsiz olursa şehir
ne hale gelir? O haldeyim ben.
Sensiz değilim ben, fakat sende bir gizli senlik var ya, onu istiy
orum senden.
Gün ışığı geceleyin de vardır; hele temmuzda sıcak, kızgın bir
halde.
Fakat kuşların korkusundan, yarasadan başka, güneşin yalnız
ıssılığını yeter bulan yoktur.
Ona düşman olan kuşların hepsi
de hem ıssılığı ister, hem aydınlığı.
İki cins kuşun huyunu da
söyledik; ey gazel okuyan, bak bakalım hangisindensin sen?
CXLIX
A aklın, tatlı canın düşmanı; a
Mûsa’nın nuru, Turusîna’sı.
A benim dostum, senin izini
dosdoğru söylesin; canda bu güç yok.
Ne dersem, ne yazarsam, daha
önceden, y azılmadan okumuşsundur sen.
A menekşesiz, pelinsiz dertleri
iyileştiren hekim;
A muhtaçların rızkını çuvalsız,
dağarsız, dağarcıksız gönderen.
Senin huzurunda olmayan her
zevk ham incir şurubudur, ejderhâ sokması.
İki kerpiç parçası alırsın;
bundan Vîse
yaparsın, şundan Râmîn.
Derken o şekli kazırsın, tıraş edersin; toprakta bir avuç toprak
olur gider.
Şekiller yapan sanatının karşısında şu padişahlar oyuncaklardır
âdeta.
İki testiyi çarp birbirine; birisi horlukla öbürünü kırsın.
Sonra da kıran, ben kırdım diye lâf etsin... Halbuki yaratış
eliyle sen kırdın onu.
Bir yele şekil verirsin; tavus kuşu olur, doğan olur, şahin olur.
Geceleyin yolcunun uykusunu bağlarsın; yâni uyuma, kalk, otur dersin.
Otur, gönül hayat yurdunda da seyret yaptığım her şekli.
Seyret de yalancı şekli gör, doğrusunu gönlünde bul.
Kalemimi övesin, beğenesin diye senin için y aptım bunu.
Bu gece bütün şekiller avdır;
attan eyeri indirme.
Sabaha dek avlan, at sür; yatağı,
yastığı düşünme.
Mecnun’san oturup kalma;
Leylâ’nın çevresinde dolaşadur.
*
Padişah bu gece sadakalar
veriyor; “Sadakalar yoksullar içindir.”
*
Padişahın ölçeğini arıyorsan
Bünyâmîn’in çuvalında bulursun ancak.
Çok döndün dolaştın, yeter
artık; duaya başla; bundan böyle âmin sözüyle kulağını beze.
CL
Bedenin kazancı maldır,
altındır; gönlün kazancıy sa do stluğu arttırmaktır.
*
Bağ bahçe zindandır dostsuz;
zindan gül bahçesidir dostla olunca.
Dostluk lezzeti olmasaydı ne
erkek meydana
gelirdi, ne kadın.
Dostun bahçesinde biten diken, binlerce selviden, binlerce
süsenden güzel.
Aşkımızı ipliğe, iğneye minnet etmeden birbirine eklemiş, dikmiş.
Âlem evi karanlıksa aşk tam altmış tane pencere açar o eve.
Oktan, kılıçtan korkuyorsan aşk zırhçısı zırh yapmış.
Kendi olgunluğunu gene aşk söyler; soluğunu kes, dilsiz kesil.
CLI
A benimle dün kavgaya girişen; benimle şarap içen, coşan.
A can, dün geceki vuslat hakkı için böyle öfkeyle muamele etme
bana.
(c. II, s. 27) Kulunun bir kötülüğünü söyledilerse gizleme benden;
söy le bana.
CLII
Bugün sen mi daha güzelsin, ben mi daha güzelim? Bensiz nasılsın,
benimle olunca nasıl?
Hayır, hayır; ben-sen deme; bırak bu lâfı; seninle benim bir
ayrılığım yok ki zaten.
Sensiz, göğün ta üstündeydin sen; yıllar boyunca da ben bensizdim.-t70]
Ben deridey im, sense üzüm gibi tatsın, sudan ibaretsin; ben
nerdeyim, sen nerde?
O Hâtem-i Tayy nekesliği bıraktı; cömertlik kapısını açtı da
benim, ben dedi.
Bense nekesliği de bağışladım gitti, cömertliği de; cömertlikte
Hâtem’den de ileriyim ben.
Sen güzel yüzlü lâtif bir cansın; ben de o güzel yüze karşı bir
ayna tutanım.
CLIII
Biz mi daha sevinçliyiz, sen mi a can? Biz mi
daha arı duruyuz, madenin gönlü mü?
Kendi aşkımıza düşmüşüz; hepimiz de gönülden olmuşuz; kendi
yüzümüze dalmışız, hayran olup gitmişiz.
Biz mi daha sarhoşuz, kadeh mi daha sarhoş? Biz mi daha temiziz,
gönül mü, can mı daha temiz?
Bir bize bakın, bir aşkın yüzüne; ikimizden hangimiz daha usta a
dostlar?
îman aşktır, küfür biziz; küfre de bak, imana da.
îman küfürle ses sese vermiş; bir perdeden şarkı okuyorlar.
Anlayan, bilen bile bu sözü anlamazken bilgisiz, anlayışsız nerden
anlayacak bu sözü?
CLIV
Gördün mü, o peri yüzlü, o ay yüzlü, o Müşteri yüzlü güzel ne
yaptı, neler etti?
O yalım yüzlü Halil’in aşkıyla bütün putlar yüzüstü yerlere
kapandı; bütün güzeller ona karşı mat oldu gitti.
O, kâfirliğe yüz tutunca kâfirlik iman mumlarına döndü.
O salına salına yürüyen dolgun yüzlü güzelin yüzünden, bütün dünya
gülen cennete döndü.
Belki iki bin tane tüm büyü bilir o; eyvahlar olsun, büyücülüğe
yüz tutarsa.
Yüzü safran gibi sararıp solmuş gönlün inadına; kızıl gül gibi b
aharı y alımlattı, p arlattı.
Güneş, amber gibi simsiyah yüzlü gecenin çehresine kâfurlar saçtı.
O kızıl yüzlü lâ’l şarabın yüzünden sarı şişe lâleye döndü.
Aşk semirdi, gelişti; akılsa
inadına arıklığa yüz tuttu.
Yüzüm artık lâ’l renkli şaraba
döndü; niceye bir kuyumculuğa yüz tutacağım?
Yeter, ya fitneyi coşturma,
yahut da şâirlikten yüz çevir.
CLV
A güzel, gene ne diye
kandırıyorsun beni sen; gene düzenle ne diye aldatıyorsun beni sen?
Her solukta keremler
gösteriyorsun da çağırıyorsun beni; a dostum, ne diye aldatıyorsun beni sen?
Sen ömürsün, ömürse vefasızdır;
beni vefalarla ne diye aldatıyorsun sen?
Gönül ırmaklarla kanmıyorken ne
diye sakayla aldatıyorsun beni sen?
Ay yüzün olmadıkça göz bozarıp
gitti; sopayla ne diye aldatıyorsun beni sen?
A dostum, dua bizim ödevimiz;
bizi ne diye dua ile kandırıyorsun sen?
Aman fermanını verdiğin kişiyi
korkuyla, ümitle ne diye aldatıyorsun sen?
Tanrı’nın kazasına, kaderine razı
ol dedin; ne diye kaza ile aldatıyorsun bizi sen?
Mademki devâ kabul etmiyor şu
derdim; ne diye devâ ile aldatıyorsun beni sen?
* Yalnız yemek yemeyi âdet
edindin, hoş; fakat salâ sesiyle ne diye kandırıyorsun bizi sen?
Mademki neşe çengimizi kırdın,
hoş gördük bunu; iyi ki kırdın; amma üç telli sazla ne diye aldatıyorsun bizi
sen?
Bizi bizsiz okşuyorsun; böyle
olduğu halde, bizi ne diye bizimle aldatıy orsun gene sen?
Canım tapında hizmet kemerini
kuşandı; bizi ne diye ağır elbiselerle aldatıyorsun sen?
Sus, senden başkasını
istemiyorsun. Bizi bağışlarla ne diye aldatıyorsun sen?
CLVI
A güzelim, arslan da yüzüne av olmuş, ceylan da; böyle yüz nasıl
gizlenebilir ki?
Gücün ne kadar yeterse o kadar örtedur; istersen kat kat peçelerle
ört yüzünü.
Terazi burcundan doğan Güneş gönüllerin pencerelerine vurur, ışır
durur.
Gelin diye aşk gürültüsü y okluk ülkesini de doldurdu, varlık ülke
sini de.
A iki şekere benzeyen lâ’l dudakları aklı yakıp y andıran, a iki
oka benzeyen gözleri delecek ciğer aray an dilber.
Daha otuz beyit söylememi istedi o güzel, sarhoşluk bu isteğe
düşürdü onu.
Fakat o yanda bir evdir açıldı da o evin yüzünden otuz beyti bir
beyte sattım gitti.
CLVII
Söyle ilkbaharın parlaklığını; söyle ey lâleliğin neşesi, söyle.
Şarap satanın gussasını çekmeden şarap iç; diken dalının zahmetini
çekmeden söyle.
A bülbül, a binlerce masal okuyan, söyle baharın sıfatlarını,
söyle.
A kulağı halkalı köle, a gülün âşıkı; kulağını, başının arkasını
kaşıma; söyle.
Selvinin boyunu, gülün yüzünü, ardıcın, selvinin üstüne kon da
söyle.
Güz geçti, gül, yüzünü gösterdi; selviye çık da apaçık öv gülü.
Üzümün canı nedir diye sorarlarsa sana; y aprağa bakma, söy ley
edur.
Yüzlerce arslanı, binlerce çeşit tavşanı avlamak istiy orsan
durma, söyle.
Özrünün kabul edilmesini istiyorsan güzel yüzlü çiçeklerden
bahset.
Sarhoşların kararını almak istiyorsan o
mahmur nerkis gözleri öv.
Bugün şarap içmek fikrindeyiz; sâkî ol bize güpegündüz şakı, çile.
Sarhoşluk geldi, usanman, üşenmen gitti; artık yüz kere söyle, bin
kere söyle.
A içinde şarap olan kadeh, dön. A lâtif telli çeng, çal.
A hak görür, gözetir arif, sevaba girmek, Tanrı rahmetini elde
etmek için söyle.
Seni bekliyoruz, tez gel; bekletme zahmetine uğratma bizi, hemen
söyle.
Verecek, bağışlayacak bir şey yok diye kınamaya, y ermey e
kalkışma; işte bak, saçmak için getirdim, buracıkta; hemen söyle.
CLVIII
A sözü güzel arif, söyle; a bütün uluların övüncü, dile gel.
Her sınanmış kişi elden çıktı; al ele kadehi de
söylemeye başla.
Kalk ayağa, mat et aklı; mat et o olgun, o kıvamında şarapla;
söyle.
(c. II, s. 28) Hepimiz de, şarap sun da can olalım; söyle de kul
efendi olsun.
Pencereyi yeter bulmuyor; damın örtüsünü yar da söyle.
Sâkînin sunduğu gece şarabını al; mademki sarhoş oldun, boyuna
söyle.
O yanmış yakılmış hamların sunduğu sızırılmış altına benzeyen
kadehi al, söyle.
Dünyanın kurumuş otları değişti, bambaşka oldu; şu otluktan nasıl
kurtuldun? Söyle.
Dudağımı yumdum; a şeker dudaklı güzel, vasıtasız, habersiz, sen
söyle.
CLIX
A baharımızın oğulları, gelin. Şimdicek gül, hiçbir şeyi
umursamayın diyor.
Aşk, cennet sizindir, ayrılmayın diye apaçık bağırıyor size.
Ağzı, dili olmayanlar, donup kalan cansızlar bile bugün
konuşuyorlar, dile geldiler.
Gizlenip kalmış, ümidini kesmiş olanlar bile eridiler, gülüşüy
orlar, muratlarına erdiler.
Güzellik, alım üstüne vurdu da göründü; sarhoşlukla olgunluk da
güzelliği kapladı gitti.
Bundan böyle onu kızmış, öfkelenmiş görürseniz inanmayın; öfke
değildir bu; nazdır, cilvedir.71]
CLX
Bana bir vaadde bulunmuştun hani; nerde o vaad? Burda bir ben
varım, bir sen varsın; göster bana, nerde?
Hile, düzen, kime yapılırsa yapılsın, hoş bir şey değildir; o y
alan ahde vefa nerde?
Rebâpçının kızoğlankızı gibi dudağını
yummuşsun; hani o açılış, saçılış; nerde o bağış?
A vaadi gerçek sabaha benzeyen,
nerde o mum, nerde o ışık, nerde o parıltı?
Ne vakte dek yakışmaz sözler
söyleyecek, sövüp duracaksın? O gönül alıcılık, o yakışık alır sözler nerde?
Kalkın, çekin onu benim yanıma;
a topluluk, nerde yardımınız sizin?
A yürekleri taş kesilenler,
cevap verin, o akıyk madeni, o kimya nerde?
Ya büyü yaptı, bağladı
gözümüzü; nerde o büyücü, nerde o düğümleri çözen?
Yahut da kanadını açtı, havay a
uçtu; a gönül kuşu, nerde o hava?
Vallahi de gitmedi, gidecek
kişi değil o; biziz kendimizden geçip giden; nerdeyiz biz?
CLXI
Gördün mü ne yaptı o biricik güzel? Geçen gün bir bahanedir icat
etti.
Bizi de, seni de nerelere gönderdi; yalnız o kaldı, bir de evdeki
iki üç peri.
Bizi aldattı gitti; zaten o büyücülere lâyık hareketlere karşı biz
de kim oluyoruz ki?
Elindeki o zincir yok mu, onunla zamanın bile boynunu bağlar o,
Taştan bile çeker, bir hile çıkarır o; alkışlar olsun; ne de şeker
gibi masallar söy lüy or ya.
Kaşlarını bir çattı mı akıl bu arada kaybolur gider.
Kapısında tıpkı bir çividir gönül; kendisini eşiğine kakmış.
Bir dağın beline yapışsa onu bir saman çöpü gibi kendisine
çekiverir.
Zaten o Kafdağı da Zümrüdüanka gibi gelmiş, onun civarında yuva
kurmuş.
Saltanat bineğine binmiştir o; elindedir kamçı onun.
İnciler saçan akıykını görmüş de inciler utanmış; tane tane eriyip
gidiyorlar.
* Bedende onun aşkından meydana gelen yel, râziyâneyle yatışmaz.
Yalnız âşıklardır erkek olanlar; şu halksa mesanede kalakalmıştır.
Sâkî, sun kadehi; geceden kalmış sarhoşlarız biz.
Su serp, çünkü gönül ateşi yalım y alım göğe çıkıyor.
Elimde daima mushaf vardı; şimdiyse aşkla çalparayı taktım
ellerime.
Tespihle meşgul olan ağızda şiir var, rubai var, nağmeler var
şimdi.
Nice ibadet yurtlarını sel götürdü; hem de nasıl
sel; sanki uçsuz bucaksız bir deniz,
Rebâptan yaysız nasıl ses
çıkmazsa, ayık oldum mu da benden hikâye duyulamaz.
* Beni sarhoş et, ondan sonra
Kinâneoğulları’nın hikâyelerini dinle benden.
Kendinden geçen, duvardan bile
süzülür, geçer de havada yürür gider.
Tanrı şarabıyla sarhoş oldu mu,
arık bıldırcın yüce bir doğan ke silir.
Kendinde olanlar, Tanrı’ya
daldılar, kendilerinden geçtiler mi, âşıkçasına şaraplar içerler.
Gördüm ki dudağı şarap içiyor;
kim görmüştür dudakta muğların şarabını?
Hem de ne şarap? Tanrı şarabı;
filân erkeğin, yahut fişman kadının küpündeki şarap değil.
Göğün bir ucundan bir Ay’dır
doğdu, parladı; bu arada gönlüm kayboldu gitti.
Şaşılacak şey şu ki; gönülsüz,
cansız kişi, nasıl
oluyor da çeng gibi feryat edip
duruyor?
Aşk derdini ayıktan dinleme; çünkü ayığın dudağı da soğuktur, canı
da.
Hiç sen buzluğun ateşten haber verdiğini gördün mü; yahut
kimsecikler görmüş müdür?
Sus, üstünlüğü, hüneri bırak gitsin; doğan kuşuna karşı ne hüneri
olabilir bıldırcının?
CLXII
Ay da geldi, yıldızlar ordusu da; Güneş bir atlı gibi kaçtı gitti.
Nerde bir göz ki günden de, geceden de dışarı olan o Ay’a
bakabilsin.
(c. II, s. 29) Minareyi görmeyen göz, minarenin üstündeki kuşu
nasıl görebilir?
Gönül bulutumuz bu Ay’ın aşkıyla gâh toplanıyor, gâh parça parça
dağılıyor.
Aşkın doğdu mu, hırsın ölür; binlerce işin varken işsiz güç süz
kalırsın.
Amma değil mi ki kaya sonunda lâ’l oluyor, işsiz güçsüz sayılmaz.
Aşk mahallesine vardın da kanarada kesik başları gördün mü,
Kaçma, gir içeriye de iyice bak; öldürülenler ikinci defa
dirilmişlerdir.
CLXIII
A güzelim, yaşayışlar, sensiz donmuştur; müzik ve raks sen
olmayınca ölüdür, ölü.
Biz aşk kapısında halkayı çalıp duruyoruz; sense kapıyı
kilitlemişsin, anahtarı da yanına almışsın.
Her diri ateş senin soluğunla diridir; şu sayılı soluğa da
merhamet et.
Hamız, gel, yak bizi çerçöp gibi, yak, y andır aşk ateşinde.
* Kimsenin sütünü emmedik Mûsa gibi; senin sütünle huy hus sahibi
olduk.
A gözümüz gibi sevgili dost,
perde ardında durma; gözde perde hiç de hoş değildir.
Aşktan çok bahsetme, aşkı iç;
söylemek, yenmiş, içilmişe benzemez.
CLXIV
A doğru gören kişi, doğru gözü
nasıl görmüşsün sen, nerde o gören göz?
O vefasız katre ne görmüştür
ki? Gören göz, vefa incileriyle dopdoludur.
Tutyanın parasını yiyen, ne
görebilir ki? Tutyanın ecrini veren, ona şükreden, gözdür.
Ey günden de, geceden de
dışarda olan, göz gece gündüz seni bekliyor, seni gözetliyor.
Güneşe benzeyen yüzünün
ışığında göz, zerreler gibi oy nay ıp duruyor.
Sensiz iki göz de can düşmanı
kesilmişti bize; şimdiy se senin yüzünden can oldu bize.
A gözleri de gönülleri gibi
dağılıp gidenler,
gözleriniz asıl gönüllerinizin
ta içindedir sizin.
Her göz ayrı ayrı ondan bir ışıktır; gören bizim gözlerimizden
ayrıdır; gözlerimiz değildir.
Göz Tanrı’yı gördü mü, sanki gören Tanrı’dır dersin.
* Dağın gözü Tanrı’ya düşünce her taşından bir göz belirdi gitti.
CLXV
A elindekini veresiye mala zekât olarak veren; dilerim Tanrı
mükâfat olarak hep veresiye ihsan etsin sana.
Tanrı’dan hayırlı bir mükâfat olarak dilerim, peşin belânı versin
senin, veresiye olarak da kurtuluş vaadetsin sana.
Senden önce her taraf peşindi; senin yomsuzluğundan her taraf
veresiye oldu gitti.
A yüzü bayat veresiye kesilmiş kişi, bu yepyeni devlet, dilerim
sensiz olsun.
Çünkü senin kutsuz falında ölüm
peşin de, yaşayış veresiye.
Dilerim her şey sana veresiye
olsun; ancak ölüm veresiye olmasın.
Mademki suçu peşin olarak
işliyor, tövbeyi veresiyeye bırakıyorsun; bu gece elbette sana bir veresiye
berat verir.
CLXVI
Can beden bineğinden inmiş de
basit bir âleme yaya olarak gelmiş.
Sel geldi de canı kaptı,
götürdü; hem de o sel, denizlerden de artık bir sel.
Can iki gözünü de açtı da
kendini lâtif bir su gördü.
Bu su şeker gibi kendiliğinden
tatlıydı; şarap gibi kendiliğinden coşup köpürüy ordu.
Halk cana göz dikmiş,
bakmadaydı; cansa kendisine göz dikmişti.
Ne secde eden vardı, ne secde
edilen yer, ne de seccade; işte böyle bir halde can kendisine secde etmedeydi.
A can neşesi, a neşeli can
diye, dudağını kendi dudağına koymuş, öpüp duruyordu.
Her şey birbirinden doğar; a
can, sen hiç kimseden doğmadın.
Can bir deveydi sanki, beden de
yuları; Tebriz şehrine doğru sürüp gitmede.
CLXVII
Biziz iki gözü de, canı da
şaşırmış kalmış kişiler; dalıp gitmiş, kendinden geçmiş âşıklara bir bak hele.
Sen bir aysın sanki, biz de
yüzünün çevresinde, şaşkın gökyüzü gibi başımız dönmüş, dönüp duruy oruz.
Her halin çevresindeki çoban
akıldır; fakat feryat bu şaşkın çobandan.
Gözde binlerce ışık parlamada;
fakat şu göz
şamdan gibi şaşırmış kalmış.
Doğudan batıya dek ışık dalgaları gizli âlemden şaşkın bir halde
baş gösterip duruyor.
Ölmüş âlemden dışarda bir padişah var; aşkla hayran olup gitmiş
bir başka dünya var.
Amma sen, o dünyanın izini göster bana diyorsun; şaşkın ancak
şaşkının izini gösterebilir.
Siyah gözün kanlarla dolu akı görünür; şaşıran kişinin dili
gözüdür ancak.
Salâhaddin’in yüzüne bak da hayranlığın anlatılmasını orda bul.
CLXVIII
Biziz evveline evvel düşünülemeyen bir zamandan beri aşka
düşenler; geri kalanların hepsi de seyirci.
Fakat seyirciler usandı; yalnız şu yalımlar yiyen kızgın gönül
kaldı ortada.
Gökyüzü gibi güneşin eşiyiz
dostuyuz biz; yıldız gibi gizli kalmayız.
Parmakla gösteriliyoruz,
tanınmışız; hem de minarenin üstündeki deve gibi tanınmışız.
Bizden bir hayalden başka bir
şeycik kalmadı, o da parça parça oldu, ortadan kalktı gitti.
Yol erleri çare aradılar;
varlık kaldıkça çare yoktu.
Demir, bakır, kaya gibi aşk
ateşinde saf kurdular;
Ercesine hepsi de kıyısı bucağı
olmayan bir denize daldı gitti.
CLXIX
O sofrayı getir, ser ortaya; o
kâseyi de koy âşıkların önüne.
Ekmeği de bol bol koy; çünkü
sofradakilerden birinin ekmek yok demesi, çirkin bir şey.
Bedeni ekmekle avladın mı canı
al, canın
önüne koy.
Bugün kıyametin koptu senin; kalk, gökyüzüne ayak bas.
Aşk ateşinden bir merdiven yap da gök kubbeye daya.
A Zühre, Hintli gözlerden korunmak için Türk’çesine ok koy yaya.
Gönül, yaradan ziyana giriyorsa o ziyanın üstüne bir başka yara
daha aç.
Mademki göz ucuyla işaret ediyorsun; boyuna ağzımızı mühürle
bizim.
A gözyaşı, mademki gözün kapısından çıktın gittin; oraya var da
başını eşiğe koy bâri.
CLXX
(c. II, s. 30) Kızan, kızgınlıkla, kinle and içen sevgiliden
feryat.
Evi de birbirine kattı, bizi de; hammal tuttu, varını yoğunu
taşıttı.
Gönüle koskoca bir kilit taktı;
kendi gitti, anahtarı bıraktı.
A güzelim, sensiz yaşayış acıdı
gitti; sensiz zevk ışığı öldü.
Sensiz şarap tortulandı; sensiz
müzikler de, rakslar da dondu gitti.
A kırmızı beniz, a beyaz ten,
sensiz kaldım; ben sarardım soldum; gecemse kapkara oldu.
A aşkı perdeler yırtan, bir
soluk olsun perdeden başını dışarıya çıkar.
CLXXI
A mutlu, kutlu gün, biz
toplanmışız, sen de aramızda oturmuşsun.
A solukdaşımız bizim, boyuna
yanımıza gel de kırık dökük soluk dirilsin, yaşasın.
Şu iki üç söz, gönlün haberidir
sana; kırık dökük sözü dinle:
Bir kerecik kulum de bana da
bütün
zahmetten, bütün eziyetten
kurtulayım.
Şu elini çek yüzünden; çek de deste deste gül devşireyim.
Bir kerecik dudaklarını aç da şekerler saç; kafesten kurtulmuş
duduyu bir seyret.
CLXXII
Bir kadeh yüz binlerce candan yeğdir; kalk da kumaşımızı rehine
koy gitsin.
Biz kendimizden de tövbe ettik, yakınlarımızdan da; bu köyden
başka bir yere gitmeyeceğiz.
Şarap bizi bir renge boyuyor da büyükle küçük bir olup gidiyor.
Yoksul kendisinden boşaldı; sun yokluk şarabını, sun.
Kalk, o yayın kirişini çek, ger o yayı; yay biziz, şarap da tıpkı
kiriş.
Hünerlerle dopdolu akıl duramadı yerinde;
şişman ihtiyarın lâyığı da bu zaten.
* Biz gam yemiyoruz amma kim görmüştür bunu: Sen yük çekesin; o,
ıh desin.
Gamdan kaç, padişahın bulunduğu tarafa git; iğreti evden çık
gitsin.
CLXXIII
A gönlü mermere dönmüş sevgili; taşa, mermere karşı çaremiz ne?
Şişelerin, mermere karşı, kendilerini çarpıp p aramp arça
olmalarından başka ne çareleri var?
Yıldız, karşında can versin diye gerçek sabah gibi gülüy orsun.
Aşk, kucağını açınca düşünce kaçtı, bir bucağa sığındı.
Sabır düşüncenin bozgunluğunu görünce tek başına at sürdü, o da
bir yana kaçtı.
Sabır öldü, sevda kaldı, hem ağlıyordu, hem y anıp yakılıyordu.
Bir bölük halk da, senin sıkıp sıkıştırmandan uzak düşmüş de posa
gibi yerlere serilmiş.
Ciğerleri kan olmuştur amma gene bu yolda aramay a koyulmuşlar, ne
yapalım, ne edelim diye çarelere başvurmuşlardır.
Şu iş için biz de akılla, bin tarakta bezi olan gönülle yabancı
kesildik.
Aşk gerçekten de ululuktur, beyliktir; şiir de onun davuludur,
alâmetidir.
Çekin ha; beyimiz pek kızgındır; her seher çağı her şeyi yağmalar
durur.
Bırak şunu da ayrılığı anlat; ay rılığ ın korkusundan sözün bile
ödü patlıyor.72]
A müezzin, imam kaçtı; sus, sen de minareden in artık.
CLXXIV
“Tercî-i Bend”
A bana dert veren, devâmı da ver; dünyayı karartma, ışık ver
âleme.
Derdin devâdır bize, gönlün gözü kör; o kör göze ışık ver; görür
bir hale getir.
Her gamla ümitsiz bir hale düşmedeyim; ümitsiz kalana ümit ihsan
et.
Senin için ağlayan göze sürme çek, Mustafâ’nın nurunu bağışla.
Önce şükretmeye başarı ver de sonra nimet ver; önce sabrını ver de
sonra belâya uğrat.
Canda, cihanda vefa yoksa rahmetinden vefa bağışla onlara.
Huyun güzeldir senin, güzellikler ihsan et; işin gücün bağışlar
bağışlamaktır, bağışla.
Senin nefesinle rızklanan kamışa o güzelim nefesinle bir de ses
ver.
Şu kilidi gönüle sen vurdun; anahtar yolla, bir gönül açıcı lûtfet
ona.
Gazabına kimsenin tahammülü yoktur; şu
gazabı gider de yerine razılık ver.
* Gam, Münker-Nekîr gibi saldırdı bize; bizi kurtar onlardan; bir
bildik kişiye bağışla bizi.
Neyle kopardığım, tercîe eş ettiğim şu feryada, şu figana acı.
*
Mademki her feryattan haberin var; bu ateşli halden de aman
verirsin bize.
Gam, keder konuk o larak geldi bize; amma ne kan dökücü, ne kaba
konuk.
Binlerce canı bir lokma eder; artık bir yarım canın ona karşı ne
değeri olur ki?
Onun her sillesi bir Zül-fekaar; her anlamı ince sözü bir kılıç.
Denizin ağzı bile onun yüzünden acı; öylesine bir ağız nasıl acı
olabilir ki?
* Deniz de kim oluyor? Onun heybetinden gök bile mavi elbiseler giyinmiştir.
Biz sevilip okşanmakla
gelişmiş, yetişmişiz; dünya nazenininin iltifatlarıyla beslenmişiz.
* Şeker yurduna benzer bir
sâkînin sunduğu Selsebîl ve Tesnîm şaraplarına alışmışız.
Raksa girmiş şeker dudaklı
güzellerle her solukta düğünümüz, toyumuz var.
Bir sınanmayla dağılıp giden şu
zevk ve neşeye yazıklar olsun.
(c. II, s. 31) Lâtif kişilerin
meclislerinin bu çeşit bir ağırlıkla hemencecik bozulup gitmesi y azıktır
doğrusu.
Sevgili, üçüncü tercî geldi;
bizi zevke, neşeye daldır.
*
Gönül kuyuya düştü; çıkarın;
çaresiz bir halde bekletmeyin onu.
Yarın çıkarırız diye ona vaadde
bulunursanız, bugün şu kıvılcımlar y akar, yandırır onu.
Bu ayrılık tutsağına, onun arık, kararsız canına bağışlayın onu.
Zalimse de, suçluysa da mazlum sayın, gönlü kırık sayın onu.
Lâle gibi kanlara batmıştır; yanağı safran gibi sararıp solmuştur.
Senin yarandan ölmek ister; işi, kazancı boyuna budur onun.
Dostu Tanrı olan, nerden başka bir dost beğenecek?
Bir gün çağırdığın kişiyi zamanın eline bırakma.
Gam mezarının ta dibindedir amma senin düşüncendir mağara dostu
ona.
Geçen yılki buluşmayı anar da, bu yıl Ay gibi erir gider.
Şu çölde bir yol aç ona; şu toz içinde bir Ay göster ona.
Haberin tamamını anlatırsam şaraptan da
kalırım, kadehten de.
CLXXV
Meclis mum gibi; sense suya dönmüşsün; mum sudan harap olur gider.
Topluluğa güneş vurmuş; yürü git bu aradan, buluta benziyorsun
sen.
Sofraya oturma; iyiden iyiye hamsın sen; eğer kebapsan nerde kebap
kokusu?
Perdeciyim diye öne düştün; vallahi perdeci değilsin; perdesin
sen.
Kapı perdecisinin alâmetleri olur; hangi kapıdansın, bilirler
seni.
Sopadan bir ata binmişsin de bilgisizliğinden koşup duruyorsun.
Ya tez ve peşin ele geçen aşkı seç; yahut da sevap istiyorsan
zahitliği ele al.
Uyanıklarla otur kalk; çünkü bu kervan yürüdü gitti, sense hâlâ
uykudasın.
Tebriz’e yol bulursan
Şemseddin’in sayesinde konak yerine ulaşırsın.
CLXXVI
A tek, eşsiz sevgili, niceye
bir uyuyup duracaksın; a zamanın padişahı ne vakte kadar uyuyup duracaksın?
Kul ne vakte dek pencerende
bekleyecek; a evin parlaklığı, ne zamana dek uyuyacaksın?
A yay kaşına ok kurmuş dilber;
a atmaca, ne vakte dek uyuyup duracaksın?
Masalımızı duy; aşkta masal
olduk gitti; niceye bir uyuyacaksın?
Mıh gibi eşiğine baş koymuşuz
biz; ne zamana dek uyuyup duracaksın?
Küpün ağzı kapalı değilse
geceden artan şarabı sun; ne vakte dek uyuyacaksın?
Sun şarap kadehini de geç, otur
ortaya mum gibi; niceye bir uyuyup duracaksın?
Padişahım, şu kadir gecesinin
sonu geliyor; acele et, ne vakte dek uyuyacaksın?
CLXXVII
Bıldır bir şarap içmişim; bu
yıl ne de sarhoşum, ne de harabım.
Bıldır bir ateşten geçtim; bu
yıl neden böyle kebaba döndüm ki?
Susuz bir halde dereye gittim;
derede bir balık gördüm.
Arslanların hepsi de ay ışığı
arar; ben de arslanım, ay ışığının dostuyum.
Derdimi sorma, yüzümün rengine
bak da o renk cevap versin sana.
Canım sarhoş, bedenim harap;
can yıkık yerde oturakalmış bir sarhoş.
Bu her ikisi de böyle işte,
gönülse bunlardan da beter; gamdan balçığa saplanmış bir eşek âdeta.
Bir soluk bile usanca düşme;
dinle de Tanrı’dan sevaba nail ol.73]
CLXXVIII
Ey zamanın yularını elinde
tutan; ey anlamlar cennetinin kapısını açan.
* Meydana çıkan şeyleri ortaya döküp saçan, senin Lâhût’undur;
Nâsût’unsa dileklerin merdivenidir.
* Yüzünü cihetlerde arayan, “Sen hiç mi hiç göremezsin” diye
sürülür.
A dostum, beni niceye dek,
“Göremezsin” sözüyle öldüreceksin; “Bana gelemezsin” hitabıyla mahvedeceksin?
(c. II, s. 32) Seninle buluşma
kapısına geldim de nice sürdün beni; nice o kapıdan döndüm de tuttun, çağırdın
beni.
Canı ne kadar defa canımla
koçuştu; nice kere mekânsızlık yurdunda oturdu benimle.
Nice zamanlar elbiseler
giydirdi bana; nice demdir doyurdu, suvardı beni.
Nice demler sevgi kadehiyle
erler, çalgıcılar arasında sarhoş etti beni.
A yürek, yeter artık, uzatma
sözü; Allah için olsun a dil, sus artık74]
CLXXIX
A bizim uykumuzu dağıtan;
tuttun, gittin, bir bucağa oturdun.
Bize yokluk gül bahçesini
gösterdin; varlıkla nasıl sabredelim artık?
Seninle buluşan, sarhoş olan
can, ayrılık mahmurluğuy la nasıl o lur, ne hale gelir?
Ayrılıkla direğini yıktığın ev
nasıl bir ev o lab ilir?
Sandın ki a sarhoş kafa;
mahmurluk zahmetinden kurtuldun artık.
Aşkta buluşma da var, ayrılık
da; yolda tepe de
var, düz de.
Bir yandan Hakk’ı tanıyorsun amma on yandan da balçığa tapıyorsun.
Tamah ettiğin, sevdasına düştüğün yere varmak için daha çok uzun
bir yol var.
CLXXX
Yürü, yürü ki bu dünyadan geçtin; mihnetten, sınanmadan kurtuldun.
A resim, ressama gittin; a can, canlar canına vardın.
îman ağacının meyvelerini ye hele; amansız bir konaktan geçtin
çünkü.
Balık gibi dal abıhayata; toprak yurdundan, gurbet ilden geçtin
sen.
Güneş gibi burçtan burca yürü; gökyüzü y ıldızlarından geçtin
çünkü.
Geldiğin madene gittin gene; bu evden, şu dükkândan geçtin sen.
Namaza hangi yoldan gittin sen; gerçekten de gizli bir yoldan
geçip gittin.
Gene gel de o yanın halini, yahut tabiatınla bırakıp gittiğin
âlemi anlat;
înce, Sırat köprüsü gibi bir yoldan, kervanın peşine takılıp nasıl
geçtiğinden bahset.75]
Dünyanın damını döndün dolaştın, su gibi o luktan akıp gittin.
Sus, şimdi sükût içinde bütün susanlardan da vazgeçtin gitti.
CLXXXI
A bizim uykumuzu dağıtan; gittin, bir bucağa oturdun.
A her gönlü dirilten; sonucu, cefalarla tuttun, gönlümü kırdın.
A gönül, mademki tuzağına tutuldun; binlerce tuzağın bağından
kurtuldun gitti.
îki dünyanın da mahmurluğundan kurtuldun;
artık mahşere dek dostun kadehiyle sarhoşsun sen.
* Belâ kanadıyla uçadur; çünkü Elest gül bahçesinin mahremisin sen.
Tortu oldukça aşağılardaydın; yürü şimdi, arı duru bir halde
gökyüzü küpünün yücesine ağ.
* A aşk Yusuf’u, yüz gösterdin de binlerce sarhoşun elini doğrattın.
Sus, oltanın şekillerine bağlı kaldıkça denizden payın yok senin.
CLXXXII
A gece şarabını sunan sâkîye, hadi, sun; bir kadeh şarapla
sıfatlarımı yok et gitsin.
Suyla, selle karışmamış şarap kaynağından sun bana.
Doyur alabildiğine neşeyi, akıt zevki; ürkme kovcuların
kınamasından.
Bilgisizleri, nekesleri sarhoş etme; aklı fikri
yerinde olanlara sun, onları kendinden geçir.
Kalk, yanaklarınla aklımı al, tutsak et; kalk, gözlerinle özümü
yok et.
Rûhü’l-Kudüs tecelli edecek; müjdeler olsun; bakışım, görüşüm,
altı yanı görmekten kurtulacak.
Öze, ölüm yüzünden bir korku da yok, yok olmak da yok; ölüm ona
bir şeycikler yapamaz.
Fakat kurtuluştan kes ümidimi benim, ne emniyet ver, ne aman ver
bana.
Tebriz’dir hayatım benim; yoksa ölüp gitmişlerden say benL76]
CLXXXIII
A göz, gözyaşından zebun olmadın gitti. A gönül, ayrılıktan kan
kesilmedin gitti.
A akıl, yoksa canın taş mı senin? Nasıl oluyor da yüzlerce
deliliğin özü, mayası kesilmedin?
Her afsuna uyup aşktan geçmedin ya; bu tek
hünerin binlerce hünere değer.
Fakat gönlün bir şikâyeti var senden; neden feryatlarla erganuna
dönmüyorsun ki?
Dostun düşüncesinden bir koku bile alamadın; kendi düşüncenden bir
türlü geçemedin?
Beden evinden çıkamadın da o yüzden güneşten kızışamadın gitti.
Güneşin dönüşünü gördün de nasıl zerreye dönmedin sen?
Mademki Hızır’ın abıhayatını gördün; nasıl oluyor da arı duru bir
hal almıyorsun, nasıl oluyor da su rengine boyanmıyorsun?
Akıllı kuşu bile ayağından baş aşağı astı o; şükürler olsun ki
hünerin, marifetin yok senin.
* O dersten cansızlar bile bilgi elde etti; halbuki sen,
“Bilenler” diye anılanlardan olamadın bir türlü.
A Tebrizli Şems, evvelce canlara candın; neden değilsin şimdi?
CLXXXIV
Sonucu gülü de gördün, dikeni de; gündüzü de gördün, kapkaranlık
geceyi de.
Rengi, şekli göreli nice renkleri bozdun, nice şekilleri kırdın
sen.
Toprak âleminden geçtin, o toz toprağı gördün.
Artık şu gül bahçesinde gül gibi güledur; çünkü baharın canını
gördün sen.
îşin sonundaki kazancı gördün de dünya işlerine boş verdin; işsiz
güçsüz kaldın.
Mademki mahmurluğun zahmetini gördün; sâkînin sunduğu şaraba karıl
gitsin.
CLXXXV
Neşe günü, sevinç yılı; çünkü bugün köyümüze düştün bizim.
Karanlık da, gam da tamamıyla kalktı gitti;
mumu getirdin, ortaya koydun sen.
O şendeki vefa kadehi varken düşünceyle gamın ayak diremesine
imkân mı var?
A şarap, hangi tulumdan dolduruldun sen? A Ay, hangi Ay’dan doğdun
sen?
Sarhoşsun, güzelsin, neşelisin; gönül padişahısın, Keykubad’sın
sen.
Gamın kethüdası olan aklı bizden aldın, ona verdin.
Alkış sana, gamın ayağını bağladın da yüz türlü neşe kapısını
açtın.
CLXXXVI
Bahar sancağı, coşkunluk, kararsızlık ordusu geliyor.
(c. II, s. 33) Gül bahçesi yüzündeki peçeyi açıyor; bülbül gene
feryada başladı.
Lâle eline bir kadeh aldı; a sarhoş nerkis diyor, ne iştesin?
Bugün menekşe rükûa varmış;
Tanrı’dan yardım istiyor.
O lâle yüzlü dağ güzelleri,
mağaradan baş çıkardılar.
Avlanmak için bir hoşça
bakıyorlar; yarabbi, kimi aldatacaklar acaba?
Yasemini küçük görme, yeşilliğe
hor bakma.
Çünkü Tanrı konuklarını hor
görürsen doğru bir iş etmezsin.
* Her yaprağın hal dilinden
duy; diyorlar ki: Neyi ekersen onu biçersin.
Öküzün dili bile Tanrı’yı
överek, ona şükrederek söze geldi.
Kerpice bile bir güzel yüz, bir
güzel yanak verene şükretmezsen özrün kabul edilmez.
O kerpiç dallandı, yapraklandı;
can buldu da şükretmede canlar verdi.
Yüzlerce meyve, şerbet şişeleri
gibi; her birinin tadı bir başka çeşit hoş.
Şükredersen şeker gibi bâzısı; bâzısı da mahmursan ekşi.
Sus da dinle; ne halka vaaz et, ne Kur’an oku.
CLXXXVII
Gönlünde, abıhayat kaynağında, çayırlık çimenlikte bir Hızır var.
Sende olandan haberi olsaydı Hızır abıhayata boş verirdi.
Nuh’un gemisindeki rûha benziyorsun; can gül bahçesinde
ilkbaharsın sen.
Varlıklar davulu yırtılsa yokluk gizliliğinden bayrak çekersin
sen.
Şu dört tabiat yansa yakılsa gam değil, çünkü dördünün de canısın
sen.
Varlığın ilk avcısısın sen; dünya cüzlerinin hepsi de avındır
senin.
A işe işler katan, gâh bağlarsın, gâh açarsın; ne iştesin sen?
O, yüce bir selvi sanki, sen de
gölgeye benziyorsun; o güney yeli, sense tozsun.
Gözüne uyanıklık sürmesini
çekti de sandın ki dilediğini yapabilmek elinde.
Şu gök bile dileğiyle dönmüyor;
şu arıklıkla, şu küçüklükle sen kim oluyorsun?
Sen misin yokluktan var eden
seni? Ne diye boynunu uzatıp durursun?
Şu korkun bir delildir sana;
bir başkasından korkuy orsun demek.
Kimsenin gönlü kendisinden
korkmaz; kimsecikler kendinden yardım istemez.
Şu halde korkunla umun,
saltanat sahibi, dileğine ermiş bir padişahın varlığına tanıktır.
Korkuyla umuttan yüceldin mi,
Tanrı sıfatları gibi emniyete erersin.
Gemi korkar denizden, deniz
değil; sen de kıyısı o lmay an bir denizde bir gemisin.
Senin senlik gemin kırıldı,
parçalandı mı sus
artık, bırak sözü.
Parçalanmış gemiyi kararsız dalgalardan başka kim sürer, götürür?
O kerem denizi lûtfularla, ihsanlarla kırık gemilerin kaptanıdır.
Sus ki aklın diline mühür vurulmuştur; yerinde otur, sular
karardı.
CLXXXVIII
A padişahın gözü, ışığı; Allah’a and olsun, ne var sende, ne var?
Gönlünün köşesinde bir mum var ki göklere sığmaz.
Güne ş bile utanır da o mumun karşısında bir zerre olur.
Toprak vücuda o söylediğin tohumu, söz tohumunu ekmenin tam
zamanı.
Ab ıhay atı safranın yüzüne yağdırsan ne olur yâni?
Yağdırsan da âşıkların lâleliklerini Tanrı gül fidanından
güldürsen ne çıkar ki?
Sen onların başlarını bir soluk kaşısan, onlar gökyüzünün üstüne
ayak basarlar.
Ayağını basar da ezersen varlık üzümü şarap olur gider.
A herkesin tapı kıldığı Tebrizli Tanrı Şems’i, öyle bir lûtufsun
sen ki binlerce ilkbaharsın.
CLXXXIX
Lütfedip de başını kaşıdığın
kişiyi akıldan da edersin, her şeyden de.
O bakışta nen var ki yarabbi,
bir bakışınla kıy ametler kopar.
Gönül, lâ’linden bir inci çaldı
da o yüzden öyle sıkıştırıyorsun ki onu.
Sıkıştır hırsızını; gam değil;
çünkü gamına dalacak, derdini dert edinecek gene sensin.
Sıkıştır; çünkü y anke
sicilikle müminlerin
varını yoğunu gizlemiştir o.
A kullarını her türlü dikenlik yerlerden alıp yücelten, lûtfuyla
keremlerde bulunan.
İhsanıyla zamanlar, demler geçtikten sonra kaybettiklerimizi
tekrar bize veren.
Kalblerimizin yeşilliğinde sevgi ırmaklarını kaynatıp akıtan.
Can bahçelerimizde o ırmakların sularıyla lezzetli meyveler veren
dalları yeşerten.
Apaçık olarak yüreklerimizi eline alan, sonra gene onları bize
gizlice veren.77]
Dün geçti, evvelsi gün de geçti; bugün ne vereceksin, ne edeceksin
diye bekliyor can.
Şu bin türlü avlar avlayan doğanın her gün bir tay ını var senden.
Doğanın başından külâhı çıkar da ovalarda kanat çırpıp uçsun.
Dosttan önce o lütfetti, o ihsanlarda bulundu bana.
Sonucu sarhoş oldum, o lûtufla,
o hak gözetmekle şarap içemez oldum âdeta.
Bahçeden lûtuf gelir, yeşillik
biter; bahardan da bahara lâyık olan umulur, gelir.
Halbuki onun yüzüne karşı
yüzlerce bahçe, yüzlerce bahar, utancından baş eğmiştir.
A bahar yeli, a aşk, a sevda;
hasta gönüllere ne yapıyorsun sen?
Sus, aşk kanadını aç da uçmay
a, uçup dolaşmaya bak.
Sus ki harften, sesten başka
sen daha yüzlerce lâkaba binersin.
CXC
A dünyanın canı, ne diye
kaçıyorsun? A padişahların övüncü, ne diye kaçıy orsun?
Bizi ne işe gönderiyor da sen
gizli gizli kaçıyorsun?
Ok gibi gidiyor, sonra gene
geliyorsun;
şimdicek ne diye kaçıyorsun
yaydan?
(c. II, s. 34) Senin binlerce definen, hâzinen var, şu yarı buçuk
ziyandan ne diye kaçıyorsun?
Şekerine son yok; otur bu arada, ne diye kaçıyorsun?
Her şekerin mahremi ağızdır; ne diye kaçıyorsun ağızdan?
Dünya senin yüzünden aman bulur; sen ne diye emniyetten, amandan
kaçıyorsun?
Düny a baştan başa adam yiyen kurttur; a gönül, ne diye kaçıyorsun
çobandan?
Sus ki dil, b aştan başa ziy andır; ne diye kaçıyorsun dile doğru?
CXCI
Halimizin hikâyesini ne diye soruyorsun? Âşıkları öldürmekten
ürkmüyorsun ki.
A aşk incisi, hangi denizdensin sen? A aşk ateşi, hangi y andansın
sen?
Senin bulunduğun yere, o gökyüzünden, Arş’tan, Kürsî’den aşıp da
kim yol bulabilir ki?
A gönül, gönülsün sen, demirden yapılma kazan değilsin ya; aşk
ateşiyle ne vakte dek kaynayacaksın?
* Canı da, gönlü de, nefsi de; üçünü de yakın; niceye bir “Nefsime
zulmettim” deyip duracağım?
CXCII
Çalışıp çabalamanda vesveseye yol verirsen bil ki coşkunluğun
geçer, donar kalırsın.
Şu, öfkeden meydana gelen kızgınlığın yok mu, şerbet gibi görünür
amma y aralay an bir zehirdir.
Bir kör fare kızmış; nimetler verenin ambarına ne ziyan gelir ki?
Şeker satanın şekerine bir iki sinek üşmüş, ne ziyanı ver ki?
Süt sağan, bir kap kırsa devenin sütüne ne
noksan gelecek?
Geceydi, herkes uyumuştu; hiçbir kimsenin aklı başında değildi.
O Ay lütfetti de zurna çalmaya başladı; ortalığa bir coşkunluktur
düştü.
Bundan böyle gene o yanı görmez, perde ardında kalırsan kendi
kanına kendin girersin.
Tebrizli Şems’in aşkıyla hem aşkla söylüyoruz, hem susuyoruz biz.
CXCIII
A süfî âşıkların dilberi; senin canın duymasın, anlamasın; hâşâ.
A ayrılık, lâm gibi iki kat olduk; gamdan, küfî yazının kefine
döndük.
Dönersen kendi çevrende dönersin; evde oturduğun vakit bile tavaf
edersin sen.
Bizi sev, bizimle ülfet et; sevgi ve ülfetler madenisin sen.
Sırlar senin açıklamanla açılmıştır; her açılamaya açılamasın sen.
Ay gibi tutulmazsın sen; tutulacak Ay değilsin sen.
Gün gibi de tutulmazsın; o güneş değilsin ki tutulasın, kararasın.
A mühendis, birler evindeyiz biz, sense binler evini yurt
edinmişsin.
A birler, binlere katıl; çünkü burda, korkulu bir yerdesin sen.
CXCIV
Bağ bahçe, bahar, yüce, usûl boylu selvı... Biz burayı bırakıp bir
yerlere gitmeyiz.
Yüzündeki örtüyü aç, kapıyı ört; biz varız, bir de sen varsın,
evde kimsecikler yok.
Bugün aşkın tam eşiyiz dostuyuz; hiçbir şeye umursamadan kadehi
kaldırmış.
A güzel sesli, güzel neyli çalgıcı, pek büyük,
pek hoş bir feryat etmen gerek.
A neşeli, muradına ermiş, hoş halli sâkî, hemencecik şarap sun
bize.
Sun da bir hoşça içelim; sonra da zevâlsiz gölgede rahatça yatıp
uyuyalım.
Bir içiş ki boğaz, karın yoluyla değil; bir uyku ki gecelerin
sonucu değil.
A gönül, o kadehi yüzüne, gözüne sür; bunu istiy orum ben.
Şarapta tamamıyla yok oldun mu, o anda tam olgunluğa ulaşırsın.
* “Rableri suvarır” şarabıyla ölümden, yok olmadan, göçmeden
kurtulursun, ebediliğe erersin.
Hırsızlığı bırak da valinin işkencelerinden emin bir halde güzelce
yürü.
Diyorsun ki: Göster, nerde eminlik yer? Yürü, yürü, henüz sorular
sormadasın sen.
A gün, bu güzellikle hangi günsün, ne çeşit
günsün sen? A gün, binlerce yıldan da güzelsin sen.
A gün, bütün günler kul köle
olsun sana; onlar ayrılıktır, sensin vuslat.
A gün, senin yüzünü kim
görebilir? A gün, pek büyük bir güzelliğin var.
Kendi güzelliğini, kendi yüzünü
gene sen görebilirsin; hem de kulağını burduğun gözle.
A gün, gündüzden meydana gelen
gün değilsin sen; ululuk ıssı Tanrı’nın nurundan mey dana gelen günsün sen.
Güneş her akşam secde eder de
Ay’ından ululuk ister.
A günler içinde gizli gün, a
zevâlsizlik mülkünde konaklamış gün.
A günlerin, gecelerin rızkı; a
kuzeyin, güneyin lûtfu.
Olgun sözlerden de susayım,
vazgeçeyim; çünkü sen her olgunluğun ilerisindesin.
Olgunluğun sözle belirmez;
sözden, sesten de daha açık olarak meydandasın sen.
Sözden hayal belirir; halbuki
sen vehimden de yücesin, hayalden de yüce.
O vehim, o hayal, sana
susamıştır a suya arılık duruluk, tat veren.
Vehim de, hayal de, ikisi de
can suyuna dalmış; fakat hem seninle dopdolu, hem sensiz olan şu âlemde
ikisinin de ağzı kupkuru.
Gazelin öte yanı perdenin
ardında; senden gizli; çünkü usandın artık.
CXCV
A eşim dostum benim, evveline
evvel olmayan küpünden doldur kadehi.
O hasta gözlerinin bakışıyla
umduğumu doğru çıkar, iyileştir beni.
A yer yurt edinmiş er, aşk için
yollara düştün, yurdundan göçtün; misafir yer yurt sahibini arar.
Seni bir gün olsun görene;
müjde olsun sana, nimetler ihsan edenin görülmemiş nimetleri denir.
Aklına uyup da beni kınayan,
önüne ön düşünülemeyen aşkımın fıskiyesini, bu fışkıran, atılan ezelî aşkı
bilemez.
And olsun ki sen yücelikler
bahçesisin; a gönül, sen sen ol, burda otur.
Bu mahremlik yurdunda, sarhoş
olan bir gününü geçirdin mi a gönül?
Efendimiz Tebrizli Şemseddin,
güzelikler, alımlar sahibidir, eli de pek açıktır, keremi pek boldur onun.78]
CXCVI
A vuslatı abıhayat olan dost;
kurtuluşumuzun çare sini sen bilirsin ancak.
Gözden kaybolma, ışıksın sen;
gönülden ay rılma, cansın sen.
Gözümden kaybolduğun zaman
canım gizli gizli ağlar durur.
(c. II, s. 35) Zaten kim
oluyorum ben ki senin vuslatını arayayım, isteyeyim; lütfediyorsun da sen çekip
duruyorsun beni.
A gönül, her ne kadar dünya Kalender’isin
amma gene de meyhaneye gitme.
Çünkü orda varını yoğunu
oynayıp elinden çıkarmış erler vardır; korkarım, mızıkçılık edersin de
kalakalırsın.
Gideceksen kendinde olarak
gitme; izi belirmezlik elbisesini giyin de git.
O yayın okuna âşıksan kalkan gibi
göğsünü örtme.
Birisi, âşıklık nedir diye
sordu; dedim ki: Şu anlamları sorma.
Benim gibi olunca görürsün;
seni çağırdılar mı sen de çağırmaya başlarsın.
Ercesine gir içeriye, arslan
gibi ersin sen; ne diye kadınlar gibi yüreğini oynatıp duruyorsun?
A gayb âlemine mensup gül yanaklarından al al yüzümün safran gibi
sararıp solduğu güzel.
A güzelliğinin baharı hevesine düşüp de her solukta benden güz
yelleri estiren dilber.
A bağı bahçeyi güz mevsiminin çevrinden, cefasından kurtaran.
Söylemede, dinlemede, bir et parçasına tercümanlık ödevini
vermişsin sen.
Peygamberlerin dillerine evveline evvel o lmay an sırla dildeşlik
vermişsin sen.
Erenlerin canlarına ölümde ölümsüz yaşayış vermişsin sen.
Kötü sanışlı akla baş damında bekçilik hizmetini vermişsin sen.
Gül yüzlülerin gözlerine mahmurluk, büyücülük, gönül alıcılık
vermişsin sen.
İki katre gönül kanına düşünce, tedbir, ince şey leri anlama
kabiliyetini vermişsin sen.
Aşka kudretinle erlik, erkeklik, pehlivanlık
vermişsin sen.
Her gece halktan şu beş ışığı alırsın sen.
Senâî’nin öğüdüydü bu: Apaçık görmeyi istiyorsan canınla oyna.
A Tebrizli Şems, baştan başa nurdan ibaretsin sen; çünkü gül
bahçesinin ışığısın sen.
CXCVII
Bir şeker alıcısı, Mısır’dan kervan geldi diye haber verdi.
Yüz deve, hepsi de şekerkamışı yüklü; yarabbi, ne de güzel
armağan.
Gece yarısı bir mum geldi çattı; ölünün bedenine can geldi.
Dedim ki: Açık söyle; filân geldi, filân dedi.
Gönül çeviklikle yerinden sıçradı; akıldan bir merdiven dayadı.
Aşkla dama koştu; bu haberden bir iz arıyordu.
Ansızın dam başından, bizim dünyamızdan dışarı bir dünya gördü.
Dünyayı kaplamış bir deniz, bir testinin içinde; toprak şeklinde
bir gökyüzü.
Damda bir padişah oturmuş; bekçi elbisesi giyinmiş.
Bir bağ, bir bahçe, sonsuz bir cennet; hem de bahçıvanın gönlünde.
Hayali gönüllerde dönüp dolaşıyor; gönül padişahını bildiriyor.
A hayali, gözümden kaçma da bir zamancağız gönlüm tazeleşsin.
Tebrizli Şems, mekânsızlık âlemini gördü de o âlemde bir mekândır
kurdu.
CXCVIII
Sensiz yaşayış haram; sen olmadıktan sonra yaşayış da nedir?
Güzelim yüzün yokken yaşamak, yaşayış adı
verilen ölümdür ancak.
Panzehir sensin, dünya zehir; yem sensin, yaşayış tuzak.
înci sensin, bu dünya sanki bir hokka; şarap sensin, yaşayış
kadeh.
Senin suyun olmadıkça gül bahçesi dikenlik, çorak; senin coşup
kaynaman olmadıkça yaşayış ham, çiğ.
Tam kıvamında olan güzelliğin olmazsa yaşayış, kıvamına gelmez.
Sensiz, bütün dileklere, muratlara erişmek, yaşayış muradını elde
edememektir.
Esenlik vermedikçe sen, yaşayış nerden selâm verecek?
Sustum, sen söyle; padişahsın sen, yaşayış, tapında kul köle.
CXCIX
Aşk şarabının sarhoşunda âr, hayâ yoktur; bu
aşk şarabına da değer biçilemez.
O meclise benzeyen aşkla şarap, cana yenilendi; fakat çağırmaya
imkân yok.
Akıl başından geçenleri söylemeye başladı amma can, şimdi
dinleyecek vaktim yok, sırası değil dedi.
Candan o arılığı aradım; evet dedi, arılık vardır amma bir
zamancağız için.
Dedim ki: Sana eşit ne altın var, ne kimya; bundan böyle gizleme.
Şimşeğe benzeyen şu sözün ondan doğuyor; ondan başka cana canlar
katan, ondan başka gönüller alan yok.
Yanılıyorsun dedi; o değilim ben; ben Hasan’ın babasıyım, Ebû’l
Âla değilim.
Dedim ki: Nerkis gözlerinin başı için şivelerle, işvelerle kovma
beni.
Senin şu kanlı bakışların binlerce kişiyi öldürdü; hiçbiri de kan
diyeti istemedi.
A ululuğu Tanrı ululuğundan başka bir şey olmayan, and olsun
Allah’a ki sensin, çünkü sende senlik yok, sensizsin sen.
Sensin, fakat sen olmasan da gözlerini senden ay ıran yok ki.
Vara yok buyursan nerde o kudret ki neden yok oluyormuş diyeyim,
haddim mi?
Mıhladızsın sen, cansa demire benziyor; sarhoş bir halde geliyor;
fakat ne başı var, ne ayağı.
İlk kadehle kızıştım mı, kaza ve kadere teslim o lmaktan başka
çarem yok.
Şarap başımı aştı mı, şaraba teslim olmaktan, yahut ne yaparsa ona
razılık getirmekten başka bir çare, bir yol yok bana.
O, ortadan ikiye ayrılmış simsiyah, kıpkıvırcık saçların yok mu?
Rüzgâr için onlardan başka öpülecek, okşanacak hiçbir şeycik yok.
A seher yeli, sabah olsun esesin diye seni beklemekten yandım; fakat
sabah yok ki.
Peki a Kalender, biz o düğümü ne yapalım,
ona ne çare bulalım ki çözecek yok mu yok.
Her an sahip mi değilsin bize? Bu da Tanrı sırrından, onun
kendisine ait cilvelerden başka bir şey değil.
Herkesin tapı kıldığı Tebrizli Şems, bir güneştir ki bu gökyüzünde
öylesine güneş yok.
CC
A gönül dedim, neden böylesin sen; niceye bir aşkla düşüp
kalkacaksın?
Gönül dedi ki: Niçin sen de gelmezsin? Gelsen de aşkın tadını
duysan n’olur?
Ab ıhay atı bilseydin, aşk ateşinden başka bir şeyi mi seçerdin ki?
(c. II, s. 36) A letafette yele dönen; sağrak gibi şarap la dolan,
Su gibi, şekillerin canısın, hepsini gösterirsin; ayna gibi
güzelliğe eminsin.
Aşktan anlamay an her aşağılık can, seni şu
göründüğün gibi bilir, bir şekil olarak görür, öyle sanır.
Halbuki görünüşte yeryüzündensin amma göğün de canısın sen.
A sürme gibi dövülen, toz haline gelen, sen iyiden iyiye inanç
gözüne sürmesin.
A lâ’l, hangi madendensin; yüzük halkasına gir, güzel bir taşsın
sen.
Kılıç gibi kinlerle doldun mu, binlerce rahmet utanır senden.
A Tebrizli Şems, görünüşün hoş, mâna âlemindeyse ne de hoş
yardımcısın sen.
CCI
Aşk şekerler saçmaya başladı mı, gizli bir Ay cilvelenmeye
koyulur.
Bakarsın ki şekerin sonu yok; hem bir güzelce yersin, hem isteyene
verirsin.
Ne yana istersen yuvarlan; çayırlıktasın
çimenliktesin, yemyeşil bağdasın bahçedesin.
Başına ister taç vurun, ister vurunma; bütün padişahlara
padişahsın sen.
Benim söylemediklerimi görüyorsan; söylersem de anlarsın.
Fakat ansızın gözlerini açarlarsa o dünyanın koskocaman şehrine;
Yeni doğmuş çocuk gibi şaşkın şaşkın bakınırsın, dalar gidersin
hani.
Gözün o dünyaya takıldı mı, bu dünyanın izi bile kalmaz artık.
Tebrizli Şems’e kaç da bütün anlamlar açılıversin.
CCII
A anlamlar şarabının sâkîsi, erguvan renkli şarabı sun bana.
O cevabı acı ihtiyar şarapla gençlik alımını çoğalt.
O padişahlar padişahı
sevgilinin sarayında kurulmuş mecliste can gibi güzeller seyredelim.
Geceki işretin lezzetinden
aydın gündüze dönmüş canları seyret.
Görürsün ki dünya, o dünyadaki
canların halkasını görmüş de şaşırmış kalmış.
Dünya onların meclisine armağan
olarak gökyüzünden Ay’ı yollar.
Gökyüzünün küçücük bir
çalgıcısı olan Zühre, güzelim nağmelerle çalgı çalmaya başlar.
Bunların hepsi de beraberdir;
bizse anlamlarla dopdolu olan dilberle halvettey iz.
O padişah, yanağını yanağımıza
koymuş; bundan öte sini zaten bilirsin artık.
O padişah kim? Tebrizli Şems; o
dünya saltanatının padişahlar padişahı.
CCIII
Safran gibi sararmış yüzleri
gör; dertten iz var
bu yüzlerde.
Güz mevsimindeki bağ gibi dertten hastalanmış şehri seyret.
Bu dert gökyüzünden gelen buyruğun heybetindendir; ayrılık
gamındandır.
Bir korkudur ki ateşiyle, gizli gizli feryadıyla gökyüzünü bile
karartmıştır.
Neşe içinden ansızın bir cehennemdir baş göstermiştir; hele seyret
de gör.
Her yandan bir feryattır kopmuş; a kimsesizlerin kimsesi; sen
bilirsin ancak.
Buyurdu ki: Bu ayrılık geçicidir; ebedî ay rılıktan fery at.
Yarabbi, ne olurdu bizi iki ayrılıktan da kurtarsay dın.
Bunu söyledi de yumuldu ağzım; gücün yeterse ötesini sen söyle.
CCIV
A vuslatı, neşenin aslı olan;
onlar şekillerdir, buysa anlamların ta kendisi.
Bir soluk bile ayrılma benden;
su olmadıkça gemi yürümez.
Doğru olmayan bir mushafım ben;
fakat sen okudun mu düzelirim.
Bir Yusuf, yüzlerce kurt; fakat
sen çoban oldukça kurtulur bu Yusuf.
Gözyaşlarımla, safran gibi
sararmış yüzümle her an, nasılsın diye soruyorum sana.
Bu iki iz de halka göre; sana
izin ne lüzumu var? Zaten izinin tozu belirmiyor ki.
Sen söylenmedik sözü duyar,
işitirsin; y azılmadık senedi okursun.
Uyumadan rüya görürsün; deniz
olmadan gemiler yürütürsün.
* Övüşü bırak, az yalvar; çünkü
gayb âleminden, “Beni hiç göremezsin” sesi geldi.
CCV
A çalgıcıların padişahı, o güzelden ne biliyorsan onu çal, onu
söyle.
* A güzel sesli, onun güzel mushafından iki aşir okumanı istiyorum.
Öylesine iki aşir ki her harfi, dinleyene anlamlar kaynağını
akıtsın.
* Sin’i, “Şimdi icabet edin” desin; nun’u, “Beni hiç mi hiç
göremezsin.”
A büklüm büklüm saçı, ne de ayak bağlamadasın sen; a bakışı, ne de
amansızsın sen.
A al gül, yırttığın o al atlas, onun nerkis gözlerinin nuruy la
dokunmuştur.
Bu şiiri tamamlamaktan kaldım; geri kalanını bu tarzda sen söyle.
CCVI
Bunca sevginle, bunca
merhametinle beraber gene de öfkelisin; fakat gönül vermişim sana ben.
* Bütün bu sırçalar yurdunu, “Beni
hiç mi hiç göremezsin” diye birbirine vurmuş, kırmış geçirmişsin.
Dünya yurdu depremler içinde;
çünkü varını yoğunu evden taşıyorsun sen.
Yüz binlerce hasta senin
yüzünden ağlıyor; sensiz yaşayamazlar, bunu sen de biliy orsun.
Düny a gece sanki; sense bir
güneşsin; halk tamamıy la şekilden, kalıptan ibaret, sensin can.
Geçim derdine düşmüşlerdir de
candan haberleri y oktur amma,
Can, yerinden kımıldadı mı,
feryada, figana başlarlar.
Güne ş tutuldu mu, ne zevk
kalır, ne neşe.
O varken, kimsecikler hatırlamaz
bile onu; fak at gizlendi mi, eyvahlar olsun.
A savaşın parlaklığı, pazarın
canı; evin, dükkânın tadı tuzu.
Sus; dedikodu, muallâkta duran
anlamlar denizine perdedir.
CCVII
Canlar canı olduğunu duymuştum;
öylesin, hattâ binlerce defa daha da ilerisin.
Halktan şeklini filân
işitmiştim; o söylenenler eşin, örneğin değilmiş meğer.
Benim ağzımdan sen okursun
ümidiyle hamd olsun, hamd etmekten de oldum.
(c. II, s. 37) Bu letafette bir
can, kim görmüştür; bu akıcılıkta bir rûhu kim seyretmiştir?
A anlamlar gibi can gıdası
olan, a şekli mânalardan da güzel bulunan dilber.
A güzelim, senin madenindeki
lezzet yüzünden mekânsızlık âlemindeki gerçekler, mekân âlemine gelmiştir.
A padişaha da, vezire de
kutluluk; a ihtiyar dünyaya gençlik.
Bu dünyadan kaçan canı tuttun;
gene bu dünyaya mal ettin.
Bu dünyaya sen can olduktan
sonra, şu geçici dünya ölümsüz olur gider.
Senin yüzünden canın dili
tatlı; fakat gene de senin diline benzemiyor.
CCVIII
“Tercî-i Bend”
A o dünyanın sesi, çağırışı; a
bizi çağırmaya gelmiş dost.
Senin soluğunu bekliyorduk; ne
mutlu ki mekânsızlık âleminin elçisisin sen.
Mademki o şeker yurdunun
dudususun; hadi, o b aharı anlat bize.
Güz mevsiminin soluklarındaki
nağmelerle donduk, sarardık solduk.
Bizi şu ihtiyarın düzeninden
kurtar; bizi o gençliğe ulaştır.
Onun sunduğu şeker, zehir
kesildi bize; izi, eseri, soğukluk, buz kesiş.
Sen bilirsin; elden çıktık; bir
panzehir getir de çaremizi bul.
Şu zehirli otlaktan çek, çıkar
bizi; zamanın hem Mûsa’sısın, hem çobanı.
* Sana Şuayb’in emanetiyiz biz;
merhametle yay, otlat bizi.
Ta deniz kıyısına, bahçeye dek
sür, götür bizi.
Götür de semirelim, anlamlar
sünbüllerini, süsenlerini yiyelim de neşelenelim, gelişelim.
Usananların daralmalarından,
ululanmalarından gizlendiler şu elçiler.
*
A iki gözümüzün de gözü, ışığı;
a bizi can korusuna çeken.79]
Bu korudan, iyiden iyiye
yemeden, burda yayılmadan çıkarma bizi.
Üç aylıkken sütten kesilen
çocuk, yeniay gibi arık kaldı.
Lûtfunla can çocuğunu dadının
kucağına ver de emeklemeye başlasın.
Mademki feryadımız kulağına
geldi; duymazlıktan gelme.
Olgun olmayan meyveyi dal
sıkıca tutar.
Daldan düşmesinden, zevk
vermeden solmasından korkar.
Can, seçilmiş akıl gibi bir
dadısı varken o cansızdan daha aşağı değildir.
A seher çağı yüzümü ısıran,
senden üç öpücük istiyorum; hakkım bu.
Fakat bugün yorgunsun,
kaçmışsın; iki öpücükle de barışabilirim.
Sus, kerem sahibi bir dilberdir
o; huyu husu güzeldir.
Kendine gel, uyuma; yoksa
hırsızlar, yankesiciler bir kötülük ederler, külâhını çalarlar. *
Şu nefsin günahı arttırdıkça arttırmaya
koyuldu; bir kurttu, ejderhâ kesildi.
Gece, leş gibi, haram yiyici;
gündüz, göbekli, hırsız, herzevekil.
Yürü, bayrak sahibi, reyi
doğru, isabetli bir beyden y ardım iste.
Şehir halifesiz olmaz; Tanrısız
yaratık da nedir ki?
Adalet, ceza, buyruk olmazsa,
dünya bozuk düzen bir hale gelir.
Dünyanın hastalığına, illetine
son ilaç kılıçtır.
Büyük savaş zamanı geldi; kalk
ey sûfî, savaşa gir.
Şöhretin boğazını açlıkla sık;
çorbayla coşma.
Yoksulun cömertliği bedenle can
bağışlamaktır; her cömertliğin başı, temeli budur.
Ateşine yan, eri; ateşi her
hama kimyadır onun.
Sus; sâkî ateş kesilir, sakalık
eder de ateş nur olur gider.
Susarken söyleyen Akl-ı Küll’e
bizden yüzlerce tapı, yüzlerce selâm.
CCIX
Beni benden aldığın gün o
bildiğin şey yok mu, onu y itirme benden.
Yitirme de seninle öz nur
olayım; o lâtif, ebedî nur kesileyim.
(c. II, s. 38) Senin gibi bir
abıhayatla beraberken niceye bir ölümden feryat edeceğim?
Onun yüzünden öleceksem öleyim;
o ölüm, gençlik çağından da yeğdir.
Kendi harmanından, o gizli inci harmanından zekât ver bana.
Beratımı şunun bunun adına yazma; sınama yolunu bırak.
Sus, fakat elindeki nedir senin? Yağmur yağmaya başladı; sense bir
oluksun.
CCX
Gücün kuvvetin yettikçe ters mızrap vurma; aykırı, ters vurduğun
her mızrap yüzünden nağmeden kalakalırsın.
Dünyanın zevk gelini ihtiyardır; alırsan ölümünü istemiş olursun;
tezcek ölür gider.
Yüzünü göstermedikçe tamamıyla nurdur; fakat yüzünü gösterdi mi
duman gibi bir şeydir ancak.
Mademki aşkta pehlivansın; saman çöpü gibi belâ selinden kaç.
Akarsu gibi her bitkiye yaşayış vermen gerek.
CCXI
Dudağının lâfını edeyim mi, etmeyeyim mi, a lâ’l dudaklarına değer
biçilemeyen güzel?
A bütün sözlerimiz yalnız senin bulunduğun, bizimse yok olup
gittiğimiz, a ne kul köle olasıca dilber.
Benim bulunduğum yerde hatadan başka bir şey yok; senin bulunduğun
yerdeyse bağıştan başka bir şey yok.
Burda söz söylemek bedenledir; ordaysa tamamıyla varlıktır,
candır.
Yıldızlar boyuna yürür giderler amma ayakları y oktur; yüzlerce
tulum yürür gider; saka görünmez.
Eyyub gibi hastadır onlar; derken sağlığa, esenliğe
kavuşmuşlardır; fakat ilaç yok ortada.
Yakub gibi gözleri görmez olmuştur; derken görmeye başlamıştır
gözleri, fakat tutyasız.
Balık gibi yol yürürler, koşup yelerler;
yollarını görürler; fakat ışık yok.
Senin kıskançlığın yüzünden ağzımı kapadım; şekerine de son yok
ki.
CCXII
Bütün mâna müftülerinden, kanımın dökülmesi hakkında fetvâ geldi.
Halka söyle; benim hilemden, lâtifemden, dâvamdan uzak dursunlar.
Gönüle, böyle oluş, hoşuna gidiyor mu dedim; nara atarak evet,
evet dedi.
Gönlüm bir rebâpçık aldı eline de çalmay a koyuldu; yâni ho şuz
biz dedi.
Çünkü bu kınayış varlıktan gelmede; halbuki benim olduğum yerde
kınayış nerde?
Benim olduğum yere ben bile sığamıy orum; artık bir başkası
sığabilir mi oraya? Cevap ver, hayır, hay ır de.
Sen, ben olursan onu göremezsin; çünkü vakit
gece, göz de kör.
Fakat senin gözün bu göz oldukça nerden göreceksin? Nefis
parasında bizim damgamız yok ki.
A kendine bile hayrı olmayan kişi, Tebriz’e git, Şemseddin’e kaç bâri.
CCXIII
Mademki kardeşlik tarafına koşmaktasın, önce yüzünü yuman gerek.
Başında mahmurluktan ötürü bir baş ağrısı varsa, kardeşlerin
başlarını ağrıtma bâri.
Ya koltuk kokusundan kurtulmaya bir çare bul; yahut da sevgilinin
kucağını bırak.
Menekşe saçlı bir ay yüzlünün kârına çalışıyorsan hay-hayla
ağlaman şart mı yâni?
Tuzaksız bir av arıy orsan bil ki benim gibi olmayacak şey
arıyorsun sen de.
Sarhoşluktan kulağın kızardıysa semâ’ ehli bir
sûfîsin; hay-huy edebilirsin.
Eğer aklının kulağından bile haberi yoksa bir kat değilsin,
binlerce katsın sen.
CCXIV
Sâkî, insaf et; ne güzel bir yüzün var; yerden oldum ben, nerdesin
sen?
Kul desem lâyık değil sana; Allah desem korkarım.
Susturmuyorsun ki susayım; fakat söz söylemek yolunu da açmıyorsun
bana.
Üzüm gibi sıkıp eziyorsun beni; sevgili değilsin, belâsın bana.
Senden göz yumarsam küfürdür bu; çünkü sen nura nurlar katmadasın.
Gözümü açarsam da bakma bana diyorsun; sen beni hevâ ve heves
gözüyle görmüşsün.
CCXV
Kalk da bir gönül kapan sevgilinin vuslatını anarak bir nağmedir
tuttur.
Hadi, sabah şarabı içme zamanı; bir aç bizi, açıl bize; hadi, dua
zamanı, durma, çağır bizi.
O koca küpün kapağını aç da halk el çırpsın, ayak vursun.
Gönülde yüzlerce düğüm var; can şarabından başka düğüm çözen yok.
Hiçbir yerde kararı olmayanı, bir koca sağrakla yerinden et
gitsin.
Mademki varlığın vefası yok; yokluk çölünden başka bir karar yurdu
da yok.
Toprak sofrasında bir tere bile yok, fakat her yanda ne diye bir
devedikeni var?
Âlem leş, şu halksa köpek; köpekte cömertliği kim görmüştür?
Sâkî, çağır dostları; canlar senin gibi cana canlar katanı
görmemiştir.
Biz, senin gibi bir kimyaya karşı bakır gibi,
demir gibi şaşırmış kalmışız.
Dök beyinlere o şarabı da halktan bir hayhuydur kopar.
Böylece de can sarhoş olsun, yerlere yıkılsın da kınamayı övmeden
ayırt etsin.
Eflâtun bu şaraptan sarhoş oldu mu, dertle devâyı fark etmez olur.
Tortulu bir şarap sun da aklı, tortuluyla arı duruyu ay ırt edemez
bir hale getir.
Lojikten bahsedenlere, sabah şarabı içenlerin kadehinden bir
bağışta bulun.
Bulun da artık her yoksulun ne zembilini arasın, ne somununu
dilesin.
Sus ki yokluktan var etmek, zaten senin işin gücündür; bu iş sana
verilmiştir.
CCXVI
Sıçra, bahar salâ verdi; herkesi çağırıyor; seher yeli gibi salına
salına bahçeye gir.
Ağacın dalından, oynamayı öğren, raksa gir; lâleden, dağdan sesler
işit.
Reyhan yeşilliğe bir sırdır söylüyor; bülbül gülden bir nağme
istiyor.
Çimenler yelle dalga dalga coşuyor; denizde de bir bildiklik
havası esmede.
Denizden gebe kalan buluttan, gelinin gözündeki ağlayışa benzer
ağlayışı seyret.
Bulutun ağlayışından, şimşeğin gülüşünden, sünbülün boy atmasına,
selvinin yücelmesine bak.
Onlara karşı, kumrunun kulağı âdeta tuzak kurmuş; bahaneler
öğrenmek istiyor sanki.
Nerkis, süsene, hadi diyor, sen de kınayışla karışık bir övüş
söyle.
A yüzlerce dili olan süsen, kuşlara devlet kuşunun hikâyesini oku.
(c. II, s. 39) Süsen, sus diyor, değeri ağır bir kadehle sarhoşum
ben.
Sarhoşum, kendimde değilim;
dilimden yanlış bir söz çıkarsa bilmem artık.
Sen çiçeklere ibrişim elbiseler
giydiren padişaha yüz tut.
Söğüt ağacı başını sallaya
sallaya diyor ki: Bir ejderhânın elinden kurtulduk.
A selvi, buna şükrederek sen de
böylece ayak vur, oyna.
A can, a cihan, can gibi
görünen can işkencesinden kurtulduk biz.
Bu çeşit bir eşin do stun
vesvesesinden kurtulduk; bu çeşit bir düzenbazın düzeninden halâs olduk.
O karakıştan kurtulduk; fakat
başımıza neler getirdi; bir baş gösterdi de geçti gitti, şükürler olsun.
Şom belirtisiyle nice gizli
kötülükleri meydana getiren o zalim, bir daha belirmesin.
Sus da korku zahmeti olmaksızın
ümidi seyre dal hele.
CCXVII
Pek yüce, pek büyük bir kimyasın sen; kalp da geçer akçedir sence,
ayarı tam da.
Yolda attan yörük bir eşek vardı; senin lûtfunla öncülük etti.
Bir köpeğin ayağı senin yoluna bassa, onu savaş arslanından daha
üstün bir hale getirirsin.
Her varlığın, aşkınla ayağı kırılmıştır; kanatlarını açmayı umuy
orlar.
Bir sinek bile sana gönül bağladı mı, kapından Zümrüdüanka
kanatlarını elde eder.
* Lûtfun, keremin, yoksulluk kapısını açmamak için “Bana kolaydır”
dedi.
Sus; her olmayacak, her güç nesne, Tanrı’nın elinde kolay laşır
gider.
CCXVIII
A pervane gönüllü, o mum neşeye neşe kattı
mı, sen de oynamaya, çırpınmaya koyulursun artık.
Can geldi mi yalnız beden
oynamaz; can gelince kalkar, mezardan çıkarsın.
Müzik sesi dağa düşse koca dağ
bile bir sesle kaybolur gider.
Bu bahar yeli, dalları oynamaya
çağırıyor;
Güneş bile oynamaya koyulursa
zerrede nerden karar kalacak?
Cana canlar katan bir güzelin
yüzündeki ateşle hem ateş cansız bir hale geldi, hem duman.
A güzelim, aysın, bedensiz bir
cansın, şuhsun, şekersin, bir belâsın sen.
Bir devlet kuşunun gölgesiyle
biz de gâh kısaldık, gâh uzadık.
Hem de dostun dudağıyla sarhoş
olduk; ney gibi feryada başladık.
Saman çöpü gibi yele bindik;
bir kehribar yüzünden o yana bu yana dönüp dolaşmay a
koyulduk.
Sivrisinek gibi kendi kanımızla sarhoşuz; artık ciğer tenceresine
boş verdik a gönül.
Halvette hay-huy etmedeyiz; toplulukla hayhay etmede.
Görünüşte aşağılık bir kuluz; gizlilik âlemindeyse bir Tanrı
sıfatlı.
Bunu ulular ulusu Tebrizli Şems verdi; bu ululanmaksızın ululuk
ıssı oluşun bir delili işte.
CCXIX
A sâkî, sun bir kadeh şarap bana; tez ol, sabah ışıdı.
Her taraf aydınlanıyor. Hadi a benim güvencim, dayancım, a benim
şifam.
*
A benim sâkîm, a benim gözümün nuru; gönlümün rahatı, huzuru;
süsüm ziynetim.
A dolunay, gedilme; eksilme
burdan a benim güvencim, dayancım, a benim şifam.
*
A başımın övüncü, a benim
tacım, devletim; niceye bir bu utangaçlık, niceye bir bu inat?
Bana, benim huyuma hiç
rağbetin, yok a benim güvencim, dayancım, a benim şifam.
*
Mademki onun bakışından bir
bakışa nail oldun; bir soluk bile kendinde olursan çıfıtsın;
îş böyle olunca ey aşk ateşi,
sen de dumandan ibaretsin; a benim güvencim, dayancım, a benim şifam.180]
*
* Mubâhî bir Kalender
çıkageldi; karşıla şarapla onu ey sâkî;
Sabaha dek de böylece boyuna
sun ona a
benim güvencim, dayancım, a
benim şifam.
*
Cansın sen, cana canlar katarsın sen; bir bakışta gönüller
kaparsın sen;
Bu yüzden de vefasızlık da hakkındır a benim güvencim, dayancım, a
benim şifam.
*
O kararda kalmak; güz mevsimine karşı bahar gibi davranmak, soğuk
bir iştir;
Kaçan dosta dost olmak güçtür a benim güvencim, dayancım, a benim
şifam.
*
Her çerçöp makulesi kişiden yaralanmışız; bu yüzden a kutlu Ay,
senin sırlarını
Söylüyoruz, söylüyoruz amma kapalı kapalı a benim güvencim,
dayancım, a benim şifam.
*
Aşka teslim oldun; sonra
sıçradın, kaçtın; sonra da gönül levhimizi yıkadın.
Biz bağladık; sen bağlanmışı
çözdün a benim güvencim, dayancım, a benim şifam.
*
Bu ateşten yüreğimizde binlerce
dağ var; fakat her dağlanma yüzünden de yüz binlerce bağ bahçe kesilmişiz.
Senin zevkinle her ışığın gözü
olmuşuz a benim güvencim, dayancım, a benim şifam.
*
Derler ki: Sırlar cefadadır; o
sevgilinin aşkıyla inandım buna.
Hayır, hayır; bu işe girişmeye
cefanın da haddi yok a benim güvencim, dayancım, a benim şifam.
*
A gönül, aşktan ne vakte dek
coşacaksın? Âşıklık yüzünden niceye bir köpüreceksin, dalgalanacaksın?
Aşkta susmak da hoştur a benim
güvencim, dayancım, a benim şifam.
*
A şekil, sen bir padişahın
hayalisin, bâri gözümüzden sen gitme;
Gitme ey dostun yüzünden
armağan olan; gitme a benim güvencim, dayancım, a benim şifam.
*
A bahçe, a bahardan ayrılan
bahçe; gül gitti, bir yeşillik kaldı ancak;
Bâri a yeşillik, sen sabret,
eğlen a benim güvencim, dayancım, a benim şifam.
*
Öğüdünü kendime dost edindim;
fakat Tebriz’denim, Şemseddin’denim ben;
Aşk ateşinde işte böyleyim ben
a benim güvencim, dayancım, a benim şifam.81]
CCXX
Sensiz yaşamanın, sensiz cana
can katmanın imkânı yok; a bizim gönlümüzdeki, canımızdaki güzel, nerdesin?
Bir gece yarısı el çırpa çırpa,
bir şeyler okuya okuya mahallemize çıkagelsen n’olur?
Canı armağan sunalım sana;
fakat can da nedir ki? Bizim canımızın canı değil misin sen?
Evinin damına bir çıksan
gökyüzü damına ateş düşer.
Yüzüne karşı güneş değirmisi de
kim oluyor ki aydınlıktan, aydınlatmaktan lâf açsın.
(c. II, s. 40) Hem gözsün bize,
hem ışık; hem belâyı defedersin bizden, hem belâsın bize sen.
A gönül gözü, ümitsiz göze her
solukta ne gösterirsin sen?
A sarhoş bülbül; feryadından
bir bilişlik, tanışlık kokusu geliyor.
Ağla, feryat et; ağlayış,
feryat ediş ayrılık y arasına melhemdir.
Ağla, feryat et de ağlay
ışından, feryadından Tanrılığa ait bir şey açılsın, bilinsin.
CCXXI
A Ay, gönül göğüne doğdun mu, can gibi dünyanın bedenine girersin,
onu canlandırırsın sen.
A Ay, ne de güzelsin, ne de güzel yüzün var; a Ay, söyle hele,
nerdensin sen?
*
Aşkından beratımız var; güzelim
şeker mi, şeker dudaklarından şekerimiz var;
Lâ’l dudağından bir zekât ver
bize; a Ay, söyle hele, nerdensin sen?
*
A can Yusuf’u, esircinin
elindesin; güzellikte, alımda seninle kıyaslanacak kimsecik yok.
Bize bir bak, çünkü tanırsın
bizi sen; a Ay, söyle hele, nerdensin sen?
*
Şarabınla öylesine sarhoşuz ki
kendimizden bir eser bile bulamıyoruz.
Dayanamayız amma gene de
ışıdıkça ışı; a Ay, söyle hele, nerdensin sen?
*
Ağacının altında oturay ım;
gönül çeken meyvelerini devşireyim;
Senin yüzünden başka bir şey
görmeyeyim; a Ay, söyle hele, nerdensin sen?
*
Senin şarabını içtiğimiz zaman,
canımız daha da aydın oluyor; kulağımız daha da iyi duyuyor;
Kendimizden geçtik mi, geliyor
aklımız başımıza; a Ay, söyle hele, nerdensin sen?
*
Âşıklar ateşlerinle parıl parıl
parlamada; doğruya da boş vermişler, yalana da;
* Ateş kıblesine karşı sanki
muğ onlar; a Ay, söyle hele, nerdensin sen?
*
A putların da, puta tapanların
da kıskandıkları güzel; a yıkılmış sarhoşların gönüllerine rahat, huzur veren
dilber;
Sana uy anlardan çekme ayağını;
a Ay, söyle
hele, nerdensin sen?
*
A Tebrizli Şems, bir padişahsın ucu bucağı olmayan Tanrısal
ülkede;
Ay’dan balığa dek her şey buyruğuna uymuş; a Ay, söyle hele,
nerdensin sen?82]
CCXXII
Aşkta fedai olan, yeryüzünden değildir, göğe mensuptur o.
Çünkü âşıklık belâsına lâyık olacak canın, ulular ulusuna mensup
olması şarttır.
Yara, öz kulların, Tanrı âşıklarına baş olanların delilidir.
Belâ belâlığını yapmaya girişti mi, şu toprak dünya, toprağa değer
ancak.
Halbuki belâsının bir arpa kadarı bile altınlar madenidir; a
definenin başucunda duran, bir gör,
nerdesin?
Mihnet güneşinin her yakışı, aşk âleminde bir devlet kuşunun
gölgesidir.
Bunun kokusuna bile lâyık olmayan kişi, sen o belâya lâyık
olamazsın ki.
* Onun yarasına lâyık olan, ancak Murtazâ’nın vücududur, Tanrı
razılığını kazananın bedenidir.
CCXXIII
Güzel, vefalı bir dostsan, gönülle, canla bizimsen,
Şu araya gelmeni istiyorum; a Ay, söyle hele, ne vakit doğarsın
sen?
*
Can gibi işin gücün güzel; ne diye halkadan bir kenara
çekilmişsin?
Dostcağızına yazık değil mi? A Ay, söyle hele, ne vakit doğarsın
sen?
*
Kalk, bizimle sen, bir canız
sanki; birbirimizin sırcağızını biliriz.
Sonucu seninle ben,
birbirimizin dostcağızı değil miyiz? A Ay, söyle hele, ne vakit doğacaksın sen?
*
Bir anla hele, Tanrı
kapısındayız; bir bak hele, nerdeyiz biz?
Bir bak da oynaya güle kapıdan
içeriye girelim; a Ay, söyle hele, ne vakit doğacaksın sen?
*
Ey can, ey cihan, niçin
böylesin? Sevdiceğini görüyorsun da,
Sonra bir bucağa çekiliyor,
suratını ekşitip oturuyorsun; a Ay, söyle hele, ne vakit doğacaksın sen?
*
Nasılsın, o güzelim gönlün ne elemde; o yüzün, o ince boyun
nicedir?
Bir gececik eş olmak isterim sana; a Ay, söyle hele, ne vakit
doğacaksın sen?
*
Tanrı âleminde, Ay’ın eteğinden balığa dek bütün kâinatta,
Neyi der, neyi dilersen o olur; a Ay, söyle hele, ne vakit
doğacaksın sen?83]
CCXXIV
“Tercî-i Bend”
Elinde bilişlik şarabı, her sabah, vakitsiz olarak erkenden
kapıdan girersin.
Bize bir yakıcı selâmdır verirsin; yarabbi, ne güzel, ne hoş bir
belâsın sen.
Bizi işvelerle baştan çıkarırsın, deli divane edersin, hay-hay
diye bağırtırsın.
Sen yoklukta varlığını gösterdikçe ha yokluk olmuş, ha varlık,
ikisi de bir.
A binlerce çeşit tövbe eden; zahitlik yolunu tutan,
Tövbe senin güzelim yüzünü gördü mü, bilir ki tövbelerin
düşmanısın sen.
Kaçar tövbe, gönül peşinden bağırır: Gel, nerdesin, nereye
gidiyorsun?
Tövbe der ki: Tövbenin eceli geldi çattı, artık hayır umma
tövbeden.
* Tövbe erkek ejderhâ bile olsa, a aşk, sen Tanrı zümrütüsün.
A sâzende, dokuzuncu beyitten sonraki tercî beytini dinle de
rebâbın kulağını buradur.
*
A tövbeden yüzlerce okluk bağlanan; al şarap
kadehini, çek başına.
Çünkü o amberler gibi kokan, amberler gibi siyah, karışık saçlar,
aman vermez bir kazadır.
(c. II, s. 41) A zamanın güzeli, şahı, ruhu sürdüğü zaman onun
hileli rûhu bir fayda vermez sana.
Burun bükmenin, kedi gibi onu ısırmaya kalkışmanın ne faydası
olur?
Secde et şu Ay gibi güzelin yüzüne karsı, İblis gibi baş çekme.
Sevgilinin yüzü, altı yandan da dışarıdır amma altı yan de onun
yüzünden ışıklarla dopdoludur.
Sevgili bugün pek sarhoş; fitnelerle dolu, dertlere, elemlere
batmış gitmiş.
Can onun hem bezenmiş olan, hem bezeyen güzelliğine karşı yüz
binlerce şaşkınlığa dalmış.
Yeryüzü aşktan çiçeklerle dolu; gökyüzü gene aşktan y ıldızlarla
bezenmiş.
Sus da aşk şarabını iç; titremeden de kurtul,
korkulu yerlere düşmeden de.
Mademki lâ’l dudağın tembih etti, gönlümüze bir lâ’l mühür
vuralım.
*
Sâkîmiz sen olduktan, şarap sunup durduktan sonra ayıklık
küfürdür, haramdır.
A akıl, pek üstünsün amma sarhoşa hor bakma.
Alımın varsa, bile bir iyice dikkat et de bak; ondaki madeni elde
edemezsin sen.
Bir güzel, ayağından yakaladı mı, bir solukcağız başını bile
kaşımaya bırakmaz seni.
Deli divane olursun da karasevdalara düşer, kara kumlara tohum
ekmeye kalkışırsın.
Ateş gözlerden kurtuldu da ölümde gördü yaşayışı, arif olan.
Nur geldi, ateşi söndürdü gitti; ilkbaharın soluğu elbette kışı
öldürür.
Gece senin gözüne karanlık
görünür amma onun gözüne göndüzdür âdeta.
Aşk onun gözlerine sarhoşsun
der, güzelsin, mahmurluklar akıyor gözlerinden.
Yeter buldum; artık aşk,
bensiz, yapayalnız söze girişsin.
Bugün gönül isteklere düşmüş;
sevgilinin saçları gibi düğüm düğüm olmuş gitmiş.
CCXXV
Aşk yiğittir, fedaidir, yalnız
yürür, tektir, bir tek de elbisesi vardır.
Ey altı yönden, beş duygudan zarı
kapan, gönül kapıcılık tavlasını getiren, oyunu kazanan.
Ey güzel bir sûrette iki
dünyadan da tek kalan; bir gönüllülerden ikiliği alan.
Sonucu, hangi mayadansın, hangi
temelden? A yerden yurttan da tertemiz er, nerdensin sen?
Susanların âleminde ne de
öndesin sen; gönül
ülkesinde ne de canlara can
katarsın sen.
A aşk, sana sabretmenin imkânı
yok; a sabır, sen bu hevese lâyık değilsin.
Gözün gibi kendini görmezlikten
gelme; bildik gibi yabancı bir tavırla gitme.
Biz, biz oldukça baştan başa
bulutuz; fakat bizim bizlik karartımız kalmadı mı, a Ay, sen
bizsin.1241
A can, onun gam ayağının ucunda
ne gördün de ellerini açmışsın, şu duaya koyulmuşsun?
A gönül, kazadan, kaderden ne
yüz gösterdi sana ki aşkla belâ istiyorsun sen?
Aşka gittim de bu kaça dedim; buna
değer biçilemez ki dedi;
Ancak padişah Tebrizli Şems’e,
başını ayak eder de gelirsen elde edebilirsin.
CCXXVI
Günde iki bin defa gelsen, her
defasında da
can gibi bir işe gelirsin sen.
Yaşayışı tazelemek için dünyaya bahar gibi geliyorsun.
Şekerler, ballar gibi geliyorsun da bu yüzden âşıkların hepsi de
helvaya düştü.
Şarap sun, irâdemizi al elimizden; çünkü zaten tüm irâde
meclisinden geliyorsun sen.
Senin kucakladığın kişi, dünya halkını bırakır, bir yana çekilir
gider.
Tapında susmak daha doğrudur; çünkü y aratanın tapısından
geliyorsun sen.
Seni gördük, elden çıktık; çünkü oturamaklı bir âlemden geliyorsun
sen.
A kuş, Arş’ın kemerinden uçup gelmedesin; a arslan, ç ay ırlıktan
çimenlikten geliyorsun sen.
A her yanı kaplamış deniz; ne de yaman coşuyorsun; a dalga, ne de
kararsız geliyorsun sen.
CCXXVII
O Mesîh’in dinine mensup güzeli düşünme de, gönül hastalanmasın,
karasevdalara düşmesin.
* Lâ havle oku, esenlik yolunu tut; o güzelliği, o alımı düşünme.
Fakat fırsat nerde ki lâ havle okuyasın; bir soluk bile ona
sabretmeye imkân yok ki.
Balık nerden sabredecek denize? Yahut can dudu kuşu nerden
şekerler çiğnemeden vazgeçecek?
O darmadağın, o haça benzeyen saçlar yüzünden dinle iman nasıl
olur da dağılmaz?
Gönül, yüzünün ateşinde bir kor oldu; akıllar yel ölçüp poyraz
biçmeye koyuldu.
Gönül, neden iki düny ay a da yabancı? Yerden, yersizlik,
mekânsızlık sıfatları kaçıyor da ondan.
A beden, ne diye şu dünya dikenliğine düştün; nasıl oldu da diken
çiğnemeyi huy edindin?
A akıl, git de gelin başı, gelin yüzü süsle; bu sanatla övün,
çünkü âlemi de bezemektesin sen.
Şu mektepte bir hocalıktır edinmişsin; işe işler katmada, işi
boyuna arttırmadasın amma topladığını da adamakıllı tutansın sen.
* Bû-tîmâr kuşu gibi boyuna deniz kıyısındasın; fakat izin yok ki
bir kerecik dudağını ıslatasın.
Bunların hepsi de gitti; hadi sâkî, kalk da gönlü susamışlara
sakalık et.
Doğu ne yapar? Işık yakar ancak; padişah ne iş görür; padişahlık
eder, sultanlık sürer.
Kara dumanı arıttın, aynayı cilâladın mı, dünyanın yüzü parıl p arıl
p arlar.
Hani, şarap bile şaraplığı ondan öğrenmiştir; işte o cana canlar
katan şarabı sun.
Tek bir zevktir ondan gelen, eşi yoktur; öylesine bir işrettir ki
arifin canı bile tekliği ondan öğrenmiştir.
Kim fırsat bulur da elinden o şarabı içerse
“Yoktur tapacak” gussasına düşmeden, “Tanrı’dır ancak” makamına
varır.
Ne mutlu çağdır o çağ ki sürahiyi uzaktan sarhoşuna gösterirsin.
Şarabın aslı toprağıma vurdu mu, bedenimin toprağı sırça kesilir
gider.
Aşk denizinin sıfatları coşuyor; emredersen anlamı kapalı bir iki
söz diyeyim.
Emretmezsen söylemeyeyim, öylece dursun; y alnız bir ben b iley
im, bir de sevgilim bilsin.
Bundan da geçtim, o kızıl şarabı, o binlerce safralının safrasını
bastıranı, sararmış, solmuş rengine renk vereni sun.
(c. II, s. 42) Sun da gün günün dertlerinden kurtulsun; şu Hintli
gece de lalalığı bıraksın artık.
Hal kapın kapalı galiba ki boyuna sözün ardına düşüp gelmedesin.
CCXXVIII
Gücüm kuvvetim uçtu gitti; ne düzenim kaldı, ne hilem; şiddetler
içinde feryat etmek için sabahladım bu geceyi.
Gündüzün, aşk derdinden zulmeder, günümü karartır; artık geceleyin
ne hallerdey im, nasıl haber verebilirim size?
Ne derdim doldu, tükendi, ne aşkım, iştiyakım; ne de ölçeğim
razılığınla doldu senin.[85]
CCXXIX
Dilberimizin izi kimde var; kimin evinde bir Ay gizlidir.
Gözsüz o larak güzelliğini kim görür onun; dünyadan dışarı kimin
bir dünyası vardır?
Avı can olan oku atan yay kimdedir; onu göster bana.
Her yanda bir güzel var; fakat sûfî, alımlı olan hangisi, sen ona
bak.
Halkın şu görünüşü, hep şekilden, resimden
ibaret; kimde can var, can bilir ancak onu.
Bunların hepsi de yoksul, hepsi de başak toplamada; inciler saçan
el, kimin eli?
Dünya çengele dönmüş; üstüne takılandan haberi bile yok; madenden
haber alan nerde?
Tebrizli Şems’in zamanı, ne mutlu zaman; fakat bir de bak bakalım,
o zaman kime nasip olmuş?86]
CCXXX
Gücün yettiği kadar sevgiliyle uyuşmaya bak da kimsesiz kalma,
belâlara uğrama.
Uyuşma sırrını bilirsen abıhayat kaynağına yol bulursun.
Sevgilinin gölgesinde yürü, tek ol; kendinden bir iz, bir eser
bile gösterme.
Koca bir sağrak bile sunarlarsa çek, çekinme; a can, vazgeç şu
ağırcanlılıktan.
A gönül, bundan böyle bir şekil kabul etme
artık, suya dön, su gibi ak git.
Şekil kabul etmek, cansızlıktan ileri gelir; eğer can şarabını
içmişsen, o şaraba katılmışsan, donup taş kesilme.
Gönül meclisine gel; orda zevk var, neşe var; eş dost da göğe
mensup.
CCXXXI
Cana benzeyen şarabı içmek için uyandırın sarhoşları.
A ölümsüzlük şarabının sâkîsi, evveline evvel o lmay an küpten
doldur onu.
Boğazdan geçmez amma dili açar o şarap.
A sâkî, canı, o gayb sırlarını bilen yüce canı şarap tulumuna
döndür.
Sonra da o tezcanlı ağır tulumu, sabah şarabı içenlerin yanına
çek, getir.
Sun filân oğlu filâna, sarhoş gözlerinin sağrağıyla şarap.
Göz göze öylesine bir şarap sun
ki ağzın haberi bile olmasın.
Çünkü sâkî, gizli şarabı
mecliste öylece bırakmış.
Tez ol ki göz o apaçık şarabı
zerre zerre aramada.
O misk ceylanına benzeyen
tulumu eline al da gökyüzünün göbeği çatlasın gitsin.
Çünkü o miskin burcu burcu kokusu,
Yusuflarda bile sabır, karar bırakmaz.
Mektup geldi mi, inciler saçan
Tebrizli Şems’e secde et.87]
CCXXXII
A bizim uykumuzu dağıtan güzel;
sonra da tuttun, gittin, bir köşeye oturdun,
Hepimizi de tuzağa bağladın,
derken biz bağlandık, sen sıçradın, tuzaktan kurtuldun.
Senin kadehinden başka ne küfür
vardır, ne
iman var; yarabbi, ne de uzun elliymişsin.
Uyku, huzur gittiyse gam değil; sen varken devlet, kucağımızda
bizim.
Âşıklara sen sâkî olduktan sonra bundan böyle ömrümüz boyunca
içeriz, sarhoşuz artık.
A şeklin canı, canın şekli, bütün güzellerin pazarını kırdın
geçirdin.
Hayalin bize put olduktan sonra puta tapmak vacip oldu bize.
* îkinci akılla birinci nefis gelmiş, tapımızda gönül alçaklığı
ediyor bize.
Bu sözler benim vehmim, seni anlatmak değil; sen nasılsan öylesin
ancak.
BAHR-İ HEZEC
-SÂLİM-
mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün
— A —
(c. II, s. 43) A efendim, ha bugün olmuş, ha yarın, bizimsin sen;
gecem, gündüzüm seninle aydın; ne de güzel, ne de süslü püslü.
Sen şekilden tamamıyla tertemizsin, fakat nurunun ışığıyla her
solukta bir şekil gösterirsin; hem de ne güzel, ne yüce bir şekil.
Kaşı şöyle yaptın, Çin resimleri gibi bir şekil mey dana getirdin;
o şekil, o alım yüzünden de beni akılsız, dinsiz bir hale soktun.
Bana, bu aşk, ne biçim aşk diyorsun; ne yüce bu, ne de aşağılık;
şu denizin dalgaları içinde ağsız, oltasız ne çeşit bir av bu?
A her kutlu kişinin sevgilisi, mademki biliyorsun, ne diye
soruyorsun bana? Yüzlerce Arş’ın, yüzlerce Kürsî’nin sırrı senden belirir,
senden meydana gelir.
Bana öylesine bir ateş saldın ki canım yerlere döşendi; her taraf
tüm ateş kesilince de yüzlerce
şey, tek bir şey olur gider, ne de hoş ya.
Gönder o aşk sâkîsini de döndürt ölümsüzlük kadehini; hem de
öylesine döndürt ki dalgalanıp kavuşmamız yüzünden kadehini ayırt edemeyeyim
şarabından.
Bu anlamı kapalı sözü sen söyle; âlemin tapı kıldığı Şemseddin’e
de ki: Bu yüce nükteyi, yolu yordamı güzel Tebriz’e sen götür.
II
Ada sana, âra namusa düşkün adam için, can sâkîsi sana diyor ki:
Bu çeşit kaba ve ham kişiyi alma meclise.
Her işi yanlıştır, bir şeycik bilmez; bütün didinmesi ya ad san
içindir, ya ekmek için; mademki senin canın olgun, al şu şarabı.
Kanımızı döküp kısas etmekle halâs olacağını umma; ileri
gidenlerin, geri kalanların hatırı için öz sâkîni bırakma.
Çek yücelik kadehini, feda et canını, malını; şu
helaldir diye maskara etme kendini; haram şeye de şarap adını
takma.
Addan sandan lâf edeni bırak; varsın kendi çevresine tuzak ören
kuş gibi patlasın derdinden.
Şu tuzakta, şu yemde sevgilinin aşkından başka bir şey arama; ne
gökten bahset, ne evden barktan; tut ki evi, damı görmüş geçmişsin.
Ş, k, r harflerine, kamıştan şeker deme; şekilden, sözden ibaret
olana diri kişiye verilen lâkapları verme, onu diri sayma.
Şekilsiz can kesilirsen gizli kalmışsın, ne ziyanı var? Ne diye
mutlaka bir haber verme kaydına düşersin ki?
Gel a mahrem gönüldeş, al şu kutlu sevinç kadehini; öylesine
sarhoş ol ki ne oturduğun yeri fark et, ne durduğun yeri.
A yollarda yelip yortan, yürü, o cana canlar katan güneşe git de sevdalarla
dopdolu olan şu Mecnun’dan oraya bir selâm götür.
A Tebrizli Şems de; bıldırki şaraplarla sen
doldur kadehimi; bir kuluna buyurma, sen doldur.
III
Horlanmaktan, aşağılanmaktan ağlayıp duruyor, inayetleri hiç
görmüyorsun; ya Tanrı inayetlerini isteme; yahut da az şikâyette bulun.
Sana Firavun’a yakışan yücelik gerekse ver o aşkı; zapt et şu
illeri.
Ne mutlu o cana ki sonlardaki bahta erişmek ümidiyle daha önceden
horluğu canla, başla alır da öper, başına kor.
Ağzını yummak istiyorsan devlet zurnasını çalma; hafız, ağzı
yumulu olarak âyetler okuyamaz ki.
O denizden binlerce kol ayrıldı, her yana bir ırmaktır aktı; o
ırmaklar her can bahçesine akar, her canı sular.
A gönül, sen dereye bakma da daralma; bir önüne, bir de sonuna
bak; her şey sonunda bir
araya toplanır; maksada varır.
Miske bir domuz düşse, yahut pislik içinde bir insan doğsa, her
biri rızk bakımından da aslına gider, her bakımdan da aslına varır.
Bu kapının uyuz köpeği bile dünyadaki bütün arslanlardan yeğdir;
hiç olmazsa Tanrı aşkından lâf eder; görüp gözetmeyi bilir.
Sen âşıkın adının kötüye çıkmasını alçak kişilerin horluğuy la bir
tutma; âşıkın başında aşk şahından verilmiş bayraklar dalgalanır.
Tencere altın olursa yüzü kararmış, ne gam. Her yaraya karşı
canından hikâyeler parlar durur.
Sen Tebrizli Şemseddin’in ve aşkının yüzünden sevin; çünkü onun
aşkından safâlar bulursun, lûtfundan korunmalar elde edersin.
IV
O padişah geldi, o padişah geldi; sayvanı süsleyin; o Ken’an
güzeli için bileklerinizi bile
doğrayın.
Canın canına can olan geldi; canın adını anmak yaraşmaz; onun
tapısında can ne işe yarar? Ancak kurban olmaya.
Aşksız yolumu yitirmiştim; ansızın aşk çıkageldi. Bir dağdım
âdeta; padişahın atına saman oldum.
Türk olsun, Tacik olsun; bu kul ona yakındır; hem de canın bedene
yakın oluşu gibi; ancak beden, canı bir türlü göremez.
Hadin dostlar, baht geldi, devlet geldi; varı yoğu bağışlama çağı
geldi; şeytanı azletmek için bir Süleyman geldi, tahta çıktı, kuruldu.
Ne diye eğleşip durursun? Sıçra yerinden, neden elin ayağın yok? Bilmiyorsan
hüthütten öğren Süleyman’ın köşkünü.
* Orda gizlice konuş onunla; sırlarını, dileklerini söyle;
Süleyman bütün kuşların dillerini bilir.
A kul, söz yeldir, gönlü dağıtır gider; fakat
dağınık şeyleri topla diye buyuran odur.
V
Şu ovadan kopup parlayan can zerrelerine bak; burdaki şu denizi,
birbirine çarpan şu gemileri seyret.
Azrâ’ya bak, Vâmık’ı gör, o ateşteki yaratıkları seyret. Sevgiliye
bak, âşıkı gör, o padişahı, o tuğray ı seyret.
înci, o uçsuz bucaksız ummana düştü; fakat ne gizlendi, ne ıslandı;
ummandan öylesine bir ateş çıktı ki orda her şey hem yok sanki, hem de var.
Mademki vakit erken, yavaş yürü; mademki gözün kapalı, lâf etme,
yorulma, yukardan aşağıdan bahsedip durma.
Eğri akla doğru gelirsen kazadan bir kindir belirir; o akıl da zaten
inmeli gibi, yok-yoksul gibi olduğu yerde kalakalmıştır.
Adamsan şu denizde tut soluğunu; a gam, bugün olsun, yarın olsun
bu gerek sana.
Şu inci, denizden utanır; zaten
suyun, toprağın yeri mi? Aklın, gönlün sözü mü olur? Onlar bu denizin köpüğü
bile olamazlar.
Şu gönül ne sevda pişirir; şu
can ne biçim bir safra peydahlar ki işe işler katan akıl, seni böyle başı
dönmüş bir hale getirmede?
Tebrizli Şemseddin’den ne de
güzel inciler eleyen, mücevherler saçan bulut; şu kavgalarla dolu dünyada ne de
güzel emniy et, ne de hoş şekerler saçış.
VI
Can padişahı, satranç
oyunundaki piyade gibi haneden haneye sürüy or bizi; acaba kazandı mı, mat mı
oldu? Çünkü sınanan biziz.
Her yandan cüzlerimizi derleyip
toplamış, âlemi düzmüş, koşmuş, onunla da bizi yoğurup macun haline
getirmiştir.
Burnumuzu delmiş, hırstan,
şehvetten bir yulardır takmıştır da, şu âlemin çevresinde deve gibi döndürüp
dolaştırmadadır bizi.
Biz kim oluyoruz ki? Gökyüzüne
bile öküzler gibi bir çan takmıştır; biziyse gökyüzünün altında susam gibi ezip
durmadadır.
Ne mutlu o deveye ki Tanrı
aşkının yularıyla bağlanmıştır; o bizi de develer arasında boyuna esritip
coşturmadadır.
VII
Sen hiç bu sevdaya doyan âşık
gördün mü? Sen hiç şu denize doymuş balık gördün mü?
Sen hiçbir resim gördün mü ki
ressamdan kaçsın? Sen hiçbir Vâmık gördün mü ki Azrâ’dan usansın?
Âşık ayrılıkta anlamı olmayan
ada döner; fakat anlam da bir sevgili gibi adlara boş vermiştir.
Deniz sensin, benim balık;
nasıl dilersen öyle olurum; acı, padişahlık et; senden ayrı kalmışım, sensiz
kalmışım ben.
A övünen padişahlar padişahı,
bu ne rahmet kıtlılığı? Senin bulunmadığın an, ateş işte böyle
yüceleri sardı.
Ateş seni görse siner, bir bucağa gider, oturur; çünkü ateşten gül
devşiren kişiye ateş gül-i rânâ verir.
(c. II, s. 44) Bu dünya sensiz azaptır; dilerim, bir an bile
sensiz kalmasın. Canına and olsun ki sensiz can bize işkencedir, belâdır.
*
Hayalin bir sultandır ki
Süleyman’ın Mescidi Aksâ’ya gelişi gibi salına salına gönüle gelir.
Gönülde binlerce meşale yanar, bütün mescit apaydın olur,
Rıdvan’la, hurilerle dopdolu bir cennet kesilir.
Hay ulu Tanrım, hay; gökyüzünde bunca Ay; şu çadır, hurilerle
dolu; fakat körün gözünden gizli.
Ne de gönlü neşeli kuştur o kuş ki aşkta bir konak bulmuştur;
Zümrüdüanka’dan başka hangi kuştur Kafdağı’nda konak tutan; o dağı yurt edinen?
*
Padişahlar padişahı Şemseddin,
ne de
*
Tanrısal bir Zümrüdüanka’dır;
bir güneştir o ki ne doğudadır, ne batıda; ne de yeri yurdu vardır onun.
VIII
A Müslümanlar, a Müslümanlar,
güzelliği, yarım bir dikeni bile yüzlerce Firdevs bağına çeviren bir sevgiliye
ne demeli, ne söylemeli?
Aşkı bir ülkeye bir an şeref
verdi mi, mekânları mekânsızlık âlemine döndürür, yerleri b aştan başa maden
eder.
Tanrım, ne de nurdur bu ki her
huriye güzellik bağışlar; lütfeder de ateşi bile abıhayat eder gider.
Aşkını bir tuttu, sıktı mı,
binlerce ilkbahar getirir; artık ilkbaharı kıskançlığından kırmış geçirmiş,
ziyanı mı var?
Yüzü güneştir, dünyaysa o yüze
bir perde; fakat resim, şekil, resimden, şekilden başka ne görebilir ki?
Gül, ona o güzelliği vereni
tanımasa, bilmese bile güzelliği tanıklık eder ki bu bağışlar bir
padişahtandır.
Gülün bundan haberi olsaydı
boyuna al al, terütaze kalırdı; çünkü aklı başında olan kişinin yaşayışına bir
âfet gelmez.
Öylesine bir sevgili seç ki işi
gücü bu yandan olsun; sonucu can verecek bir güzele ne diye can vermeli?
Tebrizli Şemseddin yüzünden
kanlar dökmeye kastettim; elimde öylesine bir aşk var ki Zül- fekaar’a
benziyor.
IX
Renge, şekle tat veren, alım
bağışlayan şey nedir? O, gizlendi mi, şekil şeytandan doğmuşa benzer gider.
Bir solukcağız şekle vurdu mu,
dünya aşkla altüst olur; fakat gizlendi mi, gam gelir, konar, şekli neşeli
göremezsin artık.
O şey, şu cansa eğer, neden bâzı kimselerin canı ağırdır? Nice
canlar vardır ki ateş gibi, şekli yele verir, savurur.
O hünerlerle, marifetlerle dolu şey akılsa, ne diye akıl şekle
düşmanlık eder? Bedendeki aklın düzenidir ki şekli kökünden söker.
Eğri akıl ne bilsin onun nimetini? Akla sorma da incitme onu; onun
lûtfudur, onun bilgisidir ki şekli düzer, koşar.
Ne de lûtuftur, ne de nur; ne de hazırdır, ne de uzak; böylece
apaçık meydandadır da gene de gizlidir; şekli râm eder durur kendine.
Dünyayı bir çadır yapmıştır; bedenleri cana döndürmüştür; sınamak
için şekli aşkla bir usta haline getirmiştir.
Tebriz’i döndüm dolaştım; Şemseddin’den sordum; o sırrı ondan
gördüm; şekli icat eden tamamıy la o.
* Berat geldi, berat geldi; berat mumunu dik. Hızır geldi, Hızır
geldi; abıhayatı getir.
* Ömer geldi, Ömer geldi, bak da gör, şeytanın başı aşağıda; seher
geldi, seher geldi; boyuna sürüp giden uykuyu bırak.
Bahar geldi, b ahar geldi;
tutsakları seyret, kurtulmuşlar. Bahçeye gel, bahçeye gel, kurtulanları gör.
Koyun burcunun güneşi geldi;
yalımları işe koyuldu. Bedahşan lâ’lini gör, zekât olarak verilen yakutu
seyret.
O padişahtır, o padişahtır
gene; topraktan bitki bitiren; bitki güzellerine can bağışlar o, can bağışlar.
Ağaçlara bak, ağaçlara bak;
hepsi de oruçlu, hepsi de namazda; kabul edildi, kabul edildi namazdaki
dilekleri.
Öylesine ışık saçar, öylesine
ışık saçar ki zatını göremezsin; gör bâri, gör bâri sıfatlarının tecellisini.
Gül bahçesinin mahmurluğu vardı
karakışın cefasından, mahmurluğu vardı gül bahçesinin; gönderdi o, gönderdi o
bitki şuruplarını, bitkilerden yapılan ilaçları.
Muştula, muştula beden mahpuslarını;
mahşer geldi, mahşer geldi şehit olup ölenlere.
Şakayıkı gör, şakayıkı gör;
şükrediyor, fakat söz söylemeden; sen de yenilen, sen de yenilen; bırak şu
bayat sözleri.
Bahçedeki çiçekler, meyveler,
her ağacın beratı; ağaçlar, tohumum çürümemiş diyor, bak da gör sıfatlara ait
buluşmayı.
İnananların beratı da doğru
söyleyen dil, b alkıy an yüz; doğru sözle nurlu yüz, canım der, buluşmayla
buluştu, ayak diremeyen iğreti şey leri bıraktı gitti.
XI
Bahar geldi, bahar geldi,
sarhoşlara selâm getirdi; o güzeller peygamberinden selâm getirdi sarhoşlara.
Süsenin dili sâkîden rivayette bulundu, sarhoşların kerametlerini
anlattı; selvi süsenden bunları duydu da ayağa kalktı sarhoşlara.
Bahçe önce meclise çiçekler saçtı, sonra mezeler getirdi; çünkü
dağ lâlesinin kadeh sunduğunu gördü sarhoşlara.
Nisan bulutunun ağlayışından, kışın soğuk soluğundan, ne düzenler
düzdü perde ardında da sonucu, faka bastırdı; sarhoşları?
* “Rableri suvarır onları” şarabını içtiler, adı sanı y itirdiler;
sâkînin mektubu gelince ne çeşit bir ad san getirdi sarhoşlara?
Gönül buhurdanında üzerlikle ödağacı y akıy or; çünkü ay rılık
soğuğu nezleye uğrattı sarhoşları.
Gel, gir ölümsüzlük gül bahçe sine; yücel, çık o madenin damına ey
sâkî; çünkü görünmez gizlilik evinden de sürdü, çıkardı dama sarhoşları.
Güzeller ağır elbiseler giyindi, gel, bahçeye gir de seyret; sâkî
ne gerekse hepsini de getirdi
sarhoşlara.
Canları bahar getirdi, bizi de sevgilinin güzelim yüzü; bak da
gör, bütün bu devletlerden hangisini getirdi sarho şlara.
Devlet sâkîsi, ansızın padişaha mahsus kadehle gece şarabı getirdi
sarhoşlara.
XII
Gökyüzü malına Utarid’in Müşteri olması gerek, o dünyanın ışığını
görmeye Mirrîh gözlü bir Ay lâzım.
Bir şaşılacak can gerek ki can feda etmeyi bilsin; gizli gelinleri
görmeye iki can gözü gerek.
Bir göz vardır, açılmış; can cilâsını kabul etmiş; bağı görüp
gözetmek için ondan da nerkis gibi uyku gitmiş.
Şu beş duygunun, altı ırmağa benzeyen altı y önün ardında böyle
bir bağ, böyle bir altı ırmak var; fakat arpadan az bile olsa kıy aslamay a
imkân yok onları.
* Saflara yardım bayrağını vermiş, padişahlara ümmeti bekleme
ödevini; birlik avcuna da Seb’a’l-Mesânî incisini koymuş.
Herkes yapıyı görsün de bu delille yapıcıyı bilsin diye şeytanın
belini kırmış, padişahın yüzünü görmüş.
Ne de arı duru, ne de hür, şarap gibi hem tatlı, hem acı; böyle
bir inciyi haydutluğu bırakan çalabilir ancak.
Denize yöneldik, tatlı meyveler yedik, sular içtik; bedavaca
inciler elde ettik; bize paranın pulun lüzumu yok artık.
Susamışken suya kavuştuk, çırçıplaktık, rızk bulduk; bâzı kere de
arslanla görüşüp konuştuk; ölümden korkumuz yok.89]
Zamanının Mûsa’sısın, kabarıp ilerleyen, azalıp çekilen denize
gir; Firavun’un yolunu kesmek gerek, bırak şu çobanlığı.
A sâkî, canın için, genç, dinç devletin için
olsun, erguvan renkli şarap kadehini parmaklarınla tut da sun
bize.
Padişahlık şarabını döndür;
çünkü sen hem bizimle aynı derde sahipsin, hem aynı yolun yolcususun; derdin
izini görmek istiyorsan gel de gör bizde.
Gel de sun o kızıl şarabı;
çünkü o, hem denizdir, hem inci; sınanmaya değer eşini bir sağrakla çırılçıplak
soy gitsin.
Git a sarhoşların yolunu kesen;
b ırak hileyi, düzeni; çünkü bu bahçede hileye, düzene yol yok.
Verdiği cevabı altınla satın
almamışsın a can; Hintli bedava malın değerini bilmez ki zaten.
XIII
Bedenin kadir gecesidir; onun
yüzünden devletler elde ederler. Canın dolunaydır; karanlıklar onun yüzünden y
arılır, yok olur gider.
* Tanrı takvimisin galiba; talihler hep orda; yahut da bağışlama
denizisin; suçları orda yıkar, arıtırlar.
* Yoksa Levh-i Mahfuz musun ki gayb dersini ondan alırlar; y ahut da
rahmet hazinesi misin sen ki ordan elbiseler giy erler.
* Acaba göklerin tavaf ettiği Beytü’l-Mamûr musun; yoksa yayılmış
kâğıt mısın ki ondan şerbetler içerler.
Yahut da o neliksiz-niteliksiz
rûhsun; her şeyden dışarısın; künhünü anlay ışta kuruntular da baş aşağıdır,
düşünceler de.
(c. II, s. 45) Fakat
neliksiz-niteliksiz doğularından p arlay ıp doğar, nelik-nitelik âlemine
vurursun da lûtfunun eserleriyle ülfet edenler yanılırlar.
Ay gibi bir acayip Yusuf’sun ki
aksin yüzlerce kuyuda görünür; Yakublar bu yüzden milletlerin tuzaklarına, kuy
ularına düşerler.
Fakat saçını ip yaptın mı
onları kuyudan çeker, çıkarırsın; onları rahmet kucağına alırsın,
şaşkınlıklardan kurtarırsın.
Şaşkınlıktan kurtulunca da onun sıfatlarına bürünürler. Sus artık,
çünkü sözler de, ibretler de kırıldı döküldü.
XIV
Bu güzelim devlet yurdundan bir soluk bile çıkma a gönül. Bir an
can şarabını iç, bir lâhza şekerler çiğne.
*
İçyüzü Akl-ı Küll gibi;
görünüşteyse sanki gül demeti; bir an tüm emrin ilhamı gelmede, bir an “Biz
verdik” hükmünden elbiseler sunulmada.
*
Can düşünceleri, pişmanlığı
olmayan bir hoşluk, bir güzellik; hem de gizli savaştan, gizli meclisten;
“Yahut da daha gizli” denen sırrın da sırrından gelmede.
Her yüzün alımı, o denizden bir katre; fakat susuzluk illetine
tutulmuş kişi nerden bir katreyle kanacak?
A gönül, sana zindanların şu
daracık bucağından meydanlara bir yol var; yoksa ayağın uykuya mı daldı da sen
kendini ayaksız sanıyorsun.
Şu aradığın rızktan başka ne gizli
rızklar var; ekmekçinin sanatından dışarı, ne ekmekler pişirmişlerdir.
İki gözünü de kapamışsın; nerde
aydın gün diyorsun; güneş gözüne vuruyor da b uracıktay ım ben, aç kapıyı
diyor.
Bu yandan çekerler seni, o
yandan çekerler; gitme a tortulanmış arı duru su; kurtul şu tortudan,
bulanıklıktan da yücelere yüz tut.
Gönül halvetinin tam içinde
giyinip durduğun her düşünce, rengiyle, şekliyle yüzünden belli olur.
Her ağacın gönlü hangi
tohumdan, hangi taneden su içerse o içtiği su, dalında, y aprağında belirir.
Elmadan su içmişse ondan elma
yaprağı biter; hurmadan su içmişse hurma verir.
Nasıl hekim, hastaların betinden benzinden hastalığı anlarsa can
gözü açık olan da yüzünün, gözünün renginden, senin dinini, inancını anlar.
Dininin halini, sevgini, kinini renginden anlar; fakat gizler,
rüsvây etmez seni.
Mektuba bakar, fakat dudağını oynatarak okumaz; ancak şu gebeden
yarın ne doğacak; bilir onu.
Gördüğünü söylese bile gizli kapaklı söyler; sende de istek derdi
varsa o anlamı gizli, o işaretten ibaret sözü anlarsın.
Fakat istek derdi yoksa sende, tut ki apaçık söylemiş; anlamaz,
başkalarının masalı sanır, her yana sallar durursun.
XV
N’olur sevgilim yarın elimi tutsa benim; pencereden başını uzatsa,
ay değirmisine benzeyen o güzelim yüzünü gösterse bana.
Canıma canlar katanım kapıdan girse de elimi,
ayağımı çözse; çünkü ayak direyip duran ayrılık, elimi de bağladı
benim, ayağımı da.
Ona derim ki: Canına and olsun a benim canımın yaşayışı; sensiz ne
işret sevindiriyor beni, ne şarap sarhoş ediyor.
Nazlanır da git, ne istiyorsun benden; korkuy orum senin sevdan
bana da bulaşır da sevdalanırım derse.
Kılıcı, kefeni alıp önüne kor, kurbanlık koyun gibi y atar,
boynumu uzatırım da eğer derim, başını ağrıtıy orsam kes boynumu, hem de diley
e isteye kes.
* Sen de bilirsin ki sensiz yaşamayı istemem; “Ölüyü dirilten,
mezarından çıkaran” Tanrı’ya and olsun, ölüm bence ayrılıktan yeğ.
Bana inanmıyor musun ki benden yüz çevirdin; düşmanların sözleri
asılsızdır, iftiradır deyip dururdum ya sana.
Canım sensin, ben cansız yaşayamam; gözüm sensin, sensiz görür göz
istemem ben.
Şu sözleri bırak a çalgıcı,
zurnan yoksa rebâbı, tefi al, bir perdedir tuttur.
XVI
Hadi a parlak Zühre, çek o
parlak güzelin kulağını; bu çekişle gönlümüze bir iştir açtın sen.
Muradının muratsızıyım, senin
avın olmak, senin tuzağına düşmek için; gâh damındayım senin, gâh ovanın, çölün
yolunu tutuy o rum.
Çaresiz tuzak, başıboş kuşu
aldattığını ne bilsin? Mısır Yusuf’u nerden bilecek o gürültünün, o kavganın
sonucunu?
İstediğin kişinin yakasına
yapış, bir güzelce çek buraya; çünkü ben tuzağım, sense avcısın; ne de gizli
bir sanatın var a sevgili.
* Lût’un şehri gibi yıkık bir şehrim, Lût’un gözleri gibi hayranım.
Sebebini sormak istiyorum; fakat nerde o yürek bende?
*
Attâr âşıktı amma Senâî
padişahtı, daha
*
üstündü, bense ne buy um, ne o;
başımı, ayağımı kaybetmişim ben.
Bir ahım ki bu ah, çölümü,
ovamı da yakar, yandırır, çadırımı, obamı da kül eder gider; bir kulağım ki
şekerler yiyen padişahlar padişahına vakfolmuş gitmişim.
Sus; canı yücelerin çekişine istidatlıysa,
can susarken kehribar gibi çeker onu.
XVII
Aşk oltası canımda onun
saçlarının büklümleriy le bilişince, puta tapan canı aşk hançerine el attı.
Devlet gönlün kulağına eğildi
de can bizim aşkımızla kurtuldu dedi; şu gönül de o kurtuldu sözüne binlerce
can feda etti.
Can kıskançlıkla düşüp yerlere
serilince, devlet artık kolay kolay sıçrayıp kalkmaz; şu gönlümle canımsa
oturmuş da onun sıçramasını bekliyor dedi.
Mademki varlık yokluktadır; şu
halde varlıkta var olan hiçbir şey yoktur; cana bir ateştir gelmiştir de bütün
varlığını yakmış gitmiştir.
Canın ömür fermanını devlet
elli kere, altmış kere okudu; onu düzdü, koştu, altmışıncıda, ebedîdir diye
tomara yazdı.
Ulular ulusu Şemseddin’in canı
öylesine yücedir ki yüceliği yüzünden, oturduğu kalktığı yeri ne Cebrâil bilir,
ne vahiy.
Şu aklım kadehini gördü de te
sti gibi kırılıverdi; fakat o kırılışıdır ki ona sonsuz sağlamlıklar bağışladı.
Canım da aşkını görünce şu
söyleyişten yüceldi; devletle yücelere de yüceliş verdi, aşağılara da.
A gönül, arslan avcısısın amma
o ceylandan gene de kork; çünkü onun sarhoş arslanının avları arslanlardır.
Yaşayışlar belirten kılıcıyla
ölümün başını kesince, devlet, atından indi de elini öptü.
* Tanrı’dan “Rabbimiz değil
miyim” sesi geldiği gün, bu sese ilkönce evet diyen Tebriz’di.
XVIII
Gece gündüz Şemseddin’in aşkına
düşmemiş olsaydık tuzaklara, sebeplere boş mu verebilirdik biz?
Aşkının okşayışları, sevgisinin
lûtufları, bütün zahmetlerden, bütün yorgunluklardan kurtardı bizi.
Onun can sevgisi de ne de
kimyamış ki bütün zahmetler, yorgunluklar, zevkin, rahatın ta kendisi oldu
gitti.
Tanrı’nın geliştirip y
etiştirme y ardımları, o padişaha hizmet etmek üzere bizi edep kaynağından
suladı, bitirdi; var etti, yetiştirdi.
O ulular ulusunun güzellik baharı, ansızın şaşılacak şakayıklar,
reyhanlar, güller gösterdi bize.
Ne devlet, ne saadet, ne baht, ne yüce yıldız bu ki bütün canların
dilediği canla bizi dilemekte.
Can kadehimiz dudaklarının şarabıyla dudağına kadar doldu, sarhoş
olup kendimizden geçtik de dudağını ısırdı, sarhoşluğunu belli etme demek
istedi bize.
Binlerce şükürler olsun o huyları güzelden, o şaşılacak dilberden,
görülmemiş bir bahttır yüz gösterdi bize.
Lütfedip sürahiler döndürdüğü o mecliste zevkin, neşenin gönlü de,
canı da değer bakımından ağırlaştı, çeviklik bakımından tezleşti bize.
Tebriz ülkesinde abıhayat kaynağı var; gönül bizi kınnap gibi o
yana çekip duruyor.
XIX
Gel de şu anda beden hırkasını atalım; gel de şu anda varlık evini
dümdüz edelim gitsin.
Kumara girişip varını yoğunu kaybetmeye bak, toprakla oynamayı
bırak; bir canım var ancak; şu anda oynayıp elden çıkarmak istiyorum.
Korkudan dünyanın ödü kopuyor; cansa aşktan uçuyor mu uçuyor; şu
anda uçuşumla kuşların hasedini çekmek, onları kıskandırmak istiy orum ben.
* “îki yay kadar kaldı araları, belki de daha yakın” okusun sen;
yayını ger; canımı şu anda siper edeceğim vakit geldi çattı çünkü.
Bu ateş yüceldi mi dünyadan bir figandır kopar; aman ver bana,
aman ver de şu anda y anay ım yakılayım; eriyip gideyim.
XX
Kim görmüştür bahtı yaver
olanların şehrini a âşıklar? Bir şehir ki oraya âşık az varır, sevgililerse çok
mu çoktur orda.
Oraya varalım, nazlanalım; orda
bir pazardır kuralım da gönüller güzel bir hale gelsin; çünkü hepsi de
adamakıllı ayaklanmış.
(c. II, s. 46) Böyle bir şehir bulunmaz
ya; fakat şehirliden de gizli; orda adalet var, insaf var; sevgili de Müslüman.
Bu yanda da ateşi y alımlay an
o eşsiz sevgilinin yüzünden, âşıklar kuru ödağacı gibi yanıp y akılmada.
Tanrım, ihsanın için, parıl
parıl parlayan nurun için olsun, darmadağın söylüyorum; kusuruma kalma; gönlüm
darmadağın zaten sensiz.
Sarhoşları tutmuyorsun,
darmadağın olanlara bakmıyorsun sen; ne mutlu o kişiye ki onu tutarsın,
seversin; canım da onların sarho şu ya.
Fakat tuttuğunu da atarsın sen;
ne tasan var; ne kaybedersin ki? Orda âşık, ot gibi, çöller kadar, kumlar
sayısınca.
Mirrîh gibi kanlar döken gözü gülüyor da korkmuyor musun diyor
bana; a sevgili; Mirrîh güldü mü, kan kokusu gelir.
Gönlüm kendine geldi; şikâyeti bıraktım; bir canın düşmanıysa ne
çıkar? Binlerce can bağışlar gönül ona.
Kızgın bir kadıyım ben; sevgili can istiyor, can da sevgiliyi
aramakta; iki düşman da hoşnut.
Can bir zerredir, oysa Zühal yıldızı; can meyvedir, oysa bağ
bostan; can katre dir, oysa umman; can habbedir, oysa maden.
Sözü kabuk içinde, gizli kapalı söylüyorum; bu sözün canı aşk; ne
düşünceye sığar, ne söylemeye imkân var.
Sus, dünyaya benze, onun gibi sus, sarhoş ol, başın dönsün; düny a
körkütük sarhoş değilse ne diye düşüp kalkmada?
XXI
A gönül, senin can perdenin ardında bir bölük halk gizlidir ki
onların hepsi de teklik kılıcının yarasıyla hem can kesilmiştir, hem de
cansızdır.
Sen eksikten, artıktan bahsetmiyorsun; niceye bir düşünüp
duracaksın? Gel de kendinden geçiş dinine gir; onlar da kendilerinden
geçmişlerdir de birbirlerine akraba olmuşlardır.
Ne denizler içerler, sömürürler de denizler gibi coşarlar,
köpürürler; susarlar amma bilgi sahibidir onlar, bilirler.
O mercanlarla dolu denizde can gibi bir topluluk var; boyuna dönen
gök kubbenin ardında can Burâk’ını sürüp dururlar.
A oturamaklı derviş, kendine gel, tez canlı ol, ona uy da daha
çabuk davran; erlerin meclisine geç, otur; onların hepsi de rint canlardır.
Padişahtır onlar, yoksullardır; sarhoşluktan hepsi de kendinden
geçmiştir; topraktadır onlar,
fakat padişahtır onlar, sultanlardır.
Aşk definesinden altın dökerler, Tebrizli Şems’in kuludur
kölesidir onlar; lâ’l, yakut madeni kesilmişlerdir, dünyanın direkleri olan
dört unsurun canıdır onlar.
XXII
Ay yüzlüm geldi mi, can dediğin de kim oluyor? Aydın günü gördün
mü, bekçinin ne işi kalır ki?
Ay’ın aylık etmesi, işinin boşa çıkmaması için güneşin ettiği
lûtfa bir bak; geceleri gizlenir gider.
A gönül, kaç git bu evden; gönlü daraltıyor, sıkıyor; bize yabancı
bu ev; döşemesi gökyüzü olan bir gül bahçesine, bir sayvana git.
Kinlerle dolu barışından, şu yalancı sabahından vazgeç dünyanın;
bu çeşit sabahlar daima kervanı helâk edegelmiştir.
Yaratıklara can bağışlayan gerçek sabahı ara; o
sabahtır ki binlerce sarhoşa sabah şarabı sunar, binlerce âşıka
aman verir.
Parladı, yalımlandı mı gamı,
tasayı yandıran ateşin ne yanına bir gül eksen, fidanı bir gül bahçesi olur
gider.
İyi işli, insanı her âfetten
korur, ince, ay yüzlü bir sevgiliye yüzlerce can feda olsun.
Bir güzel ki ağzından şekerler
dökülmede; şarap gibi insanı oynatmada; bir sarhoş ki güzelliklerle karılmış,
vuslatı da daimî.
Hamamdaki resimle bir soluk bir
yatakta yatar, uyursa o resim canlanır, benim gibi elceğizlerini çırpmaya
koyulur.
Elbette başıboş gönlümüze o
dilberden bir haber gelir; elbette bir gece olur, yıldızımız o Ay’la kıran
eder.
Yüksek damdan ansızın bize yüz
gösterirse sölpük adımlı hevâ ve heves, merdiven kesilir o an.
Sabırla dost olan da nerde?
Âşık, Ay’a, buluta
biner de öyle gelir; biri çıkar
da yağmur bulutu oluğa muhtaç olur derse inanma sakın.
Sol göz seğirdi mi bunu gönül
ferahlığına alâmet bil; fakat can gözü seğirir durursa bu neye alâmettir acaba?
Nice çarşaflı kocakarı, erlerin
ömürlerini de alır, paralarını da; çarşafa bakma, çarşafın içinde gizleneni
görmeye çalış.
Eski çarşafın içinde ne aylar
vardır, ne fitneler; sırtına palan vurulacak nice topal eşek vardır ki at
çukalı giymiştir.
Nice kara çadır vardır ki
içinde Ay gibi bir Türk, bir güzel var; ihtiyarlıktan ne gam sana; devletin
genç ya.
İhtiyar şeklin dökülür gider;
devletin doğar, belirir; kara buluttan doğar amma dünyanın güneşidir o.
Rüyada, kendisini gökyüzünde
Ay’la gören kişinin bedeni, samanlıkta yatmış, uyumuş; ne gam.
Allah korusun can kuşunun
kafesinin demirden olmasından; Allah korusun, Zümrüdüanka’yı şu daracık yuvada
kalmaktan.
Ağzını yum, sus; çünkü sonsuz
bir söze sahipsin sen; bir kulağa, bir akla söz söyle ki onun da sonu olmasın,
ölümsüz olsun.
XXIII
Öyle bir âşık gerek ki bana;
bir kımıldadı kalktı mı, her y anda ateşlerle dopdolu kıyametler koparmalı.
Bir gönül istiyoruz ki cehennem
gibi olmalı, cehennemi bile yakıp y andırmalı; denizin dalgasından kaçmamalı,
yakmalı, kavurmalı yüzlerce denizi.
Gökleri bir mendil gibi dürmeli
avcunda; zevâlsiz ışığı bir kandil gibi aşmalı gök kubbeye.
Bir timsah gönlüyle arslan gibi
savaşa girmeli; kendinden başka kimseyi komamalı; sonra savaşmalı kendisiyle
de.
Gönlün yedi yüz perdesini ışığıyla yırtmalı da Arş’tan ses gelmeli
ona: Maşallah, maşallah.
Yedinci denizden Kafdağı’na yüz tuttu mu o, o denizden nice
inciler, mercanlar saçmalı y eryüzünün eteğine.
XXIV
Karakış, yaprakları döktü diye şikâyetlerde bulunuyordun; şimdi
kalk da gül bahçesine gel, bir seyret, karakış nasıl kaçıyor.
Gök gürlemesinden davul seslerini duy; yâni dünyanın düğünü var;
bağ bahçe çeyiz düzüyor demek istiyor.
Gel de padişahın meclisini gör, bir yudumcuk dök de şu gülen
toprağı seyret; çünkü yağı gitti, miskler kokan yel yardıma geldi.90]
Gel a özü tertemizim benim; gül bahçesi gibi güzel kokanım ben;
miski sidik olan her tembel eşeğin inadına gel.
Yeri yardı da dışarı çıktı bitkiler; o yüzden
hançer dedim onlara; bir solukta yokluk diyarından bir ordu
belirdi, Hicaz ülkesine çıkageldi.
Süsenin kılıcı, hançeri, şu savaşta keskin geldi de Allah’a hamd
olsun, gül bahçesinin, reyhanın ordusu üst oldu.
Bir güzelim kaynayıp coşan tencereden ateşsiz pişen helvalar
geldi; helvayla dopdolu her dal âdeta çamçağa döndü.
Nilüfer, goncanın kulağına, a güzel kokulum, düşmanla savaşmak
için ye, savaş çağı geldi diyor.
Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün; vehimle yoldaşlık etme; çünkü
o pek ağır davranır.
Sus, temizliği, korunup gözetilmeyi ara, o tapıya doğru yola düş;
çünkü kalk, kalk sesi geldikçe uykunun tadı kalmaz ki.
XXV
“Tercî-i Bend”
Gel, padişahlar padişahı doğan
kuşları gibi saldığı canları geri çağırıyor. Gel, çoban sürüyü ovaya sürüyor.
Bahar çağı bütün Türkler
yaylaya yüz tutmuş; varlarını yoklarını kışlaktan yaylağa taşıma zamanı gelip
çattı.91]
Koyunlara bıldırki otu verme;
bağ bahçe, orman gülüp duruyor; yepyeni yapraklar saçıyor artık.
A ağaçlar, gelin; hani karakış
elbiselerinizi almıştı; adalet baharı gene geldi; alın karşılığını ondan.
Hüthütle kumru, gül, artık
ağlama; karıncayı bile incitmeyen Süleyman tekrar geldi diye salâ verdi.
Dünya cennete döndü; sevgilinin
lûtfuna benziyor bu şekil, buyurun diye saha verdi devlet tellâlı.
(c. II, s. 47) Kışın soğuk
soluğunun, nisan bulutunun gözyaşlarının sonu, işte biliyorsun, bu
oldu; dünyayı güldürüyor
bunlar.
Pılını pırtını bahçeye çek; gülle nilüfer gülüyor; olur ya, belki
sevgili de orda bulunur; kim bilir kutluluğun ne zaman geleceğini, fırsatın ne
vakit elvereceğini?
Mutlaka o sevgili, o abıhayat kaynağının beyi ordadır; çünkü ölmüş
bahçe dirildi; odur can bağışlayan ancak.
Gül bahçesine girdi mi, gül de secdeye kapanır, gül fidanı da;
şekerkamışlığına girdi mi kamış şekerlere sarılır.
Ağaçlar Yakublara benziyor; hepsi de Yusuf’unu görmüş; her
ayrılanı, sabırdır sonunda ayrılıktan kurtaran.
Bahar geldi, bahar geldi; bahara ait şiirler söylemek gerek; tercî
beytini söyle de çiçek nerden açıldı, saçıldı, söyleyeyim sana.
*
Şu, bahardır, bahar; yahut da sevgilinin yüzü. Ağaç yelle oy nay
ıp durmada; benim gibi onun
da kararı yok.
Periden doğmuş güzeller topluluğu, mamûr gül bahçesi; ne de
güzel... Böyle gülüp durmada, böyle sevinçli; Tanrı lûtfundandır bu.
Ne de şaşılacak gönül bahçesi, balla süt sanki; y ahut da her
güzelin özünde mahmurluk vermeyen bir şarap var.
Gonca başını yakasına sokmuş da gizli gizli gülüyor; neden gizli
gülüy or acaba; dikenden korktuğundan mı?
Nerkisin bütün bedeni göz kesilmiş, süsense dilsiz; sus, sözü
bırak artık; şimdi bakıp ibret alınacak zaman diyor âdeta.
Dağ lâlesi Mecnun gibi ciğerini yakmış, gönlü kanlarla dopdolu;
gül y anaklı, usûl boylu sevgilinin aşkından bu.
Reyhan buluşma çağı geldi diye buhur y akıy or; çınarlar kucaklaşma
zamanı geldi diye kollarını uzatmış, ellerini açmış.
Bırak bağ bahçe hikâyesini, şakayık lâfını;
gerçekleri anlat; bize o iş yarar, o işin tam zamanı şimdi.
Gerçekler aşkın da canıdır;
denizleri içer, sömürür; Tanrı susuzluğuna tutulmuştur, padişahlar padişahına
susamıştır onlar.
Ne de üstün mü üstün bir aşk;
kumara girişti mi, iki dünyayı da oynar, kaybeder; canını başının üstüne alır,
hâlâ da kumarı bırakmaz.
İçi bağdır bahçedir, cennettir,
yemyeşil, uçsuz bucaksız bir bahardır; bu boyuna da böyledir işte; görünüşte de
bahardır zaten o.
Üçüncü tercî bendi şu: Her
güzelin üstüne gözyaşı saçmak gerek; fakat bir bulandı mı yüzüme tokat vurur,
kızgınlıkla tırmalar yüzümü.
*
Gel a padişaha benzeyen aşk,
gene ne getirdin bize? Kara da senin cömertliğinden çalmıştır cömertliğini,
deniz de:
Salına salına sarhoş bir halde
geliyorsun;
kadeh elinde geliyorsun sen;
âlemin bütün arı duru şeyleri o tortulu şaraba feda olsun.
En aşağılık kadehin deniz; en
değersiz zarın İkizler burcu; en aşağı sineğin Zümrüdüanka, en bayağı sanatın
adamlık.
Hastalığımdan öyle de
sevinçliyim ki; çünkü hal hatır sormaya gelirsin hastaya; sağlıktan, esenlikten
öyle de hastay ım ki; sohbetimden kesildin çünkü.
Gel a şekilsiz aşk; ne de güzel
şekillerin var. O renge hayranım ben; ne al alsın, ne sarı.
Şekle bürünüp geldin mi, ne de
güzelsin, ne de cana canlar katarsın; fakat şekli attın mı da o aşksın işte, o
tek güzelsin sen.
Gönlün baharı rutubetten değil;
gönlün güzü kuruluktan değil; ne yazı ıssılıktan onun, ne kışı soğuktan.
Ne kutlu andır o an ki gelirsin
de o eşsiz lûtfunla ben seninim, sen de benimsin; neden gamlısın, neden
dertlere batmışsın dersin.
A aşk, arslana benziyorsun; kan
içmek ayıp değil sana. Kim tutar da arslana, ne biçim arslansın sen, neden kan
içiyorsun der.
Canlar her solukta sana,
kanımız helâl olsun; kimin kanını içtiysen onu bir güzel, bir hoş hale
getirdin, ölümsüz ettin gitti der.
Gökyüzü kapının eşiğinde
Ay’ından ayrılmak korkusuyla çizginir durur; ansızın ondan yüz çevirirsin diye
korkar da fır döner boyuna.
Dördüncü tercî bendinden ne
diye kaçmazsın; şaşılacak şey. Aşk arslanı pek susamış, kan dökme kasdında.
*
* Gel, arslanların korkması
hamlıktır; ateş olsun da utanç olmasın de; ölüm, adı kötüy e çıkmaktan yeğdir.
Bütün bağ bahçe, yeşiller
giyince, gül herkesin giydiği elbiseyi giymekten utandı da kızıl kaftanlara
büründü, çıkageldi.
Lâlenin elbisesi pek tuhaf,
görülmemiş bir şey;
siyahımsı kızıl; yakası güneş
gibi de eteği akşama benziyor.
Bülbül ağzını açtı da goncaya,
a ağzını yummuş gonca dedi, yumma ağzını; şarap içmeye bak.
Bülbül ona cevap verdi de şarap
içeceksen dedi; bil ki şarap sarho şları azat eder; sen de bizim gibi şu tuzağa
tutulmuşsun zaten.
Bülbül, şundan haberim var ki
ben sevgilinin elçisiyim, onun haberini getirdim dedi; gül de sevgiliyi biliyorsan
dedi, ne diye haber kaydındasın?
Bülbül, sırlarımı işit dedi;
ben aklı başında bir sarhoşum; gönlümün rahatı, huzuru olan o sevgilide yok
olmuş gitmişim; şu gönlümdeki rahatı, huzuru bundan anla.
Ne bu sarhoşluk şu
sarhoşluklara benziyor; ne bu akıl şu akıllara; bunlar gölge, oysa güneş;
bunlar aşağılık, oysa dam.
Dünyadakilerin akıllarına bu
sarhoşluktan bir yudumcuk dökülse ne âlem kalır, ne âdem kalır;
ne zora katlanış kalır, ne
bencilik kalır.
Gâh onun gözüyle sarhoşum, gâh şekerlerine gark olur giderim; a
gönül, sonucu kendine gel; zaten şekerle badem içindesin san.
Fakat tercîin beşinci bendine, Tebrizli Şemseddin, hadi söyle
deyip izin vermedikçe giremeyeceğim.
*
Bana, hadi, söyle; ben gamlıyım, sense balarısısın; söyle de kanın
bal olsun, mumun nur kesilsin der.
Can bahçesinin arıları yüzünden dünya balla, mumla doldu; şu
düğünün ehliysen baldan, mumdan kaçmazsın elbet.
Yabancının bağından bal toplama; balın bozulur; yabancı arılara
bakma; o düşmandır, sense çırçıplaksın.
Şu çirkin, öylesine güzellikten ne de güzel bir hale gelmiş; o
kadar uzak olduğu halde şu gözde o güneşten nasıl da bir ışık var.
A gönül, dikeniyle bağdaşmaya
bak; çünkü onun gül bahçesi, miskim amma zahmetsiz buluşmaya imkân yok deyip
duruyor.
Utanan, âr namus kaydına düşen
kişi de nedir ki? Mecnun gibi ortaya düşmek gerek. Böylesine örtünen kişiyi,
kimsecikler, haremine almaz.
Canın sağ oldukça gökyüzünde
bile olsan gene gökten nimetler yağar, yerden nimetler biter.
Canın İsrâfîl’dir; onun sesiyle
dirilirsin; beden kamışını bomboş bir hale getir; İsrâfîl’in Sûr’usun sen.
Onlardan canını kurtarınca
kimlere üst oldun, bilesin diye binlerce düşman belirmiştir, binlerce yol kesen
haydut peydahlanmıştır.
Güneşe konak olan o Öküz’le
Kuzu’ya, ne Arslan el atabilir; ne de bir şeye alt olur onlar.
Bakışlar elde edemiyorsun,
bakanı, göreni göremiy orsun; şu ikisinden de mahrumsun; çünkü görünenlerle
perdelenmişsin.
Altıncı tercî bendine geleyim, dileğim, isteğim arı duruysa; fakat
bu ayrılıktan da öylesine şaşkınım ki sanki afyon çiğniyorum.
*
Aklım, Akl-ı Küll’ün ışığıyla öylesine şaşırmış kalmış ki ne
afyona ihtiyacı var, ne esrara, ne de üzümden meydana gelen şaraba.
Padişahın sağrağı gelince şeytanın kadehi de nedir ki? Esirgeyen
ana gelince üvey ananın sevgisi de nedir?
(c. II, s. 48) * Yüzümü onun aşkına tuttum mu, ne diye bilgiyle
uğraşay ım, ne diye üstünlük peşinde koşayım? Ne diye Basra’ya hurma, Kirman’a
kimyon götüreyim?
Binlerce üstün, binlerce bilgin kişi, bir görür göze kul olmuş,
köle kesilmiş; en küçük, en değersiz bir arslan bile, görürsün ki öküze, file
üst olmuş.
Ne de cana canlar katan güneş ki bir parıltısı göründü mü, kara
topraktan binlerce insanın
canı bitiverir.
Bu güneşin yüzünden, kendisine uyutabilecek her gölge, ilk tekbiri
kaçırdım diye alçalmış gitmiş.
Geceleyin gözü görmeyen akrepten, gökyüzündeki Akrep burcuna yol
var; fakat Mekke’yi gözü şaşkınlıkla bağlanmayan görür.
Devlet Kâbe’sinden elçi olarak aşk, emîr-hac oldu, geldi; seni
yolda her kötü kişiden, her kötü kadından o kurtarır ancak.
* Meryem’in gözünü ışıtan hurmadan ne de gelişmişim ben; o hurmay
la yüreklendim; incir aşkı yok bende artık.
Şu bahtı genç, devleti dinç erlerin aşkıyla kocalmış dünya
gençleşti gitti; ne de güzel gökyüzü, ne de güzel yer; o yol ulusu, bu da onun
halifesi.
Bizden doğru dürüst lâf isteme; burda kırık gönül ara; edebe riay
et uçup gidinceye dek her lâfımız edepliydi.
Yedinci tercî bendini de söyle
de sözün olgunlaşsın; çünkü gök de yedidir, yer de yedi, âza da haftanın
günleri gibi yedi.
*
Gel, a sopayı elinde yılan
şekline sokan Mûsa; Firavunlara Mûsa’nın kerametlerini göster.
A can baharı, bir solukta
dünyayı yeşertirsin; kuru dâvalara düşmüş ağaca mâna meyveleri bağışlarsın.
Bahçedeki hurilerin hepsini de
şuracıkta akıp duran şarap ırmaklarıy la sarhoş et, kendilerinden geçir de
yerlerini yurtlarını tanımaz bir hale gelsinler.
* Gizlice ne de canlı resimler
y aptın ki Mânî’nin resimlerini bile oynattı gitti.
Her meyveye bir koku ver, her
yanda bir ırmak akıt; selviyi, Tûbâ’yı çiçeklerle güldür.
Karakışın kanlarına girdiği
çiçekleri meydana çıkardın, can verdin onlara; mahşeri gösterdin, yeniden
yaratılışı belirttin.
încecik elbiseler giydiler o rızklar verenin elinden; her yaprağın
yeşil hal dili, bir ücret istemede, bir ihsan dilemede.
Her dalda bir kuş alın yazımızı okumada; bu yıl kim ölecek,
dünyayı kim yiyip sömürecek, bir bir söylemede.
Kim anadan doğacak, kim baş verecek; kim kötülüklere uğrayacak,
kim muştulanacak mal elde edecek; bir bir anlatmada.
Galiba gül bunu anlıyor da kızarıyor, sararıyor; galiba bunun
anlamını anladı da şu dal, yaprak gibi tir tir titriyor.
Suçtan çekinme ateşi, Tanrı’dan başka ne varsa hepsini de yaktı,
yandırdı; derken Allah’tan bir şimşektir çaktı, suçtan çekinmeyi de y aktı, kül
etti.
Şu yedi fetvâyı, tercîiyle Şi’râ yıldızını bile yakan böylesine
şiiri alın, ilk müftüye götürün.
XXVI
Kutluluk arayan başkadır, âşık
başka; kim canına, başına âşıksa onun aşkında direnecek ayak yoktur onda.
Ciğer kanına bulanmış,
ateşlerle dopdolu aşk gözü, nerden gönlünün dileğini arayacak, nerden canının ölümsüz
olmasını isteyecek.
O gözlere sahip olan, kötü hale
düşmekten ağlamaz, gamdan gözleri ovmaz; her soluktan, halinin daha da beter
olmasını ister.
Ne baht gününü ister o, ne
geceleri huzur arar; gönlü geceyle gündüzün arasında gizlenmiş bir seher çağıdır
sanki.
Dünyada iki köşk var; biri
devlet, öbürü mihnet. Tanrı’nın zatına and olsun ki âşık ikisinden de
dışardadır.
Onun coşup köpürmesi denizden
değildir; pek değerli, eşsiz bir incidir o. Yüzü altın gibidir amma bu madenden
değildir o.
Gönül can padişahının aşkıyla
nerden padişahlık isteyecek? O kemerin şehidi olan can, nerden kaftan isteğine
düşecek?
Dünyayı devlet kuşu kaplasa,
âşık hiçbirinin gölgesini istemez; çünkü o, o ünlü devlet kuşunun aşkına
düşmüştür, o aşkla sarhoş olup gitmiştir.
Düny a şekerlerle dolsa, âşık,
sevgili hay ır, o lmaz der de o şekerden ayrılırım diye gene de ney gibi ağlar
durur.
Tebrizli Şemseddin’in yüzünden
aşk ülkesinde yurt edinmişim; yarabbi, böyle bir padişah neden yolculuğa düşer
deyip duruyorum.
XXVII
Sarhoşların başları sarhoşlukla
bir kere daha secdeye kapandı; yoksa o c anların çalgıcısı, perde ardından
çalgı çalmaya mı başladı?
Baş çekenler, canlarıyla
oynayanlar bir kere daha coştular; varlık yokluğa gitti, y okluk varlık âlemine
geldi.
Dünya bir kere daha İsrâfîl’in
üfürdüğü Sûr sesiyle doldu; gizliliklere emin olan, meydana çıktı; cana azık
geldi.
Toprağın cüzlerine bak; hepsi de taze can buldu; topraklığı
tertemiz oldu; ziyanlar tümden fayda kesildi.
O âlemde renk yoktur; fakat şu kırmızı, mavi, renklere bulanmış
candan ışık gibi vurmuştur da göze görünür.
Bedenin payı şu renkten verilir, canın payıysa şu tattır; nitekim
mutfaktaki ateşten tencerenin payı dumandır ancak.
Yan yakıl a gönül; ham oldukça ödağacı kokusu gelmez senden; nerde
gördün sen ateşe atılmadıkça koku versin ödağacı?
Koku boyuna ödağacındadır; ne bir başka yere gider, ne bir başka
yerden gelir; fakat biri çıkar, geç geldi der; öbürü tutar, tez geldi der.
Padişahlar padişahı, saftan kaçmadı; fakat giyindiği zırh bir
perde oluyor; Ay gibi yüzünü nazar değmesin diye halktan örtmede.
XXVIII
Bir güzel ki bütün gece Zühre’ye, Ay’a işveler öğretmede; iki gözü
büyücülükle gökyüzünün gözünü bağlamada.
A Müslümanlar, bâri siz gönüllerinizi koruyun; çünkü ben onunla
öylesine karıldım, birleştim ki gönül benimle kanlamıyor, birleşemiyor artık.
Önce aşktan doğdum, sonunda tuttum, gönlümü ona verdim; hani meyve
gibi; daldan biter de sonra dala asılır kalır.
Işığı gizliyor diye kendi gölgemden kaçıyorum; gölgesinden kaçanın
nerde kararı olacak?
Saçları, nerde bir iple oynayan canbaz, tez gelsin diyor; muma
benzeyen yüzü, nerde bir pervane ki gelsin, yaksın kendini deyip duruy or.
A gönül, şu canbazlık için yürekli ol, tutsak ol gitsin; mumu
alevlendi mi, at kendini ateşe.
Yanmadaki tadı duyarsan ateşe dayanamazsın; abıhayat gelse ateşten
ay ıramaz seni.
XXIX
Şimşek gibi bir şey çakıyor; acaba o gönüller alan sevgili mi ki?
O köşeden parlayan ne; acaba o lâ’l madeni mi?
O incinin çevresindeki ne? Ay mı, yıldız mı? Nurdan bir kandil
gibi gökten sarkıtılmış, muallâkta durmada.
* Acaba can kandili mi, Direfş-i Gâvyânî mi? Yoksa ışığına son
olmayan o can mumu mu?
A gönül, bir baş çıkar, gözlerin pek aydındır senin, gözlerini ov
da bir iyice bak; ne görürsen ondan ibaret.
Ondan inciler saçar bir hale geldin mi, izinin tozu belirmez
artık; iyi belle şu belirtiyi; aramızda bir alâmet olsun bu.
Onun yalımını, onun parlaklığını gördün mü, kanadının altına gir,
yok ol; çünkü verimli y umurta da tavuğun altında olur.
Biz ortaya çıktık mı, o çekilir bizden; fakat biz çekilip gittik
mi, o çıkar ortaya.
Durur görünür, hareket eder, oynar; fakat ne
durur, ne oynar; mekânda görünür, fakat gerçekte mekânsızdır o.
Suyu oynattın mı, onun suya vurmuş ışığı da oynar, öyle görürsün
sen; fakat o gökyüzündedir.
Ne odur, ne bu; Tanrı’nın, dinin salâhıdır o; solukdaşın eminse, o
filândır diye söyle.
XXX
Sormak ayıp olmasın amma evin nerde senin? Bir tarif et,
bulabilirsek devletine konduk gitti.
Sen dünyanın güneşi olasın da sonra bizden gizlenesin; yakışır mı
bu sence; yakışır dersen pekâlâ; bizce de yakışır.
Ben vefalıyım demedin amma gene de vefa ummadayım senden; fakat
bir betime benzime bak; vefa mıdır bu ettiğin?
Gel a lâ’l dudaklı sevgili, gönlüm bedenimden kayboldu; gönlüm
senden dağlı; mutlaka senin y anında olacak.
(c. II, s. 49) Bu ateşte yanıp
kavruluyorum; harap mı harabım; fakat a güzeller padişahı, bir beden başsız
kalmış, ne çıkar ki?
Gönlüm canın ayrılığıyla başı
ezilmiş yılan gibi kıvranıyor; senin çevrende değirmen gibi dönüyor.
Dedim ki: A yoksul gönül, gel,
yerine otur; kinlerle dopdolu ateşten sakın; gönlüm dedi ki: Varsın olsun.
* Tedbirim şaştı; gel a
geceleri uykularımı alan sevgilim; sor o Keşmir padişahımı benim, belki bir
tanıdık çıkar.
Zaten o hem meydanda, hem
gizli; cihan kalıp, oysa can; bir düşün, bu nasıl padişah, Tanrı nuru olmasın
bu?
Her sarhoşun coşup köpürmesi
şarap küpünden; bir kehribarsın sen; her demirin çevikçe hareketi senin
yüzünden.
Gönül evini satın aldın;
bilirsin, gönül senin; evde ne varsa ev sahibinindir.
Senin olmayan kumaşı at evden dışarıya; Mescid-i Aksâ’da köpek
leşinin ne işi var?
A dünyanın gönlü, gönül kapmak senin işin; can bağışlamak da sana
mahsus; o soluk ancak sende var.
* Denizi yarmak Mûsa’ya ait bir çeviklik; fakat Ay’ın kaftanını
yırtmak, Ay’ı ikiye bölmek Mustafâ’nın işi.
Aşk öyle bir fitne koparır ki, halk dağın yolunu tutar; şehirde
ancak y okluk aray an kalır.
Şu ormana bir ateş salar, bütün av hayvanları kaçarlar; ateşten
kaçmayansa İbrahim’imize döner bizim.
Sus, kısa kes ey hatır; âşık, padişahın tapısında yok oldu mu,
evvelki bilgilerin de, sonraki bilgilerin de hepsini anlatmış olur.
XXXI
Neşeyle bir ahdim var; neşe benim olacak; sevgiliyle bir sözüm
var; sevgili bana can
kesilecek.
Padişah kendi eliyle bir ferman yazdı, verdi bana; taht, taht
oldukça, baht, baht oldukça padişahım o olacak benim.
îster ayık olayım, ister sarhoş; ondan başkası tutmayacak elimden;
hattâ elimi yaralasam bile o derman olacak bana.
Düşüncenin haddine mi düşmüş benim şehrimin çevresinde dönüp
dolaşmak; hakanım o oldukça saltanatıma kastedebilir mi hiç?
Lâ’l dudaklarının devleti sayesinde yüzüm sararma nedir
görmeyecek; destanım o oldukça Rüstem bile önümde can verip gidecek.
Benim Zühal yıldızım o oldukça, Zühre’nin ödünü patlatırım; Ay’ın
yüzünü tırmalarım; gökyüzünün zarını kap arım;
Ay’ın cübbesini yırtarım; padişahın sağrağını dökerim; ödetmek
isterlerse, o öder benim y erime.
Güneşin ücretiyle geçinmedeyim, o yüzden de
gökyüzünün ışığıyım ben; meydanım gönüldür, bundan dolayı topun da
beyi benim, çevgenin de.
Mademki Yusuf’un kucağındayım,
Mısır da benim, şeker yurdu da ben; Ken’an’ım o olduktan sonra ne diye Ken’an
diyarını arayayım?
Ne de güzel hazır, ne de hoş
görüp gözeten; ne de güzel koruyucu, ne de hoş yardımcı; o benim kesin delilim
oldukça her münkiri ne de kolay mat etmedeyim.
Dünyada bir can var ki şekle
bürünmekten utanmada; fakat gene de insan şekline bürünmede; fakat benim
insanım olmada.
Aybaşı geldi, bense deli
divaneyim; zincirimi şakırdatma. Ay, soframda oldukça her soluk bir aybaşı
bana.
Dilime söz bağışlayan Tebrizli
Şems oldukça, sen sus da bütün diller, gönül gibi benim için oynasın dursun.
XXXII
A canıma baş koyan, evin nerde senin? A benim parlak Ay’ım, evin
nerde senin.
A her şeye gücü yeten, a her şeyi kahreden, a bedenden gizli,
canda, gönülde hazır olan; a benim gizli olan apaçık güzelim, evin nerde senin?
Sen sanki hakanın sarayısın; iştiyak çekenlerin gönülleri sende;
fakat a benim canım, benim gönlüm yok ki; evin nerde senin?
Ay gölgeye dadılık eder; gölge dadıya nasıl ulaşabilir? Ben
bilmiyorum, sen söyle a Ay; evin nerde senin?
Ay’ın izini görüyordum; yüzlerce evi dönüp dolaşıyordum; şu
araştırmadan kurtar beni; evin nerde senin?
XXXIII
Haberiniz olsun a âşıklar, o ay yüzlü sevgili geldi; zevke dalın,
işrete koyulun; sevgili
kucağımıza geldi bizim.
Şaraba tapanlara muştuluklar; sarhoşlara düştü iş; can meclisini
bezediler; mahmurluk vermeyen şarap geldi.
Kıyamet içindeki kıyameti gör; selvi boylu güzeli seyret; onun
yüzünden düny a cennete döndü; binlerce ilkb ahar geldi.
Abıhayatken ne diye ateşler saçar? Canın kararı, huzuruyken ne
diye can kararsızdır, huzursuzdur?
Bir kere daha gel a sâkî, âşıklara bir çare bul; çünkü o ceylan
gözlü, o kanlar içen güzel, arslan gibi avlanmaya geldi.
Canın canı ağzına geldi, el aman sesi her yanı tuttu; aşkının
orduları kale kapısına geldi dayandı.
Kötü düşüncelere dalan can, kılıcı, kefeni almış, aşktan dönen,
sonucu utanarak geri gelir diye tapısına gidiyor.
O övünen güzelin aşkıyla bende ne evvel
kaldı, ne son; çünkü âşık, kamış gibidir zaten, aşkıysa ateş mi
ateş.
Tebrizli Şemseddin’in lûtfu, kerem eder de bir uğrarsa suya da can
gelir, yele de, toprağa da, ateşe de; dördü de cana kavuşur.
XXXIV
Haberiniz olsun a rintler, gene o kumar padişahı geldi; yeni bir
hilesi, düzeni varsa, bıldır ne idiyse gene odur, o.
Rintlerden şu işi kim yapabilir; kanlar içen padişahın tapısında
belini bir kere daha bağlasın da işte şimdicek desin, iş başa düştü.
Gel a eli tez sâkîm; bir kere daha belimi bağladım; canına and
olsun, yaşadıkça aşkı seçeceğim ben.
Senin gül bahçeni gördüm de diken gibi bittim, gül gibi açıldım;
dikenim aşkınla yandı, gülüm de sana serpilmeye geldi.
Birbiri ardına fitneler koparırsın; fitneden bir
türlü vazgeçmezsin; fakat bu sefer iyice öğrendim, bildim ki
sevgilim pek düzenbaz.
* Sevgilim bir yanağıma vurursa öbür yanağımı da çeviririm ona;
çünkü yanaklarımın rengi, ellerinden al al olur, parıl parıl yanar.
Padişahımsın, hem de ezelden beri; durağın şu gönüldür; canım
sensiz pek zayıf hale düştü; nerdeydin bile demiyorsun.
Padişahım diyor ki: Sanıyor musun ki şu çölde seni kaybettim ben;
bilmiyor musun ki sabrım Zül-fekaar’ın kınıdır.
Beni kesti, kan aktı, kanlara bulanmış bir gazel doğdu;
Salâhaddin, benden ayrıldı da bu ülkeye geldi.
XXXV
İştiyak çekenlerin canlarına salâ; bir güzel gönül kapan geldi; o
güzel altın dövüyor, benim yüzüm de gümüş dövmede.
Ay’ın güzelliğine sahip olan o güzele gönül
vermeyen kişi, o güzelin ayak bastığı toprağa and olsun ki taştır,
ağaçtır.
Aşktan kaçan, gerçekte kendi kanını döker; gece kuşunun yüzünden
batar mı hiç güneş?
Şu evden kendini sil süpür de o padişahçasına güzelliği gör; yürü,
yokluk süpürgesini al, yokluk, pek güzel bir süpürgedir.
Bedenin toprağa benzer; soluğun tertemiz bir tohuma. Hevesler
çekirgelere benzer, nefisler yenecek tane lere.
Görüşü terk ettin, yoksa başka bir rüya mı gördün; ne yedin ki
sidiğin böyle bulanık, tortulu?
Ne duydun, ne söyledin; geceleyin nerde yattın, uyudun? Söyle;
rengin yüreğinin casusu, bunları anlatıp duruyor.
Yakubların Salâhaddin’i, kuyumculara mücevherler bağışlayan er;
sırlar güneşidir o, gizli şey leri bilir o.
XXXVI
A gönül, gönülden haberi olanla
otur; terütaze çiçekleri olan ağacın altına git.
Şu güzel kokular, çeşitli
mallar satanların çarşısında işsiz güçsüz kişiler gibi her yana gitme;
dükkânında şeker olan kişinin dükkânında otur.
Terazin yoksa herkes yolunu
vurur; birisi kalp parayı yaldızlar, sen altın sanırsın.
Şimdi geliyorum der de kapıya
dikekor seni; sakın kapıda oturup kalma; o evin iki kapısı vardır.
Kaynayan tencereye göz dikip
kâseni getirme, oturup eğleşme; her kay nay an tencerede bir başka şey vardır.
Ne her kamışta şeker vardır, ne
her altın üstü; ne her gözde görüş vardır, ne her denizde inci.
Ağla, çile a destanlar okuyan
bülbül; çünkü sarhoşların feryatları kayaları bile deler, taşları bile deler.
îğne yordamından geçmiyorsan
başından geç
gitsin; iplik iğneden
geçmiyorsa başı vardır da ondan geçmiyor.
Şu uyanık gönül bir mumdur, onu
eteğinin altında gizle; koru şu yelden, havadan; havada âfetler var.
(c. II, s. 50) Yelden geçtin mi
bir kaynağın başında oturursun; ciğerinde su olan birisiyle eş dost ke
silirsin.
Ciğerinde su oldu mu yemyeşil
bir ağaca dönersin; o ağaç içten içe yolculuktadır, yeniden yeniye meyveler
verir.
XXXVII
Bu ne kokudur, bu ne koku;
yoksa o sevgili mi geliyor; yoksa o gül yanaklı sevgili o gül bahçesinden mi
geliyor?
Gece mi, ödağacı mı, yahut da
misklerle karışık amber mi bu; yoksa Yusuf bu tezlikle o pazardan mı gelmede?
Ne nurdur bu, ne parıltı; ne
aydır bu, ne
güneş? Yoksa o yalnızlık arayan
dost, dağdan, mağaradan mı geliyor?
Şarap testisini ne diye
arıyorsun, ağzını ne diye kokluyorsun; yoksa senin gibi onu da şu meyhaneciden
mi geliyor sandın?
Yolda yapayalnız gidiyorsa ne
zarar var güneşe? Padişahın ululuğuna eksiklik mi gelir sarıksız geliyorsa?
Şu gönül o mecliste ne içti ki
sarhoşlar gibi çamurlara bulanmış; o meyhaneden sarhoşlar gibi tökezleye
tökezleye, yalpa vura vura geliyor.
Uyuma bu gece, uyuma bu gece;
bir fırsatını gözet, yakala onu; çünkü o sarhoşların halkasına bu çeşit çok
gelir.
Selvi boyuyla seyre seyrana
çıktı mı, dünya gül bahçesine döner; kendini bir gösterdi mi, kıy amet kopar.
Hepimiz de duvardaki resimlere
benzeriz; bizi çizenin ışığı vurdu mu, o zaman oy namay a başlarız ancak.
Gâh hastaların mahallesinde
Calinos gibi gezer, dolaşır; gâh yalancıktan hastalanır, ağlaya inleye gelir o.
Sustum, sustum; şu şiir
dîvânım, o peri yüzlüden utanır da tövbeye, suçunun bağışlanmasını istemey e
koyulur.
XXXVIII
Bana öyle bir dilber gerek ki
can, üzengisine y apışmalı onun; bana öyle bir çalgıcı gerek ki Zühre
karşısında ölmeli onun.
Bir sağrağım var ki denize
güler durur; bir deli divane gönlüm var ki ne bağ kabul eder, ne öğüt.
Tanrım benim bir canım var ki
sen de bilirsin, sabredemez sana; hiçbir balık, bir soluk olsun, sudan kaçmaz
ki.
Ne de güzel bir varlığın var,
ne de güzel sarhoşum ben; seni varlık bezer, beni sarhoşluk.
Kendine gel de sus, kendine gel
de sus artık;
öylesine bir aşk seçmişsin ki
her an gamsız bir neşe verip durmada, reddetmeden her şeyi kabullenmede.
XXXIX
Baş bir hevese düşmek için
lâzım; bomboş oldu mu baş da nedir? Can görmek içindir; görüşü olmayan can da
nedir?
Padişahın yüzüne bakmak gerek;
bu olmayınca neye yarar göz? Kendinden yolculuk gerek; kendinle beraber olunca
yolculuğun ne mânası kalır?
Safralı biri bana sordu da dedi
ki: Şekerler yiyen, şekerler çiğneyen biriy sen, şeker de nedir desen de, kamış
gibi önünde kemer kuşandım.
Dedim ki: Şeker en iyi bir
şeydir amma başkasına göre; çünkü öyle bir aptalsın sen ki şekeri görürsün de
bundan daha beter ne olabilir ki dersin.
Çünkü senin
bedeninin temeli, öldüren zehirle atılmıştır; may
an cehennemdir
senin;
cehennemden
başka bir şey bilmez.
Cüzî akılla Akl-ı Küll’ü nasıl görebilirsin? O kanlar içen denizde
şu küçücük akıl ne oluyor ki?
Baştan aşağıya, aşağıdan başa okuyup durduğun, iki üç satırdan
ibaret; başka bir işin gücün yok; eğer böyle değilse bu baş, bu ayak da nedir
ki?
Gönül gözü kör oldu, kulak da toprakla doldu, körle sağırın,
vesveseler evinden başka yerde ne işi o lur?
XL
Güzelimin hayali, her gece, benim zatımın sıfatlarını över durur,
benim zatımın yokluğunu söyler de varlığımı ispat etmiş olur.
Yedi yıldızın satranç padişahı, onun ayın’a benzeyen gözünden bir
işarette bulunur, cim’e benzeyen kulağından bir şeydir nakleder; bir harfle
beni mat eder gider.
O ağaçtan bir elma koparsam da
yarsam, ondan öylesine bir huri doğar ki bütün âlemi üzüm kaplar, şarap kaplar
da, bağlarımın bahçelerimin çevresinde akar durur.
Elime mushaf alsam şaşkınlıkla
elimden düşer de yüzü, aşir başım olur, dudakları âyet kesilir bana.
* Dünya Tur Dağı’dır, bense
Mûsa’yım; ben kendimden geçmişim, dünyaysa oynayıp durmada; fakat bunu benim
vade verdiğim yerde dönüp dolaşan bilir.
Can güneşi doğdu da a
ağırcanlılar dedi; kalkın; dağa bir vurdum mu, en aşağılık zerrelerim bile
oynayıp dönmeye koyulur.
Sus; o kadar ağladım, feryat
ettim ki şu dünya, yüzlerce asırlar geçer de gene benim heyheylerimle
kıvranır, hey hatlarımla döner durur.
XLI
Bu gece uyku gelirse, sakalına,
bıyığına ne lâyıksa onu görür; yatak, y astık yerine boyuna
yumruk, tekme yer.
Çünkü kötü rüya görür uyuyan; iyi görsün, kötü görsün, yorumu da
bellidir zaten.
Hele bu gece, şöyle bir mecliste uyumak; öylesine meclis ki yüz
yıllık yolu gözetleyen sonu görür akıl bile sığmıyor bu meclise bu gece.
Onunla buluşma gecesi, kadir gecesi; ayrılık gecesiyse kabir gecesi;
kabir gecesi de onun kadir gecesinden kerametler görmede, y ardımlara ermede.
Ne mutlu o cana ki bu gece onun damında boyuna sopa vurur durur; o
kişi seher gibi güler, say ısız bağışlara erer.
Yürü a yoksul uyku, mahrem olmayanın gözüne gir; çünkü yabancının
bu gece güzellerinin yüzlerini görmesi, boy larını seyretmesi y azıktır.
* Ona bir şarap sun da sızdır; onun gül bahçesinden çıkar dışarıya
onu; çıkar da y arın boynunda hurma lifinden örülmüş bir ip görsün.
Günü söylemekle geçirdin; gece geldi, bâri artık sus; çünkü sözü
bırakan, buna karşılık ebedî sözlere nail olur.
XLII
Karakış da geçti, kasım da; gel, ilkbahar geldi. Yeryüzü yemyeşil,
kutlu, sevinçli bir hal aldı, lâlelikte gezme çağı geldi çattı.
Ağaçlara bak, hepsi de sarhoşlar gibi darmadağın, hepsi de
başlarını sallamada; seher yeli bir afsun okudu, gül bahçesi kararsız bir hale
geldi.
Nilüfer yasemine, şu kıvranmamı seyret dedi; çiçek, yeşilliğe
elbette Tanrı’nın lûtfu, ihsanı geldi dedi.
Menekşe rükûa vardı, sünbül gibi özünü Tanrı’ya verdi; çünkü
nerkis gözceğizini kırptı da ibret alınacak zaman geldi dedi.
Ne dedi o başını sallay an söğüt ki sarho şluktan aklı başından
gitti; ne gördü o güzelim boylu selvi ki uzadıkça uzadı, büyüdükçe büyüdü,
ölümsüz bir hale geldi.
Ressamlar kalemleri ellerine aldılar; yaptıkları güzelim resimler
dağın, ovanın, bağın bahçenin güzelliğini belirtti; canım o ressamların
yüzünden sarhoş oldu.
Binlerce güzel kanatlı kuş, minbere oturdu; açılıp saçılma çağı
geldi diye övüşe koyuldu.
Can kuşu, “ya hû” deyince üveyik kû, kû - nerde, nerde demeye
başladı; o da kokusunu bile alamadın, payına bekleyiş düştü dedi.
Çiçeklere, içinizdekileri dökün, gönüllerinizde ne varsa gö
sterin; mağara do stunun cilve çağı geldi; gönüldekini gizlemek yaraşmaz diye
buyruk verildi.
Gül bülbüle dedi ki: Şu yemyeşil süsene bak; yüz dili var amma
gene de sabretmede, sır saklamada.
Bülbül cevap verdi de yürü dedi; benim sırları yaydığımı kınama;
inan bana; bendeki aşk senin gibi amansız.
Çınar asmaya, üzüme yüz tuttu
da a secdeye kapanmış kişi dedi; bir ayağa kalk; üzüm, bu secdeye dedi, elimde
olmadan kapandım ben.
Sarhoşları vurup yıkan o
şaraptan yüklüyüm ben; benim özüm tıpkı ateş, sana ne geldi ki?
Safran kutlu bir halde geldi,
yüzünde de âşıkların alâmeti verdi; gül ona acıdı, onu esirgedi de vah vah
dedi, şu yoksul ne de ağlaya ağlaya geldi.
Onun başından geçenleri güleç,
lâ’l yüzlü elma anladı da güle, kusuruna kalma dedi; sevgilinin ne hilim
sahibi, ne cefa çekici olduğunu b ilmiy or o.
Elma bu dâvaya girişti,
Tanrı’ya sanım iyidir dedi de sınanmak için her yandan taşlar y ağmay a başladı
ona.
Taşlanan kişi, gerçekse güler
durur; ne diye tatlı tatlı gülmesin? Padişahlar padişahından geliyor o taşlar.
Güzellere taş atanlar, onları
çağırmak için atarlar; do stların birbirlerine cefa etmesi d o stları
soğutmak için değildir ki.
* Zelîhâ, Yusuf’un yenini, eteğini yırttı amma sırrını bildirmek,
onu kendisine yöneltmek için yırttı; bunu böyle bil.
Taşlanan taşlanır da bulanmaz; asılmışım der, fakat neşeliyim;
onun beni asması yüceltiştir beni, Mansûr gibi geldi bana bu.
Rahmanın darağacı budağında Mansûr gibi asılmışım; çirkinlerin
dudaklarından uzak olsun; böylesine bir kucaklandım, öptüm, öpüldüm ben.
Kendine gel, öpüşme bitti; gönlünü kadınların baş örtmeleri gibi
ört, gizle; sayısız soluklarını gönlünden al; gizlice al.
XLIII
Gel; bu gece, canlar bağışlamada sevgilinin saçlarına benziyor; o
yüze, o yanağa benziyor ışıklar saçan Ay.
Yıldızlar gökyüzünün çevresinde başıboş
âşıklar gibi dönüp dolaşıyor; gönüllerinin yanışından akıl bile
işten güçten kalıyor.
Can sâkîsi gizlilik âleminin
kadehiyle öylesine bir şarap sundu ki bir bak da gör, yıkılıp kendinden geçen
kim, ayık kalan kim?
(c. II, s. 51) Geceleri
hastalardan başkasını ağlayıp inler, uyanık kalır bulamazsın; ben ağlamasam
bile hasta gönül ağlar, inler.
Şu eşi dostu olmayan denizde
Yunus gibi ağla, inle a gönül; gece timsahı şu denizde adam yiyeceğe benziyor.
Geceleyin, ileri gidenleri de,
geri kalanları da, hepimizi öylesine yer, sömürür ki ne dükkân kalır, ne şu kâr
kalır, ne de bu pazar.
Ne oldu Tanrı kullarına yardımı
dokunan; ne oldu Tanrı şehirlerini koruyan? Bir bak da gör, canları eşsiz,
örneksiz y aratand an başka kim kalıyor?
Gökyüzü Zühal yıldızının
pazarı, yıldızlar dönüp duruyor orda; bizim gecemiz onların gündüzü; çünkü y abancıları
yok onların.
Şu gökyüzünden, şu yeryüzünden
başka can, bir acayip gök var, bir acayip pazar var; fakat kıskançlığından
gizli kalıyor o pazar.
XLIV
Benim gibi yüzlercesini helâk
etse ne gam var ona; âşık olursun arayıp bulmaz; gönlün yaralanır; az mı gönlü
yaralısı onun?
Bana, ne diye der, gözlerin
şaraba engel olmuş? Neylesin, güneşinin önünde boyuna nemli o gözler.
İsmail gibi onun tapısında
yarasını şerbet gibi içeyim gitsin; bana kasdı sitemse kabulüm; Halil’im ben.
Coşkunluğum meşhur olduysa mazurum
a Tanrım; o aşkın buyruğuna tutsağım ki davulu var, bayrağı var.
Şekerler gibi sevgilim, beni
yerlere sererse, ne diye o müflis kul gam yesin; öylesine yüce bir sevgilisi
var onun.
* Gamı gönlümde bir define;
gönlüm nur üstüne nur; karnında îsa bulunan güzelim Meryem gibi tıpkı.
Sevgilim Güneş’e benziyor;
ancak yapayalnız gezip tozmada; yıldızlardan ordusu var, ordu kumandanı da Ay.
Zerre kadar sabrım kaldıysa
Müslüman değilim, Mecûsî’yim; onun derdinde ne hikâyeler var, ne sözler var; ne
bilirsin sen?
Ne kadar deniz görürsen
hepsinin de ağzı, onun derdiyle acı; Ay’ın yüzüne bak; onu bile dağlamış,
yüzündeki dağ y erini seyret.
Zamanlar içinde, yüzyıllar
boyunca ne batıda benim gibi bir âşık belirmiştir, ne doğuda; inanmıy orsan
benim gibi beli bükülmüş gökyüzüne sor.
Ne mutludur o cana ki
sevgilisinin çimdiğiyle uykusundan uy anır; o çimdiği ganimet bilir, neşelenir,
sevinir.
Hekim, hastaya acı ilaç verse
de hasta o ilacı tatlı tatlı içer; akıllı kişinin hekimi töhmet altına
alması yaraşmaz.
Onları töhmet altına alırsan hastalıklara tutulur kalırsın;
ustasını sayan kişi kazanır, bir şey elde eder.
Sus; bu denizde nara atmak, kavga etmek yaraşmaz; yüzgeç, soluğunu
tutmasını bilen kişidir.
XLV
Sâkîyi görüp duruyoruz; şarap kadehinin çevresinde döneniyor;
sızırılmış altından bir koku al; gümüş bedenli dönüp dolaşmada.
Artık gönül gönüllükten çıktı; canın huzuru kalmadı; çünkü o
gönüllerin, canların ay parçası sevgilisi, damın çevresinde dolaşıyor.
Çaresiz gönül, tutuldu ona; akıl düştü, delirdi gitti; yem elinde
onun; ne yapıyor mu? Tuzak kuruyor.
Ay’ımız harman yığdı, şimdi yakmak kasdında; canları pişirdi,
çiğlerin çevresinde
dolaşıyor.
O Ay dönüp dolaşmaya boş verir; durak da nedir ona, yol da ne?
Fakat bizim ihtiyacımız var da onun için günler gibi dönmede o.
Bir padişah ki madenler de ondan zekât istiyor, denizler de; her
müflisin çevresinde dönüp durması, borç para vermek için.
Bütün bunlardan geçtim, sâkî bir kadeh sun nimetlerinden; bütün
dünya o nimetlerin çevresinde dönüp dolaşmada.
Bir gece gönül alıcılık ettin de geceni gündüze döndürürüm dedin;
canım değirmen taşı gibi bu haberin çevresinde dönüyor.
* Lûtfunla sarhoş et, Elest kadehiyle bir hoş hale getir; yık,
şaraba taptır onu, durup dinlenmeden dönüyor çünkü.
Gerçekler yanını aç, yoksul âşıka ver, şarap içir ona; çünkü
hayaller içmede o.
Yol kesenden gizli, gizli, fakat görerek kes boynunu onun;
kahramanına ne noksan gelir ki
kılıç gibi dönüp duruyor.
îster Mecûsî olayım, ister
şükredeyim; ön de sensin, son da sen; gizlendin mi, neşe gamlara batıyor,
sersemce dönüp durmaya başlıyor.
Gönlüm dolu; sen söyle Tanrım,
bu daha yeğ; gördüğü saçma sapan rüyaları söyleyen uykulunun sözleri ne
olabilir ki?
XLVI
Dudu kuşu şeker hutbesini
okumak için ağaca kondu; gül şiirler okumasını buyurdu bülbüle.
Yemyeşil selviye, canın
bedeninde oldukça belini bağla, gece gündüz hizmet et, bunda fayda var diye
vahiy geldi.
Ay olsun, balık olsun; hepsi de
tespih etmede; fakat akıl ustadır; o daha da etraflı söylüyor.
O, bakış dersini söylemeye
başladı mı, taşlar ağlar, gökyüzü dilenir, Arş’tan yüzlerce armağanlar gelir.
O amberler saçan, o seher
yelinin hikâyesini
söylemeye koyuldu mu, binlerce
gümüş bedenliyi görürsün ki hepsi de göğüslerini, gönüllerini açmış, ona dalıp
gitmiş.
O can, gönlü anlatmaya
başlayınca kimde gönül kalır? O haber söylemeye koyulunca kimin kendinden
haberi olur?
Can aşkının sözünü eder o;
yolculardan bahseder o; başa şükretmeyi anlatır, ciğer kanını hikâye eder o.
XLVII
Bahar geldi, bahar geldi, güzel
yüzlü bahar geldi; bir ho şlaştı, yeşerdi dünya, lâlelikte gezip tozma çağı
geldi.
A reyhan, süsenden işit; yüz
dili var süsenin; balçık yazıyı seyret; nasıl da bezendi, güzelliklerle
dopdolu.
Gül, şu gurbette nasıldın, ne
haldeydin diye nesrinden sorup duruyor; o da, hoşum diyor, çünkü hoşluklar geldi
o ülkeden.
Yasemin selviye, sarhoşça oynuyorsun boyuna diyor; selvi de
yaseminin kulağına, o hilim sahibi, o esirgeyici sevgili geldi diyor.
Menekşe, sararıp solma çağı geçti, koruma zamanı gitti, ölümsüz
ömür geldi, kutlu olsun demeye gitmiş nilüfere.
Nerkis güle, gülüyorsun, değil mi diye gözceğizini kırpıyor; gül
de evet diyor ona; gülüyorum, sevgili kucağıma geldi çünkü.
Çam, güç yol diyor, Tanrı’nın lûtfuyla kolaylaştı; çünkü dolgun
dolgun her y aprak, su verilmiş kılıç gibi bitmede.
O dünya Türkistan’ından, güzel yüzlü Türkler, ağırlıklarıyla,
padişahın buyruğuna uy dular, balçık Hindistan’ına geldiler.
Şu lâfazan leyleğe bak, minberin üstüne çıkmış da, a o işe y aray
an do stlar, haydin diyor, iş zamanı geldi.
XLVIII
Bahar geldi, bahar geldi, miskler
saçan bahar geldi. Sevgili geldi, sevgili geldi, hilim sahibi, esirgeyici
sevgili geldi.
Sabah şarabı geldi, sabah
şarabı geldi, seher çağı içilen can şarabı geldi. Ay yüzlü sâkî salına salına
şarap sunmaya geldi.
Arılık duruluk geldi, arılık
duruluk geldi, taş da apaydın oldu, kum da. Şifa geldi, şifa geldi, her
hastaya, her arığa şifa geldi.
Sevgili geldi, sevgili geldi
iştiy ak çekenlerin gönüllerini almaya. Hekim geldi, hekim geldi, o uyanık,
aklı başında hekim geldi.
Semâ’ geldi, semâ’ geldi, baş ağrısı
olmayan semâ’ geldi. Buluşma geldi, buluşma geldi, ünlü buluşma geldi.
İlkbahar geldi, ilkbahar geldi;
eşsiz, örneksiz ilkbahar geldi; şakayıklar, reyhanlar, güzel yüzlü lâle geldi.
Birisi geldi, birisi geldi,
onun yüzünden adam olmayan da birisi olur. Bir Ay geldi, bir Ay geldi ki her
tozu toprağı y atıştırır.
Bir gönül geldi, bir gönül geldi ki gönülleri güldürür o; bir
şarap geldi, bir şarap geldi ki her çeşit mahmurluğu giderir o.
Bir avuç geldi, bir avuç geldi ki deniz ondan bulur inciyi; bir
padişah geldi, bir padişah geldi ki her ülkenin canıdır o.
Nerden geldi, nerden geldi ki burdan asla gitmemişti o; fakat göz
bâzı olur, görür, anlar, bâzı da görmez, ibret almaz.
Gözümü yumayım, susayım, açayım, söyleyeyim, o geldi; odur uykuda
da eş dost, uyanıkken de.
Şimdi, söyleyen susar, susan söze gelir; sayılı harfi bırak,
sayısız harf geldi.
XLIX
Dostun hayali geldi, girdi mi, gönlüm sedefe döner; şu ev onunla
doldu mu, ben sığamam artık.
* Sözünün tatlılığından geceleyin canın dudağı
yarıldı; tuhafıma giden şu ki gene de doğru söz acıdır lâfını
söyleyebilir.
Gıdalar dışardan gelir, âşıkın
gıdasıysa özden; kendi gıdasını kendi getirir de deve gibi geviş getirmeye
başlar âşık.
Periler gibi tez yürü, kendi
gözünden bile sıyrıl; yalnız y aralı bereli kişinin soyunması doğru değil.
(c. II, s. 52) Salâhaddin
avlanmaya geldi; bütün arslanlar av olur ona; ona kul köle o kişidir ki iki
dünyadan da hürdür.
L
Öylesine bir çöle eriştim ki
ordan aşk beliriyor; orda leşler, pisler bile tüm temizliğe ulaşıyor.
Canın ne haddi var ki mercana
eşit olsun; fakat sen zerreye bile vuran güneşi seyret.
Binlerce kilit var, her kilidin
eni gökyüzü kadar; fakat diş gibi iki üç harfceğiz de o kilitlere anahtar.
Yüzgeç gibi yüzüp duran şu
denizde bir levh var; yüz kere şehit olduktan sonra gazi olmada.
Şu denizin dalgasına kul köle
olayım; hem bayram bana, hem kurban; denizden faydalanan balığa da kulum
köleyim ben.
Bu denizden beliren her katre
bir şekle bürünür; iyiden iyiye bil ki adı da ya Cüneyd olur, ya Bâyezîd.
Gel a can, dal şu uçsuz
bucaksız denize de bir yıkan; vücudundan akan her katreden binlerce lûtuf
belirir, binlerce görüş meydana gelir.
Gemiler her denizin
kabarışından, dalgalanışından tehlikeye düşer; fakat bu Akdeniz’in dalgasından
aman bulur.
Arifle âşıka her solukta bir
bayram var; bayram gelsin diye bir yıl beklemelerine lüzum yok.
LI
Sevgiliye bakacak bir ahmak
isteyip
durmadayım; bakışında görüş
olan akıllıyı istemiyorum.
O inciyi canına alacak bir
sedef istiyorum; içinde inci olduğunu sanan taş yürek istemiy orum ben.
Kendini görmekten ayrılmış;
Tanrı aşkıyla dopdolu bir hale gelmiş; derdin, gamın çimdiklerinden haberi bile
yok; ibretler onu çimdiklemede; böylesini istiyorum ben.
— R —
LII
Bana baba gözüyle bak, ananın kocası, üvey baba görme beni; hem de
öylesine bir baba gör beni ki o senin gizli, ters oyunlarını iyiden iyiye
biliyor o baba.
Ona karşı doğru davranırsan daha iyi olur; çünkü ona eğri
davranırsan, inadın yüzünden seni daha da eğri bir hale sokar.
Babanı dinle de sıçra; seni öyle bir padişahın huzuruna çağırıyor
ki, Keyhusrev onun ayaklarının altına toprak olur, tapısında Sencer can verir.
* Mademki “Gerçekten de Allah çağırıyor” âyetini duydun, çevirme
yüzünü; ne de çobandır o, ne de çağıran; ne yoldur o yol, ne güzel kılavuzdur
o.
Her dert yüzünden, her derman yüzünden darmadağın oldun a can;
onun aşkından topluluk ara; o camide minber kur.
Onun yüceliğini, ululuğunu
gördün ya, artık Kerrâr da sensin, Tanrı arslanı da sen. Onun kolunu kanadını
seyrettin ya, Tayyar’sın artık, Ca’fer’sin sen.
LIII
Bana o uyanıklığın aslı, bir
kere daha uykuda afyon verdi; hem de coşkunluk afyonu verdi de baştan çıkardı
beni, baştan çıkardı gitti.
Yüzlerce çeşit gaflete salayım
kendimi, b ilmey ey im onu derim; fakat o dolunay çıkagelir; elinde de öy le
sine bir sağrak.
Bana der ki: Her kapıya
başvurup dilenen çıplaklar, talihsizler gibi niceye bir dilencilik edip
duracaksın demiyor muydun?
Böyle ağlayıp yalvarmanla
beraber gene de hırkay a, ibriğe kulsun; gerçeksen, gerçeğe ulaşmışsan ne diye
çuval içindesin böyle?
Senden doğan şeyler,
padişahlara ayıptır, ârdır; melektin sen; nasıl olur da şeytana maskara
olursun, yaraşır mı hiç?
Kim bilir sözünü onun; dünya eş değildir ona; onun açıklığına,
onun gizliliğine karşı dünya kördür, varlık sağır.
Bende o can olsaydı da sevgilinin sırrını açsaydım; her duyan,
işiten can da şu geçitten sıçrayıp kurtulsaydı.
O deniz gönüllü gönül alıcı güzel yüzünden pek müşkül bir haldey
im; o yüce gezişten, o şerefli salınıştan gönlüm yıkılmış gitmiş.
îman ehline söylesem bir solukta hepsi kâfir olur; kâfirlere
söylesem dünyada bir tek kâfir kalmaz, imana gelir.
Dün gece rüyamda hayali geldi de lûtuflar ederek nasılsın diye
halimi sordu; sensiz pek sıkı, pek güç bir durumday ım dedim.
A sevgili, yüzlerce canımız olsa gamınla kan kesilir gider; gönlün
taş mıdır, granit mi; yoksa mermerden bir dağ mı?
LIV
Şarap içeceksen, bâri
dilberimizin elinden, ateş yüzlü, âlemleri yakıp yandıran güzel sevgilimizin
elinden iç.
Yıldırım gibi boyuna bir harman
yakman yaraşmaz; dağlık yerlerin tarlaları gibi şerbeti hep yücelerden içmeye
bak.
Mecnun gibi akıl perdesini
yırtmak istiyorsan ay ağını diremiş aşkın elinde, yersiz, mekânsız şarabı burda
iç.
Gönlün darsa, betin benzin
uçmuşsa onun gül bahçesinin yanına var; mahmursan, hatırına toz toprak konmuşsa
var, şu seçkin şarabı çek.
Bu sâkî, şu âr namus kaydında
kalan sarhoşlardan kaçar; bu kay ıtlardan geçmişsen, hiçbir şeye aldırış
etmiyorsan gizli içme, apaçık içedur.
Bıstâmî gibi, Kerhî gibi eşler
dostlar elde etmek istiyorsan şu külhanda şarap içme, o yüce tavanda kurul,
orda iç.
Yürü git, bir işceğizin varsa
işinin başına geç; mademki Yusuf’a âşık değilsin, Zelîhâ’nın
nazının gamını yiyedur.
Dünyanın tembelidir dükkânını yıkan kişi; mademki sel kapmamış
seni, sakanın tulumundan su iç.
Şu dünya kazanının çevresinde kepçe gibi ne diye döner durursun? A
yoksul, çık dışarıya, zahmet çekme de helva ye.
A deli, şu pazarda çıban gibi kanlarla doldun; mademki güzele
tamah ettin; var, lalanın kılıcını ye, dayan.
Tebrizli Şemseddin’in doğuşlarına, ışıklarına iştiy akın varsa
sabır ve takvâ şarabını çekinmeden, tiksinmeden iç.
LV
Şu gönlünü aldırmış âşık kaybolursa o gönül alıcıda arayın onu;
âşık kaçar giderse sevgilinin yanında arayın onu.
Şu can bülbülüm ansızın bedenden uçar giderse her dikenden
sormayın onu; o gül bahçesinde arayın onu.
Sarhoş gönül günün birinde o şişeyi taşa çalarsa o anda meyhaneye
gidin, meyhaneciden arayın, sorun onu.
Aşkının hastası bu meclisten kayboluverirse o yankesici güzelin
nerkis gözlerinde aray ın onu.
Aklınızı başınıza alın; kaybolan âşıkı amanın, o şimşekler
çaktıran, yıldırımlar yağdıran amansız güneşin kucağında arayın onu.
Hırsız bir delik delerse âşıkın varını yoğunu çalar; o misk gibi
kokan simsiyah saçlarda aray ın onu.
Hünerlerle dopdolu uyanık
güzeli, hani bahtından uyanmış dilberi böyle uyurken bulamazsınız; ancak uyanık
arayın onu.
Gönül mahallesinde bir pîrden
sordum o güzeli; pîr bana işaret etti de sırlar âleminde aray ın dedi.
Pîre, Allah için olsun, söyle
dedim; sırlar âlemi sen değil misin? Evet dedi, incilerle dolu deniz benim,
denizde aray ın onu.
Ne de inci ki ışığıyla denizi
yüceltmede; Müslümanlar, Müslümanlar, o ışıklarda arayın onu.
Tebrizli Şems, Yusuf gibi
arılık duruluk pazarına geldi; arı duru kardeşlere söyle: O pazarda aray ın
onu.
LVI
* Tapımızda riyazat yok; burda
hep lûtuf var, bağış var; hep sevgi, hep gönül alış, hep aşk, hep huzur var
burda.
Yoksulluktan bunalan, can
bahçesinde yetişir, meyveler verir; bu lûtuf bize padişahtan geliyor; bundan
ötesi hep süsten püsten ibaret.
Yolunda hep gözler var, sarayının
her yanı başköşe; bedeni eritip gidiyorsa ne var ki? Cana bak, boyuna artmada,
gelişmede, canına canlar katılmada.
Şu tertemiz lûtfa bak, şu
korkunç beyi seyret; bir avuç toprağa mekânsızlık âleminde yer vermede.
Nice körlerle kötürümler, onun
yüzünden yol görür, yol alır oldular; nice gamlıların canı onun lûtfuyla
şekerler çiğneyen dudu kuşu kesildi.92]
Hançersiz açılmış şu beş
duygudan, dört unsurdan, altı yönden dışarı, nice y aralar var; bu yaralar,
sâkîsi ancak kan olan susamış aşkın eliyle açılmış.
Ne de tatlı tatlı yanıyorum;
çünkü onun mumundan alev alev parlamışım ben; y arınki bağışlayacağı devlet
yüzünden ne de
sevinçliyim bugün.
Neden toprak olmuşum, aşağı bir
hale düşmüşüm? Âşıkım, sarhoşum da ondan. Neden tüm can kesilmişim? Bedeni
yıpratan aşkından.
Âşıklar saf saf dizilmişler,
dileklerini, el açmışlar, istiyorlar; gönül onun vuruşlarıyla tıpkı tef, ağızsa
zurnası onun.
Onun yüzünden şu gönül
nasıldır, ne halde? Onun yüzünden yol yol kanlara gark olmuştur gönül; onun
yüzünden gökyüzünde bir kavga, bir gürültüdür kopmuştur; canın fery atlarıy la,
hey-haylarıyla doludur.
A gönül, ne vakte dek
dayanacaksın? Söyle, sen emret ey Tebrizli Şems; övünmek istiyorsan hemencecik
baş koy ayağına de.
LVII
Yarın onun yakasından baş
çıkarmama imkân yoksa, darmadağın saçları gibi boyuna dağılsın gitsin gönül.
A güzellik şahnesi, canım
lâ’linden pek çok inci çaldı; incit onu, incit.
Bir can, kâfir saçlarından
başkasına iman getirdiyse şavkının ateşiyle küfrünü de yak, yandır onun,
imanını da.
Yüzünü gizledikçe saçları
darmadağın olsun... Yüzünün gizli kalışı yalnız beni perperişan bir hale
sokacak değil ya.
(c. II, s. 53) Aşka düştüm;
elimde avcumda ne varsa gitti; onun aşk bağında, onun gül bahçesinin sevdasıyla
gül gibi elbisemi y ırtacağım artık.
Bir gün baktım ki gönül o gül
yanaklarda yuvarlanıp duruyor; bu nedir dedim de dedi ki: İhsanına düştüm,
yuvarlanıp duruyorum böyle.
O yanağa, halimi bildirir bir
yazı yazacağım; okusun o yanak; ustadır yazı okumakta zaten.
Fakat o kötülükler eden zalim
saçlardan korkuyorum; o Hintli, iftiralarla nice gönülleri iplerle bağlayakodu.
Çene topağındaki kuyuya bak;
fakat korkma a gönül; o ipi gören her gönlün zindanı böylesine bir kuyudur
işte.
LVIII
O hocanın ne var gönlünde ki
parıl parıl parlıyor yüzü, içindeki yüzünden görünüyor; ne içmiş ki iki mahmur
nerkisliği süzülüp kapanıyor.
Böyle denizde söyleyen inciden
başka ne olabilir; inciler saçan denize vurmuş da gökyüzü, ne de parlamış.
Kendi yoksulluğumla yola
düşmüş, işime gidiyordum; ansızın o hoca karşıma çıkıverdi, sarığının büklümünü
gördüm.
Usta bir kuşum amma düştüm
hocanın fakına; gönlümü de ona verdim, gözümü de; onun aşağılık bir düşkünü
oldum gitti.
Kaşı bir tekbirdir aldı; gözü
bir oktur attı; takdir okuyla yaralandı, bir solukta ona tutuldu gitti gönül.
Şu darmadağın âşıkın dün geceki
gördüğü rüya çıktı işte; bugün uyanıkken gördüm onu.
Kapkaranlık gece, benim
gördüğüm rüyayı görseydi öyle apaydın bir hale gelirdi ki ışığı, aydınlığı
gündüzü geçerdi.
Maşallah, maşallah; ne de hoca
bu; binlerce hoca yüzüne bağlanmış, tutsak olmuş da. bununla bezeniyor.
Can kaydına düşen kişi nerden
dünya hocası olacak? Hocalık, efendilik, dostu olmaz onun; dünyaya kul olur,
köle kesilir o.
LIX
A gönül çeken güzel; iki Mirrîh
var, Ay’a eş dost olmuş; senin iki gözün onlar; o Hârût, Mârût’unla inatçıları
çek Babil kuyusuna.
Bütün güzellerin güzelliği
sende; bu yüzükle a Süleyman, bütün devleri, perileri kahırla zincirlere bağla.
* îhsan hazinesini cinlere de
açtın, insanlara
da; “Biz verdik sana” buyruğunu
sun mahrum dilenciye.
Bedeni aydınlat canla, hasedi
kökünden sök, at; gözünü doğulara dik, aklı sorulara çek.
* Dudak, “Hamd âlemlerinin Rabbi Allah’a” âyetini okudu mu, ona
sonsuz şaraplar sun, mezeler ver; “Sapıkların yoluna değil” dedi mi, deliller
göster ona.
* Can sana doğru koştu mu, ona bir mum ver de yol bulsun; senin
güneşini aramaya koyuldu mu, Ay gibi konaklara çek onu.
* Mahmur âşıka Keykavus kadehiyle şarap sun; ince şeyleri bilmeyi,
hüneri, sanatı da akıllı düşüncenin önüne çek.
* Lûtuflarınla, inayetlerinle canı çek, kabiliyet ver ona; Kabil’e
benzeyen nefse de peşkeş ver kabul edişini, elbiseler ihsan et ona.
* Dert, hasret tutsağına, “Meyus olmayın” haberini ver; güzelliğinin
aşkıyla ölüp gideni de şu öldürme yerinden çek, tap şır öldürene.
* Şu bedenin gönlü kâfirse şahâdet kelimesini arz et ona; canın
hiçbir şeyi yoksa ne olur, ona bir şeyler ver.
Dirilt onu, sen
diriltmeyeceksen Mesîh’i vekil et; o diriltsin; vuslatına erdir,
erdirmeyeceksen lûtfunla bir lûtuf sahibine ulaştır, o erdirsin.
* A toprak üstünde yaşayan, o arılığı, o temizliği görünce yeryüzü
bile titredi; “Yeryüzü, şiddetle sarsılınca” sûresini oku da depremleri seyret.
Şimdi tamamını sen söyle; çünkü
hem hal padişahısın, hem söz padişahı; biri tutar da sözüne söz katar, sözünü
keserse söze de bir çizgi çek, kaldır ortadan, söy ley ene de.
LX
A Müslümanlar, Allah’a sığındım
şu ateşlerle dolu ayrılıktan; karanlıklar içinde karanlıklar, sevgilinin
ayrılığıyla sardı, kapladı beni.
Can balığı denizden uzak düştü
mü, hileye, düzene kalkışır; çöle düşen bahtsız balığın
kumları eşip denizi arayışı
gibi hani.
Âşık şu konakta cansız bir hale gelirse şaşılmaz; sudan ayrılan
balık susarsa şaşılır mı hiç?
Yanıp yakılan âşıkın şu yanışını biri çıkar da inkâr ederse ne
var? Neyle ayırt edilecek görür gözle kör göz?
Âşıkın konağından vuslat yaygısı alınıp dürüldü mü, gencin altına
alev alev ateşli bir yaygıdır döşenir.
O Yusuf’un haberi, şu aşk Yakub’una geldi mi, ferahlar, işte bağ
bahçe, işte yaşanacak cennet.
Gönlüm Şemseddin’le buluşma ümidinin hırsıyla kulağıma diyor ki:
Tebriz’e gitmek gerek, Tebriz’de aramak gerek.-t93]
LXI
A sâkî, susamışım, iştiyakım var; çekinme, sun kadehi, topluluğun
hepsi de içti, sızdı gitti.
Sırlarımı anlamak istiyorsan ateşle dolu bir kadeh sun, beni
sarhoş et; sonra sor, kimi özlüyorsun, neye âşıksın diye.
Aşk bir ışıktır yaktı; gece sabahlara döndü, ışıdı; ışıklarla
taşlar bile yarıldı, göz göz oldu.
İlaçlarım feda olsun aşka, aşkın acılığı helvadır bana; âşıklar
arasında, nerey e sürüy orlarsa oraya sürülüp gidiyorum işte.
Dünyayı alın, sizin olsun; aşk dini yeter bize; aşkta cennetler
var, şehirler var, sokaklar var bize.
Canlarla buluşuyoruz, canlar sâkîlik ediyor bize; şarap bol mu
bol, dönüp durmada; fakat aşk kadehi pek ince.94]
LXII
İşte şimdicek gözlerden yakut renginde bir gözyaşıdır boşandı;
izinin tozu belirmeyen aşktan şimdicek bir iz belirdi.
Sevilenlerin renklerine bak, sevenlerin renklerini seyret; işte şu
iki güzelim renk de o renksiz candan geldi şimdicek.
Bak da gör; gökyüzü her solukta toprağa binlerce renkler
bağışlamada; öylesine renkler ki ne y eryüzünde var, ne gökyüzünde.
Rengin temeli renksizlik; şeklin aslı şekilsizlik; harfin özü
harfsizlik; işte buracıkta elde avuçta olanın da aslı, madenin, definenin de.
Âşık da sensin, sevgili de, ikisini arayıp duran da; fakat şuna
buna görünmemek için de kat kat örtüler ardındasın işte.
Abıhayat tulumusun, fakat kıskançlığından ağzını yummuşsun; işte o
amansız aşk yüzünden ağız susmada, can feryat etmede.
Seher çağında kuşların
feryatları, susanlardan gelen bir elçidir; susarak ağlayan dünyanın izi
ağızdadır işte.
Zevkiyle ağlıyorsan ne diye
ayrılığına düşünce ağlarsın? Sen inkâr ediyorsun amma işte binlerce tercüman
buracıkta.
Bir dosta av olmamışsan söyle,
niçin kararsızsın böyle? Değirmeni dönüyor gördün mü, bil ki su buracıktadır.
Canım emrediyor, sus diyor,
incitme beni; sustum, buyruğa kulum, anlatmay ı b ıraktım artık.
LXIII
Sevgili, gönlümü almak,
hatırımı hoş etmek için gizlice çıkageldi; o kanlar içici padişah, parlak Ay
gibi gizlice geldi geceleyin.
Elini ağzına koydu, yâni konuşma,
sus dedi; gözü de hadi, gizlice işe sarıl diye emir verdi.
Bu lûtufta bulundu ya, sarhoşum
artık, gül
bahçesinin kapısını kırdım; o
bahçeden gizlice çalıp duruyordum o gülleri.
A dilber dedim ona, ne fitneler
koparıyorsun, ne yankesicisin sen; hadi a düzenbaz, gizlice bir fitne düz, bir
düzen çıkar mey dana.
Yapayalnızız, vakit de gece;
fakat gene de o sırları gizlice bir duyup yayan olmasın, dudağını kulağıma ver.
A ay yüzlüm benim, o âşık
öldüren sırları söyle; susma bu gece; işret çenginin tellerine dokun gizlice.
A güleç güzel, gizli sadaka
töresine uy; o şekerler saçan, o cana canlar katan iki dudağından gizlice bir
öpücük ver.
Gammazların hepsi de sarhoş,
hepsi de sızmış, uyumuş. Evet dedi, fakat bu sarhoşların içinde, gizlice bir
ayık bulunabilir.
Etme, eyleme a Tebrizli Şems,
böyle sertlikte bulunma, böyle şiddetli davranma; a padişahım, bir daha böyle
gizlice nerelerde bulurum seni?
LXIV
Bu konakta şehvetlere sabreden, karşılık olarak o balçık yurdundan
can yurdunu elde eder a gönül.
İki karısı olanın karılarından birinin mutlaka gönlü kırılır; o,
öbür karıya daha çok gönül verir; gönlüne o daha hoş gelir çünkü.
Sen bu güzellikle beraber, ne de Eyyub sabrı bu dersin; bu
susuzluktan bunalır, pek faydasız iş bu diye söylenirsin.
O da sarhoşlukla der ki: Sen görmemişsin onu; çünkü o yücedir, sen
aşağılıksın; sen eksiksin, oysa olgun.
Tekrar ona yüz tutsa da dostluk tohumunu ekse bile, gene bir başka
örtüsü vardır; çünkü o, göçünü burdan sürmüş, kaldırmıştır.
Gene o güzel az nazlanır, bu adamla uyuşursa bile, bu yanda gönül
malını bir türlü düzemez.
Sabra sarılmaya bak, körlüğü bırak da huri güzelliğini seyret;
sabır bu halde hiç de zor gelmez sana.
(c. II, s. 54) Secdede de, oturuşta da, duruşta da bütün
yalvarışlar bu tapıya, bütün dilekler bu tapıdan; fakat bu tadı bulmana şehvet
perde oluyor.
Sabra dost olanlara buyur; hırs besleyenlere öğüt ver; ağ lay ıp
inleyen nefsin sesini dinleme; hırsın elinden yemek yeme.
Birisine öğüt verdin mi, bu öğüt senin hırsına da mâni olur;
ilerde elde edilecek şey için şu çabucak elde edilenden geçer, dayanırsan, bu
sabır seni şekerle ştirir.
Neliksiz-niteliksizlikten nelikler-nitelikler oldu; mekânsızlıktan
mekânlar peydahlandı; sirkeden kanlar hasıl oldu; bir gerçekten kaç çeşit
renkte bâtıl belirdi.
Varlık levhinin harflerini bu teville okuyorsun, hepsinin de
özünün, özetinin de sabır olduğunu biliyorsun ya; artık bu teville de amel et.
Sabret Tebrizli Şemseddin
uğruna; acele etme; insan yatar, melek kalkarsın; o pek büyük bir ihsan sahibi
padişahtır.
LXV
Ay yüzlü güzelim, lûtuf üstüne
lûtfetmede; o yüzden kararım yok a gönül. Gönlüm abıhayat kaynağında, bedenim
lâlelikte a gönül.
Her ağacın altına, padişahın
yüzünü görmek için bir alımlı dilber, bir ay yüzlü Yusuf, bir gül y anaklı
güzel oturmuş a gönül.
Can güzellerinin gönüllerine de
kendi canının, teninin aşkından bir kıvılcım salmış, beden güzellerinin
gönüllerine de a gönül.
Narın içindeki taneler gibi
kullarının gönüllerine neşeler doldurmuş a gönül.
Meclisinde sarhoşlar
kucaklaşmaya, lûtuflarla sevişmeye başladı mı, su da onun aşkıyla tutar, ateşle
kucaklaşmaya koyulur a gönül.
Güzelleri kendi öz kadehiyle
okşadığı o
halvette Rûhü’l-Emin bekçidir,
Hızır perdeci a gönül.
En aşağılık kulu, sarhoş bir
halde meclisinden çıktı mı, mala mülke de boş verir, saltanata, tahta da,
bahta, devlete de; bunların hepsini ayıp görür, âr sayar a gönül.
Onun bahçesini dünya say; şu
dünyaysa bil ki bir mağaradır âdeta; lûtfu seni şu daracık mağaradan çıkarır a
gönül.
Toprağın, yelin, suyun, ateşin
üstünde gül bahçeleri var, reyhanlar var, çeşit çeşit, renk renk şakayıklar
var, lâlelikler var a gönül.
Şu topraktan biten çiçekler de
onun aksinden bitmede; sen burda toprak yemedesin; orda ne işin var senin a
gönül.
O efendiler efendisinin aşkıy
la el çırp, oyna; onun bir öpücüğünü elde ettin mi, âfetler bir y anda kalır
gider a gönül.
Efendiler efendisi Şemseddin’in
tertemiz canına and olsun ki kaçmak bile istesen gene ondan kol kanat elde
edersin a gönül.
Tebrizli’nin ayağının bastığı
toprağa and olsun, ona can feda edersen canlar bulursun; zaten bastığı toprak
iksirdir a gönül.
Şimdi ayağımda ayrılıktan öyle
bir ateşten bağ var ki... Bu kadar zayıfım amma onu andım mı, öylesine
mahmurum, öylesine sarhoşum ki a gönül.
Onun aşk koparan şivesiyle
ağlayıp inlemeye koyuldum mu, çeng gibi binlerce nağmelerim var a gönül.
Böyle bir bahta ulaşma
sevdasındayım; çünkü sevgili yardımda bulunmuştu, lütfetmişti de y uları elime
vermişti a gönül.
Bineğimin çevresinde, o
padişahın gölgesinde, binlerce padişah hizmet için saflar kurmuştu a gönül.
Bu lütuf, bu yandan değildi, o
y andan, can dünyasındandı; bil ki orda ne bu yıl vardır, ne bıldırki yıl, ne
de öbür yıl a gönül.
Şemseddin’in gizli âleminin ta
özünden y ardımlar gördüm de ululandım; hele öylesine
sarhoş oldum, çaldırdım,
mahmurlaştım ki a gönül.
O kadar hilmim vardı, o kadar
oturamaklıydım, ağırbaşlıydım, öyle efendice bir sabrım vardı ki Eyyub bile
benim kadar sabredemezdi a gönül.
Yular öylesine çıktı elimden,
öyle bir yere vardım, oraya yol bulması şöy le dursun, izinin tozu bile vehmin
gözlerine görünmez a gönül.
Tanrı tapısına niyaz ediyorum;
o güneşin gölgesini salsın bize; çünkü onsuz, gönlün ne arışı var, ne argacı a
gönül.
A gamlı gönül, ümidim var,
ansızın gelebilir; sen bir eğle, yüzlerce düzenle oyala şu canı a gönül.
LXVI
* Benim bir dahlim yok diye
yüzünü ekşitmiş; yüzüne âdeta, “Ne de hoş bir katıktır sirke, gelin hadi”
yazılmış.
İki üç adımcağız atar da
hırstan, kinden hilme doğru gelirsen, kaynar, coşar, bal kesilirsin; kendinle
beraber nice âlemleri de tatlılaştırırsın; fakat ne tembellik bu.
Yanlış gördüm, yanlış söyledim;
boyuna yanlışlara eşim ben; senin yüzünü görseydim gözüm şaşı mı kalırdı böyle?
A gönül, aynada kendini eğri
büğrü gördün mü, mutlaka bu eğrilik sendedir, aynada değil; önce kendini
doğrult.
Birisi kuyu başına gitmiş de
Ay’ı kuyuda görmüş; Ay’sa gökyüzünden bağırmış ona: Acele etme, burdayım ben.
Ay’ı şu alçacık yerde arama;
yoklukta varlık olmaz; Ebû Cehil karpuzu eken, şekerkamışı biçemez.
Hoşluk, güzellik, varlığını
gidermektedir; sense güzelliği varlıkta arıy orsun a benim canım; zor şey,
burda çözülmez; bir şeyi elde edebileceğin yerde ara.
Öylesine bir kazsın ki
acelenden, Ay’ı
yüzdüğün suda aramadasın; öyle
bir kişisin ki adım atıp yol alacağın yerde can damarına vurur durursun.
Aklı başında olanlar bu ayakla, bu başla kayboldular gitti; ben ne
yapayım bu yolda; öylesine sarhoşum ki hiç sorma.
Tanrım, kendi sarhoşunun tut elinden; yoksa o, yaramaz kişi
sarhoşken âleme neler ederse kendisine onları edecek.
Beni altüst ettin amma kendine daha da y aklaştırdın; zaten insan
çıban deşilip sıkıldıktan sonra iyileşir.
Bu kadar şaraptan, bunca sarhoşluktan sonra gene de işimi düzene
koydun; sana dayanmışım ben; hadin, gelin a tembeller.
A Tebrizli Şems, sen ne bu doğudansın, ne o batıdan; ne de tutulup
kararan güneşsin sen.
LXVII
“Tercî-i Bend”
Önce hani bir şarapla
aldatmıştın bizi, sun gene o şarabı; sun da canımızı geçmişten de kurtarsın,
gelecekten de.
Ateşinden yüzüm neşeyle atlas
libaslara bürünsün; canımda sevgi, memedeki süt gibi kaynasın, coşsun.
Can gemisini o incilerle dolu
denizde yürüt gitsin; çünkü gemi durdu mu, çeşitli şeylerle çürür, dağılır.
Yürü, akadur Hızır’ın içtiği
abıhayat ırmağında, akadur da can, neşelensin canın, hoş bir hale gelsin desin.
Sâkî tezce sunduğu sağraklarla
onu aldatmazsa mihnetlerle dopdolu cana ne elem sağrakları gelir, bir bilsen.
Benim gencecik, körpecik
ömrümsün, canımın mimarısın sen; senin tedbirin olmazsa canlar yıkılır, çöker
gider.
En aşağılık yerdeki şu
şekiller, nasıl gökyüzünün dönüşünden meydana geliyorsa, düşünce hay al yurduna
y ardım da senin
canından gelir.
Zühal yıldızının bulunduğu
yedinci kat gökten başka can gökleri de var; göklerdeki burçlara bu göklerden
nimetler gelir.
Yeryüzü burcuna yardımlar
gelir, su burcuna bağışlar, ateş burcuna hararetler; hepsi de bir vericinin
ihsanıyla olgunlaşır.
Anlayışlarla dopdolu olan şu
duygular da burçlara benzer; aklın da anlay ış şimşeği candan çakar, duygunun
anlayışı candan gelir, duygudan değil.
Sus, anlam suyunu manevî
kovayla çek; çünkü anlam, şu kullanılagelmiş sözlere sığmıyor.
İki üç tercî bir araya geldi;
can daha başlangıcında neşelendi, açıldı, saçıldı; fakat kaçacağından
korkuyorum; tez bağla, sar onları.
*
O şarabı sun, çünkü kavgada gam
iyiden iyiye sarıldı cana; sun o şarabı; çünkü o kızıl şaraptan başka bir
derman yok sevdaya.
Kolum kanadım düğümler içinde
kaldı büyü yüzünden; lâ’l şarabı sun da kanadımdan çöz düğümleri.
Dönen gökyüzü gibiyim; canım da
güneş; pılı pırtıyla dolu bir gemiyim, ayağım deniz benim.
Yüzlerce lûtuflarla arıyor,
soruyorsun, yüzlerce gizli sözlerle, işaretlerle çağırıyorsun beni; her
solukta, a geri kalmış, beri gel diye kulağımı çekiyorsun benim.
(c. II, s. 55) Hiçbir kuş
görmedim ki kalksın da kanatsız uçsun; hiçbir gemi görmedim ki tutsun da deniz
olmadan yürüsün.
Ne de görülmemiş sanatın var;
ne de erilmez yücelikte bir şanın var; yokluk denizinde her y andan görülür bir
sırça düzersin.
Gönülde îsa gibi babasız bir
güzel resmedersin; anlamakta Ebû Ali Sînâ bile buzda kalakalmış eşeğe döner.
Şaşılacak bir güzellik; sonra
da dünyanın bütün tadı tuzu onda; a Müslümanlar, kim görmüştür tuzun helvayı
bezediğini?
Öylesine bir güzellik ki bir duvara vursa duvar o anda canlanır;
söylemeye koyulur, görmeye başlar.
Beden kerpiçleri de can güneşinin doğuşundan, ışığının vuruşundan
dirilmedi mi? Ne de parlak ışıklar, ne de cana canlar katan güneş.
Can güneşinin ışıkları her pencereye vurmuş; yücelerdeki şu
zerreler hep güneşin ışığından oynamada.
Ne de tatlı hikmet; şükür bile secde ediyor ona, onu ağırlamak
için bendine bir bend daha kat.
*
Keşişin evinden İsa’nın soluğu gibi bir şarap getir de Yahya’yı
Canalıcı’nın nazarından korusun.
Bütün mezheplerin ışığı, bütün illetlerin devâsı; her solukta
illet-i ulânın tasarrufundan dışarı, yepyeni bir can bağışlar.
Hikmet gül bahçesinin baharıdır; yalnızlık
karanlığının ışığıdır; rahatın, lezzetin temelidir; cennetin,
Tûbâ’nın düzenidir.
Usancı yerlere döker; sözü
açar, lâfı ular; eşsiz cennettir o, bu dünyada yüz göstermiştir.
Hurilerle, şeytanlarla dopdolu
olan şu beden hayal yurdunda, her Mânî bir put yapmıştır amma bizim güzelimize
benzer put değil.
Can askerini gördün ya, gel,
padişahı da bul; asker buluttur, padişah Ay; ordu bedendir, padişah can.
A ev sahibi hanım, a nefis,
başını dizine koyma; bu anlam düzenle cilvelenmez.
A esirgeyici sâkî, dünyayı doğu
gibi ısıt; çünkü âşık senin dilinden bu dâvaya çok girişmiştir.
* Sun o kızıl şarabı bana,
götür Mısır’a, Yusuflara beni; çünkü bu çöle, bu bıldırcın kuşuna, bu kudret
helvasına doydum artık.
Bütün bir dünya puta tapmada,
onun şekillerinden sarhoş olmuş gitmiş; fakat asıl put
be’yle te’nin olmadığı
yerdedir.
Sus, şu be’yle te’ye büyücülükle bir şekil verme; bırak gitsin de
Mûsa’nın eli atsın sopayı.
A gonca, ağzını yum; yolda daha yeni doğmuş çocuksun sen; sus da
selviden, süsenden duy hürriyet hikâyelerini.
*
Güz de geçti gitti, karakış da; ilkbahar geldi a gönül. Dünya
yemyeşil, gül gülüyor, ırmak neşeli a gönül.
Kış, Karun gibi, onun zulmü gibi yerin dibine girdi; süsen su
verilmiş kılıç gibi yerden bitti a gönül.
* Gâve’nin bayrağına bak, can düşüncelerini seyret; her gül
bahçesine sevgilinin yüzünden vurmada, her gül bahçesine parlamada a gönül.
Gençleri bile hayran eden al al güllerin kokuları ihtiy arlara
ulaştı mı, kararları kalmaz a gönül.
Melek kendi güzelliğinden şeytanlara da elbiseler giydirdi; gül
öylesine bir ihsanla geldi ki diken şaşırdı kaldı a gönül.
Ağaçlar dua edenler gibi ellerini açtılar; menekşe utangaç adam
gibi başını eğdi a gönül.
Yoksul dünyaya can yüzlerce inci verdi, mercan bağışladı; armağan
olsun dedi, bunu da al, onu da a gönül.
Kervanın içinde yavaş yavaş, padişahın has kişilerinin halkasına
girmek için, padişahın tapısına varmak için yürüyedur a gönül.
îşret eden adam gibi sâkînin eteğine sarıl; mademki sûfîsin,
bıldırı anma a gönül.
Müzik dinlemek istiyorsan kamış gibi yerden dışarıya çık;
sevgiliyi görmek istiyorsan geceleyin afyon yutma a gönül.
Tanrı halkı yaratmış, herkese bir sanat vermiştir; binlerce usta
görüyorum ben, senin gibi çırak değil a gönül.
Tercî bendini buyurursan ustalığı anlatırım
sana; çık dışarı şu sözlerden, ceylansın, ovalar yerin senin.
LXVIII
Oynayıp varını yoğunu elden
çıkaranların yolu, tam varlık içinde varlıktır a gönül. Kalender hiç şüphesiz
tam bir inanç içindedir a gönül.
Bir bey bir pîrin himmetiyle,
bir pîrin kuvvetiyle her solukta bir tedbirde bulunur, bir ülkeye gider a
gönül.
Sizse iki günde bir
konaktasınız; nerden gönül ehli olacaksınız? Halbuki o geçip gitti mi, dünyanın
o y anından da geçer gider a gönül.
Mademki gökyüzünü geçtin,
kanlarla dopdolu denizi gördün; artık neliksiz-niteliksiz Ay’ı da mekânsızlık
şehrinde seyret a gönül.
O yoldan hoşlanan kişi, o
çekişe zebun olur; gönlü tatlarla dolar; ne de güzel candır, ne de güzel rûhtur
ya a gönül.
O can sınırına vardı da iğreti
canı sahibine verdi mi, tabiata bir nurdur verir, şeriata bir düzendir bağışlar
a gönül.
Tebrizli Şems’i duydun ya,
belki ondan bir şey elde edersin; gönülle karılan, birleşen bir sırdır, açılır
sana a gönül.
— M —
LXIX
Kim düğümlenmek istiyorsa gelsin, ona bir güzel düğüm vurayım;
efendimin düğümüyle mermer kaya bile can bulur; ona ulaşan taş bile cana
kavuşur.
Günün birinde güle, ne de güleç bir kılavuzsun diyordum; gül bana,
bâri dedi, neden güldüğümü biliyor musun?
Güzel huylu padişahımın hayali yüzüme güldü de soydan soya böyle
oldum, oğuldan oğula hep böyle güleç olduk gitti.
Padişahım dedi ki: Ömrü olmayan her yoksula ömrüm ben; ben de
yoksulum; bu vaade bel bağladım da ömürden ümit kestim.
Gönlüm, senin ömrünün kadri nedir ki; ne diye minnet altında b
ırakıy o rsun beni, ben kimim, sen kimsin diye bağırdı.
Lûtuflarda bulunan bir padişah, pisliklerle dolu bir kuyuydun,
seni altınlarla doldurdum ben der
de seni minnet altında bırakırsa değer.
Hizmet kemerini kuşanmadığım halde bana akıl tacını verdi; artık
seni tutar, ona bağlarsam neler bağışlar, bunu sen düşün.
Aşk diyor ki: Bir sırrım var, söyleyeyim de duy, ganimet say bunu,
hayırlara kavuş; ne kötülük et, ne ayrıl ondan; yoksa ümitsizliğe düşersin,
nadim olursun.95]
Bütün padişahlar kullarını kanaat sahibi olduklarından dolayı
överler; benim padişahımın bütün öfkesiyse onun lûtuflarını yeter
bulduğumdandır.
Bugünüm ayık geçti, benim topluluğumunsa sarhoşluğu doldu, taştı;
tez ol, bana bakam gibi o kıpkızıl şarabı sun.96]
Neşeyle, huzurla dopdolu bir kadeh sun da başa gelenleri gö sterey
im sana, sarhoşlar gibi halimi sorsunlar benim.
Huyumdan incinmeyin; çok söy lüy orum ben; şekerim çok amma
dünyalar dolusu da
dudularım var.
LXX
Gönlümün halini bildiğim gibi bir söyleyeyim dedim; gözyaşı
dalgalandı, gönül kanı coştu; söyleyemedim gitti.
Evvelsi gün gönüle ait bir şeyler söylüyor, kırık dökük sözler
ediyordum; düşünce kadehi daraldı, ben de küçücük bir şişe gibi onu kırıverdim.
Bu tufanda koskoca gemiler bile tahta tahta kırılır, ayrılırken
benim kayığım da nedir ki? Zaten elsiz-ayaksızın biriyim ben.
Şu gemi dalgadan kırıldı, dağıldı; ne güzellik kaldı, ne
çirkinlik; kendimden geçtim, tezce bir tahtaya yapıştım.
Ne yüceyim, ne aşağılık; fakat şu söz aşağı çıktı işte; çünkü gâh
bu dalgayla yüceler yücesine çıkmadayım; gâh da yücelerden çok aşağılara inmedeyim.
Yok muyum, var mıyım? Ne
bileyim ben? Ancak şu kadar biliyorum ki varsam yoğum a benim canım, fakat
yoksam o vakit varım.
Tekrar dirilmede ne şüphem var;
şu mahşerde yüzlerce defa düşünce gibi ağlayıp inleyerek öldüm, gene düşünce
gibi canlanıp dirildim.
Şu ovadaki avcı beni
avlayıncaya dek elinden kan kesildi ciğerim; av olmama nasıl sevinmeyeyim? Beni
avladı da kurtuldum gitti.
Düşünce bir orman sanki; bir
orman ki yüzlerce kurt var orda; fakat ben ne diye düşünmeyi iş edineyim
kendime? Düşünceyi verenin yüzünden sarho şum ben.
(c. II, s. 56) Nerden kopup
kesildiysem önce oraya düşmüştüm ben; nereye bir fak kurdumsa sonunda o faka
tutuldum ben.
Bir saman çöpüne müşteri çıkan
kişinin ham hayaline gülerler doğrusu; bir de iş gördüm diye kibrinden bıyık
buruyor.
Sonucu ne yaptın a ahmak, şu
külhana gül diktin; diktin amma gül bahçende bir yaprak bile
bitmedi; fakat dikeninden
yaralıyım ben.
* Gül gibi şu bedenden çıkmak
gerek bana; ömrüm altmışı buldu da hâlâ şın’la sin gibi şu oltadayım.
LXXI
Size geldik, size geldik, sizin
sevginizi seçtik; siz olmasaydınız, sizinle buluşmasaydık sizin ovanızda
olamazdık biz:
Evinize sarhoş olarak girdik;
şükürler olsun Rabbimize, şükürler olsun; katımızda anıldı adınız; çağıranınız
da çağırdı bizi.
Aşağılık elbiseleri soyunduk; a
kılavuzumuz, köşke girdik biz; vaadinize vefa ettiniz; sâkîniz de sundu şarabı
bize.
Köşkü gizle, izini bile
belirtme, eserini bile gösterme; fakat gene de yardımcı sensin; kâr sendendir;
gizlice seninle konuşan oldu mu, sensin ona yardım eden.
İçtik, kandık, şifalar bulduk,
sır gibi gizlendik;
bunların hepsi de senin lûtfun;
lûtfuna bir karşılıkta bulunmamıza imkân yok.97]
LXXII
A benim güzelim kıratım, nalını
koy göklerin yücesine; o neliksiz-niteliksiz Ay; hilesiz, düzensiz bir çağrı
mektubu yazmış.
Kaba kacağa sığmayan Kevser
bizim yana aktı; yırt sakanın tulumunu, at taşı, kır gitsin küpü.
Ovadan can gibi bir ceylan
çıkageldi; hem de öylesine bir ceylan ki erkek arslan onun korkusundan kızgın
kumlara kuyruk vurup durmada.
Bugün bayram gününe benziyor
hocam; hepimiz de sarhoşuz. Davul da sarhoş, davulcu da; kendinden geçmiş, güm
güm davul çalmada.
* Akıl meydana çıktı,
şaşkınlığından parmağı ağzında; sarhoşa, şaşkına, ne diye “Oyaladı sizleri”
sûresini okuruz diyor.
Aramızda, ilaç için olsun, bir
akıllı bulamazlar; şu deliler halkasında herkes deli divane olur gider.
Mahmur kişiye bir sağrak, yüz
tane, hem de altınla dolu evden yeğdir; şu arık bedene o şaraptan bir sağrak
dökeyim gitsin.
Oruçlular arasında bir hoşça
aşk şarabını çekedur; halktan utancından akrep gibi gizlice eve gelirsin hani;
bu şarabın sarho şluğu öylesine sarhoşluk değil.
Küpsüz, testisiz, sağraksız,
kadehsiz çekedur oruç bozmayan şarabı; ne üzümdendir, ne cibreden, ne
arpadandır, ne buğdaydan bu şarap.
Bu şarap mahmurun başına
döktüğün, aklını başına getirip uyardığın şarap değil; yalancıktan şaraptır o
şarap, onun için de kuyruğu öyle kısa kalmıştır onun.
Deve şarap küpünü yüklenmiş,
şarapla dolu meyhaneden çıkageldi; uykuyu, yemeyi içmeyi bırak; sağrak, kalk,
kalk diye sesleniyor.
Ağzını yum, mahrem ol,
susanların Kâbe’sine
yürü; biteviye şu sarhoşluktan
ne deve ara, ne başka bir hayvan.
LXXIII
îç âlemde nasıl bir padişahla
oturmadayım; ne bilirsin sen? Altına dönmüş sapsarı yüzüme bakma; demir gibi
bir ayağım var benim.
Yüzümü tamamıyla beni buraya
getiren padişaha döndürmüşüm; beni y aratandan binlerce aferin elde etmişim.
Gâh güneşe benzerim, gâh
incilerle dolu denize; içyüzde gökyüzünün yüceliğine sahibim, görünüştey se yer
gibi alçağım ben.
Şu âlem kovanının çevresinde
balarısı gibi döner dururum; yalnız iniltime bakma, kovanlar dolusu balım var.
A gönül, bizi istiyorsan, gök
kubbenin üstüne yücel; kal’am öylesine bir köşk ki emin olanların bütün
eminlikleri bende.
Şu gök kubbeyi döndüren o su,
ne de korkunç
bir su; bense o suyun
dolabıyım; o yüzden de böylesine tatlı bir iniltim var.
Devler de buyruğuma uymuş,
insanlar da, cinler de; görüyorsun ya; bilmem ki Süleyman mıyım, yüzüğümde yazı
mı var?
Neden solacakmışım? Her parçam
açılıp saçılmış; ne diye eşeğe kulluk edecekmişim? Eyerimin altında Burâk var.
Ayağımı akrep sokmadı ya; ne
diye Ay’dan geri kalacakmışım? Sağlam bir ipim var; ne diye şu kuyudan
çıkmayacakmışım?
Can güvercinlerine bir
güvercinlik kurdum; uç bu yana a can kuşu, yüzlerce sağlam burcum var benim.
Evlere vurur, evlerde döner
dolaşırsam güne ş ışığıyım; b alç ıktan doğmuşum amma akıykım, altınım, y
akutum ben.
Hangi inciyi görürsen içinde
bir başka inci ara; çünkü her zerre, içimde bir define var deyip duruyor.
Her inci, sana, güzelliğimi
yeter bulma, alnımda parıl parıl parlayan ışık, içimin mumundan geliyor demede.
Sustum; anlayacak akıl yok
sende; gören, anlayan can gözüm var diye kulağını sallama, kendini aldatma.
LXXIV
Sen de bilirsin ki ben sensiz
yok olur giderim, yok olur giderim, yokluk da varlık kabul eder; halbuki ben
ondan da aşağı bir hale gelirim.
O Yusuf’tan ayrı kaldım mı,
iyiden iyiye hüzünler yurduna girer giderim; kötü sanılara eş olurum,
nedametlere dost kesilirim ben.
Padişahın şehrine şahne oldum
mu Ay gibi bekçilik eder, döner dolaşırım; gam hırsızına işkence olurum, her
çeşit illete illet kesilir giderim ben.
îrem bağına girdim mi gamın
boynunu bağlarım; deve gibi her yana çekerim onu, dikenden başka bir şey
tattırmam ona.
Takdiri, kısas eder de tutar
beni deve yaparsa, onun Hac devesi olurum, o haremin ağırlığını çekerim ben.
O acı buyruğun hükmündeyim; gâh
kervanbaşıyım, gâh deve; gâh davula tokmak vururum, gâh bayrağın perçemi olurum
ben.
îster davulcu olayım, ister
davul; o üstün erin ordu y erindey im ya; şu renkten renge girişten ne diye
gamlanayım; sonucu, padişahın adamlarındanım ya.
Düşünce ayısını tutar, oynamak
öğretirim ona; güzellerin meclisine getirir, oynatırım; onlar onu seyrederken
ben onları seyrederim; bunu fırsat say arım ben.
Muma benziyorum; söylemeden her
şekli gösteriyorum; eğri büğrü düşünme, her şeyi görür, gözetir, sayar dökerim
ben.
Aşk der ki: A aklı başında
olan, sunduğum şarabı ganimet bil, iç, sarhoş ol; a aç, doyurduk seni, a burnu
koku almaz, iy ileştirdik seni.
Sahibimizin nimetlerine
şükrettik; efendimiz
buna lâyık zaten; bu zevkin
sonu yoktur, bu kadeh kırılmaz.98]
A efendim, bahtın iyi; yalnız
iyiliklerle yaşa, sevin de ben de yüceleyim, ululanayım.[99]
A cana benzer güzel, yüzün îsa
gibi ölüye can verir; ben töhmet altında bile olsam senin o iyiliğin hani?[100]
Susunca nasılsın, suratını
ekşitince nasılsın; ben senin güzelinim, söyle bana demesi için mahsustan
susarım, mahsustan yüzümü ekşitirim ben.
LXXV
* Ateşten bir ağaç gördüm, a
benim sevgilim diye ses geldi; o ateş beni çağırıyordu; yoksa îmranoğlu Mûsa
mıyım ben?
Belâlara düşerek çöllere
daldım; bıldırcınla kudret helvası yedim; kırk yıldır Mûsa gibi bu çölün
çevresinde dönüp dolaşmadayım.
Gemiyi, denizi sorup durma, gel
de şaşılacak şeyler seyret; bunca yıldır bu kupkuru toprakta gemi sürüp
duruyorum ben.
* Gel a benim canım, Mûsa’sın sen, bu beden de sopan; bedenini
tuttun mu onu sopa yaparım, attın mı ejderhâ şekline sokarım.
* İsa’sın sen, ben de kuşunum; balçıktan bir kuş yaptın; bana bir
üfürdün mü hemencecik yücelere uçarım ben.
O mescidin direğiyim ben,
Peygamber bana dayanırdı; bir başka yere dayandı mı ay rılık derdinden ağ lay
ıp inlemeye başlarım ben.
Efendiler efendisi, şekiller
düzen, fakat şekilden münezzeh olan zat; beni ne şekle sokacaksın? Sen bilirsin
ancak; ben bilmem ki.
Gâh taşım, gâh demir; zaman da
gelir, baştan başa ateş olurum. Gâh taşsız teraziy im, gâh da teraziye taş
olurum ben.
Bir zaman yayılırım, otlarım
burda; bir zaman da bende y ay ılırlar, otlarlar, yerler beni; gâh kurdum, gâh
koyunum; gâh da çoban şeklinde
görünürüm ben.
*
Heyûlânın izi, eseri yoktur; iz
eser nerden ebedî kalacak? Ne bu kalır, ne o; o bilir beni ki oyum ben.
LXXVI
Gök gürültüsü gibi, şimşek gibi güler dururum, överim onu; gökyüzü
gibi aparıyım, Ay’ın çevresinde dönmedeyim.
*
Mûsa gibi dilimde bir düğüm
var. Firavunlardan bir Firavun, delilimden bir haber alır diye peltekleşmiştir
dilim.
Beni Firavun’un ordusunda buldunuz mu ellerimi bağlayın benim,
çünkü ben padişahın casusuyum.
Ne Cebrâil’im ben, ne casusum; aparı Tanrı’nın sırlarından bir
sırrım; salıver beni, sen söyleninceye dek uçup gideyim ben.
Şaraptan bir yeldir kopmada; zaten şarap havalandırır adamı; hele
beni darmadağın eden
bu çeşit şarap olursa...
Dünyadaki bütün zahitlere bu şaraptan bir koku düşse ne yıkıntılar
meydana gelir, ne diyeyim ki; bilmiyorum ki ben.
Benim de adım mı okunur? Bırak beni; şu sarhoşların nefeslerinden
taşa, mermere bir koku salınsa, taşla mermer söze gelir de ben ab ıh ay atım
demeye koyulur.
(c. II, s. 57) Bedenim bir bekâr odası kesildi; sarhoşların hepsi
de orda toplanmış; gönlüm de acaba ben de onlardan mıyım, yoksa onlar ben mi
diye şaşırıp kalmış.
îster onların cinsinden olayım, ister onlardan ayrı. Hiçbir şey
bilmiyorum, ancak şunu biliyorum ki güller, fesleğenler içindeyim ben.
LXXVII
Sevgili, sen benden uzak oldukça böylesine cansız cansız döner
dururum; mademki sen döndürmeye başladın beni; çevrende dönüp duruyorum ben de.
Buluşma bahçesi gibi kokum
güzel; arı duru su gibi ırmakta akıp duruyorum; mademki her yanımda lûtuf var,
ihsan var; bu lûtufla, bu ihsanla dönüp dururum ben de.
Bir hoş iş düştü bana; ne de
hoş bir iş, ne de güzel bir av; güzelim ilkbahar yeli gibi esip durmadayım,
dönüp gitmede.
Yüzlerce cana karşılık
satmadığım bağı bahçesi şöy le dursun; meydanında bir top oldum ben, bu
meydanda yuvarlanıp durmadayım.
* A benim canım, kabul
edilmeyen kişi usanır, sıkılır; bense Peygamber soyundanım a benim canım,
padişahın ardında koşup yelmedeyim.
Sana söyleyeyim, neden
sarhoşum? Lâ’l dudaklarından koku aldım; aşk kazması elimde; madenin çevresinde
dönüp duruyorum.
Can kimyasındanım; canın yeri
mi, gönlün sözü mü olur? Un öğüten değirmen gibi ekmeğin çevresinde dönüp
dolaşmam ben.
Şu devranda kadehe benziyorum;
sarhoşların halkasında bunun elinden onun eline, boyuna
dönüp duruyorum.
LXXVIII
Hani bir mahallede şarap içmiştim de ayakkabılarımla sarığımı
rehin vermiştim; şu gönül yakama yapıştı da beni gene oraya, sevgilimin
mahallesine sürükledi.
Aklımdan geçince saçlarına sarıldım; artık saçlarının halkasına
tutulmuşum, tutulmuş gitmişim ben.
Her solukta şarap arttıkça artarsa, yüzlerce yıllık şarap, bir de
bu çeşit aklım; seyret artık, halim ne olur benim.
Böyle bir sarhoşlukta, benden başını gizle, kurtulursun diyor;
Müslümanlar, bu halde sırlarım nasıl gizli kalabilir ki?
O güzel bana diyor ki: Âşıkın yok olması daha hoştur; a güzelim,
ne kadar da acelecisin; sonucu ben de bu işte değil miyim?
İlkbahar bulutu gibi ne de hoş ağlamadayım;
ne de hoş gülmede; beni benden alan o şaraplar yüzünden ne de hoş
bir halde aklım başımda değil, ne de hoş aklım başımda.
Benim düzenbaz sevgilimin lâ’l
dudaklarından haberi olsaydı, görürdün ki Kafdağı bile onun aşkıyla Zümrüdüanka
gibi uçuyor.
Tebrizli Şems’in aşkıyla gök
gibi iki kat olmuşum ben; mızrabı yavaş vur da kırılmasın telim.
LXXIX
Yüceler ülkesindenim, bu dünyayla
işim yok benim; ne sudanım, ne topraktan, insanla alışverişim yok.
Yüceler yıldızlarla doluymuş;
deniz incilerle; ovada miskler varmış, amberler varmış; onlara da boş vermişim
ben.
Bana nazik davran, bir soluk
bizimle eş dost ol diyorsun; oysa bana, bir kararda durma dedi; seni de zaten
solukdaş saymıyorum ben.
Lûtfunun dadısı lûtuf sütüyle
besledi, yetiştirdi beni; o sütün mahmuruyum ben, Zemzem nedir, farkında bile
değilim.
Cana canlar katan,
özleyenlerin, uğruna canlarıyla oynadıkları o şarabı akıl da içmek istiyor amma
mahrem saymıyorum onu.
Sevinçlerden bile usanmışım;
artık nerden gamım olacak? Gönül sevgilisinden başka hiçbir kimse, hiçbir şey
güzel değil, neşeli değil bence.
Bayrama benzeyen o şaraptan
başka her şeye oruçluyum; çünkü öylesine hür bir selviyim ki gam y aprağı yok
bende.
Irmağın suyuna düştüm; renkten,
kokudan yunmuş arınmışım; onun açtığı y aranın zevkiyle melheme aldırdığım bile
yok.
Gündüzle geceyi siyah, beyaz
iki at say; fakat ben siyah ata binmem, beyaz ata da aldırış etmem.
Şu geceyle gündüz yollarından
başka bir yolu var âşıkların; çünkü benim şu eski kubbenin altında bir yolla
işim gücüm yok.
Aşk bahçesinde tarafsızlık, mekânsızlık yanına uçan kuşlar var,
onlara Süleyman’ım ben, fakat yüzüğe aldırdığım bile yok.
Güzel gülüşlü İsa’yım ben, dünya benimle dirilmiş; fakat Tanrı’ya
mensubum, Meryem’le alışverişim yok.
Aşktan bu sözü duydum da susmayı yol edindim kendime; söyle ey
aşk, dostla konuşurken hay ır, neden sözlerini söylemem ben de.UÛU
LXXX
Güneş misin sen, Zühre mi, yoksa Ay mı? Bilmiyorum ki. Şu başı
dönmüş deliden ne istiyorsun? Bilmiyorum ki.
Şu neliksizlik-niteliksizlik tapısında baştan başa lûtuf var,
güzellik var; ne biçim bir ova, nasıl bir yeşillik, ne çeşit bir tapı?
Bilmiyorum ki.
Samanuğrusu yolunun bulunduğu gök harman
yerinde güzeller gibi yıldızlar, çevrende senin; ne biçim bir
çadırsın? Bilmiyorum ki.
Yüzünden canımız gül bahçesi kesilmiş, menekşelerle, nerkislerle,
süsenlerle dolmuş; Ay’ından yolumuz aydınlanmış; nasıl bir yoldaşsın?
Bilmiyorum ki.
Ne de güzel kıyısız bir deniz, gönlünün içi balıklarla dolu;
böylesine bir deniz de görmedim, böylesine bir balık da, nasıl balık, b ilmiy
orum ki.
Halkın padişahlığı masaldan ibaret; iri taneli inci, nasıl padişah
katında bayağıysa öylesine bayağı; o ölümsüz padişahtan başka bir padişahlar
padişahı b ilmiy orum ki.
Ne de sonsuz bir güneşsin ki zerrelerinin hepsi de söz söylemede;
sen Tanrı’nın zatının ışığı mısın, yoksa Tanrı mısın? Bilmiyorum ki.
Binlerce Yakub’un canı bu güzellik yüzünden yanıp duruyor; a güzeller
Yusuf’u, neden bu kuyudasın sen? Bilmiyorum ki.
Sus; şu, sözü çiğneyip duruş yüzünden boyuna
renkten renge gark olmadasın; bir soluk hay diyorsun, bir soluk
huy, bir soluk da ah ediyorsun; neden bu? Bilmiyorum ki.
Sustum; o yuttuğum afyonun
yüzünden sarhoşum; hem de öylesine sarhoşum ki kendimden geçişle sarhoşluğu,
ayıklıktan ayırt edemiyorum ben.
LXXXI
Bilmiyorum, bu dokuz kat göğü
bilmiyorum ben; bu büyücü ressamı bilmiyorum ben.
Bana her yana gitme diyorsun;
ustasın, bu yana gel. Bilmiyorum, bilmiyorum o mekânsızlık yanını ben.
Boyuna yakama yapışır, boyuna
darmadağın eder beni; bilmiyorum, bilmiyorum şu huyu kötü güzel huyluyu.
Müziği âdet edinmiş, sanat
edinmiş bir canım var; müziksiz rahat edemiyor; bilmiyorum, b ilmiy orum şu
müzik aray an canı.
Bir arslan görüyorum ki dünya,
önünde ceylan sürüsü; fakat bilmiyorum bu arslanı, bilmiyorum şu ceylanı.
Beni sel kapmış, dereyi arar
bir hale getirmiş; fakat bilmiyorum bu seli, bilmiyorum şu dereyi.
Çocuk gibi köyde, pazarda
kaybolmuş gitmişim; bilmiyorum bu köyü, bilmiyorum bu pazarı.
Bir e sirgey ici, kötü sözlüler
kötü sözler söylüyorlar sana diyor; bilmiyorum, bilmiyorum iyi söyleyeni de,
kötü söyleyeni de.
Yeryüzü kadına benziyor,
gökyüzü de kocasına; yeryüzü kedi gibi yavrusunu yiyor; fakat bilmiyorum,
bilmiyorum bu karıy ı da, bu kocayı da.
O gayb âleminin güzeli bana,
gözün bakışını da bilmiyorum, kaşın işaretini de bilmiyorum diye kaşıy la
işaretler etmede.
Ben Yakub’um, oysa Yusuf; gözüm
onun kokusuyla aydın; bilmiyorum, bilmiyorum bu kokunun aslını, fakat gözlerim
onunla
ışıklanıyor.
Dünya, yüzünü ekşitse bile benim yüzüme karşı Ay gibi güler durur;
çünkü ben o ay yüzlü beyden başkasını bilmiyorum, bilmiyorum.
Her solukta, kudret elinden, kudret kolundan oklar uçmada; fakat
bilmiyorum o eli ben, b ilmiy orum o kolu ben.
Öyle bir mutfağa düştüm ki can da kavruldu gitti, gönül de; artık
ben şu kokmuş yemeği bilmiyorum, bilmiyorum.11021
Bir ekmekçi dükkânı isterim ki değirmi ekmeği Ay değirmisine
benzesin; bilmiyorum şu ekmeği, şu teraziy i, bilmiyorum.
Erler gibi saflar yardım; çocukluktan kurtuldum; artık bilmiy orum
şu lalayı, dadıyı, bilmiyorum.
Sen diyorsun ki: Altı yana bakınıp durma, mekânsızlık tarafına uç,
bu yana gel; fakat b ilmiy orum o yanı ben, bilmiyorum.
Sus, niceye bir dedikodu arayacaksın? Ne
dedikoduyu biliyorum ben, ne denilen sözü.
* Elime o kaanlar kaanından bir yarlığ geldi; artık ne Bacu’yu
biliyorum, ne Batu’yu tanıyorum.[103]
Sonucu, gizli Calinos’tan bir ilaç var elimde; artık şu yan
ağrısını bilmiyorum, bilmiyorum.
Öylesine bir derdim var ki Calinos bile, bu derdi de b ilmiy orum
diyor, bu derdin ilacını da b ilmiy orum ben.
Yürü git karşımdan a gece, saçlarını karıştırıp durma; o kıvırcık,
o siyah saçlardan başka bir şey bilmiyorum, bilmiyorum.
Var git a gül yüzlü gündüz; güneşin ne de gül renkli; fakat ben
ondan gelen ışıktan başka bir şey bilmiyorum, bilmiyorum.
Çekil git a sıkıntı veren bağ; var git tadınla tuzunla a cibre; o
mezeden, o şaraptan başka bir şey bilmiyorum, b ilmiy orum ben.
Gökyüzü burcundan bana, yüzlerce mancınıkla taşlar atılsa o
kaleden, o burçtan
başka bir kale, bir burç bilmiyorum, bilmiyorum.
Nice Rum yüzlülerim var, nice
gizli Türklerim var; artık Hülagû’yu bilmezsem, onu tanımazsam ne ayıbı var ki?
(c. II, s. 58) Hülagû’yu,
insanı hayran eden Türk güzellerinden sor; öylesine bir şaşkınlığa düşmüşüm ki
bu şaşkınlık yüzünden bilmiyorum Hülagû’yu, bilmiyorum.
O eli bilmiyorum, o kolu
bilmiyorum amma gönlüm ok gibi uçup duruyor; yaya benzeyen bedenim de kükreyip
yatmada.
Hintli harfleri bırak, anlam
Türklerini seyret; o Türk’üm ben ki Hintli’yi bilmiyorum da bilmiyorum.
Gel a Tebrizli Şems, bana karşı
taş yürekli olma; seninle oldum mu ne taşı biliyorum ben, ne inciyi biliyorum.
LXXXII
Elsiz-ayaksız gönlümde onun
aşkına direnecek
ayak yok; deliye dönmüşüm; gece
gündüz zincirin ucunu geveleyip duruyorum.
Kanlar içindeyim; korkuyorum
hayali gelirse kendimde olmam da gönül kanına bularım onu diye.
Bütün dünyadaki hayaller yüzme
bilirler amma vallahi bu yolu bir açarsam hepsi de kana batar, boğulur gider.
Öylesine bir sele düşmüşüm ki
Leylâ’nın Mecnun’u benden Leylâ’ya ait bir iz, bir eser isterse yüzlerce iz
gösteririm, yüzlerce eser sunarım ona.
Paramparça gönlüm bütün gece
yıldız gibi dönüp durmada; başına buyruk sevgilimin büyüsüyle uykularım dağıldı
gitti.
Şu ağlayıp yanan âşıkın
gecelerini perilerden sor; karanlıklar içinde gidip gelirken ay ağım dokunuyor
perilere, ayağımın altında kalıy or periler.
Bir soluk dinlenirsem, canım o
an dinlenmez işte; bir soluk olsun dinlenmediğim zamandır
rahata, huzura kavuştuğum zaman.
Bırak beni de güneş gibi ateşten bir elbise giyineyim, o ateşle de
güneş gibi bütün dünyayı bezeyim, ışıtayım.
Güneş de onun aşkıyla gökyüzünde hem yanıp yakılıyor, hem de her
solukta, onun yakışına lâyığım diye şükürlerde bulunuyor.
Bırak da gamıyla Ay gibi eriyip gideyim; çünkü Ay gibi erimezsem
artmam, dolunay o lamam ben.
LXXXIII
O kişiyim ben ki hayalleriyle putlar yapar dururum; fakat buluşma
zamanı geldi mi, o putları kırmay a koyulurum.
O bana gönül olduktan sonra ne diye Ebû Ali’nin maskarası
olacakmışım; kendi güzelliğini bana gösterdikten sonra ne diye Ebû’l Hasan’a
bağlanacakmışım?
İki şekille karşıma çıkar; gâh mum olur, gâh
güzel; ikinci şekle karşı aynaya benzerim, birincisineyse leğen
olurum ben.
Boynumda bir borç var, aşkıyla can
vereceğim; fakat onun istemesi yüzünden sınanmak istemem, istemesini
beklemeyeceğim.
Zindanım, dibinde Yusuf’un
bulunduğu kuyudur; ne mutludur o gün ki canım o zindana atılır, o zindanda
hapsedilirim ben.
Eli kuyudakileri çıkarmaya ip
olur, ayağım iple bağlanırsa sevincimden ellerimi ne de çırp arım o an.
Bana der ki: Yolunu kesti diye
aşkın elinden ne ağlarsın? Şu yolda yol kesen ben olduktan sonra o yola düzülen
kervana ne mutlu.
Çenge benziyorum, fakat
çalacağım zamanı bilmek istersen, ten-ten-tenen demeye koyulduğum zamanı
ganimet bil.
O hünerlere sahip sevgilim
benim delilik perdeme mızrabını vurdu mu, o andaki deliliğimi kimsecikler
bilmez, Tanrı bilir ancak.
Onunla ayak vurmadayım, onunla
oynamadayım; gamın ayakları altına düşmekten ne gam var bana? Çene topağı tatlı
mı tatlı sevgilimin kucağındayım; acılık yanıma mı uğrayabilir?
Ne diye bir dünyada
kalakalayım? Yüz dünyadan fazla dünyam var; kebabım pişmiş, ne diye yelpazeye
aldırış edeyim?
Canım aşk güvercincisine
güvercin oldu; kendi burcumu gördüm, ne diye bedende kalayım?
Gâh kendimle savaşmadayım, gâh
kendimden geçmedeyim, gâh da şaşkına dönmedeyim; fakat gül renkli sevgilim
geldi mi, artık ne diye şu üç halde kalayım ben?
Onun aşk hamamında canlara örtü
y oktur; hamam resmi değilim, ne diye camekânda duray ım ben?
Sus a söyleyen gönül; âvâre
olacağım ben; ateşler sardı yurdu, nasıl yurtta duray ım ben?
îster yurtta olayım, ister
bedenden çıkayım, Tebrizli Şems’in hararetiyle Yemen’den görünen
Süheyl yıldızına döneceğim ben.
LXXXIV
Aşka, âşıklara baş olmayı kurarak ayak bastım; a benim canım,
aşkın oğluyum amma babamdan öncedir varlığım benim.
Badem yağı, bademden çıkar amma can da bilir ki der, ben ağaçtan
önceyim.
Görünüşe kapılan bile Âdem’e melekler secde etti der durur; a
aptal, revâ görür müsün ki şu küçücük bedenden ibaret olayım?
Bir zaman aşkının avcunda cıva gibi döner dururdum; bir zaman da
bütün gönlümle altın gibi madenin kucağında kalayım.
Can gibiyim, aşk gibiyim; bedende nasıl hem görünmezler, hem
görünürlerse ben de hem meydandayım, hem gizli; gâh ortadayken gizliyim, gâh
beldeki kemer gibi görünmedeyim.
Sevgilimin ortadan ayrılmış saçlarında ne sevdalarım var; gâh
halkay a girmedeyim, gâh
halkaları saymada.
Dünya boyuna dursa, ben ölüp gitsem de yüzyıllar geçse gene
âşıklar arasında, geceleri benim hikâyem söylenir, benim masalım dinlenir.
Gizli sevgilim benim de kendisi gibi gizli kalmamı istiyor, yoksa
geceleyin görmey enlerin inadına Ay gibi apaçık görünürüm ben.
Gökyüzü, Ay gibi seni başımda taşırım diyor bana; dedim ki: İyi söylüyorsun
amma bir sor bakalım, var mıyım ben?
Kıyı cennet bile olsa balık eğlenemez orda; onun balından
bahsedeyim de ondan sonra şekerlere dalayım ben.
Buluşma gününde beni o güzelden ayırt edebilirsen o güzel
başkasıdır, ben de bir başka biriyim demek.
Her ateşten yanar, tutuşursam yak, yandır beni; her selden
ıslanırsam suyum, selim kurusun.
Tebrizli Şemseddin’imizin eğleştiği yokluk
âleminde meleklerin bile kolları kanatları dökülür; ben nasıl
insan halinde kalakalırım orda?
LXXXV
Bana az gam verirsen
hüzünlenirim, gönlüm daralır; derdi, gamı başımdan aşağı dökersen gamın
lûtfundan utanırım âdeta.
Gamların beni bırakmaz ki
gamlanayım; havan beni bırakmaz ki suyla karılmış toprak olayım, balçık haline
geleyim.
Dünyanın bütün cüzlerini gamın
diri tutar; fakat ben tek başıma o gama dalayım, bunu istiyorum senden.[104]
Bir şaşılacak dert koparırsın,
derdime devâ olur; bir şaşılacak toz tozutursun, onunla sürmelenirim.
Can verecek kişiye can vermeye
değdiğine dair bir kefil göster; elbise dikene bir elbise göster de onunla
oyalanayım.
Senin verdiğin hastalık başka
bir hastalığın gelmesine yol vermez; hazinen yok-yoksul olmama imkân vermez ki.
Sabahın bir mum y akmama mey
dan vermez; apaçık oluşun bir delil getirmeme hacet b ırakmaz.
Önüme gelen hayal hayalini
örter; onun kanını döksem helâldir o kan bana.
* Aşkınla iki dünyanın hayalini
de yakar, yandırırım; ben Çiğil mumu oldum mu, bu iki pervane de yanar gider.
Sus, halini sözünle az anlat;
öylesine mezem varken ne diye şurdan şuray a göçüp duracakmışım?
LXXXVI
Bütün doğan kuşları uçuşuma
şaşırdı kaldı; benim gibi bir güvercin gördün mü sen? Avlanmak için doğan
aramaday ım ben.
Her kuş uçacağı zaman kanat
açar da uçar;
yoksa ben çelik miyim ki baştan
uçmadayım?
Vakitsiz ağız açma, dilimden
kork; dilin altından olsa çek dilini, çünkü altın makasıyım ben.
İçyağı çıbana der ki: İçimde
bir hançer var; tutar da seni okşamaya koyulursa bil ki y ararım seni a çıban.
Yumuşaklıkla sürünürüm sana
emin olasın diye; sonra da ansızın seni yardım mı, ne hünerim var, anlarsın.
Şimdi ağız açma; daha olmamış
çıbansın çünkü; vakti gelir, olursun; o vakit görürüm işini senin.
Bizden hangi irini aldın da
gözün çapaklandı; içyağının gözüne, seni y arın korum diye ne okuyorsun öyle?
Söz yayını al benden; kahır
okları uçurup duruyor; korkuyorum; sarhoşlukla kendime ok atmay ay ım sakın.
Tebrizli Şems’in yakışında öyle
bir yapıcılık
var ki; şu yanışla uzlaştım mı,
ateşten hasıl olan âlemden kurtulur giderim.
LXXXVII
Gel de duy, öğren; neden atının
önünde, ardında döndüm dolaştım; at sürdün mü, atının nalına tozum ben de
ondan.
Pişmanlıklardan aman verdin
bana; fakat ne bir lâf ettin, ne bir üfürdün; ne de güzel eşsiz îsa’m benim, ne
de hoş şanlı şerefli güzelim benim.
Gelirimi zulümsüz, sitemsiz
öyle bir dudaktan verdin ki kim bilir göğümün genişliğini? Nerdedir giderim
benim?
Cömertliğini, vergini gördüm de
varlığında yok oldum gitti; öylesine bir renge büründüm ki sanki bahçenin
gülüyüm ben.
* Cömert Davud’sun sen;
demirden zırh yaparsın sen; ben de o zırha aidim; o yüzden de soğuktan,
sıcaktan dışarıyım ben.
(c. II, s. 59) Güzellik ordun
varlığıma saldırdı
amma ben zaten düşünceyi
bırakmışım; ne kaçma kaydındayım, ne kovalama kaydında.
Sus, burda sonsuz bir şarap
vardı; arı durusunu da içtim, tortulusunu da; çünkü ikisi de içilecek şaraptı
bence.
LXXXVIII
Zamansızdı, korktum diye
özürler getirdim güzelime; a akıllı, zamanında olunca da gördüm seni diye cevap
verdi bana.
Dedim ki: A beğenilen güzel,
mademki gördün, görmedin say. Beğenmediğim şeyini de dedi, lûtfumla beğendim.
Dedim ki: Bir kusurdur oldu
amma gönlüm senden ayrılmadı ki. Onu da dedi, benden bil, ben senden gönlümü
almadım ki.
Dedim ki: Ay rılık kanımı içti;
ayrı düşenlerin ahlarını işit; o da bizim lûtuf ağımızdır; senin ay ağına ben
dolaştırdım;
* Yusuf gibi hani; Bünyâmîn’i
düzenle
düşmanlardan kurtardı; seni
töhmet altına aldılar amma sağrağı ben çaldım dedi ya; işte öyle dedi.
Dedim ki: Gün geçti, vakit
geçti, yol da uzak. Dedi ki: Uzak amma bana bak, yola bakma; yolu dürdüm gitti.
Bu güce, kudrete karşı
vakitliymiş, vakitsizmiş; nedir ki? Gizli şeyleri bu sebeplerle kestim ben.
Bütün y aratıkların akıllarını
bir aray a getirsen, gene de lûtfumuzun sırrına eremez; o sırra ancak
seçtiğimiz akıl erer.
LXXXIX
Gönlün çevresinde boyuna
dolanıyorsun, biliyorum ne yapacaksın, biliyorum ne yapacaksın; gönlü kan
edeceksin, yüzü sapsarı sarartacaksın sen.
Bir oyundur çıkardın, gönlün
varını yoğunu bir uğurdan aldın, götürdün; bu oyundan sonra daha neler meydana
çıkaracaksın; biliyorum ben.
Bir bakışla ciğerimi yaraladın,
onu ateşlere attın, yaktın, kavurdun; görüyorum, pişireceksin; biliyorum,
yiyeceksin onu.
Sıcak gözyaşlarım için olsun,
soğuk ah edişlerim için olsun, bir sor şu yanışımı; görüyorsun zaten, bir sor;
sıcakla soğuğun farkındayım ben.
Benim bağrım tutuşmuş, gönlüm
yanıyor, senin eteğin tutuşmuş amma arada fark var; y anıştan yanışa, dumandan
dumana, dertten derde ne farklar var, biliyorum ben.
Gönlüme, erler gibi dayan
diyorum da gönlüm diyor ki: Gam yüzünden erkekle kadını ayırt edebilirsem ne
erkek olayım, ne kadın.
A gönül, her yelle toz gibi
tozmaktasın; fakat erlikle denizi tozutmay ı bilirim ben demiyorsun.
Gönül, bana cevap vererek dedi
ki: O Ay çift tek oynuyor amma çiftle teki ayırt edebilirsem, kâfir gibi
Tanrı’ya çift demiş olayım.
Tavla oyununa girişti mi, şeş
penç zar atar; ben de şu oyunu bilirsem derim, gama mat olayım.
XC
A gönül, buluşmayı özlüyorum; garibim, âşıkım, sarhoşum; artık
buluşmayı kurmadayım, işte buracıkta pılımı pırtımı bağladım, denk ettim.
Bütün dünyanın kıblesisin, kıbleden yüz dönmem; nerde olursam
olayım, yüzümü o kıb ley e tutarım, oraya dönerim ben.
Canım bedenimde olsun da sonra senden başkasına giden bir yol
tutay ım; imkânı yok. Sevgili, senin aşkınla yokluk âleminden çıktım ben.
Senden başkasını düşünürsem darağacına lây ık olurum; senden
başkasının eteğine sarılırsam elim kesilsin.
Sensiz nereye gidersem gideyim, anlamsız bir harfim; he gibi iki
gözümü açmışım, şın gibi aşkta konaklamış, oturmuşum ben.
He de olsam, şın da olsam ne diye aklımı fikrimi kaybetmişim? Akıl
fikir, parçaların bir
araya toplanması, tüm haline gelmesini ister; benimse parçalarım
dağılmış gitmiş.
Bütün dünya, bütün dünyadakiler
kendi vesveselerine uymuş, yolunu yitirmiş, dininden dönmüş; bense böylesine
bir aşkın devleti sayesinde kendi şerrimden kurtulmuşum.
Şu gönül arı duru da o yüzden
aşkın yücesine çıkmış; bense bir âşıkım ki balçığın meydana getirdiği
bulanıklık yüzünden şu aşağılık yerde kalakalmışım.
Hayali ne de güzel bir lûtufta
bulundu da ay aklarına kapandım; hay alinin ay aklarını şu iki dudağımla yaraladım,
incittim.
Sözden elimi yudum, mantıktan
arındım; o lay lar birbiri üstüne geldi de tövbe abdestini bozdum gitti.
XCI
Hacılar gibi tavaf ediyorum;
sevgilinin çevresinde dönüp duruy orum; köpeklerin huyu yok bende; leşin
etrafında dönmem ben.
Bahçıvanlar gibi boynuma beli
vurmuşum; hurma salkımını elde etmek için dikenin çevresinde dönmedeyim.
Amma yiyince balgam yapan,
safrayı arttıran hurma değil; yiyince kolum kanadım biter de Tayyar gibi döne
döne uçarım ben.
Dünya bir yılandır ki altında
bir define gizli; definenin üstündeyim, yılanın kuyruğunu kıvırıp halkalanması
gibi ben de definenin üstünde dönmektey im.
* Gerçi yem derdinde değilim;
fakat gene de düşüncelere dalmışım, bu evin çevresinde bû- tîmâr kuşu gibi
dönüp duruyorum.
Köyde evim yok; ne öküzüm var,
ne semiz sürüm; fakat köy ağasının sarhoşuyum, onun peşinde dönmedeyim.
Hızır’ın yoldaşıyım, her
solukta onun gelişini beklemedeyim; ayağımı yere diremişim, başım dönüp
duruyor; tıpkı pergele benziyorum ben.
Bilmiyor musun ki hastayım,
Calinos’u arıyorum; görmüyor musun ki mahmurum,
meyhanecinin çevresinde dönüp
duruyorum.
Bilmiyor musun ki Zümrüdüanka’yım, Kafdağı’nın çevresinde
uçmadayım; bilmiyor musun ki koku aldım, gül bahçesinin etrafında dolaşmadayım.
Beni şu insanlardan sayma, dönüp dolaşan bir hayal bil; hayal
olmasam a benim canım, ne diye gizli şeylerin çevresinde dolanırım?
Ne diye durup dinlenmem de şunun bunun üstüne çizginirim? Çünkü o
sevgili, aklımı aldı, sarhoş etti beni; aksaya tökezleye, o yana bu yana yalpa
vura vura dönüp dolaşmadayım.
Bana, şap şap y ürüme, saygısızlıktır bu diyorsun; saygıdan utanıy
orum da onun için say gısızlığın çevresinde dönüyorum ben.
Ekmeği bahane ettim, ekmekçinin sarhoşuyum ben; paranın pulun
çevresinde değil, güzelin çevresinde dönüp durmadayım ben.
Önüme hangi şekil çıksa onda ressamı görüyorum; Leylâ’nın aşkıyla
Mecnun gibi dönüp duruyorum.
Başlarıyla oynayanların
sayvanına baş bile sığmıyor; benimse başım dönmüş, özrüm var, sarıksız
dönüyorum ben.
Ateşe atılıp kolunu kanadını
yakan pervane değilim; padişahın pervanesiyim, ışıkların çevresinde dönüyorum
ben.
Ne diye sus, daha az söyle diye
dudağını ısırıyorsun; sözün çevresinde dönüp duruyorum ya, bu da senin
yüzünden, bu da senin düzeninden zaten.
Gel a Tebrizli Şems, akşam
kızıllığı gibi ne diye kaçarsın? Akşam kızıllığı gibi ben de senin güneşinin
peşine düşmüşüm; şu ülkelerde dönüp gezmedeyim.
XCII
Yüzüne and olsun ki böyle bir
yüz görmemişim ben; halktan duyduğum güzellik nerde, sen nerdesin; hiç ona
benzer misin sen?
Şu dünyada böylesine bir bağ ne
yetişmiştir, ne y etişir; böylesine bir meyveyi ne rüyada derip
devşirmişim, ne uyanıkken.
Bir baba duası değil, yüzlerce peygamber duası almışım ki
böylesine bir devlete kavuştum, böylesine bir bahta ulaştım.
Bir gün gökyüzünden duydum; senin gamınla yanıyorum, bu yanışın
yüceliğinden de döne döne belim bükülmüş diyordu.
Düşünce bana diyor ki: Onun aşkından hüner öğrendim; dostun
adaletiy le kilit olmuşum, lûtfuyla anahtar kesilmişim.
Her zerre önüne bir ayna almış da bunu diyor, o aynacıya can vermişim
de almışım.
O tek güzel hangisi? O tek güzel öyle bir o ki bütün o’lar, ondan
bir koku ancak; ondan uzak kaldım mı Yezîdleşiyorum, ona yaklaştım mı Bâyezîd
oluyorum.
Şekerkamışına, kimin yüzünden şekerle doldun dedim; seni işaret
etti de dedi ki: Soluklarından tatmışım da o yüzden bu hale gelmişim ben.
Cana dedim ki: Ne diye gonca
gibi yüzünü gizledin? Onun yüzünden utandım da gözümü yumdum dedi.
Kocalmış dünyaya, sen hem
bağsın, hem öğüt dedim; bana dedi ki: Pîrim amma ona mürit olmuşum ben.
Dünyanın şükredişte, hürlükte
süsen gibi yüz dili var; o güzelim canın, o güzelim cihanın yüzünden diyor,
geliştikçe gelişmedeyim, güzelleştikçe güzelleşmedeyim.
Kanadında binlerce renk,
tavuşkuşu gibi bahar geldi; onun güzellik bahçesinden gelmişim bu yana diyor.
Diyor ki: Canlar zevke
dalsınlar diye şarap getirdim, çiçekler getirdim; hastaları iy ileştirmek için
ilaçlar getirdim, macunlar getirdim.
Bir gece o kandırıcı, o
düzenbaz aşk, bu kula geldi de hadi dedi, senin için bir bulamaç pişirmişim.
Öylesine bir bulamaç getirmiş
ki ipin ucunu kaybettim; iğneyi kırdım o anda y akamı yırttım.
Bulamacını yiyince sarmısak gibi dövdü, ezdi beni; tuzluk gibi
yüzümü ekşittim; çünkü o tatlıdan kesildim gitti.[105]
O bulamacından elime ancak bir şiş geçti; fakat fayda umduğum
şeylerde de şiş gibi ucu sivri bir hale geldim.
O bulamaç yüzünden her yaprakta bir başka çeşit gül açıldı; her
bahçede çiçekler açıldı; açıldık, saçıldık işte diyor.
Çiçekler döküldü mü, ardından meyve çıkar; varlığı yoklukta bil
der; görünmeyenden belirmişim, görünmüşüm ben.
(c. II, s. 60) Âşıkın boy bos atması, süzülüp arınmasından
sonradır; seni besliyorum amma şunu bil ki kurban etmek için besliyorum.
Eriyip bitme vakti geldi mi, başka hiçbir şeyin faydası y o ktur,
erimek gerektir; gamdan erimeyi seçmem lâf değil ya.
Ağla a ney, zurna gibi ağla; zurna da ateşli soluklarımız yüzünden
ağlar, inler.
Benden, başka söz arama; yürü, yemyeşil bahçeye git; benim otlağım
olan o güzellikten, o görünüşten otlayadur.
XCIII
Yüzünü ekşitmiş, kızgın mı, kızgın... Böylesine tatlı bir güzel
hiç görmemiştim. Afsunlarından deli divaneyim; masallarından sarhoş olmuşum.
Sevgili, çok güzel görmüşüm ben, fakat böylesine güzel değil; sana
bağlanmışım, sensin varım yoğum; artık kendimden geçmiş gitmişim ben.
Bütün gece darmadağındım; öyle bir haldeydim ki bilirsin sen;
fakat şimdi şaşkınlıktan bambaşka bir hale gelmişim.
Tut elinden de sıçrat, şu halden kurtar gönlümü; topraktanım ben,
fakat senin zorunla topraktan sıçradım, kalktım.
XCIV
Ay yüzlü güzelim geldi; kim
oluyorum ben ki ben benim diyebileyim. Her diken onun yüzünden gül oldu; ne
diye yasemin kalayım ben?
Her taş bal kesildi, mum ne
diye mumluk eder durur? Bütün bedenler can haline geldi, ne diye benim bedenim
inada girişsin?
Gerçekten de o akarsu geldi mi,
her göz bir ırmak olur; güzelliği cilvelendikçe ne diye Ebû’l Hasan’a
bağlanacakmışım ben?
Mum gibi şimdiye dek leğen
altındaydım; fakat şimdi yanar mum gibi ateş kesildim; ne diye leğen altında
duracakmışım?
Mademki Zühal’in kutsuzluğundan
kurtuldum, ne diye gökyüzünün altında kalacakmışım? Mademki mihnet baştan başa
devlet kesildi; neden sınanıp duracakmışım?
Haset bile bana haset ediyor,
ben kime haset edeyim? Mademki şarap ırmağıy la sarhoşum; ne diye susuz
kalacakmışım, dudaklarım kuruyacakmış?
XCV
O yüzün oynadığı oyunu kaybettim, mat oldum gitti, mat oldum;
ettiğime karşılık, sen etme padişahım; yaptığıma karşı ceza verme, verme.
Gönlüm öylesine bir sevgiyle doldu ki güneşi gözümde; ister
mihraba döneyim, ister meyhane bucağında olayım, karşımda hep o güneş parlamada.
Şu paramparça olmuş gönlün bahtına bak, galiba merhamet uğramay
acak buraya; sonucu feryadıma yetiş ki belâlar denizindeyim, musibetler
denizinde.
O salına salına yürüyen padişah geldi; artık ondan başka her şey
haram bana. Fakat ondan ay rıldım mı, bağda bahçede, hattâ cennette olsam, gene
yok-yoksul, gene çaresiz.
Bana onun yüzü gerek; Ay’dan, Pervin’den ne faydam var. Ben onun
geceye benzer saçlarını istiyorum; akşamdan, Şam ülkesinden ne kârım var.
Elinden şarap içtim mi, hürüm
artık, hür; tapısında yeri öptüm mü, göklerin üstüne çıktım gitti.
Tebrizli Şemseddin’den elde
ettiğim kutluluklar yok mu, bu kutluluklarıma bütün kutluluklar secde eder
benim.
XCVI
Güzellikten anlamayan bir
gönlüm yok ki sevgiliden kaçayım; elimdeki hançer, öylesine hançer değil ki
savaştan yüz çevireyim.
O tahtayım ben ki dülgerin
işleri var onunla; ne keserden zebun olurum, ne çividen kaçarım ben.
Tahta gibi kendimde değilim,
keserin düşüncesine aykırı bir düşünceye dalmam; marangozdan kaçarsam ate şten
başka bir şeye y aramam zaten.
Taş gibi katı, sert bir hale
gelirsem lâ’l olmaya az yol alırım; mağara do stundan kaçarsam mağara gibi
daralır, kapkaranlık o lurum.
Yapraksız kalmaktan kaçarsam şeftaliyi öpemem; Tatar’dan kaçarsam
Tatar miskini koklayamam.
Kendimden şu yüzden incinip durmadayım; kabıma sığamıyorum ben;
bir yerdeyim ki oraya baş bile sığmıyor, artık sarıktan kaçarsam değer elbette.
Binlerce yüzyıllar gerek ki böyle bir devlete ulaşayım; bu sefer
kaçarsam bir daha nerden bulurum bu devleti ben?
Hasta da değilim, adamlıktan da çıkmadım; ne diye güzellerden
çekineyim? Mide fesadına uğramamışım ki meyhaneciden kaçayım.
Eşeğe binmemişim ki meydanda geri kalayım; bu köyde ekinci değilim
ki köy ağasından kaçayım.
Boyuna a gönül derim, b iraz yavaş ol; altın hazinesine gark
oldum, ne diye bağıştan kaçacakmışım diye cevap verir bana.
XCVII
îşim gücüm, söz söylemeye
kudretim oldukça dua etmektir; duaları kabul etmek de sana düşer, benim ne
hakkım var o hususta?
Dualarım muma benzeyen
kulağının çevresinde döner durur; bu yüzden pervanenin kanadı gibi yanıktır
duam.
îhtiy aç, dilek kütüphaneme
gel, gir; duy asın diye kitap kitap üstüne koymuşum, sahife sahife altına.
* Başım gökyüzüne nasıl sığar
ki lûtuflar bağışlanmıştır o başa; gönlüm neşelidir; “Tanyerini ağartanın” gamı
var bende der durur.
Düşünce söğüt dalı gibi her
yelden oynar amma yemyeşil Sidre ağacının kökü gibi köklerim bir aradadır
benim.
XCVIII
* Kârın, sermayen elden
çıktıysa ne diye gamlanıy orsun? Ben varım; cömertliğimden baş çıkar;
“Umutsuzluğa düşmeyin” demişim ben.
Dünya yok olsa, deniz bir çiy
tanesi haline gelse ne çıkar? O, kendinden geçmiş, yerlere düşmüşse benim
elimden de düşmemiştir ya.
Dünya balık, yokluk da bir
deniz; balığın gönlünde bunca kavga var; fakat ben oltasız avcıyım; kaybolsa
bile tutarım onu.
— N —
XCIX
A akşam yeli, Şemseddin’in haberlerini getir; efendimdir benim,
fakat sen bilirsin sırlarını Şemseddin’in.
Bir kişidir o ki adıyla denizi gemisiz geçersin; aşkıyla
Şemseddin’in ateşine girersin.
Erlerin övünerek andıkları kerametler var ya, Tanrı’nın zatına and
olsun, onları âr sayar Şemseddin.
* Bir mağara var ki içinde, “Ne vahyettiyse vahyetti kuluna” sırrı
gizli; o mağaranın dışında gözcü, bekçi Tanrı; içinde de Şemseddin var.
Bedenden, candan geç, aşk perdesini de yırt; ondan sonra bu
makamdan yüzlerce konak uzakta bulunan Şemseddin’in pazarını seyret.
A benim canım, aşk göğünde dolaş, ışı, ışıt, Şemseddin’in
ışıklarıyla sırlar cennetinde uçadur.
Şemseddin’in şekerler saçan o vahye benzer sözlerinden, gönül
kulağımda inci küpeler var.
A gönül, bir yerdesin ki onunla buluşma şarabı afiyetler olsun
sana; fakat az zahmet ver; incitme Şemseddin’i.
Göz tutya ve sürme yerine, Şemseddin’in ay ağını bastığı
topraktaki dikeni elde etse cilâlanır, görüşü arttıkça artar.
A gönül, her yanda senin gibi binlerce ağlayıp inleyeni var onun;
ululanıp da yalnız Şemseddin için sen ağlayıp inliyorsun sanma.
Kendisi lütfetti de bir zamancağız, devesinin yularını sana verdi;
yoksa kimin ne haddi var Şemseddin’e dost olmaya?
Karşısında secde ettiğim yılla, bıldır burdaydı Şemseddin dediğim
yıl arasında ne kadar da fark var.
Dinin yıkıklığını da Şemseddin’in sonsuz lütfu, onun yolu, töresi
düzene sokabilir ancak, dünyanın yıkıklığını da.
A gönül, senin karanlık gecene
gündüz yok, artık gündüzü asla göremezsin sen; ancak Şemseddin’in yüzü doğarsa
o ışıkla görebilirsin.
Acaba bir gün gelecek mi ki
onunla buluşma kadehini içeceğim de sarhoş olacağım, ne de meyhaneciymiş
Şemseddin deyip duracağım?
Bahtım öylesine uyumuş ki
uyanıklık nedir bilmiyor; meğerki Şemseddin’in uyanık bahtı, ikbali uy arsın
onu.
Sırlar levhini bilen, onları
anlayan Şemseddin gibi biri yoktur; ne bundan önce eşi gelmiştir onun, ne
bundan sonra gelir.
Şemseddin, eşi, örneği bulunmaz
huy larıy la, kendisine benzer biri çıkmasın diye imkân kapısını mıhladı gitti.
Bir can ırmağı var ki bütün
canlar ordan can bulurlar; o ırmağa tamamıy la sahip olmuştur, o ırmağı tamamıy
la hükmü altına almıştır Şemseddin.
Şemseddin’in gerçekten de bütün
hayırlı kişilerden, bütün erenlerden üstün olduğunu,
yücesine de, aşağısına da bütün
kavme duyurdum.
Bana bir sesleneydi,
lûtuflarına erseydim, can Şemseddin’in bağışlarıyla bedavaca dirilir giderdi.
Şemseddin ikrara da boş verir
amma gene de gönlüm binlerce ikrar tomarına bir kere daha onu ikrar etme
yazısını yazdı.
Gönlüm bol mu bol nimetler
buldu, hem de ucuz mu ucuz; Şemseddin’in lûtfu da onlara yağmur bulutlarını
gönderip duruyor.
Ey Tebriz, sana da esenlikler
olsun, sende bulunana da; özleyişimi, ayrılık derdimi özürler getirerek
Şemseddin’e bildir.[106]
C
Gönlümün aşkıyla güzelimin ay
aklarına kapandım ya, bu neşeyle can da gelir, gizlice ay aklarıma kapanır
benim.
Fakat bir gün olur da hamlar
gibi hizmette bir
kusurum olursa, gönül canıma
düşman kesilir, ayrılığı lâyık görür bana.
Seher çağları, şu canın ona
toprak olmasını dua ettim; bu duaya candan âmin narasını duydum.
(c. II, s. 61) Şu gönül o gizli
güzele nasıl yol buldu da ulaştı; şu can onun canıma canlar katan sevgilim
olduğunu nasıl bir koku aldı da anladı?
Bir kadeh sundu da ben
nazlandım, istemem dedim; istemem yok dedi; hatırım için al.
Arı duru şarabını tattım, bana
bir de tortulu şarap sundu; öylesine tortulu, öylesine y ıllanmış bir şarap ki
onu içtim de arılığım olgunlaştı gitti.
CI
Gönlüme hep bu geliyor, gönlümü
kurban edeyim eliyorum. Gönüle kötü şey getirmemek gerek; şu buyruğu
buyuruvermek gerek.
Gönülle rahata kavuştum mu,
gönlüm rahat etmez; gönlü terk etmek gerek, cana düşman
olmak gerek.
Ne meydan bu, ne erler bu erler; hepsi de ölümlerinden
neşelenmedeler; başı top etmek gerek de ondan sonra bu meydana girmek gerek.
Âşıkın gönlünde ne de güzel bir sır var; başına kazalar gelmiş; ne
mutlu bu sırra, ne mutlu o başa ki böylesine dönüp duruyor.
Canınla oynuyorsan, ersen, kanına susamışsan ne diye ense
kaşırsın, ne diye kâfirler gibi korkarsın?
Zincire vurulacak deliysen, zincirin ucunu tutuyorsan, arslandan
doğmuşsan niçin kedi gibi dağarcıktasın?
O ciğerler yiyen dost bugün bana, bu gece konuğunum dedi. Ciğeri
geçir şişe a gönül, kebap hazırla konuğa.
Bu gece kebap var, şarap var; bu gece uyku haram, uyumak kâfirlik;
bu gece bir çadır gibi geldi, kondu; çadırda da padişah gizli bu gece.
Rebâpçı gözlerini yummuş, yay elinde; kemençe yavaş yavaş çalmada;
feryat onun uykusundan.
Çekişler var canımda, çekişler var; çeken kimdir, biliyorum; bir
solukcağız dinleneyim diyorum; fakat imkânı yok.
Her gün bir delilik belirmede, bir başka oyun yüz göstermede; onun
oyuncağıyım, onun oyunlarına hayranım ben.
Kadeh gibi gâh dolandırır beni, sağrak gibi gâh kanımı döker; gâh
şarap gibi co şturur, köpürtür beni, gâh sarhoş gibi y erlere yıkar.
Gâh tamamıyla içirir beni, gâh çeng gibi coşturur beni; geceleyin
örter beni, gündüzün uyandırır beni.
Bütün bunlar Tebrizli Şems’tense ne de hoş okşayışlardır kulu;
yok, eğer felektense ne de güzel devir, ne de hoş devran.
CII
Salına salına gidiyorsun
gönülde; canın da ışığını yakan sensin, bedenin de; ne de güzel göz ışığısın,
ne de hoş gönül aydınlığısın; gözlerim ne de hoş aydınlanıyor senden.
Ne de incilerle dopdolu deniz,
ne de yıldızlı gök; ne hoş nerkislerle dolu ova, ne güzel süsenlerle dolu
bahçe.
Bedenler senden çevik, canlar
senden sarhoş a topraktan yaratılmış dünyanın eteğini incilerle dolduran.
Ne söylüyorum ben, iki üç suyu
kesilmişi sana benzetiyorum ha; fakat başka neye benzeteyim seni, nem var, ne
bilirim ben?
* Söyle şu şaşkın göze; de ki:
Mademki sevgilinin lûtfunu gördün, halkı ne diye görürsün; Ehrimen’in
çevresinde ne döner durursun?
Arslan avlanmayı bırakırsın da
domuz avlanmaya koyulursun; bu ne biçim tedbir, ne çeşit akıllılık; bu nasıl
savaş, ne çeşit can çekişme?
Yardımları, hitapları,
ağırlamaları, ışıkları, buluşmaları, boynumda bir gerdanlık benim.
O ihsan sahibinin tatlılıkları,
alımları, gönülden sabrı aldı gitti; ondan başka ne gördüm ki şu konakta
eğleneyim, esenleşeyim.
O ululuk, o üstünlük ancak
onda, başkasında asla yok; ileri olsun, geri olsun, kadın olsun, erkek olsun,
herkes aciz içinde kalakalmış.
Odun nasıl alev alev yanarsa
ben de aşkla öyle yanıyorum; aşktan başka herkese, her şeye yabancıyım; hani
suyla yağ gibi.
Gönülden başka nem varsa yak,
yandır; gönülden başka diyorum; çünkü her solukta gönlü şanınla, şerefinle bir
gül bahçesine döndürüyorsun.
Zenci bir köle olan geceyi
halka sâkî eden sensin; Rum bir kul olan gündüze o debdebeyi, o hüneri veren
gene sensin.
Ondan sonra da bu iki lalay ı
erkeğe, kadına gözcü, bekçi dikersin de bu harmanda buğdayı samandan ay ırır
gibi onların içinden dilediğini
seçersin.
Gönül sahibi olanların hepsi de özlü, lezzetli buğday; bedene
mensup olanlarsa dövüm yerindeki özsüz saman âdeta.
Gönül sahibi din bağının ortasında yemyeşil ağaç, gülüp durur;
kuru, anlamsız ağaç ne olur? Külhana odun.
Hayalin Eymen’de Mûsa’ya gelen Tanrı vahyi gibi gönülde yürümede;
tıpkı can vermeye giden îsa gibi hani.
Hayalinin izleri, e serleri var, inciler saçmada; diş onun
yüzünden gülüyor, dilsiz onun yüzünden konuşuyor.
îki gammazım daha var; biri aşk, öbürü sarhoşluk; bu iki gözcüyü
söyleyemem, anlatamam ki; biri öbüründen güzel.
A benim gözüm, a benim dinim, senden binlerce lûtuflar görüyorum;
fakat neyleyeyim ki âşıkın gönlü kötü düşünür, kötü sanır.
Gündüzün gözünden korkuyorum; gözünde
büyüler var. Gecenin saçlarından ürküyorum; gece fitnecidir,
gebedir.
Bana diyor ki: Ne korkuyorsun; mihnet, ezer, döver seni; sürme
havanda dövüldü mü, göze ışık verir.
Bütün korku varlıktan gelir; yürü, az titre, geç varlıktan; bütün
ürküntü, kırılma düşüncesinden gelir, kırıl, dökül de emniyet yurdunu seyret.
Unsurlardan altın çaldım da keseye koydum, büzdüm ağzını kesenin;
şu saklanış yerinde geriye verme korkusuy la hırsızlara dönmüşüm.
Kepek de hırsızlar gibi unda gizlenir amma adalet şahnesi her
yandan çeker onu eleğe.
Odun gibi haberin yoktu, aşktan bir ateştir düştü sana; şimşek
gibi, kıvılcım gibi sıçra ateşten, tütün gibi çık pencereden.
* Ne diye hançer çekersin burda, hançere boynunu ver; koskoca
oldukça iğne y ordamından geçemezsin ki.
Cennet kapısı mademki iğne yordamı gibi dar;
girmek istiyorsan ibrişim gibi ol, bükül de bükül.
O iplik bükülmedikçe iğneye
girmez; çünkü sen tutmuşsun, beden yükünü eğiriyorsun, boz renkli kumaş
dokuyorsun.
Boz renkli kumaş pamuk yünüyle
olmaz; meğerki şu pamuk mahzenin iksiriyle ibrişim haline gelsin.
İbrişim gibi oldun mu, onun
vahiy büküntüsü gelir de hadi der sana, artık soluğunla güzelim haberler
bükmeye bak.
Arapça vahiy sözü ne demektir?
Kulağa söz söylemek. Halbuki senin kulağın davul sesini bile duymuyor; çalış,
gayret et, nöbet çaladur.
*
Hem kulağın ağır, hem tutuyor,
pamuk tıkıyorsun kulağına. Hani, “Başlarını örttüler” dediği gibi gömleği de
başına sarıy orsun.
Kulağın da ağır, gözün de az
görüyor, canın da tez değil, korkutucu geliyor da a huysuz diyor sana, emin
olma.
* Kulağın delikse, gözün iyi görüyorsa
* muştucu gelir de sana, a benim arslanım der, mahzun olma sen.
İlkbahara dön de bağa bahçeye
seyrana çıkan güzeller sana gelsinler, sende eğleşsinler; çünkü bu güzeller
karakışın soğuk şeklinden kaçarlar.
İlkbahar değilsen bâri yaz ol,
ateşlere dal; çünkü o güzellik, o aşk olmadıkça pek aşağılık, pek çirkin
görünür adam.
Her kılının söze gelmesini,
şâir yüzlü görünmesini istiyorsan şu sözden vazgeç de sus, ne nazma dayan, ne
nesre.
Söze başladın mı düşüncen
dağılır gider; gönül düşüncesinden kendini çek; şu dilin sözünden çek kendini.
Kaza ve kader, erler ahitler
ettiler; fakat ben padişahların bile ahitlerini kırdım döktüm; hadi, mümkün
olduğu kadar çabala bakalım diye dümbelek çalmada.
A ahmak diyor; bundan sonra
şöyle olacağım, böyle davranacağım diye kendinle inatlaşıp duruyorsun; inatla
kazaya, kadere karşı mı
koyacaksın?
Gönülle her solukta gayb âlemine ait biri nikâhlanır; fakat
erkekliği olmayanla kısır birleşse bile çocuk olmaz ki.
Erliği olmayan kişiyi yalancı şehvet nasıl çekerse gönül de
şekilleri, sûretleri çeker; fakat erliği olmayan, güzellere ancak bağışlarda
bulunabilir, yer yurt sağlar.
Gel a Tebrizli Şems, padişahsın sen, kan dökücüsün sen; kaza ve
kadere yücelerden buyur, düny ay ı belâlara salma de.
CIII
Tövbemin, sabrımın düşmanı, bugün ansızın yolda rastladı bana,
padişahlar gibi iltifatlar etti bana.
Sarhoşlar gibi kadehi aldı, o kadehte yüzlerce işve vardı, yüzlerce
düzen vardı; şarap içiyorsan al diye sundu o kadehi bana.
Mûsa’nın yüzü gibi parlaktı, Turusîna gibi
kutluydu, yed-i beyzâ gibi parıl parıl parlıyordu, îmrân’ın gönlü
gibi iç açıyordu o kadeh.
Hadi dedi, şu apaçık, şu parlak
levhi, gel, şu Mûsa’dan al, Firavunlar gibi baş çekme, Hâman gibi inat etme.
* Ona, a Mûsa dedim, elindeki ne? Dedi ki: Bu bir an olur sopa olur,
bir an gelir ejderhâ kesilir.
Her zerreden renk renk yüzlerce
şekil belirir; Ebû Hurayra’ya ne gerekse hepsi de dağarcıkta var.
(c. II, s. 62) Ne şekle
çevirirsem hükmü, benim elimdedir; zehirli suyu ilaç yaparım, gücü
kolaylaştırır giderim.
* Bâzı kere denize vururum, toz koparırım denizden; bâzı kere de bir
taşa vururum, abıhayat coşar taştan.
Gâh arı duru Nil suyunu düşmana
kan ederim; taşı toprağı halka inci, mercan gösteririm.
Hasetçilerin gözlerine kurdum,
Yakub’aysa Yusuf; bilgisizlere Ebû Cehil’im, Tanrı’yı
tanıyana, bilene Muhammed.
Güzel kokulu gül suyu bokböceğine ölümdür, can çekişmedir; safrası
olanın, şeker illetine tutulanın canına ziyandır şeker.
Görünüşte dileyenler y oldaştır birbirlerine; fakat gerçekte art
ardadır onlar; birinin yeri aşağılıkları aşağısıdır, öbürünün yeri Zühal y
ıldızının da üstü.
Hani çocukla ihtiyar gibi; bir yola düşmüşlerdir, görünüşte y
oldaştır onlar; fakat bu günden güne büyümededir, öbürü her solukta ömründen
ayrılmada.
Ne zehir kadehidir, ne şeker kabı bu, ne büyüdür, ne gözbağıdır
bu; boyuna başını döndürür bu devir, bu devran senin.
Bu dünya durup durur; sen onu dönüyor görürsün; birisinin başı
döndü mü, evi dönüyor görür.
Bir durakta emin misin; orasını korku durağı bil; bir durakta da
titriyor musun; bil ki emniyet durağıdır orası.
*
Terssin, yalancısın da her şeyi
tersine görüyorsun; kadına danıştın mı, ne derse aksini yap a bilgisiz.
*
Kadın ona derler ki renk, koku
ona yol olsun, kıble kesilsin; gerçekte kadın insanın niyetinde Nefs-i
Emmâre’dir.
Gönül ehlinin öğütleri arı uğultusuna benzer; dudağı, ağızdan ta
dimağa kadar tatlarla doldurur.
Ne de anlaşılmaz anlaşılır şeydir; ne de gönlü bir, yabancıdır; ne
de tatlıdan daha da iyi ekşidir; ne de imandan daha iyi küfürdür.
Sus ki dil harfle yelip yortmaya kapıcı oldu; fakat gönül harfsiz
söze başlarsa başköşeye geçer, kurulur, padişah olur sanki.
Gel ey Tebrizli Şems, parla, doğ gönül burçlarına; gerçeklik
durağının güneşisin çünkü, şu başı dönmüş güne ş değilsin sen.
CIV
Sevgilim bugün de dünkü gibi
gülerek gelirse, gökyüzü temelinden secdeye varır, yerlere kapanır.
A aklı başında ayık, beni
öldürmeye acele etme, zaten öldüreceğin yere yaklaştık; bir soluk olsun yumuşak
davran, ayrılığı kim önce icat etti, bir sor soruştur.
Dedim ki a güleç gönül, ne diye
böyle sertsin; yüreğin demirci örsü sanki; şu sonsuz gözyaşını seyret, bu
tufanın çevresinde bir dön dolaş.
Özürler getirmedeyim sana a
benim efendim; gam her yanımı kapladı; vefa göstermeye en lâyık olan sensin,
şeytanı güldürme bana, sevindirme onu.
Bana diyor ki: Ne diye
gamlanayım; ne diye âvâre bir gönüle sahip olayım; ne hastayım, ne gamlı; pek o
kadar gam tutmam ben.
A beni öldüren, diriltmek,
yeniden hayata kavuşturmak için gel, ziy aret et beni; her yanımı zaten sen
kaplamışsın; üstünlük, lûtfetmekle olur; yardım et bana.
Etme sevgili, etme sevgili; hem
güzelsin, hem bilgilisin; lûtfunu, keremini kesme bizden; etme a benim
padişahım.
Şu işteki sabırsızlığımdan
başka ne suçum var? Bu yüzden yüz çevirme benden, bağışla suçumu, ört günahımı
da cömertlik göster bana.
Acaba gönlü, tedbiri
pervasızlıktan döner de bağışa başlar mı? Tanrım, sen merhametini arttır onun
da olmayacak şeyi mümkün et.
Size geldik, size geldik;
buluşalım da diriltin bizi, şarabınızdan sunun bize, bize de cömertlik edin,
karde şlere de.
Bir şefaatçi, tutsa da o
çaresiz ölüyor dese öğüt kabul etmez gönlün; işte bu dermansız bir dert.
Sarhoş bir halde ateşlere
atıldım; ateşi yurt saydım; ateşe alıştım, eş dost oldum onunla, kimdir ateşle
eş dost olan?
Yanıp yakılışımı gördü mü, bu
ya gösteriş der, yahut da şimşek, kıvılcım bu. Gözyaşlarımı seyredince bu ya
gözyaşı der, y ahut da y ağmur.
Dostum, göçeceğim zaman
yaklaştı, hem de gönülsüz, akılsız olarak göçeceğim zaman; yüz çevirme benden,
helâk etme beni, beni unutarak mahvetme.
Bana der ki: Bizim derdimiz,
her türlü şekerden, her çeşit helvadan iyidir; sende ya sara var, ya sevda
illeti, şekerden feryat eden var mıdır?
O toplumu aldatan güzel, der ki
bana: Aşkın belâsı şekere benzer; sevda dikeni nerkis gibidir, a yapmacıklar
yapan, ne diye ağlıy orsun?
Zahmetimden hazinelere,
definelere sahip oldun, dikenimin yüzünden gül bahçesine eş dost kesildin; ne
diye aldatma yolunu tutar da ağlarsın? Aldatanların padişahıy ım ben.
Aşkın açtığı y aralar şifa
verir sana; aşkın bulanıklığı arı duru bir hale getirir seni; aşkın
soğuklukları ısıtır seni; aşk ate şleri güldür, reyhandır.
Yoksa hamları bizim yolumuzdan
çıkarmak mı istiy orsun sen? Onlara karşı böyle bir ters yol
tutmuşsun, ağıtlar yakıyor,
ağlayıp duruyorsun.
Zengin oldunsa nekeslik etme;
aşkla sadakalar ver, yüceliklerde bulun; yenecek şeylerde nekeslik ne kötü
nekesliktir; bağışlarla cömertlik ne güzel cömertliktir.
A naşı, zevk, işret meclisinde
az nekeslikte bulun; olmaya ki sevgili de huysuzluğa kalkışa da sana aynı şeyi
yapa.[107]
* A sâkî, sundukça sun, “Daha
fazlasını elde etmek için başa kakarak verme.” Döndür kadehlerimizi, sarhoş et
bizi; zevk, neşe sarhoşlukla elde edilir.
Güzelim kokulu şarabı içtin mi,
şarap isteyen d o stlara da sun; hırsı, kötü huy lu oluşu bırak, bu mey dandan
başka bir yerde şarap içme.
Küçük kâselerle sunma, taslarla
sun; a şanı ulu, ulu taslarla, büyük testilerle yardım et bize.
A benim canım, meyhaneden
getirdiğin o küçük kadehi bırak; testiy i kadeh diye kullan; vakitsiz, geç
geldik biz.
Rabbimiz ağırladı bizi, lütfetti, suvardı bizi; koca ölçek ne de
güzel bir tas; gam, tasa ne kötü şey, tıpkı kurt gibi.
Getir o gamın boynunu kıran güzel soluklu kadehi; getir o yüzlerce
kaanın, ayaklarına toprak kesildiği o mahrem dostu.
Yaşamamı istiyorsan sâkîlik et bana ey aşk; varımı yoğumu yokluğa
ver; borç da sensin, borç veren de sen.
Candan coşan şarap yokluk kadehine kondu mu, sonu bulunmayan aşk
gibi ölümsüz bir yaşayış verir.
A bizi sarhoş eden sâkî, gönlü müjdelerle teselli eden, bizi
düşmanlıklardan arıtıp tertemiz eden şarapla doldur kadehlerimizi.
Bırak hileyi, düzeni a sâkî, bütün toplumu ölümsüz bir hale getir;
çünkü bil ki sen de küpteki şarap gibi sâf mı sâfsın, arı duru bir güzelsin.
* Bize kâseler sundukça sâkîmizin yüzünde bir şimşektir çaktı; biz
yüceldikçe Furkan gibi parıl
parıl parlayan bir ışıkla ışıklandırdı bizi.
Ne sudur bu ki içinde yüzlerce ateş yalımlanır; bir renk ki içinde
yüzlerce renk parıl parıl parlar.
Bir su ki ateş gibi yanar, yakar, gümüş para gibi değerlidir; hem
de öylesine gümüş para ki kantarla, batmanla; ne sayısı var, ne teraziyle
tartılabilir.
Kızıl altın gibi bir şarap; fakat nurdan meydana gelmiş, üzümden
değil hani; gözlerden körlüğü giderir de insanı Zühal yıldızına doğru uçurur
gider.
Sunduğu şarap seni yok etti, kendinden geçirdi mi, o da içe içe
azıttı mı, artık a do stlar kendinizi de sakının, onu da; o şaşırmış kalmışa
açın meydanı.
Şarap onu bir başka hale getirdi mi coşar, köpürür, delilini
getirir de canından ben Tanrı’yım sözü fırlayıverir; ne yüceliktir bu, ne doğru
delil.
CV
Ne bilirsin meyhane erini sen?
Altı yandan da dışarıdır o; o meyhane evveline evvel olmayan bir meyhanedir,
sense şimdicek, daha yeni geldin oraya.
Kendini gören kuş, kendinden
geçmişlerin bağına bahçesine uçamaz; o Leylâ’ya Mecnun olan, ancak yüzlerce
Mecnun’a Leylâ kesilendir.
Bu yanda binlerce meclis var,
fakat bu meclis onlardan da daha ötede; çünkü bu meclis neliksiz-niteliksiz
âlemde, o âlemden de daha fazla neliksiz-niteliksiz bir meclistir.
Şu arslanlara bak, o ormanda
ecelden tir tir titriyorlar; ecel arslanının yüzünden arslanlar bile ancak kan
kaşanıyorlar.
Nice Tanrı Zümrüdüanka’sı var
ki tespihleri, ben Tanrı’yım sözü; fakat o yana bir kanat çırpsalar kolları
kanatları yanar gider.
Mahmud da, vezir de, perdeci de
bir Eyaz’a kul köle oldu; çünkü onun ayak bastığı yerde erlerin başları
alçalır.
İnkârında mazursun sen; çünkü
orda, Cüneyd,
Şeyh Bıstâmî, Şakıyk, Kerhî ve
Zün-Nûn bile şaşırıp kalmış.
Çünkü a benim canım, güneşe
gitmeye yol yok; meğerki güneş lütfetsin de bu çöle, bu yazıya doğru gelsin.
Tebrizli Şemseddin, sana
lütfeder de seni bu inkârdan kurtarırsa ne âlâ; yoksa bu gazeli okuyadur, bu
afsunu oku oku; üfür kendine.
CVI
Ne bilirdim ben ki şu sevda
beni bu çeşit çıldırtacak; gönlümü bir cehennem yapacak, gözlerimi Ceyhun
ırmağına döndürecek.
Ne bilirdim ben ki bir sel
ansızın beni kapacak, sürüp götürecek, bir gemi gibi uçsuz bucaksız bir kan
denizinin ortasına atacak.
Dalgalar vuracak o gemiye de
tahta tahta ayrılacak, o denizin çeşit çeşit dönüşleriyle her tahta dibe batıp
gidecek.
Fakat bir timsah var, baş
çıkarır da o denizi
içer, sömürür; öylesine dipsiz,
kıyışız deniz bir çöl gibi susuz kalıverir.
Derken o çöl de denizi sömüren
timsahı paralar; ansızın Karun gibi yutar gider.
(c. II, s. 63) Şu değişmeler
meydana çıktı mı çıktı; ne çöl kaldı, ne deniz; nasıl oldu, nice oldu, ne
bileyim ben; nasıl, nice, neliksiz- niteliksiz âlemde gark oldu gitti.
Birçok ne bileyimler var, fakat
bilmiyorum ben; ağzımı yumdum, çünkü o denizde bir avuç afyon y uttum ben.
CVII
Ay yüzlü sevgilim geldi mi, kim
oluyorum ben, kim oluyorum ben? Can güneşi doğdu mu, nerde kalır gebe gece?
Ağlar yüzlü diken, b ahar
gelince ne olur? Renge, kokuya sahip olur; fakat gülme huyunu alamaz ki.
Güneş değersiz taşa vurunca ne
olur o taş?
Taşlıktan çıkmaz, aydın inci olmaz ki.
Yeni doğmuş arslan eniği, bir kediye bile zebun olur; fakat arslan
sütünü eme eme arslanları alt eden bir arslan kesilir.
Bir katre erlik suyuydun, benliğini atar, varlığından geçer bir
hale getirdi Tanrı seni; bir cıva gibiydin, Tanrı sayesinde gümüş bedenli bir
padişah kesildin.
Bir başka benliğin var ki o denizdir, bu varlığınsa katre; şu
varlığın, altın ke sintisidir, o bense madene benzer.
Tanrı benliği belirdi mi bizim benliğimiz yok olur gider; Tanrı
Ay’ı harman etti mi varlık harmanı yanar, biter.
Can bir elbise giyinmişti ki ne yakası vardı, ne yırtmacı, ne
eteği; eteğine sarıldım canın.
Çakan bir şimşeği, çıkan bir parıltısı, küfrü yakıp yandıran mâna
atlasından biçilmiş bir elbise istiyorsan hırs elbisesinden soyun.
Bu atlastan bir elbise giyinmişsem sözü de
kapalı söylemeliyim; süsen gibi yüz dilim olsa gene bir harf bile
söylemem.
* Böylesine bir elbise
giyinmişti, böyle bir elbiseyle örtünmüştü de Tanrı, onun için, “A elbisesiyle
başını örten” demişti Peygamber’e; iç elbisesi nur gibiydi, dış elbisesi de en
güzel huylardı onun.
CVIII
Âşıkın delilikten başka ne işi
gücü, ne sanatı, hüneri var? Sevgililerin nazı da yabancı görünmeden,
bilmezlikten gelmeden başka nedir ki?
Işığın önünde oynamayı zerreden
öğren; erlikte bulunmayı pervaneden belle.
Sarhoş arslan gibi sıçra, atıl,
ne önü bil, ne sonu; arslanlara kediyle savaşmak ay ıptır.
Dağın da başı yücedir amma
zerreleri dağıtıp saçmayı bilmez; doğana ne diyeyim? Fakat nerde o, nerde
pervanelik etmek?
Nerde kılıcın önünde kalkan
gibi çırçıplak yaralar aramak; nerde altın gibi kürede ateşle bir evde oturmak?
Derenin suyu tatlıdır amma
nerde denizin heybeti? Nerde şaha vezir olmak, nerde her çeşit k ay ıttan
kurtulmak?
Sırlar kadehisin sen; kulağını
tıka, gözünü yum; delik kâse kadehlik edemez.
Gece aydın olsa bile gündüzün
yerini nerden tutacak; boncuk parlak olsa bile nerden incilik edecek?
CIX
Âlemi aydınlatan mum, yâni Güneş
bile bana bu kadar aydın görünmüyor; acaba kusur gözümde mi, yoksa Güneş’in
ışığında mı, yahut da pencerede mi?
îpin ucu elden mi çıktı,
kayboldu ki o hal geldi, geçti; çünkü o haldeyken iğnenin ucu bile örtülü
kalmıyordu.
Ne mutlu demdir o dem ki şu
mescide hizmet eden melek, bu gönül kandiline Tanrı’nın zeytinyağından yağ
koyar.
A gönül, gir şu ateş potasına,
bir güzelce otur; bu ateşin tesiriy le öylesine demir bile ayna oldu gitti.
İbrahim altın gibi ateşe girdi
de onun yüzünden ateş, yaseminlik kesildi; ate şten güller, süsenler bitti.
Gönlünü şu kavgadan böyle bir
sevdaya çekip getirmezsen bu gönlü ne yapacaksın? Gel, otur da söyle bana.
Adam olmadığından dolayı
erlerin halkasına gelmiyorsan, erlerin kapılarındaki halka gibi kapının dışına
çık, kapıyı dövedur.
* Peygamber, oruç kalkandır
dedi ya, oklar atan nefsin önünde sakın atma elden bu kalkanı.
Şu karada kalkan gerek; fakat o
denize vardın, ulaştın mı, oka karşı, balık gibi bedeninde bir zırhtır belirir:
CX
Bana her solukta, bir tatlı kıt’a söyle, her beyit başına da bir
öpücük al, gel yanıma otur deyip duruyorsun.
Ne öpücük, ne öpücük; ne helva, ne samsa baklavası; taştan bile
süt fışkırtır; kazma, bel, âcizdir bundan.
A gönül, aşk öpücüğünü mü buldun da böyle uçtun? Her cüzün dudak
gibi ağlıyor, öpücükler devşiriyor.
Peygamber, Tanrı yolunda şehit düşenlere telkıyn verirdi; sen de
gel, senin şehidine telkıyn ver.
Telkıyne niyet ettin mi, o anda ölü uçmaya koyulur; kefeni atlasa
döner; mezarından nesrinler biter.
Mademki rahatın yok, beden bineğini kes gitsin a gönül, o binekle
rahat mı edebilirsin sen? Yücelere eşemez o, topaldır, topal.
Asla ardından gelmeyen devenin de ay ağını
kes; o boyuna dikenliklerde dolaşır; diken incir gelir ona.
Onun ayağını kestin mi, o anda gemi gibi ayaksız yürür; uçsuz
bucaksız denizin dalgası din yelkenini uçurmaz.
CXI
A Müslümanlar, bu evden dışarı çıkmak haramdır; erguvan renkli
şarabı bırakmak, erganunun sesini dinlemeyip gitmek haramdır.
Dışarda ya hile var, ya sitem; binlerce defa denedim, gördüm bunu;
bundan böyle de sınanmışı, denenmişi sınamaya, denemeye gitmek aptallıktır
doğrusu.
Evden çıkma a deli, ayrılıktan kan ağlarsın sonra, kan; bir eli
kestin mi kan akmasına şaşılmaz.
A hocam, ağlarken gülmeyi mumdan öğren; a akıllı kişi, dururken
yürümey i gözden öğren.
Sana nasipse masumların can kuşları gibi şu
gök kubbeye gitmeyi ustalardan öğrenirsin.
Gel ey sevgili, vaktin hoş olsun, gel, direk gibi çek yükümüzü
bizim; çek de bu sabrın direksiz gök tavanına gitmeyi öğretsin sana.
Meryemoğlu İsa’nın nefesi âşıkın derdini azaltamaz; gönül derdi
ilaçla, afsunla iyileşmez.
Bir tas baş aşağı çevrildi mi içindeki dökülür gider; fakat sevda,
kâseyi baş aşağı çevirsen de dökülmez.
İster temiz ol, ister kirli, a akıllı er, çıkma bu evden; dünyada
bu evden çıkmak gibi bir günah o lamaz sana a kul.
Bu kapıda bir arslansın sen; yolundaki düşmansa tilkidir; tilkiye
zebun düşmek arslana ay ıptır.
Mademki naz çekeceksin, böylesine bir padişahın nazını çek; çünkü
alçak feleğe alt olup gitmek yıldızı düşkünlüktür.
Bilgilerden yuyayım gönlümü; kendimi kendimden gafil edeyim; çünkü
devlet sahibi
sevgiliye hünerli, bilgili olarak varmak yakışık almaz.
Delilerin canları bilir ki bu
can canın kabuğudur; bu bilgi için bilgiden deliliğe gitmek, doğru bir iştir.
Sessiz, soluksuz nefes alana,
denize dalmak, dalgıçlık etmek mubahtır; varını yoğunu veren kişidir vara yoğa
kavuşan.
Bırak artık da o söylesin; sus,
tövbe etmeye bak; çünkü o sevgilinin huyudur, tövbe edenlerin y anlarına gider
o.
CXII
Müslüman, ne diye Müslüman’ı
aldatmaya uğraşır? Darmadağın olmuş kişiyi aldatmak, pek o kadar sanat da
sayılmaz hani.
Mecnun, Leylâ’nın izini izledi
de bütün çölü aştı; fakat Leylâ’nın gözü bir ağırcanlıyı kandırmak istemiyordu
ki.
Denizler gibi inciler saçmaya
acınmaz o; fakat
sen bununla onu aldatmayı
yerinde görürsün.
Bir mektebe benzeyen gözü, dünyaya ne biçim bir töre koydu ki
karıncalar bile Süleyman’ı aldatmayı ummaya başladılar.
Gönlüm yırttı düşünceyi, şişe gibi kırıldı; ne diye akıl, gizli
şeyleri bile bilen kişiyi ald atmay ı umar?
Onun alımlıları kandırmak istediğini duydular da, dünya pırıl
pırıl cilâlandı; âlem alınacak şey lerin konduğu odaya döndü.
Dereye düşen her düşünce bir av peşine takılır gider; tuzların
hevesi nedir? Tuzlayı kandırmak.
Pislere temiz suyla yunmayı öğretir, katı yere de kazmaları
kandırmay ı öğretir.
O kahredici ne de renk renk işkence etmeyi bilir; iş böyleyken
ateş ne diye üzerlik tohumunu, çöreotunu kand ırmay a kalkışır ki?
CXIII
* A yolu yordamı güzel yüce er, medresenin
içinde Şihâbeddin’in odasının yanında bir oda istiyorum lûtfundan.
Adımı yaya kadı tak, mahkemenin
içinde de adalet sahibi de; yahut da padişahın duacısı diye çağır beni da
dualara âmin diyeyim.
*
Bu düzenle rebâpçıyı oraya bir
sok; istersen adımı değiştirir, fülâneddin diye bir ad takarsın bana.
Zaten halk şekilden, addan
ibarettir, ham meyveye benzer; kimin haberi var onlardan hangisi acı, hangisi
tatlı?
(c. II, s. 64) Kadıya bir hal
gelir de semâ’ etmek isterse bir güzelce rebâb çalarım ona, tatlı bir halde
semâ’a sokarım onu.
*
Rebâbımın sesinden Akıncı da
dirilir; mezarından başını çıkarır, kalkıp oy namay a koyulur; aferin der,
beğenir beni.
Çalgı çalana sarhoşçasına
hırkayı çıkarıp atar gibi kefeninden soyunur, önüme atar; ondan sonra ölüler o
anda birer birer mezarlarından çıkarlar.
Şekillerin, sûretlerin şu sesle
dirilmelerine şaşılmaz; içinde de aşk sûretleri dirilmede; bir bak da gör.
Zaten insandan işe yarayan,
sende o dirilenlerdir; öte yanını topraktan tozan bir toz bil gitsin.
Gönlünde her an bir başka şekil
var; bedeninse donmuş, taş kesilmiş bir şekilden ibaret; sen o şekle bağlısın,
öbüründen haberin yok, onun için böyle donmuşsun ya.
Bir sûret görünüyor da gazelin
aslı benim, beni ara diyor; sustum; her uyuza mühür vermek y akışık almaz.
CXIV
Gönlümdeki aşk yüzünden
sevgilimin ayaklarına kapandım da bu neşeyle can geldi, gizlice ayaklarıma
kapandı benim.
Fakat bir gün o hizmette
kusurum olursa, can canıma düşman olur, şu gönül de lâyığımı verir benim.
Bir seher çağı, canım ayaklarının bastığı toprak olsun diye dua
ettim; şu duama canın âmin diye nara attığını duydum.
Şu gönül gizli güzele nasıl oldu da bir yol buldu; şu can o
güzelin canıma canlar kattığını, nasıl bir koku aldı da anladı?
Bana bir kadeh sundu, ben nazlandım da hayır, istemem dedim;
istemem deme, benim için al, iç, benim için al, iç dedi.
Bir katresini tadınca zevkle kadehi çektim başıma; öylesine bir
sağraktı o ki bu yolda kılavuz oldu bana.[109]
CXV
Bir acı şarap ki bütün acılıklar onun yüzünden tatlılaşır;
öylesine bir Çin güzeli ki yüzümüzün buruşmasına bile meydan vermiyor.
Şarabı her an, Hızır’ın abıhayatını çek demede; yüzü her solukta,
ebedî cenneti seyret demede.
* Tatlı dili zeytinlerle dopdolu ağaçlar
dikmede; tatlı dudakları afsunlarla “Vettîn” sûresini okumada.
* A yanaklarının aşkıyla binlerce hûrü’l-ıyni yakıp eriten; a
sevgisi, ayn sîn kaf, yahut Yâ Sîn gibi, belâları gideren.
Yüzünün ışıkları kuşluk güneşini nurlandıran, onun ışığından da
üstün olan; ululuğu yüzünden Tur Dağı’nın yücesine varan.
* Az ziyaret et de sevgin artsın sözüyle nice âşıkı helâk eder; yüzü
kıyamet günü gibi nice ölüyü diriltir.
Boyuna der ki: Bir şey söyleme; aklın eriyorsa bak da gör; bu
telkıynle her solukta binlerce ölüyü diriltirim ben.
Hür kişilerin katında susmam yarın sırları açar; harflerin
ötesinde anlam ışıklarla belli olur.
Hacetlerini dile dedi mi, bu ümmete bir kulak verir ki can kulağı
gibi söylenmedik sözü bile işitir, sen hemen âmin diyegör.
A seher yeli, biz sustuk, bizi bul da ne anlarsan
git, anlat; bir zamana dek, bizim gizlediğimiz şeyleri dirilere
naklet.[110]
CXVI
Gözlerinde işaretler var; iyi
tanı onu, iyi tanı. Benden duy bunu, vakti geldi, çek onu kendine, çek onu.
Can güneşi doğdu; doğuya da
sığmıyor, batıya da; gel a hasetçi, adamsan gizle bakalım, gizle.
Onu açıklamak varlığımızdır
bizim; onun ziyanı kârdır bize; can faydası istiyorsan ziyan et onu, ziyan et.
Bu nükteden kanlar içinde
kaldım; Tanrım, nasılım, nasıl? Gel de a ömrüme ömürler katan can, anlat bana,
anlat.
A benim canım, anlatılmış say;
o ne denizdir, ne mercan; can d ay anmaz anlatmay a onu; açıkla onu, açıkla.
O deniz, timsah gibi baştan
başa ateş kesilmiş bir can ister; böylesine bir canın varsa hemen
ver ona, hemen ver.
Denizi görene gökyüzü yer kesilir; böyle olmayanı da böyle yap
sen, böyle yap.
Dünyadan tezce sıçra, çık dışarıya, incilerle dolu denize dal;
sıçrayan bir varlıktır bu dünya; sıçrat onu, oynat onu.
Padişah Tebrizli Şems’ten kaçmak istiyorsan dâva okunu atma; yay
yap onu, yay yap.
CXVII
Kulağı küpeli kuluyum Şemseddin’in; onu bekliyorum ben, gönlüm
Şemseddin’le buluşma şarabını içmek için ayrılık y aralarıy la dopdolu.
Onun aşk ateşleri Arş’ı da geçmiş, ferşi de aşmış; bilmiyorum, şu
ateş içinde, çevremde hep Şemseddin’in yüzünü örten örtüler var.
Kucağımda yığın yığın ateşler var; fakat Şemseddin’i koçmak için o
alev alev ateşler abıhayat oluyor.
Aklım bir tencere kaynattı, içindekini tattım,
çiğ olduğunu gördüm de Şemseddin’in coşturması için yüzüstü
devirdim o tencereyi.
Şu beden evimde görürsün ki biri var, eliyle başına vurmada, bir
başkası var, hasta, hem de ölüm halinde; bir başkası da Şemseddin’e dalmış
gitmiş.
Zül-fekaar’a benzeyen akıl dili, şu denizi incilerle doldurdu;
sonra akıl, dilini çekti, Şemseddin için sustu işte.
Canına and olsun, gene öylesine coştum ki ne biçim bağlarsan bağla
beni, koparırım o bağı canına and olsun.
CXVIII
Gökyüzüne benziyorum; senin ışığınla Ay gibiyim, mum gibiyim;
canına and olsun, baştan başa aklım, baştan başa aşk.
Neşem senin işinden, sarhoşluğum senin dikeninden; and olsun
canına, nereye yüz çevirirsen ben de oraya döndürürüm yüzümü.
Yanlış söyledim; bu halde yanlış söylemeye de şaşılmaz hani; and
olsun canına, şu anda kadehle şarabı ayırt edemiyorum ben.
Öylesine bağlanmış bir deli divaneyim ki devleri bağlar dururum;
canına and olsun, bir deliyim ki devlere Süleyman kesilmişim.
And olsun canına, gönülde aşktan başka ne belirirse, hangi varlık
baş gösterirse, o anda hemen gönülden dışarı sürerim onu.
Gel, a giden dost; giden şey gelir elbet; fakat and olsun canıma,
and olsun canına, ne sen o’sun, ne de ben o’yum.
A içten içe inkâr eden, gizlice
inkâr etme; çünkü and olsun canına, alnına yazılan gizli yazıyı bile okurum
ben.
Tebrizli Şems’in aşkıyla
geceleri uyuyamıyorum; and olsun canına, dönen zerre gibi darmadağın bir
haldeyim ben.
CXIX
Canına and olsun, gene öylesine
coştum ki ne biçim bağlarsan bağla beni, koparırım o bağı canına and olsun.
Öylesine bağlanmış bir deli
divaneyim ki devleri bağlar dururum; canına and olsun, kuş dilini bilirim;
Süleyman’ım ben.
Aziz ömrüm sensin benim, geçici
ömrü istemiy orum; and olsun canına, gamlarla dolu canı istemiyorum ben.
Benden gizlendin mi, baştan
başa kâfirlik karanlığı kesilirim; bana göründün mü de and olsun canına
Müslümanım o vakit.
Testiden su içsem hayalini
görürüm o suda; and olsun canına, sensiz bir soluk alsam pişman olurum ben.
Sensiz göklere ağsam kara bulut
gibi gamlıyım; and olsun canına, sensiz gül bahçesine gitsem zindanday ım ben.
Kulağımın duyduğu ses, senin
adın; aklımın fikrimin duyduğu şey, senin kadehinin sesi; canına and olsun,
yıkılmışım, gel, tamir et beni.
A beni doğru yola götüren,
ibadet yurdunda da maksadım sensin, mescitte de; nerey e yüz çevirirsen, and
olsun canına, ben de oraya döndürürüm yüzümü.
Aşkla konuşurum, o arslandır
derim, ben ceylanım; fakat and olsun canına, ne biçim ceylanım ki arslanları
görür, gözetirim ben.
îçten içe inkâr eden, gizlice
inkâr etme; çünkü and olsun canına, alnına y azılan gizli yazıyı bile okurum
ben.
O neliksiz-niteliksiz varlık
acaba şu kanlarla dopdolu gönüle ne biçim bir yakınlık gösterdi ki
canına and olsun, bütün
yakınlarından kesildi gitti.
Kurbanlık canın bayramısın sen;
âşıklar tapında kurbanların senin; canına and olsun, çek beni mutfağına,
kurbanım sana.
Tebrizli Şems’in aşkıyla
geceleri uyuyamıyorum; and olsun canına, dönen zerre gibi darmadağın bir
haldeyim ben.[1 11]
CXX
Ona âşık değilsem ne diye
mahallesinde yelip yortarım? Ona susamamışsam deresinde ne ararım?
Şu deliyi ne diye bağlıyorum,
yoksa kendime mi güleceğim, kendime mi güldüreceğim âlemi? O, sevgilinin
saçlarından başka bir zincir kabul etmez ki.
Aklımı da al, götür, fikrimi
de; kulağımda p amuk tıkalı; kulağım pamuktan kurtuldu mu, onun hay-huyunu
duyarım ancak.
Şu ağlayan gönlüm boyuna,
ahdettim kendi kendimle diyor; onun düşmanının kanından başka şarap içmeyeceğim
ben.
Gönlümü kanlarla doldurur,
başımı şarapla, afyonla; gönlüm onun dağarcığı olmuş, başım da kabağı.
O, yüzünü açtı mı Ay da nedir,
Zühre de ne? Şekerde, helvada nerden olacak onun huyundaki tatlılık?
(c. II, s. 65) Bana neden
ağlarsın derler; o şekerler yağdıranın yüzünden. Bana neden sararmış solmuşsun
derler; yüzünün lâleliğinden.
Her solukta beni Tebrizli
Şems’e doğru sürüklersin; a gönül, kulağıma söyle; ne diye onun bulunduğu
tarafa doğru koşar durursun?
CXXI
A benim canım, a ay yüzlüm
benim, belân candan da tatlı; bu yüzden canı b ıraktım; varsın senin için
yansın yakılsın.
Can seni görünce kendinden utanır; gönlümün ayağı balçığa
saplanır; gönülle ne işim kaldı ki; gönül ona yer yurt oldu gitti.
Sen güneşsin, gönülse bir kuyuda; bâzı bâzı vur kuyuya; çünkü
gönül cana canlar katan aşkınla Ay gibi eriyip gedilmede.
Kendimde olunca bakırım, seninle altın kesilirim; kendimde olunca
taşım, seninle olunca inci haline gelirim; senin kaftanının umuduyla aşka
düşmüşüm, kemer kuşanmışım.
Aşkı kucakladım, başından külâhını çıkardı; civarındaki toprağa
bak da kanına karşılık yüzlerce kesilmiş baş seyret.
Döksem de ay yüzlüm, sana muhtacım, bitsem de sana muhtaç; senin
kehribarının aşkıyla saman çöpü gibi uçar giderim.
A güzel yerim Tebriz, Şemseddin’in yüzünden hey-haylara düşmüşüm;
o senin buluşma Kâbe’ne lebbeyk diye diye geliyorum ben.
CXXII
* Ateşlere alışmış gönül, senin
yüzünden bir şimşek kesilmiş; sense sanki taşsın, demirsin. Seyir seyran nerde,
ben nerdeyim? Bana göçmek de sensin, gitmek de sen.
Sen olmayınca kendimi görürüm;
fakat sen beni gördün mü, ben de kendimden geçerim, sen de kendinden geçersin;
yerin altına bile gitsem sensiz gidemem; gel a bana benlik olan dost, sen gel.
Söze gelsem de söylesem sensin
söyleyen, karanlıkları kendimden görürüm ben; şu bahsettiğim karanlıklardan Ay
gibi bir baş çıkar, görünüver.
Yakama yapışasın diye yakalar
yırttım, kendimden el etek çektim; halbuki sen de tutuy o r, sevgiden el etek
çekiyorsun.
Yakamı yırttın, eteğimi çektin;
nerdey im ben, adım sanım mı var; bana can da sensin, beden de sen.
Pişmanım, pişmanım ben;
pişmansın, pişmansın sen; süsen gibi yüz dilim var; fakat dil
de sensin bana, söz de sensin,
süsen de sen.
îki gözüm yüzüne dalmış; gâh çevgehim sana, gâh top; top da sensin
bana, çevgen de sen, iki aydın göz de sen.
Bir düşünceyle Ebû Cehil karpuzunu yüzlerce şeker haline
getirirsin bana; bir düşünceyle de tutar, şekeri düşman gibi zehir edersin
bana.
Şeker de sensin, Ebû Cehil karpuzu da, şekilden şekle dönen
düşünce de; karınca da sensin, Süleyman da sen; güneş de sensin, pencere de
sen.
Şaşı bir kâfirdim, birliğe yettim, olgunlaştım; kâfiri şaşı eden
de sensin, iman da sen, aman yurdu da sen.
CXXIII
Gün geçti gittiyse a benim canım, geceleyin konuk ol sarhoşlara;
yakınlara, kendinden geçmişlere, bir gececik sabaha dek konuk ol.
A güzeller Yusuf’u, Yakubların gözlerinden
kaybolma; bu geceyi kadir gecesi haline getir; hüzünler evine mum
ol bu gece.
Uzaksak rahmet ol, çıplaksak
elbise kesil; arıklıktan ibaretsek sıhhat ol bize, dertsek derman ol bize.
Küfürsek iman ol, suçsak
yarlıgama kesil; aç, yoksulsak ihsan ol, cennet ol, Rıdvan ol.
Bekçilik ederek çal o can
davulunu; şeytanı kovmak için şeytanlara şihaplar at.
Denizsin sen, dünyaysa balık;
vakitli neymiş, vakitsiz ne? Balıkların yaşayışını istiyorsan onlara abıhayat
ol.
Kapkaranlık gece, Ay bizim konuğumuz
olursa ne de hoş geçerdi; a benim canım, geceleyin yol alanlar için doğ, a
benim ay yüzlüm, parla onlara.
A ıztırablara düşmüş gönül,
sus, artık hayırdan, şerden bahsetme; mademki sırları mey dana ç ıkaranın sırrı
onun katında; dudağını yum, gizlen.
CXXIV
Dünyada hiç kimseyi görmedim ki ta başa dek kanat olmasın; herkes
coşkun, herkes ateşli, herkes pusuda, bir bahane arıyor.
Herkes aşktan meydana gelmiş; herkesin ciğeri yaralı, herkes
dudağını yummuş; fakat can bahçelerinde kat kat şakayıklar açılmış.
İyi, kötü gerçekler uyuyan arslana benzer; ona bir el attın mı,
âlemi birbirine katar.
Toprağa mensup olan herkesin bedeninde nice gökyüzü güneşi var;
nice kükreyen arslanlar ceylan şekline bürünmüş, gizlenmiş.
Bu gizli gerçek, insanların yaratılışı gibi toprakla gökten
doğmamıştır; bu damatla bu gelinden çok eşsiz çocuklar doğmuştur amma bunlar
onlardan meydana gelmemiştir.
Düşüncenin ayağı balçığa saplanakalmıştır amma o, nice yerleri
dolaşır, Zühal’in üstüne bile ayak basar.
A balçığa bulanmış, şu tozdan topraktan yıkan,
arın diye ta yücelerden lûtuf suyu akıtmıştır.
* Fakat sen bu Zemzem’i
görmüyor da her solukta biraz daha batıyorsun; Eyyub’san, mahremsen ilacı
ayağının altında ara.
O, yıkanmak için suya daldı mı,
su kapar gider onu; o kutlu mekânsızlık bahçesine doğru elma gibi yuvarlar onu.
Elması elma bahçesine ulaştı mı
taştan da kurtulur, z arard an da; o gül bahçesinde şeftali alınmaktan,
öpülmekten başka bir zarar görmez o.
Vîs’in gönlüyle Râmîn’in gönlü
birlik cennetini görür; kızıl gülle şebboy yüz yüze, sarhoş bir halde oturur.
O y andan elinde üzümden
çekilmiş hâlis şarap kadehi, bir huri belirmede, bu y andan güzelim bir gelin,
güle oynaya güzelim bir geline yüz tutmada.
O bağışı güzel bahçede çiçekler
gibi beyazlar giyenler, zulümden kurtulduk artık; o yılan yüzlü bizden tezce
geçti gitti diye açılır saçılırlar.
Can gözleri kanat açar, göz o
görülecek şeylere dalar gider; ağız ballarla, şekerlerle dolar; artık geri
kalanını da sen söyle.
CXXV
Yoksuldur o, yoksuldur o;
yoksul oğlu yoksuldur o; her şeyi bilir o, her şeyi bilir o; her şeyi bilenin
oğlu her şeyi bilendir o.
Lâtiftir o, lâtiftir o; lâtif
oğlu lâtiftir o; beydir o, beydir o; mülk, saltanat sahibi bir beydir o.
Sığınaktır o, sığınaktır o; her
suçun sığınağıdır o; ışıktır o, ışıktır o, eşi, örneği bulunmaz bir ışıktır o.
Sakinliktir o, sakinliktir o;
her deliliği teskin eder o; dünyadır o, dünyadır o; bir bal, şeker dünyasıdır
o.
Sırrını ona söyledin mi, bütün
âleme söyledin gitti; gizlersen de bil ki her gönüldekini bilir o.
Bunlar seni reddederlerse seni
yalnız bırakmaz o; gel de şu devlet gölgesine gir, kaçılmaya
imkân bulunmayan bir padişahtır
o.
Onun harmanına git, seni yeşertir, geliştirir o a benim canım;
onun eteğinin altına gir; kılıcı da defeder, oku da defeder o.
* O, ne buyurursa duyduk, itaat ettik de; neden korkuy orsak,
ondan o kurtarır seni, o kurtarır.
Bir şey küfür olsa, suç olsa, hattâ kara şeytan bile olsa, onun
güneşi o şeye vurdu mu, aydın dolunay ke silir gider.
Sözü aşkla söylüyorum; aşktan ders alıyorum; canı ona peşkeş
çekiyorum; çok az şeyi kabul eder o.
Perde altında bir putun var, güzel bir put amma ölü; onu o kadar
bağrına basma; çünkü soğuktur, zemheridir o.
İki eline kına yakmış, yüzlerce hileler kurmuş, düzenler düzmüş;
genç görünmede amma adamakıllı karttır o.
Erkek arslan olsaydı ciğer arardı o; fakat parsa benzer, peynir
arar o.
Padişahlığa lâyık şerefi yok; kapıcılığa bile yaramaz; bulamaç
sevgisiyle sarmısak gibi çırçıplak kalmıştır o.
Onun okuna uyarsan yay gibi iki kat olursun; onda nerde arslanlık?
Tavşandan da tutsaktır o.
Gönlüm coştu, yüzlerce kaynak akıtmak istiyor; fakat o, suyumun
yolunu bağladı; yol bağlamayı iyi tasarlar, iyi bilir o.
CXXVI
Bana bir gün, sen bana mağara dostusun, gerçek dostsun; aşkımızın
bahçesinde ebedî bir ağaçsın sen dememiş miydin?
A Tanrı arslanı, sonucu, avda bana; ne de güzel ceylanımızsın; ne
de güzel avımızsın bizim demedin miydi?
A benim gönlümün rahatı, huzuru, gül gibi canımı, gönlümü aç ar,
saçardın; şimdiy se o gül bahçesinde bir dikensin sen bile demiyorsun.
Senden bir nazdır vardı başımda, gam
aklımdan aldı, çıkardı onu; ayrılığından aman; pek aman bilmez bir
zalimsin sen.
Aşkın kanımı dökmeye nasıl bir
fetvâ verdi, bilmiyorum; ne de güzel su verilmiş çelik bir kılıçsın sen, ne de
taş yürekli güzelsin sen.
A umut, elimde Mûsa’nın
sopasıydın sen; bugünse Firavun’a benzeyen ayrılığı yüzünden yılana can
kesildin gitti.
Âdem gibi ışıklı göklerden
düştün; padişahın vuslatından ayrıldın; ne diye şu aşağılık yerdesin, şu ateş
ülkesindesin sen?
A göz, buluşma kucağındaydın
bir müddetçik, eteğini gözyaşlarıyla doldur; çünkü padişahtan ayrısın sen.
(c. II, s. 66) A benim
saçlarım, neşe çağında siyahlar giyinirsin de, şu gamla y aslara battık mı,
elbisen beyaz olur, nedendir bu?
Nazımla, nesirle getirdiğim
özürler, dünyaya gece masalı oldu artık; bir özrümü bile kabul etmedin; ne
biçim güzel yüzlümsün benim?
A can, onun abıhayatından
ayrıldın, mahrum kaldın da hâlâ erimedin, hâlâ durup durmadasın, granit bir
kaya mısın sen?
Şu bedenden kaçmışsın amma gene
de bir bağın var; o kerem denizinden çıkmışsın; kulakta padişahlara lâyık bir
incisin sen.
Şu soluk ümitle, karakıştan
sararıp solan bahçe gibi solmuş sararmışsın; karakıştan tez uçup geç; o
ilkbaharın canısın sen.
îlim madeninin yeri olan can
dünyası alanına yol al a yüce, a şerefli can, dumandan meydana gelen can
değilsin sen.
Kötü yorumlarda bulunma, kutlu
yorumla buluşma elde edilir; padişahımdan uzağım deme; iyiden iyiye onun
civarındasın sen.
Deli olduğunu bildin mi, bu
biliş akıldır; sarhoş olduğunu anladın mı, artık ayıksın sen.
Binlerce şükür o padişaha ki
onun vezirine bağlanmışsın; binlerce övüş o şaraba ki onun yüzünden mahmursun.
Tamamıyla övünme, tamamıyla
devlete erme padişaha lâyıktır; sen ne diye övünme kaydındasın, sen ne diye
utanma bağındasın?
A gönül, senin kanını içti de
ayrılığım semirdi; ne diye kurban oldun a gönül; daha henüz bir yıllık arık bir
koyuncağızsın sen.
Zurna gibi o dudakları
beklemede dokuz tane göz açmışsın; mademki o dudakları görmüyorsun, o perdeden
ne diye ağ lay ıp durursun?
Tef gibi ayrılığının
vuruşlarıyla belim, iki büklüm oldu; ne diye şu gönlün eline düşmezsin tef
gibi?
Padişah Şemseddin’in aşkı cana
minnet, hem de binlerce minnet; sen de ben senin hakkını gözetirim diye y
aralara berelere batmışsın.
A benim Tebrizli padişahım, şu
kanlar döken denize gark olmuşum; ne olur, Mûsa gibi şu denizden bir toz
koparsan.
A benim padişahımın güzelliği,
lûtfu; nerden sayıp dökebileceğim seni; ne ucun var, ne kıyın.
CXXVII
Yüzlerce hile düzen görsen gene de Tanrı düzeninden emin olma;
gerçeği görüyorum sansan bile gene gözlerini ovuştur.
Tanrı’nın düzeni, öylesine kuvvetlidir ki can gözün, yerde olsan
bile Arş’ta görür seni.
Emin gibi görünen canından hainlik um, hainliğinden şüphe et onun;
çünkü sâf olur, bön olursan eminlikten bile bir fayda görmezsin sen.
Çirkin mi çirkin bir Hintli’yi satın almışsın, çarşaf içinde o,
Zühre gibi güzel, Çin dilberi gibi alımlı sanıyorsun onu.
Fakat geceleyin eve getirdin de çarşafını çıkardın, yüzünü gördün
mü, gözlerini yumarsın, burnunu tıkarsın.
Şu aldatıcılar pazarında zahit görünenler çoktur; sağlam bir aklın
var, fikrin var amma aldatırlar gene de seni.
Meğerki efendiler efendisi Şemseddin, her solukta yardım ede sana,
canını uyara.
O güneşi gör ki evveline evvel
yoktur, sonuna son yok; din ehliysen din alanında parlar durur.
Birlik bahçesine git, onun
yüzünden orda hep neşe biter, zevk boy verir; hüzünlere batmış bile olsan her
parçan güler durur.
— H —
CXXVIII
Gönülden de sürüp çıkarayım, gözden de; bir uğurdan bezeyim
gitsin; can güneşi doğunca mumu da istemem, yıldızı da.
A gönül, ressama bak, hamamın resmine ne diye bakar durursun?
Ay’ı, Güneş’i gör; ne diye ay parçasının çevresinde döner durursun?
Burnuna sarmısak tıkamışsın, gül kokusu ararsın! Her çaresizden
çare arayan, ne de rızksız kişidir ya.
Ressamdan başkasına bakma; ressam öylesine bir ressamdır ki gam
resmini neşe haline sokar; katı taş onun lûtuf iksiriyle akıyk olur, lâ’l
kesilir.
Evinden barkından ayrı düşmüşsün; ömrün gurbette geçip gidiyor;
ister mahmur ol, ister sarhoş, ona ulaş; ulaştın mı da bil ki kurtuldun gitti.
Yoksa gulyabani misin ki Medyen’in yolunu
bilmiyorsun; halbuki gök kubbenin üstünde senin yerin; orda
köşkün, perden var senin.
Amma o köşk, senin gördüğün
köşklerden değil; bir mimarın eliyle düzülmüş, koşulmuş damı, burcu yok bu
köşklerin.
Şu aşağılık gibi görünen yerde
binlerce çiçek bir vadeyi umar da neşeyle gülümser; yücelerde binlerce mum,
onun buyruğuyla döner dolaşır.
Ne saltanattır, ne yüceliktir
ki bir secdeye bir baş bağışlar; düzenci nefse tutsak olmaktansa ona tutsak o
lmak elbette daha iyi.
Düşüncelerle, düzenlerle dolu
olan her akıl, onun bilgisiyle o hale gelmiştir; mahmurlaşan, insanı büyüleyen
her göz, onun lûtfuyla bu lûtfa erişmiştir.
A aşk, bedene aşk sözünü
söyleme; sana karşı münafıklık eder o; münafıklık eder amma aşkla işi y oktur
onun.
Karşında el pençe dîvân durur,
fakat güler sana; seyret de bak, mezarlığa gider o feryat kötülüğü buyuran
nefsin elinden.
CXXIX
Dün gece bu kula verdiğin söz, ettiğin ahit nerde, ne oldu? Ahdin
de var oldukça olsun, ahdini bozman da, güzelliğin de.
Dünyayı bir bakışla kapan, bir dereceye gelmiş yıldızların hepsini
de bir gülüşle çelen bir padişahlar padişahına, ahdini bozarsa ne gam.
A gönül, ne istiyorsan iste; bağış hazır, padişah da burda; o ay
yüzlü, hadi git de gelecek yıl gel demez.
Padişahın canına and olsun, ihsanı peşindir, y arın vadesini
duymadım ondan ben; parıl parıl p arlay an ay değirmisinin veresiye ışık
verdiğini duydun mu sen?
Nerde o yardımlar, lûtuflar, nereye gitti o hikâyeler; n’oldu o
açışlar, nerde o açan.
* Hepsi de bizimle, bizde; biz de kim oluyoruz; baştan ayağa dek
biziz hepsi zaten; dünyada atalar sözüdür hani; aray an bulur.
Biz demenin de yeri mi? Onun aşkının ayakları
altında öldük gittik biz; hayır, yanlış söyledim; onunla dirilen,
nerden ölecek?
Padişahın hayali salına salına
yürüdü; kerpiç de canlandı, taş da; kuru ağaç bile gülmeye başladı; kısır karı
bile gebe kaldı, doğurdu.
Hayali böyle olursa kendisi
nice olur? Güzelliği, yüzü dördüncü kat gökte parıl parıl p arlay an güneş
değirmisidir sanki.
Yemekteki tuzu yalnız o yemeği
yiyen, ağzına alıp çiğneyen kişi anlar.
Ne şaşılacak şeydir ki, âşık
ile mâşûk hem birdir, hem ayrı; cilâlayanla cilâlananın buluşması şaşılacak bir
buluşma zaten.
CXXX
A ciğerler yiyen güzelim benim,
pervasızca geliyorsun, gönlümü alıp götürüyorsun; gene ne getirdin, bilmem ki?
Düzenbaz gözlerinden feryat;
önceden de işin buydu zaten; y avaş y avaş gelirsin, p aramp arç a
gönlü, birden alır gidersin
sen.
Neliksiz-niteliksiz Ay’ı elde etmek için feleğin kahrını çekiyorsun;
deliliğin belli oldu gitti; akıllı böyle işe girişmez ki.
O ateş gibi kadehi getir de bir hoşça çekivereyim; çekivereyim
gökten de, yıldızdan da ötede olan o ay yüzlünün aşkıyla.
Harmanımı yak, tasımı damdan düşür; aşkın işi budur, âşık âvâre olur.
Kinle yaralayacaksan yarala şu yoksul gönlü, yarala; dayanır, ne
yapsın o çaresiz zavallı?
Gönlüm düşünceler yurdu oldu, yahut da şişelerle dolu bir dükkân
kesildi; söyle a Tebrizli Şems, senin gönlün taş mıdır, kaya mı?
CXXXI
* Ne de efendice meclis, ne de padişahlara lâyık şaraplar; ne
güzel yağma bu ki Kıpçak padişahı Türk’çesine çapmış, getiriyor.
O hokka gibi ağız, lûtuf kucağını açar diye lâ’l
dudakları yüzünden gönlüm demir zincirini geveleyip duruyor.
O neliğe-niteliğe sığmaz hal
yüzünden deli divane olan canı sürme tapından; artık bu afsunla, bu masalla
nerelerde karar edebilir ki?
O büklüm büklüm saçlarını âşıka
karşı çözer, açar ya; bilir ki zincir şakırtısından büsbütün coşar, köpürür
deli.
O kıvırcık, o simsiy ah, büklüm
büklüm saçlar yüzünden gönlüm tarağın dişleri gibi yarılmış, diş diş olmuş.
Gönül arkadaşları sarhoşlukla
nasıl da altüst olmuşlar, yıkılıp gitmişler; a ay yüzlüm, canın için olsun, şu
evin kapısından bir baş sok da bak.
A gönül, sâkî sana şarap
vermedi diye neden balçığa düştün? O tulumu açmadıy sa, kadeh ne diye şarap la
doldu?
Tanrım, şu ormanda düşünce ne
de kaybolmuş gitmiş; canla canan arasında bedenin bedenliği mi kalır?
Gel a Tebrizli Şems; yücelikte
Süleyman’sın sen; aşkınla bütün kuşlar tuzaktan da oldular, yemden de.
CXXXII
Gönüle ayak basar basmaz
düşünce elden çıktı gitti; sırlar da bellerini bağlayıp yola düştüler, düşünce
de belini bağlayıp yola düştü.
(c. II, s. 67) Gönül cana geldi
de kendinde konaklay ıp durma dedi; düşünce gönlü ağırcanlı gördü de tezce
sıçradı gitti.
Aşktan bir haberci geldi de
hadi kalk dedi, yürü tapısında yeri öpmeye; düşünce bu düşünceyle kendisinden
geçti de Tanrı’ya ulaştı.
Güzellerin meyhanesi açıldı,
düşünce küpe, sağrağa eş oldu; aklına ne gelmişse hepsi de bir bir göründü;
artık ne de sarhoş ya.
Kendisini düşünmeden öylesine
kurtuldu, kendisinden öylesine geçti de herkese soruyor artık: Acaba düşünce
denen şey de var mı ki?
Felek gönül kanıyla alçaldı,
iki elini birbirine çarptı; benden kimsecikler kurtulamadı diyor, düşünce nasıl
kurtuldu acaba?
Böyle bir düşünceye herkes
önünden de tuzak kurar, ardından da; sanır ki düşünce, tuzağa, oltaya düşer.
Köhne dünyaya bak; gâh semiz,
gâh arık; eski derde şu yüzden düşer; düşünce, yeniden doğmuştur.
Aradığı her şekil düşünceden
biter, meydana gelir; sen her şekle tapma, düşünceye tap.
Cevherlerin hepsi de
hareketsizdi; yapılar gibi durup duruyordu; düşünce bu cevherleri yardı da
dışarı fırlayıverdi.
Doğum ağrısı bir şehzade doğsun
diyedir; sonucu düşüncenin başı alçalır da doğanın başı yücelir.
Gönül gamla peygamberleşti mi
gönüle Cebrâil iner; düşünce yüzlerce îsa’ya gebe kalır Meryem gibi.
Tebrizli Şems’in balı,
mizacımda kanı arttırır; bu yüzden de düşünce bir hacamatçı gibi gönül damarını
yarar.
CXXXIII
Dün Van gülü lâleye dedi ki:
Sarhoşça bir kalkalım da yeni açmış gülün eteğine sarılalım.
Gülün o yalın yüzünden şarap
üstüne şarap içelim; gel de gülle lâle gibi sarhoşça birbirimize karılalım.
Yasemin nerkisin şuh gözünü
gördü de Van gülüne, kalk dedi; biz de sarhoşçasına kavgaya girişelim.
Şekere benzeyen gül yüzlü
güzel, gonca gibi kapalıydı; mademki açıldı, saçıldı, bizim de sarhoşça inciler
saçma çağımız geldi.
* Elest meclisinden gelen
canlar, kendilerinden geçmiş, sarhoş bir halde gelirler; o yüzdendir ki b alç
ıkta sarhoş gibi ayağımız kayıp durmada.
A gönül, şu neşe içinde,
hürriyeti selviden
öğren de sarhoşçasına suça da
aldırış etmeyelim, tövbeye de.
Yol gören gözün düzeni,
Salâhaddin’dir, Salâhaddin; onun için kendimizden sarhoşça kaçsak değer mi
değer.
CXXXIV
Bir Ay görüyorum; gözümden hem
dışarda, hem de gözümün içinde o; onu ne bir göz görmüş, ne bir kulak duymuş.
O yüze hırsızlamaca bir baktım
mı, dili de kendinden geçmiş görüyorum, canı da, gönlü de.
O Ay’ın yüzünü, güzeliğini
Eflâtun görseydi benden de daha fazla deli divane olurdu; benden de daha fazla
coşar, köpürürdü.
Yokluk, sonradan var olan şeyin
aynasıdır, sonradan var oluş da önsüz varlığın aynası; ayna gibi parıl parıl p
arlay an yüzünde her ikisi de, ikiye ayrılmış saçları gibi birbirine karışmış
gitmiş.
Duygunun öte yanında bir bulut var ki yağmuru tamamıyla can; onun
toprak bedenine yağmurlar yağdırmış o bulut.
Gökyüzündeki ay yüzlüler yanağının aksini görmüşler de utanmışlar;
hepsi de o güzelliğe karşı enselerini kaşımay a koyulmuş.
Ebed, ezelin elini tutmuş da o Ay’ın köşküne g ötürüy o r; gayret
ikisini de görmüş de gülmey e başlamış.
Çünkü köşkünün çevresinde ne arslanlar var; kıskançlıklarından,
canlarıyla oynayanların, gerçek erlerin kanlarına kastetmişler, kükreyip
duruyorlar.
Ansızın ağzımdan kaçtı; kimdir o padişah? Şemseddin; Tebriz
padişahı; bu söz ağzımdan kaçtı amma bu söz yüzünden de kanım kaynamaya
başladı.
CXXXV
Şu p aramp arça olmuş gönül, aşkının savul a savul seslerini
duyunca bir uğurdan kendinden
de geçti, iki dünyadan da.
Yokluk denizine daldı, gözüne varlık aşağı göründü; derken ansızın
bir yalım belirdi ki kanlar içen candan da ulu, ondan da güzel.
Kibirle, kinle meydana gelen, nerden bir soluk olsun, sırları
görecek? Yeryüzünden peydahlanan yaşayış, denizde çaresiz bir hale gelir.
A insan canı, mademki eksiklik ülkesindensin, bâri gece karanlığı
basınca yıldız gibi dolaş.
Erlerden yardım görürsen ebedî bir yaşayışa, sonsuz bir zevke
ulaşırsın; kötülüğü buyuran nefsi kahretmek için de sonsuz bir ordu elde
edersin.
Varlığı sildin süpürdün, nefsin başını vurdun, ezdin mi, öylesine
bir güzellik belirir ki ne yüzü vardır, ne yanağı.
Yüzlerce Ay da nedir orda ki? Toprağın her zerresi altın olur
orda; gönülden başka bir şey götürme oray a, orda ancak p aramp arç a olmuş
gönül vardır.
Can gözü açık olanlara inciler
bağışlayan ne güzel denizdir; kumlar sayısınca canlar aşkıyla âvâre olmuştur.
Tebrizli Şems’in yolunda
süzdüğün tulum ne de güzel tulum; şaraba düşkünlerin canlarına sunduğun şarap
ne de güzel şarap.
CXXXVI
Pervasızca geliyorsun gönül
yoluyla göze; sıcacık afsunlar okuyorsun, coşkun, dağınık hikâyeler
söylüyorsun,
Gökleri soluğunla döndürüyorsun
sen; artık bir porsumuş anlayış da ne oluyor senin afsununa karşı?
İki dünyanın da günahını bir
tövbeyle yıkar, arıtırsın; ne diye tutar da bizim şu küçük kusurumuzu
parmaklarının arasında ovuşturup durursun?
Sana her bucakta bir Eyyub var,
her yanda bir Yakub; aşk, kapılarını kırmış, kumaşlarını çalmış, götürmüş.
Salına salına mezarlığa git de
o bahçede bir bağır; a eski ölü de, kalk, a dökülmüş beden, oynamaya başla.
O anda bütün mezarlık şehir
gibi mamûr bir hale gelir; bütün ölüler oyuna koyulur, hepsi de neşelenir,
hapsinden de kaza ve kader pençesini çeker.
Bu sözü lâf olsun diye
söylemiyorum, hayal dokumuyorum; bunu yüzlerce defa görmüşüm ben, görmediğim
şeyi söylemiyorum.
* Halktan kaçtım, çekildim
diyen kişinin y akası arkadan y ırtıldıy sa doğru söylüyordur.
Sus a söyleyen, sus da
sevgilinin âşıka söylediklerini dinle; isteyen aradıkça istenen inat eder
çünkü.
CXXXVII
Güzelsin, şişmansın, genceciksin,
nasılsın, ne âlemdesin diyorsun; nasıl olacağım? Ne güzelliğinin haddi, sınırı
var, ne lûtfunun, ihsanının.
Hoş olan şey, tatlılığın temeline doğru at sürmektir; fakat bu
yürüyüşte de binlerce at sakatlanır, binlerce binek.
Susmaya çalışıp durmadayım amma şekerler içmişim de o yüzden
boyuna sırları açıp söyleyen bakışına dönmüşüm, onun huyuyla huylanmışım.
A gönül, başın sert, ayağın gevşek; sarhoşluk dediğin böyle olur
amma topallaya top allay a yürü, acele et, kapıyı kapamak üzereler çünkü.
O kurtuluş sabahına yürü, o yaşayış denizine git; şu testiy e bir
taş at, kırılsın, o kulübeye neft dök, yansın gitsin.
Şarabı şaraba düşkünlere bırak, putu gama b atanlara; çünkü o
tamamıy la şekilden ib arettir, bu da lâftan başka bir şey değil.
* Çünkü o, düzenbaz nefsin inadına, özleyenlerin canlarına, “Bir
gizli defineydim, bilinmeyi sevdim, diledim de halkı yarattım” diyor.
Gelin a efendilerimiz, gelin yücelerimizin en
yücesine; çünkü şu beden köre benziyor, şu duyguysa onun sopası.
Gelin, parladığı zaman ışığında
Tanrı’nın tecelli ettiği nura; dolunay ona karşı bir somun sanki; güneş kaynağı
da onu pişiren ekmekçi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar