ANADOLU’DA KIZILBAŞLIK ve KIZILBAŞLAR
Not: Aşağıdaki Metini okumanızı tavsiye ederim. Kendilerinin “ Alevi” olduğunu söyleyen bir kimseye “Sen kızılbaş mısın sorusu sorulmalı…”eğer bu sorusuna evet cevabı veremiyorsa, tarihini inkâr etmiş demektir. Ayrıca “Bektaşiliğin, Alevilik ve Kızılbaşlıkla ayrı konumda oldukları da” yazı içerisinde görülecektir.
Bu meyanda tarihinden kopan bütün topluluklar yokolmaya mahkumdurlar. Geçmiş insanı bugüne getiren sebeplerin dayanağıdır…Kızılbaş olmak yerilen bir kelime olmaktan çıkarılmalı, hak yerini bulmalıdır. Eğer bu bahsedilen durum devam ederse, gelecek yıllarda Günümüz Aleviliği kendi içerisinde kaybolma karakterine yönelecektir. Her ne kadar “Osmanlılar, Sünnîlik'ten uzaklığı sebebiyle Kızılbaşlığa karşı husumet duymuş, bu bakış onları yakın döneme kadar Kızılbaş ismini küçültücü nitelikte kullanmaya sevk etmiştir. Bu sebeple Kızılbaşlar daha sonraları (XX. Yüzyılın başlarından itibaren) kendilerini Alevî olarak ifade eder olmuşlardır.” Acısıyla ve gerçeğiyle Kızılbaşlığa sahip çıkmak hakkı müntesiplerinin boyun borcudur.
Bu fikir metini okuyunca kendimce
çıkarttığım acı bir gerçek. Geçmişinden bir topluluğu koparmanın incecik komplo
düzeneği nasılda çalışıyor. (Editör Notu)
Metin Hazırlayanı:
Ahmet KEVEN
Osmanlı
Devleti ve özellikle Yavuz Sultan Selim Han’ın Kızılbaşlarla ve muhalif
gruplarla münasebetleri, incelememizin ana konusunu oluşturmaktadır. Dönemin
tarih kaynakları, Mühimme Defterleri ve bazı araştırmacıların eserlerinden
yararlanılarak hazırlanan bu inceleme, Kızılbaş inancının tarihi kökenlerinden,
Erdebil Tekkesinin değişim sürecine, Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim ile
münasebetlerinden, Kızılbaş katliam iddiasına ve nihayetinde Çaldıran savaşının
ardından Osmanlı ulemasının meseleye bakış açısına kadar bir takım tarihi
olayları Mezhepler Tarihi metedolojisi esas alınarak araştırılmıştır.
Çalışmanın konusunun günümüzde hala canlılığını koruyor olması, meselenin çok
daha hassas ve dikkatli bir şekilde incelenmesini gerektirmektedir.
Osmanlı Devleti Öncesinde
Anadolu’nun Siyasi ve Kültürel Durumu
Anadolu
Kızılbaşlığının geçmişi, tarihi bir gerçek olarak, Türkler’in İslamı tanımaya
başladıkları zaman sürecine kadar uzanan siyasi, tarihi coğrafi, içtimai,
iktisadi ve kültürel şartların aşama aşama meydana getirdiği bir inanç ve
kültür birikimidir. Dolayısı ile İslam dinine bakış açısı, algılayış biçimi ve
yaşama tarzı nev’i şahsına münhasır hususiyetler taşır.[1]
[2]
Türklerin
İslamiyet’i kabulü, onların tarihlerinde, pek önemli değişiklikler meydana
getirmiş, bundan sonra genel olarak Türk tarihi İslam öncesi ve sonrası olmak
üzere iki farklı dönem halinde değerlendirilmiştir. Oğuzların katılımıyla, daha
da artan Müslüman Türk nüfusu İslam tarihinin akışını değiştirmiştir. Komşuluk
ve ticari ilişkiler vasıtasıyla iki toplumun, yani Araplar’la Türkler’in
kaynaşması ve inanç tarzındaki benzerlikler, Türklerin İslamiyet’e geçmesinde
hızlandırıcı sebeplerdendir. Bu yeni dinin kabulü ile Türklerin büyük bir kısmı
arasında din birliği sağlanmış, bu da Türklerin eskiden beri süregelen
ülkülerine yeni bir heyecan katmıştır. Özellikle Selçuklu döneminde İslam
halifesinin koruyuculuğunun üstlenilmesi ve İslam coğrafyasının savunuculuğunun
yapılmasını, Türk Milleti kendisine görev bilmiştir. Nitekim X. yy.da
Maveraünnehir’de başlayan süreçle tarihin akışı değişmiş, İslamiyet geniş
alanlara yayılmış ve gayri Müslim Türk unsurlarının bu yeni dine geçişi her
geçen gün artmıştır.
Türkmenlerin
İslam dini ile tanışmalarından sonra Ortadoğu’da kurdukları ilk büyük devlet
Selçuklular oldu. Kınık Boy beyliğini üstlenen Selçuklu ailesinin liderliğinde
Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu kuran Oğuz Türkleri, devletin daha kuruluş
safhasında kendilerini yönetimin dışında buldular. Bunda, devletin kurulduğu
coğrafi bölge ve kültürün etkisi büyük oldu. Hazar denizi ile Aral gölü
arasındaki bozkırlarda yaşayan Selçuklular, Oğuz Türkleri’nin Kınık boyunun
önde gelenlerindendir. Onuncu yüzyılda Müslüman oldular ve İslam hâkimiyetinde
bulunan Mâverâünnehir’e oradan Horosan’a girdiler. Gaznelilere karşı
kazandıkları Dandanakan zaferinin (431/1040) akabinde Tuğrul Bey, Nişabur’da
‘sultan’ ilân edildi. Sünnî olması Sultan Tuğrul Beye, Şiî-Büveyhî iktidarına
karşı Abbasî halifesi ile işbirliği kurma imkânı sağladı. Halifeyi Şiîlerin
boyunduruğundan kurtarması ve Sünnî siyaset gütmesi kısa sürede Sünnî dünyanın
sempatisini kazanmasına vesile oldu. Alparslan’ın, Malazgirt’te Bizans
ordularını yenilgiye uğratması (463/1071), İslâm dünyasında Selçuklular’a göz
alıcı bir itibar kazandırmıştı.[3]
Anadolu
coğrafyası İslam Dininin intişarı ile birlikte daima Müslümanların dikkatini
çekegelmiştir. Hz. Peygamberin vahiy kâtibi olan Hz. Muaviyenin İstanbul’u hem
karadan hemde denizden kuşatması ile başlayan ve bu alaka hem Arap
Müslümanların, hemde Müslüman Türklerin Anadolu’nun tamamen Müslümanlaşma
sürecinin tamamlanmasına kadar sürmüştür.
1071
Malazgirt zaferi ile birlikte Anadolu'ya büyük bir Türk nüfusu göçü yaşanmıştı.
Bu zaferin ardından, Bizans'ın askeri gücü zayıflamış ve artık Türkler
karşısında güç oluşturacak bir ordusu kalmamıştı.[4]
Böylece Anadolu'nun daha kolay bir şekilde Türkleşme ve İslamlaşma dönemi
başlamış ve bu süreç birkaç asır sürmüştü.[5]
Malazgirt savaşı sonrası yaşanan ve aralıksız olarak XIV. Yüzyıla kadar
devam eden bu göç dalgaları ile Anadolu'ya gelen Türklerin büyük çoğunluğunu
Maveraünnehir, Horasan, Azerbaycan ve Erran bölgelerinden gelen topluluklar
oluşturmuştur.[6]
Tuğrul
Bey (d.990/ö.1063)
Alparslan (d.1029/ö.1072) ve Melikşah (d.1055/ö.1092)
gibi ilk büyük Selçuklu sultanları için Anadolu’nun fethi, bir yandan yoğun
Türkmen göçü baskısı ile ve onlara yurt bulmak zorunluluğu ile yapılmakta, bir
yandan da kendi devletlerini, Müslüman halk ve ülkelerini istilâdan korumak
amacını taşımakta idi ki, Anadolu’nun Türkleşmesi bu iki başlı siyaset ve
çalışmaların sonucu olarak tecelli etmiştir. Bu iki cepheli siyaset yanında
Selçuk hükümdarları, İslâm’ın sultanı ve hâmisi sıfatı ile onun eski ve
yenilmez düşmanı Bizans imparatorluğuna karşı Türkmenleri gönderir ve orduları
ile bu göçlere yol açarken, aynı zamanda, İslâm’ın cihad mefkûresini ve
Türklerin kadîm Cihan hâkimiyeti ideallerini de gerçekleştiriyordu.[7] [8]
Anadolu
Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’ın 1237’de zehirlenerek öldürülmesinden
sonra başa geçen II. Gıyasettin Keyhüsrev’in devlet yönetme konusundaki
yetersizliği, kişisel zafiyetleri devletin gidişatını değiştirmiş, devlet
duraklama ve gerileme sürecine girmiştir. Onun saltanatı döneminde meydana
gelen olaylar, Babailer isyanı, Moğol akınları, iç karışıklıklar, saltanat
kavgaları Selçuklu saltanatını sarstığı gibi Anadolu’nun siyasi içtimai ve ilmi
hayatında da önemli etkiler bırakmıştır. Sultan II.Gıyasettin Keyhusrev ve
veziri Sadeddin Köpek’in devlet yönetme konusundaki idari hataları ve kişisel
zafiyetleri, hırsları ülkede siyasi düzenin ,8 bozulmasına ve fitneye yol
açmıştır.
Bulunmuş
olduğu coğrafyanın en büyük siyasi sistemi ve devleti konumunda bulunmasına
rağmen Anadolu Selçukluları 1243 Kösedağ Savaşında kendisinden sayıca az olan
Moğol ordusuna karşı başarısız olup, mağlup oldu. Sonraki süreçte siyasi olarak
Moğollara bağlı bir şekilde varlığını devam ettiren Selçuklu Devleti nin
idaresi 1277 yılında fiilen İlhanlıların kontrolü altına girmiştir. Moğolların
idari baskıları ve zulümlerinin artması ve gölge idareci konumundaki Selçuklu
hanedanı mensuplarının zayıf duruşları halkın devletlerine olan güvenini
zedelemiş ve kendi başlarının çaresine bakmaya yöneltmiş özellikle de uç
bölgelerinde yerleşen Türkmenler kendilerini Moğollara karşı ısrarla müdafaa
etmişlerdir.[9]
Siyasi
olarak Türk devlet geleneğinin getirisi olan devletin hanedan üyelerinin ortak
malıdır anlayışı neticesinde başlayan taht mcadeleleri ve aynı dönem içindeki
diğer gelişmeler yerel-bölgesel güçleri ortaya çıkarmıştır. Anadolu’da ikinci
Türk Beylikleri olarak adlandırdığımız mahalli güçler, Anadoluyu paylaşarak
yeni yönetimler, yeni beylikler kurmuşlardır. Karamanoğulları, Karesioğulları,
Candaroğulları, Hamidoğulları, Germiyanoğulları Saruhanoğulları,
Menteşeoğulları ve Osmanlıoğulları gibi beylikler kurulmuştur. Bunlar
içerisinde Batı Anadolu ve Rumeli de gelişme istidadı gösterip güçlenen, daha
sonra Anadolu’ nun siyasi birliğini sağlayan Osmanlı Beyliği diğer beyliklerin
de kontrolünü eline geçirmiş ve Anadolu’daki Moğol tahakkümüne son vermiştir.[10]
Olaylardan
anlaşıldığı kadarıyla Anadolu’nun birçok savaşlara ve göçlere maruz kaldığı
kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Anadolu Selçuklularının
zayıflamasından sonra bu bölgede istikrarsız bir ortam oluşmasıyla 1240 da
meydana gelen Babai isyanı Anadolu Selçuklu Devletini yığrattığı gibi, o
dönemin Türkmen oymakları arasındaki dini anlayışları (Kızılbaşlığın ilk
kıvılcımları) görmemiz açısından önem arzetmektedir.[11]
Anadolu
Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devletinin iskân politikası gereği Türkmenleri, fethettiği
yerlere yerleştirme politikası, devamında ise bazı konar-göçer oymakların
yerleşik hayata geçmede zorlandığı gerçeği ve bu kargaşalardan ötürü bu
asırlarda halkın iktisaden zayıflığı sosyal bir gerçektir.[12]
Sosyal açıdan ele alındığında bu yeni yerleşim merkezlerini açarken Anadolu da
Selçuklu öncesi yaşanan olayların da gözardı edilmemesi gerekmektedir. Uzun
süre devam eden Bizans-Arap ve Bizans-İran savaşları Anadolu’yu ıssız bir
coğrafya haline getirmiş, halk ise yoksul ve savaşlardan bitap düşmüştür.
Bizan’ın takip ettiği ve uyguladığı baskıcı din politikaları da Ermeni Süryani
vb. Kilise mensuplarını canından bezdirmiş, zor durumda bırakmıştır. Kısaca bu
asırlarda Anadolu kendi iç politik çekişmelerinden dolayı doğudan gelen Türkmen
akınlarına engel olamadığı gibi onların gelişine uygun bir zemin oluşturmuştur.[13]
Bu
süreçte, Horasan’dan ve daha farklı yerlerden gelip Anadoluya yerleşen
Türkler’in bir kısmı devletin de öncülük etmesiyle şehir merkezlerine yerleşmiş
veya göçer aileler şeklinde hayatlarını devam ettirmişlerdir. Türkler’in
göçleri uzun süre devam etmiştir. Hal böyle olunca, önceden gelip yerleşen
Türkler’le, sonradan gelip te şehir merkezine yerleşmeyen köy hayatını sürdüren
ve yaylak- kışlak yaşam tarzını devam ettiren gruplar arasında bir anlayış ve
kültür farklılığı oluşmaya başladı. Neticede bu farklılık kendisini
hissettirmede gecikmedi. İki kesimim birbirini dışlaması ve beğenmemesi sonucu
istenilen seviyede bir kaynaşma sağlanamadı. Hatta birbirlerine ‘yürük’ ve
‘yatak’ tabirini kullanmaya başladılar.[14]
Bir
devlet meydana getiren bir milletin ve aynı kana, aynı geçmişe sahip olan bir
ırkın ruhen ayrılıkları ne fena bir şeydir. Bir milletin en önemli eksiğide
budur. Tarihte tekrar eden olaylar silsilesi içinde bu ayrılığın sonuçları, bir
milletin kendi geleceğini yok etmesi şeklinde tezahür etti. Millet, millet
anlayışını henüz idrak etmemiştir ve hala iki topluluğun birbirini tanımazlığı
sürmektedir. Hatta bu durum devleti idare edenlere bile sirayet etmiştir. Halbu
ki devletin dayandığı unsurların içinde vicdan birliği şarttır ve bu proplem de
ancak bilgi ile aşılabilir.[15] Yusuf
Ziya Yörükan 1932 yılında bu satırları kaleme alırken, iki toplum arasında hala
çok ciddi ayrılıklar ve proplemler olduğunu ancak bu meselenin sadece ön yargılardan
uzaklaşarak bilgi ile halledilebileceğini ifade eder.
Müslüman
olan Türkmen oymaklar, İslam coğrafyasında bozulan birliğin ve istikrarın
sağlanmasına önemli katkıda bulunmuşlardır. Türkler’in, İslam’ı tehdit eden en
büyük dâhili tehlike olan Şiiliğe karşı, özellikle de İsmailiyye- Bâtıniyye
fırkası ile mücadele etmeleri; hârici düşman olan Haçlılara karşı koymaları,
İslam dünyasının Şiileşmesini veya Hıristiyanlaşmasını önlesede,[16]
Türkmenler devletin ve ordunun önemli mevkilerine getirilen Türk olmayan
unsurlardan şikâyetçi idiler. Sultan Tuğrul Bey zamanından beri devletin önemli
mevkilerine başta Nizâmülmülk olmak üzere İranlı vezirler ve idareciler
getirilmişti. Nizâmülmülk bu konuda: “Her ne kadar Türkmenlerden bıkkınlık
geldi ise de sayıları çoktur. Bu devletin kuruluşunda çok hizmetleri ve
emekleri vardır ve sultanın akrabalarıdır,” [17]
diyerek bu tespitin doğruluğunu teyit etmektedir.
Büyük
Selçuklular zamanında, sosyal ve ekonomik sebeplerden dolayı Türkistan'dan
Anadolu'ya kalabalık bir Türkmen göçünün yaşandığı bilinmektedir. Anadolu'ya
gelen bu Türkmen topluluklar İslamiyeti benimsemekle beraber, onu kendi sosyal
ve ekonomik imkânları ölçüsünde öğrenmeye ve yaşamaya çalışmışlardır. Neticede
tıpkı Büyük Selçuklular zamanında olduğu gibi, Anadolu'da da yerli Müslüman
halk, birtakım inanç ve davranışlarından dolayı bu göçebe topluluklardan pek
hoşlanmamıştır. Ağırlıklı olarak, Arap-Fars kültür unsurları ile desteklenen
devlet yönetimi de, göçebelere karşı benzer bir bakış açısıyla yaklaşmış ve onları
kazanmaktan çok başından savmaya çalışmıştır. Bu durum, Türkistan'da olduğu
gibi, Anadolu'da da göçebelerin dillerini kolayca anlayabildikleri bazı derviş
ve şeyhleri kendilerine önder olarak kabul etmelerini ve dini bilgilerini
onlardan öğrenmelerini beraberinde getirmiştir.
Büyük
Selçuklular (1037-1157) tarafından Batı boylarına sevkedilen ve bundan dolayı
da yönetime karşı nefret hissi duyan bazı Türkmenler, Anadolu Selçukları
zamanında da benzer bir muameleye tabi tutulmuş ve Batı istikametinde uç bölgelere
yerleştirilmişlerdir. Üç bölgelere sevkedilen bu Türkmen topluluklar,
tabiatıyla yönetime karşı bir tepki olarak, geleneksel yapılarını koruma
hususunda çok hassas davranmışlardır.[18]
[19] Bu durum
Anadolu’da Türkmenler arasında dışa kapalı sosyal bir yapının oluşmasında ve
böylece de eski inanç ve geleneklerin devam ettirilmesinde önemli bir etken
olmuştur.[20]
Selçuklu
Oğuz-Türkmen probleminde Türkmen kitlesinin devlet tarafından dışlanmasının
sebebi olarak, bazı kaynaklarda onların sert ve haşin tabiatlı insanlar olması
gösterilse de başka bir sebep de, henüz İslâmiyeti yeni kavrayan ve eski
gelenek ve ananelerin güçlü bir şekilde devam ediyor olduğu Türkmen kitlesinin
Türk töresine aykırı hareket edilmesine fazla müsamaha göstermemeleri, göçebe
hayatın yerleşik hayat gibi İslam’ı nizami bir şekilde öğretme ve öğrenmeye
uygun olmayışı gösterilebilir.[21] Selçuklu
döneminde oğuzların zaman zaman isyan içinde olmalarına ve nihayetinde
Selçuklular’ın zayıf düşerek yıkılmalarına, Osmanlıda ise Selçukludan bu yana
devam edegelen bu isyanların içine bir takım farklı dinlerin unsurlarını da
alarak bir isyankâr zihniyet oluşması ve tamamen sünnî-merkezi topluluktan
ayrışarak bir kızılbaş toplumu oluşmasına, zemin hazırlamıştır.
Bütün
bunlarla birlikte Oğuz ayaklanmasının dini bir yönünün olup olmadığı tartışma
konusudur. Bugüne kadar araştırmacılar siyasi ve ekonomik yönüne dikkat
çekmişlerdir. Oğuzlar, bizzat kendilerinin kurduğu devletin İranlılar
tarafından yönetildiğini ve bunun hem siyasi hem de ekonomik olarak aleyhlerine
neticeler doğurduğunu gördüler. Oğuzlar, Selçuklu yönetiminin, devletin
kuruluşunda büyük hizmetleri dokunmasına rağmen, kendilerini devlet hizmetinde
kullanacak yerde, raiyet yazıp ağır vergilere tabi tuttuğunu görünce çok
kızdılar ve ayaklandılar.[22] [23] Ancak
ayaklanmada dini etkenler de söz konusu olduğu ayaklanma sonrasında kendisini
göstermiştir. İbnü'l-Esir, açık biçimde, Oğuzların ulemanın üst düzey
temsilcilerin arasında yer alan şeyhlere, fakihlere, hatip ve imamlara
acımasızca davrandıklarından söz etmektedir. Hatta yapılan açıklamalar göre,
Oğuzlar bazı din adamlarının ağzına
toprak doldurarak kızgın demirlerle katletmişlerdir.
Moğolların
önünden kaçarak Anadolu'ya gelen kalabalık Türk boylarının İslam inançları
oldukça esnekti. Gerçek şu ki otoriter bir İslam anlayışının Türk toplumları
arasında yerleşmesi uzun zamanlar almıştır. İslam'ın bir mezhebine doğrudan
bağlı kalarak İslami bir kimlik kazanmış Türk toplumlarından ancak çok
sonraları söz edebiliriz. Buna göre, İslam her zaman için Türk devleti ve
toplumu arasında farklı anlamlar ifade etmiştir. Yerleşik bir toplum olduktan
sonradır ki İslam, Türkler arasında hukuki ve siyasi manada tam olarak hâkim
olmuştur. Safevi Devleti'ni oluşturan Türk boylarının çoğunun zamanında Osmanlı
tebaası olduğu unutulmamalıdır. Bunların bir anda Osmanlı Devleti'ne
başkaldırarak Erdebil şeyhlerinin safına geçmeleri medrese eksenli öğretilen
İslam'la, konar- göçer oymakların İslam anlayışı arasındaki farkı da ortaya
koymaktadır. 1153 yılında Oğuzların Belh Ayaklanmasında devletle birlikte
ulemaya karşı takındığı tavrın Babailer ayaklanmasında tekrarlanması ve
Kızılbaş olaylarında bir kez daha kendisini göstermesinin tabanında yine bu iki
İslam algılamasının farkları yatmaktaydı. Devletin İslam anlayışı, siyasi
kurumlarıyla, şeri hukukuyla ve en önemlisi eğitimiyle bütünleşmiş köklü bir
yapıyı içerirken, bahsettiğimiz grupların İslam anlayışı ise daha çok hissi
bağlarla ve babaların öğretisiyle pekişmiştir.[24]
İslam'la
Türk yaşam biçiminin ve geleneklerinin bir araya gelmesinde ve örtüşmesinde
kuşkusuz Yeseviliğin önemi inkâr edilemez. Köprülü'nün de belirttiği gibi,
dini-tasavvufi unsurla, milli, yani halk unsurunun bir araya getirilmesinde
Hoca Ahmet Yesevi’nin (v.1167) derin etkiler olmuştur. Yesevilik, Türklerin
büyük piri, Hoca Ahmet Yesevi tarafından Maveraünnehir'de kurulan bir Türk
tarikatıdır. Bu tarikat, İslamın yarı-yerleşik ve göçebe Türk boylarının
sosyal, kültürel yapılarında köklü bir değişiklik yapmadan uyarlanarak ve pek
çok eski Türk inanç ve geleneklerini koruyarak Türkler arasında yayılmasıyla
gelişmiştir. Yesevilik, ‘Türkmen muhitine uygun, karmaşık sufiyane doktrinlere
sahip olmayan basit ve pratik yapısı, sadeliği ve Türklere uygun gelen cezbeci
karakteri sayesinde çabucak yayılmıştır.[25]
Dini
açıdan incelendiğinde XIII. ve XIV. Yüzyıllarda Anadolu coğrafyasında
yaşayanların büyük çoğunluğu Sünni Müslümandı.[26]
Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti ve devamında Osmanlı Devleti
Sünni akideyi benimsemiş ve bunu bir devlet geleneği haline getirmek için ciddi
gayret sarfetmişlerdir. Büyük Selçuklu Devleti’nin ünlü devlet adamı
Nizamülmülk (ö.1092) ülkenin her yerine yayılan ve özellikle Ehl-i Sünnet
inancını destekleyen meşhur Nizamiye medreselerini kurmuştur. Merkezi Bağdat
olan bu medreseler yüzyıllarca İslam âleminde önemli bir görevi ifa etmiş,
Sünni inanç esaslarını hem korumuş hemde İslam dünyasına yayılmasında etkileri
olmuştur. [27] Bir
müddet sonra idarenin putperest Moğolların eline geçmesi İlhanlıları ön plana
geçirmiştir. İlhanlılar zamanında ortamı kendi fikirleri için uygun bulan aşırı
fırkalar ve görüşler de yavaş yavaş ortalığa çıkmaya başlamışlardır. Bu
görüşler daha önceleri de mevcuttu ancak Moğolların dini açıdan putperest
olması bu görüş ve fırkaların daha rahat hareket etmelirini sağlamıştır.[28] Ancak
İlhanlı hükümdarı Olcaytu’nun Şii İmamiyye mezhebine girmesi, Şiiliğin İran
bölgesinde Devletinin kuruluşuna kadar canlı kalmasına sebep olmuştur.
Bir
diğer yandan Anadolu’ya gelen Oğuz Türkmenleri, bu bölgenin dini yapısı için
son derece önemli bir yere sahiptirler. Onlar sürekli kafileler halinde
Anadolu’ya geliyorlardı. Bu yeni gelenler beraberinde Orta Asyadaki
inanışlarını da getiriyorlardı ve hala onların bazılarında Şamanizmin etkileri
vardı.[29] [30] Akın akın
gelen bu oymaklar eski inançlarını muhafaza etmelerinden dolayı, Anadolu’daki
İslamlaşma süreci istenilen anlamda gerçekleşememiştir. Bu dağınık ve karma
durum özellikle kendini Anadolu’da XIII. ve XIV. yüzyıllarda özellikle
hissettirmiştir. O kadarki bu kitlelerin içinde İslamla hala tanışmamış olanlar
bile vardı.[31]
Sözkonusu bu topluluklar şehirden uzak
kaldıkları için mederese eğitiminden de mahrum kalıyorlardı. Onlar için eski
inanıçlarından bakiye Türk kamları ve atalarının müslümanlaşmış biçimi olarak
gördükleri Türkmen Babalarının telkin ettiği inançlar oldukça önemliydi.
Sonuçta bu kitleler Osmanlı Devleti öncesi Anadolu’nun sosyal ekonomik ve dini
yapısını büyük ölçüde etkilemişlerdir.[32]
Yavuz
Sultan Selim’in Mezhep Algısı ve Sünnilik Anlayışı
İncelendiğinde
Osmanlı Devletinin en belirgin vasfı, itikatta Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat,
amelde ise Hanefilik fıkhı ile örtülü bir İslam anlayışını kabul etmesidir.
Dolayısıyla meseleleri tartışırken bu eksende değerlendirme zorunluluğu ve
ihtiyacı hissedilmektedir. [33] Buna bağlı
olarak ta Yavuz Sultan Selim ve temsil ettiği devlet geleneği bu çerçevede ele
alınmalıdır. 10 Ekim 1470 yılında doğan Yavuz Sultan Selim Han, dokuzuncu
Osmanlı Sultanı olup, Osmanlı Hanedanlığına, sûrî ve şeklî olarak değil gerçek
manada, güç ve otoritesini yeniden elde etmiş bir Hilafet kazandırmıştır.[34]. Annesi
Dulkadiroğlu Alaüddevle Bozkurt Bey’in kızı Ayşe Hatundur. Kısa zamanda Arapça
ve Farsçayı konuşma ve yazmayı öğrendi. Farsçayı şiir yazacak kadar iyi
bilirdi. Tasavvufda seyrü- sülükunu Sünbül Sinan Efendinin sohbetlerinde
bulunarak tamamlamıştır.[35] Özellikle
Trabzon valiliği esnasında edebiyat ve tarihle hususi olarak ilgilenmiş ve
Mevlana Abdülhalim Efendinin derslerini takip etmiştir.[36]
Yavuz
Sultan Selim Han, tahta geçtiğinde ilk icraat olarak Divan’da devletin ileri
gelenlerini, yeniçeri başlarını, Rumeli beylerini toplayıp, gâzâ ve cihat
etmeye, ülkeleri fethetmeye azmettiğini ifade ettikten sonra;
‘’Padişah
olduğum zaman Arabistan’ı Çerkeslerden, Acem ülkesini Şiilerden temizlemeye
ahdetmiştim. Şark ve garpta i’lây-ı Kelimetullah için çalışacağım, zalimlere
evladım bile olsa merhamet etmeyeceğim. Zamanımda boş oturmak ve ahaliye
zulmetmek mümkün olmaz. İşte benim halim budur. Seferden korkmaz ve haddi aşmak
istemezseniz bana biat ediniz,’’ diyerek ilerideki hedeflerini açıklamıştır.[37] [38] Yavuz
Sultan Selim’deki bu idealist ruhu açıkça ortaya koyan beyanları onun aslında
dini hassasiyetlerinin ne denli güçlü olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Yavuz
Sultan Selim Han’ın Çaldıran öncesi isyanın eşiğinde olan yeniçerilere yaptığı
konuşması, hem kritik zamanda liderliğin önemini, hemde inancı için ölmeye
hazır olması açısından önemli olmalıdır:
„’Evlad-ı
iyal kaydında olanlara müsaade ediyorum. Geriye karılarının yanına
gidebilirler. Ben buraya dönmek için gelmedim. Rahatı arayanlar buraya
yakışmaz. Asker kıyafetli korkaklarla zafer kazanılmaz. Beraber cesaretle ve
kahramanca harp etmek varken, inatla bana karşı mı çıkarsınız? Aile ocağını
muharebe alanına değişecek askere ihtiyacım yok. İsteyen geri dönsün. Bütün
sıkıntılara, yorgunluklara karşı koymadan zafer nasıl kazanılır? Hedefimize
yaklaşmışken geriye dönmek büyük bir aşağılıktır. Cesareti kalmamış korkaklar,
kahramanlıklarıyla Osmanlı Devletini yükseltmek isteyenlerden ayrılsınlar. Tek
başıma dahi olsa Şah İsmail’e karşı çıkarım. Düşmanla çarpışacak olan mertler
benimle gelsin.
Yavuz
Sultan Selim Han’ın özellikle gerek Şah İsmail ile olan savaşında ve bu savaş
öncesi diyaloglarında, gerek Memlüklüler gerekse Hristiyan Devletler’in Krallarına
gönderdiği mektublarında, İslam Hukukunun tüm kaidelerine uymaya çalıştığı ve
netice alamaması sebebi ile son çare olarak savaşmak durumunda kaldığını
müşahede etmekteyiz. Nitekim Yavuz Sultan Selim Çaldıran yolunda devam ederken
Şah İsmail’e şu ifadeleri ihtiva eden bir mektup göndermişti;
“... Bilesin
ki ilahi hükümlerden yüz çevirenlerin, dini ve şeriatı yıkmaya çalışanların bu hareketlerine, bütün Müslümanların ve bu arada adalet
sever hükümdarların, kudretleri
nispetinde mani olmaları farzdır. Bunu söylemekten maksadımız şudur: Tekke
köşesinden hâkimiyete yükselen sen, Müslümanların memleketlerine saldırdın.
Maksadım, Allah’ın inayetiyle senin padişahlığını yok etmek ve bu suretle de
acizler üzerinden zulmünü ve fesadını kaldırmaktır. Ancak kılıçtan önce sana,
İslamiyet’i teklif ederim. Eğer yaptıklarından pişman olup can ve gönülden
Allah’tan günahlarının affedilmesini diler ve aldığın kaleleri geri verirsen,
tarafımızdan dostluktan başka bir şey görmezsin. Fakat kötü hallerin devam
ettiği takdirde, zulmünle karanlığa boğarak simsiyah yaptığın yerleri nura
kavuşturmak ve senin elinden almak üzere inşallah yakında geleceğim. Allah’ın
takdiri ne ise öyle olacaktır,”[39] Aynen
nakletmeye çalıştığımız bu mektupta İslamın cihat anlayışına atıfta bulunuyordu.
Bu ve benzeri mektuplarda Allah indinde yegâne dinin İslam olduğu ve bu dini
temsil eden Devletin Osmanlı olduğu, İskender gibi yırtıcı, Feridun gibi
şerefli, Keyhüsrev gibi adaletli olduğu ifade edilen Yavuz Sukltan Selim’in
eski Farisî geleneğe mensub hükümdarlar üzerinden idealize edildiğini görürüz.
Şah İsmail’in ise Acem diyarının idarecisi, kargaşalıkların baş aktörü, zamanın
Efresyab’ı,[40] olarak
idealize edilir.[41]
Sözkonusu
mektup İlahi hükümlerden yüz çevirildiği, Allah’ın emirlerinden sapıldığı, din
perdesinin alaşağı edildiği, şer’i şerifin tersyüz edilmeye çalışıldığı
durumda, genel olarak bütün Müslümanlar’ın, özel olarak ta adalet sahibi
idarecilerin müfsitlerin fesatlarını ortadan kaldırmalarının icab ettiğine
dikkat çekilir. Devamında adaletsizlik ve zulüm kapılarını Müslümanlara bu
taifenin açtığı, bunun zındıklığa sebep olduğu, Kızılbaşların zinayı helal
saydığı, ibadethaneleri yıktıkları, helalı haram, haramı helal saydıkları,
mushafa saygısızlık yaptıkları, Müslümanların kanını haksız yere döktükleri,
hulefaya sebbettikleri, İslam’ın ulu saydıklarını hafife aldıkları ifade
edilir.
Hemen
akabinde ise ulemadan gerekli fetvaların alındığı ve bu fetvalar gereğince amal
edildiği ifade edilir.
Yavuz
Sultan Selim’in bir başka hususiyyeti de İslam dininin bütün prensiplerini
tasavvuf anlayışıyla birleştirmiş olması ve bu uğurda bütün bir hayatını feda
edercesine dinini tam bir sadakat anlayışıyla yaşamış olmasıdır. O “Dünya
hayatı, oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret hayatı ise asıl hayatın ta kendisidir.
Eğer bilselerdi, geçici olan dünya hayatını, ebedi olan ahiret hayatına tercih
etmezlerdi,”[42] ayet-i
kerimesi gereğince, neredeyse at sırtından hiç inmeyerek i’lây-ı kelimetullah
için çalışarak ahiret hayatına hazırlanmaya çalışmıştır. Hayatını yaşarken
Allah’ın kendisi ile birlikte olduğunu hiç unutmamış ve bu anlayış çerçevesinde
idaresi boyunca mevzu din ve devlet olunca hiç gevşeklik göstermemiş, ancak
gündelik hayata dair sıradan proplemleri ise önemsememiş ve alçakgönüllülüğünü
hiç elden bırakmamıştır. Nitekim bir gün Çaldıran Seferi esnasında Hasan Can’a
(Hoca Sadeddin’in babası): ‘’Biz hiçbir yana, hiçbir yere sefer etmedik ki,
sırf kendi görüşümüz ve kararımız ile olsun. Biz vazifelendirilmeden bir yere
yüzümüzü çevirmiş değiliz’’[43] demiştir.
Ayrıca
o dönemdeki İslam medeniyetinin yeni yüzü olan Osmanlı Devletinin en önemli
unsurları olan âlimlerin ve hükümdarların neredeyse elele yürüyecek kadar yakın
olması, padişahların sıkı sıkıya bu zümreye bağlı olmaları,[44]
onların sadece resmi hayatta değil, tüm manevi hayatlarında da İslam Hukuku ve
bilimsel kuralların geçerli olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Hoca
Sadeddin’in babası Hasan Çan’dan naklettiği Yavuz Sultan’ın vefat anıyla ilgili
anektod, bize onun hayatı boyunca takip ettiği prensipleriyle ilgili çarpıcı
bilgiler vermektedir:
Bana
şöyle anlatırdı ki, ölüm vakti gelip çattığında bana seslendi ve şöyle dedi,
‘Hasan Can bu ne haldir’? Ben kulu ona söyledim ki ‘Sultanım Allah’a yönelip
onunla birlikte olma vakti gelmiştir.’ Bunun üzerine buyurdu ki “Ya sen bizi
bunca zamandır kiminle bilirdin. Allah’a yönelişimizde kusur mu gördün? Ben
dedim ki ‘hâşâ bir an bile Allah’ı anmakta gaflet içinde olduğunuzu görmedim.
Ama bu zaman ötekilere benzemez bundan dolayı ihtiyat olsun diye dedim.’ Bir süre
geçtikten sonra Yasin suresini okumamı buyurdu. Birinci defayı bitirip İkincide
‘’Selemün kavlen min rabbin rahîm” ayetini okurken ruhunu teslim etti.”[45]
Şah
İsmail’in tamamen Şii unsurlara dayanarak bir devlet kurma mücadelesinde
Anadolu’ya göz dikip yoğun bir propaganda faaliyetini takip ettiğini biliyoruz.
O zamana kadar Osmanlı’nın Safevileri bir tehlike görmeyerek ciddi tedbir
almayışı siyasetini Yavuz’un değiştirdiğini görüyoruz. Bu itibarla o Şah İsmail
üzerine yürüyüp Çaldıran savaşıyla durdurmasının sebeplerini, siyasi olmaktan
ziyade dini hassasiyetleri açısından ele almak gerekir.[46]
XVI.
Yüzyılda Anadoludaki İslam Anlayışında Tasavvuf Etkisi
Şeyh
Cüneyd’in 1449-1459 yıllarını kapsayan yaklaşık on yıllık süre içerisinde
Anadolu’nun birçok yerinde „’Evlad-ı Resul’’ namıyla dolaştığını ve kendisine
mürid toplamak için bir hayli çalıştığını biliyoruz.[47]
Yine Anadolu’ya Orta Asya’dan gelen Türkmen kabilelerden bazıları eski örf ve
adetlerini din telakki ediyorlar ve İslam’ın vecibelerine uymakta
zorlanıyorlardı. Bir başka topluluk Suriye’den Anadolu’ya gelmiş Bâtıni
inançlara sahip[48]
gruplardır ki Bâtıniler, İslam dışı gruplardan sayılıyorlardı. Yine İran’ın baskısıyla
canlarını zor kurtarıp Anadolu’ya gelen Hurûfî grupların da mekânı bu coğrafya
olmuştu. Babai İsyanını çıkaran grupların da Anadolu’da olduğunu hatırlattıktan
sonra, görülecektir ki adını saydığımız, sayamadığımız bütün bu Heterodoks
gruplar,[49] önce
Büyük Selçuklu Devleti ve Anadolu Selçuklu Devleti, ardından da Osmanlı Devleti
ile hiçbir zaman bağdaşamayıp, bahsettiğimiz özellikleri sebebiyle sürekli
Anadolu coğrafyasında problem olmuşlardır. Bu topluluklar, genelde başıboş, bir
idare altına girmekten sakınan, yerleşik hayata uymakta zorlanan, dolayısıyla
hangi devlet ve idare olursa olsun, otorite için tehlike arz eden bir unsur
olagelmişlerdir.
Şeyh
Cüneyd, Anadolu’ya geldiği zaman böyle bir ortamla karşılaşmıştı. Sayılan
sebeplerden ötürü, Erdebil ocağı ve bilhassa Cüneyd, Anadolu’da binlerce müride
sahip olmuştu. Şeyh Cüneyd’in onlara oldukça toleranslı davranması (namaz- oruç
aramaması) ve maceracı bir kişiliğe sahip olması, Türkmenleri cezbeden başka
bir husustu. Bu ortam ibadetleri te’vil etmeleri sebebiyle Bâtınilerin de işine
geliyordu. Sözkonusu durum aynı minval üzere, Şeyh Haydar (ö.894/1488) ve
devamında Şah İsmail dönemlerinde de devam etti. Anadolu’da bu kadar çok müride
sahip olan Şah İsmail elbette ki Anadolu’ya bîgane kalması düşünülemezdi. O
anda olmasa bile günün birinde Anadolu’yu fethedip, oralarında şahı olmayı hep
iç âleminde hayal edip durmuştu.[50]
Şah
İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın askerî faâliyetleri, etrafındaki devletleri
tedirgin ettiği gibi, Osmanlı Devleti’ni de rahatsız etmişti. Sultan Yakûb’un,
II. Bâyezîd’e yazmış olduğu bir mektûbdan, Şeyh Haydar’ın Şirvan’a saldırdığı,
Şirvanşah’ın kendisinden yardım talebinde bulunduğunu ve bu talep üzerine
kendisinin bu şer topluluğun defi için Süleymân Bey komutanlığında bir ordu gönderildiğini,
bu ordunun Şeyh Haydar’ın ordusunu yenerek savaş meydanında kendisini
öldürdüğünü öğrenmekteyiz. II. Bâyezid, Sultan Yakûb’a gönderdiği cevâp
mektubda ise, Şeyh Haydar’ı sapık bir güruhun önderi olarak tanıtıp, onun
refinin kendisini memnûn ettiğini ifâde etmiştir.[51]
Osmanlı-Safevî
münasebetlerinin, Şah İsmâîl’in Erzincan’a gelmesinden sonra ayrı bir merhaleye
girdiği anlaşılmaktadır. Erzincan’da bulunduğu günlerde Türkmenler arasından
asker toplayan Şah İsmâîl, II. Bâyezîd’e iltimâs mektûbu yazmış ve Ustaclu
kabîlesinden geriye kalan yaşlı ve zayıfların korunmasını Osmanlı pâdişâhından
istirhâm etmiştir.[52] Aynı
günlerde Şah İsmâîl’in şer ve fesât amellerine karşı ihtiyât ile hareket eden
II. Bâyezîd, Anadolu Beylerbeyi Yahyâ Paşa komutanlığındaki bir orduyu Ankara
taraflarına sevk etmiş ve Amasya vâlîsi Şehzade Ahmed’e de İsmâîl’in bölgedeki
faâliyetlerini yakından tâkibe alması husûsunda teblîğde bulunmuştur. Şeyh
İsmâîl’in Erzincan dolaylarından asker toplayıp, [53]
Şirvanşahlar ve Akkoyunlular coğrafyasına yönelmesi üzerine Osmanlı ordusu da
eski mevkiine çekilmiştir.[54] Bu
olaylar Şeyh İsmâîl’in faâliyetleri’nin Osmanlı Devletini rahatsız ettiğini ve
ona bağlı topluluğun bertaraf edilmesi hakkında fikir oluşmaya başladığını
göstermektedir Nitekim bunu Akkoyunlu şehzadesi Elvend ile Osmanlı Sultan’ı II.
Bâyezîd arasındaki mektuplardan daha net anlamaktayız. II. Bâyezîd’e yazmış
olduğu mektûbunda, Akkoyunlular’ın zor
durumda olduğundan bahseden Elvend Mirza, Osmanlı pâdişâhından yardım
istemektedir.[55] [56] [57] II.
Bâyezîd cevabî mektûbunda, Kızılbaşlar’ın faâliyete geçmesiyle birlikte bölgede
ışığın azalıp, zulmetin arttığını kaydetmiş, ama hiçbir engelin güneş ışığının
önünü kesemeyeceğini belirtmiştir. Şah İsmâîl taraftarlarını “ Bâğî
(isyankâr ve âsi) Kızılbaş tâifesi” olarak adlandıran Osmanlı pâdişâhı,
Akkoyunlu şehzadelerinin güçlerini birleştirmek yolu ile bu topluluğu ortadan
kaldırabileceklerine işâret etmiş ve kendisinin de bu işlere yakın ilgi
göstereceğini ifâde 56 etmiştir.
II.
Bâyezîd, sonraki yıllarda Şah İsmail’in faaliyetlerini yakından takip etmiştir.
Bunun için Safevî- Osmanlı sınırındaki beylere, valilere gereken tenbîhât
yapılmış ve yaşanılan olaylardan Osmanlı Devlet merkezinin haberdar edilmesi
istenmiştir. Bu mektuplardan birisi II. Bâyezîd’in Diyarbekir Hâkimi Hacı
Rüstem Bey’e yazmış olduğu mektuptur. Osmanlı Sultanı mektubunda, bölgede
yaşanılan olayların zamanında ve doğru olarak kendisine ulaştırılmasını
istemiş, Rüstem Bey de örneğin, Şah İsmâîl’in Akkoyunlu pâdişâhları Elvend ve Murad’ı
yenilgiye uğrattığını, yine Mısır sultanı ile ittifâka girerek, yakında
Diyarbakır ve Maraş üzerine bir sefer planladığını haber 57 vermiştir.
Şah
İsmail ile Osmanlı Devleti arasındaki ilk resmi ilişki, 911/1505 yılında Safevî
sarayına gönderilen elçiyle başlamıştır. II. Bâyezîd tarafından gönderilen bu
elçi bir takım hediyeler götürür ve Osmanlı Sultanı’nın iyi niyetini ifade
ederek Şah İsmail’e bir mektûb verir. Mektupta, yapılan katliâm olayları ve
halk katında önemli yeri olan âlim ve zevâtın kabirlerinin dağıtılmasının,
hükümdarların adlarını tarihte kötüye çıkaracağını; bir tarîkatı yaymak adına o
tarîkatı bir devletin propaganda âletine dönüştürmenin, İslâm ümmeti arasına
tefrîka salmanın, İslâm’ın maddî ve manevî kuvvetini zayıflatıp, düşmanlarını
güçlendireceği ifade edilmiştir. İran coğrafyasına hâkim olabilmek için kılıç
yolunu tutup, sert politika tâkip etmekte devâm etmenin, Doğu’da ve Batı’da
bulunan pek çok devletin Safevîler’e karşı siyâsetini şekillendirip, siyâset
sahnesinde olumsuz vâkıalar ve gelişmeleri beraberinde getireceği gibi, tavsiye
niteliğinde bazı telkinatta bulunulmuştur. II. Bâyezîd, ayrıca, yukarıda
sıralanan fikir ve telkînlerin dikkate alınması durumunda Osmanlı-Safevî
dostluk ilişkilerinin tesîs edilebileceğini de ifâde etmiştir.[58] [59]
Şah
İsmâîl’in bu olumlu gelişmeye cevabı, tahrîk edici olmuştur. Elçinin gözleri
karşısında iki Sünni âlim yakılmış ve bundan başka elçiye Müslümanlarca
yenilmesi yasak olan domuz eti verilmiştir. Bununla da kalmayıp, bir sonraki
süreçte İstanbul’a bir elçi gönderen Şah İsmâîl, anne taraftan Trebizond
İmparatoru Calo Johannes Komnenus’un torunu olduğunu ifâde etmiş ve Trabzon
sancağını Osmanlı Devleti’nden istemiştir.
Şah
İsmail, devletini kurduktan sonra bu devletin devamlılığı için Anadolu’daki
oymakları kullanmayı düşündüğünü daha önce ifade etmiştik. Bu ihtiyaçtan olsa
gerek Anadolu’dan Tebriz ve civarına göçler sürekli Safeviler tarafından
desteklenmiştir. Bu yoğun göçlerin sonucudur ki Anadolu’dan göç eden bu
insanlar göç ettikleri yerlerin sosyal, askeri ve ekonomik olarak dengesini
bozmuşlardır. Bu sebeple II. Bâyezîd bu göçleri yasaklayıp bir takım sert
tedbirler almıştı. Elbette bu tedbirin tek amacı ekonomik değildi. Çünkü bu
tekkenin müridleri Şah İsmail’i büyük bir kurtarıcı olarak görmüşler ve Osmanlı
Devleti’ni saymayarak ne zaman nerede ne yapacakları belli olmayan kontrolsüz
bir grup halini almışlardı. II. Bâyezîd bundan başka sınır güvenliğini
arttırmak sûretiyle başlangıçta Şah İsmâîl’i ziyâret amaçlı olup, sonradan göç dalgasına
dönüşen hareketini önlenmeye çalışmıştır. Dolayısı ile Anadolu’da Erdebil
tekkesinin mensuplarının Şah İsmail’e bu derece bağlılıkları, Osmanlı Devleti
için ciddi bir tehlike arz ediyordu.[60]
Osmanlı Devleti bu yasağı koymakla, etbaını kötü ahlak ve batıl itikadlardan
korumayı da amaçlıyordu. Çünkü onların nazarında Şah İsmail ve temsil ettiği
fikir”Müfsid-ü Mülhid mübahî i’tikad”(Kötü ahlak ve batıl i’tikad sahibi) idi.
Böyle bir şerden insanlarını korumak Devlet-i aliyye’nin görevleri arasındaydı.[61]
Konulan
bu yasağın kaldırılması için II. Bâyezîd’e bir mektup[62]
gönderen Şah İsmail, mektubunda kendisini ziyerete gelen sufilerin
engellenmemesi için ricada bulunmuştur. II. Bâyezîd ise Şah İsmâîl’e yazdığı
cevâp mektûbunda onu ziyâret amaçıyla Anadolu’yu terk eden insanların,
savaşlardan kaçarak bir daha geri dönmediklerini belirtmiş ve önlemlerin de bu
meyanda alındığını ifâde etmiştir. Bu mektupta, ziyaretten sonra geri dönmeye
söz verenlere ise bu yasağın uygulanmayacağı ifade edilmiştir.[63]
Bununla
birlikte bütün bu çalışmaların neticesinde maksad hâsıl olmuş ve neticesinde
göçler durmuştur diyemeyiz. Halbu ki Osmanlı Devleti, Şah İsmail ve devletine
İslam’a sadık kaldıkları müddetçe taaruz etmek istemiyordu. Ehl-i Sünnet’in
mukaddes kabul ettiği hususları ihlal edip, bunları bir propaganda vasıtası
olarak kullanan Safeviler, karşılarında Osmanlı Devletini bulmuşlardır. Esasen
bu süreçte Osmanlı hep batıya ilerlemek istiyordu. Doğusundaki ve güneyindeki
bir takım beylikler ve devletler Müslüman oldukları halde saltanat hırsı gibi
sebeplerden dolayı Osmanlı’ya ayak bağı oluyor, dolayısıyla Avrupaya İslam’ın
yayılmasına mani teşkil ediyorlardı. Osmanlı orduları ne zaman batıya bir sefer
düzenlese Şah İsmail ve onun neslinden gelenler hep Anadolu’ya saldırmışlardı.[64]
Şah
İsmail’in planları büyük olduğundan Anadolu’ya en güvendiği halifelerini
gönderiyor ve oradaki müridânını organize ettiriyordu. Kemalpaşazade „’Ol
bed nihadın ecdadının hulefay-ı bed râyi ile Anadulu’nın ekser yerleri
doluydu’’[65]
ifadesiyle İsmail’in taraftarlarının Anadolu’da kalabalık olduklarını
anlatıyordu.
Aynı
şekilde meselenin özünü şu ifadelerle anlatıyordu; „’Şah İsmail’i Gümrah,
Bum-i Şum gibi Gilan vilayetinde kunc-ı humulda sınup otuturken Bayındır
Beglerinin fetret zamanında fırsat bulup geldi. Anadulu’da olan hulefaya ve
ehibbaya adam saldı ve tekke etrakını Dike- Burun füttaklarından yanına
varanlar tekaddümle tekarrub bulub Kızılbaş içinde merdanelik ve yoldaşlığa
meşhur oldular. Ömründe ve diyarında kendüye kimse âdem dimeyen bikârlar tuman
begleri olup hadden ziyade itibar buldular. İşiten çıktı gitti. Yerden ayrılup
yurdun terkidüp çiftin çubuğun dağıttı. Evin ocağın yaktı harab etti. Âna varan
begler olurmuş deyu zikrolan taifeden kalanlar dahi keman-ı intikam
kurmuşlardı. ’’ [66]
Osmanlı
Devleti idaresi altında bütün imtiyazlarını kaybederek normal bir vatandaş
haline gelen Anadolu’daki Türkmen beyleri için, beylik imtiyazları her şeyden
mühim olduğundan, İran’a gidip Şah İsmail’in bozuk itikadına katılmaktan
çekinmediler. Böylece orada bir takım haklara sahip olduklarını düşünüyorlardı.
Şah İsmail’in asıl hedefi ise, Anadolu’yu ele geçirmek ve Osmanlı Devleti’ni
yıkmaktı. Bu gayesinin tahakkuku için, Kızılbaş inancına inandırdığı kimseleri
sürekli Osmanlı coğrafyası içerisinde kullanmaktan çekinmemiştir. Bu süreçlerde
Trabzon valisi olan Şehzade Selim ise Şah İsmail’in bütün faaliyetlerini
yakinen izliyordu. Yavuz Şah İsmail’in anne tarafından kendi dedesi olan[67]
Alaüddevle’ye ve atalarına neler yaptığını da çok iyi biliyor ve Şah İsmail’in
bir gün Osmanlı ülkesine musallat olacağını tahmin ediyordu.[68]
Dolayısıyla Şehzade Selim, bir an önce Şah İsmail üzerine sefer düzenlenip, bu
zulümlere son verilmesini istiyordu. Yavuz Sultan Selim, şehzadeliğinde üç defa
Gürcistan seferi yapmıştır. Bunların en meşhur olanı 1508 Kütayis seferidir. Bu
seferlerin sonucunda Kars, Erzurum, Artvin ve kazalarının tamamı Osmanlı
Devletine geçmiş ve Gürcüler’in İslamiyet’e geçmesi sağlanmıştır. Akkoyunlu
topraklarından olan Bayburt, Erzincan, Kemah, İspir, Gümüşhane ve Çemişgezek
çevresini ele geçirmiş ve sancağına dâhil etmesi sonucu Şah İsmail, kardeşi
İbrahim Mirza’yı savaşa gönderdi.
Yavuz,
Şah’ın Erzincan’a gönderdiği orduyu yendi ve onları perişan bir halde Tebriz’
geri gönderdi. Bu arada Şah’ın kardeşini de esir aldı. Buna kızan Şah İsmail,
Yavuz’u babasına şikâyet etti. Bu şikâyet üzerine II. Bayezid, oğluna name
yazarak esirleri serbest bıraktırdı. Ardından aldığı yerleri Şah İsmail’e iade
etti ve Şah’ın kardeşini de serbest bıraktı. II. Bayezid Han, Yavuz’a başka
işlere karışmamasını tavsiye etti.[69]
[70]
II.
Bâyezîd devrinin sonlarına doğru Osmanlı-Safevî ilişkilerinde gerilim meydana
geldiği görülmektedir. Osmanlı-Safevî ilişkilerindeki gerilim ve şiddetin ilk
belirtisi, Şah İsmâîl’in Horasan seferi sonrasında vukû bulmuştur. Biraz önce
ifade ettiğimiz şekliyle, 916/1510’da Özbek Şeybani Han’ı yenilgiye uğratan Şah
İsmâîl, onun başını kestirmiş ve derisine saman doldurtup Osmanlı sarayına
göndermiştir. Bu olay, II. Bâyezîd’i rahatsız etmiş ve Şah İsmâîl’e bu tür
faâliyetlerden uzak durması yönünde tavsiyelerde bulunmuştur.
Şah
İsmâîl, Anadolu’da Şîa teblîgâtı yapmak ve Safevî yanlısı grubu harekete
geçirmek amacıyla Anadolu’ya iki halîfe göndermişti. Bu halîfelerden birisi,
Osmanlı tarihi kaynaklarında “Şeytankulu”[71]
ismiyle da ifade edilen Şahkulu idi. Şeytankulu bilhassa Ashab-ı Kiram düşmanı
Türkmen Kızılbaşların bulunduğu yerlerde bir hayli taraftar buldu. Etrafına
topladığı çapulcularla Antalya’da devlete karşı isyan etti.[72]
Osmanlı
idaresi Anadoluya dini ve ekenomik yönden zararlar veren göçleri durdurabilmek
ve tebaasını Safevî propagandasına karşı koruyabilmek için bir dizi siyasal,
dinî ve sosyo-ekonomik önlemler almış olduğu bilinmektedir.[73]
Bu önlemlerin başında, Osmanlı idaresinin Anadolu’dan İran’a ve Erdebil
Tekkesi’ne doğru kitleler halindeki göçleri yasaklaması[74]
ve Şah İsmail’in propaganda amaçlı olarak Anadolu’ya yolladığı halifelerini
tespit ettirerek bunları Rumeli’ye ve çeşitli yerlere sürgün ettirmesi gelir.[75] O dönemde
Anadolu’da azımsanmayacak kadar Safevî taraftarı ve gönüllüsü bulunduğu göz
önünde tutulursa bunu yapmakta da kendine göre haklı sebepleri olduğu
anlaşılabilir. O dönemin vakanüvisti Kemalpaşazâde bu durumu şöyle ifade eder;
“Şah
İsmail
Gilan vilayetinde sinmiş otururken Bayındır Beglerinin fetret zamanında fırsat
bulup geldi. Anadolu’da olan hulefaya ve ehibbaya adam saldı ve Tekke etrakını
Dike- Burun tuttaklarından yanına varanlar takaddümle tarrup bulup Kızlbaş
içinde merdanelik ve yoldaşlığa meşhur oldular. Ömründe ve diyarında kendüye
kimse adam dimeyen bikarlar begleri olup haddinden ziyade itibar buldular.
İşiden çıktı gitti. Yerden ayrılup yurdun terkedüp çiftin çubuğun dağıttı. Evin
ocağın yaktı harap etti. Ana varan begler olurmuş deyu zikrolan taifeden
kalanlar dahi keman-ı intikamı, kurmuşlardı..., Ol bed nihadın (Şah İsmail)
ecdadının hulefay-ı bed rayi ile Anadolu’nun ekser yerleri doluydu...”[76]
Sözkonusu
göçlerin Osmanlı Devleti için tehlikeli bir duruma geldiğini anlayan II.
Bâyezid, Sivas Sancakbeyine gönderdiği evâhir-i Zilkâde 906/Mayıs 1501 tarihli
hükümle, “Erdebil Sûfilerinden Erdebil-oğlu’na giderken, dutulan sûfîler’in
ehl-i fesât tâifesi oldukları ve Azerbaycan’a vardıklarında her türlü kötülüğü
yaptıkları için sınırdan geçirilmeyip, katledilmelerini” istemiştir. [77] Yine bir
diğer tedbir olarak, Andadolu’nun kırsal kesiminden İran’a olan bir dizi göç
dalgası sebebiyle belli bölgelerin halkları zorunlu tehcire tabi tutularak
Yunan kıyılarındaki Mudon ve Koron kalelerine, Budun[78]
Filibe’ye[79] ve Rumeli
tarafına sürüldüler.[80] Alınan
bir başka önlem ise Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti ortak sınır boyları, Şah
taraftarlarının geçişini engellemek için çok titiz bir şekilde denetim altına
alınarak Safevî Devleti sınır boylarına Sünnî aşiretler yerleştirilmişti.[81] Askeriye
içerisinde Rafizî ve ilhadî zihniyete sahip zevat, hapis ve tard edilimiş,[82] halk
arasında Sünnî inanca aykırı kitapların bulundurulmasına, okunması ve
dolaştırılmasına izin verilmeyerek Safevî propagandası ve onun sonuçlarının önü
alınmaya çalışılmıştır.[83]
Anadoluda
ki İslam Anlayışında Tasavvufun Etkisi
Osmanlı Devletinin kuruluşunda,
Anadolu’da faaliyet gösteren tarikatların etkisini biliyoruz. Özellikle Ahî,
Babaî ve Mevlevî tarikatları bu konuda önemli rol oynamışlardır. Osmanlı
idaresi de bu konunun farkında olarak bu süreçte derviş ve tarikat ehline hep
yardımcı olmuş ve gereken destek her şekilde sunulmuştur ki tasavvuf ve tarikat
Anadolu coğrafyasında neşv-ü nemâ bulmuştur. Bu iyi niyet karşısında her ne
kadar bunu kötüye kullanıp, dünyevi menfaat ve makamlara alet eden sufiler
olmuşsa da devlet gereken tedbiri almış ancak fikir ve düşünce hayatına bir
yasaklama getirilmemiştir. Fakat ihtilal ve isyan türü bir vukuat olmuşsa
devlet derhal müdahalede
bulunmuştur.
Bu
asırlarda Anadolu’da yaygın tasavvuf cereyanlarından birisi Bayramiyye
Tarikatıdır ve Hacı Bayram-ı Velî (ö.14309) tarafından kurulmuştur. Bu tarikat
Melamiyye, Şemsiyye ve Celvetiyye kollarına ayrılmış ve bunlar aracılığı ile
devam edegelmiştir. Hatta Anadoluda binlerce mürid’in toplanmasına vesile
olmuştur. Dahası Hacı Bayram-ı Velinin halifelerinden Akşemsettin b. Hamza (ö.
1459) Fatih Sultan Mehmet’in hocalığını yapmıştır.[84]
[85] Yine bu
süreçte Anadolu’da görülen bir diğer sufi topluluk Halvetiyye Tarikatıdır.
Safevi Tekkesi ile aynı kaynaktan neşet eden Halvetiyye, Osmanlı devleti
nezdinde Kızılbaş hareketine karşı Sünnî çizgide yer aldığından dolayı, medrese
kökenli ulema ile tarikat mensupları iyi ilişkiler kurmuşlardır.[86] Köprülü
bunlar için “Alevî temayülâtını havi olmakla beraber Ehl-i Sünnet dairesinden
çıkmamak için fevkalade büyük bir itina gösteriyordu” demektedir.[87] Medrese
çıkışlı ve kültür seviyeleri yüksek Halvetî şeyh ve dervişleri, Osmanlı Devleti
ile halk arasında köprü vazifesi görmüş, Sünniliğin halk tarafından benimsenmesinde
önemli bir rol üstlenmişlerdir. [88] Hatta
Safevî Devleti’nin güçlenmesiyle Anadolu’daki pek çok tarikat Osmanlı Devleti
tarafından teftişten geçirilirken Kızılbaşlığa karşı direnen Halvetilerin
Osmanlı Devleti’nde Safevîliğe rakip olarak desteklendiğini görmekteyiz.[89] Çünkü
Osmanlı Devleti, Safevîlerin Anadolu’da yaşayan göçebe Türkmen unsurlara
yönelik Ehl-i Beyt motiflerinin bolca işlendiği propagandalarına karşı, yine
aynı kökden gelen Halevetiyye Tarikatı, Ehl-i Beyt sevgisini Safevîler kadar ön
planda tutan Sünnî bir tarikat durumundaydı.[90]
Anadolu’da
faaliyette olan bir başka tarikat da Zeyniyye tarikatıydı. Muslihiddin Vefa’nın
(ö.1491) kurduğu tarikatta II. Bayezid döneminde seçkin kimselerin toplandığı
bir merkezdi. Sinan Paşa, Molla Lutfi, Zenbilli Ali Efendi gibi şahsiyetler
tarikatın müdavimleri arasındaydı.[91]
Anadolu’da
faaliyet gösteren diğer önemli bir tarikat ise Kalenderilik’tir. Dünyayı ve
dünyevi değerleri umursamayan, içinde yaşadıkları toplumun, toplumsal düzenin
inanç ve geleneklerine karşı çıkan, bunu kılık, kıyafet, tutum ve
davranışlarıyla gündelik hayatlarına da yansıtan sufilere kalender, bunların
temsil ettiği tasavvufi zümrelere de genel olarak kalenderiyye veya
kalenderîlik adı verilmektedir. [92] Kalenderdik
Anadolu coğrafyasında XIII. yüzyılda görülür ki bunu Moğol istilası ile ifade
edebiliriz. Şam ve Mısırda çok ciddi tepki ile karşılaşan Kalenderiler Moğollar
tarafından imtiyazla karşılanmışlardır. Muhtemelen onları kendi şamanlarına
benzetmeleri bu musamaha’nın temel sebebi olsa gerektir.[93]
Kendi içlerinde muhtelif zümreleri olmakla beraber kalenderîlerin tamamı İran
ve Irak üzerinden Anadoluya gelmişlerdir. [94]
Aralarında küçük farklılıklar olmakla beraber pek çok hususta bu insanların
hayat tarzları ve düşünceleri birleşmektedir. Kalenderiler, mahrem yerleri
hariç hemen tamamen çıplak gezmekte, sırtlarında güneşte kurutulmuş bir koyun
veya keçi postunu yaz ve kış kıyafeti olarak taşımaktadırlar. Umumiyetle
yiyeceklerini dilenerek temin etmekteydiler. Esrar kullanırlar ve kendilerini
yaralarlardı.[95] XVI.
yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı merkezi yönetimi bu dönemde Anadolu'da
görülmeye başlayan Şii-Safevi propagandası sebebiyle Kalenderiler'e karşı daha
sert bir tavır almaya başlamıştır. Osmanlı kaynaklarında Kalenderiler'le Şiilik
ve Safeviler arasındaki ilişkinin de bu tarihten sonra vurgulanmaya başlandığı
görülmektedir.
Kalenderiler'in
Osmanlı'nın Sünni anlayışına karşı olmaları bu tavır alışın sebebi olarak
değerlendirilmiştir. Tasvir edilen Anadolu'daki bu Kalenderi zümreleri XVII.
yüzyıldan itibaren Bektaşilik içinde eriyip tarihe karışmışlardır.[96]
Bu
dönemde Anadolu’da bulunan tarikatlardan bir diğeri Mevleviliktir. Mevlana
Celaleddin-i Rumî (ö.1273) tarafından kurulan Mevlevilik ilk devirlerde,
tamamen Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat akidesine bağlı olarak Anadolu coğrafyasında
faaliyet göstermiştir. [97] Ancak
Mevlana’nın Sultan Veled’den torunu olan Ulu Arif Çelebi zamanında bu tarikatta
Kalenderîliğin etkileri görülür. Ulu Arif Çelebi ve devamında Konya dergâhına
postişinlik yapan Divane Mehmet Çelebi, ona bağlı olan dervişlerle şarab ve
esrar içmekten çekinmemişlerdir. Hatta Mehmet Çelebi İran’a gitmiş İmam
Rıza’nın kabrini ziyaret etmiştir. Bu kalender-meşreplik ileride Mevleviliğin
Şemsiyye kolunun doğmasına neden olacaktır. [98]
Diğer taraftan Divane Mehmet Çelebi’nin Bektaşiler ve Kalenderiler ile
kaynaşması, bunların Necef, Kerbela ve Horasan’ı ziyaretleri, Mevlevilerin bir
kısmında kuvvetli bir Alevî, hatta Batınî temayülünün meydana geldiğini
gösterir.[99] Böyle bir
duruma devlet sessiz kalmazdı. Ancak Ehl-i Sünnet inancına bağlı Mevleviler’in
daha fazla oluşu bu tarikata karşı sert tedbirlerin alınmasına mani olmuştur.
Hatta İran şahlarını metbu sayan Aleviler, onlar ile bağdaşan Hurufiler,
iktidarı elde etmeye çalışan ve devlet içinde gizli bir örgüt olan Hamzaviler,
şiddetle tenkit edilirken, Alevi ve Hurufi inançları bemimseyen Mevlevilere
böyle bir tenkitte bulunulmamıştır.[100]
Anadolu’da
müntesiplerinin fazlalığıyla meşhur bir diğer tarikat ise Bektaşiliktir. Hacı
Bektaş-ı Velî (ö.1270-71) yaygın bir tanınmışlığı olmasına rağmen elimizde
hayatı ile ilgili fazla bir bilgi yoktur.[101]
Kitabü’l-Fevaid, Makalat, Şerh-i Besmele ve Şathiyye gibi eserleri bulunan Hacı
Bektaş, özellikle Kalenderiler, Haydariler, Işıklar ve Torlaklar tarafından
istismar edilmiştir. Bunlar tarafından Hacı Bektaşi Veli, Batınî, Hurufi ve Şii
vasıflı menfi bir edebiyata alet edilmiştir.[102]
Bektaşilik Anadolu’da kısa sürede yayılma sürecine girmiştir. Bunun sebebi,
Bektaşilerin daha sonraki asırlarda bile etkisi gösterecek olan, her türlü
mahalli inançları kolayca bünyesine alabilmesine, daha doğrusu bir inançlar
halitasına[103] sahip
olmalarıydı. Bu sebeple Osmanlı’nın idaresiyle Rumelideki fetihlere paralel
olarak Bektaşiler bu bölgeledeki insanlara kendilerini kabul ettirmek için hiç
zorlanmadılar. Bektaşi doktrini giderek daha da zenginleşmiş ve her çevreden
insanlara hitab edebilen bir inanç ve yaşam biçimi halini almıştır. Bektaşilik
1450 li yıllardan başlayarak, geniş çapta Hurufiliğin tesirinde kalacak, aradan
fazla bir zaman geçmedende Anadolu’da yoğunlaşan Şii propagandası Bektaşiliğe
nüfuz edecektir.[104]
İşte
Şeyh Cüneyd Anadolu’ya gelip kendi fikirlerini yaymaya çalıştığı zaman,
yukarıda zikrettiğimiz hemen hemen tüm gruplardan bu fikirlere inanacak, etrafında
toplanabilecek, devletin ve halkın kendilerine iyi gözle bakmadığı aykırı
zümreleri, potansiyel taraftar olarak kullanmaktan çekinmeyecektir. Ancak bütün
bunlara rağmen ifade etmek gerekir ki Anadolu’da halkın büyük bir çoğunluğu,
Faslı Seyyah İbn Batuta’nın ifade ettiği gibi Sünni Müslümandı.[105]
Diğer
yandan Anadolu daki Sünni halkında Şiiliğe ve Safevi propagandasına karşı ciddi
tepkisi vardı. Bu tepki onların Ehl-i Sünnet olmayışından özellikle de Rafızî
olup şer’î kurallara uymadıklarından ileri geliyordu. Saru Saltuk bu tepkiyi
şöyle dile getirir: “Şu Acemden ki, kimi bulursanuz kırun. Bu mel’unlar hep
Rafızîlerdir. Kıyamete dek müfsidler, bu Acem mülkinden gelürler. Hayırlı taife
değildür.”[106] Bu
ifadeler bize o dönemde kendini çok ciddi bir şekilde hissettiren Safevi
propagandasına karşı toplumun çok ciddi bir tepki verdiğini göstermesi
açısından önemlidir.
Bu
topluluklar sebebiyle II. Bâyezid zamanında Anadoludaki siyasî düzen sarsılacak
hale geldiği görülmektedir. Zira II. Bayezit’in son onbeş yılında baş gösteren
ve Yavuz Selim döneminde artarak devam eden devlete karşı ilk toplu muhalefet
Anadolu’da yaşayan göçer ve yarı göçer Türkmen toplulukları arasında çıkmıştır.[107]
Osmanlı
Devleti, esasen Sünni İslamı öğrettiği medrese sistemiyle şifahi kültürü esas
alan tekke ile ilmi esasları hâkim hale getiren mederseyi birbiri ile
kucaklaştırmış ve bunu tabanındaki halka aynen yansıtabilmiştir.[108] Fakat bu
olayı gerçekleştiriken İslam dininin prensiplerinden taviz vermemiş, Sünni
İslamı aynen korumuş ve bu sebeple ince bir çizgiyle senkretik hale gelen
Kızılbaşlık inancından ayrılabilmiştir. İşta bu yüzden Osmanlı Devletini,
Şehriyar-ı Selçukî’den destek alarak Karacadağ havalisine yerleşen,
itiyadlarının esiri olan, itikadlı, ümmi, ulemayı taklid eden, yol iz bilmez
göçmel veya konar-göçer/göçer evli, karargâhında gece gündüz savaşın kumaşını
dokuyan Oğuz yörükleri/Türkmenleri kurmuştur.[109]
Son
olarak, Kızılbaşların Anadolu’da yaşadıkları yerler hakkında kısa bilgi
vermekte fayda vardır. Gölpınarlı “Kızılbaşlar Edirne ve Kırklareli kırlarında,
Dobruca ve Deliorman’da, Eskişehir ovasında, İzmirde Narlıdere Havzasında,
Sivas, Çorum, Mecidözü, Sungurlu, İskilip, Divrik, Tunceli, Malatya, Erzincan,
Erzurum havalisinde, Balıkesir ovasında, Antalya ve Hatay taraflarında bulunur,”
[110] der.
Timur’un Anadolu’dan götürdüğü esirleri serbest bırakması sebebiyle Anadolu’da
özellikle bu esirlerin memleketleri olan Teke, Hamit ve Karamanoğulları gibi
güney beyliklerinden ciddi oranda Safeviyye müridi olduğu, yine Şeyh Cüneyd’in
Anadolu’yu dolaşırken biraz önce saydığımız yerlerde tutunabilmesinin
sebebinin, bölge halkının Şiiliğe ve Kızılbaşlığa meylinin bir sonucu olduğunu
ifade edebiliriz.[111]
Rum
Beylerbeyine hitaben yazılan bir hükümde; Vilayet-i Rum’la alakalı Sivas’a
yakın yerlerden Kangallı, Alipınarı ve o tarafların ahalisi ile İran sınırının
beri tarafındaki Amasya, Çorum, Hüseyinâbad, Merzifon ovası ve o havalide
yaşayan diğer halkın çoğunluğunun rafz ve ilhad ile meşhur oldukları,
Safevilere meylettikleri, aralarında yardım toplayıp İran’a gönderdiklerinin
ifade edilmesi[112] arşiv
belgelerinin Kızılbaşların yaşadıkları yerleri bildirmesi açısından önemlidir.
Amasya kadısına, Amasya beyine, Çorum, Zile, Turhal, İskilip, Osmancık,
ArtukAbad, Mecitözü, Kazabad, Hüseyinabad, Gümüş, Ortapare, Eynepazarı, Katar,
Karahisar-ı Demirlü ve Koca kadılarına hitaben yazılan bir hükümde, adı geçen
kasaba ve köylerde mülhid ve Kızılbaşların bulunduğunun ifade edilmesi[113],
Kızılbaş halkın yaşadığı coğrafyayı bilmemizi sağlamaktadır.
Esasen bu hat boyunca uzanan
saha, Osmanlı Devleti’nin Anadolu’nun doğusu istikametinde yayılma sürecinde
yaşanan Yıldırım-Timur, Fatih- Uzun Hasan ve Yavuz- Şah İsmail kavgalarının
geçtiği coğrafyayı işaret etmektedir. Bahsettiğimiz devirde Osmanlı Devleti, bu
hat üzerinde hâkimiyetini pekiştirme ve hattın doğusuna hâkim olma mücadelesi
vermektedir. Bu coğrafi alanın, Babâiler hareketinden beri merkezi otorite
karşııtı Mehdici isyan hareketlerine müsait bir yapının olduğu gerçeğini
bilmemiz gerekir. Bu mücadelelerin sonuçta Safevi propagandasına uygun bir
zemin oluşturduğunu da özellikle vurgulamakta fayda vardır.[114]
Konuyla
İlgili Bazı Terimler
Öncelikle
Osmanlı devirlerinde Rafızî, Şia ve Kızılbaş kelimelerinin birbirlerinin yerine
kullanıldığını bilmekte yarar vardır. Bu kelimeleri, tarihi süreç içinde
düşünecek olursak, Harici,
Mecusi, Mülhid Sıfatân, Şii ve Mülhid-i Mezheb, Bî Mezheb, Havaric-i Tâife,
Kelb Rafızîler, Evbaş, Kallaş, Mülhid, Zındık, Kâfir, Âsî, Ehli İnâd, Eşkıya
ve Melûn kelimeleri ile müteradif olarak kullanılmıştır. Ayrıca bunlara
Ayyâr, Abdâl, Kalenderî, Haydârî, Câmi ve Işık kelimelerini de ekleyebiliriz.[115]
1.
Kızılbaş:
Kızılbaş
kavramının menşei hakkında, ilmî ve tarihi açıdan gerçekliği tartışılabilecek
yaygın bazı rivayetlerin bazıları şunlardır:
-
Uhud muharebesinde
Hz. Peygamberimizi koruyan Ebu Dücane’nin sarığı, aldığı yaralardan akan kan
sebebiyle kırmızıya bürünmüştü. Bu yüzden kızılbaşlar kırmızı bir başlık
giymektedirler.[116]
-
Hz.
Ali, Hayber Kalesi’nin fethinde başına kırmızı bir sarık sarmıştır.
-
Hz. Ali,
Sıffın savaşında askerlerini Hz. Muaviye’nin askerlerinden ayırmak için
onlardan kırmızı sarık sarmalarını istemişti.
-
Hz. Ali
İbn-i Mülcem tarafından şehit edildiği zaman başındaki sarığı kırmızı kanla
boyanmıştı.
-
Şah
İsmail’in ordusu, tamamen kırmızı sarıklı idi.
-
Şeyh
Haydar, eskiden beri kullanılan kırmızı başlığa orijinal bir şekil vererek
Haydâri Tacı bulmuş ve bunun takılmasını müridlerine mecbur hale getirmişti. [117] [118] Nitekim
Şirvan’a hücum ederken ordusundaki askerlerin tamamına kırmızı sarık sardırmıştı.
Kızılbaş,
Türk tarihinde kırmızı börk veya başlık giyen bütün Türkmen boylarına verilen
bir isimdir. Türkler arasında Altay’lı Şamanlardan gelen başa kırmızı külah
giyme geleneği, İslamiyet’in kabulü ile ortadan kalkmamış, fakat birçok benzeri
Şaman geleneği gibi kutsallık kazandırılarak İslamileştirilmiştir.[119]
Kızılbörkü sadece Aleviler değil, Sünniler de giyerdi. Ancak Sünnîler bunu
zamanla terk etmişlerdir.[120]
Kızılbaş adı, X. yüzyıldan itibaren
İslamiyet’i kabul etmeye başlayan ve bu yeni dini önceki birtakım inanç ve
gelenekleriyle kendilerine has biçimde bağdaştıran konar- göçer Türkmen
oymakları için değişik coğrafya ve dönemlerde kullanılan çok sayıdaki
isimlerden biridir. Önceleri bütün Türkmen oymakları kızıl börk giydiği halde
yaygın İslami anlayışa mensup kesimlerin zamanla kızıl börkü terk etmesi
üzerine sonraları Alevi adıyla anılacak zümrelere kızılbaş denilmeye devam
edildiği ifade edilmektedir.[121]
Kızılbaş isminin belirli bir dini ve
sosyal grubu nitelemek üzere ilk defa ne zaman kullanıldığına dair kesin bir
kayıt yoksa da ağırlık kazanan görüşe göre bu kullanım XV. yüzyılın son
çeyreğinden itibaren ortaya çıkmıştır. Safevi Devleti'nin kurucusu Şah
ismail'in babası Şeyh Haydar, büyük bölümünü Azerbaycan ve Doğu Anadolu Türkmen
boylarının oluşturduğu taraftar kitlesine, kendilerini diğerlerinden ayırmak
için her biri oniki imamdan birini temsil eden on iki dilimli kırmızı börk
giydirmiş ve bu kitleler zaman içinde kızılbaş diye anılmıştır. Tac-ı
Haydari veya kısaca tâc diye anılan bu baş giysisi üzerine beyaz bir
tülbent sarılan sürahi biçiminde on iki dilimli kırmızı bir kavuktur.[122]
Başlangıçta
siyasi mahiyet taşıyan bu adlandırma, Safeviler'in dini propagandaları sonucu
görünüşte on iki imam inancına bağlı kalmakla birlikte Tanrı'nın beşer
suretinde görünmesi, tenasüh ve hulûl ile Ali'nin bedenleşmesi olarak algılanan
Safevî hükümdarına yönelişle birleşerek aşırı anlayışların bütün ayırıcı
niteliklerini ortaya koyan Türkmen Şiilik biçiminin adı olmuştur.[123] [124]
Kızılbaş
terimi başlangıçta sadece Şeyh Haydar'ın taraftarlarını içine alırken daha
sonra onun ve oğlu Şah İsmail'in yoğun faaliyetleriyle zaman içinde taraftar
kitlesinin çoğalmasına paralel olarak bütün Safevî taraftarlarını kapsayan çok
geniş bir sosyal tabanı nitelemek üzere kullanılmıştır. Bu sosyal taban
Kızılbaş ismini iftiharla benimserken muhalifleri hareketin taşıdığı siyasi
karakter dolayısıyla buna kötüleyici anlamlar yüklemişlerdir. XVI. yüzyıldan itibaren
Osmanlı-Safevî çekişmesinin tabii bir neticesi olarak Osmanlılar, kızılbaş
terimini devlet muhalifi ve isyancı zümreler anlamında kullanmış, bu asrın
başlarından itibaren artan kızılbaş ayaklanmalarında isyana katılan zümrelerin
dini inanç ve anlayışları Kur'an ve sünnete dayalı çoğunluğun anlayışıyla
karşılaştırılarak isme dini boyut da eklenmiş ve kızılbaşlık sapıklık, yoldan
çıkmışlık, inkârcılık; manalarında kullanılmış, kızılbaşlar da yoldan çıkan
kişi ve gruplar olarak anılmıştır.
Osmanlılar, Sünnîlik'ten uzaklığı sebebiyle
kızılbaşlığa karşı husumet duymuş, bu bakış onları yakın döneme kadar kızılbaş
ismini küçültücü nitelikte kullanmaya sevk etmiştir. Bu sebeple Kızılbaşlar daha sonraları
(XX. Yüzyılın başlarından itibaren) kendilerini Alevî olarak ifade eder
olmuşlardır.[125]
Kızılbaş-
Bektaşî İlişkisi:
Kızılbaş
isminin daha iyi anlaşılabilmesi için ilişkili olduğu diğer terimlere de temas
etmek gerekir. Bunlardan ilki Bektaşilik'tir. Her ikisinin de Türk tarihinin
önemli dini- sosyal olaylarından biri sayılan Babai hareketinden doğması, inanç
ve ritüellerinin benzer görüntüler sergilemesi, dini tabanlarının aynı olması
gibi yönleriyle ortak olan Bektaşilik'le Kızılbaşlıktan ilki, bir tarikat
yapılanması içinde oluşurken diğeri hâkim karakteri itibariyle yine sûfî bir
mahiyet taşımakla birlikte kapalı bir toplumsal yapı içinde gelişen bir inanç
ve hareket niteliğine sahiptir. Bektaşiliğin sosyal tabanı hepsi birer halk
sûfîsi olan Türkmen babaları iken Kızılbaşlığın tabanı Türkmen babalarının
hitap ettiği Türkmen zümreleridir.[126]
[127] Bu iki
yapı arasında en önemli farklardan biri, Bektaşiliğin Osmanlı merkezi
idaresiyle problemsiz olmasına karşılık Kızılbaşlığın, devletin otoritesinden
uzak, zaman zaman ise devlete muhalif bir hareket içerisinde olmasıdır. Ayrıca
dini hiyerarşi ve âdab-erkân bakımından da Kızılbaşlık ve Bektaşilik arasında
önemli ayrılıklar vardır.
Kızılbaş
teriminin Osmanlı Devleti’nde Sultan II. Bayazid tarafından resmen
kullanıldığını görmekteyiz.[128] II.
Bayazıd 1501 yılında vuku bulan Şarur savaşından önce Elvend Akkoyunlu ve Kürt
Emir Hacı Rüstem’e göndermiş olduğu mektuplarda “Tâife-i bâğiyye-i Kızılbâşe
hazzelehumullah” ve “Cemaat-i Kızılbaş” ifadelerini kullanmaktadır.[129]
Nitekim
Hamza Sarıgörez’in fetvâsında bu çok açık bir şekilde beyan edilmektedir:
“Müslümanlar. Bilün ve âgâh olun. Şol tâife-i Kızılbaş ki, reisleri Erdebiloğlu
İsmaildir.” [130]
Kızılbaşlar,
değişik coğrafyalarda ve sosyal çevrelerde yaşadıklarından, aralarındaki
farklılık kendi varlıklarının bir parçasını oluşturmuştur. Ayrıca bu
farklılıkların tarihi seyrinde devamlılık arz ettiğini de söylemek mümkün
olmayıp, çevre ve şartlar değiştikçe inanç ve yaşam biçimlerinde değişim söz
konusu olagelmiştir.[131]
Kızılbaşlık-Işık
ve Kalenderilik İlişkisi:
Kızılbaşlık
farklılaşmasında önemli bir vurgu da daha az kullanılan Işık ve Kalender
terimleri üzerinde görülebilir. Bu iki terimin de bazen “Rafızî”lik ve
“Kızılbaşlık” ile yaklaşık olarak aynı anlamda kullanıldığını söylemek
mümkündür. Osmanlı-Safevî mücadelesinin yoğunlukla yaşandığı Sultan Selim’in
iktidarı boyunca Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren çeşitli bölgelerde
yaşadıkları bilinen Işık taifesi de Osmanlı devlet desteğindeki zâviyelere
sığınmalarına karşın diğer Safevî tesirinde kalan kesimlerle aynı takibata
uğramışlardır. Işık taifesi, sûfi yaşamın bir parçası olarak devlet ve toplum
nazarında pek de kötü bir pozisyonda bulunmamakla birlikte devlet nazarında
varlıkları meşrû sayılan, zâviyelere sığınan ama Safevî propagandasına da açık
kimseler olarak değerlendirilmişlerdir.[132]
Abdulbaki
Gölpınarlı’ya göre hem İran’a bağlı Alevîlere hem de Hurûfîlere Işık
denmektedir.[133] Fakat
bir takım Işık zümreleri çeşitli belgelerde mahkûm edilmiş olmasına rağmen,
Osmanlılar döneminde tüm Işıklara kötü gözle bakılmamıştır. Bunlar arasında,
“Ehl-i bid’at ve bî-mezheb”, “ferîk-i zındık ışık taifesi” ve “kalender-i
mülevves, ışık-ı hod-harâb” şeklinde tavsif edilenler olmakla birlikte Yavuz
Selim’i 1514 Tebriz’de karşılayanlar arasında “bir alay postlu Işık”ın da
olduğunu görüyoruz.[134]
Kalenderî
zümreler, Safevîlerin en verimli propoganda alanlarından birini teşkil
ediyordu. Safevîlerin ortaya çıkmasından sonra Kalenderî çevrelerin bir
kısmının Kızılbaş olduğunu diğerlerinin üzerinde de Kızılbaşlığa ait unsurların
tesirlerinin çoğaldığını söyleyebiliriz. [135]
Diğer yandan Avrupalı yazar ve seyyahlar da artık Kalenderîlerin, gezip
dolaştıkları her yerde “Şâhı merdân aşkına!” diyerek yiyecek dilendiklerine
işaret ettikleri dile getirilmektedir.[136]
2.
Zındık-Zenâdıka
İlk
bakışta inançsızlığı çağrıştıran ve geçmişte de İslam dünyasında bu amaçla
kullanılan zendeka terimi Osmanlı kaynaklarında genelde Ehl-i Sünnet
Müslümanlığına aykırılığı yahut inançsızlığı ifade için kullanılmaktaydı. [137] Selçuklu
ve Osmanlı metinlerinde bol miktarda rastlanan bu terimin ortaya çıkışı,
bilindiği üzere, ortaçağ’a kadar uzanmaktadır. Zındık kelimesi,
Sasanîler devri farsçasında kullanılan zendik sözünün arapçalaşmışıdır. Zendik
daha o devirde İran’da, zend’i tatbik eden, yani Zerdüşt’ün ünlü kitabı Avesta’yı
değişik bir görüşle yorumlayan ve Zerdüştîlik karşısında heterodoks bir zümre
telakki edilen Maniheistlere denmekte olup giderek sapık (heretique) manasında
kullanılır olmuştur.[138] [139] Yine
aynı dönemde Mazdekler için ve Areme’deki Hristiyanlar tarafından korkunç dini
uygulamalar yapan Marsiyonikler 139 ve Daysaniler için de kullanılmıştır.
Müslümanlığın
doğu ülkelerine yayılması neticesinde Arapça’ya geçen kelime zindîk şeklinde
telaffuz edilmiş, çoğulu zenâdıka, masdarı zendeka olarak tesbit
edilmiştir. [140] Arapça
sözlüklerde zindîk’ın aslının zendigiray (âlemin ebedîliğine inanan
kimse) olduğu, zind biçiminde de kullanıldığı, kelime Mecûsî Mani’ye ait
kitabın ismi iken zamanla zindî ve zindîkın ortaya çıktığı, zindîkın senevî yahut
düalist anlamına geldiği, nur ve zulmet inançlarını benimseyip Allah’a
ve âhiret gününe inanmayan kimseleri ifade ettiği belirtilmektedir. [141] Uygurlar
762’de Maniheizm’i devlet dini olarak kabul edince Abbâsî Halifesi
Mehdî-Billâh’ın emriyle 163’te (779) Maniheist zındıklara karşı başlatılan
sistemli baskı ardından gelen halife Hâdî- İlelhakk’ın son dönemine kadar (170/786)
devam ettirilmiştir. Halife Mehdî bu sebeple Dîvânü’zzenâdıka’yı kurmuş, buraya
sâhibü’z-zenâdıka (arîfü’z-zenâdıka) unvanlı bir görevli tayin etmiş,
haklarında yapılan tahkikat neticesinde suçu sabit görülenler hapis veya ölüm
cezasına çarptırılmıştır. [142] Bu
durum, zındıkları takıyye uygulamaya sevkettiği gibi, eski inanç ve
kültürlerine daha çok bağlanmalarına da yol açmıştır.[143]
İslâm tarihçileri, Bâtınî -İsmâiliyye dâhil bazı aşırı mezheplerin ortaya
çıkmasında önemli etkenlerden birinin, zındıkların İslâm karşısında eski İran
kültürünü hâkim kılmak amacıyla faaliyette bulunmaları olduğunu belirtmektedir.[144]
Bir
diğer açıdan zındık kelimesi, Irakta’ki yerel halkın karanlık dini inançları
için ifade edilirken, diğer yandan İslam’a girmiş ancak, iman esasları, siyasi
duruşu ve ahlaki yönden güvenilmeyen kişiler içinde kullanılmıştır.[145]
Aslında
gizli Maniheist olmasalar bile, İslâm’a uymayan serbest fikirler besleyen
kimselerin de zaman zaman zenâdıkadan addedildikleri görülmektedir.[146] Bu
kaynaklar yakından incelendiğinde, zendekanın o devirlerde İslâm dünyasını
hayli meşgul eden, siyasî ve ilmî çok geniş faaliyetlere sebep olan bir dînî ve
fikrî hareket olduğu dikkati çeker.[147]
[148]
Zındık,
İslam Hukuku açısından, kendini Müslüman olarak gösterip ancak sapık mezhep
anlayışına sahip kişiye denmektedir. Sünni bir Müslümanın otoritesini kabul
etmeyen bir Şii zındıktır. Yine Şeriat’in kanunlarını yerine getirmeyip
ibadetlerini yapmayan kişi zındıktır. Yine bir Kelam âlimine göre tevhit
akidesinden ayrılan biri zındıktır. Bir Dehrı yine zındıktır.
Selçuklular
devrinden itibaren bu terimin, (zenâdıka) Türk kaynaklarında ne gibi mânalar
kazandığı konusunda Osman Turan’ın kısmen yayınladığı, Mahmud b. Mahmud
el-Hatib’in Füstat’ul-Adale fi Kava’id is Saltana” isimli eseri önemli
bir kaynaktır. Yazmada Müellif, kendi zamanı olan XIII. yüzyıldaki sapık
inançlardan ve inançlılardan bahsederken, „’Bil ki eğer bu bedbaht cahillerin
ilmi olsaydı bu küfür ve zındıklığa sapmazlardı’’ ve „’Bu kişiler, bu
devirde küfür ve zındıklığı açığa vurmuşlardır’’ şeklindeki ifadeleriyle
küfür ve zındıklığı bir arada zikretmektedir. Buradan genel olarak yazarın zındık
terimini kâfir şeklinde”[149] anladığı
anlaşılmaktadır.
Osmanlı
döneminde İbn-i Kemal, Molla Kâbız olayı dolayısıyla, sırf zındık kelimesi
üzerinde duran bir risâle kaleme almıştır. Ona göre sonuç olarak zındık,
aslında Allah’a ve herhangi bir dine inanmamakla beraber bunu gizleyen kişi
demektir.[150]
XVI.
yüzyıla ait bir anonim olan Menâkıb-ı Sultan BayezidHan isimli eserde
II. Bayezid devrinde, İran’dan gelmiş olup İstanbul’da Mehdî’nin çavuşlarından
olduğunu ilân ederek dolaşan birinden şu şekilde bahsedilmektedir: “Ülemâ
arasında hayli sual ve cevab vâki olmuş, âkibet ol zindîki tutub kati
itdiler fî sene 899/1493-1494.” Aynı eserin bir başka yerinde de, yine II.
Bayezid devrinde, aralarında meşhur Otman Baba müridlerinin de bulunduğu
Kalenderi dervişlerinin bazılarının idamından, bazılarının Anadolu’ya
sürülmelerinden bahsederken bunlar hakkında “Ne kadar bid’at abdal ve ışık ve nâhakgûy
zındıklar var ise teftiş olunup şer’ile küfür söyleyenlerin hakkından
geline..” denilmektedir.[151] Bu iki
metinden anlaşıldığına göre zındık, bir kere İranlı ve muhtemelen Şia
mezhebinden biri için ve Rumeli’deki Kalenderi dervişleri için kullanılmıştır.
Kalenderîler hakkında bu terimi kullanan bir başka eser, Tarih-i Nişancı
Mehmed Paşa’dır. Burada “Ehl-i ilhad ve zâhir’ul-fesad olan ferîk-ı
zindîk ışık tâyifesi...” [152] ibaresi
geçmektedir.
Hukukî
statüsü olarak zındıklar, şeriat kanunlarına göre gayr-i müslim çevredeki
zındık, kelimenin tam anlamıyla kâfirdir. Zındıkların inacını kabul eden kimse
veya gizlice İslamı inkâr eden şahıs mürted sayılırdı ve tevbe hakkı tanınırdı.
Eğer bu yolu tercih etmezse İslam hukuk hükümlerince öldürülürdü ve malına, mülküne
el konurdu. Bu kişi Müslüman yaşam biçimine göre de defn olunamazdı.[153]
3.
Râfizî - Revâfız ve Kızılbaşlık ilişkisi
Kelime
anlamı terk etmek olan ve r.f.d fiil kökünden gelen Râfiza ve çoğulu Revâfız
sözlükte, bir şeyi terk etmek ve ayrılmak, dağılıp gitmek[154],
tard etmek, başıboş bırakmak, az olmak[155]
gibi anlamlara gelir. Istılahî anlamı; sözlük anlamına uygun olarak gelişen
Rafizîlik, Zeyd b. Ali’yi terk ederek, sahabeye karşı olmak anlamına
gelmektedir. Bu fikri benimseyenlere Rafızî denmiştir.[156]
[157] Çünkü bu
kimseler, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i ta’n (yaralama, kötüleme) ettiklerinde
Zeyd b. Ali onları uyarmış. Bunun üzerine onlar da Zeyd b. Ali yi terk
etmişlerdi.
Selçuklu
kaynaklarında rafızî kelimesinden hiç bahsedilmezken,[158]
[159]
Osmanlılar tarafından XVI. yüzyıldan itibaren Kızılbaş kelimesiyle eş anlamlı
olarak kullanılmıştır. 159 Osmanlı Devletinde Rafıziliğin,
yayılmasına izin verilmemiştir.[160] Osmanlı
resmi vesikalarına göre, devletin genel işleyişine ve sosyo-ekonomik
uygulamalarına muhalif davranan; Müslüman toplumda farklı görüşler ileri süren
bu kimseler genel olarak Râfizî-Kızılbaş diye anılmışlardır.[161]
Osmanlı
kaynakları Rafızî terimini daha değişik anlamlarda kullanmışlardır. Ancak
onlardan daha önce bu kelimeye, bir arap kaynağı olmakla beraber muhtemelen,
Anadolu’daki Kızılbaşlar diyebileceğimiz zümreleri ifade eder bir mahiyette
XIV. yüzyılın ortasında İbn Battuta’nm Rihle ’sinde rastlıyoruz. Seyyah
Sinop halkının, kendinin ve maiyyetindekilerin râfızî olduğundan
şüphelendiklerini, bunu tahkik etmek üzere kendilerine bir tavşan yollandığını
nakleder; o, tavşanı kesip yediklerini ve böylece şüphenin zâil olduğunu haber
verir. [162] İbn
Battuta bu şehadetiyle, o devirde Anadolu’da, daha sonraları Kızılbaş olarak
zikredilecek zümrelerin bulunduğunu, bunların tavşan yemediklerini belirtmek
suretiyle dolaylı yoldan göstermiş olmaktadır.
Osmanlıların
son yüzyılllarında Halil b. Ömer adlı bir kimse tarafından kaleme alınan bir
risâlede de Revâfız’ın onaltıncı yüzyıldaki tarihi konusunda bilgiler verir.
Risâlede bundan sonra Revâfız’ın Safeviler döneminde Kızılbaşlık adı altında
yeniden ortaya çıktığı anlatılmakta ve onların davranışlarından söz
edilmektedir. Osmanlı yönetimi altında yaşayan ve Safevî taraftarı oldukları
bilinen kişilere verilen Kızılbaş adlandırması, muhalif olanlarca karalayıcı
bir anlamda verilmiştir.[163]
Rafızî
terimi her ne kadar İslâm Mezhepleri Tarihi kaynaklarında Şiiliğe işaret eden[164] bir
terim olsa da, Osmanlılar döneminde bir takım hususlarda Şiîlikten etkilenen
Kızılbaş ve Kalenderîler başta olmak üzere bazı gruplara yönelik
kullanılmıştır. XVI. asırda Osmanlı belgelerinde yer alan Rafızî ve Revâfız
kelimeleri, Kızılbaş ve Kalenderî anlamlarına gelmektedir. Bir başka deyişle bu
asırda Osmanlı belgelerinde kendilerinden Rafızî olarak sözü edilen kimselerin,
sınırları belirlenmiş bir mezhebin mensubu olma anlamında, Şiî olduklarını
söylemek mümkün değildir. Bunlarla ilgili ifade edilmesi gereken, Şiîlikten
etkilenen veya Şiî itikadına ve Safevî propagandasına açık hale gelmiş bir
kısım Türkmenlerin olabileceğidir. Onaltıncı yüzyılda Rafızî olarak
adlandırılmaya başlayan kimseler, önceki yüzyıllarda da, kendilerini siyasî ve
toplumsal olarak, Ehl-i Sünnet anlayışının temsilciliğini uhdesinde bulunduran
kurulu sistemle sürekli bir çatışma içine giren, Şiî-Bâtınî inançlar ve düzen
karşıtı düşünceleri ile bilinen kimselerdi.[165]
Bunların Rafızî olarak adlandırılmaları ve Osmanlı ülkesi için ciddi bir
tehdit unsuru olarak görülmeleri de Safevî propagandası sonucu Şiî inanç ve
düşüncelerin etkilerine maruz kalmalarından sonradır. [166]
XVI. yüzyıla ait Tarih-i
Nişancı Mehmed Paşa'da da Kalenderîler’e râfızî denildiğini görüyoruz. Kanunî Süleyman devrinde bunların uğradığı
takibattan
bahseden
kısım, Men’-i Tâife-i Kalenderân-ı Râfıziyân başlığını taşımakta ve diyar-ı
ehl-i İslâm’da bulunan Tâife-i Râfıziyye-i gayri merzıyye den oldukları
belirtil- mektedir.[167] Aynı
kaynakta bazan da rafz kelimesi ilhad ile birlikte zikredilmekte ve
Kalenderîler ehl-i ilhad olarak da tavsif olunmaktadırlar.[168]
Yine Tarih-i Nişancı’da Râfızî kelimesi ilhâd ile birlikte zikredilmekte ve
Kalenderî zümresi Ehl-i ilhâd olarak ifade edilmektedir.[169]
Hiç şüphesiz bu ahaliden maksat, bu kazalar ve civarındaki Kızılbaşlar olduğu
açıktır.[170] [171] Öyle
anlaşılıyor ki, Osmanlı müellifleri, bu terimleri birlikte kullanmak suretiyle
bunların belirlediği zümreleri İslam dışı saydıklarını 171 göstermek
istemişlerdir.
Osmanlı
Devletinde XV. asırdan itibaren Ehl-i Sünnet dışı fırkalar konusunda insanları
bilgilendirmek ve Fırak-ı Dâlle diye isimlendirilen topluluklar hakkında
çeşitli kitaplar kaleme alındığı görülmektedir. Bu kitaplara konulan
başlıklardan biri de Revâfız’dır. Bunlardan en önemlisi ise Kemalpaşazâde’nin
eseridir. [172]
Devletin, bilhassa ulema sınıfından azami derecede faydalanmış olduğu bir dönemin
önde gelen ilmî şahsiyeti, Kemalpaşazâde, Safevilerin Anadolu Türklerini
bölecek bir şiddetle yaptıkları propagandaya karşı olmuş; tasavvuf adı altında
batıl inançların Sünniliği sarmaması için mücadele etmiştir[173].
Kemalpaşazâde’ye
göre Rafızîler şu gruplardan oluşmaktadır. Aleviyye, Bedâiyye, Şia, İshâkıyye,
Zeydiyye, Abbasiyye, İsmailiye, İmamiyye, Mütenasıha, Laıniyye, Rac’iyye,
Mürasiyye. [174]
Kemalpâşazâde, diğer risâlesinde Râfizîler’e şu fırkaları da ekler: Sebeiyye,
Hattabiyye, Cenahıyye, Mugîriyye, Mansûriyye, Kâmiliyye, Hişâmiyye, Gurâbiyye,
Kalenderîlik (Işık) ve Kızılbaşlık.[175]
‘Rafızî’
kelimesi Kemalpaşazâde’nin kullanımında yeni içerikler kazanmıştır. Çünkü doğal
olarak daha önceki tasniflerde Kalenderîlik (Işık) ve Kızılbaşlık, Rafızîler
adı altında tasnif edilmemişti. Kemalpaşâzâde, yeni gelişmeleri ve olayları göz
önünde bulundurarak bu iki grubu da Revâfız adı altında değerlendirmiştir.
Kemalpaşâzâde’ye göre Rafızî terimi ile Kızılbaş terimi eş anlamlı değildir.
Bundan çıkan sonuca göre Kızılbaşların hepsi ‘Râfızî’ değildir. Mesela bir
fetvasında “Kızılbaş birine sövene ne lazım gelir?” sorusuna verdiği cevapta
şöyle demektedir: “Eğer o kimsenin ‘mezhebi melahide’ bir mezheb ise bir şey
lazım gelmez”. Kemalpâşazâde’nin buradaki sınıflamasının da açıkça gösterdiği
üzere Rafızîlik, bir bakıma o günün toplumunda resmî mezhep anlayışına
muhalefet eden belli başlı ayrılıkçı muhalif grupları içeriyordu.[176]
4.
İlhâd ve Mülhidlik
İlhâd,
doğru yoldan çıkma, yanlış yola sapma anlamında, Kuran-ı Kerim’de birkaç yerde
geçmektedir.[177] İlhâd,
bu sözlük anlamıyla doğrudan bağlantılı olarak, yaklaşık Miladi 9. Yüzyıl gibi
oldukça erken bir devirde İslam hukukçuları ve kelamcıları tarafından
‘Dinsizlik, Allahsızlık’ anlamında kullanılmaya başlanmış ve bu anlamıyla terim
olarak literatüre geçmiştir.[178] İslâm
dünyasında tarih boyunca ateizm hiçbir zaman ciddiye alınmadığından onu ifade
eden bir ıstılah da oluşmamıştır. Ona yakın bir kelime olmakla birlikte ilhâd,
Allah’a inanmama manasını ifade etmenin yanında O’nu inkâr için de
kullanılmıştır. Ayrıca ilhâd kelimesi, İslâmî ilimlerde nasların zahirî
mânalarını inkâr etmelerinden dolayı Hz. Peygamber’i tekzip ederek küfre giden
kimseler için de kullanıldığında ateizm, ilhâd kelimesine yakın bir mana ifade
etmektedir.[179] İslâm tarihi
boyunca mülhid ve dehrî nitelemeleri daima sapık inanışlar veya inkâra sapan
insanlar için kullanılmıştır. Özellikle gnostisizm denilen bâtınî eğilimli
akımlarla ilişki içinde bulunan Kinde gibi bazı Arap kabileleri komşu oldukları
Fars ülkesinin senevî (iki tanrıcı) inançlarına açık olmuş ve bu durum İslâm
tarihindeki ilhâd akımlarının yeşermesine zemin hazırlamıştır.[180]
İslâm’dan önce Fars hâkimiyetinde bulunan Hîre (Lahmî) Emirliği bu kültürün
Araplar’a intikalinde köprü vazifesi gördüğünden, zındıklık akımı bu kanalla
Kureyş’e kadar ulaşmıştır.[181]
İslam
tarihi boyunca mülhid ve dehrî nitelemeleri daima sapık inanışlar veya inkâra
sapan insanlar için kullanılmıştır. Müseylemetü’l-Kezzâb hareketi gibi
sapıklıklar bir yana İslam tarihinde ilhad akımlarının başlangıcı Emeviler'in
son dönemine kadar uzanır. Başta kaderilik ve cebrilik olmak üzere bazı itikadi
mezheplerde de ilhad kavramı içinde yorumlandığı müşahede edilmektedir. Nitekim
özellikle Ca'd b. Dirhem ve daha sonra Cehm b. Safvan gibi isimlerin yaygınlaştırmaya
çalıştığı, Allah'ın kelam sıfatının ve dolayısıyla ilahi ilmin hadis olduğu
inancı ezeli sıfatların inkârı şeklinde bir ilhad olarak tanımlanmış ve Eş'ari
kelamcıları tarafından mahkûm edilmiştir.[182]
Yani
Zendeka ve İlhâd, ne tür olursa olsun, Sünnî İslâm’a muhalif bütün inanç ve
hareketler demektir.[183] Kısaca
zındık ve mülhid, Sünnilik dışı her türlü şüpheli inancı, materyalizmi,
ateizmi, agnostisizmi ve önünde sonunda, inanç, devlet ve toplum düzeni için
tehlikeli olduğuna inanılan her türlü fikrî ve dinî eğilimi belirleyen bir
terim olmuştur. Dikkat edilirse, bu sayılanların hepsini ortak bir paydada,
‘’Sünnîlik dışı olma’’ noktasında toplamak mümkündür.
5.
Heterodoks
Kızılbaşlar
için kullanılan Heterodoks kelimesinin aslında geniş bir anlamı bulunmaktadır.
Fransızca olan bu kelimeyi Anadolu Kızılbaşlığı için kullanan kişi İrene
Melikof ve öğrencisi Ahmet Yaşar Ocak olmuştur. Sözlükte ‘’ürtodoks görüşe
aykırı olan, umûmî kabul ve inançların dışında olan’’ [184]
anlamlarına gelen bu kelime anlamının dışında ‘’sapkın olan’’ manasında
kullanılmış olsa da bizim konumuzla ilgisi bakımından ‘’kabul edilmiş resmi
inancın dışında olan inançları’’ ifade etmesidir. Ancak burada söz konusu ifade
içeriğinde gözden kaçmaması gereken bir konu da Heterodoks kelimesinin
manasının zaman ve şartlara göre değişebilmesidir. Örneğin Osmanlı toplumunda
Heterodoks olarak ifade edilen topluluk ‘Kızılbaşlar’ iken, Safevî Devletindeki
Heterodoks topluluk ‘Sünniler’ dir.
Kelimenin
bazı araştırmacılara göre farklı zaman dilimlerinde değişik anlamlar ve
toplulukları ifade ettiği görülmektedir. Örneğin Fuad Köprülü'ye göre
‘heterodoks’ tam anlamıyla ibaha yolunu tutarak toplum ve din kurallarına
aldırış etmeyen hatta onları alaya alan “yüksek felsefi mülahazalara ve
tecrübelere kabiliyetli olmayan cahil ve korkunç bir nihilizme ve immoralizme
tabi ” olan ve genellikle aşağı tabakalardan olan, İslam'a biat etmiş Kalenderî
dervişleri olarak tarif edilmektedir.[185]
İrene
Melikoff ise Haterodoks’u ve halk İslamı'nı: “ne tam olarak İslam’ı özümsemeyi,
ne de atalarının inançlarından kopmayı başarabilen sosyal toplulukların dini”[186] olarak
tanımlamaktadır.
Heterodoks
İslam’ın Ortodoks İslam'dan neden farklı olduğunu ise Resul Ay şöyle izah
ediyor: “... yüksek kültürün halka ulaşmasına kadar birtakım deformasyon veya
değişim süreci geçirmesi(nde) ... halkın inanç müktesebatının, anlama kabiliyeti
ve hayat tarzının ya da yüksek kültürün halka ulaştırılmasında aracılık rolü
üstlenenlerin bilgi
birikimi ve entelektüel düzeyinin bunda etkili olduğu ileri
sürülebilir”[187]
Kelimenin
muhtevasıyla ilgili olarak A. Yaşar Ocak’ın değerlendirmesi şu şekildedir;
Heterodoksi
kelimesi bir teoloji terimi olarak dahi sapkın anlamını değil, kabul edilmiş
resmi din anlayışına, yani ortodoksi’ye karşıt, aykırı olan din anlayışı’ nı
ifade etmektedir. Bizim kullanışımız da, bir sosyal tarih terimi sıfatıyladır.
Bu sıfatla kullanıldığı zaman, heterodoksi terimimin birbiriyle bağlantılı üç
boyutu kastedilir:
1.
Siyasî
Boyut: Bu yönüyle heterodoksi, siyasi iktidarın desteğindeki ortodoksi (resmî
din) nin aksine, bir siyasi iktidar desteğinden yoksundur.
2.
Sosyal
Boyut: Ortodoksinin sosyal tabanı, tepede siyasi iktidar olmak üzere, bürokrasi
ve şehirli yerleşik halktır. Oysa heterodoksinin sosyal tabanı, özellikle Türk
tarihi söz konusu olduğunda, geneli itibariyle, köylüler ve konar- göçer
ahalidir.
3.
Teolojik
Boyut: ortodoksi genellikle, daha baştan belirlenmiş, sınırları tesbit edilmiş
bir teolojiye dayanır. Hâlbuki ki heterodoksi, daha ziyade senkretik, yani çok
çeşitli inançların bağdaştırılmasından(seçilmesinden) oluşan bir yapı sergiler.
İşte
bütün bu saydığımız üç kategoride ki özellikler göz önüne alındığı zaman, bir
kısım konar- göçer türk boylarının kendi yapılarına uyarladıkları İslam
anlayışına, Osmanlılar zamanında râfızîlik denmekteydi.” [188]
KIZILBAŞLIK DÜŞÜNCESİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
KIZILBAŞLIĞIN
İSLAM ÖNCESİ TEMELLERİ
Kızılbaşlıkta
gerek Anadolu öncesi gerekse Anadolu sonrası pekçok inancın izleri olduğu için
İslamın dışında Kızılbaşlıkta yer alan farklı inanışlara temas etmek istiyoruz.
Sözkonusu inançların birçoğu çeşitli efsanelere dayanmaktadır. Bunlardan bir
tanesi de kurttan türeme efsanesidir.
Kurttan
türeme ve Kurt’u ata sayma bir kısım Türk topluluklarında bilinen bir
efsanedir. Dolayısıyla bu ritüel günümüzde bile bazı Alevî kaynaklarında
kendine yer bulur. Uygur Türeyiş destanına benzer bir öykü Kızılbaşların kutsal
kitabı Buyrukta şöyle anlatılır:
‘'Günlerden
bir gün imam Cafer Hazretleri inananlarla oturmuş söyleşir, inananlardan birine
döner: Yarın sana bir kişi yolluyorum. Kızını ona ver, buyurur. Bu inanan evine
geldiğinde, İmam Cafer'in söylediklerini karısına anlatır. Akşam yatar. Sabah
kalkıp hazırlanır. Bu sırada evin dış kapısından bir ses gelir. Dışarı çıkıp
bakınca, kapıda bir kurdun durduğunu görür. "İmam Cafer'in söylediği kişi
bu olmalı" diye içinden geçirir. Hiç düşünmeden, kızını getirip kurdun
eline verir. Kurt kızı alıp gider. Birkaç gün. Geçtikten sonra karısı: Be adam,
İmam Cafer'in sözü ile kızı kurda verdin. Kurt kızı alıp gitti. Kaç gündür
kızdan haber ucar gelmedi. Git şu karşıki koruluğu ara. Kızı kurt yemişse,
kemiklerini devşir getir, bir yere gömelim. Ondan umut keselim, der. Bunun
üzerine adam, kalkıp kızını aramaya meşeliğe doğru yola çıkar. Gider, gider,
gider. Bir sürü, kuşun uçtuğu bir yere varır. Bir güzel kız ile, bir yakışıklı
delikanlının oturduğunu görür. Kendi kızını tanır. Kızı ve damadı ile oturur.
Korkularını,
kuşkularını anlatır. Sonra dönüp evine gelir. Gördüklerini karısına anlatır.
Karı koca mutlu olup sevinirler. Böylece
kurtla evlenme ve kurdun insanlaşması öğeleri, Kızılbaşlıkta (Alevîlikte) da
işlenir. Eski inançlardan Anadolu'ya uzanan köprü 189
Alevilikte
noktalanmış olur.
Eski
Türkler tabiatta bir takım gizli kuvvetlerin varlığına inanıyorlardı: Dağ,
tepe, kaya, vadi, ırmak, su kaynağı, mağara, ağaç, orman, volkanik göl, deniz,
demir, kılıç vb. bunlar aynı zamanda birer ruh idiler. Ayrıca güneş, ay,
yıldız, yıldırım, gök gürültüsü, şimşek gibi ruh-tanrılar tahsis edilmişti Bu
ruhlar iyilik veren ve kötülük getiren olarak ikiye ayrılmıştı.[189] [190] Eski
Türklerin tabiat varlıklarına karşı taşıdıkları bu inançlara daha sonra şii
motifler de eklenmiştir.
Günümüzde
de Anadolu'da da kimi dağlar kutsal sayılır. Yaklaşık her Alevi köy ya da
obasının kutsal saydığı bir, iki dağ vardır. Anadolu böyle kutsal sayılan
dağlarla doludur. Kimi yerlerde böyle dağlar için törenler yapılır. Yağmur
dualarına çıkılır. Kurbanlar sunulur, adaklar adanır. Bazı yörükler göç
sırasında Toros dağları ruhlarına kurbanlar sunarlar. Çanakkale yöresi
Türkmenleri Kazdağını kutsarlar. Ordaki Sarıkız'ı ulularlar. Çevrede yaşayan
Aleviler arasında Sarıkız üzerine söylenceler anlatılır, deyişler söylenir.
Sözgelimi şu deyiş Sarıkız mitolojisini anlatır:
Hey kurbanın olam, Zülfikâr Ali
Sen yarattın yeri göğü ezeli
Dünya görmemiş böyle güzeli
Hey kurbanın olam Zülfikâr Ali
Fatıma
nurundan Kabe'ye düşen
Mevla
nefesinden süzülüp geçen
Sarıkız
elinden doldurup içen
Hey
kurbanın olanı Zülfikâr Ali[191]
Eldeki
bilgiler, Orta Asya’da İslam öncesi devirde Türkler’de bazı taş ve kayaların
kutlu sayıldıklarını göstermektedir. Uygurlar’ın ünlü Kut Dağı efsanesi bunun
güzel bir örneğini teşkil eder. Hayli tanınmış bu efsanede, uygur ülkesinin
refahının Kut Dağı adıyla bilinen iri bir yeşim kayasına bağlı olduğu, bu kaya
sayesinde ülkenin ve halkın felaketten uzak bir hayat sürdüğü anlatılmaktadır.[192]
İlk
çağlarda Orta Asya’da ve bu arada Türkler„de ağaç kültünün hayli yayıldığı
anlaşılmaktadır. Eldeki malzeme her ne kadar Türklerde ki bu kültün mahiyetini
tam olarak ortaya çıkarabilecek nitelikte görünmüyorsa da, genel bir tablo
çizilebilmektedir.[193]
J.P.
Roux, ağacın Türkler arasında çoğu zaman önemli bir kült konusu olduğunu,
Kaşgarlı Mahmut’un „’ Türkler Tengri ismini, büyük bir ağaç gibi göze büyük
görünen her şeye veriyorlar’’ sözünü de örnek göstererek anlatır.[194]
Bütün
bunlar gösteriyor ki, bütün kızılbaş zümrelerinde ağaç kültünün önemi büyüktür.
Yazılı edebiyat gözden geçirilirse, bu kültün de dağ, tepe ve taş, kaya
kültlerindeki gibi, İslami bir kılığa bürünmüş olduğu görülür.[195] Yörükan,
Kızılbaşlığı (Aleviliği) “sırrî bir mezhep olarak, hislere ve kökleşmiş
anânelere dayanan, yani Şamanlık tesiri altında füsunlu bir hayat yaşamayı
amaçlayan Alevilik”,[196] [197] olarak
tavsif etmektedir.
Bektâşi
menâkıbnâmelerinde de dağ ve tepe kültünü çağrıştıran bazı menkıbelere
rastlanmaktadır. Meselâ Menâkıb-ı Hacı Bektâş- ı Velî de devamlı olarak bir
Arafat dağından bahsedilir. Hacı Bektaş Sulucakaraöyük’e geldiği zaman, köye
yakın olan bu tepeye çıkmış, oradaki bir mağarayı kendine devamlı inzivâ yeri
olarak seçmiştir.
Şu
zikredilen örneklere topluca bakılırsa, adı geçen şahısların, inzivâ ibadet ve
riyâzat yeri olarak hep yüksek tepeleri seçtikleri görülür. Tasavvuf tarihi
literatüründe bu menkıbelerdeki gibi yüksek tepelerin ibadet maksadıyla
kullanıldığının gösterecek bir geleneğin bulunduğunu tespit etmek mümkün
olmamıştır. Durum böyle olunca Bektâşî menkabelerindeki bu örneklerin, eski
Türklerde dağ ve tepe kültü ile ilgili bulunduğunu anlamak zor değildir.
Nitekim Hacı Bektaş’ın inzivâ yeri olduğu bildirilen Arafat Dağı’nın eskiden
beri bir takım ziyaret ve adaklar, dualara sahne olması da bunu teyid ediyor.
Bu gelenek günümüzde de devam etmektedir.[198]
Taş
ve kaya kültüne örnek yine Menâkıb-ı Hacı Bektâş’ı Velî de rastlanılmaktadır.
Anlatıldığına göre, Hacı Bektâş-ı Velînin evliyâ olduğuna inanmayan biri,
elindeki bıçakla oradaki bir kayayı kesmesini ister. Hacı Bektaş’da bıçakla
kayayı ikiye böler. Bu şahıs akabinde kendine mürid olur.[199]
Kızılbaşlık’ta
ve Bektâşîlik’te ağaç’ın kutsallığı ile ilgili olarak bir örnek yine Menâkıb-ı
Hacı Bektâş’ı Velî de geçmektedir. Hacı Bektaş Sulucakaraöyük’e ilk geldiğinde,
halk önceleri onun gerçek bir veli olduğunu anlamamıştır. Bu yüzden köyü terk
etmesine ses çıkarmazlar. Gerçeği anladıkları zaman ise, hep birden peşine
düşüp geri getirmek isterler. Hacı Bektaş gelenlerin elinden kurtulmak için
yakında Hırka Dağı denilen yüksek bir tepenin üstünde bulunan ardıç ağacının
yanına çıkar. Ardıçtan kendisini saklamasını ister. Ağaç derhal dal ve
yapraklarıyla bir çadır biçimini alır ve Hacı Bektaş’ı içinde saklar.[200]
Ağaç
kültü muhtelif Kızılbaş toplulukları içinde daha ziyade Tahtacılar ve bazı
Yörüklerde görünüyor. Tahtacılar, adlarından da anlaşılacağı üzere, geçimlerini
ağaç kesmekle sağlayan kimselerdir. Bununla birlikte, onların ağaçlara büyük
bir saygıları ve bağlılıkları vardır. Muharrem ayında ağaç kesmek şiddetle
yasaktır. Hafta içinde Salı günleri de ağaç kesilmez.[201]
ERDEBİL
TEKKESİ’NİN KURULUŞU, SİYASALLAŞMASI ve KIZILBAŞLIĞIN DOĞUŞU
Safaviyye,
Safüyiddin-i Erdebîlî (ö. 735/1334 ) tarafından kurulan ve XVI. yüzyılın
başında İran’da Safevî Devletine dönüşen bir tarikatın ismidir. Kurucusunun
adına nisbetle Safeviyye diye bilindiği kurulduğu yer olan Erdebil şehrine
nisbet edilerek, Erdebîliyye diye de anılır.
Safeviyye’nin
silsilesi Safiyyüddîn-i Erdebîlî’den itibaren İbrâhim Zâhid-i Geylânî,
(ö.700/1301) Cemâleddîn-i Tebrîzî, Şehâbeddin Mahmûd, Rükneddîn-i Sücâsî
vasıtasıyla Ebheriyye’nin kurucusu Kutbüddîn-i Ebherî’ye (ö. 572/1177) ulaşır.[202] Kutbüddîn-i
Ebherî’nin ardından silsile Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’ye, ondan da Cüneyd-i
Bağdâdî ve Hasan-ı Basrî vasıtasıyla Hz. Ali’ye varır.
Safevîlerin
nesebi hakkında bilgiye ulaşılabilecek önemli kaynaklardan biri, hiç şüphesiz
Tevekkülî b.İsmail b. Bezzaz Erdebilî’nin kaleme aldığı, kısaca Saffetü’s-Safa
olarak bilinen ve orijinal adı el-Kitâbü’l-Mevâhibi’s-Seniyye fî
Menâkibi’s-Safevîyye adlı eseridir. Bu eserin dünyanın farklı ülkelerinde
birçok nüshası bulunmakla birlikte Safevilerin nesebi açısından iki nüsha
dikkati çekmektedir. Bunlardan birincisi, H. 896 (Kasım 1490 - Ekim 1491)
tarihinde Sunullah adında bir kâtip tarafından istinsah edilmiş olup, burada
Safevî soy kütüğü, Şeyh Safiyüddin hariç altı kişilik silsileyle Firuz el-Kürdî
es-Sincanî’ye kadar götürülmektedir.[203]
İkinci nüsha ise H. 914 (Mayıs 1508 - Nisan 1509) tarihli olup Şihabüddin
Kaşanî tarafından istinsah edilmiştir. Bu nüshada Safevîlerin “seyyid” olduğu
belirtilerek, soyları Hz. Ali’ye kadar ulaştırılmaktadır.[204]
Ailenin
tarih sahnesine çıkışı ise Safiyyüddîn-i Erdebîlî’nin atalarından olan Fîrûz
Şah ile başlar. Fîrûz Şah’tan önceki şahıslar hakkında kaynaklarda yeterli
bilgi bulunmamaktadır. [205]
Safevilerin erken dönem devirlerinden bahseden bir takım kaynaklarda ve
eserlerde Şeyh Safiyyüddin’in soyu Musâ el- Kâzım’a (ö. 183/799) kadar
götürülmüştür. Bundan dolayı Fîrûz Şah’ın da “seyyid” olduğu iddia
edilmektedir. Ancak aile soyunun Hz. Muhammed’e (s.a.v) kadar isnad edilmesi
tartışılan bir konudur. Hatta bazı araştırmacılar bundaki amacın tamamen siyasi
olduğu görüşündedirler.[206]
Safeviyye
ailesinden Erdebil’de ikamet ettiği bilinen ilk şahıs Fîruz Şah, bir diğer
ismiyle Zerrin Külah’tır.[207] Bu kişi,
İmam Rıza’nın Meşhed’teki türbesinin bekçisi idi. İbrahim b. Edhem’in
torunlarından olan Sultan Ahmed, Sencar tarafından çıkıp, Muğan ve Arran’ı
zaptetmeyi tasarladığında, onu da kendi beraberinde götürmüştü. Azarbaycan’dan
geçerken Erdebil taraflarına uğramıştı. Beraberinde gelen Fîruz Şah da bu
tarihten sonra bu vilayete yerleşmişti.[208]
Fîrûz Şah’tan sonra oğlu İvadü’l-Hâs, aile reisi olmuş ve gerçek ismi İsmail
olmasına rağmen İvadü’l-Hâs ismini kullanmıştır.[209]
Erdebil
Tarikat’ı, faaliyetlerini çok geniş bir coğrafyada sürdürmüştür. Azerbaycan
başta olmak üzere Taberistân, Gilan, Buhara, Horasan, Türkmenistan, Katahitay,
Çin Türkistanı, Hindistan, Seylan, Suriye, Lübnan, İran, Irak, Hicaz, Anadolu
ve Rumeli gibi çok geniş bir alanda faaliyet göstermiştir.
Erdebil
Tekkesi mensuplarının mezhep anlayışları, etnik kimlikleri ve dinî kökenleri
Safevî tarihi açısından bu güne kadar hep tartışılmıştır. Hususî ile soylarının
Hz. Ali’ye dayanıp dayanmama konusu henüz netlik kazanmamıştır. Etnik
kökenlerinin de Fârisî mi, Kürt mü ya da Türkmen oymakları’nın birinden mi
olduğu konusu yine tartışmalıdır.
Seyyidlikle
ilgili bir diğer bilgi, Kemalpaşazâde’nin Kızılbaşlar’a dair verdiği fetvasında
geçmektedir. O dönemde Osmanlı Şeyhülislâmı olan Kemalpaşazâde, Safevîlerin
seyyid olmadığını ve bu konuda sahtekârlık yaptıklarını ifade etmektedir.[210] Osmanlı
tarihçilerinden Hulvî ise, eserinde muhtemelen Saffatü’s-Safa nüshalarından
alıntılar yaparak Şeyh Safiyüddin’in hem Kürt, hem de seyyid olduğuna
değinmektedir.[211] Fakat
eserinin aşağı kısmında İbn İsa Risalesi’nden naklen “...Yeşil imame ve kisve
giymekte iken, siyadetinde (Seyyidliğinde) şüpheye düşüp, beyaz kisve
giydiler...” bilgisine dayanarak Safevîlerin seyyid olmadıkları üzerinde
durmaktadır.[212]
İranlı
Ahmed Kesrevî’nin ileri sürdüğü Safevîlerin Kürd menşe’li olmaları hakkındaki
iddiası,[213] bazı
Türk tarihçileri tarafından da kabul görmüştür. Zeki Velidi Togan’ın bu
husustaki kanaatine göre: “Cedlerinin dili Azerî Farsçası olup, İlhanlılar
devrinde Türkleşmiş ve Türkmenler arasına Şeyh ve mürşid sıfatı ile
sokulmuşlardır.”[214] Faruk
Sümer ise, Togan’ınkine benzer görüşler ileri sürerek şöyle demektedir: “Tahmin
etmek mümkün olabilir ki, Safiyüddin İshak’ın atası Firuz Şah, Kürdler’in 10.
yüzyılda Azerbaycan ve Erran’a yayılmaları esnasında Erdebil’e gelmiş ve şehrin
yakınında bir yerde yerleşmiştir.” Sümer, bu fikirlerini kanıtlamak için, Kürt
hanedanlarından olan Revvadiler’in Azerbaycan’ı yönetmesini ve İbn Arab Şah’a
istinaden Erdebil ve Muğan arasında kalan yerlerin Kürt menşeli Cakirlü yurdu
olduğunu, 15. yüzyılda Cakirlüler’in tamamen Türkleştiğini bildirmiştir[215]
Safevîlerin
orijini konusunda Avrupalı bazı bilim adamları; Türk bilim adamlarından farklı
görüşleri sürmektedir. Barthold, Safevîlerin Farslıktan ziyade Türk menşeli
olduğu kanaatindedir.[216]
Uzunçarşılı Safevîlerin nesebiyle ilgili olarak; “Halis Türk olan bu ailenin
siyasetlerine alet olmak üzere yayınladıkları silsilenamelerine göre
kendilerini Sâdât-ı Hüseyniyye’den göstermişlerdir”[217]
diye yazmaktadır.
Safevîlerin
nesepleri kadar meşrepleri hususunda da bazı tartışmalar olmuştur. Tarikatın
kurucusu Şeyh Safiyüddin, Sünnî olarak bilinen bir mutasavvıftır. Hulvî onun
için “Ehl-i Sünnet ve’l cemaat’den bir ârif-i bi’llâh muhterem şeyh idi”
demektedir.[218] Son
zamanlardaki araştırmalar, Onun Şafiî Mezhebi’nden olduğunu ortaya koymaktadır.[219] Bu
dönemde Güney Azerbaycan’da Sünnî mezheplerden Şafiîlik ve Hanbelîlik yaygındı.[220]
Babinger’in ifadesine göre, Şeyh Safiyüddin’in mürşidi Zahid-i Gilanî de
Hanbelî idi.[221]
Şafiîlik, daha sonraki yüzyıllarda da halk arasında yaşamakta idi. Ancak
Şafiîler, Safevîler dönemindeki baskılar nedeniyle bölgedeki Caferî
yapılanmasından da etkilenmiş olmalıdır. Evliya Çelebi’nin, 17. yüzyılın ikinci
çeyreğinde, Erdebil halkının Şafiî gibi geçinip, Caferîler gibi yaşadığını
yazması bu 222 durumu yansıtmaktadır.[222]
Bunun
yanında dönemin Azerbaycan yöneticileri Şiî olarak bilinen İlhanlı
hükümdarlarından Olcaytu ve veziri Hoca Raşidüddin’in Şeyh Safiyüddin’le yakın
temasta olup, ona saygı gösterdikleri de bilinmektedir. [223]
Bu yüzden Şeyhin Sünnîliğiyle ilgili birtakım şüpheler ortaya çıkmıştır.
Abdülbaki Gölpınarlı, Saffetü’s- Safa’yı inceledikten sonra şeyh Safiyüddin’in,
ne tam Sünnî ne de Şiî olduğunu, Şiîliği konusunda takiye yaptığını iddia
etmektedir.[224]
Safevîlerin
şiîleşme yönündeki faaliyetleri, esasen Şeyh Hoca Ali (1392-1429) zamanında
ortaya çıkmıştır. [225] Şeyh
Safiyüddin’in Amasya’da faaliyet gösteren Anadolu’daki en tanınmış halifesi
olan Abdurrahman Erzincanî, Safevîlerin itikadî değişikliğe uğradığını şöyle
ifade etmektedir: “Taife-i Erdebilîyye imdiye değin gayetle verâ’ ve takvâ ve
hüsn-i ‘akîde üzere iken hâlen şeytân-ı bedkemân anların sudûruna duhûl ve
dimâ’-yı fâside gibi urukuna hulûl idüp tarîka-i eslâfdan ihrâc ve izlâl
eyledi.”[226]. Şiîlik
konusunda Şeyh Cüneyd döneminde bir hayli ilerleme kaydedildiği
anlaşılmaktadır. Şeyh Cüneyd’in 1448’de Konya’da buluştuğu Şeyh Abdüllatife
“Ataya eshâbı mı evlâdur, yohsa evlâd mı evlâdur” sorusu ve ardından “Ol
âyetler eshâb hakkında nâzil olduğu vakit sen anda bilemiyidün” demesi,[227] Safevî
Şeyhlerinin açık bir şekilde Şiîliğe meylettiklerini ve ashaba karşı tavır
aldıklarını ortaya koymaktadır.
ŞEYH
SAFİYÜDDİN-İ ERDEBİLİ’NİN HAYATI ve TEKKE’NİN KURULUŞU
Ebü’l-Feth
Safiyyüddîn İshâk b. Emîniddîn Cebrâîl b. Sâlih b. Kutbiddîn Ebî Bekr Erdebîlî
(ö. 735/1334), 650 (1252) yılında Erdebil’de doğdu. Şeyh Safiyyüddin’in
seyyidlikle ilgili ifadesi Safvetü’s-safâ’nın hemen bütün nüshalarında yer
almakla birlikte soy şeceresi hepsinde kayıtlı değildir. Eserin en eski
yazmalarından biri olan Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki 18 Cemâziyelevvel 896 (29
Mart 1491) tarihli nüshasında (Ayasofya, nr. 3099) şecere sonradan kapağa
kaydedilmiştir. Eserin bazı nüshalarında şecerenin olmaması, olanların da
birbirini tutmaması sebebiyle Safiyyüddin’in seyyidliği, dolayısıyla Arap
ırkına mensubiyeti şüpheyle karşılanmışsa da şeyhin kendi nesebinde seyyidlik
olduğuna dair ifadesinin bütün nüshalarda yer almaktadır.[228]
Safiyyüddin
altı yaşında iken babasını kaybetti. Kaynaklarda öğrenimi ve hocalarıyla ilgili
bilgi bulunmamakla birlikte Türkçe, Arapça, Farsça, Moğolca ve Gîlân dilini
bildiğinin belirtilmesi iyi bir öğrenim gördüğünü göstermektedir. Emîr Abdullah
Farsî’nin tavsiyesi üzerine Geylân bölgesinde faaliyet gösteren Şeyh İbrâhim
Zâhid-i Geylânî’nin yanına gitti. Bu sırada yirmi beş yaşında olduğu, şeyhin de
altmış yaşında bulunduğu belirtildiğine göre şeyhe intisabı 1276 veya 1277
yılında gerçekleşmiş olması muhtemeldir. [229]
[230]
Safıyyüddin,
mürşidi Şeyh Zahid Geylani'nin vefatından sonra onun postuna oturdu. Şeyhinin
Halvetiyye tarikatına mensup olmasına karşılık kendisi de Halvetiyye ve
Kalenderiyyeyi birleştirerek "Safeviyye" veya "Erdebiliyye"
denen tarikatı kurdu. 230 Şeyh Safyyüddin tam 35 sene şeyhlik makamında
kalmıştır.
Safiyyüddîn-i
Erdebîlî’nin, Kara Mecmua isimli bir eserinin olduğu ve bu eserin Safevî
hükümdarlarının hazinesinde saklandığı belirtilmiştir. Safiyyüddîn-i
Erdebîlî’ye nisbet edilen bir eserde Menâkıbü’l-esrâr behcetü’l-ahrâr, Safevî
Hükümdarı Şah Tahmasb zamanında Bisâtî adlı bir kişi tarafından kaleme
alınmıştır.[231] XVII.
yüzyılın İranlı Şiî sûfîlerinden Necîbüddin Tebrîzî’nin Nûrü’l-hidâye ve
masdarü’l-vilâye adlı eserinin kaynakları arasında Safiyyüddîn-i Erdebîlî’nin
Makalât adlı kitabının da 232 bulunduğu kaydedilmektedir.[232]
Ömrünün
son yıllarında hacca giden Safiyyüddin 12 Muharrem 735 (12 Eylül 1334)
tarihinde Erdebil’de vefat etti ve dergâhının avlusuna defnedildi. Vasiyeti
gereği yerine oğlu ve halifesi Sadreddin Mûsâ geçti. Sadreddin Mûsâ tarafından
yaptırılan türbesi Safevî sanatının en görkemli eserlerinden biridir. [233] Şeyh
Safiyyüddin’in, babasından sonra posta oturmasına karşı çıkan İbrâhim Zâhid’in
büyük oğlu Cemâleddin Ali’nin bir kısım vakıf arazilerini kontrolünde tutan
oğlu Bedreddin ile bu arazileri ele geçirmeye çalışan Şeyh Safiyyüddin’in
damadı Şemseddin arasında ihtilâf çıktığı, ancak 720 (1320) yılında İlhanlı
Emîri Ebû Saîd Bahadır Han’ın müdahalesiyle meselenin halledildiği
belirtilmektedir.[234]
Aslında
Şeyh safiyyüddîn öldüğünde, Erdebil büyük bir manevî ocak haline gelmiş,
Erdebil Tekkesi çoktan kuruluş aşamasını tamamlamıştı. Yani artık
‘’Erdebiliyye’’ ocağı oluşmuş ve bu ocak binlerce kişinin hidayetine vesile
olacağı gibi, aynı zamanda ileride siyasi bir şekil alacak ve mecrasını
değiştirecektir.[235]
Babasının
yerine şeyh olan Sadreddin de (1305-1392) irşat işine devam etti. Seyyid
Kasımü'l-Envar, Emir Cani Beg Özbeki ve Emir Timur gibi birçok ünlü şahsiyet
ona mürit oldu.[236] Erdebil
Tekkesi'nin şöhreti, Batı Türkmenleri arasında ve Osmanlı Devleti’nde de
bilinmekteydi. Osmanlılar, bu gibi irşat faaliyetinde bulunan tekke ve
zaviyelere teşvikkâr davrandıklarından Erdebil Tekkesi'ne de Bursa'dan her sene
hediye yollarlardı. Bu gönderdikleri hediyelere "Çerağ Akçesi"
diyorlardı.[237]
Şeyh
Sadreddin 1392 de vefat etmeden önce oğlu Hoca Ali’yi şeyh ilan etmiştir. Hoca
Ali zamanı, özellikle tekkenin mezhep farklılaşması açısından çok önemli bir
zaman dilimini kapsar. Hoca Ali 772/ 1371 yılında Erdebil’de doğmuştur. Asıl
ismi Ebul Hasan Alaüddin’dir. Gençliğinde başta matematik ve dini ilimler olmak
üzere zamanının birçok bilim dalında bilgi sahibi olduğu için daha çok “hoca”
manasına gelen “hace” ünvanıyla tanınmış ve kendisine Hace Ali denilmiştir.[238]
Safeviyye
tarikatında veya diğer bir ifadeyle Erdebil Tekkesinde ilk Şii söylemler Hoca
Ali dönemine rastlamaktadır. Alaüddin Erdebili, Türkistan, Şam, Filistin ve
Hicaz gibi İslam ülkelerine seyahat ederek irşad halkasını genişletmiştir.
Erdebil Tekkesinin Anadolu’daki nüfuzunun artması Şeyh Hoca Ali dönemine
rastlamaktadır. Safevilerin siyasi maksatları ortaya çıkıncaya kadar, sadece
tarikat merkezleri Erdebil’de değil hemen hemen bütün Ön Asya’da manevi bir
etkiye sahip oldukları ve kendilerine saygı ve sempatiyle bakıldığı
bilinmektedir.[239]
Timur,
1402 yılında Osmanlı Sultanı Yıldırım Bâyezid’le savaşından sonra dönüşünde
Hoca Ali’nin tekkesine uğramış ve onu ziyaret etmiştir. Bu tarihte Hoca Ali 33
yaşındadır. O görünüşü, yaşayışı ve davranışlarıyla Tümur’u etkilemiş ve
üzerinde müsbet bir etki bırakmıştır. Bundan dolayı Timur, Erdebil ve
köylerinin bütün gelirlerini Erdebil Tekkesine vermiş[240]
ve Hoca Ali’nin ricasıyla Osmanlı ordusundan ve Anadolu halkından esir aldığı
kişileri burada serbest bırakmıştır.[241]
Tekkenin vâridatı arasında bu köylerin gelirleri önemli bir yer tutar. Timur bu
köyleri Hoca Aliye vermekle kalmadı, ayrıca ona bu mıntıkada serbest hareket
etme ayrıcalığı tanıdı. Bu bir nevi özerklikti. Hoca Ali’ye, bu bölge içinde
her türlü kayıt ve şarttan azade olarak hareket etme hakkı tanıması, bazı
istenilmeyen durumların da meydana gelmesine sebep oldu.[242]
Bu özelliğinden dolayı Erdebil ve civarı, cemiyyete zararlı birçok kimselerinde
sığınağı haline geldi.[243] Ayrıca
memleketlerine dönem esirler, Erdebil Tekkesine bağlılıklarını devam
ettirecekler ve ileride bunlar Osmanlı devleti içinde bazı isyanlara öncülük
edeceklerdir. Ayrıca Safeviyye Tarikatı’nın Anadolu’daki ilk mensuplarının
yurtlarına dönen bu esirlerle onların nesilleri olduğu ifade edilmiştir.
Aslında Sünni olan Safeviyye Tarikatının Şiiliğe karşı ilk temayülünün Hoca
Ali’nin Anadolu’ya dönen bu eski esirleri Şii-Safevî propagandası yapmakla
görevlendirdiği iddia edilmiştir.[244]
Bu
olay temelde iki yönde etkili olmuştur. Birincisi serbest kalan bu esirler
memleketlerine geri döndüğünde kendilerine şefaat eden bu kişiyi yüceltmişler
ve dergâhını kutsal kabul edip, ulaştıkları her yerde anlatmışlardır. Bu durum
Safeviler’in Anadoludaki etkisini atttırmıştır. İkinci önemli tesir ise, tekke
ve çevresinin özerk biçimde idare edilmesi; her anlamdaki firariyi kendisine
çekerek bir nevi sığınak haline getirmiştir. Bu tekke her türlü aşırılığı din
ve mezhep adı altında yaymaya çalışan dailerden eşkıyalara kadar, tüm kaçaklar
ve toplumca dışlananlar için bulunmaz bir mekân halini almıştı. Artık Hoca Ali
ve Erdebil tekkesi zamanın cihangiri Emir Timur’un dahi saygı duyup bağlandığı
kutsal bir merkez, bir manevi otorite olmuştu.[245]
Erdebil tekkesinde Hoca Ali’den Şeyh Cüneyt’e kadar olan dönem, bir
anlamda geçiş dönemi olarak kabul edilebilir. Sünnilikten Şiiliğe geçiş dönemi
olan bu zaman diliminde çok net ayrımlar olmamakla birlikte bazı temayüllerin
değişmesi söz konusu olmuştur.[246] Emir
Timur’un bu süreçte bu tekkeye yardımları bilinmekle beraber Timur’un bu
temayülden haberinin olduğunu söylemek mümkün değildir.
Hoca
Ali zamanında başlayan temayül farklılığının iki nesil sonra yaşam biçiminde
kendini gösteren bir kısım değişikliklerle daha net biçimde ortaya çıktığı
görülmektedir. Bu geçiş dönemine ait ayrıntılı bilgiler mevcut olmadığından
Erdebil’de Sünnilikten Şiiliğe geçiş kesin çizgilerle belli olmamış, bu dönemin
belirlenmesine ilişkin sadece bir takım yorumlar yapılmıştır.[247] [248]
Hoca
Ali’nin Şiiliğe meyilli fikirleri benimsemesinden sonra tarikat bilhassa Sünni
olmayan zümreler arasında da hızla yayılmaya başladı. Bilhassa İran-Irak-Suriye
ve Anadolu’da bulunan Bâtıni zümreler bu tarikatın etrafında toplanmaya
başladılar. İlhanlı hükümdarı Olcaytunun Oniki İmam Şiiliğini kabul etmesi de
Anadolu’da Sünni olmayan köyler ve göçebeler tarafından sevinçle karşılanmıştı.
Olcaytunun Şiiliği kabul etmesi üzerine Anadolu’da bu çevrelerde Ebu Bekir,
Ömer ve Osman adlarının anılması yasaklanmıştı. Ama bütün bunlara rağmen Hoca
Ali’nin Şiiliği müfrit bir Şiilik değildi.
Bununla
birlikte Bâtıni zümreler bu tarikatın etrafında toplanmaya başlamışlardı.
Hoca
Ali, Timur tarafından kendisine verilen Erdebil ve köylerinde müstakil hareket
ettiğinden insanlara hükmetmenin bir bakıma tadına varmıştı. Özerk olan Şeyh,
fiili olarak devlet başkanı gibi davranıyordu. Çünkü Erdebil ve köylerinden
elde edilen gelirler bir havuzda toplanıyordu. Bunun dağıtımı ise tamamen
Tekkenin şeyhlerine bağlıydı. Hoca Ali bu iş yapmakla direkt olarak bir devlet
yönetmenin nasıl olduğunu anlamıştı. Bu durumdan sonra Hoca Ali’de de
insanların manevi hayatlarına hükmetmenin yanında bir de maddi hayatlarına
hükmetme fikri doğmuş olabilir. Esasında İslam ümmetinin büyük ekseriyetini
oluşturan Ehl-i Sünnet’ten ayrılan, başta Şia olmak üzere birçok fırkanın
ayrılık noktasının İmamet meselesi olduğu görülmektedir. Özellikle Şia, İslamın
genel esaslarına aykırı olarak imameti iman esaslarının en vazgeçilmez bir
unsuru haline getirmelerinin neticesi olarak imamın Allah tarafından tayin
edilmesi yani imamların nassla belirlendiğine dair görüş ortaya
çıkmış
bu görüş Hz. Alinin nas’la imam olduğu ve imametin Hz. Ali’nin soyuna ait
bulunduğu fikri Şia inancının esasını, fırkaların ortaya çıkış ve Şii
fikirlerin en bariz ortak noktasını oluşturmuştur.
Gerek
Hâce Ali döneminde, gerekse de Şeyh İbrahim zamanında, Erdebil Tekkesi’nin
söylem ve yaşam tarzında bariz değişiklikler yoktur. Söz konusu dönüşümleri
kesin ve net hatlarıyla görmek için Şeyh Cüneyt’i beklemek gerekecektir. İlginç
ve faydalı bir mukayese olması açısından Erdebil tekkesinin Anadolu’daki
etkilerini; birer yüzyıl arayla Hoca Ali’nin Anadolu’ya gönderdiği halifesi
Şeyh Hamid- i Veli (Somuncu Baba) nin ve Şah İsmail’in Anadolu’ya gönderdiği
halifesi Nur Ali’nin şahsında incelersek yukarıda söz konusu ettiğimiz kaymayı
daha iyi anlayabiliriz. Kayserili olan Hamid-i Veli, Erdebil’de mürşidi Hoca
Alaaddin Ali’den hilafet aldıktan sonra yine şeyhinin talimatı ile memleketi
Anadolu’ya (Bursa) irşat vazifesi için dönmüştür. Osmanlı payitahtı olan
Bursa’da uzun yıllar kalıp Şeyhulislam Molla Fenari’nin hürmet ve bağlılığını
kazanmış, Sultan Yıldırım Beyazıt’ın ve damadı Emir Sultan’ın ısrarları ile Ulu
caminin açılışını yapmış, bu zatların iltifatlarına mazhar olmuş, Anadolu’nun
abide şahsiyetlerinden kabul edilmiştir. Ömrü boyunca zahidane bir hayat
yaşamış olan Şeyh Hamid-i Veli’nin dünyevi bir talebi olmadığı gibi, halk
tarafından tanınmak ve bilinmekten de sürekli kaçınmıştır. İnsanlara ilettiği
mesajı, gönül temizliği ve toplumsal huzurdur.[249]
[250] [251] Diğer
taraftan Rumlu Nur Ali Halife, Şah İsmail’in adeta sefiri ya da casusu gibidir.
Zira Osmanlı tahtına Selim'in geçtiğini haber alan Şah İsmail, Rumlu Nur Ali
Halife diye bilinen aslen Sivaslı bir Türkmeni Anadolu'ya göndererek ona
buradaki Erdebil dervişlerini toplamasını emretmiştir. Hoca Sadeddin’in
deyimiyle “ol tarafın Türk’ü kızılbaş’a tutkun idiler” dediği Sivas, Amasya, Tokat
ve Çorum Kızılbaşlarını ayaklandırmıştır.
Kişilik
ve amaç olarak birbirinden son derece farklı bu iki insan arasındaki ortak
nokta, aynı dergâhtan yetişmeleri ve her ikisinin de Erdebil dergâhının
kendilerine yüklediği misyonu yerine getirmeleridir. Şu farkla ki ilki yapıcı
ve kaynaştırıcı bir rol oynadığı halde ikincisi Osmanlı tebaası olmayı reddeden
bir rol icra etmiştir. Somuncu Baba kendisine verilen terbiye ve eğitim
doğrultusunda tamamen ferdi aydınlanma ve toplumsal huzur felsefesine uygun bir
faaliyette bulunduğu halde Nur Halife aradan geçen kuşaklardan sonra artık
hükümdarlığa dönüşen tarikatın bir valisi gibidir. Sonuç olarak Erdebil
tekkesi, ilk üç şeyhinin dönemlerinde, siyasi, dünyevî kaygıdan ve amaçlardan
uzak bir tarikat görünümünde olduğu halde aradan geçen yıllarla, yavaş ve kesin
bir biçimde siyasi taleplerle yüklü, akide olarak merkezde Şii, çevrede
senkretik bir tarikata dönüşmüştür.[252]
[253]
ERDEBİL
TEKKESİ’NİN SİYASALLAŞMASI ve KIZILBAŞLIĞIN DOĞUŞU
Şeyh
Cüneyd (Ö.1460) Şeyh Safiyyüddîn’in torunu olan Şeyh İbrahim’in (Ö. 1447)
oğludur. Babasının vefatından sonra Erdebil Tarikatına Şeyh olmuştur. Erdebil
Ocağına Şeyh olduğu zaman genç denebilecek bir yaşta olduğu tahmin
edilmektedir. Babası Şeyh İbrahim’in ölümünden sonra Şeyh Cüneyd’in mi, yoksa
amcası Şeyh Cafer’in mi, onun yerine geçtiği tartışmalıdır. Bu ikisi şeyhlik
hususunda mücadele etmiş, neticede Şeyh Cüneyd Erdebil i terk etmek zorunda
kalmıştır.
Safevî
âilesinin şeyhlikten şahlığa geçiş süreci Cüneyd’in devrinde (850-
864/1447-1460) başlamıştır. Bu şahıs tarikat postuna oturur oturmaz kendisini
doğrudan doğruya siyâsî entrikalar içinde bulmuştur. Bu durum, hem amcası Şeyh
Cafer’in tarikat şeyhliğini ele geçirme teşebbüsünden, hem de o devirde bölgede
tek otorite olan Karakoyunlu Cihân Şah’ın (842-872/1438-1467) Cüneyd’i
kendisine rakip olarak görüp, bundan kuşku duymasından kaynaklanmıştır.
Atalarının yaşamış oldukları züht hayâtına karşın, Cüneyd’in askerî ve siyâsî
temâyüller taşıması, zenginler gibi müreffeh bir hayât yaşamaya yönelmesi ve
pâdişâhlara özgü debdebeli giyimlere özenmesi Cihan Şah’ta ona karşı şüpheler
uyandırmıştır.[254] Şeyh
Cüneyd de aynı devirde onun bu şüphelerini tetikleyecek nitelikte faâliyetlere
girişmiş ve şahsî nüfûzunu kullanarak tarîkat devleti tesîs etme hevesine
kapılmıştır. Erdebil şehrini de bu tarîkat devletinin merkezi yapmaya
çalışmıştır. Cüneyd’in bu teşebbüsü hem bölge tarihinde, hem de Safevî
tarihinde yeni bir dönemeç olmuş ve yeni bir safha başlatmıştır.
Cüneyd’in
tarîkat postuna oturması 851/1447’ ye tesâdüf etmektedir. Onun şeyhlik makâmına
oturması amcası Hâce Alî’nin oğlu Cafer’i pek memnûn etmemişti. Bu zât, kardeşi
Şeyh İbrâhîm’in devrinde mühim bir mevkii sâhibi idi ve kardeşinin ölümünden sonra
bu mevkii ile kâni olmayıp, tarîkat şeyhliğine kendisini daha lâyık
görmekteydi.[255] Cüneyd
ile Cafer arasında bazı meselelerde önemli görüş ayrılıkları da vardı.
Cüneyd’in Şiî ağırlıklı temâyüller taşımasına karşın, Şeyh Cafer Sünni
temâyüllü görüşün temsîlcisi durumunda idi. Bundan başka, Cüneyd şeyhliğin
gerektirdiği zâhidâne hayâttan uzaklaşıp sultanlara hâs hayât tarzını
benimsemekteydi. Oysaki Cafer atalarından mîrâs kalan dünya işlerinden uzak ve
zühte dayalı bir hayâtın devâmcısı idi.
Cüneyd,
bir şeyler yapmak istiyordu. Onun arzusu sade bir şeyh olarak kalmak değildi.
Aynı zamanda Şah da olmak istiyordu. Şeyhlik kendisine babasından kalmıştı. Şah
olmanın ise bir bedeli olacaktı ve o bu bedeli ödemeye hazırdı. Ya şah olacak
veya ölecekti. Şeyh Cüneyd’in bu fikirlerinden dolayı Safevi Ocağı, yavaş yavaş
siyasi bir tarikata dönüşün ilk işaretlerini veriyordu.[256]
Erdebil’den
çıkarıldıktan sonra Şeyh Cüneyd’in Anadolu’ya, yani Osmanlı topraklarına
geldiğini görmekteyiz. Aslında Cüneyd’in doğrudan Anadolu’ya yönelişi, Safevî
şeyhleri ile Osmanlılar arasında eskiden beri var olagelen bir bağa dayanmakta
idi. Osmanlı pâdişâhları eskiden beri, Safevî şeyhlerine muntazam olarak her
yıl “çerağ akçesi” ismiyle bilinen bahşîşler göndererek, hürmetlerini izhâr ederlerdi.
[257] Bu
bahşîşler devâmlı gönderilmek sûretiyle bir süreklilik arz etmiştir. Hattâ bir
defasında gönderilmeyince, Şeyh Cüneyd, II. Murad’a şikâyette bulunmuştu[258].
Bu
eski irtibât sebebiyle Cüneyd Erdebil’den çıkarılınca, hemen Anadolu’ya
yönelmiştir. Cüneyd, Osmanlı topraklarına ayak basar basmaz, müridlerinden
birisi ile II. Murad’a bir seccâde, bir Kur’an ve bir de tespîh göndermiş, duâ
ve ibâdet yapabilmesi için Kurtbeli’nde oturmasına müsâade istemiştir.
Hediyeleri getiren müridi kabûl eden Vezîr Halîl Paşa (ö. 857/1453) meseleyi
pâdişâha arz etmiştir. II. Murad hediyeleri kabûl etmiş, ayrıca Şeyh’in
istekleri husûsunda Halil Paşa ile bir görüşme yapmıştır. Bu görüşmenin
netîcesi Cüneyd açısından olumsuz olup, “yedi derviş bir posta oturabildikleri hâlde,
bir tahta iki pâdişâh sığmaz” gerekçesiyle onun teklîfi reddedilmiştir.
Cüneyd’in elçisi berâberinde Cüneyd’e verilmek üzere 200 dukka altın, dervişler
için de 1000 akçe ile dönmüştür.[259]
Dolayısıyla Cüneyd’in bu isteği nazik bir üslûpta reddedilmiştir.
Anadolu’da
yerleşebilmek için Osmanlı sarayından olumsuz cevâp almasına rağmen, bu
teşebbüs esnasında Cüneyd’in Anadolu’da ilâve müridler topladığı da
bilinmektedir. Muhtemelen bu başarının sırrı, Olcaytu devrinde uygulanmış olan
Şiîliği devlet dini yapma ve etrâf bölgelerde onu yayma propagandasından arda
kalan unsûrlarlarla yakından bağlıydı.[260]
Önceden aynı bölgede yaşayan heterodoks İslâm’a yakınlık duyan heteredoks
temâyüllü aşîretler Cüneyd’le kendi çıkarlarının bağdaştığını görünce hemen ona
yönelmiş ve onun tarafında saf tutmuşlardı. Sünni Osmanlı Devleti’inin
merkezîleşme ve iskân politikasına karşı duyulan tepki de bu eğilime katkıda
bulunmuştur.[261]
Safeviyye Tarîkatı mensûplarının Hz. Alî ve taraftarlarına duydukları sevgi ise
bu güruh üyelerinin Cüneyd’in tâkip etmiş olduğu yola sıkı şekilde sarılmaları
için kâfi sebep olmuştur. Bundan başka Cüneyd bu zümreler arasında sadece ünlü
bir şeyh âilesine mensûp biri olarak dolaşmamıştır. Onun “seyyid” unvânını da
kullanarak dolaştığı muhakkaktır.[262]
Bu unvân sayesinde de konargöçer Türk aşîretleri arasından çok sayıda taraftar
topladığı düşünülebilir.
Cüneyd
bunun üzerine henüz Osmanlı topraklarına dâhil edilmemiş Karaman ülkesine
yönelmiş ve Konya’ya gidip Anadolu’nun en büyük tekkesi olan Şeyh Sadrüddin Konevi
zaviyesine misafir olmuştur. O sırada Zeyniye tarikatının kurucusu olan Şeyh
Zeynüddin Hafi’nin halifesi ve bu tarikatın Anadolu’da yayılmasına vesile olan
Abdullatif Makdisi bu zaviyenin şeyhi konumundaydı. Abdüllatif, Cüneyd’in
fikirlerini iyi bildiği için onunla görüşmekten imtina etmiş ancak müridi yani
Hızır Bey’in öğrencisi sonradan Fatih’in hocalığını yapmış olan Hayreddin
Efendi vasıtasıyla muhatap olmuştu. Nihayet bir araya geldiklerinde sohbet
ettiler. Muhyiddin İbnü’l- Arabi ile Sadrüddin Konevi’nin eserlerini istinsah
ettirdiler ve bir ay sonra tekrar buluştular. Ancak Cüneyd’in Kur’an-ı tezyif
eder bir tarzda müfrit Şiilerin, ashab hakkındaki görüşlerini müdafaa ederek
bir tartışma açması, Şeyh Cüneyd’in kafirlikle suçlanmasına yol açtı. O da
Konya’da daha fazla kalamayacağına hükmederek oradan Varsak ülkesine (İçel)
hareket etti.[263] Maksadı,
onlar arasında dolaşarak kendi itkadını ve fikirlerini yaymaktı.[264] Şeyh
Cüneyd’in Varsak Türklerinin arasına gitmesinden sonra, Şeyh Abdüllatif,
Karaman Hükümdarı olan İbrahim Bey’e haber göndermiş, „’ bu Şeyh Cüneyd’in
muradı sofuluk değildir. Şeriat bozup kendi emaret taleb eder.’’[265] diye
ikaz etmiştir.
Şeyh
Cüneyd Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ile Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şahın
savaş halinden istifade ederek kendisine, bölgesel güçler içerisinden destek
arayışındaydı. Diyarbakır’a geldiğinde Uzun Hasan tarafından önce tutuklanan
Cüneyd, daha sonraları Şeyh Cüneyd’in 20.000 silahlı müridiyle Cihan Şah’a
karşı Uzun Hasan’a destek vereceğini söyleyince, Uzun Hasan önce onu serbest
bıraktı ve daha sonrada kızkardeşi Hatice Begüm’le evlendirdi.[266]
Bölgenin
güçlü hanedanı Karakoyunlular ırk olarak Akkoyunlular gibi Türkmen olmakla
birlikte nüfuz alanlarında Sünnîler’in yanı sıra çok sayıda Şiî de vardı.[267] Karakoyunlu
hükümdarı Cihan Şah aşırı bir Şiî idi. Gürcistan seferinde Cüneyd’in babası
Şeyh İbrahim, Cihan şah ile ittifak yaparak bu sefere iştirak etmişti. Bununla
beraber Akkoyunlu hükümdarı, Safevî Tarikatı’nın bölgedeki gücünü ve ezeli
rakibi Karakoyunlu Devleti ile Cüneyd’in konumunu bildiğinden kendisine
stratejik bir ortak bulmuş oldu. Şeyh Cüneyd ise nihayet kendisine ait olmasa
da bir iktidar çatısı bularak onun koruyuculuğu altında tarikatına davetler
yapıyor yeni müritler kazanıyordu.
Genişleyen
nüfuz bölgelerinde hâkimiyet ve denetimi sağlamak için halife ve vekiller tayin
edip örgütlenmesini ikmal ediyordu.[268]
Mezhebî
açıdan konuya bakıldığında; kendisi ile aynı mezhebden olan Karakoyunlu Cihan
Şah ile yolları ayrılan Şeyh Cüneyd’in, kendi temayülünün aksine Sünnî mezhebe
bağlılığı ile tanınan Akkoyunlu Uzun Hasan ile müttefik olmasının çelişkisi
dikkat çekmektedir. Oysa Mezhepler Tarihi perspektifinden bakıldığında bu
işbirliğinin görünen zahiri sebeplerinin altında “İslâm tarihinde görülen
fırkaların hemen tamamına yıkınının, siyasî ve dünyevî menfaat ve saiklerle
vücud bulmuş olmalarına rağmen, hemen hepsi de Kur’ân’ı iddiaları istikametinde
yorumlayarak, kendilerine Kur’ân’dan deliller bulduklarını ileri sürmüşlerdir”[269] temel
prensibinin ışığında asıl sebebinin dünyevî ihtiraslar ve siyasal iktidar
olduğunu ortaya koymaktadır.[270]
Akkoyunlu
başkentinde geçirilen üç yıldan sonra Diyarbakırdan ayrılan Cüneyd, baba ocağı
Erdebil tekkesine geri dönmüştü. Aynı gerekçelerle bir defa daha Erdebil’den
çıkmak zorunda kalan Cüneyd silahlı adamlarını alarak Gürcistana saldırmak
üzere yola çıktı. Bu arada ülkesine karşı bir tehdit olarak gördüğü Şeyhe karşı
bir askeri güç hazırlayarak karşısına çıkan Şirvanşah, Karakoyunlu Cihanşah’tan
da aldığı destek ile Kafkas eteklerindeki muharebede ordusunu ve Cüneyd’i
ortadan kaldırdı. Safeviyye Tarikatı, Şeyh Cüneyd ile birlikte bir takım aşırı
inançlara kapı açmış, tarikatın zaviyelerinde Rafizi anlayışlarını yaymaya
çalışmıştır.[271] Onun
ifrata varan inançlı Kızılbaş müridleri o kadar aşırıya gitmişlerdi ki Cüneyd’i
Mehdi, Peygamber hatta ilah olarak görüyorlardı.[272]
Hem Şeyh Cüneyd’in hem de oğlu Haydar’ın Safevi tarikatına ilk kez dini bir
karakterin yanında askeri ve siyasi bir karakter kazandırması önemli bir
noktadır. Hatta Şah İsmail’in tarih sahnesine çıkışında Şeyh Cüneyd ile oğlu
Haydar’ın siyasi ve askeri mücadeleleri inkâr edilmez tarihi bir gerçekliktir.
Cüneyd, Şeyh Safiyyüddin’den itibaren Erdebil Tekkesi’nin kullandığı Şeyh
ünvanını bir tarafa bırakıp Sultan ünvanını kullanması Erdebil Tekkesi’nin ve
Safeviyye Tarikatı’nın siyasallaştığının ifadesidir. Bunun bir bakıma Şii
Safevi devlet sistematiğinin altyapısını oluşturmuştur diyebiliriz. Torunu Şah
İsmail dedesinin ideallerini gerçekleştirmek suretiyle Safeviler Devleti’ni
kurmuştur.[273] [274]
Şeyh
Haydar Dönemi
1460
yılında doğan Haydar’ın, babası Şeyh Cüneyd, annesi ise Uzun Hasan’ın kız
kardeşi Halime Begüm’dür. Cüneyd ölmeden önce Diyarbakır’da bulunan ve henüz
bir bebek olan oğlu Haydar’ı yerine şeyh olarak vasiyet etti.
Şeyh
Haydar’ın ilk yılları Anadolu’daki teşkilatı geliştirmek ve müritlerinin
saysını artırmak için yoğun bir çalışmayla geçmiştir. Haydar, Cüneyd’in
müridleri tarafından büyük heves ve şevkle tarikat şeyhi olarak kabûl görmüş ve
Uzun Hasan’ın onu şeyh yapma girişimi onları yeterince memnûn etmiştir. Aslında
müridler de Şeyh Cüneyd’in katlinden kısa bir süre sonra Cüneyd’in büyük oğlu
Hoca Mehmed’i bertaraf etmiş ve annesi aracılığıyla Akkoyunlu soyuna bağlanan
küçük oğul Haydar’ı 274 kendilerine mukteda addedip onun etrafında toplanmaya
başlamışlardır.
Karaman,
Tekke, Hamid bölgelerinden, Suriye’nin Şam havalisinden, Gilan ve Talış, yani
Hazar Denizi’nin güneybatı taraflarından Erdebil’e çok sayıda mürid akın
etmiştir. Şeyh Haydar onlardan yetenekli olanları bir süreliğine tarikat
merkezinde tutuyordu. Burada onları husûsi bir talime tabi tutup yetiştiriyor
ve sonra “halife” unvanıyla memleketlerine gönderiyordu. Halifeler kendi
memleketlerine döndükten sonra, oralarda tarikat lehinde tebliğat yapıyorlardı.
Bu tebliğatlar tarikata maddi ve manevi yardım toplama amacı güdüyordu. İran’da
pek az mensûbu bulunan tarikatın başı Azerbaycan’ın Erdebil şehrinde, gövdesi
ise Anadolu’da bulunuyordu[275]. Hatta
bu kadar zahmete katlanıp Erdebil’e gideceklerine, Medine’ye gidip, Hz.
Peygamber’in türbesini ziyaret etmelerini tavsiye eden Sünni komşularına: -
“Biz diriye varırız, ölüye değil.” diye cevap veriyorlardı.[276]
Şeyh
Haydar devri, Safeviyye Tarikatı açısından siyasi ve dini otoritenin tek
merkezde bütünleşme safhası olarak görülmektedir. Uzun Hasan’ın kızı ile
evlilik tarikatın nüfûz alanını genişlettiği gibi, bu aileye siyasi bir yetki
de vermiştir. Haydar’ın çocukları artık dinî bir otoritenin avantajını
kullanmakla berâber, Akkoyunlu Pâdişâhı Uzun Hasan’ın torunları olmaları
hasebiyle siyâsî mefkûreyi de benimsemişlerdi.[277]
Kızılbaşlığın
Ortaya Çıkışı
Şeyh
Haydar müridlerini silahlandırmanın yanısıra onlara bir de üniforma denebilecek
bir kıyafet hazırlatmıştı. Buna göre müridler sırtlarına entari geçirecekler ve
başlarına da Tâc-ı Haydarî denilen on iki dilimli kızıl bir kavuk giyeceklerdi.[278] Oniki
dilim ise İsnâ-aşeriyye olan mezhebinin görüşlerine uygun olarak Ehl-i Beyt’ten
on iki imamı ifade etmektedir. Her bir dilim, parmak kalınlığında olup, üzerine
birer imamın ismi işlenmiştir. Başlarına bu şekil bir kavuk veya tâç
giydiklerinden dolayı, bundan böyle Erdebil Ocağı mensuplarına Kızılbaş denecektir.[279] Önceleri
tanıtmak maksadıyla bu isim kullanılırken, daha sonra onları tahkir makamında
kullanılagelmiştir.[280] Erdebil sûfileri ise Kızılbaş
kelimesini daima iftiharla kullanmışlardır.[281]
Bu sebeple ileride kuracakları devletlerini ‘Devlet-i Kızılbaş’ şeklinde tabir
edecekleri görülecektir. On iki dilimli kızıl tâc, aslında Şeyh Haydar’ın icat
ettiği bir başlık değildir.[282] Ancak o,
kendine göre yeni bir şekil vermiş ve bunu müridlerine mecbur tutmuştur. Bu
yüzden, onun başlığa verdiği yeni şekilden dolayı bu tâca, ‘Tâc-ı Haydarî’
denilmiştir. Uzun Hasan’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Sultan Yakup
(883-896/1478-1490), tebasına, Haydarî tacın giyilmesini yasaklamıştır.[283]
Kızılbaşlık anlayışının eski bir mâzîye sâhip
olduğu kesindir. Örneğin, daha önce de ifade edildiği gibi, Altaylı Şamanlar
dinî ayinler sırasında hayvan derisinden yapılan ve göğüslüğü açık olan cübbe
giymişler ve başlarına üzerinde dağ tavuğu tüyü bulunan ‘kırmızı külâh’
takmışlardır. Tarihte kırmızı sarık kullanan ve benzer giyim kuşamları olan
başka gruplar da olmuştur. Sasânîler devrinde mevcût olan Zerdüşt dininin
taraftarları ve İslâm devrinde zuhûr eden Bâtınîler buna birer örnek teşkîl
eder. Bundan başka Hürremîler Hareketi ve onun başçısı Bâbek el-Hürremî’nin (ö.
223/838) de aynı renkte sarık kullandığı ve aynı motifli elbise giydiği
bilinmektedir. Sonraki devirlerde Safevîler’in atası olarak zikredilen Fîrûz
Şah da ‘Zerrin Kulâh’ lakabıyla anılmaktadır.[284]
Farsça’da zerrin kızıl, kulâh ise börk, başlık manasına
gelmektedir. Bu vâkıadan hareketle ‘Zerrin Kulâh’ isminin ‘kızıl börk’, yani
“kızıl başlık taşıyan şahıs” manasına geldiği söylenebilir. Fîrûz Şah’ın bu
lakapla anılmasının sebebi onun böyle bir başlık giymesi ile yakından alâkalı
olduğu muhtemel bir görüştür.[285]
Önceden
ifade ettiğimiz gibi Kızılbaşlık eskiden beri kullanılmaktaydı. Ancak Safevîler
öncesinde bu alâmetlerin belli bir topluluğa atfedilmek yolu ile terimleştiği
söylenemez. Gerçekte aynı alâmetlerin görünümü olan Kızılbaşlık kelimesi
Safevîler’in faâl propaganda faâliyetleri sonunda terimleşmiş ve çok sayıda
taraftar topluluğuna haml olunmuştur. Bu kavramın Safeviyye Tarikatına bağlı
topluluğuna atfı Şeyh Haydar döneminde başlamıştır. Çünkü Kızılbaşlık anlayışını,
Kızılbaş adını, Kızılbaş giyim, kuşamını Safeviyye müntesipleri arasına sokan
ilk şeyh, Haydar olmuştur. Bu tatbikâtın başlangıç tarihi, Haydar’ın Şirvan
üzerine seferinden önceki devire tesâdüf etmektedir.[286]
Bu tatbîkât sonrasında Safevî müntesiplerinin kesin bir şekilde Kızılbaş
nâmıyla anıldıkları da bilinmektedir.[287]
Kızılbaşlık
farklılaşmasını anlayabilmek ve doğru değerlendirebilmek için öncelikle Erdebil
Tekkesi’nde yaşanan değişim ve dönüşüm sürecinin yanında, Tekke’nin
Anadolu’daki faaliyetlerinin de açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Selçukluların mirasını devralan Osmanlı, her ne kadar Sünnî anlayışı ön planda
tutsa da, özellikle konar-göçer Türk boyları üzerinde ciddi bir Sünnileştirme
politikası uygulamamıştır. Özellikle Tasavvufî oluşumlara daha fazla müsamaha
gösterdiği bilinmektedir. Nitekim II. Bâyezid devrinde bile Erdebil Tekkesi ile
iyi ilişkiler kurulmuştur. Erdebil Tekkesi, Şiîliği merkeze alan bir değişim sürecine
girip, siyasallaşmaya başlayınca Tekke’nin Anadolu’ya yönelik tutum ve
tavırları da bu faaliyetlerin bir sonucu olarak ister istemez farklılaşmıştır.[288]
SAFEVİ DÜŞÜNCESİNDE ŞAH İSMAİL FAKTÖRÜ
Şah
İsmail, Safevî soyundan Şeyh Haydar’ın oğlu olup 1487 yılında Erdebil’de
doğmuştur. Annesi Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızı Alemşah Begüm’dür.[289] Çocukluğunun
ilk yıllarını, babasının öldürülmesinden sonra İstahr kalesinde annesi ve diğer
kardeşleriyle tutuklu bir hayat yaşayarak geçirmiştir. Kısa bir serbestiyet
döneminden sonra Akkoyunlu tehlikesine karşı babasının müritleri tarafından
önce Erdebil’e, oradanda Gilan bölgesine kaçırılmış ve orada Lahican şehrinde
saklanılmıştır. 1501 yılında Akkoyunluları mağlup etmiş ve Tebriz’e alarak,
başına Tâc giymiş, akabinde şahlığını ilan etmiştir. 1514 yılındaki Çaldıran
Savaşına kadar girdiği bütün savaşları kazanmıştır. 1514’te Çaldıran ovasında
Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim’e karşı yaptığı savaşta yenilmiştir. 1524’te
38 yaşında ölmüş, Erdebil’de gömülmüştür.[290]
Osmanlı
Arşiv belgelerinde ve bir kısım Osmanlı tarihçilerinin verdiği bilgilerde, Şah
İsmâil’in şiirlerinde daha aşırıya gittiği ve mürîdleri tarafından ona yüklenen
“uluhiyyet” vasfını, bu yönde aldığı taltif ve tazim edici davranışlar
karşısında itiraz etmeyerek, kabul ettiğine dikkat çeilmektedir.[291] Bazı
kaynaklarda, Şah İsmâil’in ‘peygamberlik iddiası’nda bulunduğunu ve
taraftarlarının da onun bu iddiasını kabul ettiği ifade edilir.[292]
Şah
İsmail, tahta oturduktan sonra aynı zamanda Erdebil Tekkesi şeyhi olarak,
bağımsızlığının nişanesi olarak On İki İmam adına hutbe okuttu, para kestirdi.
Bütün bunların ardından da İmamiyye mezhebini yeni devletin resmî mezhebi
olarak da ilan etti.[293] Onun bu
faaliyetleri Osmanlı ülkesinde çok dikkatlice değerlendirilmiştir. Hoca
Saadeddîn Efendi, “Hayvanları andıran bu denli aşağılık insanların boyunlarını
bağlılık halkasına alup İran diyarını viran ve Peygamberin sünnetini ol iman
sahiplerinin durağı olan onarılmış ülkeden iz bırakmamacasına silip süpürdü.
Din bilginlerini tepeleyip batıl töreleriyle ol toprakları kirletip pisletti, [294] şeklinde
ifade etmektedir.
Şah
İsmail, Tebriz’i kontrolu altına alır almaz, başkentteki tüm devlet adamlarını
mezhep değiştirmeye, onları “Haydarî tac”ını giymeye zorlamıştır. Şiîleştirme adına
pekçok baskıyı insanlara reva görerek faaliyetlerini artırmıştır.[295] Halkının
çoğu Sünnî olan bir ülkeye Şiîliği yerleştirmek, direnmeye uğramadan veya uyum
göstermeyenlere baskı ve zulüm yapmadan kazanılamazdı. Bunun için itaatsizlik,
ölümle cezalandırıldı. Halkın mezhep değiştirmesi için bu gibi baskı
unsurlarının yeterince etkili olduğunu biliyoruz.[296]
Bölgede yer alan pek çok Sünnî kökenli ulema ise zulme maruz kalmış ve
öldürülmüş, ancak bir kısmı Sünniliğin hâkim olduğu bölgelere kaçmak zorunda
kalmıştır.[297] Şah
İsmail, topraklarında mezhep birliğini İran’a dışarıdan getirtmiş olduğu Şiî
ulema sayesinde ve çoğu zaman zorla sağlayarak, [298]
Osmanlı ülkesine yönelik propaganda faaliyetlerine hız vermiş, bu yolda
devletin mali durumunu düzelterek ordusunun sayı ve techizat bakımından
güçlendirmek ve kendisinden önceki Safevî şeyhleri gibi, Hz. Ali sevgisini
kullanarak çevresine insan toplamak ve tüm Azerbaycan ve Anadolu topraklarını
elde etmek istemiştir.[299] Bunu da
hem Safevî Devleti’nin kuruluşu sırasında hem de uzun yıllar devam eden
Anadolu’dan Erdebil Tekkesi civarına olan göçler- yardımlar sayesinde yapmış
olması muhtemeldir.[300]
Esasen
burada ifade edilebilecek iki konu var. Bunlardan birincisi; bu katliamların ve
değişimin anlamı çok net ve açıktı. Şah İsmail, öncelikle ailesine yapılmış
olan kötülüklerin acısını alıyordu. Çünkü çocukluğundan bu yana eğitimini veren
Kızılbaş dedeleri, babası ve kızılbaş kim varsa bu mücadele sürecinde dramatik
bir şekilde hayata veda ettiklerine dair hayat hikâyeleri artık her gün
dinlediği gerçeklerdendi. Bu sebeple seleflerinin öldürülmelerinden tevellüt
ızdırapları kendi acı ve sıkıntılarıyla birleşip düşmanlarını korkuya sevkeden
bir intikam hırsın çevirmişti. İkinci olarak ise Şah İsmail’in yaptığı
katliamlar sebebii le Sünnilik tamamen sindiriliyor, Şia takiyye ve gizlilik
sürecinden çıkıp resmi bir mezhep halini alıyordu. Dahası şiddet tamayülünün
temelinde Kerbelâ faciasının ve bunun ekseninde oluşturulan acı ızdırap ve
gözyaşı hikâyelerinin derin bir intikam hırsını oluşturması gerçeği yatıyordu.[301]
Şah
İsmail bir müddet sonra şeyhlikten şahlığa geçerek, Kızılbaş ideoloji artık
Safevi devletinin temeline oturmuştur.[302]
“Ehl-i İhtisas” kurulu, [303] başta
Anadolu Kızılbaş-Bektaşî toplulukları arasında ve Balkanlara, Suriye, Azerbaycan’a
ve İran’da Horasan ve Kuzistan eyaletlerine gönderdiği halifeleri aracılığıyla,
Sünnî, fıkha uygun davranan Müslümanlar dışındaki rafizî ve âsi/bağiy Müslüman
topluluklarıyla iletişim kurmuştu. Anadolu’nun içlerine, Teke iline uzanan çok
geniş bir alan içinde bu etkin propaganda sayesinde Kızılbaş Safevî devleti
kurularak başına Şah İsmail geçirilmişti. Kızılbaş Ehl-i İhtisas kurulunun
sorumluluğunda bulunan soyu Ehl-i Beyt’e dayandığına inanılan bir hanedan
mensubu Şah İsmail, “Ali’nin mazharı” kutsallığına büründürülmüş kişilik olarak
öne çıkartılmıştır.[304]
1502’de 14-15 yaşlarındaki Şah İsmail’e taç giyen Şah
İsmail, devletin kuruluşundan 6 yıl sonra 1508’de Şamlu Hüseyin Beğ’i bu
görevden uzaklaştırıp yerine Türk olmayan birini atadı. Bu tarihten itibaren
İran unsuru devletin üst yönetimine girmiş, kuruluşunda hiçbir katkıları
olmayan İranlılar, merkeziyetçi Şiî ulema aracılığıyla yönetimde söz sahibi
olmuştu. Şah İsmail, bir kısım Türkmen beylerinin muhalefeti, kendilerine “Han”
unvanıyla valilikler verilerek engellenmiş ise de Kızılbaş askeri etkinliğine
darbe vurulduğu gözden kaçmamıştır.[305]
Şah
İsmail, bir müddet Osmanlı hududunda oturmasına karşın, müridlerinden istediği
askeri desteği alamamıştır. Zira Kızılbaş Türkmen kitlelerin amacı, Anadolu’da
bir Kızılbaş Türkmen devleti nufuzu altına girmek istiyordu. Bu konuda Kemal
Paşazâde tarihinde durumu şöyle anlatmaktadır:
“...(Şah
İsmail) Diyarbekir içinden dahi gitse olurdı. Ol yoldan da maksuda vusul
bulurdu. Amma yerinden deprenüp bir taşla iki kuş vurmak istedi. Bahane ile
gelip serhadd-ı Rum’da bir zaman turmak istedi. Taki Anatoli’nın kızılbaş’ı
vesair evbaşı ol şem-i bezm fitnenin kenara geldügün duyup, her taraftan yanına
cem’ oluna... amma umduğun bulmadı, ol dediği iş olmadı ve içinde Kızılbaş olan
vilayetlerin raiyyetleri boyunlanıp birbirine merbut olmuştu. Mecâl-i ubûr ve
ihtimal-i murûr merfû’ ve medfû’olmuş, mesâlik-i memâlik mazbût olmuştu...”.[306]
Safevî
Devleti’nin kuruluşundan sonra bölgede uygulanan en mühim işlerden birisi,
ahâlisinin çoğunluğu Sünni olan bir coğrafyada mezhebî değişiklik yapılarak,
Şiîliğin hâkim mezhep kılınmasıdır. XIV. ve XV. yüzyıllarda İran’da Şiî nüfûs
hâlâ azınlık konumunda idi. Büyük toprak sâhipleri ve şehir ahâlisi, itikâdî
yönden çoğunlukla Sünnî idi. Aynı durum Azerbaycan ve Horasan halkı için de
geçerliydi. Bu iki bölge halkı çoğunlukla Sünni olup, Hanefî mezhebine bağlı
bulunmaktaydı. Mâzendaran ve Gîlân bölgelerinin durumu ise biraz farklılık arz
etmekteydi. Bu iki bölgede Şiîlik hâkim konumda olup, ahâlînin az bir kısmı
Yezîdî idi. Şah İsmâîl Tebriz’de tahta oturduğu günlerde Tebriz şehrinin nüfûsu
yaklaşık üç yüz bin kişi olup, bu nüfûsun üçte ikisi de Sünni idi.[307] Aynı
devirde diğer bölgelerde de Şiîler azınlık konumunda idiler. Sadece Kum, Kaşan
ve Rey’de ahâlînin çoğunluk kısmını teşkîl ediyorlardı. Şah İsmâîl devrinde ise
tüm bu dengeler değişmiş ve mevzûbâhis coğrafya mezhebî yönden yeniden
yapılanmıştır. Şah İsmâîl, radikal bir adım atmış ve Şiîliği resmî devlet
mezhebi olarak kabûl etmek sûretiyle bu değişimi gerçekleştirmek istemiştir.[308] Cülûs
merâsimi öncesinde İsmâîl, Safevî ve emîrleri arasında aynı mevzûda bir
istişâre toplantısı yapılmış ve bu toplantıda devlet erkânının fikirlerini
sormuştur. Safevî ileri gelenleri bu mevzûda aklıselim davranmış ve yapılacak
değişimin kargaşa ortamı oluşturup, Tebrîz ahâlisi arasında kışkırtıcı bir
eyleme dönüşeceği fikrini belirtmişlerdir. Ne var ki Şah İsmâîl aynı fikirde
olmamış ve “eğer tebaa bana karşı çıkarsa, ben de Allah’ın yardımı ile kılıca
el atar ve bir kişiyi bile sağ bırakmam” diye cevâp vermiştir.[309] Bu
olayın gerçekleştiği gün hutbe okunan camideki her iki şahıs arasına elinde
hancer veya kılıç olan bir Kızılbaş dikilmiş ve mezhebî değişim
gerçekleşmiştir.[310]
Halkının
çoğunluğu Sünni olan bir coğrafyada Şiîlik propagandası yapmak ve mezhebî
değişim gerçekleştirmek, sonraki süreçte tepkiler uyandırmış ve isyânlara sebep
olmuştur. Örneğin; İsfahan, Şîrâz, Kazerun ve Yezd, Sünniler’i Şiîleştirmeye
mukâvemet göstermişlerdir. Ancak bu mukâvemetlerin akîbeti fecî olmuş ve
direnişçiler katliâma uğramışlardır.[311]
Şiîleştirme faâliyetine en fazla Sünni ulemânın mukâvemet gösterdiği
görülmektedir. Sünni ulemânın şiddete marûz kaldığı bölgelerin başında Şîrâz
gelmekteydi. Şah İsmâîl Şîraz’a girdiğinde, ulemânın çoğunluğu muhâlif cephede
yer alıyordu. Şah, onları huzûruna çağırıp, üç halîfeye lanet okumalarını
emretmiştir. Sünni ulemâ, bu emre karşı direnmiş ve bundan dolayı
cezalandırılmışlardır. Onlardan Şemsüddin el-Hurfî isimli sadece bir âlim,
Şah’ın emrine boyun eğmiş ve bu sûretle kurtulabilmiştir.[312]
Sünni ulemânın katli, Herat taraflarında da yapılmıştır. Şah İsmâîl Herat’ı ele
geçirdiği vakit (916/1510), Mevlânâ Sadreddin Taftâzânî neslinden olan
Şeyhülislâm Seyfeddin Ahmed Taftâzânî’yi katlettirmiş ve bu neslinden olan pek
çok kişiyi cezalandırmıştır.[313] Bu zulüm
karşısında hicret etmek zorunda kalan Sünni âlîmler, çoğunlukla Timurîler’e
bağlı Herat’a sığınmışlardır. Safevîler’in Horasan bölgesini ele
geçirmelerinden sonra ise bu âlimlerin Buhara taraflarına hicret ettikleri
görülmektedir.[314]
Mezhebî
değişim, şeklî bakımdan pek çok yenilik meydana getirmiştir. Örneğin, bu
değişim, ezân üzerinde müessir olmuş ve ezâna “Eşhedü enne Aliyyen Veliyullâh”
lafzı ilâve edilmiştir.[315]
Câmilerde ilk üç halîfeye lânet okunmaya başlamıştır.[316]
Yeni basılan sikkelerin üzerinde “Allah’dan başka ilâh yoktur, Muhammed
Allah’ın elçisi, Alî Allah’ın dostudur” yazıyordu. Sikkenin arka yüzüne ise
Şîa’nın on iki imamının adı ve mukaddes halîfe Ali’nin ismi ile berâber,
küçültülmüş şekilde Şah İsmâîl’in ismi de darbedilmişti.[317]
Mezhebî farklılaşma, Safevî askerlerinin savaş naralarında da ön plana
çıkmıştır. Safevî askerlerinin savaş narası ‘Allâh, Allâh, Aliyyun Veliyullâh’
şeklinde idi.[318] Yine
sonraki yıllarda hutbe üzerinde başka değişiklikler yapılmıştır. Örneğin,
Safevîler’den önce Şîa usûl ulemâsı tarafından kullanılan ‘sultan’ ve ‘âdil
imâm’ tabîrleri, 911/1505’ten itibâren Şah İsmâîl’in yayınladığı bir fermânla
hutbelerde 319 okunmaya başlamıştır.
Şah
İsmail’in Akkoyunlu hanedanına 1504’te son verip, Kazarun şehrini aldıktan
sonra orada bulunan Sünnî ulemanın tamamını katletmesi[319]
[320];
ardından Kum ve İsfahan şehirlerini alıp, İsfahan’da bulunduğu sırada kendisine
gönderilen Osmanlı elçilerinin huzurunda Sünnî bir âlimi ve bir grup halkı haksız
yere öldürtmesi Osmanlı Devleti’ne karşı dostane bir tutum içinde
bulunmadığının bir göstergesi olarak algılanabilir.[321]
İslâm
adına ortaya çıktığı halde Sünnî dünyanın liderliğini yapamayacağını anladığı
için Şiî itikadını yayarak İslâm dünyasında kendine bir yer edinmeye çalışan
Şah İsmail, Osmanlı’ya karşı Dımaşk ve Mısır’daki Müslüman yönetimlerle
işbirliği yaptığı gibi Hıristiyan devletlerle ittifak etmekten çekinmemiştir.[322] Diğer
taraftan Osmanlı Devleti de Şah İsmail’in Anadolu Türkmen nüfusa yönelik
propagandasından son derece rahatsızlık duymuştur. [323]
[324] Buna
karşın Şah İsmail, Türkistan Türklerinin lideri Muhammed Şeybânî Han
(1451-1510)’ın Kazaklarla mücadele etmesinden istifade ederek Horasan’a yürümüş
ve burayı işgal etmekle kalmamış, Sünnî Müslümanlara da çok kötü davranmıştır.
Bunu haber alan Şeybânî Han, bir kısım kuvvetlerini kuzeyde bırakarak hızla,
Horasan’a dönmüştür. Şeybânî Han’ın eksik ve yorgun bir ordunun başında
olduğunu gören Şah İsmail, rakibinin toparlanmasına fırsat vermeden üstüne
yürümüş ve 1510 da yapılan savaşı kazanmıştır. Savaşta ölen Hanı’ın başını
gövdesinden ayıran ve derisini yüzdürüp, ot dolduracak kadar kin ve nefretle
hareket eden Şah İsmail, bu yaptıklarını bir mektupla Osmanlı Padişahına
bildirmekten geri durmamıştır. Bununla da yetinmeyen Şâh İsmail, harp sonunda
on binden fazla Sünnî Müslümanı öldürerek başlarından pramit yaptırmıştır. Bu
zaferden sonra hızla Türkistan’a yürüyen Şah İsmail, Türkistan’ın belli başlı
merkezleri olan Buhara, Semerkand ve Hive’yi işgal etmiş ve Sünnî Müslümanlara
son derece kötü 324 davranmıştır.
Şeyhülislâm
Kemalpaşazâde, [325] Şâh
İsmail ve iktidarının Sünnîlere karşı uyguladıkları baskı ve şiddeti, özetle şu
şekilde anlatır: “...Mevlanâ Sadedîn Taftazânî evladından ve o zamanlarda halkın
örnek aldığı Herat Şeyhülislâmını altmış adet talebesi ile katlettirdi. Şeyh
Şehâbeddin evladını da tevâbii ile aynı âkibete uğrattı. İslâm’ın kubbeleri
mesabesinde olan meşhur şehirleri şerîatın aydın nurundan boşaltıp, bid’at ve
zulüm karanlığı ve zındıka ve dalâlet zulmeti ile doldurdu. Şühedâ makberi ve
iyiler mezarlığ olan, mescitleri ve medreseleri yaktı, yıktı ve harap ettirdi.
Ebû İshak Kazerûnî, Ebû Hanîfe, Abdulkâdir Geylanî, Şeyh Muhammed Sabûnî-yi
Hemedânî ve Kitâbu’l-Envâr sahibi Mevlânâ Yusuf-ı Erdebilî’nin ve
bunların emsali pek çok kemal sahibi şahısların mübarek türbelerini ve
mezarlarını yıktırdı, yaktırdı ve yerle bir ettirdi. Hulasa, bu
fena-âkibetlinin Müslümanlara yaptığı kötülüğü, Bahtu’n-Nasr-ı Kudüs halkına ve
Firavun da İsrailoğullarına yapmamışlardır. [326]
Şah
İsmail’in Türkistan’ı ele geçirmesi, kendisini oldukça gururlandırmıştı. Bu
zaferin ardından Anadolu’daki müritleri vasıtasıyla Şiî propagandasını
hızlandırmıştır. O sıralar Osmanlı hükümdarı olarak başta bulunan II. Bâyezid, belki
de kısa zamanda genişleyip imparatorluk haline gelen Osmanlı Devleti’nin bu
yeni fetihleri hazmetmesini sağlamak için mutedil bir siyaset takip ediyordu.
Bu yüzden herhangi bir devletle savaşmayı pek istemiyordu.[327]
Osmanlı
kaynaklarında, başta Şah İsmail olmak üzere Şeyh Cüneyd’ten itibaren Safevî
yöneticilerin İran’da baskı ile Sünnî halkı Şiîleştirmeye çaba sarfettiği iddia
edilmektedir.[328] Çünkü
Müslümanlaşmalarının temelinde tasavvuf ve tarikat kültürünün bulunduğu
konar-göçer Türkmenlere Safevî din anlayışının bu özelliğinin önemli bir cazibe
noktası olduğunu söyleyebiliriz.[329]
Safevi
kaynaklarında Şah İsmail’in kan dökücülüğü ile ilgili olarak hiçbir eleştiri
yapmazlar. Hurşah b. Kubad onun doğum bahsinde, orta Asya kökenli bir inancı
kastederek, Şah İsmail’in avucunda kan pıhtısıyla doğduğunu ifade ederki, Şah İsmail’in ileride kan dökücü bir hükümdar olacağına işaret
ettiğini belirtir ve devamında “kan dökücülüğü o hale gelmişti ki, kan içici
Behram (savaş tanrısı) bile onun korkusundan Çoban yıldızının çarşafının altına
saklanırdı” diyerek bir eleştiri yapar.[330] [331]
TARİKAT’IN
ANADOLU HALKI’NIN SİYASİ VE SOSYAL YAPISINA ETKİLERİ
Osmanlı
merkeziyetçi yönetim anlayışının tam olarak yerleşemediği, yaşanan yoğun göçebe
ve yarı göçebe hayat sebebiyle medrese etkisindeki İslâmî hayat tarzının fazla
yaygın olmamasından ve ayrıca siyasal, sosyo-ekonomik ve dinî-kültürel bir
takım sebeplerden kaynaklanan olumsuzluklar, XVI. Yüzylıl Osmanlı toplum
yapısında önemli tesirler meydana getirmiştir. Anadolu topraklarından ilk
önceleri Erdebil Tekkesi ve çevresinde neşvü nema bulan ve giderek genişleyen
Safevî Devleti’ne akınlar halinde süregelen Türkmen göçleri, bu müessir durumun
bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Erdebil
Tekkesinin oluşumundan itibaren ona tabi olanlar yüzde doksan oranında
Türkmenler olmuştur. Anadolu, Suriye, Irak ve İran’daki Türkmen uruğ ve
oymaklar, Tekkenin mürid kaynaklarıydı. Türkmen oymakları’nın Erdebil
Tekkesine, devlet olduktan sonra da Safevilere meyl etmesine Osmanlı Devlet
yönetiminin etkisi bulunuyordu. Bilhassa Yeniçeri ocağının kurulup, askerin
devşirme usulüyle Balkan Milletlerinden toplanması, Anadolu’daki Türkmen
oymakları üzerinde menfi bir tesir olma ihtimali vardır. Osmanlı Devletinin, bu
uygulamalarda kendine göre bazı elbette haklı noktaları bulunuyordu.[332] Ancak,
Osmanlı Devletine küsüp başkaldıran Türkmen oymakları aynı muameleyi fazlasıyla
Safevî şahlarından da görmüştür. ‘’Safevî Devleti’nin kurulup sistemleşmesinden
itibaren kurucu tebaası Kızılbaş toplumunun devlet içindeki konumları değişmiş
ve Safevî (Kızılbaş) devletinin kuruluşunda son derece etkin olan Ustacalu,
Rumlu, Tekelü gibi Anadolu’lu Türkmen kabileler devletin resmî ideolojisi
belirlendikten sonra yönetim kademelerinden uzaklaştırılmıştır.’’[333]
Konar-
göçer Türkmenlerin Erdebil Tekkesi’ne meyletme sebeplerinden bir diğeri de
Osmanlı Devletindeki bazı vali ve idarecilerin adil olmayan bireysel
hatalarıdır. Her ne kadar yaptıkları yanlış hareketler direkt devletin emri
olmasa da bazı Türkmenleri küstürmüş olduğundan Osmanlı Devleti ile araları
açılmış ve bu boşluktan Safevi Şah’ları istifade etmiştir.[334]
Başka
bir sebep, Türkmen Aşiretlerin düzenli bir medrese eğitimi almayışlarıdır. Bu
eğitimden uzak kalan köyler ve oymaklar, bir kısım eski örf ve adetlerini
İslam’a muğâyir olanlar da dâhil devam ettirmişlerdir. Eski dinleri olan
Şamanizm’in etkisini taşıyan bu örf ve adetler bir nevi mukaddes sayılmıştır.
Örf ve adetlerini bırakmamaları, mederese eğitiminden uzak kalmaları
dolayısıyla, onlar dini emirleri yerine getirmemişlerdir. İslam dininin en açık
hükümlerinden olan namaz ve orucun yerine getirilmeyişi bu kesimlerin, Sünnî
kesim tarafından dışlanmasına, hor görülmelerine, hatta kâfir ve dinsizlikle
suçlanmalarına sebep olmuştur. Bu durum iki kesimin bir birinden nefret
etmesine neden olmuş, ’’Kızılbaş olarak isimlendirilen bazı kesimleri
Osmanlı’dan uzaklaştırmış, Erdebil Ocağına ve dolayısı ile İran’a
yaklaştırmıştır.[335]
Safevilerin
fikri telkinatları kendilerine birçok taraftar kazandırmış ve eskiden
Anadolu’da var olup Sünnilikten biraz uzak duran diğer gruplara, bilhassa
Bektaşilere tesir etmiştir. Bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nde İslamiyet’in
Sünni görüşü benimsenmiş ve devletin açtığı müesseselerde tedris ve talim
edilmiştir. Zaten eskidenberi Anadolu’da yasayan Türk zümreleri genel manada
Sünni İslam anlayışını benimsemişlerdi. Çok sonraları XV. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren Kızılbaş, Alevi, Rafızi gibi benzer isimlerle anılacak olan
bazı Sünni Türkler, kendi din anlayışını talim ve tedrise imkân bulamamıştı.
Daha sonra içinde bulundukları elverişsiz durum XVI. yüzyılda bir takım sosyal
rahatsızlıklara sebebiyet verecek ve onları siyasi istismara kolayca vasıta
edecek durumlar oluşacaktır.[336]
Sözkonusu
sebebler, Türkmenlerin Erdebil Ocağı’na yaklaşmalarını sağlamıştır. Safeviler
de bunu kendi lehlerinde kullanmışlardır. Öncelikle Anadolu’ya gelen Safevi
propagandacılarının (halife) Safevilerin temel insan gücünü oluşturan Türkmen
kitlelerinin İran’a göçünü sağladıkları gibi, aynı zamanda Safevilerin baş düşmanı
olan Osmanlı Devletini içten çökertmek üzere bir takım isyana sebep
olmuşlardır.[337] Bunu
yaparken Hz. Ali’nin soyundan geldiklerini iddia ediyorlardı. Çünkü Şii ve
Kızılbaş çevrelerde Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’e olan mensubiyetin son derece önemli
bir yeri olduğunu biliyorlardı.[338]
Bütün
tarikatlarda olduğu gibi Safeviyye tarikatında da halifelik müessesi vardı. Bu
halifeler irşad vazifesiyle uğraşmış ve halkı, tıpkı Somuncu Baba namıyla
bilinen Hamididdin-i Aksarayi gibi Ehl-i Sünnet akidesine göre bilgilendirmişlerdi.
[339] Anadolu’ya
gelen halifelerin görevleri, Şii itikadı ile ilgili inançları halk arasında
yayarak Ehl-i Sünnet itikadına aykırı batıl itikadların yayılmasına sebep
olmak, daha önce vurgulandığı üzere Anadolu’dan İran’a birçok oymağın göç
etmesini sağlamak,[340] nezir
ve sadaka namıyla toplanan paraların gizli bir şekilde İran’a ulaştırmak,
Erdebile gidip bir müddet orada kalarak tarikatın usul ve adabını öğrendikten
sonra gittikleri memleketlerde ayinler yapmak, son olarak da kendi
taraftarlarının yoğun olduğu yerlerde isyan çıkarmak. Şah Kulu (Şeytan Kulu),
Nur Halife, Pir Sultan Abdal olayı, İbn-i Hanus ve Şah Veli (Celal) isyanları
bu ayaklanmalardan bazılarıdır.[341]
Osmanlılar da Şii Safevi tarikatının başlattığı Anadolu’ya yayılma
politikasının düzenli bir şekilde üzerine gitmişlerdir.
İran
coğrafyası Safevilerin eline düşünce bütün ülkede resmi mezhep, isnâ- aşariyye
mezhebi (Caferi) olmuştu. Safeviler, İran’da kendilerini Caferi mezhebinin
mürevvici gösterdikleri halde, Anadolu Kızılbaşlarına, kendilerini bir sahip,
hatta İmam tanıtıyorlardı. Anadoluyu’da nüfuzları altına alabilmek için
gönderdikleri halifeler, Erdebil şehrini adeta Mekke’ye ve Kabe’ye muadil
gösteriyorlardı. Siyaset alabildiğine dini inançları istismara başlamıştı. Hem
inançları yüzünden, hem gördükleri baskı ve zulüm dolayısıyla bütün
Kızılbaşlar, Erdebil Ocağına bağlanmışlardı. Erdebil ziyaretini Hac töreni
sayacak kadar ileri gidiyorlardı.[342]
Yine
Anadolu ve Suriye’deki Kızılbaşların (Alevilerin) ve Bâtıni zümrelerin Erdebil
ocağına hem fikren, hem de maddeten meyletmeleri, oraya nezir ve sadakalarını
göndermeleri, Anadolu’da büyük ölçüde homojen olan fikri yapıyı sarstığı gibi,
halkın ve yörenin ekonomik dengesinin bozulmasına da sebep olmuşlardır. Bozulan
fikri denge, bir daha eski haline dönmemiş, birçok isyanın çıkmasına neden
olmuş, devletinde bu kesime karşı bir kısım tedbirler almasına sebep olmuştur.[343] Bu
hususla ilgili olarak Ethem Ruhi Fığlalı şöyle der: “Kışkırtılmış diyoruz;
çünkü daha on beşinci yüzyılın ilk yarısından itibaren Erdebil Tekkesinin Şii
propagandası ve arkasından 1501’de Şiiliği İran’ın resmi mezhebi ilan eden Şah
İsmail’in ‘Hatayi’ mahlaslı ve son derece akıcı, çekici ve saf Türkçe ile
söylemiş nefesleri, şiirleri yalnız Alevi- Bektaşi zümrelerini teshir etmekle
kalmamış, aynı zamanda onun Anadolu’ya saldığı adamlarının Türkmenleri ve sade
köylüyü kandırma hususunda en güçlü ve etkili silahı olmuş ve böylece Anadolu
patlamaya hazır, mayın tarlasına dönmüştü. Artık on altıncı yüzyıldan itibaren
Anadolu, tohumları en az iki asır önce saçılmaya, bir asır önce filizlenmeye
başlamış olan Batınî- Şii-Safevî vu Hurufî kaynaklı fesat unsurlarının, siyasi
emellerini tasavvuf ve din kisvesine bürüyerek saf ve samimi Türk insanının en
hassas ve derinden bağlı olduğu imanını karıştırıp bulandırma hususunda hayli
başarı kazandığı bir meydan haline gelmiştir.” [344]
Erdebil
ocağı Türkmen aşiretleri üzerinde son derece derin izler bırakmıştır. Bu
hareket sonucunda, Anadolu’da fikri birlik ve beraberlik bozulmuş olup,
isyanlar sebebiyle siyasi birlik ve beraberlik zaman zaman ciddi akamete
uğramıştır. Yine bu tarikatın çıkardığı kargaşa sebebiyle Anadolu’da birçok
yağmalama hareketi olmuştur. Anadolu’ daki Safevi kışkırtmaları Yavuz Sultan
Selim’in babasına karşı harekete geçmesinin de en büyük amillerinden biridir.
Bu arada II. Beyazid’in oğulları arasnda taht kavgası başlamıştır. Sultan Ahmed
bile Yavuz Sultan Selim’e karşı çıkarken etrafına, Erdebil ocağına ve
Safeviler’e meyilli oldukları bilinen Turgutlu ve Varsak boylarından asker
toplamıştır.[345]
Dolayısıyla onaltıncı yüzyılı’ın ilk çeyreğinde, Safevî propagandası, o kadar
yoğunlaşmıştı ki, eğer gerçekten Yavuz Sultan Selim karşı tedbirler almasaydı
Anadolu’nun büyük bir kısmının Safevi egemenliğinin altına girmesi işten bile
değildi.
KIZILBAŞ
İNANÇLARI
Anadolu’daki kızılbaşlar inanç yönünden bir
bütünlük arz etmezler. Bir grubun inandığı bazı inançlar diğer gruplarda
görülmeyebilir. Bir gruba ait bir akide bütün gruplar tarafından paylaşılıyor
manasına gelmez. İran’daki esas halk kitlesi ile Anadolu’daki Safevî taraftarı
Kızılbaşlar da farklı olup, değişik özelliklere sahiptirler. Anadolu’daki
Kızılbaşlar’ın inançlarını aksettiren kendi yazılı eserlerinin olmayışı işin
bir başka zor tarafını teşkil etmektedir. Kızılbaşlar’ın büyük ekseriyeti
göçebe olduklarından, onlar arasında yazılı edebiyattan ziyade sözlü edebiyat
daha çok yaygındı.[346]
İnanç birlikteliğinin olmaması sebebiyle zorluklara rağmen, bilhassa
Anadolu’daki Kızılbaşlar’ın inanç özelliklerini genel hatlarıyla şöyle sıralayabiliriz:
İman
Esasları
İman
esasları olarak bilinen melekler, kitaplar, peygamberler konusunda tamamen
Ehl-i Sünnet anlayışıyla aynı inançları paylaşan Kızılbaşlar-Bektaşiler, kazâ,
kader konusunda farklı bir anlayışa sahip olmuşlar, özellikle Mu’tezile’nin
tesirinde kalıp Şii- İmamiyye’nin ‘adalet’ görüşünü benimsemişlerdir.[347] Ancak bu
benimseyişte, İslam Kültür tarihinde bu konularda cereyan etmiş tartışmaların
aklî delillerine dayandıkları söylenemez; çünkü kelâmi bir açıklama yerine,
sadece görünüşte Allah’ı kötülükten tenzih etme anlayışı ile siyasî bir pratik
hassasiyet söz konusudur.
Allah
İnancı: Genel itibariyle Kızılbaş, Alevi ya da
Bektaşi olarak bütün topluluklarda Allah inancı, Allah birdir ve fail-i
mutlaktır, şeklinde telakki edilir. Bazı topluluklarda ise Allah’ın hulûl
edebildiği veya tenâsüh inancı mevcuttur. Nitekim Şeyh Cüneyd ve oğlu Haydar’ı
anlatırken Kızılbaşlar’ın şeyhlerini Allah ve Allah’ın oğlu olarak telakki
ettiklerini[348]
söylemiştik.
Peygamber İnancı: Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve
sellem)’ı peygamber olarak kabul etmekle birlikte onlara göre Hz. Ali ile Hz.
Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) arasında makam itibariyle pek fark
yoktur. Hatta bazıları tarafından Hz. Ali daha üstün sayılmıştır.[349] Aşağıda
verdiğimiz misaller bu söylediklerimizi teyit eder mahiyettedir;
‘’Çıkarup yeryüzünden göge ol
dem- Aparup getiren Rahman Ali ’dir’’35
Mirac,
Muhammed’in, Alinin Sırrına ermesidir. Ali Muhammed’in mürşididir.[350]
[351]
Alevi-
Bektaşi inanışı Hz. Muhammed ile birlikte Hz. Ali’yi de ilahi nur görür; her
ikisini birleyerek, onlarda Tanrı nurunun tecellisini bulur.[352]
Ahiret
İnancı: Biz Ca’feri mezhebine mensubuz diyen
Kızılbaşlar’ın ahiret inancı sünni inancından pek farklı değildir. Diğer bir
kısmında ise ahiret inancı pek söz konusu edilmez. Ahiret, kavram ve inanç
olarak vardır. Ancak bunun tafsilatına girilmez. Bu kesimlerde ahiret inancı
bir kavram olmaktan öteye geçmemiştir.[353]
İbadet
Anlayışları
Türkiye’deki Alevi zümrelerinin,
üzerinde birleşemedikleri hususların başında namaz, oruç ve hac gibi ibadetler
gelmektedir. Bunlar arasında namaz, ilk sırayı alır. Günümüz Alevi- Bektaşi
anlayışı, namaz konusunda çelişkilerle doludur, dense mübalağa edilmemiş olur.
Bir kere yolun önderi ve sahibi bilinen Hz. Ali’nin, namaz konusunda Müslüman
oluşundan itibaren ihmali görülmemiş ve namaza dinin direği olarak çok önem
verdiği bilinmektedir. Onun oğulları, Bektâşî ve Kızılbaşlar’ın İmam kabul
ettikleri Câ’fer es-Sâdık’ın beş vakit namazdan hiçbir şekilde taviz
vermemiştir.[354]
[355]
Kızılbaşlar birçok konuda olduğu gibi ibadetler konusunda da te’vile giderler.
Muharrem ayında on iki gün oruç tutarlar. Bazı haram olan şeyleri helal sayarlar.
Namaz kılmaz, ramazan orucu tutmazlar.
Kızılbaşlara
göre birden fazla kadınla evlenmek haramdır. Bir kadın boşamak yine haramdır.
Boşanmış kadın alan yahut karısını boşayan zina etmiş ve zinâ ettirmiş sayılır
ve düşkün olur.[356] Yine
Kızılbaşlık’ta kızılbaş olmayanlarla evlenmek ve Pir ve Ocak 357 hakkını
ödememek haram sayılmaktadır.[357]
Alevi-
Bektaşi topluluklarının zekât konusunda Ehl-i Sünnet anlayışından farklı bir
yaklaşım içinde oldukları bilinmektedir. Bektâşiler kârlarının beşte birini
Ehl-i Beyt hakkı olarak Hacı Bektâş-ı Velî Dergahın’a, Kızılbaşlar da dedelere
ve ocaklara verirler. Ancak bunun adı İmamiyye Şia’sındaki gibi „’ humus’’
değil „’ Hakkullah’’ veya „’ Lokma’’ dır.[358]
Hilafet
ve İmamet Düşünceleri
Kızılbaşlar’da
on iki İmam inancı blunmaktadır. Bu konuda İmamiyye Mezhebinin görüşlerini
aynen alırlar. Onlara göre İmamlar masumdurlar ve günah işlemezler. Şah
İsmail’in
„’
Ol Ali ’dir ey Hatayî bî hata- Dünya ve Ukbada cavid olan’[359]
beyti
bunu teyid eder niteliktedir. Safevî müridânı ayrıca şeyhlerini de imamlar gibi
masum ve yanılmaz kabul etmişlerdir.[360]
Hilafet
konusunda ise, Hilafetin, Hz. Peygamberin vefatından sonra Hz.Ali’nin hakkı
olduğuna inanırlar. „’Ataya evlat evladır’’ yani Hz. Muhammed (s.a.v) vefat
ettikten sonra onun yerine geçmesi gerekenler onun Ehli Beyt’i olan Hz. Ali ve
çocuklarıdır.[361] Bu
konuda bütün Kızılbaşlar arasında genel olarak görüş birliği vardır. İmammetle
alakalı nazil olan bazı ayetlerin ve de Kur’anın değiştirildiğini iddia eden
İmamiyye Mezhebi mensupları da mevcuttur. [362]
Şeyh Cüneyd, Abdüllatif ile Makdisi’nin Konya’da daha önce bahsettiğimiz
diyaloğunda Sahabeler hakkında ayetleri [363]
kast ederek „’ bu ayetler ashâb hakkında nazil olduğu vakit sen orda mıydın?’’ [364] demek
suretiyle fikriyatını belli etmiştir. Ancak bu inançta olmayıp Kur’an-ı
Kerim’in değiştirilmediğine inanan Kızılbaşlar da az da olsa mevcuttur.[365]
Kızılbaşlığın
günümüzde tek yazılı kaynakları olan Buyruklarda ismi geçen Sahabelerle ilgili
olarak tevellâ ve teberrâ anlayışının, On iki İmam Şiiliğiyle paralel olduğu
söylenebilir. Buyruklarda ismi geçen sahabilerle ilgili değerlendirmelere
bakmak gerekirse; Özellikle Hz. Osman, Hz. Aişe, Hz. Muaviye ve Yezid için açık
bir şekilde lain ifadeleri[366]
kullanılmaktadır.
KIZILBAŞLIĞIN
Şİİ FIRKALARLA İLİŞKİSİ
Safevi
Tarikatındaki Kızılbaşlar’ın itikadi olarak tamamına yakınının isnaaşeriyye
mezhebine mensup olduğunu söyleyebiliriz. Kızılbaşlar da imamların masumiyetine
inanırlar. Kızılbaşlarda imamlarının masum olduğuna inandıklarından kendi
şeyhlerinin yanılmaz ve günahtan âri olduklarını düşünürler. Yine
Kızılbaşlıkta, on dört mâsum’a[367]
inanırlar ve bunların henüz küçükken öldürülen imamların çocukları olduklarını
söylerler.[368] Ancak
böyle bir inanış İmamiyye’de yoktur.[369]
Bir
diğer mesele Kızılbaşlığın gulat fırkalardan etkilenmesi meselesidir. Şeyh
Cüneyd’in Anadoluda’ki bazı müritleri ona Allah veya Allah’ın hulul ettiği biri
nazarıyla bakıyorlardı. Daha sonraları yine aynı çevreler Cüneyd’in oğlu
Haydar’a ve torunu İsmail’e de aynı nazarla bakmışlardır. Erdebil müridlerinin,
şeyhleri hakkındaki bu tutum ve davranışları daha önceleri bazı gulat
fırkalarının mensupları tarafından da kendi imamlarına karşı gösterilmiştir. [370] [371] Gulat
fırkalardan olan Sebeiyye ve Beyaniyye Hz. Alinin İlah olduğunu iddia etmişler
ve yine Hattabiyye’nin bir kolu olan Ümeyriyye, Ca’fer-i Sadık’a tapmış ve onun
kendilerinin rab leri olduğuna 371 inanmışlardır.
Kızlbaşlar’ın
daha önce inanç kısmında namaz kılmadıklarını ve oruç tutmadıklarını ve bunu
te’vil ettiklerini ifade etmiştik. Aynı şekilde Bâtıniyye fırkası da ibadetleri
te’vil eder ve namaz kılmazlar.[372] Hâlbuki
İmamiyye Mezhebine mensup âlimler ibadetleri te’vil edenleri gulat sayar ve bu
tip insanları Mecusilerden ve Hristiyanlardan daha kötü sayarlar.[373] Yani
böyle bir inanca sahip Kızılbaşlar’ın gulat fırkalardan, özellikle de
Bâtıniyye’den etkilendikleri açık bir şekilde görülmektedir.
Gerek
bizzat Şeyh Cüneyd’in ve gerekse oğlu Haydar’ın, müridlerinin bu aşırı
inançlarını reddedip tashih ettiklerine dair elimizde kesin bir delil yoktur.
Ancak, ister siyasi bazı mülahazalarla olsun, isterse başka maksatlarla olsun,
kendi müridlerinin bu derece aşırı fikirlerini tashih cihetine gitmeyen
şeyhlerin itikat bakımından aşırı görüşlere sahip oldukları kanaatine
söylenebilir.[374] [375]
Dini
ritüellerin gençlere öğretilmesi konusunda, cemaate girişin törensel bir
mahiyet arzetmesi, dini inanışlarını yayma gayretlerinin (etnik olmaları
sebebiyle) olmayışları, takdis ifade eden söz başlangıçları yönlerinden Anadolu
Kızılbaşlığı,Nusayrilere benzemektedir.
Netice
olarak Anadolu’da bulunan kızılbaş gruplar narasında tam bir inanç birliğinden
söz edilemez. Bu gruplar arasında Ca’feri mezhebinden olanlar olduğu gibi
kendilerini bu mezhebe bağlı saymayanlar da vardır. Hatta birçok yerde bu gruba
bağlı insanlar her bir mezhepten işlerine gelen kısımları aldıkları için tam
olarak belli bir mezhep mensubu sayılmazlar. Ancak on iki imam inanışını
benimsemekle İmamiyyenin, ibadetleri te’vil etmekle de Bâtınîliğin, bazı
noktalarda tesirinde kalmışlardır.
YAVUZ SULTAN SELİM DÖNEMİNDE, KIZILBAŞLARA YÖNELİK YAKLAŞIMLAR, FETVALAR ve SİYASET
YAVUZ SULTAN SELİM DÖNEMİ OSMANLI - SAFEVİ İLİŞKİLERİ
Şah Kulu ayaklanması ve Nur Halife Olayı
Şah
Kulu, Teke sancağına bağlı, Kızılkaya köyünde yaşayan babası da kendisi gibi
Kızılbaş olan Hasan Halife’nin oğludur. Çocukluğu Erdebil sufilerinin içinde
yetişerek geçmiştir. Çocukluğundan itibaren Kızılbaş kültürü ile yetişmiş ve
Şah İsmail’in bozuk inancının etkisi ile Osmanlı Devleti’ne karşı iyice
bilenmişti. Özellikle II. Bâyezid Han’a karşı yapılan suikasttan sonra devlet
bunları sıkı kontrol altına almak amaçlı farklı yerlere sürmüştü. Yerlerinde
kalanlar ise Kemalpaşazâde’nin deyimiyle „’keman-ı İntikamını’’ (intikam
tuzaklarını) kurmuşlardı.[376]
Şah
Kulu zaten Kızılbaş kitlesinin uzun zamandır beklediği Mesiyanik (Mesihle
ilgili) içerikli hareketin fitilini ateşlemiş oldu. Çünkü taraftarları Şah
Kulu’nun Allah, Peygamber ve Mehdi olduğunu iddia ediyorlar, memleketin düştüğü
felaketten ancak onun sayesinde kurtulacaklarını ileri sürüyorlardı. Şah Kulu
zaman zaman Kapulu Kayada, Döşeme Derbendinde toplantılar ve ayinler yapıyor,
Anadolu’yu İran’la birleştirmek için bütün gayretini sarf ediyordu. Garip
hayatı, labrente benzer meskeni halk arasında onu tanrılaştırmış idi. Şahkulu
isyanı; sanıldığı kadar basit ve gelişi güzel tertiplenmiş bir hareket
değildir. Şah Kulu isyanından evvel ve sonra, İmparatorluk dâhilindeki bütün
taraftarlarına mektuplar yazmış ve casuslar göndermiş, hazırlanmalarını
emretmişti.[377] Yani
aslında Şah Kulu’nun maksadı ve gayesi, bu isyan hareketiyle bazı imtiyazlar
elde etmek değil, Şehzadeler meselesi esnasında devlet’in alakası başka
yerdeyken bütün Osmanlı ülkesini zaptetmekti.[378]
İdris-i Bitlisî bunların ve bilhassa Şah Kulu’nun Rafızî- İsmailî itikada sahip
olduğunu ifade etmektedir.[379]
Netice
itibariyle Şah Kulu isyanı, Osmanlı Devletini, isyanın yaşandığı beldeler
itibariyle yakıp yıkmış, ve tarumar etmiştir. Bahsi geçen memleketler uzun süre
virane kalmıştır. Elli bin üzerinde insan katledilmiştir ve bunun arkasında Şah
İsmail ve her dinden senkretize ettiği batıl din anlayışı vardır. Şah Kulu
isyanından arta kalan elebaşları öldürtmesi ise tamamen kafasındaki Osmanlı
ülkesi zabtını bu isyan sebebiyle geciktireceği içindir.[380]
Bu isyan Osmanlı Devletinin batıda ilerlemesine ket vurmuştur. Yine Osmanlı
tebaasındaki isyana katılan insanlar boş bir ümit uğruna kendi devletine âsi
olmuşlar ve bununla beraber bu isyan toplumdaki ayrıştırmayı daha da belirgin
hale getirmiştir.
Şah
Kulu, üzerine gönderilen Karagöz Ahmed Paşa’yı şehid ederek Kütahya’yı ele
geçirdi. Hadım Ali Paşa ve Şehzade Ahmed kumandasında gönderilen kuvvetler, Şah
Kulu isyanını bastırdı. Yapılan muharebede Şah Kulu ve Hadım Ali Paşa öldü. Ali
Paşa’nın şehid olduğunu aynı günlerde haber alan Şehzade Selim, kendisine
Rumeli’nde verilen Vidin sancağından ayrılarak Edirne’ye geldi(1511). Edirneye
gelmesinin sebebi, babasından asker yardımı alarak Şah Kulu tehlikesini ortadan
kaldırmaktı. Çorlu’ya kadar geldi ise de, devlet adamlarından bazıları fesat
çıkararak Şehzade Selim’i âsi gösterdiler. Şehzade Selim ise, babasına karşı
gelmek istemediğinden geri çekildi ve birliklerini dağıttı.[381]
Şehzade Selim 19 Nisan 1512 de İstanbul’a gelerek, kendisi için hazırlanmış
Yenibahçe’deki çadırına yerleşti. 25 Nisan’da da Babası II. Bâyezid Sultanın
huzuruna çıktı ve el öperek payitaht’ı teslim aldı.[382]
[383]
Şah
Kulu olayında Şah İsmail’in Anadolu’da fesat çıkarması için iki Halifesini
görevlendirdiğini yazmıştık. Bunlardan birincisi Şah Kulu idi. Diğeri ise Nur
Halifedir. Dolayısıyla, “Batı ve Güney Anadolu’da Kızılbaşlık hareketlerini
Şahkulu, Orta Anadolu’dakini de Nur Ali Halife idare ediyordu. Nur Ali Halife
Rumiye ’li idi. Amasya ve çevresine Şah İsmail tarafından gönderilmişti. II.
Beyazid’in Yavuz, Sultan Ahmed ve Şahkulu meseleleriyle uğraşmasından
faydalanarak Çorum, Amasya, Yozgad ve Tokad taraflarında bulunan Yörük, Türkmen
ve Kürd Alevîler’ini kışkırtmaya memur edilmişti. Nur Ali’nin teşvikiyle
harekete geçen Kara İskender ve İsa Halife Çorum ve Amasya havalisinde bulunan
Kızılbaşları ayaklandırdılar. Bunlardan Şah adına asker topladılar ve başlarına
kırmızı tac giydirdiler.”38
Nur
Halife olayını bir başka açıdan incelersek, Şahkulu’nun öldürülüp ordusunun
İran’a kaçması, devamında Osmanlı Devleti’nin ikazı Şah İsmâîl’in durduğu ve
Safevî tehlikesinin neticelendiği anlamına gelmiyordu. Sonuçta Bizzat Şah
İsmâîl tarafından gönderilen ve görevlendirilen[384]
Nur Alî isimli bir halîfe, 917/1512’de Orta Anadolu’da isyân çıkarmayı
başarmıştır. Hatta Tokat’a girmiş ve burada Şah İsmâîl’in adına hutbe
okutmuştur.[385] Şehzade
Murad’ı bile kendi saflarına çekebilen bu insanlar, köylere saldırmış ve çok
sayıda suçsuz masum kişiyi hiç acımadan katletmişlerdir. Neticede Nur Alî
Halîfe, kaçarak yanındaki isyancılarla birlikte Erzincan üzerinden İran
sınırlarına geçmiştir.
Yavuz
Sultan Selim Han’a gelinceye kadar Batı’da fetihlerle meşgul olan Osmanlı
Devleti, Şah İsmail ve taraftarlarının faaliyetleri neticesinde Anadolu’ya
dönmeye ve bu fitneyi ortadan kaldırmaya karar vermişti. Önce de ifade
ettiğimiz gibi Sultan Selim, Trabzon valiliğinden beri Şah İsmail’in Osmanlı
Devleti’ndeki faaliyetlerini yakından takip etmiş, İran içlerine seferler
düzenleyerek Kızılbaşların Anadolu’daki saldırılarına mani olmaya çalışmıştı.
Devletin başına geçtikten sonra, bu faaliyetlerin önüne geçmek için köklü
tedbirler almaya başladı. Topladığı divanda, Şah İsmail’in İslam’a verdiği
zararları ve Ehl-i Sünnet’e yaptığı taarruzları en ince teferruatına kadar
anlattı. Divanda yapılan uzun müzakerelerden sonra, Safeviler’e dolayısıyla Şah
İsmail’e sefer kararı verildi.[386] Bu karar
için görüşleri alınan, o devrin âlimlerinden Molla Arab kalabıyla meşhur
Muhammed b. Ömer, Sarı Gürz(Görez) lakabıyla meşhur Müfti Nureddin Hamza,
Zenbilli Ali Efendi, Ahmed İbn-i Kemal (Kemalpaşazade) ve daha pek çok âlim
böyle bir cihad’ın farz olduğuna, Şah İsmail ve taraftarlarının ortadan
kaldırılmasının lazım geldiğine dair fetva (detayları ileride ki konularda
açıklanacağı üzere) verdiler.[387]
Çaldıran Savaşı
Yavuz
Sultan dönemi genel hatları itibariyle Osmanlı Devleti doğuya yönelme ihtiyacı
hissetmiştir. Bunun sebebi ise elbette Şah İsmail’in itikadi görüşlerini siyasi
emellerine alet ederek Anadolu coğrafyasına göz dikmesi sebebi ile Osmanlı
Devleti topraklarında fesat çıkarma girişimleridir. Buna mukabil Osmanlı
Devleti ve Yavuz Sultan Selim, İslam birliğini, Müslüman topluluklardaki Sünnî
akideyi güçlendirerek sağlamaya çalışmıştır diyebiliriz. Sultan Selim,
Anadolu’nun birliğini ve bütünlüğünü korumayı düşünerek Safevî Hanedanı
tarafından tehdit edilen Doğu hudutlarını sağlamlaştırmak ve Safevî tehlikesini
tamamen ortadan kaldırmak istemiştir.[388]
Yavuz
Sultan Selim, bir yandan yapılacak olan büyük sefere hazırlık yaparken, bir
diğer taraftan Şah İsmail’in telkinleri sonucu Şah Kulu ve Nur Halife
isyanından mütevellid meselelerle uğraşmıştır. Mamafih bir diğer yandan
Anadolu’da kardeşleri sebebi ile henüz tesis edemediği devlet otoritesi ile
uğraşmaktaydı. Osmanlı tahtı’na geçtikten bir müddet sonra özellikle sefer öncesi
Anadolu’daki muhalifleri tespit ettirmiş, hususi ile bu insanların savaş
esnasında devleti arkadan vurma tehlikesine karşı bir dizi tedbirler almıştır.
Yine bu kabilden Safevi devleti ile her türlü irtibatı keserek şavaş
hazırlıklarına başlamıştır. Aslında neticede Şah İsmail’in Osmanlı
topraklarında aşırı bir şekilde Şiî propagandaları yaydığını yakından bildiği
için Sünni akidesinin bir gereği olarak “Erdebiloğlu” tehlikesini ortadan
kaldırmaya karar verdiğini görüyoruz.
Netice
de Yavuz Sultan Selim, Şahkulu ve Nur Halife isyanını çıkaran asileri
cezalandırmak ve Osmanlı Devleti için büyük bir tehdit unsuru haline gelen Şah
İsmail’i yok etmek için çıktığı İran Seferini dört ay gibi uzun bir sürede
tamamlayarak 23 Ağustos 1514 günü Çaldıran Ovasına ulaştı.
Yavuz
Sultan Selim, uzun süren seferi sırasında Şah İsmail ile mektuplaşmış, bu
yazışmalar hem meydan okuma, hem tehdit hem tenkit içermekteydi. Bu
yazışmaların en dikkat çeken detayı ise Yavuz Sultan Selim’in İran/Fars
topraklarında hüküm süren Şah İsmail’e yazdığı mektuplarda Farsça kullanmış
olmasıydı. Yavuz Sultan Selim, sefere başlarken gönderdiği ilk mektupta Şah
İsmail’in İslamiyet’e muhalif hareketlerini tenkit etmiş, yaptığı zulümlerden
bahsetmiş, alimler’in fetvasıyla katlinin vacip olduğunu ifade ederek
kılıcından evvel İslamiyet’i kabul etmesi lazım geldiğini yazmıştır. Şah ismail
ise harbe hazır olduğunu ifade ederek “Er isen meydana gelesin, bizde
intizardan kurtuluruz” diyerek cevap vermiştir.
Aşağıdaki
belli yerlerinden pasajlar verdiğimiz mektûb Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim
arasındaki mücadelenin sebeplerinin Şah İsmail’in batıl inançlarıyla alakalı
olduğunu ifade eder mahiyettedir.
Yavuz,
27 Nisan 1514 günü İzmit civarı bulunduğu sırada İran Hükümdarı Şah İsmail’e
gönderdiği mektupta özetle;
“... Bilesin
ki ilahi hükümlerden yüz çevirenlerin, dini ve şeriatı yıkmaya çalışanların bu hareketlerine, bütün Müslümanların ve bu arada adalet
sever hükümdarların, kudretleri
nispetinde mani olmaları farzdır. Bunu söylemekten maksadımız şudur: Tekke
köşesinden hâkimiyete yükselen sen, Müslümanların memleketlerine saldırdın.
Zulüm kapılarını açtın. Günahsız Müslümanları incittin. Fitne ve fesadı kendin
için esas kabul ettin. Mescitleri, türbeleri ve mezarları yıkmak, Peygamber
neslinden gelen seyyid’lere ihanet etmek, Kur’anı kerimin ayet-i celile dolu
sayfalarını pisliklere atmak ve din büyüklerine sövmek gibi işler, senin kötü
hallerinden bir kaçıdır. Din adamları, kesin delillerle dayanarak senin dini
inkâr ve başka bir dine geçtiğin için, senin ve sana tabi olanların
öldürülmelerinin vacip olduğuna, mallarınızın, rızıklarınızın yağma, kadın ve
çocuklarınızın esir edilmesinin mubah olduğuna ittifakla karar vermişlerdir. Bu
durum karşısında ben, Allahın emirlerini yerine getirmek, zulüm görenlere yardım
etmek için sırma elbiselerimi çıkardım. Zırh giydim. Kılıç kuşandım. Ata
bindim. Safer ayının başında Anadolu yakasına geçtim. Maksadım, Allah’ın
inayetiyle senin padişahlığını yok etmek ve bu suretle de acizler üzerinden
zulmünü ve fesadını kaldırmaktır. Ancak kılıçtan önce sana, İslamiyet’i teklif
ederim. Eğer yaptıklarından pişman olup can ve gönülden Allah’tan günahlarının
affedilmesini diler ve aldığın kaleleri geri verirsen, tarafımızdan dostluktan
başka bir şey görmezsin. Fakat kötü hallerin devam ettiği takdirde, zulmünle
karanlığa boğarak simsiyah yaptığın yerleri nura kavuşturmak ve senin elinden
almak üzere inşallah yakında geleceğim. Allah’ın takdiri ne ise öyle
olacaktır.”[389]
Sefer
süresince elçiler aracılığıyla yapılan karşılıklı yazışmalar bir süre kesilip
Şah İsmail’in cevabı gecikince Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e son bir mektup
daha göndererek özetle; “Bana mektûb gönderip, cüretli kelimeler edip, „bu
taraflara gelmekte acele edesin, biz dahi beklemekten kurtuluruz.’ diye
bildirmişsin. Davete icabet edip uzun yollar geçerek memleketine geldik. Fakat
sen meydanda yoksun. Padişahların hâkimiyetindeki memleket onların menkuhası
(nikâhlı karısı) gibidir. Yiğit olan ona başkasının elini dokundurmaz. Hâlbuki
bunca gündür memleketinde yürüyorum hala senden haber yok. Bundan sonra
görünmezsen erkeklik sana haramdır. Miğfer yerine yaşmak, zırh yerine çarşaf
giyip serdarlık ve şahlıktan vazgeçesin.” [390]
Bu
mektuptan da anlaşılacağı üzere Yavuz Sultan Selim’in ordusu Safevi Topraklarına
girmiş ancak Şah İsmail karşılarına çıkmamıştı Yavuz Sultan Selim seferine
devam ettirmekteydi ancak engebeli arazilerde, uzun yollar kat eden yorgun
ordusu huzursuzlanmaktaydı. Şah İsmail’in karşılarına çıkmayacağını düşünen
ordu geri dönülmesi gerektiğini düşünüyordu ancak bunu Padişaha
söyleyemiyorlardı. Padişahın itimat ettiği ve sevdiği Karaman Valisi Hemdem
Paşa’yı elçi tayin ederek Padişaha meramlarını ilettiler. Ancak Yavuz Sultan
Selim, derhal Hemdem Paşa’yı cezalandırıp idam ettirdi.
Ordu
Eleşkirt civarına ulaştığında Yeniçeriler yine huzursuzlandılar. Başkaldırarak
“Düşman meydanda yok, bu harap yerlerde ilerlemek askeri beyhude yere telef
etmektir.“ yazan bir mektubu Padişahın çadırına bıraktılar. Hatta Padişahın
çadırına ok atarak da tehdit ettiler. Yavuz Sultan Selim, bu hadise üzerine
atına atlayarak Yeniçerilerin içine dalarak;
“Biz
henüz kastettiğimiz yere varmadık, düşmanla karşılaşmadık, dönmek ihtimali
yoktur, hatta bunu düşünmek bile hayaldir. Teessüf olunur ki Şah’ın maiyeti
kendi efendileri yoluna can verdikleri halde, biz şeriat-ı Ahmediyye ’ye
muhalif hareket eden bunları yola getirmek için bu serhatlara kadar gelmişken,
bir takım gayretsizler, bizi yolumuzdan geri çevirmek isterler. Biz, katiyen
yolumuzdan dönmeyeceğiz. Ûlülemre itaat edenlerle, kastettiğimiz yere kadar
gideriz. Kalpleri zayıf olanlar, ehlü ıyâllerini düşünenler ve yol zahmetini
bahane edenler, kendileri bilirler. Dönerlerse dîn-i mübîn yolundan dönerler.
Eğer bahane, 'düşman gelmedi' ise, düşman daha ileridedir. Er iseniz benimle
beraber gelin ve illâ ben tek başıma da giderim”[391]
diyerek Yeniçerilerin başkaldırılarına boyun eğmediğini ve vazgeçmeyeceğini
açık bir üslupla ifade edip sefere devam edileceğini ilan etti. Yavuz Sultan
Selim’in bu fevkalade tavrı üzerine Yeniçeriler hicap duyarak giriştikleri
başkaldırıdan vazgeçtiler ve Yavuz Sultan Selim Han’ın peşinden sefere devam
ettiler.[392]
Şah
İsmail’in meydana çıkmaması nedeniyle çok uzun süren sefer nedeniyle mevcut
erzakları yetersiz kalıyor, takviye gelen erzaklarda çabucak tükeniyordu.
Beklenen haber 22 Ağustos günü ulaştı. Şah İsmail’in meydana düştüğü haberi
alındı. Ertesi gün iki ordu da Çaldıran Ovasında karşı karşıya geldiler.
23
Ağustos 1514 sabahı iki ordu karşı karşıya geldi ve sonuçta Safevi ordusu gittikçe
çok kötü duruma düşmeye başladı. Boğaz boğaza mücadele verildiği sırada
kolundan ve bacağından yara alan Şah İsmail bir an dengesini kaybederek attan
düştü. Şah İsmail’i esir almak için Osmanlı askerleri ileri atıldı. Bu sırada
Şah’ın yakını ve kendisine çok benzeyen Mirza Ali: „’Şah benim!’’ diye ileriye
atıldı ve kendini feda etti. Şah İsmail’i koruyanlar ise bu durumdan
faydalanarak onu bir ata bindirip kaçırdılar. İki yanından çevrilen Şah
İsmail’in ordusu ise canını dişine takarak birkaç saat boğaz boğaza bir
çarpışmadan sonra kaçmaya başladı. Her iki ordudan da büyük kayıplar
verilmişti. Osmanlı Ordusundan Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa, Malkoçoğlu Ali Bey
ile on kadar sancak beyi şehidler arasında idi. Safevi ordusundan ise binlerce
ölü arasında en az on dört han ölmüştü. Şah İsmail ise karanlıktan faydalanarak
gece boyunca kaçtı. Sabaha karşı ancak Tebriz’e varabilmişti. Şah İsmail bu
korkunç badireden canlı kurtuldu, fakat o güne kadar hiç yenilmeyen şah bu
müthiş yenilgiye acı acı ağlıyordu. Tebrizde kalmayı çok tehlikeli bulmuş ve
İran’ın iç kesimlerine kaçmayı uygun bulmuştu. Çünkü artık Yavuz Sultan Selim’e
karşı koyacak gücü kalmamış, kolu kanadı kırılmıştı.[393]
Neticede,
senelerden beri zihinleri kurcalayan bu büyük mesele de halledilmişti. Şah
İsmail kaçarken otağında unuttuğu karısı Taclı Hanım ve yanında bulunan birçok
kıymetli esir padişahın huzuruna getirilmiş, Şah İsmail’in çadır dolusu
hazinesi, tahtı ve bütün ağırlıkları Osmanlılar’ın eline geçmişti. Ancak
aslında bu savaşla, bazı proplemlerin bittiği ifade edilirken, bazı
proplemlerin daha yeni başladığını savaştan birkaç yıl sonra Şah İsmail’in
verasetini oğlunun perçinlemesiyle İslam ümmeti görecekti.
ÇALDIRAN SAVAŞI’NIN SÜNNİLER ve KIZILBAŞLAR
AÇISINDAN ÖNEMİ
Çaldıran
savaşından sonra doğu sınırları Şah İsmail tehdidinden kurtulmuş ve daha da
önemlisi bu savaşın en büyük etkisi Anadolu Kızılbaşları üzerinde olmuştur.
Osmanlı Devletinin sınır ve yol güvenliği adına almış olduğu tedbirler Anadolu
Kızılbaşları ile Safeviyye Devletindeki Kızılbaşların iritbatını kesmiştir.
Bunun sonucu olarak ta tarikatın dini faaliyetlerinde devamlılığı sağlayacak
olan halifelerin Anadoluya geliş gidişi kesilmiş, neticede ise yazılı
kaynaklardan beslenemeyen Kızılbaşlar sözlü geleneğe yaslanmaya başladılar.[394]
Sonuç
olarak Çaldıran savaşının bu gün bile hala her iki topluluk üzerinde etkileri
olan neticeleri olmuştur. Bunlar;
1-
Çaldıran
savaşı öncesi özellikle Şah İsmail’in Doğu ve Güneydoğu bölgesinde özellikle
Kürtler üzerinde çok ciddi etkisi ve baskısı vardı. Dolayısı ile bu dönemde
25-30 kürt beyi’nin Osmanlı Sarayına mektup üzerine mektup yazarak kendilerini
Şah İsmail’in katliamlarından kurtarabilecek yegâne gücün Osmanlı Devleti
olduğunu ifade etmeleri meselenin ehemmiyetini açıklar. Hülasa, Çaldıran savaşı
bahsettiğimiz mezkûr bölgenin ve hususi ile Kürtler’in bu günlere Sünni olarak
gelmesinde, buna bağlı olarak ta bu topluluğun Şia/İmamiyye mezhebine zorla
angaje edilmeden ve Farslılaşmayıp etnik olarak bu günlere dek gelmelerine
zemin hazırlamıştır.
2-
Bu
savaş’ın sebeplerinden biri de, Şahkulu ve Nur Halife isyanlarında Şah
İsmail’in telkinleri neticesinde Anadolu’da yaklaşık ellibin (50.000) insanın
sebepsiz yere sırf Safevi Hanedanının siyasi emelleri için yerinden yurdundan
olmuş ve ölmüşlerdir. Yavuz Sultan Selim bu tahriklerin bitmeyeceğini anlamış
olmalı ki tedbir alınmaması durumunda devletin bile tehlikeye gireceğini görmüş
ve Şah İsmail’i durdurmak için başka çare kalmadığını görerek bu savaşa karar
vermiştir. Bu savaştan sonra neredeyse etnik ve mezhebi eğilimlere bağlı
isyanlar ciddi olarak durmuştur.
3-
Çaldıran’dan
önce Anadolunun ve Osmanlı Devleti’nin ne denli tehlike altında olduğunu
R.Savory’nin aşağıdaki cümlesi gayet net bir şekilde ifade etmektedir:
‘’Çaldıran’da Türkler yenik
düşseydi, Şah İsmail’in iktidarı Timur’unkinden daha büyük sonuçlar doğuracak,
sırf bu zaferinin ünüyle İsmail, Doğu dünyasının mutlak efendisi olacaktı.
Yani savaşı Yavuz değil de Şah
İsmail kazansaydı, İran tarihine yön veren Şiilik, Anadolu tarihine de yön
verebilecekti. Çaldıran, Anadolu’nun geleceğine İran Şiiliğinin yön vermesini
önlemiştir. Dolayısı ile bugünkü Kızılbaş toplulukları var olmalarını Çaldıran
savaşına, ardından da Yavuz Sultan Selim’e borçlu olduklarını unutmamalıdırlar.
Başka bir zaviyeden bakıldığında ise bu yayılmacılığın bu gün bile
tezahürlerini görmek mümkündür.
4-
Anadolu
Kızılbaşlar’ının bu savaştan sonra Safevi/Erdebil Tekkesi/ Şah İsmail ile
irtibatları kesilmiştir. Ancak Safeviler ve Şah İsmail’in devamını
incelediğimizde Tebriz ve İran coğrafyasındaki Safevi Hanedanını oluşturan
Kızılbaş Türk oymaklarının hiç birinin günümüzde artık yaşamadığını görürüz.
Çünkü Şah İsmail ve evlatları devlet otoritesini temin edip kurumsallaştıkça
var olma sebebi olan Kızılbaş oymaklarını zorla katliam yaparak Şii/ İmamiyye
mezhebine girmeye zorlamışlar neticede de bu topluluklar ya katledilmişler ya
da zorunlu olarak Farslılaşıp, Îranî olmuşlardır.[395]
[396]
5-
Anadolu’da
ise, Safevi Hanedanıyla irtibatları kesilen Kızılbaş toplulukları, herşeyden
önce yok olma tehlikesiyle karşılaşmadan bu günlere kadar gelmişlerdir. Bu
topluluklar bu gün Yavuz Sultan Selim Han’ı düşman saymaktadırlar. Ancak bu
savaştan sonra Osmanlı Sultanı eğer Şah İsmail gibi zorba bir kişiliğe sahip
biri olsaydı bu toplulukları Sünni yapması hiç işten bile değildi. Ancak
Osmanlı Devleti hiçbir zaman böyle bir tasarrufta bulunmammıştır. Dolayısı ile
Osmanlı Devleti ve Yavuz Sultan Selim bu gün, Kızılbaş topluluklarını Şia’laşma
tehlikesinden korumuştur ve kendi değerleri ve ritüelleri ile bu günlere
gelmesinde en büyük amil olmuştur diyebiliriz.[397]
6-
Çaldıran
Savaşı, Anadolu Kızılbaşları kendi kabuğuna çekilmelerine ve artık kapalı bir
toplum olarak hayatlarına devam etmelerinde etkili olmuştur. Osmanlı Devleti
bunlara, eğer vatana ihanet, casusluk vs. gibi bu günün devletler hukunda bile
çok ciddi suç sayılıp cezası direk ölüm olan herhangi bir fiil yapmadıkları
sürece ilişmemiştir. Bahsettiğimiz fiilleri yapan ve ülkede fesat çıkarıp Şah
İsmail ve Safeviler adına casusluk yapan, bununla da yetinmeyip ülkeyi
parçalamak için Şah İsmail ile birlikte hareket eden bazı insanlar elbette
cezalandırılmışlardır. Bunların birçoğu genellikle farklı memleketlere sürgün
amaçlı gönderilmiş, ancak pek azı hiçbir şekilde yapılan bütün ikazlara rağmen
söz dinlememiş, ihanete devam etmesi sebebiyle asılmıştır. Ancak bunların
sayısı bütün Osmanlı arşivleri incelendiğinde yetmiş/seksen arası bir sayıda
insanın öldürüldüğü görülecektir.[398]
[399]
7-
Bu
savaştan sonra Şah İsmail’de kendi kabuğuna çekilmiştir ancak Anadolu
Coğrafyasında umduğunu bulamayan Şah İsmail bu sefer kendi heveskârlığı için
siyasi emellerine dini alet etmiştir. Daha önce de işlendiği gibi neredeyse
bütün Kızılbaşları ya Şia yapmış ya da hiç acımadan katlettirmiştir.
Şah İsmail’in Çaldıran sonrası
günlerini daha çok eğlence ve av partilerinde geçirmesi ve bu yönüyle halkın
nazarında Mürşid-i Kamil sıfatından uzaklaşarak sıradan insan konumuna inmesi
Kızılbşlar arasında ciddi bir kırılma noktası 399
oluşturmuştur.
KIZILBAŞ
KATLİAMI MESELESİ
Esasında
Hz. Ebu Bekir den itibaren Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar bütün devletler
İslam Hukuku’nun kaidelerini referans alarak işlem yapmışlardır. Osmanlı
Devleti de şeriat hükümlerine göre idare edilen bir devlet olmuş ve mümkün
mertebe Ehl-i Sünnetin koyduğu çizgiden ayrılmamıştır. Öyle ise bu meselede
İslam Hukuku hangi fetvayı vermektedir ki savaşan iki taraf da Müslüman
olduklarını iddia etmekte ve savaş yapabilmekteler?
Meseleyi
anlayabilmek açısından Fetva kelimesinin anlamına bakmakta yarar vardır. Fetvâ
bir hadisenin şeriatteki hükmünü belirten görüştür. [400]
Osmanlı Devletinde de bütün Sultanlar Şeyhü’l-İslam’dan[401]
fetva almadan hareket etmemişlerdir. Yavuz Sultan Selim’de İslam Hukuku
açısından incelenmiş ve fetva haline gelmiş meseleri ölçü alarak hareket
etmiştir.
Osmanlı
Devleti’nin de bir İslâm devleti olduğu ve şer’î hukuku tatbik ettiği dikkate
alındığında, İslam Devletinin birinci vazifesinin, dini korumak olduğu
söylenebilir. Buna göre bir Müslüman, bülüğa erdikten sonra aklı başındayken
zorlama olmaksızın dinini değiştirirse, yani İslam dininden çıktığını ilan
ederse bu irtidat suçu işlemiş olur ki bu kişiyede mürted[402]
denir. İrtidat dinin temel prensiplerini veya dinin alametlerini inkâr, alay ya
da hafife almakla da olabilir. Netice itibari ile Kuran-ı Kerim ile sabit olan
Hz. Ebubekr’in sahabeliğine dil uzatmak ve Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve
sellem) efendimizin mübarek eşlerine hususi ile de Hz. Aişeye ve onun iffetine
laf etmek, bir Müslümanı mürted yapmaktadır. Eğer irtidad bir kitle tarafından
işlenmişse ve silahlı bir kıyam halini almışsa devlet için bunlarla savaşmak ve
gereğini yapmak artık bir vecibe olmaktadır. Malı, canı, çocukları ganimet olur
ve nikâhı düşer. [403]
İslam
Hukunun gereği olarak, Yavuz Sultan Selim Han devrinin Şeyhü’l- İslamı Hamza
Efendi’den[404] yukarıda
bahsedildiği üzere fetva almış ve sefere öyle çıkmıştır. Bu açıdan
incelendiğinde Sarugörez’in fetvasında Kızılbaş taifesinin helali haram
saymaları, Kuran-ı Kerim’i, şeriat’ı ve islâm alametlerini hafife almaları,
mescitleri yıkmaları, mushafları yakmaları, dinde aşırı gidip Şahlarına secde
etmeleri, Hulefayi Raşidin’e şemmetmeleri (sövmeleri) ve Hz Aişe’nin iffetine
laf etmeleri sebebiyle bu taifenin, başta da Şah İsmail olmak üzere hepsinin
küfrüne hükmedilmiş ve mürted oldukları içinde bunlarla savaşın caiz olduğuna
karar kılınmıştır.
Şimdi
Yavuz Sultan Selim’in İslam devletinde fesat çıkaran bir topluluk için İslam
şeriatinin gereğini yapmaması düşünülemez. II. Bâyezid ve Yavuz Sultan Selim
Han, İslâm şeriatinin hükmettiği şekliyle hareket etmeye gayret etmişlerdir ama
özellikle bahsettiğimiz katl meselesi hakkında vesikalarda şu kadar veya bu
kadar Kızılbaş Türkmen katledilmiştir, diye bir ifade geçmemektedir. Ancak bu ifadenin dayanağı,
yazarı Ebu’l-Fazl Mehmed Çelebi olan ve İdris-i Bitlisî’nin oğlu olduğunu
bildiğimiz ve babasının notlarını derlemiş olduğu Selimşahname adlı kitaptır.
Kaynakta „’Din Sultanı’nın İran Topraklarına Yönelmesi ve Mülhid Kızılbaşı
Ortadan Kaldırmak Amacıyla Acem Diyarına Düzenlenecek Seferin Hazırlıkları
Konusundaki Hikâye’nin Manzum Fezlekesi’’ adlı başlıkta,
‘Ulaklar
yazılan defterleri her yörenin hâkimine ulaştırdıktan sonra her yörede keskin
kılıç, adım adım yazılanlara yöneldi, Bu
öldürülenlerin sayısı hesaplanan kırk bini de aştı.’
’[405]
İfadesi
geçmektedir.
Ancak
bu metin ne bir vesikaya dayanır ne de bir delili vardır. Dolayısı ile bize
düşen vazife burada siyasi kaygılardan uzak olarak farklı kaynaklarla
karşılaştırma görevidir. O dönemin Safevi kaynakları incelendiğinde ise Safevi
dâilerinin Anadolu’daki en ufak icraatları bile yer alırken böyle bir bilgiden
asla bahsedilmez. Hoca Sadeddin, İbn Kemal ve Hammer’in de bu bilgiyi
Selimşahnameden aldığını varsayarsak böyle bir bilginin gerçekliği şüphe
uyandırmaktadır.[406]
Meseleyi
biraz daha incelersek, dönemin mali ve iktisadi belgerine de göz atmanın
lüzumunu hissedebiliriz. Satın alınan bir iğnenin bile kaydının yapıldığı
Osmanlı Devletinde arşivlerin çok iyi tutulduğu bilinmektedir. Bu açıdan
dönemin mali kayıtları, tamamen bürokrasinin tuttuğu belgeler olması hasebiyle
doğruluğu ve güvenilirliği yüksek belgelerdir. Bunlar iktisadi verileri içeren
Tahrir ve Mühimme defterleridir.
Şimdi o devrin Anadolusuna bir göz
atalım. 40 bin yetişkin erkek o devirde büyük bir ordu demekti. Dolayısı ile
bir aileyi 4-5 kişi olarak hesaplayarak bir değerlendirme yaparsak bu rakam
8-10 binlik bir hane nüfusu yapar. Tufan Gündüz’ün tahrir defterlerinde yaptığı
incelemelere göre, 1540’ta sayımı yapılan Bozulus Türkmenleri yaklaşık 8 bin
haneydiler ve 3 milyonda fazla koyuna sahiptiler. 1512 yılında yine Aydın
vilayeti 24 bin nüfusa sahipti. 1522 de ise Aksaray kazasında toplam 7,826 hane
yaşıyordu. [407]
Yine 1513 yılında Sivas şehrinin nüfüsu mühimme defterlerinde, ortalama üç bin
(3000) civarı olarak kayıtlarda gözükmektedir. Bunlara ilaveten o tarihlerde
Anadolu’da ortalama bir köyde 10-50 hane olduğunu kabul edersek bahsettiğimiz
rakam yaklaşık olarak on beş (15) il nüfusu, tahminen de iki bin (2000) köy
demekti.[408]
Başka bir deyişle 40 bin kişilik veya 8-10 bin hanelik bir nüfusun öldürülerek
ortadan kaldırılması, bu köylerin yerle bir edilmesi, haritadan kaldırılması,
koyunu, kuzusu, malı, her neyi varsa talan edilmesi demektir bu. Yani binlerce
insanın gafil avlanması, kuşatılması, yediden yetmişe kılıçtan geçirilmesi,
cenazelerinin defnedilmesi, taşınır ve taşınmaz mallarının yağma edilmesi, hiç
kimsenin haberi olmadan mümkünmüydü acaba?
Osmanlı
arşivlerinde, Tahrir Defterleri mahiyet itibariyle vergi defterleridir ve
oradaki kayıtlar aynı zamanda vergi ünitelerini ve gelirlerin paylaşılmasını
gösterir. Daha açık ifade etmek gerekirse, Osmanlı Devletinde her gelir
kaynağının birde sahibi vardır. Anadolu’da yaygın şekilde uygulanan tımar sisteminde
hangi sipahinin hangi köyün vergisini alacağı bellidir. Yani bir köyün yerini
değiştirmesi, köylülerin arazisini bırakıp başka yere göç etmesi veya köyün
gelirlerinin artması veya azalması sipahinin kazancını doğrudan
etkileyeceğinden bu durum kayıtlara hemen yansır.[409]
Bu bilgiler ışığında şu halde 8-10 bin hanelik o zamanlar için çok büyük
sayılabilecek bir nüfus kaybının oluşturacağı vergi kaybı elbette bahsettiğimiz
kayıt defterlerine yansıyacaktır.
Örneğin
yine bir köy halkı deprem veya başka bir sebeple göç etmiştir. Bu, kayıtlarda
belirtilir. Çünkü o bölgedeki vergi azalması izah edilmek mecburiyetindedir.
Göç ettiği bölgeye de hemen kaydedilir ki gelir artmıştır ve bunun sebebi
açıklansın. Bu basit izahtan sonra şimdi soralım: Bu katliamlar yapılırken
neden bunların mal ve mülk kayıtları tutulmadı? Ayrı bir soru ise, iğnenin bile
kayıt yapıldığı vergi bürokrasisi bu kadar büyük bir nüfus azalması durumunu
vergi defterlerine neden işlemedi? Ki böyle bir vergi azalmasının gözden
kaçması mümkünmüdür? O günün şartlarında bir köyde asılan ya da basit bir
cinayete kurban giden sıradan bir insanın bile mahkeme kayıtlarında adı
geçerken bunca insanın hiçbir surette adının geçmemesi manidar değilmidir?[410] Kaldı ki
Anadolu’da Şah İsmail’in halifeleri böyle bir vukuatı Şah’larına haber
vermemeleri mümkünmüdür? Daha doğrusu böyle bir katliam olduysa, Anadoluda’ki
gelişmeleri sıkı sıkıya takip eden Safeviler’in böyle bir katliam karşısında
sessiz kalması beklenebilirmi? Bilindiği üzere II. Bayezid döneminde İran’a
gitmek isteyen Kızılbaşların engellenmesi üzerine Şah İsmail Osmanlı Sultanına
önce mektup gönderip izin istemiş, daha sonrada üstü kapalı olarak tehdit
etmişti. Açıkçası
hiçbir Safevi kaynağı, (Şah İsmail’i hayatı boyunca izleyip Safevi tarihini
yazan Rumlu Hasan da dâhil) 40 bin Kızılbaş’ın katli konusunda bilgi vermez ve
bu konuya tamamen duyarsızdırlar.[411]
Son
olarak konuyu bir örnekle sonlandıralım:
1512’da
Karaman sipahilerinden Turgut oğlu Musa Bey’in Şah ile teması öğrenilir. Takibe
alınır ve Şah’tan gelen mektup kendisine teslim edildikten sonra yakalanır.
1515 tarihli bir belgeden anlaşıldığı kadarıyla bu Karaman sipahisi
öldürülmediği gibi ordudan da atılmamıştır.[412]
Eğer söylenildiği gibi ciddi bir takip, deftere yazma ve kıyım sözkonusu
olsaydı bu kişinin bırakın sipahi olmaya devamını, derhal öldürülmesi
gerekirdi.
Şah
İsmail’in kurduğu devletin meşruuyyeti bile tartışılırken, Osmanlı Devleti’nin
topraklarına göz dikenve böyle bir pozisyonda diğer taraf karşısında sessiz
kalması herhalde beklenemezdi. Kaldı ki bütün bu zulümler yaşandığı halde
Osmanlı Sultanlarının hiçbir şekilde Kızılbaş ve Şii toplumlara karşı tavır
almadığını ifade etmekte fayda vardır. Dikkat edilirse yaşadığı toplumun dini
duygularını tahrik etmeme adına ve siyasi bir simge olur endişesiyle hiçbir
Osmanlı hanedanı (bir iki istisnayı saymazsak) dört halifenin adını
kullanmamıştır. Yine Kerbala’yı unutmayarak oraya gerekli yatırımları yapan ve
Kabenin duvarına on iki imamın ismini yazıp astıran Osmanlı Sultanları olduğunu[413] hatırlatmakta
fayda görüyoruz.
Sonuçta
günümüzde Müslümanlar’ın çok özel şartlarda yaşadığı, başta Şia- Sünni
Müslümanları ekseninde çatışma ve kargaşa çıkarmaya ümit bağlandığı asla
unutulmamalıdır. Bu nedenle Müslümanlar ve bahsettiğimiz bu Mezheplere müntesip
insanların ortak prensipleri paydaş yapıp, Peygamberimizin Mekke ittifakından
ders alıp kardeşlik ve dayanışma içinde olmaları gerekmektedir. Bu kardeşlik ve
dayanışma aslında sadece Müslümanları alakadar etmememkte, diğer dinler ve
mezhep mensuplarını hatta bütün insanları da yakından ilgilendirmektedir. İslam
Dininin tavsiye ettiği barız ve kardeşlik ortamını sağlayıp koruyarak herhangi
bir şer odağına insanların bazı kesimlerini başka kesimlere karşı çekişme ve
çatışma çıkarmaya teşvik etmeleri engellenmelidir. Çünkü bu fitneyi engellemek
başta Hz. Kuran ve Peygamberimizin sonrada devraldığımız coğrafyanın kültürel
birikimin gereğidir. Zira ecdadımız, medeni hayata intibak edememiş, İslamı
doğru anlayabilecek bilgi birikimi ve sistematik düşünceden yoksun olan
kimselerin amaçlarına ulaşabilmek amacıyla her türlü yolu meşru görmelerine
tarihin her döneminde asla müsaade etmemiştir. Nitekim VI./XIII. asırda
Selçuklular, aşırı şia gruplarından Nizari İsmaililere mensup Hasan Sabbah ve
adamlarını bir cinayet şebekesi olarak görmüşler, yıllarca mücadele ettikten
sonra nihayet ortadan kaldrabilmişlerdi.[414]
YAVUZ SULTAN SELİM DÖNEMİ, OSMANLI’DA,
KIZILBAŞLARA
YAKLAŞIMLAR
ULEMA ve TARİHÇİLERİN YAKLAŞIMI
Kemalpaşazâde ve Rafızîlik
İbn
Kemal Osmanlı devletinin en ünlü âlimi ve Şeyhülislamıdır. O, Osmanlı
Devletinin yükselme dönemlerinde yaşamıştır. Hem âlim hem de askeriyeye mensub
bir aileden gelmiştir. Önce askeriyeye sonrada ilmiye sınıfına geçmiştir.
Özellikle Ehl-i Sünneti savunmuştur. Bu savunma özelliğini en çok yansıtan
olaylar: Şah İsmail’le olan mücadelesi, Molla Kabız hakkında verdiği hükümler
ve daha çok asıl mecrasından çıkmış olan sûfilerle olan mücadelesidir. İbn-i
Arabi hakkında verdiği fetva tasavvufa karşı olmadığının delilidir.
Peygamberimizin üstünlüğü ve anne-babasıyla ilgili görüşleri yaşadığı dönem
dini ve sosyal olayları hakkında bize ipuçları vermektedir.
İbn-i
Kemal’in hayatında, üzerinde hassasiyetle durduğu hususlardan biri, elbette
Rafizîliktir. Zira kendi zamanında Anadolu’da faaliyet gösteren ve devletin
devam ve bekasını tehdit eden, birlik ve beraberliğini zedeleyen zümre, önce de
ifade ettiğimiz gibi Şah İsmail ve maiyetinde bulunanlardır. Onların güç
aldıkları ve iç dinamiklerini sağlamada itici bir rol oynayan inanç ve fikir
akımı ise Râfizîliktir.[415]
Kemalpaşazade,
Şah İsmail’in faaliyetlerini şöyle hulasa eder: ‘’Mezkûr bed- sîret-ü fâsid
akidetün kıssası ki,(itikadı bozuk ve fasid, gittiği manevi yol, yol olmayan
kişi olan Şah İsmail’in hikayesine gelince) içinde akıl sahiplerine ibret çoktur.
Genişce yazılsa defterlere sığmaz. Ama özeti şudur: Müfsid-i fâsid nihâd ve
mülhid-i bed-i’tikâd idi.(yaratılışı ve kişiliği fasit ve itikadı kötü oolan
mülhid kişi) Sefk-i dimâyı (kan dökücülüğü) ve seby-i harâir-ü-imâyı
(mazlumları ve savunmasız insanları öldürmek) adet edinmişti. Himay-ı mehârimi
(mahremi korumak ve sahip çıkmak) bilmezdi. Hetk-i sütûrı (gizlilikleri, namus
perdesini yırtma) ve fetk-i surûrı (sırları ifşa etme) vesair fücûrı rağbetle
işlerdi. Hiç birisinden perhiz kılmazdı. Mezheb-i bî asl-ı şîayı şâyi’ (batıl
mezhep olan Şiayı yaymak için çalışıp) idüb, âvamı ki (halk tabakası), enamdan
(seçkinlerden) ezaldür. (daha uygundur.) Ol damla şikâr kılmıştı.(eğitimi
olmayan halk onun için kolay avdı.) Hz. Ali’nin hakkında ve sair Hulefâ-i
Râşidîn’e buğz etmede çok ileri gitmişlerdi. Her şeyi helal kılmayı âdet
edinmişlerdi. Sahabe-i kiram’a ve diğer ileri gelen din adamlarına, adamları
gizlice küfrederlerdi. Bunu açıkça yaptırdı.’’[416]
Yine,
devamında : „’Evvel emirde kendine tabi olmayanlara pek çok işkenceler ettirdi.
Çünkü o serkeş ve isyankâr, fetva ve takva ehline kıpkızıl düşmandı. Zulmet ve
cehlin kaynağı olan kalbinde, ilmin ziyasına karşı bir adaveti olduğu apaçıktı.
Nihayet, nerede Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat’da sabitkadem olan âlim ve kâmil kimse
varsa, Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat’in sarsılmaz yolundan dön diye zorlardı.
Bunlardan bazıları "Zaruretler, mahzurları mübah kılar’’ kaidesini mazeret
göstererek sahabenin ileri gelenlerine buğz ettiklerini açıklarlardı. Ama
ekserisi bildikleri doğru yoldan dönmeyip öldürücü işkenceye ve azaba
sabrederlerdi. Mevlana Sadeddin Taftazânî (v.1390) evladından ve o zamanlarda
halkın örnek numune aldığı Herat Şeyhülislamını altmış adet talebesi ile
katlettirdi. Şeyh Şehabeddin evladını da tavabiî ile aynı akibete uğrattı.
İslam’ın kubbeleri mesabesinde olan meşhur şehirleri şeriat’in nurundan
boşaltıp, bidat ve zulüm karanlığı ve zındıka ve dalalet zulmeti ile doldurdu.
Şüheda makberi ve iyiler mezarlığı olan, mescitleri ve medreseleri yaktı, yıktı
ve harâb ettirdi. Ebu İshak, Kazerûnî, Ebu Hanife, Abdü’l-Kadir Geylânî, Şey
Muhammed Sâbûnî-yi Hemedânî ve Kitabü’l-Envar sahibi Mevlana Yusuf-ı
Erdebîlî’nin ve bunların emsali pek çok kemal sahibi şahısların mübarek
türbelerini ve mezarlarını yıktırdı, yaktırdı ve yerle bir ettirdi. Hulasa bu
fena akîbetlinin Müslümanlara yaptığı kötülüğü, Buhtu’n-Nasr-ı Gaddar kudüs
halkına ve Firavun’da İsrailoğullarına yapmamışlardır.’’[417]
İbn-i
Kemal bu zuhur eden bu topluluğu anlatmaya, şöyle devam eder: "Doğuda
fesat fırtınası çıkıp zemin gemisini salladı. Arab’dan ve Acem’den Türk ve
Deylem’den huzur gitti. Erzincan toprağından ansızın bir sapık zuhur edip,
dinsizlik âsumanının burcunun zirvesine çıkıp, Azerbaycan ülkesinin gülşen
bedeninde lâle gibi Kızılbaş bitti. Dalalet fırkasına meyleden topluluğun başı
Şeyhzâde-i Erdebil Şah İsmail, dinsizlik yoluna gidip haramları helal kabul
ettiğini ilan etti ve sapıklık davetini açıktan alenî yaptı. İtikadı bozuk,
tabiatı kötü olan, Şianın asılsız mezhebini yayıp, halkın avâmını o tuzakla
avladı. Hz. Ali’nin sevgisinde vesair dört halifenin ve mürşit imamların
buğzunda ileri gitti. Bunlar sahabenin ileri gelenlerine ve islamın diğer
ekâbirine, tâ ilk zamanlardan beri küfrede gelmişlerdir ki, bunu da alenen
yapmaktan geri durmamışlardır. Büyük, küçük, güçlü, zayıf, fakir, zengin o
hususlarda tam bir itikad ile kendilerine uymayanlara alışılmışın dışında zulüm
ettiler. Hizmet eden yandaşları ise, haşere avâmın ayak takımıydı. O tabiatı
fenâ âvârelerin halifeleri, fesat menbaının başlarıydı.’’[418]
Bir
başka yerde Şah İsmail ve ona inananlar için, şunları ifade eder:
„’Her taraftan akıp ona gelenlerden
hayli asker toplandı. Bu vesile ile onun istikbali’de parladı. Fakirken adı
“Hoca Kemal” iken “Şah İsmail” oldu. Bunun saltanata geçmesi, hicri
905/1499 yılında vuku buldu. Aynı yılda Kansu Gavri de Mısır tahtına geçmişti.
Şah İsmail, tahta geçer geçmez Şirvan’a saldırdı, orasını yağmaladı ve Şirvan
Şah’ını diri diri şişe sancub (takıp) kebab etti. O zaman Hasan Han’ın
kumandanlarından Mirza Yusufoğlu Mirza Elvend, Azerbaycan civarının
kumandanıydı. Otuz bin askeri vardı. Şah İsmail ile karşılaştılar, yenildiler
ve kaçtılar. Bu savaşta on beş bin Türkmen askeri ölmüştü. Şah ismail daha
sonra tebriz’e girmiş, burada Akkoyunlulardan sırf intikam için kırk- ellibin
Akkoyunlu’yu katletmiş, Hasan Han’la Mirza Ahmed’in kabri hariç diğer emirleri
ve sultanları mezarlarından çıkartıp cesetlerini yakmış, düşmanlarını büyük ve
küçük demeden öldürmüş, ölü ve dirisi ile yakıp külünü göğe savurmuş ve insanların
kalplerine büyük korku salmıştır. Buradan Irak’a giden Şah İsmail, kazvin,
İsfehan, Kum, Kâşan, Semnan, Hemedan, Rey ve Damgan’ı alır ve Ehl-i Sünnet’e
mensub bulunanları katleder. Akkoyunlular’dan otuz bin kişi ile karşısına çıkan
Mirza Murad’ı da mağlub edip, yirmi’den fazla Türkmen Beylerinin boynunu
vurarak, Fars vilayetlerine girer. Bura halkına da her türlü eziyeti yapar,
Irak ve Acem’den beter eder. Sultan Murad’ın boşalttığı Bağdat’a girer. Râfızî
olduğu bilinenlerle, durumları meçhul olanlar kurtulurken, Ehl-i Sünnet ve’l-
Cemaat’ten olanlar azab girdabında boğulurlar. Şah İsmail’in yaptığı zulüm ve
işkence Hind’de, Sind’de, Hata ve Hatan’da velvele bıraktı. Arab’ta ve Acem’de
yakında ve uzakta onunla savaşmaya kadir kimse kalmadı. Her nerede kim varsa,
bu gaddar onu yendi.”[419]
Kemalpaşazade,
o dönemdeki âlimlerin toplanıp, beraberce, Çaldıran Savaşı öncesi, ittifakla
aşağıdaki fetvayı verdiklerini ifade eder: “Her kim ki o sapığa ve saptırana
uyarsa ve onun izin verdiği işleri yaparsa, kanını akıtmak hepsini birbirinden
ayırıp mallarını yağmalamak lazımdır. Bunlarla harb etmek, kâfirlerle
harbetmekten daha önemli ve mühimdir; hatta daha da öncelik taşımaktadır.
Onların yardımcıları, çalışmaları ve gayretleri fesattır. Her ne diyarda ve
ülkede bunlardan kim varsa, fırsat vermeyip öldürmek gerekir. Âyet ve Hadis
hükmü ile amel edip, yeryüzünü onların sapıklıklarının pisliğinden temizlemek
gerekir.”[420]
Esasında
Kemalpaşazâde’nin Kızılbaşlar, Şah İsmail ve Rafızilik’le mücadelesi o dönemin
bütün ulema ve tarihçilerine yansımış, genel karakteristik bir özelliktir.[421] Çünkü
saydığımız umum manadaki bu muhalif gruplar, Ehl-i Sünnet dünyasını yakıp
yıkmışlar, birçok zulüm ve kıyımlara girişmişler ve özellikle de Osmanlı
Devletini yıkmak amaçlı ciddi isyanlara kalkışmışlardır. Anadolu halkı bunların
eliyle perişan olmuş, bunlardan yaka silker hale gelmiştir. Yaplan bütün bu
zulüm ve başkaldırı, halkı bezdirdiği için, Sünni halk tabanında, bunlarla
ciddi bir mücadele edilmesi gerektiği ve gereğinin yapılması lazım geldiği
fikri oluşmaya başlamıştı. Dolayısı ile Anadolu Halkı’nın bir münevveri olan
İbn-i Kemal’in de, bu noktadaki mücadelesini ve verdiği fetvaları, bu
hassasiyet açısından değerlendirmek gerekir. Onun verdiği fetva, vatanını seven
ve yaşadığı memlekette birlik ve düzeni isteyen her insanın istediği şeyleri
sembolize eder. Ülkeyi kasıp kavuran Râfızîlik ve Kızılbaşlık propleminin
halledilmesi için verdiği fetvalarda da Kemalpaşazâde, memleketinin birliğini
ve İslam Hukukunun prensiplerini ölçü alır.
“Uzun
zamandan beri İslam âleminde yaptığı kötülükleri sebebiyle, herkes tarafından
tanınan Şah İsmail ve ordusu hakkında açıklamalarda bulunmak fazlalıktır” diyen
İbn-i Kemal, Şiadan bir grubun Sünniler’in yaşadıkları ülkelerin pek çoğunu
işgal etmeye başladıklarını ve fikirlerinde aşırı gittiklerine dair, İslam
ülkelerinde ve mü’minlerin diyarındaki haberlerin tevatür derecesinde olduğunu
beyan eder.[422]
Râfızîlikle
ilgili verdiği fetvasında Kemalpaşazade; “Hz. Ebu Bekir (r.a), Hz. Ömer (r.a),
ve Hz. Osman (r.a) hakkında küfür söz söylediler. Üç Râşid halifenin
hilafetlerini inkâr edip, şeriati ve esaslarını tahkir, müctehid imamlarımıza
da hakaret ettiler. Kendi imamlarının ve Şah İsmail’in yolunun çok kolay ve
menfeaatle dolu olduğunu söylemelerine mukabil, imamlarımızın yolunun
meşekkatle dolu olduğunu ileri sürdüler. Şah’ın helal kıldıklarının helal,
haram saydıklarının da haram olduğuna inandılar. Mesela Şah, içkiyi helal kıldı
ve içki içmek helal oldu. Kısacası onların küfrü bize tevatür ile
nakledilmiştir ve sayılamayacak miktarda çok ve çeşitlidir. Bu durumda biz,
onların küfründe ve irtidatlarında asla şüphe etmemekteyiz. Ülkeleri, dâru’l-
harb’dir. Erkekleri ve kadınları ile evlenmek ittifakla batıldır. Onlar’ın
çocukları veled-i zina, kestikleri hayvanların etleri ise murdar hükmünde olur.
Onlara mahsus olan kırmızı başlığı, zaruret olmadan (sırf onların alametidir
diye) giyen kimsenin küfründen korkulur. Bütün bunlar açıkça küfür ve dinsizlik
alametidir. Kim islâm diyarını terkedip onların batıl dinlerini seçer ve
onların memleketlerine sığınırsa, hâkimin o kişinin katline hükmetmesi, sahib
olduğu eşyayı, malı vesair herşeyi vereselerine dağıtması, hanımını başka bir
erkeğe nikâhlaması icâb eder. Keza yine onlar üzerine cihad etmek, onları
katletmeye kadir olan bütün Müslümanların üzerine farz olduğunun bilinmesi
lüzümludur.”[423]
Kemalpaşazade
yine bir başka fetvasında; “Onlar Sultan-ı Ehl-i İslam’a bağî (isyankar) ve
adâvet (düşmanlık) üzerine olup, asker-i İslam’a kılıç çektikleri için mi
katilleri gerekir?” sorusuna cevaben, “Allah-ü a’lem, onlar bağîlerdir ve onlar
çok yönlerden kâfirlerdir.” der. Yine aynı yerde İbn-i Kemal, onlarla kıtal’in
helal olduğunu, yapılacak savaşta ölenlerin şehit, diğerlerinin ise gazi
olacaklarını ifade eder.[424]
Kemalpaşazâde,
ehl-i Bid’at olarak isim verdiği fırkalar arasından en çok Rafızîleri
eleştirmiş ve tamamını tekfir etmiştir. Bu kitle ile ilgili risaleleri ve
verdiği fetvaları, Osmanlı Devleti’nin Şia’ya ve Kızılbaşlara karşı verdiği
tavizsiz siyasetin önemli bir sacayağını oluşturur.[425]
Burada önemli bir noktanın altını çizmekte
fayda var. O da nasıl oluyor da kelime-i şehadet getiren bu insanlar hakkında
katl edilmeleri ile ilgili bir fetvâ verilebiliyor? İbn-i Kemal bu konu da da
bir açıklama yapıyor ve daha önce de ifade ettiğimiz gibi, onlar’ın Kuran-ı
Kerim’i, Şeriat’i ve İslam Dinini istihfaf ettiklerini, Kütüb-i Şeriyye’yi
tahkir ettiklerini, reisleri olan fâciri ma’bud yerine koyup ona secde etmek,
istihlal yapmak (haramı helal, helali haram saymak), Hulefay’ı Raşidin’e lanet
etmek, Kuran-ı Kerim ile berâet’i ve nezahat’i sabit olan Hz. Aişe-i Sıddıka’ya
dil uzatmak’la Kuran-ı Kerim’i yalanlamış oldukları ve dolayısı ile da kâfir
olduklarını ifade eder ve saydığımız sebepler nedeniyle onların öldürülmeleri,
cumhur ulemanın icmâ-ı ile helaldir diyerek bu konu hakkında İmam-ı Azam (v.
150/767), Süfyan-ı Sevri (v. 161/778),
ve İmam-ı Evzâî (v. 157/774) efendilerimizin “Bu insanların tevbe etmeleri
durumunda tevbeleri kabul edilir, değilse öldürülmelerinde bir mahzur yoktur.”
Ancak İmam-ı Malik (v. 179/795), İmam Şafii (v. 204/819), İmam Ahmed b. Hanbel
(v. 241/855), İmam Leys İbn Sa’d (v. 600/1203) efendilerimizin ise „’Onların
tevbeleri kabul edilmeksizin öldürülmeleri icâb eder.” Dediklerini ifade eder
ve hangi görüşle amel edilirse edilsin neticenin meşru olduğunu söyler.[426]
Netice itibariyle Şia inançlarını ileri
sürerek, işe dini bir renk veren ve siyasi faaliyetlerini Osmanlı aleyhine
sürekli yoğunlaştıran Şah İsmail ve Kızılbaş tabilerine karşı Kemalpaşazade,
ilmi otoritesi ve sağlam duruşuyla, o dönemin Anadolu halkını ve kamuoyunu
gerektiği şekliyle ikaz etmiş ve son derecede başarılı olmuştur. Dolayısı ile
Ehl-i Sünnet uleması ve döneminin sultanları tarafından takdirle
karşılanmıştır.[427]
O mücadelesindeki son derece haklı gayretleri sayesinde Anadolu’yu
Şii/Kızılbaş/Râfızî tehlikesine karşı korumuş ve bu coğrafyaları
Farslılaştırmaktan men etmiştir.
Kızılbaşlarla
İlgili Verilen Fetvalar
Verilen
Fetvalara geçmezden evvel İslam Hukuku açısından fetvanın yaptırım gücü nedir,
ne şekilde ve kimler tarafından verilir, Osmanlı Devletinde Şeyhülislam kime
denir, kısaca incelemekte fayda vardır.
İslam
Hukukunda fetvânın, fıkhî bir meselenin şeriatteki hükmünü beyan etmek anlamına
geldiğini daha önce açıklamıştık. Fetvâ bir başka açıdan, fakîh’in (İslam
Hukuku Uzmanı) hüküm mahiyeti olmadan müşkil meselelere verdiği cevaptır.
Fetvâyı veren fakih’e ‘’müftî” denir. Hüküm verene ise ‘’kâdî” denilmektedir.
Neticede müftî, şeriatten tevellüd kanunları, delillere istinad ederek tedvin eder;
kâdî ise bu kanunlardan kendisine arz alunan hadiseye ait olan hükmü bulup
tatbik eder. Nihayetinde müftînin fetvasını kişi günlük hayatta uygulayıp
uygulamama alanında serbesttir. Ancak kâdînin hükmü mecburidir. Gerekirse
cebren tatbik edilir.[428]
Kâdîlik
ve hâkimlik resmi, yani tayin ile olduğu halde, müftîlik öyle değildir. Fetva
vermek iktidar ve ilmine sahip olan kimseye, etrafı „’müfti’’ der. Fetvâ vermek
dinen çok mes’uliyetli bir iştir. Çünkü bu suretle „’Allah nâmına’’ dini bir
hüküm beyan olunmaktadır. Bu sebeple bir delile dayanmadan fetva verilmesi
haramdır. Müftînin düşeceği bir hata hâkiminkinden çok daha mes’uliyetlidir.
Çünkü fetvâ suretindeki cevaplar, hem sorana hemde başkalarına taalluk eden
umûmî hükümlerdir ve Kur’an ile Sünnet’in beyanı demektir. Hâkimin hükmü
isetamamen dünyevi olacağı gibi ancak muayyen bir şahsa münhasırdır.[429]
Osmanlı
Devletinde Şeyhülislam ise en yüksek dereceli müftü, fetva müessesesinin
başkanı, dini ve hukuki otorite, ulemanın reisi olan kişidir. Kendisine sorulan
dînî meseleler ve sualleri fetva ile çözüme kavuşturan kimse. Şeyhüli slam ya
da Şeyhülislam dinî konularda en yüksek derecede bilgi ve yetkiye sahip olan
kimse anlamına gelir. Osmanlı Devletin’de şeyhülislamlık kurumu dini, hukuki ve
eğitim alanında en yüksek makamı temsil etmektedir. Şeyhülislamlık müessesesi
Osmanlı Devleti’nde resmi dini bir makam olarak birden bire ortaya çıkmış
değildir. Osmanlı’dan önce ki İslam devletlerinde de böyle bir kurum mevcuttur
fakat şeyhülislamlık kurumu tam manasıyla Osmanlı Devleti’nde
kurumsallaşmıştır.
Osmanlı
Devleti’nde Şeyhülislâmlığın ne zaman kurulduğu hakkında kesin bir görüş
bulunmamakla beraber, genellikle ilk Şeyhülislâm’ın Sultan II. Murad (14211451)
devrinde bu makama tayin edilen Molla Fenârî (v. 1431) olduğu kabul edilir.
Zenbilli Ali Efendi (v. 1526), İbn-i Kemâl Paşa (v. 1533) ve Ebussuûd Efendi
(v. 1574) devirlerinde Şeyhülislâmlık daha fazla önem kazanarak ilmiye
teşkilatının en yüksek makamı hâline gelmiştir. Ebussuûd Efendi’den itibaren
Rumeli Kadıaskerliği yapanların Şeyhülislâmlığa tayin edilmesi uygulaması
başlamıştır. Önceleri Şeyhülislâmlar hayat boyu görevde kalırken, Kânûnî Sultan
Süleyman (1520-1566) devrinde ilk defa Çivizâde Mehmed Efendi (v. 1547) padişah
tarafından azledilmiştir. Şeyhülislâmların tayin ve azli, tamamen padişahın
iradesine bağlı olan bir husustur. Yeni tayin edilen Şeyhülislâm’a beyaz
çuhayla kaplı samur kürk olan “ferve-i beyzâ” giydirilirdi. Ebussuûd Efendi
devrinde Şeyhülislâm’ın maaşı günlük 600 akçeye kadar çıkmıştı. O dönemde 12
akçeye bir koyun alınabildiği düşünülürse Şeyhülislâm’ın maaşının ne kadar
yüksek olduğu anlaşılır.[430] [431]
Şeyhülislam,
“ Vükela-yı devletten ve tarik-ı ilmi ricalden olup teşrifatta (protokol)
Sadrazamdan sonra en yüksek makamda bulunur”du. Hatta bazı padişahların
tutumundan dolayı şeyhülislamlar, vezir-i azamlardan daha üstün bir konumda
olmuşlardır. Önceleri mütevazı olarak ortaya çıkan şeyhülislamlık kurumu
bilhassa Zenbilli Ali Cemali Efendi (ö.1526), İbn-i Kemal (ö.1533) ve Ebussuud
Efendi (ö.1574) zamanlarında önem kazanarak ilmiye teşkilatının en yüksek
makamı haline gelmiştir. Bununla beraber bu kurum fetva müessesesi sayesinde
siyasi bakımdan ön plana 431 çıkmıştır.
İnsanların
müftüsü manasında “Müfti’l-Enâm” da denilen şeyhülislâmın aslî görevi, herhangi
bir kişiden padişaha kadar kendisine sorulan meselelerde fetva vermektir. Bu
fetvalar, günlük hayattaki bir ibadetle ilgili olabileceği gibi padişahın
tahttan indirilmesi ve katliyle ilgili bir konuda bile verilebilirdi. Bunun
yanında, örfe dayanarak çıkarılan kanunnamelerin şeriata uygunluğu da
Şeyhülislâmlar tarafından sağlanmıştır. Şeyhülislâmlığın sahip olduğu bu hukûkî
otorite, bir yönüyle günümüzdeki Anayasa Mahkemesi'ne de benzetilebilir.
Osmanlı Devleti’nde hukukun uygulanmasını sağlayan kadılar en üst makam olarak
Şeyhülislâmlığa bağlıdır.[432]
Aslî
görevleri dışında Şeyhülislâmın bütün devlet meselelerinde padişaha bir nevi
danışmanlık yaptığı söylenebilir. Osmanlı padişahları, savaş ve barış
yapılmasından yeni para basımına kadar devleti ilgilendiren her konuda devrin
Şeyhülislâmına görüşlerini sormuşlar ve onlardan fetva almışlardır. Böylece
Osmanlı Devleti’nin bütün icraatının şer’-i şerife uygunluğu Şeyhülislâm
tarafından denetlenmiştir.[433] Mesela
Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selim’in 150 hazine muhafızının katli
konusundaki emrine karşı çıkarak şer’an suçu sabit olmadan kimsenin
öldürülemeyeceğini söylemiş ve padişahı kararından vazgeçirmişti.[434] Yine
Zenbilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı ülkesindeki bütün
Hıristiyanların Müslümanlaştırılması şeklindeki emrini reddetmiş ve kimsenin,
dinini değiştirmeye zorlanamayacağını bildirmişti.[435]
Benzeri
olayların ötesinde, burada özellikle devletin Medreseye verdiği önemin ve
güvenin bir yansıması olarak denilebilir ki Osmanlı uleması, Ehl-i sünnet
inancının toplum içerisinde benimsenmesinde etkin bir role sahiptir. İran’da
XV. Yüzyıllarda Hurûflerin sıkı bir takibata uğrayarak Anadoluya akın etmeleri
ve XVI. Yüzyılda devam eden Safevi Propagandası, Osmanlılar da iki büyük dini
dalgalanma ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple Ehl-i sünnet inancının sapkın
akımlara karşı devletin öncülük ettiği kampanya, ulemayı koyu bir savunma
psikolojisine sokmuştur. Başta zamanın ünlü Şeyhülislamları İbn Kemal sonra
Ebussuûd Efendi olmak üzere, dönemin uleması bütün gücü ile Şiiliğe ve Ehl-i
Sünnet dışı her türlü mezhebi ve tasavvufi eğilime karşı amansız bir mücadele
başlatmışlardır.[436]
Osmanlı
devletinde ulema, devlet ve padişahtan bağımsız ayrı bir güç ve mevkide olmayıp
devlete bağlı, devletin hiyerarşik yapısında padişahın emrinde veya yanında
bulunan bir grubu temsil etmektedir. Ulema sınıfı devletin bir parçasıydı.
Ancak padişahlar, halife-sultanlıklarını onların fetvası doğrultusunda icra
ediyor, İslam hukukuna aykırı davranmamaya dikkat ediyorlardı. Osmanlı sosyal
ve siyasi hayatın içinde İslamın önderleri konumunda yer alan ilmiye sınıfı,
Osmanlıların İslam ile olan yakın ilişkisi onları yüksek bir mevkiye getiriyor
ve dolayısıyla ulema özerk ve imtiyazlı bir grup olmasa da özerk bir grup
olarak hareket edebiliyordu. İlmiyye sınıfı ve Şeyhülislamlık, yasama, yürütme
ve yargı alanlarında, başka hiçbir sınıf ve kurumla karşılaştırılmayacak
yetkilere sahipti. Ulema, padişahı sınırlandıran Padişahı tahttan indirecek,
tahta çıkaracak gücte bir sınıftır.[437]
Kısaca Osmanlı devletinde sosyal bir grup olarak ilmiye teşkilatı mensuplarının
sosyal ve siyasal hayatın bütün alanlarında rol aldıklarını söyleyebiliriz.
Bütün bu süreç dikkate alındığında Osmanlı Devleti ve ona gelene kadar diğer
İslam devletleri İslam ve mezhep geleneğini süreci dikkate alarak özetlersek;
1-
Türkler
islamiyeti kabul ettikten sonra genel itibariyle Sünni-Hanefi mezhebini kabul
etmişlerdir.[438] [439]
2-
Selçuklular
sahip oldukları Ehl-i Sünnet akidelerini ve özellikle Hanefiliği bütün
güçleriyle koruma altına almışlardır ve bunu değişmez bir esas kabul etmişlerdir.
3-
Selçukluların
bir devamı olarak Osmanlıların mezhep tercihi de Sünni- Hanefilik olmuştur.[440]
4-
Osmanlı
dönemi medreseleri ve ulemanın benimsemiş olduğu İslam anlayışı Sünni
Müslümanlıktır. İtikadî bakımdan Sünniliği tercih eden Osmanlılar, gerek halk
tarafından benimsenen İslam anlayışına ve gerekse tekke ve zaviyeler
çerçevesine bağlı olarak yaşanan İslam anlayışına, devletin temel politikasına
ters düşmedikçe ve kamu düzenine zarar vermedikçe müsamaha göstermiştir.[441]
5-
Farklı
fıkıh mezheplerinden istifade etme yolunda düzenlemeler yapılmıştır. İbn Kemal
de farklı mezheplerin görüşlerinden istifade etmiştir.
6-
İtikadî
açıdan Maturûdî-Eş"arî çizgisi takib edilmiştir.
7-
Mezheplerin
belirli bölgelerde yayılma ve gelişmesinde devlet başkanlarının belli
mezhepleri tercih etmeleri ve bu mezhepten kadıları tayin etmeleri etkili olmuştur.
8-
XVI.
yüzyılda Anadoluda meydana gelen Şiî hareketlerini ortadan kaldırmak için
Sünni-Hanefi anlayışına önem verilmiş, Şiî-Safevi propagandaları sonucunda
Sünnilik devlet doktrini halini almaya başlamıştır.[442]
[443]
9-
Osmanlı
Devleti içte ve dıştaki siyasi, askeri ve iktisadi gelişmeler neticesinde
kendisini iki noktada İslam dünyasına karşı sorumlu görmüştür. Bunlardan
birincisi dışardan gelecek Hristiyan batıya karşı güvenliği sağlamak bir diğeri
ise içeride iktidar ve egemenliğinin dayanağı, meşruiyet kaynağı olan inancını
(Sünnîliği) tehdit edecek, tehlikeye sokacak her türlü sapkınlığın önüne
geçmektir.[444]
Dolayısıyla
dönemin olayları incelenirken bu veriler ışığında değerlendirme yapmak yerinde
olacaktır. Şimdi dönemin ulemasının verdiği fetvaları incelemeye geçebiliriz.
Saru Görez ve Fetvası (Müfti Hamza)
Osmanlı-Safevi
mücadelesinini ardından siyasi idarenin dini alanı da etkilemesi sonucudur ki
Rafızî/ Şia muhalifliği çok ciddi bir boyuta ulaşmıştır. Osmanlı Din uleması
verdikleri fetvalarla ve yazdıkları eserlerle Kızılbaş düşüncesini
benimseyenleri Ehl-i Bid’at saymışlardr. Maturidi makalat geleneğinin en önemli
köşetaşlarından biri olan Müftü Hamza Sarı Görez bu süreçte belli bir ivme
kazanmıştır.[445]
İstanbul
Müftüsü Sarıgürz Nureddin Efendi (Sarı Görez adıyla Meşhur Müfti Hamza), menşe’
itibariyle Balıkesir’li olup devrin en büyük fakih ve muhaddislerinden sayılır.
Hoca Sinan Paşa’nın talebesidir. Sahn Müderrisliği yapmıştır. 917/1512 yılında
İstanbul Kadısı, 919/1514 te de Anadolu Kazaskeri olmuştur. 922/1517 de tekrar
İstanbul müftüsü olmuştur. 927/1521 de İstanbul’da vefat etmiştir. Mehmed
Süreyya onun için “Akidesi saf olmağla ümûr-u şer-iyye icrasında bir seyf-i
meslûk idi” [446] der. Bu
ifadeden de anlaşılacağı üzere Hamza Sarıgörez dini hassasiyetleri yerinde ve
verdiği fetvanın mesuliyetinin şuurunda olan bir İslam âlimidir. Kayıtlarda
görülebildiği kadarıyla elimize ulaşan bir fetvası ve bu fetvanın farklı
nüshaları mevcuttur.
Besmele
ve Peygamber (s.a.v) efendimize salât’dan sonra;
“Müslimanlar
bilün ve âgâh olun, şol tâife-i kızılbaş ki reisleri Erdebiloğlu İsmail’dür,
peygamberimizün aleyhi’s selât ve’s-selâm şeri’atini ve sünnetini ve din-i
islâm ve ilm-i dîni ve kur’an-ı mübini istihfaf itdikleri ve dahi allahu taâla
harâm kılduğı günahlara helâldür didükleri ve istihfafları ve kur’an-ı azîmi ve
mushafları ve kütüb-i şerî’ati tahkir idüb od’a (ateş) yakdukları ve dahi
ülemâya ve sülehâya ihânet idüb kırub mescidleri yıkdukları ve dahi reisleri
olan laîni mabûd yirine secde itdükleri ve dahi hazret-i ebî bekr’e radıyallahu
anhu ve hazret-i ömer’e radıyallahu anhu söğüb hilâfetlerini inkâr itdükleri ve
dahi peygamberimüzün hâtûnu âyişe ânâmuza (radıyallahu anha iftirâ idüb)
söğdüleri ve dahi peygamberimüzün aleyhi’s-selât ve’s- selâm şer’ini ve dîn-i
islâmı götürmek kasd itdükleri bu zikr olunan ve dahi bunların emsâl-i şer’e
muhâlif kavilleri ve fı’illeri bu fakir katında ve bâki ülemâ-i dîn-i islâm
katlarında (tevâtürle) malûm ve zâhir olduğı sebebten biz daha şeri’atün hükmi
ve kitâblarımuzun nakli ile fetvâ virdük ki ol zikr olınan tâife kâfirler ve
mülhidlerdür ve dahi her kimse ki ânlara meyl idüb ol bâtıl dinlerine râzı ve
muâvin olalar, ânlar dahi kâfirler ve mülhidlerdür, bunları kırub cemâatlerin
dağıtmak (cemi müslimanlara) vâcib ve farzdur, müslimanlardan ölen saîd ve
şehîd cennet-i a’lâdadur ve ânlardan ölen hor ve hakir cehennemün dibindedür,
bunlarun hali kâfirler halinden eşedd ve ekbahdur, zirâ bunların bugazladukları
ve dahi saydları gerekse doğanla gerekse ok ile ve gerekse kelb ile olsun
murdardır, ve dahî nikahları gerekse kendülerden gerekse gayrden alsunlar
bâtıldur ve dahi bunlara kimseden mirâs yemek yoktur (ve bir nâhiye ehli ki
bunlardan ola) sultan-ı islâm e’azze’l-lahu ensârehu içün vardur ki bunlarun
(ricâllerin katl idüb) mallarını ve nisâlarını ve evlâdlarını guzât-ı islâm
arasında kısmet ide ve bunların ba'de’l-ahız tevbelerine ve nedametlerine
iltifat ve i’tibar olınmayub katl oluna ve dahi bir kimse ki bu vilayetde olup
ânlardan idügi biline ve yahud ânlara giderken tutula katl oluna ve bilcümle bu
tâife hem kâfirler ve mülhidlerdür ve hem ehl-i fesaddur, iki cihdetden
katilleri vacibdür. Allahümme ensur men nasare’d-dîn ve ahzel men
hazale’l-müslimîn, Harrara hû Hamz’el-fakir ya’nî sarugörez ez’afu’l-hakîr.
Temmet.”[447]
Fetvanın
günümüz Türkçesiyle sadeleştirmesi şöyledir:
“Ey
Müslümanlar, bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebil oğlu İsmail olan
Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin Şeriatını, Sünnetini, İslam dinini, iyiyi
ve doğruyu beyan eden Kur’an’ı küçük gördüler. Yüce Allah’ın yasakladığına
helal gözüyle baktılar. Kutsal Kur’an’ı ve öteki kutsal din kitaplarını tahkir
ettiler ve onları ateşe atarak yaktılar. Hatta kendi melun reislerini ilah
yerine koyup ona secde ettiler. Hazreti Ebubekir’e, Hazreti Ömer’e sövüp
onların halifeliklerini inkâr ettiler. Peygamberimizin mübarek eşi Ayşe anamıza
iftira ettiler ve sövdüler. Peygamberimizin Şeriatını ve İslam dinini ortadan
kaldırmayı düşündüler.
Onların
burada bahsedilen ve bunlara benzeyen öteki kötü sözleri ve hakaretleri benim
ve öteki bütün İslam dininin âlimleri tarafından açıkça bilinmektedir. Bu
nedenlerden ötürü Şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla bu
topluluğun Kâfirler ve dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik. Onlara
sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar da kâfir ve
dinsizlerdir. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların
vazifesidir. Bu arada Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri Cenneti
‘Ala’dır. O kâfirlerden ölenler ise hakir olup Cehennemin dibinde yer
tutacaklardır. Bu topluluğun durumu kâfirlerin (Hıristiyan ve Yahudilerin)
halinden daha kötüdür.
Bu
topluluğu kestiği, gerek şahin ile gerek ok ile gerek köpek ile avladığı
hayvanlar murdardır. Onların gerek kendi aralarında gerek başkalarıyla
yaptıkları evlilikler muteber değildir. Bunlara miras bırakılmaz. Sadece
İslam’ın sultanının, onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını
öldürüp, mallarını, miraslarını evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu mallar
İslam’ın gazileri arasında taksim edilmelidir.
Bu
biraraya gelişten sonra onların tövbe ve nedametlerine inanmamalı ve hepsi
öldürülmelidir. Hatta bu şehirde (İstanbul’da) onlardan olduğu bilinen veya
onlarla birlik olduğu tespit edilen kimse öldürülmelidir. Bu türlü topluluk hem
kâfir ve imansız hem de kötülük yapan kimselerdir. Dine yardım edenlere Allah
da Yardım eder. Müslümanlara kötülük yapanlara Allah da kötülük eder.”
Sungûrî Hasan b. Ömer
Kızılbaşlarla
ilgili olarak fetvâ veren Osmanlı âlimlerden biri de, Sungurî Hasan b.
Ömer’dir. O “Elsine-i Nasda Kızılbaş Dimekle Ma’rûf Taife-i Rezilenin
Hezeyanlarını Mübeyyin bir Risale-i Müstekılle” adında üç bölüm ve bir girişten
oluşan bir risale yazmıştır. “Bir nice ehl-i fesâd Erdebil Şeyhi, Şeyh Haydar
oğlu İsmail’i serdar idüb ümmeti din üzerine beğy ve hurûc eylediler.” (Bir
topluluk ki ortaya çıktılar ve erdebil oğlu Şah İsmail’i kendilerine lider edindiler.
Sonra da ümmetin birlik üzere oldukları dini bırakıp, düzene isyan ettiler ve
asi oldular.) [448] şeklinde
bir giriş serdettikten sonra üç bölümden oluşan risalesinde Kızılbaşlar’ın
Ehl-i Sünnet tarafından kabul edilmeyen yönlerini özet olarak şöyle ifade eder;
>
Hilafet
Hz. Alinin hakkıdır. Dolayısıyla ilk üç halifenin hilafeti meşru sayılmaz.
>
Mut’a
nikâhını caiz görürler.
>
Şeyheyn’e
şetm-i sebb ederler ve bu işi ibadet sayarlar.
>
Onlara
göre imam-ı Masum mevcut olmadığı için cihad meşru değildir.
İkinci
bölüm de Kızılbaşlar’ın edille-i katıa ile fısk ve tekfiri izah edilir;
>
Şâh’a
secde edip, mukabilinde sevap umarlar.
>
Hz.
Allah’ın imamlara hulûl ettiğine inanırlar.
>
>
Hz.
Cebrail’in Risaleti tebliğde hata ettiğine inanırlar.
>
Bazı
Sahabeleri Hz.Aliye muhalefet edip, Hz. Ebu Bekr’e (r.anhüm ecmaın) biat
ettikleri için tekfir ederler. Bazı Eshabı da Hz.Ali’ye muharebe ettikleri için
tekfir ederler.
>
Kuran-ı
Kerim’in bazı ayetlerine muhalefet ederler.
>
Hz.
Aişeye iftira ettikleri için Kuran-ı Kerim’in hükmünü inkar etmiş olurlar.
Üçüncü bölümde ise; Hasan b.
Ömer “Ehl-i kıble tekfir edilemez. Bunlar nasıl tekfir ediliyor,” diye mukadder
bir soru soruyor ve cevabında da “İslam’a münafî ahval ve etvar olmadığı zaman
bu hüküm geçerlidir.
Ama bunların İslama muğayir çok
ahval ve akvali var” şeklinde cevap
Ali b. Abdilkerim
Ali
b. Abdülkerim le alakalı olarak elimizde çok fazla bir kaynak yoktur. Ancak biz
onu Yavuz Sultan Selim Han’a sunduğu bir arizadan (rapor) tanımaktayız. Yavuz
Sultan Selim’e, tahta geçtikten sonra sunulduğunu anladığımız bu arizada o
günün şartlarında toplumdaki bir takım çözülmelerin ve sebeplerinin
detaylarıyla verilmesi ve özellikle Kızılbaş tehlikesiyle karşı karşıya
kalınması anlatılmaktadır. Ayrıca raporda kullanılan ifaderden anlaşıldığı
kadarıyla Ali b. Abdilkerim, kişilik itibariyle çok cesur, tabiri caizse
Sultanın hışmına uğramaktan korkmayacak kadar bildiğini anlatabilen metin bir
kişilik ve Sultan’a verdiği tavsiyeler açısından huzura çıkabildiği anlaşılan
bir şahıstır. Raporda, Yavuz Sultan Selim’e toplumsal sıkıntıları o kadar güzel
anlatmıştır ki, kazasker ve vezirleri değiştirmesi icâb ettiğini dahi, çok net
bir dille ifade etmiştir..[449] [450]
Arîza’da
Anadolu halkının sıkıntıları ve çözümleri birkaç madde halinde uzun uzun
anlatıldıktan sonra, Ali b. Abdilkerim’in padişaha gönderdiği bu arizada
Kızılbaşlara ayrılan kısım bir hayli uzun ve enteresan ifadeler içermektedir.
Selahattin Tansel’in değerlendirmesine göre Kızılbaşlarla ilgili olarak,
raporda Ali b. Abdilkerim şunları söyler:
"Kızılbaşlar,
II. Sultan Bayezid döneminden itibaren, çekinilmesi lazım gelen bir kuvvet
haline gelmislerdi. Bunların, Osmanlı İmparatorluğu topraklarını veya hiç
olmazsa Anadolu'yu, XV. Asrın sonlarında ve XVI. asrın baslarında İran'da
kurulmuş olan ve Siîligi, devletinin resmi mezhebi kabul ederek sırtını Türk
olan ve Türk olmayan halka dayayan Safevî devletine baglamaya çalıstıkları,
yani sadece bir inancı degil fakat bir politikayı da gerçekleştirme yolunda
oldukları anlasılıyordu. Eger II. Sultan Bayezid biraz daha hükümdarlıga devam
etmis olsa idi, basta Sah İsmâil olmak üzere Safevî propagandacılarının
hayalleri, gerçeklesme yolunda çok seyler kazanmıs olurdu. Propagandaya memur
olan halifeler, ihtimal İran’daki bulundukları yerlerin halkını Safevî Devleti
adına kazandırmaya çalışmış ve bu devletin genişlemesinde bunların büyük
hissesi olmustu. "Hakikaten Şah İsmâil İran'ın hududunu Bahr-i Hazer ve
Cibal-i Kafkas'dan Umman denizine ve Ceyhun Nehrinden Dicle nehrine
eristirmis"tir. İste bu genişleme, bir taraftan dinî ve bir taraftan da
politik bir tehlike arz ettigi için, Dogu ve Batıdaki komşuları ile İranlılar
arasında büyük bir uçurum meydana getirdi. Esasen Safevîler, İslâm âlemince
tanınmak istiyorlarsa Doğudaki Sünnî Özbeklerle ve Batıdaki yine Sünnî
Osmanlılarla vurusmaları lazımdı. Bu sebepten dolayı 1510'da Özbekleri ezmeye
muvaffak olan Şah İsmâil, bütün dikkatini Osmanlılar üzerinde toplamıştı.
Anadolu topraklarında Babaî- Bâtınî akidelerini benimsemiş olanlardan başka
Kalenderî, Hayderî, Abdal ve Şeyyâdlar vardı. İşte bu gayr-i mütecânis
insanların yaşadığı Anadolu toprakları üzerinde, Trabzon Rum İmparatorluğunun
akrabası sıfatıyla hak iddia etmekte olan Şah İsmail, Bayezid’in son saltanat
yıllarında büsbütün nüfuzunu arttırmıştı. Onun taraftarları sadece
propagandasını yapmakla kalmıyor, aynı zamanda nezr adını verdikleri vergiyi de
muntazaman İran’a gönderiyorlardı. Osmanlı topraklarını Safeviler’e peşkeş çeken
Anadolu Kızılbaşlarıyla anadolu’da yaşayan diğer Bâtınî akidelerine sahip
olanların Kızılbaşlar’a mütemâyil ve müzâhir oldukları ve nitekim Işıklar’la
Şebkülah’ların onlarla işbirliği yaptığını söyleyenler vardır. Bunlarda tıpkı
Safeviler’e tabi olan Kızılbaşlar gibi düşünmekte, yani Sünnî Müslümanlardan
adam öldürmek, kâfir öldürmek kadarınca gazâ olduğunu kabul ederek “her daim
Kızılbaş’ın zuhur ve intişarın” temenni etmektedirler.".[451]
Şeyhülislam Ebus-Suûd Efendi ve Fetvaları
Osmanlı
şeyhülislâmı, hukukçu ve müfessir olan Ebüssuud efendi, “Müftilenâm,
şeyhülislâm, sultânü’l-müfessirîn, hâtimetü’l-müfessirîn, muallim-i sânî,
allâme-i kül, Hoca Çelebi, Ebû Hanîfe-i Sânî” unvanlarıyla anılır.[452] Ebussuud
el-İmâdî 1490 tarihinde İskilipte doğmuş 982/1574 tarihinde İstanbulda vefat
etmiştir. Osmanlı devletinde en etkili ve uzun süreli şeyhülislam makamında
kalması münasebetiyle özellikle ilmiye sınıfını ciddi bir düzene koymuştur.
Devrinin en nüfuzlu ulemasından biri olmakla beraber siyasete karışmayan Ebussuud
Efendiye Kanuni, büyük bir hürmet ve itimad beslemiş, mühim meselelerde onun
re’yine başvurmuştur. Tefsir ve İslam Hukuku alanında temayüz etmiş ve
döneminde baş gösteren Kızılbaşlık musibetiyle alakalı olarak fetvalar
vermiştir. Kemalpaşazade’den ders aldığı rivayetler arasındadır.[453] Ebussuud
Efendi, döneminde ilimde ve devlet adamlığında zirve bir isimdir. O da dini
hassasiyetleri çok yüksek, bir ilim adamının sorumluluğunu bihakkın icra etmiş,
içinde bulunduğu dönemde dini ve ilmi birikiminin gereğini Ehl-i Sünnet inancı
ve Hanefi fıkhı inancının zarar görmemesi için gayret göstermiştir. Ebussuud
Efendi Kızılbaşları, diğer ulema gibi mürted hükmünde değerlendirmiş ve bununla
ilgili muhtelif fetvalara imza atmıştır. Ebussuud Efendi tarafından verilen fetvalar
şu şekildedir:
1-
“Mesele:
Kızılbaş taifesinin şer’an kıtâli helal olub, asker-i İslâm’dan anları katl
iden gâzî ve Kızılbaş taifesinin ellerinde maktül olanlar şehîd olurmı?
El-cevâb:
Olur, gazâ-i ekber ve şehâdet-i azîmedir.
Mes’ele:
kıtalleri helal olduğı takdirce, mahzâ Sultan-ı ehl-i İslam hazretine bağ’y ve
adâvet üzerine olub, asker-i islam’a kılıç çektiği için mi olur, yâhud ğayri
sebebi var mıdır?
El-cevâb:
Hem bâğîlerdir, hem de vücûh-i kesire’den kâfirlerdir.
2-
Mes’ele: Re'isleri Hazret-i resûlullah (sallallahu
te'âlâ aleyhi ve sellem) âlindendir derler, öyle olucak nev'â şüphe olur mu?
El-cevâb:
Hâşâ yoktur. Efâl-i şenî'aları, neseb-i tâhire alâkaları olmamağa şehâdet
ettiğinden gayri, sikâttan menkuldür ki, babası İsmail ibtidâ-i hurucunda, imam
Ali er- Rızâ ibni Mûsâ el-Kâzım meşhedinde ve sâir emâkinde olan sâdât-i izâmı,
kendinin nesebini Bahr-i Ensâba derc eylemeğe ikrah edip, iftiraya cür'et
edemeyenleri katl-i âm edincek, ba'zı sâdât katilden halâs için imtisal suretin
gösterip dediğin eylemişler. Amma bu miktar tedârik eylemişler ki, bunun
nesebini, ulemâ-i ensâb-i şerife mâbeynlerinde akîm olup, asla nesli
kalmamağıyla ma'rûf bir seyyide müntehî kılmışlardır, ki nazar edenler
hakîkat-i hâle vâkıf olalar. Faraza sıhhat-i nesebi mukarrer olsa dahi, bîdîn
olucak, sâir kefereden farkı olmaz. Hazret-i Resûlullâh’ın (salla'llâhü aleyhi
ve sellem) âli, şe'âir-i şer'-i mübîni ri'âyet ve ahkâm-i metîni himâyet edenlerdir.
Hazret-i Nûh’un (a.s), Ken'an sulbü oğlu iken dîni üzerine olmadığı için
"ehlimdendir" deyu, necatı için rabb-i izzete du'â ettikte deyu
“innehû leyse min ehlik’e” buyurulup, sâir kefere ile bile ta'zîb ve iğrâk
duyurulmuştur. Enbiyâ-i izâm (aleyhim-üs-salâti ve-s-selâm) neslinden olmak,
dünyevî ve uhrevî azabdan necat’a sebeb olsaydı, Hazret-i Âdem nebi
(aleyhi-s-selâm) neslinden olmak ile, esnaf-i kefereden bir kâfir asla dünyâda
ve âhirette mu'azzeb olmazdı. vallâhu a’lem.
3-
Mes’ele:
Tâife-i mezbûre Şi'adan olmak da'vâ ederler, "lâ ilahe illallah"
derler iken, bu mertebeyi îcâb eden halleri nedir, mufassal ve meşrûh beyan
buyurula?
El-cevâb:
Şi'adan değil, "yetmiş üç fırka ki, içinde Ehl-i Sünnet fırkasından gayrı
nârdadır" deyu Hazreti Resul (sallallâhu aleyhi ve sellem) tasrih
buyurmuşlardır. Bu taife ol yetmiş üç fırkanın hâlis birinden değildir. Her
birinden bir miktar şer ve fesad alıp, kendiler hevâlarınca ihtiyar ettikleri
küfr-ü bid'atlere ilhak edip, bir mezheb-i küfrü dalâlet ihtira' eylemişlerdir.
Dahi durup gün günden artırmak üzerinedirler. Şimdiye değin üzerine müstemir
oldukları kabâyih-i ma'rûfelerinin, müceb-i şeriat-i şerîfe üzerine mufassalan
hükmü budur ki: Ol zâlimler Kur'an-ı azîmi ve şeriat-i şerifeyi ve dîn-i islâmı
istihfaf eylemekle ve kütüb-i şer'iyyeyi tahkir edip oda yakmak ile ve ulemâ-i
dîni ilimleri için ihanet edip kırmak ile, ve re'isleri olan fâcir me’lûnu
ma'bud yerine koyup ana secde eylemekle, ve dahi hürmeti nusûs-i kat’iye ile
sabit olan envâ’-i hurumât-i dîniyeyi istihlâl eylemekle, ve Hazret-i Ebî Bekr
ile Hazret-i Ömere (radiyallâhu anhum) la'n eylemekle kâfir olduklarından
sonra, Hazret-i Âişe-i Sıddîkanın (radiyallâhu anhâ) berâati hakkında bunca
âyât-i azîme nazil olmuş iken, anlara itâle-i lisan eylemekle Kur'an-i Kerîmi
tekzîb edip kâfir olduklarından ma'adâ, Hazret-i Risâlet-penâhın (sallallâhu
aleyhi ve sellem) cenâb-ı azizlerine şeyn getirdikleri ile sebb-i nebî eylemiş
olup, cumhûr-i ulemâ-i a'sâr ve emsâr icmâı ile, katilleri mubah olup,
küfürlerinde şek edenler kâfir olurlar. İmâm-ı Azam ve İmam Süfyân-i Sevrî ve
İmam Evzâî (rahimehullah) katlarında tamam sıhhat üzere tevbe edip islama
gelicek, eğerçi bu küfürler dahi sâir kefere küfürleri gibi afv olunup katilden
necat bulurlar, amma İmam Mâlik ve İmam Şâfi'î ve İmam Ahmet bin Hanbel ve İmam
Leys bin Sa'd ve İmam İshak bin Râhûye ve sâir uzemâ-i ulemâ-i dinden cem'-i
kesîr katlarında asla tevbeleri makbul ve islâmları mu'teber değildir. Elbette
hadden kati olunurlar. Hazret-i İmam-i din-penah (eyyedehullâhu te'âlâ ve
kavvâhu) zikr olunan eimme-i dinden, hangi canibin kavli ile amel ederler ise
meşrû'dur. Ol kabâyih ile ittisafları cem-i Ehl-i İslâm içinde tevatür ile
mu'ayyenen ma'lûm olmuştur. Hallerinde tereddüd ve iştibah yoktur.
Askerlerinden olup kıtale mübaşeret edenler ve binip inip etbâ'ından olanların
şânında asla tevakkuf olunur değildir. Amma şehirlerde ve köylerde kendi
hâlinde salâh üzerine olup, bunların sıfatlarından ve ef'allerinden tenezzühü
olup, zahir halleri dahi sıdklarına delâlet eyleyen kimselerin kizbleri zahir
olmayınca, üzerlerine bunların ahkâmı ve ukûbâtı icra olunmaz. Bu taifenin
kıtali sâir kefere kıtalinden ehemdir. Anın-çün Medîne-i Münevvere etrafında
kefere çok iken ve Bilâd-i Şâm feth olunmamış iken anlara gaza eylemekten,
Hazret-i Ebî Bekr-i Sıddik (radiyallâhu anh) hilâfetinde zuhur eden Müseyleme-i
Kezzaba tâbi' olan tâife-i mürtedde üzerine gazâ eylemeğe, Eshâb-î Kiram
(rıdvânullâhi aleyhim ecma'în) icmaları ile tercih ve takdim buyurmuşlardır.
Hazret-i
Ali (kerremallâhu vecheh) hilâfetinde havârîc kıtali dahi böyle olmuştur. Bu
taifenin fesadları dahi azimdir, yeryüzünden fesadların ref eylemek için
mücâhede eylemek dahi ehemdir.
4-
Mes’ele: Nahcivan seferinde tutulan
kızılbaş evlâdı kul olur mu?
El-cevâb: Olmaz.
5- Mes’ele: Padişah emriyle Kızılbaş
taifesi vurulup, sagîr ve kebîri esir olanlardan ba'zı Ermeni olduklarında, ol
takdirce halâs olurlar mı?
El-cevâb: Olurlar, Ermeniler Kızılbaş
askeri ile Asker-i İslâm üzerine gelip muharebe etmiş olmayıcak, şer'an esir
olmak yoktur.
Mes’ele:
Mürtedde darül-harbe lahika olmadan alıp esir eylemek caiz idüğüne İmam-ı
A'zamdan nakl olunan rivayete binâen, Kızılbaş avretlerin esir eylemekle
asker-i islama kemâl-i kuvvet ve şevket, a'dâ-i dîn-i metine nihayet za'f ü
zillet gelir olsa, ol riva-yet ile amel olunmak şer'an caiz olur mu?
El-cevâb:
Caizdir.
Mes’ele:
Bu rivayet ile ol esir olunan avretin hizmetleri, vat' olunmaları şer'an helâl
olur mu?
El-cevâb:
Cümle hizmetleri helâldir. Amma mürteddelerdir, İslâma gelmeden vat’ları helâl değildir.
Mes’ele:
Çâr’yâre sebb eden, Kızılbaş idüğü sicil olunan Zeydi, Amr oğlu Bekr kati
eylese, şer'an nesne lâzım olur mu?
El-cevâb:
Sebb ettiği vakit kati ettiği muhakkak ise ta'arruz olunmaz.
Mes’ele:
"Yezide lâ'net ve ana lâ'net etmeyene dahi lâ'net” diyen Zeyde ne lâzım
gelir? El-cevâb: Lâ'net etmeyene lâ'net nâ-meşrûdur. lâ'net etmemek onun efâlin
kabul değildir.
Mes’ele:
"Muâviye hayırlı kişi değildir" dese, şer'an Zeyde ne lâzım olur?
El-cevâb: Ta'zîr olunur.
Mes’ele:
Sahâbe-i Kirâm’dan Muaviye'ye lâ'net eden Zeyde şer'an ne lâzım olur?
El-cevâb:
Ta'zîr-i beliğ ve hapis lâzımdır.”[454]
İdris-i
Bitlisi’nin Kızılbaşlarla İlgili Görüşleri
XVI.
yüzyıl Osmanlı edebiyatında olduğu gibi Osmanlı tarihçiliğinin de dönüm noktası
olmuştur. Bu yüzyıl Fars kültürünün Osmanlı kültüründe yoğun olarak
hissedildiği bir dönemdir. Eserler öylesine çalışılmış ve dil o derece
geliştirilmiştir ki yazarlar, artık incelik ve maharet bakımından İran’ın şair
ve nesircileriyle yarışacak eserler meydana getirmeyi amaçlamışlardır. Tarih
yazıcılığı açısından dönüm noktasını İdris-i Bitlisî ve Kemalpaşazade temsil
etmektedir. İdris-i Bitlisî, Osmanlı tarihinin tıpkı başka hanedanların tarihi
kadar zarif ve tumturaklı bir şekilde Farsça yazılabileceğini, Kemalpaşazade
ise Türk dilinin artık aynı belagat oyunları için uygun bir vasıta olduğunu
göstermişti.[455]
II.
Bayezid’in emriyle eser kaleme alan Kemalpaşazade ve İdris-i Bitlisî’nin
Osmanlı tarih yazıcılığında yeni bir çığır açtığına değinen Tekindağ,
Bitlisî’nin Akkoyunlu sarayında Yakup Bey’in münşisi olarak tanındığını, klasik
İran tarihçiliğini esas ve örnek almak suretiyle Farsça eser kaleme alması
neticesinde Aşıkpaşazade ve Neşri gibi sade, kısa ve anlaşılır birçok Türkçe
arkaik kelimeleri ihtiva eden eserlerin bir kenara bırakılmasına yol açtığını
vurgular. Tekindağ’a göre bir cümleyi on cümlede anlatan İran tarihçiliği
Osmanlı tarihçileri arasında revaç bulmuştur. Kemalpaşazade, Hoca Sadettin
Efendi gibi tarihçiler İdris-i Bitlisî’nin kullandığı metodu taklit ederek
özellikle serlevhaları Farsça olmak üzere kendi eserlerinde kullanmışlardır. Bu
yöntem
XVIII.
yüzyılda vakanüvislik (vekayinüvislik) devrinde hemen bütün vakanüvisler
(vekayinüvisler) tarafından taklit edilmiştir yani eserlerini Hoca Sadettin
Efendi’nin yaptığı gibi serlevhalarını Farsça olarak yazmaya başlamışlardır.[456]
Bitlisî’nin
tarzını tek beğenmeyen ve bu tarzı eleştiren Tekindağ değildir. Böyle bir
tutumu Victor L. Manage’in satırlarında da görürüz. o Bitlisî’yi Neşri ile
kıyaslar. Hatalarına rağmen Neşri’yi gerçek bir tarihçi olarak gören Menage,
onun olayların hakikatini tespit etmeyi arzulamasının kendisini bu düşünceye
götürdüğünü anlamaktayız. Fakat Bitlisî için aynı şeyin söylenemeyeceğini, buna
sebep olarak da Bitlisî’nin Vassaf ve Cüveynî’nin tarihlerini örnek alarak
“Heşt-Behişt” adlı eserini II. Bayezid’in emriyle açıkça Osmanlı hanedanının yaptığı
işleri yüceltmek amacıyla yazdığını kaydetmektedir. Devamında İdris’in yer yer
artık kaybolmuş bulunan daha önceki kaynaklardan topladığı bilgileri muhafaza
ettiğinin doğru olmasına rağmen, eserinin içindeki bilgilerin etraflı bir
analizinden sonra bu esere tarihi bir kaynak olarak hak ettiğinden daha fazla
değer verildiğini ve belagatten arındırıldıktan sonra asıl anlatısının, çelişen
rivayetleri uyumlu hale getirme gayretlerinin yol açtığı bazı ilave
çarpıtmalarla birlikte Neşri’nin anlattığı hikâyenin tekrarından pek fazla bir
şey olmadığı görüşündedir.[457]
Yaşadığı
dönemde büyük bir siyaset ve ilim adamı olmanın yanında büyük bir şair ve
düşünür olarak yaşayan İdris-i Bitlisî, kaleme aldığı eserlerle aynı zamanda
Osmanlı tarihçiliğinin gelişmesine de çok önemli katkılar sağlamıştır. O, tarih
alanında yazdığı ve sekiz cennet anlamına gelen “Heşt Behişt” adlı genel
Osmanlı tarihi kitabıyla köklü Fars tarihçiliğini, Farsça ile ve nazım
suretiyle Osmanlı geleneğine adapte etmiş ve sonraları bu alanda eser verecek
pek çok kişiye örnek ve bununla beraber nesir tarzında yazan bir o kadar
tarihçiye de kaynak olmuştur. [458] İdris-i
Bitlisînin tarihçiliğiyle ilgili olarak kısa bir bilgi verdikten sonra
anlaşılmaktadır ki, konjektürel olarak Osmanlı Devleti ve onun oluşturan
unsurlar değerlendirilirken olaylara Safevi Şia propagandasının Anadoluda
oluşturduğu erezyon süreci akla gelmelidir.
İdris-ı
Bitlisi tarafından yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin
tamamı, kısa zaman içinde Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişti.[459] İdris-i
Bidlisî bu işi usta bir manevrayla yaklaşık 25-30 Kürd Bey’ini (Ümeray-ı Ekrâd)
Yavuz Sultan Selim Han’a sunarak ve aralarında bağlantı görevi ifa ederek
doğudaki Kızılbaş tehlikesini bertaraf etmiştir. Bu açıdan bakıldığında İdris-i
Bidlisi’nin islâm ümmetine hizmeti çok büyüktür. Kendisi hem iyi bir tarihçi,
hem mutasavvıf, hem İslam hukunu çok iyi bilen bir hukukçuydu. İdris-i Bidlisî
nin bu görevi yapmasında en büyük amil Şah İsmail’in o bölgenin halkına yaptığı
zulümdür ki doğudaki Kürd Beyleri de üç tercihten birisini yapmak
mecburiyetinde idiler. Ya Şia olacaklar, ya ölecekler, ya da Osmanlı Devletine
katılacaklardı. Onlar üçüncüsünü tercih ederek Doğu Anadolu’nun Fârisîleşmesini
de engellemiş oldular. Bu açıdan aşağıda sadeleştirilmiş halini verdiğimiz Kürd
Beyleri’nin İdris-i Bidlisî ile Yavuz Sultan Selim Han’a göndermiş oldukları
arîza içinde bulundukları durumu arzetmesi açısından kayda değer bir vesikadır.
"Can-ü
gönülden Islâm Sultanı’na biat eyledik, Ilhâdları zâhir olan Kızılbaşlar’dan
teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve
Ehl-i Sünnet mezhebi ve Şafi ’î mezhebini icra eyledik. Islâm Sultanı’nın namı
ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret
gösterdik ve Islâm Padişahı’nın yollarını bekledik. Duyduk ki, Padişah,
Zülkadriye Eyaleti’ne gitmiş; bunun üzerine biz de Mevlana Idris-i Bitlisî'yi
makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu şudur ki;
Bu
muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz
Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu
mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece Islâm
Sultanı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin
zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz
olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira
Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah'ı
bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda
birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah böyle cârî olmuşdur. Ancak
ümitvarız ki, Padişah'dan yardım olursa, Arap ve Acem Irak'ı ile Azerbaycan'dan
o zâlimlerin elleri kesilir. Özellikle Diyarbekir ki, Iran memleketlerinin
fethinin kilidi ve Bayındırhân sultanlarının payitahtıdır, bir yıldır, Kızılbaş
askerlerinin işgali altındadır ve 50.000'den fazla insan öldürmüşlerdir. Eğer
padişahın yardımı bu müslümanlara yetişirse, hem uhrevî sevap ve hem de dünyevî
faydalar elde edileceği muhakkakdır ve bütün müslümanlar da bundan
yararlanacaktır. Bâki ferman yüce dergâhındır."[460]
İdris-i
Bitlisi, kendi ifadesi ile “Nâ hak” dediği kızılbaşlar’ı ve onlarla beraber
hareket eden Bâtınilik ve Hurûfilik gibi muhalif bâtıl inançlar’ı İslam Ümmeti
için tehlikeli görmüş, dolayısı ile Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin dışında kalan
zümreleri hoşgörü ile karşılamamıştır. Bir başka açıdan bakıldığında doğduğu ve
ailesinin yaşamış olduğu şehir olan Bidlis’in o zamanlar için Âmid (Diyarbakır)
sancağının kazası olması münasebetiyle bütün o coğrafyanın ve özellikle de
yaşadığı ve hayatını idame ettirdiği Tebriz’in Safeviler tarafından işgal
edilip, binlerce insanın zulümle yerinden yurdundan edilmesi sebebiyle Şah
İsmail ve taraftarları olan Kızılbaşlar’a sempati ile yaklaşması elbette
beklenemezdi. Bununla beraber yine Mevlana İdris için, sevdiği ve uzun zaman
hizmette bulunduğu Akkoyunlu Hükümdarlığının mezkûr taife tarafından
sonlandırılması ve o aileyi hunharca katlettirmesi elbette unutulacak şeyler
olmasa gerek. Neticede bütün bu menfi hadiseler yanyana gelmiş ve İdris-i
Bidlisi gibi bir insan, vatan topraklarını korumaya ve dini kaynaklı bir koruma
içgüdüsüyle Kızılbaş lideri Şah İsmail ve adamlarıyla mücadele etmekten
çekinmemiştir.[461]
Bu
arada Şah İsmail ile Mevlana İdris arasında geçen bir diyalog’u zikretmekte
fayda var;
Şah
İsmail’in yoğun bir şekilde sürdürdüğü Şia propagandası neticesinde Mevlana
İdris, “Mezheb-i nâ-hak” (Bâtıl Mezheb) diye tarih düşürür. Şah İsmail bunu
öğrenir ve bir mektûb yazarak İdris-i Bidlisî’ye gönderir. Bidlisî muktuba
cevaben, duyduğu şekliyle tarih düşürdüğünün doğru olduğunu, fakat terkib’in
Farsça değil, Arapça olduğunu, yani “Mezhebünâ Hakkun” (Mezhebimiz Hak
Mezhebtir) şeklinde yazdırdığını söyler. Mevlana İdrisin cevabından etkilenen
Şah, İdris’i sarayına davet eder ancak Mevlana bir bahane uydurarak gitmez.[462]
İdris-i
Bidlisî’nin eserleri pek çok olup, biz onlardan burada ikisi üzerinde durmak
istiyoruz. Bunlardan birincisi Heşt Behişt’dir. “Sekiz Cennet” anlamına gelen
bu eser sekiz ketîbe olarak kendi dönemine kadar olan sekiz Osmanlı Sultanını
ifade eder. Dili Farsçadır. İkincisi ise “Selimşahname” dir ki, adından da
anlaşılacağı üzere Yavuz Sultan Selim Han’a ithafen seksen bin (80.000)
beyitten oluşan ve yer yer nesir, yer de nazım şeklinde yazılmış bir tarih
kitabıdır. Dili yine diğeri gibi Farsçadır.[463]
Biz İdris-i Bidlisî’nin Kızılbaşlarla ilgili birçok düşüncesini bu eserinden
öğrenmekteyiz. Şimdi Selimşahnameden yer yer alıntılar yaparak bu konuyu noktalayalım;
“...Gazâ
ve cihad ferizası, eskiden beri, cihadı şiar edinen bu hanedandan hep yeterince
yerine getirildiğinden, kötülük sahibi kâfirlerin önlerinin kesilmesinin
Osmanlı gazilerince gerçekleştirildiği anlatıla geldiğinden ve şu anda
yeryüzünde bu bozguncu taifeye ve bu kızılbaş mülhid topluluğu karşı koyacak
din Sultanlarından kimse kalmadığından, sapkın Şah’ın İslam memleketlerini
istilası her geçen gün artıp geri kalan İran ve Turan kuralları ve Padişahları
üzerine onun galibiyeti devam ettiğinden, ilhâdı yol edinmiş bu taifenin işi
oraya kadar varmıştır ki batı ve doğu memleketlerini sahiplenme davası gütmeye
başlamıştır. Ona tabi olanlar o kadar ileri gitmişlerdi ki onu mabutluk
rütbesini hak etmiş saymaktadırlar. Fırat nehrinden Ceyhun nehrine kadar olan
bütüb Irak memleketlerini ele geçirip Turan’ı da zaptetmeye başlamış, kılıcının
hükmü Semerkand’a dek varmıştır.
Şimdi
Osmanlı Hanedanının dünyayı gözetme namusunda ve Müslümanlık gayreti içerisinde
olan zalim topluluğun din ve devlet konusundaki fitne ve fesadının işin sonunda
güvenli Anadolu Beldelerinde de (zalim Şeytanın saldırısından Allah’a
sığınırız.) yayılması ve zulüm ateşinin ve küfür kıvılcımlarının dindar
gaziler’in meskenlerine sıçramasıni kim revâ görebilir? “ İmandan sonra küfür mü
yahud iki ilah’ın birleştirilmesi mi?”
Özellikle
Erdebil Şeyhlerinin müridlerinden ve inananlarından birçok kimse ile ilhâd
sahibi torunlarından geriye kalanlar bu yerlerde bulunmaktadır. Habîs
nefislerinde eğlenmeye, zayıflarla miskinlerin namuslarını ayaklar altına
almaya meyilleri çoktur. Bu tür taifeler yüzünden mağfiret şiarlı padişah’ın
saltanat ordusunda ortaya çıkan bazı büyük fitneler, fesad’ın artması yönünde
en belirgin işaretlerdir. Şu anda görüş ve tedbir sahibleri ile kılıç
sahiblerinden herkes bu bozulmaların sonunun ne kadar kötü olacağını düşünmeli
ve akıl sahibi her mü’min, Allah yolunda canla başla çabalamalı ya da yiğitlik
dizginini din erlerinin meydanından çekmelidir. Bu konuşmayı dinledikten sonra
yüce dergâhın seçkinlerinden oluşan topluluk, doğru cevabı verme konusunda akıl
sahibleri olarak bu sözleri tasdik ederet itaat ettiğini ortaya koydu ve herkes
“Aklın yolu birdir” yoluna uyarak Sultan’ın sağlam görüşüne uymayı mülkün ve
dinin çıkarlarına uygun gördü.”[464]
“.... Bütün Beyler, ordu mensubları ve
muzaffer askerler, Sultan’ın görüşünü
doğruladılar.
Büyük bir toplantı yapıldı.” “.... Bu toplantıda ilim ehliyle diyanet ve takvâ
sahipleri, bu hareket hakkında ve bunun kâfirlere karşı cihad ve gazâda
bulunmaktan daha öncelikli olduğu konusunda fetvalar verdiler. Osmanlı
Ülkesinin büyük âlimleri ile ilimlerde derinleşmiş Büyük İmamlar, şer’i
deliller ve fer’i ve naklî konularda bir takım fikirler ortaya koyarak şöyle
dediler: bu zalim taifenin ortadan kaldırılması ve bu günahkâr mülhid fırkanın
yok edilmesi, kudretli Sultan ve kahredici vali için, kâfirlerle Frenk ve
Tatarla savaşmaktan daha öncelikli ve önemlidir. Çünkü Dindar Sultanlar’ın
kanunlarında ve Şeriat şiarlı Halifeler’in geleneğinde, Raşid Halifelerin ahlak
ve tavırlarıyla yol göserici imamların üsluplarının takip edilmesi en
doğrusudur ve izlenilmesi en uygundur.”[465]
diyerek devamında Müseylemetü’l- Kezzab örneğini verir ki, İslam daveti’nin
ulaşmamış olduğu yerler bile varken, Batıl şeriatlarla savaşmak daha mühim bir
vakıadır şeklinde ifade ederek şöyle der;
“,,,,Malumdur
ki dini fesat, Furkan olan kitabın delilleriyle ıslah edilebilir. Mülkî fesat
ise kahraman kılıcıyla ortadan kaldırılabilir. Her iki fesad maddesinin
birleşmesi durmundaysa her birine karşı savaşa girişmek önceliklidir. Böyle
durumlar hakkında din âlimlerinin ve imamlarının fetvaları ve şeriat
sahibleriyle müçtehitlerden nakledilen sahih sözler şu şekildedir: İman ehlinin
İslam memleketlerinde mülk haricilerinden ve din düşmanlarından biri ortaya
çıktığı, nassla belirlenmiş haramları helal kılıp helalleri haram kılmak
yolunda çaba gösterip ısrar ettiği, yol gösterici imamların üzerinde ittifak
edilmiş yollarından saparak Allah’ın kelamına ve Allah Rasülü’nün (s.a.v)
sünnetlerine uyma konusunda mezhebler’in ve dinlerin cumhuruna muhalefeti
başlattığı ve zulüm, kusur ve günah sancağını açtığı zaman, bütün Müslümanlar’a
özellikle zamanın Sultanlarından güç ve kudret sahibi olanlara böyle fesat ve
ilhâd ehline karşı cihat etmek, mülk ve din sınırlarına kastetmekten ellerini
çeken, hatta İslam sınır muhafızlarına yaranmaya çalışan çevredeki kâfirlere ve
kötülük sahibi müşriklere karşı savaşmaktan daha önceliklidir.”[466]
Yine
Mevlana Bidlisî kitabında Şah İsmail’in yaptığı zulümler sebebi ile yerini
yurdunu bırakarak Maverâünnehr diyarına gelen Sünni âlim Hâce Mollâ-yı
İsfehânî’nin Yavuz Sultan Selim Han’a yazdığı Farsça ve Türkçe manzum bir
mektuba yer vermektedir ki mektub’da;
“..... Dinin
temelini dünyaya sen yerleştirdin.
Mustafa’nın
şeriatını yerli yerine sen koydun,
Senin korkundan,
Fars ve Türk titremekte,
Çünkü Kızıl
Börklü’nün tacını başından sen attın.
Kızıl
Börk zehirli yılan gibidir, Başını ezmezsen bir faydası olmaz,
........ Vahşi. mülhid Zerdüştî’nin Muhammed ashabı’na küfretmesini revâ
görürmüsün.”[467]
diyerek Yavuz Sultan Selim Han2a olan duygularını beliritr.
SİYASİ YAKLAŞIMLAR
Osmanlı İstimâlet (İskan ve gönül alma)
Politikası
Kuran-ı
Kerim ve Peygamberimizin (s.a.v) emir ve yasakları müvacehesinde hareketi
kendilerine şiar edinen Osmanlı Sultanları, yapmış oldukları fetih
politikalarını da "emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i an'il-münker" düsturu
çerçevesinde gerçekleştirmişlerdir. Bu bakımdan fethedilmiş/fethedilecek
topraklarda yaşayan gayrimüslimlere karşı izlenecek tutum bu anlayış
çerçevesinde belirlenmiştir. Selçuklu Devleti, Anadolu'da, bir yandan Müslüman
Türk nüfusunun artmasına, iktisaden, fikren ve siyaseten kuvvetlenerek hâkim
unsur olmasına çalışırken, öte yandan, Bizans hâkimiyetinde iken sürekli
savaşlar, sivil-askeri ayaklanmalar ve ağır vergiler yüzünden perişan olan
yerli halkın da huzur ve istikrara kavuşmasına imkân sağlıyordu. Bu bakımdan
Osmanlı'nın hareket tarzında önemli bir yeri olan istimâlet (gönül alma)
ahlâkını Selçuklu kültür ve medeniyetinde aramak lâzımdır.[468]
Osmanlılar
da devletlerini, Müslüman Anadolu ile Hristiyan Balkanları kendi yönetimleri
altında birleştirerek kurdular. Her ne kadar gazanın sürekliliği devletin temel
prensibi idiyse de, Osmanlılar Ortodoks kilisesi ve milyonlarca Ortodoks
Hristiyan'ın da koruyucusu olmuşlardır.[469]
14.
yüzyılda yaşamış büyük seyyah İbn-i Battuta, (ö.1377) Anadolu'ya da uğramış ve
buradaki Rum halkı hakkında önemli bilgiler vermiştir. Anadolu'nun vaktiyle
eski Rum ve Yunanlıların elinde olduğunu, daha sonra Müslümanların
(Türkmenlerin), bu toprakları adım adım fethettiklerini, ancak burada halen
Müslüman Türkmenlerin idaresi altında yaşayan bir hayli Hristiyan olduğunu
belirten İbn-i Battuta, ilk olarak geldiği Alanya ve Antalya'da karşılaştığı
manzarayı şu şekilde ifade etmiştir:
"Buradan
Antalya'ya doğru yola çıktım. Bu şehir, yüzölçümünün genişliği, nüfusunun
çokluğu ve plânının muntazamlığı itibariyle bölgenin en önde gelen
şehirlerindendir. Her fırka diğer fırkalardan tamamen ayrıdır. Hristiyan
tüccarları Mina adıyla bilinen mahallede oturmaktadırlar. Mahallenin etrafı
surla çevrilmiş olup, geceleri ve Cuma vakti kapıları kapanır. Şehrin eski
sakinleri olan Rumlar, diğerlerinden ayrı olarak başka bir mahallede otururlar.
Bunların mahallesi de bir sur ile çevrilmiştir. Aynı şekilde Yahudilerin de sur
içinde ayrı bir mahallesi bulunur. Şehrin hâkimi, ailesi ve devlet ricali de
şehrin öteki mahallelerinden ayrı olarak etrafı surlarla çevrilmiş bir kalede
oturmaktadırlar. Müslümanlar ise asıl şehirde ikamet ederler."[470]
Yine
Orhan Gazi döneminde ilk zamanlarda, can korkusuyla köylerini boşaltıp, sonra
da Orhan Gazi’nin adalatini işittiklerinde dağılmış olan yerli halk Osmanlı
idaresinin yerleşmesinden sonra, oluşan müsait ortamın imkânlarını görerek eski
yerlerine geri dönmeyi tercih ediyorlardı. "Öyle ki bütün o memleketlerin
halkı derlerdi ki, 'Ne olurdu, eski zamandan bunlar bize beğ olaydılar"[471]
Fatih
Sultan Mehmed, İstanbul'u fethinden sonra, idarecilerine ve askerlerine şehri
yağmalamamalarını ve Hristiyan halka zarar vermemelerini emrettikten sonra,
Yahudi Hahambaşını ve Ermeni Patriğini İstanbul'a getirmiş, Rum Patrikliğini
tabir caizse yeniden ihyâ etmiştir. Bütün Ortodoks unsurların ruhanî lideri
yaptığı Rum Patriğine, ayrıca, pek çok imtiyaz vermiş, dünya Ortodokslarının
ağırlık merkezinin İstanbul'da kalmasına dikkat etmiştir.
Dolayısıyla
tebasındaki zımmî bir topluma dahî böylesine engin merhamet sergileyen Osmanlı
Devleti, elbette toplumu içindeki Sünnî olmayan, heterodoks gruplara da
merhametini ve şefkatini esirgememiştir. Ancak bu uygulamayı yaparken vatanına
ve devletine sadakat kavramı üzerinde özellikle durmuş, bu mevzuda zafiyet
gösteren ve ihanete karışan herkesi, adalet sistemi içerisinde,
cezalandırmaktan çekinmemiştir.
Bizim
burada, bu konuyla alakalı söyleyeceklerimiz, aynı politikanın, fethedilen ve
Osmanlı Devletine ısındırılmaya çalışılan Anadoluda’ki eski beylik ve devlet
topraklarında da uygulandığını görmemiz açısından önemlidir.
Örneğin,
Mesih Paşa’nın II. Bayezid’in oğlu Sultan Şehinşah’a gönderdiği bir mektubta;
Taş-ili’nin boy beylerinin, her birinin, davet edilerek istimâlet olunduğu,
çeşitli yemin ve vaatlerle inandırılıp getirildikleri, ancak, daha sonra,
münafık olarak vasıflandırılan Nasuh ve adamlarının, bunları ayartarak (iğva
ederek), nefret ettirip kaçırdıkları anlatılır. Bölgedeki devlet ricalinin
bütün gayretlerinin memlekete kıyam ve nizam vermek olduğu, ancak, Nasuh’a
mensup kimselerden kaynaklanan fesat sebebiyle, memleketin, harap bir hale
geldiği ifade edilen mektubta, [472] Osmanlı
Devletinin yeni fethedilen bölgelerde uyguladığı istimâlet politikası net bir
şekilde anlaşılmaktadır.
İstimâlet
politikasının, özellikle, Safevî hududunda bulunan cemaatlere ve aşiretlere
karşı da uygulandığı görülmektedir. Veziriazam Mehmed Paşa’nın bir telhisinde;
Kızılbaş serhaddinde olan Kürt hâkimleri ve aşiret sahiplerine, geçmişte çok
değerli kaftanlar ile kılıçlar gönderilmek suretiyle, istimalet verilegeldiği,
halen sefer zamanı yakın olduğu için, ümid ve istimâleti müş’ir ahkam-ı
şerife ile her birine hil’at ve kılıç gönderilmek lazım geldiğinin belirtilmesi,
bu açıdan önemlidir.[473]
Bağdat
beylerbeyine gönderilen, 2 Şubat 1577 tarihli hükümde, “Yukaru Cânibden” yani
Safevî topraklarından casus geldiği ve Şahın, beyleri, korucuları ve cümle
askeri ile Kazvin’de bulunduğunu ve hangi tarafa gideceğinin bilinmediğini,
haber verdiği anlatılıyor. İstanbul’dan gönderilen hükümde, eğer Şah, Bağdat
üzerine varmayıp başka bir tarafa yönelirse, Bağdat beylerbeyinin de, bölgedeki
beylere istimâlet vermesi isteniyor.[474]
Buradan anlaşılıyor ki Osmanlı Devleti, Safevi tehdidine karşı, doğu
sınırlarında, istimâlet politikasını, gerektiği şekliyle takip etmiştir.
Özellikle,
Osmanlı hâkimiyetine yeni girmiş bölgelerde meydana gelen isyanların
bastırılmasında da, istimâlet politikasının takip edildiğini görmekteyiz.
Peçevi İbrahim Efendi’nin 1526’da meydana gelen Kalendar Şah ayaklanması ile
alakalı olarak aktardığı bilgiler, bize, istimâlet politikasının bir başka
yönünü ortaya koymaktadır. Önceleri Kalender’i destekleyen Zülkadirli
Türkmenlerini, isyancılardan ayırabilmek için uygulanan istimâlet politikası
gereğince, Zülkadirli Türkmenlerinin boy beyleri ve diğer ileri gelenlerinin,
muhtelif vaatlerle, Osmanlı Devleti lehine kazandırıldığı anlaşılmaktadır.
Türkmen vilayeti, Osmanlı Devleti tarafından fethedilince, birçok kimsenin
tımarlarının hâss-ı hümayün’a ilhak olunması, bunların, Kalender’in ordusuna
katılmalarına sebep olmuştu. Bu yüzden Sadrazam İbrahim Paşa, çok kıymetli
kaftanlar ve birçok hediyelerle boy beylerini Osmanlı tarafına çekti; onlar da,
Zülkadirli’nin Kalender askerinden ayrılmasını sağladılar.[475]
İstimâlet
siyasetinin, Balkanlar’da ve Anadolu’daki uygulanış biçimleri arasında var
olduğu görülen, önemli bir farklılık göze çarpmaktadır. Mevzubahis uzlaşmacı
siyasi politika gereği, Balkanlar’da köylü, kilise ve eski askeri sınıf
mansuplarına yönelik olarak uygulanırken, Anadolu’da, cemaat ve aşiret ileri
gelenlerini kazanma amacıyla uygulanmaya gayret gösterilmiştir. Politikanın bu
şekilde belirlenmesinde, muhtemelen her iki coğrafya’da yaşanan toplumsal şartların
farklılığı, önemli etkide bulunmuş olsa gerektir.[476]
[477]
Osmanlı Devletinin Sünnilik Politikası
Bilindiği
gibi Türkler, İslamı kabul etmelerinden bir süre sonra İslam âleminde söz
sahibi olmuşlar, özellikle Büyük Selçuklu Hükümdarları, Abbasi halifelerini
Şiilerin saldırılarından kurtardıkları gibi, Müslümanları, Hıristiyan dünyaya
karşı korumuş ve haçlılara karşı büyük mücadele vermişti. Selçukluların bu
başarılarından sonra, hutbelerde, Abbasi halifesi ile Selçuklu sultanı
Arparslan’ın ve daha sonraki sultanların, ismi beraber zikredilmeye devam
etmişti. Artık Abbasi halifeleri, Selçuklular’ın himayesinde
yaşayabiliyorlardı. Bu asırdan itibaren İslam âleminde Türklerin gücü kendini
hissettirmiş, hilafet ise maddi fonksiyonlarını kaybederek, şekli bir makama
dönüşmüştü. Bu durumun aslında gerçek manada, Hilafetle uyum sağlamadığı
görülür. Bir başkasının himayesinde hayatını devam ettiren bir makamın, kâmil
bir Hilafet olarak kabul edilmesi söz konusu olamayacağı gibi, İslamı ve
Müslümanları koruyacak gücü bulunmayan, İslam ülkesini idareden aciz bir
kimsenin halifeliği de İslam açısından meşru sayılmazdı.
Türk
Sultan ve beylerinin halife üzerindeki tesirleri daha sonra da devam etmiş,
halifelerin dünya işlerine karışmalarına güçlü hükümdarlar tarafından pek
müsaade edilmemiştir.[478] Durum
böyle iken Yavuz’un Mısır’ı Osmanlı hâkimiyetine katmasıyla birlikte İslam
âleminde asırlardır devam eden sultan- halife mücadelesi son bulmuş, özellikle
Moğol işgalinden sonra İslam dünyasındaki bozulan birlik yeniden sağlanmış,
maddi gücünü, dolayısıyla hakiki vasfını kaybeden Hilafet, gerçek şeklini
alarak fonksiyonlarını yapabilme imkânına yeniden kavuşmuştur. Raşit
Halifelerden itibaren başlayan ve asırlarca devam ettikten sonra, Abbasi
hanedanlığının gücünü kaybetmesi ile halife ve sultan olmak üzere, ikiye
ayrılan İslamî otorite, Yavuz Sultan Selim’in Mısır zaferinden sonra tekrar
birleşerek, Hilafet gerçek manada eski gücüne ve itibarına tekrar kavuşmuş ve
aslî fonksiyonlarını icra eder hale gelmiştir.[479]
Osmanlı
ve Selçuklular, Türkler’in İslama girmesiyle birlikte genel manada itikaden
Ehl-i Sünnet, amelde Hanefilik üzere devam edegelmişlerdir. Bu Türklerin olduğu
kadar, Ehl-i Sünnet tarihinde de pek çok açıdan büyük bir öneme haizdi. Çünkü
Türk siyasal himayesinde yaşamaya başlayan Ortadaoğu İslam dünyasında, Ehl-i
Sünnet, bir daha elinden bırakmayacağı çok güçlü bir destek kazandı; diğer
mezhepler arasında öne çıkan yegâne mezhep halini aldı. Dolayısıyla, Selçuklu
ve Osmanlı Devleti, en az Emevi ve Abbasi devletleri kadar bir İslam
devletidir.[480]
Osmanlı
Devleti’nde bahsettiğimiz Sünnî politika, aslında, geleneksel olarak
bildiğimiz, diğer İslam devletlerinden tevârüs eden ve özellikle birçok Türk
devletinde gördüğümüz resmi ideoloji vasfı taşıyan şeklinin, Osmanlı Devletinde
“Devlet-i Ebed Müddet, Nizam-ı Âlem, Devlet-i Âliyye, Saltanat-ı Seniyye” gibi
ifadelerle formülleşerek, mücessem hale gelmiştir. Bir diğer açıdan
bakıldığında ise, Osmanlı Devleti, özellikle Halifeliğin, Osmanlı Sultanlarına
geçmesinden sonra, dünyanın birçok yerinden Saltanat merkezine, amelî uygulama
mezheplerinden (Şafii, Malikî, Hanbeli) çok sayıda ulemanın gelmesiyle, Osmanlı
Devletinin, ağırlığı Hanefi Mezhebi olmak üzere, tam bir Sünnî İslam Hukuku
devleti haline geldiğini görmekteyiz.
Osmanlı
Devleti, özellikle Hıristiyan devletlerin, İslam ülkesine zarar vermesine mani
olmuş, gün geçtikçe, İslam âleminin, büyük bir gücü haline gelmiştir. Osmanlı,
nizam-ı âlem için büyük gayret sarfetmiş, İslam birliğinin sağlanması için,
herkesin ümidi haline gelmiştir. Dolayısı ile İslamı ve Ehl-i Sünneti dünyaya
hâkim kılmak, Müslümanları idare etmek, kışça halifenin görevlerini yerine
getirmek için, Osmanlı Devleti buna en fazla layık ve ehil olan bir devlet
haline gelmişti. Zaten asırlardır, Türklerin ve Osmanlı’nın hâkimiyeti, İslam
âleminin büyük çoğunluğu tarafından kabullenilmişti.[481]
Ahmet
Cevdet Paşa; Osmanlı hilafetinden önce, İslam âleminde büyük kargaşalıkların
hüküm sürdüğünü, bu sebeple de, hilafet ve saltanatın ayrılarak, hilafetin dini
riyaset, saltanatın ise maddi riyaset halini aldığını belirtir. Bundan dolayı
da, İslamiyetin gücünün yok denecek kadar azaldığını, Osmanlı Devleti
sayasinde, bu ikili durumun ortadan kaldırılıp, düzenin sağlandığını ifade
eder.[482]
Yine,
bir başka açıdan incelendiğinde, konumuzla alakalı olarak, Osmanlı Devleti’nin,
dini kurumlar, sosyal müesseseler ve tasavvuf tekkelerini, bahsettiğimiz Safevî
tehlikesi karşısında, özellikle XVI. Yüzyıl ve sonrasında desteklediğini ve
ciddi manada, devlet yatırımı yapılmış olduğunu görmekteyiz. Örneğin, Sivas
bölgesinde, varlığı tespit edilen 126 cami ve mescitten 40’ının ve 10 hamamdan
5’inin, XVI. asır içinde inşa edildiğini görmekteyiz.[483]
Dolayısı ile, yaptığı
imarethanelerin, neredeyse tamamını, vakıf kanalıyla yapan Osmanlı Devletinin,
özellikle o dönemdeki Kızılbaş isyanları ile yıkıp yakılan, Anadoludaki Amasya,
Tokat, Sivas ve Çorum gibi şehirleri bu açıdan desteklemesi, konumuz açısından
manidardır. Bu itibarla Osmanlı Devleti sadece kılıca yani maddi güce
değil, şeriatin yazılı esaslarının yanında halkının hissiyatına da değer veren
bir devletti. Yani medrese ve ulema sınıfının yanında, tekke, evliya ve
dervişlerin, devletin teşekkülünde ve gelişmesinde büyük emeği olmuştu. Buna
bağlı olarak da Osmanlı’da, padişah maddi otoritenin sahibi olmakla birlikte bu
gücü şeriatın esasları çerçevesinde kullanmak zorunda olduğu gibi, manevi
otoritenin sahibi bulunan ulema da, padişaha görüş bildirir ve gerekli
gördüklerinde, onun gücünü sınırlandırırlardı.[484]
Osmanlı’nın
son dönemi ve yıkılış sürecine gelindiğinde ise, mezhep ve hilafet kavramları
özellikle, emperyalist güçlerin en büyük korkusu olması münasebetiyle üzerinde
durulan bir durum olmuştur. Çünkü İslam ümmetlerini bir arada tutan bu
kavramlar, özellikle dağılma sürecinde, Batılı toplumların Müslüman
toplumlardaki Yezidilik, Nusayrilik, Dürzilik, Bahailik ve Kızılbaşlık gibi
heterodoks grupları bilerek ön plana çıkarmaları ve mezhebi ayrılıklara
yoğunlaşmaları,[485] Osmanlı
Devleti’nin yıkılmasını hızlandırmış ve İslam Ümmeti neticede, idartesiz ve
başsız kalmıştır.
Kızılbaşlığa Karşı, Halvetiliğin ve
Bektaşîliğin Desteklenmesi
Safeviyye
tarikatı, Halvetiyye gibi, Şeyh Zâhid-i Geylâni (ölm. 690 H. / 1291 M.)’nin
kurduğu, Zâhidiyye’nin bir koluydu.[486]
Safeviyye’nin kurucusu Safiyüddin, Şeyh Zâhid-i Geylâni’nin müridi olup,
Hulvi’ye, göre Sünni bir şeyh idi. Bununla birlikte, Hulvi’deki bir haber, Şeyh
Safiyüddin’in, Sünniliğinin tartışılabilir mahiyyette olduğunu göstermektedir.
Şiilerce önemli kabul edilen Seyyidliği kullanma yönüne giderek, önce,
kendisini “Seyyid”ilan etmiş, daha sonra, nedense bundan vazgeçmiştir. Hulvi,
Seyyidilik konusunun, Safevi ailesi’nde, Hoca Ali’den çok sonra gündeme
geldiğini söylemekte ise de,[487] yapılan
araştırmalar, Safevi tarikatının, esas Hoca Ali zamanında Şii bir mahiyet
aldığını göstermektedir. Şiiliği tam olarak benimseyen Şeyh Cüneyd’in ise;
tarikatın hankah ve zaviyelerinde, bunu, geniş alanlara yaymaya çalıştığı
bilinmektedir. [488] Faruk
Sümer’e göre; Safevilerde Seyyidliği ilk Şeyh Cüneyd kullanmış; Anadolu
Türkmenleri arasında, bu vasıfla dolaşmıştır.[489]
Onun Şiiliği savunması yüzünden amcası Cafer ile arası açılmış, bundan sonra
Safeviyye tarikatı, biri Sünni, diğeri Şii olmak üzere iki kola ayrılmıştır.
Şeyh Haydar, bu hususta daha ileri giderek, kendisine bağlı olanların
kıyafetine yeni bir düzenleme getirmiş; aynı tarikatın Sünni kolunca kabul
edilen siyah giysiye karşılık, müritlerine “Haydari Kızıltaç” ve “kızıl kisve”
giydirmiş, bu nedenle, müntesiplerine “Kızılbaş” denmeye başlanmıştır.[490] Şiiliği
İran’da çok katı olarak uygulayan Şah İsmail’dir. Celâlzâde, İdris-i Bitlisi’ye
dayanarak, Şah İsmail’in ecdadınca kurulan “tarikat-ı Muhammedi” dışına
çıkmış; Ashaba küfretme esasına dayalı, “Şiâ dimekle meşhûr” bir “bâtıl
mezheb ihtira” etmiş[491] (vücuda
getirmiş) olduğunu ifade etmektedir.
Safeviyye
Tarikatı, silsilesi Hz. Ali’ye kadar çıkan Halvetiyye tarikatı ile, aynı kökte,
yani Zâhidiyye’de birleşiyorlardı.[492]
Fakat Halvetiyye’de de, kurulduğundan beri, Ehl-i Beyt sevgisi öne çıkmış,
ancak, geleneksel Sünni çizgiden sapma olmamış,[493]
Şiilerde olduğu gibi, Ashâb-ı kiram’a küfretme yönüne gidilmemiştir. Oysa
Safeviyye tarikatında, farklı bir süreç yaşanmıştır. Safevi şeyhleri, devlet
kurma fikrini gerçekleştirme hususunda, Ehl-i Beyt’e bağlılığı, siyasi amaçları
için kullandığından başka, bu konuda, aşırı bir tutum içerisine girmişler, bu
nedenle, Safevi Devleti’nin kurulmasına kadar, tarikatta, dozu gün geçtikçe
artan bir Şiileşme süreci yaşanmıştır.[494]
Bu
nedenle, yine Azerbaycan orijinli Halvetiyye tarikatında, aynı özelliklerin
bulunmasından dolayı, gözler, bu tarikatın üzerine çevrildi. Safevilerin
baskılarına dayanamayan çok sayıda Halvetiyye dervişi, yerlerini yurtlarını
terkederek, 16. yy. başlarında, Anadolu’ya veya Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti
altındaki topraklara göçmüşlerdi. Safeviyye’yi yakından tanıyan bu tarikat
mensupları, Osmanlı Devleti için, hazır bir güç olarak bulunmuş oldular. Bunlar
sayesinde, Ehl-i Beyt sevgisi ile terketmek zorunda kaldıkları Azerbaycan ve
çevresinde, Safevilerin, Sünnilere yaptıkları zulümler, [495]
halka anlatılacak; Osmanlı toplumunda, Kızılbaş tehlikesi, sürekli canlı
tutulacak; böylece, Halvetiler sayesinde halk, Sünnileştirilmiş, Osmanlı toprak
bütünlüğü de sağlanmış olacaktı. Halvetiyye’nin, Safeviyye’den bir diğer farklı
yönü, şeyh ve halifelerinin büyük çoğunluğunun medrese çıkışlı, kültür seviyesi
yüksek; fakat popüler özelliklere sahip kişiler olmalarıdır. Bunların önemli
bir kısmı, bulunduğu kent veya kasabanın medresesinde tefsir, hadis dersleri
veren müderrisler idi. İçlerinden çok sayıda şair, edebiyatçı ve musikişinas
çıkmış, Türk kültürüne hizmet etmişlerdir. Osmanlı Devleti, Safeviyye tarikatı
halifelerinin propagandalarını önlemenin dışında, 14. yy.ın ilk yarısında
başlattığı medrese orijinli kültürü, bu yolla, halka indirmeyi de planlamış
olmalıdır. Devlet desteğini yanına alan Halvetiyye şeyhleri, Sünniliğin
yayılması için çalışmışlardır.[496]
Anadolu’da
Şeyh Cemâl Halife’nin, Mısır’da ise Kızılbaş zulmünden dolayı Azerbaycan’ı
terkederek, buraya gelip yerleşen İbrahim-i Gülşeni’nin müntesipleri oldukça
fazla idi. Halvetiler, başta padişahlar olmak üzere, Osmanlı devlet
adamlarından büyük bir itibar ve destek gördüler. I. Selim’in, Safeviyye
tarikatının Şiileşerek, tasavvufu siyasi amaçlar için kullanmasından sonra, tarikatlara
süphe ile baktığı bilinmektedir. Bununla birlikte, Mısır’ın fethinden sonra,
Çelebi Halife’nin damadı ve Koca Mustafa Paşa Tekkesi şeyhi Sünbül Efendi ile
zaman zaman görüşüp sohbet ettiğini, Halveti yazar Yusuf b.Yakup, eserinde
zikretmektedir. Oğlu Süleyman’ın, Manisa’da valiliği sırasında, ünlü Halvetiyye
şeyhi Merkez Efendi ile münasebetlerine bakılacak olunursa, I. Selim, bu
tarikatın ileri gelenlerine, son derece güveniyor ve saygı gösteriyordu.[497] [498]
I.
Selim ve oğlu Sultan Süleyman’dan sonra, Halvetiyye şeyhleriyle padişahlar
arasında ilişkiler daha da gelişmiştir. II. Selim’in, Halvetiyye’den Şeyh
Süleyman Amidi’ye intisab ettiğini ve zaman zaman, saraya çağırıp onun
sohbetini dinlediğini, Atai yazmaktadır. III. Murad’ın şeyhi de, Şeyh Şücâeddin
idi. Padişah, “hüsn-i i’tikad” eylediği bu şeyhe intisap etmiş ve sohbetlerini
dinlemiştir. Bunun için, kendisine “Hünkar Şeyhi” denmiştir. Sultan Murad’ın,
başka Halvetiyye şeyhleriyle görüştüğünü, Atai zikretmetedir. Bunlar, Şeyh
Şaban ve Şeyh Cafer efendilerdir. Osmanlı hanedanından, hanımlardan da,
Halvetiyye tarikatına intisap edenler vardı. Lütfi Paşa’nın eşi Şah Sultan,
Halvetiyye şeyhlerinden Şeyh Yakub Efendi’nin müntesiplerinden olup, ona, Davud
Paşa Mahallesi’nde bir cami ve hankah yaptırmıştır.
Halvetilerin
Kızılbaş hareketine karşı Sünni çizgide yer almaları, medrese kökenli ulema ile
bu tarikat mensupları arasında sıcak ilişkilerin kurulmasına da zemin
hazırlamıştır. Nitekim Osmanlı Devleti’nde Safevi propagandaları karşısında
Sünniliği savunan ve Ehl-i Sünnet dışı her türlü tarikata karşı mücadele veren
İbn Kemal ve Ebussuud Efendi, Halvetilere yakın ilgi göstermiştir. Sünbül
Efendi’nin ölümünde, Kemalpaşazâde bir manzumede tarih düşürmüştür. Ebussuud
Efendi ise, Merkez Efendi’nin cenaze namazını kıldırmıştır.
16.
yy. ortalarında, Halvetiyye şeyh ve halifeleri, toplum üzerinde, devlete ve
Sünniliğe bağlılığı artırmada önemli rol oynamıştır. Halvetiyye’nin
faaliyetleri sonucu, Safeviyye tarikatına bağlı olanların, İran özlemi son
bulmamış; fakat, eskiye göre azalmıştır. Çünkü, Osmanlı Devleti, Safevi
propagandaları karşısında ne yapacağını bilmeyen, Sünni halk tabakasına,
Halvetiyye ile geniş çapta ulaşmış ve Şiilik konusunda toplumu
bilinçlendirmiştir. Osmanlı Devleti’nin, Halvetiyye tarikatını ülkenin her
tarafına yayılacak şekilde örgütlemesi, Kızılbaşlığı ortadan kaldırmamış; ancak
medrese kültürünün bu tarikat -ve tabii diğer Sünni tarikatlar- aracılığıyla,
Safeviyye tarikatının etkisine girmemiş Sünni halk kesiminin, Osmanlı Devleti’nin
belirlediği ölçüler dâhilinde bilinçlenmesini sağlamıştır.[499]
Bektaşilere
verilen devlet desteğine örnek olarak Yavuz Sultan Selim’in, İran Seferine
giderken Kütahya civarında bulunan ve Bektaşi merkezi olan, Sultan Seyid Gazi
türbe ve zaviyesini ziyaret ederek, buradaki dervişlere, 100.000 Akçe ihsanda
bulunması [500] ve bu
olayın üstünden, yaklaşık 40 yıl geçtikten sonra(1559) aynı zaviyenin, bu sefer
muhtemeldir ki Osmanlı takibatından kaçan kesimlerin (ışık taifesinin) sığınak
yeri olması sebebiyle teftişten geçirilmesi[501]
çok manidardır.
19
Mart 1577 tarihli yazılan ve “Şah Veli nam Işık’a” verilen bir hükümde
Bektaşiler’e verilen desteği göstermektedir. Akdağ kadısına gönderilen
mevzubahis hükümde; Hacı Bektaş dervişlerinden Şah Veli’nin, Benlübaş Derbendinde
bir tekke bina ettiği ve o mahalde bulunan bir çiftlik ile öşür ve vesair diğer
vergilerden, gelip geçen yolculara zarar vermemek şartıyla, muaf ve müsellem
olmak istediği, belirtiliyor.[502] Kızılbaş
takibinin yoğun bir şekilde yaşandığı bir zaman ve mekân diliminde ve bu
dönemde, pek de iyi bir imajı bulunmayan “ışık” lakabıyla tanınan bir Bektaşi
dervişinin, devletten bir takım muafiyetler isteyebilmesi ya da Safevi Halife
ve casuslarının cirit attığı bir bölgede, kimliğiyle Safeviyye Tarikatına meyilli
bir dervişe, Osmanlı Devleti’nin yardım ettiğini göstermesi açısından çok
önemlidir bu belge.[503]
Genel manada ifade edecek olursak,
Bektaşiliğin ekseriyetle yerleşik toplumda, Kızılbaşlığın ise göçebe çevrelerde
yaşanmış olduğunu görürüz. Ancak konumuz açısından özellikle XVI. Yüzyılda
meydana gelen Osmanlı- Safevi mücadelesinin başlamasından itibaren, Osmanlı
Hükümeti takibine uğrayan bütün heterodoks özelliği taşıyan tarikat
mensuplarının, varlığı devlet nazarında meşru kabul edilen Bektaşiliğin koruyucu
şemsiyesi altına, sığındıklarını ifade edebiliriz. Osmanlı’nın Bektaşiliği kontrollü bir şekilde destekleyip, diğerlerine prim vermemesi,
bir bakıma Bektaşilik çatısı altında diğer gayri Sünni olmayan kesimlerin
toplanmasına sebep olmuştur.[504]
SONUÇ
İnsanoğlunun
fıtratı gereği din ve buna bağlı oluşan sistemler bütünü, günümüzden ele
alınarak ilk insana kadar götürülürse, milletlerin ve kültürlerin oluşmasında
ve yaşamasında en büyük sâiklerden biri olagelmiştir. Dolayısıyla tarihte
yaşanmış birçok hadiseyi bu açıdan incelemek ve yorumlamak gerekir. Türkler’in
Karahanlılarla başlayan ve kitleler halindeki müslümanlaşma süreci, bu yönüyle
ele alındığında dünya tarihi açısından mühim bir yer tuttuğu görülür.
Türk-İslam
tarihindeki süreç içerisinde en büyük yapılanmalardan birinin de, Anadolu
coğrafyasını derinden etkilemiş olan Erdebil Tekkesi’nin olduğu
anlaşılmaktadır. Tekkenin Safiyyüddin-i Erdebilî döneminde, Sünnî-
Şafiî-Tasavvufî bir çizgide iken, ileriki dönemlerde Şii- Caferi bir inanca
kaydığıını görmekteyiz. Buna paralel olarak Safevî âilesinin millî ve dinî
kimligi hakkında çesitli görüşler bulunmaktadır. Bu karışıklık ve
müphemlikten dolayı tarihin muayyen devirlerinde Safevîler’in kendileri de
soylarını muhterem şeyhlere ve büyük zâtlara, bilhassa Hz. Alî soyuna nispet
etmeye çalışmışlardır. Bu durum onların imâmlar soyundan, dolayısıyla da
Arap kökenli olduklarına dâir yanlış bir kanaat doğurmuştur. Safevî âilesinin
şeyhlikten şahlıga geçişi, Şeyh Cüneyd’in tarîkat postuna oturmasıyla
başlamıstır. Şeyh Cüneyd, mevzûbâhis tarîkatın nüfûzunu siyâsî bir silâh olarak
kullanmaya tesebbüs etmis ve tarîkat devleti tesîs etmeye çalışmıştır. Erdebil
şehrini de bu tarîkat devletinin merkezi yapmak için teşebbüslerde bulunmuştur.
Şeyh Cüneyd’in faâliyetleri sonucunda birtakım aşırı inanç ve bâtıl uygulamalar
Safeviyye Tarîkatı’na girmiştir. Bu aşırı inançlar, Cüneyd’den sonra oğlu
Haydar zamanında daha da artmış ve torunu Şah İsmâîl ile birlikte zirveye
ulaşmıştır. Bu aşırı inançlar, Cüneyd’e, oğlu Haydar’a ve özellikle de Şah
İsmail’e “Allah” vasfının yakıştırılmasına kadar varmıştır. Cüneyd’den sonra
gelen Safevî şeyhleri, devrin siyâsî olaylarına iyiden iyiye karışmış, siyâsî
ve askerî nüfûzlarını çatışma ortamında genişletmişlerdir. Esasında bu hâdise
tarihte pek çok örneğini gördüğümüz, siyaset’in din üzerinden meşrulaştırma
çabasının tipik bir örneğidir. Çünkü Sünni ve tasavvufi bir gelenekten beslenen
Erdebil Tekkesi’nin, bulunduğu coğrafyada iktidarı bırakmamak için siyasi bir
mücadeleye girmiş ve akabinde inandığı bütün değerleri bir tarafa iterek Ehl-i
Sünnet inancının tam tersi olan Şia inanç esaslarını benimsemiştir.
Safevî
Devleti’nin kurulmasından sonra bölgede uygulanan en mühim işlerden birisi dinî
sâhada yapılan baskılar olmuştur. Bu mezhebî sindiriş biçimi, ahâlîsinin
çoğunluğu Sünnî olan bir bölgede mezhep değişikliği yaparak, Şiîligi hâkim
mezhep yapmak şeklinde tezâhür etmiştir.
Moğol
istilasının Anadolu’ya Sünni ve Sünnilik dışı muhtelif tarikatlare mensup
sufilerin göçlerine sebep olduğu bilinmektedir. Ancak Osmanlılar’ın
kuruluşundan önce Anadolu Selçukluları ile birlikte diğer beyliklerden olan
Danişmendliler, Mengücekliler, Artuklular ve Saltuklular’da Sünni İslam
inancına mensuptu. Dahası Anadolu’nun büyük bir çoğunluğu Hanefî mezhebine mensuptu.
Osmanlı Devletinin kurulacağı bu sahada Sünni-Hanefî mezhebi yaygındı. Kuruluş
dönemi içerisinde Anadolu Selçuklu ve beyliklerden kalan ilim adamları Osmanlı
Beyliğine gelmiştir. Osmanlı medreselerinde ilk görev yapan müderrisler de
bunlardır. Dolayısı ile Osmanlı Devleti kurulduğu topraklar üzerinde daha önce
kurulmuş İslam Devletlerinin bilim, düşünce ve inanç mirasını da devralmıştır.
Selçukluların
İslam dünyasına yaptıkları en büyük hizmetlerinden birisi, Ehl-i Sünnet’i yani
Sünnî İnancı savunarak, Batınîliğe ve diğer tehlikeli akımlara karşı direnç
göstermeleridir. Özellikle Nizamiye medreseleri ile Ehl-i Sünnet’in diğer
mezhepler ve akımlar karşısında hâkimiyetini sağlamışlardır. Devletin resmi
görüşü doğrultusundaki Ehl-i Sünnet anlayışının güçlenmesinde ve yayılmasında
medrese âlimlerinin önemli rolü olmuştur. Bu husus, Osmanlılar dönemi
yönetim-ulema ilişikisinin hangi gelenekten alındığını ve uygulandığını
göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Selçuklularda Ehl-i Sünnet anlayışı,
Nizamülmülk ve Gazzali tarafından temsil edildiği gibi, Osmanlı Devleti’nde bu
temsil, medreselerinde, ulema tarafından devam ettirilmiştir. Özellikle İbn-i
Kemal, İdris-i Bidlisî ve Ebussuud Efendi gibi pekçok ulema bu geleneğin önde
gelen temsilcilerindendir.
Önceki
İslam devletlerinde ve devamında Osmanlı Devleti’nde, gelişip büyümenin temel
unsurlarından biri cihad ve gazâ geleneğidir. Bu gelenekte dervişler ve
sufîlerin rolü çok önemli ve büyüktür. Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi
Anadoluya göçler esnasında ve daha sonra, Anadolu cuğrafyasında halkla
bütünleşmekte zorlanan, kontrol edilemeyen ve mücadele etmek durumunda kalınan
gayr-i Sünnî bir kesim hep varolagelmiştir. Bu gruplar zaman zaman düşman
devletlerin Osmanlı Devletini içeriden yıkmak için çok rahat kullandığı kötü
niyetli şebekelere yardımcı olmaktan çekinmemişlerdir. Osmanlı uleması, Ehl-i
Sünnet inancının toplumda yagınlaşıp benimsenmesinde medreselerle birlikte
mühim bir rol oynamıştır. Ancak özellikle Hurûfiler’in XV. yüzyılda İran
coğrafyasında yoğun bir takibe uğramaları ve bu toplulukların Anadoluya
gelmesi, devamında XVI. yüzyılda ise Şah İsmail’in Anadoluda Savefî
propagandası yapması, birçok isyana ön ayak olarak Anadolu halkını kışkırtması,
Osmanlı Devleti’nin ve ulemasının, devletin bekası için ciddi tedbirler
almasına sebep olmuştur. Ulema özellikle Şia inancına, Anadoludaki Kızılbaş
zümrelere ve Ehl-i Sünnet inancının karşısındaki her türlü mezhebi ve tasavvufi
oluşuma karşı, mücadele etme durumunda kalmıştır. Ancak bu mücadelenin en yoğun
olduğu dönemlerde bile devlet ve ulema, İslam Hukuk kurallarını aşmaktan
çekinmiş ve Devlet başkanı konumundaki sultanlar, attıkları her adımda,
ulemanın ve Şeyhülislamların fetvalarını gözardı etmemişlerdir. Yine
araştırmamız esnasında bu mücedelenin önemli köşetaşlarından biri olan Çaldıran
zaferinin, birçok açıdan önemli olduğu görülmüştür. Çoğunluğu Anadolu
coğrafyasından olan Kızılbaşlar, sürekli yaptıkları propagandalarla Şiiliği
Anadolu’ya yaymaya çalışmışlardır. Üstelik onların Osmanlı Devleti yerine
Safevi Devletine tabi olmaya çalışmaları, büyük isyanlara ve acılara sebep
olmuştur. Ancak, 1514’te Safevilerin Çaldıran’da uğradıkları yenilgi, Safevi
taraftarlarının güvenini sarsmış, yenilmez ilahi bir güce sahip olduğu
düşünülen Şah İsmail’in dinî-siyasi liderliğinin tartışılmasına yol açmıştır.
Safevi Devleti’nin kurulmasında oldukça etkili olan Anadolu’dan İran’a göç eden
Kızılbaşlar ile, Anadolu’da yaşayan Kızılbaşlar ilk dönemlerde aynı inanca
sahipken, zamanla İran’daki Kızılbaşlar yoğun baskılar sonucunda Caferi
mezhebine bağlanmışlardır. Anadolu’da bulunan Kızılbaşlar ise, bu zorlamalara
çok daha az maruz kalmışlar ve daha çok Kızılbaş babalarının dedelerinin
liderlikleri çerçevesinde hayatlarına devam etmişlerdir. Sonuçta İran Kızılbaş Şii anlayışı,
daha politize olurken, Anadolu Kızılbaş (Alevilik) anlayışı, içine kapalı
senkretik, sufi bir karakter kazanmıştır. Bu karakter zaman içerisinde
tahrifatlar yaşasa da Anadolu Kızılbaş anlayışı, hiçbir dönem İran Şii anlayışı
kadar siyasallaşmamıştır. Osmanlı Devleti’nin bu topluluklara yaklaşımı
ise toplumsak barışı tehdit etmedikleri sürece onların dini inançlarına
karışmama ve hayatlarını devam ettirme hürriyetini sağlamak olmuştur.
1-
ARŞİV
BELGELERİ ve YAZMALAR
BOA, Mühimme Defteri, 6, Sıra
Nr,1261.
BOA, Mühimme Defteri, 6, Sıra Nr,
695
BOA, Mühimme Defteri, 26, Sıra
Nr,627
BOA, Mühimme Defteri, 5, Sıra Nr,
103
BOA, Mühimme Defteri 27, Nr.392/938.
BOA, Mühimme Defteri, 29, Sıra Nr,
210/491.
BOA, Mühimme Defteri 29, Nr.216/499.
BOA, Mühimme Defteri, 42, Sıra Nr,
123/420.
BOA, Mühimme Defteri, 42, Sıra
Nr.883
BOA, Tahrir Defteri 58 (Karaman),
Nr.35,37.
ABDULLAH EFENDİ, Ehl-i Sünnet ile
Kızılbaş Fark Etme Beyân Risâlesi, Süleymaniye Ktb. Genel, Giresun
Yazmalar, Nr.114/9, vr.48b-52b.
EBÛ’S-SUÛD EFENDİ, Fetâvâ, Slm. Ktp,
Nr. 1049, vr. 61b-63b.
EL-HÂC HASAN B. ÖMER, Netâic-i
itikadiyye tercümes, Zübdetü’l-akaidü Sankûrî, S. Ktp. Düğümlü Baba, Nr.
197, vr. 4b-6a.
ERDEBÎLİ, İbn-i Bezzâz, Tevkkülî b. İsmail
b. Hacı Hasan, EL-Mevâhibü’s-Seniyye fi’l-Menâkibi’s-Safeviyye,
SafVetü’s-Safa, (914/1508 Tarihli Şehabüddîn Kaşanî istinsahı), Süleymaniye
Kütüphanesi Ayasofya Bölümü, No: 896/1490/2123.
HOCA SAADEDDÎN EFENDİ (Ö.1008/1599),
Münşeât-ı Hoca Sadedîn Efendi Rahimehullâhu Aleyh, Reisülküttâb Nr. 921.
HAMZA SARI GÖREZ, Fetvâ, TSMK,
(orijinal: 12077), (tashih edilmiş olanlar: 6401, 5960
Fetvâ,
Antalya Akseki Yeğen Mehmed Paşa İlçe Halk Ktb. Nr.264/12
HARİRİZÂDE, Tıbyan, Süleymâniye
Kütüphânesi, İbrahim Efendi, no.430-432
KEMALPAŞAZÂDE, Şemseddîn Ahmed b. Süleyman
(873-940/1468-1534), Fetavây-ı İbn-i Kemâl Pâşâ, İÜMKTY, Nr. 6253
, Risâle
fi Beyân-ı Fırak-ı Dâlle, Slm. Ktp., Kılıç Ali
Paşa, Nr. 1028, vr. 297a- 298b.
Risâle fi Tasnîf-i Fırak-ı Dâlle,
S. Ktp., Laleli, Nr. 3711, vr. 114b- 116a.
RisâlefîBeyâni’l-Fıraki’n-Nâciye ve
’d-Dâlle, A.Ü.İ.F. Ktp. Yaz. Nr.38235, vr.139b-142a.
,“Fetâvâ Kemâlpâşâzâde der Hakkı
Kızılbaş", Mecmû ’a, S. Ktp. Esad Efendi, Nr. 3548, vr.45b-48b 172
, , Risale Fî Tekfir-i Revafız,
Süleymaniye Ktb, Pertev Paşa, nr. 621.
, Tevârih-i Al-i Osman, VIII.Defter,
, Tevârîh-i Âl-i Osman, IX. Defter,
Millet Ktp. No:29.
, Tevârih-iÂl-i Osman, IX. Defter,
S. Ktp, Veliyüddîn Efendi Koll. Nr. 2447
SARI SALTUK, Saltıknâme, Topkapı
Sarayı Müzesi Ktb. nr. 1612
AKTAŞ, Vahap, Safvetü’s-Safa’ya Göre
Anadolu’da Kızılbaş İnancının Teşekkülü ve Anadolu’da Kızılbaş- İktidar
Münasebetleri, Kahramanmaraş Sütçü İmam Ü. Sos. Bil. Ens. Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Kahramanmaraş, 2013
DALKESEN, Nilgün, 15. ve 16. Yüzyıllarda
SafevîPropagandası ve Etkileri, Hacettepe Ü. Sos. Bil. Ens. Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1999.
DEMİREL, Ömer, Sivas Şehir Hayatında
Vakıfların Rolü (1700-1850), Ankara Üniversitesi, Sos. Bilm. Ens,
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara 1991
EKİNCİ, Mustafa, Erdebil Tekkesi’nin
Kuruluşu, Gelişmesi ve Anadolu’daki Dini ve Siyasi Faaliyetleri, Harran Ü.
Sos. Bil. Ens. Yayınlanmamış Doktora Tezi, Şanlıurfa, 1997
MİRCÂFERÎ, Hüseyin, Safevîler Devrinde
İran Kültür ve Medeniyeti, İÜEF Tarih Bölümü Yayımlanmamış Doktora Tezi,
İstanbul 1972.
ÖZTÜRK, Ali, XVI. Yüzyıl Halveti
Şiirinde Din ve Tasavvuf, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara 2003,
ŞÜKÜROV, Giyas, Safevi Devleti’nin
Kuruluşu ve 1. Şah İsmail Devri, Marmara Ü. Sos. Bil. Ens, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006
TEBER, Ömer Faruk, XVI. Yüzyılda
Kızılbaşlık Farklılaşması, Ankara Ü. Sos. Bil. Ens, Yayımlanmamış Doktora
Tezi, Ankara 2005
II. Bâyezid Dönemine Aid 906/1501 Tarihli
Ahkâm Defteri, Haz. İlhan Şahin; Feridun Emecen, İstanbul 1994.
16. Asırda Yazılmış Grekçe Anonim Osmanlı
Tarihi, (1373-1512), Haz. Şerif Baştav, Ankara
1973.
Osman Gaziden Sultan Vahidettin Han’a
Osmanlı Tarihi, Heyet, II. Cilt. İstanbul
2013.
ALLOUCHE, Adel, Osmanlı-Safevi
İlişkileri Kökenleri ve Gelişimi, Çev. Ahmet Emin Dağ, İstanbul, 2001.
AHMED REFİK, On Altıncı Asırda Rafızîlik
Bektaşilik, Muallim Ahmed Halid Kitaphanesi, İstanbul 1932.
AKA, İsmail, MîrzâŞahruh ve Zamanı,
TTK, Ankara 1994,
AKGÜNDÜZ, Ahmet, Arşiv Belgeleri
Işığında Sonumcu Baba ve Neseb-i Âlisi, İstanbul 1995.
, Osmanlı Kânûnnâmeleri ve Hukuki
Tahlilleri, I-IV, İstanbul 1990-1993.
, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor 4,
İstanbul 1997
AKGÜNDÜZ, Murat, Osmanlı Devleti') ide
Şeyhülislâmlık, İstanbul, 2002
AKSARAYİ, Kerimüddin Mahmud, Müsameretü
'l-Ahbar, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 2000.
AŞIKPAŞAZADE, Ahmed Âşıkî (Ö.886/1481), Tevârîh-i
Âl-i Osman, Neş. Ali Bey, Âlî Bey Yay. Matbaa-i Âmire, İstanbul 1332.
AYDINLI, Osman, Osmanlıdan Cumhuriyet'e
İslam Mezhepleri Tarihi Yazıcılığı, Ankara 2008
, Âşık Pâşâoğlu Tarihi, Atsız yay.
İstanbul 1992,
BABİNGER, F.-KÖPRÜLÜ, Fuad, Anadolu
'da İslâmiyet, Çeviren Ragıp Hulusi, Yayına Haz. Mehmet Kanar, İstanbul
2000,
BABÜR, Gazi Zahirüddin Muhammed, Babür'un
Hâtıratı, trc. Reşit Rahmeti Arat, Ankara 1987.
BAĞDADİ, Abdühkâhir b. Tahir (Ö.429/1037), Mezhepler
Arasındaki Farklar, Ç.
Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara 1991.
, El- Fark Beyne 'l- Fırak, Beyrut
2008,
BİBİ, İbn, El-Evamirü'l-Ala'iyefi'l-
Umuri'l-Ala'iye, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 1996
BİLMEN, Ömer Nasuhi, İstilâhât-ı
Fıkhıyye Kamusu, I, İstanbul 1955
BİTLİSÎ, Şerefhan, Şerefnâtme
(Osmanlı-İran Tarihi), Çev. Mehmed Emîn Bozarslan, İstanbul 1971.
BİTLİSÎ, İdris, Selimşahname, trc,
Hicabi Kırlangıç, Kültür Bakanlığı, Ankara 2001
, HeştBehişt, VII. Ketîbe,
Farsça’dan çvr, Muhammed İbrahim Yıldırım, TTK, Ankara 2013
BOZKURT, Fuat, Türklerin Dini,
İstanbul 1995
BROCELMANN, Carl, İslâm Ulusları ve
Devletleri Tarihi, Çev. Neşet Çağatay, Ankara 1992.
BULUT, Halil İbrahim, Dünden Bugüne
Siyasi- Itikâdi İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara 2013.
BUYRUK, Caferi Sadık, İmam Caferi Sadık
Buyruğu, nşr: Fuat Bozkurt, İstanbul 1982
CAHEN, Claude, OsmanlIlardan Önce
Anadolu, Trc, Erol Üyapazarcı, İstanbul 2014
CAFER el-Muhâcir, el-Hicretü’l-Âmiliyyye
ilâ İrân fî’l-Asri ’s-Safavî, Esbâbuhâ’t- Târihiyyetu ve Netâ’icühâ’s-Sekâfiyyetu
ve ’s-Siyâsiyyetu, Beyrut 1989.
CANDAN, Abdülcelil, Müslüman ve Mezhep,
İstanbul 2004.
CEBECİOĞLU, Ethem, Hacı Bayram Veli,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1991
CELALZADE, Mustafa (Ö.975/1567), Selimnâme,
Haz. Ahmet Uğur, Mustafa Çuhadar, İstanbul 1997.
CEVDET, Ahmet Paşa, Tarih-i Cevdet,
İstanbul 1994,
CEZAR, Mustafa, Mufassal Osmanlı Tarihi,
6 Cilt, TTK, Ankara 2011.
CHOKR, Melhem, İslamın Hicri İkinci
Asrında Zındıklık ve Zındıklar, Çev, Ayşe Meral, İstanbul 2002.
DALKIRAN, Sayın, İbn-i Kemal ve Düşünce
Tarihimiz, İstanbul 1997.
DANİŞMEND, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı
Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1971.
DEMİREL, Ömer, Osmanlı Vakıf-Şehir
ilişkisine bir Örnek: Sivas Şehir Hayatında Vakıfların Rolü, Ankara 2000,
DOĞAN, D, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük,
İstanbul 1994
DÜZDAĞ, M. Ertuğrul, Ebussüd Efendi
Fetvâları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul 1983.
EBÛ AVZ, Âtıf Şükrî, Ez-Zendeka ve
’z-zenâdıka, Amman, Dârü’l-fikr, trsz.
EFENDİYEV, Oktay. Azerbaycan Safevîler
Devleti XVI. Asırda, Bakü 1981,
EKİNCİ, Mustafa, Anadolu Alevîliği ’nin
Tarihsel Arka Planı, İstanbul 2010.
ERÖZ, Mehmet, Türkiye'de Alevîlik
Bektaşîlik, Ankara 1990.
EVLİYÂ ÇELEBÎ, Seyehâtnâme, C.I-IV,
İstanbul 1314,
, Seyahatnâme, , Haz. Zekeriya
Kurşun, Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, İstanbul 1999
FEHİM, Ahmed, Menâkıb-ı Şerîf ve
Tarîkatnâme-i Pîrân, İstanbul 1290
FERİDUN, Ahmed Bey,Münşeatü's-Selâtin,
C.I-II, İstanbul 1275.
FIĞLALI, Ethem Ruhi, Çağımızda Itikadi
İslâm Mezhepleri, İstanbul 1990.
, İmâmiyye
Şiası, İstanbul 1984.
,Türkiye
'de Alevilik Bektaşilik, İzmir 2006.
GÖLPINARLI, Abdülbaki, Alevi-Bektaşi
Nefesleri, İstanbul 1992.
, Hurûfîlik
Metinleri Kataloğu, Ankara 1973.
, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve
Şîîlik, İstanbul 2011.
, Mevlanadan Sonra Mevlevilik, İstanbul
1953.
GÜMÜŞOĞLU, Hasan, İslam Mezhepler
Tarihi, İstanbul 2011
, İslam'da Hilafet ve İmamet,
İstanbul 2011
, Modernizm'in İnanç Hayatına Etkileri
ve Jön Türklük, İstanbul 2014,
, İntikalinden İlgasına Osmanlı 'da
Hilafet, İstanbul 2011,
, Devlet-i Aliyye 'nin Sonbaharı;
Osmanlı ve Modernleşme, İstanbul 2014,
GÜNDÜZ, Tufan, Son Kızılbaş Şah İsmail,
İstanbul 2015.
GÜNGÖR, Erol, İslam'ın Bugünkü
Meseleleri, İstanbul 1981, s.173
GRUNEBAUM, Gustave Edmund Von, İslâmiyet
(Osmanli Devleti'nin Kuruluşundan Günümüze Kadar), c. II, çev. Esat Mermi
Erendor, Bilgi Yay, 1993, Ankara
HACI BEKTAŞ-I VELİ, Vilâyet-Nâme,
Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, Haz.
Abdulbaki Gölpınarlı, İstanbul 1958.
HADİDİ, Tevârih-i Âl-i Osman
(1299-1523), haz. Necdet Öztürk, İstanbul 1991,
HAMİD Vehbi, Meşâhir-i İslâm,
İstanbul 1301
HAMMER, J. Von, Osmanlı Tarihi, Ter.
Mehmet Ata, İstanbul 1991.
HATÂYÎ, Şah İsmâ’îl, Şahİsmâ’îlHatâyîEserleri,
haz. Aziz Ağâ Ufunder, Baki 1973.
HINZ, Walther, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd.
XV. Yüzyılda İran’ın Millî Bir Devlet Hâline Yükselişi, Çev. Tevfik Bıyıkoğlu,
Ankara 1992,
HOCA SAADEDDÎN EFENDİ (Ö.1008/1599), Tâcü’t-Tevârîh,
C. I-II, İstanbul 1862,
,Tâcü’t-Tevârîh,
C. I-V, Ankara 1979,
HULVÎ, Mahmûd Cemâleddîn (Ö.1064/1654), Lemezât-ı
Hulviyye Ez-Lemezât-ı Ulviye, Haz. M. Serhan Tayşi, İstanbul 1993.
İBN BATTUTA, Ebû Abdillah Şemsüddîn
Muhammed b. Abdullah (Ö.770/1368-69), Seyahatnâme, İstanbul 1333-1335.
, Mühezzeb Rihletü İbn Battuta
Tuhfetü’n-Nezzar fî Geraibi ’l-Emsâr ve Acaibi’l-Esfâr, Beyrut 1985.
İBNÜ'L-ESİR, El-Kamil fit-Tarih,
Trc, Abdullah Köşe, İstanbul 1989
İBN-İ MÂCE, , Sünen-i İbn-i Mace,
Thk, Muhammed Fuad Abdülbaki, Mısır 1953
İBN-İ MANZUR, Ebû’l-Fazl Muhammed b.
Mükerrem el-Ensârî (Ö.711/1311), Lisânu’l-Arab el-Muhit, tasnif. Yusuf
Hayyat, Nedim Merasil, Beyrut trz.
İNALCIK, Halil, Osmanlı İmparatorluğu:
Toplum ve Ekonomi Üzerinde Arsiv Çalısmaları, incelemeler, Istanbul 1996.
KAFESOĞLU, İbrahim, Selçuklu Tarihi,
İstanbul 1972
, Türk Milli Kültürü, İstanbul 19977
KARA, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar
Tarihi, İstanbul 2013,
KARA, Seyfullah, Selçukluların Dini
Serüveni, İstanbul 2006.
KAPLAN, Doğan, Yazılı Kaynaklarına Göre
Alevilik, Ankara 2011,
KAYA, Haydar, Bektaşi ilmihali,
İstanbul 1976
KEMALPAŞAZÂDE Şemseddîn Ahmed b. Süleyman
(873-940/1468-1534), Tevârih-i Âl-i Osman, VIII. Defter, nşr. Ahmet
Uğur, Ankara 1997.
, Tevârih-i Âl-i Osman, X. Defter,
Haz. Şerafettin Severcan, Ankara 1996,
,Resâil-i İbn-i Kemal,
naşreden Ahmet Cevdet, İkdam matbaası, İstanbul 1316
, Kemalpaşazâde, Şemseddîn Ahmed b.
Süleyman (873-940/1468-1534), “Risâle fî Tashîh-i Lafzı’z-Zındık ve Tavzîh
Ma’nâhı’d-Dakâik”, Resâ ’ilu İbn-i Kemal, İstanbul 1316, s.240-249.
Komisyon, el-Mu’cemu’l-Vasît, Mısır
1972,
KOPRAMAN, Kazım Yaşar “Abbasiler Döneminde
Bizans Sugurunda Türklük Faaliyetleri Tarih Boyunca Anadolu’da Türk Nüfus ve
Kültür Yapısı,” Tebliğler, Ankara 1995.
KÖPRÜLÜ, Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi,
İstanbul 1980.
, Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, İstanbul
2013.
, Bizans Müesseselerinin Osmanlı
Müesseselerine Tesiri, İstanbul 1981
, Anadolu’da İslamiyet, Haz. Metin
Ergun, Ankara 2012
KUMMİ, Ebu Cafer Muhammed b. Ali İbn
Babeveyh, Risaletü’l-İtikadatil İmamiyye, çev. E. Ruhi Fığlalı, Ankara
1978,
KUTLU, Sönmez, Mezhepler Tarihine Giriş,
İstanbul 2013,
KUTLUAY, Yaşar, Tarihte ve Günümüzde
İslam Mezhepleri, İstanbul 2003.
KÜTÜKOĞLU, Bekir, Osmnanlı-İran Siyasî
münâsebetleri, (1578-1612), İstanbul 1993.
LEVIS, Bernard, Tarihte Araplar,
çev. H. Dursun Yıldız, İstanbul 1979.
LÜTFİ PAŞA İbn-i Abdu’l-Mu’în (970/1563), Tevârih-i
Âl-i Osman, İstanbul 1314.
, Tevârîh-i Âl-i Osman, haz. Kayhan
Atik, Ankara 2001.
MECDÎ, Tercüme-i Şakîk, Edirneli
Mecdi Efendi Darüt Tıbaatül Amire İstanbul - 1269
MEHMED Süreyya, Sicill-i
Osmanî/Tezkire-i Meşahir-i Osmanî, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1308
MELİKOF, Irene, Uyur idik Uyardılar,
Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları, Çev. Turan
Alptekin, İstanbul 2011
MİRCÂFERÎ, Hüseyin, Şiîlik ve Safevî
Şiîliği, İÜEF, Doktora Tezinden I. Bölüm Ayrı Basım, İstanbul 1972.
MUSTAFA NURİ PAŞA, Netâyicü’l-Vukuât,
Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, Sadeleştiren Neşet Çağatay,
C.I-II, Ankara 1992.
MÜNECCIMBAŞI, Ahmed b. Lütfullah
(Ö.1134/1722), Sahâifu’l-Ahbârfî Vekâyi’i’l- A’sâr, C.I-III, Matbaa-i
Amire, 1285/1868.
,Sahâifu’l-Ahbâr
fî Vekâyi’i’l-A’sâr; Müneccimbaşı Tarihi,
Çev.İsmail
Erünsal, C.III, İstanbul,trz,
NİŞANCI, Mehmed Paşa, Târîh-i Nişancı
Mehmed Paşa, Tab'hane-i âmire, İstanbul 1279
, Hâdisât, (Osmanlı Tarihi ve
Zeyli), Haz. Enver Yaşarbaş, İstanbul, 1983.
NİZAMÜLMÜLK, Siyâsetnâme, Trc.
Nizamettin Bayburtlugil, İstanbul 2014.
OCAK, Ahmet Yaşar, Osmanlı
imparatorluğunda Marijinal Sufilik, Kalenderîler, Ankara 1992.
, Babaîler
isyanı, Alevîliğin Tarihsel Altyapsı yahut Anadolu’da İslâm-Türk
Heterodoksisinin Teşekkülü, İstanbul 1996.
, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve
Mülhidler (15.-17.Yüzyıllar), İstanbul 2013.
, Türk
Sufiliğine Bakışlar, İstanbul 2012
, Alevi
ve Bektâşî inançlarının İslam Öncesi Temelleri,
İstanbul 2013
, Bektaşi Menakıbnamelerinde İslam
Öncesi inanç Motifleri, İstanbul 1983
OKUMUŞ, Ejder, Türkiyenin Laikleşme
Serüveninde Tanzimat, İstanbul 1999.
ORHONLU, Cengiz, Osmanlı Tarihine
ÂidBelgeler: Telhisler (1597-1607"), İstanbul Edebiyat
Fakültesi Basımevi, İstanbul 1970.
ÖZTUNA, Yılmaz, Osmanlı Devleti Tarih,
Ankara 1998.
PAKALIN, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.I-III, İstanbul 1993.
PEÇEVÎ, İbrahim Efendi, Târih-i Peçevî,
Matbaa-i Âmire 1283.
, Peçevî
Tarihi, Haz. Bekir Sıtkı Baykal, C.I-II, Ankara
1979.
ROUX, J. P. Roux, Türklerin ve
Moğolların Eski Dini, Çev. Aykut Kazancıgil, İstanbul 1994.
RUMLU, Hasan, (Ahsenü’t-Tevârih), Şah
İsmail Tarihi, Çev. Cevat Cevan, Ankara 2004.
SARAY, Mehmet, Türk-İran
Münasebetlerinde Şiiliğin Rolü, Ankara 1990,
SAVAŞ, Saim, XVI. Yüzyılda Anadolu’da
Alevilik, TTK, Ankara 2013.
SAVORY, Roger M, Safevî İran’ı, Çev.
M. Maksudoğlu, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, İstanbul 1988.
SERDAR, M, Törehan, Mevlana Hakimüddin
İdris-i Bitlisi, İstanbul 2008
SOLAKZÂDE, Mehmed Hemdemi Çelebi
(Ö.1068/1657-58), Solakzâde Tarihi, Mahmûd Bey Matbaası, İstanbul 1298.
SOLAKZÂDE, Mehmed Hemdemi Çelebi, Solakzâde
Tarihi, C.I-II, haz. Vahid Çubuk, Ankara 1989.
SÜMER, Faruk, SafevîDevletinin Kuruluşu
ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1999.
, Oğuzlar,(Türkmenler) Tarihleri, Boy
Teşkilâtı, Destanları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1999.
SOFUOĞLU, Cemal - İLHAN, Avni, Alevîlik-
Bektâşilik Tartışmaları, İstanbul 2012
ŞEHRİSTANİ, Ebû Feth Muhammed b. Abdülkerim
(Ö.548/1153), el-Milel ve ’n-Nihal, thk. Abdulemir Ali Mehna-Ali Hasan
Faur, Beyrut 1990.
ŞEKER, M. Fatih, Osmanlı İslam
Tasavvuru, İstanbul 2013.
TABERÎ, Tarîhu ’l-Ümem ve ’l-Mülûk,
thk. M. Ebû’l-Fazl İbrahim, Beyrut 1407.
TANSEL, Selahaddin, Sultan BâyezidIl’nin
Siyasî Hayatı, İstanbul 1966
, Yavuz Sultan Selim, MEB, Ankara
1969
TAFTAZÂNÎ, Şerhu”l-Akaîd(Kelam İlmi Ve
İslam Akaîdi) Haz. Süleyman Uludağ İstanbul 1999.
TAŞKÖPRÎZÂDE, Ebû’l-Hayr İsâmeddîn Ahmed
Efendi (Ö.969/1561), eş-Şakâyiku’n- Nuhmâniyye fî
Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye, thk. A. Suphi Furat, İstanbul 1405.
TOGAN, Zeki Velîdî, Umûmi Türk Tarihine
Giriş, İstanbul 1981.
TOPALOĞLU, Bekir, Kelam İlmi,
İstanbul 1993
TURAN, Osman, Selçuklular Tarihi ve
Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 2014.
, Selçuklular ve İslamiyet, İstanbul
1993
, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi
Tarihi, C.II, İstanbul 2000
, Selçuklular Zamanında Türkiye,
İstanbul 1998.
UĞUR, Ahmet, Yavuz Sultan Selim,
Kayseri 1962.
UYAR, Mazlum, İmâmiye Şîası ’nda Düşünce
Ekolleri, Ahbarilik, İstanbul 2000
, Şii Ulemanın Otoritesinin Temelleri,
İstanbul 2004.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, Osmanlı
Tarihi, C.II, Ankara 1949.
ÜZÜM, İlyas, Kültürel Kaynaklarına Göre
Alevîlik, İstanbul 2007.
YINANÇ, Mükremin Halil, Türkiye Tarihi,
Selçuklular Devri/Anadolu'nun Fethi, İstanbul 1944
YÖRÜKÂN, Yusuf Ziya, Anadolu’da
Alevîler ve Tahtacılar, Eklerle Yayıma Haz. Turhan Yörükan, İstanbul 2006.
, Müslümanlıktan Sonra Türk Mezhepleri,
Çankaya Atatürk Özel Kitaplığı, Nr, 238, Ankara 1932
ZAHİR, İhsan İlahi, İhsan İlâhi Zahir, Şîa’nın
Kur’an, imamet ve Takiyye Anlayışı, çev, Sabri Hizmetli, Hasan Onat, Ankara
1984
ABBASLI, Mirza, “Safevîlerin
Kökenine Dair”, Belleten, C. XL, No:158, Ankara 1976, s. 287-329.
AKGÜNDÜZ, Ahmet, “Ebüssuud” DİA,
İstanbul 1994, X, s.365-371
ALTINDAĞ, Şinasi, “Selim I”, İA, MEB,
İstanbul 1966, X/431,
ATSIZ, Nihal, “Kemal Paşa-Oğlu’nun
Eserleri”, Şarkiyat Mecmuası, İstanbul 1966, S.VI. s.71-112.
AY, Resul, “Ortaçağ Anadolusu'nda Bilginin
Seyahati: Talebeler, Âlimler ve Dervişler” , Tarih ve Toplum Yeni Yaklaşımlar,
Sayı:3, Bahar 2006, s. 17-53
AZAMAT, Nihat, “Kalenderiyye”. DİA,
İstanbul 2001, XXIV.
BABİNGER, F. “Safiyyeddîn”, İA,
İstanbul 1966, C.X, s. 64-65.
BARKAN, Ömer Lütfi, “Osmanlı
İmparatorluğunda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler,
-I-İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, VD,
II, Ankara 1942, s.279-353.
BAYRAM, Mikail, “Baba İshak Harekâtınıun
Gerçek Sebebi ve Âhi Evren İle İlişkisi”, DiyânetDergisi, XVIII/2
(1979), s. 69-78.
BULUT, Halil İbrahim, “Şah
İsmail-Yavuz Selim Mücadelesi ve Ulemânın Rolü: Kemalpaşazâde Örneği”, Birinci
Uluslararası Şah İsmail Hatai Sempozyum bildirileri, 9-10-11 Ekim 2003
Ankara, haz. Gülağ Öz, Ankara 2004, s.53-67
BOZKUŞ, Metin, “Anadolu
Selçuklularında Sosyal, Dinî ve Mezhebî Yapı”, Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2001, cilt: V, sayı: 2, s. 249-257
CAHEN, Claude “Baba İshak,
Baba İlyas, Hacı Bektaş ve Diğerleri,” çev. İsmet Kayaoğlu, AÜİF Dergisi, C.
XVIII, Ankara 1970
ÇELİK, Mehmet, Mehmet
Çelik, ‘’Şah İsmail Türktür Ama Türk Tarihinde Yeri Yoktur,” Derin Tarih
Dergisi, sayı 18, İstanbul, 2013, s.64-71
DALKIRAN, Sayın, “İran
Safevî Devleti’nin Kuruluşuna Şiî İnançların Etkisi ve Osmanlı’nın İran’a
Bakışı”, Atatürk Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, yıl 2002, sayı
18, s. 55-102.
DALKILIÇ, Mehmet, “Ehl-i
Sünnet Mezhebinin İman ve İslam Tanımının Toplumsal Barış ve Hoşgörü Bakımından
Günümzdeki Anlamı”, Din ve Dünya Barışı Uluslararası Sempozyumu,
İstanbul 2008. s.462-476
GRAMMONT, Jean-Louis
BACQUE, “XVI. Yüzyılın İlk Yarısında Osmanlılar ve Safevîler”, Prof. Dr.
Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İÜEFTAM, İstanbul 1991, s.205- 219.
, “1527 Anadolu İsyanı
Hakkında Yayınlanmamış Bir Rapor”, Belleten, S. 51 (1987) , s. 107-117.
GÖLPINARLI, Abdulbaki,
“Kızılbaş”, iA, İstanbul 1967, C. VI, s.789-795.
, “Mevlevilik”, iA,
İstanbul 1993, VIII/ 164-171.
GÜNDÜZ, Tufan, “Şu Kırk
bin Meselesi,” Derin Tarih Dergisi, S. 18, İstanbul, 2013, s.58-63
KAFESOĞLU, İbrahim,
”Selçuklular”, İA, C.X, İstanbul 1956, s.353-416.
KARADAŞ, Cağfer,
“Selçuklular’ın Din Politikası”, İSTEM, C I, S.2, Konya 2003, s. 95-108.
KATGI, İsmail,
“Osmanlılarda İstimâlet Ahlâkı”, SızıntıDergisi, sy.376, İstanbul 2010
KILIÇ, Remzi, ‘’Yavuz
Sultan Selim’in Çaldıran Seferi ve Sonrası Gelişmeler”, http://remzikilic.com/yavuz-sultan-selimin-caldiran-seferi-ve-sonrasi-gelismeler-1514-
1517-2.html/comment-page-1#comment-2946
KÖPRÜLÜ, Fuad, “Anadolu’da
İslamiyet”, DFEFM, S.2, İstanbul 1338, s.293-297.
,“Azeri”, İA,
İstanbul 1961, C.II, s. 118-151.
, “Bektaşiliğin
Menşe’leri”, TY, İstanbul 1341.
KRAMERS, J. H.
“Rafizîler”, İA, İstanbul 1964, C. IX, s.593.
KURTULUŞ, Rıza,
“Necîbüddin Tebrîzî”, DİA, İstanbul 2006, C.35 s.490-491
KUTLUER, İlhan, “İlhad,” DİA,
2000, C.22, s.93-96
KÜÇÜKDAĞ, Yusuf, “Şah
İsmail’in Anadolu’yu Şiileştirme Çalışmaları ve Osmanlı Devleti’nin Aldığı
Önlemler”, Folklor/Edebiyat, Alevilik Özel Sayısı-I-, 29, Ankara 2002,
s.273-293.
, “Osmanlı
Devleti’nin Şah İsmail’in Anadolu’yu Şiileştirme Çabalarını Engellemeye Yönelik
Önlemleri”, Osmanlı I, Yeni Türkiye Yayınları,
, Yusuf Küçükdağ-Bilal
Dedeyev, “Safevilerin Nesebine Farklı Bir Bakış”, Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi, II/6, (Kış 2009), s. 415-424.
MARTI, Huriye, “XVI.
Yüzyıl Osmanlısında Bir Ehl-i Sünnet Medafiî: Birgivî Mehmet Efendi”, Marife,
yıl 5, sy. 3, kış 2005.
MENAGE, Victor L, “Osmanlı
Tarih yazıcılığının İlk Dönemleri”, Söğüt’ten İstanbul’a, Derleyenler, Oktay
Özel-Mehmet Öz, Ankara 2000
OCAK, Ahmet Yaşar, “Türk
Heterodoksi Tarihinde “Zındık”, “Haricî”, “Mülhid” ve “Ehl-i Bid’at”
Terimlerine Dair Bazı Düşünceler”, Prof. Dr. Tayyip Gökbilgin Hatıra
Sayısı, İÜEFTED,
XII, İstanbul 1982, s.505-520.
, “Selçuklu
ve Osmanlı Dönemi Tekkelerinde Dini- Tasavvufî Eğitime Genel Bakış”, Alevilik
Araştırmaları Dergisi, S.2 Ankara 2011.
ONAT, Hasan, “Kızılbaşlık
Farklılaşması Üzerine”, İslâmiyât, Ankara 2003, C.VI, S.3, s.111-126.
ÖNGÖREN, Reşat, “Sünnî Bir
Tarîkattan Şii Bir Devlete: Safeviyye Tarîkatı ve İran Safevî Devleti”, Bilgi
ve Hikmet, (1999), S: 11, s. 82-94.
, “Safeviyye”, DİA,
İstanbul 2008, C.35, s.460-462,
ÖZ, Mustafa, “Zındık,” DİA,
İstanbul 2013, C.44, s.390
SPULER, Bertold,
“İlhanlılar,” IA, V/II, İstanbul 1987.
SÜMER, Faruk, “Safevî
Tarihi İle İlgili İncelemeler, I. Ve II. Abbas Devirleri”, Türk Dünyası
Araştırmaları, S.69, İstanbul 1990, s. 9-32.
,“Karakoyunlular”, DİA,
İstanbul 2001, XXIV/434-438
TEKİNDAĞ, Şahabeddin,
“Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, Tarih
Dergisi, İstanbul 1968, C.VIII, S.22, s.50-79.
,“Şah Kulu Baba Tekeli
İsyanı” BTTD. 1/3 (1967), s. 34-39; 1/4 (1968), s. 5459.
,“Selimnâmeler”, İÜEF, Tarih
Enstitüsü Dergisi, Ekim 1970, S.1, İstanbul 1970, s.197-230.
TOGAN, Z. Velidi, “Azerbaycan”,
İA, İstanbul 1970, II/103.
TURAN, Ahmet “Anadolu
Alevileri-Kızılbaşlar”, OMÜİFD, S.6, Samsun 1992, s.45- 59.
TURAN, Şerafettin,
“Bâyezîd II ”, V/234, DİA, İstanbul 1992,
TURAN, Osman, “Selçuk
Türkiye’si Din Tarihine Bir Kaynak: Fustat ula dele fi Kava’id is Saltana”,
Fuat Köprülü Armağanı, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara
1953
ULUÇAY, Çağatay, “Yavuz
Selim Nasıl Padişah Oldu”, İÜEF Tarih Dergisi, VI, S.9 (1954), s.53-90;
VII, S.10 (1954), s.117-142; VIII, S.11 (1955), s.185-200.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı,
“Bâyezid II”, İA, İstanbul 1961, C.II, s. 392-398
ÜZÜM, İlyas, “Kızılbaş”, DİA,
Ankara 2002, C.XXV, s.546-557.
VARLIK, Mustafa Çetin, “Çaldıran
Savaşı”, DİA, İstanbul 1993, VIII, s.193-195
YAZICI, Tahsin,
“Safeviler”, İA, İstanbul 1963, C. X, s. 53-59.
, “Fetihten Sonra
İstanbul’da İlk Halvetî Şeyhleri Çelebi Muhammed Cemaleddin, Sünbül Sinan ve Merkez
Efendi”, İstanbul Enstitüsü Dergisi, S.2, İstanbul 1956 s. 87-113
,“Şah İsmail”,İA,
İstanbul 1970, C.XI, s. 275-279.
,“Cüneyd-i Safevî”, DİA.
İstanbul 1993, C.VIII, s.123-124.
YINANÇ, M. Halil Yınanç,
“Cüneyd”, İA, İstanbul 1968, C. III, s. 242-245.
YÖRÜKAN, Yusuf Ziya, “Bir
Fetva Münasebetiyle, Fetva Müessesesi, Ebussuud Efendi ve Sarı Saltuk”, AÜİFD,
C.I, S.2-3, Ankara 1952, s.137-160.
[1] Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik
Bektaşilik, İzmir 2006, s.13.
[2] Faruk Sümer, Oğuzlar, Türkmenler Tarihleri
Boy Teşkilâtı Destanları, İstanbul 1999, s.96.
[3] Cağfer Karadaş, Selçuklular ’ın Din
Politikası, İstem, yıl 1, S.2, Konya 2003, s.95.
[4] Claude
Cahen bu konuda Anadolu Selçuklu Devletinin Bizans Topraklarında hiçbir şekilde
gözü olmadığını ve asıl gayesinin Suriye ve Mısırı almak olduğunu ifade etse de
(Claude Cahen, OsmanlIlardan Önce Anadolu, Trc, Erol Üyapazarcı,
İstanbul 2014, s.7-28) aslında bunun tarihin seyrine aykırı bir durum olduğu
gözükmektedir. Çünkü Anadoluya gelen Türkmen oymaklarının tarihi süreçte
Anadolu coğrafyasının batı kısmına dağıldıkları tarihi bir gerçektir.
[5] Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet,
İstanbul, 1993, s.37-38.
[6] Metin
Bozkuş, “Anadolu Selçuklularında Sosyal, Dini ve Mezhebi Yapı,” Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sivas 2001, C.V, S.2, s.250.
[7] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk
İslâm Medeniyeti, İstanbul 2014, s. 115.
[8] İbn-i Bibi, El-Evamirü ’l-Ala ’iye fı’l-
Umuri’l-Ala ’iye, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 1996, s.23.
[9] Kerimüddin Mahmud-i Aksarayî, Müsameretü
’l-Ahbar, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 2000, s.228-232.
[10] Aşıkpaşazade, Tevarih-i Al-i Osman, nşr.
Ali Bey, 1332, s.175.
[11] Claude Cahen, “Baba İshak, Baba İlyas, Hacı
Bektaş ve Diğerleri,” çev. İsmat Kayaoğlu, AÜİF Dergisi, C. XVIII, Ankara 1970,
s.193-202.
[12] Fuat Köprülü, BizansMüesseselerinin Osmanlı
Müesseselerine Tesiri, İstanbul 1981, s.21-28.
[13] Claude Cahen, OsmanlIlardan Önce Anadolu,
Trc, Erol Üyapazarcı, İstanbul 2014, s.24-28.
[14] Claude Cahen, a.g.e, s.321-333.
[15] Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlıktan Sonra
Türk Mezhepleri, Ankara 1932, s.92-93.
[16] Hasan Gümüşoğlu, İslam Mezhepleri Tarihi,
İstanbul 2011, s.229-230.
[17] Nizamülmülk, Siyasetnâme, trc,
Nizamettin Bayburtlugil, İstanbul 2014, s.118.
[18] M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında ilk
Mutasavvıflar, Ankara 2013, s.14.
[19] Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine
Giriş, İstanbul 1981, s.217.
[20] Metin Bozkuş, a.g.m, s.250.
[21] Faruk Sümer, Oğuzlar, s.128.
[22] Ahmet Yaşar Ocak, Türk Sufıliğine Bakışlar,
İstanbul 2012, s.42.
[23] İbnü'l-Esir, el-Kamilfit-Tarih,
Trc, Abdullah Köşe, İstanbul 1989, s. 119.
[24] Vahap Aktaş, Anadolu ’da Kızılbaş İnancının
Teşekkülü ve Anadolu ’da Kızılbaş İktidar Münasebetleri, Basılmamış Doktora
Tezi, SİÜ. Sos. Bil. Ens. Kahramanmaraş 2013, s.126.
[25] M. Fuad Köprülü, a.g.e, s.75.
[26] Hoca Sadeddin, Tacü’t-Tevarih, Haz.
İsmat Parmaksızoğlu, Ankara 1992, C.IV, s.170-178.
[27] Nizamülmülk, a.g.e, s.18,19, 29.
[28] M. Fuad Köprülü, Anadolu ’da İslamiyet,
Haz. Metin Ergun, İstanbul 2012, s.54-62.
[29] Bertold Spuler, “İlhanlılar,” İA,
İstanbul 1987, V/II/962.
[30] Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye ’de Alevilik
Bektaşilik, s.87-88.
[31] Ahmet Yaşar Ocak, Bektaşi Menakıbnamelerinde
İslam Öncesi İnanç Motifleri, İstanbul 1983, s.19.
[32] M. Fuad Köprülü, Anadolu ’da
İslamiyet, s.25-37.
[33] Fatih M. Şeker, Osmanlı İslam Tasavvuru,
İstanbul 2013, s.254.
[34] Hasan Gümüşoğlu, İntigalinden İlgasına
Osmanlı’da Hilafet, İstanbul 2011, s.37-41.
[35] Ahmed Fehim, Menâkıb-ı Şerif ve
Tarikatname-i Piran, İstanbul 1290, s.32-34.
[36] Heyet, Osman Gaziden Sultan
Vahidettin Han ’a Osmanlı Tarihi, C.II, İstanbul 2012, s.315-316.
[37] Remzi Kılıç, ‘’Yavuz Sultan Selim’in
Çaldıran Seferi ve Sonrası Gelişmeler’’, s. 1.
[38] Heyet, Osman Gaziden Sultan
Vahidettin Han ’a Osmanlı Tarihi, II, s. 335.
[39] Selahattin Tansel, Yavuz Sultan Selim,
Ankara 1969, s. 40-41; Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, Trc. Mehmet Ata,
İstanbul 1991, C, IV s.1060; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,
Ankara 1949, C. II, s. 260.
[40] Keyhüsrev tarafından öldürülen Alper Tunga.
[41] Fatih M. Şeker, Osmanlı İslam Tasavvuru,
s.266.
[42] Ankebut, 112/6
[43] Hoca Sadeddin, Tacü ’t-Tevarih, II, s.
606.
[44] Fatih M. Şeker, Osmanlı İslam Tasavvuru,
s.229.
[45] Hoca Sadeddin, Tacü ’t-Tevarih, II, s.
394-395.
[46] Yaşar Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam
Mezhepleri, İstanbul 2003, s.157.
[47] Aşıkpaşazâde, Tevârih-i âl-i Osman, nşr.
Ali Bey, İstanbul 1332, s.256-60.
[48] Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, s.176.
[49] Burada kullandığımız Heterodoks
kelimesi, Sünni İslam’ın karşıtı olarak ifade edilmektedir.
[50] Mustafa Ekinci, Erdebil Tekkesinin Kuruluşu
Gelişmesi ve Anadoludaki Dini ve Siyasi Faaliyetleri, Doktora Tezi, HÜ,
Sos. Bil. Ens. Urfa 1997, s. 121-122.
[51] Feridun Bey, Münşeât, I, s.312.
[52] Faruk Sümer, Safevî Devletinin Kuruluşu ve
Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1999, s. 19
[53] Kemalpaşazâde, Tevarih-i Al-i Osman,
Millet Ktp, Nr, 29, v. 116b
[54] Solakzâde, Târîh-i Solakzade, İstanbul
1297, s. 316-317; Hoca Sadeddin, Tâcü ’t-tevârîh, III, s. 345346;
Müneccimbaşı, Sahâifü ’l-Ahbâr, III, s. 430.
[55] Feridun Bey, Münşeât, I, s. 351-352.
[56] Feridun Bey, Münşeât, I, s. 352-353;
Tahsin Yazıcı, “Şah İsmail”, İA, İstanbul 1970, XI/277.
[57] Feridun Bey, Münşeât, I, s. 353.
[58] Vilayeti’den naklen Giyas Şükürov, Safevî
Devletinin Kuruluşu ve I. Şah İsmail Devri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
Marmara Ünv. Sos. Bilm. Ens, İstanbul 2006, s. 132.
[59] Allouche, Osmanlı-Safevi İlişkileri
Kökenleri ve Gelişimi, Çev. Ahmet Emin Dağ, İstanbul 2001, s. 97.
[60] Hoca Sadeddin, Tâcü’t-Tevârîh,
III, s. 346; Müneccimbaşı, Sahâifü’l-Ahbâr, III, s. 430.
[61] Ekinci, Erdebil Tekkesinin Kuruluşu, s.
125.
[62] Feridun Bey, Münşeât, I, s. 345; Solakzâde,
Târîh, s. 317; Hoca Sadeddin, Tâcü ’t-tevârîh, III, s. 346
[63] Feridun Bey, Münşeât, I, s. 345-346
[64] Cafer el-Muhâcir, el-Hicretü ’l-Âmiliyyye
ilâ İrân fî’l-Asri’s-Safavî, Esbâbuhâ ’t-Târihiyyetu ve Netâ ’icühâ
’s-Sekâfiyyetu ve ’s-Siyâsiyyetu, Beyrut 1989, s.32-33;Heyet, Osman Gaziden
Sultan Vahidettin Han’a Osmanlı Tarihi, II, s. 283
[65] Kemalpaşazâde, Tevarih-i Âli Osman, vr.
29b-30a.
[66] Kemalpaşazâde, Tevarih-i Âli Osman,
vr. 8a.
[67] Yavuz’un Annesi Ayşe Hatun, Dulkadiroğlu
Alaüddevle’nin kızıdır.Ahmet Uğur, Yavuz Sultan Selim, s, 9.
[68] Ekinci, a.g.e, s.130.
[69] Celalzade Mustafa, Selimname, haz. Ahmet
Uğur, Mustafa Çuhadar, İstanbul 1997, s.274.
[70] Şükürov, Safevi Devletinin Kuruluşu, s.
135.
[71] Celalzade, a.g.e, s.71; Solakzâde, a.g.e,
s. 329, 336.
[72] Hadîdî, Tevarih-iÂl-i Osman, Süleymaniye
ktb, nr. 2403, vr.317ab
[73] Hoca Saadettin, Tâcu ’t-Tevârih,
III/346.
[74] Mustafa Nuri Paşa, Netayicü ’l-vukuât,
Kurumlan ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, Sadeleştiren Neşet Çağatay, Ankara
1992, s.73.
[75] Hoca Saadettin, Tâcu ’t-Tevârih,
III/.346.
[76] Kemalpaşazâde, Tevarih-i Al-i Osman,
vr.8a, 29b, 30a.
[77] II. Bâyezid Dönemine Aid 906/1501 Tarihli
Ahkâm Defteri, Haz. İlhan Şahin, Feridun Emecen, İstanbul 1994, Sıra No:
11, 111, 330, 453,
[78] BOA, Mühimme Defteri, 6, Sıra Nr,1261.
[79] BOA, Mühimme Defteri, 26, Sıra Nr,627.
[80] Kemalpaşazâde, Tevârih-i Al-i Osman,
VIII.Defter, s.233-234
[81] BOA, Mühimme Defteri, 6, Sıra Nr, 695
[82] BOA, Mühimme Defteri, 5, Sıra Nr, 103.
[83] 16. Asırda Yazılmış Grekçe Anonim Osmanlı
Tarihi, Haz. Şerif Baştav, Ankara 1973, s.179.
[84] Mustafa Ekinci, Anadolu Aleviliği’nin
Tarihsel Arka Planı, İstanbul 2010, s.41.
[85] Daha geniş bilgi için Ethem Cebecioğlu, Hacı
Bayram Veli, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1991.
[86] Ali Öztürk, XVI. Yüzyıl Halveti Şiirinde Din
ve Tasavvuf, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara 2003, s.17-22.
[87] Köprülü, Anadolu ’da İslâmiyet, s.81.
[88] Yusuf b. Yakup, Menâkib-i Şerif ve
Tarîkat-nâme-i Pîrân ve Meşâyih-i Tarîkat-i Aliye-i Halvetiyye, İstanbul
1290, s.43,56.
[89] Ahmed Refik, On Altıncı Asırda Rafızîlik
Bektaşilik, İstanbul 1932, nr.45, s. 34.
[90] Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Ankara 2013, s.176.
[91] Yusuf b. Yakup, a.g.e, s. 92-94.
[92] Nihat Azamat, “Kalenderiyye”. DİA,
İstanbul 2001, XXIV/253.
[93] Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderiler, Ankara
1992, s. 71-72.
[94] Ocak, a.g.e, s.75.
[95] Ocak, a.g.e, s.112.
[96] Nihat Azamat, “Kalenderiyye”, DİA,
XXIV/256.
[97] Abdülbaki Gölpınarlı, “Mevlevilik,” İA,
İstanbul 1993, VIII/ 164-165.
[98] Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderiler, Ankara 1992,
s.203-204.
[99] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlanadan Sonra
Mevlevilik, İstanbul 1953, s.224.
[100] Abdülbaki Gölpınarlı, “Mevlevilik”, İA,
VIII/169.
[101] Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye’de Alevilik
Bektaşilik, s.112-113.
[102] Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e, s.161-162.
[103] Birden çok öğeden oluşmuş karmaşık bir bütüne
denir.
[104] Ahmet Yaşar Ocak, “Bektaşilik”, DİA,
İstanbul 1992, V/375.
[105] İbn Batuta, Rıhletü ’b-nü Batuta, (Tufetü
’n-Nüzzar fîğaraibi’l-emsar,) Beyrut 1985, C.I, s.312.
[106] Sarı Saltuk, Saltıknâme, Topkapı Sarayı
Müzesi Ktb. nr. 1612, vr. 233a.
[107] Faruk Sümer, Safevi Devleti’nin Kuruluşu,
s.22.
[108] Fatih Şeker, Osmanlı İslam Tasavvuru,
s.180.
[109] Fatih Şeker, a.g.e, s.183.
[110] Abdülbaki Gölpınarlı, “Kızılbaş”, İA,
Ankara 1955, VI/795.
[111] Walter Hinz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd,
çev, Tevfik Bıyıklıoğlu, Ankara 1992, s.8,17-18.
[112] BOA, Mühimme Defteri, 29, Sıra Nr,
210/491.
[113] BOA, Mühimme Defteri, 42, Sıra Nr,
123/420.
[114] Saim Savaş, XVI. Asırda Anadolu ’da
Alevilik, Ankara 2013, s.13.
[115] Fatih M. Şeker, Osmanlı İslam Tasavvuru,
İstanbul 2013, s.263-264.
[116] Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiyede Alevilik
Bektaşilik, s.7-10;Mustafa Ekinci, Anadolu Aleviliği’nin Tarihsel Arka
Planı, s.220.
[117] Ekinci, a.g.e, s.221.
[118] Müneccimbaşı, Sahaifü ’l- Ahbâr, sad.
İsmail Erünsal, trz, C.III, s. 181; Ethem Ruhi Fığlalı, a.g.e, s.10- 11.
[119] Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikâdi İslam
Mezhepleri, İzmir 2008, s. 9,10.
[120] Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevilik-
Bektaşilik, Ankara 1990, s.80.
[121] İlyas Üzüm, “Kızılbaş,” DİA, İstanbul
2002, XXV/ 546-547.
[122] Walter Hinz, a.g.e, s.65.
[123] İrene Melikoff, Uyur İdik Uyardılar,
Çev, Turan Alptekin, İstanbul 2011, s.54.
[124] İlyas Üzüm, “Kızılbaş,” DİA, XX/547.
[125] İrene Melikoff, a.g.e, s. 33-34.
[126] A.Yaşar Ocak, Türk Süfiliğine Bakışlar,
İstanbul 2012, s. 19-20.
[127] İlyas Üzüm, “Kızılbaş,” DİA, XXV/547.
[128] Ömer Faruk Teber, XVI. Yüzyılda Kızılbaşlık
Farklılaşması, Basılmamış Doktora Tezi, AÜ, Sos. Bil. Ens, Ankara 2005,
s.30.
[129] Solâkzâde, a.g.e, s.315; Feridun Bey, a.g.e,
s.353- 354.
[130] Hamza Sarıgörez, Fetvâ, Antalya Akseki
Yeğen Mehmed Paşa İlçe Halk Ktb. Nr.264/12, vr. 97b; Tekindağ, “Yeni Kaynak ve
Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi” , Tarih
Dergisi, C.VIII, S.22, İstanbul 1968, s.55.
[131] Hasan Gümüşoğlu, a.g.e, s.226.
[132] Teber, a.g.e, , s.37.
[133] Abdülbaki Gölpınarlı, Hurufîlik Metinleri Katalogu,
Ankara 1973, s. 32.
[134] Teber, a.g.e, s.39.
[135] Teber, a.g.e, s.39.
[136] Ahmet Yaşar Ocak, Kalenderiler, s.141
[137] Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda
Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul 2013, s.7.
[138] Melhem Chokr, İslamın Hicri İkinci Asrında
Zındıklık ve Zındıklar, İstanbul 2002, s.25-26;Ocak, “Türk Heterodoksi
Tarihinde zındık,” S.12, s.508.
[139] Melhem Chokr, a.g.e, s.25-26.
[140] Mustafa Öz, “Zındık,” DİA, İstanbul
2013, LIV/390.
[141] İbn Manzur, Lisanü ’l-Arab, “zndk”
maddesi, X/147.
[142] Taberi, Tarih-i Taberî, VIII. Beyrut
1407, s.167.
[143] Mustafa Öz, a.g.m, s.390.
[144] Abdü’l-Kahir el-Bağdâdî, El- FarkBeyne-l
Fırak, Beyrut 2008, s,284,293,358.
[145] Melhem Chokr, a.g.e, s.26.
[146] Kemalpaşazade, Resâil-i İbn-i Kemal,
İstanbul 1316, s, 240-249.
[147] Ocak, “Türk Heterodoksi Tarihinde “Zındık”,
“Haricî”, “Mülhid” ve “Ehl-i Bid’at” Terimlerine Dair Bazı Düşünceler”, Prof.
Dr. Tayyip Gökbilgin Hatıra Sayısı, İÜEFTED, XII, İstanbul 1982, s.511.
[148] Teftazani, Şerhli ’l-Makasıd, V/227;
Melhem Chokr, a.g.e, s.26.
[149] Osman Turan, “Selçuk Türkiye’si Din Tarihine
Bir Kaynak: Fustat u’l-adele fi- Kava’id is Saltana”, Fuat Köprülü Armağanı,
Dil Tarih Cografya Fakültesi Yayınları, Ankara 1953, s. 538. metin kısmı vr.
53b- 54a.
[150] İbn-i Kemâl, “Risâle fî mâ yete’alleku
bi-tashîhi lafzi’zındîk,” : Resâil-i İbn-i Kemal, s.240-249.
[151] Menâkıb-ı Sultan BâyezidHan,
vr. 35b-36b.
[152] Nişancı Mehmed Paşa, Tarih-i Nişancı,
İstanbul 1279, s. 237.
[153] Beyhakî, es-Sünenü ’l-kübrâ, VIII/201.
[154] İbn-i Manzur, Lisânu ’l-Arab el-Muhit,
I, s.1196-97.
[155] el-Mu ’cemu ’l-Vasît, Mısır, 1972, I,
s.360.
[156] Hasan Gümüşoğlu, İslam Mezhepler Tarihi,
İstanbul 2011, s.77,144.
[157] J. H. Kramers, “Rafizîler”, İA, İstanbul
1941, VII/593.
[158] Ahmet Refik, a.g.e, s.35-39.
[159] İlyas Üzüm, “Kızılbaş,” DİA, XXV/547.
[160] Ahmet Refik, On Altıncı Asırda Rafızîlik
Bektaşilik, İstanbul 1932, çeşitli belgeler kısmı s.56-59
[161] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri
ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1993, C.III, s.2.
[162] İbn Battuta, Mühezzeb Rihletu ’bn-i Battuta,
Beyrut 1985, I, s. 260.
[163] Halil b. Ömer, Elsine-i Nâsda Kızılbaş
Dimekle Ma ’rûf Tâife-i Rezîlenin Hezeyanlarını Mübeyyen bir Risâle-i
Mustakılledir. Marmara İlahiyat Fak Ktb. Arapgirli, Nr. 261, s. 89.
[164] Bağdâdî, a.g.e, s.26,313;Şehristânî, el-Milelve’n-Nihal,
Beyrut 1990, I, s.20.
[165] Ocak, Kalenderîler, s.126.
[166] Jean Louis Bacquies Grammont, “1527 Anadolu
İsyanı Hakkında Yayımlanmamış Bir Rapor,” Belleten, s.51, 1987, s.108.
[167] Nişancı Mehmed Paşa, Tarih-i Nişancı,
İstanbul 1279, s.234.
[168] Nişancı, a.g.e, s.236-237.
[169] Nişancı, a.g.e, s.234.
[170] Ocak, a.g.m, s.516.
[171] Ahmet Yaşar Ocak, Türk Heterodoksi Tarihinde
zındık, s.516.
[172] Teber, a.g.e, s.25.
[173] Halil İbrahim Bulut, “Şah İsmail-Yavuz Selim
Mücadelesi ve Ulemânın Rolü: Kemal paşazâde Örneği”, Birinci Uluslararası
Şah İsmail Hatai Sempozyum bildirileri, 9-10-11 Ekim 2003 Ankara, haz.
Gülağ Öz, Ankara 2004, s.53.
[174] Kemalpaşazâde, Fırak-ı Dâlle,
Süleymaniye ktb, Laleli, nr. 3711, vr. 114a-b.
[175] Kemalpaşazâde, Risâle fi Beyân-ı Fırak-ı
Dâlle, Süleymaniye ktb, Kılıç Ali Paşa, nr. 1028, vr. 297b- 298a.
[176] Teber, a.g.e, s, 25.
[177] Mesela; Hacc, 22/25.
[178] Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda
Zındıklar ve Mülhidler, s. 14.
[179] Hasan Gümüşoğlu, Modernizm’in İnanç Hayatına
Etkileri ve Jön Türklük, İstanbul 2014, s. 188.
[180] Ali Sâmî en-Neşşâr, Neş’etü
’l-fkri’l-felsefî fi’l-İslâm, İskenderiye 1966, I, s. 212-213.
[181] Âtıf Şükrî Ebû Avz, Ez-Zendeka ve
’z-zenâdıka, Amman, Dârü’l-fikr, trz, s. 76-77, 88-89.
[182] İlhan Kutluer, “İlhad,” DİA, XXII/93.
[183] Bernard Lewis, TarihteAraplar, çev. H.
Dursun Yıldız, İstanbul 1979, s.82-85.
[184] D.Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük,
İstanbul 1994, s.486.
[185] Faut Köprülü, “Bektaşîliğin Menşe’leri”, İÜMK, Türkçe
Yazmalar, İstanbul 1341, s.132.
[186] İrene Melikof, Uyur idik Uyardılar,
s.102.
[187] Resul Ay, “Ortaçağ Anadolusu’nda Bilginin
Seyahati: Talebeler, Âlimler ve Dervişler”, Tarih ve Toplum, Yeni Yaklaşımlar,
S.3, Bahar 2006, s.44.
[188] Ahmet Yaşar Ocak, Babâiler İsyanı;
Aleviliğin Tarihsel Altyapısı yahut Anadolu da İslam- Türk Heterodoksi ’sinin
Teşekkülü, İstanbul 2014, s.92.
[189] Fuat Bozkurt, Türklerin Dini, İstanbul
1995, s. 12.
[190] İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü,
İstanbul 1977, s.307.
[191] Bozkurt, a.g.e, s, 23.
[192] Ocak, a.g.e, s.124.
[193] Ocak, a.g.e, s.130.
[194] Jean Poul Roux, Türklerin ve Moğolların Eski
Dini, Çev. Aykut Kazancıgil, İstanbul 1994, s. 123.
[195] Ocak, a.g.e, s.136.
[196] Yusuf Ziya Yörükan, Anadolu ’da Aleviler ve
Tahtacılar, Haz, Turhan Yörükan, İstanbul 2006, s.31.
[197] Menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî,
Vilâyetnâme, haz. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul 1958, s.28.
[198] Ahmet Yaşar Ocak, Alevi ve Bektâşîİnançlarının
İslam Öncesi Temelleri, İstanbul 2013, s. 115.
[199] Menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî,
s,34
[200]Menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı
Velî, s.24-25.
[201] Ocak, a.g.e, s.135.
[202] Harîrîzâde, Tibyân, Süleymaniye ktb, nr,
430 vr, 221b.
[203] Mustafa Ekinci, Anadolu Alevîliğinin
Tarihsel Arka Planı, s. 58.
[204] Tevekkülî b. İsmail b. Hacı Hasan-ı Erdebilî, Saffetü
’s-Safa, Süleymaniye ktb, nr. 2123, vr. 14b-15a
[205] Giyas Şükürov, Safevî Devletinin Kuruluşu,
s.17.
[206] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,
s.220.
[207] Hamid Vehbi, Meşahir-i İslâm, İstanbul
1301, C.II, s.450.
[208] İbn Bezzâz, Safvetü ’s-Safâ, Süleymaniye
ktb, nr.896/1490, vr.7a.
[209] Müneccimbaşı, a.g.e, s.179.
[210] Kemalpaşazâde, Fetvâ-yı Kemalpaşazâde Der
Hakk-ı Kızılbaş, Süleymaniye Ktb. Esat Efendi Bölümü, nr.3548, vr.46b.
[211] Yusuf Küçükdağ, Bilal Dedeyev, “Safevilerin
Nesebine Farklı bir Bakış ”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,
2/6, Kış 2009, s.416.
[212] Mehmed Cemaleddin Hulvî, Lemazât-ı Hulviyye
ez-Lemazat-ı Ulviye, Haz. Mehmet Serkan Tayşi, İstanbul 1993, s. 325-327.
[213] Ahmed Kesrevî’den naklen Oktay Efendiyev, Azerbaycan
Safevîler Devleti, Bakü 1993, s.34.
[214] Zeki Velidi Togan, “Azerbaycan”, İ.A,
İstanbul 1970, II /112.
[215] Faruk Sümer, Safevî Devleti'nin Kuruluşu,
s.1-2.
[216] Naklen Bilal Dedeyev, “Safevilerin Nesebine
Farklı bir Bakış”, s. 418
[217] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,,
s. 225.
[218] Hulvî, a.g.e, s.328.
[219] Yusuf Küçükdağ, Bilal Dedeyev, a.g.m, s. 418.
[220] Ekinci, a.g.e, s.59.
[221] Franz Babinger, “Safiyyüddin”, İA,
İstanbul 1966, X/ 64
[222] Evliya Çelebi, Seyahatname, , Haz. Zekeriya
Kurşun, Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, İstanbul 1999, C. II, s.137.
[223] Uzunçarşılı, a.g.e, s. 225-226
[224] Abdülbaki Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslâm
Mezhebleri ve Şiîlik, İstanbul 2011, s.172-173.
[225] Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyâsî
Münasebetleri, 1578-1612, İstanbul 1993, s.1; Ekinci, a.g.e, s. 58.
[226] Mecdî, Tercüme-i Şakâik, İstanbul, 1269,
s. 78; Nişancı Mehmed Paşa, Hâdisât, Osmanlı Tarihi ve Zeyli, Haz. Enver
Yaşarbaş, İstanbul 1983, s. 124.
[227] Aşıkpaşazâde, a.g.e, s. 265.
[228] Reşat Öngören, “Safeviyye”, DİA,
İstanbul 2008, XXXV/476.
[229] Öngören, a.g.m, s.477.
[230] Öngören, a.g.m, 477-478
[231] Abdülbakî Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam
Mezhepleri ve Şiilik, İstanbul 1997, s. 178.
[232] Rıza Kurtuluş, “Necîbüddin Tebrîzî”, DİA, XXXII/491.
[233] Öngören, a.g.m, s.478.
[234] Öngören, a.g.m, s.478.
[235] Ekinci, Erdebil Tekkesinin Kuruluşu,
s.52.
[236] Müneccimbaşı, a.g.e s. 180.
[237] Tahsin Yazıcı, "Safeviler" İA,
İstanbul 1963, X/53.
[238] Aktaş, a.g.e, s.49.
[239] Saim Savaş, a.g.e, s. 17.
[240] Z.Velidi Togan, “Azerbaycan’’, İA,
İstanbul 1970, II/112.
[241] Bekir Kütükoğlu, Osmanlı- İran siyasi
Münasebetleri, İstanbul 1993, 1-2
[242] Ekinci, Erdebil Tekesinin Anadoludaki Siyasi
Faaliyetleri, s.54.
[243] Yazıcı, a.g.m, 53.
[244] W. Hinz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, s.9
[245] İsmail Aka, Mirza Şahruh ve Zamanı, TTK,
Ankara 1994, s.119.
[246] Hüseyin Mircaferi, Şiilik ve Safevi Şiiliği,
İÜEF, Tarih Bölümü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 1972, s.6.
[247] Aktaş, a.g.e, s.50.
[248] Aktaş, a.g.e s.53.
[249] Hasan Gümüşoğlu, İslam’da
İmamet ve Hilefet, İstanbul 2011, s. 106.
[250] Ahmet Akgündüz, Arşiv Belgeleri Işığında
Somuncu Baba Şeyh Hamid-i Veli ve Neseb-i Alisi, İstanbul 1995, s.41-42.
[251] Aktaş, a.g.e, s.53.
[252] Vahap Aktaş, a.g.e, s.53.
[253] Ekinci, Erdebil Tekesinin Anadoludaki Siyasi
Faaliyetleri, s.67.
[254] Müneccimbaşı, Sahâifü ’l- Ahbâr, III, s.
180.
[255] Reşat Öngören, “Sünni Bir Tarikattan Şii bir Devlete, Safeviyye
Tarîkatı ve İran Safevî Devleti”, Bilgi Hikmet, XI, 82-93 İstanbul 1995, s.83.
[256] Tahsin Yazıcı, “Safevîler”, İA, X/54.
[257] Selehattin Tansel, Sultan II. Beyazid’in
Siyasi Hayatı, İstanbul 1966, s.35-43.
[258] Franz Babinger, Anadolu ’da İslamiyet,
çev, Ragıp Hulusi, İstanbul 2000, s. 19.
[259] Aşıkpaşazâde, Tevârîh-i Âl-i Osmân,
s.264.
[260] Faruk Sümer, “Safevî Tarihi İle İlgili
İncelemeler”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1990,S.69, s. 9
[261] Gustave Edmund Von Grunebaum, İslâmiyet,
çev, Esat Mermi Erendor, C.II, İstanbul 1993, s. 138
[262] Sümer, Safevî Devletinin Kuruluşu, s.10.
[263] Aşıkpaşazâde, Tevârîh-i Âl-i Osman,
s.264.
[264] Ekinci, Erdebil Tekesinin Anadoludaki Siyasi
Faaliyetleri, s.70.
[265] Aşıkpaşazâde, Tevârîh-i Âl-i Osmân,
s.266.
[266] Mükremin Halil Yınanç, Anadolunun Fethi,
İstanbul 1944, s.244.
[267] Faruk Sümer, “Karakoyunlular”, DİA,
İstanbul 2001, XXIV/438; M. H. Yınanç, “Cüneyd”, İA, İstanbul 1993, III/
244.
[268] Teber, XVI. Yüzyılda Kızılbaşlık
Farklılaşması, s.64.
[269] Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslâm Mezhepleri,
s.25.
[270] Teber, a.g.e, s.64.
[271] Yınanç, “Cüneyd”, İA. III/242.
[272] Reşat Öngören, “Sünni Bir Tarikattan Şii bir
Devlete, s.83.
[273] Aktaş, Anadolu ’da Kıızılbaş İnancının
Teşekkülü, s.57.
[274] Müneccimbaşı, Sahâifü ’l-Ahbâr, C.III,
s.181.
[275] Reşat Öngören, a.g.m, s.85.
[276] Aşıkpaşazade, Tevârîh-i Âl-i Osmân,
s.268; Öngören, a.g.m, s.89.
[277] Şükürov, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Şah
İsmail, s.66.
[278] Müneccimbaşı, Sahayifü ’l-Ahbar,
C.III, s.181-182.
[279] Celalzâde, Selimnâme, s.553.
[280] Solakzâde, Solakzârde Tarihi, s.339.
[281] Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye, s.328.
[282] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II/227;
Gölpınarlı, “Kızılbaş”, İA, VI/789.
[283] Şerefhan Bitlisî, Şerefnâme, Osmanlı-İran
Tarihi, çev, Mehmed Emîn Bozarslan, İstanbul 1971, s.135- 137.
[284] İbn Bezzâz, Safvetü ’s-Safâ, Süleymaniye
Ktb, Ayasofya, nr.896/1490 nüshası, vr. 7a; Hamid Vehbi, Meşahir-i İslam, C.II,
s.450.
[285] Şükürov, a.g.e, s.67.
[286] Müneccimbaşı, Sahâifü ’l-Ahbâr, C.III,
s.181.
[287] Grekçe Anonim Osmanlı Tarihi, s.178-179.
[288] Teber, XVI. Yüzyılda Kızılbaşlık
Farklılaşması, s.69.
[289] Müneccimbaşı, Sahâifü ’l-Ahbâr, III/181.
[290] Hoca Sadeddin Efendi, Tacü’t-Tevarih,
II/270;Lütfi Paşa, Tevârih-i Âl-i Osman, s.221-228; Rumlu Hasan, Ahsenü’t-Tevârih,
Şah İsmail Tarihi, Çev. Cevat Cevan, Ankara 2004, s.183,227.
[291] BOA, Mühimme Defteri, 42, Sıra Nr.883; Ahmed
Refik, Onaltıncı Asırda Râfizîlik, s.26
[292] Rumlu Hasan, a.g.e, s.139; Gölpınarlı, Tarih
Boyunca İslâm Mezhepleri, s.178.
[293] Yusuf Ziya Yörükân, Anadolu ’da Alevîler ve
Tahtacılar, haz. Turhan Yörükân, Ankara 2006, s.35.
[294] Hoca Saadettin, Tâcü ’t-Tevarih,
IV/171-172
[295] Müneccimbaşı, Sahayifü ’l-Ahbar, III,
s.183; Kemalpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman, VIII. Defter, s.250-252.
[296] Teber, a.g.e, s, 95
[297] R. M. Savory, “Safevî İran’ı”, Çev. M.
Maksudoğlu, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, İstanbul 1988, s.
403-404.
[298] Aşıkpaşazâde, Tevarih, s.264-269; Hoca
Saadettin, Tâcu ’t-Tevârih, IV, s.170-175.
[299] Kemalpaşazâde, Tevârih-iÂl-i Osman, X.
Defter, Haz. Şerafettin Severcan, Ankara 1996, s.205-206
[300] Sümer, Safevî Devletinin Kuruluşu, s.50.
[301] Tufan Gündüz, Son Kızılbaş Şah İsmail,
İstanbul 2015, s.69-70.
[302] Teber, a.g.e, s.96.
[303] Ehl-i İhtisas, Safevî Devletinde Lala, Abdal,
Dede, Hadim ve Halifetü’l-Hulefâ’dan oluşan bir Propaganda kuruludur ve
Halifetü’l-Hulefâ, Sultanın naibi konumundadır.
[304] Teber, a.e, s. 96.
[305] Faruk Sümer, SafevîDevletinin Kuruluşu,
s.30-32.
[306] Kemalpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osmân, IX.
Defter, Millet Ktb nr. 29, vr. 116b.
[307] Savory, Safevîİran ’ı, s.29.
[308] C.Brockelmann, İslâm Milletleri ve
Devletleri Tarihi, çev. Neşet Çağatay, Ankara 1964, s.263.
[309] Tufan Gündüz, Son Kızılbaş Şah İsmail, s. 70
[310] Gündüz, a.g.e, s.71
[311] Efendiyev, Azerbaycan Sefeviler Devleti,
Bakü 1993, s.50.
[312] Mazlum Uyar, İmâmiye Şîası ’nda Düşünce Ekolleri,
Ahbarilik, İstanbul 2000, s.137.
[313] Gazi Zahirüddin Muhammed Babur, Babür ’un
Hâtıratı, trc. Reşit Rahmeti Arat, Ankara 1987, C.II, s.194.
[314] Şükürov, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Şah
İsmail, s. 100.
[315] Gündüz, a.g.e, s.69-70.
[316] Yazıcı, “Safevîler” , İA, X/54.
[317] Efendiyev, Azerbaycan Sefeviler Devleti,
s.48-49.
[318] Gündüz, a.g.e, s.69.
[319] Uyar, Şiî Ulemânın Otoritesinin Temelleri,
İstanbul 2004, s.108.
[320] Şehabeddin Tekindağ, “Selimnâmeler”,
İÜEF, İstanbul 1970, s.209.
[321]Tahsin Yazıcı, “Şah İsmail”, İA,
İstanbul 1970, XI/276.
[322] Mehmet Saray, Türk-İran Münasebetlerinde
Şiiliğin Rolü, Ankara 1990, s.22.
[323] Sümer, Safevi Devleti’nin Kuruluşu,
s.30-33.
[324] Saray, a.g.e, s.23.
[325] Mecdî Mehmed, Hadâiku ’ş-Şakâyik,
İstanbul 1269, s.380.
[326] Kemalpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman, IX.
Defter, Süleymaniye Ktb, Veliyüddin Efendi, Nr. 2447, vr.121b-122a.
[327] Mustafa Nuri Paşa, Netayicü ’l-Vukuât,
Kurumlan ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, Sad. Neşet Çağatay, C.I, Ankara
1992, s.70; Saray, Türk-İran İlişkileri, s.24.
[328] Hoca Saadeddin, Tâcü ’t-Tevârih,
III/344.
[329] Teber, a.g.e, s.102.
[330] Tufan Gündüz, Son Kızılbaş Şah İsmail,
s.71.
[331] Teber, a.e, s, 107-108.
[332] Ekinci, Erdebil Tekkesinin Kuruluşu,
s.96.
[333] Teber, a.e, s.107.
[334] Ekinci, Anadolu Aleviliğinin Tarihsel Arka
Planı, s.123.
[335] Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, İstanbul
1993, s.250-251.
[336] Ocak, “Selçuklu ve Osmanlı Dönemi Tekkelerinde
Dini- Tasavvufî Eğitime Genel Bakış”, s.68.
[337] Saim Savaş, Anadolu ’da Alevilik, s.184.
[338] Sayın Dalkıran, “İran Safevi Devletinin
Kuruluşuna Şii İnançlarının Etkisi,”AÜİFD, Erzurum 2002, sy.18 s.61.
[339] Ahmet Akgündüz, Somuncu Baba, s.46,225.
[340] Sümer, Safevî Devleti'nin Kuruluşu,
s.4-5.
[341] Şinasi Altundağ, “Selim I”, İA, İstanbul
1966, X/431.
[342] Abdülbakî Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam
Mezhepleri ve Şiilik, s.149.
[343] Ekinci, Erdebil Tekkesinin Kuruluşu,
s.98.
[344] Ethem Ruhi Fığlalı, Türkiye ’de Alevilik-
Bektaşilik, s.206-207.
[345] Ahmet Uğur, Yavuz Sultan Selim, Kayseri
1962, s.38.
[346] Ekinci, Erdebil Tekkesinin Kuruluşu, s,
181.
[347] Fığlalı, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik,
s.99.
[348] Sümer, Safevilerin Kuruluşu, s.8; A.
Gölpınarlı, “Kızılbaş”, İA, VI/791.
[349] İlyas Üzüm, Tarihsel be Kültürel
Boyutlarıyla Alevilik, İstanbul 2007, s.139.
[350] Şah İsmail Hatayî Şiirleri, İstanbul
1973, s.569.
[351] Şah İsmail Hatayî Şiirleri, s,117; Gölpınarlı,
“Kızılbaş”, İA, VI, s. 791.
[352] Fığlalı, Türkiye ’de Alevilik- Bektaşilik,
s. 185.
[353] Caferi Sadık, Buyruk; İmam Caferi Sadık
Buyruğu, nşr: Fuat Bozkurt, İstanbul 1982, s.25,53,137,142;
Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî, s.7,91.
[354] Fığlalı, Türkiye ’de Alevilik- Bektaşilik,
s.234.
[355] Gölpınarlı, “Kızılbaş”, İA, VI/789-795.
[356] Gölpınarlı, “Kızılbaş”, İA, VI/791.
[357] Fığlalı, Türkiye ’de Alevilik- Bektaşilik,
s.234-242.
[358] Haydar Kaya, Bektaşi İlmihali, İstanbul
1976, s.51.
[359] Şah İsmail Hatayî Şiirleri, s,11-12, 39-49.
[360] Kemalpaşazâde, Fetevây-ı Kemalpaşazâde,
İÜMKTY, nr.6253, vr.45b-46a.
[361] Aşıkpaşazade, Tevârih-iÂli Osman, s.265.
[362] İhsan İlahi Zahir, Şia ’nın Kur ’an, İmamet
ve Takiyye anlayışı, Çev; Sabri Hizmetli, Hasan Onat, Ankara 1984,
s.135-140.
[363] Şûrâ Suresi, 42/23.
[364] Aşıkpaşazâde, Tevârih-iÂli Osman, s.265.
[365] Cemal Sofuoğlu- Avni İlhan, Alevîlik-
Bektâşilik Tartışmaları, İstanbul 2012, s. 150.
[366] Doğan Kaplan, Yazılı Kaynaklarına göre
Alevîlik, Ankara 2011, s.150.
[367] On iki Ehl-i Beyt İmamı’nın buluğ çağına ermeden
Hakk'a yürüyen erkek evlatlarının sayısıdır. Caferi mezhebinde bu ifadeye
benzer, "Ondört Mâsum" denilen bir kavram bulunmaktadır.
Ancak, Alevîlik'teki Ondört Mâsûm-u Pâk'tan farklı olarak,
Caferilik'teki Ondört Mâsûm, Hz.Muhammed, Hz.Fatıma ve Oniki İmamı
kapsamaktadır.
[368] Cemal Sofuoğlu- Avni İlhan, Alevîlik-
Bektâşilik Tartışmaları, s.92.
[369] Gölpınarlı, “Kızılbaşlık”, İA, VI/191.
[370] Ekinci, Erdebil Tekkesinin Kuruluşu,
s.186
[371] Abdülkahir El- Bağdâdi, El-FarkBeyne’l-
Fırak, s.192-193.
[372] Bağdâdi, El- Fark, s.219-241.
[373] İbn-i Babeveyh, Risaletü
’l-İtikadati’l-İmamiyye, çev. E. Ruhi Fığlalı, Ankara 1978, s. 114.
[374] Ekinci, Erdebil Tekkesinin Kuruluşu,
s.188.
[375] Halil İbrahim Bulut, Dünden Bugüne Siyasi-
İtikâdi İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara 2013, s.353.
[376] Kemalpaşazâde, Tevari-i Âl-i Osman,
nr. 29, vr.8a
[377] Çağatay Uluçay, „ 'Yavuz Sultan Selim Nasıl
Padişah Oldu? ’ ’, TD, VI/9 1954, s.61-62.
[378] İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi
Kronolojisi, I, İstanbul 1971, s. 418.
[379] Celazade, Selimname, s. 297.
[380] İdris-i Bitlisî, Selimşahname, çev, Hicabi Kırlangıç, Ankara
2001, s,89; Şahabettin Tekindağ, “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında
Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, Tarih Dergisi, İst. 1968, C.VIII,
S.22, s.51.
[381] Heyet, Osman Gaziden Sultan Vahidettin
Han ’a Osmanlı Tarihi, II, İstanbul 2012, s.290.
[382] Hadîdî, Tevarih, s.374.
[383] Çağatay Uluçay, a.g.m, s.128.
[384] Müneccimbaşı, Sahâifü ’l-Ahbâr, III, s.
440-441.
[385]Tekindağ, “Sultan Selim’in
İran Seferi”, s. 51.Şerafettin Turan, “Bâyezîd II”, DİA, İstanbul 1992,
V/234; Mustafa Çetin Varlık, “Çaldıran Savaşı”, DİA, İstanbul
1993, VIII/193.
[386] Heyet, Osman Gaziden Sultan
Vahidettin Han ’a Osmanlı Tarihi, II, s. 324.
[387] Müfti Hamza’nın Fetvası, TSMA, nr. 6401, 12077,
5960; Kemalpaşazâde, Risale Fî Beyani’l-Fıraki’l- İslamiyye, Süleymaniye
Ktb, Laleli, Mecmua, nr.3711.
[388] Remzi Kılıç, „ ’Yavuz Sultan Selim’in
Çaldıran Seferi ve Sonrası Gelişmeler”, s.1.
[389] Selahattin Tansel, Yavuz Sultan Selim,
s. 40-41; Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, Cilt, IV s. 1060, çev, Mehmet
Ata, İstanbul 1991; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II. Cilt,
s. 260.
[390] Selim b. Bayezid Asrına ait Tarihçe,
Nuruosmaniye Ktb, nr.4895/8, vr.220a-230b; Mustafa Cezar, Mufassal Osmanlı
Tarihi s. Ankara 2011, s.728.
[391] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi
s. 264-265: Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, s. 1066.
[392] İsmail Hami Danişmend, Osmanlı Tarihi
Kronolojisi, II. Cilt, s. 10.
[393] Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü ’t- Tevârih,
II, s. 270.
[394] Tufan Gündüz, Son Kızılbaş Şah İsmail,
s.146
[395] Savory, Safevî İran’ı, s.45.
[396] Gündüz, a.g.e, s.147.
[397] Gündüz, a.g.e, s.147.
[398] Gündüz, a.g.e, s.120-126.
[399] Gündüz, a.g.e, s.154.
[400] Ö. Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye
Kamusu, I, İstanbul 1955, s.246.
[401] Osmanlı Devletinde Şeyhülislam makamı ile
ilgili ilerideki sayfalarda bilgi verilecektir.
[402] Mürted, İrtidad mastarından ism-i fâil olur ve
İslamdan dönme anlamında sarahaten ve kendi lafzı ile Kuran-ı Kerimde iki yerde
zikredilir; Bakara/217; Maide/54.
[403] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, s.181;
En-Nesâî, Sünen-i Nesâi, VII, s.91; İbn-i Mace, Sünen-i İbn-i
Mâce, II, s.487; En-Nesâî, Sünen-i Nesâi Süyûtî Şerhi, VII, s.7.
[404] Hanefî mezhebi fıkıh âlimi, Osmanlı kadıaskeri. Aslen
Balıkesirlidir. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası, Karasili (Balıkesirli)
Yûsuf Efendi’dir. Kısa boylu, etine dolgun ve sarı sakallı olduğu için Sarı
Gürz, dîn-i İslâma hizmetlerinden dolayı da Nûreddîn lakabı verildi. 927 (m.
1521) senesinde İstanbul’da vefât edip, Fâtih’te Yayla Câmii yakınlarındaki
mektebin bahçesine defnedildi. Evinin ve kabrinin bulunduğu yerlere Sarı Güzel
Mahallesi adı verildi.( Mehmed Süreyya, Sicilli Osmânî, IV/581; Mecdi
Efendi, Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi, s.314.)
[405] İdris-i Bidlisî, Selimşahname, s.136.
[406] Mehmet Çelik, ‘’Şah İsmail Türktür Ama
Türk Tarihinde Yeri Yoktur, ’ ’ Derin Tarih Dergisi, sy.18, İstanbul
2013, s.65-66.
[407] Tufan Gündüz, “Şu Kırkbin Meselesi,” Derin
Tarih Dergisi, sy. 18, İstanbul 2013, s. 60.
[408] Mehmet Çelik, a.g.m, s.65.
[409] Tufan Gündüz, a.g.m, s.61.
[410] Mehmet Çelik, a.g.m, s.65.
[411] Tufan Gündüz, a.g.m, s.60.
[412] BOA, Tahrir Defteri 58, s.35,37.
[413] Mehmet Çelik, a.g.m, s.71.
[414] Mehmet Dalkılıç, “Ehl-i Sünnet Mezhebinin İman
ve İslam Tanımının Toplumsal Barış ve Hoşgörü Bakımından Günümzdeki Anlamı”, Din
ve Dünya Barışı Uluslararası Sempozyumu, İstanbul 2008. s.466.
[415] Sayın Dalkıran, İbn-i Kemal ve Düşünce
Tarihimiz, İstanbul 1997, s.87.
[416] Kemalpaşazâde, Tevârîh-iÂl-i Osman, IX.
Defter, nr,2447, vr. 121b-122a.
[417] Kemalpaşazâde, a.e, vr. 122ab
[418] Kemalpaşazâde, Tevârîh-iÂl-i Osman,
X. Defter, nr,4221, vr. 12ab.
[419] Kemalpaşazâde, a.g.e, vr. 121a-125b.
[420] Kemalpaşazâde, a.g.e, vr. 127a.
[421] Osman Aydınlı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
İslam Mezhepleri Tarihi Yazıcılığı, Ankara 2008, s.113.
[422] Sayın Dalkıran, İbn-i Kemal ve Düşünce
Tarihimiz, s.91; Kemalpaşazâde, Risale Fî Tekfiri ’r-Revâfız, vr.31a-31b.
[423] İbn-i Kemal, Risale Fî Tekfiri ’r-Revâfız, Mecmua,
Süleymaniye Ktb, Pertevpaşa, nr, 621, vr. 31a-31b.
[424] Kemalpaşazâde, Fetâvâ Kemalpaşazade
Der Hakkı Kızılbaş, Süleymaniye ktb, Esad Efendi, nr, 3548, v. 45b-47b.
[425] Osman Aydınlı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
İslam Mezhepleri Tarihi Yazıcılığı, s.113.
[426] Kemalpaşazade, Fetâvâ, Süleymaniye ktb,
Esad Efendi, nr, 3548, vr. 45b-47b.
[427] Dalkıran, İbn-i Kemal ve Düşünce
Tarihimiz, s.94 (İbn-i Kemal’e ait kullandığımız kaynaklarda Arapça olan
yerlerde, Sayın Dalkıran’ın kitabındaki tercüme kısımları itibariyle istifade
edilmiştir.)
[428] M.Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud
Efendi Fetvaları Işığında 16.asır Türk Hayatı, İstanbul 1983, s. 13.
[429] Düzdağ, a.g.e, s.13.
[430] Murat Akgündüz, Osmanlı Devleti’nde Şeyhülislâmlık,
İstanbul 2002, s.29, 40,163,183.
[431] Akgündüz,a.e, s.107.109.
[432] Akgündüz, a.e, s.219-252.
[433] Akgündüz, a.e, s. 300-314.
[434] Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü ’t-Tevârîh,
II, s. 551.
[435] Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi
Tarihi, İstanbul 2000, II, s.81-82.
[436]Hulusi Lekesiz, “Osmanlı
İlmi Zihniyeti: Teşekkülü Gelişmesi ve Çözülmesi Üzerine Bir Tahlil Denemesi”
Türk Yurdu, Yedinci Devre, Eylül, 1991, C. 11, s.49.
[437] Ejder Okumuş, Türkiyenin Laikleşme
Serüveninde Tanzimat, İstanbul 1999, s. 156.
[438] Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarih,
Ankara, 1998, C.1, s.140-141.
[439] Seyfullah Kara, Selçukluların Dini Serüveni,
İstanbul 2006, s. 546.
[440] Kara, a.g.e. , s. 549 -550.
[441] Ahmet Yaşar Ocak, , “Din ve Düşünce'”,
Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, ed.Ekmelettin İhsanoğlu, İstanbul 1999,
C. 1, s. 110.
[442] Abdülcelil Candan, Müslüman ve Mezhep,
İstanbul 2004, s.175.
[443] Taftazânî, Şerhu "l-Akaîd (Kelam İlmi
Ve İslam Akaîdi) Haz. Süleyman Uludağ İstanbul 1999, s.62.
[444] Huriye Martı, “XVI. Yüzyıl OsmanlIsında Bir
Ehl-i Sünnet Medafiî: BirgivîMehmet Efendi”, Marife, yıl 5, sy. 3, kış
2005, s. 288- 289.
[445] Osman Aydınlı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
İslam Mezhepleri Tarihi Yazıcılığı, s.111.
[446] Mehmed Süreyye, Sicilli Osmanî, IV,
İstanbul 1308, s.581.
[447] Hamza Sarugörez, Fetva, Kızılbaş Risalesi,
Antalya Akseki Yeğen Mehmet Paşa İlçe Halk Kütüphanesi, nr, 264/12 v. 97b.
[448] Sungurî Hasan B. Ömer, Kızılbaşlığa Reddiye,
Süleymaniye Ktb, Düğümlü Baba, nr, 197, vr. 88a-90b.
[449] Sungun Hasan B. Ömer, a.g.e, 88a-94b.
[450] Selehaddin Tansel, Yavuz Sultan Selim,
s.21.
[451] Tansel, a.g.e, s.26,27.
[452] Ahmet Akkündüz, “Ebüssuud” DİA, İstanbul
1994, X/365.
[453] M. Etuğrul Düzdağ, EbussuudEfendi Fetvaları,
s.22-23.
[454] Ebussuud Efendi, Fetva fi Kıtali Kızılbaş
el-Alevi, Süleymaniye Ktb, Köprülü bölümü, nr, 892/1574, vr. 69a-70a.
[455] Victor L. Menage, “Osmanlı Tarih yazıcılığının
İlk Dönemleri”, Söğüt’ten İstanbul’a, Derleyenler: Oktay Özel-Mehmet Öz, Ankara
2000, s.73-74.
[456] Şehabettin Tekindağ, “Osmanlı Tarih
Yazıcılığı”, Belleten, C. XXXV, Ankara 1971, s. 658.
[457] Victor L. Menage, “Osmanlı Tarih yazıcılığının
İlk Dönemleri”, s.87.
[458] Hicabi Kırlangıç, İdris-i Bidlîsî, Selimşahnâme,
s.15-21.
[459] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, s.273.
[460] Koca Müverrih, Bedâyî, II, vr. 452ab’den
naklen sadeleştirerek veren Ahmet Akgündüz, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor 4,
İstanbul 1997, s.34.
[461] M.Törehan Serdar, Mevlana Hakimüddin İdris-i
Bitlisî, İstanbul 2008, s.295
[462] İdris-i Bidlisî, HeştBehişt, VII.
Ketîbe, Farsça’dan çev, Muhammed İbrahim Yıldırım, Ankara 2013, s.XXVII.
[463] Türkçe’ye Hicabî Kırlangıç tarafından doktora
tezi olarak çevrilmiştir. Bizde kaynak olarak kullanırken bu tercümeden
istifade ettik.
[464] İdris-i Bidlisî, Selimşahname,, s.122.
[465] İdris-i Bidlisî, a.g.e, s.123.
[466] İdris-i Bidlisî, a.g.e, s.124.
[467] İdris-i Bidlisî, a.g.e, s.125.
[468] İsmail Katgı, “Osmanlılarda
İstimâlet Ahlâkı”, Sızıntı Dergisi, Sayı 376, İstanbul 2010,
s.192-193.
[469] Katgı, a.g.m, s. 194.
[470] İbn-i Battuta, Seyahatname, İlk Çev.
Muhammet Şerif Paşa, İstanbul 1907, s.202-208.
[471] Aşıkpaşazade, Tevarih, s.47.
[472] İlhan Şahin- Feridun Emecen, Osmanlılarda
Divan- Bürokrasi-Ahkâm, İstanbul 1994, s.124,451.
[473] Cengiz Orhonlu, Osmanlı Tarihine Aid
Belgeler Telhisler,1597-1607, İstanbul 1970, s. 108-109.
[474] BOA, Mühimme Defteri 29, Nr.216/499.
[475] Peçevi İbrahim Efendi, Tarih-i Peçevi,
İstanbul 1283, C.I, s. 122.
[476] Saim Savaş, Anadolu ’da Alevilik, s.
109.
[477] Hasan Gümüşoğlu, İntikalinden İlgasına
Osmanlı’da Hilafet, İstanbul 2011, s.26-27.
[478] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk
İslam Medeniyeti, İstanbul 2014, s.252.254.311.
[479] Gümüşoğlu, a.g.e, s.31.
[480] Ocak, Osmanlı Toplumunda Mülhidler ve
Zındıklar, s.89-90.
[481] Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri,
İstanbul 1981, s. 173.
[482] Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet,
İstanbul 1994, s.1.39.51.
[483] Ömer Demirel, Osmanlı Vakıf-Şehir ilişkisine
bir Örnek: Sivas Şehir Hayatında Vakıfların Rolü, Ankara 2000, s.188-193.
[484] Hasan Gümüşoğlu, Devlet-i Aliyye ’nin
Sonbaharı; Osmanlı ve Modernleşme, İstanbul 2014, s.20-21.
[485] Sönmez Kutlu, Mezhepler Tarihine Giriş,
İstanbul 2013, s.6-7.
[486] Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi,
İstanbul 2013, s.288-289.
[487] Hulvi, Lemezât, vr. 128a-129b
[488] Mükrimin Halil Yınanç,“Cüneyd” , İA,
III/ 242-244.
[489] Faruk Sümer, Safevî Devletinin Kuruluşu,
s.10.
[490] Hulvi: Lemezât, vr. 129a.
[491] Celalzâde, Selimnâme, s.93
[492] Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi,
s.288.
[493] Fuat Köprülü, Anadolu ’da İslamiyet, s.
115.
[494] Yusuf Küçükdağ, “Osmanlı Devleti’nin Şah
İsmail’in Anadolu’yu Şiileştirme Çabalarım Engellemeye Yönelik Önlemleri”,
Osmanlı I, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s.273-274
[495] Tahsin Yazıcı, “Fetihten Sonra İstanbulda İlk Halveti Şeyhleri:
Çelebi Muhammed Cemaleddin, Sünbül Sinan ve Merkez Efendi”, İstanbul 1956,
s.87.
[496] Yusuf Küçükdağ, a.g.m, s.273-274.
[497] Ahmed Fehim, Menakıb-ı Şerif, s. 32-39.
[498] Ahmed Fehim, Menakıb-ı Şerif, s. 37.
[500] Celalzâde, Selimname, s.137-138.
[501] Ahmed Refik, Onaltıncı Asırda Rafızilik ve
Bektaşilik, s.13.
[502] BOA, Mühimme Defteri 27, Nr.392/938.
[503] Saim Savaş, AnadoludaAlevilik, s.116.
[504] Saim Savaş, a.g.e, s.113-114.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar