Print Friendly and PDF

Letâif’ül Minen Fî Menakibi Eş-Şeyh Ebi’l-Abbâs El- Murs’î Ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan

Bunlarada Bakarsınız

 



لطائف المنن لابن عطاء السكندري



Alternatif Link

لطائف المنن للعارف بالله ابن عطاء الله السكندري

https://archive.org/details/20191208_20191208_2102/page/n103/mode/2up

Hazırlayan: Kadri OGUL

MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ

Velileri için rahmet kapılarını açan, nefslerini ayrılık bağından çözen Allah’a hamd olsun. Böylece onlar O’nun hizmetini üstlendiler. Kendi nuruyla onların akıllarını destekledi de o akıllar, O’nun kudretinin ne kadar muhteşem olduğunu gördüler. Kalplerini ağyârdan koruyup âsârın sûretini onlardan sildi, ta ki, mârifetini kazandılar. Onlar O’nun tutsaklarıyken, kemalinin kutsiyetini, varlığının sıfatlarını onların ruhlarına keşfetti, böylece birliğine şahid olarak hakkaniyete erdiler. Onları kendi nefislerinden alıverdi ve yok etti, böylece onlar O’nun hüviyetinin denizinde gark oldular. Kendi husûsîyetinin ehli için birleştirici taburlarıyla tefrika ordularını dağıttı. Ferdiyetine ait olmayanlara izhar olmasın diye nurların yardımıyla sırlarını korudu. Rubûbiyetini görmek için yol tutanları doğruya iletmek için zihinlerin semasına ilim yıldızlarını doğurdu. Issız çölde tevhîd ayını aydınlattı, böylece kâinat O’nun varlığının ezeliliğinde dürüldü. Kâinat onun ezeliliğinde yoktu ki ebediyetinde olsun. Bilakis mahlûkâta izafe olmaksızın O Evveldir, Âhirdir. Hakeza O Zahirdir ve Batindir. Varlık yoktu ki O’nun kutsiyetiyle kıyaslanabilsin.

Celal ve azamet sıfatlarından dolayı O’na hamd vacip olduğundan O’na hamd ederim. O’na şükrederim, zira nimetlerinin bolluğundan O şükre layıktır. Onun rahmetinden ümitvarım, rahmetiyle her şeyi kuşatıp yüce ikramıyla açıkta ve gizlilikte kullarını örtmüşken ondan nasıl ümitvar olmam. O’nun ehadiyet haklarını yerine getirme konusundaki eksikliğimi itiraf ediyorum. Zatının ve sıfatının ihata edilemeyeceğini biliyorum. Kendisinin kula olan lütfu dışında kulun hiç bir şeyi yoktur. O’nun kula izafe ettikleri dışında, iyilikler kula izafe edilmez. Dayanak olarak ancak O’na tevekkül edilerek yardım alınır. O Âzizdir, Kâdirdir, Hâkimdir, Kâhirdir, her failin fiilini ve bakanın nazarını gözetendir. Kalptekiler O’ndan gizli değildir. Sırlara barınanlar O’nun ilminden gizlenmez. Mülkünde hikmetini, melekûtunda kudretini izhar etmiş ve her şeye tanıtmış, hiçbir şey rubûbiyetini inkâr etmemiştir (sayfa 5).

Yaratma ve emir ancak o’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah yücedir.

Allah’tan başka ilah olmadığına, O’nun tek ve ortağının olmadığına, her şey O’nun ulûhiyetinde tek olduğuna şehadet ederim. Yaratılmışlardan seçilen, gayp âleminde kendisine şehadet edilen, mevlasına kullukta tam ve fa sahibi olan Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in, O’nun kulu ve elçisi olduğuna da şehadet ederim. Allah’ın rahmet ve selameti her daim onun, ailesinin ve ashabının üzerine olsun.

Ben bu kitapta, efendimiz, mevlâmız, âriflerin kutbu, mürşitlerin rehberi, sûfîlerin dayanağı, sülûk edenlerin mürşidi, helak olanların kurtarıcısı, ansiklopedi, harf ve ilimlerin bilgisine sahip olan, basiret nuruyla konuşan, sırlarda kâmil olan, yâkîn ehlinin sığınağı, vuslata ermişlerin seçkini, mârifetlerin güneşini battıktan sonra ortaya çıkaran, kaybolduktan sonra nüktelerin sırlarını izhar eden, Allah’a ulaşan ve ulaştıran Ebû’l-Abbâs el-Mursî’nin faziletlerinden bir kaç cümle anlatmak istedim. Yüce Allah onu kendi kutsiyetinde bulundursun. Zamanların geçmesiyle onu, ünsiyet bulacağı kişilerle faydalandırsın. Bir de onun şeyhini, kendisinin ondan aktardığı menzilelerini, ondan duyduklarını, kerametlerini, bilgisini, sırlarını, Allah ile olan muamelesini, Allah’ın bir âyetin tefsirinde kendisine söylediklerini, Rasûlullah’tan nakledilen bir haberin manasını izhar edişini, ehl-i tarikten birinden aktarılıp anlaşılmayan hakikât üzerine söylediklerini, kendi şeyhi, Şeyh Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî (r.a.)’den naklettiklerini, kendisinin söylediği veya kendisinin huzurunda söylenen şiirleri ya da ehl-i tarikin zikrini içeren şiirlerini de anlatacağım. Onunla ilgili az veya çok tesbit edebildiklerimi nakledeceğim. Şeyh Ebû’l-Hasan (k.s.) kendisi her hangi bir kitap yazmamış olsa da onun arkadaşları sözlerinden bir kısmını tesbit etmişler. Onunla ilgili bana ulaşan bilgiye göre kendisine:

Efendim! Neden Allah’a delalet eden ve bu toplum bilimiyle ilgili bir kitap yazmıyorsunuz? denmiş, bunun üzerine: Benim kitaplarım arkadaşlarımdır, cevabını vermiştir.

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs (r.a.) da bu konuda herhangi bir kitap yazmamıştır. Bunun sebebi de şudur: Bu tâifenin bilgisi tahkik bilgisidir, umum insanların akılları onu taşıyamaz.

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum:

Bu gurubun kitablarıındakilerin tümü, tahkik denizinin sahillerinden ibarettir.

Şeyhimizin arkadaşlarından hiç birinin Ebû’l-Abbâs (r.a.)’ın tüm söylediklerini, içindeki esrârları, bilgileri (sayfa 6) ve ilginç yönlerini söylemeye giriştiğini görmedim. Bu durumu, Allah’a istihârede bulunup ondan yardım diledikten sonra beni bu kitabı yazmaya sevk etti. En hayırlı yardımcı o’dur. Beni açık yola ulaştırmasını ondan diledim.

Bu kitabı önsöz, on bâb ve bir hâtime şeklinde bölümlere ayırdım.

Önsözde: Peygamberimiz(salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in, insanoğlunun en faziletlisi, hatta tüm mahlûkâtın en faziletlisi olduğuna dair delil getirmeyi kapsıyor. Allah’ın kitabından ve Hz. Peygamberin sünnetinden ona delalet eden delillerle makâmları müstakil olarak ele aldım. Tüm evliyâların hakikat-i Muhammediyeden istimdat olunduğunu beyan ettim. Evliyâlar nübüvvet nurunun yansımalarıdır. Nübüvvet nurunun devam etmesi gerektiği için, velâyet nurunun sübutunun kaim olduğunu bildirdim. Risalet, nübüvvet ve velâyet arasındaki farkları anlattım. Peygamberimiz  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in: “âlimler, peygamberlerin varisleridir” sözündeki mirasa kimin daha layık olduğunu açıkladım. Allah’ın övdüğü ilmin hangisi olduğunu, Allah katında takarruba daha layık olan âlimlerin hangileri olduğunu, zahir evliyâların, karanlık dönemlerde nurlarını ortaya çıkaranların Allah’ın onların nurlarını arttırmasından daha evla olduğunu, nûr ordusuyla gaflet ordusunu yenmek için, zulmet zamanlarıyla müdafaâ da bulunmak için galip olmalarını gerektirecek yardımı yakînlerinden ötürü elde edeceklerini açıkladım. Kitap ve hadislerin içinde geçen velâyetin kısımlarını, velinin izzet ve değerini, rütbesinin büyüklüğünü, konumunun yüceliğini anlattım ki, velilerin haberlerinden ve kerametlerinden aktaracaklarımı tasdik etme konusunda bir ön hazırlık olsun.

Birinci bâb: Kendisinden bu yüce şânı aldığı şeyhini tanıtma, kendi dönemindeki muayyen âlimlerin onun zamanın kutbu olduğu, kendi döneminde âyân ehl-inin bayrağını taşıdığına dair şehadetlerinin hakkındadır.

İkinci bâb: Şeyhinin: Kendisinin makâmın varisi olduğuna, aşkın biri olduğuna ve kendisi hakkında ona verilen büyük nimetlerden bahsetmesi ve velilerin onun hakkında: En faziletli meram için Allah’a ulaştığına dair şehadetleri hakkındadır.

Üçüncü bâb: Tecrübeleri, menzileleri, mükâşefeleri ve arkadaşlarının kendisi ile tavaffuk ettikleri hakkındadır.

Dördüncü bâb: İlmi, zühdü, verâsı, himmetinin yüceliği, hilmi, sabrı ve yolunun doğruluğu hakkındadır.

Beşinci bâb: Allah’ın kitabının manasını izhar edip açıklamak üzere konuştuğu bir kaç âyet hakkındadır (sayfa 7).

Altıncı bâb: Peygamberin hadislerinden açıklayıp, husûsî ehlin mezheplerince içindeki esrârları açığa çıkarma konusu hakkındadır.

Yedinci bâb: Ehl-i hakikâtin kelamından manası müşkil olanlar hakkındadır.

Sekizinci bâb: Hakikâtler, makâmlar ve kapalı konuların keşfiyle ilgili söyledikleri hakkındadır.

Dokuzuncu bâb: Ebû’l-Abbâs’ın söylediği veya onun huzurunda söylenen şiirleri içermektedir.

Onuncu bâb: Konuşmalarından sonraki dua ve zikri, ilminden alanlar için düzenlediği hizbi ve bunun levâzımatı olan kendi şeyhi Ebû’l-Hasan’ın zikri ve hizbi hakkındadır.

Hatime: Allaha doğru hareketlenmemize sebep olan, nazım ve nesir olarak vasiyetleri ve bizim ona nispetle olan bağlılığımız hakkındadır. Bu, kitabın sonudur. Ancak bunlar Şeyhten duyduklarımın tamamıdan ibaret değildir. Bunlar, bu kitabı yazarken hazırladıklarımdır. Her hazırladığım şeyin ispatı mümkün değildir. Bununla, husûsen bu tâifeye, umûmen diğerlerine fayda vermeyi amaçladım ki, Allah’ın nimetlerinden kendilerine pay biçtiği ve hidâyet nurundan kalbine nûr koyduğu kişi bu tâifenin hâllerine inansın. Hem böylece yalanlayan itirafa, büyüklenen de insafa gelsin, Allah kendisine hidâyet murat ettiği kişiye hüccet açık olması için ve Allah’ın inâyetinin kendisine yardım etmediği kişiye de hüccet olsun diye. Böylece bu gruptan doğrulayana, doğruluğu ile velâyetten bir nasip ve inâyetten bir yakınlık olsun.

Cüneyd (r.a.) demiş ki: Bizim ilmimizi tasdik velayettir. Sana verilen nimeti kaçırsan da hiç olmazsa başkasına verilen nimeti tasdik etme fırsatını kaçırmayasın. Bol yağmur isabet etmese bile ona çiseleme yeter (Bakara 265).

Bazı ârifler şöyle demiştir: “Fetih ancak fetihle (Allah’ın yol göstermesiyle) olur.” Bu sözün doğruluğunu tasdik eden Allah’ın şu sözüdür: (sayfa 8)

“Allah her kime bir nûr vermemişse, onun nurda bir payı yoktur.”[1], “Hatırlat! Senin hatırlatman mü’minlere fayda verir.”[2], “Bunda, kalbi olanın veya kulak verenin ve şahit olan için öğüt vardır.” [3] ."Ancak akıl sahipleri, hatırlayabilirler.[4]

Allah bir kuluna hayır dilediğinde: Onu. evliyâullahın getirdiklerini aklı almasa da tasdik edenlerden eyler. Allah. Velilerine sadece kulların akıllarının kavrayabileceğini hibe etmek mecburiyetindemidir? Rivayete göre: Onları yalanlayanların kötü âkîbetlerinden korkulur.

Ebû Turab en-Nahşî şöyle der: Kim kerametleri tasdik etmezse gerçeği inkâr etmiş olur. Yani işin hakikâti kendinden gizlenmiş ve Allah’ın kudretine şahitlik kendisinden gizlenmiştir. Allah. bizi ve seni kullarına olan faziletini itiraf edenlerden. sevgi ehlindeki inâyetinin eserini tasdik edenlerden eylesin. O. bunun velisi ve buna gücü yetenlerdendir. Kitabın içinde: Müşkil şeylerin üzerinde konuşmayı. kapalı olan şeylerin çözümünü. açık olan durumlara işareti. bu tâifeye tamamen inanmayanların gözlerinin esrârını izhar edeceğim. Yüce Allah bunu kendi rızasına uygun eylesin. Ve samimiyeti sonlandıran bataklıktan korusun. Sözlerde. fiillerde ve hâllerde doğrulukla üzerimize nimetlerini versin. Şimdiki zama nda ve gelecekte kendisini tanıyanlardan eylesin. Kendisini anlamakla ve dinlemekle faziletlendirsin. O Kadir olan ilahtır. icabet etmeye layıktır. Eserin adını. "Letâif’ül- Minen fi Menakibi Şeyh Ebi’l-Abbâs ve şeyhihi Ebi ’l-Hasan”” koydum.

Şimdi amaçladığım şeye başlama. irade ettiğimi izhar etme zamanıdır. Allah’tan yardım diliyor. O’na dayanıyor. Peygamberlerin Efendisi’ni tevessül ediniyorum. O benim için yeterlidir. O ne güzel vekildir (sayfa 9).

Önsöz

Bil ki. Allah umûmî nimetlerini tamamlamayı. rahmetini indirmeyi dilediğinde. onun büyük fazileti. kulların üzerine mârifetinin varlığıyla nimetlendirmeyi gerektirdi. Yüce Allah. avâm aklının. rubûbiyetini telakkî etmekten aciz olduğunu bildiği için. kendisinden gelenlerin kabulü için peygamberlerde genel bir isti’dad yarattı. Kendilerine tevdî ettiği husûsîyetin sırrıyla ondan telakkide bulunurlar. Kulları onun birliği üzerine toplamak için ondan telkinde bulunurlar. Onlar. nurların berzahları. esrârın madenleridirler. Onlar rahmettir ve hidâyetçidirler. O’nun tarafından arınmışlar. Sırlarını onun ezelinde. ağyarın köleliğinden özgürleştirmiştir. İnayetinin varlığı ile eserlere meyletmekten onları korumuştur. Sadece onu seviyorlar ve rab olarak ondan başkasına kulluk etmiyorlar. Onun emri ile üzerlerine ruh ilkâ edilir. Onlara destekle yardımlar kesintisiz olur. Nübüvvet ve risâlet feleği, iş başlangıçtaki hâline dönene kadar dönmeye devam etti. Seçkinlik kemali olanla sonuçlandı. O, Peygamberimiz Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in kâmil bir seyit, kaim ve fatih, sırların sırrı ve nurların nurunun mührü, bu dünyanın onurlandırıcısıdır. Bu dünyada mahlûkat üzerinde nur olarak en yücedir. İftihar olarak en mükemmel olanıdır. Kur’an buna delalet ediyor. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” ( Enbiya, 107) kendisiyle başkalarına rahmet edilen kişi başkalarından faziletlidir. O, Allah dışındaki her varlıktan üstündür.

Kendisinin özellikle insanoğlu üzerindeki fazileti şu sözünde belirtmiştir: “Ben insanoğlunun efendisiyim. Bunda iftihar yoktur.”

Hz. Âdem (a.s.)’ın üzerindeki fazileti ise şu ifadeye dayanır: “Âdem su ile çamur arasındayken ben peygamberdim' '(sayfa 11).

Bir de şu sözüne dayanır: “Âdem ve ondan sonraki peygamberler kıyamet gününde benim bayrağımın altındadırlar.'[5] [6] Bir de şu sözüne dayanır: “Ben ilk şefaat eden ve ilk şefaati kabul olunan kişiyim ve yeryüzünün ilk yarılması esnasında çıkanım.'[7]

Meşhur şefaât hadisi ki, hafız imam, Şeyhve diğer hadisçilerden Şerefuddin Ebû Muhammed Abdu’l-Mumin b. Hâlef b. Hasan ed-Dimyâtî, benim ona okumamla ve ya ona okunurken benim dinlememle (tespit ettiğim kadarıyla) dedi ki, Şeyhân imam Fahruddin Ebû’l-Fazıl Ahmed b. Abdulaziz et-Temimî ve Ebû’t-Takî Salih b. Şüca el-Mudlicî dediler ki: Bize Said b. Huseyn b. Muhammed b. Said el-Abbâs el- Me’munî haber verdi ki: Ebû Abdullah el-Ferâvî demiş: Abdulğafur el-Farisî, Ebû Ahmed Muhammed b. Amreveyh el-Celudî’den, Ebû İshak Muhammed b. Süfyan’dan, Ebû’l-Huseyn Müslüm b. Haccac b. Müslim el-Kuşeydî en- Nisâburî’den, Ebû Rabî el-Îtkî’den Hamad b. Zeyd’den, O da Mabed b. Hilal’dan haber vermiş: Sabit aracılığıyla Enes b. Malik’e gittik. Kuşluk namazını kılarken ona vardık. Sabit bize izin verdi, içeri girdik Sabit’i kendi yanındaki divanın yanına oturttu. Ona dedi ki: Ey EbûHamza!Kardeşlerin Basra’dan gelmiş, sana şefaât hadisini soruyorlar? şöyle dedi: Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bize şu kelamla bildirdi: “Kıyamet gününde insanlar birbirlerine müracaat ederler. Âdem(a.s) ’e gelip kendi zürriyetine şefaat et derler. Âdem(a.s.): “Ben bunu yapamam, fakat İbrahim (a.s.) ’e gitmenizi tavsiye ederim. O Allah’ın dostudur” der. İbrahim (a.s.)’a gelince o da: “Bende bunun ehli değilim ancak size Musa (a.s.) ’ı öneririm. O kelimullahtır” der. Ona gelirler o da: “Ben bu işin ehli değilim. Size İsa (a.s.) ’ı tavsiye ederim. Zira o Allah’ın ruhu ve hikmetidir” der. Ona gelirler, o da: “Ben bu işin ehli değilim ancak Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e gitmenizi öneririm” der. Bunun üzerine bana gelirler ve ben derim ki: “Ben bu işin ehliyim”.Rabbimden izin isterim, bana izin verilir. Onun huzurunda durur: Ancak Allah’ın bana ilhamıyla yapabileceğim övgülerle ona hamdeder, sonra secdeye varırım. Bana denilecek ki: Ey Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) başını kaldır, söyle, sözün dinlenir (sayfa 12).

İste, isteğin verilir. Şefaat et şefaatin kabul olunur. Bunun üzerine ben diyeceğim ki, ümmetim... Bana denilecek ki, git her kim kalbinde bir buğday veya arpa tanesi ağırlığınca iman bulunursa, Allah onu oradan çıkaracaktır. Ben gider bunu yaparım. Sonra Rabbime döner, bu övgülerle onu överim, sonra tekrar secdeye varırım, bunun üzerine bana denilecek ki, kaldır başını sözün dinlenir, isteğin verilir, şefaatin kabul olunur. ‘Ümmetim! Ümmetim!’ diyeceğim. Denilecek ki, ‘git, her kimin kalbinde hardal tanesi ağırlığınca iman bulunursa onu oradan çıkaracağım.’ Bunun üzerine gider bunu yaparım. Sonra tekrar Rabbime döner, ona hamdeder ve secde ederim. Yine bana denilecek ki: ‘Ey Muhammed! Başını kaldır ve konuş dinlenirsin, iste verilirsin, şefaat et şefaatin kabul olunur. ’ Ben: ‘Ey Rabbim ümmetim! Ümmetim!’Diyeceğim, bana denilecek ki git, her kim ki kalbinde hardal tanesinden çok daha az miktarda iman bulunursa dahi onu ateşten çıkaracağım. Bunun üzerine ben gider bunu yaparım.[8]

Bu, Enes (r.a.)’tan haber verdiğimiz hadistir. Onun yanından çıkıp Cubâne denilen yere vardığımızda, Hasan’ın yanına gitsek dedik. O,Ebû Halife’nin evinde saklanıyordu. İçeri girip selam verdik ve kendisine: “Ey Ebû Said, kardeşin Ebû Hamza’nın yanından geliyoruz, şefaât hakkında benzerini duymadığımız bir hadisi bize söyledi” dedik. Bana hadisi söyleyin dedi, ona hadisi söyledik. Devam edin, dedi, bundan fazlasını söylemediğini söyledik. O da dedi ki: Bize bu hadisi yirmi sene önce daha hafızası daha derli topluyken anlatmıştı. Size bir kısmını anlatmamış. Bilmiyorum, acaba unuttuğu için mi yoksa söylemek istemediği için mi? Biz de ona o hâlde sen bize anlat dedik. Güldü ve dedi ki: İnsan aceleci olarak yaratılmış. Bunu hatırlatmamın sebebi, elbette hadisi söylemek istememdir. Ondan sonra dedi ki: “Dördüncü kez Rabbime döneceğim. Yine o övgülerle ona hamd edip secdeye varacağım. Bana ilk söylenenin benzeri söylenecek. Ben: Lailaheillellah diyenler hakkında bana izin ver diyeceğim. Bana diyecek ki: Bu sana verilmeyecek, ancak izzetim, kibriyam ve azametime and olsun ki, kim lailaheillellah derse onu ateşten çıkaracağım!” Ben Hasan’a şahitlik ederim ki, o bize bunu konuştu ve yirmi sene önce Hz. Enes’ten henüz hafızası topluyken okuduğunu dinlemiş. Allah’ın rahmeti senin üzerine olsun, şu hadisin içerdiği, Rasûlullah’ın kadrinin büyüklüğüne ve yüceliğine bir bak. Büyük peygamberler ve nebiler, mahşerdekilerin hepsi hakkındaki genel şefaat konusunda onunla tartışmamışlardır.

Eğer desen: Neden Hz. Âdem insanları, başka bir hadiste Hz. Nuh’a bu hadiste Hz. İbrahim’e göndermiş, Hz. Nuh; Hz. İbrahim’e, Hz. İbrahim; Hz. Musa’ya, Hz. Musa; Hz. İsa’ya, Hz. İsa da Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e göndermiş de, baştan direkt Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e göndermemiş?

Bil ki: Eğer baştan direkt Hz.Peygamber’imize gönderseydi, hadisten başkalarının bu hakka sahip olmadıkları anlaşılmazdı(sayfa 13).

Yüce Allah diledi ki, her bir peygamber kendinden sonrakini göstersin. Her biri ben buna ehil değilim diyerek, Hz. İsa’ya gelinceye kadar o rütbeye teslim oluyor, o da Rasûlullah’ı gösterdi ve Rasûl: “Ben buna ehilim” dedi. Hadiste birçok fayda vardır ki, iman çoğalıp eksilir ve bunun dışında şu faydalar da vardır:

Marifetlerin sonu yoktur. Zira şöyle diyordu: “Allah bana ilham etmese asla onlara güç yetiremeyeceğim.”[9] [10] Yine şu söz de buna şahittir. “sana övgülerini sayamam. Sen, kendini övdüğün gibisin.”5 Allah’ın şu sözü de buna şahittir: “ama onlar (Allah’ı) ilmen kuşatamazlar.” (Taha, 110) ve daha bunların dışında başka faydaları da vardır ki, onlardan konuşursak kitabın amacının dışına çıkmış oluruz.

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’tan şöyle dediğini duydum: Bütün peygamberler rahmetten yaratılmıştır. Peygamberimiz ise rahmetin kaynağıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107) Rasûlullah, Allah’a açık basiretle üstün beyyineyle davette bulundu. İdrak edilecekleri anlaşılmaya yakınlaştırdı. Sülûk edilecek yolları açıkladı. Hidâyet yolunun sülûk edilmesini teşvik etti. Kötü yollardan sakındırdı. Allah’a yaklaştıracak her şeye davet etti. Kulun Allah ile takınması gereken her edebe teşvik etti. Allah’tan alıkoyacak her şeyden kulları sakındırdı. Allah’tan koparacak her amelden uzaklaştırdı. Allah’tan uzaklaştıracak bataklıktan ve helak eden yerlerden kurtarmak için nasihat etmeyi ihmal etmedi. Ta ki şirk gecesi yok oldu, tozları tükendi ve iman aydınlığı saçtı, nûrları parıldadı. Rasûlullah din bayrağını yükseltti, nizamını tamamladı, farzlarını ve ahkâmını kararlaştırdı, helal ve haramını açıkladı. Kullar için ahkâmı beyan ettiği gibi, onlara anlayış kapılarını da açtı. Öyle ki râvi şöyle diyor: Rasûlullah bizi öyle bir hâlde bıraktı ki artık bir kuşun gökyüzündeki hareketinden bile hakkıyla bir bilgi elde ediyorduk. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Dinde zorlama yoktur. Artık Doğruluk eğrilikten ayrılmıştır.” (Bakara, 256) “Bu gün sizin için dininizi kemâle erdirdim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslam’ı seçtim.” (Maide,3)

Peygamberimiz şöyle buyurmuş: “Onu bembeyaz ve tertemiz olarak bıraktım. ”Ümmeti için bir nebiye vereceği en hayırlı mükâfatla, Allah onu mükâfatlandırsın.

Rasûlullah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem), doğru yolun açıklamasını kemâle ulaştırdığında, kulları için Allah’a ulaştıran yolları meydana çıkardığında (sayfa 14), dünya ve ahiret seçenekleri kendisine sunulup onun Yüce Dostu tercihinden sonra, Allah onu vefat ettirip onu daha hayırlı olan diyara götürdü. Ondan sonra ondan aldıkları mirasla Allah onun ümmetinden daimi davetçiler kıldı. HakTeâla da onların buna ehil olduklarına şahitlik etmiştir.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “De ki bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar bir basiret üzerine Allah’a davet ederiz.” (Yusuf, 108)

Şeyh Ebû’l-Abbâs (r.a.)şöyle der: Tabi olanlardan her birinin yolunu belirleyecek ve onu buna götürecek bir gözlem. Şeyhin dediğinin delili; Rasûlullah, farklı yöntemlerle ashabına farklı tavsiyelerde bulunur. Bilal’e: "Infak et ey Bilal, arş sahibinin azaltmasından korkma”5 demiştir.

Malının hepsini vermek isteyen başka birine de: “Malını kendine bırak. Varislerini zengin olarak bırakman, onları fakir ve insanlardan dilenenler olarak bırakmandan daha hayırlıdır”660 demiş.

Bana tavsiyede bulun diyen adama: “Kavminden Salih olan birinden hayâ ettiğin gibi Allah ’tan hayâ et” demiş.

Bir başkası da: Bana tavsiyede bulun der. Allah resûle de kendisine “sinirlerine hâkim ol” dedi.[11] [12] [13] (sayfa 15)

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: YüceAllah “ve bana uyanlar” sözüyle uyanlara basiret kapısını açmıştır. Şeyh: Allah’ın,‘“De ki bu benim yolumdur. Benve bana uyanlar bir basiret üzerine Allah’a davet ederiz” (Yusuf, 108) sözünden murad, dil kaidesinin gereği şudur: Yani bana uyanlar da basiret üzerine Allah’a davette bulunurlar. Zira sen: Zeyd sultana nasihat üzere davette bulunuyor ve tebası da dediğinde, Yani tebası da nasihat üzere davette bulunuyor. Bu sabit olduğuna göre, rasûl, kâmil risalet basiretiyle davette bulunuyor. Evliyâlar da, kutubluk, sıddikiyyet ve velayet basiretine göre insanları Allaha davet ederler. Âlimler peygamberlerin varisleridir.”[14] “Peygamberler dinar ve dirhemi miras bırakmazlar. Onlar ancak ilim miras bırakırlar!”, “Ümmetimin âlimleri, İsrail oğullarının nebileri gibidir.”

Burada bir nükte vardır: Rasûlullah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetimin âlimleri

İsrailoğullarının rasûlleri gibidir dememiş. İnsanlardan bazıları zannetmiş ki; nebi, kendi kendine nebi olan haber verendir; rasûl, başkalarına gönderilendir. Durum bunu söyleyenin düşündüğü gibi değildir. Eğer öyle olsaydı, “ Ümmetimin âlimleri, İsrail oğullarının nebileri gibidir.” Sözünde, neden özellikle nebiler zikredilirdi? Allah’ın: “Senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah, şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah, âyetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Hac, 52) sözü bu görüşü geçersiz kılar. Bu gösterdi ki, rasûl hükmü her ikisini de kapsıyor. Ehli ilimden bazılarının dediği gibi fark şudur: Nebi yeni bir şerîât getirmez. Kendinden öncekinin şerîâtını takrir etmek için gelir. Yuşa b. Nun gibi, o Musa (a.s.)„ın şerîâtını takrir (sayfa 16),

Tevrat’takilerle amel etmeyi emretmek için geldi. Yeni bir şerîât getirmedi. Rasûl ise; Musa (a.s.) gibi, Tevrat’ın içerdiği yeni şerîâtı getirdi. Rasûlullah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)şöyle demiş: “Ümmetimin âlimleri, İsrail oğullarının nebileri gibidir.” Yani, onların getirdiklerini takrir edenler, pekiştirenler ve emredenler olarak gelirler. Yeni bir şerîâtı getirecek değillerdir.

İlim Peygamber Mirasıdır.

Bir açıklama: Bil ki, Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in “Âlimler, nebilerin varisleridir. Ümmetimin âlimleri, Beni İsrail’in nebileri gibidir. Nebiler dinar ve dirhem miras bırakmamışlar. Onlar ancak ilmi miras bırakmışlar. Dikkat edin! Dünya ve içindekiler, Allah Teâlâyı zikretmek (Allah’a itaatkârlık), buna yardımcı olacak şeyler, âlim ve müteallim (ilim talebesi) hariç lanetlenmiştir. Melekler, ilim tâlibine kanatlarını gererler” sözü ve Allah’ın: “Allah, melekler ve ilim sahipleri Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ettiler.” (Al-i İmran, 18) veHayır, o, kendilerine ilim verilenlerin kalplerindeki apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi ancak zalimler inkâr eder.(Ankebut, 49) gibi ayetlerde. Allah’ın ve Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın sözlerinde ne zaman “ilim” geçerse, ondan murat: Kendisine haşyetin dayandığı, beraberinde inâbenin bulunduğu, kontrol altına alınmış arzunun övülen, faydalı ilmidir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah’tan kulları içinde hakkı ile ancak âlimler haşyet duyarlar”( Fatır, 28) kendisinden haşyet duymayan âlimlerin ilmini ilim saymadı. Davut (a.s.) dedi ki: “Ya Rabbi, senden korkmayan bilmemiştir. Emrine itaat etmeyen senden haşyet duymamıştır.”Allah’ın matlubu olan ilmin

şahidi, Allah için haşyet duymaktır. Haşyetin şahidi, emrine uygun davranmaktır. Beraberinde dünya isteği ve efendilerine malik olma, tüm ilgisini onu kesb etmeye harcama, toplayıp biriktirme, böbürlenip çoğaltma, tulu’l-emel veahireti unutturan ilim, ilim değildir. İlmi böyle bir ilim olan kişi, nebilerin varisi olmaktan ne kadar uzaktır! Varisten mirasçıya geçecek şey ancak, varisin yanındaki özelliği ile olur. Âlimlerden bu tür özellikleri taşıyanlar, mum gibidir. Başkalarını aydınlatırken kendilerini yakıyorlar. Allah, bu tür özelliği olan ilmi, onun aleyhine bir hüccet, katındaki cezanın çoğalmasına sebep kılar. Şehirli ve köylülerin ondan faydalanmaları seni aldatmasın. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş: “Allah bu dini, facir bir adamla destekler.”[15]

Dünyayı kazanmak ve oradaki yüksekliği elde etmek için ilim öğrenmenin örneği, yakuttan bir kaşıkla pisliği kaldırmak gibidir (sayfa 17).

Araç ne kadar değerlidir! Vesile edildiği şey ise ne kötüdür! Kırk, elli sene ilim talep ederek onunla amel etmeyenin örneği, bu müddet miktarınca temizlenip tek bir namaz dahi kılmayanın örneği gibidir. Zira temizlikten amaç namaz olduğu gibi ilimden amaç da amel etmektir. Adamın biri Hasan-ı Basri’ye bir mesele sorar, o da ona fetva verir. Adam, fakihler sana muhâlefet etmiştir, der. Bunun üzerine Hasan, yazıklar olsun sana, sen hiç fakih gördün mü? Fakih, emrini ve nehyini Allah’tan fıkh edendir, der.

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: “Fakih: Kalbinin gözlerinin üzerindeki perdeyi yarandır.”Sen her daim davetin Allah’a olacağını bildiğin gibi, evliyâullahdaki temiz nûrlar, nübûvvetin nûrlarının onların üzerine bir yansıması olduğunu bil. Hakikât-i Muhammediye’nin örneği güneş gibidir. Evliyânın kalplerindeki nûrlar, aylar gibidir. Aylar, güneş’in nurunun kendisinde zuhûr etmesi ve mukabilinde bulunması ile ancak ışık verir. Güneş, gündüz ışık vererek, gece de kendisinden ışık alan aydaki nûru ile zuhûr ettiğine göre o hâlde güneşin batışı yoktur. Bundan anlamalısın ki, evliyaların nurları devamlı olması vaciptir, zira Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nurunun zuhûru kendilerinde devam ediyor.

Veliler, Allah’ın âyetleridir. Kulları üzerine birer birer izhar ederek okur. “Bunlar, senin üzerine hakkı ile okuduğumuz Allah’ın âyetleridir.”

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın “Biz bir âyetin hükmünü kaldırır veya onu unutturursak, mutlaka ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz” (Bakara, 106) âyeti hakkında şöyle dediğini duydum: “Yani, Allah’ın her bir velisinin karşılığında mutlaka ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Bazı âriflere, Allah’ın velileri herhangi bir zamanda eksilirler mi diye sorulmuş. Cevaben, onlardan biri eksilse gökyüzü suyunu yağdırmaz, yeryüzü nebatını çıkarmaz. Zamanın fesâdı, sayılarının veya medetlerinin eksilmesi ile olmaz. Ancak zaman bozulduğunda, onlar var olmalarına rağmen Allah tarafından gizlenirler. O zamanın insanları, Allah’tan yüz çevirir, Allah’ın dışındakileri tercih eder, öğüt fayda vermez, uyarı onları Allah’a yönlendirmezse artık onlar, Allah’ın velilerinin kendileri arasında zuhûr bulmasına ehil değildirler. Bu yüzden demişler ki Allah’ın velileri, gelindirler. Mücrim olanlar gelinleri göremez. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Hikmeti ehli olmayana vermeyin, o hâlde hikmete zulmetmiş olursunuz. Ehlinden de alıkoymayın, o hâlde ehline zulmetmiş olursunuz.”Yüce Allah, bize Peygamber’inin dili ile “hikmeti ehline verin” diye tavsiyede bulunmuşsa, o halde bu büyük ahlâka kim daha layıktır? Peygamber şöyle demiştir: “Arzunun takip edildiğini, cimriliğin arkasından gidildiğini, dünyanın tercih edildiğini, her görüş sahibinin kendi görüşünü beğendiğini gördüğünde, sana tavsiyem, kendi nefsine yönel.” (sayfa 18)

Onlar, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in vasiyetini dinlediler, hâlifeler seçtiler, bilakis Allah onlar için bunu seçti, bununla beraber, aynı zamanda kendilerinden hücceti sülûk eden, hüccet ile kaim ve zahir olan imamların olması gereklidir. Zira Allah’ın Rasûlü şöyle demiştir: “Ümmetimden bir grup, hak üzere kıyamete kadar devam edecekler, onlara karşı çıkan, onlara zarar vermez.”[16]

Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Humeyd b. Ziyad’a olan hitabında şöyle diyordu: “Allahım, yeryüzünü senin hüccetinle senin için kaim olanlardan boş bırakma. Onlar sayı olarak azdır ancak, Allah katındaki değer bakımından büyüktürler. Kalpleri yüce olan yere bağlıdır. Onlar, Allah’ın kulları ve memleketleri içindeki hâlifeleridir.” En çok görmeyi arzuladıklarımdır.

İmam Rabbani Muhammed b. Ali et-Tirmizi (r.a.), “Hatm” adlı kitabında ibn Ömer’e dayandırdığı rivâyette, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın: “Ümmetim yağmur gibidir. Başı mı sonu mu hayırlıdır bilinmez” dediğini söylemiştir.

Yine Ebû Derda’ya dayandırdığı bir rivâyette Rasûlullah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Ümmetimin en hayırlısı başı ve sonudur. Ortasında bulanıklık ve sıkıntı vardır” buyurmuştur.

Abdurrahman b. Semure’ye dayandırdığı başka bir rivâyette de şöyle demiştir: “Mute savaşının müjdecisi olarak geldim. Cafer, Zeyd, İbn Revaha ve beraberinde şehit düşenleri anlattığımda sahabeler ağladılar. Rasûlullah; ‘sizi ağlatan nedir?’ [17] dedi. Dediler ki; bizim seçkinlerimiz, eşrafımız ve faziletlilerimiz öldürülmüşken nasıl ağlamayâlim? Bunun üzerine Rasûlullah dedi ki: Ağlamayın! Benim ümmetimin misali, bir bahçe gibidir ki, sahibi kuyusunu kazmış, yollarını düzenlemiş, yapraklarını budamış, bir sene bir gruba yedirmiş, bir sene de bir gruba yedirmiş. Son olarak yedirilen, salkım yönünden daha iyi, tohumluk olarak daha uzun olabilir. Beni hak üzere gönderene ant olsun ki, İbn Meryem havarilerinin yerine benim ümmetimden yeni havariler edinecektir.”[18]

Yine Sehl b. Sad’a dayandırılan bir rivâyette, Allah Rasûlü demiş: “Ashabımın sulbünün sulbünden öyle erkekler ve kadınlar vardır, hesapsız cennete girerler (sayfa 19).

Ondan sonra şu âyeti okudu[19] ‘(Bu peygamberi) onlardan henüz kendilerine katılmamış bulunan diğer insanlara da (göndermiştir.) O, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Cuma, 3)

Bir diğer rivâyette de Rasûlullah şöyle demiştir: “Her asırda ümmetimden önde olanlar olacaktır.”

Bil ki; -Allah seni has kullarından eylesin, sevgisinin lütuflarını sana tattırsın.- onların açık ve gizlileri olsun Sıddîk ve velileri olsun, zamanın fesadı onların nûrlarını bulandırmaz ve değerlerini düşürmez. Çünkü onlar zamanla değil, zamanı var edenle beraberdirler. Zamanı var edenle beraber olan zamanın değişmesiyle değişmez. Zamanla beraber olan ise zamanın değişmesiyle değişir, bulanmasıyla bulanır.

İmam Ebû Abdullah et-Tirmizî(r.a.) şöyle demiştir: “İnsanlar iki sınıftır; bunlardan biri Allah’ın işçileridir. İyilik ve takva üzere Allah’a ibadet ederler. Onlar zamanın hayrına ve hak devletin kendilerine yönelmesine muhtaçtırlar. Zira onların desteği ondandır. Diğer sınıf ise yakîn ehlidir. Örtüyü açarak ve esbâbı ortadan kaldırarak tevhidin vefası üzere Allah’a ibadet ederler. Onlar, zamanın kendilerine yönelmesine veya sırt çevirmesine iltifat etmezler. Onun sırt çevirmesi onlara zarar vermez.” Allah rasûlünün sözüdür: “Allah’ın öyle kulları vardır ki, onları rahmetiyle onlara yönelir, afiyetinde ihya eder. Sonrasında gecenin karanlık parçaları gibi fitneler onlara uğrar da onlara zarar vermez.”[20]

Rasûlllah şöyle demiştir: “ ümmetimin içinde fitneler olacaktır. Allah’ın ilmiyle ihya ettikleri hariç kimse onlardan kurtulmayacak.” Tirmizi dedi ki; “yani her gördüklerini, Allah’ın ilmiyle görürler.”

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: “Adam dediğin gecenin adamlarıdır. Bu dönemin evliyâları biraz zenginlik ve yakîn ile desteklenirler. İnsanlardaki iflasın çokluğundan dolayı onlara zenginlik verilir. Yine insanlar indindeki şüphelerin çokluğundan dolayı yakîn verilir.” Bazı ârifler şöyle demiştir: Allah’ın öyle kulları vardır ki, zamanın karanlığı arttıkça onların nûrları da artar. Onların misali yıldızlar gibidir. Gecenin karanlığı arttıkça o yıldızların ışığı da artar. Yıldızların nuru evliyânın kalbindeki nurun yanında nedir ki, yıldızların nûru bulanır, evliyâların kalbinin nûrları bulanmaz. Yıldızların nûru dünyaya ulaşır, evliyâlarının kalplerinin nûrları Allah’a ulaşır. Bu manada bir şiirimiz vardır:

Ey bekleyen gökten yıldızlar!

Aydınlığı daha parlaktır yerdeki yıldızlar

kaybolur göründükten sonra biraz

Bu ise gizlenmekle kararmaz (sayfa 20)

Gecenin karanlığındadır onun rehberliği

Perdeyi kaldırmaktır bunun rehberliği.

Sûfînin biri, bir gün bir fakihin yanında şöyle dedi: “Allah’ın öyle kulları vardır ki, mihnet zamanındalar ancak mihnet onlara zarar vermez.” Fakih: “Bu

benim anlamadığım şeydir” dedi. Bunun üzerine sûfî dedi ki; “sana ateşle görevli meleklerin örneğini haber vereyim. Onlar ateşteler ancak ateş onlara zarar vermez.”

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyledediğini duydum: “Dünya ateş gibidir ve mümine şöyle der: Ey mümin! Benim alevim senin kanaat nurunu söndürmüştür.” Bilesin, veli ve velâyetin durumu büyüktür. Onlardaki hâl kocamandır. Bu konuda şu hadis sana kâfidir. Bize değerli büyük Şeyh Şihabuddin Ebû’l-Meâlî Ahmed b. Muhammed b. Müeyyed dedi, ona da İmam Ebû’l-Mubarek Abdulaziz b. Muhammed b. Mansur beş yüz elli üç yılında kendisine kıraat olunmuş olarak ki ben de onu dinliyordum dedi, ona da Şeyh Ebû Muhammed Rizkullah b. Abdulvahhab b. Abdulaziz b. Haris b. Temîmî el-Hanbelî, dört yüz sekzen üç yılında, İsbehanda, Safer ayının on altısı, cumartesi gününde kendisine yazdırılmış olarak dedi, ona da Ebû Amr Abdulvahid b. Abdüllah b. Mehdî el-Farisî dedi, ona da EbûAbdillah Muhammed b. Muhâlled b. Hafs el-Attar el-Hatib, o da Muhammed b. Osman’dan, o da Süleyman b. Bilal’dan, o da Şerik b. Nemr’den, o da Ata’dan, o da Ebû Hureyre(r.a)’den rivâyet eder, Rasûlullah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allah azze ve celle buyurdu ki, her kim benim bir velime düşmanlık etse, o bana savaş ilan etmiştir. Kulum kendisine farz kıldıklarımla bana yaklaşmasından daha sevimli bir şeyle yaklaşmamıştır. Kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu sevmeye başlarım. Ben onu sevdiğimde artık onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey dilese veririm. Bana sığınsa onu korurum. Ben, yapacağım bir şeyde mü’min kulumun ruhunu kabzetmekteki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim. Çünkü o ölümü sevmez bende onun sevmediği şeyi sevmemfakat buda (ölüm) gereklidir. Buhari bu hadisi kendi sahihinde rivâyet etmiştir. Başka bir tarikle bu hadis şöyle gelmiştir: Ben onu sevdiğimde, onun gözü, kulağı, dili, aklı, eli ve destekleyicisi olurum. Allah’ın rahmeti üzerine olsun, şu hadisin velinin kadrinin yoğunluğu ve mertebesinin büyüklüğü ile ilgili içerdiğine bir kulak ver. Ta ki, Allah onu bu menzileye eriştirdi ve onu bu rütbeye yerleştirdi. Hz. Peygamber, Allah’tan haber veriyor: “Kim bir kuluma düşmanlık etse, bana savaş ilan etmiştir. ” Zira o kendi tedbirinden Allah’ın tedbirine, kendi nefsine yardım etmekten Allah’a yardım etmeğe (sayfa 21)ve Allah’a doğru bir tevekkül ile kendi gücü ve kuvvetinden çıkmıştır. “Her kim Allah ’a tevekkül ederse o ona yeterdir” (Talak, 3) “Müminlere yardım, üzerimize bir haktır” (Rum, 47)

Onlar için bu vardır. Zira onlar onu ilgi alanlarına koymuşlar. O da onlardan ağyarı gidermiş ve galibiyetin vücudunu onlar için üstlenmiş.

Şeyh Şihâbuddin el-Eberkuhî bana şöyle haber verdi: “Şeyh Ebû’l- HasanŞâzelî (r.a.) den duydum, diyordu ki; Allah şöyle buyurur: “Tasanın yerine beni koy, senin tasana kâfi geleyim. Ey kulum, kendinle olduğun müddetçe benden uzaksın. Benimle olduğun müddetçe yakınsın. Kendin için dilediğini seç. ”

Hadiste şöyle gelmiştir: “Her kimki benim zikrim onu, benden birşey istemekten olıkoyarsa o kimseye, siteyenlere verdiğimin en faziletlisini veririm. ”Demekki Allah, zikrinin onları istemekten meşgul etmesine razı olmuşsa, nasıl onların ona olan zikri ve övgünün kendilerine yardım etmekten meşgu letmesine razı olmasın? Kim Allah’ı tanırsa kendine yardım etme kapısını bozmuş olur. Zira ârifin mârifeti, marufuna ait olmayan fiile şahit olmamayı gerektirmiştir. Allah’ı kendilerinde fiilî olarak gören, mahlûkâttan nasıl yardım alır? Nasıl velilerine yardımı terk eder ki, onlar kendilerini teslim olarak onun önüne atmışlar, ondan gelen hükümlere teslim olmuşlar, onun himayesindeler, onun mecdinin çadırları altındalar, kendi zikri hariç onları her şeyden korur, kendi sevgisi hariç onları her şeyden koparır, kendi yakınlığının mevcudiyeti dışındaki her şeye onları tercih eder. Onların dili onun zikriyle konuşur. Kalpleri onun nurlarıyla sevinç içindedir. Katında onlar için vatan kılmıştır. Kalpleri onun huzurunda döner. Sırları onun konuşmalarının tanıklığına muhakkiktir.

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs(r.a)’ın şöyle dediğini duydum: “Allah’ın velisi Allah ile beraber, inindeki dişi aslan ve yavrusu gibidir. Yavrusunu öldürmek isteyene müsade eder mi?”

Bir hadisde: Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gazvelerden birindeydi, kadının biri emziren çocuğunu arıyordu. Onu görünce üzerine atıldı ve göğsünü ağzına verdi. Sahabiler hayret içinde ona baktılar. Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Allah kuluna, bu kadının yavrusuna olan rahmetinden daha merhametlidir”dedi. Onlara hak yardımının olması, düşmanlarıyla muharebesi bu rahmettendir. Zira onlar onun sırlarının taşıyıcıları, nurlarının madenleridir (sayfa 22). “Allah iman edenlerin velisidir. ” (Bakara, 257)“Allah, iman edenleri müdafaa eder. ” (Hac, 38)

Ancak Allah’ın bir veliye eziyet eden kişiye mukabelede bulunmasının, dünya (hayatı)’nın kısa oluşundan ötürü, acil olması gerekmez. Hem Allah dünyayı kendi dostlarınımükafatlandırma yeri olarak kılmadığı gibi düşmanlarının da cezası için bir yer olarak kılmamaıştır. Eğer acil olursa, bu bazen kalbin katılığı veya gözün kuruluğu veya taatten uzaklık veya günaha düşüş veya himmetten kopukluk veya kendi hizmetinin lezzetinden mahrumiyet şeklinde olur. İsrail oğullarından bir adam Allah’a yöneldi sonra ondan yüz çevirdi. Dedi ki: Ey Rabbim, sana nice isyan ediyorum ancak sen beni cezalandırmıyorsun. Bunun üzerine Allah o dönemin peygamberine vahiy gönderdi. Dedi ki: Ona söyle ben seni nice cezalandırdım ki, sen farkında olmadın. Ben, zikrimin tatlılığını, yakarışımın lezzetini senden gidermedim mi? Bu açıklamanın faydası şudur: Allah’ın velilerinden bir veliye eziyet eden bir insan için, selametle hükmedilmesin, onun nefsinde, malında ve çocuklarında bir sıkıntı görmezsen kulların muttali olacağı daha büyük bir sıkıntı olabilir. “Bana yaklaşanlar, kendilerine farz kıldığım şeylerle yaklaştıkları gibi, hiçbir şeyle yaklaşmamıştır.”[21]Allah’ın kullarından istediği farzlar, zahir ve batin olmak üzere iki kısımdır.

Zahir olanlar: Beş vakit namaz, zekât, ramazan orucu, hac, iyiliği emredip kötülükten nehy etmek, anne bâbaya iyilik vb.

Batın olanlar, Allah’ı bilmek, onun için sevmek, ona dayanmak, vaadine güvenmek, ondan korkmak, ondan ummak vb. Bu da iki kısma ayrılıyor: Bir şeyi yapmak ve yapmamak. Senden yapmanı istediği şeyi yapmak, yapmamanı istediği şeyi terk etmek. Bu iki durumu da şu âyeti kerime barındırıyor: “Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkinlikten, fenalıktan ve azgınlıktan nehy eder.” (Nahl-90)

Şunuda bilesin: Allah’ın kullarına vucuben emrettiği veya nedben kendisinden istediği her şeyin yapılmasında mutlaka kulları için bir maslahat vardır. Tahrimen veya keraheten yasakladığı her şeyin terkinde de mutlaka onlar için maslahat vardır ki vücuben veya nedben onu terk etmesini emretmiştir. Biz, hidâyet yolundan sapmış, kullarının maslahatına riâyet etmek, onun için vaciptir diyenler gibi demeyiz. Bilakis biz deriz ki: (sayfa 23)

Bu hakkın ve devam eden şerîâtın âdetidir. Kullarıyla beraber tafaddul yoluyla bunu yapmıştır. Keşke bilseydim; onlar, Allah’ın üzerine kullarının maslahatını gözetmesi vaciptir dediklerinde bunu Allah’a vacip kılan kimdir? (surusuna da cevap verebilselerdi) Hem sonra baktık ve gördük ki, her emredilen ve teşvik edilen şeyler Allahla birleşmeyi gerektiriyor, nehyedilen ve hoş görülmeyen şeyler de ondan ayrılmayı barındırıyor. O hâlde Allah’ın kullarından istediği, onda birleşmeyi vücuda getirmeleridir. Taatler, birleşmenin sebepleri ve vesileleridir. Bu yüzden emredilmişler. Masiyetler ise, ayrılık sebepleri ve vesileleridir. Bu yüzden nehyedilmişler.

Zahir olan farzlar, batinî farzlardan ayrılmazlar. Batinî farzlar onların şartları ve asıllarıdır. Zahiri ve Batinî farzlar arası zahir ile batin arası gibidir. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şu sözü bunu açıklamıştır. “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır. ” Bâtıni günahlar da küçükleri ve büyükleri, zahiri günahların büyük ve küçüklerinden daha şiddetlidir. Farzları Allah kulundan kesin bir şekilde istediğinden, kul onlarıAllah’ın ihtiyarıyla işlemiştir. Artık kulun orada bir hevâsı[22] kalmamıştır. Zira Allah onun hazırlığını, imdadını ve esbâbını tayin etmiştir. Böyle olduğu içindir ki, artık kul kendiiradesindenvazgeçmiş, Allah’ın iradesine teslim olmuştur. Böylece farzlar başka bir şeyin icab etmediği yakınlığı icab ettirmişler. Bundan dolayı dedi: “Bana yaklaşanlar, kendilerine farz kıldığım şeylerle yaklaştıkları gibi, hiçbir şeyle yaklaşmamıştır. ”

“Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam edecek ta ki, onu sevmeye başlarım. ” Nafileler fazlalık demektir. Bu yüzden ganimette imamın, payından fazla olarak uygun görüp verdiğine nefl-enfal denmiştir. “geceden sana özgü nafile olarak teheccüd kıl, ” (İsra, 79) yani senden istenen farzlardan sana özgü olarak bir fazlalık. Genelde Allah her vacibin cinsinden bir nafile kılmıştır ki, bir vacibi yerine getirirken onda bir kusur olursa kendi cinsinden nafileyle onun yerini doldursun. Bunun için hadiste denmişmiştir ki: Kulun namazına bakılır, eğer Allah’ın emrettiği şekilde yerine getirmişse onun için tesbit edilip mükâfatı verilir. Eğer bir eksikliği varsa nafileyle tamamlanır. Hatta ehl-i ilimden bazıları şöyle demiştir: Farzları sâlim olduğunda nafilelerin sabit olur. Allah kullarından zayıf ve güçlüler olduğunu bildiği için, -hadiste de geldiği gibi “güçlü mümin Allah katında zayıf müminden daha hayırlı ve sevimlidir. Hepsinde hayır vardır.”[23] - zayıflara vaciplerle yetinmekle genişlik kıldı (sayfa 24).

Güçlülere de hayır ve nafilelerin kapısını açtı. Öyle kullar vardır ki, cezasından korktukları için, vacipleri yerine getirirler ki, kendilerini helak olmaktan ve cezaya uğramaktan kurtarsınlar. Allah’a âşık olduklarından ve rubûbiyetinin vefası için bunları yerine getirmiyorlar. Eğerölümle karşılaşsalar, onların bu kıyamı kendilerinden kabul olmaz. Çünkü onlar kendileri için kıyam etmişler. Sadece kendi paylarını taleb edip Allah’ın vaciplerini yerine getirmişler. Bu vacip kılınışın zincirleriyle çekilmişler. Hadiste de böyle gelmiştir:“ Rabbin, zincirlerle cennete sevk edilecek kavme taaccub etmiştir.”’11 Diğer kullar ise onlardaki aşkı galeyanından ve sevgiden dolayı vacipler kendilerine kâfi gelmez. Bilakis kalpleri bu dünya engellerinden kurtulup, Allah’a yönelmiştir. Eğer, nehyolunan vakitlerde, nafile namaz yasaklanmasaydı, tüm vakitleri onunla geçirmiş olurlar ve nefislerine güçlerinin üstündekini yüklerlerdi. İnsanların bu iki kısma ayrıldığını Hz. Peygamber’in hadislerinden anlıyoruz.

“yedi şey gelmeden önce amelleri aceleyle yapın. Sizden birinizi bekleyen ya azdırıcı bir zenginlik veya her şeyi unutturan bir fakirlik veya geri bırakan bir hastalık veya bağlayan bir ihtiyarlık veya her an hazır olan ölüm yahut gaib şer olan deccal veya kıyamettir. Kıyamet en şiddetli ve en acıdır.”[24] [25] Bu hadis, tüm himmetleri Allah için harcamayı, ibadet için amellere teşviki, gelmeden önce avarızlarla yarışmayı gerektiriyor. Bu birinci gruba olan hitaptır. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlardan amellerde acele etmelerini istemiştir. Başka hadislerde ise, taat konusunda kulları iktisad ile emretmiştir ki, aşk etkenine it aat edip, nefslerine güçlerinin üstündekileri yüklemesinler. Böylece Allah’a itaat etmekten aciz olmalarına sebebiyet verecektir. “Amellerden güç yetireceklerinizi yüklenin vallahi siz usanmadıkça Allah usanmaz.[26] [27] [28], “İktisatlı olun ki menzile ulaşasınız.””'15 “Bu din güçlüdür. Yumuşaklıkla ona dalın””16 (sayfa 25).

“Nefsine Allah’ın ibadetini, küstürme.”[29] Vacipleri yerine getirip onlarla yetinen ve vaciplerle beraber nafileleride yapanların örneği şu iki köle gibidir: Sahipleri onları, günlüğü dört dirhemden götürü bir iş üzerine ücretlendirmiştir. Birisi sadece onu yerine getiriyor başka bir şey yapmıyor. Diğeri ise meyvelerin durumuna ve ilginç şeylere yönelir, onları satın alıp efendisine hediye eder. Bu diğer köleden efendisi için daha sevimlidir. “Onu sevdiğimde işiten kulağı gören gözü olurum... ” yani, Fenâdan sonraki, bekânın varlığıdır. Böylece vasıflarını yitirirsin.

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’tan duydum şöyle diyordu: “Allah’ın öyle kulları vardır ki onların fiillerini kendi fiilleriyle, sıfatlarını kendi sıfatlarıyla, zatlarını kendi zatlarıyla gerçekleştirir. Öyle sırlarını onlara taşıtmış ki, bütün veliler, onu duymaktan acizdirler. Onlar, zatın denizinde ve sıfatların dalgalarında boğulanlardır. O hâlde onlar, üç guruptur. Allah, kendi fiilleriyle, onların fiilinden, kendi sıfatlarıyla, onların sıfatlarından ve zatından seni, müstağni eylesin. Bu yüzden, onlardan biri şöyle söylemiştir:

Öyle kavim vardır ki, yerde bir hareketle (yollarını) şaşırdılar. Öyle kavim vardır ki, sevgisinin meydanında kayboldular.

Yok, oldular, sonra yok oldular, sonra yok oldular. Yakınlığının yakınlığından bekâ ile baki oldular.

Seni senden fani kıldığında kendi ile baki kılar. Fenâ bekânın dehlizidir. Ondan ona girilir. Fenâsı sâdık olanın bekâsıda sâdık olur. Kimin Fenâsı Allah’ın dışındakilerde olmuşsa, bekâsı Allah ile olur. Bu yüzden demişler: Kimin yok oluşu Allah’ta olursa onun hâlefi Allah’a aittir. Fenâ özürlerini bekâ ise yardımlarını gerektirir. Fenâ, her şeyden kaybolmalarını bekâ ise, her şeyde Allah ile beraber bulmalarını gerektirir. Hiçbir şeyde ondan kopmazlar. Fenâ onları öldürür bekâ ise onları diriltir. Kim onun varlığının dağlarını düzleştirirse, tanıklığının davetçisini duyar. “(Ey Muhammed!) Sana dağların (kıyamet günündeki) hâlini soruyorlar. De ki: “Rabbim onları toz edip savuracak. Onların yerlerini dümdüz, boş bir alan hâlinde bırakacaktır.” (Taha, 105-108) Bekâ sahibi Allah yerine iş yapar. Fenâ sahibi ise, Allah onun yerine iş yapar.

“Yaptığım hiçbir şeyde kulumun, ölümü sevmediği zamanki, nefsini almaktaki tereddüd gibi bir tereddüd geçirmedim. Ben onun üzülmesini istemiyorum, ancak onun ölmesi lazım.” (sayfa26) Allah sana rahmet etsin. Bilesin ki, tereddüdün, tevil edilmesi gerekir. Zahiri manaya hamd edilemez. Tereddüt, ya cezaların sonlanması, ya da olacaklara mukabil, mahlûkât hakkında söz konusudur. Bu ise Allah hakkında imkânsızdır. Buradaki tereddütten amaç şudur: Allah’ın öncelikli ilmi, kulun belirlenen vakitte, ölmesini gerektiriyor. Şefkat sıfatı ise, eğer bu önceki ilimden olmasa bunun olmamasını istiyor. Yüce Allah, “O ölümü sevmiyor bende onun üzülmesini istemiyorum” sözüyle, şefkat sıfatına, “onun bundan kurtuluşu yoktur” sözüyle ilim sıfatına işaret etmiştir. Allah sana yönelmesi ile rahmet etsin. Nûrlarını sana ulaştırsın. Bilesin ki, iki velâyet vardır. Biri, Allah’ı veli edinen diğer i de Allah’ın veli edindiği kişidir. Birinci velâyet konusunda Allah şöyle buyuruyor: “Her kim Allah’ı, resulünü ve iman edenleri dost edinirse, muhakkak ki Allah taraftarları galip gelecektir.” (Maide, 56) İkinci velâyet hakkında da şöyle buyurmuştur: O, Salihleri veli edinir. Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: Kazanın gerçekleştirdiklerine rıza göstermek, belaların gelişinde sabretmek, şiddet esnasında Allah’a dayanmak, tövbelerde Allah’a dönmek, Allah’ın en büyük hibelerindendir. Her kime, bu dört özellik ameller hazinesinden mücahede yüzeyine, sünnete uymaya, imamlara tabi olma derecesine çıkarsa, artık onun Allah’a, Rasûlü’ne ve Müminlere olan velâyeti sahih olmuştur. “Her kim Allah’ı, Rasûlü’nü ve iman edenleri dost edinirse, muhakkak ki Allah taraftarları galip gelecektir.” (Maide, 56)

Her kim, nimetler hazinesinden, muhabbet yüzeyine çıkarsa, Allah’ın ona olan velâyeti, “o Salihleri veli edinir” sözüyle tamamlanmıştır. Böylece iki velâyet arasını birbirinden ayırmıştır. Kul var “Allah’ı veli edinir”, kul var “Allah onu veli edinir”. Burada küçük ve büyük olmak üzere iki velâyet vardır. Allah’a olan velâyetin, mücahededen, Rasûlü’ne olan velâyetin sünnetini takip etmenden, mü’minlere olan velâyetin, imamlara uymandan meydana gelmiştir. Bunu “Her kim Allah’ı ve resulünü veli edinirse...” âyetinden anla. Allah, şefkatlerini indirmekle, âriflerini lütuflarını anlamakla, sana merhamet etsin bilesin ki, Allah’ın o Salihleri veli edinir sözündeki, salah, ehl-i tarikin mertebeler tafsilatında, kast ettikleri salah değildir. Onlar diyorlar ki: Salih, şehid, veli... Bilakis buradaki salahtan amaç, onlar ki onun huzurunda, mahlûkâtından Fenâyı gerçekleştirmekle, salih olanlardır (sayfa27). Yüce Allah’ın Hz. Yusuf (a.s.)’tan bahsederken: “Beni Müslüman olarak öldür ve salihlere ulaştır” sözünü duymadın mı? Salihlerle, bâbalarından peygamber olanları murad etmiştir. Zira Allah, onları nübüvvet ve risaleti ileehil kılmıştır. İstersen, iman velâyeti ve yakîn velâyeti diye de nitelendirebilirsin. İman velâyeti, hakkında Allah şöyle buyurmuştur: “Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan nura çıkarır. ” (Bakara, 257) bu âyette birçok faide vardır.

Birinci faide: Buralarda başka isimler değilde, Allah ismi, anılmaya tahsis edilmiştir. “Allah iman edenlerin velisidir” demiş, Rahman veya Kahhar ya da vasıflarını içeren diğer isimlerini söylememiştir. Zira Allah sana, tüm isimlerini içinde barındıran isminden, diğer tüm mü’minlerin üzerine velâyetinin kuşatıcılığını öğretmek istemiştir. Eğer sıfat isimlerinden bir ismi söylemiş olsaydı, bu durumda velâyet, sadece o isim yönüyle olurdu.

İkinci faide: Velâyeti imanla beraber eyledi ki, iman değerinin yoğunluğunu, konumunun yüceliğini, sana öğretsin ki, Allah’ın kula olan velâyetinin subutuna sebep olsun. Hitabın geçmiş zaman kipi ile gelmiş olması, bu ayettenvelâyetin, kendisinde iman gerçekleşen kişiye özgü kılındı, hitap nazil olmadan önce gerçekleştiği anlaşılmaz. Bilakis amaç, iman her kim ile kaim olmuşsa, Allah’ın ona velâyeti vacip olmuştur. Yani o iman esnasında bazen fiiller, belli bir kalıp şeklinde getirilir, ancak o kalıbın husûsîyeti amaçlanmaz. Nasıl ki, iman eden felaha ulaşmıştır, kâfir olan da ziyan etmiştir. Görmüyor musun? Herhangi belirli bir zamana arz olunmaksızın, birinciden murad, kendisinde iman olan kişi felahı bulmuştur ve kendisinden küfür sadır olan kişi de ziyan etmiştir.

Üçüncü faide: “Onları karanlıklardan nura çıkarır" (Bakara, 257) Rahmetinin ve nimetinin bol olmasına binaen "Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır,” dediğinde bundan anlaşıldı ki, onlar bazen karanlıklara girerler. Ancak Allah onların velisi olduğu için, onların çıkışlarını üstlenir. Başka bir âyette de dediği gibi: “Onlar ki, bir çirkinlik işlediklerinde veya nefslerine zulmettiklerinde, Allah’ı anarlar.” (Al-iİmran, 135) Burada mü’minler için övgü yapılmıştır. “Onları karanlıklardan nura çıkarır”” müjdeyi burada kendilerine iletmiştir. “Onlar ki, çirkinliği işliyorlar”” şeklinde ifade etmemiştir. Zira eğer böyle söylemiş olsaydı, “Büyük İtina” ehl-i dışında kimse bu kapsama girmezdi. Şunlar da, bu meyandadır: “Öfkelerini yenenler”” (Al-i İmran, 134) “Öfkelendiklerinde

bağışlanma dilerler”” (Şura, 27) gazabdan sonra mağfiretle onları övmüştür. “Onlar ki hiç öfkelenmezler”(sayfa 28).

Şeklinde hiç gazap etmemekle onları nitelendirmemiştir. Zira onların muttasıf olduğu sıfat, bunu gerektirmiyor.

Dördüncü faide: Bu âyet yüce Allah’ın, velâyetinin kapsadığı büyük müjdeyi, mü’minlere bildirmesidir. Zira o dünya ve ahiret hayırlarından, nûru, ilmi, fethi, şuhudu, mârifeyi, yakîni, desteği, çokluğu, hurileri, sarayları, nehirleri meyveleri, ruyetullahı, Allah’tan razı oluşu, bu arada muttakilerle beraber haşrolunmayı, sağından kitabını almayı, mizanda iyiliklerinin ağır gelmesi, sırat üzerinde sebatı ve bunun dışındaki bağış ve hibeleri, mü’min kulları için, Allah’ın velâyeti bu hayırları içermektedir. Bu bütün müjdeleri kapsayan bir müjdedir.

Bilesinki, Allah’ın velâyeti, hem faydayı, hem de zararı def etmeyi, içerir. Fayda şu âyetlerden anlaşılıyor: “Herhani bir şehir iman etseydi ya, ona imanı fayda vereydi.” (Yunus, 98) “Azabımızı gördüklerinde imanları onlara fayda verecek değildir.” (Ğafir, 85) Bu kâfirlerin sıfatı hakkındadır. Mefhumu şudur: “Azab anında bile olsa, iman mü’minlere fayda verir. Şu âyette bu bâbdandır: “Rabbinin bazı âyetlerinin geldiği gün, daha önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır işlememişse, hiçbir nefse, imanı fayda vermeyecektir.” (En’am, 158) mefhumu şudur: Daha önce Mü’min ise imanı fayda verecektir.

Zararı giderme konusu ise şu âyetten anlaşılır: “Allah iman edenleri müdafa eder.” (Hac, 28) velâyet yardımı da78 içeriyor. “Mü’minlere yardım üzerimize bir haktır.” (Rum, 47) kurtuluşuda içeriyor: “Böylece mü’minleri kurtarmak üzerimize bir haktır.”

Beşinci faide: “Onları karanlıklardan nura çıkarır”” (Bakara, 257) Yani onları, küfür karanlıklarından iman nuruna, bid’at karanlıklarından sünnet nuruna çıkarır. Gaflet zulûmatından, uyanıklık nuruna, fırsatçılık zulûmatından, hak nuruna dünyayı talep etme karanlıklarından, ahireti talep etme nuruna, ma’siyet zulûmatından taat nuruna, aşırı karanlıklarından, latafet nuruna, hevâ karanlıklarından, takva nuruna, dâva karanlıklarından, güç ve kuvvetten, teberrînurunun aydınlığına (sayfa 29, tedbirin zulûmatından, teslimiyetin nuruna çıkarır. Daha bunun dışında, sayılamayacak derecedeki (sıkıntılı) durumlardançıkarır.

İkinci velâyet, yakîn velâyetidir. Bu iman ve tevekkülü içeriyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Her kim Allah’a dayanırsa O, ona kâfidir.” (Talak, 3) tevekkül yakînsiz olmaz. Tevekkül ve yakînde imansız olmaz. Çünkü yakîn, kalpte Allah’ı bilme istikrarından ibarettir. Dağda su, istikrar bulup durduğunda “Yakine’l-Mâ-i fi’l-Cebel” manasından alınmıştır. Her yakîn imandır ancak her iman yakîn değildir. Aralarındaki fark şudur: İman bazen gafletle beraber olabilir. Yakîn ise gafletle bir araya gelemez. Dilersen, bunlara sıddıklerin velâyeti ve sâdıkların velâyetide diyebilirsin. Sâdıkların velâyeti, Allah’a karşı samimi, Allah’tan karşılığını bekleyerek vefalı olmakla mümkün olur. Sıddıkların velâyeti ise, Allah dışındakilerden fenâ olup, her şeyde Allah ile baki olmakla gerçekleşir. Şeyh Ebû’l- Hasan, şöyle dedi: “Allah’ın bazı peygamberlerine indirdiği bazı kitaplarında şöyle denmiş: Kim her şeyde bana itaat ederse bende her şeyde ona itaat ederim.”

Şeyh Ebû’l-Hasan dedi: “Her şeyi terk ederek her şeyde bana itaat edene, her şeyin ardında, ona tecelli ederek ona itaat ederim. Ta ki beni her şeyden daha yakın bulur. Bu ilk tarikat olup saliklerin tarikatıdır. Büyük yol ise, her kim, her şeye yönelmek suretiyle, her şeyde bana itaat ederse, mevlasının iradesini ve itaatini her şeyde güzel görür, öyle ki, her şeyde ona tecelli ederim, ta ki, her şeydeymişim gibi beni görür. Bunu bildikten sonra, bilesin ki, bunlarda iki velâyettir. Biri, her şeyden zengin kılan, Allah ile beraber hiçbir şeye şahit olmayan velidir. Diğeri ise, her şeyde baki kalan ve her şeyde Allah’ı müşahede edendir. Bu daha kâmil olandır.” Zira Allah, mülkiyet yerinde zahir olmamıştır ki, şahit olunsun.

Kâinat, sıfatların görüntüsüdür. Her kim varlıktan ğayb olursa ondaki hak görüntüsündende ğayb olur. Kâinat, göresin diye varedilmemiştir. Onda mevlanı göresin diye varedilmiştir. Hakkın senden muradı, görmeyenler arasında onu görmendir. Onda zuhûr etme bakımından göresin. Varlık bakımından değil. Bizi m bu manada bir şiirimiz vardır:

Âlemler inşa edilmemiştir ancak,

Görmeyenlerin gözüyle görmen içindir (sayfa 30).

Yüksel sen öyle bir yükseliş ki memnun olasın.

Kâinata bakıp da onda hakka şahit olmayan gafildir. Ondan fani olan, şahitlik nüfuzundan, gafil olan kuldur. Onda hakka şahit olan kâmil ve muhassas kuldur. Varlığın değersizliği, varlığı yönüylendir. Hakkın onda zuhûr etme yönüyle değil. Zahit, abid ve irade ehl-inin varlıktan yüz çevirmesi, onda hakkın zuhûruna şahit olmamalarındandır. Bunun sebebi, her şeyde ona nufuz edemeyişlerindendir. Onun her şeyde zuhûr edemeyişinden değil. O her şeyde zahirdir. Hatta o gizlendiği şeyde bile zahirdir. Hicab yoktur. Bu manada bizim bir şiirimiz vardır:

Her şey muhtaçtır sen ğanisin

Benim gibiler hata eder senin gibiler affeder

Sen sevgiyi ikram olarak izhar edensin, Senin gibiler korur benim gibiler kurur

Sana götürmeyen hayatın tadı yoktur

Ve arınmış değildir. Hayır!

Allah’a and olsun ben onun için arınırım.

Azmettim tüm varlığı terk etmeye,

Sevgi yolunu takip edeceğim, seçkin, takip eder.

Şahitliğiniz perdeyi kaldırır, çünkü

Tahkik gerçekleştiğinde keşif olur.

Her hâlinde dostlara ne kadar ihsan eder.

Allah için gizlediklerini, Allah açığa çıkarmaz.

Onlar ki, herhangi bir sahnede sana şahit olmadılar.

Hevâ sırrına ulaşmaktan kalpleri kapalıdır.

Sen ki zahir ettin, sonra zahir oldun.

Bütün ilkelerde örfün şahit olduğu gibi

Bütün varlığa zahir oldun, varlıkta

Beni zahir etti ona. Suhuflarda geldiği üzere.

Hangi kalp, sevginden meylederki.

Hangi göz, sana yaklaştıktan sonra uyumaz.

Hangi nefsi, hevânız onu usandırmaz.

Halkın nefslerinde, sevginize dayanma peyda olmuştur.

Dilersen bunlarada delil ve burhan velâyeti, şuhud ve âyân velâyeti diyebilirsin. Delil ve burhan velâyeti, itibar ehli için, şuhud ve âyân velâyeti, istibsal ehli içindir. Birinci velâyetehli için, Allah şöyle buyurmuş: “Biz onlara delillerimizi, hem kâinat çapında hemde kendi nefslerinde göstereceğiz'” (Fusilet, 53) ikinci velâyetehli içinse, Allah’ın şu sözü vardır: “Allah da, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar.” (En’am, 91)

Delil ve burhan erbâbı, şuhud ve âyânehl-i yanındadır. Çünkü şâhit ve ayân ehli, zuhûrunda hakkı takdis etmişlerdir. Delile ihtiyaç olduğu zaman, ona delalet ederler. Delil olarak dikilen biri nasıl delile muhtaç olur? (sayfa 31)Kendisiyle o tanıtılırken, nasıl o onu târif eder? Şeyh Ebû’l-Hasan demiştir ki: Mârifelerin kendisiyle bilindiği bir kişi, mârifeleri nasıl tanıtır? Ya da, varlığı her şeyin varlığından önce olan, bir şeyi nasıl tanıtır?

Müridin biri şeyhine der ki: Allah nerede? Bunun üzerine ona der ki: Allah seni yok etsin, gözle beraber neredeliği mi arıyorsun? Bazı ârifler şöyle bir şiir inşad etmişler:

Sen zahir oldun kimseye gizli değilsin

Ancak ay’ı görmeyen körler hariç

Sonra gözlerden gizlendin ey ehad

Nasıl bilinir izzet ile örtünen?

Hak kullarından ancak zuhûrunun büyüklüğüyle perdelenmiştir. Gözlerin ona şâhit olmasına ancak nûrunun kahharlığı engel olmuştur. Yakınlığın şâhitliğin i senden gizleyen (bizzat) yakınlığın büyüklüğüdür. Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: Yakınlığın hakikâti, yakınlığın büyüklüğünden yakınlığın içinde yakınlığı görmemektir. Miskin kokusunu koklayan, ona yaklaştıkça kokusu artar. Kokunun olduğu odaya girdiğinde kokusu kesilir. Bazı ârifler şu şiiri inşad etmişler:

İki vadi ve dağı karıştıran niceleri vardır.

Durum dağın üzerindeki ateşten daha açıktır.

Bakıyorum Necd’i soruyorsun oysa sen oradasın

Ve Tihame’yi, bu meraklının fiilidir.

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın hattıyla şöyle bir şiir gördüm:

Yanında Leyla’dan yazılı bir söz var mıdır?

Ki, emriyle çürümüş olan canlanır, dirilir.

Ahdim onunla kaim olan kadim ahitledir ki,

Ben her durumda onun arzusunda sınırlandırılmışım.

Eskiden ondan bir görüntü beni ziyaret ederdi.

Hâli imkânsız olan ziyaret etmez.

Hayali görüntüsüyle dahi olsa yemin edilir mi?

Yoksa tasavvuru dahi sahih olmayacak derecede yükseldi mi?

Güneşin doğuşu Leyla’nın yüzünden beslenir.

Oysa halkın gözleri Güneşte şaşar.

Güneşin batması onun peçesini kaldırmasıyladır.

Hayret! Açıklık örtüyor.

Bilesin, ilki Hakk’a şahit olan için değil, ona talip olan için konulmuş. Şahit olan, meşhud açık olduğu için delile muhtaç değildir. Bu durumda mârifet, ona vesileleri vasıl etme itibarı ile kesbidir. Sonra nihâyeti zarureten ona döner. Eğer kâinattan vasfı ile delil getirmeye muhtaç olmayanlar varsa, mükevvin hayli hayli delil getirmeye muhtaç değildir.

Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: “Biz Allah’a basiret ve yakînle baktık (sayfa 32). Bu bizi delil ve burhandan müstağni eyledi. Biz halktan birini görürüz, Hak Melik’in dışında varlıkta başka biri var mı? Eğer varsa ki, olmalıdır, o halde arzuda bir alev olarak ona tabi olmalıdır. Onu araştırdığında hiçbir şey bulamazsın. En tuhaf olan şudur ki, kâinat ona ulaştırıyorken, keşke bilseydim onunla beraber başka bir vücudu var mıdır? Ta ki ona ulaşsın. Ya da onun olmayan bir izahatı var mıdır ki, o onu izah etsin. Madem kâinat ona ulaştırıyor, o hâlde bu onun kendi zatı itibariyle değildir. Ancak ona ulaştırma rütbesini verendir. Vasıl kıldı; onun ulûhiyeti dışında bir şey vasıl kılmadı. Ancak, hikmet sahibi sebepleri koyandır. Kâinat, kendisinin yanında durup, onun kudretine nüfûz etmeyenler için, hicab kaynağıdır. Râvi diyor ki: Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gecede olanların etkisi ile sabahladı. Dedi ki: “Bilirmisiniz Rabbiniz ne dedi?” dediler ki: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” Dedi ki: “Rabbiniz demiştir. Kullarımdan kimi mümin kimi kâfir oldu. Bize Allah’ın fazlıyla yağmur yağdı diyen bana inandı. Yıldızları inkâr etti. Falan yıldız bize yağmur yağdırdı diyen ise, beni inkâr etti yıldızlara inandı.”[30] Malik, Muvatta’da rivâyet etmiştir. Sebeplerin bir varlığı gerekir. Gaybet için şâhitlik gerek. Kâinat nasıl onu izhar eder ki, onu izhar eden O dur. Ya da nasıl onu tanıtır ki, onu tanıtan O’dur.

Hadiste şöyle gelmiştir: “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” Bu, nefsini bilmenin Allah’ı bilmeye ulaştırdığının delilidir. Nefs varlıklardan bir varlıktır. Bunda, kâinatın ona ulaştıracağına dair ispat vardır.

Şeyhimiz (r.a.) şöyle dediğini duydum: “Bu hadisin iki yorumu vardır: “Birincisi, nefsini zilleti acizliği ve fakirliği ile bilen, Allah’ı, izzeti, kudreti ve zenginliği ile bilir, dolayısıyla ilken nefs, sonra Allah bilinir. İkinci yorum: Kim nefsini bilirse, bu gösterir ki, o daha önceden Allah’ı bilmiştir. Birincisi saliklerin, ikincisi meczupların hâlidir.

Allah seni nimetleriyle donatsın. Seni kendi hazretinin ehl-inden eylesin. Bilesin ki, Allah, bir veliye velâyet ettiğinde onun kalbini ağyardan korur. Nurların devamı ile onu muhafaza eder. Hatta bazı ârifler şöyle demiştir: Allah’ın, gökyüzünü, ordan bir şeyler çalınmasın diye yıldız ve kıvılcımlarla muhafaza ettiği gibi müminin kalbi korunmaya daha layıktır. ZiraHz. Peygamber’in Allah’tan naklettiği şu sözünden anlaşılmaktadır (sayfa 33): “Yerim ve göğüm beni kuşatamadı, mümin kulumun kalbi beni kuşattı”[31] Allah’ın şu kalbe verdiği büyük halebak ki, bu rütbeye ehil oldu. Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: Günahkâr müminin nûru keşfolunsa, yer ile göğün arasını kaplar. Ohâldeitaatkâr müminin nûru hakkında ne dersin? Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: “Keşke Velinin hakikâti, kul için bir keşf olsaydı, zira onun vasıfları onun vasıllarındandır, onun nitelikleri onun niteliklerindendir. Bazı müridler bana dedi ki, şeyhimin arkasında öyle bir namaz kıldım, aklımı hayrete düşürecek şeylere şahit oldum. Şöyle ki: Şeyhimin bedeninin nurla dolduğunu ve bu nurların vücudundan yayıldığını gördüm. Hatta ona bakmaya güç yetiremedim.” Şâyet hak, şereflendirdiği velilerin, kalplerindeki, nurlarda, keşfolunsaydı, güneşin, ayınnuruonların kalplerinin nurlarının ışıklarında sönüverirdi. Güneş ve ayın nûru, onların nûru karşısında nedir ki, güneş tutulur, batar, velilerin kalplerindeki nurlar ise, ne tutulur, ne de batar. Bundan dolayı şairin biri şöyle demiştir:

Gündüzün güneşi gece batar,

Kalplerin güneşi ise batmaz.

Güneşin ışığıyla eserler görülür,

Yakînin nuruyla müessir görünür.

Bu anlamda şöyle bir şiirimiz daha var:

Bu güneş bizi nurla karşıladı.

Yakîn güneşi ise, nûru daha parlaktır.

Biz bu nûrla gördük ancak,

Onunla ise aydınlatıcıyı gördük.

Ancak Allah, mümkün olan varlıkların, hakkını verir, ölçüsünü verir, varlıktaki, her şey için rütbesini tespit edip gücünü sağlar. Bu yüzdendir ki, beşeriyetvarlığında, husûsîyetten gizlenmiştir. Güneşin bir bulutu, gelinin bir duvağı olmalıdır. Hazine ancak gömülü, sır ise ancak korunaklı olur. Allah bunu böyle yaptı ki velâyet sırrı gizli olsun. Böylece ona inanan ğaybe inanmış olur. Hakeza velâyetinin en büyük sırrı, bekâsı olmayan diyarda izhar etmesidir. Üzerine, gizlilik örtüsünü saldı. Ta ki, razı olduğu ahiret diyarı zuhûru, yaklaşması ve var olması içi n ehil olsun. Hicabını da oradaki velâyet sırrından, hicabı kaldırarak keşfeder. Değerini çoğaltır, nurunu yüceltir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun,

Bilesin ki, Allah velilerinden her kimi, kendine davetçi olmasını dilerse, bunu kullarına izhar etmesi gerekir. Zira Allah’a çağrı ancak böyle olur. Ondan sonra ona, celalet ve güzellik elbiselerini giydirmesi gerekir (sayfa 34). Celalet, kulların ona saygı göstermesi, onunla beraber edep sınırları içinde kalmaları içindir. Emir ve yasakları kulları tarafından yerine getirilmesi için ona (veliye) karşı kalplerinde bir heybet vareder. Bu heybet Allah tarafından o veliye yardım etmek içinkonulmuştur. Allah şöyle buyurmuştur: “Onlar ki, eğer biz kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı kılar, zekâtı verir, marufu emreder, münkeri nehyederler. işlerin sonu Allah’ındır.” (Hac, 41) Bu, hakkın mümin kullarına desteğinin izharıdır. Allah şöyle buyurmuştur: “izzet, Allah’ın, Rasûlü’nün ve müminlerindir!”

Allah’ın velileri için, kullarının kalplerinde kıldığı heybet, tabi olunanın şerefini onların üzerine yaymak içindir. Hz. Peygamber’in şu sözünü duymadınmı?“ bir aylık mesafedeki düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum.”[32] Hak onlara kendi heybetinin elbiselerini giydirdi. Azametinin celalini onların üzerinde izhar etti. Ubûdiyet arzına her inişleri karşılığında, Allah onları husûsîyet göğüne yükseltir. Azizler ve bentler onların üzerine titremese de, ordular önlerinde yürümesede, onlar padişahtırlar. Enes b. Malik hakkında, şu şiiri söyleyene Allah iyilik versin:

Cevap gelir, heybetinden geri dönmez.

Soranlar boyunlarını eğerler.

Vakarın edebi ve izzettir, takvanın sultanı,

O sultan olmadığı hâlde uyulandır.

Allah her kimi, kendi nefsi ve arzusuna malik kılarsa ona mülk vermiştir. “De ki: Mülkün maliki olan Allah’ım, dilediğine mülkü verirsin.” (Ali-İmran-26) Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: “Krallardan bir kral, âriflerden birine ‘benden iste’ demiş. Ârif de ona demiş ki: Bana dönüyorsun, oysa benim malik olduğum iki kölem var, onlar sana malik olmuşlar. Ben onlara galip geldim, onlar da sana galip gelmişler. Onlar şehvet ve hırstır. Sen kölemin kölesisin. Nasıl kölemin kölesinden dilenirim.”

Hakkın velilerine giydirdiği ikinci elbise, güzellikelbisesidir. Onlara minnet ve muhabbet nazarıyla baksınlar ve onlara boyun eğilmesinde bir etken olsun diyekullarının kalbinde onları süslü kılar. Musa peygamber ile ilgili Allahın buyruğuna bakar mısın?“(Ey Musa! Sevilmen) ve benim nezaretimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim.” (Tâhâ/ 39) (sayfa 35)

“Doğrusu îmân edip sâlih ameller işleyenler var ya, Rahmân (olan Allah) onlar için, (kalblerde) bir sevgi yaratacaktır. ”(Meryem-96) Manevi güzeliklerle onları süsledi ki, kullar onları sevsin, böylece onların sevgisi Allah’ın sevgisine yönlendirsin. Allah için sevgi Allah’ın sevgisini gerektirir. Zira Allah Rasûlü Allah’tan şöyle hikâye eder: “Benim için sevenlere sevgim vacip olmuştur.”[33]Bu dört mertebedir: El-hubbu lillah, el-hubbu fillah, el-hubbu billâh ve el-hubbu minellah. El-hubbu lillah başlangıçtır, el-hubbu minellah sonuçtur, el-hubbu fillah, el-hubbu billâh bu ikisinin ortasıdır. El-hubbu lillah, onu seçip başkasını ona tercih etmemektir. El-hubbu fillah, veli kıldığı kimseyi sevmektir. El-hubbu billâh, kulun kendi nefsinden ve hevâsından uzaklaşarak onun sevdiği şeyi ve kişiyi sevmesidir. El-hubbu minellah, her şeyden bir paye alıp sadece onu sevmesidir. El-hubbu lillah’ın âlameti, huzurla beraber devamlı onu zikretmektir. El-hubbu fillah’ın âlameti, hayır ve taat ehl-inden sana dünyada iyilikte bulunmayanları sevmektir. El- hubbu billah’ın âlameti, Allah’ın nurundan haz alma etkeni mağlub olmalıdır. El- hubbu minellah’ın âlameti, seni ona cezp edip onun dışındakileri senden mestur kılmasıdır.

Şeyh Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî dedi ki: Her kim Allah’ı sever, sadece Allah için severse onun velâyeti tamamlanmıştır. Gerçek seven, sevdiğinin dışında kalbinin üzerinde başkasının sultası ve meşietinin olmamasıdır. O hâlde velâyeti sabit olan ölümden korkmaz. Bu, Allah’ın şu sözünden anlaşılır. “De ki, ey Yahudiler, eğer diğer insanlar değil sadece kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız o hâlde doğruysanız ölümü temenni ediniz’” (Cuma, 6) Öyleyse gerçek veli, kendisine ölüm gösterildiğinde ondan korkmaz. Mahbûbu dışındakileri sevmeyen Allah’ı sevmiştir. Arzusu için sevmeyen onun için sevmiştir. Mevlasının ünsiyetini seven onunla buluşmayı sevmiştir. Onun sevgisi on kişideberraklaşır: Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Sıddik, Faruk, sahabe, tabiin, evliyâ, ulema, Allah’a ulaştıranlar, şuheda, salihler ve müminler. O hâlde imandan sonra durum on şeye ayrılmıştır: Sünnet - bidat, hidâyet-dalalet, taat-masiyet, adalet-zulüm, hâk-bâtıl.

Onun için, temyiz edip, sevip ve buğz ettiğinde hangisiyle olduğuna aldırmadığına, bazen tek bir kişi hakkında iki vasıf birleşebilir (sayfa 36).

İkisini de yerine getirmek sana vacip olur. Bu durumda, ilk on sevgi sende açığa çıkar. Bak, burada da, hevânın bir eseri olduğunu görüyormusun? Böylece sâdıklardan, salih şeyhlerden, doğruya götüren âlim kardeşlerinden hazır olanları itibara al ve diğer, hazır bulunan veya hazır bulunmayan, ya da ölen kişilerle ilgili eğer, gördün ki, kalbin ölmüş veya hazır olmayanlara bağlı olmadığı gibi, hazır bulunanlara da bağlı değilse sevgin hevâdan arınmış ve Allah’a sabit olmuştur. Sevdiğin veya seven hakkında ona bağlı bir şey bulursan, tekrar ilme müracaât et ve beş kısımdaki görüşünü sağlamlaştır. O beş kısımda şunlardır: Vacip, mendub, mekruh, mahzur ve mubah. Bilesin ki, Şeyh’in: “Velâyeti sabit olan ölümden korkmaz” sözü Allah’ın muridlere, kendilerinde iddiada bulunduklarında veya Allah’ın velâyetini iddia ettiklerinde, nefslerini ölçmek için, onlara verdiği bir mizandır. Zira nefslerin iddia varlığı ve onları velâyete ulaştıracak yolu sülûk etmeden yüksek mertebeye atlama onların şanındandır. Bu yüzden Allah şöyle buyurmuştur: “De ki: Eğer doğruysanız delillerinizi getiriniz'” ( Bakara- 111) Hz. peygamber, Harise’ye, “nasıl sabahladın”” dedikten sonra, o da, “hakîkî bir mü’min olarak sabahladım”” demesi üzerine, “her hakkın bir hakikâti vardır. imanının hakikâti nedir?”[34]demiştir.

Ölüm, mertebelerin dairesinde ölçü olduğu gibi, hâl ve fiillerinde ölçüsüdür.

Mertebeler hakkında daha önce bilgi verildi. Fiillerve hâller ise, Allahın rızası bunun yapılmasındamı yoksa terk edilmesinde midir? Veya öyle bir hâldesin ki, onu hak ile mi, yoksa hevâ ile mi yerine getirdiğini bilmediğinde, bu durumlarda ölümü, içinde bulunduğun hâllerin veya fiillerin ölçüsü olarak getir. Ölümün gelişiyle sabit olan ve mağlup olmayan hâl ve amel haktır. Ölümün yıktığı amel ve hâl ise batıldır. Zira ölüm haktır. Hak ise batılı yenip yok eder. “Biz hakkı batılın üzerine atar, onu iptal eder ve birde bakarsın ki yok olmuştur”” (Enbiya-18) “De ki, Rabbim hakkı ortaya koyar. O bütün gaybları çok iyi bilendir”” (Sebe-48) “ De ki: Hak geldi batıl yok oldu. Batıl yok olmaya mahkûmdur”” (İsra-81), (sayfa 37) yerine getirdiğin hak olduğu müddetçe ölüm onu yenmez. Zira o haktır, ölümde haktır; hak, hakkı yenmez. Ben ve ilimle meşgul olan bazıları arasında, şöyle bir konuşma geçti: Ondaki niyetin ihlâslı olması gerektiği ve onunla ancak Allah rızası için meşgul olmasını söyledik. Ben ona dedim ki, Allah için ilim okuyan kimse: Ona “yarın öleceksin” dediğinde, elinden kitabı bırakmayandır. Bazen, ilmi talep etmekten gafil olan, “biz ilmi Allah için talep etmedik, ancak o bizi Allah için öğrenmeye sürükledi” sözüne aldanır. Bunu söyleyenin sözünde, ilim talebeliğinden, riyaset ve münafese için olduğu, anlaşılmıyor. Bunu söyleyen, Allah’ın kendisine lütûf ettiği bir durumdan ve kendisini kurtardığı bir fitneden, haber veriyor. Başkasını buna kıyas etmeyi gerektirmiyor. Bu, şunun mesabesindedir: Kişinin, bağırsaklarında müzmin bir hastalık vardır, tedavisinden aciz olmuş, Ahlâkı daralmıştır. Kendini öldürmek için bir hançer alıp karnına vurur. Hançer, bağırsağa denk gelir, onu keser ve hastalığı giderir, bunun yaptığı sonuç olarak her ne kadar başarılı olmuşsa da akıllıların tasvip etmediği bir şeydir. Sonuçların selametli olması, kendini tehlikeye atanlardan, azarı kaldırmaz. Şeyh’in, “kendisi dışında sevgilisi olmayanı Allah sevmiştir” sözü, muhabbetin târihini, gerektiren bir sözdür. Benim bildiğim muhabbet, yakînin en büyük makâmlarındandır. Hatta ehlullah, muhabbet makâmı mı, yoksa rıza makâmı mı, daha kâmildir diye, ihtilaf etmişler. Bizim söylediğimiz rıza makâmının daha kâmil olmasıdır. Çünkü muhabbetin gücü, sevginin üzerine hükmetmiş olabilir ve onun üzerindeki aşkın varlığı güçlenmiş, böylece bu onu, o makâma layık olanı talep etmeye götürmüştür. Seven, sevgilinin şahitliğinin devamlılığını ister. Allah’tan razı olan ise ister ona şahit olsun, isterse, daimi vuslattan onu engellesin. O ondan razıdır. Allah’tan razı olan, ona vuslat da etse, ondan kopsada ondan razıdır. Zira o, kendi nefsi için istediği ile değil, bilakis, Allah’ın kendisi için istediği iledir. Seven, sevgili ile iletişimin devamlılığını talep eder, razı olanın böyle bir talebi yoktur. Bu manâda bir şiirimiz vardır:

Önceleri ben onlardan vuslat isterdim.

Benden cehâlet gidip ilim gelince

İnandım ki, kulun bir talebi yoktur

Yaklaşsalar, bu bir fazilettir.

Uzaklaşsalar adalettir.

Zahir olsalar vasıfları dışında zahir olmazlar.

Eğer gizlenseler, gizlilik, onlar için, tatlıdır.

Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: “Muhabbet, kulun kalbini, Allah tarafından, onun dışındaki her şeyden alıkoyar. Böylece görürsün ki nefs onun taatına meyleder. Akıl onun mârifeti ile korunur. Rûh, onun huzurunda tutulur. Sır, onun müşahedesinde kaplanır. Kul, fazla olmasını ister, münacatının lezzetinden en tatlı olanla, fethedilip arttırılır. Yakın olan, yaklaşma elbisesini kesbeder. Hakikâtlerin bekârlarını ve ilimlerin dullarını elde eder. Bu yüzden demişlerdir ki, Allah’ın velileri gelindirler. Suçlular gelinleri göremezler (sayfa 38).

Biri ona dedi ki: Sevginin ne olduğunu öğrendim. Peki, sevginin şarabı ve sevginin fincanı nedir? Sâkî kimdir? Zevk ve şarap nedir? Kanmak nedir? Sarhoşluk nedir? Ayıklık nedir? O şöyle cevap verdi: Şarap, sevgilinin cemalinden yayılan nurdur. Fincan, bunu kalplerin ağzına ulaştıran lutuftur. Sâkî, büyük mahsusu ve kullarından salihleri dost edinendir. O Allah, kaderleri ve dostların maslahatlarını bilendir. Her kim, cemalinden keşfedip, bir nefes ya da iki nefes pay alırsa, sonra üzerine hicab perdesini sarkıtırsa, o zevke varan muştaktır. Kim için bu bir saat veya iki saat devam ederse, o hakkıyla şarabı içendir. Her kim, bu durum üzerine kaim olup, içmesi, damarları ve mafsalları Allah’ın hazinesinde birikmiş nurlarından dolana kadar içerse, bu da kanmaktır. Bazen mahsus ve ma’kul olan şeylerden ğaib olur, denileni ve söylediğini bilmeyebilir. İşte bu sarhoşluktur. Bazen, onların üzerinde fincanlar dolaştırılır, hâlleri farklılaşır, zikir ve taatlere varid olurlar, makduratın kalabalık olmasına rağmen, sıfatlardan engellenmezler. İşte bu, ayıklık vaktidir. Görüşlerinin genişliği ve ilimlerinin faydalı oluşudur. Onlar ilmin yıldızlarıyla, tevhidin ayıyla, gecelerinde yolunu bulur, mârifetlerin güneşleriyle, gündüzlerini aydınlatırlar. “İşte bunlar, Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki, saadete erecek olanlar, Allah’tan yana olanlardır.” (Mücadele-22).

Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî’nin şeyhi olan kutup Şeyh Abdusselam b. Meşîş dedi ki: Şirkten temizlenmeye bağlı kal, her abdestin bozulduğunda mı temizlenirsin? Her şehvete meylettiğinde dünya sevgisi kirinden temizlen. Hevâ ile ifsad ettiğini tevbe ile ıslah et. Vakar ve nezahet üzere, Allah’ın muhabbetini sana tavsiye ederim. Fincanlarıyla, sarhoşluk ve ayıklık hallerinde devamlı iç. Heryok olduğunda veya uyandığında, iç, ta ki sarhoşluğunda ayıklığında onunla olsun. Ta ki, onun cemaliyle muhabbet ve şaraptan kaybolasın. İçmek ve fincan sana kemal ve celalı mukaddes olanın cemalinin nurundan görünenlerdir. Herhâlde ben, muahbbet ve şarabın ne olduğunu, şarabın minnetinin ne olduğunu, fincan, sarhoşluk ve ayıklığın ne olduğunu bilmeyene konuşuyorum. Ona biri dedi ki: “Evet, bir şeyde nice gark olanlar vardır ki, garkını bilmez. Bilmediğim şeyleri veya bana minnet edipte benim gafil olduğum şeyleri, bana bildir ve beni uyar.” Dedim ki: Muhabbet, Allahtarafından sevdiğinin kalbini, cemalinin nurundan kendisine keşfettiği şeylerle yakalar. Muhabbet şarabı, sıfatı sıfatlarla, Ahlâkı ahlakla, nurları nurlarla, isimleri isimlerle, sıfatları sıfatlarla, fiilleri fiillerle mezceder. Ondaki nazar Allah’ın dilediği kişiler için genişler. Kalpler ve damarlar sarhoş oluncaya kadar bu şaraptan içerler, şarap erime ve arınmadan sonra eğitim ile olur (sayfa 39).

Herkes kendi miktarınca içer, kimisi vasıtasız içer Allah onun için bunu üstlenir. Kimisi de, melekler, âlimler, ekâbir ve mukarrabinler gibi aracılar cihetiyle içer. Kimisi daha tatmadan, fincanı görür görmez sarhoş olur, peki tattıktan, kana kana içtikten sonra ve sarhoşluk sonrası hakkında ne düşünüyorsun? Ondan sonra sarhoşlukta olduğu gibi ayılmanın da farklı aşamaları vardır. Fincan hakkın mârifetidir. Onunla bu temiz, hâlis, safi şarabı yaratıkların içinden husûsî kullarından dilediği için avuçlar. Bazen içen o fincanı bir suret şeklinde görür. Bazen mânevi olarak müşahede eder. Bazen de ilmî olarak müşahede eder. Sûret bedenlerin ve nefslerin hazzıdır, mânevi kalplerin hazzıdır. Akıl ve ilim, ruhların ve sırların hazzıdır. Ey bu şarabı içen! O ne kadar tatlıdır. Müjdeler olsun ondan içip devam eden ve ondan kopmayana! Allah’ın faziletinden isteriz. “Bu Allah’ın faziletidir. Allah dilediğine verir. Allah ’ın fazileti geniştir ve o her şeyi bilendir. ” (Maide, 54).

Bazen sevenlerden bir cemaat toplanır, bir fincandan içerler, bazen de birçok fincandan içerler. Bazen de bir kişi bir fincandan ve birçok fincandan içer. Bazen fincanların sayısına göre içecekler değişir. Bazen de bir bardaktan farklı içecekler oluverir. Dostların büyük çoğunluğu ondan içerse, bu bir şefkatleşmedir. Daha sonra bilmeni isterim, Allah kalbini nurlarının müşahedesiyle fethetsin, ya da esrârını ve mârifelerini üzerine yağdırsın, bilesin ki; Allah’ın velilerine en büyük hibelerinden biri ibarenin vücûdudur.

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: Veli ilim ve mârifetle dolar, hakikâtler onun yanında meşhur olur, ta ki, ona ibare verildiğinde, bu Allah tarafından kendisine konuşma için verilen bir izin gibidir. Bilinmesi gerekir ki: Tabirde kendisine izin verilenin ibaresi, halkın kulaklarında hazır hâle gelmiş, işaretleri onlarda tatlı kılınmıştır.

Yine şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ı şöyle söylerken duydum: İzin verilenin kelamı, tatlı bir edayla ortaya çıkar. İzin verilmeyenin kelamı ise, nûrları kararmış olarak çıkar. Hatta iki kişi aynı hakikâti konuşur, birininki kabul görür, diğerininki reddedilir.

Ondan sonra bilesin ki: Velinin durumunun temeli Allah ile yetinmek, ilmi ile kanaat getirmek ve onun müşahedesiyle müstağni olmaktır. “kim Allah’a tevekkül ederse, o ona kâfidir.” (Talak, 3). “Allah, kulu için kâfi değil midir?” (Zumer, 36), (sayfa 40).

“Allah’ın gördüğünü bilmez mi?” (Alak, 14). “Rabbinin her şeye şahit olması ona yeter değil midir?”” (Fussilet, 53). İlk baştaki durumlarının temeli, halktan kaçmaya, Hak tealayla yalnız kalmaya, amel ve hâllerini gizlemeye dayanır. Böylece Fenâlarını gerçekleştirip, zühdlerini tesbit ederler. Kalplerinin selameti için çalışıp, önderleri için amellerini hâlis kılma sevgisini beslerler. Ta ki, yakîn yerleştiğinde, tam kök salıp, temkin olmakla desteklendiklerinde, fenâ hakikâtini gerçekleştirip, bekânın vücuduna döndüklerinde, artık hak dilerse onları izhar eder, dilerse gizler. Dilerse kullarını hidâyete erdirsinler diye izhar eder. Dilerse onları her şeyden koparıp gizler. Velinin zuhûru, kendisi için irade etmesiyle değil, ancak Allah’ın onun için dilemesiyledir. Hatta geçtiği gibi, eğer açık olması değil de gizliliğine bir istek varsa, bu bir istektir. Zuhûrolma onların isteğiyle olmadığından ve Allah onları izhar etmeyi dileyip izhar ettiğinden, bu konuda desteğiyle onların yardımcısı olmuştur. Zira Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir: “Ey Abdurrahman b. Semure, idareciliği isteme! Eğer sen istemeden sana verilirse, onda yardım edilirsin. Ama eğer senin istemenle sana verilirse, onunla baş başa bırakılırsın.””[35] Kim ondan bir şeyi Allah’a ubûdiyetle gerçekleştirirse, zahir olmayı veya gizliliği talep etmez. Bilakis iradesi, efendisinin kendisi için seçtiğine bağlıdır. Şeyh Ebû’l-Abbâs demiş ki: Zuhûru seven, zuhûrun kuludur. Gizliliği seven de gizliliğin kuludur. Allah’a kul olana zahir olmak veya gizli kalmak aynıdır.

Bu mukaddime, Allah’ın velilerinin kerametlerinin caiz olma ve gerçekleşme bakımından zikri ile kısaca kısımlarını anlatmakla sonuçlansın. Bu konuda bizden önce kapsayıcı söz söyleyenler olmuştur. Bu bizim için yeterli olabilir. Ancak, akıl sahipleri için bazı faydalı nüktelere dikkat çeker ve onların güzel yüzünden seçkinlerin istidlal ettiklerini keşfedeceğiz ki, bu tâife ile ilgili kerametlerinden aktaracaklarımızın kabulü için ve onlara isnad edeceğimiz açık âyetlere inşallah bir hazırlık olsun.

BİRİNCİ FASIL

Kerametler Hakkında

Keramet hakkındaki söz iki kısma ayrılır. Birincisi caiz, ikinicisi ise gerçekleşmesidir. Cevaz konusuna gelince, açıktır ki velilerden kerametin zuhûr olmasımümkünattandır. Zira eğer mümkünattan olmasaydı, ya vaciplerden ya da imkânsızlardan olurdu. İmkânsızlardan olması batıldır. Çünkü imkânsız eğer varlığı takdir edilirse, aklın onu muhâl görmesi gerekir. Oysa kerametin varlığının takdirini, akıl muhâl görmüyor. Velilerin üzerine cereyan eden kerametin vucubi olması da batıldır. Zira tâife icma etmiştir ki, bazen veli harikulâde bir şey kendisinde olmadığı hâlde veli olabiliyor. Dolayısıyla caizlerden olduğu kesinleşmiştir. Caizlerden olan hiç bir şeyi akıl imkânsız görmez. Aklın imkânsız görmediği ve naklin gerçekleşmediği herşey caizdir kiAllah velilerine ikram etsin. Sonra bu keramet, bazen yerin dürülmesi, suyun üzerinde yürümek, havada uçmak, var olmuş veya henüz olmamış şeylere âdet dışı şeylerle muttali olmak, yemek ve içmenin çoğaltılması, vakti dışında meyveyi getirmek, kazmaksızın suyu fışkırtmak şeklinde olur. Bazen de normal hayvanları emrine musahhar kılmak, vakti dışında yağmurun gelmesi için duasının kabul edilmesi, normalin dışında uzun süre gıdasızlığa karşı sabretmesi, ya da âdeten meyve veremeyecek durumdaki kuru ağacın meyve vermesi şeklinde olabilir. Bütün bunlar zahir ve hissi kerametlerdir.

Bazı kerametlerde vardır ki, onlar Allah katındandır. Bunlar daha faziletli ve daha büyüktür. Bunlar mânevi kerametlerdir. Allah’ı tanımak, ondan korkmak, daimi murakabe, emrini ve nehyini yerine getirmek için acele etmek. Yakînde kökleşmek, kuvvet, temkin, devamlı ittiba etme, Allah’ın emirlerine itaat, onları anlama, ona doğru bir şekilde tevekkül etme ve bunun dışındakiler gibi (Sayfa 43).

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’tan duydum, şöyle diyordu: Tayy iki kısımdır: Küçük tayy, büyük tayy. Küçük tayy, bu tâifenin geneli içindir. Tek bir nefeste doğudan batıya kadar yerin onlar için dürülmesidir. Büyük tayy ise, kişilerin sıfatlarının dürülmesidir. Allah ondan razı olsun gerçekte de doğru söylemiştir. Mesela yerin dürülmesi, şâyet Allah seni aciz bıraksaydı veya onu yok etseydi, ubûdiyet içinde ona vefa ile devam ettiğin müddetçe, bu onun yanındaki rütbenden bir şey eksiltmezdi. Kişilerin sıfatlarının tayyı ise, eğer sen Allah’a ibadetle gitmezsen, gafillerle beraber haşrolur ve aldatılanlardan olursun.

Şeyh Ebû’l-Hasan (r.a.) dedi ki: O ikisi iman kerametini kapsayan kerametler olup kesinliği ve ayânın şahitliğiniarttırır. Amel kerameti iktida ve mutabaat üzeredir. Kerameti iddia etmek (keramet göstererek kibirlenmek kendine paye biçmek) ve aldatmaktan uzaklaşmaktır. Her kime bunlar verirlir de o başka şeylere muştak olursa, o aldatılmış kezzab bir kuldur ya da ilim, amel ve sevapta hatalıdır. Tıpkı rıza sıfatıyla hakk teala yı müşahede ile ikram olunan kişinin hayvan seyisliğine ve rızanın terkine muştak olması gibidir. Beraberinde Allah’ın rızası olmayan her kerametin sahibi müstedrectir, aldanmıştır, eksiktir ya da helak olmuştur.

Allah’ın velilerinin bazı gaybların üzerine muttali olmalarını, akıl imkânsız görmez ve nakilde bunu aktarmıştır. Hz. Ebûbekir (r.a)ölüm hastalığında, hanımı da hamileyken, kızı Ayşe’ye dedi ki:“iki erkek ve iki kız kardeşin... bint Harice’nin karnındakini kız olduğunu görüyorum. ” Hanımının karnında kız olduğunu söylemişti gerçekten söylediği gibi de oldu. Hz. Ömer (r.a.): “Ey Sâriye! Dağa doğru çekik” demiş, Sâriye ise Irak’ın en ücra köşesindeydi ve onun sesini duydu. Allah, Hz. Ömer’i Sariye’nin durumuna muttali kılmıştı, düşmanların onu kuşatmış olduğunu gördü, ona dağa doğru çekilmesini emretti. Bunun üzerine o ve ordusu çekildiler. Böylece galip gelip zafer kazandılar. Hz. Ömer bunu söylerken, minber’in üzerinde hutbe okuyordu. Hutbesini bırakıp “Ey Sâriye! Dağa doğru”” dedi. Sonra hutbeye döndü. Bazı sahabeler Hz. Aliye geldiler, ona dediler ki: Bu gün Hz. Ömer hutbe okurken, bir ara hutbeyi bıraktı ve “ey Sâriye dağa doğru” dedi, sonra hutbesine devam etti. Bunun üzerine bazı sahabeler, hz. Aliye Ömer hutbe okurken bir anda “Ey Sâriye! Dağa doğru”” dedi ve sonra kaldığı yerden devam etti! Dediler. Hz. Ali dedi ki: Yazıklar olsun size! Ömer’i rahat bırakın, o neye bulaşırsa, mutlaka bir çıkış yolu bulur. Daha sonra Sâriye gelip, o günden haber verdi. Hz. Ömer’in onu çağırdığında, onu duyduğunu, söyledi. Hz. Osman (r.a.) yolda bir kadının güzelliklerine bakan bir adama, “yüzünde zina eseri beliren biri içeri girdi.”demiştir. Hz. Ali (r.a.) ise bu konuda en ilginç olanı ondan gelmiştir. Hatta haberciler Küfe’de Muaviye’nin öldüğü haberini yaydılar. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.) bu haber kendisine ulaşınca, “vallahi o ölmedi(Sayfa 44)ve şu iki ayaklarım altındakine sahip olmadıkça ölmeyecektir de. Hind’in oğlu kendisiyle ilgili bilgiyi saklamak için bunu yaymak istedi.”” O gün Küfeliler Muaviye’ye yazı yazarak başkanlığın ona geçeceğini bildirdiler.

Bu konuda velilerin kerametleri her dönem ve her şehirde tevatür derecesine ulaşacak kadar yayılmıştır. Dolayısıyla bunu inkâr etmek mümkün değildir. “Allah’ın rahmeti onun üzerineolsun”, eğer o sana bir durumu gösterirse, bunu tasdik etmen senin için kolay olacaktır ki, o, özel kulun Allah’ın ğayblarından bir ğayba muttali olmasıdır. Cismaniyeti ve sûretinin varlığıyla değil, ondaki hak nûr iledir. Bunun delili, Resulullah’ın şu sözüdür: “Müminin ferasetinden sakının çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.”[36] Nasıl bir müminin Allah’ın gayblarından bir gayba muttali olması garipsenir? Oysa Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onun için şahitlik etmiştir ki, o kendi nefsinin varlığı ile değil, Allah’ın nûru ile bakıyor. Hakeza daha önce geçen hadiste de, “Ben onu sevdiğimde işiten kulağı, gören gözü olurum”” diyordu. Hak onun gözü olduktan sonra, gayba ittila etmek yadsınmaz, bu hadisin bazı tariklerinde şöyle geçiyor: “Onu sevdiğimde, onun için kulak, göz, dil, kalp, akıl, el ve destek olurum.” Eğer, Allah’ın “Gaybı bilen o’dur. rasûllerinden razı olduğu kişi hariç, hiç kimse onun gaybına zahir olamaz.” (Cin, 26-27) sözünü ne yaparız? bu âyette peygamberden başka kimseyi istisna etmemiştir. Diye sorarsan! Bilesin ki, Şeyhmiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: “Âyetin manasında sıddık ya da veli anlamıda vardır. Eğer, bu, Kur’an’ın içerdiğine ekleme yapmaktır, dersen, şöyle derim: mesela denilir ki: Sultan bugün sadece vezire izin vermiştir. Fakat bakıyoruz ki vezirin yardımcılarıda beraberinde geliyorlar. Demekki metbûuna olan izin, onlarada izin sayılmıştır. Hakeza, Allah, veliyi gayblerinden bir gayba muttali kıldığında, bunun sebebi onun nübüvvet yolunda yürüdüğünün alametidir. Bunu kendiliğinden görmemiştir. Bunu ancak metbûunun (kendisine uyulan peygamberin) nûru ile görmüştür (Sayfa 45).

Yine âyet, Allah’ın ğaybına ancak Allah’ın muttali kıldıkları hariç, kulların muttaliolmayacaklarına işaret etmektedir. Allah, gayblarından bir gayba muttali kılmanın sebebini açıklamıştır. Bu durumun kendi katında razı olunan bir durum olduğunu şu sözle beyan etmiştir: “Ancak razı olunanlar.” Âyette nebi, sıddık ve veli anlatılmayıp, sadece rasûl zikirle tahsis edilmiştir. Her ne kadar bunların hepsi razı olunmuş kişilerse de, ancak rasûl bu konuda diğerlerinden daha evladır.

Velilerin kerametine inanmanı kolaylaştıran ve bunu onlara fazla görmeyeceğin bazı durumlar vardır.

Birincisi: Bilmeliyiz ki, Allah’ın bu velide keramet izhar etmesi, Allah’ın kudretinden daha üstün bir şeyin olmadığını gösterir. Biz kulun zayıflığına değil, efendisinin gücüne bakarız. Velideki kerameti inkâr, aziz ve kadir olan Allah’ın kudretini inkârdır. Allah’ın nitelendirdiği büyük müşahededen seni alıkoyan nedir?

İkincisi: Bazen kerametin inkâr sebebi, nisbet edildiği kula fazla görünmesidir. Hâlbuki o kul, kendi üzerinde kerameti sana izhar ederek, tabi olduğunun yolunu doğruluyor. Veliye nisbeten keramettir. Ardından gelen bereketler nisbeten mucizedir. Bu yüzden demişler ki: Veli için her keramet, velinin tabi olduğu peygamber için mucizedir. Biz uyana değil, tabi olanın kudretinin büyüklüğüne bakarız.

Üçüncüsü: Bilesin ki, Allah’ın velilerine verdiği iman ve yakîn, senin tasdik ettiklerindendir. Oysa bunlar, garipsediğin, inkâr ettiğin gaybe muttali olmaktan, havada uçmaktan veya suyun üzerinde yürümekten daha büyüktürler. Bu, müminin şu durumuna benzer; kral özel adamlarından birine bir sepet dolusu değerli yakutlar verir ve sende biliyorsun ki, bu sepetin içindeki yakutlar, onbinlerce dinara denk geliyor. Ondan sonra, kralın özel adamı olan kişinin kendisi veya bir başkası: kral ona yüz dinar vermiştir dese ve sen de bunu garipsersen anlayış ve akıl sahibi olan inanlar, seninbu durumunu mazur görürler mi?

Allah, kullarına dünya ve ahirette ona iman ve rubûbiyetini bilme gibi ne kadar da ikramda bulunmuştur. Zira hâller ve makâmlardan dünya ve ahiret hayırlarından her bir hayır, ancak imanın birer alt dalıdır. Virdler, bütün nurlar, ilim, fetih, gaybe nüfuz, hitabın işitilmesi, kerametin cereyanı, cennetin içerdiği huriler, saraylar, nehirler, meyveler, cennet ehlinin orada sahip oldukları Allah’ın rızası ve ru’yetullah; bütün bunlar imanın neticeleri, eserlerinin vecihleri ve nurlarının uzantılarıdır.

Allah bizi ve seni özel kullarından, razı olduğu, rubûbiyetinin imanıyla inananlardan, bizi ve seni muradına teslim olanlardan eylesin.

Bilesin (Sayfa 46), insanlardan kimisi, Allah’tan kendisine perişanlık yönelmiş ve velilerin kerametini kökten inkâr etmiştir. Bu mezhepten Allah’a sığınırız. O anlatılmaya layık değildir. Ancak anlatılmasının sebebi: Allahbir kulu

saptırmak istediğinde, aklın ona yardım etmeyeceği ve ilmin ona fayda vermeyeceğibilinmesi içindir. “Allah kimin fitnesini dilerse, artık sen onun için Allah’tan bir şeye malik olmazsın.” (Maide, 41), “Size apaçık deliller geldikten sonra eğer kayarsanız biliniz ki, Allah azizdir, hâkimdir.” (Bakara, 209), “O her şeyi koruyup kollayandır, ancak kendisi korunup kollanmaya muhtaç değildir.” (Muminun, 88). Hâller, sözler ve fiiller böyledir. Aşağılık mertebeleri onun tevkifine bağlıdır, nûrları gerektirmez, kabüle müstahak değiller. Sahibi de ikbalı hak etmiyor ki Tevfik ona yardım etsin. Değeri çok büyük olduğundan Allah onu Kuranda sadece bir yerde zikretmiş: “Benim tevfikim ancak Allah iledir.” (Hud, 88). Tevfikin yanında olmak ve onun âlameti, her fiilin ve terkin öncesinde ona olan fakirliği ve muhtaçlığı gerçekleştirerek, Allah’a sâdık bir rücû yapmaktır. Onun önünde meskenet ve zillet denizine dalmaktır. Boş olana kadar bu durumda kalmak ve daha sonrasında devamlı yapmaktır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Siz bedirde zelil iken Allah size yardım etti.” (Al-i İmran, 23), “sadaka ancak fakirlere ve

miskinleredir.” (Tevbe, 60).

Rezil olan ve Allah’ın onun hakkında: “Kendi nefsine zulmetmiş olarak bahçesine girerek dedi ki, ben bunun hiçbir zaman yok olacağını zannetmem,” (Kehf, 25). dediği kişi gibi ilminin, amelinin, sana verilen nurun ve fethin bahçesine girme. Ancak Allah’ın beyan edip razı olduğu şu kişi gibi gir: “Bahçene girdiğinde, maşallah güç ve kuvvet ancak Allah ’ındır deseydinya!” (Kehf, 39).

Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in: “La havle vela kuvvete illa billah, cennet hazinelerinden bir hazinedir.”” [37] Başka bir rivâyette ise; “Arşın altındaki hazinelerden bir hazinedir”” şeklinde gelmiştir. Manası zahirdir. Hazine ve onda saklanan şey; güç ve kuvvetten teberrinin doğruluğu, Allah’ın güç ve kuvvetine rücûdur. Her kim evliyânın kerametini inkâr ederse, akli ve nakli deliller onun aleyhinedir. Mezhebi böyle olanın kötü akibetinden korkulur (Sayfa 47).

İnsanlardan başka bir grup vardır ki, Maruf, Sirrî, Cuneyd gibi, kendi zamanında olmayanların kerametlerini kabul ederler, ancak kendi zamanlarındaki velilerin kerametini inkâr ederler. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın dedikleri gibidir onlar: “Vallahi onlar ancak israillilerdir. Musa ve İsa (a.s.)’yı tasdik ettiler. Kendi zamanına yetiştikleri için Hz. Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i yalanladılar. Başka bir grupta vardır ki, Allah’ın kullarında kerameti olan evliyânın olduğunu tasdik ederler, ancak kendi zamanlarındakilerden herhangi belirli biri için bunu kabul etmezler. Kendilerine veli olduğu veya keramet nispet edilen biri anlatıldığında, hevâya tabi olmuş, aldanmış ve gaflet ipleriyle bağlanmış olan akıllarının gereği olan ölçülerine göre bunu ispat etmek için müdafaa ederler. Bu tasdik ne iktidanın varlığını ne de ihtidanın nurunun aydınlığını onlara sağlamaz. Zira iktida, Allah’ın yarrattığı kâinatta bizzat bilinmeyen bir veli ile olmaz. Bilakis iktida, Allah’ın; velâyetini ve ona verdiği husûsîyetlerisana bildirdiği veli ile olur. Onun varlığının husûsîyetinde beşeriyetinin şahitliğinden dürülür. Sen ona uyarsın, oda seni doğru yola iletir. Nefsinin münasebetsizliklerini, gizliliklerini ve definelerini sana öğretir. Allah da cem olmayı sana gösterir. Allah dışındakilerde kararı sana öğretir. Allah’a ulaşana kadar yolunda seninle beraber yürür. Nefsinin kötülüğüne karşı seni yakalar. Allah’ın sana olan ihsanını tanıtır. Nefsinin kötülüğünü öğrenmen ondan kaçma ve ona meyletmem e faydasını verir. Allah’ın sana olan ihsanını bilmek, ona yönelme, şükrünü eda etme, onun huzurunda zamanların geçmesi boyunca devam etme faydasını verir.

Eğer desen senin bu anlattığın nerede? Sen bana anka kuşundan daha tuhaf bir şeyi gösterdin.

Bil ki: Yol gösterenlerin varlığı seni ümitsiz bırakmaz, ancak onları talep etmendeki doğruluğun varlığı aciz bırakır. Doğru çalış, mürşidi bulursun. Bunu Allah’ın kitabının şu iki âyetinde bulursun: “Zor durumda kalana, onu çağırdığı zaman ona icabet eden kimdir?” (Nahl, 62) “Eğer Allah’ı tasdik etselerdi, muhakkak bu onlar için daha hayırlı olurdu.” (Muhammed, 21)

Susayan birinin suya ihtiyaç duyduğu gibi, emniyet için korkan gibi, seni Allah’a ulaştırana mecbur kaldığında, onu talebinden daha yakın bulursun. Bir annenin evladını kaybettiğindeki sıkıntı gibi, Allah’ın rahmetine muhtaç olursan, hakkı kendineyakın ve sana icabet eden olarak bulursun ve göreceksin ki vuslat senin için imkânsız değildir. Bunun sana kolaylaştırmasıyla hak sana yönelir. Bu söz hem cevaz hem de gerçekleşme yönlerinin ikisinde de geçerlidir. Selefin ittifak ettiği kerametlerin zikrini saymak mümkün değildir. Ustad Ebû’l-Kasım el-Kuşayri, kendi Risalesinde ona müstakil bir bâb ayırarak doyurucu bilgiler vermiştir (Sayfa 48).

Bilesin ki, keramet, bazen velinin nefsinde kendisi için zuhûr eder. Bazende kendisinde başkası için zuhûr eder. Nefsinde kendisi için zuhûr ettiğinde, maksat ona Allah’ın kudretini, birliğini ve sözlerini tanıtmaktır. Onun kudreti sebeplere bağlı değildir. Âdetlere kendisi hâkimdir, onlar ona değil. Âdetler, vasıtalar ve sebepler, onun kudretini örtüyor, vahdaniyyet güneşini gideriyor. Onların yanında bekleyen hizlana uğramıştır. Onlardan geçip ona giden ise, inâyet ile vuslata ulaşmıştır.

Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: Kerametin faydası, ilim, kudret, irade ve ezeli sıfatlarla yakînin Allah’tan olduğunu öğretmektir. Bunların hepsi ayrılmaz bir bütündür. Sanki bunlar tek olan bir zat ile kaim bir sıfattır. Allah’ı nûru ile tanıyan, aklı ile tanıyan gibidir. Kendisine zahir olana bunlar sabit olduğu içindir ki, bidâyet ehli başlangıçlarda onu bulmuşken, nihâyet ehli ise, nihâyette onları kaybetmişler. Zira nihâyet ehlinin üzerinde bulunduğu yakîn, kuvvet ve temkin kökleşmesinden dolayı, onunla tesbite muhtaç değillerdir.

Selef böyleydi, Allah onları hissi kerametlere muhtaç kılmamıştı. gaybî mârifetleri ve işhadî ilimleri onlara vermemişti. Dağ kazığa muhtaç değildir. Keramet minnetteki şüphe zelzelesini giderir. Zahir olduğu kişide Allah’ın fazlını tanıtır. Allah ile beraber istikamet üzere olduğuna şahittir. İnsanlar keramet konusnda üç ksımdır.

Bir kısım vardır ki, onu amaç edinirler. Onu bulduklarında, onu izhar edeni tazim eder, yitirdiklerinde ise onu yüceltmezler.

Bir kısımda vardır ki, şöyle diyorlar: Keramet ancak irade ehlinin aldandığı bir şeydir ki, sınırlarında bekleyip, kendilerine ait olmayanmakâma sığınmasınlar. Ebû Turab en-Nahşi, Ebû’l-Abbâs’a dedi ki: Senin arkadaşların Allah’ın kullarına ikram ettiği işler konusunda ne diyorlar? Her gördüğüm ona inanıyor, dedim. Bunun üzerine o da şöyle dedi: Ona inanmayankâfir olur, ben sana hâllerin tarikini sordum. Onların bu konuda herhangi bir sözünü bilmem, dedim. O da dedi ki: Senin arkadaşların bunun haktan bir tuzak olduğunu iddia ediyorlar. Oysa durum böyle değildir. Tuzak onunla sükûnet bulduğun durumda olur. Ancak onunla şımarmayan, onunla sükûnet bulmayanlar ise, Rabbanilerin mertebesidir. Ebû Turab’dan bu peydah olmuştur. Arkadaşları susadığında, yere vurdu su fışkırdı. Orada bulunan bir genç dedi ki: Ben kadehten su içmek isterim, eliyle yere vurdu (Sayfa 49) beyaz camdan bir kadeh ona verdi. O içti ve bize de içirdi. Ebû’l-Abbâs dedi ki: Mekke’ye

kadar o bardak bizimleydi. Bu konudaki son söz şudur: Allah’a karşı edepten ötürü bunu talep etmek uygun değildir. Her kimde bu zahir olursa o büyüktür. Çünkü onun Allah ile istikamette olduğuna şahitlik ediyor.

Bir kısımda vardır ki, keramet velide başkaları için zahir olur. Bundan amaç, ona şahit olan kula şunu öğretmesidir: Üzerinde kerametin zahir olduğu velinin yolunun doğru olduğudur. Bu kişi, ya inkârcıdır, itirafa döner ya da kâfirdir, imana döner ya da özellikle o kulun husûsîyetinde şüphecidir. Bunun üzerine onda zahir olur ki, Allah ondaki iyilik emanetlerini sana tanıtmak istemiştir. Bu mukaddimede, söz bayağı yayıldı. Bu kendi ihtiyarımızla değildi. Ancak minnetten nasibi olana nurların ışıkları onun üzerine doğduğunda, onun için bazı sırları ve ilimleri kapsamıştır. Artık amaçladığımız şeye başlama ve onu izhar eme zamanıdır. Beyanın sahibi olan Allah’tır. Fazilet ve ihsanın velisi o’dur. Celali için gerekli olduğu şekli ile hamd o’nundur. Şükür, art arta gelen nimetleri ve faziletleri içindir. O bizim için yeterdir. O ne iyi vekildir. Bu kitap daha önce zikredildiği gibi on bâb’a ayrılıyor(Sayfa 50).

BİRİNCİ BÂB

Hâlini Aldığı Şeyhinin Târifi

Bu bâb (bölüm) Hâlini aldığı şeyhinin târifi, kendi zamanındaki âlimlerin onun zamanın kutbu olduğuna ve ehl-i ayânın bayrağını kendi döneminde taşıdığına şahitlikleri hakkındadır.

O,sûfîlerinn dayanağı, Şeyh ve imamdır. Mühtedîlerin ilmidir. Ariflerin süsüdür. Büyüklerin üstadıdır. Mefahir ve Sünni mârifetlerle kendi döneminde münferittir. Allah’ı bilendir. Allah’a delalet edendir. Sırların zemzemi, nurların madeni, gavsların kutbu ve tüm ilimleri kendinde toplayandır. Nesebi, Takiyyuddin Ebû’l-Hasan Ali b. Abdüllah b. Abdilcebbar b. Temim b. Hürmüz b. Hatem b. Kusay b. Yusuf b. Yuşa’ b. Verd b. Battal b. Ahmed b. Muhammed b. İsa b. Muhammed b. Hasan b. Ali b. Ebi Talib’dir. Şâzelî olarak tanınmıştır. Menşei Uzak Mağrib’dir. İlk zuhûru, Tunusa yakın bir belde olan Şazile’dir ve oraya nisbet edilmiştir. Birçok seyahate katılmış, büyük makamlar sahibi ve iyi bir âlimdi. Hatta zahirî ilimlerde münazaralara katılacak kadar büyük ilimlere sahip olmadan tariküllaha intisap etmemiştir.

Şeyh Safiyyuddin b. Ebi’l-Mansur, kitabında onu zikredip, ona birçok övgüde bulunmuştur. Şeyh Kutbuddin b. Kastellânî, karşılaştığı şeyhler arasında onu zikredip övmüştür. Şeyh Ebû Abdillah b. Numân, onu zikredip kutupluğuna şahitlik etmiştir. Şeyh Abdulğaffar b. Nuh, Tevhid kitabında onu zikretmiş ve övmüştür. Nurlanmış kalp sahipleri, basiret sahibi ârifler ve garip kerametleri ile tanınanlar onun kutupluğunda ihtilaf etmemişler. Hakikât ilminde itnabı teşri etti. Saliklere alanı genişletti. Hatta Şeyh, İmam, Mufti’l-Muslimin, Takiyyuddin Muhammed b. Kuşayrî’nin şöyle dediğini duydum: Şâzelî Şeyhinden daha çok Allah’ı tanıyanı görmedim. Şeyh, Ârif, Mekinuddin el-Esmerî bana haber vererek şöyle dedi: Mansûre’de bir çadırda hazır bulundum. İçinde Şeyh İmam Mufti’l-Enam İzzuddin b. Selam (Sayfa 51),

Şeyh Mecduddin Ali b. Vehb el-Kuşayrî, Şeyh Muhyiddin b. Suraka, ŞeyhMecduddin el-Ahmimî, Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî vardı. Kuşayri Risalesi kendilerine okunuyordu. Onlar konuşuyordu, Şeyh Ebû’l-Hasan susuyordu. Konuşmaları bittiğinde dediler ki: Efendim, seni dinlemek istiyoruz. O da dedi ki: Siz zamanın efendileri ve büyüklerisiniz ve konuştunuz. Onlar da dediler ki: Seni dinlememiz lazım. Bunun üzerine Şeyh bir ara sustu, sonra acayip sırlarla ve büyük ilimlerle konuştu. Bunun üzerine Şeyh İzzuddin çadırın ön kısmından çıkıp yerinden ayrıldı ve şöyle dedi: Şu garip ve Allaha yakın sözü dinleyin. Şeyh EbûAbdüllah b. Hac, Şeyh Ebû Zekeriya el-Belbisî’nin kendisine şöyle haber verdiğini söyledi: Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî’yle sabahladım. Sonra Endülüs’e doğru yola çıktım. Vedalaşma esnasında Şeyh Ebû’l-Hasan bana dedi ki: Endülüs’e vardığında, Şeyh Ebû’l-Abbâs b. Meknûn’un yanına var. O varlığa muttali olmuş, onun nerede olduğunu öğrenmiş ancak, insanlar Ebû’l-Abbâs’a muttali olmalılar ki, onun nerede olduğunu bilsinler. Endülüs’e vardığımda, Şeyh Ebû’l-Abbâs b. Meknûn’un yanına vardım.Beni tanımadığı hâlde görür görmez dedi ki: Ey Yahya, geldin mi? Allah’a hamd olsun ki, zamanın kutbuyla bir arada olmakla müşerref oldun. Ey Yahya, Şeyh Ebû’l-Hasan’ın sana söylediğini kimseye söyleme. Reşiduddin b. Râyis bana dedi ki: Benle şeyhin bazı arkadaşları tartıştık. Şeyh Ebû’l-Hasan’a gelerek ona konuştuklarımızı anlattım. Bunun üzerine Şeyh dedi ki: Sen ona, beni kutup eğitti diyordun. Kutbun eğittiği kırk kişinin eğittiğine bedeldir. Babam bana dedi ki: Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin şöyle dediğini duydum: Allah’a andolsun ki, bazen bana soru soruyorsunuz bende onun cevabı vardır diye. Bir bakıyorum onun cevabı hokkada, hasırda ve duvarda yazılıdır.

Bazı arkadaşlarımız dedi ki: Şeyh Ebû’l-Hasan bir gün şöyle demiş: Vallahiüzerime medet iner de, sudaki balık ve havadaki kuş gibi bende aktığını görürüm. O esnada Şeyh Eminuddin Cibrîl orada hazırdı ve Şeyh Ebû’l-Hasan’a dedi ki: O hâlde sen kutupsun, o hâlde sen kutupsun. Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: Ben Allah’ın kuluyum, ben Allah’ın kuluyum. Bazı arkadaşlarımız Şeyh Ebû’l-Hasan’ın şöyle dediğini bana haber verdi: Vallahi Allah hangi veliyi dost edinmişse, onu dost edinmeden önce mutlaka onun sevgisini kalbime koymuştur. Yine Allah hiçbir kulu terk etmemiştir, illa onu terk etmeden önce onun buğzunu kalbime yerleştirmiştir. Bazı arkadaşlarımız bana dedi ki: Şeyh Ebû’l-Hasan hacdan döndüğünde, evine gitmeden önce Şeyh İmam İzzuddin b. Abdusselam’ın yanına gitti ve ona dedi ki: Rasûlullah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sana selam söylüyor (Sayfa 52).

Şeyh İzzuddin kendini buna ehil görmekten küçük gördü. Dedi ki: Şeyh İzzuddin, Kahire’deki sûfî hanına çağrıldı. Beraberinde Muhyiddin b. Suraka ve ibn Arabi’nin arkadaşlarından biri olan Ebû’l-Âlem Yesen de hazır bulundu. Şeyh Muhyiddin b. Suraka, Şeyh İzzuddin’e dedi ki: Güzel bir şey duyduk sizi tebrik ederiz efendim, Allah’a and olsun ki, bu zamanda peygamberin birine selam söylemesi, elbette sevinilecek birşeydir. Bunun üzerine Şeyh İzzuddin dedi ki: Allah bizi saklasın.( Bizi gizlesin ki sırrımız ortaya çıkmasın)Ebû’l-Âlem Yesen de dedi ki: Allahım, bizi ortaya çıkar ki, haklı haksızdan belli olsun. Sonra konuşması için işaret ettiler. O, aralarındakini duymayacak derecede uzaktı. İlk söylediği şu oldu: Söz de sözü söyleyen de doğrudur. Bunun üzerine Şeyh İzzuddin hoşnut olarak oradan kalktı. Onun kıyamına cemaat de kalktı. Fakir Mekinuddin el-Esmer bana dedi ki: Ben hakkın hitabını duydum. Dedim ki, efendim, bu nasıl oldu? Dedi ki: İskenderiye’de bir salih vardı. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın beraberinde bulunuyordu. Ondan duyduğu muharrefat ve yüce ilimler ona ağır gelmeye başladı ve aklı onları alamadı. Bununüzerine Şeyh Ebû’l-Hasan’dan ayrıldı. Bir gece baktım ki, şöyle bir ses bana geliyordu: “Falan kişi şu anda bize altı duada bulundu. Eğer kendisine icabet edilmesini istiyorsa Şeyh Şâzelî’nin yanına gelsin. Şu duada bulundu, bu duada bulundu...” Ta ki, bana altı dua da belirlendi. Sonra hitap kesildi. O anda ortama baktım o adamın dua yaptığı anı öğrendim. Sonra sabahladım ve o adama gidip dedim ki: Bu akşam Allah’a altı duada bulundun. Şu dualarda bulundun deyip, altı duasını da ona saydım. O da doğrudur dedi. Dedim ki: Sana icabet edilmesini ister misin? Dedi ki: Bu konuda kim bana yardım edebilir? Ona dedim ki: Bana şöyle denildi: Eğer kendisine icabet edilmesini istiyorsa Şeyh Şâzelî’nin yanına gelsin.

Hiç Kimseden Birşey İsteme!

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: Şeyh bana dedi ki, eğer arkadaşım olmak istiyorsan kimseden bir şey isteme. Ben bir sene bunun üzerinde durdum. Ondan sonra bana dedi ki, eğer arkadaşım olmak istiyorsan kimseden bir şey kabul etme. Sıkıldığım zamanlarda İskenderiye denizinin sahiline gidiyordum. Gemilerden taşınırken dökülen buğdaydan denizin sahile vurduğu buğdayları topluyordum. Ben bir gün böyleyken bir baktım, Abdulkadir nekkad ki kendisi evliyâullahtandı, o da benim yaptığımı yapıyor. Bana dedi ki: Dün akşam Şeyh Ebû’l-Hasan’ın makâmına muttali oldum. Ona dedim ki, şeyhin makâmı nerede? Dedi ki, arşın yanında. Ona dedim ki, o senin makâmındır. Şeyh senin için oraya iniyor ta ki onu gördün. Sonra ben ve o şeyhin yanına gittik. Meclise oturduğumuzda Şeyh dedi ki, dün akşam rüyamda (Sayfa 53)

Abdulkadir’i gördüm bana ded ki, sen arşî misin yoksa kürsî misin? Ona dedim ki, bunu bırak. Çamurlu olan arzîdir. Nefs semavîdir. Kalp arşîdir. Rûh kürsîdir. Sır “eyne”sız (mekânsız) Allah iledir. Emir bu araya iner ve ondan bir şahit onu takip eder.

Allah’a davet eden (tebliğ ve irşad edenler) bazıları İskenderiye’ye geldiler. Şeyh Mekinuddin el-Esmerî dedi ki: Bu adam insanları Allah’ın yoluna davet ediyor. Oysa Şeyh Ebû’l-Hasan onları Allah’ın indine götürüyordu. Şeyh Ebû ’l-Abbâs dedi ki: Kayrevan’da Şeyh Ebû’l-Hasan’la beraberdim. Ramazan ayıydı, Cuma gecesiydi ve yirmi yedinci geceydi. Şeyh camiye gitti ben de onunla gittim. Camiye girdiğinde baktım sineklerin bal üzerine üşüşmeleri gibi veliler onun üstüne üşüştüler. Sabahlayıp camiden çıktığımızda, Şeyh dedi ki: Bu gece büyük bir geceydi (o gece kadir gecesiydi). Ben rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı gördüm şöyle diyordu: “Ey Ali, elbiseni kirden temizle, her nefeste Allah’ın medediyle payelenirsin.” Dedim ki: Ya Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, elbiselerim nelerdir? Dedi ki: “Bil ki, Allah sana beş elbise giydirmiştir. Muhabbet elbisesi, mârifet elbisesi, tevhîd elbsesi, iman elbisesi ve İslam elbisesi. Kim Allah’ı severse her şey ona basit olur. Kim Allah’ı tanırsa her şey onun yanında küçülür. Allah’ı birleyen, ona hiçbir şeyi ortak koşmaz. Allah’a inanan, her şeyden emin olur. Allah’a teslim olan, ona çok az âsî olur. Eğer ona isyan etse ona özürde bulunur. Ona özürde bulunduğunda mazur görülür.” İşte o zaman Allah’ın “elbiseni temizle”” sözünü anladım. Şeyh Ebû’l-Abbâs dedi ki: Allah’ın melekûtunda dolaştım. Ebû Medin’i arşın eteklerine tutunduğunu gördüm. Sarışın ve mavi gözlü bir adamdı. Dedim ki: İlimlerin nelerdir, makâmın nedir? Dedi ki: İlimlerim yetmiş bir ilimdir. Makâmım ise hâlifelerin dördüncüsü, yedi abdâlların başıyım. Dedim ki: Şeyhim Ebû’l-Hasan Şâzelî hakkında ne diyorsun? Dedi ki: O benden kırk ilim daha fazladır. O kuşatılamayan bir denizdir.

Arkadaşlarımdan biri bana dedi ki: Şeyh Ebû’l-Hasan’a denildi: Efendim senin şeyhin kimdir? O da dedi ki: Ben Şeyh Abdusselam b. Meşîş’e müntesiptim, ancak şimdi hiç birine intisap etmiyorum. Bilakis on denize dalıyorum. Beşi insanlardır, onlar: Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Ebûbekir, Ömer, Osman ve Ali’dir. Beşi de ruhânîlerdendir, bunlar; Cibrîl, Mikail, Azrail, İsrafil ve Rûh’tur.

Efendimiz, Mevlâmız, İmam, ÂrifŞehabuddin’in oğlu bana dedi ki: Şeyh ölümü esnasında şöyle dedi: “Allah’a and olsun ki, bu yolda hiç kimsenin varamadığına vardım.” Şu olayı meşhurdur (Sayfa 54)

Humeysra’da defnedilip oranın suyuyla yıkanınca, ondan sonra oranın suyu çoğalıp tatlı su oldu. Hatta kervanlar orada konakladıklarında onlara yeterli geliyor ve daha önce böyle değildi. Şeyh Ebû Abdullah b. Numan, içinde Şeyh Ebû’l- Abbâs’ı vasiyet ettiği birkaç beyit bana gönderdi, onlardan bazıları şunlardır:

Arşın ilahı gedikte Ahmet’i verdi. Sohbetlerde onunla sevindim,

Arşın ilahı gedikte Ahmet’i verdi.

Sohbetlerde onunla sevindim,

Allah’a hamd ediyorum.

Daha sonra Şeyh Ebû’l-Abbâs hakkında şöyle diyor:

Şâzelî ilminin varisi hakikâttir.

kutuptur ve birdir, bunu bilin.

Ölümden sonra onunla ilgili acayipler gördüm.

Fethi inkâr edenlere delalet ediyor.

Şeyh Ebû Abdullah’ın “ölümünden sonra onunla ilgili acayipler gördüm” sözüyle kastettiği, kendisi yıkandıktan sonra çoğalıp, tatlı olan sudur. Arkadaşlarından biri dedi ki, Şeyh şöyle demiştir: Bana denildi ki, yeryüzünde Şeyh İzzuddin b. Abdusselam’ın meclisinden daha değerli bir fıkıh meclisi yoktur. Şeyh Zekiyuddin Abdulazim’in meclisinden daha değerli bir hadis meclisi yoktur. Yeryüzündesenin meclisinden daha değerli, hakikât ilimleri ile ilgili bir meclis yoktur.

Şeyh Ebû’l-Abbâs dedi ki: Tunus’a geldiğimde, Mersiyeh’den geliyordum, ben o zaman gençtim. Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin adını duydum, adamın biri bana dedi ki, beraber onun yanına gidelim. Hayır, önce istihâre edeceğim, dedim. O gece uyudum gördüm ki, sanki bir dağın başına çıkıyorum, üstüne vardığımda baktım, orada üzerinde yeşil bir bornozu olan bir adam var. Sağında ve solunda birer adam oturuyordu. Ona baktım, şöyle dedi: “Zamanın hâlifesini buldun.” Uyandım, sabah namazından sonra beni şeyhin ziyaretine davet eden adam geldi. Onunla beraber gittim. Onun yanına vardığımızda onu dağın başında gördüğüm şekilde buldum. Dehşete düştüm. Bana dedi ki: Zamanın hâlifesini buldun, senin adın nedir? Ona ismimi ve mezhebimi söyledim. Bana dedi ki, on seneden beridir bildirilmişsin.

Şeyh Ebû’l Abbâsdedi ki, Mağrib’den İskenderiye’ye geldiğimiz zaman, Umudu Sevari denilen yerde konakladık, gün batımı zamanıydı. Çok acıkmıştık, İskenderiye’nin adillerinden bir adam bize yemek gönderdi, Şeyh’e buyur denilince, dedi ki: Bizden hiç kimse bir şey yemesin. Bulunduğumuz o açlık hâli üzerine geceledik. Sabahladığımızda Şeyh bize namaz kıldırdı (Sayfa 55), dedi ki: Sofra bezlerini serin ve o yemeği hazırlayın. Hazırladılar bizde üzerine varıp yedik. Şeyh dedi ki: Rüyamda bir ses duydum, şöyle diyordu: Onunla ilgili kalbinden geçmeyen şey, helallerin en helalidir. Çünkü o konuda ne erkek ne de kadınlardan hiç kimseden istememişsin.

Şeyh Ebû’l-Abbâs dedi ki: Gecelerden bir gece ben İskenderiye’de uyuyorken, bana şöyle bir ses geldi:“Mekke ve Medine,” sabahladığımda yolculuğa karar verdim. Şeyh Kahire Mikyas’taydı. Ona gittim, huzuruna vardığımda bana dedi ki:“Mekke ve Medine,” dedim ki, bunun için geldim efendim. Hacca niyetlendim, yanımda dünyalık hiçbir şey yoktur. Şeyh bana, neyin var? Dedi. On dinar var, dedim. Dedi ki: Onları bu adama ver, bende on dinarıona verdim, bunun üzerine Şeyh bana şöyle dedi: “Yarın sahile çık, bana yirmi ölçek buğday al. Sabahlayınca sahile indim ve yirmi ölçek buğday satın aldım. Buğdayı mahzene taşıdım ve şeyhe geldim, bana dedi ki: Banabu buğdayınkurtlu olduğunu söylediler. Biz ondan hiçbir şey almayacağız. Ben hayret içinde kaldım ne yapacağımı bilmiyordum. Üç gün kaldım, buğday sahibi gelip de benden parasını istemedi. Dördüncü gün baktım ki, bir adam beni arıyor. Beni görünce dedi ki: Sen buğday sahibi misin? Evet, dedim. Dedi ki: bin dirheme bunu bana verir misin? Kabul ettim. Bana dedi ki, bin dirhemlik ölç ver. Allah benim için ona bereket koydu, eğer hâlâ harcıyorum desemdoğru söylemiş olurum.

Şeyh Ebû’l-Abbâs dedi ki: Şeyhin vefat ettiği sene kendisi ile beraber yolculuktaydık. Ahmim’e geldiğimiz zaman Şeyh bana dedi ki: Bu gece gördüm, sanki bir kalabalığın içindeydim, bir denizin içindeydim. Her tarafta rüzgâr esiyor ve dalgalar çarpıyordu. Gemi açılmıştı, neredeyse boğulacaktık, geminin kenarına gelip dedim ki: Ey deniz! Eğer beni dinleme ve bana itaat üzere emrolunduysan, minnet, işiten ve bilen Allah içindir. Eğer bunun dışında bir şeyle emrolunduysan, hüküm, aziz ve hâkim olan Allah içindir. Bir de duydum ki, deniz şöyle diyordu: “İtaat, itaat.” Seferimizi yaptıktan sonra, Şeyh vefat etti, onu, İdab Sahrasında Humeysra’da defnettik. Bir kalabalık içinde gemiye bindik, denizin ortasına geldiğimizde dalgalar çarptı, rüzgârlar sağdan soldan esti. Boğulmaya yakın olduk, ben şeyhin kelamını unutmuştum, durum çok şiddetlenince onu hatırladım ve geminin kenarına geldim, dedim ki: Ey deniz, eğer Allah’ın velilerine dinleme ve itaatle emrolunduysan, minnet, işiten ve bilen Allah içindir. Ondan sonra şeyhin dediği gibi, “beni dinle ve itaat et.. ."demedim. Yok, eğer başka bir şeyle emrolunduysan, hüküm aziz ve hâkim olan Allah içindir. Bunun üzerine denizin şöyle dediğini duydum, itaat, itaat. Deniz sakinleşti ve yolculuk güzelleşti (Sayfa 56).

Şeyh Ebû’l-Abbâs dedi ki, şeyhle beraber Îdab denizindeydik. Esen rüzgârdan dolayı şiddet içindeydik. Gemi açılmıştı, Şeyh(r.a) dedi ki: Göğün açıldığını gördüm. Ordan iki melek indiler ve biri şöyle diyordu; “Musa Hızır’dan daha bilgilidir. Diğeri de şöyle diyordu: Hızır Musa’dan daha bilgilidir.” Başka bir melek indi ve o da şöyle diyordu: “Vallahi, Hızır’ın ilmi, Musa’nın ilmi karşısında, hudhud’un ‘senin ihata edemediğini, ben ihate ettim’ dediği zamanki, Süleymanın ilminin karşısındaki durumu gibidir.” Anladım ki, Allah bizi bu yolculuğumuzda selamete erdirmiştir. Zira deniz Musa’ya musahhar olmuştu.

Ebû’l-Abbâs adamın birinin şeyhe şöyle dediğini söyler: Hızır hakkında ne diyorsun? Yaşıyor mu, yoksa öldü mü? Şeyh ona dedi ki: Fakih Nasiruddin el- Enbarî’ye git. O onun canlı ve nebi olduğuna fetva verecektir. Şeyh Abdu’l-Mutî onunla karşılaştı, bir ara sustu ve dedi ki: Ben onunla karşılaştım, onun orta parmağı ile şehadet parmağı eşitti.

Bil ki, Hızır’ın baki olduğu konusunda bu tâife icma etmiştir. Her asrın velilerinin onunla karşılaştığı, ondan bilgi aldığı öyle bir meşhur olmuş ki, durum inkârı mümkün olmayan tevatür derecesine varmıştır. Bu konuda hikâyeler çoktur. Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki, İdab Sahrası’nda Hızırla buluştum. Bana dedi ki: Ey Ebû’l-Hasan, ilahi lütûf seninle arkadaşlık etmiştir. Yolculuktada ikamette de senin arkadaşındır.

İbni Arabî demiş ki: Ebû Suud b. Şiblî, Şeyh Abdulkadir Geylanî’nin medresesinde temizlik yapıyordu. Hızır, onun başında ayağa dikildi, dedi ki: Es- selamu aleyküm, Ebû Suud başını kaldırıp, aleyküm selam dedi ve sonra işine döndü. Hızır ona dedi ki: Sana ne oluyor? Beni önemsemiyorsun, sanki beni tanımıyorsu n. Ebû Suud dedi ki: Bilakis seni tanıyorum, sen Hızırsın. Bunun üzerine Hızır dedi ki: O hâlde ne oldu da ben dikkatini çekmiyorum? Ebû Suud: Hizmetimle meşgulum dedi. Abdulkadir Geylanî’ye dönüp “bu Şeyh faziletini başkasına bırakmadı” dedi.

İbn Arabî kendinden haber vererek: Ben ve bir arkadaşım uzak Mağrip’te sahildeydik. Orada bir mescit vardı, abdâllar oraya sığınıyordu. Ben ve arkadaşım bir adam gördük, dört zira’ kadar yükseklikte havaya bir hasır sermiş, üzerinde namaz kılıyordu. Ben ve arkadaşım geldik, altında durduk ve şu şiiri okudum:

Seven sevgilisini unuttu onun sırrıyla.

Arzuları yaratıp onu musahhar kılanın sevgisindedir (Sayfa 57).

Ariflerin aklı tutsaktır.

Temizlenmesinde razı olduğu bütün varlıktan.

Onlar onun yanında değerlidir.

Ve onun yanında sırları muhafaza edilmiş ve özgürdür.

Namazını kısa tuttu ve şöyle dedi: “Ben bunu seninle beraber olan münkirden ötürü yaptım. Ben Ebû’l-Abbâs Hızırım.” Ben arkadaşımın velilerin kerametini inkâr ettiğini bilmiyordum. Arkadaşıma döndüm ve dedim ki: Ey falan, sen velilerin kerametlerini inkâr ediyormuydun? Evet dedi. Peki, şimdi ne diyorsun? Dedi ki, âyân beyan gördükten sonra ne söylenebilir ki?

Şeyh Abdu’l-Mûti el-İskenderânî, ölümü esnasında öğrencisine: “Şu cübbemi al, onun içinde çoğu zaman hızırla kucaklaştım” dedi. Kureşi(r.a.)’un hanımı: Şeyhin yanından çıktım, yanında da hiç kimse yoktu, onunla konuşan bir adamın sesini duydum. Konuşması bitene kadar bekledim, sonra içeri girdim ve dedim ki: Efendim, yanınızdan çıktığımda hiç kimse yoktu, ancak şimdi seninle konuşan birini duydum. Buna karşılık Şeyh: Hızır, Necd topraklarından bir zeytinle bana geldi ve bu zeytini ye, senin şifan bundadır dedi. Ben de dedim ki: Sende, zeytininde gidin buradan, benim ona ihtiyacım yoktur. Şeyh’te cüzam hastalığı vardı. Rivâyet edilir ki, Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde evin içinden kendisi görülmeyip sadece sesi duyulan bir ses işittiler. Şöyle diyordu: “Allah, kaybedilen her şeyin yerini doldurur, her mûsibeti telafi eder, asıl musibete düçar olan, sevaptan mahrum olandır.” Râvi diyor ki: Onlar o sesin hızıra ait olduğunu düşünüyorlardı.

Bil ki, Allah sana rahmet etsin, kim hızırın sadece varlığını inkâr ederse veya bunun Musa’ya gelen Hızır olmadığını söylerse ya da her zamanın bir Hızırı vardır derse ya da Hızırlık bir rütbedir, her zaman, birinden sonra bir başkası yüklenir derse hata etmiştir. Hızırın varlığını inkâr eden, kendi kendine şunu itiraf etmiştir: Allah ona hızırla buluşma minnetinde bulunmuş, ancak o ona yönelmemiştir. Keşke, Hızıra ulaşmayı kaçırdığımda, ona inanma fırsatını da kaçırmasaydın. Ebû’l-Ferec b. Cevzî’nin “Ucaletu’l Muntezer Fi Şerhi Hâlil Hızır” adlı kitabında sö ylediklerinden zaafa düşmeyesin. O kitabında Hızırın varlığını inkâr etmiş ve şöyle demiş: “Kim onun var olduğunu söylerse, kendisinde var olan kuruntu ve vesveselerden bunu söylemiştir. Var olmadığına dair, Allah’ın şu sözünü delil getirmiştir: “Biz, senden önce de hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar ebedî mi kalacaklar?” (Enbiya, 34) Bu adama hayret edilir. Nasıl bu âyeti delil getirebilir ki, bu âyette öyle bir delil yoktur, zira ebedilik, ölümsüzlük demektir, Hızır hakkında bu iddia edilmiyor ki, onda iddia edilen, ölümün geç geleceğidir. İblisin uzun kalacağını tasdik edip de Hızırın uzun kalacağını inkâr eden adama hayret edilir, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den geldiği söylenen Eğer Hızır canlı olsaydı beni ziyaret ederdi” sözü, hadis ehli tarafından tespit edilmemiştir (Sayfa 58).

Eğer, Şâyet Hızır olsaydı bu nakledilirdi diye sorulursa, bilesin ki, Peygamber, Allah’ın kendisine gösterdiği her şeyi bildirmek zorunda değildir. Peygamber’in şöyle dediği rivâyet edilir: “Rabbim bana üç ilim öğretti, ilmin birini ifşa etmemi emretti. ilmin birini ifşa etmemi nehyetti. ilmin birini de ifşa etme konusunda beni serbest bıraktı.”

Bazı ârifler: Allah Hızırı, velilerin ruhlarına muttali kılmış, o da Rabbinden şehadet dairesinde bâkî olmayı dilemiş ki, onları gayben gördüğü gibi, şehadeten de görsün diyorlar. Şeyh Ebû’l-Abbâs derki: Şeyhle beraber bir yolculuktaydım, İskenderiye’ye doğru gidiyorduk. Mağrib’e geldiğimizde beni bir sıkıntı tuttu, öyle ki artık tahammül edemedim ve Şeyhin yanına geldim. Bendeki durumu farkedince Ahmet! Dedi. Buyurun efendim, dedim. Şöyle bir açıklama yaptı: Allah Âdem’i kendi eliyle yarattı, melekleri ona secde ettirdi. Beşyüz senelik bir günün yarısı kadar cennetine koydu. Ondan sonra onu yere indirdi. Vallahi, Allah Âdem’i yeryüzüne nakış olsun diye indirmedi, ancak kâmil olsun diye indirdi. Daha onu yaratmadan önce şu sözüyle onu yeryüzüne indirmişti. "ben yeryüzünde bir hâlife yaratacağım'” (Bakara,20) gökyüzünde veya cennet demedi, onun yeryüzüne indirilişi, bir keramet inişidir. İhanet inişi değil. Cennette tarif ile ibadet ederdi. Yeryüzüne indirdi ki, teklifle ona ibadet etsin. Her iki kulluk da onda sağlanınca, hâlife olmaya müstahak oldu. Sende de, bir âdem örneği vardı. Senin başlangıcın, mârifetlerin cennetindeki ruhlar semasıydı. Sonra nefs toprağına indirildin ki, teklifle ona ibadet edesin. Her iki ubûdiyet de sende sağlanınca, hâlife olmaya hak kazanırsın. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın bazı arkadaşları Şeyhin şöyledediğini söylediler: Bir gece Şerefü’l-bunnî ve Şerefuddin b. Muhâllî benim yanıma geldiler. Bana dediler ki: İskenderiye’nin batısında bir kadının yanına gitmişler. Kadın bize: Elinizi ona göstermemizi söyledi, sonra elimizi kokladı ve dedi ki: Salih kardeşlerdir. Sonra: Ben mârifette hayret makâmına vardım ve dedim: ilahi! Ârifler ne ile hayretten çıkarlar? Bana dedi ki: Tevhidle. İçinizde ârifleri bu hayretten çıkaracak tevhidi bilen varmı? Ona, bereketinden faydalanmak için geldiğimizi söyledik. Sonra Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle dedi: Onu daralan kişilere gösterin, sonra ona doğru yöneldi ve şöyle dedi:“Ârifleri hayretten çıkaran tevhîd, „La ilahe İllah’ dır.”Ârifler hayretten, bu kelimeyle çıkarlar. Sabahleyin şeyhin bazı arkadaşları ona gittiler, baktılar ki, o kadın şöyle söylüyor, ben müstağni oldum, ben müstağni oldum... Bildik ki, şeyhimiz o anda ona imdatta bulunmuştur(Sayfa 59).

Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle diyor: Seyahatlerimin birindeydim. Müslümanların şehrine yakın bir mağaraya sığındım. Üç gün hiçbir şey yemeden orada bekledim. Üç günden sonra Rumlardan bazı insanlar yanıma geldiler. Gemileri onları oraya atmıştı. Beni görünce, Müslümanlardan bir ruhban. dediler. Yanıma çokca yemek ve azık koydular. Nasıl Müslümanlarla değil de Rumlarla rızıklandırıldım diye hayret etmiştim? Aniden şöyle bir ses duydum: Gerçek adam, dostlarıyladeğil, düşmanlarıyla yardım olunandır.

Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: Gecenin birinde bir tepede uyudum. Yırtıcılar gelip etrafımda dolaştılar. Sabaha kadar kaldım. Ancak o gece bende oluşan ünsiyet gibisini görmedim. Sabahladığımda kalbimden geçti ki: Allah’a ünsiyet makamından (Allah ile ünsiyet bulma, sadece Allahı düşünme makamı) bir şeyler elde etmişim. Vadiye indim. Orada keklikler varmış fakat ben görmemiştim. Beni fark ettiklerinde hepsi birden uçunca birden korktum. Baktım ki, yukarıdan bir ses şöyle diyordu: Ey dün gece yırtıcılarla ünsiyet bulan, sana ne oluyor ki, kekliklerin çırpmasından korkuyorsun. Çünkü dün akşam sen bizimleydin ama şimdi kendinlesin.

Seyahatlerimin birinde mağaradayken, dedim ki: İlahi, ne zaman sana şükreden kul olurum? Baktım ki, bir ses şöyle diyor: Kendin dışında, kendisine nimet edileni görmediğinde. Dedim ki: İlahi, nasıl kendim dışında kendisine nimet edileni görmeyeceğim? Oysa sen peygamberlere, âlimlere ve padişahlara nimette bulunmuşsun. Baktım ki, bu sözüm üzerine şöyle diyor: Nebiler olmasaydı hidâyet bulmazdın. Âlimler olmasaydı iktida etmezdin. Melikler olmasaydı güvende olmazdın. O hâlde hepsinin nimeti benden sanadır.

Bir defasında seksen gün aç kalarak seyr-u sülûk ettim. Kalbimden şöyle geçti: Bu hâlden benim için bir şeyler hâsıl oldu. Bir de gördüm mağaradan bir kadın çıktı. Yüzü sanki güneşti ve şöyle diyordu: Bahtsızdır, bahtsızdır. Seksen gün aç kalmış amelini Allah’a gösteriyor. (Ameliyle övünüyor) Oysa altı aydır bir lokma yemek tatmış değilim.

Seyahatteyken bir işe başlamak üzereyken bende bir tereddüt oluştu: Çöllerde kalıp bütün vaktimi tâat ve zikirlere mi versem, yoksa seçkin ve âlimlerin sohbetlerine katılmak için şehirleremi dönsem? Orada bulunan bir velî bana anlatıldı. Bir dağın başındaydı. Dağa çıktım, ancak gece vardım. Kendi kendime dedim ki, bu vakitte yanına gitmeyeyim. Onu mağaranın içindeyken şöyle derken duydum: Allahım, millet, insanları onlara musahhar kılmanı istedi. Sen halkını onlara musahhar kıldın (Sayfa 60).

Bununla senden razı oldular. Ben ise, halkın bana uğramasını istemiyorum. Ta ki, tek sığınağım sen olasın. Kendi nefsime dönerek dedim ki: Ey nefs, bak bu Şeyh hangi denizden avuçluyor? Sabahladığımda yanına vardım. Heybetinden korktum. Nasılsınız efendim? dedim. Dedi ki: Senin, tedbirini ve iradeni kullanmanın sıcaklığından şikâyet ettiğin gibi, ben de rıza ve teslimiyetimi Allah’a şikâyette bulunuyorum. Ona dedim ki: Efendim, benim şikâyetim tedbirin ve ihtiyarın sıcaklığındandır, zira ben onları tattım ve şu an içindeyim. Senin şikâyetin ise, teslim ve rızayı isteyendir. Peki neden? Şöyle cevap verir: Onların tatlılığının beni Allah’tan meşgul kılmalarından korkuyorum. Dedim ki: Efendim, dün akşam şöyle dediğini duydum: Kavim, halkını onlara musahhar kılmanı istediler. Sen halkını onlara musahhar kıldın. Bununla senden razı oldular. Ben ise, halkın benden sapmasını istiyorum. Ta ki, tek sığınağım sen olasın. Tebessüm etti ve dedi: Evladım, “halkını bana musahhar kıl” yerine “ey Rabbim, benim için ol” (Sana tam tevekkül edebilecek şuurda olyım) de. Söylesene, o senin için olunca hiçbir şeyi kaçırır mısın? Bu cinâyet değildir.

Ben ve bir arkadaşım bir mağarada Allah’a varmayı umuyo rduk. (vasl hali) Biz, kendi aramızda yarın bize fetholunacak, sonraki gün bize fetholunacak... diyorduk. Derken heybetli bir adam yanımıza geldi. Kim olduğunu sorduk. Dedi ki: Abdulmelik. Biz bildik ki, o Allah’ın velilerindendir. Nasılsın? dedik, o da dedi ki, yarın veya bir sonraki gün bana fetholunacak diyenin hâli nasıl olur? Ne velâyet vardır ne de felah vardır. Ey nefs, niçin Allah’a ibadet etmiyorsun? Nereden yanımıza geldiğini anladık, tövbe ettik, istiğfarda bulunduk ve bize fetholundu.

Bir gün üstadın yanındaydım, kendime şöyle dedim: Keşke bilseydim, Şeyh, Allah’ın ismi azamını biliyor mu? Şeyhin oğlu benim bulunduğum yerin en sonundaydı ve şöyle dedi: Ey Ebû’l-Hasan, önemli olan isim bilmek değil, ismin kendisi olmaktır. Şeyh, mekânın başından dedi ki: Evladım! Senin hakkında isabetli ve feraset sahibi oldu.

Şeyh Ebû’l-Hasan’a, niçin dinletileri dinlemiyorsun? denildi. O da dinleti halkın cefasıdır, dedi.

Bir arkadaşım bana: Öğrencinin biri, Şeyh Ebû’l-Hasan’ı, maaşını arttırmak için kadı Tacuddin İbn Bintil E’azz’a aracı olarak gönderdiğini söyledi. Şeyh onun yanına gitti, kadı şeyhin gelişini çok büyük gördü ve ona dedi ki: Efendim niçin geldiniz? O da şöyle dedi: Falan talib için geldim, onun maaşını on dirhem arttıralım diye geldim. Diyor ki: Kadı Tacuddin kendisine şöyle dedi: Efendim bunun filan yerde şu şeyi, diğer yerde bu kadar şeyi, bir yerde de şu ve şu şeyi vardır. Şeyh Ebû’l-Hasan (Sayfa 61)kendisine şöyle dedi: Ey Tac, bir mü’mine on dirhemi arttıracaksın diye ona çok görme. Allah’u Teâlâ mümin için cenneti mükâfat olarak yeterli görmez. Orada o mükerrem yüzüne bakmaimkânı da verir. Şeyh Ebû’l-Hasan der ki: Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’tan gelen şöyle bir hadisi duydum: “Kalbimin üzerinde bir değişiklik oluşur. Ta ki, bir günde Allah’a yetmiş kere istiğfar ediyorum.”[38] Ne demek istediğini anlamadım, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı gördüm, bana şöyle diyordu: “Ey mübarek, bu nurların gözüdür, zulüm ve kederlerin gözü değil” ve dedi ki, ben Rasûlullah’tan rivâyet edilen şu hadisi duydum: “Fakirliğin korkusu kimin kalbine girerse, onun amellerinin yükselmesi az olur’” Bir sene boyunca durdum, ameliminyükseltilmediğini zannediyordum ve kendime şöyle diyordum: “ kim bundan kurtulabilir ki?” Sonra rüyamda Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i gördüm bana şöyle diyordu: “ ey mübarek, kendini helak ettin. Yaşamak ile hayal etmeyi birbirinden ayırt etmelisin””

Rüyamda Sıddık’ı gördüm bana şöyle diyordu: “Dünya sevgisinin kalpten çıkmasının alameti nedir, bilirmisin?” Bilmiyorum, dedim. Dedi ki: “Alameti var olduğunda onu küçümsemek, yok olduğunda da rahatlık duymaktır.”

Bir gün kalbim nurlanmıştı. Yedi yer ve göklerin melekûtunu müşahede ediyordum. Bir hatam oldu, bu şahadetten engellendim. Nasıl olurda böyle küçük bir şey beni böyle büyük bir işten alıkoydu? Diye hayret ettim. Bu sözümün üzerine bir ses bana şöyle diyordu: Basiret göz gibidir. İçine giren en küçük şey görmeyi işlevsiz kılar.

Sözün dizginini tutalım ki, kitabın amacının dışına çıkmayalım. Aslında şeyhin kelamı dikkat çekilmekten daha meşhurdur. Burada anlattıklarımın çoğu, kendisine nisbet edilenler arasında bulunmayanlardır. Sözlerinin bir kısmı mukaddimede geçti. Kitap esnasında da inşallah gelecektir. Onun kelamından kutbun kerametleri ile ilgili anlattıkları, husus ve umum şeklinde anlattıkları, ilimleri, hakikâtleri, sırları, sözün tatlılığı, birçok manayı kapsamakla beraber veciz olması, onun kelamını zikrederken veya dinlerken duyduğun heybet sana kâfidir. Kutbun kerametlerinde söylediklerini, imam olarak ehli tarikin kelamında bulabilmek azdır.

Kutbun on beş kerameti vardır. Her kim onların tümünü veya bir kısmını iddia ederse, göstersin bakalım: Rahmetin mededini, ismeti (Sayfa 62), hilafeti, niyabeti, büyük arşın taşıyıcılarının mededini, kuşattığı ve kendisine keşfolunan zatın hakikatını, İki varlık arasındaki fasıl ve hüküm, evveli evvelden ayırma, müntehasına kadar ondan ayrılan ve onda sabit kalan, öncesi ve sonrasının hükmü, öncelik ve sonralığı olmayanın hükmü ve başlangıç ilmi kerametiyle ikram edilsin. Başlangıç ilmi, ilk sırdan müntehasına kadar zuhûr edipsonra ona dönen bütün malumatı ve ilimleri kuşatan ilimdir. Bu, sırların kefaletiyle kaim olan, nurların mededini kuşatan bu büyük mertebeyi iddia edeni sınamak için, Şeyhin verdiği bir ölçüdür. Bu, el-Ârif BillâhEbû Abdullah et-Tirmizi’nin “Hatmu’l-Evliyâ” adlı kitabında anlattıkları gibidir. Demiştir ki: Kim velâyet iddiasında bulunursa, ona velilerin menzilelerini anlat denir. Velâyeti iddia edenin ölçüsü olarak birkaç mesele anlatmıştır.

Şeyh Mekinuddin el-Esmerî bana demiş ki: Kırk yıl bekledim, kavmin yolu hakkındaki durumu anlamlandıramıyordum. Bana anlatıp, işkali giderecek birini de bulamıyordum. Ta ki Şeyh Ebû’l-Hasan geldi. O anlam veremediğim her şeyi giderdi. Şeyh Sadruddin el-Kavlî Mısır’a elçi olarak geldiğinde, Şeyh Ebû’l-Hasan’la bir araya geldi. Onun huzurunda birçok ilimden konuştu. Şeyh ise başını eğmişti. Ta ki Şeyh Sadruddin sözünü tamamladığında, Şeyh Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî başını kaldırdı: Bana günümüzün kutbundan haber ver. Onun sadık dostu kimdir? İlimleri nelerdir, diye sordu, ancak o cevap veremedi.

Onun yolu, en büyük, zengin ve büyük tevessül yoluydu. Hatta kendisi şöyle diyordu: Şeyh, seni zorluğa yönlendiren değildir. Şeyh, seni kolaylığayönlendirendir. Kendisinin eliyle birçok kişi yetişti. Bunlardan bazıları batıda ikamet etti, Ebû’l- Hasan es-Saklî gibi, kendisi sıddıkların ekâbirindendi. Abdullah el-Habîbî gibi, kendisi evliyâullahın ekâbirindendi. Onlardan kimisi de onunla beraber Mısır’a hicret ettiler. Onlardan biri, sûfîliğin hücceti, husûsî ehlin ilmi, mevlâmız Şihabuddin Ahmed b. Ömer el-Enâri el-Mursî’dir. Yine Hacı Muhammed el-Kurtûbî ve Ebû’l- Hasn el-Bucaî, Ebû Abdullah el-Bucaî, Vichânî Harrâz da onlardandır. Onlardan kimisi de Mısır’da onunla beraber olmuştur. Şeyh Mekinuddin el-Esmeri, Şeyh Abdulhâlim, Şeyh Şeref el-Bûnî, Şeyh Abdullah el-Lakkanî, Şeyh Osman et-Tûrîcî ve Şeyh Eminuddin Cibrîl bunlardandır. Bunlardan her birinin ilimleri, sırları, yürüyüşleri, kendilerinden istifade eden arkadaşları vardır. Onun tariki Şeyh Abdusselam Meşîş’e, Şeyh Abdusselamın’ki Şeyh Abdurrahman el-Medeni’ye, nisbet edilir (Sayfa 63).

Sonra bir bir Hasan b. Ali b. Ebi Talib’e varır.

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’tan duydum, diyordu: Bizim bu tarikimiz, doğuya ya da kuzey Afrikalıya mensup değildir. Bilakis birer birer kişiden Hasan b. Ali b. Ebi Talib’e mensuptur. O kutupların ilkidir. Nesebler tarikinin dayandırıldığı meşayihin taayyunu, tarikatı hırka giymekle olanlara gereklidir. Zira o rivâyetin rivâyetidir. Senedinin ricalının taayyunu ile taayyun eder. Bu, Allah’ın kulu cezp edeceği bir hidâyettir. Böylece her hangi bir üstadın minnetialtında kalmamış olursun. Bunu Rasûlullah ile birleştirir ve böylece ondan almış olur. Minnet olarak bu kâfidir. Şeyh Mekinuddin bana şöyle dedi: Beni Rasûlullah’tan başkası eğitmedi. Şeyh Abdurrahman el-Kanavî’nin şöyle dediği söylenir: Rasûlullah’tan başkasının benim üzerimde minneti yoktur. Allah bir kulunu üstadlardan zengin kılıp, onun için onlarda bir selef olmamasını dilediğinde bunu yapar. Malik dostlarından birine: Seni vezir yapmak istiyorum dedi. O da: Bu konuda selefim yoktur dedi. Dedi ki: Seni senden sonrakilere selef kılmak istiyorum. Bu kadarla yetin. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın kadrini bilmek için bu kadar yeterlidir. İş, şunun söylediği gibidir:

Sözün yerini geniş buldun.

Söyleyecek dil bulursan söyle.

Kitabın telif edilmesindeki amacımız her ne kadar şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın menkıbelerini anlatmak olsa da, biz Şeyh Ebû’l-Hsan’ın zikriyle başladık. Ancak biz bunu şu iki durumdan ötürü yaptık. Birincisi: Şeyh Ebû’l-Abbâs’ın kadrini tanıtmaktır. Zira tabiin şerefi metbuun şerefiyledir. İkincisi: Şeyhin de durumu şöyleydi: Şeyhini zikreder, ona delalet eder, kendi özelliklerini anlatmaktan yüz çevirirdi. Hatta biri ona: Efendim, hep görüyoruz ki, Şeyh dedi, Şeyh dedi diyorsun. Çok az şeyi kendine nisbet ediyorsun. Şeyh dedi ki: Eğer dileseydim, nefesler âdedince “Allah dedi” derdim. Eğer dileseydim, nefesler adedince “Rasûlullah dedi” derdim. Eğer isteseydim, nefesler adedince “Ben dedim, ben dedim” derdim. Ancak “Şeyhim dedi” derim. Edepten ötürü kendimi terk ederim. Birinci bâbdaki kelam tamamlanmıştır. Allah en iyi bilendir (sayfa 64).

İKİNCİ BÂB

Velilerin Şahadeti

Şeyhin, bu makâmın varisi olduğuna dair kendi şehadeti, üstün başarıyı elde ettiği, Allah’ın kendisine verdiği büyük nimetleri kendisinin haber vermesi, onun en faziletli meram için Allah’a ulaştığına dair velilerin ona şehadetleri hakkındadır.

Bu konunun başında bir mukaddime takdim edelim. Bil ki, kişinin varisi, onun ilmini ve hâlini açıklayandır. O varis olunanın yolunu izhar eder. Mücmeli tefsir eder. Kısa ve öz olanı açıklar. Minaresini yükseltir. Nûrlarını yayar. Bu büyük adamın üzerinde bulunduğu Allah’ın ilmi ve mârifetini, ona olan nüfuzunu, nurundan istifade almayı insanlara öğretir. Hatta insanlar bu büyük adamın sevgisinde ve taziminde, o hayattayken gevşeklik gösterdiklerinde, vefatından sonra bunu telafi ederler. Zira imkândâhilinde olan herşey istenmez. Aciz olunan şeyler ise, aşkla istenir.

Hatta Şeyh Ebû’l-Abbâs’ı şöyle derken duydum: Adam, onların arasındayken hiçbir değer atfetmiyorlar, öldüğü zaman derler ki, “o falancaydı.”Çoğu zaman adamın tarikatına vefatından sonra girenlerin sayısı, hayattayken girenlerden daha fazladır. Bu sıfatları belirten Şeyh Ebû’l-Abbâs’tır ki, o Şeyh Ebû’l-Hasan’ın ilmini yaymıştır. Nûrlarını neşretmiş, esrârlarını izhar etmiştir. Memleketin en ücra köşelerinden insanlar gelmiş, koşarak ona yönelmişler. Onun eliyle adamlar yetişmiş. Sözleriyle ve fiilleriyle onlara açıklamalarda bulunmuş. Ta ki, her tarafta arkadaşlar ve arkadaşların arkadaşları yayıldı. Şeyh’in ilimleri, dillerde ve kitaplarda zahir oldu.

Şeyh Salih Emin el-Adl Zekiyuddin el-Esvanî bana dedi ki: Şeyh Ebû’l- Hasan kendisine şöyle demiş: Ey Zeki, Ebû’l-Abbâs’a bağlı kal, vallahi ona bir bedevi gelir dizlerine idararını yapar ve onun üzerine suya dokunmuyordu, illaki onu Allah’a ulaştırırdı. Ey zeki, Ebû’l-Abbâs’a bağlı kal, Allah için hiçbir veli olmamıştır, illaki Allah onu, ona izhar etmiştir. Ey zeki (sayfa 65),

Ebû’l-Abbâs kâmil adamdır.

Ebû’l-Abbâs’tan duydum, kendisinden bahsederek şöyle derdi: Allah’a yemin ederim ki hiçbir veli ve abdâl bizim gibi biriyle karşılaşana kadar kaf dağından kaf dağına gitmemiştir. Onunla karşılaştıklarında onların isteği oydu. Ondan sonra dedi ki: kendisinden başka ilah olmayan Allah’a and olsun, Allah için olmuş ve olacak her veliye Allah, ona ismine ve nesebine ve Allah’tan hazzının ne kadar olduğuna beni muttali kılmıştır.

Şeyh Ebû’l-Hasan’dan bana ulaştı ki şöyle diyordu: “Ebû’l-Abbâs, güneştir. Abdulhakim, aydır. Bu Abdulhakim, Şeyh Ebû’l-Hasan’ın ashabından, büyük bir velidir. Daha önce zikri geçmiştir.

Şeyh Ebû’l-Abbâs’ı, şöyle derken duydum: Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: Duydum ki bana deniliyor, bir ümmette dört kişi oldukça onlar helak olmazlar. İmam, veli, sıddık ve cömert. Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: İmam, Ebû’l-Abbâs’tır.

Şeyh Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: Hâl, hâle malik olmaktan gelmez. Hâl, hâle malik olmak ve malik olmaya ehil olmaktır. Vallahi ben otuz altı senedir hâlen malikim ve malik olmaya da ehilim.

Şöyle derken onu duydum: “Veli istediğinde zengin olur.” “Vallahi, benimle kişi arasında sadece ona bir bakışla bakıp, zengin kılmam kadar mesafe var.”

Yine onu şöyle derken duydum: Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: Ey Ebû’l- Abbâs, senin arkadaşlığın ancak sen, ben olasın, ben de sen olayım diye olsun. Y ine şöyle derken duydum: Şeyh bana şöyle dedi, ey Ebû’l-Abbâs, velilerde olan sende de vardır. Ancak sende olan evliyâlarda yoktur. Behensa ehlinden biri bana şöyle dedi: Şeyh Ebû’l-Abbâs yanımıza gelip bizeşöyle dedi: Yirmibeş senedir bir göz kırpması kadar dahi Allah’ın müşahadesinden alıkonmadım, onbeş sene bizden uzak kaldı, sonra tekrar yanımıza gelip bize dedi ki: Şu an kırk senedir bir göz kırpması kadar dahi Allah’tan hacb olunmadım. Bir gün: Vallahi peygamber benden perdelenseydi, kendimi Müslümanlardan saymazdım dedi. Arkadaşlarımdan biri bana şunu anlattı: Demenhurda, yanına bir adam geldi, ayrılmak istediği zaman da dedi ki: Efendim, benimle musafaha et, zira sen memleketlerle ve kullarla karşılaşmışsın. Çıktığı zaman kendisine soruldu, memleket ve kullardan neyi kastetti? O da şöyle cevap vermiş: İnsan diyor ki, sen kullarla musafaha etmişsin, şehirlerde sülûk etmiş, bereketini kesbetmişsin. Seninle musafaha ettiği zaman senin bereketine nail olur. Bunun üzerine Şeyh gülmüş ve şöyle demiş: Vallahi ben bu elimle ancak Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile musafaha etmişim (sayfa 66).

Neşilu’l-Kanatir’de Allah’ın velilerinden olan Halil diye bir adam vardı. Kendisi şuan orda medfundur. Şöyle demiştir; Şeyh Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî (r.a.) yanıma geldi, benim yanımda abdest aldı, ondan sonra yanımdaki yayı aldı ve üç defa çekti. Ona dedim ki, efendim sizin hâlifeniz kimdir? O da dedi ki: Her kim buraya gelip de benim bu abdestim gibi abdest alır ve bu yayı üç defa çekerse, o benden sonra hâlifedir. Diyor ki, şeyhin arkadaşlarının hepsi geldi ve ben gözetliyordum, herhangi birisi bunu yapar mı diye, hiç kimseye denk gelmedim. Ta ki, Şeyh Ebû’l-Hasan (r.a.) geldi, Şeyhin abdest aldığı gibi abdest aldı, gözlerini kaldırdı, yayın orada asılı olduğunu gördüve dedi ki, o yayı bana ver. Yayı ona verdim, üç defa çekti, sonra şöyle dedi: Ey Hâlil, şeyhin vaadi sana geldi. Şeyh Ebû’l-Hasan’dan bana ulaştı ki, kendisi şöyle demiştir: Bu Ebû’l-Abbâs ilahi müşahedeye erdikten sonra perdelenmek istese dahi perdelenmez.

Şeyh Ebû’l-Abbâs, gecelerden bir gece İskenderiyede ben otururken, arkadaşlarımdan birine bir yazı yazıyordum, bir de baktım kiHalil gökyüzünde, ona dedim ki: Bu geceki seyahatinde nereye vardın? Neşil’den çıktım, uzak Mağrib’deki, zeytin dağlarına kadar gittim ve Beytu’l-Makdise gitmek istiyorum, ondan sonra şehrime döneceğim. Eğer bundan daha fazla yayılabilseydim, yayılacaktım. Diye cevap veriyor. Şeyh, ona şöyle diyor: iş, aynı gecede zeytin dağlarına gidip dönmekte değildir. Şuan, elinden tutup seni Kâfdağı’nın üzerine bırakmak istersem, yaparım.

Ebû Abdullah b. Sultan, kendisi de evliyâullah’tandı, bana şöyle haber verdi: Şeyh Ebû’l-Abbâs’a bal göndermek istedim, arkadaşlarımdan birine söyledim, o da bana: yanımda iki küçük testi bal var dedi. Onları bana getirdi, ağızlarını kapattım ve üzerine Şeyh Ebû’l-Abbâs el-Mursî’nin emaneti diye yazdım. Onları Tunus denizinin yanına getirdim ve denize attım. Daha sonra kendisinden, emanetlerin ulaştığı haberini aldım. Arkadaşlarından biri bana dedi ki: Bir gün Şeyh otururken, arkadaşlarından birine, denizin yanına gidelim demiş ve denizin yanına gitmişler, şeyh elini sarktı ve iki testiyi çıkardı. Abdu’l-Hâlim b. Şeyh Mazi, bana haber verdi, Mazi, Şeyh Ebû’l-Hasan’ın arkadaşlarından biri olup, Abdullah b. Sultan’ın kardeşidir. Demiş ki: Bir geceŞeyh Ebû’l-Abbâs’ın yanında ramazan ayındaki kıyam namazını kılıyordum. Namazı bitirince, çocuğuna, amcaoğlunu alıp, yukarıya çıkmasını söylemiş, Şeyh’in yanına gittik, bize kadayıf ve bal koydu ve bu bal amcandandır dedi. Babamın yanına gidince bana dedi ki

“Bu gece geciktin, zihnimi meşgul ettin”bende Şeyh Ebû’l-Abbâs’ın yanında olduğumu söyledim. Bana kadayıf (Ballı kadayıf) (sayfa 67)ve bal yedirdi ve dedi ki, bu bal senin amcanın yanından gelmiş. Baban bu iş bana çok tuhaf geldi dedi. Yirmi senedirMısır diyarındayım, kardeşim hiçbir zaman bir şey göndermedi. Ta ki balın, anlattığımız şekilde ona vardığı haberi alıncaya kadar. Şeyh şöyle diyordu: Vallahi Firdevs cenneti bir göz kırpması kadar dahi benden perdelenseydi, kendimi Müslümanlardan saymazdım. Yine şöyle diyordu: Bir sene arafattaki vakfeyi kaçırırsam, kendimi Müslümanlardan saymam. Şöyle derken duydum: Bazı arkadaşları tarafından eziyet gördüğümde sabrederim, Allah’a and olsun ki, onlar ancak senindir. Yani veraset ancak senindir. Şeyh İbn Naşi’’in el yazısıyla yazdığını gördüm. Şeyh Celaleddin, Şeyh Ebi’l-Hasan eş-Şâzelî’den naklederek der ki: Hicazdan geldiklerinde o gün Cedîd’in Meras mevkiine vardığımızda Ebû’l-Abbâs’a abdâl giysisi giydirildi. İbn Naşi’ dedi ki: Bu konuda şeyhim Ebû’l-Abbâs (r.a.)’a bir şiir yazdım:

Selamlarım şu güzel yüzedir.

Ya Rabbi, önderimin yoluna beni ulaştır.

Özlemini duyduğumun ayaklarını öperim.

Orada büyük buluşma, şeyh ile buluşma vardır.

Karanlığın darlığından hidâyete çıkarttı.

Akidemi, ahdimi ve niyetimi düzeltti.

Her yönden nurlar saçtı

Telkin etmesiyle virdleri her ziyaretinde.

Onda gördüklerimi gördüm.

Onu bana sormayın ey millet.

Üzerine feryat ederim ama bir kısmını söylemem.

Ancak söylediğimde, ibretle söylerim.

Münezzehtir kalpleri kör eden o kişiden ki,

Himmetle kalplerin sırrında tasarruf yapmıştır.

Kimdir şeyhinin hazretinde eğitilen,

Hazretten sonra hazretle ikram olunan?

Layıktı Cedid’de o elbiseye ki,

Abdâlların veya meleklerin elbisesine döndü,

Yolcuyken Şeyh böyle dedi.

Kervana, durduğu yerde durmaksızın.

Bu zamanda Ahmed gibi kaptan var mı? ki.

Fetret döneminde bana gelip beni eğitti.

Ona övgüm, Ahmed’e övgüdür ki,

Yükseklikte muhabbetin en üstüne çıktı.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun gidenler gittikçe.

Onun kabrine hüccet ile kıyamdan sonra.

Mekke’de oturan, Ârif, İmam, Şeyh Necmuddin Abdullah el-İsfehâni bize haber vererek şöyle dedi (sayfa 68):

Acem yöresinde onunla beraberken Şeyh bana dedi ki: Mısır diyarında kutupla karşılaşırsın. Bunun için şehrimden çıktım. Yoldayken bir grup Tatar beni yakaladı. Bu casustur dediler. Beni bağlayıp hakkımda birbiriyle konuştular. Bazıları, öldürelim, bazıları da öldürmeyelim, dediler. Bağlı hâlde geceledim ve kendi durumum hakkında düşündüm. Memleketimden beni Allah ile tanıştıracak kişi ile karşılaşmayı isteyerek çıktım. Allah’a and olsun ki, endişem ölmekten değil. Ancak amaçladığıma ulaşmadan nasıl ölürüm? İçine Umru’l-Kays’ın şiirini kattığım birkaç beyit yaptım. Şu beyitler o şiirdendir:

Ayakkabılarım her yere basmıştır.

Gurbetliğimle nefsim yorulmuştu.

Afaklarda dolaştım hatta

Ganimet olarak dönüşe razı oldum.

Şiirimi bitiremeden bir de baktım ki, gür saçlı bir adam şahinin avına atlaması gibi bana doğru geliyor. Bağımı çözerek bana dedi ki, ey Abdullah ben senin aradığınım. Ondan sonra Mısıra geldim, bana denildi ki, burada bir adam vardır, ona Ebû’l-Abbâs el Heremî denir. Ona gittim ki, bağımı çözen adammış. Bana dedi ki, esir düştüğün gece şiirindeki tazmin ve sözün beni hayrete düşürdü. Beyitleri sonuna kadar söyledi.

Şeyh Necmuddin, Şeyhinin kendisine şöyle dediğini söyledi: Kutupla karşılaştığın zaman, o arkanda olduğu hâlde namaz kılma. Bir gün Ebû’l-Abbâs’a geldim, o da İskenderiye’deydi, ikindi namazı vaktiydi. Yanına vardığımda ikindi namazını kıldın mı diye sordu. Hayır dedim. Dedi ki: Kalk namazını kıl. Onun bulunduğu yerde biri kıble tarafına biri de deniz tarafına bakan iki eyvanı vardı. Şeyh deniz tarafındaki eyvanda oturuyordu. Namaz kılmak için kalktığımda, şeyhimin kutupla karşılaştığında o arkanda olduğu hâlde namaz kılma sözünü hatırladım. Bildim ki, ben namaz kılarsam Şeyh arkamda kalacaktır. Allah kalbimde bir hâloluşturdu, dedim ki: Şeyh neredeyse kıble orasıdır. Şeyh tarafına yöneldim ve tekbir getirmek istedim, Şeyh dedi ki: Hayır, sünnete muhâlif olan onu razı etmez.

Ben kimyayı ne yapayım? Vallahi, kavim öyle bir olmuştur ki, kuru bir ağacın yanından geçtiklerinde, ona işaret ediyor, o hemencecik bize meyve veriyor. Bu adamlarla arkadaşlık eden kimyayı ne yapar?

Arkadaşlarımdan biri şöyle dedi: Kus şehrinde, Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelînin arkadaşlarından biri olanŞeyh Ebû Abdullah el-Bucai ile beraberdim. Bir durum oluşuyordu, Şeyh Ebû Abdullah onu soruyordu (sayfa 69), o da şöyle diyordu: Bu benim işim değildir. Ancak eğer AllahEbû’l-AbbâsMursî ile seni bir araya getirirse, istediğini onun yanında bulursun.

Şeyh, gördüğü rüyayı anlatır ve şöyle de: sanki yanımda bir tabak içinde taze hurma vardı. Bir havari ondan yiyordu. Tabirini aldım, denildi ki: Bu senin için ilim sahibi olan büyük bir adamdır. Vakti geldikten sonra, Şeyh Ebû’l-Abbâs, Kûs şehrine geldiğinde, ona bende olan durumları sordum. Bunların cevabını bana verdi ve dedi ki: Rüyanda ki taze hurma ile onu yiyen havariyi hatırla. İşte ben o havariyim. Bir gün Şeyh Mekin el-Esmer ile karşılıklı konuştuk, ona Şeyh Ebû’l-Abbâs’ı sordum, o da: Şeyh böyledir, Şeyh şöyledir dedi. Böylece söz devam edip gitti. Fakih Mekin Şeyh ile ilgili söylediğim hakikâtleri garipsiyordu. Ta ki, şöyle dedi: Sana doğrusunu söyleyelim, biz Şeyh Ebû’l-Abbâs’ı tanıyamadık. Bu Şeyh Mekinuddin’in, Şeyh Ebû’l-Abbâs’ın büyüklüğü ile ilgili itirafıdır. Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî;Şeyh Mekinuddin Esmer’in yedi abdâldan birine şahitlik etmesine rağmen, o Şeyh Ebû’l- Abbâs’ı hakkıyla tanıyamamıştır, dedi. Birgün Şeyh Ebû’l-Abbâs Demnehuri’nin yanındaydım. Yanında Ebû’l-Abbâs’ın arkadaşlarından İnsan vardı. İnsan ona: Efendim, bu Ebû’l-Abbâs Mursî’nin arkadaşlarındandır der. Şeyh Ebû’l-Abbâs Demnehuri’ye şöyle der: Efendim Ebû’l-Abbâs Mursî, ahiret padişahlarından bir padişahtır.

Süleyman Bahis bana haber vererek: Şeyh Ebû’l-Abbâs Demnehuri’nin yanına gittim, onu şöyle derken duydum: Ya Rabbi, o Ebû’l-Abbâs’tır, bende Ebû’l- Abbâs’ım ve bunu tekrarlıyorum. Ey efendim, Ebû’l-Abbâs kimdir? O, Mursî’dir. Evladım! Esvan’dan İskenderiye’ye kadar onun gibi bir adam yoktur. Ondan sonra, Esvan’dan Dimyad’a, ordanda İskenderiye’ye kadar onun gibi bir adam yoktur dedi. Bu Süleyman bana haber verdi, dedi ki: Bir gün Şeyh Ebû’l-Abbâs Mursî ile karşılaştım. Hamamdan çıkmıştı, onu davet ettim, yanıma geldi, ona karpuz takdim ettim. Yemesi esnasında ona, çok meşhur insanları ve değişik ülkeleri dolaşan ancak Cuma namazına gelmeyen bir adamı sordum. Onu şeyhe anlatınca rengi değişti ve dedi ki: Vallahi eğer bilseydim sen bana onu anlatacaksın, yanına gelmezdim. Abdâlların ve velilerin yanında ehl-i bidat’ı zikrediyorsunuz.

Şöyle derken onu duymuştum: Vallahi, bu ilim sahipleri hiçbir zaman iki kişi olmamışlar. Ancak birer birer Hasan’a kadar gidiyor. Eşmum ehlinden bir grup bana haber vererek dedi ki: Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî yanımıza geldi, bizimle konuşuyor, söyledikleri bizim çok hoşumuza gidiyordu. Bizim bu hoşnutluğumuzu görünce (sayfa 70):

Siz Şeyh Ebû’l-Abbâs Mursî’yi görseydiniz nasıl olurdu? ŞâyetEbû’l-Abbâs dilimi serbest bıraksaydı, çok acayip ilmi bilgilerle konuşurdum dedi.

Onu şöyle derken duydum: Bu ilimde üç kişi konuşurdu. Şeyh Ebû’l-Hasan, arkadaşı Ebû’l-Hasan Sakalî ve ben. O ikisi vefat etti, bugün yeryüzünde benden başka bu ilmi konuşan kimseyi bilmiyorum. Şeyh Ebû’l-Abbâs vefat ettiğinde ben Kahiredeydim. Bir gün Şeyh Safiyuddin b. Ebi Mensur’un zaiyesine gittim ve onun yanında oturdum. Fakirlerden birine hitap ederek dedi ki: Kardeşim, büyük bir adam ölmüş, diğeri ona kim olduğunu sordu. O da Şeyh Ebû’l-Abbâs Mursî olduğunu söyledi. O ikisi benim şeyhin arkadaşı olduğumu bilmiyorlardı. Şeyhimiz Safiyuddin’e neyin tevafuk ettiğini biliyor musun dedim? Bir gece Şeyh alışık olmadığı bir zikri duydu ve bana dedi ki, git bak o kimdir? Gittim ki, Ebû’l-Abbâs ve arkadaşlarıdır. Şeyh Safiyuddin’e dönüp haber verdim. Bunun üzerine bu adam buraya gelir ve bizi ziyaret etmez. Bu hayret verici bir iştir dedi. Sonra Şeyh Safiyuddin sabahlayınca arkadaşlarına: Dün gece, kendimi sanki ıssız bir yerdeymişim gibi gördüm der. Ebû’l-Abbâs’ta yüksek bir yerdeydi ve bana şöyle diyordu: Ey kardeşim, Allah ancak bizi bu şekilde bir araya getirir. Şeyh Ebû’l- Abdullah Numan dedi ki: Şeyh Ebû’l-Abbâs Mursî, Şâzelî ilminin gerçek varisidir. Bihensa halkından birisi bana haber vererek dedi ki: Şeyh Eminuddin Cibrîl bana şöyle dedi: Sana Allah’ın velilerinden bir veliyi göstermemi ister misin? Evet dedim. Bizimle gel, dedi beni Şeyh Ebû’l-Abbâs’ın yanına getirdi ve O budur dedi.

Onun arkadaşlarından birisi bana şöyle dedi: Bir kişi şeyhi davet edip, onu denemek için yemek takdim etti. O yemekten çekinerek yemedi. Sonra yemeğin sahibine dönerek dedi ki: Eğer Haris b. Eser el-Muhasibinin parmağında bir damar varsa, içinde şüphe olan yemeğe elini uzattığında hemen hareket ediyorsa, benim elimde altmış damar vardır. Buna benzer yerlerde hareket eder. Yemeğin sahibi, istiğfar edip, Şeyhten özür diledi.

Şeyh Ebû’l-Abbâs’ın arkadaşları ve başkaları arasında şu mesele meşhurdur. Şeyh, bir gün Kahire’de, Zeki Sirac’ın evinde, Neferi’nin “Mevakif’ adlı kitabı kendisine okunuyordu. Ebû’l-Abbâs nerede? Diye sorar. Ebû’l-Abbâs gelince ona: Konuş ey evladım, Allah seni mübarek eylesin. Konuş bundan sonra hiç susma. Şeyh Ebû’l-Abbâs demiş: O anda Şeyhin lisanı bana verildi. Zamanın âlimleri, Şeyhin bu durumunu kabul ediyorlardı. Hatta Şeyhimiz İmam Şeyhu’l-Menazir (sayfa 71)Huccetu’l-Mutekellimin, Şemsuddin el-İsfehani ve Şeyh el-Allame Şemsuddin onun yanında faydalanacak oturuşla daha oturmadan, ondan bir şeyler almaya başlıyor ve elindekilere bağlanıyorlardı. Hatta birisi, zamanın zahir meşayihlerinden birini sordu. Efendim tanır mısın onu? Şeyh, yere işaret ederek, burada tanırım. Göğe işaret ederek, ancak burada tanımam dedi.

Birisi ona, Dımaşk’ta kendisine sekr ve hayret hâli galip olan bir insanı sordu. Şeyh: Bu tarikatte şeyhi olmayan hiçkimse, kendisiyle mutlu olunmaz dedi. Onun mezhebinin görüşlerinden biri şuydu: Kutbun, Şerif ve Hüseyni olması gerekli değildir, bilakis bunun dışında da olabilir.

Bir gün kutup ve özellikleri hakkında konuştu ve kendisine işaret ederek, kutupluk bazı evliyâlardan uzak değildir dedi.

Onun arkadaşlarından biri bana haber verdi ve Şeyhbir gün sırt üstü yatarak sakalını tutup şöyle dedi: Eğer Irak ve Şam âlimleri, bu kılların altındakileri bilselerdi, yüzüstü dahi olsaydı, yine geleceklerdi dedi.

Yine şöyle diyordu: Vallahi biz ancak Allah’ın üzerimizdeki faziletini görmek için, ehl-i tarikin kelamını mütalaa ediyoruz.

İmam gazali hakkında şöyle demiş: Biz onun için, büyük sıddıklık şehadetinde bulunuyoruz.

Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle diyordu: Allah’tan bir şey istediğinizde, Gazalinin imanıyla tevessül edin.

Şeyhi Ebû’l-Hasan’dan şöyle bahsederdi: İhya kitabı sana ilim miras bırakır. Kût kitabı sana nûr bırakır.

Yine Şeyh Ebû’l-Hasan’dan nakille şöyle derdi: Kut’u size tavsiye ederim. O azıktır. Kendisi ve Şeyh Ebû’l-Hasan, ikisi de İmam Rabbani et-Tirmizi’yi, tazim ederlerdi. Onların yanında onun sözünün tambir değeri vardı. Onun hakkında: O dört sûtûndan biridir derdi.

Bir gün, derin bir hâle dalmış vaziyette buldumonu, bana şöyle dedi: Dün akşam şöyle bir ses duydum: Selam size olsun ey kullarım, ondan sonra (sayfa 72): Bu, senede bir veya iki defa duyduğum şeydir dedi.

Bu şiir de, Ebû’l-Abbâs b. Arifin okuduğudur.

Sana zahir oldu, devam etti sende gizliliği.

Sabah yoktur, sen onun karanlığıydın.

Sen kalbin hicabısın gaybının sırrından.

Sen olmasaydın üzerine mührü basılmazdı.

Eğer sen ondan ğayıb olursan, içine konar ve kurulur.

Korunmuş keşfin alayı üzerine alayı

Dinlemesi usandırmayan hadis geldi.

Düzeni ve neşri onu arzuladı (sayfa 73).

ÜÇÜNCÜ BÂB

Tecrübeleri ve Keşifleri Hakkında

Tecrübeleri, Menzileleri, arkadaşlarının beraberinde tevafuk ettikleri ve keşifleri hakkındadır

Şeyh Ebû’l-Abbâs (r.a.)’tan duydum şöyle diyordu: Ben çocuktum, eğitmenimin yanındaydım, bir adam geldi, levhaya bir şeyler yazdığımı gördü. Sûfiye; Beyazı karalamasın dedi. Ben de: İş senin zannettiğin gibi değildir dedim. Bilakis sayfaların beyazlığı günahların karalığı ile karalanmasın. Yine onu şöyle derken duydum: Evimizin kenarına bir perde sülüeti yapılmıştı. Bende o zaman çocuktum, orada hazır bulundum, sabah olup eğitmenim yanıma gelince, -o Allah’ın velilerindendi- bana şu şiiri okudu:

Ey hayretler içinde silüete bakan kişi

Eğer görünürse o silüetin ta kendisidir.

Bir gece rüyamda, sanki dünya semasında olduğumu gördüm. Bir baktım esmer, kısa boylu, uzun sakallı bir adam orada. Dedi ki: “şöyle de:”Allah’ım Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ümmetini bağışla. Allahım Muhammed (s.a.v.)’in ümmetine merhamet et. Allahım Muhammed (s.a.v.)’in ümmetinin kusurlarını ört. Allahım Muhammed (s.a.v.)’in ümmetini eksikliklerini telafi et.’ Bu hızırın duasıdır. Her kim onu her gün söylerse, Abdâllardan yazılır.” Denildi ki: bu, Şeyh b. Ebî Şâme’dir. Nihâyete erip Şeyh Ebû’l-Hasan’a geldiğimde, ona bir şey söylemeden oturdum. “Allahım! Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ümmetini bağışla duasını kim her gü n okursa ulu abdâl yazılır.”dedi.

Her gün, minare tarafındaki deniz kapısından çıkardım. Bir gün, minare tarafına gittim, doğu tarafında uyudum ve içimden şöyle bir şey geçmişti: Neden Ebû Bekir’in, Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den rivâyetleri azdır. Hâlbuki onunla beraber çok kalmıştı. Rüyada biri bana şöyle diyordu: Hz. Peygamber’den sonra insanların en bilgilisi Ebû Bekir’dir. Ondan rivâyetlerinin az olmasının sebebi, onunla tahakkuk etmesindendir.

Rahmet makâmını mutala’â ettim. Bir de baktım üzerimde bir ses şöyle diyordu: Vallahi (sayfa 74), kıyamet gününde öyle bir rahmet olacak ki, İbn Ebi Tevâcin, ona nail olamayacaktır. Bu İbn Ebî Tevâcin, Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin şeyhinin şeyhi, kutup, Şeyh Abdusselam b. Meşîş’i dövmüştü.

Peygamber’in Medine’sinde Şeyh ile beraberdim. Hamza (r.a.)’yı ziyaret etmek istedim. Medine’den çıktım, arkamdan da bir adam geldi. Türbeye geldiğimizde kapı kapalıydı. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bereketiyle kapı açıldı, içeri girdik, abdâllardan bir adamın orada olduğunu gördük. Arkamdan gelen adama: Şu an istediğin duayı yap, kabul olunacaktır dedim. O adamda, Allah kendisine bir dinar versin diye dua etti. Medine’ye döndüğümüzde, bir adamla karşılaştı, ona bir dinar verdi. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın yanına gittiğimizde kendisine dedi ki, ey tembel, icabet vaktine tesadüf ettin, Allah’tan bir dinar istedin, Ebû’l-Abbâs’ın istediği gibi isteseydin ya, o Allah’tan dünya kederine ve ahiret azabına kâfi gelmesini istemiştide, Allah da bunu kabul etmişti. Bir gün üstadın önünde oturuyordum. Salihlerden bir cemaat onun yanına geldi. Onlar çıktığında dedi ki: Bunlar abdâllardır. Basiretimle baktım, onları abdâl olarak bulmadım. Şeyhin anlattığı basiretimle şahit olduğum şey arasında şaştım kaldım. Ondan birkaç gün sonra, Şeyh, Kimin günahları iyiliklerle değişirse, o abdâldır dedi. Artık bildim ki, Şeyh abdâllığın ilk mertebesini kastetmişti.

Şeyh Ârif Necmuddin el-İsfehâni bana haber vererek şöyle dedi, Şeyh Ebû’l- Abbâs bir gün bana Acemce bazı şeylerin adını sordu. İçimden şöyle geçti: Şeyh, Acem dilini öğrenmek istiyor. Ona bir tercüman yazısını getirdim. Bunun üzerine Şeyh, bu ne kitabıdır? Diye sordu. Ben de dedim ki, tercüman kitabı, Şeyh gülerek şöyle söyledi: Acemce istediğin şeyleri sor, sana Arapça cevap vereyim, ya da Arapça istediğin şeyleri sor, sana Acemce cevap vereyim. Bunun üzerine, ona Acemce sordum, o bana Arapça cevap verdi, Arapça sordum, o bana Acemce cevap verdi. Ayrıca, ey Abdullah, bunun ismi nedir derken, senin önünü açmak istedim. Yoksa bu dillerden bir şey bilmeyen, hâl sahibi olmaz dedi. Yine bana şöyle haber verdi: Bir gün Şeyh Ebû’l-Abbâs, Acem şehirlerinden iki şehir için, o iki şehir arasında kaç nehir vardır dedi. Dört nehir var dedim. O da, bir de boğulduğun nehir var dedi. Bunun üzerine hatırladım ki, dalmak için girip de az kalsın boğulacağım nehri unutmuşum (sayfa 75).

Ârif Yakut, bana şöyle haber verdi: Bir insan beni davet etti ve bana yemek getirdi. O yemeğin üzerinde bir yumak zulmet gördüm. Kendi kendime dedim ki, bu haramdır ve yemekten çekindim. Sonra Şeyh Ebû’l-Abbâs’ın yanına geldim. Bana yeni oturduğumda dedi ki: Bazı müritlerin, onlara yemek sunulup üzerine bir zulmet gördüğünde, “bu haramdır” demeleri, onların cehaletindendir. Ey miskin senin verân Müslüman kardeşin hakkındaki sui zannına eşit değildir. Bu, Allah’ın beni ona murad etmediği yemektir demişsin.

Ben onun yanına gittim, içimde sebepleri terk etme ve zahir ilimle meşgul olmayı bırakmak geçiyordu ve şöyle diyordum: Bu şekil üzere Allah’a ulaşılmaz. Ben ona bir şey açıklamadan bana: Kus’ta adı İbn Nâşî olan bir adam benimle arkadaşlık etti dedi. Kendisi orada müderris ve hâkim vekiliydi. Bizim elimizle bu tarikten bir şeyler tatmıştı. Efendim, tümişleribırakıp bundan sonraki zamanımı seninle geçirmekistiyorum dedi. Ben de ona dedim ki, bu yanlış olur. Allah’ın sana nasipet ettiğiyerde ikametet. Bizim elimizle sana verdiği kısmet elbette sana ulaşacaktır. Sonra dedi ki: Sıddıkların hâli budur. Onlar, hakk teâla onları ayırmayıncaya kadar bulundukları durumu/işi terk etmezler. (yani teslimiyyet ehlidirler) Bunun üzerine yanından çıktım, kalbimdeki tüm o düşüncelerimi Allah kalbimden yıkadı. San ki bir elbiseydi, çıkarıp attım. Allah’ın beni ikamet ettiği yerden razı oldum.

Arkadaşlarımdan: Kendimi Mağrip’te gördüm dedi. Adamlardan bir halka, ortalarında bir adam vardı. Halkadakilerin hepsi ona yönelmişti. Kendime dedim ki: Bu, kutuptur. Adamı özelliklerinden tanıdım. Bana her seferinde bir adam anlatıldığında, belki bu o adamdır diye ona gelirdim. Ta ki, Şeyh Ebû’l-Abbâs el- Mursî’den bahsedildi. Ona geldim, halkanın ortasında olduğunu gördüm. Ona gördüklerimi söyledim. O da dedi ki: Evet, ben kutupum. Ön tarafımda olanlar, hakikâtimin batınından onlar için medet vardır. Sırtımın karşısında olanlar, onlar için ilmimin zahirinden medet vardır. Kenarlarımda duranlar ise, onlar için her iki yanımdaki ilimden medet vardır.

Arkadaşlarımdan biri bana dedi ki: İlim ve hayır ehlinden biri, rüyamda sanki küçük bir fırka içinde olduğunu görmüş. İnsanlar toplanmış gökyüzüne bakıyorlardı, biri şöyle diyordu: “Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî gökten iniyor. Şeyh Ebû’l-Abbâs inişini gözetliyor, ona hazırlanıyor.” Üzerinde beyaz bir elbise olduğunu ve gökten indiğini gördüm. Şeyh Ebû’l-Abbâs onu görünce, ayaklarını yerde sabitleştirir ve inişe hazırlandı. Şeyh Ebû’l-Hasan, onun üzerine inip, başından girdi, ta ki içinde kayboldu ve uyandım (sayfa 76).

Şeyh Muhammet Sirac şöyle der: Gecelerden bir gece ben uykudayken, rüyamda birinin bana şöyle dediğini gördüm: “İskenderiye’nin dışına Sidre kapısından git. Sol tarafında bulacağın ilk bahçeye gir, orada insanlardan bir cemaat bulursun. Oradaki en uzun hurmanın altında oturan, adamlardan bir adamdır. Sonra bana denildi ki: Camide bir halka vardır, kim ona girerse emindir. Sabahladığımda, İskenderiye’nin dışına çıktım. Soldaki ilk bahçeye girdim. Halkayı orada buldum. Başımı kaldırdım ki, en uzun hurmayı göreyim. Bir de baktım, biri, hepsi uzundur diyor. Baktım ki bu Şeyh Ebû’l-Abbâs el-Mursî’dir. Selam verdim ve oturdum. Ve ona efendim, dün gece şöyle şöyle gördüm, rüyamı anlattım.“Cami benim, halka ise arkadaşlarımdır. Kim ona girerse emindir.” Yani kim şartlarımıza girerse emindir dedi. Ondan sonra dedi ki: Bu gece sana geleceğim. Ben de, efendim seni kapıda bekleyeceğim veya senin için kapıyı açık bırakacağım, dedim. Hayır, kapıyı kapat, ben gelirim, dedi. Akşam olduğunda vehim gibi bir şey beni sardı ve şöyle diyordu: Nereden gelecek, buradan, hayır şuradan, beklemeye güç yetiremedim. Vasitî’nin ribatına gittim, minarenin üstüne çıktım, namaz kılmak için durdum. Ben namazdayken, Şeyh Ebû’l-Abbâs havadan geldi, Dedi ki: Ey Muhammed sen buraya geldiğinde, yerin benden gizli kalacağını mı zannediyorsun? Efendim, buraya geldim zira içinde bulunduğum duruma takat gösteremedim dedim. Hitap edilen, okuduğum dilin dışındaki bir dildi.

Arkadaşlarından biri bana şunu anlatır: Kus şehrinde Şeyhle beraberdik. Şeyh Ebû’l-Abbâs Mursî’nin arkadaşlarından Ebû’l-Hasan Mursî oradaydı. Ahlâkı biraz keskindi. Bir gün şeyhimin oğlu inip çocuklar gibi oynadı. Şeyh Ebû’l-Hasan Mursîona: Çık yukarı, Allah seni yukarı çıkarmasın dedi. Şeyh Ebû’l-Hasan onu duydu ve inip ona: Ey Ebû’l-Hasan, insanlarla Ahlâkınıgüzelleştir, bir yılın kaldı öleceksin dedi. Gerçekten de o senenin sonunda öldü.

Ebû Abdullah el-Hakîm el-Mursîşöyle dedi: Biz Eşmun’deyken şeyhimiz bize geldi, akşam karanlığı basınca beni çağırıp bana yaklaş ey Hakîm dedi. Ona yaklaştım, elini sırtıma koydu. Bende aynısını yaptım. Beni sıkarak ağlamaya başladı. Bende onun ağlayışına ağladım, ancak onun niçin ağladığını bilmiyordum. Ey hakîm, ben vedalaşmak için geldim dedi. Ey Hakîm, Maksım’a, (Bir köy ismi olsa gerek tam olarak neresi veya nereye bağlı olduğunu bulamadık)kardeşimle vedalaşmaya gidiyorum, sonra İskenderiye’ye döneceğim. Orada bir gece kalacağım, ikinci gün kabrime gireceğim. Yola çıktı, kardeşinin yanında kısa bir süre kaldı. Sonra İskenderiye’ye indi. Orada bir gece kaldı, ikinci gün dediği gibi kabrine girdi (sayfa 77).

Şeyhin oğlu Cemaleddin dedi ki: “Frenk elçisi İskenderiye’ye gelmişti. Ona bakmak için gittim fakat Şeyh’e bir şey söylememiştim. Geldiğimde, nerede olduğumu sordu, dedim ki buradaydım, hayır, bilakis Frenk elçisine bakmaya gittin, dedi. Sen, yaptıklarından bir şeyin bana gizli kalacağını mı zannediyorsun. Elçi şunu giymişti, sağındaki binekli şuydu, solundaki şuydu... Onun bulunduğu hâlin aynısını anlattı.

Abdulaziz el-Medîyûnî: Şeyh bana, ey Abdulaziz ata su verdin mi? Diye sordu. Bende, su vermediğim hâlde şeyhin korkusundan, evet verdim dedim. Bunun üzerine tekrar, ey Abdulaziz, ata su verdin mi dedi. Bende evet diyordum. Birkaç defa bunu tekrarlayıp, bende evet deyince, son seferinde, ya Allah dedi, gözden kayboluncayakadar. İkinci gün olunca dedi ki: Ey Abdulaziz, sizi insanlara doğru olmayanı söylemeye mecbur bırakan nedir? Sulamadım diyecektin. Sulamadım deyince ben sana ne yapardım? Talebelerden duyuyordum, şöyle diyorlardı: Kim meşâyihle arkadaşlık ederse, ondan zahir ilim konusunda bir şey gelmez. İlmi kaçırmak veya şeyhin sohbetini kaçırmak bana ağır geldi. Şeyhin yanına geldim, sirkeli et yediğini gördüm. Kendi kendime dedim ki, keşke Şeyh kendi eliyle bir lokma bana yedirse. İçimden geçen bu düşünce daha bitmeden, eliyle ağzımın içine bir lokma koydu. Ondan sonra dedi ki: Biz bir tüccarla arkadaşlık ettiğimizde, ticaretini bırak gel demeyiz. Bir sanatkârla arkadaşlık ettiğimizde, sanatını bırak gel demeyiz. Ya da ilim talibine, talebini bırak gel demeyiz. Ancak, her birini Allah’ın ikame ettiği yerde bırakırız. Bizim elimizle onlara taksim edilen, ona ulaşacaktır. Sahabeler, peygamberle arkadaşlık yapmış, ancak peygamber, hiçbir tüccara ticaretini bırak veya sanatkâra sanatını bırak dememiştir. Bilakis, her birini bulundukları vesilelerüzerine bırakmış ve o işlerinde Allah’ın takvasını emretmişler.

Şöyle dediğini duydum: yanımda beş kişi ile Kus şehrine gittim. Hacı Süleyman, Ahmed b. Zeyn, Ebû Rabi’, Ebû’l-Hasan el-Mursî ve falan. Biri bana dedi ki: Bu yolculuğunda neyi amaçlıyorsun? Ben de: Bunları Kus’ta gömerim ve gelirim dedim. Beşinide orada gömdüm. Hacı Süleyman ise, Kevser havuzundan içmeden ölmedi.

Arkadaşlarından biri: Ayândan birileri yanına gelmişti. Kendi kendine dedi ki: İstiyorum ki, fecirden önce biri beni uyandırsın. Bana bir ibrik sıcak su ve lamba getirsin. Bana abdest yerini göstersin. Fecirden önce biri kapımı çaldı, baktım ki, Şeyhtir. Vakit fecirden bir müddet öncedir. Bu içinde sıcaksuolan ibrik, bu da mumdur, gel sana (sayfa 78)abdest yerini göstereyim dedi. Şeyhin arkadaşlarından birine şöyle demiştim: Keşke Şeyh bana inâyetiyle baksa ve hatırasına koysa. O Şeyh: Şeyhin yanına gittiğimde dedi ki: Şeyhten onun hatırasında olmayı dilemeyin. Bilakis kendinizden, Şeyh hatırınızda olsun diye talepte bulunun. O sizin yanınızda olduğu kadar sizde onun yanındasınız. Ondan sonra dedi ki: sen ne olmak istiyorsun? Vallahi, senin büyük bir makamın olacaktır. Vallahi, senin için büyük bir hâl olacaktır, vallahi şöyle olacaktır, vallahi böyle olacaktır... Ben ondan, seninbüyük bir makamın olacaktır sözünüden aklımda tuttum. Gerçekten de inkâr edemeyeceğim ilahi nimetlere mazhar oldum. Şeyhin oğlu cemaleddin dedi ki: Şeyhe, onlar fıkıhta İbn Atâullah'ı isteyip öne atıyorlar dedim. Şeyh dedi ki, onlar onu fıkıhta öne çıkarıyorlar, ben ise tasavvufta onu öne atıyorum. Yanına gittim, bana dedi ki: Fakih Nasıruddin afiyet bulduğunda seni dedenin yerine oturtacak, bir tarafta Fakih, bir tarafta da ben oturacağım. İnşallah sen iki ilimde de konuşursun. Gerçekten her şey tam da anlattığı gibi oldu.

Onu şöyle derken duydum: Oğlum Cemaleddin’e Tehzib kitabını yazdırmak istiyorum. Şeyh’e bildirmeden gittim onu yazdım ve birinci cildini ona getirdim. Bu nedir dedi? Dedim ki Tehzib kitabıdır, senin için yazdım. Kalkmak için hareket ettiğinde dedi ki: Hâlini veli kıl, onun üzerine hiç kimse lütufta bulunmaz, inşallah bunu mizanında bulursun. İkinci cildini getirdiğimde, onun yanından indikten sonraarkadaşlarından biriyle karşılaştım, bana: Şeyh senin hakkında, onu zahir ve batın ilimlerde uyulacak Allah’ın gözlerinden bir göz yapacağım dedi. Üçüncü cildini getirip, onun yanından indiğimde, arkadaşlarından biri ile karşılaştım, şöyle dedi: Şeyhin yanına çıktım, onun yanında ciltli kırmızı bir kitap gördüm. Bu kitabı İbn Atâ benim için yazdı dedi. Vallahi, dedesinin oturuşuyla değil, ancak tasavvuftaki artılarıyla ondan razıyım.

Arkadaşlarından biri bana haber vererek dedi ki: Şeyh bir gün, İbn Fakih el- İskenderiye geldiğinde beni haberdar edin der. Geldiğinde seni Şeyhe haber verdik. İlerle dedi, seni önüne aldı, sonra şöyle dedi: Cebrail (a.s.), yanında dağların meleği olduğu hâlde rasûlullah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e Kureyş’in onu yalanladığı zaman geldi ve Cibrîl ona, bu dağların meleğidir, dedi. Allah ona Kureyşler hakkında sana itaat etmekle emretti. Dağların meleği ona selam verip dedi ki: Ey Muhammed, şu iki dağı üzerlerine geçirmemi istersen, yaparım. Bunun üzerine Allah rasûlü: Hayır, bilakis ben Allah’ın onların sulbünden onu birleyip ona şirk koşmayan nesiller yaratmasını ümit ederim dedi. Rasûlullah onların sulbünden çıkacakların umuduyla sabretti. Hakeza biz de bu fakih için, onun dedesine sabrettik (sayfa 79).

Bir gün Fakih el-Mekîn el-Esmer’in yanından çıktım. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın arkadaşlarından olan Ebû’l-Hasan el-Cerîrîde benimle çıktı. Ona selam verdim, o da tebessümle bana selam verdi. Ona, beni nereden tanıyorsun dedim? seni nasıl tanımayayım? Dedi. Bir gün Ebû’l-Abbâs’ın yanında oturuyordum, sen de onun yanındaydın. Sen inince dedim ki. Efendim, bu genç bana tuhaf geliyor, falan, falan kişiler (dünyaya olan)bağlılıktan koptular bu genç ise (hala Dünyaya) bağlıdır. Dedi ki: Şeyh şöyle dedi: Ey Ebû’l-Hasan, bu genç, Allah’ın yoluna davet eden biri olmadıkça ölmeyecek. Allah’a hamd olsun şeyhin dediği oldu.

Bu Ebû’l-Hasan (el-Cerirî) bana dedi ki: Ben bir gece Ebû’l-Hasan’ın yanındaydım, Tirmizi el-Hekîm’in Hatmu’l-Evliyâ adlı kitabı kendisine okutuluyordu, baktım bizimle beraber çıkmamış, biz çıktığımızda Şeyhin yanında olmayan bir kişi oturuyor. Yanımdaki birine, bu kimdir dedim? Cemaatten tanıdıklarının dışında başka kimse burada yok dedi. Onun onu görmediğini anladım ve sustum. Topluluk dağılınca Şeyh’e, efendim, burada bir adam gördüm, bizimle beraber gelmemişti, biz gelmeden senin yanında değildi diye sordum. Şeyh: O, Ebû’l-Abbâs el-Mursî’dir dedi. Her geceMî’âd adlı eseri dinlemek için Maksem’den gelir, sonra aynı gece içinde mekânına döner. Şeyh Ebû’l-Hasan o ara İskenderiye’deydi, taharet konusunda çok vesveseler bana arız olurdu. Bu durumum Şeyhe ulaştı. Bunun üzerine dedi ki: Abdest konusunda vesveselerin olduğunu duydum. Evet dedim. Şeyh bu cemaat şeytanla oynar, şeytan onlarla oynamaz dedi. Birkaç gün bekledim sonra yanına gittim. O vesveselerin durumu nedir? Diye sordu. Aynı hâlde olduğumu söyledim. Eğer vesveseleri terk edemezsen bir daha yanımıza gelme dedi. Bu vesveselerin kesilmesi bana çok ağır geldi. Vesvese için şunu telkin ediyordu: “Allah'ın gökleri ve yeri hakkıyla (yerli yerince) yarattığını (düşünüp gerçeği) görmedin mi? Eğer (O) dilerse sizi giderir (yerinize îmanlı ve itaat eden) yepyeni bir halk getirir. Bu da Allah'a güç değildir. ”(İbrahim/19-20)Bu kitabın sonunda zikredilmiş olan, kendisi ile onu medhettiğim bir kaside yazdım. Ona okuduğumda, Allah seni ruhu’l- kuds ile desteklesin dedi. Onun işareti veo kasidenin etkisi ile Ahmîm yöresindeki bir adamı onunla övdüğüm yeni bir kaside yazdım. Onun da zikri kitabın sonunda gelecek. Ona okuyunca, Bu fakih benimle arkadaşlıkyapmaya başladığında kendisinde iki hastalık vardı, dedi. Allah ikisine de afiyet verdi. Vesvese hastalığına işaret ederek iki ilimde oturup konuşması lazımdır. Şeyhin bereketi ile kesildi, öyle ki bulunduğum genişliğin şiddetinden korkmaya başladım.

Bazı işlerde ve diğer hastalıkta gevşeklik yaptım. Başımda bir ağrım vardı, bu şikâyetimi ona söyledim, o da benim için Allah’a dua etti, bunun üzerine Allah bana afiyet verdi. Bir gece dertli bir şekilde yattım, rüyada Şeyhi gördüm (sayfa 80), içinde bulunduğum durumu ona şikâyet ettim. O da, Sus, vallahi sana büyük bir ilim öğreteceğim dedi. Uyandığımda Şeyhe gidip rüyayı anlattım, o da, inşallah öyle olacaktır, dedi.

Anladım ki, mahlûkâttan kopma mümkün değildir. Ben onlar için murat edilmişim. Zira onun sözü şöyleydi: Senin değerin onun halkı arasındadır. Ben, onun durumunu inkâr edenlerdendim. Onun aleyhine itiraz edenlerdendim. Ondan duyduğum herhangi bir şey ve ondan nakledilmiş herhangi bir olaydan ötürü değildi. Ta ki, benimle onun arkadaşları arasında bir mukavele icra olana kadar. Bu onunla olan sohbetimden önceydi. O adama dedim ki: Zahir ilim ehlinden başkası yoktur. Şu cemaat şerîâtın zahirinin kabul etmediği büyük işler iddia ediyor. Şeyh ile arkadaşlık ettikten sonra o adam dedi ki: Tartıştığımız gün, Şeyhin bana ne dediğini biliyor musun? Hayır dedim. İlk yanına vardığımda bana şöyle dedi: Onlar taş gibidir. Ondan sana gelmeyen, sana gelenden daha hayırlıdır. Bunun üzerine bildim ki, durumumuz şeyh’e keşif olunmuştur. Ömrüme and olsun ki, on iki sene Şeyh’le arkadaşlık ettim, ona eziyet etmek amacı ile ondan nakledilen şeylerden ilmin zahirini inkâr edecek hiçbir şey duymadım. Onunla bir araya gelmemin sebebi ise, benimle o adam arasında tartışma geçtikten sonra kendime şöyle dedim: Bırak bir gideyim şu adamı göreyim. Çünkü hak sahibinin gizli olmayan emareleri vardır. Meclisine geldim. Şârinin emrettiği enfesler hakkında konuştuğunu gördüm. Birincisi İslam’dır. İkincisi imandır. Üçüncüsü de ihsandır dedi. İstersen, dersin ki, birincisi ibadettir. İkincisi ubûdiyettir. Üçüncüsü ibadetin ta kendisidir. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Birincisi şerîâttır. İkincisi hakikâttır. Üçüncüsü gerçeğin vükû bulmasıdır. Buna benzer şekilde devam etti. İstersen şöyle dersin, istersen böyle dersin. Ta ki, aklım şaşıp kaldı. Anladım ki bu adam, ilahi denizin feyzinden ve Rabbani bir medetten konuşur. İçimdekileri Allah giderdi, ondan sonra o gece evime geldiğimde, daha önce âdetim olan ailemle bir araya gelmeyi kabul edecek bir şey kendimde bulamadım. Ne olduğunu bilemediğim tuhaf bir manâ buldum. Tek başıma bir mekânda kalarak gökyüzüne, yıldızlara ve orada yaratılan kudretinin acayipliklerine bakıyordum. Bu benim tekrar ona gitmeme sebep oldu. Ona geldim, bana izin verildi, onun yanına varınca ayağa kalkıp, güler yüzle beni karşıladı. Öyle ki, utanmaktan dehşete düştüm, kendimi buna ehil görmedim. Ona ilk söylediğim şuydu: Efendim vallahi ben seni seviyorum. O da dedi ki, beni sevdiğin gibi Allah da seni sevsin. Sonra sıkıntılarımı ve düşüncelerimi ona şikâyet ettim. Kulun hâlleri dörttür, beşincisi yoktur dedi. Nimet, bela (sayfa 81), tâat ve masiyet.

Nimet içinde olduğunda hakkın senden istediği şükürdür. Bela içinde olduğunda, hakkın senden istediği sabırdır, taat içinde olduğunda hakkın senden

isteği, içinde bulunduğun nimetlerine şahitliktir, masiyet içinde olduğunda da, hakkın senden istediği istiğfardır. Onun yanından kalktım, sanki bütün düşünceler ve hüzünler çıkardığım bir elbiseydi. Bir ara sonra, bana sordu, nasılsın? Sıkıntıları arıyorum ama bulamıyorum dedim. Bunun üzerine dedi ki,

Gecem senin yüzünle aydınlıktır.

Karanlığı insanlarda sirâyet eder.

İnsanlar karanlığın içindeyken,

Biz gündüzün aydınlığındayız.

Bağlı kal, Allaha and olsun,

Eğer bağlı kalırsan iki

Mezhepte de müftü olursun.

Bunlardan şunları kast ediyordu. Zahir ilim, şerîât ehlinin, batin ilim ise, hakikât ehlinin mezhebidir.

DÖRDÜNCÜ BÂB

İlmi, Zühdü, Verâsı, Himmetinin Yüceliği

İlmi, zühdü, verâsı, himmetinin yüceliği, hilmi, sabrı ve tarikatının doğruluğu hakkındadır.

Kendisi ile hangi ilimden konuşulsa mutlaka seninle o ilimden konuşurdu, müzakere ederdi. Öyle ki, onu dinleyen, o bu ilimden başkasını bu kadar iyi bilemez derdi, özellikle hadis ve tefsir (ilimlerinde çok âlimdi). Şöyle diyordu: Biz, fakihlerin bulundukları duruma iştirak ettik, ancak onlar bizim bulunduğumuz duruma iştirak etmediler. Onun kitabı; usulu’d-din, irşad ve hadiste “Kitabu’l-Mesâbih”, fıkıhta “et- Tehzîb ve’r-Risale”, tefsirde “İbn Atiye”nin kitabıydı. Arapça bilen biri ona okurdu, o da, onun yanlışlarını çeviriyordu. Mârifet ve esrâr ilimlerinde ise o, kutbun değirmeni, kuşluğun güneşiydi. Onun sözlerini dinlediğinde: Bu, ancak Allah’ın gayba müttali kıldığı kişinin sözüdür, semavi bilgisi yerdekilere nisbet edilen bilgisinden daha fazladır derdin. Ebû’l-Abbâs’ın Şeyh Ebû’l-Hasan hakkında: “Göğün yollarını yerin yollarından daha iyi bilirdi” dediğini duydum. Ben onu dinliyordum o; ancak büyük akıl, ism-i a’zam, dört şubesi, isimler, harfler, evliyâların dairelerinden, yakîn sahiplerinin makâmlarından, arştaki mukarreb mülklerden, esrârın ilimlerinden, zikirlerin nimetlerinden, miktarlar gününden, tedbir

durumundan, kıyamet günü Allah’ın kulları ile muamelesinden, Allah’ın rahmetinden, yarın olacakları haber verirdi ve mahlûkâtın buna ihtiyacı olduğu için kısa bir zaman içinde onlar bilinen malumatlara dönüşürdü. Bu yüzden bu ilim sahiplerinin tabileri az olur. Mercanın müşterileri çok olurken, Yakut almak için iki kişinin bulunması az olur. Bundan dolayı hakkın tâbileri az olur diyordu. Allah şöyle buyurmuş: “Onlar azdır” (Sad, 24), “kullarımdan şükredenler azdır” (Sebe,

13),“ancak insanların çoğu bunu bilmezler" (Yusuf, 21,24), Ashab-ı Kehf hakkında “çok azı hariç kimse onları bilmez” (Kehf, 22.), (sayfa 83)

Şöyle dediğini duydum: Veliyi bilmek Allah’ı bilmekten daha zordur. Allah kemal ve cemali ile malumdur. Senin yediğin gibi yiyen içtiğin gibi içen birini ne zaman tanırsın? Dünyadaki zühdüne gelince, riyasetteki zühdü ile dünyadaki zühdüne, ehli ile olan zühdü ile ictimadaki zühdüne istidlal edilir. İskenderiye’de otuz altı sene kaldı, yüzünü oranın mütevellisine göstermedi ve ona bir istek göndermedi. İskenderiye’deki mütevelli kendisi ile bir araya gelmek istedi, Şeyh bunu kabul etmedi. Zeki el-İsvani ona dedi ki: Efendim, İskenderiye mütevellisi, seninle bir araya gelmek istediğini, onun Şeyhi olman için beni sıkıştırıyor. Bunun üzerine Şeyh: Ey zeki, ben kendisi ile eğlenilecek biri değilim, vallahi Allah ile buluşuyorum, o (İskenderiye emiri) beni göremez bende onu görmem. Durum aynen öyle oldu der.

Bir şehre geldiğinde kendisine, şehrin mütevellisi yarın sana gelmek istiyor, denildiğinde, o, geceden yola çıkardı. Sağr mütevellisi, nazırı ve oradaki divanlar sorumlusu bazen gelirlerdi, Şeyhe kabz hâli galip gelir, onların olmadığı hâldeki gibi kelamı bast olmazdı. Hatta şöyle diyorduk: Keşke onların olmadığı zamanki kelamı onlar olduğunda olsaydı. Şucaî, gücünün kibri, saltanatının imkânı ile ona geldi, Şeyh ona himmetinin dizginini çevirmedi, azimetinin hissesini ona doğrultmadı. Hatta bana haber ulaştı ki, şucaî Zeki el-Esvani’den ihtiyaçlarını arzetmesini istediğinde, Şeyhe: Efendim, arkadaşlarının ekip biçeceği bir araziyi ondan isteyeceğim, dedi. Bunun üzerine ey Zeki, bu asla olmayacak bir şeydir, dedi.

Zühdünden biri de şudur ki, dünyada taş üstüne bir taş koymadan, bir bahçe edinmeden, dünya sebeplerinden bir sebebi üretmeden, arkasında rızık bırakmadan gitti. Bunun yanı sıra zühd, kalplerin sıfatlarından bir sıfattır. Allah onunla sevdiklerinin kalplerini niteler. Ancak ona delalet eden alametleri vardır.

Şeyh Ebû’l-Hasan; Sıddık’ı rüyamda gördüm, dünya sevgisinin kalpten çıkmasının alameti nedir bilir misin diye sordu? Bilmiyorum, dedim. Kalpten dünya sevgisinin çıkmasının alameti, olduğunda harcamak, olmadığında rahat olmaktır dedi. Şeyh Ebû’l-Abbâs der ki: Rüyada Hz. Ömer’i gördüm, ey müminlerin emiri, dünya sevgisinin alameti nedir diye sordum? O da yergiden korkmak övgüyü sevmektir dedi. Sevgisinin alameti, yergiden korkmak övgüyü sevmek olduğuna göre; zühdün alameti de (sayfa 84),

Yergiden korkmamak övgüyü sevmemektir.

Verâsına gelince: Arkadaşlarından birinin bana söylediğine göre, kendisi cemaatten birinin kale içindeki evine girdi, onu orada kazık çakarken gördü. Şeyh’i büyük sıkıntı bastı ve dedi ki: Vakıf olan bir yerde izin verilmediği halde nasıl bir tasarrufta bulunursun? Bu helal olmaz!

kişi; Vallahi karnıma hiç haram girmedi ve verâ, Allah’ın sakındırdığıdır dedi.

İskenderiye’nin Salihlerinden biri, ona ait kumlu bir bahçeyebizi davet etti. Ben ve Seğr[39] Salihlerinden bir grup gittik, bahçe sahibi bizimle beraber gelmedi, ancak bize yeri târif etti. Giderken verâ hakkında konuşmalar aramızda icra ettik, her biri bir şey söyledi. Ben: Verâ, Allah’ın sakındırdığıdır dedim. Bahçeye geldiğimizde, dut zamanıydı, herkes yemek için acele etti ve yedi. Ben yemek için her geldiğimde karnım ağrımaya başlıyordu dönüyordum, ağrım kesiliyordu. Kaç defa bunu tekrarladım bir şey yiyemeden oturdum. Onlar yerken bir adam: Benden izinsiz bahçemin meyvelerini yemeniz size nasıl helal olur? diye bağırıyordu. Meğerse yanlış bahçeye girmişler. Onlara, size verâ Allah’ın sakındırdığıdır demedim mi? dedim

Allah’ın rahmeti üzerine olsun, bilesin: Hassın verâsını çok azı hariç kimse anlamaz. Onların verâsı, başkasına dayanmaktan vaya başkasına sevgi ile meyletmekten ya da onun fazileti ve hayrı dışındakileri arzulamaktan sakınmaktır. Onların verâsı, vasıta ve esbapla ilgilenmekten sakınmak, şirkten soyutlanmak, adetlerle ve taatlara dayanmakla ilgilenmekten sakınmak ve tecelli nurlarıyla ilgilenmektir. Onların verâsı, dünyanın onları fitneye sokmaktan veya ahiretinden geri kalmaktan sakınmalarıdır. Vefa borcu olarak dünyadan, İhlâsı kaybetmemek için de ahirete vukufiyetten sakınmışlar.

Şeyh Osman b. Aşur’a: Musul’a gitmek için Bağdat’tan çıktım. Ben yürürken, dünya tüm izzeti, şanı, yüceliği, bineği, giysisi, kızları ve arzuları ile bana arz olundu, ben ondan yüz çevirdim. Cennet bana hurileri, sarayları, nehirleri ve meyveleri ile bana arz olundu, ilgilenmedim. Bana denildi ki: Ey Osman eğer birincisi ile ilgilenseydin, ikincisinden seni mahrum ederdik. Eğer ikincisi ile ilgilenseydin, seni ondan mahrum ederdik. İşte, bundan sonra biz senin içiniz ve iki dünyadaki payın da senin için geliyor demiştir.

Şeyh Abdurrahman el-Mağribi, şöyle der:-kendisiİskenderiye’nin doğusunda oturuyordu-, senelerden bir sene, hac ettim. Haccımı eda edince İskenderiye’ye dönmeye karar verdim. Bir de baktım bir ses (sayfa 85):

“Sen önümüzdeki sene yanımızdasın” diyordu. Madem önümüzdeki sene yanınızdayım, o hâlde İskenderiye’ye dönmeyeyim, yemene gideyim dedim. Adn’a geldim, sahilde yürürken, bir de gördüm, bir marangozun yanındayım, ticari eşyalarını dışarı çıkarmışlar, sonra baktım adamın biri seccâdesini denizin üzerine sermiş ve suyun üzerinde yürüyordu. Kendi kendime dedim ki, ne dünyaya, ne de ahirete yaradın. Ansızın bir ses bana, “Dünya ve ahirete yaramayan bize yarar”diyordu.

Şeyh Ebû’l-Hasan: Mirasını erkene alan, sevabını erteleyen için verâ en güzel yoldur der. Verâ, onları Allah’tan almaya, Allah için söylemeye, Allah için ve Allahile amel etmeye, apaçık bir delil ve yüksek bir basirete vardırır. Onlar genel vakitlerinde ve diğer hâllerinde tedbir almaz, tercih etmez, irade etmez, tefekkür etmez, bakmaz, konuşmaz, bast etmez, yürümez ve hareket etmek istmezler. Ancak Allah ile bunları yaparlar. Öyle ki, bu bilgi, onları işin hakikâtine ulaştırmış, onlar cem çeşmesinde toplanmışlar. Daha yüce ve daha düşük olanda tafrika etmezler. Ednanın ednasından üzerlerine gelen şerîât menzilelerini korumakla beraber, verâlarından ötürü sevap olarak Allah onları sakındırır. Her kim, ilminin ve amelinin mirası olmazsa o kişi dünya ile mahcup olmuş veya dava ile çevrilmiştir. Onun mirası mahlûkâtı için izzettir. Misli için istikbardır. Ameli ile Allah’a delalet eden işte bu apaçık hüsranın kendisidir. Yüce Allah bizi bundan korusun, akıllı olanlar bu verâdan sakınıp, ondan Allah’a sığınır. Her kimin ameli ve ilmi, Rabbine olan ihtiyacını ve hâlka olan tevazusunu artırmazsa, o helak olmuştur. Birçok salihi, salahları ile maslahatlarından kopardığı gibi, birçok fesatçıyı da fesatlarıyla varlıklarından koparan Allah yücedir. Allah’a sığın, o işiten ve bilendir.

Allah sana velilerin yollarını nasip etsin. Ahbâbına uymakla, üzerine minnet etsin. Şeyhin anlattığı bu verâ senin anlayışın bu gibi verâya ulaşır mı? Şu sözünü görmüyor musun? Verâ, onları Allah’tan almaya, Allah için söylemeye, Allah için ve Allah’la amel etmeye, apaçık bir beyyine ve yüksek bir basirete vardırdı. Bu abdâlların ve sıddıkların verâsıdır. Vehmin galebesinden ve suizandan neş’et eden, dik kafalıların verâsı değildir. Himmetinin yüceliği konusunda çok büyük acayiplikler zahir olmuştur. İdarecilerin ihtiyaçlarını arz etmesini istemeleri, önerilerde bulunmalarına rağmen himmetini onlardan kaldırarak ilerlemiştir. Bir gün arkadaşlarına dedi: Tavaşi Bahauddin-kendisi o dönem divan sorumlusuydu- ve Fakih Şemsuddin el-Hatip, -o da orduların nazırıydı- bana: Bu kalenin hasıra, yağa, kandillere ihtiyacı var dediler. Ondaki fatihlerin yiyeceğe ihtiyacı vardır.

Biz (sayfa 86)vaktin idarecileriyiz. Her ay ona bir ödenek ayıralım. Onlara, Önce arkadaşlarıma danışayım dedim. Arkadaşlarıma, siz arkadaşlarımsınız, ne diyorsunuz? Dedihiç kimse ona cevap vermedi. (edeben ona cevap vermiyorlar, tasavvufta mürşidin huzurunda konuşulmaz veya fikir beyanında bulunulmaz) Defalarca bunu tekrarladı, kimse cevap vermeyince. Allahım bizi onlarla değil onlardan zengin kıl dedi. Şüphesiz sen her şeye kadirsin. Şeyh söylediklerine olumlu cevap vermedi. Şeyh vefat ettiğinde mekânın herhangi bir aylığı yoktu.

Şeyh “Vallahi ben izzeti insanlardan bir şey istememekte buldum.” Derdi.

Şöyle derken duydum: “ Hac yerinde bir köpek gördüm. Beraberimde biraz ekmek vardı. Önüne bıraktım, hiç iltifat etmedi. Ağzına yaklaştırdım bir de baktım bir ses bana şöyle diyor: “Köpeğin kendisinden daha zahid olduğu kişiye öf olsun.”

Yine şöyle derken duydum: “Bir gün, beni tanıyan birinden, yarım dirheme ihtiyacım olan bir şeyi satın almak için çıktım. Kendi kendime dedim: “Belki benden para almaz. Bir ses bana şöyle dedi: “Dindeki selamet mahlûkâtın elindekini taleb etmeyi terk etmektir.”

Bir defasında kaldığım yere geldim, içeri girip kapıyı kapattım, ben otururken birisi kapıyı açtı. Dindeki selamet neyle olacağını sordu: Mahlûkâttanbir şey istememekle olur dedim. Sanki yitik bir şeyi bulmuş gibiydi. Ancak bunu ona şeyhin söylediğini hisseder bir hali vardı. Şeyh kendisine: Falan yere git, kendine üç ölçek tart demiş. O da gidip kendisi için bir ölçek tartmış. Bu şeyhe ulaşınca demiş ki: “Onun tarttığını yerine boşaltın, bizim verdiğimiz üç ölçeki ona verin.”

Tamah hakkında şöyle demiş: Hepsi mücevvef (Arapçada harflerin sıfatları) olan üç harftir. Hepsi batardır (açgözlülüktür). Bu yüzden sahibi hiçbir zaman doymaz.

İnsanlar sebeplere sarılırlar derdi. Bizim sebebimiz ise iman ve takvadır. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Eğer şehir halkı iman edip sakınsalardı, göklerden ve yerden bereketleri üzerlerine açardık.” (Araf, 96)

Tenbih: Mahlûkâttan beklememek, ehl-i tarikin hâli ve tahkik ehlinin sıfatıdır. Cüneyt (r.a)’a sorulmuş, ârif zina eder mi? Allah’ın emri takdir edilmiş dedi.

Ömrüme and olsun ki, eğer ârif Allah’ın dışındakilerine tamah eder mi diye sorulsaydı, hayır diyecekti. Hakk Teâlâ’nın muradı (sayfa 87), kulların sevgi, güven, tevekkül, korku ve umut yönünden her şeyde onu birlemesidir. Onun ferdiyetinin hak ettiği de budur. Ariflerden biri bir şiir okuyordu:

Rabbini tevhid edene haramdır,

Onu birleyenin ona bir destekçi kılması

Ey arkadaşım,

Benim için hak ile bir vakfe yap,

Vecdde onunla öleyim vecdde onunla dirileyim.

Yerlerin meliklerine söyle, çabalarını sarfetsinler,

Bu mülk öyle bir mülktür ki, ne satın alınır ne de ulaşılır.

Himmetin kaldırılması Allaha olan güvenin doğruluğundan, Allah’a olan güvenin doğruluğu da muvacehe ve muayene yoluyla Allah’a imandan neş’et eder. İmanları onlara Allah ile aziz olmayı gerektirir. Allah şöyle buyurmuş: “İzzet, Allah’ındır, onun Resulünündür ve Müzminlerindir.” (Munafikun, 8) Allah’tan yardımı gerektirir. Bu konuda Allah şöyle der: “ müminlere yardım etmek üzerimizde bir haktır.” (Rum, 47) Allah’tan sadır olan arızlardan kurtuluşu gerektirir. “böylece müminleri kurtarmak üzerimize bir haktır.”(Yunus 103) Mü’min’in izzeti, mevlâsına güvenmesi, nefsine ve hevâsına galip gelmesi, arızlardan kurtulması, hidâyetyolundan kopmamasıdır. İrade ehlinin şiarı ve örtüsü, Allah ile iktifa edip, Allah’ın dışındakilerden himmeti kaldırmak, iman elbisesini varlıklara meyletme kirliliğinden veya minnet sahibi olan melikin dışındakileri arzulamaktan korumaktır. Bu manada bir şiirimiz var:

Yok, eden zamanı kınamaya başladın.

Belki senden uzaklaşır diye ondan uzaklaştın.

Zamanını çok kınama! Zira o, safa ve sevgi ile talep edilen değildir.

Eğer içinde yok olsam bana zarar vermez.

Dolunay, dolunaydır. Görünsede gizlense de.

Allah bilir ki, ben öyle bir himmet sahibiyim ki,

İffet ve zerafetten alçaklığı kabul etmem.

Neden itibarımı halktan korumayayım,

Padişahların en izzetlisini ve şereflisini onlara gösterirken.

Kendilerine muhtaç olduğumu mu onlara göstereyim.

Hâlbuki onların hepsi, tasarrufa güç yetirmezler.

Ya da nasıl rızkını halkından isteyeyim.

Ömrüme ant olsun ki, bunu yaparsam bu bir cefadır.

Zayıfın kendisi gibi zayıfa şikâyeti,

Hamilini uçuruma götüren bir acizliktir.

Vakar ile o Allah’tan ki, ihsanı

Ve lütufları tüm mahlûkâtı kapsamıştır.

Ona sığın, umduğun yerde onu bulursun,

Saparak onun kapılarını geçme.

Allah dışındaki varlıklardan birşey istememeni

Sana gerekli kılan, şunu bilmendir: (sayfa 88)

O,sana kâfi gelmiş ve sana bağışlayıp vermiştir ki seni katına çıkarmıştır. Böylece senin onun dışındakilerin yanında bir ihtiyacın kalmamıştır. Allah’ı anlamak, onun ilmi ile ondan istemekten iktifa etmeyi gerektiriyorsa, onu anlamak, nasıl onun ilmi ile mahlûkâtından sual etmekten iktifa etmeyi gerektirmesin? Allah kimi bir şeyle fetih ettiyse, her bir dostunu fetih ettiği şey ile başkalarında iktiza ettiği gibi, onun himmetini kendine kaldırmayı iktiza etmiştir. Allah’ın şu sözünü duymadın mı: “Muhakkak ki sana tekrarlanan yediyi ve yüce Kur’an’ı verdik.” (Hicr,87) Bakışlarını çekmesin, nasıl onda minneti olmasın? Oysa onun mevhibeleri inâyetinin fetihleri, velâyetinin özellikleri, seni başkasına bağlanmaktan nehy ediyor. Bazı ârifler şu şiiri okuyorlardı:”

En uzak yokluğun hakikâtlerin ilmindedir.

Yaratıcımın, mevhibelerinde bast olduktan sonra.

Sizin evinizdeyken ve konuğunuzken, güzel olur mu? Bir gün umutlarımı kullara çevireyim.

Bilakis himmetle sana sığınırım.

Senin dışındakileri, orada arkamda bırakırım.

melekütünü gözlemlediğim zaman, Razık olmayana uzanan bir el görürüm.

Mahlûkâttan her rütbe sahibi, engellemeyi, vermeyi, velâyeti ve azli, başkalarına verecek bir rütbeyi kendisine nispet etmenden hoşlanmaz. Peki, yüce Allah rubûbiyetini itiraf edip, eserlerini başkalarına vermene razı olur mu? Allah’ın kendileri hakkında: “Onlardan çoğu ancak müşrikler olarak Allaha inanırlar.” (Yusuf, 106) dediği kişilerden olmaktan sakın. Onun ziyafet evinde olup, arzularını yönünü başkalarına yönlendirmen, kötü birşeydir. Bu manada bir şiirimiz vardır:

Sizin evinizdeyken ve konuğunuzken, güzel olur mu? Bir gün umutlarımı kullara çevireyim.

Bilakis himmetle sana sığınırım.

Senin dışındakileri, orada arkamda bırakırım.

Sana şah damarından daha yakın olan mevlandan talep etmeyi bırakıp, senden uzak olandan talep etme. Allah’ın şu sözüne kulak vermez misin: “Kullarım beni sana sorduklarında, muhakkak ki ben, çok yakınım, dua edenin beni çağırdığında duasını kabul ederim.” (Bakara, 186) “ muhakkak ki, insanı yarattık, nefsinin ona verdiği vesveseleri biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16) “'Allah’ınfazileitnden dileyin.” (Nisa,22) “Beni çağırın ki, size icabet edeyim”” (Ğafir, 60) “ Herşeyin hazinesi bizim yanımızdadır.” (Hicr, 21) “ bütün bunlar kullarının himmetlerini toplamaları içindir ki, böylece ihtiyaçlarını ancak ona iletsinler (sayfa 89).

Hilmine gelince, kendi nefsi için intikam almaması, onun özelliğiydi. Bir gün yanına gittim: Ne düşünüyordun dedi. Falan kişi öyle bir adamdır ki, Şeyhe çok eziyet etti. O dönemde yönetici olan biri falanın arkadaşlarının yanına geldi, kendisi Şeyhin yanına gelip gidenlerdendi. Dediler ki: Efendim, sana eziyet eden şu adamı dövüp Mısır ve Kahirede teşhir etmek istiyoruz, sen ne diyorsun? Ben de, onun için maslahat vardır dedim. Bir şeyi inkâr eder gibi söyledi: Ben bunu dedim, sen ondan intikam almak istiyorsun, dedi ki: Ben kimseden intikam almam, ancak ben ittiba isterim. Tebalarımı intikama sürüklemem, dedi. Bunun üzerine utanarak yol aldım, ondan sonra kimse bize eziyet etmedi. Başına bir bela geldi, nefsim ondan intikam almaya niyetlenmeden Şeyhin şu sözünü hatırladım: Ben kimseden intikam almam, sanki ben onu o an duymuştum. Bu rahatlamayla nefsim köreldi. On beş sene gibi bir müddet sonra Şeyhe eziyet eden adam bize eziyet etmeye kalkıştı, ona bir bela indi, Allah bizi ondan intikam almaktan korudu ve Şeyh bana şöyle diyordu: Hakkında seninle istişare ettiğim bu kişi, benimle onun arasında olan şeyin benzeri, seninle onun arasında da olacaktır. Benim ona yaptığım gibi sende yap. Ekâbirin sözleri, müritlerin kalplerinin sahifelerinde böyle dürülüyordu, öyle ki, vakti geldiği zaman sanki o anda duymuşsun gibi Allah onu izhar eder. Bazen Allah, fikren heyeti ve şekliyle sana, şeyhini düşünmeni sağlamıştır. Bazen de mesuliyetten kurtaran bir hayalde sana görünür. Bazen de hissî varlığı ile nazillerin varlığı esnasında hazır bulunur ki murit için bir tespit ve öğretici olur. Onu şöyle derken duydum: “Benden duyup anladıklarınızı Allah’a emanet edin, ihtiyacınız olduğunda Allah size onu çevirir. Anlamadıklarınızı ise Allah’a bırakın, o açıklamasını üstlenir.”

Ekâbirin kelamı ihtiyaçları olduğunda müridlere döner. Mürid onu almadığını zanneder. Oysa almıştır. Ancak hikmetin tohum ve yeşerme süreci vardır. Tohum zamanı, yeşerme zamanı değildir. Bazen sende hikmetin tohumu ekilir, yeşermesi yağmur bulutlarının gelmesini bekler. Yağmur bulutları geldiğinde yerin içinde gizli olanlar açığa çıkar. O emanetler vakitleri gelene kadar kullarda dürülü kalır.

Bana ulaştı ki, Şeyh Ebû’l-Hasan, Zamandan başka hicab yoktur diyordu.

Bir gün şöyle derken duydum: Bir insan bana eziyet ettiğinde, zamanla helak oluyordu. Bundan dolayı bakışlarımı çevirdiğimi görünce, mârifet geniştir dedi.

“Evliyânın eti zehirlidir” dediğini duydum. Allah sana yol gösterecek ilmi öğretsin, seni huzurunda daimi olanlardan eylesin, bilesin: Hakkın velilerine yardımı bu değildir. Zira onlar Allah’tan bunu talep ettiler ancak, onlar Allah’a tevekkülde doğru olup işi ona havale edince hak onlara yardım etti. “Müminlere nusret üzerimize bir haktıf” (Rum, 47), “Kim Allah’a tevekekül ederse Allah ona kâfidir” (Talak, 3) sözünü duymadın mı?

Onlar senden intikam almak için kendilerine taraf oluyorlar deme, bilakis onlar Allah için Allah’a taraf olanlardır. Zira o, yenilmeyen galiptir, aciz olmayan kadirdir. O kahhardır ki, belasından bir zerreye yerdekilerden ve göktekilerden karşılayan yoktur. Kahrının zerrelerinden bir zerreyi dağları, üzerine koysa dağlar erir.

Şeyhin, “mârifet geniştir” sözünün anlamı şudur: Mürid, iradesinin başında onun himmetiyledir, sonunda ise onun mârifetinin varlığıyladır. İradesinin başlangıcındayken, ona eziyet edenden intikam almak içindoğru himmetle Allah’a yönelip ona sığınır. Nusreti talep etme konusunda doğru himmetle Allah’a yöneldiğinden, intikamın gecikmesine karşı sabretmede, bünyesinin darlığından hak ona yardım eder. Ârif ise, marifet denizi kendisini kuşatmıştır, himmeti ve meşieti dürülmüş, tedbiri de meşieti de haktır. Kendisine meşietin şuhûdu galip olmuş kimseye hangi meşiet kalır? Yine hak ona eziyet edenin cezasını bir ay ertelese, mevlâsının imtihanını hoş karşılar. İntikamı geciktirdiğinde, mürit için korktuğu sabırsızlığın, onun için olacağından korkmadığından, ona yardımda acele etmemiştir. Hem ârif kendisine zulmedenden intikam almaya kalkışırsa, marufunun ahlakıyla ahlaklandığı için kendisinde kaim olan şefkat ve merhamet onu yakalar. Yani her ne kadar buna gücü yetse de Allah’ı onlarda faal gören biri nasıl intikam alır?

Allah’ın velilerine zulmedildiğinde, bunlar tabaka tabakadır:

Birinci kısım: Zulmedenin aleyhine dua eden, sıkıntılarının giderilmesini ve ferahlığı istişare eden, darlığın kendilerinden giderilmesini isteyenler. Bu, duası red olunmayandır. “mazlumun duasından sakın, çünkü onunla Allah arasında hicab yoktur”*9 hadisi bundandır.

İkinci kısım: Yardım talebi ve cezanın acele gelmesi konusunda Allah’a sığınan mazlumlardır. Ancak onlar, Allah’ın gizliyi ve açığı bildiğini bilmişler ve durumlarını gizlice Allah’a sunmuşlar. Bunlar, ona tevekkül, durumlarını ona arz ettiklerinden hakkın kendilerine yardım etmesine daha layıktırlar. Allah şöyle buyurmuştur: “Her kim Allah’a tevekkül ederse, o ona kâfidir.” (Talak, 3) Rivayete göre: Kadının birinin sadece bir tavuğu vardı. Onun yumurtalarıyla geçiniyordu. Hırsızın biri gelip onu çaldı. Ona herhangi bir bedduada bulunmayıp onu Allah’a havale etti. Hırsız tavuğu alıp kesti, tüylerini yoldu. O tüylerin tümü kendi yüzünde bitti. Bunları gidermeye çalıştı ama beceremedi. İnsanlara sordu hiç kimse gideremedi. Sonunda, Beni İsrail’den bir rahibe geldi, rahip ona dedi ki: Senin için, tavuğunu çaldığın kadının sana beddua etmesinden başka ilaç bilmiyorum. Bunu yaparsan şifa bulursun. Bunun üzerine ona birini gönderdi, kadınadedi ki: Senin tavuğun nerede? Çalındı dedi. Bu mu çaldıdediler? Kadın evet, o yapmıştır, dedi. Dediler ki, onun yumurtalarından dolayı seni sıkıntıya sokmuştur. Öyledir dedi. Onlar bunu tekrarlamaya devam ettiler ta ki kadını öfkelendirdiler. Bunun üzerine kadın beddua etti. O âlime sordular: Sen bunu nereden bildin diye sordular? O da onun tavuğu çalındığında beddua etmeyip Allah’a havale etti Allah da ondan intikam aldı diye cevapladı. Ancak beddua edince kendi nefsi için yardım istemiş oldu, bunun üzerine hırsızın yüzündeki tüyler döküldü.

Üçüncü kısım: Zulme uğradıklarında beddua etmez, zulmedenlerden intikam almak için Allah’a dua etmezler. Ancak işi Allah’a havale ederler, onlar hakkında en hayırlısı odur.

Dördüncü kısım: Bunlar üst tabakadır. Bunlar kendilerine zulm edildiğinde zulm edenlere merhamet edenlerdir. Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: “Bu sana zulmetmişse, senin sabretmen ve tahammul göstermen gerekir. Başkasının sana olan zulmü ve kendine yapacağın zulüm olmak üzere iki zulmü bir arada kendine yapmaktan sakın. Bunu yaparsan, sabır ve tahammüle bağlı kaldığın müddetçe bir kalp genişliği sende peydah olur, öyle ki, affedip vazgeçersin. Rızanın nurundan sana zulm edene merhamet edeceğin ve ona dua edeceğin bir durum sende meydana gelir. [40] Bunun üzerine onun için dua edersin ve duan kabul olunur. Seninle sana zulm edenin merhamet bulması ne güzel bir hâldir. Bu merhametli ve sıdıkları n derecesidir. “Allah’a dayan Allah kendine dayananları sever” (Al-i İmran, 159)

Şeyh Ebû’l-Hasan’ın İbrahim b. Ethem ile ilgili anlattığı hadise de bu kabildendir. Hani asker evler nerdedir diye sormuştu o da mezarları gösterince asker, kendisiyle alay ettiğini zannederek İbrahim b. Ethemin kafasına vurdu. O da başını eğip vur günahkâr kafaya vur bunun üzerine asker bu İbrahim b. Ethemdir Horasan’ın zahididir dedi ve ayaklarına eğilip öptü ve ondan özür diledi. İbrahim b. Edhem ona dedi ki: Vallahi sen bana vurmak için elini kaldırdığında ben senin için Allah’tan mağfiret diliyordum. Zira biliyordum ki, bunun için Allah bana sevap verir. Senide sorumlu tutar. Bundan dolayı senin benden alacağın payın şer, benim senden alacağımın da hayır olmasından hayâ ettim. Şeyh Ebû’l-Abbâs: Bu kemalın kendisi değildir dedi. Aşerei Mubeşşere’den olan Sa’dın yaptığı Kemalın kendisidir. Kadının biri onun, kendi bahçesinden bir şeyler sahiplendiğini iddia etti. O da: Allahım eğer o yalancı ise, onu kör et ve yerinde öldür dedi. Bunun üzerine kadın kör oldu, bir gün bahçesinde yürürken, bir kuyuya düşüp öldü. Eğer İbrahim’in yaptığı kemâlin kendisi olsaydı, sahabinin bunu yapması daha evlaydı. Ancak Sa’d Allah’ın eminlerinden bir emindi. Kendi nefsi ve başkasının nefsi kendisi için eşitti. O kadın, ona eziyet ettiği için ona beddua etmedi. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in arkadaşına eziyet ettiği için ona beddua etti. İbrahim bu mertebeye ulaşmadığı için askere beddua etmedi ki, bu kendi nefsi için intikam olmasın. Sa’d (r.a.) ise, Allah onu kendi nefsinden arındırmış ve ibraz etmişti. Allah mahlûkât içinde, kullarından dilediğini arındırır. Sofi, kendi nefsi için hakkın yerine gelmesini istemez. Bilakis Rabbi için yerine getirir.

Faide: Bilesin, Allah’ın velilerinin başlangıçtaki durumları, meziyetleri mükemmelleşsin ve diğer kötü vasıflardan temzilensinler diye halkın onlara musallat olmasıdır. Meziyetler onlarda tekamul eder ki, halka dayanıp ve meyledip onlarda sukûnet bulmasınlar. Kim sana eziyet ederse, iyiliğinin köleliğinden seni azat etmiştir. Kim sana iyilik ederse, iyiliği ile seni köle edinmiştir. Bu yüzden Allah Resulü  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) demiştir ki: “Kalpler, kendisine iyilik edenin sevgisi üzerine yaratılmıştır.” [41] , “kim size bir iyilik yaparsa mükâfatımı verin. Buna güç yetiremezseniz onun için dua edin. Bütün bunlar kalplerin mahlûkâtın ihsanından arınıp hak melike bağlanmak içindir” Şeyh Ebû’l-Hasan: İnsanların şerrinden kaçtığından daha fazla hayrından kaç der. Zira onların hayrı, kalıbına, şerri ise kalbine isabet eder. Bedenine isabet eden, kalbine isabet edenden daha hayırlı değildir. Allah’a ulaştıran bir düşman, Allah’tan koparan bir dosttan daha hayırlıdır. Sana yönelmelerini gece, yüz çevirmelerini ise gündüz say. Görmüyor musun, onlar yöneldiklerinde fitne çıkarırlar. Halkın velilere yollarının başında musallat olması, Allah’ın velileri ve seçkinleri hakkındaki kanunudur. Bu yüzden Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: Allahım kavmin üzerine zilleti hükmettin, ta ki, aziz oldular. Yokluğu hükmettin, ta ki buldular. Senin yanında tükenen tüm izzetlerin karşılığında beraberinde rahmetinin lütufları olan zilleti isteriz. Senden hacb edenher varlık karşılığında, muhabbetinin nurunu beraberinde taşıyan yokluğu isteriz.

Bunun veliler ve seçkinler için sünnetullah olduğunu gösteren deliller şunlardır: “Ve sarsıldılar, öyle ki, peygamber ve beraberinde iman edenler, Allah’ın yardımı ne zamandır diyordu. Dikkat edin, Allah’ın yardımı yakındır.” ( Bakara, 214), “Ta ki, peygamberler ümitsiz olduğunda yalanlandıklarını zannettiklerinde kendilerine yardımımız geldi’” (Yusuf, 110), “yeryüzünde mustazaf kılınanlara minnet edip, onları imamlar kılmak ve varisler kılmak ve yeryüzünde yerleştirmek istiyoruz.” (Kasas, 5), “kendileri ile savaşılanlara zulme uğramış olmaları sebebi ile onlara izin verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar, haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Hâlbuki onların ‘Rabbimiz Allah’tır ’ demekten başka suçları yoktu” (Hac, 29-40). Ve bu manaya delalet eden başka âyetler...

İbrahim b. Ethem’in, Asker, onun başını yarınca başını eğip “uzun zaman Allah’a isyan eden başa vur” demesi, bidâyetteki hâlleridir. Yine onun şu sözü: “Ömrümde üç defa sevindim; bir defasında mescitteydim, beni bir karın sancısı tuttu, kalkıp oturuyordum. Mescidin sahibi geldi çıkmamı istedi. Aşırı sancıdan çıkamadım, bunun üzerine ayağımdan tutup beni sürükleyerek dışarı attı. İkincisinde, üzerimdeki elbiseleri çıkardım, bitlerin çokluğundan görünmüyorlardı. Üçüncüsünde, bir gemiye binmiştim. Orada bir komedyen: Biz düşman diyarında münkirleri şöyle tutuyorduk deyip sakalımdan tutup sallıyordu. Gemide benden daha hakir birini görmediği için bu hoşuma gitti.” Başlangıçtaki hâlleri buydu. Biliyorlardı kendilerinde kalıntılar olduğunu, bu yüzden intikam almaktan korkuyorlardı. Eğer kendi nefsleri için intikam alsalar Allah’ın gözünden düşerler. Kendi nefsi için intikamın afetlerini bildikleri için hilme rücu ettiler, intikamdan ellerini çektiler. Şeyh Ebû’l-Hasan dedi: Bir defasında biri bana eziyet etti, bundan daraldım. Yattım ve gördüm bana şöyle deniliyordu: Sıddıklığın alâmeti, düşmanın çoğalması ve onlara aldırmamasıdır. Bilmen gerekir ki, kişilerin özelliği, izzet ve rifat vatanında ikamet etmeyi hoş görmesidir. Eğer hak onu isteği ile baş başa bıraksaydı helak olurdu. Hasetçilerin muarazasını ve eziyetçilerin ezasını onlara musallat kılarak bundan uyanırdı.

Bazı ârifler: Düşmanın bağırışı Allah’ın kırbacıdır derler. Kalpler başkasına yönelince onunla kalplere vurur. Eğer bu olmasaydı kalp, izzet ve şanın gölgesinde uzanırdı. Bu ise Allah ile arsında bir perdedir. Bu iş, Allah’ın velilerine ve dostlarına hüsnu nazarıdır, onlardaki velâyet eserlerinin izharıdır. Zira Allah şöyle demiş. “Allah iman edenlerin velisidir.”(Bakara, 257).

Nûrları tamamlanıp sırları kalıntılardan temizlendiklerinde kullar arasında onlara hükmedip ve onun üzerine delalet ettiğinde, onlar artık seçilmiş bir kul olup, Allah’ın kendisi için onunla intisar ettiği kılıçlarından bir kılıç olur. Sa’d’ın kendisine yalan iddiasında bulunan kadına beddua edip “Allahım onu kör et ve mekânında öldür” demesi ve ona icabet edilmesi bu bâbdandır. Hz. Osman (r.a.) eve girdiğinde biri eşinin yüzüne tokat attı. Bunun üzerine Hz. Osman der ki: “Allah senin ellerini ve ayaklarını koparsın, seni ateşte ebedi eylesin.” bu adamı Şam’da gördüler, elleri ve ayakları kesilmiş ve şöyle diyordu: “Hz. Osman’ın duası iki şeyde kabul edildi, üçüncüsü kaldı.” Bu yüzden bu adamların hâli genel kulların üzerinde bazen karışık görülür. Dolayısıyla zulme uğrayıp ondan vazgeçen veliyi, zulme uğrayıp intikam alan veya dua eden veliye tercih etme. Vazgeçen nefsindeki kalıntıları bildiği için vazgeçmiş olabilir. Dua eden ise kalıntılardan temizlendiğini bildiği için Rabbine intisar için dua etmiştir.

Sabrına gelince: Kendisi sabrın merkezinde sebat edenlerdendi. Kendisinde birçok hastalık vardı. Eğer bunların bir kısmı dağların üzerine konulsaydı, onlar eriyecekti, Kendisinde taş vardı, basur hastalığı[42] vardı. (Buna rağmen) İnsanlarla oturur, oturduğu zaman anlaşılmasın diye oturuşuna ara vermezdi. Onun yanında oturan kişi, kendisindeki hastalıkları bilmezdi. Hastalıklar ne yüzünü sarartır, ne de bedeninde bir değişiklik yapardı. Hatta şöyle derdi: “Yüzümün kızarıklığına bakmayın, yüzümün kızarıklığı kalbimdendir. Biri yanına geldi, onun içinde bulunduğu durumu fark etti ve dedi ki: Efendim, Allah sana afiyet versin. Şeyh sükût edip cevap vermedi. Bu adam bir ara sustu, sonra efendim, Allah size afiyet versin dedi. Bunun üzerine Şeyh dedi ki: Ben Allah’tan afiyet istedim, sende ondan afiyet istedin, benim içinde bulunduğum hâl afiyettir. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah’tan afiyet istemişti ve şunu demişti: Hayber yiyeceği hâla benimle uğraşıyor, artık nasibimin kesilme zamanı gelmiştir. Hz. Ebûbekir Allah’tan afiyet isteyip ondan sonra zehirlenerek ölmedi mi? Hz. Ömer Allah’tan afiyet istedi, ondan sonra yaralanarak öldü. Hz. Osman Allah’tan afiyet istedikten sonra kesilerek ölmedi mi? Hz. Ali Allah’tan afiyet istedikten sonra öldürülmedi mi? Allah’tan afiyet istediğinde benim için âfiyet hangisiyse onu ver Allahım de. Şöyle diyordu: ".Sabır, esbardan türemiştir. Esbar ise, okların atıldığı hedeftir. Sabreden nefsini kazanın oklarına hedef olarak dikendir. Allah’tan lütuf istemesi, ondan takatı kesilmeden lütuf istemesi onun vefasızlığındandır.

Bir gün yanına gittimde çok sıkıntılı olduğunu gördüm. Efendim zannederim zayıf düştünüz! Dedim. Bunun üzerine: Zayıf, imanı ve takvası olmayandır dedi.

Bilesin, sabır üç kısımdır: Vaciplere karşı sabır, haramlara karşı sabır, belalara karşı sabır. Ekâbirin sabrı, esrârı gizlemek, eşyaya meyletmemek ve nurlaratakılmamaktır. Sabırları, eziyete tahammul etme, fezanın cereyanı altında sebat göstermektir. Onların sabrı, kulların yüklerini taşımaya karşıdır. Allah ile sabretmek, yapmalarını istediği kulluk hükümlerinin ve rubûbiyet hükümlerinin yerine getirilmesine karşı istediği sabırdır. Onların sabrı, güzel ahlâka karşıdır ve uygun olma şartı ile Allah’la beraber kaim olmaktır. İlgilerini onun üzerine toplama, tüm işlerinde ona rücu etme konusunda sabretmektir. Halk için oturma ve onlara hakk tealayı göstermeye karşı sabır.

Şeyh Ebû’l-Abbâs: “Vallahi, ben selb olunmakla tehdit edilene kadar, insanlar için oturmadım diyordu. Bana denildi ki: Eğer oturmazsan hibe ettiklerimizi senden soyutlarız.

Tarikatının usulüne gelince: Kul haklarından çok sakınırdı, ödeme konusunda acele davranırdı. Öyle ki, daha hak etmeden ödeme yapardı. Arkadaşlarını kul haklarından kurtulmaya teşvik ederdi. Üzerinde bir borç olsaydı en iyi şekilde öderdi. Bir hakkı olduğunda da en güzel şekilde alırdı, dünyalıklardan kopmuş, onlardan biri için ayağını kaldırmaz, onlara elçi göndermez ve onlara yazı yazması kendisinden talep edildiğinde onlarla yazışmazdı. Bir talibe şöyle dedi: ".Senin için bunu

Allah’tan talep edeceğim, eğer talip razı olursa, sa’yi götürülür, mevlâsı ona lütfeder. Halk için oturmakla mübtelaydı. Gece gündüz ne zaman gelseydin onu bulurdun. Bir gün geldim yanına çıkmak için izin istedim, bana biraz sabret denildi. Bundan rahatsız oldum ve herhâlde benden şeyhe bir şeyler ulaşmış o yüzden bana karşı değişmiştir diye düşündüm. Bir saat sonra bana izin verildi ve girdim. Şeyh: beni mazur gör, Şeyh Ebû’l-Hasan’ın kızı yanımdaydı, onun sözünü kesmek istemedim dedi. Vallahi ben kendimi onların bir hizmetçisi olarak dahi görmem. Gelen müridin engellenmesini yasaklardı ve şöyle derdi: Mürit himmetinin ateşiyle gelir, ona dur denildiğinde getirdiği şey söner. Müritlere zorluğu ve meşakkatı göstermez ve bununla sorumlu da tutmazdı.

Şeyhi Ebû’l-Hasan’dan şunu naklederdi: Kâmil adam, sana zorluğu gösteren değil, sana kolaylığı gösterendir. Tarikatı, Allah yolunda bir araya getirmek, tefrika yapmamak, hâlvet ve zikir üzerinde devam etme esasına dayanırdı. Beraberindeki her müridin bir yolu vardı, her birini kendisine uygun yola sevkederdi. Çalışmayan müridi sevmezdi. Müridi sevgisinde icmaya yönlendirirdi. Müridi, başkasını görmeme konusunda mecbur tutmazdı. Şeyhinden nakille söylerdi: “Benimle beraber olun, ancak başkası ile olmanızı engellemiyorum. Bu kaynaktan daha tatlı bir kaynak bulursanız ona gidin.” Mürid kendisi hevâsı ile evrada girse onu oradan çıkarırdı.

Bir kaside veya beyitlerle medhedildiğinde, medhedenle ilgilenerek onu mükâfatlandırırdı, çoğu zaman hediyesiyle ona müvacehe etmiştir. Fakihler, ehl-i ilim ve talebeleri geldiğinde onlara değer verirdi. Arkadaşlarına diyordu: Bir şan sahibi veya reis geldiğinde bana onu tanıtın. İdareciler konusunda insanların en zahidiydi. Ona geldiklerinde ise, onlara ikramda bulunur, onlar için birkaç adım giderdi. Şeyhi Ebû’l-Hasan’a aşırı saygılıydı, öyle ki, onunla kendisinin ispatı olmadığını müşahede ederdin. Şeyh anıldığında şu şiiri o kurdu:

Benim bir efendim vardır izzetlerinden,

Ayakları alınlar üstündedir.

Ben onlardan olmasam da benim için

Onların zikrinde izzet ve şeref vardır.

Onun özelliklerinden biri de, bilmediği şeyi yemezdi. Gelmeden önce bir hediyeyi veya yemeği bildirmeyi sevmezdi. İyiliği yapanın huzurunda dua etmezdi, o gittikten sonra arkasından dua ederdi. Ona küçük bir şey hediye edildiğinde onu tebessüm ve kabulle karşılardı. Çok şey kendisine hediye edildiğinde izzetle karşılardı. Hased edilir diye her hangi bir müridi övmez, ilim olarak onu kardeşleri arasında yüceltmezdi. Namazı tamamen kısaydı ve şöyle derdi: “Abdâlların namazı hafiftir.” Kur’an okuduğu zaman bütün varlık onu dinliyor derdin.

Bir sene ramazanda kıyam ederek namaz kıldı ve şöyle dedi: “Bu sene sanki Rasûlullaha okuyormuşum gibi Kur’an okudum.” Ondan sonra ikinci ramazanda,“Bu sene sanki Allah’a okudum” dedi.

Kadir gecesi olduğunda arkadaşlarına haber verir, her gece yaptığı dua miktarınca üç defa dua ederdi ve şöyle derdi: Elhamdulillah tüm zamanımız kadir gecesidir. Bazı arkadaşlarımız bazı ehl-i tarik için bir şiir inşad etmişler:

Zatımda sizin cemalinizin müşahedesi olmasaydı.

Hayatımdan bir an yaşamazdım.

Kadri tazim edilmiş kadir gecesi değildir.

Ancak vakitlerimi onunla imar ettiğinde olur.

hâlde sevgi hevâda aldanır.

Oysa sevginin mikata ihtiyacı yoktur.

Fakih Mekinuddin el-Esmeri ona gelip: Efendim kadir gecesini gördüm ancak her seneki gibi değildi dedi. Bu sene gördüm nûru yoktu. Bunun üzerine Şeyh: Senin nurun onun nurunu yok etti ey Mekinuddin dedi. Ramazanın son on gününde, yirmi altıncı gece İskenderiye’nin batı camisinde Şeyh Mekinuddin ile beraberdim, kendisi Şu an melekleri bir hazırlık ve hareket içinde inip çıktıklarını görüyorum, düğün ehlinin bir gece öncesi hazırlıklarını gördün mü? İşte onları öyle gördüm. İkinci gece ki yirmi yedinci geceydi ve Cuma gecesiydi. Şu an melekleri ve beraberlerinde o cami güzelliğine paralel meleklerin nurundan tabakalar görüyorum, bunun altında bunun üstünde, işte bu kadir gecesidir. Üçüncü gün olunca ki yirmi sekizinci geceydi. Ben bu öfkeli geceyi gördüm şöyle diyordu: Farzet kadir gecesinin bir hakkı var riâyet ediliyor, benim de riâyet edilecek bir hakkım yok mudur? Şeyh Mekinuddin, basiret erbâbı ve Allah’a sadık kullardandı. Şeyh Ebû’l-Hasan onun hakkında şöyle diyordu: Aranızda bir adam vardır, İbn Mansur onun için esmer tenli beyaz kalpli diyor. Vallahi ben evimde ve yatağımın üzerindeyken beni mükâşefe eder. Başka bir defasında onun hakkında şöyle dedi: Allah’ın her Ğaybını Süluk ettiğimde illaki onun sarığı ayaklarımın altındaydı. Şeyh Mekuniddin, bana bunu haber vererek dedi ki: Dimas’ta, İskenderiye’deki nebi Danyal mescidine girdim. Orada medfun olan nebiyi üzerinde çizgili bir aba olduğu hâlde ayakta namaz kılarken gördüm. Bana dedi ki: “Öne geç namaz kıl.” Bende ona: “Sen öne geç namaz kıl dedim,” o da: “Siz, önüne geçilmesi uygun olmayan bir nebinin ümmetindensiniz”, dedi. Ben ona, bu nebinin hakkı için yaparım, yoksa öne geçip namaz kılmazdım, dedim. O da dedi ki: “Ben, bu nebi hakkı için deyince ağzımı kapattı, nebi hürmeten! “Öne geç sen havada bariz olmayasın diye namaz kılıyoruz.” Dedi. Öne geçip namaz kıldım.

Yine Şeyh Mekinuddin bana haber vererek: Karafe’de bir Cuma yattım, ziyaretçiler kalkınca, bende kalktım dedi. Onlar, Kur’an okuyorlardı. Ta ki, “Yusuf’un kardeşleri geldi”âyetine vardılar. Gittiler, Yusuf’un kardeşlerinin kabirlerini ziyaret ettiler. Kabrin yarıldığını ve içinden uzun boylu, hafif sakallı, küçükbaşlı, esmer tenli bir adamın çıktığını gördüm ve şöyle diyordu: “Bu kıssamızı size bildiren kimdir? Kıssamız bu şekildeydi. Bir gün sakin ve mutmain olarak yatıyordum, aniden kalbimde bir sıkıntı gördüm, bir sebep beni Şeyh Mekinuddin ile buluşmaya itiyordu. Acele ile kalktım onun kapısını çaldım çıktı ve beni görünce, insanlar senin ardından gelmedikçe gelmezsin deyip tebessüm etti. Efendim, işte geldim dedim. İçeri girdi bir kab çıkardı ve “ Bu kabı Şeyh Ebû ’l-Abbâs’a götür ve ona de ki: Onda Kur’an’dan birkaç âyet yazdım biraz bal ve zemzem suyu ile sildim. Onu şeyhe götürdüm, bu nedir dedi? Şeyh Mekin el-Esmer size gönderdi dedim. Bir parmağını içine koydu, bu bereket olarak yeterlidir dedi. Kabı boşalttı ve balla doldurdu. Bunu ona götür dedi. Onu ona götürdüm sonra onun yanına gittiğimde bana: Dün gece melekleri gördüm, içinde şarap dolu camdan bir kap bana getirdiler ve şöyle diyorlardı dedi. Bu, Şeyh Ebû’l-Abbâs’a gönderdiğin hediyenin karşılığıdır.

Şeyh Ebû ’l-Abbâs, Allah’ın kulları için çokça dua ederdi. Rahmetin genişliğinin müşahedesi kendisine galipti. İnsanlara Allah indindeki rütbelerine göre ikramda bulunurdu. Hatta bazen itaatkar biri gelir ona iltifat etmezdi, bazen asi biri gelir ona ikramda bulunurdu. Zira bu muti ilmi ile mütekebbir, fiiline nazır olarak gelmiş olabilirken; o âsi ise masiyetin, zilletin ve muhâlefetin kırıklığı ile gelmiş olabilir. Temizlik ve namazda vesveselere karşı çok kerimdi. Hâli böyle olan birini görmek ona ağır geliyordu. Bir gün ben de onun yanındayken kendisine: Efendim, falan kişi ilim ve salah sahibidir, vesvesesi çoktur denildi. Bunun üzerine: Ey falan, ilim nerede? Diye sordu. İlim odur ki, beyazın beyazda, siyahın siyahta olduğu gibi kalpte yerleşendir.

BEŞİNCİ BÂB

İçerik ve Mana İle İlgili Bazı Ayetler

İçerik ve manayı açıklamak için üzerinde konuştuğu bazı ayetler hakkındadır.

Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Hamd âlemlerin rabbi Allah içindir” (Fatiha,2)

Şeyh(r.a.) : Yüce Allahmahlûkâtının kendisini hamd etmekten aciz olduğunu bildiği için, kendisi ezelde kendini hamd etti. Mahlûkâtı yaratınca kendisini hamd etmelerini gerekli kıldı ve dedi ki: “Hamd âlemlerin Rabbı Allah içindir” yani, kendisi kendini hamd ettiği hamd, onun içindir, başkasına olamaz. Buna göre “elif lam” edatı ahid (ahdi zihni-zihinde bilinen) içindir.

Şeyhi şöyle diyordu: “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım isteriz.” (Fatiha, 5). “Yalnız sana ibadet ederiz” ibadettir, “yalnız senden yardım dileriz "hakikâttir. “Yalnız sana ibadet ederiz ” İslamdır, “yalnız senden yardım dileriz” ihsandır. “Yalnız sana ibadet ederiz” ibadettir, “yalnız senden yardım dileriz” kulluktur. “Yalnız sana ibadet ederiz” farktır, “yalnız senden yardım dileriz” cemdir.

Allah, Sevgisiyle sana yönelerek, ahdine riâyet edenlerden kılarak sana merhamet etsin, bilesin: Allah kullardan kendisine ibadet etmelerini istedi. Amelî olarak bunu gerçekleştirdikleri gibi, söyleyerek nefslerine bunu tescil etmelerini istedi. Onu birlemelerini, tüm zahiri azalarının ve iç varlıklarının hakikâtlerinin onun ibadeti için düzenlenmesini istedi. Güç ve hareketten sâdık bir teberri ile ibadetlerin gerçekleştirilme iddialarında, kendilerinden dönüş istedi. Kul, Allah için amelî olarak ibadeti yapınca, hak ondan bunu söyleyerek itiraf etmesini istedi ki, bu kendisi ile hak arasında bir muâhede olsun. Ta ki, nefsi onun için ibadetten geri kalır ve ona teklife bağlı kalmak ağır gelirse, Allah’a ibadet edeceğine ve ondan başkasına ibadet etmeyeceğine dair itirafı kulun üzerine bir hüccet olur. “Yalnız sana ibadet ederiz” sözü ile kullardan “Ne’budu” kalıbıyla ibadetin tüm zahiri azalarını ve Bâtıni amellerini kapsamasını istedi. Sadece mütekellim için olan hemze ile (e’budu) ifade etmekten imtina etti, zira “nun”, ya kendini tazim eden bir kişi için ya da kendisi ve başkasıyla beraber olan (çoğul) içindir. Burası bu ilk manâ yeri değildir. Çünkü kul Allah’ın huzuruna büyüklük vasfı ile durmaz (sayfa 100).

Bu durumda kendisiyle beraber başkalarının da bulunduğu mana olur. İşte zahiri azalar ve Bâtıni hakikâtler ile işaret ettiğimiz budur. İbadette kıyam etme iddiasından ona dönmesini istemesi şundandır: “Yalnız sana ibadet ederiz” deyince, ibadeti onlara izafet edip onlardan bununla teklifin terettüb ettiği farkdairesini yerine getirmeyi itiraf etmelerini istedi. Bunun arkasından “yalnız senden yardım dileriz” ifadesini getirdi ki, onunla olan kullar, ibadeti kendileri yerine getirdiklerini iddiaetmesinler. Hakikâta veşerîâta hakkını vermelerini istedi. Bu, iki durum arasındaki cemdir: Rubûbiyeti için ibadeti yerine getirmek, ulûhiyetiyle güç ve hareketten teberri etmek.

Ondan sonra yüce Allah şöyle buyurdu: “Bizi dosdoğru yola ilet” (Fatiha, 6) Şeyh dedi ki: Hâsıl olanda bizi sabit kılarak, hâsıl olmayana ise bizi yönlendir. Bu cevabı İbn Atiye kendi tefsirinde anlatmış ve Şeyh de onu açıklayarak dedi ki: Bütün müminler, “bizi dosdoğru yola ilet” derler. Yani hâsıl olanda bizi sabit kılarak, hâsıl olmayana ise bizi yönlendirerek. Zira tevhîd onlar için hâsıl olmuştur, Salihlerin derecelerini ise kaçırmışlar. Salihler, “bizi dosdoğru yola ilet” derken manası: Hâsıl olanda bizi sabit kılmamızı, hâsıl olmayana ise, bizi yönlendirmeni isteriz. Onlar için salah hâsıl olmuştur. Şehitlerin derecesini kaçırmışlar. Şehitler de “bizi dosdoğru yola ilet” derler. Yanihâsıl olanda bizi sabit kılarak, hâsıl olmayana ise bizi yönlendirerek. Onlar için şehitlerin derecesi hâsıl olmuş, sıddıkların derecesini kaçırmışlar. Sıddık: “Bizi dosdoğru yola ilet” der. Yani hâsıl olanda bizi sabit kılarak, hâsıl olmayana ise bizi yönlendirerek. Onlara sıddıkların derecesi hâsıl olmuş, kutbun derecesini kaçırmışlar. Kutub, “bizi dosdoğru yola ilet” der. Yani hâsıl olanda bizi sabit kılarak, hâsıl olmayana ise bizi yönlendirerek. Onlar için kutupluk rütbesinin ilmi hâsıl olmuş, Allah’ın muttali kılmayı dilediğinde, muttali kılacağı şeyin ilmini kaçırmışlar.

"Onlar ki, gayba inanırlar ve namazı hakkı ile kılarlar. ”Âyeti hakkında ise şöyle demiştir:

Övgü sadedinde namaz kılanların zikredildiği her yerde namazı kılanlar için ya “İkame” kelimesi, ya da o manâya dönen bir kelime getirilmiştir. “Onlar ki, gayba inanırlar ve namazı hakkı ile kılarlar.”(Bakara 3) “Ey Rabbim, beni namaz kılanlardan eyle”(İbrahim 40)“namazı ikame etti.”, “namazı ikame et”, “namazı ikame ettiler” “namazı ikame edenler” gafletle namaz kılanları zikrettiğinde ise: “Veyl olsun o namaz kılanlara ki, namazlarından gafildirler'” (Maun, 4,5) demiştir. (sayfa 101).

Namazı ikame edenlere veyl olsun dememiştir. İkame, odur ki, Mü’min bir namaz kıldığı ve kendisinden kabul olduğu zaman, Allah onun namazından kendi melekûtünde kıyamet gününe kadar rükû eden ve secde eden bir sûret yaratır. Bunun sevabı, namazın sahibi içindir.

Şeyh: “Allah size, bir inek kesmenizi emreder.” (Nisa, 67), “sana bir iyilik dokunursa, o Allah’tandır. Sana bir kötülük dokunduğunda o şendendir”” (Nisa, 69) âyetleri hakkında Şeyh şöyle demiştir: Denilmiştir ki, ibadette tafsilin olması, Allah tarafından bizim için olan edeptendir. Buna binaen her ne kadar kulun fiillerinin hepsi, kötüsü ve iyisi ile Allah’ın yaratması ile olsa da, iyilikleri kendisine, kötülükleri bize izafet etmiştir. Başka bir yerde de: “Rabbin güçlerine ulaşmalarını istediği için”” dediği gibi. Bunu Allah’a izafet etmiştir. Gemi hakkında ise, “ben onu kusurlu yapmak istedim”” deyip, edepten ötürü ifadesinde “Rabbin onu kusurlu kılmak isedi” demedi. İbrahim (a.s.)’ın da dediği gibi: “Hastalandığım zaman, o bana şifa verir.” Bazıları şöyle demiştir: Bu onların sözünün kapsamına giriyor. Allah da, onlardan bunu hikâye ediyor. Sözün takdiri şöyledir: “Bu kavme ne oluyor? Neredeyse hiç bir söz anlamıyorlar”” diyorlar ki, “sana gelen bir iyilik Allah ’tandır, sana dokunan kötülük sendendir.” ( Nisa, 79) Şu sözü ile “De ki, hepsi Allahtandır,”” onları reddetmiştir.

“Geceyi, gündüze katar, gündüzü geceye katar”” (Fatır, 13) âyeti hakkında Şeyh şöyle demiştir: Ma’siyeti taata, taatı ma’siyete katar. Kul, taat kendisinde yerleşince, bu kendisinin hoşuna gider. Buna dayanarak, onu yapmayanları küçük görmeye başlar. Allah’tan bunun bedelini talep eder. Bu, günahlarla kuşatılmış bir iyiliktir. Bir günah işler, bana sığınıp, özrünü beyan eder ve kendini küçük görüp, o günahı yapmayanları da tazim eder. İşte bu da iyiliklerle kuşatılmış, kötülüktür. Hangisi tâattır, hangisi masiyettir. “Genç dedi ki, kim putu kırdı? Dedi ki, Yüce Allah, onlar ise, onları diline dolayan bir genç duyduk, kendisine İbrahim deniliyor dedi/er.”Şeyh(r.a.): “Zorda kalana dua ettiğinde icabet eden kimdir?'” âyeti hakkında şöyle dedi: Veli her zaman zor durumdadır. Şeyh’in sözünün anlamı: Genelin ızdırabı, (zor durum) sebeplere bağlıdır. Onlar ortadan kalktığında zor durum da ortadan kalkar. Zira zahirî duyular dairesi, onlara galip gelmiştir. Eğer onlar, Allah’ın kapsayıcı kabzına şahit olsalardı (sayfa 102), bileceklerdi ki, Allah’a muhtaç olmak daimîdir. İhtiyaç hâli kula hakikâti verir. Zira o mümkündür. Her düşkün, onu destekleyen bir desteğe muhtaçtır. Nasıl ki, hak Teâlâ daima zengin ise, kulda her zaman ona muhtaçtır. Bu ihtiyaç, dünyada da ahirette de devam edecektir. Şâyet cennete girse, orada da Allah’a muhtaçtır. Ancak, oradaki ihtiyaç, üzerine elbiselerini geçirdiği minnet’in içine dalmıştır. Hakikâtlerin hükmü budur. Ne g aipte ne deşehadette, ne dünyada ne de ahirette değişmez. İlmin sıfatı keşiftir. Hangiilim ve hangi vakitte olursa olsun. İrade ise, onun tahsis sıfatıdır. Hangi irade ve hangi vakitte olursa olsun. Nûrları genişleyen kişinin ihtiyacı, zamanla sınırlı olmaz. Yüce Allah, onları zor duruma mecbur kılan sebeplerin varlığı esnasında ona muhtaç olan, ancak sebepler zail olunca muhtaç olma duyguları da yok olan kavimleri kınamıştır. “Denizde onlara bir sıkıntı doğduğunda çağırdıklarımız kaybolur, sadece o kalır, sizi karaya çıkarıp kurtarınca yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür?” (İsra, 17), “İnsanlara bir sıkıntı dokundu mu, gerek yan üstü yatarken, gerek otururken, gerkse ayakta iken bize dua eder. Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o haddi aşanlara, yapmakta oldukları şeyler, böylece süslenmiştir?” (Yûnus, 12), “De ki: Sizler, açıktan ve gizlice O’na, ‘Eğer bizi bundan kurtarırsa, elbette şükredenlerden olacağız ’ diye dua ederken, sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarır?”” (En’am, 63) ve bu manada varid olmuş daha başka âyetler...

Umumun aklı, varlıklarınhakikatiniidrak edemeyince; Hak teala, onların muhtaç olma özelliklerini harekete geçirecek sebepleri ortaya çıkardı ki, onun rubûbiyetinin kahrını ve azametini bilsinler. Hak teâla: “(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri kılan mı? Allah'tan başka bir ilah mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz.”(Neml/62')sözü ile icabeti zor duruma bağlaması, onun ehemmiyetinin delilidir. O hâlde Allah, bir kuluna bir şey hibe etmeyi dilediğinde onu ona mecbur eder ki, istesin. Yine Allah, kulun istemediği bir şeyi ondan menetmek istediğinde onu ona mecbur kılar sonra ondan meneder. Allah’ın kulu üzerindeki hüccetidir: Eğer bize mecbur kalırsan sana veririz. Senin için, mecbur kalarak isteyip mahrum olmaktan korkulmaz. Bilakis sana muhtaç olma duygusundan mahrum kalıp, böylece duadan mahrum olmaktan korkulur. Veya zorunluluk olmaksızın dua edip bunun üzerine (duanın) kabulünden mahrum olmaktan korkulur.

“Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her gidişinde yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Meryem! Bu sana nereden geldi? derdi. O da ‘bu, Allah katından’ diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Al-i İmran, 27),(sayfa 103).

Ondan sonra şöyle dedi: “Hurma ağacını kendine doğru silkele ki sana taze hurma dökülsün?” (Meryem, 25). Bazı insanlar bu âyetler hakkında iltifat etmeye değmeyen ve razı olunmayan te’vil yapmışlardır. O te’vil de şudur: Onun sevgisi sadece Allah içindi. Doğurunca sevgisi bölündü. Bu âyetin te’vili böyle değildir. Çünkü o sıddıkaydı. Yüce Allah’ın ondan haber verirken: “Annesi sıddıkadır” dediği gibi. Sıddık ve sıddıkalar ancak bir hâlden daha kâmil bir hâle intikal ederler. Ancak işin başında kendisine hariku’l-âdeler ve sebepsizlikler itiraf edilmişti. Onun yakîni tekemmül edince sebeplere rucû’ etti. İkincihâl birinci hâlden daha kâmildir. Önc e fütuvvet, sonra iman, daha sonra hidâyet gelir. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Şüphesiz onlar rablerine inanmış birkaç yiğit gençti. Biz de onların imanını artırmıştık.” (Kehf, 13).

Yüce Allah şeytandan hikâye ederek : “Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim. Birçoğunu şükredici olarak bulmayacaksın.” Der.(A’raf, 170). Üstlerinden ve altlarından dememiştir. Zira üst tevhid içindir. Alt İslam içindir. Şeytanın mümine tevhidinden ve İslam’ından gelmesi imkânı yoktur.

“Allah İbrahim’i hâlil(dost) edindi”” (Nisa, 125) âyeti hakkında şöyle dedi: Hâlil olarak adlandırıldı, zira sırrını muhabbetullahla harmanlamıştır. Şair der ki:

Bendeki rûh sulûkuna karıştın.

Bundan hâlile Hâlil denmiş.

Konuştuğunda sözümsün.

Oruç tuttuğunda ben susarım.

Allah’ın emirlerini tamamen yerine getiren İbrahim.” (Necm, 37) âyeti hakkında, “Allah bana kafidir" sözünün gereğince yerine getirdiğini söylemiş.

“Sehervakitlerinde onlar rablerinden mağfiret dilerler.’” (Zariyat, 18)Âyeti ile ilgili şöyle demiştir: Onlar ki gecelerinde Allah için yaptıkları taatları ve amelleri nefslerinde müşahede edeler.

Şeyhin dediğinin delili bir önceki âyetteki: “Geceleri pek az uyurlardık” (Zariyat, 17) şeklinde Allah’ın onları nitelendirip ondan sonra: “Seher vakitlerinde onlar rablerinden mağfiret dilerler.” demesidir. Onların o gecelerinde her hangi bir günahları geçmemiş ki, ondan istiğfar dilesinler. Sahih hadiste, Peygamberimizin namazdan selam verdiğinde üç defa istiğfar ettiği varid olmuştur.

Vasitî: İbadetlerden affı talep etmek, karşılıklarını istemekten daha

makbuldür der. (sayfa 104).

“De ki: Ancak Allah’ın lütuf ve rahmetiyle, yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır” (Yûnus, 58) âyeti hakkında: Yani taatlerinden ve amellerinden vb. Rabbinin rahmeti topladıklarından daha hayırlıdır demiştir.

“Kulunu götüren” (İsrâ, 1) âyetiyle ilgili şöyle demiş: O, onun nebisi ve rasûlü olmasına rağmen, nebisini veya rasûlünü demedi. Böyle yaptı, zira tebaası için yürüyüş kapısını açık tutmak istedi. İsrânın ubûdiyet bastlarından olduğunu bize bildirmiş oldu. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için ubûdiyetin kemali vardı, İsranın da kemali oldu. O ruhu ve bedeniyle; zahir ve batıniyle götürüldü. Velilerin de ubûdiyette bir payları vardır, bu yüzden İsrada da bir payları vardır. Ruhları götürülür, siluetleri değil.

“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar cennetlerde, ırmak başlarındadırlar. Muktedir bir hükümdar katında, doğruluk meclisindedirler.” (Kamer 54-55) âyeti hakkında şöyle dediğini duydum: Muttakiler bu dünyada cennetlerde ve ırmaklardadır, ilimlerin cennetleri ve mârifetlerin ırmaklarındadırlar. Ahirette ise va’dolundukları cennetteler. Bu dünyada da diğer dünyada da doğruluk meclisindedirler. Şeyhin dediğinin açılımı şudur: Cennette var olan nimetlerin incelikleri bu dünyada muttakiler için muaccel olacak. Onlar için cennette hissen olacaklar, bu dünyada manen olacaktır. “iyiler nimetler içindedirler.”(İnfitar, 13) âyeti bunun benzeridir. Yani hem bu dünyada hem de diğer dünyada. Bu dünyada müşahede nimetleri içindedirler, Ahirette ise ru’yet nimetleri içindedirler.

“Günahkârlar cehennemdedirler1 (İnfitar, 14) âyeti de bunun gibidir. Yani bu dünyada da o dünyada da. Bu dünyada rahmetten kopukluğun cehenneminde, o dünyada da ceza cehennemindedirler. “doğruluk meclisinde” sözü ise yani bu dünyada da o dünyada da. Bu dünyada, ubûdiyetin doğruluk meclisinde, o dünyada husûsîyetin doğruluk meclisindedirler. “Muktedir bir hükümdar katında” bu dünyada da o dünyada da. Bu dünyada onlar için medetlerin katındalığı, o dünyada müşahedelerin katındalığı vardır. “Allah bunu ancak hak için yarattı”(Yunus, 5) Allah’ın kendisiyle herşeyi yarattığı hak “kün-ol” kelimesidir. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Allah’ın ol deyip de her şeyin oluvereceği günü hatırla”(En’am, 73) onun hak sözüdür. “bana ve anne babana şükret” (Lokman, 14) onlar senin varlığının aslı olduğu için, onların şükrünü kendi şükrü ile beraber kıldı(sayfa 105).

“Şu sağ elindeki nedir ya Musa? Musa: O benim değneğimdir. Ona dayanırım onunla koyunlarıma yaprak silkelerim. Onunla başka işlerimi de görürüm. (Allah, onu yere at ey Musa, dedi. Musa da onu atar. Bir de ne görsün o, hızla akan bir yılan olmuş! Allah, şöyle der: ‘tut onu korkma! Biz, onu yine eski durumuna döndüreceğiz”(Taha, 17-18)âyetleri hakkına şöyle demiştir: Veliye denilecek ki, şu elindeki nedir ey veli? Diyecek ki:

benim dünyamdır. Ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim. Onun koyunları azalarıdır. Onunla başka işlerimi de görürüm. Ona denilecek ki: Onu yere at ve ondan uzaklaş. Onu yere atar ve onun hakikâtini keşfeder. “Bir de ne görsün o, hızla akan bir yılan olmuş!” (Taha, 20) sonra ona şöyle denilecek: Tut onu korkma. Onu tutmak ona zarar vermez. Çünkü izinle attığı gibi, izinle onu almıştır. Attığı şekliyle onu almıştır. Atarken Allah’a itaat ettiği gibi alırken de Allah’a itaat etmiştir.

“O gün gök bulutlarla yarılıp parçalanacak ve melekler bölük bölük indirilecektir. O gün gerçek hükümranlık rahmanındır. ” (Furkan, 25-26) âyetleri hakkında da şöyle demiştir. Neden rahman dedi de kahhar ve aziz demedi? Zira göklerin bulutlarla yarılması ve meleklerin inmesi kahharın belirtilerindendirler. Eğer kahhar veya aziz deseydi, kullar buna güç yetiremeyecek, kalpleri paramparça olacaktı. Allah, o hak gününde Melik’in Rahman olduğunu diyerek, onlara şefkat göstermiştir. “O gün Allah ’a karşı gelmekten sakınanları rahmanın huzurunda bir elçiler heyeti gibi toplayacağız. "Ayetindeki durum da aynıdır. Kahhar ve aziz dememiştir. Zira haşr ilk çıkış yeridir ve şiddetlidir. Allah kahharlık gücünün zaferinde rahmanlık sıfatı ile onlara lütufta bulunmuştur.

Şu âyet hakkında kendisine soru sorulmuştur: “Ey iman edenler, Allahtan gereği gibi sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün" biri sorar ona: Kul nasıl gereği gibi Allahtan sakınır ve nasıl ancak Müslüman olarak ölür? Bunun üzerine Şeyh: Ben bu âyetin, “Allahtan gücünüzün yettiği kadar sakının." (Teğabun, 16) âyetiile nesh olunduğunu söylerim. Evvela Allahtan gereği gibi sakınmakla muhatap kılındılar. Bu, ona itaat edip isyan etmemek, zikredip unutmamak, şükredip nankörlük etmemektir. Sonra, “Allahtan gücünüzün yettiği kadar sakının. "Ayeti ile hafifletildi. İki âyetin arasını cem etmek de mümkündür dedi. Yani ameller yönü ile gücünüzün yettiği kadar sakının. Tevhid yönü ile gereği gibi sakının. “ancak Müslümanlar olarak ölün" (Bakara, 132) sözü ise, öldüğünüzde Müslüman olarak öleceğiniz ameller işleyin.

Şeyh’in arkasında sabah namazını kıldım. Şûra süresini okudu (sayfa106), “Dilediğine dişiler hibe eder"âyetine kadar geldi. İçimden bunların iyilikler olduğu geçti. “Dilediğine de erkekler hibe eder", bunların da ilimler olduğu içimden geçti. Veya erkekler ve dişiler olarak, ilimler ve iyilikler olarak onları çiftleştirir ve “onlardan dilediğini kısır bırakır" ilimsiz ve iyiliksiz olarak. Şeyh namazdan selam verince beni çağırdı dedi ki: Namazdaki anlayışını gördüm, “dilediğine dişileri verir” iyiliktir, “dilediğine erkek verir” ilimdir. Veya erkekler ve dişiler, iyilikler ve ilimler olarak onları evlendirir “Dilediğini kısır bırakır" ilimsizlik ve iyiliksizliktir. Şeyhin bunu fark etmesine hayret ettim. Senin anladığını namazda fark etmeme hayret mi ediyorsun dedi? Arkasındaki cemaatten birçok kişiyi sayarak, falan şöyle anladı, falan böyle anladı dedi.

“Şeytan sizin için bir düşmandır. "Ayeti hakkında şöyle demiştir: Bazıları bu hitaptan şeytanın düşmanlığı ile emrolunduklarını anlamışlar. Bu onları sevgilinin muhabbetinden alıkoymuştur. Bazıları da bundan, şeytan sizin düşmanınızdır, yani ben sizin dostunuzum. Böylece onun sevgisi ile meşgul olup, O sevgi şeytana karşı onlara kâfi gelmiştir.

Bir keresinde Tin süresini okudum, “Muhakkak biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. ” (Tin, 4-5) bu âyetin manası hakkında biraz düşündüm. Bana levhi mahfuz keşfolundu, içinde şöyle yazılıydı: “Biz insanı, rûh ve akıl yönünden en güzel şekilde yarattık. Sonra nefs ve arzu yönünden onu aşağıların en aşağısına indirdik,“and olsun, kadın ona istek duymuştu. Eğer Rabbinin delilini görmemiş olsaydı, Yusuf da ona istek duyacaktı. ” (Yusuf, 24) kadın onu, irade isteği ile arzulamıştı. Yusuf da onu meyl iradesi ile arzulamıştı irade isteği ile değil.

“Muhakkak ki Allah, peygamberin ve içlerinden bir kısmının kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, sıkıntılı bir zamanda ona uyan muhacirlerle ensarların tövbesini kabul etmiştir. Evet, tövbelerini kabul etmiştir ” (Tevbe, 118)âyeti hakkında şöyle demiştir: “.Şeyhi Ebû’l-Hasan’dan nakille şöyle demiştir: Günah işlemeyenlerin tövbesini zikretti ki, günah işleyenler uzaklaşmasın diye. Zira peygamber, muhacir ve ensar günah işlememişti. Ondan sonra tövbeleri geciktirilen üç kişinin de tövbelerinin kabul edildiğini söyledi. Günah işlemeyenleri anlattı ki günah işleyenler ünsiyet bulsun. Eğer başta geciktirilen üç kişinin tövbesinin kabul olunduğunu söyleseydi, onların ciğerleri parçalanacaktı (sayfa 107).

Allah’ın kitabında ki takva birkaç çeşittir. Ateş takvası, “ateşten sakının” (Al’i-İmran, 131) günün takvası, “öyle bir günden sakının ki” (Bakara, 48-123-281) rubûbiyet takvası, “ey insanlar, Rabbinizden sakının. ” (Nisa, 1; Hac, 1; Lokman, 33) ulûhiyet takvası, “Allahtan sakının” (Hucurat, 69) kendisine olan takva, “Ey akıl sahipleri benden sakının” (Bakara, 197)

“Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir. ” (Maide, 42) âyeti hakkında şöyle demiştir: Mevlasının haram kıldığını yiyerek, Yahudiler ve arzularına uymayı tercih eden o dönemin fakirleri hakkında inmiştir. Bu bir Yahudi eğilimiydi. Zira âşık, âşık olmadığı hâlde âşkı, seven olmadığı hâlde sevgiyi, vecd ehli olmadığı hâlde vecdi zikreder. Âşık yalan söyler, dinleyici de onu dinler. Dinlemeye çağrıldığı zaman, fakirlerden zulmet yemeğini yiyenler de, “Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir”âyetinin kapsamına girerler.

Sahabelerden bazıları, bazı Yahudilere uğramışlar, onların Tevrat okuduklarını duyunca huşua kapıldılar. Bunun üzerine peygamberin yanına gelmişler, Cebrail ona gelip: Oku demiştir. O da ben ne okuyayım demiş. Bunun üzerine: “Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız, onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır. ” (Ankebût, 51)Onlar birazcık Allah’ın kelamı olan tevrattan huşu duydular, şarkı ve eğlence ile huşu bulup Allah’ın kitabından yüz çevirenler hakkında ne düşünürsün?

Biri sorar: Efendim, niçin Hz. İsa: “Eğer onları cezalandırırsan şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen, sonsuz güç ve hikmet sahibisin”dedi de, “Ğafur” ve “Rahim” demedi? O da: Eğer “Ğafur” ve “Rahim” deseydi, bu, Hz. İsa’dan onlar için bağışlanma şefaati olurdu dedi. Oysa kâfirler hakkında şefaât olmaz. Çünkü Allah dışında ona ibadet edildi. Onunla beraber kendisine ibadet edilmişken, onun yanında şefaât etmekten hayâ etti.

“Eğer biz, bu Kur’an’ı bir daha indirseydik, elbette sen onu Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün. ” (Haşr, 21)âyeti hakkında şöyle dedi: Bu âyette peygamberlerin efendisine övgü vardır. Yani, bu Kur’an eğer dağların üzerine inseydi, dağlar yerinde duramazdı. Ama sen ey Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sana verdiğimiz Rabbani güç neticesinde onun nüzuluna dayandın (sayfa 108). Bunda kâfirler için yergi de vardır. Yani, bu Kur’an dağın üzerine inseydi boyun eğerek paramparça olurdu. Ancak siz, boyun eğerek parçalanmadınız.

Faide: Bu cemaatin, -daha önce geçtiği gibi- şeyhin; “Dilediğine dişi verir”, “Allah bir inek kesmenizi emreder” ve hadislerle ilgili gelecek olan, kelamullahı ve hadisleri garip manalarla tefsîri, zahiri manayı reddetmek değildir. Ancak âyetin zahirî mefhumu, âyetin kendisi için sevkedildiği ve lisan örfünde üzerine delalet ettiği manadır. Ancak burada Allah’ın kalp gözünü açtığı kimseler için âyetin anlaşılmasında bir de batınî manası vardır. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den şöyle bir haber gelmiştir: “Her âyetin bir zahirî, bir batınî; bir haddi bir de matlaı vardır.” Bir cedel sahibi ya da muarızın bu, kelamullahı asıl manasından çevirmektir demesi, seni onlardan bu manaları almaktan alıkoymasın. Zira bu, âyeti zahirî manasından çevirmek değildir. Eğer onlar bu âyetin bundan başka manası yoktur deseydi, bu çevirme olurdu. Onlar ise böyle bir şey demiyorlar. Bilakis onlar zahirleri zahir manaları üzere murat olunan manalarını ikrar ederler. Allah tarafından kendilerine bildirilen şeyi de anlarlar. Bazen lafızdan, onu vaazedenin kast ettiğinin zıddını anlamışlar. Şeyh Takiyuddin Muhammed b. Ali el-Kuşayrî’nin haber verip dediği gibi:

Bağdat’ta el-Cevzî denilen on iki ilim okuyan bir fakihvardı. Bir gün medreseye doğru giderken birinin şu şiiri okuduğunu duydu:

Şaban’ın yirmisi geçtiğine

Gece içişine gündüz de devam et.

Küçük kadehlerle içme

Artık zaman küçüklere dar gelmiştir.

Bunun üzerine, şaşkın birşekildeçıktı ta ki, Mekke’ye geldi. Ölene kadar oranınmücavirliğindenayrılmadı. Şeyh Mekinuddinel-Esmer’eşu şiir okundu.

İçki ile beni mutlu edecek bir mutluluk olsaydı.

İçki içmek için iftarı beklemezdim.

İçki içtiğinde kıymetli bir şeydir.

Seni günahlara götürse de iç.

Ey saf akan içkiden kınayan!

Sen cennetlerde kal, bırak ben ateşte kalayım.[43]

Biri dedi ki: Bu tür beyitleri okumak caiz değildir. Bunun üzerine Şeyh Mekinuddin okuyucuya dedi ki: Oku, bu adama perde çekilmiştir. (Kalp gözü kördür gerçeği göremiyor.) Bu konuda sana şu örnek kâfidir: Üç kişi  ’(Burada - Münada mahzuf- Çağrılan kişinin ismi gizlenerekbir cümle kurulmuş, şöyle ki Ey!... “Çalış! Benim iyiliğimi göreceksin)diye bir ses duyarlar. Bunlardan her biri bu sözü, kendi sırrına hitap edilmiş bir hitap olarak algılar. Bunlardan biri; “ ” (Çalış ki iyiliğimi göresin)olarak, diğeri;  ” (Sen şu anda iyiliğimi göreceksin) olarak, üçüncüsü ise;  ” (Benim iyiliğim ne kadarda geniş kapsamlıdır) olarak duyar. İşitilen söz birdir (sayfa 109), ancak işitenlerin algıladıkları farklıdır. '“hepsi aynı su ile sulanır. Ancak biz ürünleri konusunda bir kısmını bir kısmına üstün kılıyoruz.” (Ra’d, 4), “her boy kendi su alacağı pınarı bilmişti.” (Bakara, 60)âyetlerinde Allah’ın dediği gibi.

İlk şekilde duyan, Allah’a amellerle ilerleme kendisine gösterildi ki, cedelle yolu karşılasın ve kendisine: Doğru muamele ile çabala, vuslatın varlığıyla iyiliğimizi görürsün dendi. Diğeri ise aşk ateşi onu yaktığından ona, şu an iyiliğimi görürsün dendi. Üçüncüsü, keremin genişliği kendisine keşfolunmuş bir âriftir. Müşahede yönüyle hitap olundu, iyiliğim ne kadar geniştir diye duydu.

Şeyh Muhyiddin b. Arabî: Bazı fakirler Mısır’ın kandiller sokağına bizi davete çağırdılar. Meşayihten bir cemaat toplandı. Yemek takdim edildi. Kaplar yetersiz kaldı. Helâ için alınmış camdan yeni bir kap oradaydı. Henüz kullanılmamıştı. Ev sahibi içine yemek koydu. Cemaat yemek yiyordu. Kap, Allah bu efendilerin benden yemesiyle bana ikramda bulundu, bundan sonra kendim için helâya razı olmayacağım deyip sonra ikiye ayrıldı dedi. İbn Arabî: Kabın ne dediğini duydunuz mu? diye sorar. O nedir dediler? Şöyle demiştir. Allah kalplerinize imanla ikramda bulundu. Necaset ve dünya sevgisine mahâl olmamaları için bundan sonra masiyete razı olmayınız. Allah bizi ve seni onu anlayan ve ondan faydalananlardan eylesin (sayfa 110).

ALTINCI BÂB

Hakikat Ehlinin Mezhebine Göre Nebevî Hadisler Hakkında

Husûsîyet sahiplerinin mezhebine göre nebevî hadislerin tefsiri ve açıklaması hakkında

“Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allah Teâla, yedi sınıf insanı arşının gölgesinde barındıracaktır: Âdil devlet başkanı; Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde büyüyen genç; kalbi mescidlere bağlı Müslüman; birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan; güzel ve mevki sahibi bir kadının gayri meşru davetine “Ben Allah ’tan korkarım. ” diye yaklaşmayan yiğit; sağ elinin verdiğini, sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse; tenhada Allah’ı anıp gözyaşı döken kişi. ”[44] Bu hadis hakkında Şeyh şöyle demiş: Adil yönetici kalptir. Mescide dönene kadar kalbi oraya bağlı olan adam, yani kalbi arşa bağlıdır. Zira arş yakîn sahiplerinin mescididir. Tenha yerde Allah’ı hatırlayıp gözlerinden yaş akan kişi, yani nefsten ve arzudan uzak. Sadakayı verip gizleyen kişi, yani nefs ve arzudan gizler. “hani Rabbi onu gizli bir nida ile çağırmıştı” (Meryem, 3) ayeti de böyledir yani nefsten ve hevâdan gizler. (sayfa 111)

Bilesin! Bu yedi sınıfı Allah, kendisine olan muamelelerine göre mükâfatlarını vermiştir. Adil imam; Allah’ın kulları arasında adil davranmıştır. Mazlumu kendi adaletinin gölgesinde barındırmış, Allah da kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı günde, onu kendi gölgesinde gölgelemiş. Allah’ın ibadetinde yetişen genç; hevâsının yaşından yüz çevirerek mevlasının korumasına sığınarak, Allah’a iltica etmiştir. Onun dünyada Allah ile bulunduğu muameleye karşılık, Allah da Ahirette ona bu şekilde muamelede bulunmuştur. Mescide dönene kadar kalbi ona bağlı olan kişi; o Allah’a taati tercih etmiş, Allah’ın sevgisi ona galip gelmiş, bu yüzden kalbi mescide dönmüş, ondan ayrılmak istemez, onda yakınlık ruhu ve hizmet tadı bulur, Allah’ın rubûbiyetini tercih ederek ona sığınmış. Bunun üzerine Allah da geçen muamelesinden ötürü onu kendi gölgesinde gölgeleyecektir. Birbirini Allah için seven, bunun için bir araya gelip bunun için ayrılan iki kişi; onlar Allah’ın ruhu ile birbirine bağlanmışlar ve onun muhabbeti ile birbirini sevmişler. Bunu sadece Allah için yapmışlar. Allah da kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı günde, onu kendi gölgesinde barındırmış. Güzel kadının çağırdığı ve Allah’tan korkarım diyen adam; mevlasından korktuğu için nefsanî arzuların ateşine maruz kalmayı kabul etmiş, takvadan ötürü tabiatın teşviklerine muhâlefet etmiştir. Allah’tan korktuğu için ona koşmuş, muamele olarak burada Allah’a koştuğundan, Allah da Ahirette onu muvasalatla barındırmış. Bunun üzerine Allah, kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı günde onu kendi gölgesinde gölgelendirmiş. Tenha bir yerde Allah’ı hatırlayıp gözlerinden yaş akan kişi; onun gözleri, ya Allah’tan hayâ ettiğinden veya ona olan şevkinden veya ubûdiyetinden olan korkusundan veya onun kalbini yakan sevinçten yaşarmıştır ya da onunla olan taksiratının müşahedesinden. Bunu Allah dışında hiç kimsenin olmadığı yerde yalnız Allah için bir muamele olarak ve ona özürde bulunmak veya özleminden yaptığından, Allah da kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı günde onu kendi gölgesinde barındırmıştır. Sadakayı verip gizleyen kişi; o Allah’ın sevgisini kendi sevdiğine tercih etmekle, dünyayı harcayarak Allah’ı kendi nefsine tercih etmiştir. Çünkü nefsin özelliği, dünyayı sevmek ve onu harcamamaktır. Allah’ı ona tercih edenler ancak onu harcar. Bu yüzden Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) '“sadaka delildir”[45] buyurmuş yani kulun mevlasını nefsine ve arzusuna tercih ettiğinin delilidir. Bu kul Allah’a muamelesi ile meyledince, Allah da kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı günde, ona kendi gölgesi ile gölgelendirmekle ihsanda bulunmuştur (sayfa 112).

Bu yedi sınıf tek bir manada birleşiyor. Bu yüzden bu yedi sınıf dünyadaki nefsani arzularına muhâlefet ederek, aynı mükâfatla mükâfatlandırılmışlar. Allah onlara ahiret hararetini tattırmamıştır. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah’tan hikâye ederek demiş ki: “Bir kulumda iki korkuyu birleştirmem. Onda iki emniyeti de birleştirmem. Eğer dünyada onu emin kılarsam Ahirette onu korkuturum, eğer onu dünyada korkutursam Ahirette emin kılarım.”[46]

Kolaylaştırın zorlaştırmayın” hadisi hakkında şöyle demiştir: Yani onları Allah’a yönlendirin, başkasına değil. Zira kim seni dünyaya yönlendirirse, seni aldatmıştır, kim seni amellere yönlendirirse, seni yormuştur, kim seni Allah’a yönlendirirse, o sana nasihat etmiştir.

“Cenneti gördüm ve ondan bir salkım aldım. Eğer onu alıp getirseydim, dünya var olduğu müddetçe ondan yerdiniz.”[47] Hadisi hakkında: Peygamberler eşyanın hakikâtini mütalâa ederler. Veliler ise benzerini müşahede ederler. Bu yüzden peygamberin: “Cenneti gördüm” deyip “sanki cenneti gördüm” demediğini, söylemiştir.

Harise dedi ki, Rasûlullah bana şöyle dedi: “Ey Harise nasıl sabahladın?”[48]7Hakîkî mümin olarak sabahladım dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) : “Her şeyin bir hakikâti vardır. Senin imanının hakikâti nedir?[49]Diyesordu. O da Nefsim dünyaya arz olundu, altını ile çamuru bana aynı geldi. Sanki ben cennet

ehline bakıyorum onlar cennette nimet görüyorlar ve ateş ehline bakıyorum, onlar da ateşte azap çekiyorlar. Sanki açığa çıkmış hâlde Rabbimin arşına bakıyorum. Bu yüzden gecem uykusuz, gündüzüm susuz kaldı dedi. Sonra rasûlullah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle dedi: “Sen ârif oldun, bağlı kal ve devam et.”" Ondan sonra da dedi ki: “Allah, onun kalbini iman nuruyla nurlandırdığı bir kuldur.”[50] [51] Harise “Sanki gördüm”” dedi (sayfa 113)“Gördüm” demedi. Çünkü bu sadece peygamberler içindir. Hanzala’nın peygambere söylediği: “Sen bize cenneti ve ateşi öyle anlatırsın sanki gözümüzle görmekteyiz”” deyip gözümüzle görmekteyiz dememesi, geçen sebepten ötürü o da aynıdır. Harise’nin hadisinde on tane faide vardır:

Birinci Faide: Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Harise’ye: “Nasıl sabahladın ey Harise!” diye seslendiğinde, Harise:“Zengin olarak, sağlıklı olarak” gibi dünyevî ve bedenîhâlleri ile ilgili cevap vermedi. Çünkü Harise bildi ki, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dünyayı sormaktan yücedir. Bilakis anladı ki, Allah ile durumunun ne olduğunu sormaktadır. Bu yüzden sahabî, “ben hakîkî bir mü’min olarak sabahladım” dedi. Dünya ehli sorulduklarında ancak dünyaları ile ilgili sana haber verirler. Çoğu zaman, onları sorduğunda, Mevlâlarının hükümleri ile ilgili sıkıntıları sana söylerler. Özelliği böyle olan birine soran, Soru sormakla bu konuşmaya sebebiyet verdiği içinonun ortağıdır. Şeyh Ebû’l-Abbâs hacdan gelen birine dedi ki: Haccınız nasıldı? O adam dedi ki: Çok bol ve suyu fazla idi. Fiyatlar şöyle, şöyle idi. Bunun üzerine Şeyh ondan yüz çevirip dedi ki: Biz onların haccını ve orada Allahtan gördükleri ilim, nûr ve fethi soruyoruz. Onlar ise fiyatların ucuzluğundan, suların çokluğundan bahsediyorlar. Sanki sadece bunun için kendilerine soru sorulmuş.

ikinci Faide: Şeyhlerin, müridlerinin hallerini sormaları gerekir.Müridlerin de, özel hayatlarının ortaya çıkma riski olsa bile üstadlarına durumlarını anlatmaları uygundur.Zira üstad doktor, müridin durumu ise avret mahalli gibidir.Zaruri durumlarda hasta, tedavi için mahrem yerlerini doktora gösterir.

Üçüncü Faide: Harise’nin “Hakîkî mümin olarak sabahladım” sözündeki nurun gücüne bak! Eğer O, mahza yakînin gereği olan basiret nûru ile desteklenmemiş olsaydı, böyle bir şeyi haber verip izhar edemez, mahv ve isbat sahibinin önünde imanın hakikâtini kendi nefsi için ispat ederdi. Harise bunu açığa vurdu, zira o biliyordu ki, Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e bağlılık vaciptir. Peygamber ise hâlini sormuştur. Dolayısı ile bunu gizlemesi mümkün değildi. Allah’ın onunla kendisi üzerine peygambere uyma bereketi ile faziletli kıldığını bildiği şeyi izhar etti ki, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah’ın minneti ile sevinsin ve Allah’a şükredip verdiğinin tespitini ondan istesin. Hiçbir âlim bunun benzerini anlatmamıştır. Dedi ki: Hz Ömer’in hilafeti döneminde Medine’de bir deprem oldu, Hz. Ömer: Bu nedir? Ne çabuk oldu? Ne yaptınız? Allah’a yemin olsun ki, eğer dönerse, onu sırtlarınızdan çıkaracağım. Bak Allah’ın bu tam basiretteki hükmüne, nasılda ona şahit oldun. Zelzele yapılan bir şeyden ötürüydü. Bu yapılan şey, onlardandı. Kendisi ise ondan beri idi. Bu ancak Hz. Ömer’e hibe edilen kâmil bir basiretin nurudur. Hz. Ebû Hureyre’nin göğsüne vurduğu zamanki durumda böyledir. Onu Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ayakkabısıyla bulmuştu ve Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)Ebû Hureyre’ye şöyle emretmişti (sayfa 114)

“Bahçenin dışında Allahtan başka ilah olmadığına şehadet eden her kimle karşılaşırsan onu cennetle müjdele. Beraber Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ’e dönmüşler. Hz. Ömer Ya Resulallah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sen Ebû Hureyre ’ye ayakkabılarını alıp bahçenin dışında karşılaştığın ilk kişiyi cennetle müjdelemesini emrettin mi? Evet dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: Yapma ey Allah’ın Resulü bırak çalışsınlar dedi. Peygamber (a.s.v) de bırak çalışsınlar dedi” [52] . Bu iki olay Hz. Ömer’in kadrinin büyüklüğünü, peygamber’den faydalanmasını ve nurundan pay almasının büyüklüğünü sana gösteriyor. Bu hadisi sahihi Müslimden rivâyet edip, burada özetle anlattık.

  Dördüncü Faide: Bu hadisten imanın iki kısma ayrıldığı anlaşılıyor: Hakîkî iman, şeklî iman. Bunun için sahabî “Hakîkî bir mümin olarak sabahladım”özü ile haber verdi. Bu hadise Buhari’nin kendi sahihinde mer fu olarak rivâyet ettiği, Resulullah’ın: “Rab olarak Allah’a, din olarak İslam’a, resul olarak Muhammed  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e razı olan imanın tadını tatmıştır”[53]demesi, bunun şahididir. Yine peygamberden şöyle rivâyet edilir: “Üç şey vardır ki, her kimde bulunursa o imanın tatlılığını ve tadını bulmuştur. Allah ve resulü onların dışındaki her şeyden daha sevimli olmaları, kişiyi yalnız Allah için sevmek, büyük bir ateşte yakılmayı Allah’a şirk koşmaktan daha hayırlı olarak görmek."”1'1' Yine Peygamberimizin şöyle dediği varid olmuştur: “Güçlü mümin Allah katında zayıf müminden daha hayırlı ve sevimlidir, ancakhepsinde de hayır vardır. ”11)4 Yüce Allah şöyle buyurmuş: “İşte onlar hakkı ile müminlerdir. ” (Enfal, 4)

Onlar Allah’a itaat ve Allah’ı tasdik etmek üzere, şehadet ve âyân ile ona iman etmiş iki sınıf kullardır (sayfa 115).

Bu ikinci imana, bazen iman bazen de yakîn denilir. Zira onun nûrları bastolunmuş, eserleri zahir olmuştur. Onun sütunları kalpte yerleşmiş, sırının şehadeti daim olmuştur. Diğer kısım imandan da zahir velâyetzuhûr ettiği gibi, hâlis velâyet de bu imandan zuhûr eder. İmanı hevâsına galip olduğu müminin imanı ile hevâsının imanına galip geldiği müminin imanı bir değildir. Üzerine bazı maruzatların arız olup da imanı ile onları savan müminin imanı ile kalbi maruzatlardan yıkanmışböylece şahadet ve âyanından ötürü ona varid olmayan müminin imanı da bir değildir. Bu yüzden ehl-i tarik, biri; günah hatıraları kendisine varid olan, o da nefsi ile mücadele edip onları savan, diğeri ise; kalbine böyle bir düşünce/hayal düşmeyen iki kişiden hangisinin daha kâmil olduğu hususunda ihtilaf etmemiştir. Şüphe götürmeyen, ikincinin daha faziletli oluşudur. Çünkü o mârifet ehlinin hâllerine daha yakındır. Birincisi ise mücahede hâlidir. Zira kalp, ancak iman her zaviyesini doldurduğunda bu özelliğe kavuşur. Bu yüzden günah hatırası çalışacak bir alan bulamaz.

Beşinci faide: Haris’in nefsine isbat ettiğine, peygamberin burhan istemesi, her iddiada bulunanın iddasının kabul edilmeyeceğini ifade eder. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Eğer doğruysanız ölümü temenni edin.” (Bakara, 94), “de ki: Eğer doğruysanız delilinizi getirinizi” (Rahman, 9).

Her kim, bir hâl iddia ederse ona onun ölçüsünü dikeriz, eğer o ölçü ona şahitlik ederse kabul ederiz. Aksi takdirde kabul etmeyiz. Madem dünya, Allah katındaki değersizliğine rağmen ancak göstereceğin şahit ile sana teslim ediliyorsa, o hâlde yakîn sahiplerinin mertebesinin sana ait olduğunu isbat edecek burhan ve onu sana teslim edecek hakikât olmadan kabul edilmemesi daha uygundur.

Altıncı faide: Şeyh Ebû’l-Abbâs: Eğer sorulan Ebûbekir olsaydı, iddiasını isbatlamak için Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisinden delil istemezdi. Zira Ebûbekir’in büyüklüğü, delil olmaksızın kendisinin şahidi idi. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem), sahabeleri arasındaki farkı bize göstermek istemiştir diyordu. Onlardan kimisi Harise gibidir, imanın hakikâtini iddia ettiklerinde ispatlamaları kendilerinden istenir. Kimisi de Ebûbekir ve Ömer gibidir, onlar ispat etmeseler de rasûlullah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine ispat eder. Şu hadisi bilmez misin: “Israiloğullarında bir adam bir ineğe binip onu yorduğunda inek demiş ki: Subhanellah! Ben bunun için yaratılmadım, ben ekin için yaratıldım.” Bunun üzerine sahabe dedi ki: Bir inek mi konuşuyor? Deyince, rasûlullah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem): ‘Ebûbekir ve Ömer de orada olmadıkları hâlde; ben, Ebûbekir ve Ömer buna inandık’ demiş.”(sayfa 116) şu mertebeye bir bak! Ne büyük ve ne yüce bir mertebe.

Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ı şöyle derken duydum: “Ben, Ebûbekir ve Ömer buna inandık” yani biz hayret etmeden inandık, siz ise hayret ederek inandınız. Bu yüzden “Subhanellah bir inek mi konuşuyor?”” dediler. Şeyh şöyle diyordu: Melekler İbrahim (a.s.)’ın eşini çocukla müjdelediklerinde o, ben ihtiyar ve eşim yaşlı iken ben doğuracak mıyım? Bu çok tuhaf bir şeydir. Bunun üzerine melekler ona: Sen Allah’ın işine hayret mi ediyorsun? Hayret etme. Bu yüzden hak onu sıddika olarak isimlendirmedi. Meryem ise, babasız çocuk ile müjdelendiğinde bu duruma hayret etmedi. Bu yüzden onu sıddika olarak isimlendirip “annesi sıddika idi” (Maide, 75) buyurdu.

Yedinci faide: Sahabi, imanının hakikâtini dünyadaki zühdü ile istidlalde bulunmuş. Bunun gibi bu iman her kimde tahakkuk ederse o kişi dünyada zühdü tevarüs eder. Zira Allah’a iman, onunla karşılaşmanın tasdikini gerektirir ve sana şunu öğretir ki, gelecek olan herşey yakındır. Bunun yakınlığını müşahede etmen gerekir. Bu, dünyadaki zühdün tevarüs eder. Hem imanın nûru, hakkın seni aziz kılışını, himmetini dünyaya yöneltmekten uzaklaştırmanı ve ona muttali olmanı sana keşfeder. Hâlbuki hakikât, dünyaya zahit olanın onu ispat etmesini gerektirir. Onda zahit olarak onu ispat ettiğinde onun varlığına şehadet etmiştir ve böylece onu tazim etmiştir. İşte Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin: “Vallahi ben ondan zahit olduğumda onu tazim ettim” sözünün manası budur. Zahidin zühd ettiğişeydeki zühdünün örneği, faninin fenâ olduğu şeydeki fenâsı gibidir. Senin bir şeyden fani olmanın ispatı, o şeyin varlığının ispatıdır. Varlığı olmayana Fenâ, zühd ve terk taalluk etmez. Bu manada birkaç beytimiz vardır. Kardeşlerimizden Hasan adındaki birine yazdım:

Varlığı tamamen terk etmen güzeldir.

 Ey Hasan! Hiçbir engel seni ondan alıkoymasın.

Eğer anlarsan bileceksin ki, ancak var olan terk edilir.

Ne zaman uzaklığını müşahede edersen bil ki o,

Alçak vehminden ve gafil kalbindendir.

Allah’ın sevgisi, varlığı için müşahedesidir.

Söyleyenin dediğini Allah bilir.

Arzudan bir çatlağa işaret edersem,

Anlarım ki ona deliller delalet etmiştir.

Bu öteden beri var olan bir sözden başka bir şey değildir.

Şu an onu akıllı ve zeki olan bildirmektedir.

Doğrulanmış bir nispetten başka bir şey değildir

Terk edenler yerilsin, yapanlar övülsün diye (sayfa 117).

1.9.9. Sekizinci faide: Sahabinin şöyle der: “Ben dünyadan tiksindim, artık benim için onun altını ile çamuru aynıdır.” Sahabinin sözünde geçen “âzûf” bir şeyden tiksinerek terketmek ve ondan yüz çevirmektir. Bir şeyi terkettim demek ona olan ilginin de olmadığını gerektirmiyor. Nice bir şeyi terkedenler vardır ki ona isteği devam ediyor. “âzûf” ise bir şeyi hakir görüp tiksinerek yüz çevirmektir. Dünyanın hakikâtini keşfedenin dünyadaki durumu budur. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dünya pis bir leştir?”[54] Yine Peygamber, Dahhâk’a şöyle demişti: “Yiyeceğin nedir? O dedi ki; et ve süttür. Sonra neye dönüşür dedi? Ya Rasûlullah! Bildiğin şeye dönüşür, dedi. Peygamber: “Allah, Dünyayı insandan çıkan şeye benzetmiştir?”[55]Demiştir. Her kim dünyanın hakikâtini keşfedip onun bir pis leş olduğuna müşahede ederse, onun dünya himmetinden tiksinmesi gerekir. Eğer; Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Dünya tatlı ve yeşildir?”[56]Dersen. Bilesin ki, dünya basiret görüşünde pisbir leştir, göz görüşünde tatlı ve yeşildir. Eğer; dünya tatlı ve yeşildir; diye haber vermesindeki fayda nedir? Diye sorarsan. Bilesin; Peygamberin : “ Dünya pis bir leştir” sözü nefret ettirmek için, “Dünya tatlı ve yeşildir” sözü sakındırmak içindir. Yani onun tatlılığı ve yeşilliği sizi aldatmasın. Zirahakikâtte onun tatlılığı acılık, yeşilliği ise kuruluktur. Bunun içindir ki Peygamber’e evliyâullah sorulduğu zaman şöyle demiştir:Allah’ın velileri, insanlar dünyanın dışına bakarken; onlar içine bakanlardır.”

Dokuzuncu faide: Sahabinin, “Ben sanki cennet ehline bakıyorum, onlar cennette nimetleniyorlar” deyip, “Ben bakıyorum” dememesi sözüyle kendisinin hak ettiği rütbeye vakıf olduğunu gösterir. Daha önce geçtiği gibi peygamberler eşyanın hakikâtine muttali olurken; evliyâ benzerine muttali olur.

Onuncu faide: “Bu yüzden gecelerim uykusuz, gündüzlerim susuz olduğu” sözüdür. Harise, Allah’ın kerametiyleAllah’ın taâtine ulaşmış bir kuldur. Görmüyor musun; evvela, “Benim nefsim dünyadan tiksindi” dedi; sonra, “Bu yüzden gecelerim uykusuz, gündüzlerim susuz kaldı” dedi. Nefsinin dünyadan olan tiksintisi Rabbi ile olan muamelesinden önce geldi (sayfa 118).

Şeyh Ebû’l Abbâs şöyle diyordu: İnsanlar iki kısımdır; Alllah’ın kerametiyle Allah’ın taâtine ulaşanlar, Allah’ın taâtiyle kerametine ulaşanlar. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Kullarından dilediğini seçer, kendisine yönelenleri kendisine ulaştırır. ” (Şura-13)

Allah’ınnûru kalbin üzerine varid olur, dünyadan yüz çevirmek ve onda zahid olma sıfatıyla sıfatlanmayı kendisine gerektirir. Sonra diğer organlarına sirâyet eder. Göze ulaştığında, ibretle bakmayı, kulağa ulaştığında güzelce dinlemeyi, dile ulaştığında zikri, vesair uzuvlarına ulaştığında hizmeti gerektirir. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in “Nûr göğse girdiğinde, göğüsgenişler ve rahatlar” [57] sözü, nurun dünyadan uzaklaşmayı ve onun himmetinden tiksinmeyi gerektirdiğinin delilidir. Peygamberimize bunun alâmeti nedir diye sorulduğunda Peygamberimiz: “Kişiyi oyalayan Dünyadan uzaklaşıp ebedi âleme yönelmesidir.” der.

Hanzala’nın hadisini Müslim, sahihinde şöyle rivâyet etmiştir: “Hanzala Ebûbekir ile karşılaştı ve ‘Hanzala münafık oldu’ dedi. Bunun üzerine Ebûbekir ‘Hanzala’nın hâli nedir ’ dedi. O da: ‘Biz Rasuullah’ın yanındayken, bize cenneti ve ateşi öyle bir anlatır ki, sanki çıplak gözle görür gibi oluyoruz; onun yanından çıktığımızda çoluk çocukla meşgul olup unutuyoruz der. Ebûbekir , ‘Ey Hanzala! Biz de bunun benzeriyle karşılaşıyoruz’ dedi. Allah Rasûlü  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)‘nefsim kudret elinde olanAllah’a andolsun ki, ey Hanzala! Benim yanımdayken bulunduğunuz hâlve zikir üzerine devam ederseniz, melekler yollarınızda ve yataklarınızda sizlerle müsafaha ederlerdi. Ancak zamanın bir kısmı dünya, bir kısmı ahiret içindir ’ dedi.”

Birinci faide: Hanzala’nın: “Hanzala münafık oldu” sözü arap tavşanlarının anlayışlarından alınmıştır. Eve iki kapı yapıp birinden arandığında öbüründen çıkmaktır. Münafık da böyledir (sayfa 119).

İman belirtilerini dışarı vurur, ancak içinde küfürden geçit vardır. Ehl-i küfür onu iman belirtilerinden dolayı kınadığında, onların kınamasından kurtulmak için içindeki küfür geçitini açar. Ehl-i nifak mertebesi üzerinde belirir ve bundan dolayı kınanırsa, izhar deceği iman emareleriyle kendini korur. Bununiçin Yüce Allah onlardan şöyle haber verdi: “iman edenlerle karşılaştıklarında iman ettik derler. Şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise, biz sizinle beraberiz, biz onlarla ancak alay edicileriz derleri” (Bakara, 14).

Hanzala, Rasûlullah’ın yanındayken olan hâlini ve yanından çıkıp dünyalıklarla uğraştığında hâlinin değiştini, Rasûlullah’ın yanındaki hâlin devam etmediğini görünce; bu hâl değişikliğinin nifak olmasından korktu ve bunu Rasûlullah’a şikâyet etti. Bundan şifa bulmak için onun imanı bu hâlini izhar etmeye sürükledi. Hastalığını, yanında şifası olana şikâyet ediyordu. Bunu Ebûbkir’e şikâyet edince Ebûbekir kendisine: Biz de bununla karşılaşıyoruz dedi. Ebûbekir ona cevap vermedi, zira Peygamber hayattaydı. Eğer Rasûlullah’ın ölümünden sonra Hanzala Ebûbekir’e gelseydi, ona cevap verecekti.

İkinci faide: Hanzala’nın hadisinden şunu anlıyoruz: Kişideki doğruluk, onun içinde bulunduğu hâli izhar etmeye götürürse ondan şifa bulur. Ya kendisine: Senin içinde bulunduğun hâl hastalık değildir denir ya da hastalığını giderecek ilaç kendisine gösterilir. Hanzala’ya senin hastalık zannettiğin hastalık değildir, denildi.

Üçüncü faide: Hanzala’nın: Sen bize cennet ve cehennemi öyle anlatırsın ki, “sanki görüyoruz’” deyip “görüyoruz”” dememesinin sebebi daha önce de dediğimiz gibi, peygamberler eşyanın hakikatini, veliler ise benzerini görürler. Bu yüzden Harise: “Sanki gözümle görüyordum”” demiş, “gözümle görüyordum”” dememişti. Hanzala da aynısını yapmış.

Dördüncü faide: Mümkün oldukça dünyalık vasıtalarına girişiazaltmak gerekir. İşte bu sahabi, biz senin yanından çıktığımızda dünyalık geçimlerle ve eşlerimizle meşgul oluyoruz ve çoğunu unutuyoruz diyor. Peygamber de, “dünyanın az şeyi ahiretin çok şeyinden oyalar”” demiş. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş: “Her güneş doğduğunda yanında iki melek var ve şöyle nida ederler: Ey insanlar! Rabbinize geliniz. Az olup yeten şey, çok olup oyalayan şeyden daha hayırlıdır .”[58](sayfa 120).

Beşinci faide: “Benim yanımdayken bulunduğunuz hâlve zikir üzerine devam ederseniz; melekler yollarınızda ve yataklarınızda sizlerle müsafaha ederlerdi. ” Bunda, bu hâlüzerinde devam etmenin nadir olduğuna işaret vardır. Beşerin yaradılışında var olan gafletten dolayı, kulun bu hâl üzerinde devam edememesi kınamayı gerektirmiyor. O hâlde bu hâl üzerinde devam etmek imkânsız gibidir.

Altıncı faide: Şeyh Ebû’l-Abbâs şöyle diyordu: Peygamber bunun imkânsız olduğunu söylememiştir. Yani devam ettiğin takdirde ram olamazsın dememiş. “melekler yollarınızda ve yataklarınızda sizlerle müsafaha ederlerdi. ”Bu Peygamberin sözüdür. Allah kimi velilerine bunu hibe edebilir.

Yedinci faide: Peygamber’in özellikle yolları ve yatakları zikretmesinin sebebi şudur: Zira yataklar şehvetin, yollar da gafletlerin mahâllidir. Melekler onlarla yollarda ve yataklarda musafaha edeceklerine göre ibadet ve zikir durumunda musafaha etmeleri çok daha uygundur.

Sekizinci faide: Allah’ın hikmeti, onların Peygamber yanındaki vakitleriyle diğer vakitlerin aynı olmamasını diledi ki, Peygamberle hazır bulunmanın rütbesinin kadrinin büyüklüğü, zikrin büyüklüğü ve konumun yüceliği bilinsin. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)Ebûbekir’in alçak sesle, Ömer’in yüksek sesle okuduklarını gördü. Ebûbekir’e, neden sesini yükselttiğini sordu, “Konuştuğum kişiye duyuruyorum” dedi. Ömer’e neden sesini yükselttiğini sordu, “Uyuklayanı uyandırıyorum, şeytanı kovuyorum” dedi. Ebûbekir’e “Sesini biraz yükselt,” Ömer’e “Sesini biraz alçalt” dedi. Şeyh dedi ki: Peygamber, onlardan her birini kendi iradelerinden çıkarıp Rasûlullahın iradesine girmelerini dilemiştir. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ben Âdemoğullarının efendisiyim, ancak iftihar etmem.”[59] Yani ben efendilikle iftihar etmem, ziraiftiharım kulluk iledir. Şu şiiri çokça okurdu:

Ey Ömer! Çağır Zehra’nın kölesini

Duyan da gören de onu tanır (sayfa 121).

Beni sadece onun kölesi diye çağır.

Çünkü bu benim isimlerimin en şereflisidir.

Şeyh Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî şöyle diyordu: Mümin dünyada esirdir. Esirin kurtuluşu ancak üç şeyden biriyle olur. Ya hile ile ya fidye ile ya da inâyet ile. Şeyhin anlattığı Peygamber’in şu sözünden alınmıştır: “Dünya mümin için zindandır.”[60] Şeyh Ebûl-Abbâs bu hadisin açıklamasında: Hapistekinin durumu, gözlerini dikmek, kulaklarını açmaktir ki, ne zaman çağrılırsa icabet etsin.

Peygamberler ümmetlerine âtiyyedirler, Peygamberimiz ise hediyedir. Hediye ile âtiyye arasında fark vardır. Zira atiyye muhtaçlara verilir, hediye ise dostlara verilir. Peygamberimiz şöyle demiş: “Ben ancak rahmet ve hidâyete erdirenim” [61]Peygamberin bu sözü hakkında şöyle dedi: Sultan âdil olduğu zaman Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir, eğer zâlim olursa, o arzunun ve nefsani duyguların gölgesi olur. (sayfa 122).

Suffa ehlinden biri vefat etti, elbisesinin içinde iki dinar bulundu. Peygamber : "Bunlar ateştendir.””13dedi. Şeyh de şöyle dedi: Peygamber döneminde arkasında mal bırakıp ölen birçok sahabi vardı. Bunun hakkında söylediğini onlar hakkında söylemedi. Zira onlar içindekilerinin tersini dışa vurmadılar. Suffa ehlinden olan bu adam ise, yanında iki dinar olmasına rağmen kendini fakir olarak izhar etmişti. İçindekinin tersini izhar edince, Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Bunlar ateştendir” dedi. “Doğru olan tüccar; peygamberler, sıddıklar, şehitler, salihlerle beraber kıyamet gününde haşrolunacaktır.”[62] [63] Hadisi hakkında şöyle demiştir: Hangi yolla bunlarla haşrolunur? Bunlarla beraber haşrolunur, zira onların hâli emaneti yerine getirmek ve nasihat etmektir. Onlarla bu özelliği ile haşrolunur. Bu tüccar, emaneti yerine getirmiş ve nasihat etmiştir. Sıddıklarla haşrolunur, zira sıddıkların durumu zahirde ve batında arı olmaktır. Doğru tüccar, zahir ve batın’ın aynı olmasından dolayı, sıdıklarla beraber bu özelliği ile haşrolunur. Şehitlerle beraber haşr olunur çünkü şehitlerin durumu cihad etmektir. Doğru tüccar da nefsinden, şeytandan ve arzusundan uzaklaşır. Bu özelliği ile onlarla haşr olunur. Salihlerle beraber haşrolunur, zira salihin durumu helâlı alıp, haramı terk etmektir. Bu özelliği ile salihlerle haşrolunur (sayfa 123).

YEDİNCİ BÂB

Hakikât Ehlinin Anlaşılması

Hakikât ehlinin anlaşılması zor olan sözlerini açıklaması ve güzel ifadelerle yorumlaması hakkındadır.

Sehl b. Adullah: Zaman ve sayım ehli olmayın, şaki midir veya said midir diye ezelin ehli olunuz demiştir. Ondan sonra, onlardan kimi, şu kadar rekât namaz kıldım, şu kadar hatim yaptım, şu kadar hac yaptım, der. Bunlar sayım ehlidirler. Onlar iyiliklerini saymaktan daha çok günhlarını saymaya muhtaçtırlar. Zaman ehli ise, benim Allah yolunda yetmiş senem var, altmış senem var, der. Ezel ehli olunuz, acep şaki midir yoksa said midir? Yani Allah’ın ilminde öne geçeni düşününüz. Sizin olan ilme ve amele güvenmeyin, bilakis ezelde varolanarücû edin.

BirHafî, kırk seneden beri canım koyun (eti) çekiyor ancak onun için temiz param olmadı. Şeyh: Her kim bu şeyhin kırk seneden beri koyun alacak helal dirhem bulmadığını düşünürse hata yapmıştır der. Kırk seneden beri yedikeri ve giydikleri nereden gelmiş? Bunun anlamı şudur: Bunlar mertebe sahibidirler. Ancak Allah’ın izni ve işaretiyle yerler, içerler, bir şey girerler, bir şeyi çıkarırlar veya bir şeyden çıkarlar. Eğer onun koyun yemesini dileseydi ona onun parasını temiz kılardı. Cemaatin azığı dört çeşittir; mübah, helal, tayyib ve sâfî. Mübah her iki taraftan eşit olup almasında ceza, terkinde sevap olmayandır. Helal, senin için herhangi bir akıldan geçmeyen, onun için herhangi bir kadın veya erkekten istemediğindir. Tayyib, kulun fenâ vasfıyla aldığıdır. Zira onun mevlasıyla bir vasfı yoktur. Safi ise, kulun kaynaktan müşahede ettiğidir, yani Allah’ın kudretinin kaynağından.

Cüneyd: Ben yetmiş ârife ulaştım, kardeşim EbûYeziddâhil hepsi zan ve vehm üzeri Allah’a ibadet ediyorlardı (sayfa 124)diyor. Eğer bizim çocuklardan birine ulaşabilseydi onun huzurunda müslüman olurdu. Şeyh, “zan ve vehim üzeri ibadet ediyorlardı” sözünden maksat, mârifetteki zan ve mârifet değildir. Mârifetle zan veya vehim nasıl bir araya gelebilir? Bu sözden maksat, onlar bazı makâmlara ulaştılar, yakîn sahipleri için onun ötesinde makâm olmadığını sandılar. “Eğer bizim sabilerden bir sabiyi idrak etseydi onun elleriyle müslüman olurdu,” yani onlara bu makâmın, sonu olmayan bir makâm olma farkının olduğunu anlayacaklardı. “Elleriyle müslüman olurdu” yani ona boyun eğerdi. İslam boyun eğmektir. EbûYezid’in, “peygamberlerin, sahilinde durdukları denize daldım” sözü hakkında şöyle dedi: EbûYezîd, bu sözüyle peygamberlere ulaşmaktan zayıf ve aciz oluşundan şikâyet ediyor, yani peygamberler tevhid denizine daldılar. Diğer taraftaki fark sahilinde durup halkı dalmaya davet ediyorlar. Eğer ben de kâmil olsaydım, onların durduğu yerde durmuş olurdum. Şeyhin EbûYezid’in sözünü bu şekilde tefsir edişi, EbûYezid’inmakâmına uygun olandır. Daha önce de geçtiği gibi kendisi şöyle demişti: Peygamberlerin aldıklarından evliyânın alabildiği, ancak bal dolu bir kırbanın küçücük bi sızması gibidir ki; içindeki peygamberlerin, sızan ise evliyâlarındır. Ebû Yezidin şerîât prensiplerini tazim eylediği onlara çok saygı gösterdiği meşhur ve bilinen bir gerçektir. Hatta ona, veli olan bir adam anlatılır, o da onu ziyaret etmek için mescitte onu beklemeye başlar. Bu adam çıktı caminin avlusuna sümkürdü. Bunun üzerine EbûYezid,“Bu adam şerîâtadabları konusunda güvenilir değil. Allah’ın esrârı (velilik mertebesi)konusunda kendisine nasıl güvenebiliriz.” Der ve onunla görüşmeden oradan ayrılır. Büyüklerin, zahiren inkâr edilen söz ve davranışları olursa onları tevil ederiz. Zira biz onların istikamet ve güzel yol sahibi olduklarını biliyoruz. Peygaber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Müslüman bir kişiden duyduğun bir sözüi hayırda yorumlaman mümkün olduğu sürece onu kötüye yorma.'”[64]

Haris b. Esed el-Muhâsibî elini içinde şüphe olan bir yemeğe uzattığında parmağı hareket ederdi. Birisi Şeyh’e sorar, Şeyh de derki: Efendim Sıddık’a süt gelmişti, o da ondan içti ve onun bulanıklığını kalbinde hissetti. Bunun üzerine, bu sütü nereden getirdiniz, dedi. Hizmetçi: Cahiliye döneminde kâhinlik yapmıştım, işte bu sütü o kehanetin ücreti olarak bana ödediler. Ebûbekir içtiği sütün tamamını kustu. Sonra dedi ki: Vallahi eğer bağırsaklarımı koparmaktan başka şekil mümkün olmasaydı onları da koparırdım. Sıddık’ın elinde şüpheli bir yemeğe elini uzattığında hareket eden bir damar yoktu. Oysa Sıddık tüm meziyetiyle diğer ümmetin hepsinden daha evlaydı ve ümmetle ölçüldü, o ağır geldi. Bunun üzerine Şeyh: Sıddık, kendisine işlerin tevdîedildği bir vekil konumundadır. O tüm kalıntılardan temizlenmiştir; dolayısıyla işarete ihtiyacı yoktur. Hars ise (sayfa 125),onda henüz kalıntılar vardır, bu yüzden işaret onun için gereklidir ki, kendi nefsi ve arzusuyla bir işe girmiş olmasın. Ebû Bekir ise nefs ve arzudan temiz olduğundan işarete ihtiyacı yoktur.

Bilesin, Allah’ın Ebubekir’e güzel bir lütfudur ki, ona bu sütü aldırttı, ta ki içtikten sonra onu atsın. Böylece Allah, bu konuda onu insanlara bir örnek olarak sunmuş oluyor. Dolayısıyla içinde şüphe olan bir yemeği yiyen biri onu kusmanın evla olduğunu bilmediğinde ona uymuş olsun. Biri şöyle diyemez: Onun yemesine vekil olmuştu, dolayısıyla bilmeden yediği için günahkâr değildir. Zira Ebûbekir, kalbinde bir bulanıklık hissedince sütün durumunu sorma ihtiyacı hissetti. Bu gösteriyor ki, haram veya şüpheli olan bir şeyi yemek bilmeden de olsa kalpte bir bulanıklık veya kasvet etkisi yapar. Onu aldığı zaman ve onlar da böyle tahsis ehli ise, eğer bu ve benzeri bir şey onlardan vuku bulsa bu, onlar için Allah’ın güzel seçimidir ta ki, onlarla kullara yol açılsın. Tıpkı, Âdem’in yasaklandıktan sonra ağaçtan yemesi de Allah’ın onun güzel seçimindendir, ta ki, yaptığından tövbe etsin. Böylece sonradan gelenler için örnek olsun ve onu işlemekten ötürü Allah’ı tanısın, onun cömertlerin en cömerdi olduğunu, örtüsünün ve lütfunun varlığı üzerinde olduğunu bilsin. Kendisinin latif ve kullarının yaptıklarından haberdar olduğunu ona bildirdi. Böylece ağaçtan yemesi inmesine, inmesi de hilafete sebep olsun. Bu yüzden Şeyh Ebû’l-Hasan: O ağaç sebebiyle ona hilafeti miras edecek bir masiyet ikramında bulundu der. Ve şöyle devam eder: Vallahi Allah daha Âdem’i yaratmadan onu “Ben yeryüzünde bir hâlife yaratacağım” sözüyle yeryüzüne indirmiştir. Bu konudaki açıklamalara “Tenvîr” kitabında yer verdiğimiz için tekrar etmeyeceğiz.

Kuşayrî kendi Risalesinde Fudayl b. Îyaz ve İbrahim b. Edhem’le başlamış. Çünkü onların daha önce kopukluğu vardı, sonra Allah’a yöneldiler, Allah da onlara yöneldi. İlk önce onları anlattı ki, daha önce zelleleri ve muhâlafetleri olup sonra înâyet kapısını çalmak isteyen müridlere bir umut olsun. Zira eğer Cuneyd, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ve Utbe el-Ğulam vb. Allah yolunda yetişmiş kişiler ile başlasaydı, o zaman birileri şöyle diyebilirdi: Daha önce hiç hata işlememiş, muhâlefet etmemiş olan bunlara nasıl ulaşır? Meşhur Semnun el-Muhibb’in hikâyesinde şöyle dediğini anlatıyordu:

Benim senin dışındakilerde bir payım yoktur. Nasıl dilersen beni öyle imtihan et.

Bunun üzerine idrar tutulmasıyla imtihan edildi. Bir gün sabretti acısı arttı, ikinci gün sabretti acısı daha da arttı, üçüncü ve dördüncü gün sabretti acısı daha da artıyordu. Dördüncü günün sabahında arkadaşlarından biri geldi. Efendim! Dün gece Dicle’nin yanında sesini duydum (sayfa 126),

Allah’tan yardım istiyordun, sana gelen bu sıkıntını gidermesini istiyordun. Bu olayı anlatan ikinci, üçüncü ve dördüncüsü geldi, hâlbuki o hiç böyle bir istekte bulunmamıştı. Anladılar ki, bu Allah’tan kendilerine dua etmeleri için bir işarettir. Bunun üzerine okullardaki çocukları dolaşıp şu amcanıza dua edin dedi. Şeyh: Allah Semnun’a merhamet etsin, “İstediğin gibi beni imtihan et” yerine “Nasıl istersen beni öyle affet” diyordu. Af dilemek imtihan istemekten daha iyidir.

Cuneyd demiş: Sırrî’nin yanına gittim, onda bir değişiklik gördüm. Hocam! Sizdeki bu değişikliğin hâli nedir? dedim. O da biraz önce bir genç yanıma geldi, tövbe nedir diye sordu. Günahını unutmamandır dedim. O da bilakis günahını unutmandır dedi. Ey Ebû’l-Kasım! Sen ne diyorsun? Benim sözüm gencin sözüdür. Çünkü ben cefadan sonra safa hâline geçtiğimde, safa hâlinde cefayı hatırlamak cefadır. Şeyh, Kuşayrî’nin anlattığı bu hikâye hakkında şöyle demiş: Sırrî’nin kelamı daha mükemmeldir. Çünkü Sırrî’nin kelamı makâmların ilklerini gösteriyor. Önder kişi böyledir, kulların makamlarının bidâyet ve nihâyetleri üzerinde konuşmakla bağlıdır. Nihâyetler ancak bidâyetlerden gelir. Cüneyd ise, o zaman henüz makâmda değildi ki örnek olsun. Genç de öyleydi. Sırrî’nin sözü, saliklerin gideceği düz yoldur.

“Yirmi sene boyunca soldaki meleklerin bir şey yazmamaları gerçekleşmedikçe sufî, sufî olmaz.” Sözü hakkında şöyle demiş: Bunun anlamı, yirmi sene boyunca hiç günah işlememiş olacak değil, bilakis günah işlediğinde istiğfar etmiştir. Görevli melek çok olan günahları yazar, bir günahı yazmaz, kulu bekler belki döner veya tövbe eder. Her yazmak istediğinde sağdaki melek ona yazma belki tövbe eder der. Ta ki, belli bir sayıya yediye veya ona ulaştığında (şüphe bendendir) o zaman günah yazılır. Bu yüzden sağdak i melek soldakinin amiri olarak gelmiştir (sayfa 127).

SEKİZİNCİ BÂB

Hakikâtler ve Makâmlar

Hakikât ve makâmlarla ilgili sözleri, anlalıkması zor olanları açıklaması hakkındadır.

Şevk iki çeşittir. Biri gaybet üzerine oluşan şevktir. Ancak sevgili ile buluşmakla sükûnet bulur ki, bu nefslerin şevkidir. Diğeri ruhların huzur ve müşahade üzerine olan şevktir. İlletlerden soyutlamış şuhûd ve huzur mahâlline kaldırdığında bu, hakîkî imanı tanıma makâmı ve ezel sırlarının nazil olduğu makâmdır. Boşluk ve cihadmahâlline indirdiğinde bu, illetleri ifade eden teklif makâmıdır. Bu, gizli İslam ile ebedi hakikâtlerin tecelli meydanıdır. Muhakkik, hangi sıfatta olacağına aldırmayandır. Çünkü sıfatın meyleder, sen değil. Sıfatın bir kaynaktan başka kaynağa geçişi zuhûrun ve ismindir. Lisan, nutkundur. İsim sıfatın hakikâti, sıfat da varlığın hakikâtidir. Esrâr, varlıktan sıddıklık menzilesine geçiştir. Hakikâtler velâyet ile zahir ilim sahipleri için sıfatların tecellisi, sa’y ehli için delili ile ismin tecellisidir. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şu sözü ona işarettir: “Ey EbûCuhayfe! Âlimlere sor, hekimlerle beraber ol, büyüklerle otur. Âlimler ilimleri ile sana sonu cennet olan isimleri gösterirler, mukarrib olan hekim, sonu yakınlık menzilesi olan sıfatlardan hakikâtlerle sana yakîni verir.””[65]şuâyet de buna işaret etmektedir: “Allah’a karşı gelmekten sakın, seni Ona götürecek vesileler edin”” (Maide, 35)

Büyük (ler) ise, varlıktaki sırlarla seni büyük saflığa götürür (rehberlik eder) ve bunun nihâyetiAllah’tır. Bu üç mertebe büyükte birleşir. Kimisine ilmi, kimisine hakikâti, kimisine de esrârı verir. Bunlar peygamberler ve onların abdâlları olan basiret sahipleridir. “De ki, bu benim yolumdur. Bir basiret üzerine Allah’a, ben ve bana uyanlar çağrıda bulunur”” yani her sınıfın yolunu belirleyecek bir müşahede üzerinde ve onları onun üzerine taşırım. Bu ise vekilliktir. O kişi, öyle bir hâlde tek başına kalmış ki, yakınlığın büyüklüğünden onu tanımıyor.

Kalbim bana muhtaç değildir. Benim de ona muhtaç olmadığım gibi.

Onlar var oldukları zaman vardık. Biz var olduğumuz zamanda onlar vardı (sayfa 128).

Kulun (sahip olduğu) vakitler dörttür, beşincisi yoktur. Nimet, bela, taat ve masiyet. Allah’ın her vakitte rubûbiyet hükmü ile hakkın senden istediği ubûdiyetten bir payı vardır. Her kim vakti taat olursa, onun yolu Allah’tan kendisine gelen nimetleri müşahede etmektir ki, onu hidâyete erdirmiş, onları yerine getirmeye muvaffak eylemiştir. Her kimin vakti masiyet olursa. Onun yolu da istiğfar ve tövbedir. Kimin vakti nimet olursa, onun yolu da şükürdür ki, Allah için kalbin coşmasıdır. Kimin vakti bela olursa, onun da yolu kazaya rıza gösterip sabretmektir. Rıza, şehvetlere karşı nefsi razı etmektir. Sabır ise, isbardan türemiş olup okların hedefi demektir. Sabreden de kaza oklarına kendi nefsini hedef olarak diker. Eğer onun için sebat ederse o sabırlıdır. Sabır, Allah’ın huzurunda kalbin sebatıdır. Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Her kim, kendisine verilir de şükreder, bela gelir de sabreder, zulme uğrar da bağışlar, bir hata işler de istiğfar ederse... Sonra sustu. Ey Allah’ın rasulü onun için ne vardır dendi. Onlar için güven var ve onlar hidâyet üzerindedirler”” dedi. Yani ahirette güven vardır dünyada da hidâyet üzere olacaklar.

İnsanlar iki kısımdır: Allah’ın kerameti ile taâtine ulaşanlar, taati ile kerametine ulaşanlar. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Allah, dilediğini seçer, kendine yönelenleri de Ona ulaştırır.” (Şura, 13) şeyhin bu sözünün anlamı, şudur: “İnsanlardan kimisi, kendisine ulaşmayı talep edene Allah onun himmetini harekete geçirir. Bunlarla nefsini dürer, rabbinin huzuruna ulaşana dek. Allah’ın şu sözü bunu doğruluyor: “Bizim için çalışanları yollarımıza ulaştırırız.” (Ankebût, 19)

İnsanlardan kimisi de talep etmeden ve hazırlıksız bir şekilde Allah’ın inâyeti ansızın kendisine gelir. Allah’ın şu sözü buna şahitlik ediyor: “Dilediğini rahmetine tahsis eder.” Birincisi saliklerin hâlidir. İkincisi meczupların hâlidir. Başlangıcı muamele olanın sonu vuslattır. Başlangıcı vuslat olan muameleye döndürülür. Meczup için yol olmadığını zannetme, bilakis Allah’ın inâyeti ile kendisi için dürdüğü bir yolu vardır. Hızlı bir şekilde Allah’a doğru o yoldan yürümüştür. Tarikata müntesip olanların şu münacaatlarını çokça duyarsın. Salik meczuptan daha mükemmeldir. Çünkü salik yolu öğrenmiş ama ona ulaşmamıştır. Meczup ise böyle değildir. Bunu, meczup için yol olmadığına istinaden söylerler. Oysa durum onların iddia ettiği gibi değildir. Çünkü meczup için yol dürülmüştür. Kendisi yoldan dürülmemiştir. Her kim için yol dürülürse, o onu kaçırmaz ve kaybolmaz. Ancak, onun yorgunluğunu ve uzun süresini kaçırır. Meczup, Mekke’ye giden yerin kendisi için dürüldüğü kişi gibidir. Salik ise, binek üzerinde oraya giden gibidir.

Ârif, dünyası olmayandır. Zira onun dünyası ahireti içindir, ahireti de Rabbi içindir (sayfa 129).

Zahid, ahirete gitmek üzere dünyadan gelmiştir; ârif ise, dünyaya gitmek üzere ahiretten gelendir.

Zahid, dünyada galiptir, çünkü ahiret onun vatanıdır. Ârif ise, ahirette galiptir, çünkü o Allah katındadır.

Eğer, Şeyh’in bu sözündeki garabetin manası nedir? Şu hadiste geçen garabetin manası nedir: “Din, garib olarak başladı ve tekrar ilk başladığı gibi garib olacaktır. Gariplere müjde olsun.” diye sorarsan Bilesin, zikredilen hadisteki garipliğin manası, hakkı yerine getirmek üzere yardım edenlerin azlığıdır. Dolayısıyla onu yerine getiren destek ve yardım olmadığı için garib olacaktır. O dönemde hakkı yerine getireni, ancak imanının kuvveti ve yakîninin tamlığı onu harekete geçirecektir. Bu yüzden Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Din, garib olarak başladı ve

tekrar ilk başladığı gibi garib olacaktır. Gariplere müjde olsun.” [66] Peygamber, şunu kastediyor: İnsanların himmeti, Allah’ın emrini yerine getirmekten geri kaldığında onlar şehirlerde ve kulların arasında Allah’ın emrini yerine getirmişler. Şeyhin sözündeki gurbetin ise, manası şudur: Zahid, ahiret mülkünü keşfettiğinden ahret, kalbinin vatanı ve ruhunun yuvası olarak devam edecektir. Dolayısıyla, ahiret diyarını müşahede edip onu kalbi için vatan edindiğinde, dünyada garip olacaktır. Kalbi, sevap ve nail olacağı şeyleri görmeye başladığında, müşahede ettiği ceza ve intikamlardan bu dünyada garib kalacaktır. Ârif ise, ahirette gariptir. Çünkü bilinen sıfatlar onun için keşfolunmuş ve onun kalbi buraya bağlanmıştır. Dolayısıyla ahirette garib kalacaktır. Zira onun Allah ile olan sırrı mekânsızdır. Bu kullara huzur, kalplerinin yuvası olur ve ona sığınırlar. Orada ona sığınır ve yerleşirler. Haklar semasına veya hazlar arzına inmeleri, yakîndeki kökleşme, temkin ve izinledir. Onlar, şehevani duygular ve faydalanmak için hazlara, kötü edep ve gafletle hukuk semasına inmemişler. Bilakis, tüm bunlarda Allah’ın ve

rasûllerininadabıylaedeplenerekmevlâlarının isteklerine göre çalışırlar (sayfa 130).

“Korku, Avamın ve Havasın korkusu olmak üzere iki çeşittir. Avamın korkusu, bedenlerinin ateşe karşı korkusudur. Havasın korkusu ise, Allah’ın onlara giydirmiş olduğu elbisenin günahlarla kirlenip ondan soyulma korkusudur.” Şeyhin bu sözünün anlamı şudur: Avamın basiretleri, üzerlerindeki iman, İslam, mârifet, tevhid ve muhabbetten hak elbisesini müşâhedeye nüfuz etmemiştir. Onlar, Allah’ın masiyet ehline cezayı vaat ettiğini bilmişler ve masiyete düşmekten korkmuşlar ki, kendilerinin cezaya düşmesine sebep olmasın. Onların bu korkusu Allah’ın cezasına karşılık nefslerine karşı acımalarıdır. Havas ise, Allah kendi nurundan onlara vermiş, bununla giyindikleri nimetleri müşahede etmişler. Dolayısıyla, o elbiseyi kirletmeden O’nun huzuruna gitmek için korumaya çalışmışlar. Temiz, pak, parlak ve değerli olarak kalmıştır. “Ve elbiselerini temizle' sözünün anlamını anlamış ve iman ve yakîn elbiselerini gaflet ve isyan kirliliğinden temizlemişlerdir. “Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve süslenecek elbise verdik. Takva elbisesi, işte o daha hayırlıdır.”(Âraf-26) âyetini de iyi anlamışlar. Dünyadan geçmiş ve dünya kirleriyle kirlenir korkusundan elbiselerini yukarı çekmişler. Böylece, Allah’ın kendilerine sunmuş olduğu elbiseyle O’na giderler. Onlardan istenen konularda, vefa ile emin kılındıkları konularda titizlik ve emanetle hareket ederler. Bazı ârifler şu şiiri okurdu:

Dediler ki, yarın bayramdır ne giyersin?

Dedim ki, bir yudum sevgisini içiren elbiseyi

Fakirlik ve sabır öyle elbiselerdir ki, vardır altlarında.

Binlerce bayram ve cem’i gören bir kalp

Ey emelim! Eğer ğaybete girersem, bayram bana matem olur. Bayram, kendim için görünen ve dinlenen olduğumdur

Elbiselerin en iyisi, onunla sevgiliyi karşılamandır. Sana giydirdiği elbiseyle ziyaretleşme gününde

“Avam, korkutulduğunda korkar, ümit verildiğinde ümit eder. Havas ise, korkutulduğunda ümit eder, ümit verildiğinde korkar.” Şeyhin bu sözünün anlamı şudur: Avam, işlerin zahirleriyle beraberdirler, korkutulduklarında korkarlar. Zira onların anlayış nuruyla ifadenin ötesine nüfuzları yoktur. Allah ehli ise, korkutulduklarında ümit ederler; çünkü onlar korkularının ötesini biliyorlar. Korkutuldukları şey, rahmetinden ve minnetinden ümitsiz olmamayı gerektiren ümitlilerin özelliğidir. Bunun üzerine, onun kereminin vasıfları üzerinde çalıştılar. Zira bildiler ki, onlarla cem olmak ve bununla kendilerine döndürmek için onları korkutmuştur. Ümit verildiklerinde korkarlar, zira ümitlerinin ötesindeki meşietgaybetinden korkarlar. İzhar edilen ümidin, akıllarını deneme için olmasından korkarlar. Acaba, ümidin zahirine bağlı mı kalır; yoksa meşietinin içindekine nüfuz mu eder? Bu yüzden, ümit, kabz ve bast hâllerinde onlara hükmedip korkularını gerektirdi. Şeyhin de korku ve ümit hakkında dediği gibi (sayfa 131).

Ancak bast, ümidin ayaklarını kaydırır. Onların daha çok sakınmalarını ve sığınmalarını gerektirir. Bazıları şöyle demiştir: Basttan bana bir kapı açıldı; ben de bast oldum. Bunun üzerine otuz sene boyunca makâmım bana hacbolundu.

Şeyh Ebû’l-Abbâs şu şiiri okurdu:

Ona doğru yürür ve mil milkatederim

Vuslat olarak ona ulaştığımda.

Hafif hafif kapıyı çalarım

Basttan sakın ve çağır,

Ey uzaktan çağırana, yakından icabet eden.

Geçen sebeplerden ötürü basttan sakın!

O, bastedilmiş nurlardan bir rızıktır.

Kulun, onun varlığıyla azmasından korkulur. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi.”(Şura-27)

Kabz, selamete daha yakındır; çünkü o, kulun vatanıdır. Zira o, Allah’ın kabzasında, Hakk’ın ihatasında kuşatılmıştır. Durumu böyle olan bir kulun “bastı” nasıl olur? Bast, vaktin hükmünden çıkmaktır. Kabz, bu dünyaya layık olandır. Zira o, teklif vatanı, sonun bilinmezliği, önceyi bilmeme ve hukukullahı talep etmektir.

Sûfilerden bazıları bana dediler ki: Şeyhimiz, ölümünden sonra kendi şeyhini kabz hâlinde görmüş. Ona, Üstadım, neden böyle kabz hâlindesiniz? Diye sormuş. O da, “Evladım, kabz ve bast iki makâmdır; dünyada onları tam yerine getiremeyen ahirette yerine getirir,” cevabını vermiş. Bu şeyhin hayattaki genel hâli bast hâliydi. “uzaktan” sözü, yani icabet edilmeye müstahak olmadığını müşahede etmektedir ve ya çağrıdan uzaktır ya da kötülüğün müşahedesinin varlığından dolayı uzaktır.

Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: Ben Allah’tan her bir haceti istediğim zaman mutlaka kötülüğüm önümü kesmiştir.

Eğer; Mağaradaki üç kişinin kıssası hakkında ne diyorsun? Diye sorarsan. Derim ki Onlar mağaranın içine girmiş, bir kaya düşüp mağaranın kapısını kapatmış. Bunun üzerine her biriniz en ümitvar olduğu amelini anlatsın demişler. Birisi, anne- babasına olan iyiliğini anlatmış; diğeri, amcasının kızını sevmesine ve elde etmesine rağmen, iffetli davranıp ona dokunmadığını anlatmış; diğeri de, ücretini ödememiş olduğu işçisinin ücretini nasıl çoğalttığını ve onu bulduğunda hepsini verdiğini anlatmış. Allah onlara nazil olan musibeti keşfetmiş, kaya mağaranın ağzından gitmiş, onlar da çıkmışlar. Bu, Müslim ve Buharî’nin kendi sahihlerinde ve onların dışındaki imamların rivâyet ettiği hadisin özetiydi. Bilesin, bu üç kişi, taatlerini Allah’tan kendilerine bir fazilet (sayfa 132) olarak müşahede ettiklerinden anlattılar. O’nun nimetiyle O’nun nimetine tevessülde bulunmuşlar. Allah’ın Zekeriyya (a.s)’dan haber verdiği gibi: “Rabbim, sana yaptığım dualarda hiç mahrum olmadım.” (Meryem, 4) Ondaki geçmiş güzel adetleriyle Allah’a tevessülde bulundu. Kadının biri, bir krala şöyle demiş: Önceki sene bize iyilikte bulundun. Bu sene de biz senin bize yapacağın iyiliğine muhtacız. Kral: “İyiliğimizle iyiliğe tevessül eden, hoş geldin,” dedi ve ona en iyi şekilde karşılık verdi. Kime bu kapı açılırsa onun kendi taatini ve muamelesini haber vermesi caizdir. Zira o, Allah’ın nimetlerini konuşmaktadır.

Seleften bazıları sabahladığında şöyle diyordu: Ben bu akşam şu kadar rekât namaz kıldım, şu kadar sûreyi okudum. Kendisine: Riyadan korkmaz mısın? Denildiğinde, şöyle diyordu: Başkasının fiiliyle riya edeni hiç gördünüz mü? Aynısını tekrar yapıyordu, kendisine: Niçin bunu gizlemiyorsun dendiğinde: “Allah “Rabbinin nimetine gelince! işte onu anlat” (Duhâ, 11) demiyor mu? Derdi. Siz ise, konuşma diyorsun.

“İnsan yokluktan sonra var oldu, var olduktan sonra yok olacaktır. Her iki tarafında da yokluk vardır, o hâlde o yoktur.” Şeyhin bu sözünün anlamı şudur: Kâinat, mutlak olarak vücut mertebesi kendisi için sabit olmamıştır. Zira hak olan varlık, sadece Allah’tır. Onun için, onda birlik vardır. Yokluk, kendisindeki tasvirdir.

Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî şöyle demiş: Sûfî, mahlûkâtı âlemlerin Rabbinin ilmindeki konumuna göre ne var ne de yok olarak görendir.

Yine şöyle demiştir: Daha önce de dediğimiz gibi hak olan Rabb’in dışında hiç kimseyi varlıkta mıdır diye görmeyiz. İlla da olması gerekirse havadaki toz gibidir, onu incelersen hiçbir şey bulamazsın. Hekim adlı kitabımızda bu konuya ilişkin şu cümle geçmektedir: “Âlemler ispatları ile sabit, zatının birliği ile yokturlar.”

Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle demiş: Bir arkadaşım vardı, çoğu zaman tevhid ile bana gelirdi. Ona dedim ki, kınanmayacak bir şey istersen fark, dilinde var olsun, cem ise içinde müşahede edilen olsun. Kâinatın varlığına en benzeyen ona basiret gözü ile baktığında gölgenin varlığı gibidir. Gölge ise, tüm varlık mertebelerine göre var olmayan, yokluk mertebelerinin tümüne göre de yok olmayandır. Eserlerin gölgesi sabit olduğunda müessirin birliği yok olmaz. Zira bir şey ancak kendi misli ile kötüleşir. Kendi şekline eklerse yine çirkin olur. Her kim eserlerin gölgesine müşahede ederse, bunlar onu Allah’tan engellemez. Tıpkı nehirlerdeki ağaç gölgelerinin, gemileriyol almaktan engellemediği gibi. Buradan anlaşılır ki, hicab seninle Allah arasında varlıkla ilgili bir durum değildir. Eğer seninle onun arasında varlıkla ilgili bir hicab olsaydı (sayfa 133), o zaman hiçbir şey olmayan Allah’tan sana daha çok yakın olması gerekirdi. Böylece hicab’ınhakikâti, hicab’ın vehmine dönüştü. Kendisi ile beraber var olan bir mevcut, seni Allah’tan hacb etmemiştir.

Zira onunla beraber hiçbir mevcut yoktur. Sadece onunla beraber varlığını vehm ettiğin şey seni hacb etmiştir. Bu, şu misale benziyor: Adamın biri bir mekân da geceler ve helâya gitmek ister, menfezden gelen rüzgâr sesini duyar, onu aslanın kükremesi sanır. Bu durum onu helâdan alıkoyar. Sabahlayınca orada aslanı bulmaz. Sadece rüzgâr o menfezden basınç yapmıştı. Aslanın varlığı onu hacb etmemişti, aslanın vehmi onu hacb etmişti.

Onu şöyle derken duydum: Eğer Allah bütün halkı azap etse, Onların azabından sana bir şey ulaşmaz. Şâyet hepsini nimetlendirse, onların nimetinden san a bir şey ulaşmaz. Sen sanki varlıkta yalnızsın. Sonra şu şiiri okudu:

Sen muhatapsın ey insan!

Bana yönel(ki), delil de sana yönelsin.

Yine şöyle derken duydum: Şeyhin yanına gittim, içimden sıcak yemek ve sert giyinmek geçiyordu. Bana dedi ki: Ey Ebû’l-Abbâs! Allah’ı tanı, ondan sonar nasıl istersen öyle ol.

Şeyh Ebû’l-Hasan’ın yanına üzerinde kıldan elbise olan bir fakir geldi. Şeyh konuşmasını bitirince, Şeyhe yanaştı ve elbisesinden tutup: Efendim! Senin üzerindeki elbiseyle Allah’ın kulu olunmaz dedi. Şeyh de onun elbisesini tutup sert olduğunu görünce: Senin üzerindeki elbiseyle Allah’ın kulu olunmaz dedi. Benim elbisem: Ben zenginim, bana vermeyin diyor, senin elbisen ise: Ben fakirim bana verin diyor. Şeyh Ebû’l-Abbâs ve Şeyh’i Ebû’l-Hasan’ın yolu böyleydi. Onların ashabının yolu ise, giyenin sırrını ifşa, tarikini izhar eden zengin elbiseden yüz çevirmekti. Kim elbise giyerse, o iddiada bulunmuştur. Allah’ın rahmeti üzerine olsun, bu sözden: Fakir elbise giyeni kastettiğimi anlama. Bilakis kastımız: Kendisine sözden payı olan her kesin fakir elbisesi giymesi gerekmediğidir. Giyenin de giymeyenin de Muhsin olduktan sonra bir sıkıntı yoktur. Zira Muhsinler üzerinde bir yol yoktur. Yumuşak elbise giymek, lezzetli yiyecek yemek ve soğuk su içmek ise, beraberinde şükür olduktan sonra bunlara yönelmek kınamayı gerektirmez.

Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle demiş: Evladım! Soğuk su iç. Sıcak su içip hamdettiğinde, onu cimrilikle söylersin. Ama soğuk su içip hamdettiğinde, sendeki bütün âzalarhamd eder. Onlara su verdi sonra gölgeye gitti. Görmedin mi nasıl da verilen nimetin (sayfa 134) şükrünü eda etmek için gölgeye gitti.

Onu şöyle derken duydum: İnsanlar “Sufî” kelimesinin türevi hakkında ihtilaf ettiler. Kimisi “sûf’ (yün)’e mensubdur dedi, zira yün salihlerin elbisesidir. Kimisi de “Suffa”’ya mensubdur dedi. Yani Suffa Ehlinin mensub olduğu Mescid-i Nebevinin suffası. Bu yorum ise kıyasa aykırı bir nisbettir. Ondan sonra şöyle dedi: Bu konuda söylenenlerin en güzeli, Allah’ın ondaki fiiline mensub olduğudur. Yani Allah onu arıttı, o da arındı ve sufî olarak adlandırıldı. Sonra şiir okudu:

İnsanlar sûf hakkında ihtilafa düştüler.

Her biri maruf olmayan bir söz söyledi

Ben şu gençten başkasına sûfî ismini vermem.

Arıtılmış, arınmış ve ta ki, sûfî olarak adlandırılmış.

Şöyle derken duydum: “öufî” dört harften oluşur. “sad”, “vav”, “fa”, “ya”. Sad: Onun sabrı, sadakası ve saflığıdır. Vav: Onun vecdi, virdi ve vefasıdır. Fa: Onun fakdı, fakrı ve Fenâsıdır. Ya: Nisbetharfidir, bu sıfatlar onda tekâmül ettiğinde mevlasınındergahınanisbet edilir.

Hz. İsa’nın “Ey Beni İsrail! Hak ile söylüyorum, iki kere doğmayan göklerin melekûtuna giremez” sözünü sordum, o da dedi ki: Vallahi ben iki kere doğdum, biri tabii doğum, diğeri mârifetler semasında ruhun doğumu.

Şöyle derken duydum: Veli yüce Allah’a (vuslat) vasıl olma şehvetinden vazgeçmedikçe Allah’a ulaşamaz.

Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: Velinin beraberinde şehvetlerinden bir şehvet veya tedbirlerinden bir tedbir ya da tercihlerinden bir tercih oldukça Allah’a ulaşamaz. Şeyhin kelamının anlamı şudur: Veli Allah’a ulaşma şehvetinden kopmadıkça Allah’a ulaşamaz. Yani edeben vazgeçmesi, Allah’a havale etmenin kendisine galip geldiği bıkkınlıktan doğan vazgeçme hali, değil tabii. Ondan olan güzel tercihin müşahedesi, ona boyun eğmeyi öğretir. Kendisini onun önünde teslim olarak bırakır. Allah ile beraber tercih etmenin afetlerden olduğunu bildiği için onunla beraber tercih etmez. Mevlâsı ile beraber hiçbir şey tercih etmez. Bizim bu manada “Tenvîr” kitabında zikrettiğimiz bir kaside vardır:

Onun kulu ol ve onun hükmüne teslim ol

Tedbirden sakın, o fayda vercek değildir

Senden başkası hâkimken, sen tedbire hükmedecek misin?

Sen Allah’ın hükümleriyle mücadele ediyorsun.

İradeleri yok et, meşieti körelt.

en yüce gayedir, sen duyuyor musun? (sayfa 135)

Öncekiler böyle gittiler ve idrak ettiler.

Tabi olan onların izinde değildir.

Bilesin! Allah insanı yaratıp üç kısma ayırdı. Dili bir kısımdır, âzaları bir kısımdır, kalbi bir kısımdır. Her kısma bir koruyucu kıldı. Şöyle dedi: “Hiçbir şey söylemez ki, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. Her ne amel işlerseniz mutlaka biz sizin üzerinizde şahidiz.” Kalbin korumasını kendisi üstlendi ve dedi: “Biliniz ki, Allah nefslerinizdekini bilir o hâlde ondan sakının.” Şeytanı âzaların üzerine musallat eyledi. Her cüzden sorumlu tuttuğu şeyi yerine getirmesini istedi. Kalbin vefası; dünya, mekr ve haset ile meşgul olmamasıdır. Dilin vefası; yalan, gıybet ve kendisini ilgilendirmeyen şeyleri konuşmamasıdır. Âzaların vefası; onlarla masiyet işlememek ve hiçbir müslümana eziyet etmemektir. Günah her kimin kalbinde vuku bulsa münafıktır, lisanında vuku bulsa kâfirdir, âzalarında vuku bulsa âsidir.

Kulun islahı üç şeydedir. Allah’ı bilmek, nefsi bilmek ve dünyayı bilmektir. Allah’ı bilen ondan korkar, dünyayı bilen onda zahid olur, nefsi bilen Allah’ın kullarına tevazû gösterir.

Şeyhim bana dedi ki: Ancak şu dört özelliği olanla arkadaşlık et: Azlıkta cömertlik, zulümden bağışlama, belaya sabır, kazaya rıza.

Kim bir satıcıdan yağ alsa, alışveriş bittikten sonra bana biraz artır dese, o da bir iplik artırırsa onun dini o iplikten daha incedir. Kim kömür alıp alışveriş bittikten sonra bana arttır derse, o kişinin kalbi o kömürden daha karadır.

İnsanlar üç kısımdır: İyilikleri kötülüklerine galip gelenler, bunlar kesinlikle cennettdirler. İyilikleri kötülükleri ile eşit olanlar, bunlar kesinlike ateşe girmezler. Kötülükleri iyiliklerine galip gelenler, bunlar da ateşte ebedi olarak kalmazlar.

Cennete girmek iman ile olur. Onda ebedi olmak niyet ile olur. Oradaki dereceler ise, amellerle olur. Ateşe girmek şirk ile olur. Orada ebedi kalmak niyet ile olur. Oradaki dereceler ise ameller ile olur.

İki kapıdan geçmedikçe Allah’a varılmaz. Büyük fenâ kapısı ki, tabii ölüm kapısıdır ya da bu tâifenin amaçladığı fenâ kapısı (sayfa 136).

Kâinat dör kısımdır: Kesif cisim, latif cisim, şeffaf rûh ve garip sır. Kesif cisim cansız varlıktır. Mücerred olarak latif cisim cindir. Mücerred olarak şeffaf rûh melektir. Garip sır ise, secde edilen manadır. İnsan: Zahir suretiyle cansızdır, nefsinin varlığı, tahayyülü ve teşekkülüyle cindir, ruhunun varlığıyla melektir, bunlara ilave olarak garip sırrı verdi, bu yüzden hâlife olmaya layık oldu.

Hayret edilecek olan: Kırk sene boyunca yarım milde şaşıran değildir, altmış veya yetmiş sene bir karışlık yer olan karında şaşırandır.

Alt makâmdaki üst makâmdakini görür ancak onu ihata edemez, üstteki ise aşağıdakini ihata eder. Evliyâ için peygamberlerin makâmını teşrif etme vardır, ancak onların makâmlarını ihata edemezler. Peygamberler ise, onların makâmlarını ihata ederler.

Bazı selefin “Eğer perde kalksa bendeki yakînden bir şey artmaz” sözleri hakkında şöyle demiş: Yani nefsin perdesi keşfolunsa kalbin mütalaâ ettiklerinde yakînleri artmaz.

Allah’ın bütün isimlerinden bir harf düşse Allah’a delaletleri kalmaz. Âlim, Kadir ve Rahim gibi Allah lafzı müstesnadır. Ondan “Elif’i düşürsen “Lillah” kalır, “Lamı” da düşürsen “Lehu” kalır, ikinci “Lamı” da düşürürsen “Hûve” kalır, bu artık ona işaretin nihâyetidir. Hüseyin b. Mansur el-Hâllac şu şiiri inşad etmiş.

Dört harf vardır kalbimin onlarla neşelendiği.

Onlarla dertlerim ve fikrim yok oldu.

Sun’u ile mahlûkatı birleştirdiği “elif’.

Sonra azarlama üzerinden devam eden “lam”

Sonra manalardaki fazlalık olan “lam”.

Daha sonra bilirsin onunla âşık olduğum “ha”

Bana, sıddıkların ruhları mele-i âlâya çıkarken keşif olundular. Biri bana şöyle diyordu:

Atım korkmadı, ancak hatırladı.

Ve gördü bedeli olan buğdaydan konak yerini

Yani, mahlûkattan korktuğu için kaçmadı ancak târif vatanlarını hatırladı. Şeyh şöyle dedi: Vahiy, gizlilik içinde manayı ilkâ etmektir.

Allah’ın bütün isimleri yaratma içindir, sadece “Allah” ismi hariç. Bu isim, bağlanma içindir (sayfa 137).

Şeyhin bu sözünün anlamı şudur: “Ona ey Hâlim diye çağırdığında hâlim ismi ile ben hâlimim diye sana hitab eder. O hâlde sen de hâlim bir kul ol. Kerim ismi ile onu çağırdığında o da sana kerim ismi ile çağırıp ben kerimim der, o hâlde sen de kerim bir kul ol. “Allah” ismi dışındaki tüm isimler böyledir. Bu isim sadece taalluk içindir. Onun içeriği ilahlıktır. İlahlık ise asla sıfatlanmayı içermez.

Bizim yanımızda gökyüzü çatı gibidir, yer de ev gibidir. Bizim yanımızda adam, bu evde mahsur kalan değildir.

Biz dünyada ruhlarımızla beraber bedenlerimiz ile varız. Ahirette de bedenlerimiz ile beraber ruhlarımızla olacağız. O şöyle derken duydum: “Mü’minin günahı ile facirin günahı arasında üç yönden fark vardır. Mü’min yapmadan önce azm etmez, yaptığı zaman sevinmez, yaptıktan sonra ısrar etmez. Facir ise böyle değildir.”

Bazı arkadaşlarına şöyle dedi: “Allah senin zikrin olsun. O isimlerin sultanıdır. Onun yaygısı ve meyvesi vardır. Yaygısı, ilim; meyvesi, nurdur. Ondan sonra nûr bizatihi maksut değildir. O ancak keşif ve ayânı kesinleştirir.”

Adamın biri geldi, kendisine denildi ki: “Efendim bu delikanlıdır. Şeyh dedi ki: Sen delikanlı mısın? Evet dedi. Şeyh dedi ki: “Sen delikanlılığın ne olduğunu biliyor musun? Delikanlılık su ve tuz değildir. Delikanlılık iman ve hidâyettir. Yüce Allah şöyle buyurmuş: „onlar, rablerine iman etmiş bir grup delikanlılardır. Onların hidâyetini arttırdık' (Kehf, 13) delikanlı Allah’ın Hz. İbrahim’den haber verdiği gibidir. “ismi İbrahim olan onları diline dolayan bir genç duyduk.” Ona delikanlı dendi çünkü putları kırdı. O delikanlı Hâlil (a.s.) hissî putları gördü ve kırdı. Senindemânevi putların vardır. Onları kırarsan delikanlı olursun. Senin putların beş tanedir: Nefs, arzu, şeytan, şehvet ve dünya. Eğer onları kırarsan delikanlısın. Burayı anla zülfükârdan başka kılıç, Ali’den başka delikanlı yoktur.

Bir gün kendisine soruldu: Niçin Risalenin sahibi başkası ile değil de İbrahim b. Ethem ile başladı. Oysa başkaları tarih bakımından ondan daha öndeydiler. Şeyh: Çünkü İbrahim, dünya kırallarındandı dedi. O böyle iken çıkış vakti geldi, evliyânın büyüklerinden oldu, Risalenin sahbi onunla başladı ki, Allah’ın faziletinin amel ile olmadığı bilinsin(sayfa 138).

Hâl içinde hâl ile olan kul vardır, hâl içinde hâli oluşturan ile beraber olan kul vardır. Hâl içinde hâl ile olan, hâlin kuludur. Hâl içinde hâl oluşturan ile beraber olan ise, hâli oluşturanın kuludur. Hâl içinde hâl ile olanın emaresi, kaybettiğinde üzülür, bulduğunda sevinir. Diğeri ise, bulduğunda sevinmez, kaybettiğinde üzülmez. Şeyhin bu sözünün anlamı şudur: Allah ile tahakkuk eden, eşyaya malik olur, eşya ona malik olmaz. Hâl onun tasarrufunun altında olur. Kişi bu hâle ancak Allah hakkındaki ilmi derinliği ile ulaşır. İlim hâl üzerine hâkimdir ve hâl onunla ölçülür. Hâl ise ancak ilmin alt dallarından bir daldır. İlim sabittir, hâl ise, değişkendir. Bu yüzden şöyle demişler:

Eğer değişmeseydi hâl olarak adlandırılmazdıHer değiştikçe zail olur Gölgeye bak nihâyete vardığında Döndüğü zaman eksilmeye başlar.

Allah ekâbiri hâllerine mâlik ve hâkim kılmıştır. Bu yüzden Cüneyd’e: Sana ne oluyor ki, şeyhlerin semâda hareket ettiklerini görüyoruz da sen hareket etmiyorsun? diye sorarlar o da şöyle cevap verir: “Sen dağları yerinde donuk zannedersin, oysa bulutlar gibi geçiyorlar.” Birisine denilmiş: Sen neden semada hareket etmiyorsun? O da şöyle demiş: Büyük bir toplulukta olduğum zaman, ondan utanırım da vecdimi durdururum. Tek başıma kaldığım zaman vecdimi serbest bırakırım tevacüdü bulur. Bak nasılda hâlinin gemi kendilerindedir. İstediği zaman tutuyor, mârifetullah ile genişleyip varidatlar onda gark olduğunda serbest bırakır. Hâlin eseri, genişliğine dar geldiği zaman başlar. Onu bilenin mârifeti geniştir. Ona bir varid geldiği zaman, mârifetin genişliğinde gark olur. Sen hiç yağmur sularıyla taşan bir deniz gördün mü? Bu yüzden ekâbirin hâlleri, makâmlarınerbâbı kılındı. Hâl sahipleri, meşhur oldular. Zira kendilerine verilen mevhibelerin eserleri zuhûr etmiştir. Çünkü onu gizlemekten zayıf, kapsamaktan dar geldiler. Hâl sahibi, halkın teveccühünden makâm sahibine göre daha fazla haz duyar. İkisinin arasındaki fark, yer ile gök arasındaki fark gibidir. Kişi, ilahî ilimlerde ve Rabbanî mârifetlerdetemekkün ettikçe bu âlemde garip olur. Denilir ki: Onu bilen kaybolur, ihata eden onu anlatır.

Sana edeb semeresi veren her kötü edeb, edebdir.

Mümin içinde bulunuyorsa, kendinden hayra razı olmaz, çünkü hayrın üzerinde hayırlar vardır. Sen onun şerre razı olacağını düşünüyor musun? (sayfa 139)

Cüneyt, ilimde kutup idi. Sehl b. Abdullah Tusterî, makâmda kutup idi. EbûYezidBistamî ise, hâlde kutup idi. Lütuf, Latiften hicaptır. Şeyhin bu sözünün anlamı şudur: Lütuf kulun üzerine geldiği zaman, eğer nefsanî dairenin içinde ise, nefs onu ferah ve sevgi ile karşılar; eğer mânevi dairede ise rûh onu muhabbet ve fayda ile karşılar. Bir meyil yönelim oluşur; yönelimden de sükûnet oluşur. Sükûnetle sukûnet bulduğun kişiyle ünsiyet oluşur. Yani Allah, kendisinin dışındaki ile sukûnet ve ünsiyet bulmanı sevmez. Bu yüzden Şeyh dedi ki: Lütuf, Latiften ona sukûnet bulmaya ve onun yanında ikamet etmeye hicaptır. Bu, daha önce Şeyh Ebû’l-Hasan’ın eda dediği gibi, kendisi bir adamın yanına gitmiş; ona nasılsın, demiş. O da, sen nasıl tedbir ve seçimden şikâyet ediyorsan, ben de Allah’a rıza ve teslimiyeti reddedeni şikâyet ediyorum. Bunun üzerine Şeyh ona dedi ki: Özgür bir tedbir ve seçimden şikâyet etmeye gelince, ben onu tatmışım. Rıza ve teslimiyeti reddetmek olan senin şikâyetine gelince, o nasıl olur? O da dedi ki: Onların tatlılığının beni Allah’tan alıkoymasından korkarım. Allah Hz. Musa’ya vahyetti, dedi ki: “Ey Musa! Nuh ne güzel kuldur; seher vaktinin melteminde sukûnet bulmasaydı ya. Beni tanıyan benden başkasında sukûnet bulmaz.

İskenderiye’de Allah’ı tanıyan (marifet ehli) bir kadın vardı. Bana şöyle haber verdi: Kendisine şöyle denildiğini duymuş: Nurdan ve fitnesinden, gaypten ve tahsilinden sana sığınırım.

Yine bana şöyle dedi: Ben İskenderiye’de yürüyordum; insanlar gördüm, eğlence ve coşku içerisindeydiler. Kendi kendime dedim ki: Bunlar sevinç ve neşe içindedirler. Allahım senin hükmün onların hemen arkasındadır. Biz ise, musibetlerin ve hükümlerin kahrının sıkıntılarındayız. Aniden bir ses bana şöyle diyordu: Huzur ve edep, coşku ve rahatlık ehli gibi değildir.

Yine bana şöyle dedi: Ben huzur ve vakfede iken, eşim de benden kocalık ihtiyacını gidermek dilediğinde, ona engel olmam; ancak buna güç yetiremiyor. Her benden bir şey dilediğinde aciz kalıyor. Ta ki, Ahlâkı daralıyor ve şöyle diyor: Bu ancak, bu genç kadının güzellğindeki hasrettir. Bana engel olmuyor ama ben ona ulaşamıyorum. Kadın, o vakit ona: Bizde kim erkektir, kim kadındır? der. Ancak mükaşefe bittikten, perdelendikten sonra istediğini yapabiliyor.

Vasitî: Tâatleri açıklama öldürücü bir zehirdir diyor. Allah kendisinden razı olsun, doğru söylemiştir. Çok az kere bu konuda (sayfa 140), sana tâatin tatlılığının kapısı açıldığında, sen de onda kaim olup, o tatlılığı talep ettiğinde, ona yönelince ihlâsın sıdkı kaçar. Onun devamlılığı altında, vefa yerine getirilmemiş olur. Ancak, onda bir tatlılık ve fayda bulduğunda, zahiren Allah için kaim olmuş olursun; ancak batında ise, kendi nefsinin hazzını yerine getirmiş olursun. Senin için, bu tâatin tatlılığı, dünyada acele olarak verilmiş bir mükâfat olmasından korkulur. Kıyamet gününde karşılığı kalmamış olarak gelirsin.

Süllemî’ninHakâik adlı kitabını kendisine okuduğumda, onda şöyle demişti: Akıllıların aklı şaştı. Bunun üzerine Şeyh kendi Şeyhi Ebû’l-Hasan’dan şunu nakletti: Müminlerin hayret ettiği bir konuda, muhakkikler hayret etmez.

“İnsanlar üç kısımdır: Kendisinden Allah’a olanları müşahede eden kul, Allah’tan kendisine olanları müşahede eden kul, Allah’tan Allah’a olanları müşahede eden kul.” Şeyh’in bu sözünün anlamı şudur: İnsanlardan öyleleri vardır ki, kendisine eksikliklerinin ve kötülüklerinin müşahedesi galip gelir. Bu, Allah önünde, özür dileyen makâmındadır, devamlı hüzün ve tasalar onunla beraberdir. Ondan günah her südûr ettiğinde veya kendi nefsinden kötü vasıflar kendisine keşfedildiğinde üzüntü ona hâkim olur. Diğer bir kul vardır ki, Allah’tan kendisine olan fazilet ve ihsanların, iyilik ve nimetlerin müşahedesi ona galiptir. Bu kişi, Allah ile sevinme ve nimetleriyle ferah bulma durumundadır. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “De ki: Ancak Allah’ın lütfu ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.”(Yunus-58) Birincisi, zahid ve abidlerin hâlidir; ikincisi ise, inâyet ve sevgi ehlinin hâlidir. Birincisi, teklif ehlinin durumudur; ikincisi, tarif ehlinin durumudur. Birincisi, uyanık ehlin hâlidir; ikincisi mârifet ehlinin hâlidir. Bu yüzden Şeyh Ebû’l-Hasan: Ârif, zamanın sıkıntılarını Allah’tan kendisine gelen lütuflarda boğan, kötülükleri de Alah’tan kendisine olan ihsanda boğandır der. “Allah’ın nimetlerini hatırlayın; umulur ki, kurtuluşa erersiniz. ”(A’râf-69)

Yine şöyle der: Allah’ın nimetlerinin farkında olup az amel, kendini eksik görerek yapılan çok amelden daha hayırlıdır. Bazı mârifet ehli şöyle demiştir: Eksikliğin müşahedesi, takdirin şirkinden hâli değildir. Şeyh Ebû’l-Hasan: Bir gece Nas Suresi’ni okudum; bitirince, bana denildi ki: Vesvâsın şerri, bir vesvastır ki, seninle sevgilinin arasına girer, güzel tâkati sana unutturur (sayfa 141), kötü fiilleri sana hatırlatır, sağdaki meleğin yazacaklarını az gösterir, soldakinin yazacaklarını çok gösterir. Böylece, Allah ve Rasûlü hakkındaki hüsn-ü zandan sui zanna seni çevirmekister. Bu kapıdan sakın, buradan birçok zahid ve abid, çaba ve çalışma ehli yakalandı. O yüzden, mahzun ve üzüntülü olmayan abid ve zahidin bulunması azdır. Çünkü o, Alllah’ın kendisinden kulluğu talep ettiğini bilmiştir. Göklerin, yerin ve dağların taşımaktan kaçındığı yükleri, üzerine alıp taşıdı. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “ Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara arzettik de onlar onu taşımaktan çekindiler ve ondan korktular. Onu insan taşıdı; şüphesiz o, çok zâlim ve çok cahildir.”

Zahidler, taşıdıklarının ağırlığını gördüler, ancak kullarından kendisine tevekkül edenlerden ağırlıkları taşıyanlara Allah’ın lütfunu müşahede etmeye nüfuz edememişler. Bu yüzden, hep hüzünlü ve keder hâli onlara hâkim olmuştur. Mârifet ehli ise, tekliften taşıdıklarının büyük bir iş olduğunu bildiler; kendi nefslerine bırakıldıkları zaman, onu taşıyıp yerine getirmekten aciz ve zayıf olduklarını da bildiler. Yüce Allah buyurmuş: "İnsan zayıf olarak yaratılmış.”(Nisa-28) Allah’a döndükleri zaman, Allah’ın kendilerine yüklediğini alacağını da bildiler. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Her kim Allah’a tevekkül ederse; O, ona kâfidir.””(Talak-3)

Doğru bir dönüş ile ona döndüler; O da, onların yüklerini hafifletti. Onlar Allah’a, lütfun esintileri, üzerlerindeki rahatlık ve nimetlerin kuşatılmışlığı içinde taşınarak gittiler. Diğerleri ise, Alllah’a tekliflerinin ağırlığını taşıdıklarından, sıkıntılara düçar oldular, mesafeler uzadı. Dilediği zaman, onlara, sıkıntının müşahedesi yerine önceden (takdir ettiği) tevfikini onlara gösterdi derken lütfu ile ellerinden tuttu. Böylece, vakitleri güzelleşti, onlara (ilahi) inâyet (yardım)verildi.

Üçüncü kısım ise, Allah’tan Allah’a olanı, Allah ile müşahede edenlerdir. Bunlar tevhid ehlidirler, birleme meydanına girmiş, birinci kısmın ehlini görmüşler ki onlar, kendilerinden Allah’a olanı müşahedenin galip olduğu kimselerdi. Onlar, şirkin zahirinden çıkmışlarsa da batınından çıkamamışlar. Zira onlar, kendi nefslerini kınayarak, eksiklik ve kötülüklerini müşahede ederek ona yönelmişler. Eğer fiili ondan veya onun için müşahede etmemiş olsalardı, ona kınama ve eksiklikle yönelmezlerdi. Bu yüzden az evvel sözü geçen ârif, eksikliği müşahede edenin hâlindeki şirkten hâlî değildir, demişti. Eğer desen, nefsi kınayıp yermek, gizli şirki gerektiriyorsa, o hâlde ne yaparsın? Allah, nefsi yermiştir, eksik kaldığında onu kınamamızı emretmiştir ve böyle bir durumda kendisi de kınamıştır. Cevap: Onu yerir, çünkü Allah, yermeyi emretmiştir, ancak ona bir kudret müşâhede etmeden veya onu bir fail olarak görüp, ona bir fiil isnad etmemelisin. İkinci kısım olan Allah’tan kendisine olanı müşahede eden ise (sayfa 142),her ne kadar birinci kısımdan daha hayırlı ise de, ancak, her hangi bir hak vergisini nefsine verilmiş hediye olarak görüp o müşahede ettiğini nefsine isbat ederse, nefsi için isbattan hâli değildir. Bu iki manadan ötürü, ehlullah üçüncü kısmı seçti; Allah’tan Allah’a olanı müşahede etmektir.

Ârif korkutulduğunda korkar, yüce Allah Hz. Musa’dan sözederek der ki: “Sizi korkuttuğumda, sizden karar kıldım'” Şeyh, şunu kastediyor: Ârifin, Allah’ın fazlına olan nazarı, onun adaletine olan müşahedesinden koparmaz. Lütfunun müşahedesi, onu onun meşietindeki gizli korkudan perdelemez.

Bilmen gerekir ki; mârifet ehlinin nihâyetlerindeki hâlleri, bazen bidâyet ehlinin başlangıçtaki hâlleri ile karışır. Mürid, iradesinin başlangıcında, hakikât sultanının üzerindeki istilası olmadığından, korkular onda etki etmez. Fenâsı gerçekleştiğinde, artık varidat onda etki etmez ve âdetlerin hükmü altına girmez. Bekâ hâline döndürüldüğü zaman, başlangıçtaki hâli gibi, eşya onda tesir eder. “Sizi ondan yarattık ve ona döndüreceğiz!”

Bakarsın, mürid korkutulduğunda korkar; ârif korkutulduğunda korkar, ancak zahiren aynı olsalar da eşit değiller. Müridin korkusu, hüccetindendir; ârifin korkusu, mârifetinin kemalindendir. Buradan biz, lütfuna ve minnetine güvenen kulu, meşietiningaybından korkana üstün kılıyor değiliz. Yine, ezeli varlığa döndürülmüş, va’d-i cemile ve nimetlere bağlı olmaktan kopmuş, kıdemde yazılana döndürülmüş kulu, va’din zahirine bağlı kula üstün kılıyor değiliz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Bedir Günü ellerini göğe kaldırıp “Allahım eğer bu cemaat yok olursa, artık sana ibadet edilmeyecek.” [67] Durmadan Rabbine niyazda bulunmaya devam etti; ta ki, omuzlarından ridası düştü. Bunun üzerine Hz. Ebûbekir, ey Allah’ın Resulü! Rabbine olan yakarışın sana yeter; O, sana vaat ettiğini yerine getirecektir, dedi. Peygamber, Allah hakkındaki bilgisinin kemalinden dolayı, meşietin müşahedesi ileydi. Ebûbekir ise, vad-i cemil müşahedesi ileydi. Peygamber, Ebûbekir’in bildiği vad-i cemili biliyordu. Nasıl bilmesin ki? Bu vaat Ebûbekir’e Peygamber vasıtasıyla ulaşmıştı. Ancak Peygamber, hiçbir şeye bağlı olmayan, her şeyin kendisine bağlı olduğu meşieterücû etmek suretiyle daha kâmil bir yolu takip etti (sayfa 143).

Hâl, bir bakarsın Mekke’de veya bir bakarsın başka bir belde de olması gibi, yerin kendisine dürüldüğü kişi değildir. Asıl önemli olan hâl, nefsinin özelliklerinden dürülüp bir bakarsın Rabbinin huzurunda olmaktır.

Şeyhinden naklederek dedi ki: Zahidler ve abidler, kalpleri Allah’tan kilitlenmiş olarak çıktılar.

Şeyhinden naklederek dedi ki: Kim bu ilimlere nüfuz etmezse, o, bilmediği hâlde, kebairlerde ısrar ederek ölmüştür.

Şeyhinden naklederek dedi ki: Allah’ın sana yasakladığı herşey, Hz. Âdem’in ağacıdır. O ağaçtan yiyince, hilafet için yere indi. Sen yasak ağaçtan yersen, Allah ile irtibatın koparıldığı yere inersin.

Mağrib diyarında, insanlara konuşan bir veli vardı, keşif sahibiydi. Bir gün oturmuş, insanlara konuşuyordu. Başı açık olan bir adam ona, bunun büyüğü, bizi dünyada zühde çağırıyor, ama kendisi ayı gibidir, dedi. Şeyhe bu keşfolundu, minberin üzerinden: Ey EbûRuveys! Sevenler beni böyle adlandırmadı dedi. Sonra şu şiiri okudu:

Diyorsun, ama muhib değilsin.

Eğer muhib olsaydın, nicedir erimiş olurdun

Kalp, Yangın içindeyken onu sevdim.

Sen, sevgiyi tatmadın, beni nasıl tanıyasın

Kalbim sevdi, bedenim hiç bilmedi.

Eğer bilseydi, hiç şişmanlamazdı

Bir kişi Şeyh Ebû’l-Hasan’ı davet etti, o, arkadaşlarıyla beraber geldi. Yedikten sonra, içmeden çıkmaya karar verdiğimizde dedi ki: Ey cimriler! Sûfînin yiyip içmemesi cimriliktir. Sonra şöyle dedi: Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) demiş ki: “Her kim, su bulunduğunda bir mümine içirirse, sanki İsmailoğulları’ndan yetmiş kişiyi azad etmiştir.” demiştir. Sonra Şeyh: Bir insanın yemeğini yediğinizde onun yanında su da içiniz ki o büyük mükâfata ulaşsın dedi. Bir gün Şeyh Ebû’l-Hasan’ın yanına gittim. Benim ashabım olmak istersen, hiç kimseden bir şey isteme, eğer sen istemeden sana bir şey gelirse kabul etme. Kendi kendime dedim: Peygamber hediye kabul ederdi, istemeden sana bir şey gelirse al demiş. Bunun üzerine Şeyh: Sanki sen, Peygamber hediye kabul ediyordu ve istemeden sana bir şey gelirse (sayfa 144) al demiş, diyorsun dedi. Peygamber hakkında Allah şöyle demiş: “De ki, ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum'” Allah sana ne zaman vahyetti? Alma konusunda ona uyuyorsan uy. Sen nasıl alırsın? Peygamber sadece veren sebat bulsun ve karşılığını vermek için alıyordu. Eğer sen de nefsini böyle temizleyip mukaddes kılmışsan al, aksi takdirde alma. Arkadaşlarından birine, neden benden ayrıldın? Dedi, o da, efendim! Seninle müstağni oldum artık kimseye ihtiyacım kalmadı dedi. Bunun üzerine Şeyh ona şöyle dedi: Kimse kimseyle müstağni olmaz, Hz. Ebûbekir, Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’le müstağni olmadı ve ondan bir gün dahi ayrılmadı.

Allah yeri yarattığında yer sallandı, bunun üzerine onu dağlarla sabitleştirdi. Yüce Allah “Ve dağları sabit eyledil” (Naziât, 32) buyurmuştur. İşte bunun gibi Allah nefsi yarattığında nefs sallandı bunun üzerine onu akıl dağlarıyla sabit eyledi.

Şeyhinden naklen şöyle dedi: Vakit gecedir, gecedeki durum, sönüklük ve sükûnettir ta ki; mârifet güneşi, tevhid ayı veya ilim yıldızı doğana kadar artık onunla aydınlanılır.

Şeyhinden naklen: Yüce Allah şöyle der: “Ey Âdemoğlu! Bütün eşyayı senin için yarattım, seni de kendim için yarattım. Senin için yarattığım şeylerle meşgul olarak, seni, kendisi için yaratıldığın (rabbinden) alıkoymasın!”

Bütün varlıklar musahhar kılınmış kölelerdir, sen ise huzur kulusun. Şöyle derken duydum: Niyetin hakikâti, niyet ettiğinin dışındakilerin yokluğudur.

Şöyle derken duydum: İsa (a.s) demiş ki: “Ey İsrailoğulları! Ne ilim semalardadır, kim onu indirir? Ne de yerdedir, kim onu çıkarır? Demeyin. Ruhanilerin âdâbıylaedeplenin, peygamberlerin ahlakıyla ahlaklanın, sizi örtüp kaplayacak ilim sizin için kalbinizden fışkırır.”

Bize daha dünyadan bir şeyler üzerinde görünen bir mürid geldiğinde ona, dünyanı bırak öyle gel demiyoruz, bilakis onu öyle bırakıyoruz, ta ki, nimetin nûrları fışkırmaya başlar, işte o zaman kendisi dünyayı bırakıp ondan çıkar. Bunun örneği şuna benzer: Bir grup gemiye binmişler, geminin kaptanı onlara, yarın şiddetli bir rüzgâr eser, eşyanızın bir kısmın atmazsanız kurtulamazsınız bu yüzden onları şimdi atın. Kimse onun sözünü dinlemez. Fırtına estiğinde, akıllı olan eşyasını kendisi atandır. İşte bunun gibi yakîn fırtınası estiğinde, mürid kendisi dünyadan kaçar.

Büyük Veli Şeyh Abdurrazzak’tan anlatırdı: Mehdiye ehlinden biri ona geldi. Şeyh ona, senin üzerinde nimetin eserini görüyorum, sen nerelisin? Hikâyen nedir? Dedi (sayfa 145) Adam: Efendim! dedi. Ben Mehdiye’nin büyüklerinden ve âyanlarındandım. Malca en çok ve en izzetliydim. Allah’a götürenlerden olduğunu iddia eden biri bize geldi, ben de onun yanına gittim. Ben Allah’a ulaşmak için yanıp

tutuşuyordum. Bana: Sen bütün malını elinden çıkarmadıkça, bütün hanımlarını tamamen boşamadıkça ve elbiselerini değiştirmedikçe bu işe ulaşamazsın dedi. Ben bunları yaptım, ancak bu benim kalbimde sadece katılığı artırdı. Göğsüm daraldı, işimde hayrete düştüm ve artık Mehdiye’de kalmaya tâkatim kalmadı.

Mal, mülk, şan ve şöhret gitti, buna karşılık içdünyamda bir şey oluşmadı. Şimdi buraya hac için geldim. Şeyh Abdurrazzak: Basiretsiz bir şekilde davet etmişler, Allah onları kahretsin demiş. Hac dönemi gelince, Şeyh onu bazı İskenderiye’lilerle hacca gönderdi ve hac yaptı. Sonra İskenderiye’ye Şeyh’in yanına geldi. Mağrib’e yola çıkma zamanı gelince, Şeyh ona: Memleketine git, oraya vardığında insanlar koşarak çıkıp sana gelecekler, sana elbise ve binekler arz edecekler, en güzel elbiseyi ve en güzel bineği al ve Mehdiye’ye gir der. Dünyalıklardan sana getirilenleri kabul et, Allah senin olanından daha fazlasını sana iade edecektir. Hanımlarını eşlerinden boşanmış bulacaksın, sen de onları geri al, daha önce içinde bulunduğundan daha fazla izzete, yüceliğe ve zenginliğe ulaşırsın. Senin için bunlar tamamlandığında kalbinin gözleri açılacaktır.

Şeyh yola çıktı ve Mehdiye sahiline geldi, insanlar falan kişinin doğudan geldiğini duydular, şehirde bulunan herkese onun iyliği dokunmuştu. Kıymetli elbiseler ve değerli bineklerle ona koşuyorlardı, en iyi elbiseyi giydi, en güzel bineğe bindi ve Mehdiye’ye girdi. Kendisine hediyeler ve mallar verildi. Hanımlarının da eşlerinden boşandıklarını ve iddetlerinin bittiğini gördü, onları da tekrar geri aldı. O gün Şeyh’in kendisine vaat ettiklerinin hepsi tamamlandı. Sonra Allah onun kalbinin gözlerini açtı. Bir gün Hz. Ebûbekir’in fazileti hakkında konuştu ve şöyle dedi: Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Ebûbkir namazla veya oruçla değil; o, ancak kalbine yerleşen bir şeyle sizden faziletli kılındı, ” ondan sonra, dedi ki: “Onun göğsüne yerleşen şey nedir biliyor musunuz?” oradakilerden bazıları, “Murakabe” dediler. Bunun üzerine Şeyh dedi ki: Bu, doğru olmayan bir sözdür. Rütbece Ebûbekir’den daha aşağıda olan; murakabeyi gördüğünde, günahkârın günahından istiğfarda bulunduğu gibi, ondan dolayı Allah’tan istiğfarda bulunur, zira o, murakabeyi kendi nefsine izafet etmiştir. Sanki o şöyle diyor: Sen Rakîb’sin, ben de Rakîb’im. Allah ile beraber ilah mı var, Allah onların ortak koştıklarından yücedir.

Arkadaşlarından biri hacca niyetlendiğinde ona tavsiyede bulunuyordu: Beyt’e(ka’be) vardığında (sayfa 146), amacın Beyt olmasın, Beyt’in Rabbi olsun. Putlara tapanlardan olma.

Allah’ı tanıyan, onda sükûnet bulmaz, çünkü Allah’ta sükûnet bulmak bir nevi güvendir, oysa Allah’ın planından hüsrandaki kavimler hariç, kimse emin olamaz. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın dediği de bunun gibidir: Bana denildi ki: “Hiçbir şeydebenim“mkr”imden (azabımdan) [68] emin olmayacaksın, Seni emin kıldığımda bilesin, benim ilmimi hiçbir kuşatıcı kuşatamaz.” İşte Onlar böyleydi.

Fenâdaki veli için, üzerine tekliflerin terettüb ettiği ilmî bir latife beraberinde bulunması gerekir. Bu, karanlık bir evdeki insan gibidir, onu görmese de varlığını bilir.

Vallahi havadaki uçuş, su yüzeyinde yürüyüş ve tayy-ı mekân, seccademin altında olana dek oturmadım.

Ona Muhasibi’nin “Riâye” adlı eserini okudum, iki kelime bu kitabın içindekilerine ihtiyaç bırakmıyordu: İlim şartıyla Allah’a ibadet ederim ve hiç bir zaman nefsinden razı olma. Ondan sonra onu okumama izin vermedi.

Onun zamanında yaşayan bazı şeyhleri ona sordular.“Verâ onlara dar geldi, biz ise, Allah bize mârifet ile genişletti” dedi. Bazı tarîk ehlinin: “Mârifetârifi kuşatmıştır, verâ hâli ise verâ sahibine dar gelmiştir” sözü hakkında şöyle diyordu: “Mârifetârifi kuşatmıştır” sözünden, haram veya şüpheli şeyi yiyeceğini zannetmeyesin. Bilakis ârif gizli olanı keşfedecek kadar nûr ve basiret sahibidir. Dolayısıyla basiretinin müşâhedesine binaen helal ve şüpheden sâlim olduğunu bildiği için elini yemeye uzatır. Verâsabibi ise bu durum kendisinden gizlidir. Bu yüzden verâ hâlini izhar eden kimselerin elini çektiği şeye bazen ârif elini uzatabilir.

Kendisi (r.a.) şöyle diyordu: Kim bir zâlimle karşılaşmak isterse o zâlimdir.

Kendisi (r.a.), şükreden zengini, sabreden fakire tercih ediyordu. Bu, İbnÂta ve Ebû Abdullah et-Tirmizî el-Hekim’in mezhebidir. Şükür, cennet ehlinin sıfatıdır, sabır ise böyle değildir diyordu (sayfa 147).

Şöyle derken duydum: Kabz, iki kısımdır: Sebebi olan kabz, sebebi olmayan kabz. Sebebi olan kabz, âvam için de havas için de olur. Sebebi olmayan kabz ise, sadece havas ehli için olur.

Kendisi (r.a.): Şükür, reddi müşahedesinden kalbin açılmasıdır der. “ş-k- r”nin, “k-ş-r”nin çevrilmişi olduğu söylenir. Hayvan dişlerini gösterdiğinde, “Keşereti’d-dabbe” denir. Bazı ârifler şöyle demiş: Eğer şeytan Allah’a ulaşmak için şükürden daha iyi bir yol olduğunu bilseydi, o yolun üzerinde duracaktı. Görmüyor musun nasıl demiş: “Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenler bulamayacaksın” (A’râf, 17) Çoğunu sabreden veye korkan veya umit eden dememiştir.

Sultan Padişah Mansur ve sığınmacılarla bir araya geldiğimde kendisine: Sizin şükretmeniz gerekir. Allah devletinizle beraber bolluk kıldı. Halkın kalbini ferahlattı. Bolluk, adalet, cömertlik ve verme gibi elde ettiğiniz hâller, kralların kesb edip elde edecekleri bir şey değildir dedi. Şükür nedir? Şükür üç kısımdır. Dilin şükrü, azaların şükrü ve kalbin şükrü dedi. Dilin şükrü, Allah’ın nimetini konuşmaktır. Yüce Allah şöyle demiş: “Rabbinin nimetine gelince, işte onu anlat” (Duha, 11) Azâların şükrü Allah’ın taatı ile amel etmektir. Yüce Allah şöyle demiş: “Ey Davud ehli şükür olarak amel edin” (Sebe, 13) Kalbin şükrü, sendeki veya kullardan birindeki tüm nimetlerin Allah’tan olduğunu itiraf etmektir. Yüce Allah şöyle demiş: “Sizde, ne nimet varsa, hepsi Allah'tandır' (Nahv, 53) birinci kısım ile ilgili Resulullah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle demiş: “Allah’ın nimetini konuşmak, şükürdür.”[69]

İkincisi ile ilgili ise: “Ayakları şişene kadar namaz kıldı. Kendisine senin geçmiş ve gelecek bütün günahların bağışlanmasına rağmen neden kendini bu kadar zorluyorsun denildiğinde, şükreden bir kul olmayayım mı?[70]demiş.

Üçüncüsü ile ilgili (sayfa 148) ise  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle diyordu: “Allahım! Benimle veya senin halkından biri ile sabahlayan herhangi bir nimet sadece sendendir. Senin ortağın yoktur.”[71] Onunla muhatap olduğum zaman bu hadisleri ezber değildim. Şakiri, şakir yapan nedir? diye sorar. Ona: İlim sahibi ise, beyan ve irşad ile zengin ise, harcama ve başkalarına tercih edip vermekle; güç ve şan sahibi ise, onlarda adaleti izhar edip, zararları ve inkârı gidermekle şakir olur dedi.

Allah’ın bir meleği var, kâinatın üçte birini doldurur. Allah’ın öyle bir meleği de var ki, kâinatın üçte ikisini doldurur. Yine Allah’ın öyle bir meleği var ki, kâinatın tümünü doldurur. Allah’ın öyle bir meleği de vardır ki, bir ayağını yere koymuş, ikincisini koyacak yer bulamıyor. Sonra dedi ki: Biri der, bir melek kâinatın tümünü dolduruyorsa, kâinatın üçte birini ve kâinatın üçte ikisini dolduran melekler nerededir. Buna cevap olarak şöyle dedi: Latifeler sıkışmaz, tıpkı bir evin içini ışığı ile dolduran lamba gibidir. Binlerce lamba getirsen ev, hepsinin ışığını içine almaya yeterlidir.

Şöyle derken duydum: Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Ebûbekir’e: “Ey Ebûbekir, seni bir iş için çağırmak isliyorum. Nedir o, ey Allah’ın rasulu!” Deyince, “işte o, budur dedi[72](sayfa 149).

Onu şöyle derken duydum: Pegamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: “Ey Ebûbekir sen günü bilirmisin? Evet, ey Allah’ın Rasûlü! Sen bana miktarlar gününü sordun. Sen, Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun elçisidir derken, senden duymuştum.[73]

Allah ondan razı olsun şöyle dedi: Ebûbekir ve Ömer, risalethâlifeleridir; Osman ve Ali, nübüvvet hâlifeleridir.

Allah ondan razı olsun şöyle dedi: İnsanlar, çöl ve yabandan Allah’ın tarikine mensub bir adamın geldiğini duyduklarında, tazim ve ikram ile ona yönelirler. Kendi aralarında nice abdâl ve veliler vardır, ancak onları hiç önemsemezler. Hâlbuki onların yüklerini taşıyan ve başkalarından onları savunan odur. Bu konudaki örnekleri şuna benzer: Biri bir yaban eşeğini şehre getirir, insanlar hayretler içinde onun üstündeki çizgilere ve güzel suretine bakarak etrafında dolanırlar. Onların arasında olan ve onların yüklerini taşıyan eşeklere ise, iltifat etmezler.

Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle demiştir: Ey Ebû’l-Abbâs! Biri sende olmayan bir şeyin sende olduğunu söylerse, de ki: “Allah bana ait bildiğini bilir.” “işlerin sonu Allah’a döneri” (Lokman, 22).

Allah, velileri ve sıddıkları hakkında söylenecekleri bildi. Kendisiyle başladı, ona eş ve çocuk nisbet eden bir kavme hüküm verdi ve onlardan yüz çevirdi. Bir sıddıka zındık denilse veya bir veliye Allah’tan gafildir, sapıtmıştır denilse ve bunun üzerine veli veya sıddık bundan bıkıp daralırsa, ona Allah tarafından şöyle denilecek: Eğer benim fazlım olmasaydı, senin hakkında söylenen senin vasfındı, oysa benim celâlimin hak etmediği şeyler benim hakkımda söylendi.

Allah ondan razı olsun: Bu tâife ile helak olanlar kurtulanlardan çok olacaktır dedi.

Bilesin! Allah bu tâifeyi insanlarla imtihan etti ki, böylece onların eziyetlerine karşı sabırlarıyla onların değerlerini yükseltsin, bununla nûrlarını kemâle erdirsin ve onlar hakkındaki mirası gerçekleştirsin, onlardan öncekiler eziyet gördükleri gibi onlar da eziyet görsünler, onlar sabrettikleri gibi bunlar da sabretsinler. Eğer hakkındaki kemalin tasdiki olarak bütün halkın hidâyetiyle biri getirilseydi, buna en layık Rasûlullah  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’di. Ancak Allah’ın fazlıyla hidâyete gelen bir grup onu tasdik etti, hakkın bundan perdelediği diğer bir grup ise mahrum kaldı. Bu tâife hakkında kullar; mu’tekîd, muntekîd, musaddik ve mukezzib sınıflarına ayrılmışlar. Allah’ın onlara katılmasını dilediği kişiler onların ilimlerini ve esrârını tasdik ederler (sayfa 150).

Kullar üzerindeki gaflet ve cehâlet istilasından, halkın birilerini bir makamda veya bir nimetletahsisedilmesini istemediklerinden, Allah’ın bazı kullarına özel nimetlerini ve inâyetini itiraf edenler az olur. Allah’ın şu sözünü duymadın mı? '“ancak insanların çoğu bilmezleri” (Ğafir, 57).

Kulların avamı, velilerin esrârını, kalplerindeki nurun parlaklığını, onların yüzünden helak olanların sebebini nereden bilsinler. Allah, onlardan birini izhar ettiğinde, onu nimetlerin parlaklarıyla ve hariku’l-âdelerle muzaffer kılması gerekir. Avamın aklı, Allah’ın peygamberler dışındaki birine olağanüstü durumları izhar etmesini garipsiyor. Onlara göre bu, sadece ismet ehline has bir durumdur. Onlar bilmiyorlar ki, velinin her kerâmeti, velinin kendisine tabi olduğu peygamberin mucizesidir. Onlar zannettiler ki, velinin keramet göstermesi, peygamberlik makâmına iştirak etmesidir. Allah için hâşâ! Bir peygamberle bir veli nasıl bir makâmda eşit olabilirler? EbûZeyd şöyle demiştir: Peygamberlerde olandan velilerin aldığının hepsi, bal dolusu tulum gibidir, ondan biraz süzülme oldu ki, o süzülmeden tulum dürülmedi bile. İşte bu, peygamberlerin ilminin örneğidir. O süzülen de, velilerin payıdır. Allah’ın rahmeti üzerine olsun, bilesin! Kim bir aziz ile aziz olursa, ondan izzetini almış diye, onun izzetinde ortak olmaz. Mevlâ’nın ne dediğini duymadın mı? “izzet, Allah’ın, Rasûlünün ve müminlerindir!” İzzetin, peygamber ve müminler için sabit olması, onların Allah’ın izzetinde ortak olmalarını gerektirmez. Kulların hepsinin veliyle ilgili ittifak etmemeleri ilahi hikmet gereğidir. Açıkladığımız sebepler ve daha başka sebeplerden ötürü durumu paylaşmıştır. Zira eğer bütün halk onları tasdik etseydi, sabır ancak yalancıların yalanlamalarına karşı edilir; eğer hepsi onu yalanlasaydı, şükür, ancak tasdik edenlerin tasdikine karşı yapılır. Bundan dolayı Allah, velileri için güzel tercihinde diledi ki, onlar hakkındaki kulları ikiye ayırsın: Tasdik edenler, yalanlayanlar. Böylece tasdik edenlerden dolayı şükürle; yalanlayanlardan dolayı da sabırla ibadet etsinler. İman iki bölümdür: Yarısı sabır, diğer yarısı şükür. Bilesin! Velinin Allah katındaki değerinden ötürü, Allah onu halkından gizlemiştir. Her ne kadar zahir ilmi ve varlığıyla onların arasında ise de, velâyetinin sırrını gizlemiştir.

Şeyh Ebû’l-Hasan (r.a.): Her velinin bir hicabı vardır, benim hicabım sebeplerdir der. Kimisinin hicabı ile izzet ve nüfûz ile zuhûrudur. Nefsler, özelliği böyle olanın sohbetine tahammül edemezler. Bu velinin zahir olmasının sebebi, Hak, kendisiyle zahir olacağı bir sıfatla ona tecellide bulunmuştur (sayfa 151).

Bu sıfat kendisine müşâhede yönüyle galip geldiğinde, zuhûr etme yönüyle galip gelir. Allah’ın, nefsini ve hevâsını “mahk” ettiği, yani yok ettiğ kişiler ancak onunla sohbet edebilirler. Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs bu sınıftandı. Önünde oturur oturmaz kalbine korku hâkim olurdu. Allah kimi nefsinden ve hevâsından kurtarırsa, onun izzet ile zuhûr etmesini garipsemez. Hangi padişah bu padişahtan daha aziz olabilir? Bu, padişahların varlığına sığındığı padişahtir. Görmez misin, her bölge ve her asırda, zamanın padişahlarının kendilerine boyun eğdiği evliyalar daima olmuştır. Onlarla itaat ve iz’an ile muamele ederler. Onlardan kimisinin hicabı, Allah’ın kullarının ihtiyaçları için çokça padişahlara gidip gelmeleridir. İdrakı kıt olan der ki: Eğer bu veli olsaydı, bu kadar idarecilere gidip gelmezdi. Bu, söyleyen tarafından bir zulümdür. Bilakis niçin gidip geldiğine bak! Eğer Allah’ın kulları için, onlardan zarar gidermek, onların ulaşamadıklarına onları ulaştırmak için, ellerindekine umut etmeden zühd ile onlarla oturduğunda iman izzetiyle oturuyorsa, onlara iyiliği emir, kötülüğü nehyediyorsa bu durumdakinde sıkıntı yoktur, zira o, iyilerdendir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Muhsinler üzerinde sıkıntı olacak bir yol yoktur.” Şeyhimizin Şeyhi Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin durumu böyleydi. Hatta Kuşayri’den şunu derken duydum: İdareciler, Şeyh Ebû’l-Hasann Şâzelî’nin kadrini bilemediler. Onlara çok gidip gelmeleri aracılık içindi. Bilmen gerekir ki, bu durum, ancak Allah „ın ahlâkıyla ahlâklanmış, nefsini harcayıp onu Allah rızasında zelil kılmış, Allah’ın rahmetinin genişliğini bilmiş ve Allah’ın kullarıyla muamelesinde “merhamet edenlere Allah da merhamet eder, yerdekilere merhamet edin, gökteki size merhamet etsin””[74] hadisine bağlanarak rahmetle muamele edenlerde güçlenir. Şeyh Ebû’l- Hasan hakkında şöyle bir şey bana ulaştı: Sürmeci olan bir Yahudi’yi, yanındaki birini tedavi etsin diye çağırdı. Yahudi ona: Tedavi edemem, zira Kahire’den resmi bir emir geldi, Kahire’deki tıp müfettişinin izni olmadan hiçbir doktor tedavi edemez der. O Yahudi çıkınca (sayfa 152),

Şeyh hizmetçilerine dedi ki: Yolculuğa hazırlanın, hemen Kahire ’ye yola çıktı, bu doktor için izin aldı ve orada bir gece yatmadan İskenderiye’ye geldi. Doktora haber saldı, doktor önceki mazeretini söyleyince, Şeyh ona yazılı izni çıkarıp gösterdi, bunun üzerine doktor, bu güzel ahlâk karşısında hayretler içinde kaldı.

Bazen de velinin hicabı, zenginlik ve dünya nimetlerinin kendisine serilmesidir. Meşayihlerden biri: Mağrib’dezahid, çaba ve cehd sahibi bir adam vardı dedi. Geçimini deniz ürünleriyle sağlıyordu. Avladıklarının bir kısmını tasadduk eder, bir kısmınıda azık olarak alırdı. Bu Şeyhin arkadaşlarından biri, Mağrib’deki şehirlerden bir şehre gitmek istedi. Şeyh ona: Falan şehre gittiğinde, falan kardeşime git, benden ona selam söyle ve benim için ondan dua iste dedi; o Allah’ın velilerinden biridir. Dedi ki; yola çıktıp, şehre varınca. O adamı sordum, bana bir ev gösterildi ki adeta krallara layık bir saraydı. Hayret ettim. Onu taleb ettim; bana denildi ki, sultanın yanındadır; hayretim daha da arttı. Bir saat sonra, baktım ki, en lüks elbise ve binekle geliyor. Sanki binekteki kral gibiydi. Hayretim daha da arttı. Onunla buluşmadan, dönmeye niyetlendim. Sonrakendime dedim ki; şeyhe muhâlefet edemem, bunun üzerine izin istedim, bana izin verildi. İçeri girdiğimde, gördüğüm köleler, hizmetçiler ve güzel elbiseler beni korkuttu. Falan kardeşinin sana selamı var, dedim. Dedi ki: Onun yanından mı geliyorsun? Evet, dedim. Dedi ki: Döndüğünde ona söyle: Ne zamana kadar dünyayla meşgul olursun, ne zamana kadar ona yönelirsin, ne zamana kadar rağbetin ondan kopmayacak? Dedim ki; Vallahi bu öncekinden de tuhaftı. Şeyh’e döndüğümde, falan kardeşimi gördün mü, dedi. Evet, dedim. Dedi ki: Sana ne dedi? Dedim ki: Hiçbir şey. Dedi ki: Söylemen gerek. Onun söylediklerini, ona söyledim. Bunun üzerine uzun bir süre ağladı ve dedi ki: Falan kardeşim doğru söylemiştir; Allah onun kalbini dünyadan yıkamış; dünyayı onun elinde ve zahirinde kılmıştır. Ben ise onu elinden tutuyor ve bende ona karşı hâlâ istek kalıntıları vardır. Allah’ın velilerinin hacbedilmelerinin sebeplerinden biri de, halktan gelen şeyleri kabul etmeleridir. Kişi verileni kabul ettiğinde, halkın yanında küçülür. Oysa ne onların dünyasını kabul eden ne de verdikleri zaman reddedip onlardan kabul etmeyen, onların nezdinde büyümez. Herhâlde bunu yapan ancak süslü gösterip, zındıklık yapıp, tazimle kendine yönelmesi için ve diller onu övsün diye kulların kalbini kendine alıştırandır. Şeyh Ebûl-Hasan: Kim, insanların övgüsünü, onlardan bir şey almamakla taleb ederse, o, ancak kendi nefsine ve hevâsına ibadet ediyor ve Allah katında da bir değeri yoktur der. Avamın akıllarını (sayfa 153) Allah’ın velilerinden çelen şeylerden biri de, onların elbisesiyle süslenen birinden vuku bulan hatadır veya onların tarikine intisab etmiş, bununla beraber, beraberinde vukûf ettiği kişiden mahrumdur. Yüce Allah şöyle demiş: “Hiçbir taşıyıcı, başkasının günahını taşımaz.”(Necm-38) Bir cinsten birisi, bir kötülük ettiğinde veya tarikte doğru olmadığı açık olsa; bunun bu hâli, tarikin diğer ehillerinin de böyle olmasını nereden gerekli kılıyor? Şeyh Âlamu’d-din, şu şiiri okudu:

Her yerde adamlar nurlandı.

Kötü zanların altında büyük değerler vardır

Gece karanlığındaki hilale zarar vermez. Bulutların karanlığı, o güzeldir.

Allah’ın velilerini tanımaktan hacbeden en şiddetli perde, mümaseleyi müşahede etmektir. Bu, öyle bir perdedir ki; Allah onunla, öncekileri hacbetmiştir. Allah onlardan hikâye ederek şöyle buyurmuş: “ Bu da ancak sizin gibi beşerdir; yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden içiyor. ” (Mu’minun, 33), “Bizden olan bir beşere mi uyacağız?”, “Bu peygambere ne oluyor ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor. ” Allah, sana velilerinden bir veliyi tanıtmak istediğinde, onun beşeri sıfatının müşahedesini senden dürer ve husûsî varlığını sana müşahede ettirir.

Bir Tavsiye: Ey kardeş! Allah’tan gazaba müstahak olmamak ve Allah’ın gözünden düşmemek için bu tâifeyle alay eden ve onlara dil uzatanlara kulak vermekten sakın. Zira bu topluluk, doğru bir hakikât üzere, vefanın ihlâsıyla, Allah ile oturmuşlardır. Nefislerin Allah ile beraber mürakebesi neticesinde ona olan yolculuklarında sâlim kalmışlar. Kendi nefislerini sâlim olarak ona bırakmış, onun rubûbiyetinden hayâ ettiklerinden ve onun kayyumluğuyla iktifa ettiklerinden kendi nefslerine yardımı terk etmişler. Bunun üzerine Allah, onların kendi nefisleri için yapacaklarının en iyisini onlar için yerine getirmiştir. Onlarla savaşanlara karşı, onların yerine O savaşır. Onları yenenleri, O yener. Allah, bu tâifeyi, halkla ibtila etmiştir. Husûsen zahir ilim ehliyle. Belirli bir veliyi tasdik etmek için, onlardan Allah’ın göğsünü açtığı kimseyi az bulursun. Bilakis sana der ki: Evet, Allah’ın velileri vardır, ancak nerededirler? Ona birisini misal verdiğinde, ona dil uzatarak, tasdik nurundan soyutlanmış delillerle, ondaki Allah’ın husûsîyetini deffetmeye başlar. Bu özellikte olandan uzak dur! Aslanlardan kaçar gibi onlardan kaç. Allah, bizi ve seni lütfu ve keremiyle evliyâlarını tasdik edenlerden eylesin.

DOKUZUNCU BÂB

Şiirler

Onun söylediği veya huzurunda söylenen veya onun hakkında söylenmiş, onun husûsîyetlerini anlatan şiirler hakkındadır.

Allah razı olsun: Allah beni, Âdem’e secde eder hâlde meleklere muttali kıldı[75] dedi. Ben bundan hissemi aldım, bir de baktım şöyle diyorum:

Resmim eridi, sıdkım, fenâm doğrulandı.

Sırrıma göğümün güneşi tecelli etti

Âlemlere indim, açığa vuruyorum.

Saflığımdan sonra sıfatlarda dürüleni

Sıfatlarım güneş gibidir, saflığını açıklar.

Varlığım gece gibidir, dışımdakileri saklar

Ben varlığın manasıyım, aslen ve faslen.

Kim beni görürse, güzelliğime secde eder

Hangi nûr sahibini aydınlatır?

Bana şahit olun, ben perdemi açtım.

Rûh ve nefs hakkında kendisine soru soruldu, bunun üzerine şu şiir okudu:

Eğer bizden, hâlis lütûfleri soruyorsan

Nefs sahibinin bedenle bileşimini.

Hazza tutunmasını soruyorsan, alışmıştırKirlerine ve başlamış şikâyet ediyor taından.

Yapısındaki sebepleri soruyorsan görünürlerŞehveti ile endişe karanlığına düşüyorlar.

Özününün aslındaki hakikâtini soruyorsan

Vasfı ondan puta meyletmez.

Hükmüne inişini soruyorsan, vardır onun içinKötülüğü ve iyiliği ayırt edecek ilim.

Dinle, ilimlere ulaşırsın, aziz olur onun sâliki.

A’yânlar üzerinde beden sahibi seni aldatmasın

Hakka yönel, şahitleri gizli değildirHakikâtleri, asıllarla ve dallarla kaimdir.

Ey ilimlerden soran, idrak etmez onları.

Fikir sahibi ne anlayışıyla ne zekâsıyla

Ancak cami’dekinûr ile idrak edilir, sönmüştür.

Onun için akıllar ve bütün halk uykudadır

Hakikâte bağlı kal, işlerin ilmini al.

Sureti seni hacb etmesin, vatan âlemindeki

Nefslerin hâli sırdır, ihate edemez onu

Kir ve vehimler ile kayıtlanmış akıl.

Ancak o hilm ile ortaya çıkmıştır, kaimdir

Ta ki, yerleşenler, yerleşmeleri ile onlara anlaşana dek.

Yerine getiren kölelerdir densin diye

İmtihan ve yaratılıştan önce verilen emirleri

Nefs, âleminde düşüştedir

Âdem gibi beraberinde Havva’ sı var

Rûh ise, miracında terakki hâlindedir

târif ve lütûfleremuafıktır

Yücelikteki örneği; aynadır madeni

Lütufları gizlenmiştir, açıktaki sır gibi

Zeytindir, yağı nurdur içeni için

Uzamıştır hidayeti varlıkta ve hâlde

Sen bütünde saklı gibisin

Nûr onu hacb eder sütteki su gibi.

Kul malikinin izzetinde örtülüdür

İncelmiştir mârifetleri, asırda ve zamanda.

Ve şu şiiri okurdu:

Gözlerin görse sarsıldığı gün

Nefslerin yeri ve dağlar düzleştiğinde.

Görürsün hak güneşini nurunu yayıyor Sarsıntı zamanında adamlar adamdır.

Yer, nefslerin yeridir; dağlar, akılların dağlarıdır; güneş, mârifet güneşidir

dedi. Ve şunu okuyordu:

Nubaz’ın başında durdum onu gördüğümde

Rahman için tekbir getirdi beni gördüğünde

Ona dedim, nerededir bildiklerin

Rahat zamanda ve emniyette etrafında olanlar

Gittiler ve bana bıraktılar diyarlarını dedi.

Gece gündüzün akışına karşı kim kalabilir

Ve şunu okurdu:

Sevenlerden değilim eğer

Onu kalbimeBeyt ve Makâm kılmazsam

İçindeki sırra bakışlarım tavafımdır

benim rüknümdür, istilam etmek istediğimde

Şunu da okurdu:

Kararsız hayretler içinde kaldık

Kendisine ulaşılmak istenene ulaşmak istiyoruz.

Hevânın davetçileri etrafımızı kuşatıyor

Hevânın tersini yapmak bize ağır geliyor.

Dımaşk’ın konuğu Sühreverdi’ye şunu okurdu:

Ruhlar hep sizi özleyecek

Size vuslat onların reyhanıdır, şarabıdır.

Muhabbet ehlinizin kalpleri sizi özlüyor Cemalinizin kemaline sevinirler.

Âşıklar! Size rahmet olsun, katlanın

Muhabbet yüküne, hevâ rezil olsun.

Sırrı söylerseniz kanlarınız helal kılınır

İşte böyle mubah kılınır sırrı ifşa edenlerin kanları.

Şunu da okurdu:

Mina’da Hayf Mescid’inde zaman geçirdik Güzel yaşam ve lezzetler katettik.

Bu yolda gideceğim aslanlar olsa da orada Kafilece, mızraklar orman olsa da.

Ümru’ül-Kays’ın şu sözünü okurdu:

Önünde yol görününce arkadaşım ağladı

Kesin bildi ki, biz Kayser’e gideceğiz

Dedim ki, gözlerin ağlamasın çünkü ancak

Bir krala çabalıyorsun veya ölürsün mazur olursun.

Bekâ ile krala çabalıyorsun veya ölürsün

Fenânın varlığıyla mazur olursun diyordu.

İbn Attar’ın şu kasidesinden okuyordu:

Vuslatın makâmları hicabımı kaldırdı.

Öyle ki, sizinle hicabdan hacb olundum

Toplayıcı bağlılığıyla mihrabıma bağlandım.

Hakkın yüzünü mihrabda gördüm

Nefsimden bir genci öldürdüm, onu öldürdü.

Kurtuluş sebebi ve sebeplerin en büyüğü

Kusurlu kılmak için Gemimin levhasını deldim.

Onu gasp edecek kraldan kurtardım

Kalbimden hicabının duvarını keşfettim.

Kalan hazinesinden altın boyundurukla

Yüksekteki yedi göğe yükseldim.

Ta ki, yaklaştım ona “kâb” gibi

Onun yanında şu şiir okundu ben de dinliyordum:

Canilerin bile lezzet aldığı sözümden al

Yıllanmış misk gibi kokusunu kokla

Allah’ın zikrine bağlı kal, zikrine ulaşasın

Onda kalpler ve ağızlar güzelleşir.

Kardeşim akıl! Onun takvasını süsün kıl

Ey arkadaşım! Kim onun takvasını süsü kılar.

Fikirler onun melekûtünde işlesin

Manâsının keşfinde gark olarak.

Muhakkikin çıkarışı gibi ayakkabılarını çıkar

Seyrinde iki varlıktan da soyutlanmış olarak.

Fenâ olalım, hatta senin Fenândan da Fenâ, zira o

Bekânın kendisidir, işte o zaman onu görürsün.

Göründüğünde bil ki, sen o değilsin

Hayır! Sen ondan başka da değilsin.

Birleştikçe eşittirler, ancak burada

Bir sır vardır, kemerimiz onu kavramaktan dardır.

Ey dinleyen! İşaret ettiklerim ancak

Kulakları söylenenleri kavrayamayan tefekkür kalbidir.

hâlde hicab senin hissinin hicabıdır, açılacaktır

Sana, ışıkları senden kaybolan sırrın.

Allah, tanınanların en yücesidir

O’nu göremeyenin körlüğü apaçık olmuştur.

Basiret ve akıl sahipleri O’nda O’nu görür

Bir lahza dahi onlardan O’nun görüşü kaybolmaz.

O’ndan başkası yokken O nasıl gaib olur

Fakat O’nun çok şiddetli zuhûru O’nu gizlemiştir.

Şiir inşadında şu söze varınca:

Göründüğünde bil ki, sen o değilsin

Hayır! Sen ondan başka da değilsin.

Birleştikçe eşittirler, ancak burada

Bir sır vardır, kemerimiz onu kavramaktan dardır.

Şeyh: Biz onu hiçbir zaman açıklamaya güç yetiremeyeceğiz dedi. İbn Fers’e nisbet edilen şu kasideyi ona okudum:

Allah Rabbimdir ondan başkasını dilemem

Gerçek varlıkta Allah’tan başkası var mıdır?

Zatımızın varlığı Allah’ın zatına bağlıdır

olmasaydı ondan gayrısı olur muydu?

Bizim onu onunla gördüğümüzde şüphe yoktur

Nûr onun zatını izhar eder ve sen onu görürüsün.

Sâlikler onun yaptıklarının şahididirler

Sanki onların kalbi onun mekânıdır.

Ey Hak kendisinde hazırken gaib olan!

Onun dışında hiçbir şey görmezken ondan gaib mi olursun.

Basiretle onun zatını müşahede edemeyen

Körlüğünün hicabı onu kuşatmıştır.

Onun dışındaki tüm hâlleri görmeyen

Onu unutması imkânsızdır.

Fikri melekûtta seyreden

Seyrinin sevabı cenneti başarmaktır.

Kulu için hicabı delen yücedir

Bu kametinin yoludur, böylece onu gördü.

Varlığı delillerle dolduran, yücedir

Açığa vurdukları ile gizledikleri parlasın diye

Yücedir eğer nûrları parıldamasaydı

Ne zıtlar ne benzerler tanınırdı.

Mevlâm, sen birsin, Samet’sin

Müşahede ettiğimiz melekût huzurunda.

Mevlâm, senin ünsiyetin bana hiçbir vahşet bırakmadı

Mutlaka karanlıklarını ışığı ile yok etti.

Mevlâm, kulun, susamaktan korkmaz

Susamaktan korkar mı?

Hak onu kandırmışken.

Mevlâm, senden başkasına sığınmam, çünkü

Sen sığınağı olmadıkça, ulaşmak haramdır.

Sensin, bizi varlığımıza tahsis kılan

Sensin, bize manâsını tanıtan.

Bana emanet ettiklerini ifşa etmem, zira

Hakkın sırrını tatmamıştır ifşa eden.

Her kim bilirse, sen o birsin ki

Akılları hayrete düşürür, bu ona kâfi ve yeterdir.

Şeyh: Bu bir işarettir; amacın kendisi değildir dedi. İbn Paşa’nın hattı ile gördüm, şöyle demiş: Efendim ve şeyhim Ebû’l-Abbâs el-Mursî’ye yazdım. Onun bana selamları gelmişti ve şöyle demiş:

İmamdan bana selam gelir, bu beni sevindirir

Ki, beni unutmayan bir hatıradan geçmişim

Eğer sen bilirsen, Ya Resulallah, o

Bâkîdir eski ahid üzerine, o hâlde beni kutla.

Şeyhim Ebû’l-Abbâs, vaktinin biridir

Zamanın hızırı, ayânın kendisinin sahibidir.

Üzüntüm, senin yanında kat ettiğim zamanadır

Rabbani batınla ki, beni yetiştirdin.

Ben ancak bir şaşkındım, beni çevirdin

Ve doğru yola beni ulaştırdın

Bana hayat suyu içirdin ve benim için oldun

Hızır gibi içirdiğinde, kandım.

Eğer, güç yetirseydim, ömrümü yanında kat ederdim

Ki, ölümden sonra mutlu bir yaşamda yaşayayım.

Ey Mursî! Mârifetlerin deniziYola çık

Mursî’ye yumuşak bir rüzgârla.

O, Nebiyyu’l-Mustafa’ya giden yoldur

Eğer bir gün iradeyi önemsersen,

İsmi anıldıkça Allah ona salâvat etmiş Değişik âlemlerden olan âleme.

Edip Fazıl Şerafeddin el-Busayri, onu bir kaside ile methetti. O kasidenin bir bölümü şudur:

Muhabbet, nefsi feda etmektir

Ey başım bir buse ile nimetlen.

Sevgilinin sevgiliye gözyaşını harcamasıdır

En sıcak kalıntılar üzerine içini dürmesidir.

Doğrudur, deki: Kim kıyamını gerçekleştirmezse

Kişi oturmakla ondan faydalanmaz.

Allah benim yakınlaşmamı ona olan övgümle kabul etti Korunmuş cenabına olan yönelişimi.

Ona gitmeyi kastettim, sırrım beni aciz bıraktı Beni açığa vurdu aynası umudun.

Ne güzel gündür Çarşamba gününün ziyareti ki Sana, o nezdimde bin Perşembe gibidir.

Bitkindir, suskundur, saîd, saîd değildir Teslis ve tesdis mesabesindedir.

Yürü, Şâzelîsi ve Mursîsine, yürümüş

Onlara başkanlık, bir başkan için.

Şeyhlerini ona nisbet etmedim

Ancak gelin gibi onları ortaya çıkardım

Ben teşbihin başlangıcındaydım, o hâlimde bir kaside yazdım, onun inşadını bitirince, Allah seni Ruhu’l-Kuddus ile desteklesin dedi. O kaside şudur:

Obalar arasında Selma göründü

Bize etin altından dolunayı gösterdi

Kervanbaşı şarkıyla develeri sürdü, görünce

Gecedeki cem’ini sabah olarak toplanması.

Sabahın güneşi gibi veya gecenin dolunayı

Nûru en kâmil ve en tam yüz.

Dolunay onu görseydi meylederek dönerdi

Utanırdı onun yüzünden ve ihtişamından.

Veya güneş onu görseydi doğmazdı kuşlukta

Sonra onların dostu ve nedîmi oldu.

Onu terk etmekle kalbim azab çekti

Önceden kıdemdeki âşıkların azâbı gibi.

Bana dert ve üzüntü elbisesini giydirdi

İnsanlar arasında alâmet gibi oldum.

Daima yüz çevirmekte ısrar etti

Gözyaşlarım tamamlanmakta ısrar etti.

Gece uykusuz kaldım, yıldızını gözlüyordum

Geçmiş vuslatı hatırlıyordum.

Gözüm için bir uyku her kastettiğimde

Kalbim bana, yavaş ol, uyuma dedi.

Âşkı iddia ediyorsun, tersini yapıyorsun

Âşıklar ancak uykusuz ve hasta olur.

Üzüntü ve zillet ile kapısına yapış

Bunlar sevgide gerekli şartlardır.

Onun hizmetinde taksir etme

Eteklerini kokla, elemden korkma.

Çalış, belki yarın kurtulursun

Tüm ümmetlerin yaratıcısı Allah’ın azabından.

Deme bu öyle bir zamandır ki

Onda sâlim kalan birinin varlığı zordur.

Allah’ın velileri tükenmemiştir

Hizbullah yenilen değildir.

Hepsini birinde gördük

Değer, vefa ve himmet sahibi.

Ebû’l-Abbâs’ta, o öyle toplanmış ki

İlimlerden ve hikmetlerden ona vermişler.

Ebû’l-Abbâs’la üzüntüler zail oldu

Halkın kalbinden, kaçtı karanlıklar.

Onunla hidâyet güneşi göründü

Onunla ilimlerin incileri dizildi.

Hangi nûr ehli için belirdi

Hangi ilim anlayan için belirdi.

Yüce rab onu faziletli eyledi

Nimetlerin elbiselerini ona giydirdi.

Onunla yarışanlara söyle

Geri durun, Allah paylaşmıştır.

Bu iş kolay değildir ki

Cesetle ve himmetle ulaşasın.

Allah ile onun hükmünü tartıştılar

Genel nûr sahibini gizlemek istediler.

Kuşluk güneşini inkâr etmiş olurlar

Nûr ondan belirip zirveleşir.

Onlar cehâlet ve hevâ kardeşleridir

Onlar üzüntü ve pişmanlığın dostlarıdır.

Eskiden şeyhi onun hakkında demiş

Ki, o genel ilmin ve yerin kutbuydu.

Sen ancak bensin, bunu bil

Bu saklı bir durum değildir.

Şeyhin ondan konuşması, yaygındır

Araplarda olsun, Acemlerde olsun

Eğer açıklarsak, onun açıklaması uzar

Onun hakkındaki açıklama artar ve büyür.

Onlar onu inkâr edemediler

Onların bal ile zehiri birbirine kattığını görürsün.

Devam etsin öfkeleri ve kinleri

Hepsi üzüntü ölümüyle ölsünler

Düşmanlara rağmen izzette devam ettim

Kumru selem dalında yükseldikçe

“Hepsini birinde gördük” sözünden, “ilimler ve hikmetlerden” sözüne vardığımızda Şeyh şöyle dedi: Vallahi Şeyh Ebû’l-Hasan bana: Ey Ebû’l-Abbâs senin hakkındadır dedi. Şiirdeki inşad, “daha önce onun hakkında şeyhi demişti” sözüne geldiğinde Şeyh şöyle dedi: Vallahi Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: Ey Ebû’l- Abbâs, ancak sen ben olasın, ben de sen olayım diye senle arkadaşlık ediyorum. Ondan sonra birkaç sene durdu, sonra Şeyh ovadan geldi, yanına gittiğimde oba ehlinden birinin onun hakkında yazdığı kasideyi bana gösterdi. Bana dedi ki: Sen cevap ver. Gittim ancak o sustu. Hayret içinde dedim ki: Şeyh bana emrediyor ve susuyor, vallahi bu benim doğru olmayışımdandır. Bunu söyleyince, Allah bana söz kapısını açtı, öyle ki, bir sel gibi fışkırıyordu, ta ki kasideyi söyledim. Ona okuyunca ondan hoşnut oldu, hatta bir müddet durup tekrarlıyordu. Ona okuduğumda dedi ki: Bu fakih benimle arkadaşlık etti, onun iki hastalığı vardı dedi, Allah onlardan ona afiyet verdi. Yani başındaki ağrı ile temizlikteki vesvese. Oturup iki ilim hakkında konuşması lazım. O da bu kasidedir:

Dur memlekette, manası belirdi

Kime gidersin? Yoktur ondan başka murad

Felahını dinlendir, engebeye vardın

Uzun süre hazırlandın, seyri devam etti

Uzun süre görevi kat ettin ve yedin

Bileklerini kanla boyamış hâlde

Sabah akşam seyirden bıkmazsın

Ta ki, hastalandı ve ayakları çatladı

Acı ona, ey şarkı ile deveyi yürüten

Onu teşvik etme, şevk onu teşvik etmiştir

Seyirden karşıaştığı elem ona kâfidir

Ondaki vecd ona, o da vecde yeterdir.

Âşıkın diyarına doğru onu götürüyor

Arzusu onu sevgiliye doğru sürüyor.

Temizlk vadisini gördüğünde özledi ve inledi

Arzusuna ulaşmakla onda müjdelendi

Onun sevincio günlerin sevincidir ki, sabahlamıştı

Onda kuşluğunun güneşi Ebû’l-Abbâs

Rahmet olarak geldiğinde Ahmetle yok oldu

Halk arasında onunla övündü

Onun gelişiyle vakitler şereflendi

Günler onunla süslendiler

Muhammed’in dinini düzeltmeye koyuldu

Sıkıntıları ondan giderip onu cilaladı.

Onunla karşılaştığında derin bir imamla karşılaşırsın

Âlim, tevbekâr ve edası sâdık olarak

Onunla tüm faziletler kemâle erdi

Toplandı onda sonuna kadar

Nice ölmüş sünnetleri onun resmi diriltti

Nice düğümlenmiş bidatlerin halkasını çözdü

Nice yolu günah olanlar ona geldi

Arzusuyla nefsi onu bağlamıştı

Ondakini giderip darmadağın etti,

Güneşiyle ondaki bulutların karanlığını

Hevâ ile ölmüş nice kalpleri

İhya ettikten sonra onunla ihya oldu

Kavmin ilmi onunla ihya oldu öyle bir zamandaki,

Yardımcısı azdı, karanlıkları dağıttı

İnsanlar için gavs olarak geldi bundan önce

Haramlar işlenmiş, sınırlar mübah kılınmıştı

Mârifet elbiselerinde çalımla yürüdün

Şimşekleri acizliğin elbiselerinden değildir

Nefslerimiz sana bağlanana kadar devam etti

Onlardan cehâletini ve körlüğünü giderdin

Bize galip gelip hâkim olduktan sonra doğru yoldan sapmışken

Onu zelil kıldın ta ki boyun eğerek geldi,

Daha önce serkeş iken, şifası zorken

Bu yüzden sevgisi hâlis oldu

Sevgisi konusunda ona müjdeler olsun

Onun en yüce arzusu oldun açık durumunda

Aynı şekilde gizli hâlinde de

Siz hep ümmet-i Ahmed’e yardımda bulunuyorsunuz

Sizinle onun hayrı ve takvası kemale erer

Ta ezelden halk içinde şaşkınlık vardı

Ta ki halkın kutbu geldi onu hidâyete erdirdi

Şâzelî ile karanlıklar dağıldı

Onun gelişiyle ufuklar nurlandı

Takvanın hazinesi hidâyetin ilmi cömertliğin denizi

Halkın kutbu, gavsı ve sığınağı

Onunla konuştuğunda biri Konuşanın çevresini kuşatır.

Onu dönmekten korur ve dürer

O bir mağaradır, tüm halk ona sığınır.

Darlığında ve bolluğunda onu umarlar

Ta ki Allah onu vefat ettirdi ve ey onu

Kuşatan ve içine alan ölüm haberi

Onun içinde bulunduğu hâlde ve makâmda yaratılması

Ondan irs ileydi, en yükseğine yüceldi

Allah halk için Ahmed’i daim eylesin.

Onları gözetsin diye içlerinde kaim eylesin

Onun övüncüne saldıranlar.

Göz kapakları, içindeki çöple kapansın

Zahir oldukları hâlde alâmetleri inkâr ederseniz.

Muhakkak ki onun ışığı belirmiştir.

Onlar biliyorlar ki o, halkın kutbudur.

Ancak nefslere arzuları galip gelmiştir.

Görmüyormusun Nebi Muhammed’in kavmini

Sefihlikten, inkâr edip ısrar ettiler

Hâlbuki biliyorlardı Nebi Muhammed.

Rasuldü, hidâyetle gelmişti

Melik onların öfkesini söndürsün ve devam etsin

Mevlasının razı olacağı bir hâlde

Tüm iyi değerler sana gelsin

En yüce rütbelere ulaşasın

Bu kasideden “nice ölmüş kalpler” beyti çok hoşuna gidiyordu, bu beyte kadar kasideyi tekrarlıyordu, bu beyte vardığında bir daha tekrarlıyordu. Allah, bu mehdimizi teraziye konulmuş kılsın, lütûfui ve keremi ile rızasına mucip eylesin.

ONUNCU BÂB

Şeyh Ebu’l Hasan’ın Hizbi

Zikri, konuşmasından sonraki duâsı, ilimlerinden ve anlayışlarından alanlar için düzenlediği hizbi, Şeyh Ebû’l-Hasan’ın duâsından bir bölüm ve iki hizbi hakkındadır. Bunlarla bu bâb sonlanacaktır.

 Şimdi, Efendimiz, Mevlâmız, Şeyh, İmam, Ariflerin Kutbu, Muhtedîlerin Bayrağı, ŞihâbuddinEbû’l-AbbâsAhmed b. Ömer el-Mursî’nin hizbini tesbit edeceğiz. Ancak bunun bir kısmı onun şeyhi, Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin sözlerindendir. Ondan sonra Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin hizbini zikredeceğiz.

Şeyh Ebû’l-Abbâs’ın Hizbi

Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin Hizbi

 



[1]Nûr, 40.

[2]'Zariyat, 55.

5 Kal, 27.

[4]Rad, 19; Zümer, 9.

[5]Suyûtî, dureru’l-Muntesire, s. 126; İbn Îrakî, Nezihu’ş-Şerîâ, 2/341; İbn Teymiye, Ehâdîsu’l-Kısas, S. 29; el-Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2/191; Ali Kârî, Esrâru’l-Merfûâ, s. 271, 272.

[6]Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/16; Suyûtî, ed-Durru’l-Mensur, 6/301.

[7]Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, 12/301.

[8]Buhari, Sahih, 9/179; Sahih-i Müslim, İbn Ebî Şeybe, s. 326.

[9]  Darekutnî, Sünen, 2/210.

[10] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/58; Zebîdî, İthafa Sadeti ’l-Muttakîn, 2/71.

[11]Heysemî, mu’cemu’z-Zevaid, 3/126, 10/241; Suyûtî, cem’u’l-Cevamî, s. 4584; Taberânî, mu’cemu’l- Kebîr, 10/192; İbn Kesîr, Tefsir, 7/439; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti ’l-Muttakîn, 7/140, 9/502; Ebû Naîm, Hulyetu’l-Evliyâ, 2/280, 6/274; Suyûtî, Dureru’l-Muntesire, s. 521; Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/243.

[12]İbn Hanbel, 3/454,456, 6/399.

[13] Sahihu’l-Buharî, 8/35; Tirmizî, s. 2020; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/175,362,466, 3/484,

5/34,370,372,373; Beyhâkî, 10/105; Hâkim, Müstedrek, 3/610;ibn Ebî Şeybe, Musannef, 8/245; Heysemî, Mevarîdu’z-Zaman, s. 1971, 1972; İbn Abdilber, Tedricu’t-Temhîd, s. 403; Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid, 8/69,70, 10/209; İbn Hacer, Metalibu’l-Âliye, s. 2585, 2586; el-Banî, Silsiletu’s- Sahîhe, s. 1327; Beğavî, Şerhu’s-Sunne, 13/159; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, 2/293, 7/97; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn,        8/4,5,6, 620; Münzîrî, et-Terğîb ve’t-Terhîb,                                                         3/445, 446; Tebrîzî,

Mişkâtu’l-Mesâbîh, s. 5104; Îrakî, el-Muğnî, 3/161, 162; İbn Sa’d, Tabâkâtu’l-Kübrâ, 7/38,39; Buharî, Tarîhu’l-Kebîr, 5/267; İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, 10/519; Zehebî, Tıbbu’n-Nebevî, s. 23; Ebî Nuâym, Hilyetu’l-Evliyâ, 6/234, 8/368; Bağdadî, Tarîhu Bağdad, 3/108, 14/425; Nevevî, el-Ezkar, s. 365; Ebû Nuâym, Tarîhu İsbehan, 1/340.

[14] İbn. Mace, Sünen, s. 223; İbn Hacer, Telhîsu’l-Haber, 3/164; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 1/71,338,450; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s. 28679; Kurtûbî Tefsiri, 4/41, 13/164; Îrakî, Hamlu’l-Esfar, 1/9; Buharî, Tarîhu’l-Kebîr, 8/337; Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2/22,83; Sehmî, Tarîhu Curcan, s. 336; İbn. Hacer, el-Kafî eş-Şafî fi Tahrici Ehadisi’l-Keşşaf, s. 124; Suyûtî, Dureru’l-Muntesira, s. 114; Aliyyu’l-Kârî, Esrâru’l-Merfûâ, 230/247.

[15]Buharî, 5/69; Beyhâkî, sünenu’l-Kübrâ, 8/197; Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2/65; Şevkanî, el-Fevaidu’l- Mecmua, s. 212.

[16] Hatib el-Bağdadî, Sere fit Ashabi ’l-Hadis, s. 47.

[17]Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 11/375; Heysemî, Cem’u’z-Zevaid, /117; İbn sad, Tabâkâtu’l-Kübrâ, 3/1/8; Zebîdî, İthafu’s-Sadati’l-Muttakîn, 6/300, 10/301; Suyûtî, Durru’l-Mensur, 2/245, 3/283; İbn Kesîr Tefsiri, 4/159; Buharî, Tarîhu’l-Kebîr, 8/335.

[18]         Müttakî el-Hindî, Kenzu ’l-Ûmmal, s. 30243.

[19]         Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, 6/248; Suyûtî, Durru’l-Mensur, 6/215; Müttakî eHindî, Kenzu’l- Ûmmal, s. 34572; İbn Ebî Asım, es-Sunne, 1/134.

[20]İbn Hacer, Lisanu’l- Mizan, 6/111.

[21]Zebîdî, İthafu’s-Sadeti ’l-Muttakîn, 8/477.

[22]Nefanî arzular

[23]İbn. Hacer, Fethü’l-Bârî, 13/227; İbn Ebî Hatem er-Râzî, İlelu’l-Hadis, 2855.

[24]İbn. Ebî Âsım, Kitabu’s-Sünne, 1/251.

[25]Tirmizî, Sünen, 2206; Münzîrî, Terğîb ve Terhîb, 4/250; Müttakî el-Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, 43564; Suyûtî,Durru’l-Mensur, 6/137.

[26]         Ebû Davud, Sünen, 1368; Nesaî, Sünen, 2/68.

[27]         Sahihi Buharî, 8/122; Ahmet b. Hanbel, Müsned, 2/514, 537; Beyhâkî, Sünenu’l-Kubra, 3/18.

[28]Beyhâkî, Sünenu’l-Kubra, 3/18, 19; İbn Mübarek, Zühd, 415; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, 5377, 5378, 5379; Şihab, Müsned, 1147-1148.

[29]Zebîdî, İthafu’s-Sadeti ’l-Müttakîn, 5/161; İbn Mace, Sünen, 2/27.

17Kurtûbî Tefsiri, 17/230.

[31]         Zebîdî, İthafu ’s-Sadati ’l-Muttakîn, 7/234.

[32]         Nesai, Sünenu’l-Muctebâ, 6/3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/264, 268, 314, 396, 412, 455, 501; Heysemî,Mecmeû’z-Zevaid, 1/260, 8/258; Humeydî,Müsned, 5/945.

[33] İbn Hubeyb, Müsnedu’r-Rebî, 1/19; Zebîdî, İthafa ’s-Sadati ’l-Muttakîn, 5/245; İbn Âsakir, Tehzibu Tarihi Dımışk, 7/208.

[34] İbn Ebî Şeybe, el-imam, 115; Âclûnî, Keşfu ’l-Hafâ, 2/208.

84   Münzîrî, et-Terğîb ve ’t-Terhîb, 3/162; Suyûtî, Durru’l-Mensur, 1/269; İbn Hacer, Fethü’l-Bârî 11/108.

[36]         Tirmizî, Sünen, 3127; Ebû Hanife, Müsned, 1/179; Ebû Naîm, Hülyetu’l-Evliyâ, 4/94, 6/118; Taberânî, Mucemu’l-Kebîr, 8/121. Beğavî, es-Sunne, 14/31. İbn Kesîr Tefsiri, 1/479, 4/461. Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 6/544, 7/259; İbn Hacer, Fethü’l-Bârî 12/388; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, 30730; İBn Hacer, Lİsanu’l-Mizan 5/1154; İsa Hâlebî, Mizanu’l-İtidal, 8098; Âclûnî, Keşfu ’l-Hafâ, 1/42, Suyûtî, Durru’l-Mensur, 3/103; Ukayli, ed-Duafa, 4/129.

[37] Nevevî, el-Ezkar, 13/44, 45, 47; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/156; Taberânî, Mucemu’l-Kebîr, 19/421; Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid, 10/98; Beğavî, Şerhu’s-Sunne, 5/68; İbn Cevzi, el-İlelu’l- Mütenahiye, 2/349; Ukayli, ez-Zuâfa, 2/200.

[38] Müslüm, Sahihu Müslüm; İsa el-Harabi, El Ezkaru’n-Nevevîye, s. 41;Ebû Davud, Sünen, s. 1515; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/211, 260; Beyhâkî, Sünenül Kübrâ, 7/92; Taberânî, Mucemu’l-Kebîr, 1/28; Tebrîzî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, s. 2324; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 5/57, 8/299, 517, 9/59, 628; Buharî, Tarîhu’l-Kebîr, 2/43; Beğavî, Şerhu’s-Sunne, 6/180, Suyûtî, Durru’l-Mensur, 6/63, İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, 11/101, Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s. 207.

[39]İskenderiyye’nin diğer adı, sahil kenti ve düşman karşı korumasız (kale) olduğu için el-Sağr adı verilmiştir.

[40] Beyhakî, Sünenu’l-Kübrâ, 4/96, 6/93, 7/7; Darekutnî, Sünen, 2/136, 5/4, 55; Zeylaî, Nasbu’r-Raye, 2/398; Zebîdî, İthaf. Usadeti ’l-Muttakîn, 7/353, 10/95; Beğavî, Şerhu’s-Sunne, 3/114

[41]Zebîdî, İthafa Sadeti’l-Muttakîn, 9/554; İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 11/58, 12/13; el-Müttakî, el-Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s. 44102; Hatib el-Bağdadî, 4/277, 11/94; Ebî Nuâym, Hilyetu’l-Evliyâ, 4/121; Ali el-Kârî, Esrâru’l-Merfûâ, s. 170, Suyûtî, ed-Dureru’l-Muntesire, s. 67; el-Fitenî, Tezkiret’l-Mevzuat, s. 68; Şevkanî, Fevaidu’l-Mecmua, s. 82; Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/395, İbn Ebî Hatim, İlelü’l-Hadis, s. 2523; el-Banî, Silsiletu’z-Zaife, s. 600; İbn Adî, el-Kamil Fi ’z-Zuafa, 2/701.

[42] Basur hastalığı; oturmayı, insanlar arasında bulunmayı güçleştirdiği, şeyhi de bir mürşid olarak insanlarla oturmak, aralarında bulunmak ve onları eğitmek için de başlarında olması gerektiği için özellikle bu hastalığının adı geçmiştir. Zaten bunu anlatıyor: anlaşılmasın diye insanlarla oturmaya devam ediyordu. Yoksa burada özellikle bu hastalığın adını zikretmenin bir anlamı olmazdı ve ayıp karşılanırdı.

[43] Müellif, teşbih ve belagat üslubunu çok güzel kullanan bir âlim olduğunu burada da göstermiştir.Ancak yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için kısa bir açıklama yapmak yerinde olur diye düşündük. Mutasavvufların, içki ile aşk şarabını kasdettikleri aşk şarabına kısaca “Hamr” içki dedikleri bu manadaki şiirlerin kelimelerine dokunmadan uyarlama yaptıkları bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla burada da aşk şarabının insanı “sarhoş” edeceğini şiirsel, edebi bir üslubla anlatmaya çalışmıştır. İçki, günah, cennet ve cehennem kavramlarını burada mecazi anlamlarıyla ele almak gerekir. Yoksa aşağıda da açıkladığı gibi, itiraz eden kişiye; biri bir cümle söyler doğru anlaşılmazsa bu sefer duyulan cümleye yanlış anlamlar yüklenir. Kaldı ki burada söylenen cümle değil şiirdir, şairin şiirini değiştirerek istişhad olmayacağı açıktır

[44]Sahihu’l-Buharî, 1/168, 2/138, 8/126; Sahih-i Müslim, 3/91; Tirmizî, s. 2391; el-Mücteba fi Sünen­i ’n-Nesaî, 8/222; Ahmed b. Hanbel, Müsned,2/439; İbn Abdilber, Tedricu’t-Temhid, 2/280;Beğavî, Şerhu’s-Sunne, 2/354;Münzîrî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1/217;İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, 2/143;Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 4/112, 5/7, 6/175, 9/214;Tebrîzî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, s. 701;Bağdadî, Tarîhu Bağdad, 12/239.

[45] Müslim, Sahih-i Müslim, 1/1; Tirmizî, s. 3517; Ahmed b. Hanbel, Müsned,2/342, 343;Daremî, Sünen, 1/167; Beyhakî, Sünenu’l-Kübrâ, 1/42; Heysemî, Mevarîdu’z-Zem’an, 261, 2336, 2554; Suyutî, Durru’l-Mensur, 1/12; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti ’l-Muttakîn, 2/304, 5/15.

[46]         Beyhakî, Mecmeû’z-Zevaid, 10/308; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti ’l-Muttakîn, 10/277.

[47] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/359.

[48]         Taberanî, Mu’cemu’l-Kebîr, 3/302; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 11/43; Zebîdî, İthaftı ’s-Sadeti’l- Muttakîn, 9/327; Suyutî, Durru’l-Mensur, 3/552; Hindî, Kenzu’l-Ümmal, 36989, 36991; İbn Kesîr Tefsiri, 3/553; İbn Ebî Şeybe, İman, 115; ibnu’l-Kayseranî, Tezkiretu ’l-Mevzuat, 604.

[49] İbn Ebî Şeybe, İman, 115; Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, 2/208.

"Zebîâi,İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 2/238; Suyutî, Durru’l-Mensur, 3/163; İbn Ebî Şeybe, İman, 114, 115; Şecerî, Emalî, 1/32; İbn Kesîr Tefsiri, 3/553; Îrakî, el-Muğnî ân hamli’l-Esfar, 4/215, ebû Nuâym, Hilyetu’l-Evliyâ, 1/242.

[51] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 11/43;Zebîdî,İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 9/327;Hindî, Kenzu’l-ûmmal, 36990;İbn Ebî Şeybe, İman, 115.

[52] Müslüm, İbn Şeybe, İman, 10/52; İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, 1/228; El-Banî, Silsiletu’s-Sahîhe, 3/298.

[53]Müslüm, Salat, 7/13; Ahmet b. Hanbel, Müsned, 1/181.

[54]Âclunî, Keşfu’l-Hafâ, 1/393; Suyûtî, Durer, s.85.

[55]Kurtubî Tefsiri, 19/220.

[56] Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid,        10/246; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 8/82; Taberanî,

Mu’cemu’l-Kebîr, 19/350; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s.6075; Beğavî, Şehu’s-Sünne, 8/12; Munzirî, et- Terğîb ve ’t-Terhîb, 4/162; Buharı, Tarîhu’l-Kebîr, 5/45; Ebû Nuâym, Hilyetu’l-Evliyâ, 2/64; Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/492.

[57]Hâkim, Müstedrek, 4/311; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s.302; Suyûtî, Cem’u’l-Cevamî’, s.5992; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 1/425; Tebrizî,Mişkâtu’l-Mesâbîh, s.5228.

[58] Zebîdî, İthafu ’s-Sadeti ’l-Muttakîn, 9/284: Ebû Nuâym, Hilyetu’l-Evliyâ, 1/226.

[59]Hâkim.A/üs/edrek. 2/604; Hamzavî, Menahilu’s-Safa, 10/308; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 7/572; Hindî, Kenzu’lûmmal, s.32040, 33682; Hattabî, İslahu Hatai ’l-Muhaddisin, s. 29.

[60] Müslim, Sahihu Müslim, Zühd ve Mukaddime, 1; Tirmizî, s. 2324; İbn. Mace, Sünen, s. 4113; İbn Hanbel, 2/197; Hâkim, Müstedrek,                                            3/604, 4/315; Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid,        10/288,                                                  289;

Taberânî, Mucmu’l-Kebîr, 6/289; Beğavî, Şerhu’s-Sunne, 14/296, 297; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l- Muttakîn, 7/412; Münzîrî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 3/238; Tebrîzî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, s. 5158; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s. 6081, 6082, 29261; Îrakî, el-Muğnî, 3/197, Ebû Nuâym, Hilyetu’l-Evliyâ, 6/234, 8/177; 4/127; İbn Hacer, Metalibu’l-Âliye, s. 3171; Bağdadî, Tarîhu Bağdad, 6/401, 12/432; Suyûtî, Dureru’l-Muntesira, s. 83; Aliyyu’l-Kârî, Esrâru’l-Merfûâ, s. 366; İbn Ebî Hatem er-Razî, Îlelu’l- Hadis, s. 1917.

[61]Şihab, Müsned, s. 1160, 1161; İbn Kesîr Tefsiri, 5/381; Beğavî, Şerhu’s-Sunne, 12/213; Tebrîzî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, s. 800; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 7/162; İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n- Nihaye,        6/299; Suyutî,Durrul-Mensur, 4/342; Beyhakî, Delailu’n-Nübûvve, 1/158; İbn Sa’d,

Tabâkâtu’l-Kübrâ, 1/128; İsa el-Hâlebî,Mizanu’l-İ’tidal, s.7211; İbn Hacer, Lisanu’l-Mizan, 5/233; İbn Adiy, el-Kâmil fı ’z-Zuâfa, 4/1546.

[62]Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/137; Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid, 3/41, 125, 10/240, 241; Taberanî, Mu’cemu’l-Kebîr, 8/148; Heysemî, Mevarîdu’z-Zem’an, s. 2481; Abdurrezzak, Musannef, s. 1649; İbn Şeybe, Musannef, 3/372; Suyûtî, Durru’l-Mensûr, 2/57; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 9/905; Şuceyrî, Emalî, 2/205, 213; İbn Âskir, Tehzibu Tarihi Dımaşk, 4/271.

[63]Tirmizî, Sünen, s. 1209; Daremi, Sünen, 2/247; Suyûtî, Durru’l-Mensur, 2/144; Hindî, Kenzu’l- Ûmmal, s. 9217; Tebrîzî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, s. 2796,2797; Münzîrî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 2/585; Beğavî, Şerhu’s-Sunne, 8/4; Kurtûbî Tefsiri, 5/156; Heysemî, el-Fetava, s. 44; Darekutni, Sünen, 3/7; İbn Ebî Hatem er-Razi, İlelul-Hadis, s. 1156.

[64]Bu söz hadis değil hz.İbnMüseyyib’ in Sahabenin bana yaptığı bir tavsiyedir.” Sözünden sahabe sözü olduğunu anlıyoruz.

[65]el-Muttaki el-Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, Hadis No. 29263.

[66] Müslim, s.232; İbnMace, Sünen, s.3986,3988; Tahavî, Müşkilu’l-Âsar, 1/298; Şihab, Müsned, s.1054; Hatib el-Bağdadî, TarîhuBağdad, 3/272, 11/307, 12/257; KurtûbîTefsiri, 4/172, 8/1181; Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid,      7/278; Sehmî, TarîhuCürcan,                     s.217; İbnÂsakir, Tehzibu Tarihi

Dımaşk, 1/39; EbûAvane, Müsned, 1/102; Tebrizî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, s.159; Hindî, Kenzu’l- Ûmmal, s.1201; İbn Hacer, Fethü’l-Barî, 7/7; Suyûtî, Dureru’l-Muntesire, s.57.

[67]Sahihî Müslim, s.1383,1384; Ahmet b. Hanbel, Müsned, 1/32; Zebîdî, İthfSadeti’l-Muttakîn, 9/228; Kurtubî Tefsiri, 16/263; Îrakî, el-Muğnî, 4/168; İbn Hacer, Fethü’l-Barî, 8/1289; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s.2990, 29939, 30012; Âliyyu’l-Karî, el-Esrâru’l-Merfuâ, s.444.

[68]Mekr kelime olarak tuzak demektir. Bu sözlük anlamıdır fakat burada azabmansınadır. Şu ayette olduğu gibi “Allah'ın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın (böyle) mühlet vermesinden emin olamaz.” A’raf/ 99.

[69]Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/354.

[70] Sahihi Buharı, 2/63, 6/169,7/124; Müslüm, Sifatu'l-Munafikin, 79, 80,81; Tirmizî, Sünen, s. 412; İbnMace, Sünen, s. 1419, 1420; Ahmet b. Hanbel, Müsned, 4/251, 255, 6/115; Beyhâkî, Sünen, 2/497, 3/16, 7/39; Taberânî, Mucemu's-Sağir,            1/71,  118; Heysemî, Mecmeû'z-Zevaid, 2/271;

Münzîrî, et-Terğîbve't-Terhîb,        1/26, 2/373; Beğavî, Şerhu's-Sunne, 4/174, 7/387, İbn Hacer,

Fethü’l-Bârî, 8/584, 9/105, Tebrîzî, Mişkâtu'l-Mesâbîh, s. 1220; Hâlebî, Mizanu'l-İ'tidal, s. 4731; İbnHayyan, El-Mecruhin, 1/161, 2/31; Kadı İyaz, Eş-Şifa, 1/465, 2/251, 391, 9/47, 59; İbn Mübarek, Zühd, 36; Tirmizî, Şemail, 140; Suyûtî, Durru'l-Mensur, 2/111, 6/70; Hindî, Kenzu'l-Ûmmal, s. 18580, 18581; İbnAbdilber, Temhid, 6/224; İbnEbîŞeybe, Musannef, 13/232.

[71]Hâlebî,Mizanu'l-İtidal, s. 4493; İbn Es-Sinni,Âmelu'l-Yevmve’l-Leyl, s. 39; Heysemî, Mevarîdu'z- Zem 'an, s. 2361; Suyûtî, Durru'l-Mensur, 1/154.

[72]Beyhâkî, Delailu’n-Nubuvve, 1/417.

[73]Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid, 1/42; Dûlabî, el-Kinave ’l-Esmâ, 1/46.

[74] Davud, Sünen, s. 4941; Tirmizî, Sünen, s. 1924; Ahmed b. Hanbel, Müsned, /160; Beyhakî, Sünen, 2/160; Hâkim, Müstedrek, 9/41; Munzirî, et-Terğîbve’t-Terhîb, 3/202; Tebrizî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, s.4969; Suyutî, Durru’l-Mensur, 6/65; Fethü’l-Barî, 13/359; İbnEbŞeybe, Musannef, 8/338; Buharî, Tarîhu’l-Kebîr, 9/64; Hatib el-Bağdadî, TarîhuBağdad, 3/260, 438; Âclunî, Keşfu’l-Hafâ, 1/525; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s. 5969.

[75]Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu. Bakara süresi 34. ayettinde haber verildiği gibi meleklerin Ademe secde edişine müttali olduğumu söylüyor... Elbette Bundan sonra Hz. Adem ve nesli, aslı cinlerden olup, sonra şeytanların başı olan İblis ve nesline uyup uymamakta sınanacaklardır.





Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar