Futuhatı Mekkiyyeden Seçmeler- Selahaddin Alpay 2
MASUNİYETİ OLAN KUTUPLAR; BUNLARDA Kİ SIRLAR HAKKINDA BİLGİLER
Allah seni teyit etsin şunu bil ki:
Bu mevzuumuzu Hak Teâlânın Melâmi kullarına tahsis ettik. Bunlar velayetin en üst basamaklarına varan kişilerdir ki bunların üstünde ancak nübüvvet basamağı bulunur. Buna velayette Kurbiyyet Makamı derler.
Kufan-ı Kerim’deki buna temas eden âyetlerden:
“Hürün
maksûrâtün filhiyâmi.”
bundan murat Hak Teâlâya son derece bağlı kişilerin korunması veya mükâfatlanması için Firdevsdeki Cennet kadınlarının sıfatiyle ve bunları bu köşk ve maksurelerde neden habs edip gözden sakladığını Ehlullah ile ilgisini anlatmak istiyor.
İşte bu Melâmilerin Allah katında yerleri bu İlâhî çardak ve maksurelerdedir. Onlarla ancak huriler ilgilenir.
Bunlar halkın gözünden saklıdırlar. Halkın elinde bu gibilere yarayacak hizmet veya bunlara tahsis edilecek bir makam olmadığı cihetle, bu ulu kişilere ne gibi bir hizmette bulunacaklarını ve bunların da ne gibi bir isteği olacağını bilemezler ve bulamazlar.
Bunların zahirî görünüşü bu çardak ve maksurelerde hapis edildiği, burada ibâdetle meşgul oldukları ve yine burada farzlarla, nafile namazlarına devam gibi zahiri işlerle uğraştıkları bilinir. Bunlar adetlerini bozmazlar. Onların herkesin iyi bildiği şeyleri yapmaya davet edilmeleri lüzumu yoktur. Çünkü bunlar fesat ve kötülük bilmeyen kişilerdir. Bunlar gizliliğe sahiptir. Bunlar her türlü ithamdan temiz ve uzaktırlar. Bunlar son derece emindirler. Gözleri dünyaya ve insanlara kapalıdır.
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu noktayı işaret ederek dedi ki: Korkusu seri olan, kıldığı namazdan zevk alıp Allah’ının ibâdetini iyice başaran, gizli ve açık işlerde rabbma itaatli olan, büyük görünmemek, bilinmemek, ibadetlerini göstermemek için gözden saklayan, mahremiyietlere gizli veya aşikâr tecavüz etmeyenler benim nazarımda en çok sevdiklerim bunlardır ve bunlar benim evliyamdır.
Bunlara benzer bazı kişiler onlardan bu kişilerin zatiyyeti sorulduğunda bu gibiler dünya ve ahirette çehreleri siyahtır, derler. Bundan gaye bu Melâmi taifenin yukarda zikr ettiğimiz sıfatlarından dolayı söylenmişse yüz kararmasından maksatları dünya ve ahirette geçirecekleri vakitlerin Hak Teâlâ tarafından kendilerine verilmiş bir tecelli olmasındandır.
Hak aynasında, Allah’ın tecelisi, kendi nefis ve makamında tecelli etmezse bir insan bu tecelliyi göremez.
Çünkü o da varlıklardan bir varlıktır. Hak nurunun varlığı da zulmettir. Ancak onun karanlığını görür. Çünkü her şeyin yüzü, o şeylerin ta kendisidir ve hakikatidir.
İşte İlâhî tecellinin devamı ancak bu taifeye inhisar eder ki, bu olaylar ve olanlar dünya ve ahirette Hakla birliktedirler. Onlar diğer kişilerden ayrılmış olurlar.
Yoksa yukardaki sözden maksat onların büyüklüğünü lekelemek içinse o siyah çehreyi insanın hakiki zati çehresi demek istemiş olur...
Dünya ve ahirette bunların hâkimiyyetleri vardır denmiş ise, belkide vardır. Belki bu hâkimiyet özellikle ancak Allah’ın elçilerine verilmiştir.
Çünkü evliyaların kemâli Peygamberlere nisbeten eksiktir.
Peygamberler İlâhî şeriatı yürütmek için zuhur etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Evliyalarda ise bu mecburiyet yoktur.
Görmüyor musun? Hak Teâlâ dini nasıl ikmâl ettirdi ve bunu kime ve ne sebeple indirdi.
“İzâcâe nasrullâhi vel fethu ve reeytennase yedhulû-ne fî dînillâhi efvâcen fesebbih bihamdi rabbike ves-tag’firhu.”
Bunun mânâsı: Nefsini Allahı tenzih için çalıştır, onu sena et, tahmit et, çünkü, O senaya hak kazanmıştır.
Bu suretle ona son emrini vererek âlemden ayırdı. Bundan demek istediğim, bu risalenin tebliğiyle her şeyin tamamlanmış olduğunu, kendi hulkunun maneviyyetiyle örtünmesi içinde ancak ondan tövbe ve istiğfar istemekle tahakkuk edeceğidir. Bu istiğfar perdesiyle kendini hulkundan ayırıp infirada çekmiş olmasıdır.
Çünkü o çok zorlu bir zamanda geldi. Görevi bu çetin tabiatlı halkı uyarma ve onlara yaradanı bildirme ve risalenin onlar üzerinde tatbiki ve ifası idi. Bütün bunları vakti ve zamanı içine alamıyordu. Ancak rabbı, o vakit ve zaman içinde idi. Diğer vakitlerini halkın işlerine yöneltirdi. Hak Teâlâ sûreyi kerimeyi şöylece ikmal etti.
“İnnehu
kâne tevvâben.”
Yani senin tövbe ve istiğfarlarının neticesine karşılık Hak sana dönecektir. Yüce Peygamberimiz bu sûreyi bitirdiği vakit, meclisinde bulunan sahabelerden yalnız Ebû Bekir essıddîk «Radiyallahü anh» hazretleri ağlamıştı. Çünkü Azze ve cel, resulüne sıfatı ilâhiyyesini bildirmişti ki, mümtaz şahsiyyet Peygamberimizi en çok ve en iyi tanıyanlardan birisi idi. Oradaki
Cemaat, Ebû Bekir hazretlerine hayret etmişlerdi. Ve sebebini bilmiyorlardı.
Büyük ve ulu veliler nefislerini terk ettikleri vakit, bu yoldan artık hiç bir şeıkilde ayrılamazlar, çünkü onlar bilirler ki Hak Teâlâ onları hiç bir kimse için halk etmemiş, ancak kendi için halk etmiştir. Bu sebeple nefisleri gayri ihtiyari ve ancak Allah için çalışır.
Şayet Hak Teâlâ onlara halkın gözünde büyütmek için kendi arzulariyle bu yola girmiş olduklarım göstermek isteseydi, Onu yapardı. Kim mani olabilirdi?. Fakat bunları gizleyip, kapamakla bu ululuğu örtmüştü.
Bunlar umumiyetle halkın gözünden saklanmayı ve Allah’a yönelmeyi tercih, ederlerdi.
Bu hal ve tesettür ile kendi nefislerinden dahi ulaştıkları basamakları saklarlardı ki, bunu başkasına nasıl gösterebilselerdi?
Şimdi bizlere bunların aldıkları Masûniyyet duraklarını bildirmek kalıyor. Bu masûniyyet duraklarından biri, o şehrin in-sanlariyle ve beraberce ve o kıyafette, farzları edâ etmek, cami ve mescitlerde kendine belli bir yer ayırmamak, Cuma namazının edasında bir köşede ve cemaat arasında bulunur ki gözleri bu kalabalık arasında kap olsun kimseyi görmesin.
Halk onunla konuşursa o da konuşur. Çünkü Hak Teâlâ’mn daima kendini kolladığını bilir. Halktan kendisine bir şey duyurulursa kendi de bildiğini onlara duyurur.
İnsanlarla ve kalabalıkla ünsiyeti azdır, onlarla düşmez kalkmaz, ancak komşulariyle sık görüşür ki, onlar kendisinin ne işe meşgul olduğunu bilmesinler. Küçüklerin gönlünü alır, dulların hayrına koşar, çocuklariyle ailesiyle Allah’ın rıza gösterdiği şekilde onlarla meşgul olur hatta oynar ve onları oyalar, onlarla mizah eder, ancak hak ve hakikati konuşur.
Kendisinden çıkma bir mevzuu başkalarından duyarsa o mevzuu terk ederek başka bir mevzuu ele alır, bunu yapamazsa bildiği bir mevzu üzerinde konuşur. Kendine rağbet edilmesi için ve daha çok iyilik yapmak için bilhassa insanların ihtiyacının temininde bunların payları büyüktür. Suretinde ve makamında bir değişiklik ve tahavvül varsa, insanlardaki ruhani değişiklikler gibi kendi de değişerek kendini bir melek görmeyip beyaz bir odun veya bir tutkal ağacı çubuğu gibi görür. Böylelikle Hak Teâlâ’mn emir ve rızalariyle şöhret sahibi olmamaya çalışır. Ve böyle görünür. Fakat o bunu hissetmez.
Çünkü bunlar kalpleriyle Allah’tan başka bir mefhumla uğraşmadıklarından ve bununla kendilerini korudukları için bu İlâhî basamaklara varmışlardır. Onlar ancak manen Hak Teâlâ ile otururlar, konuşmaları Allah’ladır. Onlar, Hak Teâlâ’mn yanında ayaktadırlar. Yalnız Allah’a bakarlar. Daimi olarak onlar Allah istikâmetinde hicrettedirler.
Ağızları, nutukları lafzu celâldir. Allah’tan alırlar, ona verirler. Ve ona tevekkül ederler. Allah’ın nezdinde ikâmet ederler. Kendi nefislerinin dahi nerede bulunduğunu bilmezler, onlar gaybm içinde saklıdırlar. Onlar Hak Teâlâ’mn kuzularıdır. Peygamberlerin bulunduğu sahada yemek yerler ve bunlar peygamberlerin âlimleridir, tâbileridir ve onlara bağlıdırlar. Onların çarşısının yegâne müşterisidirler.
İşte bu ulu kişiler peygamberlerin bulundukları durak ve basamaklarını, bilir ve halleri de böyedir. Allah doğruyu söyler ve hidâyet yolunu kuluna gösterir.
KEVNİ İLİMLERDEN GELEN VE ACAİP HUSUSİYETLERİ OLAN İKİ ŞERİAT ARASINDAKİ İŞTİRAK VE KALPLERİN AŞIKI OLDUĞU NEFS ÂLEMİ, BUNLARIN BASAMAKLARI HAKKINDA BİLGİLER
Hak Teâlâ der ki: Beni davet edin ki davetinizi icabet edeyim! Sen bunun manasını bilirsen, Hak Teâlâ’nın her şeyin rabbi olduğunu bilmiş olursun. Allah’tan başka herşey bu rab içindir. Her mülk, mülk sahibi olanındır, yani Allah’ındır.
Kâinatın, âlemin Allah’ın mülkiyyetinin içine sokulmasının mânâsı yoktur. Ve bunu ona tensip etmek doğru değildir. Ancak onun bu mülkte istediği gibi tasarrufu vardır. Mülkü etkileyen efendisidir. O da Cel ve Âlâdır.
Böylelikle burada bir ihtilâf vardır, bu da türlü türlüdür. Meselâmülk üzerindeki tasarrufu gibi.
Hak Teâlâ derki:
“Ketebe
rabbüküm a'lâ nefsihirrahmete.”
Manâsı: Rabbiniz, nefsini rahmetle süsledi veya yazdı. Hak Teâlâ bu kavliyle kendi nefsi İlâhisi arasında vücubu olan bir iştirak çıkıyor. Bunu kendi nefsine vücup etti ise olur. Söylediği doğrudur. Vaidleri de bir haktır. Buda insanın kendi nefsine Allah vücup kılmadan, vacip kıldığı adağa benzer.
Hak Teâlâ kendi nefsindeki ahde sadık olduğundan, kuluna da nezir ve vaitlerinde vefa ve sıdkı emir eder.
Burada bakıyoruz ki, Hak Teâlâ sıkılan bir kulun davetini, bu davet fiili’ olduktan sonra kabul eder. Burada külda davet
edilmeden Hakka icabet etmez Ta ki Hak onu davet ede. Bu sebeple Hak Teâlâ der ki:
“Felyestecîbû
lî.”
Bundan Allah’ın mülkü olan kul ve kâinatta, Hak Teâlâ’nm kuvvetli bir yan tasarrufu görülür.
Bu tasarrufta şeriatın icabı olmayan yalnız âlemin arzuladığı ve zati talep muktazasmdan Hak Teâlâ bu daveti kabul eder.
Hak Teâlâ’nm kevni hakkında bu söylediklerimizle sual edildiğinde veya çağrıldığında, kulun bu isticabetine memnunlukla icabet eder.
Burada kulda Allah’ın emri üzerine ona icabet eder. Hak Te-âlâ’nm kitabında dediği gibi:
“Ve evfû
biahdî ûfi biahdiküm”
Bu âyetle yapılacak işlerde de bir iştirak görülür. Buradaki mânâ şudur: Benim ahdimi yapıp öder şeniz, ben de sizin istediğinizi yerine getiririm demektir.
Şayet Hak Teâlâ zatı îlâhiyyesi muktazası, koyup koymadığı bazı mecburiyetlerden dolayı kuluna yalvaracaksa, vaz ettiği mecburiyetlerin yapılıp yapılmamasında kul gibi hareket etmesi iktiza eder.
Madem ki kuluna yapılacak bir takım meşru ameller koymuştur, bu meşruiyetin ifasiyle kula bir mükâfat verinek ister, çünkü bu talep kendindendir, yapılmasını kuldan istemiştir. Böylelikle bu ululuk kendi mülkü olan ibadma mülk oldu demektir. Çünkü bu mülkü içinde akıl vasfı olan kulda vardır. Bu mülahazadan şu çıkar, anlaşılan vasıf ta şu olur: Mülkün mülküdür... Hak Teâlâ ismi fail olan Mâliktir. Mülk ise mefulun-bihdir yani bütün kâinat ve ibada verdiği emirlerdir ki, tek kuluna da o emri kendisi vermektedir. Kuluna verdiği emirde öğrettiği gibi kul da bu emre imtisalen der ki:
“Rabbiğfirlî.”
Manâsı: Allah’ım senden mağfiret istiyorum demektir.
Ve yine Hak Teâlâ’mn kuluna dediği gibi:
“Ekimissalâte
lizikrî.”
Beni hatırlaman için namaza dur. İşte Hak Teâlâ kulundan bunları istemektedir.
Bazıları buna: Hak Teâlâ kulundan istediği bu değildir derler ve yine Hak Teâlâ’dan istenilen İlâhî bir dua olamaz denir.
Hakikati halde bu İlâhi bir emridir, bunun iki emirle ilgisi vardır, ilk olarak bu yönden benim ilmimi kabul eden Muham-med bin Ali ettirmizî’den başka bu lafzı kullanan ve konuşanı görmedik ve işitmedik, belki ondan evvelkilerden bu lafz ve İstılahlarla konuşanlar olmuştur.
Burada bildiğimiz şudur ki, bu bir emirdir ve doğrudur, ne bir istilah ve ne de bir isim ve duadır...
Nazar ehli ve konuşmacılara akıl voliyle Hak Teâlâ’ya vücup isnat etmek ve bu gibi fikir sahipleri arasında bir ayrılık vardır. Kimi böyledir der, kimi değildir der. Vücubu seriyi ancak imanı olmayanlar inkâr ederler. Buna bir çok misaller gösterebiliriz, zikir etmeye lüzum yoktur. Yüce Peygamberimiz, bir gün efendisinden dayak yiyen siyahi bir köle kadına sorar: Allah nerdedir? Siyahi eliyle gökü göstererek işaret eder. Bu işareti Resulullah doğru bulur ve kabul eder, bu kölenin efendisine dönerek: Bu kadım azat et çünkü iman sahibidir der. Allahı iyi tanıyanlar böyle bir halde iken tanırlar, bunların başında yüce Peygamberimiz gelir, demek Hak Teâlâyı en çok tanıyan odur.
Baza resim âlimleri kadının eliyle yaptığı işareti ve peygamberimizin de bunu kabul etmesini tevil ederler, peygamberimizin bu tasdikini kadın tarafından kabullendirildiği zehabında idiler.
Kendilerince o zaman için, devri cahiliyette, halkın ilâhları semâda olmayıp yerde bulunuyordu. Kadının semâyı işaret ederek göstermesi doğru mu idi? İşte bu gibi tevilde bulunanlar cahil cühela alayı idi, ilimle irfanla alâkası olmayan kişilerdir.
Malûmdur ki daha eski devirlerde araplar Eşşü’ra ismindeki yıldıza ibâdet ederlerdi. Bunu da onlara Ebû Kebşe ismindeki zat öğretmişti. İşte bu yıldız ilâhların ilâhı olarak telâkki edilir ve ona tapılır ve yalvardırdı.
Bu sebeple Hak Teâlâ işte o Eşşü’ra’mn rabbı benim dedi. Şayet gökteki bir cürme ibadet edilmeseydi belki bu kişilerin tevili doğru olabilirdi.
Ebû kebşe bu yıldıza ibadetin meşruiyetini araplara kabul ettirmişti. Kendiside peygamber efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve sellem) in ana tarafından ve ecdadından idi. Araplar bundan dolayı ekseriyetle onu bu soydan gelen ceddine intisap ettirirlerdi ve derlerdi ki: Ebû kebşenin torunu bir tek Allah’a ibadeti getirmiştir tıpkı dedesinin Eşşü’ra’ya getirdiği ibadet gibi. Bu söz araplar arasında yayılmıştı.
İşte faizlerden evvel gelen kutuplardan biri Muhammed bin Ali Ettirmizî el hâkim ve şeyhlerimizden de Ebû Medyen ki, Allah’ın rahmeti üzererine olsun. Kendisi ulvî âlemde ruhâni-yetcilerin tesmiye ettikleri Ebin necavibe diye anılırdı. Mânâsı (neciblerin babası)... Allah’ın rızası üstüne olsun derdi ki: Benim Kur’an’daki suretim budur:
S , y «I
“Tebarekellezî biyedihilmülkü. ”
Bundan dolayı geçen bahislerde kendisine iki imamdan biri demiştik, işte imamın menzil ve makamı budur.
Ve yine diyelim: Madem ki Hak Teâlâ ihtiyacı olan bir şeyden dolayı kuluna icabetle ondan istediğini sormuştur? Öyle ise mutasarrıf gibi olmuştur. Bundan dolayı Ebû medyen Hak Teâlâ’ya, mülkün mülküdür der ve işaret ederdi? Bu sözün sebebi ve doğruluğu, her nefis ve kulun bizatihi yani kendisinin, Allah’ın mülkü olduğunu bilmeseydi. Bu fikri sarsmadan ve bozmadan kabullenmesi idi...
îki şeriat arasındaki sırlara gelince: Hak Teâlâ der ki:
“Akimissalâte
lizikrî.”
İşte bu makam evliyalarla bu gün için kendi adamları olan Hızır ve İlyas’m makamıdır. İlerleyen ve gerileyenler için yararlı olsun diye, bu birincinin isbat ettiği, subutiyyetin zamanla değişen ikinci takriridir.
Birincide olduğu gibi burada ne mekâa ve ne de hal değişmiştir. Demek yakardaki hitap ikinci teklife aittir. Her iki veçhe zamana ve ondan almaya bağlanmamış olması cihetiyle iki şahıs arasında iştirak şeriatce caiz olur. Burada ibarenin dili ve zamanı birbirini tutmamaktadır. Ayrı ayrıdır. Çünkü bu söz ayni lisan ve ayni anda söylenmemiştir. Musa ve Hâruna denildiği gibi:
La
“İzhebe
ilâ fir'avne innehu tagâ.”
Bununla beraber hepsi budur ve yine onlara denildi ki:
“Fekûlâ
lehu kavlen leyyinen.”
Burada Hak Teâlâ’nın kavliyle onlarda inkâr görülür.
Musa, Hârun için der ki; Kardeşim benden fazla fasahatı li-saniyyeya sahipti. Bir kişiye gönderilen.bu risaleden ve ruzi kıyamette bulunacakları aynı makam ve mecliste bu ibaredfen dolayı, aralarında bir anlaşmamazlık zuhur edebilirdi. Faraza diyelim ki bu gibi dostlarımız ve şeyhlerimiz Ebû Talip el Mek-ki gibi cemaatın mevcudiyeti men edilmiş olsa deseler, bizde, deriz ki: Ebâ Talip El Mekki ne söylemiş ise, o söz bizler için doğrudur ve katidir.
Hak Teâlâ bir şahıs için tecellisini tekrarlamaz, kendi İlâhi vüsatini genişletmek için ve iki şahıs arasındaki ortaklığına iştirak için ortaklık kabul etmez.
Bütün bu misaller ve teşbihler arasında bunu işiden ve görende İlâhi büyüklüğü kavramada zorluk ve kendilerinde de vehim yaratır.
Hak Teâlâ her yerdedir ve en büyüktür. Zatiyyetinin genişlemesine ve yayılıp büyümesine ihtiyaç hissetmez. O her şeyi kendi ibadma ve halk ettiğine vermiştir. Bu emirlerle her şeyin birbirinden ayrı şey olduğunu belli etmiştir. Her şeyin biri ve ahadiyeti odur. İki şey bir mizaçta içtima etmez. Ebulatahi-ye’nin dediği gibi:
Her şeyde O’nun bir âyeti görünür. Bu işaret O’nun bir tek olduğudur.
Bir şeyin ahadiyeti olmazsa aralarında iştirak dahi olsa, birbirine benzediğinden ötürü iki şey bir araya gelemezdi ve imtiyazlı olan belli olmazdı. Bunlardan ve imtiyaz sahibi kişiler, bu kitabda yazdığımız gibi aklen ve keşfen farklı olanlardır.
Yine bu kitapta yazılan ve işaret edilen konaklarda anlatıldığı gibi büyüğün küçüğe, genişin - dara etkisi gibi yani enlinin daralmadan ve darın da genişlemeden birbirine etkisi gibi... O şeyin zatiyyetinde ve halinde bir şey değişdirmeden te’sir etmektir.
Görüş ehli ve hükema! Kendi aralarında bu noktada, o şeyin cismiyetinde veya cürmüyetinde değil hakikatmda birleşmişlerdir. O şeyin büyümesi veya küçülmesi onların vardıkları hakikate etkisi yoktur.
Bu nokta Ebû Said Elharraz, iki zıt şeyin bir araya gelme-.: sinden dolayı Hak Teâlâ’nm tarifini yaptı ve sonra şunları okudu:
“Hüvelevvelü
velâhiru vezzâhiru velbâtinu.”
Yani: O evveliyette vardı, sonda var, aşikârdır ve gizlidir, mânâsına gelir. Başka neseb ve nisbetlerden değil onu bir yönden bilmek istiyor, tıpkı görüş ehli olan resim âlimleri gibi.
Ey ilmin isteklisi şunu bil ki! İsa aleyhisselâm, mutlak inecektir. Peygamber efendimizin getirdiği şeriatı Muhammediyye ile bizlere hüküm edecektir. Peygamber olduğundan bu olay İlâhî vahy ile olacaktır. Çünkü Peygamberler şeriatı kendine verenden alır, yoksa başka bir kimseden almaz.
Ona bir Melâike gelip Muhammed’in getirdiği şeriatı haber verecektir. O da bununla inip, hiç bir şey değiştirmeden tahrim ve tahlil dahi yapmadan, hükmünü yürütecektir.
İşte onun nüzulü ile içtihat sahiplerinin, bütün içtihatları kalkmış olacaktır. O vaktiyle getirdiği şeriatla bizlere hüküm etmeyecektir. Kendisi Peygamber olduğundan bu noktayı inmeden evvel İlâhî bir vahy ile öğrenmiştir. O bu vahy ile kendisinin tabiî olduğu şeriatı Muhammediyyeyi de bilmektedir. Kendisi Peygamber efendimizin nıhâniyyetine keşfen bilgi sahibi olduğunu ve oradan bu şeriatı alarak Peygamberimiz (sal-lallahü aleyhi ve sellem) efendimizin ümmetine bu şeriatla hüküm edecektir.
Burada İsâ aleyhisselâm, Peygamberimizin bir dostu, onun bir tabiî ve evliyaların da en sonuncusu olacaktır. Bununla daha evvel kendi ümmetinde batimi evliya olan Peygamberimiz için bir şeref olacaktır.
Çünkü kendi ümmetinin evliyalık hatmi, ikram sahibi peygamber olan İsâ aleyhisselâmla tamamlanır.. O bu ümmet-i Muhammediyyenin en faziletlisidir. Tirmizi’nin Hatmül Evliya kitabında şu noktaları bizlere bildirir: O İsâ aleyhisselâmm, Ebû Bekir Essıddık hazretleri ve emsaline göre üstünlüğünü görmüştür.
Ebû Bekir, ümmet ve milleti Muhammediyyenin bir velisi ise, İsâ aleyhisselâm, hem Peygamber ve hem de elçi olarak iki vasıfla Hak Teâlâ tarafından gönderilmiştir. Onun kıyamet gününde iki haşri vardır.
· 1— Kendi Peygamberlik livasiyle ve kitabiyle, kendi eshap ve tabileriyle, diğer peygamberler saffmda bir metbu olarak; haşr olur.
· 2— Bizlerle yani Evliyalarla beraber, Adem aleyhisselâm-dan son evliyaya kadar, gelmiş geçmiş evliyaların başında Livayı Muhammedinin altında ve ona tabiî olarak haşr olur.
Kıyamet gününde hiç bir Peygamberin tabiî olacağı bir Peygamber yoktur, ancak bu istisna ve temayüz Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz hazretlerine ki, ona tabiî olan İsâ ve İlyas aleyhisşelâmla birlikte haşır olacaklardır.
Zaten o durakta Adem’den kendisine kadar olanların bütünü, kendi bayrağının altında bulunacaklardır. Bu onun Umumi Livasi’dır.
Bizler ve her birimizde ayrıca özel bayrağının altında toplanacağız. Bundan anlaşılıyor ki ahiret gününde hasırda yüce peygamberimizin iki sancağı görülecek, biri Livayı Umumî, diğeri Livayi Hususî’dir.
Sözümüz; ümmetine ait olan ve hususî bir hatimle ona indirilen velayeti Muhammediyye ve şeriati içindir ki, Peygamberimize inzal olunan bu hususî hatim, tsâ aleyhisselâmdan bir rütbe aşağıdır. Çünkü îsâ re’-sen Allah’ın Elçisi idi. İşte bizim bulunduğumuz asırda, bu hatim doğdu. Bende onu gözlerimle gördüm. Onunla buluştum. Bundan sonra veli yoktur. O hatim de ona dönecektir. Peygamberimizden sonra bir Peygamber olamayacağı, olursa da ona döneceği gibi, İsâ da inse yine ona dönecektir.
Bu hatimden sonra gelecek her evliyanın, ahirete nisbeti, Peygamberimizden sonra bu ümmete gelecek İsâ ve Hızır, İlyas Peygamberlerin nübüvveti nisbeti gibi olacaktır.
Böylece size İsâ aleyhisselâm’m makam ve menzilini göstermiş oluyorum. Şayet o inerse ne söylemek istersen söyle! İster iki şeriat gelmiştir de! İstersen ayni şeriat gelmiştir de! Hepsi birdir ve bu da böyledir.
Nefeslere Gönül Bağlamış Kalplere gelince: Hayvan! ruhların hâzinesi, İlâhi Nefes’lere gönül bağlar. Bu yönden Peygamberimiz şöyle buyurur. Allah’ın Nefesi bana sağdan veya Yemen cihetinden geliyor.
Demektir ki, Hayvani ruh bir Nefes’tir. Bu nefeslerin hakikisi rahmani Nefese âşık olan kalplerde olup, uzaklarda Yemen gibi diyarlardan esip, kendi vatanını evini bırakarak, bu hicrete katlanıp, uzun mesafeler kat ederek gelen nefesi almaktır. İşte böyle uzaklardan terki diyar edip gelen nefesin, mutlak faydası vardır. Sıkıntı ve kederi sayar, insana neş’e ve ferah verir. Peygamberimiz diyor ki:
“İnnallâhe
nefehâtün.”
Mânâsı: Hak Teâlâ Nefeslerdir. Rabbınızm nefeslerini karşılayın ve koklayın?
Bu nefeslerin menzilleri: Sayı itibariyle her menzilde 330 nefes olmak üzere 330 menzili vardır. Yani 330 x 330 = 108, 910 Allah’ın nefesleri bu sayıdadır ve bu rakamı bulmuş olursunuz.
Bu sayılar Hakkın nefesleri olduğu gibi, beşerî âlemde bilinen rahman isminden olduğudur.
Benim tahkikatıma göre, bu menzillerin sayısı bu miktardan 200 menzil fazla olduğuna kaniim, o vakit bu nisbet, 330.200.500x330 165.000 olur ki hakiki Rahman nefeslerinin sayısı çıkmış olur. Bu rakamlar rahman nefesinin İnsanî âlemdeki bulunan ve bilinen sayılarıdır.
Bu nefeslerden her biri kendi menzillerinde Allah’ın tecellisi ile müstakil bir ilmi İlâhidir ve o menzillere mahsustur.
Kim ki, bu güzel kokulardan birini koklamış olursa, bu İlâhî nefeslerin sayısını bilir.
Burada ve bu diyarda bu nefesleri tanıyan ve bilen kişilere rastlamadım. Ancak bu kokuları koklayıp tanıyanlar Endülüslü idiler.
Bunlardan birisini Kudüsü Şerifte ve sonra da Mekke’de tanıdım ve onunla buluştum. Bir gün, bir mesele hakkında konuşurken bana dedi ki: Bir şey kokluyor musun. Bu söziyle, bu zatın o makam ehlinden olduğunu anladım. Bir zamanlar bana hizmet etti.. Benim babamın bir kardeşi vardı, yani Amuçam ismi de Abdullah Bin Muhammed bin El arabî idi. Hissen ve manen bu makama sahipti.
Cahillik yaşımızda yani gençlik çağımızda ve bu yola girmeden evvel, bunu ondan gördük ve işittik...
Allah doğruyu söyler ve hidâyete erdirir..
ÖZEL VE UZUN ÖMÜRLÜ BİR VETED - DÖRT BASAMAKLI İLİM - MENZİLLER, GİZLİLİĞİN SAHİBİ OLAN UZMAN KUTAPLAR HAKKINDA BİLGİLER
Ey dost veli, Allah seni teyid etsin. Şunu bil ki: Bu temelli uzun ömürlü Veted, Musa’nın dostu Hızır’dır. Kendisi şu ana kadar yaşıyor ve yaşayacaktır. Onu görenleri bizler gördük, onun hakkında acayip şeyler işittik. Allah rahmet eylesin, hocamız ve şeyhimiz olan Ebâ El Abbas El Ureybi ile benim aramda, bir şahıs yüzünden bir hadise geçmişti.
Bu hadiseye sebebiyet veren zat, Hızır aleyhisselâmm, günün birinde peygamberimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) şeklinde zuhur edeceğini iddia etmişti. Ve bana da ismini açıkladı. Bana böylelikle adını duyduğum ve şahsiyetini tanıdığım birini anlatmıştı. Ailesini görmüş ve tanımıştım. Bunun üzerine bu mesele üzerinde durdum. Onun sözlerini nazarı itibara almadım. Çünkü onun durumundan da haberim vardı. Benim tereddüdümü şeyhim sezmiş, okunu o konuşulan zata çevirip atmış, böylelikle onu bu manevî okla rahatsız edip keyfiyyetten haberdar etmişti.
Henüz ben kendi düşünce ve duygularımın başlangıcında idim. Bu konuşmadan sonra evime dönüyordum. Yolda tanımadığım bir kişi tatlı ve dostane bir şekilde selâm vererek bana sokuldu ve şöyle konuştu: Filan hakkında sana bilgi veren Şeyh Ebul Abbas doğruyu söyler, o sözü geçen zatta filândır. Bizzat şeyhin tarif ve tasvif ettiği zatı söyledi, ona evet dedim. Çünkü ne kast ettiğini anlamıştım. Geri gerisiye doherek şeyhe vardım. Olandan bitenden, onu haberdar edeyim, dedim.
Yanma girdiğimde henüz selâm vermeden: Bana, Ya Eba Abdullah, bir şahıs hakkında bir mesele üzerinde aramızda geçen münakaşayı, biliyorsun? Hızır için filânın, söylediğini kabul et-memişdin, darılmazsan söyleyeyim: Senin yolunu kesip te, aramızdaki münakaşanın doğruluğunu ve benim sözümün âşikâr-lığını tasdik eden kimdi?
Bunun üzerine şeyhe dönerek! Tövbe kapısı açıktır dedim. O da bana tövbenin kabulü vaki’dir, demişti. Hocanın bahis ettiği ve benim rastladığım şahsın Hızır olduğunu katiyyetle anlamıştım. Ayrıca keyfiyyeti şeyhten sordum. Evet, ta kendisidir, demişti.
Bundan başka günün birinde Tunus sahilinde bir gemi ile yolcu idim, bir ara karnımda bir sancı peydah oldu, ne yapayım diye düşündüm, yolcular ve gemi tayfası yatmışlardı. Güvertede kenara gelip durdum, denize baktım pırıl, pırıl parlıyordu, ay bedir halinde idi. Bu sırada ve ay ışığı altında bir mesafeden, bir kişinin gemiye doğru yaklaştığım gördüm, deniz üstünde bize doğru yaklaşıyordu, geldi ve benimle beraber durdu, bir ayağını kaldırarak diğer ayağı üzerinde kaldı. Sonra ayni hareketi öteki ayağiyle tekrarladı. O anda bir şeyim kalmadığı gibi, o ayak kaldırmadan da giydiği kisvenin iç kısmının ıslaklığını gördüm. Kendine mahsus sözle konuştuktan sonra, selâm verip deniz kenarında ve bizden iki mil uzakta ve bir tepe üzerinde bulunan bir minare istikâmetinde uzaklaştı. Bu mesafeyi iki adımda almıştı ki minareden sesini duyuyordum. Kendisi Allah’ı zikir ve teşbih ediyordu. Belki de oradan da şeyhimiz Cerrah bin Hâmis Elkittanî ye gidecektir. Bu zat îydun denilen deniz kasabasının ileri gelenlerinden idi. Orada idim, daha geçenlerde oradan gelmiştim. Gemiden ayrılıp şehre vardıktan sonra, bir salih kişiye rastladım. Bana: Senin dün gece Hızarla birlikte gemideki durumun nasıldı? Sana neler söyledi? Sen ona ne cevaplar verdin? diye sormuştu.
Bu tarihten bir zaman sonra Atlas denizi sahilinde seyahate çıkmıştım. Yanımda da salih kişilerin hal ve hareketlerini ten-kîd ve inkâr eden bir yol arkadaşım vardı.
Öğle namazını kılmak için orada bulunan, harap bir mescide beraberce girmiştim.
Biz içerde iken yolda kalmış bir seyyah kafilesinin mescide girdiğini gördük, onlar da bizim gibi namaz kılmak için gelmişlerdi.
Birde baktım ki vaktiyle gemide gördüğüm ve deniz üzerinde korkmadan yürüyen kişi yani Hızır’ın onlar arasında olduğunu müşahede ettim.
Ayrıca içlerinde ondan daha kadir ve menzil sahibi ve bir derece üstün bir zat vardı ki eskiden onunla aramızda derin bir dostluğumuz vardı. Kalktım kendisine selâm verdim. Selâmımı bir gönül hoşnutluğiyle iade etti. Önümüze geçerek bizlere imamlık yapıp namaz kıldırdı.
Namaz bitince imam çıkınca, peşi sıra biz de çıktık, kendisi kapıya doğru gidiyordu. Kapıda mescidin batı tarafında, denize nazır Bekke denilen bir yere karşı idi.
İmamla kapıda konuşurken Hızır dediğimiz zat mihrapta bulunan bir hasırı alarak yedi arşın yüksekliğinde havaya yaydı, üstüne çıkarak nafile namazı kılmaya başladı.
Dostum imama onu göstererek: Bu ne yapıyor? diye sordum. Bana Şöyle cevap verdi: Onun yanma git ve ne yaptığını ondan sor?
Dostumu orada bırakarak Hızır’ın yanına ben de çıkmış oldum. Namazı bittikten sonra kendisine selâm verdim ve hatır sordum. Bana dedi ki: Ey kişi ne yaptım, ne ettim ise, seninle beraber seyahat eden bu münkir için yaptım? Diyerek yoldaşım bulunan ve mescidin sahanlığında oturan arkadaşımı işaret ederek ona bakıyordu.
Allah’ın her şeye kadir ve istediğini yapacağını ve yaptıracağını görüp ve inansın diye bunu yaptırmıştı.
Yüzümü münkire çevirerek dedim ki: Buna ne dersin? Göz gördükten sonra artık ne denir, diye cevap vermişti ve tuttuğu yoldan dönmüştü...
Sonradan beni mescidin kapısında bekleyen o büyük imama dönerek bir saate yakın şuradan buradan konuştuk, bir ara kendimi bilmez yaparak kendisine: Hasır üzerinde yedi arşın havada namaz kılan bu zat kimdi? Diye sordum, bana: Bu Hızır’dır dedi ve sustu. Onu tanıdığımı kendisine söylememiştim. Sonradan biz de yolumuza koyulduk, sâlih kişilerin gideceği bir mevkiye yöneldik. Bu yer Atlas denizi sahilinde Beşkinsar denilen yere yakındı.
İşte bu esas Veted ile aramızda geçen hadiseler bunlardı. Onu görmekle Hak Teâlâ bizi faydalandırdı. Allah tarafından ona bağışlanmış Ledünni bir ilim vardır ki bu ehline ve lâyık olanlara verilir.
Ve yine şeyhlerimizden birisi onunla buluşmuştu. Bu şeyhin adı da Ali bin Abdullah bin Cami’dir ki bu da Ali El Mütevekkil ile Ebi Abdullah Kadip Elban’mn maiyyetinden idi. Bu zat, Musul kenti dışında Makalla denilen yerde bir bahçe içinde sakindi.
İşte Hızır bu zata, şeyh Abdullah Kadip Elban’mn huzurunda hırka giydirmişti. Bu şeyhte Hızır’ın o zata giydirdiği hırkayı bahçesinde ve ayni yerde bana giydirmişti. Bu keyfîyyet, ayni hal ve ayni vech içinde bulunduğumuz sırada olmuştu.
Yine ayni hırkayı çok daha uzun bir yoldan dostum olan Ta-kiyyeddin Abdurrahman bin Ali bin Meymun bin Ebelveze-ri’den ve eliyle giymiştim. O da bu Hırkayı Mısır diyarının baş şeyhi olan Sadreddin bin Hamaviyye’den giymişti. Bu zatın dedesi de o hırkayı Hızır’ın eliyle giymişti.
İşte o tarihden beri hırka diliyle konuştum, lâyık olanına giydirdim. Çünkü Hızır bu yaptığımı beğeniyor ve itibar gösteriyordu. Şimdilik bilinen bu hırka üzerinde daha evvel konuş-mamıştım.
Bizler için Hırka, dostluk, edep, ahlâk ve üstün hulk elbisesi ve mefhumudur? Bunda Peygamberimizin hırkasiyle bir alâkası yoktur. Fakat bu edep ve takva sohbeti olarak tabir edilir.
İşte hal sahiplerinin adetlerince dostlarının birisinde, bir yönden eksiklik görülünce, bu eksiklik doldurmaya çalışılır, bu şeyh o eksik taraflı dostla birleşir yani bir araya gelir. Bu buluşmada kendi hali üzerindeki elbiseyi alır, yani kendi hırkasını çıkararak ayni hal üzerinde bulunan o eksik zata giydirilir. Bu ameliyye ile şeyhin hali, o zata geçer o zatta noksanını doldurmuş olur. İşte bu keyfiyet bizlerce ve muhakkikin ve şeyh-lerce bilinen elbise yani hırkadır.
Şunu bil ki Allah’ın ulu kişileri dört mertebe üzerindedirler:
· 1 — Zahirî olan kişiler
· 2 — Batınî olan kişiler
· 3 — Araf denilen kişiler
· 4 — Nazar sahibi (Elmuttali) kişiler
Şimdi bunları ayrı ayrı mütalâa edelim, ne olduklarını öğrenelim:
Hak Teâlâ nübüvvet ve risalet kapısını kapayınca, mü’min kullarına hulk ve İlâhi anlayış kapısını açık bıraktı.
Ali bin Ebu Talip (Radiyallahü anhü) bu bapta der ki: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) den sonra hiç bir vahy gelmedi ve kesilmiştir. Elimizde ancak kullarına İlâhî bir rızık olan Kubanı kerimi bıraktı. Bu dört mertebeden her mertebenin kişileri vardır. Bu taifelerden her bir taifenin bir Kutbu vardır. O kutup, bir semânın keşfini idare eder.
595 sene-i hicriyesinde Endülüs ülkesinin Gırnata kentinin en ileri hal ve keşif ehl-i kullarından olan emektar şeyhim Ebi Muhammed Abdullah Eşekkaz’ı ziyaret etmiştim. Kendisi bu yolun en ileri ictihatçısı idi. Bana dedi ki: Dört türlü kişi vardır:
· 1 — Kendisini Tasdik edip ahitlerinde Allah’a söz vermeyenler;
İşte bunlar zahiri kişilerdir.
· 2 — Satış ve ticaretle oyalanmayıp Allah’ın zikrinden vaz-geçmeyn kişiler;
Bunlar batini kişiler ki Hak Teâlâ katında ve meclisinde meşveret için oturanlardır.
· 3 — Araf kişiler, sınır kişileridir; Cennet’le, Cehennem arasında sınır çizgisinde yüksek bir yerde oturanlardır. Hak Teâlâ der ki: Arafta kişiler bulunur. Bunlar yalnız iyi sıfatı olmayanları temyiz eder ve azaptan kurtarır. Bu arif kullarından biri de Ebû Yezit Elbistamî’dir
· 4 — Huruş Ehlidir; Bu zümre, Hak Teâlâ’nm çağırışında, bu çağırıya bir vasıtaya binmeden süratle gelenlerdir.
Keşif ve zahir ehl-i kişilerin mülk ve görgü âleminde tasarruf hakları vardır. Bunlardan biri de akıllı Şeyh Ebussuud bin Şebli Bağdadi’dir. Bu makamı Allah’a karşı teeddüben terk ettiğini Bağdatlı şeyh Etralbedir ettemaşiki bana haber vermiş ve demişti ki: Ebussuudun müritlerinden olan Şeyh Muham-med Elevanî arasında ve bir toplantıda şeyhine hitaben: Hak Teâlâ memleketimizi seninle benim aramda ikiye ayırdı, ben kendi payımda tasarrufta bulunuyorum, sen ne için kendi payında tasarrufta bulunmuyorsun?
Ebussuud Hazretleri onun bu sorusu üzerine şöyle cevap verdi: Ey Muhammed Bin Kaidül Evani’ Hak Teâlâ’nm bu baptaki kavlile seni vekil ta’yin ettim kendi payımı da ehalisiyle sana hediye ettim, bundan sonra kendimi Hakkın tasarrufuna bıraktım dediğini Şeyh Evani Şeyh Temaşikiye bildirmiştir.
Ebul Bedir bana anlatmıştı. O Ebussuut Şebli Şeyh Elevani için Ben ona kendi payımın tasarrufunu vereli onbeş sene olmuştur ki, bu süre içinde bana bir şey zuhur etmedi. Demişti.
Batınî kişilere gelince: İşte bu gibiler Gayp ve Melekut âleminde tasarruf sahibidirler. Kendi iç güdülerine göre ulvî ruhları kendilerine arzuettikleri şekilde indirtirler.
Ulvi ruhlar dedim bununla anlatmak istediğim Ecram ve Kevakibin ruhlarıdır. Melâike ruhları değildir. Çünkü bunlarda kuvvetli İlâhi bir yasak vardır.
Bu bapta Hak Teâlâ’nm emriyle Cibril aleyhisselâm Peygamberimiz Muhammed (Sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize: Biz ancak Rabbinin emirleriyle ineriz, buyurmuşlardır.
Ecram ve Kevakibin ruhlarının Nüzulüne gelince, bunlar Bahurat ve adlarla ve buna benzeyenlerle iner. Çünkü bu manevî iniştir, bunda hayali şekiller görünür, hakikatte o cürüm ve kevkepler yerlerindedir ve ayrılamazlar. Hak Teâlâ bu ecram ve Kevakibin ışıklarını Kevin ve Fesat âlemlerine etki yapmak için indirmiştir. Bunu ancak Arifler bilir, doyarak su içmek doyarak yemek yemek gibidir.
Yere atılan bir danenin mevsimi gelip yağmur yağınca nebat olup canlanması gibi. İşte bunu her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Hak Teâlâ bağışlamıştır.
Yüce Bari Tarafından indirilen kitapların temiz sahifelerin-de, bütün âlemin kelâmını, harf ve adlarının manaca tertip ve tanzimini, bir başkasına vermeden sırf bu zatlara İlâhî bir ihsi-sas olarak verilmiştir.
Araf veya sinir ehli ise: Berzah Alemi olan ateşli ruhlarda onların tasarrufu vardır.
Bunlar bu gibi ateş cinsinden olan ruhları indirtir. Bunların tertip ve hazırlığiyle uğraşırlar. Bu araf ehl-i Sûra benzeyen bir maniada olup Cennet ve Cehennem sınırı üzerinde bir yerde otururlar.
Bu öyle bir berzah ve geçitdir ki: geçidin içinde rahmet, dışında ise azap vardır. Bu araf ehli, bahtiyarlık evi ile bedbinlik nevi ve görüş evi ile gizlilik evi arasıda bir sınır çizgisi veya bir kaledir.
Bu kişiler bu sınır duvarını bilen ve tanıyan bahtiyarlardır. Bunlar bir birine zıt olan bu sınır izini görürler Kutian-ı Ke-rim’de yazılı olduğu gibi:
“Beynehümâ berzehu lâ yebgiyâni.”
Bunlar bu sınır çizgisini aşamazlar, Hak Teâlâ bunları iç genişliğine ve geniş rahmete sahip etmiştir.
Bunlar bu rahmet alanına her an için girip çıkarlar. Bunlar akb vahyi, imtiyazları olanları birbirinden ayırabilirler.
Çıkış ehli veya diğer ismiyle Ricalül Elmatla’a gelince: Bunlar İlâhî adlarda tasarruf sahibi kişilerdir. Bu adlardan arzuladıklarını Allah’ın rıza ve tasvibiyle kendilerine indirirler. Bir başkasına indiremezler.
Ve yine üç tasarruf sahibi olan Araf, Batın ve Zahir ehli kişilerin tasarrufunda olanları da indirtirler.
Bunlar Melâmi dediğimiz en büyük kişilerdir. Kendileri de bu anlattığım güçtedir. Bunlar Ebussuud Şebli ve Emsali gibi olan zatlardır. Bunlarda düşünce ve anlayışda aciz diye bir şey yoktur. İşte Ebussuud böyle kişiler arasındaki farkı bilirdi. O bu yüceliğe ermişti.
Şeyh Ebulbedir ondan şu sözleri nakleder: Allah ehlinden kişiler vardır ki hatır üzere konuşur, fakat hatırlamaz değildir, sahibinden haberi yoktur onu da tarif edemez. Der...
Şeyh Ömer Elbezzaz ile şeyh Ebulbedir bu şeyhin halini, ve sıfatını bizlere anlattığı vakit onun Allah katında ne yüce makama dahil olduğunu anlamışdık. Demişlerdi.
Onlar yine Mezkur şeyh hakkında derler ki: O ancak beş vakit namazı ve ölümü bekleyen bir ermişti. Bu sözün altında büyük mânâ yattığını anlamıştık. O daima Allah ile beraber, sanki uçan bir kuş ağırlığı nisbetinde ağzı zikri İlâhiyle söyler ve yürür, işte büyük insanların Allahla beraberlik hali böyledir, bunlar her mekân ve yere göre hak ettiği makamda bulunurlar. Hepsi bu kadardır.
Bir araştırıcı bu dünyanın yerini ve amelini bulamaz ve bilemez, ancak bu Şeyhin bilgi ve sözü bunu başarır ve bilir. Meselâ: Bir evde bir kişiden muhalif bir iş çıkarsa bu muhalefetin o kişinin nefsinden olduğu bilinir.
Peygamber ve elçilerinin varislerinden ve o evin sakinlerinden bir muhalif çıkarsa ve verilen emri yerine getirmezse bu bir ihanet ve inkâr olur ki, yaratılan insanın Halikine kulluk yapmak ve tapmaktan uzaklaşmasıdır. Unutulmamalı ki bir Rab vardır dönülecek ve hesap verilecek yer orasıdır.
Menzil ve Menzillerin gizliliğine gelince: Her şekil ve surette yarattığı gibi Hakkın Tecelli ile çıkmasıdır.
Bu Tecelli olmasaydı hiç bir şeyden bir şey çıkmazdı. Hak Teâlâ kitabında der ki:
“İnnemâ
kavlünâ izâ eradenâhu
En yekûlelehu kün feyekûn.”
· (1) sayıh cümlenin mânâsı: «Arzularsak veya ister isek» mânâsını taşırki bu bir şeyin icadı için İlâhî bir teveccühtür.
· (2) sayı ile işaretlenen yazının mânâsı: O şeye emrinin duyurulmasıdır. Bu bir rakamlı yazı mânâsının adet menzillerine sirayetidir. Bundan da nihayetsiz sayılara gidilir.
Bu menzillerdeki bir sayısının (yani Vahidin) bulunması sonsuzluğa yol açar şayet bu bir sayısı olmasaydı rakamları seçemezdik, ve bunlara bir isim veremiyeceğimiz gibi, bunun ay-niyyeti ve ismi hiç bir zaman olamazdı. O vakit sayılara şöyle başlardık: İki, Üç, Dört, Beş, gibi derdik.. Bu saydığımız sayının her birinden bir sayısını çıkarırsak, sayının hakikati ve ismi yok olur. Bundan dolayı bir sayısı sayıların ayniyetini ve vücudiyle kemmiyetini muhafaza eder. Ve ismiyle yok eder. Şöyle dediğimiz gibi: Eski yeniyi yok etti veya Allah Alemi yok etti. gibi.
Şayet Alemden Hak Teâlâmn korunması ve Hıfzını kaldırır isek, Alemde varlık ve yokluk diye bir şey olmazdı ve kalmazdı.
Allah’ın Hıfzı devam ettiği sürece, Alem ve Mevcudat var demektir bu tecelli ve bu İlâhî çıkış ve görüşle Alem Alem olarak kalır. İşte dostlarımızın yolu Peygamberler yolüdur. Her nefis kendi içinde Allah’ın var olmasına muhtaçtır. Allah doğruyu söyler ve hidâyete erdirir.
İŞARET VE RUMUZ EHLİNİN KUTUPLARI VE BUNLARDAKİ HALLER VE
GİZLİLİKLERİ HAKKINDA BİLGİLER
Ey evliya dostum Şunu bilki Hak Teâlâ seni Kudsî ruhla te’yit etmiştir. Bu rumuz ve işaretlerin mânâsının kendi zati nefislerinde olmadığını sana göstermiştir.
Bu rumuz ve işaretlerden murad Kukan Azimuşşamn Ayetlerinde bulunan bu harf ve işaretlerin mânâ ve gizliliğidir, yoksa maksadımız o işaretin ayniyyeti değildir.
Hak Teâlâ der ki:
“Ve
tilkel emsâlü nadribühâ linnâsi.”
Buradaki Emsal kelimesini kendi zati nefsi için koyup söylememiştir. Bu Emsalden öğreneceğimiz ne gibi şeylere müessir olacağıdır.
Ve yine Hak Teâlâ’nm dediği gibi: Göklerden indirilen sular, indirilen ölçü kadar vadilerde akar bir sel halini alır. Bu sel ise ateşde yakıp ve seyrine duyamadığınız özleri taşır.
Keza Hak Teâlâ, Hakla batılı çarpıştırır, batılı yener ve yok eder, bu batılın özü ise cefadır... Hak Teâlâ’nm dediği gibi
“Ve
zehakalbâtılü”
Hakkaniyyeti olmayan bir şeyin yok olmasını kast eder, ve yine: İnsanlara yarayacak şeylerin daima yerde bulunacağını bizlere bildirir. Bundan murat ta Hakkaniyyet’dir.
Ve yine Emsalleri birbiriyle çarpıştırarak der ki:
“Kezâlike
yadribüllâhülemsâlü.”
ve yine:
“Fağtebirû
yâ ülilebsâr”
demiştir. Bu söylenenden ne mânâ çıkaracaksınız ve ne bulacaksınız düşünün.
“Ve inne
fî zâlike lei'breten liülilebsâr.”
Bulduğunuz sondan hayrette kalacaksınız, işte bulacağınız veya bulduğunuz netice basiret sahipleri için, (Vadiyi geçen kazanır, kabilinden) bir ibret dersi olacaktır.
Burada bir ima ve işaret seziliyor, Hak Teâlâ Zekeriyya Peygambere hitaben:
»<*
“Zekeriyâ
en lâ tükellimennâse selâsete eyyâmin illâ remzen”
Mânâsı: Ey Zekeriyâ üç gün süre ile halka dilinle değil; işaret ve rumuzla konuş, emrini vermiştir. Burada yine rumuz işaret görülür. Ve yine Kufan’da Meryem Hikâyesinde bu işaretten bahisle, Hazret-i Meryemin kimse ile konuşmaması için Rabbma verdiği söz misali örnek olarak gösterilebilir.
İşte bu işaretleri bilen ve remizleri anlayan büyük kişiler vardır. Bunların büyüklüğü bu gizlilikleri bilmelerindendir.
Bu gizlilikler, Edeb ve Ezel —Hal ve hayal— Rüya ve Berzahlar gibi kudret-i ilâhiyyeye intisabı olan ilimlerdir.
Âlem-i Tabiatta ne varsa tek veya mürekkep harf ve isim gibi hassalara malik olan ilimlerdendir.
Tabiat bu bilinmeyen gizliliklerle leba leb doludur.
Ezeliyyet sırrını bilme ilmi ise: En evvelâ ezel nedir bunu bilelim, Ezel demek başlangıcı red etmek demektir. Allah olduğundan vasfı da budur. Çünkü ona bir başlangıç yapılamaz.
Allah olduğundan ondan başlangıcı çıkarır isek o kendine Ezelden beri koyduğu isimlerle anılır. Bu isimlerden, Yaşayan Alim, İsteyen, Kudretli, İşiden, Duyan, Gören, Konuşan, Halk eden, Mülkü şekillendiren, zevali olmayan gibi isimlerle çağrılır ki başlangıcı bu isimlerle red edilmiş olunur. Çünkü o konuşulanı işidir, gözetleyeni görür. Ondaki görgü ve duygu hassa-ları bizde yoktur. Biz var olduğumuz günden itibaren görürüz. O ise ezelden beri görür, biz gördüğümüz şeyi biliriz. O, o şeyin ezelden bilir; olan ve biten hakkında ezelden beri temyiz (seçme ve ayırt etme) kudreti vardır.
Nefsi vücudu ilâhiyyede göz olmadan bunlar Hak Teâlâ tarafından sabit ve muayyen gözlerle imkân mertebelerinde görünür ve bilinir.
Bu imkânların mevcudiyeti kendi nefsinden vacip olarak gelmemekte dir.
Bu imkânlar Ezelden beri onda mevcut olduğu gibi ebediyen sonsuzluğa kadar onda mevcuttur.
Hak Teâlânm Zatı, vücud-u vücubu Ezeldendir. Bundan dolayı Aleme olan imkân vücubu da Ezelî olmuş olur.
Hak Teâlâ’nm Mertebeleri Esmaül Hüsna iledir. Bu sıfatla çağırılır ve anılır, ona ilk ve son nisbeti verir. Zahirde de batında da böyledir.
Ona, en evvelâ şu nisbet ve sonra da şu nisbet verilir denemez! Bu imkânlar olması ve olmaması hali vücud-u vacibe bağlıdır. Buna ihtiyacı vardır, şayet bir şey vücuda getirirse demek imkân kendisindedir ve bu imkân devam etmektedir. Şayet bu imkân yok olursa bu imkânları var edemez vücuda getiremez demektir ki, burada da yok olduktan sonra mümküne de vücud giremez, ve yine Âlemi Halk etmede vücudu vacip olan Halika Nefsinin vücudi vücup olan sıfatının izalesi giremez. Hak Teâlâ ancak böyle bilinir ve imkânlar da böyle anlaşılır.
Şayet bu söylediklerimi anlamış olursanız? Hudus ve kıde- ' min ne olduğunu anlamış olursunuz.
Bundan sonra ne istersen söyle, şayet sonu varsa alemin başlangıç ve sonu bir emri İzafîdir dersin geçersin?
Âlemin vücud bulmasında ise her zaman içinde bir son vardır. Erbâ-keşif bu sonsuzluğu red ve Hüsbaniyeti Muvafık buldular, bunlarda bazı şairler fikren iltihak ettiler. Bu görünüş ve bu düşünce iki zaman alarak kalmaz. Birincisi Âlemden sonra halk olacağı bir nisbettir. İkincisi de Âlemden evvel halk olanın nisbetine aittir ki: Allah’ın isimlerini, evveliyet ve sonsuzluğa, zahir ve batın gibi isimlerden birine isnad etmek akıl kârı değildir.
Çünkü âlemler çoğalıyor, hak ise bir olarak kalıyor, sayısı artmıyor. Bizler için onu başlangıç olarak kabul etmek doğru değildir. Çünkü bizim rütbemizle O’nun rütbesi arası kıyas kabul olunmaz. Öyle ki rütbemiz onun başlangıcını kabul etmez. Şayet rütbe ve mevkiimiz onun eweliyetini kabul etmiş olsa dahi evveliyet isminin değişmesi icab eder.
O vakit onun evveliyetinin ikinci Adını başlangıç olarak kullanmak mecburiyetinde kalırdık.
Bizler ise Hak Teâlâ’nm ikinci adiyle başlangıcını kabul etmeyiz. O bizim içjn ilk evvel olan da değildir. Eğer evveliyetini tesbit edersek, sonunu da tesbit etmiş oluruz! Böyle idrâk ve muhakeme sahibi bir kişi, Hak Teâlânm tecellisiyle verilen İlâhi ilimlerden ve doğru müşahedelerden haberi olmadığı anlaşı-hr. Şeyh Ebu Sait Elharraz’m işaret ettiği ve söylediği gibi: İki zıd şeyi cem etmekle Allah’ı tamdım der. Bu aöz-lden sonra ağzından şu kelimeler duyulurdu. O ilk ve son, Batın ve zahiridir, derdi. İşte böylelikle size Ezel sırrını açıklamış oldum.
Sonsuzluk yani Ebed sırrına gelince buralarda akıl son bulmayı reddeder. Bu red keyfiyetiyle mümkün olan da şeran red olmuş olur ki Cennet’te ikâmette sonsuzdur.
Nasıl ki Hak Teâlâ’nm evveliyyeti olduğunu kabul etmiyorsak, sonu olduğunu da kabul edemeyiz.
Yukarıdaki evveliyet hakkmdaki açıklamamız, İlâhî sonsuzlukta da aynidir değişmez.
Hal sırrına gelince —Bu her an olana hal derler. O her mevcudun vücudu gibidir. Bunun ne evveli ve ne de sonu yoktur.
İşaret ve remiz sırlarını bilen kişilerden bazılarını size tanıttım. Bu çok geniş kapılı bir mevzudur, İlâhî nisbetler ilmi olan rüya ve berzahla alâkalıdır. Bunlarla sözü uzatmak doğru-de-ğildir, yalnız bunların Rumuzları bilme yönüne gelince: Şunu bil ki! Harflerin kendine göre bir hassası vardır. Bu üç türlüdür:
· 1 — Sayı Harfleri.
· 2 — Lafız harfleri
· 3 — İstihzan Harfler (dır ki, insanın vehim, tahayyül, ve ta-savvurile vücut bulmuş harflerdir.) Harflerin rütbe ve vazifeleri vardır ki, hazırlıkla uğraşırlar. Bu hazırlık yazı veya Telaffuzda olur. Telâffuzdaki harfler ancak isimlendirilmiş harflerdir ki bu isimlendirilmiş harflerin hususiyetidir. Burada tamamlandırılmış harfler isim olamazlar. İşte bu ilimde çalışanlar bunun fiili olur mu olmaz mı diye ihtilâfa düştüler, bu ihtilâf bir harfinde idi. Bunlardan bir Cemaatın bu rakamı yasakladıklarını gördüm, onların arasına girip bu anlaşmazlığı gidermek için bu işi ele alınca onları düştükleri yanlışlıklardan kurtardım. Eksiklerini tamamladım.
Bunlardan bir cemaat Vahidin fiilini isbat etmişlerdi. Diğerleri ise Vahidin fiilini kabul etmemişlerdi. En nihayet bunlara yanlışlığın nereden geldiğini gösterdim, öğrettim. Bunun üzerine her iki cemaatta yanıldıklarını itiraf ettiler, her iki tarafa da bu gösterdiğim usul üzre tecrübe yapmalarını tavsiye ettim. Kabul ettiler ve tecrübeler yapıldı, netice benim iddiamın doğruluğu anlaşılınca çok sevindiler.
Şunu bil ki bir harf ister sayılansın veya lafızla söylensin onu rakamla hazırlamaya ve muhayilesiyle onu lafza sokmayı uğraşıp amel eden bir kimsenin çahşması beyhudedir.
Şayet kendisinde hazırlıklı çalışma varsa, yani bu istihzar nutuk ve rakamla mürekkeb olur.
îki cemaatın iddiasından istihzarın şekli bir harf ile kayıp olmuştur ki, bu istihzar bir harfile anlaşılır bir iş görürse, O istihzardan gaflet edip bir harfine bu işi intisap ettirir.
Kim ki telâffuzu ve rakamı bir harfile istihzarsız imtizaç ettirirse, harf burada bir iş görmez bu da dolayısıyle kabul olunmaz. Bunlardan hiç biri istihzarın mânâsını düşünmez, işte bunlar emsali mürekkebe harfleri olan çift vav ve bunun benzerleridir.
Bizler bu iki cemaata bunun tecrübesi için tavsiyede bulunmuştuk, bu tecrübe yapılmış ve doğru olduğu kendilerince anlaşılmıştır. Bu aklen ve şeran tesbit edilen bir ilimdir.
Lafzi Harflere gelince: Bunları kullanma esasında mertebeleri vardır. Bunlardan bazıları diğerlerinden fazla iş yapar ve kullanılır. Burada en çok Vav harfi kullanılır. Çünkü bu harfte diğer bütün harflerin kuvveti bulunur.
Her harfi ise en az kulandan ve iş gören bir harfdir. İşte anlattığımız bu iki harf arasını mertebelerine göre diğer harfler doldurur, işte bu ilim Evliyalar ilmi diye anılır. Bu ilimle Kainata bakılır. Bu yönden Hak Teâlâ’nm uyarmasını görmüyor musunuz? Ol diyince Arzuladığı şey oluyor.
“Kün fe yekûn.”
Yani burada kevin veya tekvin harflerden zuhur ediyor ki Tirmizi bu sebeple bu ilme Evliyalar ilmi olarak Ad koymuştur.
Bundan dolayı bir Harfini kullanmayı men eden men etmiştir. Çünkü bunu iktidar İlâhiyle birlikte görmüştür ki yalnız bir harfini icâdla gelmemiştir. O üç harfle gelmiştir biri Gaybi Harf diğer ikisi Zahiri olan harflerdir. Şayet bu bir harfe bir harf daha eklenirse bunların kendiliğinden üç harf olduğu görülür.
İşte anlatmaya çalıştığımız bu ilim, bu kişilerin ilmidir, rast gele insan bu ilmi kavrayamaz. Bu bilim kişilerinden bir çoğu bir takım cetveller hazırlamalarına rağmen hataya düşmüşlerdir ve bazıları da bu hatalı cetvellerle öğretim yapmışlardır. Maksatları bu insanları bu ilmi bilmekten yoksun kılmak ve gören gözleri de kör etmekti. Bu mülahazayı Caferi Sadıkm bir talebesi yürütmüştü..
Ben size harflerin hakiki tabiatını açıklayan bir cetveli gösteriyorum:
Bu harflerden her hangi bir harf sıcak hanesinde ise o harf sıcaktır, soğuk hanesinde görülen harfta soğuktur. Diğerleri de böyledir.
Buna rağmen bu cetvel her işte doğruyu vermeyebilir, buna rağmen ekseriyyetle bu cetvel kullanılır ve tatbik edilir.
Şunu bilki bu kartların hususuyeti harf olduklarından değil resim ve şekil olduklarından, işte bunlar şekil olduklarından hususiyyetleri de şekilden gelmektedir. Böylelikle bunların yapacağı değişik işler, kalemlerin yapacağı değişikliklerle bir gi-. der. Çünkü şekiller değişir. Fakat sayı harfları gözle görmekle his edilir.
Şayet bu rakamı kartların gözlerini bulursan, o vakit bu harfin zatı hayatı ile ruhlarını bulmuş olursun.
Buradaki hususiyyet O harfin ruhile şekli ve terkibine göre olmuş olur. Şayet şekil iki, üç veya daha ziyada harfla yüklü ise, bu şekilde bir Ruh olurki tek harfdaki ruha benzemez. Bu ruh gider ve harfin rphu onunla birlikte kalır. Çünkü bir harf şeklini ancak bir ruh idare eder. Bu bir harfin ruhu diğer ruhlara Berzah alemine intikal etmiş olur.
Burada şeklin ölümü harfin yok olmasıdır. Lafzı Harflara gelince: Bunlar Havada teşekkül eder. Misâl olarak konuşulan bir şeyin aynen işidilmesidir. Konuşulan şey havada teşekkül anında ruhları doğrulur kalkar, işi bittiği halde bu harf lan hava tam şekli ile tutmaya çalışır. Bu ameliyye havada teşekkül eder. Ondan sonra diğer ümmetlere veya insanlara iltihak eder, bu iltihak ile amelin vazifesi Allahı zikir ve teşbih ise teşekkül eden ve havada bulunan bu sözler Hak Teâlâya doğru yükselir. Bu yükselen kelimeler iyi kelimelerdir Küfrü tazammum eden kelimeler yükselmez sahibinde kalır. Bu yönden şeriatçı derki: Allah Hakkında Kötü konuşan şahıslar, bunu Allahın duymadığını zan etmesinler.
Bu gibi konuşanların Allah katında cezası 70 Son bahar Yani yetmiş sene Ateşle yanmaktır, işte Allah’a karşı kötü konuşanların cezası budur. Hak Teala gönderdiği kitaplarında kendisinin nasıl ağıza almacâğını yazmıştır, bu kitaplar Hak Teâlâyı Temcit, Takdis, ve Tazim ile yad edileceğini bildirmektedir, işte bu Telaffuzlarla Allaha yaklaşılmış olur. Semavi kitaplarında Musevî ve Hristiyanların yaptığı küfürler zikr e dilmekte dirki Vebali onlara rucu etmiş, kelimeler ise olduğu gibi Kıyamet kapısında onlara verilecek mükafat veya cezayı beklemektedirler.
İşte bu lafzı kelimeler, rakamı harflara nisbeti olamaz, lafzı kelimeler daima kalırlar, rakamı harfların ise zevali vardır ve değişir. Bu münasebetle kainatın semaları, Alemlerin telaffuz ve kelamile Lebaleb dolmuştur. Bunları bir resim gibi ancak keşif ehli görür ve hisseder.
İnsanlar tarafından istihzar edilmiş harflar ise: Vücud şekilleri hisde olmayıp Berzah de ise bunlar bakidirler. Bunlarda fiili diğer harfların Fiillerinden daha kuvvetlidir.
Bu Müstahzar Harfların fiilleri Hakkında, bazı ulema geçinen, vefa ve himmet sahibi olmayanlar bu harfların hususiyetlerini ve ne gibi bir netice doğuracağını bilmediklerinden ileri geri konuşurlar.
Burada gözlerimizle gördüğümüz, bir husus vardır, mesela haberi ve düşüncesi olmadan K. Kerimden bir ayet okuyan kişi, kendinde tuhaf bir his doğar. Zeki ve duygulu olan okuyucu o anda aklına gelen fikirle olup olmadığım anlamak için O ayeti tekrar ederki bu ayetin izi hangi ayeti alakadar ettiğini düşünür. Böylelikle okur ve nazar eder, durur ve tekrarlar hattaki O izi taşıyan ayeti görmüş olsun, Onu bulunca oradaki fiili görür ve geçer. Fakat bu sefer izi göremez kayb etmiş olur, bunu bulmak için hiddetlenir tekrar ve tekrar arar ve bulur.
İşte bu hiddet onun hakikate varmamışa sebep olmuştur. O hiddetle aradığı izi bulmuş olur.
İşte bu ilim Şerefli bir ilimdir ancak bilinen Salih kişilerin yolile gidilirse elde edilir aksi halde çok cefası vardır.
Allah cümlemizi alim kullarından eylesin!...
Allah doğruyu söyer ve Hidayete erdirir
CEHENNEM VE ATEŞ EHLİLİN MERTEBELERİ MENZİLLERİ VE BURAYA
GİRECEKLER HAKKINDA BİLGİLER
Hak Teslâ’mn kendi kerem ve Rahmetinden bahisle İblis derki : Bana ikramın bu mu? Bunlardan birisi müstesna, gidip cümlesini hükmüm altına alayım, kökünü, kazıyayım?
Hak Teâlâ Ona: Git! seni tanıyacak olanları, ve senin izinden yürüyenleri sonsuz azabıma çarpacağım, ne duruyorsun? Maiyyetinle atlarınla yürü ve bunlara seslen! sözünle sohbetinle yalanınla istediğini kandır! kendine taraftar yap! Çocuklarında, mallarında, Vaitlerinde onlarla beraber ol! Yolun açık olsun! demiştir.
Şu var ki îblis Hak Teâlâmn emrile gelmiştir. Ona verilen İlâhi bir emirdir. Bunda tehdit ve hem de söz ve vait vardır.
İşte bu bizim için şiddetli bir iptiladır. Hak Tealâ bunu kendi yakını elan İbliste bir kuvvet ve tahakküm olamayacağını göstermek için yapmıştır. Hak Teâlâmn terk edip rezil rüsvay ettiği kullarını iki zümreye ayırmıştır. Birincisi: İşledikleri kaba-hatlardan ve suçlardan kendilerine bir kötülük gelmeyen zümredir Hak Teâlâ Bu hususta derki: Allah sizlere af ve mağrifet ediyor, bunlara ateş temas etmez, çünkü Hak Teâlâ tövbe ve ulvi Melaikelerde onlara istiğfar ve duada bulunmuşlardır.
İkinci zümre ise: Hak Teâlâ bunları işledikleri bütün kaba-hatlarıyle kabul eder, ve bunları da ikiye ayırır.
Bir kısmını, Akli Nazari olan Ehli Tevhidin ve bilhassa yüksek iman sahibi kişilerin şefaati ve Allah’ın inayetile ateş azabından çıkarır. Ve bir kısmı da ateşte kalır ki şefaatçisi yoktur, îşte bunlar ateş Ehlidir Bunlar mücrim ve sabıkalı olanlardır.
Hak Teâlâ bunlar için diyorki:
“Vemtâzül
yevme eyyühel mücrimûne.”
Yani Hak Teâlâ mücrimlere sesleniyor, Ey bu azaba müstahak olanlar Ey mücrimler! İşte bu ateş evini sizlere tahsis ettik, maalindedir
îşte bu mesken Cehennemdir? Bu evi idare ve idame eden ve yaşatan sizlersiniz. Buradan şefaata mazhar olup çıkanlar Ahi-ret Evi Cennete girerler. Bu sabıkalı ve mücrimlere gelince bunlar Dört zümredirki hiç bir zaman Ateşten, azaptan kurtulamazlar. Bunlar da sırasiyle şunlardır:
· 1 — Mütekebbirin Yani kendilerini Allahtan büyük görenler ve kendi nefsinde Rabbaniyet görenler ve iddia edenlerdir (Firavunlar gibi, Nemrud gibi) bunlar kendi halkına şöyle hitap ederlerdi: Ey insanlar Benden başka bir Allah olmadığını size öğretmedim mi? İşte ben sizlerin en büyük Allahıyım! der, göklerde kendinden başka bir Allah olmadığını göstermek ister.
· 2 — İkinci zümre müşriklerdir. Hak Teâlâya ortaklık isnat edenlerdir. Bunlar derler ki: Biz, bu ilahlara yakın olmak için onlara tapıyoruz, Onlara denir ki: Siz bu taptığınız Allahları bir Allah yapın ve öylece ona tapın? Onlar derdi: Bu teklifleriniz çok tuhaf ve acayiptir. İşte bu zümrenin ehli bunlardır.
· 3 — Üçüncü zümre ise Muattalehlidir, yani kötü çıkış ehli, Allahı kabul etmez ve kainatta Allah yoktur diyenlerdir.
· 4 — Bu zümrede Münafıklar zümresidir. Bunlar islâmiyeti evvelâ kabul edip yukardaki açıklamalarda bildirilen ateş ehlinden korkarak kendi canlarını, kanlarını, mallarını, zürriyet-lerini korumak için o üç zümreye iltihak eden ve dönen kimselerdir. İşte bu taife ateş taifesidir. Bunları Ateşte yanmaktan kimse kurtaramaz?
Bundan evvelki bahislerimizde İblisin insana ne yönden sokulacağını yazmıştık ve öğrenmiştik. İblis insana önden, arkadan, sağdan ve soldan sokulur. Burada İblis müşrik olana iki eli arasından önden gelir, muattal Ehline yani bozuk fikirli zümreye arkadan gelir, ve mütekebbir olanlarda sağdan gelir Münafıkada soldan sokulurki, insanın zayıf tarafıda bu yöndür. Çünkü bu yön sağdan daha zayıftır İnsanın sağ yönü daha güçlü olduğundan Mütekebbirin yerini kendi oranına göre sağ tarafa almıştır.
İblis şirk ehline iki elleri arasından sokulurki o yön görgü yönüdür. O kişiye Allahı tanıtmamak ve göstermemek, ve birlikte Allaha şirkte bulunmak için, perde yapmak görevile önden gelir. Bunu böyle yapmazsa o müşrik rabbını görür ve tanır O vakit iblisin işi bozulur.
Muattal’a ise arkadan gelir ki, ard yön görüş yönü değildir. Burada şeytan ona sokularak der ki: Kâinatta bir şey olmadığı gibi var olan bir Allah da yoktur, der.
Hak Teâlâ şöyle buyurur: Cehennemin 7 kapısı vardır, her kapıdan bir parça ayrılmıştır.
Ateş Ehlinin her kapıda 4 azap mertebeleri vardır, işte her kapıdan ayrılan kısım bu gibilerin azab meskeni olmuş olur. İblisin kişiye girdiği yönü yedi kapı ile çarpacak olursak neticenin 28 azab meskeninin bulunduğunu öğrenmiş oluruz.
Hak Teâlâ tek kuluna (münferid) takdir ettiği menzillerden Ay kevkebi başta olmak üzre, seyir halinde olan burçlar ve kev-kepleri menzil olarak tahsis etmiştir. Bunlar da şu isimlerle anılır Elhunnüs/Hı/zızz izs, şu kevkepler topluluğudur: Zuhal. Müşteri, Utarit, Merih ve Zühre] ve Elkünnüs/Kiznntzs, yedi burçtur.]
Bu kevkeplerin hareketinden unsuri alemde bir takını fiiller tekevvün etmiş olur. İşte yedinci kat semasında bulunan 4 Azap Menzilini, 7 Künnüs burcu ile çarpacak olursak Aziz ve Alim olan Allah’ın Takdirile bunların 28 durak, veya menzil olduğunu görürüz. Hak Teâlâmn dediği gibi.
“Küllün
fî felekin yesbehûn.”
Mânası: Hepsi bu boşlukta ve bu felekte yüzüyorlar. Bu da bizlere ilahi seyir ve hareketi gösterir.
İşte bu 28 menzilin İlahi seyrinden 28 Harf vücut bulmaktadır. Bu harfler kelimeleri teşkil etmiştir. Ve yine bu kelimelerle küfür ve iman belli olmuştur.
Her nefis kendi nefsinin, küfür ve doğruluğunu Sadakat ve emanetini bu harf ve kelimelerle lafza sokup belli eder Hak Te-âlâ bu konuşanları ilerde bir hüccet olarak bulundurmak için bu telaffuzları tesbit ve kayt edecek melâikeler memur etmiştir. Hak Teâlâ bu İlahi yazıcılar hakkında şöyle diyor:
“Kiramen
Kâtibine.”
Hak Teâlâ Böylelikle ateş menzillerini 28 menzil olarak tesbit etmiştir. Cehennemi de Bahtiyarın konaklayacağı cennet gibi yukarıdan aşağıya yüz katlı yapmıştır. Şayet bu 28 menzili 100 cehennem katı ile çarpacak olursanız neticenin 2800 menzil çıktığını görürsünüz, ki bu 28 sayısı daima bizimle beraber olduğunu bilmeniz lazımdır.
İşte Ateş durakları bunlardır. Bu dört ateş taifesinden her taife için 700 çeşit azap vardır.
Dört taifenin azap toplamı 28x100 = 2800 yapar, ki bu Cennet ehline lütf-i İlâhi ile sevapları için verecekleri sadaka Hak Teâlâ’nın beyanı gibi:
“Kemeseli
habbetin enbetet seb'a senâbile fî külli sün-bületin mietü habbetin”
Manâsı: Misâl olarak bir buğday danesinin 7 başak verdiğini ve her başakta da 100 dane verdiği misaldir. Bakacak olursak bunun toplamının 700 olduğunu görürüz.
Cennetteki Taifeler 4 dür.
1— Rüsül ve Elçiler.
· 2 — Enbiya
· 3 — Evliya
· 4 — Tan iman sahipleri
îşte Cennette Allahın nimetlerinden bu dört Taifeden her birinin verecekleri sadaka 700 dür.
Şu Kuranın azametine bakın, Hak Teâlânm Kulları arasındaki iki diyarda, Cennet ve Cehennemdeki adalete bakın! Mükâfat ve azaplardaki Hakkaniyete bakın! Buradaki imtiyazın bir hususiyeti vardır! Ateş Cennnete göre imtiyazlıdır. Çünkü Azap ve Ateşte İlahi bir ihtisas yoktur. Hiç bir Azapta Allah tarafından arzu ile hazırlanmış değildir Hak Teâlânm intikam vasfı yoktur. Hak Teâlâ Ramet ile sıfatlanmıştır.
Ateşteki AzabıMüstahak olanlar çeker, Cennetteki Naz ve naimi de Müstahak olanlar tadar Cennetteki Adalet Tartısı Cehenneme uymamaktadır. Çünkü ateş ehli yaptıkları kötü amellerle azaba kenndilerini atmışlardır. Cennettekiler ise ekndi amellerinin mükafatını görürler ayrıcı diğer nimetlerden faydalanmış olurlar.
Bahtiyarlar Ehlinin üç cenneti vardır. 1 — Amel Cenneti 2 — İhtisas Cenneti 3 — Miras Cennetidir.
İns ve cinde bir kimse yoktur ki, Cennet ve Cehennemde yeri olmuş olmasın! Bu diyarlar onların Asli Mekanı değildir. Çünkü yaratılmadan evvel ademde kalması ve bulunması mümkündür. Bu hakikatten iki şey doğar, ya ateş istenir veya naim olan cennet istenir.
Cennet Harkesin bila istisna kendisine gelmesini ister, Cehennemde aynı şeyi talep eder.
Hak Teâlâ derki:
“Velev
şâe lehedâküm ecma'îne”
Ben isteseydim hepinizi hediye ederdim. Çünkü sizlerde bu kabiliyyet var! Bu Ayette bu kelime Hak olmuştur, İzi geçmiştir, olacak şey İnfaz olmuştur, artık kendi veridği emri geri alamaz. Onun hikmetine sual olunmaz. Amellere göre Cennete müstahak olanlar cennete iner. İşte bu Cennet Miras olan cen-nettirki daha evvel ateş Ehline tahsis edilmişti.. Bunlar ateşe girmeselerdi mükafat olarak burada oturacaklardı. Onların bir de ihtisas cenneti vardır, Hak Teâlâ bu cennet hakkında der ki:
“Tilkel
cennetülletî nûrisü min ibâdinâ men kâne ta-kıyyan”
İşte bu Cennet ateş ehlinden miras yolu ile salih kişilere intikal etmiştir; esas sahibi onlardır. Bunların cehenneme gireceklerini Hâk celle ve âla Hazretleri onları haberdar etmek için yukarıda ayeti celilede zikrolduğu gibi onların ateş ehlinin ateşe mirasçı olacaklarından akimın ucundan bile geçirmemiş-lerdir.
Meâlen
Bu öyle bir Cennet’dir ki, Biz ona kullarımızdan Takva sahibi olanları varis kılarız. Meryem Süresi. Ayet 63.
İşte bunun da Kullar için ilahi bir rahmet olduğunu unutmayalım. Çünkü Hakkın Rahmeti Gazabını geçer, demişlerdir.
Bu bakımdan Allah hiç bir kuluna azabı nasip kılmamıştır Ateşe düşenler kendi arzu ve İradeleriyle ateşi istemişlerdir. Bundan dolayı Cehennemde boş yerler vardır. Bu yerlere Cennet Ehli varmış olsa orayı imar ederler.
Hak Teâlâ buraya Cennete giren insanlar mizacında kişiler gönderseydi, bunlar da Azap içinde kalırlardı.
Peygamberimiz Sallallahü aleyhi ve sellemin kavli şeyledir: Cebbar olan Allah Kademini cehenneme koyunca, cehennem ona seslenir : Kat, Kat, Hasbi, Hasbi, Manası kafi kafi, yeter Hak Teâlâ sorar: Doldumu? Hak Teâlâya şöyle cevap verilir. Bir Fazla Olmasın mı? Hak Teâlâ onlara öyle ise doldurun der. Fakat onlarla buraya girecekler için bir şart koşmamıstır. Hiç şüphesiz Cennet Cehennemden daha geniştir. Ve daha büyüktür Bunun Eni Gökler ve yer gibidir, Uzunluğu ise Cehenneme nisbetle dairenin çevresi gibidir.
Ateşin genişliği ise sabit olan Kevkep feleği dairesinin iki kutru kadardır. Bundanda anlaşılırla Cennetde darlık diye bir şey yoktur. Bize verilen haberlere göre Cennette kimsenin bulunmadığı boş mekanlar vardır. Hak Teâlâ buraların nimetlerinden faydalanacak bir halk yaratarak buraları onlarla imar eder. Rahman olan Allah Kademini koyduğu bu yer ihtisas cennetidir. Artık bu Allanın hikmet ve rahmetîle ilgilidir. O Azamet ve fazilet sahibidir. Bu faziletlerden birisidir. Ateş Ehlini kendi amelleri neticesi olarak ateşe indirmesidir, keyfi ve arzusu için değildir.
Hak Teâlâ der ki: Onların azabına azap kattık. Bu İlâhî söz, kendini bilmeyen ve delâlete düşman olan Eimme hakkındadır. Yine Hak Teâlâ der ki:
“Vele
yahmilünne eskâlehüm ve eskâlen mea' eskâli-him.”
Mânası: Bunlar kendi ağırlıklarından gayri başka ağırlıklar da taşıyacaklardır.
İşte bu gibiler kullan yanlış yöne ve delalete sürükleyen ve içlerine delalet şüphe sokan kimselerdir. Onlar kandırdıkları kimselere: Sizlere gösterdiğimiz ve bizim yürüdüğümüz yoldan yürürseniz bütün suç ve hatalarınızı yükleniriz demişlerdir.
Hak Teâlâ bu gibiler için diyorki: Bunlar yalancıdır. Hiç bir kimsenin suç ve hatasını yüklenemezler. Bundan şu mânâ çı-kar, kendi hatalarını yüklendikleri gibi aldattıkları kimselerinde kabahatlarmı yüklenmişler demektir, onlarada uyanlar ayni yük ve ağırlık altındadırlar. Bu ağırlıktan bir şey eksilmez.
Bu hususta Peygamber Efendimiz derki: Kimki bir kötülük yaparsa bunun vebali eksiksiz olarak kendisine racidir. Bu gibiler küfürlerini artırdıklarından azab üzre azap yüklenmişlerdir. Demek cennetin hilafına bu gibiler, bu yüklendikleri yük istihkakına göre Ateş menziline indirileceklerdir. Bu cennette-kinin aksidir. Çünkü Cennet ehli kendi istihkaları Nisbetinde amellerile Ateşe giren kafirler gibi cennette mekânını alacaklardır. Ateş ehli de amellerine göre ateş içinde ceza sürelerini çektikten sonra Allah’ın fazilet ve rahmetine kavuşacaklardır.
Onlar ateş içinden çıkmadıkları halde his ettikleri acıları ve sonsuz elemi kayıp etmiş olacaklardır. O hengamede ne ölecekler ve nede dirileceklerdir.
Hasas Ruhun kendilerini terk etmesile yaralan uyuşarak o Ateş acılarını his etmez bir hale gelirler Derileri yandığı halde onlar tatlı bir uyku ve rüya içindedirler ve bu şekilde yanarak azab süresini doldururlar. Hak Teâlâ’nm dediği gibi.
“Kemâ
nadicet cülûhüm”
onlar derilerde birlikte uyuşturulmuştur. Hiç bir acı duymazlar.
Bu uyuşma süresi dolunca artık azap bitmiş ve ateş de sönmüştür. Sanki kendilerini azap çekmeyen cennet ehli gibi his ederler. İşte Hak Teâlâ kendi kudreti İlâhiyesile onları ölmedikleri halde onları bir ölü hissizliğiyle orada bırakarak bu şekilde cezalandırmış ve onlara cezalarını bu şekilde itmam ettirmiş olacaktır.
Müslim sahihinde zikir ettiği gibi der ki: Bu da insanlar için Allahın rahmet ve faziletidir.
Cehennem kapılarına gelince: Anlattığımız gibi Hak Teâlâ suç Amellerine göre bu kapıları yapmıştır. Bu ateş ehlinin dört zümre olduğunu yukarıda beyan etmiştik. Bunlardan bir kısmı şefaatli çıkar ve bir kısmı da oraya girer ve kalır.
Gireceklerin suç dereceleri vasıf ve amellerine göre bu kapılar isim alır. Bu kapılar şunlardır:
· 1 — Cahim kapısı
· 2 — Sakar kapısı
· 3 — Sair kapısı
· 4 — Elhutama kapısı
· 5 — Laza kapısı
· 6 — Hamiye kapısı
· 7 — Haviye kapısı’dır.
Buraya girmek için gelenler amel vasıflarına göre kendilerine giriş kapısı gösterilir. Hak Teâlânın Laza kapısı hakkındaki kavli ve beyanı şöyledir:
“İnnehâ
tedû men edbere ve tevellâ ve cemea' feevâ'”
ve yine Sakar kapısından gireceklere denirki: Mesleğiniz nedir bu sakar kapısına ne sebeple geldiniz? Gelenler der ki : Bizler musalli değildik, biçare ve zavallılara yardım etmez ve karınlarını doyurmazdık, bizler de dalalet denizinde yüzenlerle yüzer-dik, Din günü olan Ahireti yani günü yalanladık, derler.
Hak Teala Cahim Ehli Hakkında Şunları Buyurur: Onlar Ahiret gününü yalanlar. Bu gibi günahkâr ve mütecavizdirler.
Hak Teâlâ bunu ve benzerlerini günah ve itida ile vasıflan-dırmışdır. Bu kapıdan girecekler bu gibilerdir.
Yine bunlar cahime girdikten sonra onlara denirki: Yalanladığınız ve İnanmadığımız şey bu mudur?
Hutame ve Sair Kapılarından girenler de bu çeşit zümrelerdir, Kuranda bunlar zikir edilmiştir.
İşte size Cennet ve cehennemin esas ve ana Menzil ve katlarını anlattık, bu Menzillerdeki amel ve münasebetlere gelince hakikaten çoktur. Bunun izahı uzundur Vakit almaz çünkü geniş bir mevzudur. Buradaki ameller zikr edilmiştir. Bu amellere göre azap ta zikir edilmiştir.
Bunlardan hangi birinin üstüne düşersen Allanın orada bir Beyyinesini görürsün. Hak Teâlâ Keremde Onu sana gösterir.
Allah doğruyu söyler ve hidayete erdirir
ÖLÜMDEN SONRA İNSAN RUHUNUN DÜNYA VE BA’S ARASINDAKİ
BERZAHDAKİ DURUMU HARKINDAKİ BİLGİLER
Kavlimiz: Sultanlığın Sultanlığı kaldırması, yani hayal Sultanı olan göz gibi Peygamber Efendimiz Sallallahü aleyhi ve sellemin kavli şerifi: Allahi görür gibi ona ibadet et! demiştir. Bu bir Haberdir! Bunun Sultanı da sözümüzün başlangıcındaki lafızlarımızın hayal sultanıdır.
Şunu bilki! Berzah Denilen yer Hak Teâlânın iki emrini ayıran bir emir yeridir. Bu yer ve emir katiyyen taraf iltizam etmez, güneş ve gölgeyi ayıran mani sebep gibidir.
Hak Teâlâ derki:
“Merecelbahreyni
yeltekıyâni beynehümâ berzehun lâ yebğıyâni”
Bu son kelime olan Layebgıyan’dan maksat, bu denizin sulan birbirine karışmaz demektir. Buradaki his bunları ayırmaktan aciz kalmasıdır. Akıl ise bunların birbirile karışmamalarının, aralarındaki bir maniin mevcudiyetinden ileri geldiğini kabul eder.
İşte bu aradaki makul mania veya örtü Berzahtır.
Bunu his ile idrak edersek, yukarda anlatılan iki emirden biri olması yani bunun berzah olmaması icab eder.
Her iki emirde berzaha yakın olmak ihtiyacında iseler, bu iki emir, birbirinin aynı, ve birbirine benzemediği cihetle her birinde ayrı ayrı kuvvetler bulunur.
Fakat Berzah denilen şey, bilinen ve bilinmeyen, bulunan ve bulunlayan, müsbet veya menfi, Makul olmayan, Ayırıcı bir emir olduğundan buna bir istilah olarak Berzah ismi verilir. Bu cihet doğru ve makuldür. Tasavvur ve Hayal yolile akıllıca ona yetişebilirsen, gözünün değdiği bir vücuda erişmiş olduğunu bilir ve idrak edersin. Ve bunun bir şeyin esası olduğunu öğrenirsin.
Acaba bir şeyin mevcudiyetini isbatlayan veya red eden amil nedir? Bunu isbatlayabilirsen artık ortada hayal diye bir şey bulunmaz veya meçhul kalmaz veya yok olmaz. Ne müsbet ve nede menfî bir şey kalır.
Bu tıbkı çehresini aynada seyreden insan gibidir. Burada gördüğü ve/bildiği kendi çehresidir. Yalnız aynaya dikkatle baktığı vakit katiyyetle yüzünü görür, ayna küçük ise çehresinin küçük olduğunu zan ederek, yüzünün daha büyük olduğu zihabma varır.
Ayna büyük olursa kendi çehresini büyük gördüğünü bunun daha küçük olması zannı doğmuş olur. Artık aynada gördüğü çehrenin kendine ait olduğunu kabullenerek, bu benim çehrem değildir diyemez.
Esas aynada kendi suretinin olmadığını ve orada bir şey bulunmadığını bilir. O suretinde ayna ile kendi arasında olmadığını anlar, kendi veya bir diğerinin sureti dahi olmuş olsa, O görüş ziyasının zahiri bir surete akis etmiş şekli değildir.
Şayet böyle olmasaydı sureti elde eder ve ona yetişirdi. O aynada kişi şüphesiz kendini görmüştür. Bu, ne yalanlanır ve nede doğrulanır. Kendi kulu fikrine göre kendini görmüştür. Veya görmemiştir Böyle olursa görünen suret nedir? Yeri nerede idi? Vazifesi ne idi?
İşte bu yön hem müsbet ve hem de menfi, mevcut ve ma-dum, malûm ve meçhuldür. İşte orada Hak Teâlâ bunu hakikat olarak kuluna gösterip ve çıkarmışdır. Ne için? Bunları öğrensin incelesin diye ona bu imkânı; vermiştir. Şayet bu hakikati bilir. Fikir ona hiç bir şekilde bu neticeyi vermemiştir. Bundan dolayı o kendisini bu şekilde yaratıp neşet ettiren Allaha şükür etmelidir. Çünkü bu neş’et yaradılışta olanlar elçiler, Enbiya ve inayet ehli olan evliyalardır.
Ey sevgili kardeşim! Artık bundan sonra bu kapı arkasından sana gelecek tecelliyi düşün ve tahkik et.
Bu öyle azametli bir meseledir ki, kalp ve fikirler bu geçidi geçen Sıdık sahibi kimselerdir.
Öldükten sonra gideceğin yerin adını da (buluşma ve karşılaşma yeri) berzah koymuştur.
Orada kendi nefsimizi Hazret-i İsraillin surunu üfler, dilimizle ıslık çaldığımızı görürüz. O çalan üfleyen biziz.
Hal ve sıfatların değişmesiyle isimler de değişmiş olur. İsimlerinin içinde kendi isimlerinin içinde zatiyyeti bir tayfa olmuştur. Hak Tealâ kitabında:
“Ve
nufiha fissûr”
der
“Ve
nufiha filmenfûhi”
demez. Manası surla bilenmiştir, üflenecek şeyle bilenmiştir demiyor?
Nufiha fîssur ile Nukire finnakur arasında lugatca bir fark yoktur. Her ikisini de birbirinin içinde görürüz.
Hak Teâlâ insan suretinin tadilini zikir ettiği vakit der ki: Ve Nafahtü Fihi ona üfledim manasına gelir.
Isa aleyhisselâmm suretini yaratmadan evvel der ki:
“Fenefahnâ
fîhâ min rûhinâ”
Mânası: (ruhumuzdan kendisine üfledik) Bunu yaptıktan sonra Hazreti İsânm şekil ve sureti çıkmıştır. Ve bu hayreti mucip olmuştur. Bunun asıl ve esası nedir? Acaba suret bu üflenen ruhun içindemidir? Veya üflenen ruh suretin içindemi-dir? İşte böyle bir problem çıkar.
O esnada Cibril aleyhisselâm beşer şekil ve kıyafetine girmiştir Hazreti Meryem onu bir insan görmüştü.
Acaba onu his gözüyle mi tanımış veya hayal gözüle mi görmüş ve tammışdı, O vakit hayali hayalle idrak etmiş olursun, şayet böyle ise önünde daha büyük ve azametli bir mesele daha çıkar! Hayal kudretinin hakiki ve hissi bir suret ve şekil vermesi imkanı var mıdır?
Hissin hayale üstünlüğü yoktur. Çünkü his hayale şekil ve suret verir. Onu etkileyecek etki başka türlü nasıl olur? Bunun da aksini düşünürsek aklen bunun imkânsızlığını görürüz.
Ey kardeşim, bu hâzineleri düşün bunları elde edebilirsen bu alemde senden zengini yoktur?
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Sur hak-kmdaki soruya: O İsrafil aleyhisselâmm tepesindeki Nur boynuzudur buyurmuşlardır.
Bunun şekli boynuza benzer altı geniş ve üstü dardır, demişlerdir. Burada boynuzun geniş vya dar olması deyimi, boynuzun en üstü nedir? Ve en altı nedir diye bizlerle görüş ehli arasında bir fark vardır. Bundan sonraki mevzuumuzda bundan bahis edeceğiz. Yalnız şunu bilinki bu boynuzun eni şu görünen kainattan daha enlidir, hakikat halde bununla her şeye hükmeder. O hakiki bir yokluğu, muhali, ve imkanları nisbetinde olacak mevcudatı yok eder. Yokluğu da vücuda getirir ve şekle sokar Onun hakkında Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sel-lem efendimiz derki: Onun mevcudiyetinden dolayı allahı görür gibi ibadet et.
Hak Teâlâ ibadet edenin kıblesindedir. Yani Allahını daima kilende tahayyül et ve düşün ki sen ona murakabe için teveccüh ediyorsun. Ve ondan utanıyorsun, onun karşısında namazınla edepli oluyorsun. Şayet bunları yapmayacak olursan edebini bozdun demektir.
Yolda yürüyen hayal isminde bir hakikat hükmü bulunduğunu bilse, sanki gözünle görüyorsun şeklinde sana söylemezdi. Akli delil bunu meneden Benzetme ve görme delili ile kapar. O vakit namaz kılan ancak duvarı görürdü.
Hak Teâlâyı kendi tahayyülündeki meşru kıblende karşılamayı şeı^in sahibi sana bildirmiştir. Hak Teâlâ der ki:
“Fe eynemâ tüvellû fesemme vechullahi”
Mânası: Ne yöne dönerse dönsünler Allahın çehresi o yöndedir.
Bir şeyin yüzü o şeyin hakikati ve gözüdür. Hayalı canlandırıp, delili akli ile onun suretini tasavvur etmek imkânsızdır. Bu sebeple boynuz geniştir. Fakat onun darlık yönüne gelince, his, mana, neseb, ve izafete ait bir emri kabul etmenin hayalin elinde olmayıp, ancak Allahın celali zafiyetindeki suretiyle olur.
Hayal suret olmadan bir şeyi idrak etmek isterse ona o şeyin hakikatini vermez, çünkü bu kuruntu olmuş olur. Bu sebeple boynuz, kelimenin tam manası ile manaları maddelerden ayı-ramayacak kadar dardır. Bu sebeple his ona en yakın olandır. Çünkü o suretleri hisden almıştır. İşte bu hissi suretlerden manalar çıkarki, bunun darlığından ileri gelir.
Hayal en geniş bilgidir. Bu azamet ve genişliğine rağmen her şeye hüküm edemez, maddelerden tecerrüt etmiş manalar dahi kabul etmekten acizdir. Meselâ ilmi, süt bal, şarap inci gibi görür.
İslâmiyyeti de bir kubbe ve direk gibi görür. Kur’an-ı da yağ ve bal gibi görür. Ve dini de yazı şeklinde görür. Hakkı da insan ve ışık şeklinde görür. O geniş ve dardır, Allah ise, hiç şüphesiz genişliğine son yoktur. Halkına ve mevcudatına verdiği her şeyden haberi vardır O her şeyi bilir ve her kudretin üstündedir. Hak Teâlâ der ki:
“A'tâ
külle şey'in halkahu sümme hedâ.”
Onlara her emrini olduğu gibi açıklamıştır.
Boynuz’un yaradılışı nurdandır, nur ise keşif ve zuhurun müsebbibidir. Bu nur olmasaydı göz hiç bir şey görmezdi. İşte Hak Teâlâ bu hayalı nur yaparak, onunla her şeyi tasvir etmek imkanına kavuşturmuştur.
Onun nuru, has ve mutlak Ademe nüfuz ederek onun mev-cudiyyetini tasvir eder. Böylelikle hayaller nurla tavsif mahlu-kattan ziyade, hayale nur ismini vermiş olsak yeridir.
Hayal nuru başka nurlara benzemez, tecelli onunla elde edilir. İşte bu hayal gözünün nurudur, yoksa his gözünün nuru değildir.
Bu ciheti iyi anlayın? Bu bir nur yapısı olduğu için bu yönü bilmen sana yarar. Bu bilgi ile bilmeyenleri uyarır ve hedefine varmış olursun. Bu işi hazmetmeyen ve anlamayanlar, bu hakikat olmayan basit ve bozuk bir hayaldir derler. Bu gibi şeyleri söyleyenler Hak Teâlânm verdiği hayal nurunun ne olduğunu bilmeyenlerdir.
Ve yine, kendi idrakinde bulunan his konusunda da yanılıyorlar derler. Artık bunun hakkındaki karar ve hüküm kendisine değil başkasına düşer.
.Burada his değil karar veren hâkim aldanmıştır. Bundan kendi hükmü yoktur. Çünkü hayal de kendi nuru ile anlaşabildiği kadar anlaşmıştır.
Burada karar ve hüküm başkasına aittir ki, o da akimdir. Aklın verdiği hükme hata yakıştırılmaz, çünkü bu boş fasit bir hayal olmayıp, doğru bir hayaldir.
Bu cihetten dostlarımız ve tanıdıklarımız bu İlâhi boynuz (Sur) hakkında yanlışlıklara düştüler. Bazı ukalalar bunun dar yerini merkez ve üstünü de genişleterek en ulvî felek yaptılar. Artık onun üstünde her hangi bir Felek bulunmaz dediler.
Bütün alemin Surunu üstünü çok geniş ve altımda bu dünya kadar dar tuttular. Hakikat böyle düşündükleri gibi değildir. Mademki hayal, hakkı tasvir ediyor, hayalı alemden ve Adem’den çıkarırsanız, bunun üst kısmı dar alt kısmının geniş olduğunu anlarsınız. Allah bunun evvela dar yerini ve sonra geniş yerini vücuda getirmiştir. Diğer mahlukatmdan ziyahatlarıda bu şekilde yaratmıştır, bir kısmı yuvarlak ve sivri, alt kısımları enlidir.
Hiç şüphesiz İlâhi fiiller ve mükevvenat düşündüğümüzden kat kat geniştir. Bir bilgin için vüsat, kendi aleminde bildiği ilim nisbetiyle ölçülür.
Şayet o bilgin Allah’ın Vahdaniyyeti ilmine intikal etmek isterse o vakit genişden dara doğru çıkmaya başlar, yükseldikçe Allah hakkmdaki bigiside o nisbette azalır en nihayet yukarı varınca onda hakkı tanımaktan gayri bir ilim kalmaz, işte orası boynuzun en dar yeridir. Burada tam bir azamet vardırki âlim için bu düşüncenin tezahürü büyük bir şeref payı olmuş olur.
Şayet bu boynuzu Hak Teâlâ bir hayvanın başında bitirmiş olsaydı, o darlıkla hiç değişmeden yükselirdi.
Ey dinleyici! Hak Teala en evveela kalemi yaratıp aklı yükselttiğini görmüyormusun? O yüce vahidi halk etmiştir, bundan da ilmi çıkarıp yapmıştır, bu ilimle âlem genişlemiştir.
Sonra sayılar da hep o bir sayısından çıkmıştır, iki rakamıda bir sayısının mevcudiyetinden olmayıp, artmasından ve her mertebede bu yükümü kabul etmesindendir. Bu sayılar böylelikle öyle genişler ki bu genişleme sonsuzluğa varır.
Şayet bu birlerden vücuda gelen bu binler sayısından, bir sayısını istemiş olursan, bu binlere varan sayı genişliğinin iki rakamı kalıncaya kadar kaybolduğunu ve daraldığım görürsün? Birin ikiye başlangıç olmasından bu sayılar doğmuştur.
İşte vahit eşyanın en darıdır. İnsanlar da bu suru anlatmalarında kendi aralarında bu yönden anlaşmazlığa düşmüşlerdir.
Şunu bilki? Hak Teala halk ettiği bu tabii cisimlerden ruhları alacak olursa, bunları cesedi suretler şeklinde bu nur boynuzuna emanet olarak bırakır. İşte bu yer berzahtır, insan oraya emanet edilmiştir.
Ölümden sonra insanın idrak ettiği bütün şeyleri, kendine benzer bir şekilde bu nur boynuzu içinde görmüş olur. İşte bu keyfiyyet bu surdan olma idrakten ileri gelir, bu bir tasarrufa bağlı değildir. Bunlardan bazıları serbesttir. Kendi idrakiyle kendini idrak eder bunlar Peygamber ruhları ile Şüheda ruhlarıdır. Bunlardan bir kısımda bu berzah evinden dünyaya bakar. Bunlardan bir kısmı da dünyada kendileri gibi, uyuyan hayal alanına girerek rüyasını tasdik eder.
Her rüya doğrudur, yanlış ve boş değildir Rüya hata etmez, şayet hata ederse onu tabir eden yani rüyanın delalet ettiği manayı anlayıp bulamadığından hata etmiş olur.
Peygamberimiz Sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin bir şahsın gördüğü rüyasını tabir ederken ona : Doğru söylüyorsun ve bazande hata ediyorsun dediğini bilmiyormusun?
Mezkûr şahsın rüyasında boynunun kesilip önüne düştüğünü, düşen başla itişip konuştuğunu anlatan kişiye Ebû Bekir Şeytan seninle oynuyor demişti? Halbuki efendimiz bunun manasını anlamıştı fakat ona senin düşüncen kötüdür dememiştir. Burada Ebû Bekir tevilde yanılmıştır. Sonradan efendimiz bu rüyanın iç yüzünü Ebû Bekre açıklamıştır.
İşte Firavn kavmi de orada sabah akşam ateşe tutulurlar. O berzahta kendi suretleri içinde hapis edildiklerinden o nur boynuzuna giremezler, kıyamet gününde de en şiddetli azaba girmiş olacaklardır. Bu azap öldükleri vakit duydukları hayal azabı değil hakiki his edilen bir azap olacaktır.
Hayal azabı hayal göziyle hayali şekilleri idrak ve his etmektir. Berzah alemine intikal eden her insan ta kıyamet günü gelinceye kadar amelleri kazanciyle Rehin, ve Amel şekilleriyle hapis olunur.
Allah doğruyu söyler ve hidâyete erdirir..
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar