Letâif’ül Minen Fî Menakibi Eş-Şeyh Ebi’l-Abbâs El- Murs’î Ve Şeyhihi Ebi’l-Hasan
لطائف المنن لابن عطاء السكندري
لطائف المنن للعارف بالله ابن عطاء الله السكندري
https://archive.org/details/20191208_20191208_2102/page/n103/mode/2upHazırlayan: Kadri OGUL
Velileri için rahmet kapılarını açan, nefslerini
ayrılık bağından çözen Allah’a hamd olsun. Böylece onlar O’nun hizmetini
üstlendiler. Kendi nuruyla onların akıllarını destekledi de o akıllar, O’nun
kudretinin ne kadar muhteşem olduğunu gördüler. Kalplerini ağyârdan koruyup
âsârın sûretini onlardan sildi, ta ki, mârifetini kazandılar. Onlar O’nun
tutsaklarıyken, kemalinin kutsiyetini, varlığının sıfatlarını onların ruhlarına
keşfetti, böylece birliğine şahid olarak hakkaniyete erdiler. Onları kendi
nefislerinden alıverdi ve yok etti, böylece onlar O’nun hüviyetinin denizinde
gark oldular. Kendi husûsîyetinin ehli için birleştirici taburlarıyla tefrika
ordularını dağıttı. Ferdiyetine ait olmayanlara izhar olmasın diye nurların
yardımıyla sırlarını korudu. Rubûbiyetini görmek için yol tutanları doğruya
iletmek için zihinlerin semasına ilim yıldızlarını doğurdu. Issız çölde tevhîd
ayını aydınlattı, böylece kâinat O’nun varlığının ezeliliğinde dürüldü. Kâinat
onun ezeliliğinde yoktu ki ebediyetinde olsun. Bilakis mahlûkâta izafe
olmaksızın O Evveldir, Âhirdir. Hakeza O Zahirdir ve Batindir. Varlık yoktu ki
O’nun kutsiyetiyle kıyaslanabilsin.
Celal ve azamet sıfatlarından dolayı O’na hamd vacip
olduğundan O’na hamd ederim. O’na şükrederim, zira nimetlerinin bolluğundan O
şükre layıktır. Onun rahmetinden ümitvarım, rahmetiyle her şeyi kuşatıp yüce
ikramıyla açıkta ve gizlilikte kullarını örtmüşken ondan nasıl ümitvar olmam.
O’nun ehadiyet haklarını yerine getirme konusundaki eksikliğimi itiraf
ediyorum. Zatının ve sıfatının ihata edilemeyeceğini biliyorum. Kendisinin kula
olan lütfu dışında kulun hiç bir şeyi yoktur. O’nun kula izafe ettikleri
dışında, iyilikler kula izafe edilmez. Dayanak olarak ancak O’na tevekkül
edilerek yardım alınır. O Âzizdir, Kâdirdir, Hâkimdir, Kâhirdir, her failin
fiilini ve bakanın nazarını gözetendir. Kalptekiler O’ndan gizli değildir.
Sırlara barınanlar O’nun ilminden gizlenmez. Mülkünde hikmetini, melekûtunda
kudretini izhar etmiş ve her şeye tanıtmış, hiçbir şey rubûbiyetini inkâr
etmemiştir (sayfa 5).
Yaratma ve emir ancak o’nundur. Âlemlerin Rabbi Allah
yücedir.
Allah’tan başka ilah olmadığına, O’nun tek ve
ortağının olmadığına, her şey O’nun ulûhiyetinde tek olduğuna şehadet ederim.
Yaratılmışlardan seçilen, gayp âleminde kendisine şehadet edilen, mevlasına
kullukta tam ve fa sahibi olan Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in, O’nun kulu
ve elçisi olduğuna da şehadet ederim. Allah’ın rahmet ve selameti her daim
onun, ailesinin ve ashabının üzerine olsun.
Ben bu kitapta, efendimiz, mevlâmız, âriflerin kutbu,
mürşitlerin rehberi, sûfîlerin dayanağı, sülûk edenlerin mürşidi, helak
olanların kurtarıcısı, ansiklopedi, harf ve ilimlerin bilgisine sahip olan,
basiret nuruyla konuşan, sırlarda kâmil olan, yâkîn ehlinin sığınağı, vuslata
ermişlerin seçkini, mârifetlerin güneşini battıktan sonra ortaya çıkaran,
kaybolduktan sonra nüktelerin sırlarını izhar eden, Allah’a ulaşan ve ulaştıran
Ebû’l-Abbâs el-Mursî’nin faziletlerinden bir kaç cümle anlatmak istedim. Yüce
Allah onu kendi kutsiyetinde bulundursun. Zamanların geçmesiyle onu, ünsiyet
bulacağı kişilerle faydalandırsın. Bir de onun şeyhini, kendisinin ondan
aktardığı menzilelerini, ondan duyduklarını, kerametlerini, bilgisini,
sırlarını, Allah ile olan muamelesini, Allah’ın bir âyetin tefsirinde kendisine
söylediklerini, Rasûlullah’tan nakledilen bir haberin manasını izhar edişini,
ehl-i tarikten birinden aktarılıp anlaşılmayan hakikât üzerine söylediklerini,
kendi şeyhi, Şeyh Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî (r.a.)’den naklettiklerini, kendisinin
söylediği veya kendisinin huzurunda söylenen şiirleri ya da ehl-i tarikin
zikrini içeren şiirlerini de anlatacağım. Onunla ilgili az veya çok tesbit
edebildiklerimi nakledeceğim. Şeyh Ebû’l-Hasan (k.s.) kendisi her hangi bir
kitap yazmamış olsa da onun arkadaşları sözlerinden bir kısmını tesbit
etmişler. Onunla ilgili bana ulaşan bilgiye göre kendisine:
Efendim! Neden Allah’a delalet eden ve bu toplum
bilimiyle ilgili bir kitap yazmıyorsunuz?
denmiş, bunun üzerine: Benim kitaplarım arkadaşlarımdır, cevabını
vermiştir.
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs (r.a.) da bu konuda herhangi bir
kitap yazmamıştır. Bunun sebebi de şudur: Bu tâifenin bilgisi tahkik
bilgisidir, umum insanların akılları onu taşıyamaz.
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum:
Bu gurubun kitablarıındakilerin tümü, tahkik denizinin
sahillerinden ibarettir.
Şeyhimizin arkadaşlarından hiç birinin Ebû’l-Abbâs
(r.a.)’ın tüm söylediklerini, içindeki esrârları, bilgileri (sayfa 6) ve ilginç
yönlerini söylemeye giriştiğini görmedim. Bu durumu, Allah’a istihârede bulunup
ondan yardım diledikten sonra beni bu kitabı yazmaya sevk etti. En hayırlı
yardımcı o’dur. Beni açık yola ulaştırmasını ondan diledim.
Bu kitabı önsöz, on bâb ve bir hâtime şeklinde
bölümlere ayırdım.
Önsözde:
Peygamberimiz(salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in, insanoğlunun en faziletlisi,
hatta tüm mahlûkâtın en faziletlisi olduğuna dair delil getirmeyi kapsıyor.
Allah’ın kitabından ve Hz. Peygamberin sünnetinden ona delalet eden delillerle
makâmları müstakil olarak ele aldım. Tüm evliyâların hakikat-i Muhammediyeden
istimdat olunduğunu beyan ettim. Evliyâlar nübüvvet nurunun yansımalarıdır.
Nübüvvet nurunun devam etmesi gerektiği için, velâyet nurunun sübutunun kaim
olduğunu bildirdim. Risalet, nübüvvet ve velâyet arasındaki farkları anlattım.
Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in: “âlimler, peygamberlerin varisleridir” sözündeki mirasa kimin
daha layık olduğunu açıkladım. Allah’ın övdüğü ilmin hangisi olduğunu, Allah
katında takarruba daha layık olan âlimlerin hangileri olduğunu, zahir
evliyâların, karanlık dönemlerde nurlarını ortaya çıkaranların Allah’ın onların
nurlarını arttırmasından daha evla olduğunu, nûr ordusuyla gaflet ordusunu
yenmek için, zulmet zamanlarıyla müdafaâ da bulunmak için galip olmalarını
gerektirecek yardımı yakînlerinden ötürü elde edeceklerini açıkladım. Kitap ve
hadislerin içinde geçen velâyetin kısımlarını, velinin izzet ve değerini,
rütbesinin büyüklüğünü, konumunun yüceliğini anlattım ki, velilerin
haberlerinden ve kerametlerinden aktaracaklarımı tasdik etme konusunda bir ön
hazırlık olsun.
Birinci bâb:
Kendisinden bu yüce şânı aldığı şeyhini tanıtma, kendi dönemindeki muayyen
âlimlerin onun zamanın kutbu olduğu, kendi döneminde âyân ehl-inin bayrağını
taşıdığına dair şehadetlerinin hakkındadır.
İkinci bâb:
Şeyhinin: Kendisinin makâmın varisi olduğuna, aşkın biri olduğuna ve kendisi
hakkında ona verilen büyük nimetlerden bahsetmesi ve velilerin onun hakkında:
En faziletli meram için Allah’a ulaştığına dair şehadetleri hakkındadır.
Üçüncü bâb:
Tecrübeleri, menzileleri, mükâşefeleri ve arkadaşlarının kendisi ile tavaffuk
ettikleri hakkındadır.
Dördüncü bâb:
İlmi, zühdü, verâsı, himmetinin yüceliği, hilmi, sabrı ve yolunun doğruluğu
hakkındadır.
Beşinci bâb:
Allah’ın kitabının manasını izhar edip açıklamak üzere konuştuğu bir kaç âyet
hakkındadır (sayfa 7).
Altıncı bâb: Peygamberin
hadislerinden açıklayıp, husûsî ehlin mezheplerince içindeki esrârları açığa
çıkarma konusu hakkındadır.
Yedinci bâb:
Ehl-i hakikâtin kelamından manası müşkil olanlar hakkındadır.
Sekizinci bâb:
Hakikâtler, makâmlar ve kapalı konuların keşfiyle ilgili söyledikleri
hakkındadır.
Dokuzuncu bâb: Ebû’l-Abbâs’ın
söylediği veya onun huzurunda söylenen şiirleri içermektedir.
Onuncu bâb:
Konuşmalarından sonraki dua ve zikri, ilminden alanlar için düzenlediği hizbi
ve bunun levâzımatı olan kendi şeyhi Ebû’l-Hasan’ın zikri ve hizbi hakkındadır.
Hatime: Allaha
doğru hareketlenmemize sebep olan, nazım ve nesir olarak vasiyetleri ve bizim
ona nispetle olan bağlılığımız hakkındadır. Bu, kitabın sonudur. Ancak bunlar
Şeyhten duyduklarımın tamamıdan ibaret değildir. Bunlar, bu kitabı yazarken
hazırladıklarımdır. Her hazırladığım şeyin ispatı mümkün değildir. Bununla,
husûsen bu tâifeye, umûmen diğerlerine fayda vermeyi amaçladım ki, Allah’ın
nimetlerinden kendilerine pay biçtiği ve hidâyet nurundan kalbine nûr koyduğu
kişi bu tâifenin hâllerine inansın. Hem böylece yalanlayan itirafa, büyüklenen
de insafa gelsin, Allah kendisine hidâyet murat ettiği kişiye hüccet açık
olması için ve Allah’ın inâyetinin kendisine yardım etmediği kişiye de hüccet
olsun diye. Böylece bu gruptan doğrulayana, doğruluğu ile velâyetten bir nasip
ve inâyetten bir yakınlık olsun.
Cüneyd (r.a.) demiş ki: Bizim ilmimizi tasdik
velayettir. Sana verilen nimeti kaçırsan da hiç olmazsa başkasına verilen
nimeti tasdik etme fırsatını kaçırmayasın. Bol yağmur isabet etmese bile ona
çiseleme yeter (Bakara 265).
Bazı ârifler şöyle demiştir: “Fetih ancak fetihle
(Allah’ın yol göstermesiyle) olur.” Bu sözün doğruluğunu tasdik eden
Allah’ın şu sözüdür: (sayfa 8)
“Allah her kime bir nûr vermemişse, onun nurda bir
payı yoktur.”[1], “Hatırlat! Senin hatırlatman mü’minlere fayda
verir.”[2], “Bunda, kalbi olanın veya kulak verenin ve şahit
olan için öğüt vardır.” [3] ."Ancak akıl sahipleri, hatırlayabilirler.
”[4]
Allah bir kuluna hayır dilediğinde: Onu. evliyâullahın
getirdiklerini aklı almasa da tasdik edenlerden eyler. Allah. Velilerine sadece
kulların akıllarının kavrayabileceğini hibe etmek mecburiyetindemidir? Rivayete
göre: Onları yalanlayanların kötü âkîbetlerinden korkulur.
Ebû Turab en-Nahşî şöyle der: Kim kerametleri
tasdik etmezse gerçeği inkâr etmiş olur. Yani işin hakikâti kendinden
gizlenmiş ve Allah’ın kudretine şahitlik kendisinden gizlenmiştir. Allah. bizi
ve seni kullarına olan faziletini itiraf edenlerden. sevgi ehlindeki inâyetinin
eserini tasdik edenlerden eylesin. O. bunun velisi ve buna gücü yetenlerdendir.
Kitabın içinde: Müşkil şeylerin üzerinde konuşmayı. kapalı olan şeylerin
çözümünü. açık olan durumlara işareti. bu tâifeye tamamen inanmayanların
gözlerinin esrârını izhar edeceğim. Yüce Allah bunu kendi rızasına uygun
eylesin. Ve samimiyeti sonlandıran bataklıktan korusun. Sözlerde. fiillerde ve
hâllerde doğrulukla üzerimize nimetlerini versin. Şimdiki zama nda ve gelecekte
kendisini tanıyanlardan eylesin. Kendisini anlamakla ve dinlemekle
faziletlendirsin. O Kadir olan ilahtır. icabet etmeye layıktır. Eserin adını. "Letâif’ül- Minen fi
Menakibi Şeyh Ebi’l-Abbâs ve şeyhihi Ebi ’l-Hasan”” koydum.
Bil ki. Allah umûmî nimetlerini tamamlamayı. rahmetini
indirmeyi dilediğinde. onun büyük fazileti. kulların üzerine mârifetinin
varlığıyla nimetlendirmeyi gerektirdi. Yüce Allah. avâm aklının. rubûbiyetini
telakkî etmekten aciz olduğunu bildiği için. kendisinden gelenlerin kabulü için
peygamberlerde genel bir isti’dad yarattı. Kendilerine tevdî ettiği husûsîyetin
sırrıyla ondan telakkide bulunurlar. Kulları onun birliği üzerine toplamak için
ondan telkinde bulunurlar. Onlar. nurların berzahları. esrârın madenleridirler.
Onlar rahmettir ve hidâyetçidirler. O’nun tarafından arınmışlar. Sırlarını onun
ezelinde. ağyarın köleliğinden özgürleştirmiştir. İnayetinin varlığı ile
eserlere meyletmekten onları korumuştur. Sadece onu seviyorlar ve rab olarak
ondan başkasına kulluk etmiyorlar. Onun emri ile üzerlerine ruh ilkâ edilir.
Onlara destekle yardımlar kesintisiz olur. Nübüvvet ve risâlet feleği, iş
başlangıçtaki hâline dönene kadar dönmeye devam etti. Seçkinlik kemali olanla
sonuçlandı. O, Peygamberimiz Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in kâmil bir
seyit, kaim ve fatih, sırların sırrı ve nurların nurunun mührü, bu dünyanın
onurlandırıcısıdır. Bu dünyada mahlûkat üzerinde nur olarak en yücedir. İftihar
olarak en mükemmel olanıdır. Kur’an buna delalet ediyor. Yüce Allah şöyle
buyurmuş: “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” ( Enbiya,
107) kendisiyle başkalarına rahmet edilen kişi başkalarından faziletlidir. O,
Allah dışındaki her varlıktan üstündür.
Kendisinin özellikle insanoğlu üzerindeki fazileti şu
sözünde belirtmiştir: “Ben insanoğlunun efendisiyim. Bunda iftihar yoktur.”
Hz. Âdem (a.s.)’ın üzerindeki fazileti ise şu ifadeye
dayanır: “Âdem su ile çamur arasındayken ben peygamberdim' '(sayfa 11).
Bir de şu sözüne dayanır: “Âdem ve ondan sonraki
peygamberler kıyamet gününde benim bayrağımın altındadırlar.'[5] [6] Bir de şu sözüne dayanır: “Ben ilk şefaat eden ve
ilk şefaati kabul olunan kişiyim ve yeryüzünün ilk yarılması esnasında çıkanım.'[7]
Meşhur şefaât hadisi ki, hafız imam, Şeyhve diğer
hadisçilerden Şerefuddin Ebû Muhammed Abdu’l-Mumin b. Hâlef b. Hasan
ed-Dimyâtî, benim ona okumamla ve ya ona okunurken benim dinlememle (tespit
ettiğim kadarıyla) dedi ki, Şeyhân imam Fahruddin Ebû’l-Fazıl Ahmed b.
Abdulaziz et-Temimî ve Ebû’t-Takî Salih b. Şüca el-Mudlicî dediler ki: Bize
Said b. Huseyn b. Muhammed b. Said el-Abbâs el- Me’munî haber verdi ki: Ebû
Abdullah el-Ferâvî demiş: Abdulğafur el-Farisî, Ebû Ahmed Muhammed b. Amreveyh
el-Celudî’den, Ebû İshak Muhammed b. Süfyan’dan, Ebû’l-Huseyn Müslüm b. Haccac
b. Müslim el-Kuşeydî en- Nisâburî’den, Ebû Rabî el-Îtkî’den Hamad b. Zeyd’den,
O da Mabed b. Hilal’dan haber vermiş: Sabit aracılığıyla Enes b. Malik’e
gittik. Kuşluk namazını kılarken ona vardık. Sabit bize izin verdi, içeri
girdik Sabit’i kendi yanındaki divanın yanına oturttu. Ona dedi ki: Ey
EbûHamza!Kardeşlerin Basra’dan gelmiş, sana şefaât hadisini soruyorlar? şöyle
dedi: Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) bize şu kelamla bildirdi: “Kıyamet gününde insanlar birbirlerine
müracaat ederler. Âdem(a.s) ’e gelip kendi zürriyetine şefaat et derler.
Âdem(a.s.): “Ben bunu yapamam, fakat İbrahim (a.s.) ’e gitmenizi tavsiye
ederim. O Allah’ın dostudur” der. İbrahim (a.s.)’a gelince o da: “Bende bunun
ehli değilim ancak size Musa (a.s.) ’ı öneririm. O kelimullahtır” der. Ona
gelirler o da: “Ben bu işin ehli değilim. Size İsa (a.s.) ’ı tavsiye ederim.
Zira o Allah’ın ruhu ve hikmetidir” der. Ona gelirler, o da: “Ben bu işin ehli
değilim ancak Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’e gitmenizi öneririm” der. Bunun üzerine bana gelirler ve ben
derim ki: “Ben bu işin ehliyim”.Rabbimden izin isterim, bana izin verilir. Onun
huzurunda durur: Ancak Allah’ın bana ilhamıyla yapabileceğim övgülerle ona
hamdeder, sonra secdeye varırım. Bana denilecek ki: Ey Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) başını kaldır,
söyle, sözün dinlenir (sayfa 12).
İste, isteğin verilir. Şefaat et şefaatin kabul
olunur. Bunun üzerine ben diyeceğim ki, ümmetim... Bana denilecek ki, git her
kim kalbinde bir buğday veya arpa tanesi ağırlığınca iman bulunursa, Allah onu
oradan çıkaracaktır. Ben gider bunu yaparım. Sonra Rabbime döner, bu övgülerle
onu överim, sonra tekrar secdeye varırım, bunun üzerine bana denilecek ki,
kaldır başını sözün dinlenir, isteğin verilir, şefaatin kabul olunur. ‘Ümmetim!
Ümmetim!’ diyeceğim. Denilecek ki, ‘git, her kimin kalbinde hardal tanesi
ağırlığınca iman bulunursa onu oradan çıkaracağım.’ Bunun üzerine gider bunu
yaparım. Sonra tekrar Rabbime döner, ona hamdeder ve secde ederim. Yine bana
denilecek ki: ‘Ey Muhammed! Başını kaldır ve konuş dinlenirsin, iste
verilirsin, şefaat et şefaatin kabul olunur. ’ Ben: ‘Ey Rabbim ümmetim!
Ümmetim!’Diyeceğim, bana denilecek ki git, her kim ki kalbinde hardal
tanesinden çok daha az miktarda iman bulunursa dahi onu ateşten çıkaracağım.
Bunun üzerine ben gider bunu yaparım. ”[8]
Bu, Enes (r.a.)’tan haber verdiğimiz hadistir. Onun
yanından çıkıp Cubâne denilen yere vardığımızda, Hasan’ın yanına gitsek dedik.
O,Ebû Halife’nin evinde saklanıyordu. İçeri girip selam verdik ve kendisine:
“Ey Ebû Said, kardeşin Ebû Hamza’nın yanından geliyoruz, şefaât hakkında
benzerini duymadığımız bir hadisi bize söyledi” dedik. Bana hadisi söyleyin
dedi, ona hadisi söyledik. Devam edin, dedi, bundan fazlasını söylemediğini
söyledik. O da dedi ki: Bize bu hadisi yirmi sene önce daha hafızası daha derli
topluyken anlatmıştı. Size bir kısmını anlatmamış. Bilmiyorum, acaba unuttuğu
için mi yoksa söylemek istemediği için mi? Biz de ona o hâlde sen bize anlat
dedik. Güldü ve dedi ki: İnsan aceleci olarak yaratılmış. Bunu hatırlatmamın
sebebi, elbette hadisi söylemek istememdir. Ondan sonra dedi ki: “Dördüncü
kez Rabbime döneceğim. Yine o övgülerle ona hamd edip secdeye varacağım. Bana
ilk söylenenin benzeri söylenecek. Ben: Lailaheillellah diyenler hakkında bana
izin ver diyeceğim. Bana diyecek ki: Bu sana verilmeyecek, ancak izzetim,
kibriyam ve azametime and olsun ki, kim lailaheillellah derse onu ateşten
çıkaracağım!” Ben Hasan’a şahitlik ederim ki, o bize bunu konuştu ve yirmi
sene önce Hz. Enes’ten henüz hafızası topluyken okuduğunu dinlemiş. Allah’ın
rahmeti senin üzerine olsun, şu hadisin içerdiği, Rasûlullah’ın kadrinin
büyüklüğüne ve yüceliğine bir bak. Büyük peygamberler ve nebiler,
mahşerdekilerin hepsi hakkındaki genel şefaat konusunda onunla
tartışmamışlardır.
Eğer desen: Neden Hz. Âdem insanları, başka bir
hadiste Hz. Nuh’a bu hadiste Hz. İbrahim’e göndermiş, Hz. Nuh; Hz. İbrahim’e,
Hz. İbrahim; Hz. Musa’ya, Hz. Musa; Hz. İsa’ya, Hz. İsa da Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e göndermiş de,
baştan direkt Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’e göndermemiş?
Bil ki: Eğer baştan direkt Hz.Peygamber’imize
gönderseydi, hadisten başkalarının bu hakka sahip olmadıkları
anlaşılmazdı(sayfa 13).
Yüce Allah diledi ki, her bir peygamber kendinden
sonrakini göstersin. Her biri ben buna ehil değilim diyerek, Hz. İsa’ya
gelinceye kadar o rütbeye teslim oluyor, o da Rasûlullah’ı gösterdi ve Rasûl:
“Ben buna ehilim” dedi. Hadiste birçok fayda vardır ki, iman çoğalıp eksilir ve
bunun dışında şu faydalar da vardır:
Marifetlerin sonu yoktur. Zira şöyle diyordu:
“Allah bana ilham etmese asla onlara güç yetiremeyeceğim.”[9] [10] Yine şu söz de buna şahittir. “sana övgülerini
sayamam. Sen, kendini övdüğün gibisin.”5 Allah’ın şu sözü de
buna şahittir: “ama onlar (Allah’ı) ilmen kuşatamazlar.” (Taha, 110) ve
daha bunların dışında başka faydaları da vardır ki, onlardan konuşursak kitabın
amacının dışına çıkmış oluruz.
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’tan şöyle dediğini duydum: Bütün
peygamberler rahmetten yaratılmıştır. Peygamberimiz ise rahmetin kaynağıdır.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.”
(Enbiya, 107) Rasûlullah, Allah’a açık basiretle üstün beyyineyle davette
bulundu. İdrak edilecekleri anlaşılmaya yakınlaştırdı. Sülûk edilecek yolları
açıkladı. Hidâyet yolunun sülûk edilmesini teşvik etti. Kötü yollardan
sakındırdı. Allah’a yaklaştıracak her şeye davet etti. Kulun Allah ile
takınması gereken her edebe teşvik etti. Allah’tan alıkoyacak her şeyden
kulları sakındırdı. Allah’tan koparacak her amelden uzaklaştırdı. Allah’tan
uzaklaştıracak bataklıktan ve helak eden yerlerden kurtarmak için nasihat
etmeyi ihmal etmedi. Ta ki şirk gecesi yok oldu, tozları tükendi ve iman
aydınlığı saçtı, nûrları parıldadı. Rasûlullah din bayrağını yükseltti,
nizamını tamamladı, farzlarını ve ahkâmını kararlaştırdı, helal ve haramını
açıkladı. Kullar için ahkâmı beyan ettiği gibi, onlara anlayış kapılarını da
açtı. Öyle ki râvi şöyle diyor: Rasûlullah bizi öyle bir hâlde bıraktı ki artık
bir kuşun gökyüzündeki hareketinden bile hakkıyla bir bilgi elde ediyorduk.
Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Dinde zorlama yoktur. Artık Doğruluk eğrilikten
ayrılmıştır.” (Bakara, 256) “Bu gün sizin için dininizi kemâle erdirdim.
Üzerinize olan nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslam’ı seçtim.”
(Maide,3)
Peygamberimiz şöyle buyurmuş: “Onu bembeyaz ve
tertemiz olarak bıraktım. ”Ümmeti için bir nebiye vereceği en hayırlı
mükâfatla, Allah onu mükâfatlandırsın.
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), doğru yolun
açıklamasını kemâle ulaştırdığında, kulları için Allah’a ulaştıran yolları
meydana çıkardığında (sayfa 14), dünya ve ahiret seçenekleri kendisine sunulup
onun Yüce Dostu tercihinden sonra, Allah onu vefat ettirip onu daha hayırlı
olan diyara götürdü. Ondan sonra ondan aldıkları mirasla Allah onun ümmetinden
daimi davetçiler kıldı. HakTeâla da onların buna ehil olduklarına şahitlik
etmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “De ki bu benim yolumdur.
Ben ve bana uyanlar bir basiret üzerine Allah’a davet ederiz.” (Yusuf, 108)
Şeyh Ebû’l-Abbâs (r.a.)şöyle der: Tabi olanlardan her
birinin yolunu belirleyecek ve onu buna götürecek bir gözlem. Şeyhin dediğinin
delili; Rasûlullah, farklı yöntemlerle ashabına farklı tavsiyelerde bulunur.
Bilal’e: "Infak et ey Bilal, arş sahibinin azaltmasından korkma”5
demiştir.
Malının hepsini vermek isteyen başka birine de:
“Malını kendine bırak. Varislerini zengin olarak bırakman, onları fakir ve
insanlardan dilenenler olarak bırakmandan daha hayırlıdır”660
demiş.
Bana tavsiyede bulun diyen adama: “Kavminden Salih
olan birinden hayâ ettiğin gibi Allah ’tan hayâ et” demiş.
Bir başkası da: Bana tavsiyede bulun der. Allah resûle
de kendisine “sinirlerine hâkim ol” dedi.[11] [12] [13] (sayfa 15)
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum:
YüceAllah “ve bana uyanlar” sözüyle uyanlara basiret kapısını açmıştır.
Şeyh: Allah’ın,‘“De ki bu benim yolumdur. Benve bana uyanlar bir basiret
üzerine Allah’a davet ederiz” (Yusuf, 108) sözünden murad, dil kaidesinin
gereği şudur: Yani bana uyanlar da basiret üzerine Allah’a davette bulunurlar.
Zira sen: Zeyd sultana nasihat üzere davette bulunuyor ve tebası da dediğinde,
Yani tebası da nasihat üzere davette bulunuyor. Bu sabit olduğuna göre, rasûl,
kâmil risalet basiretiyle davette bulunuyor. Evliyâlar da, kutubluk,
sıddikiyyet ve velayet basiretine göre insanları Allaha davet ederler. Âlimler
peygamberlerin varisleridir.”[14] “Peygamberler dinar ve dirhemi miras bırakmazlar.
Onlar ancak ilim miras bırakırlar!”, “Ümmetimin âlimleri, İsrail oğullarının
nebileri gibidir.”
Burada bir nükte vardır: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ümmetimin
âlimleri
İsrailoğullarının rasûlleri gibidir dememiş.
İnsanlardan bazıları zannetmiş ki; nebi, kendi kendine nebi olan haber
verendir; rasûl, başkalarına gönderilendir. Durum bunu söyleyenin düşündüğü
gibi değildir. Eğer öyle olsaydı, “ Ümmetimin âlimleri, İsrail oğullarının
nebileri gibidir.” Sözünde, neden özellikle nebiler zikredilirdi? Allah’ın:
“Senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman,
şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah, şeytanın
vesvesesini giderir. Sonra Allah, âyetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Hac, 52) sözü bu görüşü geçersiz
kılar. Bu gösterdi ki, rasûl hükmü her ikisini de kapsıyor. Ehli ilimden
bazılarının dediği gibi fark şudur: Nebi yeni bir şerîât getirmez. Kendinden
öncekinin şerîâtını takrir etmek için gelir. Yuşa b. Nun gibi, o Musa (a.s.)„ın
şerîâtını takrir (sayfa 16),
Bir açıklama: Bil
ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’in “Âlimler, nebilerin varisleridir. Ümmetimin âlimleri, Beni İsrail’in
nebileri gibidir. Nebiler dinar ve dirhem miras bırakmamışlar. Onlar ancak ilmi
miras bırakmışlar. Dikkat edin! Dünya ve içindekiler, Allah Teâlâyı zikretmek
(Allah’a itaatkârlık), buna yardımcı olacak şeyler, âlim ve müteallim (ilim
talebesi) hariç lanetlenmiştir. Melekler, ilim tâlibine kanatlarını gererler”
sözü ve Allah’ın: “Allah, melekler ve ilim sahipleri Allah’tan başka ilah
olmadığına şahitlik ettiler.” (Al-i İmran, 18) veHayır, o, kendilerine ilim
verilenlerin kalplerindeki apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi ancak zalimler
inkâr eder.(Ankebut, 49) gibi ayetlerde. Allah’ın ve Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ın sözlerinde ne zaman “ilim” geçerse, ondan murat: Kendisine
haşyetin dayandığı, beraberinde inâbenin bulunduğu, kontrol altına alınmış
arzunun övülen, faydalı ilmidir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah’tan
kulları içinde hakkı ile ancak âlimler haşyet duyarlar”( Fatır, 28) kendisinden
haşyet duymayan âlimlerin ilmini ilim saymadı. Davut (a.s.) dedi ki: “Ya Rabbi,
senden korkmayan bilmemiştir. Emrine itaat etmeyen senden haşyet
duymamıştır.”Allah’ın matlubu olan ilmin
şahidi, Allah için haşyet duymaktır. Haşyetin şahidi,
emrine uygun davranmaktır. Beraberinde dünya isteği ve efendilerine malik olma,
tüm ilgisini onu kesb etmeye harcama, toplayıp biriktirme, böbürlenip çoğaltma,
tulu’l-emel veahireti unutturan ilim, ilim değildir. İlmi böyle bir ilim olan
kişi, nebilerin varisi olmaktan ne kadar uzaktır! Varisten mirasçıya geçecek
şey ancak, varisin yanındaki özelliği ile olur. Âlimlerden bu tür özellikleri
taşıyanlar, mum gibidir. Başkalarını aydınlatırken kendilerini yakıyorlar.
Allah, bu tür özelliği olan ilmi, onun aleyhine bir hüccet, katındaki cezanın
çoğalmasına sebep kılar. Şehirli ve köylülerin ondan faydalanmaları seni
aldatmasın. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş: “Allah bu dini, facir bir adamla destekler.”[15]
Dünyayı kazanmak ve oradaki yüksekliği elde etmek için
ilim öğrenmenin örneği, yakuttan bir kaşıkla pisliği kaldırmak gibidir (sayfa
17).
Araç ne kadar değerlidir! Vesile edildiği şey ise ne
kötüdür! Kırk, elli sene ilim talep ederek onunla amel etmeyenin örneği, bu
müddet miktarınca temizlenip tek bir namaz dahi kılmayanın örneği gibidir. Zira
temizlikten amaç namaz olduğu gibi ilimden amaç da amel etmektir. Adamın biri
Hasan-ı Basri’ye bir mesele sorar, o da ona fetva verir. Adam, fakihler sana
muhâlefet etmiştir, der. Bunun üzerine Hasan, yazıklar olsun sana, sen hiç
fakih gördün mü? Fakih, emrini ve nehyini Allah’tan fıkh edendir, der.
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: “Fakih:
Kalbinin gözlerinin üzerindeki perdeyi yarandır.”Sen her daim davetin Allah’a
olacağını bildiğin gibi, evliyâullahdaki temiz nûrlar, nübûvvetin nûrlarının
onların üzerine bir yansıması olduğunu bil. Hakikât-i Muhammediye’nin örneği
güneş gibidir. Evliyânın kalplerindeki nûrlar, aylar gibidir. Aylar, güneş’in
nurunun kendisinde zuhûr etmesi ve mukabilinde bulunması ile ancak ışık verir.
Güneş, gündüz ışık vererek, gece de kendisinden ışık alan aydaki nûru ile zuhûr
ettiğine göre o hâlde güneşin batışı yoktur. Bundan anlamalısın ki, evliyaların
nurları devamlı olması vaciptir, zira Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nurunun
zuhûru kendilerinde devam ediyor.
Veliler, Allah’ın âyetleridir. Kulları üzerine birer
birer izhar ederek okur. “Bunlar, senin üzerine hakkı ile okuduğumuz Allah’ın
âyetleridir.”
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın “Biz bir âyetin hükmünü
kaldırır veya onu unutturursak, mutlaka ondan daha hayırlısını veya benzerini
getiririz” (Bakara, 106) âyeti hakkında şöyle dediğini duydum: “Yani, Allah’ın
her bir velisinin karşılığında mutlaka ondan daha hayırlısını veya benzerini
getiririz. Bazı âriflere, Allah’ın velileri herhangi bir zamanda eksilirler mi
diye sorulmuş. Cevaben, onlardan biri eksilse gökyüzü suyunu yağdırmaz, yeryüzü
nebatını çıkarmaz. Zamanın fesâdı, sayılarının veya medetlerinin eksilmesi ile
olmaz. Ancak zaman bozulduğunda, onlar var olmalarına rağmen Allah tarafından
gizlenirler. O zamanın insanları, Allah’tan yüz çevirir, Allah’ın dışındakileri
tercih eder, öğüt fayda vermez, uyarı onları Allah’a yönlendirmezse artık
onlar, Allah’ın velilerinin kendileri arasında zuhûr bulmasına ehil değildirler.
Bu yüzden demişler ki Allah’ın velileri, gelindirler. Mücrim olanlar gelinleri
göremez. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Hikmeti ehli olmayana vermeyin, o hâlde hikmete
zulmetmiş olursunuz. Ehlinden de alıkoymayın, o hâlde ehline zulmetmiş
olursunuz.”Yüce Allah, bize Peygamber’inin dili ile “hikmeti ehline verin” diye
tavsiyede bulunmuşsa, o halde bu büyük ahlâka kim daha layıktır? Peygamber
şöyle demiştir: “Arzunun takip edildiğini, cimriliğin arkasından gidildiğini,
dünyanın tercih edildiğini, her görüş sahibinin kendi görüşünü beğendiğini
gördüğünde, sana tavsiyem, kendi nefsine yönel.” (sayfa 18)
Onlar, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
vasiyetini dinlediler, hâlifeler seçtiler, bilakis Allah onlar için bunu seçti,
bununla beraber, aynı zamanda kendilerinden hücceti sülûk eden, hüccet ile kaim
ve zahir olan imamların olması gereklidir. Zira Allah’ın Rasûlü şöyle demiştir:
“Ümmetimden bir grup, hak üzere kıyamete kadar devam edecekler, onlara karşı
çıkan, onlara zarar vermez.”[16]
Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Humeyd
b. Ziyad’a olan hitabında şöyle diyordu: “Allahım, yeryüzünü senin hüccetinle
senin için kaim olanlardan boş bırakma. Onlar sayı olarak azdır ancak, Allah
katındaki değer bakımından büyüktürler. Kalpleri yüce olan yere bağlıdır.
Onlar, Allah’ın kulları ve memleketleri içindeki hâlifeleridir.” En çok görmeyi
arzuladıklarımdır.
İmam Rabbani Muhammed b. Ali et-Tirmizi (r.a.), “Hatm”
adlı kitabında ibn Ömer’e dayandırdığı rivâyette, Rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’ın: “Ümmetim yağmur gibidir. Başı mı sonu mu hayırlıdır
bilinmez” dediğini söylemiştir.
Yine Ebû Derda’ya dayandırdığı bir rivâyette
Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem): “Ümmetimin en hayırlısı başı ve sonudur. Ortasında bulanıklık ve
sıkıntı vardır” buyurmuştur.
Abdurrahman b. Semure’ye dayandırdığı başka bir
rivâyette de şöyle demiştir: “Mute savaşının müjdecisi olarak geldim. Cafer,
Zeyd, İbn Revaha ve beraberinde şehit düşenleri anlattığımda sahabeler
ağladılar. Rasûlullah; ‘sizi ağlatan nedir?’ [17] dedi. Dediler ki; bizim seçkinlerimiz, eşrafımız ve
faziletlilerimiz öldürülmüşken nasıl ağlamayâlim? Bunun üzerine Rasûlullah dedi
ki: Ağlamayın! Benim ümmetimin misali, bir bahçe gibidir ki, sahibi kuyusunu
kazmış, yollarını düzenlemiş, yapraklarını budamış, bir sene bir gruba
yedirmiş, bir sene de bir gruba yedirmiş. Son olarak yedirilen, salkım yönünden
daha iyi, tohumluk olarak daha uzun olabilir. Beni hak üzere gönderene ant
olsun ki, İbn Meryem havarilerinin yerine benim ümmetimden yeni havariler
edinecektir.”[18]
Yine Sehl b. Sad’a dayandırılan bir rivâyette, Allah
Rasûlü demiş: “Ashabımın sulbünün sulbünden öyle erkekler ve kadınlar vardır,
hesapsız cennete girerler (sayfa 19).
Ondan sonra şu âyeti okudu[19] ‘(Bu peygamberi) onlardan henüz kendilerine
katılmamış bulunan diğer insanlara da (göndermiştir.) O, her şeye galiptir,
hüküm ve hikmet sahibidir.” (Cuma, 3)
Bir diğer rivâyette de Rasûlullah şöyle demiştir: “Her
asırda ümmetimden önde olanlar olacaktır.”
Bil ki; -Allah seni has kullarından eylesin,
sevgisinin lütuflarını sana tattırsın.- onların açık ve gizlileri olsun Sıddîk
ve velileri olsun, zamanın fesadı onların nûrlarını bulandırmaz ve değerlerini
düşürmez. Çünkü onlar zamanla değil, zamanı var edenle beraberdirler. Zamanı
var edenle beraber olan zamanın değişmesiyle değişmez. Zamanla beraber olan ise
zamanın değişmesiyle değişir, bulanmasıyla bulanır.
İmam Ebû Abdullah et-Tirmizî(r.a.) şöyle demiştir:
“İnsanlar iki sınıftır; bunlardan biri Allah’ın işçileridir. İyilik ve takva
üzere Allah’a ibadet ederler. Onlar zamanın hayrına ve hak devletin kendilerine
yönelmesine muhtaçtırlar. Zira onların desteği ondandır. Diğer sınıf ise yakîn ehlidir.
Örtüyü açarak ve esbâbı ortadan kaldırarak tevhidin vefası üzere Allah’a ibadet
ederler. Onlar, zamanın kendilerine yönelmesine veya sırt çevirmesine iltifat
etmezler. Onun sırt çevirmesi onlara zarar vermez.” Allah rasûlünün sözüdür:
“Allah’ın öyle kulları vardır ki, onları rahmetiyle onlara yönelir, afiyetinde
ihya eder. Sonrasında gecenin karanlık parçaları gibi fitneler onlara uğrar da
onlara zarar vermez.”[20]
Rasûlllah şöyle demiştir: “ ümmetimin içinde fitneler
olacaktır. Allah’ın ilmiyle ihya ettikleri hariç kimse onlardan kurtulmayacak.”
Tirmizi dedi ki; “yani her gördüklerini, Allah’ın ilmiyle görürler.”
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: “Adam
dediğin gecenin adamlarıdır. Bu dönemin evliyâları biraz zenginlik ve yakîn ile
desteklenirler. İnsanlardaki iflasın çokluğundan dolayı onlara zenginlik
verilir. Yine insanlar indindeki şüphelerin çokluğundan dolayı yakîn verilir.”
Bazı ârifler şöyle demiştir: Allah’ın öyle kulları vardır ki, zamanın karanlığı
arttıkça onların nûrları da artar. Onların misali yıldızlar gibidir. Gecenin
karanlığı arttıkça o yıldızların ışığı da artar. Yıldızların nuru evliyânın
kalbindeki nurun yanında nedir ki, yıldızların nûru bulanır, evliyâların
kalbinin nûrları bulanmaz. Yıldızların nûru dünyaya ulaşır, evliyâlarının
kalplerinin nûrları Allah’a ulaşır. Bu manada bir şiirimiz vardır:
Ey bekleyen gökten yıldızlar!
Aydınlığı daha parlaktır yerdeki yıldızlar
kaybolur göründükten sonra biraz
Bu ise gizlenmekle kararmaz (sayfa 20)
Gecenin karanlığındadır onun rehberliği
Perdeyi kaldırmaktır bunun rehberliği.
Sûfînin biri, bir gün bir fakihin yanında şöyle dedi:
“Allah’ın öyle kulları vardır ki, mihnet zamanındalar ancak mihnet onlara
zarar vermez.” Fakih: “Bu
benim anlamadığım şeydir” dedi. Bunun üzerine sûfî
dedi ki; “sana ateşle görevli meleklerin örneğini haber vereyim. Onlar
ateşteler ancak ateş onlara zarar vermez.”
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyledediğini duydum: “Dünya
ateş gibidir ve mümine şöyle der: Ey mümin! Benim alevim senin kanaat nurunu
söndürmüştür.” Bilesin, veli ve velâyetin durumu büyüktür. Onlardaki hâl
kocamandır. Bu konuda şu hadis sana kâfidir. Bize değerli büyük Şeyh Şihabuddin
Ebû’l-Meâlî Ahmed b. Muhammed b. Müeyyed dedi, ona da İmam Ebû’l-Mubarek
Abdulaziz b. Muhammed b. Mansur beş yüz elli üç yılında kendisine kıraat
olunmuş olarak ki ben de onu dinliyordum dedi, ona da Şeyh Ebû Muhammed
Rizkullah b. Abdulvahhab b. Abdulaziz b. Haris b. Temîmî el-Hanbelî, dört yüz
sekzen üç yılında, İsbehanda, Safer ayının on altısı, cumartesi gününde
kendisine yazdırılmış olarak dedi, ona da Ebû Amr Abdulvahid b. Abdüllah b.
Mehdî el-Farisî dedi, ona da EbûAbdillah Muhammed b. Muhâlled b. Hafs el-Attar
el-Hatib, o da Muhammed b. Osman’dan, o da Süleyman b. Bilal’dan, o da Şerik b.
Nemr’den, o da Ata’dan, o da Ebû Hureyre(r.a)’den rivâyet eder, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Allah azze ve celle buyurdu ki, her kim benim bir velime düşmanlık etse, o
bana savaş ilan etmiştir. Kulum kendisine farz kıldıklarımla bana
yaklaşmasından daha sevimli bir şeyle yaklaşmamıştır. Kulum nafilelerle bana
yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu sevmeye başlarım. Ben onu sevdiğimde artık
onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir
şey dilese veririm. Bana sığınsa onu korurum. Ben, yapacağım bir şeyde mü’min
kulumun ruhunu kabzetmekteki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim. Çünkü o
ölümü sevmez bende onun sevmediği şeyi sevmemfakat buda (ölüm) gereklidir.
Buhari bu hadisi kendi sahihinde rivâyet etmiştir. Başka bir tarikle bu hadis
şöyle gelmiştir: Ben onu sevdiğimde, onun gözü, kulağı, dili, aklı, eli ve
destekleyicisi olurum. Allah’ın rahmeti üzerine olsun, şu hadisin velinin
kadrinin yoğunluğu ve mertebesinin büyüklüğü ile ilgili içerdiğine bir kulak
ver. Ta ki, Allah onu bu menzileye eriştirdi ve onu bu rütbeye yerleştirdi. Hz.
Peygamber, Allah’tan haber veriyor: “Kim bir kuluma düşmanlık etse, bana
savaş ilan etmiştir. ” Zira o kendi tedbirinden Allah’ın tedbirine, kendi
nefsine yardım etmekten Allah’a yardım etmeğe (sayfa 21)ve Allah’a doğru bir
tevekkül ile kendi gücü ve kuvvetinden çıkmıştır. “Her kim Allah ’a tevekkül
ederse o ona yeterdir” (Talak, 3) “Müminlere yardım, üzerimize bir
haktır” (Rum, 47)
Onlar için bu vardır. Zira onlar onu ilgi alanlarına
koymuşlar. O da onlardan ağyarı gidermiş ve galibiyetin vücudunu onlar için
üstlenmiş.
Şeyh Şihâbuddin el-Eberkuhî bana şöyle haber verdi:
“Şeyh Ebû’l- HasanŞâzelî (r.a.) den duydum, diyordu ki; Allah şöyle
buyurur: “Tasanın yerine beni koy, senin tasana kâfi geleyim. Ey kulum,
kendinle olduğun müddetçe benden uzaksın. Benimle olduğun müddetçe yakınsın.
Kendin için dilediğini seç. ”
Hadiste şöyle gelmiştir: “Her kimki benim zikrim
onu, benden birşey istemekten olıkoyarsa o kimseye, siteyenlere verdiğimin en
faziletlisini veririm. ”Demekki Allah, zikrinin onları istemekten meşgul
etmesine razı olmuşsa, nasıl onların ona olan zikri ve övgünün kendilerine
yardım etmekten meşgu letmesine razı olmasın? Kim Allah’ı tanırsa kendine
yardım etme kapısını bozmuş olur. Zira ârifin mârifeti, marufuna ait olmayan
fiile şahit olmamayı gerektirmiştir. Allah’ı kendilerinde fiilî olarak gören,
mahlûkâttan nasıl yardım alır? Nasıl velilerine yardımı terk eder ki, onlar
kendilerini teslim olarak onun önüne atmışlar, ondan gelen hükümlere teslim
olmuşlar, onun himayesindeler, onun mecdinin çadırları altındalar, kendi zikri
hariç onları her şeyden korur, kendi sevgisi hariç onları her şeyden koparır,
kendi yakınlığının mevcudiyeti dışındaki her şeye onları tercih eder. Onların
dili onun zikriyle konuşur. Kalpleri onun nurlarıyla sevinç içindedir. Katında
onlar için vatan kılmıştır. Kalpleri onun huzurunda döner. Sırları onun
konuşmalarının tanıklığına muhakkiktir.
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs(r.a)’ın şöyle dediğini duydum:
“Allah’ın velisi Allah ile
beraber, inindeki dişi aslan ve yavrusu gibidir. Yavrusunu öldürmek isteyene
müsade eder mi?”
Bir hadisde: Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) gazvelerden birindeydi, kadının biri emziren çocuğunu arıyordu. Onu
görünce üzerine atıldı ve göğsünü ağzına verdi. Sahabiler hayret içinde ona
baktılar. Peygamberimiz (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Allah kuluna, bu
kadının yavrusuna olan rahmetinden daha merhametlidir”dedi. Onlara hak
yardımının olması, düşmanlarıyla muharebesi bu rahmettendir. Zira onlar onun
sırlarının taşıyıcıları, nurlarının madenleridir (sayfa 22). “Allah iman
edenlerin velisidir. ” (Bakara, 257)“Allah, iman edenleri müdafaa eder.
” (Hac, 38)
Ancak Allah’ın bir veliye eziyet eden kişiye
mukabelede bulunmasının, dünya (hayatı)’nın kısa oluşundan ötürü, acil olması
gerekmez. Hem Allah dünyayı kendi dostlarınımükafatlandırma yeri olarak
kılmadığı gibi düşmanlarının da cezası için bir yer olarak kılmamaıştır. Eğer
acil olursa, bu bazen kalbin katılığı veya gözün kuruluğu veya taatten uzaklık
veya günaha düşüş veya himmetten kopukluk veya kendi hizmetinin lezzetinden
mahrumiyet şeklinde olur. İsrail oğullarından bir adam Allah’a yöneldi sonra
ondan yüz çevirdi. Dedi ki: Ey Rabbim, sana nice isyan ediyorum ancak sen beni
cezalandırmıyorsun. Bunun üzerine Allah o dönemin peygamberine vahiy gönderdi.
Dedi ki: Ona söyle ben seni nice cezalandırdım ki, sen farkında olmadın. Ben,
zikrimin tatlılığını, yakarışımın lezzetini senden gidermedim mi? Bu
açıklamanın faydası şudur: Allah’ın velilerinden bir veliye eziyet eden bir
insan için, selametle hükmedilmesin, onun nefsinde, malında ve çocuklarında bir
sıkıntı görmezsen kulların muttali olacağı daha büyük bir sıkıntı olabilir. “Bana
yaklaşanlar, kendilerine farz kıldığım şeylerle yaklaştıkları gibi, hiçbir
şeyle yaklaşmamıştır.”[21]Allah’ın kullarından istediği farzlar, zahir ve batin
olmak üzere iki kısımdır.
Zahir olanlar: Beş vakit namaz, zekât, ramazan orucu,
hac, iyiliği emredip kötülükten nehy etmek, anne bâbaya iyilik vb.
Batın olanlar, Allah’ı bilmek, onun için sevmek, ona
dayanmak, vaadine güvenmek, ondan korkmak, ondan ummak vb. Bu da iki kısma
ayrılıyor: Bir şeyi yapmak ve yapmamak. Senden yapmanı istediği şeyi yapmak,
yapmamanı istediği şeyi terk etmek. Bu iki durumu da şu âyeti kerime
barındırıyor: “Şüphesiz Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya yardım etmeyi
emreder. Çirkinlikten, fenalıktan ve azgınlıktan nehy eder.” (Nahl-90)
Şunuda bilesin: Allah’ın kullarına vucuben emrettiği
veya nedben kendisinden istediği her şeyin yapılmasında mutlaka kulları için
bir maslahat vardır. Tahrimen veya keraheten yasakladığı her şeyin terkinde de
mutlaka onlar için maslahat vardır ki vücuben veya nedben onu terk etmesini
emretmiştir. Biz, hidâyet yolundan sapmış, kullarının maslahatına riâyet etmek,
onun için vaciptir diyenler gibi demeyiz. Bilakis biz deriz ki: (sayfa 23)
Bu hakkın ve devam eden şerîâtın âdetidir. Kullarıyla
beraber tafaddul yoluyla bunu yapmıştır. Keşke bilseydim; onlar, Allah’ın
üzerine kullarının maslahatını gözetmesi vaciptir dediklerinde bunu Allah’a
vacip kılan kimdir? (surusuna da cevap verebilselerdi) Hem sonra baktık ve
gördük ki, her emredilen ve teşvik edilen şeyler Allahla birleşmeyi
gerektiriyor, nehyedilen ve hoş görülmeyen şeyler de ondan ayrılmayı
barındırıyor. O hâlde Allah’ın kullarından istediği, onda birleşmeyi vücuda
getirmeleridir. Taatler, birleşmenin sebepleri ve vesileleridir. Bu yüzden
emredilmişler. Masiyetler ise, ayrılık sebepleri ve vesileleridir. Bu yüzden
nehyedilmişler.
Zahir olan farzlar, batinî farzlardan ayrılmazlar.
Batinî farzlar onların şartları ve asıllarıdır. Zahiri ve Batinî farzlar arası
zahir ile batin arası gibidir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şu sözü bunu
açıklamıştır. “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır. ” Bâtıni günahlar da
küçükleri ve büyükleri, zahiri günahların büyük ve küçüklerinden daha
şiddetlidir. Farzları Allah kulundan kesin bir şekilde istediğinden, kul
onlarıAllah’ın ihtiyarıyla işlemiştir. Artık kulun orada bir hevâsı[22] kalmamıştır.
Zira Allah onun hazırlığını, imdadını ve esbâbını tayin etmiştir. Böyle olduğu
içindir ki, artık kul kendiiradesindenvazgeçmiş, Allah’ın iradesine teslim
olmuştur. Böylece farzlar başka bir şeyin icab etmediği yakınlığı icab
ettirmişler. Bundan dolayı dedi: “Bana yaklaşanlar, kendilerine farz
kıldığım şeylerle yaklaştıkları gibi, hiçbir şeyle yaklaşmamıştır. ”
“Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam edecek ta ki,
onu sevmeye başlarım. ” Nafileler fazlalık
demektir. Bu yüzden ganimette imamın, payından fazla olarak uygun görüp
verdiğine nefl-enfal denmiştir. “geceden sana özgü nafile olarak teheccüd
kıl, ” (İsra, 79) yani senden istenen farzlardan sana özgü olarak bir
fazlalık. Genelde Allah her vacibin cinsinden bir nafile kılmıştır ki, bir
vacibi yerine getirirken onda bir kusur olursa kendi cinsinden nafileyle onun
yerini doldursun. Bunun için hadiste denmişmiştir ki: Kulun namazına bakılır,
eğer Allah’ın emrettiği şekilde yerine getirmişse onun için tesbit edilip
mükâfatı verilir. Eğer bir eksikliği varsa nafileyle tamamlanır. Hatta ehl-i
ilimden bazıları şöyle demiştir: Farzları sâlim olduğunda nafilelerin sabit
olur. Allah kullarından zayıf ve güçlüler olduğunu bildiği için, -hadiste de
geldiği gibi “güçlü mümin Allah katında zayıf müminden daha hayırlı ve
sevimlidir. Hepsinde hayır vardır.”[23] - zayıflara vaciplerle yetinmekle genişlik kıldı
(sayfa 24).
Güçlülere de hayır ve nafilelerin kapısını açtı. Öyle
kullar vardır ki, cezasından korktukları için, vacipleri yerine getirirler ki,
kendilerini helak olmaktan ve cezaya uğramaktan kurtarsınlar. Allah’a âşık
olduklarından ve rubûbiyetinin vefası için bunları yerine getirmiyorlar.
Eğerölümle karşılaşsalar, onların bu kıyamı kendilerinden kabul olmaz. Çünkü
onlar kendileri için kıyam etmişler. Sadece kendi paylarını taleb edip Allah’ın
vaciplerini yerine getirmişler. Bu vacip kılınışın zincirleriyle çekilmişler.
Hadiste de böyle gelmiştir:“ Rabbin, zincirlerle cennete sevk edilecek kavme
taaccub etmiştir.”’11 Diğer kullar ise onlardaki aşkı
galeyanından ve sevgiden dolayı vacipler kendilerine kâfi gelmez. Bilakis
kalpleri bu dünya engellerinden kurtulup, Allah’a yönelmiştir. Eğer, nehyolunan
vakitlerde, nafile namaz yasaklanmasaydı, tüm vakitleri onunla geçirmiş olurlar
ve nefislerine güçlerinin üstündekini yüklerlerdi. İnsanların bu iki kısma
ayrıldığını Hz. Peygamber’in hadislerinden anlıyoruz.
“yedi şey gelmeden önce amelleri aceleyle yapın.
Sizden birinizi bekleyen ya azdırıcı bir zenginlik veya her şeyi unutturan bir
fakirlik veya geri bırakan bir hastalık veya bağlayan bir ihtiyarlık veya her
an hazır olan ölüm yahut gaib şer olan deccal veya kıyamettir. Kıyamet en
şiddetli ve en acıdır.”[24] [25] Bu hadis, tüm himmetleri Allah için harcamayı, ibadet
için amellere teşviki, gelmeden önce avarızlarla yarışmayı gerektiriyor. Bu
birinci gruba olan hitaptır. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onlardan
amellerde acele etmelerini istemiştir. Başka hadislerde ise, taat konusunda
kulları iktisad ile emretmiştir ki, aşk etkenine it aat edip, nefslerine
güçlerinin üstündekileri yüklemesinler. Böylece Allah’a itaat etmekten aciz
olmalarına sebebiyet verecektir. “Amellerden güç yetireceklerinizi
yüklenin vallahi siz usanmadıkça Allah usanmaz.”[26] [27] [28], “İktisatlı olun ki menzile ulaşasınız.””'15
“Bu din güçlüdür. Yumuşaklıkla ona dalın””16 (sayfa 25).
“Nefsine Allah’ın ibadetini, küstürme.”[29] Vacipleri yerine getirip onlarla yetinen ve vaciplerle
beraber nafileleride yapanların örneği şu iki köle gibidir: Sahipleri onları,
günlüğü dört dirhemden götürü bir iş üzerine ücretlendirmiştir. Birisi sadece
onu yerine getiriyor başka bir şey yapmıyor. Diğeri ise meyvelerin durumuna ve
ilginç şeylere yönelir, onları satın alıp efendisine hediye eder. Bu diğer
köleden efendisi için daha sevimlidir. “Onu sevdiğimde işiten kulağı gören
gözü olurum... ” yani, Fenâdan sonraki, bekânın varlığıdır. Böylece
vasıflarını yitirirsin.
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’tan duydum şöyle diyordu:
“Allah’ın öyle kulları vardır ki onların fiillerini kendi fiilleriyle,
sıfatlarını kendi sıfatlarıyla, zatlarını kendi zatlarıyla gerçekleştirir. Öyle
sırlarını onlara taşıtmış ki, bütün veliler, onu duymaktan acizdirler. Onlar,
zatın denizinde ve sıfatların dalgalarında boğulanlardır. O hâlde onlar, üç
guruptur. Allah, kendi fiilleriyle, onların fiilinden, kendi sıfatlarıyla,
onların sıfatlarından ve zatından seni, müstağni eylesin. Bu yüzden, onlardan
biri şöyle söylemiştir:
Öyle kavim vardır ki, yerde bir hareketle (yollarını)
şaşırdılar. Öyle kavim vardır ki, sevgisinin meydanında kayboldular.
Yok, oldular, sonra yok oldular, sonra yok oldular.
Yakınlığının yakınlığından bekâ ile baki oldular.
Seni senden fani kıldığında kendi ile baki kılar. Fenâ
bekânın dehlizidir. Ondan ona girilir. Fenâsı sâdık olanın bekâsıda sâdık olur.
Kimin Fenâsı Allah’ın dışındakilerde olmuşsa, bekâsı Allah ile olur. Bu yüzden
demişler: Kimin yok oluşu Allah’ta olursa onun hâlefi Allah’a aittir. Fenâ
özürlerini bekâ ise yardımlarını gerektirir. Fenâ, her şeyden kaybolmalarını
bekâ ise, her şeyde Allah ile beraber bulmalarını gerektirir. Hiçbir şeyde
ondan kopmazlar. Fenâ onları öldürür bekâ ise onları diriltir. Kim onun
varlığının dağlarını düzleştirirse, tanıklığının davetçisini duyar. “(Ey
Muhammed!) Sana dağların (kıyamet günündeki) hâlini soruyorlar. De ki: “Rabbim
onları toz edip savuracak. Onların yerlerini dümdüz, boş bir alan hâlinde
bırakacaktır.” (Taha, 105-108) Bekâ sahibi Allah yerine iş yapar. Fenâ sahibi
ise, Allah onun yerine iş yapar.
“Yaptığım hiçbir şeyde kulumun, ölümü sevmediği
zamanki, nefsini almaktaki tereddüd gibi bir tereddüd geçirmedim. Ben onun
üzülmesini istemiyorum, ancak onun ölmesi lazım.” (sayfa26) Allah sana rahmet etsin. Bilesin ki,
tereddüdün, tevil edilmesi gerekir. Zahiri manaya hamd edilemez. Tereddüt, ya
cezaların sonlanması, ya da olacaklara mukabil, mahlûkât hakkında söz
konusudur. Bu ise Allah hakkında imkânsızdır. Buradaki tereddütten amaç şudur:
Allah’ın öncelikli ilmi, kulun belirlenen vakitte, ölmesini gerektiriyor.
Şefkat sıfatı ise, eğer bu önceki ilimden olmasa bunun olmamasını istiyor. Yüce
Allah, “O ölümü sevmiyor bende onun üzülmesini istemiyorum” sözüyle, şefkat
sıfatına, “onun bundan kurtuluşu yoktur” sözüyle ilim sıfatına işaret etmiştir.
Allah sana yönelmesi ile rahmet etsin. Nûrlarını sana ulaştırsın. Bilesin ki,
iki velâyet vardır. Biri, Allah’ı veli edinen diğer i de Allah’ın veli edindiği
kişidir. Birinci velâyet konusunda Allah şöyle buyuruyor: “Her kim Allah’ı,
resulünü ve iman edenleri dost edinirse, muhakkak ki Allah taraftarları galip
gelecektir.” (Maide, 56) İkinci velâyet hakkında da şöyle buyurmuştur: O,
Salihleri veli edinir. Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: Kazanın gerçekleştirdiklerine
rıza göstermek, belaların gelişinde sabretmek, şiddet esnasında Allah’a
dayanmak, tövbelerde Allah’a dönmek, Allah’ın en büyük hibelerindendir. Her
kime, bu dört özellik ameller hazinesinden mücahede yüzeyine, sünnete uymaya,
imamlara tabi olma derecesine çıkarsa, artık onun Allah’a, Rasûlü’ne ve
Müminlere olan velâyeti sahih olmuştur. “Her kim Allah’ı, Rasûlü’nü ve iman
edenleri dost edinirse, muhakkak ki Allah taraftarları galip gelecektir.”
(Maide, 56)
Her kim, nimetler hazinesinden, muhabbet yüzeyine
çıkarsa, Allah’ın ona olan velâyeti, “o Salihleri veli edinir” sözüyle
tamamlanmıştır. Böylece iki velâyet arasını birbirinden ayırmıştır. Kul var
“Allah’ı veli edinir”, kul var “Allah onu veli edinir”. Burada küçük ve büyük
olmak üzere iki velâyet vardır. Allah’a olan velâyetin, mücahededen, Rasûlü’ne
olan velâyetin sünnetini takip etmenden, mü’minlere olan velâyetin, imamlara
uymandan meydana gelmiştir. Bunu “Her kim Allah’ı ve resulünü veli
edinirse...” âyetinden anla. Allah, şefkatlerini indirmekle, âriflerini
lütuflarını anlamakla, sana merhamet etsin bilesin ki, Allah’ın o Salihleri
veli edinir sözündeki, salah, ehl-i tarikin mertebeler tafsilatında, kast
ettikleri salah değildir. Onlar diyorlar ki: Salih, şehid, veli... Bilakis
buradaki salahtan amaç, onlar ki onun huzurunda, mahlûkâtından Fenâyı
gerçekleştirmekle, salih olanlardır (sayfa27). Yüce Allah’ın Hz. Yusuf
(a.s.)’tan bahsederken: “Beni Müslüman olarak öldür ve salihlere ulaştır”
sözünü duymadın mı? Salihlerle, bâbalarından peygamber olanları murad etmiştir.
Zira Allah, onları nübüvvet ve risaleti ileehil kılmıştır. İstersen, iman
velâyeti ve yakîn velâyeti diye de nitelendirebilirsin. İman velâyeti, hakkında
Allah şöyle buyurmuştur: “Allah iman edenlerin dostudur. Onları
karanlıklardan nura çıkarır. ” (Bakara, 257) bu âyette birçok faide vardır.
Birinci faide: Buralarda
başka isimler değilde, Allah ismi, anılmaya tahsis edilmiştir. “Allah iman
edenlerin velisidir” demiş, Rahman veya Kahhar ya da vasıflarını içeren diğer
isimlerini söylememiştir. Zira Allah sana, tüm isimlerini içinde barındıran
isminden, diğer tüm mü’minlerin üzerine velâyetinin kuşatıcılığını öğretmek
istemiştir. Eğer sıfat isimlerinden bir ismi söylemiş olsaydı, bu durumda
velâyet, sadece o isim yönüyle olurdu.
İkinci faide: Velâyeti
imanla beraber eyledi ki, iman değerinin yoğunluğunu, konumunun yüceliğini,
sana öğretsin ki, Allah’ın kula olan velâyetinin subutuna sebep olsun. Hitabın
geçmiş zaman kipi ile gelmiş olması, bu ayettenvelâyetin, kendisinde iman
gerçekleşen kişiye özgü kılındı, hitap nazil olmadan önce gerçekleştiği
anlaşılmaz. Bilakis amaç, iman her kim ile kaim olmuşsa, Allah’ın ona velâyeti
vacip olmuştur. Yani o iman esnasında bazen fiiller, belli bir kalıp şeklinde
getirilir, ancak o kalıbın husûsîyeti amaçlanmaz. Nasıl ki, iman eden felaha
ulaşmıştır, kâfir olan da ziyan etmiştir. Görmüyor musun? Herhangi belirli bir
zamana arz olunmaksızın, birinciden murad, kendisinde iman olan kişi felahı
bulmuştur ve kendisinden küfür sadır olan kişi de ziyan etmiştir.
Üçüncü faide: “Onları
karanlıklardan nura çıkarır"
(Bakara, 257) Rahmetinin ve nimetinin bol olmasına binaen "Allah, iman
edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır,” dediğinde bundan
anlaşıldı ki, onlar bazen karanlıklara girerler. Ancak Allah onların velisi
olduğu için, onların çıkışlarını üstlenir. Başka bir âyette de dediği gibi: “Onlar
ki, bir çirkinlik işlediklerinde veya nefslerine zulmettiklerinde, Allah’ı
anarlar.” (Al-iİmran, 135) Burada mü’minler için övgü yapılmıştır. “Onları
karanlıklardan nura çıkarır”” müjdeyi burada kendilerine iletmiştir. “Onlar
ki, çirkinliği işliyorlar”” şeklinde ifade etmemiştir. Zira eğer böyle
söylemiş olsaydı, “Büyük İtina” ehl-i dışında kimse bu kapsama girmezdi. Şunlar
da, bu meyandadır: “Öfkelerini yenenler”” (Al-i İmran, 134) “Öfkelendiklerinde
bağışlanma dilerler”” (Şura, 27) gazabdan sonra mağfiretle onları övmüştür.
“Onlar ki hiç öfkelenmezler”(sayfa 28).
Şeklinde hiç gazap etmemekle onları
nitelendirmemiştir. Zira onların muttasıf olduğu sıfat, bunu gerektirmiyor.
Dördüncü faide: Bu
âyet yüce Allah’ın, velâyetinin kapsadığı büyük müjdeyi, mü’minlere
bildirmesidir. Zira o dünya ve ahiret hayırlarından, nûru, ilmi, fethi, şuhudu,
mârifeyi, yakîni, desteği, çokluğu, hurileri, sarayları, nehirleri meyveleri,
ruyetullahı, Allah’tan razı oluşu, bu arada muttakilerle beraber haşrolunmayı,
sağından kitabını almayı, mizanda iyiliklerinin ağır gelmesi, sırat üzerinde
sebatı ve bunun dışındaki bağış ve hibeleri, mü’min kulları için, Allah’ın
velâyeti bu hayırları içermektedir. Bu bütün müjdeleri kapsayan bir müjdedir.
Bilesinki, Allah’ın velâyeti, hem faydayı, hem de
zararı def etmeyi, içerir. Fayda şu âyetlerden anlaşılıyor: “Herhani bir
şehir iman etseydi ya, ona imanı fayda vereydi.” (Yunus, 98) “Azabımızı
gördüklerinde imanları onlara fayda verecek değildir.” (Ğafir, 85) Bu
kâfirlerin sıfatı hakkındadır. Mefhumu şudur: “Azab anında bile olsa,
iman mü’minlere fayda verir. Şu âyette bu bâbdandır: “Rabbinin bazı
âyetlerinin geldiği gün, daha önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır işlememişse,
hiçbir nefse, imanı fayda vermeyecektir.” (En’am, 158) mefhumu şudur: Daha
önce Mü’min ise imanı fayda verecektir.
Zararı giderme konusu ise şu âyetten anlaşılır:
“Allah iman edenleri müdafa eder.” (Hac, 28) velâyet yardımı da78
içeriyor. “Mü’minlere yardım üzerimize bir haktır.” (Rum, 47)
kurtuluşuda içeriyor: “Böylece mü’minleri kurtarmak üzerimize bir haktır.”
Beşinci faide: “Onları
karanlıklardan nura çıkarır”” (Bakara, 257) Yani onları, küfür
karanlıklarından iman nuruna, bid’at karanlıklarından sünnet nuruna çıkarır.
Gaflet zulûmatından, uyanıklık nuruna, fırsatçılık zulûmatından, hak nuruna
dünyayı talep etme karanlıklarından, ahireti talep etme nuruna, ma’siyet
zulûmatından taat nuruna, aşırı karanlıklarından, latafet nuruna, hevâ karanlıklarından,
takva nuruna, dâva karanlıklarından, güç ve kuvvetten, teberrînurunun
aydınlığına (sayfa 29, tedbirin zulûmatından, teslimiyetin nuruna çıkarır. Daha
bunun dışında, sayılamayacak derecedeki (sıkıntılı) durumlardançıkarır.
İkinci velâyet, yakîn velâyetidir. Bu iman ve
tevekkülü içeriyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Her kim Allah’a dayanırsa
O, ona kâfidir.” (Talak, 3) tevekkül yakînsiz olmaz. Tevekkül ve yakînde
imansız olmaz. Çünkü yakîn, kalpte Allah’ı bilme istikrarından ibarettir. Dağda
su, istikrar bulup durduğunda “Yakine’l-Mâ-i fi’l-Cebel” manasından alınmıştır.
Her yakîn imandır ancak her iman yakîn değildir. Aralarındaki fark şudur: İman
bazen gafletle beraber olabilir. Yakîn ise gafletle bir araya gelemez.
Dilersen, bunlara sıddıklerin velâyeti ve sâdıkların velâyetide diyebilirsin.
Sâdıkların velâyeti, Allah’a karşı samimi, Allah’tan karşılığını bekleyerek
vefalı olmakla mümkün olur. Sıddıkların velâyeti ise, Allah dışındakilerden
fenâ olup, her şeyde Allah ile baki olmakla gerçekleşir. Şeyh Ebû’l- Hasan,
şöyle dedi: “Allah’ın bazı peygamberlerine indirdiği bazı kitaplarında
şöyle denmiş: Kim her şeyde bana itaat ederse bende her şeyde ona itaat
ederim.”
Şeyh Ebû’l-Hasan dedi: “Her şeyi terk ederek
her şeyde bana itaat edene, her şeyin ardında, ona tecelli ederek ona itaat
ederim. Ta ki beni her şeyden daha yakın bulur. Bu ilk tarikat olup saliklerin
tarikatıdır. Büyük yol ise, her kim, her şeye yönelmek suretiyle, her şeyde
bana itaat ederse, mevlasının iradesini ve itaatini her şeyde güzel görür, öyle
ki, her şeyde ona tecelli ederim, ta ki, her şeydeymişim gibi beni görür. Bunu
bildikten sonra, bilesin ki, bunlarda iki velâyettir. Biri, her şeyden zengin
kılan, Allah ile beraber hiçbir şeye şahit olmayan velidir. Diğeri ise, her
şeyde baki kalan ve her şeyde Allah’ı müşahede edendir. Bu daha kâmil olandır.”
Zira Allah, mülkiyet yerinde zahir olmamıştır ki, şahit olunsun.
Kâinat, sıfatların görüntüsüdür. Her kim varlıktan
ğayb olursa ondaki hak görüntüsündende ğayb olur. Kâinat, göresin diye
varedilmemiştir. Onda mevlanı göresin diye varedilmiştir. Hakkın senden muradı,
görmeyenler arasında onu görmendir. Onda zuhûr etme bakımından göresin. Varlık
bakımından değil. Bizi m bu manada bir şiirimiz vardır:
Âlemler inşa
edilmemiştir ancak,
Görmeyenlerin gözüyle
görmen içindir (sayfa 30).
Yüksel sen öyle bir
yükseliş ki memnun olasın.
Kâinata bakıp da onda hakka şahit olmayan gafildir.
Ondan fani olan, şahitlik nüfuzundan, gafil olan kuldur. Onda hakka şahit olan
kâmil ve muhassas kuldur. Varlığın değersizliği, varlığı yönüylendir. Hakkın
onda zuhûr etme yönüyle değil. Zahit, abid ve irade ehl-inin varlıktan yüz
çevirmesi, onda hakkın zuhûruna şahit olmamalarındandır. Bunun sebebi, her
şeyde ona nufuz edemeyişlerindendir. Onun her şeyde zuhûr edemeyişinden değil.
O her şeyde zahirdir. Hatta o gizlendiği şeyde bile zahirdir. Hicab yoktur. Bu
manada bizim bir şiirimiz vardır:
Her şey muhtaçtır sen
ğanisin
Benim gibiler hata
eder senin gibiler affeder
Sen sevgiyi ikram
olarak izhar edensin, Senin gibiler korur benim gibiler kurur
Sana götürmeyen
hayatın tadı yoktur
Ve arınmış değildir.
Hayır!
Allah’a and olsun ben
onun için arınırım.
Azmettim tüm varlığı
terk etmeye,
Sevgi yolunu takip
edeceğim, seçkin, takip eder.
Şahitliğiniz perdeyi
kaldırır, çünkü
Tahkik
gerçekleştiğinde keşif olur.
Her hâlinde dostlara
ne kadar ihsan eder.
Allah için
gizlediklerini, Allah açığa çıkarmaz.
Onlar ki, herhangi
bir sahnede sana şahit olmadılar.
Hevâ sırrına
ulaşmaktan kalpleri kapalıdır.
Sen ki zahir ettin,
sonra zahir oldun.
Bütün ilkelerde örfün
şahit olduğu gibi
Bütün varlığa zahir
oldun, varlıkta
Beni zahir etti ona.
Suhuflarda geldiği üzere.
Hangi kalp, sevginden
meylederki.
Hangi göz, sana
yaklaştıktan sonra uyumaz.
Hangi nefsi, hevânız
onu usandırmaz.
Halkın nefslerinde,
sevginize dayanma peyda olmuştur.
Dilersen bunlarada delil ve burhan velâyeti, şuhud ve
âyân velâyeti diyebilirsin. Delil ve burhan velâyeti, itibar ehli için, şuhud
ve âyân velâyeti, istibsal ehli içindir. Birinci velâyetehli için, Allah şöyle
buyurmuş: “Biz onlara delillerimizi, hem kâinat çapında hemde kendi
nefslerinde göstereceğiz'” (Fusilet, 53) ikinci velâyetehli içinse,
Allah’ın şu sözü vardır: “Allah da, sonra bırak onları, daldıkları
bataklıkta oynaya dursunlar.” (En’am, 91)
Delil ve burhan erbâbı, şuhud ve âyânehl-i yanındadır.
Çünkü şâhit ve ayân ehli, zuhûrunda hakkı takdis etmişlerdir. Delile ihtiyaç
olduğu zaman, ona delalet ederler. Delil olarak dikilen biri nasıl delile
muhtaç olur? (sayfa 31)Kendisiyle o tanıtılırken, nasıl o onu târif eder? Şeyh
Ebû’l-Hasan demiştir ki: Mârifelerin kendisiyle bilindiği bir kişi, mârifeleri
nasıl tanıtır? Ya da, varlığı her şeyin varlığından önce olan, bir şeyi nasıl
tanıtır?
Müridin biri şeyhine der ki: Allah nerede? Bunun
üzerine ona der ki: Allah seni yok etsin, gözle beraber neredeliği mi
arıyorsun? Bazı ârifler şöyle bir şiir inşad etmişler:
Sen zahir oldun kimseye gizli
değilsin
Ancak ay’ı görmeyen körler hariç
Sonra gözlerden gizlendin ey ehad
Nasıl bilinir izzet ile örtünen?
Hak kullarından ancak zuhûrunun büyüklüğüyle
perdelenmiştir. Gözlerin ona şâhit olmasına ancak nûrunun kahharlığı engel
olmuştur. Yakınlığın şâhitliğin i senden gizleyen (bizzat) yakınlığın
büyüklüğüdür. Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: Yakınlığın hakikâti, yakınlığın
büyüklüğünden yakınlığın içinde yakınlığı görmemektir. Miskin kokusunu
koklayan, ona yaklaştıkça kokusu artar. Kokunun olduğu odaya girdiğinde kokusu
kesilir. Bazı ârifler şu şiiri inşad etmişler:
İki vadi ve dağı karıştıran niceleri vardır.
Durum dağın üzerindeki ateşten daha açıktır.
Bakıyorum Necd’i soruyorsun oysa sen oradasın
Ve Tihame’yi, bu meraklının fiilidir.
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın hattıyla şöyle bir şiir
gördüm:
Yanında
Leyla’dan yazılı bir söz var mıdır?
Ki, emriyle
çürümüş olan canlanır, dirilir.
Ahdim onunla
kaim olan kadim ahitledir ki,
Ben her
durumda onun arzusunda sınırlandırılmışım.
Eskiden
ondan bir görüntü beni ziyaret ederdi.
Hâli
imkânsız olan ziyaret etmez.
Hayali
görüntüsüyle dahi olsa yemin edilir mi?
Yoksa tasavvuru
dahi sahih olmayacak derecede yükseldi mi?
Güneşin
doğuşu Leyla’nın yüzünden beslenir.
Oysa halkın
gözleri Güneşte şaşar.
Güneşin
batması onun peçesini kaldırmasıyladır.
Hayret!
Açıklık örtüyor.
Bilesin, ilki Hakk’a şahit olan için değil, ona talip
olan için konulmuş. Şahit olan, meşhud açık olduğu için delile muhtaç değildir.
Bu durumda mârifet, ona vesileleri vasıl etme itibarı ile kesbidir. Sonra
nihâyeti zarureten ona döner. Eğer kâinattan vasfı ile delil getirmeye muhtaç
olmayanlar varsa, mükevvin hayli hayli delil getirmeye muhtaç değildir.
Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: “Biz Allah’a basiret
ve yakînle baktık (sayfa 32). Bu bizi delil ve burhandan müstağni eyledi. Biz
halktan birini görürüz, Hak Melik’in dışında varlıkta başka biri var mı? Eğer
varsa ki, olmalıdır, o halde arzuda bir alev olarak ona tabi olmalıdır. Onu
araştırdığında hiçbir şey bulamazsın. En tuhaf olan şudur ki, kâinat ona
ulaştırıyorken, keşke bilseydim onunla beraber başka bir vücudu var mıdır? Ta
ki ona ulaşsın. Ya da onun olmayan bir izahatı var mıdır ki, o onu izah etsin.
Madem kâinat ona ulaştırıyor, o hâlde bu onun kendi zatı itibariyle değildir.
Ancak ona ulaştırma rütbesini verendir. Vasıl kıldı; onun ulûhiyeti dışında bir
şey vasıl kılmadı. Ancak, hikmet sahibi sebepleri koyandır. Kâinat, kendisinin
yanında durup, onun kudretine nüfûz etmeyenler için, hicab kaynağıdır. Râvi
diyor ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) gecede olanların etkisi ile sabahladı. Dedi ki: “Bilirmisiniz
Rabbiniz ne dedi?” dediler ki: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” Dedi ki:
“Rabbiniz demiştir. Kullarımdan kimi mümin kimi kâfir oldu. Bize Allah’ın
fazlıyla yağmur yağdı diyen bana inandı. Yıldızları inkâr etti. Falan yıldız
bize yağmur yağdırdı diyen ise, beni inkâr etti yıldızlara inandı.”[30] Malik, Muvatta’da rivâyet etmiştir. Sebeplerin bir
varlığı gerekir. Gaybet için şâhitlik gerek. Kâinat nasıl onu izhar eder ki,
onu izhar eden O dur. Ya da nasıl onu tanıtır ki, onu tanıtan O’dur.
Hadiste şöyle gelmiştir: “Nefsini bilen, Rabbini
bilir.” Bu, nefsini bilmenin Allah’ı bilmeye ulaştırdığının delilidir. Nefs
varlıklardan bir varlıktır. Bunda, kâinatın ona ulaştıracağına dair ispat
vardır.
Şeyhimiz (r.a.) şöyle dediğini duydum: “Bu
hadisin iki yorumu vardır: “Birincisi, nefsini zilleti acizliği ve
fakirliği ile bilen, Allah’ı, izzeti, kudreti ve zenginliği ile bilir,
dolayısıyla ilken nefs, sonra Allah bilinir. İkinci yorum: Kim nefsini bilirse,
bu gösterir ki, o daha önceden Allah’ı bilmiştir. Birincisi saliklerin,
ikincisi meczupların hâlidir.
Allah seni nimetleriyle donatsın. Seni kendi
hazretinin ehl-inden eylesin. Bilesin ki, Allah, bir veliye velâyet ettiğinde
onun kalbini ağyardan korur. Nurların devamı ile onu muhafaza eder. Hatta bazı
ârifler şöyle demiştir: Allah’ın, gökyüzünü, ordan bir şeyler çalınmasın diye
yıldız ve kıvılcımlarla muhafaza ettiği gibi müminin kalbi korunmaya daha
layıktır. ZiraHz. Peygamber’in Allah’tan naklettiği şu sözünden anlaşılmaktadır
(sayfa 33): “Yerim ve göğüm beni kuşatamadı, mümin kulumun kalbi beni kuşattı”[31] Allah’ın şu kalbe verdiği büyük halebak ki, bu
rütbeye ehil oldu. Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: Günahkâr müminin nûru keşfolunsa,
yer ile göğün arasını kaplar. Ohâldeitaatkâr müminin nûru hakkında ne dersin?
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: “Keşke Velinin hakikâti, kul
için bir keşf olsaydı, zira onun vasıfları onun vasıllarındandır, onun
nitelikleri onun niteliklerindendir. Bazı müridler bana dedi ki, şeyhimin
arkasında öyle bir namaz kıldım, aklımı hayrete düşürecek şeylere şahit oldum.
Şöyle ki: Şeyhimin bedeninin nurla dolduğunu ve bu nurların vücudundan
yayıldığını gördüm. Hatta ona bakmaya güç yetiremedim.” Şâyet hak,
şereflendirdiği velilerin, kalplerindeki, nurlarda, keşfolunsaydı, güneşin,
ayınnuruonların kalplerinin nurlarının ışıklarında sönüverirdi. Güneş ve ayın nûru,
onların nûru karşısında nedir ki, güneş tutulur, batar, velilerin kalplerindeki
nurlar ise, ne tutulur, ne de batar. Bundan dolayı şairin biri şöyle demiştir:
Gündüzün
güneşi gece batar,
Kalplerin
güneşi ise batmaz.
Güneşin
ışığıyla eserler görülür,
Yakînin
nuruyla müessir görünür.
Bu
anlamda şöyle bir şiirimiz daha var:
Bu
güneş bizi nurla karşıladı.
Yakîn
güneşi ise, nûru daha parlaktır.
Biz
bu nûrla gördük ancak,
Onunla
ise aydınlatıcıyı gördük.
Ancak Allah, mümkün olan varlıkların, hakkını verir,
ölçüsünü verir, varlıktaki, her şey için rütbesini tespit edip gücünü sağlar.
Bu yüzdendir ki, beşeriyetvarlığında, husûsîyetten gizlenmiştir. Güneşin bir
bulutu, gelinin bir duvağı olmalıdır. Hazine ancak gömülü, sır ise ancak
korunaklı olur. Allah bunu böyle yaptı ki velâyet sırrı gizli olsun. Böylece
ona inanan ğaybe inanmış olur. Hakeza velâyetinin en büyük sırrı, bekâsı
olmayan diyarda izhar etmesidir. Üzerine, gizlilik örtüsünü saldı. Ta ki, razı
olduğu ahiret diyarı zuhûru, yaklaşması ve var olması içi n ehil olsun.
Hicabını da oradaki velâyet sırrından, hicabı kaldırarak keşfeder. Değerini
çoğaltır, nurunu yüceltir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun,
Bilesin ki, Allah velilerinden her kimi, kendine
davetçi olmasını dilerse, bunu kullarına izhar etmesi gerekir. Zira Allah’a
çağrı ancak böyle olur. Ondan sonra ona, celalet ve güzellik elbiselerini
giydirmesi gerekir (sayfa 34). Celalet, kulların ona saygı göstermesi, onunla
beraber edep sınırları içinde kalmaları içindir. Emir ve yasakları kulları
tarafından yerine getirilmesi için ona (veliye) karşı kalplerinde bir heybet
vareder. Bu heybet Allah tarafından o veliye yardım etmek içinkonulmuştur.
Allah şöyle buyurmuştur: “Onlar ki, eğer biz kendilerine yeryüzünde iktidar
verirsek, namazı kılar, zekâtı verir, marufu emreder, münkeri nehyederler.
işlerin sonu Allah’ındır.” (Hac, 41) Bu, hakkın mümin kullarına desteğinin
izharıdır. Allah şöyle buyurmuştur: “izzet, Allah’ın, Rasûlü’nün ve
müminlerindir!”
Allah’ın velileri için, kullarının kalplerinde kıldığı
heybet, tabi olunanın şerefini onların üzerine yaymak içindir. Hz. Peygamber’in
şu sözünü duymadınmı?“ bir aylık mesafedeki düşmanın kalbine korku salmakla
yardım olundum.”[32] Hak onlara kendi heybetinin elbiselerini giydirdi.
Azametinin celalini onların üzerinde izhar etti. Ubûdiyet arzına her inişleri
karşılığında, Allah onları husûsîyet göğüne yükseltir. Azizler ve bentler
onların üzerine titremese de, ordular önlerinde yürümesede, onlar
padişahtırlar. Enes b. Malik hakkında, şu şiiri söyleyene Allah iyilik versin:
Cevap gelir,
heybetinden geri dönmez.
Soranlar boyunlarını
eğerler.
Vakarın edebi ve
izzettir, takvanın sultanı,
O sultan olmadığı
hâlde uyulandır.
Allah her kimi, kendi nefsi ve arzusuna malik kılarsa
ona mülk vermiştir. “De ki: Mülkün maliki olan Allah’ım, dilediğine mülkü
verirsin.” (Ali-İmran-26) Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum:
“Krallardan bir kral, âriflerden birine ‘benden iste’ demiş. Ârif de ona
demiş ki: Bana dönüyorsun, oysa benim malik olduğum iki kölem var, onlar sana
malik olmuşlar. Ben onlara galip geldim, onlar da sana galip gelmişler. Onlar
şehvet ve hırstır. Sen kölemin kölesisin. Nasıl kölemin kölesinden dilenirim.”
Hakkın velilerine giydirdiği ikinci elbise,
güzellikelbisesidir. Onlara minnet ve muhabbet nazarıyla baksınlar ve onlara
boyun eğilmesinde bir etken olsun diyekullarının kalbinde onları süslü kılar.
Musa peygamber ile ilgili Allahın buyruğuna bakar mısın?“(Ey Musa! Sevilmen)
ve benim nezaretimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim.”
(Tâhâ/ 39) (sayfa 35)
“Doğrusu îmân edip sâlih ameller işleyenler var ya,
Rahmân (olan Allah) onlar için, (kalblerde) bir sevgi yaratacaktır. ”(Meryem-96) Manevi güzeliklerle onları süsledi ki,
kullar onları sevsin, böylece onların sevgisi Allah’ın sevgisine yönlendirsin.
Allah için sevgi Allah’ın sevgisini gerektirir. Zira Allah Rasûlü Allah’tan
şöyle hikâye eder: “Benim için sevenlere sevgim vacip olmuştur.”[33]Bu dört mertebedir: El-hubbu lillah, el-hubbu fillah,
el-hubbu billâh ve el-hubbu minellah. El-hubbu lillah başlangıçtır, el-hubbu
minellah sonuçtur, el-hubbu fillah, el-hubbu billâh bu ikisinin ortasıdır.
El-hubbu lillah, onu seçip başkasını ona tercih etmemektir. El-hubbu fillah,
veli kıldığı kimseyi sevmektir. El-hubbu billâh, kulun kendi nefsinden ve
hevâsından uzaklaşarak onun sevdiği şeyi ve kişiyi sevmesidir. El-hubbu
minellah, her şeyden bir paye alıp sadece onu sevmesidir. El-hubbu lillah’ın
âlameti, huzurla beraber devamlı onu zikretmektir. El-hubbu fillah’ın âlameti,
hayır ve taat ehl-inden sana dünyada iyilikte bulunmayanları sevmektir. El-
hubbu billah’ın âlameti, Allah’ın nurundan haz alma etkeni mağlub olmalıdır.
El- hubbu minellah’ın âlameti, seni ona cezp edip onun dışındakileri senden
mestur kılmasıdır.
Şeyh Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî dedi ki: Her kim Allah’ı
sever, sadece Allah için severse onun velâyeti tamamlanmıştır. Gerçek seven,
sevdiğinin dışında kalbinin üzerinde başkasının sultası ve meşietinin
olmamasıdır. O hâlde velâyeti sabit olan ölümden korkmaz. Bu, Allah’ın şu
sözünden anlaşılır. “De ki, ey Yahudiler, eğer diğer insanlar değil sadece
kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız o hâlde doğruysanız
ölümü temenni ediniz’” (Cuma, 6) Öyleyse gerçek veli, kendisine ölüm
gösterildiğinde ondan korkmaz. Mahbûbu dışındakileri sevmeyen Allah’ı
sevmiştir. Arzusu için sevmeyen onun için sevmiştir. Mevlasının ünsiyetini
seven onunla buluşmayı sevmiştir. Onun sevgisi on kişideberraklaşır: Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
Sıddik, Faruk, sahabe, tabiin, evliyâ, ulema, Allah’a ulaştıranlar, şuheda,
salihler ve müminler. O hâlde imandan sonra durum on şeye ayrılmıştır: Sünnet -
bidat, hidâyet-dalalet, taat-masiyet, adalet-zulüm, hâk-bâtıl.
Onun için, temyiz edip, sevip ve buğz ettiğinde
hangisiyle olduğuna aldırmadığına, bazen tek bir kişi hakkında iki vasıf
birleşebilir (sayfa 36).
İkisini de yerine getirmek sana vacip olur. Bu
durumda, ilk on sevgi sende açığa çıkar. Bak, burada da, hevânın bir eseri
olduğunu görüyormusun? Böylece sâdıklardan, salih şeyhlerden, doğruya götüren
âlim kardeşlerinden hazır olanları itibara al ve diğer, hazır bulunan veya
hazır bulunmayan, ya da ölen kişilerle ilgili eğer, gördün ki, kalbin ölmüş
veya hazır olmayanlara bağlı olmadığı gibi, hazır bulunanlara da bağlı değilse
sevgin hevâdan arınmış ve Allah’a sabit olmuştur. Sevdiğin veya seven hakkında
ona bağlı bir şey bulursan, tekrar ilme müracaât et ve beş kısımdaki görüşünü
sağlamlaştır. O beş kısımda şunlardır: Vacip, mendub, mekruh, mahzur ve mubah.
Bilesin ki, Şeyh’in: “Velâyeti sabit olan ölümden korkmaz” sözü Allah’ın
muridlere, kendilerinde iddiada bulunduklarında veya Allah’ın velâyetini iddia
ettiklerinde, nefslerini ölçmek için, onlara verdiği bir mizandır. Zira
nefslerin iddia varlığı ve onları velâyete ulaştıracak yolu sülûk etmeden
yüksek mertebeye atlama onların şanındandır. Bu yüzden Allah şöyle buyurmuştur:
“De ki: Eğer doğruysanız delillerinizi getiriniz'” ( Bakara- 111) Hz.
peygamber, Harise’ye, “nasıl sabahladın”” dedikten sonra, o da, “hakîkî
bir mü’min olarak sabahladım”” demesi üzerine, “her hakkın bir hakikâti
vardır. imanının hakikâti nedir?”[34]demiştir.
Ölüm, mertebelerin dairesinde ölçü olduğu gibi, hâl ve
fiillerinde ölçüsüdür.
Mertebeler hakkında daha önce bilgi verildi. Fiillerve
hâller ise, Allahın rızası bunun yapılmasındamı yoksa terk edilmesinde midir?
Veya öyle bir hâldesin ki, onu hak ile mi, yoksa hevâ ile mi yerine getirdiğini
bilmediğinde, bu durumlarda ölümü, içinde bulunduğun hâllerin veya fiillerin
ölçüsü olarak getir. Ölümün gelişiyle sabit olan ve mağlup olmayan hâl ve amel
haktır. Ölümün yıktığı amel ve hâl ise batıldır. Zira ölüm haktır. Hak ise
batılı yenip yok eder. “Biz hakkı batılın üzerine atar, onu iptal eder ve
birde bakarsın ki yok olmuştur”” (Enbiya-18) “De ki, Rabbim hakkı ortaya
koyar. O bütün gaybları çok iyi bilendir”” (Sebe-48) “ De ki: Hak geldi
batıl yok oldu. Batıl yok olmaya mahkûmdur”” (İsra-81), (sayfa 37) yerine
getirdiğin hak olduğu müddetçe ölüm onu yenmez. Zira o haktır, ölümde haktır;
hak, hakkı yenmez. Ben ve ilimle meşgul olan bazıları arasında, şöyle bir
konuşma geçti: Ondaki niyetin ihlâslı olması gerektiği ve onunla ancak Allah
rızası için meşgul olmasını söyledik. Ben ona dedim ki, Allah için ilim okuyan
kimse: Ona “yarın öleceksin” dediğinde, elinden kitabı bırakmayandır. Bazen,
ilmi talep etmekten gafil olan, “biz ilmi Allah için talep etmedik, ancak o
bizi Allah için öğrenmeye sürükledi” sözüne aldanır. Bunu söyleyenin sözünde,
ilim talebeliğinden, riyaset ve münafese için olduğu, anlaşılmıyor. Bunu
söyleyen, Allah’ın kendisine lütûf ettiği bir durumdan ve kendisini kurtardığı
bir fitneden, haber veriyor. Başkasını buna kıyas etmeyi gerektirmiyor. Bu,
şunun mesabesindedir: Kişinin, bağırsaklarında müzmin bir hastalık vardır,
tedavisinden aciz olmuş, Ahlâkı daralmıştır. Kendini öldürmek için bir hançer
alıp karnına vurur. Hançer, bağırsağa denk gelir, onu keser ve hastalığı
giderir, bunun yaptığı sonuç olarak her ne kadar başarılı olmuşsa da
akıllıların tasvip etmediği bir şeydir. Sonuçların selametli olması, kendini
tehlikeye atanlardan, azarı kaldırmaz. Şeyh’in, “kendisi dışında sevgilisi
olmayanı Allah sevmiştir” sözü, muhabbetin târihini, gerektiren bir sözdür.
Benim bildiğim muhabbet, yakînin en büyük makâmlarındandır. Hatta ehlullah,
muhabbet makâmı mı, yoksa rıza makâmı mı, daha kâmildir diye, ihtilaf etmişler.
Bizim söylediğimiz rıza makâmının daha kâmil olmasıdır. Çünkü muhabbetin gücü,
sevginin üzerine hükmetmiş olabilir ve onun üzerindeki aşkın varlığı güçlenmiş,
böylece bu onu, o makâma layık olanı talep etmeye götürmüştür. Seven, sevgilinin
şahitliğinin devamlılığını ister. Allah’tan razı olan ise ister ona şahit
olsun, isterse, daimi vuslattan onu engellesin. O ondan razıdır. Allah’tan razı
olan, ona vuslat da etse, ondan kopsada ondan razıdır. Zira o, kendi nefsi için
istediği ile değil, bilakis, Allah’ın kendisi için istediği iledir. Seven,
sevgili ile iletişimin devamlılığını talep eder, razı olanın böyle bir talebi
yoktur. Bu manâda bir şiirimiz vardır:
Önceleri ben
onlardan vuslat isterdim.
Benden
cehâlet gidip ilim gelince
İnandım ki,
kulun bir talebi yoktur
Yaklaşsalar,
bu bir fazilettir.
Uzaklaşsalar
adalettir.
Zahir
olsalar vasıfları dışında zahir olmazlar.
Eğer
gizlenseler, gizlilik, onlar için, tatlıdır.
Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: “Muhabbet, kulun kalbini,
Allah tarafından, onun dışındaki her şeyden alıkoyar. Böylece görürsün ki nefs
onun taatına meyleder. Akıl onun mârifeti ile korunur. Rûh, onun huzurunda
tutulur. Sır, onun müşahedesinde kaplanır. Kul, fazla olmasını ister,
münacatının lezzetinden en tatlı olanla, fethedilip arttırılır. Yakın olan,
yaklaşma elbisesini kesbeder. Hakikâtlerin bekârlarını ve ilimlerin dullarını
elde eder. Bu yüzden demişlerdir ki, Allah’ın velileri gelindirler. Suçlular
gelinleri göremezler (sayfa 38).
Biri ona dedi ki: Sevginin ne olduğunu öğrendim. Peki,
sevginin şarabı ve sevginin fincanı nedir? Sâkî kimdir? Zevk ve şarap nedir?
Kanmak nedir? Sarhoşluk nedir? Ayıklık nedir? O şöyle cevap verdi: Şarap,
sevgilinin cemalinden yayılan nurdur. Fincan, bunu kalplerin ağzına ulaştıran
lutuftur. Sâkî, büyük mahsusu ve kullarından salihleri dost edinendir. O Allah,
kaderleri ve dostların maslahatlarını bilendir. Her kim, cemalinden keşfedip,
bir nefes ya da iki nefes pay alırsa, sonra üzerine hicab perdesini sarkıtırsa,
o zevke varan muştaktır. Kim için bu bir saat veya iki saat devam ederse, o
hakkıyla şarabı içendir. Her kim, bu durum üzerine kaim olup, içmesi, damarları
ve mafsalları Allah’ın hazinesinde birikmiş nurlarından dolana kadar içerse, bu
da kanmaktır. Bazen mahsus ve ma’kul olan şeylerden ğaib olur, denileni ve
söylediğini bilmeyebilir. İşte bu sarhoşluktur. Bazen, onların üzerinde
fincanlar dolaştırılır, hâlleri farklılaşır, zikir ve taatlere varid olurlar,
makduratın kalabalık olmasına rağmen, sıfatlardan engellenmezler. İşte bu, ayıklık
vaktidir. Görüşlerinin genişliği ve ilimlerinin faydalı oluşudur. Onlar ilmin
yıldızlarıyla, tevhidin ayıyla, gecelerinde yolunu bulur, mârifetlerin
güneşleriyle, gündüzlerini aydınlatırlar. “İşte bunlar, Allah’tan yana
olanlardır. İyi bilin ki, saadete erecek olanlar, Allah’tan yana olanlardır.”
(Mücadele-22).
Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî’nin şeyhi olan kutup Şeyh
Abdusselam b. Meşîş dedi ki: Şirkten temizlenmeye bağlı kal, her abdestin
bozulduğunda mı temizlenirsin? Her şehvete meylettiğinde dünya sevgisi kirinden
temizlen. Hevâ ile ifsad ettiğini tevbe ile ıslah et. Vakar ve nezahet üzere,
Allah’ın muhabbetini sana tavsiye ederim. Fincanlarıyla, sarhoşluk ve ayıklık
hallerinde devamlı iç. Heryok olduğunda veya uyandığında, iç, ta ki
sarhoşluğunda ayıklığında onunla olsun. Ta ki, onun cemaliyle muhabbet ve
şaraptan kaybolasın. İçmek ve fincan sana kemal ve celalı mukaddes olanın
cemalinin nurundan görünenlerdir. Herhâlde ben, muahbbet ve şarabın ne
olduğunu, şarabın minnetinin ne olduğunu, fincan, sarhoşluk ve ayıklığın ne
olduğunu bilmeyene konuşuyorum. Ona biri dedi ki: “Evet, bir şeyde nice gark
olanlar vardır ki, garkını bilmez. Bilmediğim şeyleri veya bana minnet edipte
benim gafil olduğum şeyleri, bana bildir ve beni uyar.” Dedim ki: Muhabbet,
Allahtarafından sevdiğinin kalbini, cemalinin nurundan kendisine keşfettiği
şeylerle yakalar. Muhabbet şarabı, sıfatı sıfatlarla, Ahlâkı ahlakla, nurları
nurlarla, isimleri isimlerle, sıfatları sıfatlarla, fiilleri fiillerle
mezceder. Ondaki nazar Allah’ın dilediği kişiler için genişler. Kalpler ve
damarlar sarhoş oluncaya kadar bu şaraptan içerler, şarap erime ve arınmadan
sonra eğitim ile olur (sayfa 39).
Herkes kendi miktarınca içer, kimisi vasıtasız içer
Allah onun için bunu üstlenir. Kimisi de, melekler, âlimler, ekâbir ve
mukarrabinler gibi aracılar cihetiyle içer. Kimisi daha tatmadan, fincanı görür
görmez sarhoş olur, peki tattıktan, kana kana içtikten sonra ve sarhoşluk
sonrası hakkında ne düşünüyorsun? Ondan sonra sarhoşlukta olduğu gibi ayılmanın
da farklı aşamaları vardır. Fincan hakkın mârifetidir. Onunla bu temiz, hâlis,
safi şarabı yaratıkların içinden husûsî kullarından dilediği için avuçlar.
Bazen içen o fincanı bir suret şeklinde görür. Bazen mânevi olarak müşahede
eder. Bazen de ilmî olarak müşahede eder. Sûret bedenlerin ve nefslerin
hazzıdır, mânevi kalplerin hazzıdır. Akıl ve ilim, ruhların ve sırların
hazzıdır. Ey bu şarabı içen! O ne kadar tatlıdır. Müjdeler olsun ondan içip
devam eden ve ondan kopmayana! Allah’ın faziletinden isteriz. “Bu Allah’ın faziletidir.
Allah dilediğine verir. Allah ’ın fazileti geniştir ve o her şeyi bilendir.
” (Maide, 54).
Bazen sevenlerden bir cemaat toplanır, bir fincandan
içerler, bazen de birçok fincandan içerler. Bazen de bir kişi bir fincandan ve
birçok fincandan içer. Bazen fincanların sayısına göre içecekler değişir. Bazen
de bir bardaktan farklı içecekler oluverir. Dostların büyük çoğunluğu ondan
içerse, bu bir şefkatleşmedir. Daha sonra bilmeni isterim, Allah kalbini
nurlarının müşahedesiyle fethetsin, ya da esrârını ve mârifelerini üzerine
yağdırsın, bilesin ki; Allah’ın velilerine en büyük hibelerinden biri ibarenin
vücûdudur.
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: Veli
ilim ve mârifetle dolar, hakikâtler onun yanında meşhur olur, ta ki, ona ibare
verildiğinde, bu Allah tarafından kendisine konuşma için verilen bir izin
gibidir. Bilinmesi gerekir ki: Tabirde kendisine izin verilenin ibaresi, halkın
kulaklarında hazır hâle gelmiş, işaretleri onlarda tatlı kılınmıştır.
Yine şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ı şöyle söylerken duydum:
İzin verilenin kelamı, tatlı bir edayla ortaya çıkar. İzin verilmeyenin kelamı
ise, nûrları kararmış olarak çıkar. Hatta iki kişi aynı hakikâti konuşur,
birininki kabul görür, diğerininki reddedilir.
Ondan sonra bilesin ki: Velinin durumunun temeli Allah
ile yetinmek, ilmi ile kanaat getirmek ve onun müşahedesiyle müstağni olmaktır.
“kim Allah’a tevekkül ederse, o ona kâfidir.” (Talak, 3). “Allah,
kulu için kâfi değil midir?” (Zumer, 36), (sayfa 40).
“Allah’ın gördüğünü bilmez mi?” (Alak, 14). “Rabbinin her şeye şahit olması ona
yeter değil midir?”” (Fussilet, 53). İlk baştaki durumlarının temeli,
halktan kaçmaya, Hak tealayla yalnız kalmaya, amel ve hâllerini gizlemeye
dayanır. Böylece Fenâlarını gerçekleştirip, zühdlerini tesbit ederler. Kalplerinin
selameti için çalışıp, önderleri için amellerini hâlis kılma sevgisini
beslerler. Ta ki, yakîn yerleştiğinde, tam kök salıp, temkin olmakla
desteklendiklerinde, fenâ hakikâtini gerçekleştirip, bekânın vücuduna
döndüklerinde, artık hak dilerse onları izhar eder, dilerse gizler. Dilerse
kullarını hidâyete erdirsinler diye izhar eder. Dilerse onları her şeyden
koparıp gizler. Velinin zuhûru, kendisi için irade etmesiyle değil, ancak
Allah’ın onun için dilemesiyledir. Hatta geçtiği gibi, eğer açık olması değil
de gizliliğine bir istek varsa, bu bir istektir. Zuhûrolma onların isteğiyle
olmadığından ve Allah onları izhar etmeyi dileyip izhar ettiğinden, bu konuda
desteğiyle onların yardımcısı olmuştur. Zira Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir:
“Ey Abdurrahman b. Semure, idareciliği isteme! Eğer sen istemeden sana
verilirse, onda yardım edilirsin. Ama eğer senin istemenle sana verilirse,
onunla baş başa bırakılırsın.””[35] Kim ondan bir şeyi Allah’a ubûdiyetle
gerçekleştirirse, zahir olmayı veya gizliliği talep etmez. Bilakis iradesi,
efendisinin kendisi için seçtiğine bağlıdır. Şeyh Ebû’l-Abbâs demiş ki: Zuhûru
seven, zuhûrun kuludur. Gizliliği seven de gizliliğin kuludur. Allah’a kul
olana zahir olmak veya gizli kalmak aynıdır.
Bu mukaddime, Allah’ın velilerinin kerametlerinin caiz
olma ve gerçekleşme bakımından zikri ile kısaca kısımlarını anlatmakla
sonuçlansın. Bu konuda bizden önce kapsayıcı söz söyleyenler olmuştur. Bu bizim
için yeterli olabilir. Ancak, akıl sahipleri için bazı faydalı nüktelere dikkat
çeker ve onların güzel yüzünden seçkinlerin istidlal ettiklerini keşfedeceğiz
ki, bu tâife ile ilgili kerametlerinden aktaracaklarımızın kabulü için ve
onlara isnad edeceğimiz açık âyetlere inşallah bir hazırlık olsun.
BİRİNCİ FASIL
Keramet hakkındaki söz iki kısma ayrılır. Birincisi
caiz, ikinicisi ise gerçekleşmesidir. Cevaz konusuna gelince, açıktır ki
velilerden kerametin zuhûr olmasımümkünattandır. Zira eğer mümkünattan
olmasaydı, ya vaciplerden ya da imkânsızlardan olurdu. İmkânsızlardan olması
batıldır. Çünkü imkânsız eğer varlığı takdir edilirse, aklın onu muhâl görmesi
gerekir. Oysa kerametin varlığının takdirini, akıl muhâl görmüyor. Velilerin
üzerine cereyan eden kerametin vucubi olması da batıldır. Zira tâife icma
etmiştir ki, bazen veli harikulâde bir şey kendisinde olmadığı hâlde veli
olabiliyor. Dolayısıyla caizlerden olduğu kesinleşmiştir. Caizlerden olan hiç
bir şeyi akıl imkânsız görmez. Aklın imkânsız görmediği ve naklin
gerçekleşmediği herşey caizdir kiAllah velilerine ikram etsin. Sonra bu
keramet, bazen yerin dürülmesi, suyun üzerinde yürümek, havada uçmak, var olmuş
veya henüz olmamış şeylere âdet dışı şeylerle muttali olmak, yemek ve içmenin
çoğaltılması, vakti dışında meyveyi getirmek, kazmaksızın suyu fışkırtmak
şeklinde olur. Bazen de normal hayvanları emrine musahhar kılmak, vakti dışında
yağmurun gelmesi için duasının kabul edilmesi, normalin dışında uzun süre
gıdasızlığa karşı sabretmesi, ya da âdeten meyve veremeyecek durumdaki kuru ağacın
meyve vermesi şeklinde olabilir. Bütün bunlar zahir ve hissi kerametlerdir.
Bazı kerametlerde vardır ki, onlar Allah katındandır.
Bunlar daha faziletli ve daha büyüktür. Bunlar mânevi kerametlerdir. Allah’ı
tanımak, ondan korkmak, daimi murakabe, emrini ve nehyini yerine getirmek için
acele etmek. Yakînde kökleşmek, kuvvet, temkin, devamlı ittiba etme, Allah’ın
emirlerine itaat, onları anlama, ona doğru bir şekilde tevekkül etme ve bunun
dışındakiler gibi (Sayfa 43).
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’tan duydum, şöyle diyordu: Tayy
iki kısımdır: Küçük tayy, büyük tayy. Küçük tayy, bu tâifenin geneli içindir.
Tek bir nefeste doğudan batıya kadar yerin onlar için dürülmesidir. Büyük tayy
ise, kişilerin sıfatlarının dürülmesidir. Allah ondan razı olsun gerçekte de
doğru söylemiştir. Mesela yerin dürülmesi, şâyet Allah seni aciz bıraksaydı
veya onu yok etseydi, ubûdiyet içinde ona vefa ile devam ettiğin müddetçe, bu
onun yanındaki rütbenden bir şey eksiltmezdi. Kişilerin sıfatlarının tayyı ise,
eğer sen Allah’a ibadetle gitmezsen, gafillerle beraber haşrolur ve
aldatılanlardan olursun.
Şeyh Ebû’l-Hasan (r.a.) dedi ki: O ikisi iman
kerametini kapsayan kerametler olup kesinliği ve ayânın şahitliğiniarttırır.
Amel kerameti iktida ve mutabaat üzeredir. Kerameti iddia etmek (keramet
göstererek kibirlenmek kendine paye biçmek) ve aldatmaktan uzaklaşmaktır. Her
kime bunlar verirlir de o başka şeylere muştak olursa, o aldatılmış kezzab bir
kuldur ya da ilim, amel ve sevapta hatalıdır. Tıpkı rıza sıfatıyla hakk teala
yı müşahede ile ikram olunan kişinin hayvan seyisliğine ve rızanın terkine
muştak olması gibidir. Beraberinde Allah’ın rızası olmayan her kerametin sahibi
müstedrectir, aldanmıştır, eksiktir ya da helak olmuştur.
Allah’ın velilerinin bazı gaybların üzerine muttali
olmalarını, akıl imkânsız görmez ve nakilde bunu aktarmıştır. Hz. Ebûbekir
(r.a)ölüm hastalığında, hanımı da hamileyken, kızı Ayşe’ye dedi ki:“iki
erkek ve iki kız kardeşin... bint Harice’nin karnındakini kız olduğunu
görüyorum. ” Hanımının karnında kız olduğunu söylemişti gerçekten söylediği
gibi de oldu. Hz. Ömer (r.a.): “Ey Sâriye! Dağa doğru çekik” demiş,
Sâriye ise Irak’ın en ücra köşesindeydi ve onun sesini duydu. Allah, Hz. Ömer’i
Sariye’nin durumuna muttali kılmıştı, düşmanların onu kuşatmış olduğunu gördü,
ona dağa doğru çekilmesini emretti. Bunun üzerine o ve ordusu çekildiler.
Böylece galip gelip zafer kazandılar. Hz. Ömer bunu söylerken, minber’in
üzerinde hutbe okuyordu. Hutbesini bırakıp “Ey Sâriye! Dağa doğru””
dedi. Sonra hutbeye döndü. Bazı sahabeler Hz. Aliye geldiler, ona dediler ki:
Bu gün Hz. Ömer hutbe okurken, bir ara hutbeyi bıraktı ve “ey Sâriye dağa
doğru” dedi, sonra hutbesine devam etti. Bunun üzerine bazı sahabeler, hz.
Aliye Ömer hutbe okurken bir anda “Ey Sâriye! Dağa doğru”” dedi ve sonra
kaldığı yerden devam etti! Dediler. Hz. Ali dedi ki: Yazıklar olsun size!
Ömer’i rahat bırakın, o neye bulaşırsa, mutlaka bir çıkış yolu bulur. Daha
sonra Sâriye gelip, o günden haber verdi. Hz. Ömer’in onu çağırdığında, onu
duyduğunu, söyledi. Hz. Osman (r.a.) yolda bir kadının güzelliklerine bakan bir
adama, “yüzünde zina eseri beliren biri içeri girdi.”demiştir. Hz. Ali
(r.a.) ise bu konuda en ilginç olanı ondan gelmiştir. Hatta haberciler Küfe’de
Muaviye’nin öldüğü haberini yaydılar. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.) bu haber
kendisine ulaşınca, “vallahi o ölmedi(Sayfa 44)ve şu iki ayaklarım
altındakine sahip olmadıkça ölmeyecektir de. Hind’in oğlu kendisiyle ilgili
bilgiyi saklamak için bunu yaymak istedi.”” O gün Küfeliler Muaviye’ye yazı
yazarak başkanlığın ona geçeceğini bildirdiler.
Bu konuda velilerin kerametleri her dönem ve her
şehirde tevatür derecesine ulaşacak kadar yayılmıştır. Dolayısıyla bunu inkâr
etmek mümkün değildir. “Allah’ın rahmeti onun üzerineolsun”, eğer o sana bir
durumu gösterirse, bunu tasdik etmen senin için kolay olacaktır ki, o, özel
kulun Allah’ın ğayblarından bir ğayba muttali olmasıdır. Cismaniyeti ve
sûretinin varlığıyla değil, ondaki hak nûr iledir. Bunun delili, Resulullah’ın
şu sözüdür: “Müminin ferasetinden sakının çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.”[36] Nasıl bir müminin Allah’ın gayblarından bir gayba
muttali olması garipsenir? Oysa Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onun için
şahitlik etmiştir ki, o kendi nefsinin varlığı ile değil, Allah’ın nûru ile
bakıyor. Hakeza daha önce geçen hadiste de, “Ben onu sevdiğimde işiten
kulağı, gören gözü olurum”” diyordu. Hak onun gözü olduktan sonra, gayba
ittila etmek yadsınmaz, bu hadisin bazı tariklerinde şöyle geçiyor: “Onu
sevdiğimde, onun için kulak, göz, dil, kalp, akıl, el ve destek olurum.”
Eğer, Allah’ın “Gaybı bilen o’dur. rasûllerinden razı olduğu kişi hariç, hiç
kimse onun gaybına zahir olamaz.” (Cin, 26-27) sözünü ne yaparız? bu âyette
peygamberden başka kimseyi istisna etmemiştir. Diye sorarsan! Bilesin ki,
Şeyhmiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: “Âyetin manasında sıddık ya da
veli anlamıda vardır. Eğer, bu, Kur’an’ın içerdiğine ekleme yapmaktır, dersen,
şöyle derim: mesela denilir ki: Sultan bugün sadece vezire izin vermiştir.
Fakat bakıyoruz ki vezirin yardımcılarıda beraberinde geliyorlar. Demekki
metbûuna olan izin, onlarada izin sayılmıştır. Hakeza, Allah, veliyi
gayblerinden bir gayba muttali kıldığında, bunun sebebi onun nübüvvet yolunda
yürüdüğünün alametidir. Bunu kendiliğinden görmemiştir. Bunu ancak metbûunun
(kendisine uyulan peygamberin) nûru ile görmüştür (Sayfa 45).
Yine âyet, Allah’ın ğaybına ancak Allah’ın muttali
kıldıkları hariç, kulların muttaliolmayacaklarına işaret etmektedir. Allah,
gayblarından bir gayba muttali kılmanın sebebini açıklamıştır. Bu durumun kendi
katında razı olunan bir durum olduğunu şu sözle beyan etmiştir: “Ancak razı
olunanlar.” Âyette nebi, sıddık ve veli anlatılmayıp, sadece rasûl zikirle
tahsis edilmiştir. Her ne kadar bunların hepsi razı olunmuş kişilerse de, ancak
rasûl bu konuda diğerlerinden daha evladır.
Velilerin kerametine inanmanı kolaylaştıran ve bunu
onlara fazla görmeyeceğin bazı durumlar vardır.
Birincisi: Bilmeliyiz ki, Allah’ın bu velide keramet
izhar etmesi, Allah’ın kudretinden daha üstün bir şeyin olmadığını gösterir.
Biz kulun zayıflığına değil, efendisinin gücüne bakarız. Velideki kerameti
inkâr, aziz ve kadir olan Allah’ın kudretini inkârdır. Allah’ın nitelendirdiği
büyük müşahededen seni alıkoyan nedir?
İkincisi: Bazen kerametin inkâr sebebi, nisbet edildiği
kula fazla görünmesidir. Hâlbuki o kul, kendi üzerinde kerameti sana izhar
ederek, tabi olduğunun yolunu doğruluyor. Veliye nisbeten keramettir. Ardından
gelen bereketler nisbeten mucizedir. Bu yüzden demişler ki: Veli için her
keramet, velinin tabi olduğu peygamber için mucizedir. Biz uyana değil, tabi
olanın kudretinin büyüklüğüne bakarız.
Üçüncüsü: Bilesin ki, Allah’ın velilerine verdiği iman
ve yakîn, senin tasdik ettiklerindendir. Oysa bunlar, garipsediğin, inkâr
ettiğin gaybe muttali olmaktan, havada uçmaktan veya suyun üzerinde yürümekten
daha büyüktürler. Bu, müminin şu durumuna benzer; kral özel adamlarından birine
bir sepet dolusu değerli yakutlar verir ve sende biliyorsun ki, bu sepetin
içindeki yakutlar, onbinlerce dinara denk geliyor. Ondan sonra, kralın özel
adamı olan kişinin kendisi veya bir başkası: kral ona yüz dinar vermiştir dese
ve sen de bunu garipsersen anlayış ve akıl sahibi olan inanlar, seninbu
durumunu mazur görürler mi?
Allah, kullarına dünya ve ahirette ona iman ve rubûbiyetini
bilme gibi ne kadar da ikramda bulunmuştur. Zira hâller ve makâmlardan dünya ve
ahiret hayırlarından her bir hayır, ancak imanın birer alt dalıdır. Virdler,
bütün nurlar, ilim, fetih, gaybe nüfuz, hitabın işitilmesi, kerametin cereyanı,
cennetin içerdiği huriler, saraylar, nehirler, meyveler, cennet ehlinin orada
sahip oldukları Allah’ın rızası ve ru’yetullah; bütün bunlar imanın neticeleri,
eserlerinin vecihleri ve nurlarının uzantılarıdır.
Allah bizi ve seni özel kullarından, razı olduğu,
rubûbiyetinin imanıyla inananlardan, bizi ve seni muradına teslim olanlardan
eylesin.
Bilesin (Sayfa 46), insanlardan kimisi, Allah’tan
kendisine perişanlık yönelmiş ve velilerin kerametini kökten inkâr etmiştir. Bu
mezhepten Allah’a sığınırız. O anlatılmaya layık değildir. Ancak anlatılmasının
sebebi: Allahbir kulu
saptırmak istediğinde, aklın ona yardım etmeyeceği ve
ilmin ona fayda vermeyeceğibilinmesi içindir. “Allah kimin fitnesini
dilerse, artık sen onun için Allah’tan bir şeye malik olmazsın.” (Maide,
41), “Size apaçık deliller geldikten sonra eğer kayarsanız biliniz ki, Allah
azizdir, hâkimdir.” (Bakara, 209), “O her şeyi koruyup kollayandır,
ancak kendisi korunup kollanmaya muhtaç değildir.” (Muminun, 88). Hâller,
sözler ve fiiller böyledir. Aşağılık mertebeleri onun tevkifine bağlıdır,
nûrları gerektirmez, kabüle müstahak değiller. Sahibi de ikbalı hak etmiyor ki
Tevfik ona yardım etsin. Değeri çok büyük olduğundan Allah onu Kuranda sadece
bir yerde zikretmiş: “Benim tevfikim ancak Allah iledir.” (Hud, 88). Tevfikin
yanında olmak ve onun âlameti, her fiilin ve terkin öncesinde ona olan
fakirliği ve muhtaçlığı gerçekleştirerek, Allah’a sâdık bir rücû yapmaktır.
Onun önünde meskenet ve zillet denizine dalmaktır. Boş olana kadar bu durumda
kalmak ve daha sonrasında devamlı yapmaktır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Siz bedirde zelil iken Allah size yardım etti.” (Al-i İmran, 23), “sadaka
ancak fakirlere ve
miskinleredir.”
(Tevbe, 60).
Rezil olan ve Allah’ın onun hakkında: “Kendi
nefsine zulmetmiş olarak bahçesine girerek dedi ki, ben bunun hiçbir zaman yok
olacağını zannetmem,” (Kehf, 25). dediği kişi gibi ilminin, amelinin, sana
verilen nurun ve fethin bahçesine girme. Ancak Allah’ın beyan edip razı olduğu
şu kişi gibi gir: “Bahçene girdiğinde, maşallah güç ve kuvvet ancak Allah
’ındır deseydinya!” (Kehf, 39).
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in: “La
havle vela kuvvete illa billah, cennet hazinelerinden bir hazinedir.”” [37] Başka bir rivâyette ise; “Arşın altındaki
hazinelerden bir hazinedir”” şeklinde gelmiştir. Manası zahirdir. Hazine ve
onda saklanan şey; güç ve kuvvetten teberrinin doğruluğu, Allah’ın güç ve
kuvvetine rücûdur. Her kim evliyânın kerametini inkâr ederse, akli ve nakli
deliller onun aleyhinedir. Mezhebi böyle olanın kötü akibetinden korkulur
(Sayfa 47).
İnsanlardan başka bir grup vardır ki, Maruf, Sirrî,
Cuneyd gibi, kendi zamanında olmayanların kerametlerini kabul ederler, ancak
kendi zamanlarındaki velilerin kerametini inkâr ederler. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın
dedikleri gibidir onlar: “Vallahi onlar ancak israillilerdir. Musa ve İsa
(a.s.)’yı tasdik ettiler. Kendi zamanına yetiştikleri için Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i yalanladılar.
Başka bir grupta vardır ki, Allah’ın kullarında kerameti olan evliyânın
olduğunu tasdik ederler, ancak kendi zamanlarındakilerden herhangi belirli biri
için bunu kabul etmezler. Kendilerine veli olduğu veya keramet nispet edilen
biri anlatıldığında, hevâya tabi olmuş, aldanmış ve gaflet ipleriyle bağlanmış
olan akıllarının gereği olan ölçülerine göre bunu ispat etmek için müdafaa
ederler. Bu tasdik ne iktidanın varlığını ne de ihtidanın nurunun aydınlığını
onlara sağlamaz. Zira iktida, Allah’ın yarrattığı kâinatta bizzat bilinmeyen
bir veli ile olmaz. Bilakis iktida, Allah’ın; velâyetini ve ona verdiği
husûsîyetlerisana bildirdiği veli ile olur. Onun varlığının husûsîyetinde
beşeriyetinin şahitliğinden dürülür. Sen ona uyarsın, oda seni doğru yola
iletir. Nefsinin münasebetsizliklerini, gizliliklerini ve definelerini sana
öğretir. Allah da cem olmayı sana gösterir. Allah dışındakilerde kararı sana
öğretir. Allah’a ulaşana kadar yolunda seninle beraber yürür. Nefsinin
kötülüğüne karşı seni yakalar. Allah’ın sana olan ihsanını tanıtır. Nefsinin
kötülüğünü öğrenmen ondan kaçma ve ona meyletmem e faydasını verir. Allah’ın
sana olan ihsanını bilmek, ona yönelme, şükrünü eda etme, onun huzurunda
zamanların geçmesi boyunca devam etme faydasını verir.
Eğer desen senin bu anlattığın nerede? Sen bana anka
kuşundan daha tuhaf bir şeyi gösterdin.
Bil ki: Yol gösterenlerin varlığı seni ümitsiz
bırakmaz, ancak onları talep etmendeki doğruluğun varlığı aciz bırakır. Doğru
çalış, mürşidi bulursun. Bunu Allah’ın kitabının şu iki âyetinde bulursun: “Zor
durumda kalana, onu çağırdığı zaman ona icabet eden kimdir?” (Nahl, 62) “Eğer
Allah’ı tasdik etselerdi, muhakkak bu onlar için daha hayırlı olurdu.”
(Muhammed, 21)
Susayan birinin suya ihtiyaç duyduğu gibi, emniyet
için korkan gibi, seni Allah’a ulaştırana mecbur kaldığında, onu talebinden
daha yakın bulursun. Bir annenin evladını kaybettiğindeki sıkıntı gibi,
Allah’ın rahmetine muhtaç olursan, hakkı kendineyakın ve sana icabet eden
olarak bulursun ve göreceksin ki vuslat senin için imkânsız değildir. Bunun
sana kolaylaştırmasıyla hak sana yönelir. Bu söz hem cevaz hem de gerçekleşme
yönlerinin ikisinde de geçerlidir. Selefin ittifak ettiği kerametlerin zikrini
saymak mümkün değildir. Ustad Ebû’l-Kasım el-Kuşayri, kendi Risalesinde ona
müstakil bir bâb ayırarak doyurucu bilgiler vermiştir (Sayfa 48).
Bilesin ki, keramet, bazen velinin nefsinde kendisi
için zuhûr eder. Bazende kendisinde başkası için zuhûr eder. Nefsinde kendisi
için zuhûr ettiğinde, maksat ona Allah’ın kudretini, birliğini ve sözlerini
tanıtmaktır. Onun kudreti sebeplere bağlı değildir. Âdetlere kendisi hâkimdir,
onlar ona değil. Âdetler, vasıtalar ve sebepler, onun kudretini örtüyor,
vahdaniyyet güneşini gideriyor. Onların yanında bekleyen hizlana uğramıştır.
Onlardan geçip ona giden ise, inâyet ile vuslata ulaşmıştır.
Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: Kerametin faydası, ilim,
kudret, irade ve ezeli sıfatlarla yakînin Allah’tan olduğunu öğretmektir.
Bunların hepsi ayrılmaz bir bütündür. Sanki bunlar tek olan bir zat ile kaim
bir sıfattır. Allah’ı nûru ile tanıyan, aklı ile tanıyan gibidir. Kendisine
zahir olana bunlar sabit olduğu içindir ki, bidâyet ehli başlangıçlarda onu
bulmuşken, nihâyet ehli ise, nihâyette onları kaybetmişler. Zira nihâyet
ehlinin üzerinde bulunduğu yakîn, kuvvet ve temkin kökleşmesinden dolayı,
onunla tesbite muhtaç değillerdir.
Selef böyleydi, Allah onları hissi kerametlere muhtaç
kılmamıştı. gaybî mârifetleri ve işhadî ilimleri onlara vermemişti. Dağ kazığa
muhtaç değildir. Keramet minnetteki şüphe zelzelesini giderir. Zahir olduğu
kişide Allah’ın fazlını tanıtır. Allah ile beraber istikamet üzere olduğuna
şahittir. İnsanlar keramet konusnda üç ksımdır.
Bir kısım vardır ki, onu amaç
edinirler. Onu bulduklarında, onu izhar edeni tazim eder, yitirdiklerinde ise
onu yüceltmezler.
Bir kısımda vardır ki, şöyle
diyorlar: Keramet ancak irade ehlinin aldandığı bir şeydir ki, sınırlarında
bekleyip, kendilerine ait olmayanmakâma sığınmasınlar. Ebû Turab en-Nahşi,
Ebû’l-Abbâs’a dedi ki: Senin arkadaşların Allah’ın kullarına ikram ettiği işler
konusunda ne diyorlar? Her gördüğüm ona inanıyor, dedim. Bunun üzerine o da
şöyle dedi: Ona inanmayankâfir olur, ben sana hâllerin tarikini sordum. Onların
bu konuda herhangi bir sözünü bilmem, dedim. O da dedi ki: Senin arkadaşların
bunun haktan bir tuzak olduğunu iddia ediyorlar. Oysa durum böyle değildir.
Tuzak onunla sükûnet bulduğun durumda olur. Ancak onunla şımarmayan, onunla
sükûnet bulmayanlar ise, Rabbanilerin mertebesidir. Ebû Turab’dan bu peydah
olmuştur. Arkadaşları susadığında, yere vurdu su fışkırdı. Orada bulunan bir
genç dedi ki: Ben kadehten su içmek isterim, eliyle yere vurdu (Sayfa 49) beyaz
camdan bir kadeh ona verdi. O içti ve bize de içirdi. Ebû’l-Abbâs dedi ki:
Mekke’ye
kadar o bardak bizimleydi. Bu konudaki son söz şudur:
Allah’a karşı edepten ötürü bunu talep etmek uygun değildir. Her kimde bu zahir
olursa o büyüktür. Çünkü onun Allah ile istikamette olduğuna şahitlik ediyor.
Bir kısımda vardır ki, keramet velide başkaları için
zahir olur. Bundan amaç, ona şahit olan kula şunu öğretmesidir: Üzerinde
kerametin zahir olduğu velinin yolunun doğru olduğudur. Bu kişi, ya inkârcıdır,
itirafa döner ya da kâfirdir, imana döner ya da özellikle o kulun husûsîyetinde
şüphecidir. Bunun üzerine onda zahir olur ki, Allah ondaki iyilik emanetlerini
sana tanıtmak istemiştir. Bu mukaddimede, söz bayağı yayıldı. Bu kendi
ihtiyarımızla değildi. Ancak minnetten nasibi olana nurların ışıkları onun
üzerine doğduğunda, onun için bazı sırları ve ilimleri kapsamıştır. Artık
amaçladığımız şeye başlama ve onu izhar eme zamanıdır. Beyanın sahibi olan
Allah’tır. Fazilet ve ihsanın velisi o’dur. Celali için gerekli olduğu şekli
ile hamd o’nundur. Şükür, art arta gelen nimetleri ve faziletleri içindir. O
bizim için yeterdir. O ne iyi vekildir. Bu kitap daha önce zikredildiği gibi on
bâb’a ayrılıyor(Sayfa 50).
BİRİNCİ BÂB
Bu bâb (bölüm) Hâlini aldığı şeyhinin târifi, kendi
zamanındaki âlimlerin onun zamanın kutbu olduğuna ve ehl-i ayânın bayrağını
kendi döneminde taşıdığına şahitlikleri hakkındadır.
O,sûfîlerinn dayanağı, Şeyh ve imamdır. Mühtedîlerin ilmidir.
Ariflerin süsüdür. Büyüklerin üstadıdır. Mefahir ve Sünni mârifetlerle kendi
döneminde münferittir. Allah’ı bilendir. Allah’a delalet edendir. Sırların
zemzemi, nurların madeni, gavsların kutbu ve tüm ilimleri kendinde toplayandır.
Nesebi, Takiyyuddin Ebû’l-Hasan Ali b. Abdüllah b. Abdilcebbar b. Temim b.
Hürmüz b. Hatem b. Kusay b. Yusuf b. Yuşa’ b. Verd b. Battal b. Ahmed b.
Muhammed b. İsa b. Muhammed b. Hasan b. Ali b. Ebi Talib’dir. Şâzelî olarak
tanınmıştır. Menşei Uzak Mağrib’dir. İlk zuhûru, Tunusa yakın bir belde olan
Şazile’dir ve oraya nisbet edilmiştir. Birçok seyahate katılmış, büyük makamlar
sahibi ve iyi bir âlimdi. Hatta zahirî ilimlerde münazaralara katılacak kadar
büyük ilimlere sahip olmadan tariküllaha intisap etmemiştir.
Şeyh Safiyyuddin b. Ebi’l-Mansur, kitabında onu
zikredip, ona birçok övgüde bulunmuştur. Şeyh Kutbuddin b. Kastellânî,
karşılaştığı şeyhler arasında onu zikredip övmüştür. Şeyh Ebû Abdillah b.
Numân, onu zikredip kutupluğuna şahitlik etmiştir. Şeyh Abdulğaffar b. Nuh,
Tevhid kitabında onu zikretmiş ve övmüştür. Nurlanmış kalp sahipleri, basiret
sahibi ârifler ve garip kerametleri ile tanınanlar onun kutupluğunda ihtilaf
etmemişler. Hakikât ilminde itnabı teşri etti. Saliklere alanı genişletti.
Hatta Şeyh, İmam, Mufti’l-Muslimin, Takiyyuddin Muhammed b. Kuşayrî’nin şöyle
dediğini duydum: Şâzelî Şeyhinden daha çok Allah’ı tanıyanı görmedim. Şeyh,
Ârif, Mekinuddin el-Esmerî bana haber vererek şöyle dedi: Mansûre’de bir
çadırda hazır bulundum. İçinde Şeyh İmam Mufti’l-Enam İzzuddin b. Selam (Sayfa
51),
Şeyh Mecduddin Ali b. Vehb el-Kuşayrî, Şeyh Muhyiddin
b. Suraka, ŞeyhMecduddin el-Ahmimî, Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî vardı. Kuşayri
Risalesi kendilerine okunuyordu. Onlar konuşuyordu, Şeyh Ebû’l-Hasan susuyordu.
Konuşmaları bittiğinde dediler ki: Efendim, seni dinlemek istiyoruz. O da dedi
ki: Siz zamanın efendileri ve büyüklerisiniz ve konuştunuz. Onlar da dediler
ki: Seni dinlememiz lazım. Bunun üzerine Şeyh bir ara sustu, sonra acayip
sırlarla ve büyük ilimlerle konuştu. Bunun üzerine Şeyh İzzuddin çadırın ön
kısmından çıkıp yerinden ayrıldı ve şöyle dedi: Şu garip ve Allaha yakın sözü
dinleyin. Şeyh EbûAbdüllah b. Hac, Şeyh Ebû Zekeriya el-Belbisî’nin kendisine
şöyle haber verdiğini söyledi: Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî’yle sabahladım. Sonra
Endülüs’e doğru yola çıktım. Vedalaşma esnasında Şeyh Ebû’l-Hasan bana dedi ki:
Endülüs’e vardığında, Şeyh Ebû’l-Abbâs b. Meknûn’un yanına var. O varlığa
muttali olmuş, onun nerede olduğunu öğrenmiş ancak, insanlar Ebû’l-Abbâs’a
muttali olmalılar ki, onun nerede olduğunu bilsinler. Endülüs’e vardığımda,
Şeyh Ebû’l-Abbâs b. Meknûn’un yanına vardım.Beni tanımadığı hâlde görür görmez
dedi ki: Ey Yahya, geldin mi? Allah’a hamd olsun ki, zamanın kutbuyla bir arada
olmakla müşerref oldun. Ey Yahya, Şeyh Ebû’l-Hasan’ın sana söylediğini kimseye
söyleme. Reşiduddin b. Râyis bana dedi ki: Benle şeyhin bazı arkadaşları
tartıştık. Şeyh Ebû’l-Hasan’a gelerek ona konuştuklarımızı anlattım. Bunun
üzerine Şeyh dedi ki: Sen ona, beni kutup eğitti diyordun. Kutbun eğittiği kırk
kişinin eğittiğine bedeldir. Babam bana dedi ki: Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin
şöyle dediğini duydum: Allah’a andolsun ki, bazen bana soru soruyorsunuz bende
onun cevabı vardır diye. Bir bakıyorum onun cevabı hokkada, hasırda ve duvarda
yazılıdır.
Bazı arkadaşlarımız dedi ki: Şeyh Ebû’l-Hasan bir gün
şöyle demiş: Vallahiüzerime medet iner de, sudaki balık ve havadaki kuş gibi
bende aktığını görürüm. O esnada Şeyh Eminuddin Cibrîl orada hazırdı ve Şeyh
Ebû’l-Hasan’a dedi ki: O hâlde sen kutupsun, o hâlde sen kutupsun. Şeyh
Ebû’l-Hasan dedi ki: Ben Allah’ın kuluyum, ben Allah’ın kuluyum. Bazı
arkadaşlarımız Şeyh Ebû’l-Hasan’ın şöyle dediğini bana haber verdi: Vallahi
Allah hangi veliyi dost edinmişse, onu dost edinmeden önce mutlaka onun sevgisini
kalbime koymuştur. Yine Allah hiçbir kulu terk etmemiştir, illa onu terk
etmeden önce onun buğzunu kalbime yerleştirmiştir. Bazı arkadaşlarımız bana
dedi ki: Şeyh Ebû’l-Hasan hacdan döndüğünde, evine gitmeden önce Şeyh İmam
İzzuddin b. Abdusselam’ın yanına gitti ve ona dedi ki: Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sana selam
söylüyor (Sayfa 52).
Şeyh İzzuddin kendini buna ehil görmekten küçük gördü.
Dedi ki: Şeyh İzzuddin, Kahire’deki sûfî hanına çağrıldı. Beraberinde Muhyiddin
b. Suraka ve ibn Arabi’nin arkadaşlarından biri olan Ebû’l-Âlem Yesen de hazır
bulundu. Şeyh Muhyiddin b. Suraka, Şeyh İzzuddin’e dedi ki: Güzel bir şey
duyduk sizi tebrik ederiz efendim, Allah’a and olsun ki, bu zamanda peygamberin
birine selam söylemesi, elbette sevinilecek birşeydir. Bunun üzerine Şeyh
İzzuddin dedi ki: Allah bizi saklasın.( Bizi gizlesin ki sırrımız ortaya
çıkmasın)Ebû’l-Âlem Yesen de dedi ki: Allahım, bizi ortaya çıkar ki, haklı
haksızdan belli olsun. Sonra konuşması için işaret ettiler. O, aralarındakini
duymayacak derecede uzaktı. İlk söylediği şu oldu: Söz de sözü söyleyen de
doğrudur. Bunun üzerine Şeyh İzzuddin hoşnut olarak oradan kalktı. Onun
kıyamına cemaat de kalktı. Fakir Mekinuddin el-Esmer bana dedi ki: Ben hakkın
hitabını duydum. Dedim ki, efendim, bu nasıl oldu? Dedi ki: İskenderiye’de bir
salih vardı. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın beraberinde bulunuyordu. Ondan duyduğu
muharrefat ve yüce ilimler ona ağır gelmeye başladı ve aklı onları alamadı.
Bununüzerine Şeyh Ebû’l-Hasan’dan ayrıldı. Bir gece baktım ki, şöyle bir ses
bana geliyordu: “Falan kişi şu anda bize altı duada bulundu. Eğer kendisine
icabet edilmesini istiyorsa Şeyh Şâzelî’nin yanına gelsin. Şu duada bulundu, bu
duada bulundu...” Ta ki, bana altı dua da belirlendi. Sonra hitap kesildi. O anda
ortama baktım o adamın dua yaptığı anı öğrendim. Sonra sabahladım ve o adama
gidip dedim ki: Bu akşam Allah’a altı duada bulundun. Şu dualarda bulundun
deyip, altı duasını da ona saydım. O da doğrudur dedi. Dedim ki: Sana icabet
edilmesini ister misin? Dedi ki: Bu konuda kim bana yardım edebilir? Ona dedim
ki: Bana şöyle denildi: Eğer kendisine icabet edilmesini istiyorsa Şeyh
Şâzelî’nin yanına gelsin.
Hiç Kimseden Birşey
İsteme!
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: Şeyh
bana dedi ki, eğer arkadaşım olmak istiyorsan kimseden bir şey isteme. Ben bir
sene bunun üzerinde durdum. Ondan sonra bana dedi ki, eğer arkadaşım olmak
istiyorsan kimseden bir şey kabul etme. Sıkıldığım zamanlarda İskenderiye
denizinin sahiline gidiyordum. Gemilerden taşınırken dökülen buğdaydan denizin
sahile vurduğu buğdayları topluyordum. Ben bir gün böyleyken bir baktım,
Abdulkadir nekkad ki kendisi evliyâullahtandı, o da benim yaptığımı yapıyor.
Bana dedi ki: Dün akşam Şeyh Ebû’l-Hasan’ın makâmına muttali oldum. Ona dedim ki,
şeyhin makâmı nerede? Dedi ki, arşın yanında. Ona dedim ki, o senin makâmındır.
Şeyh senin için oraya iniyor ta ki onu gördün. Sonra ben ve o şeyhin yanına
gittik. Meclise oturduğumuzda Şeyh dedi ki, dün akşam rüyamda (Sayfa 53)
Abdulkadir’i gördüm bana ded ki, sen arşî misin yoksa
kürsî misin? Ona dedim ki, bunu bırak. Çamurlu olan arzîdir. Nefs semavîdir.
Kalp arşîdir. Rûh kürsîdir. Sır “eyne”sız (mekânsız) Allah iledir. Emir bu
araya iner ve ondan bir şahit onu takip eder.
Allah’a davet eden (tebliğ ve irşad edenler) bazıları
İskenderiye’ye geldiler. Şeyh Mekinuddin el-Esmerî dedi ki: Bu adam insanları
Allah’ın yoluna davet ediyor. Oysa Şeyh Ebû’l-Hasan onları Allah’ın indine
götürüyordu. Şeyh Ebû ’l-Abbâs dedi ki: Kayrevan’da Şeyh Ebû’l-Hasan’la beraberdim.
Ramazan ayıydı, Cuma gecesiydi ve yirmi yedinci geceydi. Şeyh camiye gitti ben
de onunla gittim. Camiye girdiğinde baktım sineklerin bal üzerine üşüşmeleri
gibi veliler onun üstüne üşüştüler. Sabahlayıp camiden çıktığımızda, Şeyh dedi
ki: Bu gece büyük bir geceydi (o gece kadir gecesiydi). Ben rasûlullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı gördüm şöyle diyordu: “Ey Ali, elbiseni
kirden temizle, her nefeste Allah’ın medediyle payelenirsin.” Dedim ki:
Ya Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem, elbiselerim nelerdir? Dedi ki:
“Bil ki, Allah sana beş elbise giydirmiştir. Muhabbet elbisesi, mârifet
elbisesi, tevhîd elbsesi, iman elbisesi ve İslam elbisesi. Kim Allah’ı severse
her şey ona basit olur. Kim Allah’ı tanırsa her şey onun yanında küçülür.
Allah’ı birleyen, ona hiçbir şeyi ortak koşmaz. Allah’a inanan, her şeyden emin
olur. Allah’a teslim olan, ona çok az âsî olur. Eğer ona isyan etse ona özürde
bulunur. Ona özürde bulunduğunda mazur görülür.” İşte o zaman Allah’ın “elbiseni
temizle”” sözünü anladım. Şeyh Ebû’l-Abbâs dedi ki: Allah’ın melekûtunda
dolaştım. Ebû Medin’i arşın eteklerine tutunduğunu gördüm. Sarışın ve mavi
gözlü bir adamdı. Dedim ki: İlimlerin nelerdir, makâmın nedir? Dedi ki:
İlimlerim yetmiş bir ilimdir. Makâmım ise hâlifelerin dördüncüsü, yedi
abdâlların başıyım. Dedim ki: Şeyhim Ebû’l-Hasan Şâzelî hakkında ne diyorsun?
Dedi ki: O benden kırk ilim daha fazladır. O kuşatılamayan bir denizdir.
Arkadaşlarımdan biri bana dedi ki: Şeyh Ebû’l-Hasan’a
denildi: Efendim senin şeyhin kimdir? O da dedi ki: Ben Şeyh Abdusselam b.
Meşîş’e müntesiptim, ancak şimdi hiç birine intisap etmiyorum. Bilakis on
denize dalıyorum. Beşi insanlardır, onlar: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Ebûbekir,
Ömer, Osman ve Ali’dir. Beşi de ruhânîlerdendir, bunlar; Cibrîl, Mikail, Azrail,
İsrafil ve Rûh’tur.
Efendimiz, Mevlâmız, İmam, ÂrifŞehabuddin’in oğlu bana
dedi ki: Şeyh ölümü esnasında şöyle dedi: “Allah’a and olsun ki, bu
yolda hiç kimsenin varamadığına vardım.” Şu olayı meşhurdur (Sayfa 54)
Humeysra’da defnedilip oranın suyuyla yıkanınca, ondan
sonra oranın suyu çoğalıp tatlı su oldu. Hatta kervanlar orada
konakladıklarında onlara yeterli geliyor ve daha önce böyle değildi. Şeyh Ebû
Abdullah b. Numan, içinde Şeyh Ebû’l- Abbâs’ı vasiyet ettiği birkaç beyit bana
gönderdi, onlardan bazıları şunlardır:
Arşın ilahı gedikte
Ahmet’i verdi. Sohbetlerde onunla sevindim,
Arşın ilahı gedikte
Ahmet’i verdi.
Sohbetlerde onunla
sevindim,
Allah’a hamd
ediyorum.
Daha sonra Şeyh
Ebû’l-Abbâs hakkında şöyle diyor:
Şâzelî ilminin varisi
hakikâttir.
kutuptur ve birdir,
bunu bilin.
Ölümden sonra onunla ilgili acayipler gördüm.
Fethi inkâr edenlere delalet ediyor.
Şeyh Ebû Abdullah’ın “ölümünden sonra onunla ilgili
acayipler gördüm” sözüyle kastettiği, kendisi yıkandıktan sonra çoğalıp, tatlı
olan sudur. Arkadaşlarından biri dedi ki, Şeyh şöyle demiştir: Bana
denildi ki, yeryüzünde Şeyh İzzuddin b. Abdusselam’ın meclisinden daha değerli
bir fıkıh meclisi yoktur. Şeyh Zekiyuddin Abdulazim’in meclisinden daha değerli
bir hadis meclisi yoktur. Yeryüzündesenin meclisinden daha değerli, hakikât
ilimleri ile ilgili bir meclis yoktur.
Şeyh Ebû’l-Abbâs dedi ki: Tunus’a geldiğimde,
Mersiyeh’den geliyordum, ben o zaman gençtim. Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin adını
duydum, adamın biri bana dedi ki, beraber onun yanına gidelim. Hayır, önce
istihâre edeceğim, dedim. O gece uyudum gördüm ki, sanki bir dağın başına
çıkıyorum, üstüne vardığımda baktım, orada üzerinde yeşil bir bornozu olan bir
adam var. Sağında ve solunda birer adam oturuyordu. Ona baktım, şöyle dedi:
“Zamanın hâlifesini buldun.” Uyandım, sabah namazından sonra beni şeyhin
ziyaretine davet eden adam geldi. Onunla beraber gittim. Onun yanına
vardığımızda onu dağın başında gördüğüm şekilde buldum. Dehşete düştüm. Bana
dedi ki: Zamanın hâlifesini buldun, senin adın nedir? Ona ismimi ve mezhebimi
söyledim. Bana dedi ki, on seneden beridir bildirilmişsin.
Şeyh Ebû’l Abbâsdedi ki, Mağrib’den İskenderiye’ye
geldiğimiz zaman, Umudu Sevari denilen yerde konakladık, gün batımı zamanıydı.
Çok acıkmıştık, İskenderiye’nin adillerinden bir adam bize yemek gönderdi,
Şeyh’e buyur denilince, dedi ki: Bizden hiç kimse bir şey yemesin. Bulunduğumuz
o açlık hâli üzerine geceledik. Sabahladığımızda Şeyh bize namaz kıldırdı
(Sayfa 55), dedi ki: Sofra bezlerini serin ve o yemeği hazırlayın. Hazırladılar
bizde üzerine varıp yedik. Şeyh dedi ki: Rüyamda bir ses duydum, şöyle diyordu:
Onunla ilgili kalbinden geçmeyen şey, helallerin en helalidir. Çünkü o konuda
ne erkek ne de kadınlardan hiç kimseden istememişsin.
Şeyh Ebû’l-Abbâs dedi ki: Gecelerden bir gece ben
İskenderiye’de uyuyorken, bana şöyle bir ses geldi:“Mekke ve Medine,”
sabahladığımda yolculuğa karar verdim. Şeyh Kahire Mikyas’taydı. Ona gittim,
huzuruna vardığımda bana dedi ki:“Mekke ve Medine,” dedim ki, bunun için geldim
efendim. Hacca niyetlendim, yanımda dünyalık hiçbir şey yoktur. Şeyh bana,
neyin var? Dedi. On dinar var, dedim. Dedi ki: Onları bu adama ver, bende on
dinarıona verdim, bunun üzerine Şeyh bana şöyle dedi: “Yarın sahile çık, bana
yirmi ölçek buğday al. Sabahlayınca sahile indim ve yirmi ölçek buğday satın
aldım. Buğdayı mahzene taşıdım ve şeyhe geldim, bana dedi ki: Banabu
buğdayınkurtlu olduğunu söylediler. Biz ondan hiçbir şey almayacağız. Ben
hayret içinde kaldım ne yapacağımı bilmiyordum. Üç gün kaldım, buğday sahibi
gelip de benden parasını istemedi. Dördüncü gün baktım ki, bir adam beni
arıyor. Beni görünce dedi ki: Sen buğday sahibi misin? Evet, dedim. Dedi ki:
bin dirheme bunu bana verir misin? Kabul ettim. Bana dedi ki, bin dirhemlik ölç
ver. Allah benim için ona bereket koydu, eğer hâlâ harcıyorum desemdoğru
söylemiş olurum.
Şeyh Ebû’l-Abbâs dedi ki: Şeyhin vefat ettiği sene
kendisi ile beraber yolculuktaydık. Ahmim’e geldiğimiz zaman Şeyh bana dedi ki:
Bu gece gördüm, sanki bir kalabalığın içindeydim, bir denizin içindeydim. Her
tarafta rüzgâr esiyor ve dalgalar çarpıyordu. Gemi açılmıştı, neredeyse
boğulacaktık, geminin kenarına gelip dedim ki: Ey deniz! Eğer beni dinleme ve
bana itaat üzere emrolunduysan, minnet, işiten ve bilen Allah içindir. Eğer bunun
dışında bir şeyle emrolunduysan, hüküm, aziz ve hâkim olan Allah içindir. Bir
de duydum ki, deniz şöyle diyordu: “İtaat, itaat.” Seferimizi yaptıktan sonra,
Şeyh vefat etti, onu, İdab Sahrasında Humeysra’da defnettik. Bir kalabalık
içinde gemiye bindik, denizin ortasına geldiğimizde dalgalar çarptı, rüzgârlar
sağdan soldan esti. Boğulmaya yakın olduk, ben şeyhin kelamını unutmuştum,
durum çok şiddetlenince onu hatırladım ve geminin kenarına geldim, dedim ki: Ey
deniz, eğer Allah’ın velilerine dinleme ve itaatle emrolunduysan, minnet,
işiten ve bilen Allah içindir. Ondan sonra şeyhin dediği gibi, “beni dinle ve
itaat et.. ."demedim. Yok, eğer başka bir şeyle emrolunduysan, hüküm aziz
ve hâkim olan Allah içindir. Bunun üzerine denizin şöyle dediğini duydum,
itaat, itaat. Deniz sakinleşti ve yolculuk güzelleşti (Sayfa 56).
Şeyh Ebû’l-Abbâs dedi ki, şeyhle beraber Îdab
denizindeydik. Esen rüzgârdan dolayı şiddet içindeydik. Gemi açılmıştı,
Şeyh(r.a) dedi ki: Göğün açıldığını gördüm. Ordan iki melek indiler ve biri
şöyle diyordu; “Musa Hızır’dan daha bilgilidir. Diğeri de şöyle diyordu: Hızır
Musa’dan daha bilgilidir.” Başka bir melek indi ve o da şöyle diyordu:
“Vallahi, Hızır’ın ilmi, Musa’nın ilmi karşısında, hudhud’un ‘senin ihata
edemediğini, ben ihate ettim’ dediği zamanki, Süleymanın ilminin karşısındaki
durumu gibidir.” Anladım ki, Allah bizi bu yolculuğumuzda selamete erdirmiştir.
Zira deniz Musa’ya musahhar olmuştu.
Ebû’l-Abbâs adamın birinin şeyhe şöyle dediğini
söyler: Hızır hakkında ne diyorsun? Yaşıyor mu, yoksa öldü mü? Şeyh ona dedi
ki: Fakih Nasiruddin el- Enbarî’ye git. O onun canlı ve nebi olduğuna fetva
verecektir. Şeyh Abdu’l-Mutî onunla karşılaştı, bir ara sustu ve dedi ki: Ben
onunla karşılaştım, onun orta parmağı ile şehadet parmağı eşitti.
Bil ki, Hızır’ın baki olduğu konusunda bu tâife icma
etmiştir. Her asrın velilerinin onunla karşılaştığı, ondan bilgi aldığı öyle
bir meşhur olmuş ki, durum inkârı mümkün olmayan tevatür derecesine varmıştır.
Bu konuda hikâyeler çoktur. Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki, İdab Sahrası’nda Hızırla
buluştum. Bana dedi ki: Ey Ebû’l-Hasan, ilahi lütûf seninle arkadaşlık
etmiştir. Yolculuktada ikamette de senin arkadaşındır.
İbni Arabî demiş ki: Ebû Suud b. Şiblî, Şeyh
Abdulkadir Geylanî’nin medresesinde temizlik yapıyordu. Hızır, onun başında
ayağa dikildi, dedi ki: Es- selamu aleyküm, Ebû Suud başını kaldırıp, aleyküm
selam dedi ve sonra işine döndü. Hızır ona dedi ki: Sana ne oluyor? Beni
önemsemiyorsun, sanki beni tanımıyorsu n. Ebû Suud dedi ki: Bilakis seni
tanıyorum, sen Hızırsın. Bunun üzerine Hızır dedi ki: O hâlde ne oldu da ben
dikkatini çekmiyorum? Ebû Suud: Hizmetimle meşgulum dedi. Abdulkadir Geylanî’ye
dönüp “bu Şeyh faziletini başkasına bırakmadı” dedi.
İbn Arabî kendinden haber vererek: Ben ve bir
arkadaşım uzak Mağrip’te sahildeydik. Orada bir mescit vardı, abdâllar oraya
sığınıyordu. Ben ve arkadaşım bir adam gördük, dört zira’ kadar yükseklikte
havaya bir hasır sermiş, üzerinde namaz kılıyordu. Ben ve arkadaşım geldik,
altında durduk ve şu şiiri okudum:
Seven sevgilisini unuttu onun sırrıyla.
Arzuları yaratıp onu musahhar kılanın sevgisindedir (Sayfa 57).
Ariflerin aklı tutsaktır.
Temizlenmesinde razı olduğu bütün varlıktan.
Onlar onun yanında değerlidir.
Ve onun yanında sırları muhafaza edilmiş ve özgürdür.
Namazını kısa tuttu ve şöyle dedi: “Ben bunu seninle
beraber olan münkirden ötürü yaptım. Ben Ebû’l-Abbâs Hızırım.” Ben arkadaşımın
velilerin kerametini inkâr ettiğini bilmiyordum. Arkadaşıma döndüm ve dedim ki:
Ey falan, sen velilerin kerametlerini inkâr ediyormuydun? Evet dedi. Peki,
şimdi ne diyorsun? Dedi ki, âyân beyan gördükten sonra ne söylenebilir ki?
Şeyh Abdu’l-Mûti el-İskenderânî, ölümü esnasında
öğrencisine: “Şu cübbemi al, onun içinde çoğu zaman hızırla kucaklaştım” dedi.
Kureşi(r.a.)’un hanımı: Şeyhin yanından çıktım, yanında da hiç kimse yoktu,
onunla konuşan bir adamın sesini duydum. Konuşması bitene kadar bekledim, sonra
içeri girdim ve dedim ki: Efendim, yanınızdan çıktığımda hiç kimse yoktu, ancak
şimdi seninle konuşan birini duydum. Buna karşılık Şeyh: Hızır, Necd
topraklarından bir zeytinle bana geldi ve bu zeytini ye, senin şifan bundadır
dedi. Ben de dedim ki: Sende, zeytininde gidin buradan, benim ona ihtiyacım
yoktur. Şeyh’te cüzam hastalığı vardı. Rivâyet edilir ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefat ettiğinde
evin içinden kendisi görülmeyip sadece sesi duyulan bir ses işittiler. Şöyle
diyordu: “Allah, kaybedilen her şeyin yerini doldurur, her mûsibeti
telafi eder, asıl musibete düçar olan, sevaptan mahrum olandır.” Râvi diyor ki:
Onlar o sesin hızıra ait olduğunu düşünüyorlardı.
Bil ki, Allah sana rahmet etsin, kim hızırın sadece
varlığını inkâr ederse veya bunun Musa’ya gelen Hızır olmadığını söylerse ya da
her zamanın bir Hızırı vardır derse ya da Hızırlık bir rütbedir, her zaman,
birinden sonra bir başkası yüklenir derse hata etmiştir. Hızırın varlığını
inkâr eden, kendi kendine şunu itiraf etmiştir: Allah ona hızırla buluşma
minnetinde bulunmuş, ancak o ona yönelmemiştir. Keşke, Hızıra ulaşmayı
kaçırdığımda, ona inanma fırsatını da kaçırmasaydın. Ebû’l-Ferec b. Cevzî’nin “Ucaletu’l Muntezer Fi
Şerhi Hâlil Hızır” adlı kitabında sö ylediklerinden zaafa düşmeyesin. O
kitabında Hızırın varlığını inkâr etmiş ve şöyle demiş: “Kim onun var
olduğunu söylerse, kendisinde var olan kuruntu ve vesveselerden bunu
söylemiştir. Var olmadığına dair, Allah’ın şu sözünü delil getirmiştir:
“Biz, senden önce de hiçbir beşere ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen,
onlar ebedî mi kalacaklar?” (Enbiya, 34) Bu adama hayret edilir. Nasıl bu
âyeti delil getirebilir ki, bu âyette öyle bir delil yoktur, zira ebedilik,
ölümsüzlük demektir, Hızır hakkında bu iddia edilmiyor ki, onda iddia edilen,
ölümün geç geleceğidir. İblisin uzun kalacağını tasdik edip de Hızırın uzun
kalacağını inkâr eden adama hayret edilir, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’den geldiği söylenen “Eğer Hızır canlı olsaydı beni ziyaret
ederdi” sözü, hadis ehli tarafından tespit edilmemiştir (Sayfa 58).
Eğer, Şâyet Hızır olsaydı bu nakledilirdi diye
sorulursa, bilesin ki, Peygamber, Allah’ın kendisine gösterdiği her şeyi
bildirmek zorunda değildir. Peygamber’in şöyle dediği rivâyet edilir: “Rabbim
bana üç ilim öğretti, ilmin birini ifşa etmemi emretti. ilmin birini ifşa
etmemi nehyetti. ilmin birini de ifşa etme konusunda beni serbest bıraktı.”
Bazı ârifler: Allah Hızırı, velilerin ruhlarına
muttali kılmış, o da Rabbinden şehadet dairesinde bâkî olmayı dilemiş ki,
onları gayben gördüğü gibi, şehadeten de görsün diyorlar. Şeyh Ebû’l-Abbâs
derki: Şeyhle beraber bir yolculuktaydım, İskenderiye’ye doğru gidiyorduk.
Mağrib’e geldiğimizde beni bir sıkıntı tuttu, öyle ki artık tahammül edemedim
ve Şeyhin yanına geldim. Bendeki durumu farkedince Ahmet! Dedi. Buyurun
efendim, dedim. Şöyle bir açıklama yaptı: Allah Âdem’i kendi eliyle yarattı,
melekleri ona secde ettirdi. Beşyüz senelik bir günün yarısı kadar cennetine
koydu. Ondan sonra onu yere indirdi. Vallahi, Allah Âdem’i yeryüzüne nakış
olsun diye indirmedi, ancak kâmil olsun diye indirdi. Daha onu yaratmadan önce
şu sözüyle onu yeryüzüne indirmişti. "ben yeryüzünde bir hâlife
yaratacağım'” (Bakara,20) gökyüzünde veya cennet demedi, onun yeryüzüne
indirilişi, bir keramet inişidir. İhanet inişi değil. Cennette tarif ile ibadet
ederdi. Yeryüzüne indirdi ki, teklifle ona ibadet etsin. Her iki kulluk da onda
sağlanınca, hâlife olmaya müstahak oldu. Sende de, bir âdem örneği vardı. Senin
başlangıcın, mârifetlerin cennetindeki ruhlar semasıydı. Sonra nefs toprağına
indirildin ki, teklifle ona ibadet edesin. Her iki ubûdiyet de sende
sağlanınca, hâlife olmaya hak kazanırsın. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın bazı arkadaşları
Şeyhin şöyledediğini söylediler: Bir gece Şerefü’l-bunnî ve Şerefuddin b.
Muhâllî benim yanıma geldiler. Bana dediler ki: İskenderiye’nin batısında bir
kadının yanına gitmişler. Kadın bize: Elinizi ona göstermemizi söyledi, sonra
elimizi kokladı ve dedi ki: Salih kardeşlerdir. Sonra: Ben mârifette hayret
makâmına vardım ve dedim: ilahi! Ârifler ne ile hayretten çıkarlar? Bana dedi
ki: Tevhidle. İçinizde ârifleri bu hayretten çıkaracak tevhidi bilen varmı?
Ona, bereketinden faydalanmak için geldiğimizi söyledik. Sonra Şeyh Ebû’l-Hasan
şöyle dedi: Onu daralan kişilere gösterin, sonra ona doğru yöneldi ve şöyle
dedi:“Ârifleri hayretten çıkaran tevhîd, „La ilahe İllah’ dır.”Ârifler
hayretten, bu kelimeyle çıkarlar. Sabahleyin şeyhin bazı arkadaşları ona
gittiler, baktılar ki, o kadın şöyle söylüyor, ben müstağni oldum, ben müstağni
oldum... Bildik ki, şeyhimiz o anda ona imdatta bulunmuştur(Sayfa 59).
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle diyor: Seyahatlerimin
birindeydim. Müslümanların şehrine yakın bir mağaraya sığındım. Üç gün hiçbir
şey yemeden orada bekledim. Üç günden sonra Rumlardan bazı insanlar yanıma
geldiler. Gemileri onları oraya atmıştı. Beni görünce, Müslümanlardan bir
ruhban. dediler. Yanıma çokca yemek ve azık koydular. Nasıl Müslümanlarla değil
de Rumlarla rızıklandırıldım diye hayret etmiştim? Aniden şöyle bir ses duydum:
Gerçek adam, dostlarıyladeğil, düşmanlarıyla yardım olunandır.
Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: Gecenin birinde bir tepede
uyudum. Yırtıcılar gelip etrafımda dolaştılar. Sabaha kadar kaldım. Ancak o
gece bende oluşan ünsiyet gibisini görmedim. Sabahladığımda kalbimden geçti ki:
Allah’a ünsiyet makamından (Allah ile ünsiyet bulma, sadece Allahı düşünme
makamı) bir şeyler elde etmişim. Vadiye indim. Orada keklikler varmış fakat ben
görmemiştim. Beni fark ettiklerinde hepsi birden uçunca birden korktum. Baktım
ki, yukarıdan bir ses şöyle diyordu: Ey dün gece yırtıcılarla ünsiyet bulan, sana
ne oluyor ki, kekliklerin çırpmasından korkuyorsun. Çünkü dün akşam sen
bizimleydin ama şimdi kendinlesin.
Seyahatlerimin birinde mağaradayken, dedim ki: İlahi,
ne zaman sana şükreden kul olurum? Baktım ki, bir ses şöyle diyor: Kendin
dışında, kendisine nimet edileni görmediğinde. Dedim ki: İlahi, nasıl kendim
dışında kendisine nimet edileni görmeyeceğim? Oysa sen peygamberlere, âlimlere
ve padişahlara nimette bulunmuşsun. Baktım ki, bu sözüm üzerine şöyle diyor:
Nebiler olmasaydı hidâyet bulmazdın. Âlimler olmasaydı iktida etmezdin.
Melikler olmasaydı güvende olmazdın. O hâlde hepsinin nimeti benden sanadır.
Bir defasında seksen gün aç kalarak seyr-u sülûk
ettim. Kalbimden şöyle geçti: Bu hâlden benim için bir şeyler hâsıl oldu. Bir
de gördüm mağaradan bir kadın çıktı. Yüzü sanki güneşti ve şöyle diyordu:
Bahtsızdır, bahtsızdır. Seksen gün aç kalmış amelini Allah’a gösteriyor.
(Ameliyle övünüyor) Oysa altı aydır bir lokma yemek tatmış değilim.
Seyahatteyken bir işe başlamak üzereyken bende bir
tereddüt oluştu: Çöllerde kalıp bütün vaktimi tâat ve zikirlere mi versem,
yoksa seçkin ve âlimlerin sohbetlerine katılmak için şehirleremi dönsem? Orada
bulunan bir velî bana anlatıldı. Bir dağın başındaydı. Dağa çıktım, ancak gece
vardım. Kendi kendime dedim ki, bu vakitte yanına gitmeyeyim. Onu mağaranın
içindeyken şöyle derken duydum: Allahım, millet, insanları onlara musahhar
kılmanı istedi. Sen halkını onlara musahhar kıldın (Sayfa 60).
Bununla senden razı oldular. Ben ise, halkın bana
uğramasını istemiyorum. Ta ki, tek sığınağım sen olasın. Kendi nefsime dönerek
dedim ki: Ey nefs, bak bu Şeyh hangi denizden avuçluyor? Sabahladığımda yanına
vardım. Heybetinden korktum. Nasılsınız efendim? dedim. Dedi ki: Senin,
tedbirini ve iradeni kullanmanın sıcaklığından şikâyet ettiğin gibi, ben de
rıza ve teslimiyetimi Allah’a şikâyette bulunuyorum. Ona dedim ki: Efendim,
benim şikâyetim tedbirin ve ihtiyarın sıcaklığındandır, zira ben onları tattım
ve şu an içindeyim. Senin şikâyetin ise, teslim ve rızayı isteyendir. Peki neden?
Şöyle cevap verir: Onların tatlılığının beni Allah’tan meşgul kılmalarından
korkuyorum. Dedim ki: Efendim, dün akşam şöyle dediğini duydum: Kavim, halkını
onlara musahhar kılmanı istediler. Sen halkını onlara musahhar kıldın. Bununla
senden razı oldular. Ben ise, halkın benden sapmasını istiyorum. Ta ki, tek
sığınağım sen olasın. Tebessüm etti ve dedi: Evladım, “halkını bana musahhar
kıl” yerine “ey Rabbim, benim için ol” (Sana tam tevekkül edebilecek şuurda
olyım) de. Söylesene, o senin için olunca hiçbir şeyi kaçırır mısın? Bu cinâyet
değildir.
Ben ve bir arkadaşım bir mağarada Allah’a varmayı
umuyo rduk. (vasl hali) Biz, kendi aramızda yarın bize fetholunacak, sonraki
gün bize fetholunacak... diyorduk. Derken heybetli bir adam yanımıza geldi. Kim
olduğunu sorduk. Dedi ki: Abdulmelik. Biz bildik ki, o Allah’ın
velilerindendir. Nasılsın? dedik, o da dedi ki, yarın veya bir sonraki gün bana
fetholunacak diyenin hâli nasıl olur? Ne velâyet vardır ne de felah vardır. Ey
nefs, niçin Allah’a ibadet etmiyorsun? Nereden yanımıza geldiğini anladık,
tövbe ettik, istiğfarda bulunduk ve bize fetholundu.
Bir gün üstadın yanındaydım, kendime şöyle dedim:
Keşke bilseydim, Şeyh, Allah’ın ismi azamını biliyor mu? Şeyhin oğlu benim
bulunduğum yerin en sonundaydı ve şöyle dedi: Ey Ebû’l-Hasan, önemli olan isim
bilmek değil, ismin kendisi olmaktır. Şeyh, mekânın başından dedi ki: Evladım!
Senin hakkında isabetli ve feraset sahibi oldu.
Şeyh Ebû’l-Hasan’a, niçin dinletileri dinlemiyorsun?
denildi. O da dinleti halkın cefasıdır, dedi.
Bir arkadaşım bana: Öğrencinin biri, Şeyh
Ebû’l-Hasan’ı, maaşını arttırmak için kadı Tacuddin İbn Bintil E’azz’a aracı
olarak gönderdiğini söyledi. Şeyh onun yanına gitti, kadı şeyhin gelişini çok
büyük gördü ve ona dedi ki: Efendim niçin geldiniz? O da şöyle dedi: Falan
talib için geldim, onun maaşını on dirhem arttıralım diye geldim. Diyor ki:
Kadı Tacuddin kendisine şöyle dedi: Efendim bunun filan yerde şu şeyi, diğer
yerde bu kadar şeyi, bir yerde de şu ve şu şeyi vardır. Şeyh Ebû’l-Hasan (Sayfa
61)kendisine şöyle dedi: Ey Tac, bir mü’mine on dirhemi arttıracaksın diye ona
çok görme. Allah’u Teâlâ mümin için cenneti mükâfat olarak yeterli görmez.
Orada o mükerrem yüzüne bakmaimkânı da verir. Şeyh Ebû’l-Hasan der ki:
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’tan gelen şöyle bir hadisi duydum:
“Kalbimin üzerinde bir değişiklik oluşur. Ta ki, bir günde Allah’a yetmiş kere
istiğfar ediyorum.”[38] Ne demek istediğini anlamadım, Resulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı gördüm, bana şöyle diyordu: “Ey mübarek,
bu nurların gözüdür, zulüm ve kederlerin gözü değil” ve dedi ki, ben
Rasûlullah’tan rivâyet edilen şu hadisi duydum: “Fakirliğin korkusu kimin
kalbine girerse, onun amellerinin yükselmesi az olur’” Bir sene boyunca
durdum, ameliminyükseltilmediğini zannediyordum ve kendime şöyle diyordum: “
kim bundan kurtulabilir ki?” Sonra rüyamda Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i gördüm bana
şöyle diyordu: “ ey mübarek, kendini helak ettin. Yaşamak ile hayal etmeyi
birbirinden ayırt etmelisin””
Rüyamda Sıddık’ı gördüm bana şöyle diyordu: “Dünya
sevgisinin kalpten çıkmasının alameti nedir, bilirmisin?” Bilmiyorum, dedim.
Dedi ki: “Alameti var olduğunda onu küçümsemek, yok olduğunda da rahatlık
duymaktır.”
Bir gün kalbim nurlanmıştı. Yedi yer ve göklerin
melekûtunu müşahede ediyordum. Bir hatam oldu, bu şahadetten engellendim. Nasıl
olurda böyle küçük bir şey beni böyle büyük bir işten alıkoydu? Diye hayret
ettim. Bu sözümün üzerine bir ses bana şöyle diyordu: Basiret göz gibidir.
İçine giren en küçük şey görmeyi işlevsiz kılar.
Sözün dizginini tutalım ki, kitabın amacının dışına
çıkmayalım. Aslında şeyhin kelamı dikkat çekilmekten daha meşhurdur. Burada
anlattıklarımın çoğu, kendisine nisbet edilenler arasında bulunmayanlardır.
Sözlerinin bir kısmı mukaddimede geçti. Kitap esnasında da inşallah gelecektir.
Onun kelamından kutbun kerametleri ile ilgili anlattıkları, husus ve umum
şeklinde anlattıkları, ilimleri, hakikâtleri, sırları, sözün tatlılığı, birçok
manayı kapsamakla beraber veciz olması, onun kelamını zikrederken veya
dinlerken duyduğun heybet sana kâfidir. Kutbun kerametlerinde söylediklerini,
imam olarak ehli tarikin kelamında bulabilmek azdır.
Kutbun on beş kerameti vardır. Her kim onların tümünü
veya bir kısmını iddia ederse, göstersin bakalım: Rahmetin mededini, ismeti
(Sayfa 62), hilafeti, niyabeti, büyük arşın taşıyıcılarının mededini, kuşattığı
ve kendisine keşfolunan zatın hakikatını, İki varlık arasındaki fasıl ve hüküm,
evveli evvelden ayırma, müntehasına kadar ondan ayrılan ve onda sabit kalan,
öncesi ve sonrasının hükmü, öncelik ve sonralığı olmayanın hükmü ve başlangıç
ilmi kerametiyle ikram edilsin. Başlangıç ilmi, ilk sırdan müntehasına kadar
zuhûr edipsonra ona dönen bütün malumatı ve ilimleri kuşatan ilimdir. Bu,
sırların kefaletiyle kaim olan, nurların mededini kuşatan bu büyük mertebeyi
iddia edeni sınamak için, Şeyhin verdiği bir ölçüdür. Bu, el-Ârif BillâhEbû
Abdullah et-Tirmizi’nin “Hatmu’l-Evliyâ” adlı kitabında anlattıkları gibidir.
Demiştir ki: Kim velâyet iddiasında bulunursa, ona velilerin menzilelerini
anlat denir. Velâyeti iddia edenin ölçüsü olarak birkaç mesele anlatmıştır.
Şeyh Mekinuddin el-Esmerî bana demiş ki: Kırk yıl
bekledim, kavmin yolu hakkındaki durumu anlamlandıramıyordum. Bana anlatıp,
işkali giderecek birini de bulamıyordum. Ta ki Şeyh Ebû’l-Hasan geldi. O anlam
veremediğim her şeyi giderdi. Şeyh Sadruddin el-Kavlî Mısır’a elçi olarak
geldiğinde, Şeyh Ebû’l-Hasan’la bir araya geldi. Onun huzurunda birçok ilimden
konuştu. Şeyh ise başını eğmişti. Ta ki Şeyh Sadruddin sözünü tamamladığında,
Şeyh Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî başını kaldırdı: Bana günümüzün kutbundan haber ver.
Onun sadık dostu kimdir? İlimleri nelerdir, diye sordu, ancak o cevap veremedi.
Onun yolu, en büyük, zengin ve büyük tevessül yoluydu.
Hatta kendisi şöyle diyordu: Şeyh, seni zorluğa yönlendiren değildir. Şeyh,
seni kolaylığayönlendirendir. Kendisinin eliyle birçok kişi yetişti. Bunlardan
bazıları batıda ikamet etti, Ebû’l- Hasan es-Saklî gibi, kendisi sıddıkların
ekâbirindendi. Abdullah el-Habîbî gibi, kendisi evliyâullahın ekâbirindendi.
Onlardan kimisi de onunla beraber Mısır’a hicret ettiler. Onlardan biri,
sûfîliğin hücceti, husûsî ehlin ilmi, mevlâmız Şihabuddin Ahmed b. Ömer
el-Enâri el-Mursî’dir. Yine Hacı Muhammed el-Kurtûbî ve Ebû’l- Hasn el-Bucaî,
Ebû Abdullah el-Bucaî, Vichânî Harrâz da onlardandır. Onlardan kimisi de
Mısır’da onunla beraber olmuştur. Şeyh Mekinuddin el-Esmeri, Şeyh Abdulhâlim,
Şeyh Şeref el-Bûnî, Şeyh Abdullah el-Lakkanî, Şeyh Osman et-Tûrîcî ve Şeyh
Eminuddin Cibrîl bunlardandır. Bunlardan her birinin ilimleri, sırları,
yürüyüşleri, kendilerinden istifade eden arkadaşları vardır. Onun tariki Şeyh
Abdusselam Meşîş’e, Şeyh Abdusselamın’ki Şeyh Abdurrahman el-Medeni’ye, nisbet
edilir (Sayfa 63).
Sonra bir bir Hasan b. Ali b. Ebi Talib’e varır.
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’tan duydum, diyordu: Bizim bu
tarikimiz, doğuya ya da kuzey Afrikalıya mensup değildir. Bilakis birer birer
kişiden Hasan b. Ali b. Ebi Talib’e mensuptur. O kutupların ilkidir. Nesebler
tarikinin dayandırıldığı meşayihin taayyunu, tarikatı hırka giymekle olanlara
gereklidir. Zira o rivâyetin rivâyetidir. Senedinin ricalının taayyunu ile
taayyun eder. Bu, Allah’ın kulu cezp edeceği bir hidâyettir. Böylece her hangi
bir üstadın minnetialtında kalmamış olursun. Bunu Rasûlullah ile birleştirir ve
böylece ondan almış olur. Minnet olarak bu kâfidir. Şeyh Mekinuddin bana şöyle
dedi: Beni Rasûlullah’tan başkası eğitmedi. Şeyh Abdurrahman el-Kanavî’nin
şöyle dediği söylenir: Rasûlullah’tan başkasının benim üzerimde minneti yoktur.
Allah bir kulunu üstadlardan zengin kılıp, onun için onlarda bir selef
olmamasını dilediğinde bunu yapar. Malik dostlarından birine: Seni vezir yapmak
istiyorum dedi. O da: Bu konuda selefim yoktur dedi. Dedi ki: Seni senden
sonrakilere selef kılmak istiyorum. Bu kadarla yetin. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın
kadrini bilmek için bu kadar yeterlidir. İş, şunun söylediği gibidir:
Sözün yerini geniş buldun.
Söyleyecek dil bulursan söyle.
Kitabın telif edilmesindeki amacımız her ne kadar
şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ın menkıbelerini anlatmak olsa da, biz Şeyh Ebû’l-Hsan’ın
zikriyle başladık. Ancak biz bunu şu iki durumdan ötürü yaptık. Birincisi: Şeyh
Ebû’l-Abbâs’ın kadrini tanıtmaktır. Zira tabiin şerefi metbuun şerefiyledir.
İkincisi: Şeyhin de durumu şöyleydi: Şeyhini zikreder, ona delalet eder, kendi
özelliklerini anlatmaktan yüz çevirirdi. Hatta biri ona: Efendim, hep görüyoruz
ki, Şeyh dedi, Şeyh dedi diyorsun. Çok az şeyi kendine nisbet ediyorsun. Şeyh
dedi ki: Eğer dileseydim, nefesler âdedince “Allah dedi” derdim. Eğer
dileseydim, nefesler adedince “Rasûlullah dedi” derdim. Eğer isteseydim,
nefesler adedince “Ben dedim, ben dedim” derdim. Ancak “Şeyhim dedi” derim.
Edepten ötürü kendimi terk ederim. Birinci bâbdaki kelam tamamlanmıştır. Allah
en iyi bilendir (sayfa 64).
İKİNCİ BÂB
Velilerin Şahadeti
Şeyhin, bu makâmın varisi olduğuna dair kendi
şehadeti, üstün başarıyı elde ettiği, Allah’ın kendisine verdiği büyük
nimetleri kendisinin haber vermesi, onun en faziletli meram için Allah’a
ulaştığına dair velilerin ona şehadetleri hakkındadır.
Bu konunun başında bir mukaddime takdim edelim. Bil
ki, kişinin varisi, onun ilmini ve hâlini açıklayandır. O varis olunanın yolunu
izhar eder. Mücmeli tefsir eder. Kısa ve öz olanı açıklar. Minaresini
yükseltir. Nûrlarını yayar. Bu büyük adamın üzerinde bulunduğu Allah’ın ilmi ve
mârifetini, ona olan nüfuzunu, nurundan istifade almayı insanlara öğretir.
Hatta insanlar bu büyük adamın sevgisinde ve taziminde, o hayattayken gevşeklik
gösterdiklerinde, vefatından sonra bunu telafi ederler. Zira imkândâhilinde
olan herşey istenmez. Aciz olunan şeyler ise, aşkla istenir.
Hatta Şeyh Ebû’l-Abbâs’ı şöyle derken duydum: Adam,
onların arasındayken hiçbir değer atfetmiyorlar, öldüğü zaman derler ki, “o
falancaydı.”Çoğu zaman adamın tarikatına vefatından sonra girenlerin sayısı,
hayattayken girenlerden daha fazladır. Bu sıfatları belirten Şeyh
Ebû’l-Abbâs’tır ki, o Şeyh Ebû’l-Hasan’ın ilmini yaymıştır. Nûrlarını
neşretmiş, esrârlarını izhar etmiştir. Memleketin en ücra köşelerinden insanlar
gelmiş, koşarak ona yönelmişler. Onun eliyle adamlar yetişmiş. Sözleriyle ve
fiilleriyle onlara açıklamalarda bulunmuş. Ta ki, her tarafta arkadaşlar ve
arkadaşların arkadaşları yayıldı. Şeyh’in ilimleri, dillerde ve kitaplarda
zahir oldu.
Şeyh Salih Emin el-Adl Zekiyuddin el-Esvanî bana dedi
ki: Şeyh Ebû’l- Hasan kendisine şöyle demiş: Ey Zeki, Ebû’l-Abbâs’a bağlı kal,
vallahi ona bir bedevi gelir dizlerine idararını yapar ve onun üzerine suya
dokunmuyordu, illaki onu Allah’a ulaştırırdı. Ey zeki, Ebû’l-Abbâs’a bağlı kal,
Allah için hiçbir veli olmamıştır, illaki Allah onu, ona izhar etmiştir. Ey
zeki (sayfa 65),
Ebû’l-Abbâs kâmil adamdır.
Ebû’l-Abbâs’tan duydum, kendisinden bahsederek şöyle
derdi: Allah’a yemin ederim ki hiçbir veli ve abdâl bizim gibi biriyle karşılaşana
kadar kaf dağından kaf dağına gitmemiştir. Onunla karşılaştıklarında onların
isteği oydu. Ondan sonra dedi ki: kendisinden başka ilah olmayan Allah’a and
olsun, Allah için olmuş ve olacak her veliye Allah, ona ismine ve nesebine ve
Allah’tan hazzının ne kadar olduğuna beni muttali kılmıştır.
Şeyh Ebû’l-Hasan’dan bana ulaştı ki şöyle diyordu:
“Ebû’l-Abbâs, güneştir. Abdulhakim, aydır. Bu Abdulhakim, Şeyh Ebû’l-Hasan’ın
ashabından, büyük bir velidir. Daha önce zikri geçmiştir.
Şeyh Ebû’l-Abbâs’ı, şöyle derken duydum: Şeyh
Ebû’l-Hasan demiş ki: Duydum ki bana deniliyor, bir ümmette dört kişi oldukça
onlar helak olmazlar. İmam, veli, sıddık ve cömert. Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki:
İmam, Ebû’l-Abbâs’tır.
Şeyh Ebû’l-Abbâs’ın şöyle dediğini duydum: Hâl, hâle malik
olmaktan gelmez. Hâl, hâle malik olmak ve malik olmaya ehil olmaktır. Vallahi
ben otuz altı senedir hâlen malikim ve malik olmaya da ehilim.
Şöyle derken onu duydum: “Veli istediğinde zengin
olur.” “Vallahi, benimle kişi arasında sadece ona bir bakışla bakıp, zengin
kılmam kadar mesafe var.”
Yine onu şöyle derken duydum: Şeyh Ebû’l-Hasan demiş
ki: Ey Ebû’l- Abbâs, senin arkadaşlığın ancak sen, ben olasın, ben de sen
olayım diye olsun. Y ine şöyle derken duydum: Şeyh bana şöyle dedi, ey
Ebû’l-Abbâs, velilerde olan sende de vardır. Ancak sende olan evliyâlarda
yoktur. Behensa ehlinden biri bana şöyle dedi: Şeyh Ebû’l-Abbâs yanımıza gelip
bizeşöyle dedi: Yirmibeş senedir bir göz kırpması kadar dahi Allah’ın
müşahadesinden alıkonmadım, onbeş sene bizden uzak kaldı, sonra tekrar yanımıza
gelip bize dedi ki: Şu an kırk senedir bir göz kırpması kadar dahi Allah’tan
hacb olunmadım. Bir gün: Vallahi peygamber benden perdelenseydi, kendimi
Müslümanlardan saymazdım dedi. Arkadaşlarımdan biri bana şunu anlattı: Demenhurda,
yanına bir adam geldi, ayrılmak istediği zaman da dedi ki: Efendim, benimle
musafaha et, zira sen memleketlerle ve kullarla karşılaşmışsın. Çıktığı zaman
kendisine soruldu, memleket ve kullardan neyi kastetti? O da şöyle cevap
vermiş: İnsan diyor ki, sen kullarla musafaha etmişsin, şehirlerde sülûk etmiş,
bereketini kesbetmişsin. Seninle musafaha ettiği zaman senin bereketine nail
olur. Bunun üzerine Şeyh gülmüş ve şöyle demiş: Vallahi ben bu elimle ancak
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile musafaha etmişim (sayfa 66).
Neşilu’l-Kanatir’de Allah’ın velilerinden olan Halil
diye bir adam vardı. Kendisi şuan orda medfundur. Şöyle demiştir; Şeyh
Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî (r.a.) yanıma geldi, benim yanımda abdest aldı, ondan
sonra yanımdaki yayı aldı ve üç defa çekti. Ona dedim ki, efendim sizin
hâlifeniz kimdir? O da dedi ki: Her kim buraya gelip de benim bu abdestim gibi
abdest alır ve bu yayı üç defa çekerse, o benden sonra hâlifedir. Diyor ki,
şeyhin arkadaşlarının hepsi geldi ve ben gözetliyordum, herhangi birisi bunu
yapar mı diye, hiç kimseye denk gelmedim. Ta ki, Şeyh Ebû’l-Hasan (r.a.) geldi,
Şeyhin abdest aldığı gibi abdest aldı, gözlerini kaldırdı, yayın orada asılı
olduğunu gördüve dedi ki, o yayı bana ver. Yayı ona verdim, üç defa çekti, sonra
şöyle dedi: Ey Hâlil, şeyhin vaadi sana geldi. Şeyh Ebû’l-Hasan’dan bana ulaştı
ki, kendisi şöyle demiştir: Bu Ebû’l-Abbâs ilahi müşahedeye erdikten sonra
perdelenmek istese dahi perdelenmez.
Şeyh Ebû’l-Abbâs, gecelerden bir gece İskenderiyede
ben otururken, arkadaşlarımdan birine bir yazı yazıyordum, bir de baktım
kiHalil gökyüzünde, ona dedim ki: Bu geceki seyahatinde nereye vardın?
Neşil’den çıktım, uzak Mağrib’deki, zeytin dağlarına kadar gittim ve
Beytu’l-Makdise gitmek istiyorum, ondan sonra şehrime döneceğim. Eğer bundan
daha fazla yayılabilseydim, yayılacaktım. Diye cevap veriyor. Şeyh, ona şöyle
diyor: iş, aynı gecede zeytin dağlarına gidip dönmekte değildir. Şuan, elinden
tutup seni Kâfdağı’nın üzerine bırakmak istersem, yaparım.
Ebû Abdullah b. Sultan, kendisi de evliyâullah’tandı,
bana şöyle haber verdi: Şeyh Ebû’l-Abbâs’a bal göndermek istedim,
arkadaşlarımdan birine söyledim, o da bana: yanımda iki küçük testi bal var
dedi. Onları bana getirdi, ağızlarını kapattım ve üzerine Şeyh Ebû’l-Abbâs
el-Mursî’nin emaneti diye yazdım. Onları Tunus denizinin yanına getirdim ve
denize attım. Daha sonra kendisinden, emanetlerin ulaştığı haberini aldım.
Arkadaşlarından biri bana dedi ki: Bir gün Şeyh otururken, arkadaşlarından
birine, denizin yanına gidelim demiş ve denizin yanına gitmişler, şeyh elini
sarktı ve iki testiyi çıkardı. Abdu’l-Hâlim b. Şeyh Mazi, bana haber verdi,
Mazi, Şeyh Ebû’l-Hasan’ın arkadaşlarından biri olup, Abdullah b. Sultan’ın
kardeşidir. Demiş ki: Bir geceŞeyh Ebû’l-Abbâs’ın yanında ramazan ayındaki
kıyam namazını kılıyordum. Namazı bitirince, çocuğuna, amcaoğlunu alıp,
yukarıya çıkmasını söylemiş, Şeyh’in yanına gittik, bize kadayıf ve bal koydu
ve bu bal amcandandır dedi. Babamın yanına gidince bana dedi ki
“Bu gece geciktin, zihnimi meşgul ettin”bende Şeyh
Ebû’l-Abbâs’ın yanında olduğumu söyledim. Bana kadayıf (Ballı kadayıf) (sayfa
67)ve bal yedirdi ve dedi ki, bu bal senin amcanın yanından gelmiş. Baban bu iş
bana çok tuhaf geldi dedi. Yirmi senedirMısır diyarındayım, kardeşim hiçbir
zaman bir şey göndermedi. Ta ki balın, anlattığımız şekilde ona vardığı haberi
alıncaya kadar. Şeyh şöyle diyordu: Vallahi Firdevs cenneti bir göz kırpması
kadar dahi benden perdelenseydi, kendimi Müslümanlardan saymazdım. Yine şöyle
diyordu: Bir sene arafattaki vakfeyi kaçırırsam, kendimi Müslümanlardan saymam.
Şöyle derken duydum: Bazı arkadaşları tarafından eziyet gördüğümde sabrederim,
Allah’a and olsun ki, onlar ancak senindir. Yani veraset ancak senindir. Şeyh
İbn Naşi’’in el yazısıyla yazdığını gördüm. Şeyh Celaleddin, Şeyh Ebi’l-Hasan
eş-Şâzelî’den naklederek der ki: Hicazdan geldiklerinde o gün Cedîd’in Meras
mevkiine vardığımızda Ebû’l-Abbâs’a abdâl giysisi giydirildi. İbn Naşi’ dedi
ki: Bu konuda şeyhim Ebû’l-Abbâs (r.a.)’a bir şiir yazdım:
Selamlarım şu güzel yüzedir.
Ya Rabbi, önderimin yoluna beni ulaştır.
Özlemini duyduğumun ayaklarını öperim.
Orada büyük buluşma, şeyh ile buluşma vardır.
Karanlığın darlığından hidâyete çıkarttı.
Akidemi, ahdimi ve niyetimi düzeltti.
Her yönden nurlar saçtı
Telkin etmesiyle virdleri her ziyaretinde.
Onda gördüklerimi gördüm.
Onu bana sormayın ey millet.
Üzerine feryat ederim ama bir kısmını söylemem.
Ancak söylediğimde, ibretle söylerim.
Münezzehtir kalpleri kör eden o kişiden ki,
Himmetle kalplerin sırrında tasarruf yapmıştır.
Kimdir şeyhinin hazretinde eğitilen,
Hazretten sonra hazretle ikram olunan?
Layıktı Cedid’de o elbiseye ki,
Abdâlların veya meleklerin elbisesine döndü,
Yolcuyken Şeyh böyle dedi.
Kervana, durduğu yerde durmaksızın.
Bu zamanda Ahmed gibi kaptan var mı? ki.
Fetret döneminde bana gelip beni eğitti.
Ona övgüm, Ahmed’e övgüdür ki,
Yükseklikte muhabbetin en üstüne çıktı.
Allah’ın rahmeti üzerine olsun gidenler gittikçe.
Onun kabrine hüccet ile kıyamdan sonra.
Mekke’de oturan, Ârif, İmam, Şeyh Necmuddin Abdullah
el-İsfehâni bize haber vererek şöyle dedi (sayfa 68):
Acem yöresinde onunla beraberken Şeyh bana dedi ki:
Mısır diyarında kutupla karşılaşırsın. Bunun için şehrimden çıktım. Yoldayken
bir grup Tatar beni yakaladı. Bu casustur dediler. Beni bağlayıp hakkımda
birbiriyle konuştular. Bazıları, öldürelim, bazıları da öldürmeyelim, dediler.
Bağlı hâlde geceledim ve kendi durumum hakkında düşündüm. Memleketimden beni
Allah ile tanıştıracak kişi ile karşılaşmayı isteyerek çıktım. Allah’a and olsun
ki, endişem ölmekten değil. Ancak amaçladığıma ulaşmadan nasıl ölürüm? İçine
Umru’l-Kays’ın şiirini kattığım birkaç beyit yaptım. Şu beyitler o şiirdendir:
Ayakkabılarım her yere basmıştır.
Gurbetliğimle nefsim yorulmuştu.
Afaklarda dolaştım hatta
Ganimet olarak dönüşe razı oldum.
Şiirimi bitiremeden bir de baktım ki, gür saçlı bir
adam şahinin avına atlaması gibi bana doğru geliyor. Bağımı çözerek bana dedi
ki, ey Abdullah ben senin aradığınım. Ondan sonra Mısıra geldim, bana denildi
ki, burada bir adam vardır, ona Ebû’l-Abbâs el Heremî denir. Ona gittim ki,
bağımı çözen adammış. Bana dedi ki, esir düştüğün gece şiirindeki tazmin ve
sözün beni hayrete düşürdü. Beyitleri sonuna kadar söyledi.
Şeyh Necmuddin, Şeyhinin kendisine şöyle dediğini
söyledi: Kutupla karşılaştığın zaman, o arkanda olduğu hâlde namaz kılma. Bir
gün Ebû’l-Abbâs’a geldim, o da İskenderiye’deydi, ikindi namazı vaktiydi.
Yanına vardığımda ikindi namazını kıldın mı diye sordu. Hayır dedim. Dedi ki:
Kalk namazını kıl. Onun bulunduğu yerde biri kıble tarafına biri de deniz
tarafına bakan iki eyvanı vardı. Şeyh deniz tarafındaki eyvanda oturuyordu.
Namaz kılmak için kalktığımda, şeyhimin kutupla karşılaştığında o arkanda
olduğu hâlde namaz kılma sözünü hatırladım. Bildim ki, ben namaz kılarsam Şeyh
arkamda kalacaktır. Allah kalbimde bir hâloluşturdu, dedim ki: Şeyh neredeyse
kıble orasıdır. Şeyh tarafına yöneldim ve tekbir getirmek istedim, Şeyh dedi
ki: Hayır, sünnete muhâlif olan onu razı etmez.
Ben kimyayı ne yapayım? Vallahi, kavim öyle bir
olmuştur ki, kuru bir ağacın yanından geçtiklerinde, ona işaret ediyor, o
hemencecik bize meyve veriyor. Bu adamlarla arkadaşlık eden kimyayı ne yapar?
Arkadaşlarımdan biri şöyle dedi: Kus şehrinde, Şeyh
Ebû’l-Hasan Şâzelînin arkadaşlarından biri olanŞeyh Ebû Abdullah el-Bucai ile
beraberdim. Bir durum oluşuyordu, Şeyh Ebû Abdullah onu soruyordu (sayfa 69), o
da şöyle diyordu: Bu benim işim değildir. Ancak eğer AllahEbû’l-AbbâsMursî ile
seni bir araya getirirse, istediğini onun yanında bulursun.
Şeyh, gördüğü rüyayı anlatır ve şöyle de: sanki
yanımda bir tabak içinde taze hurma vardı. Bir havari ondan yiyordu. Tabirini
aldım, denildi ki: Bu senin için ilim sahibi olan büyük bir adamdır. Vakti
geldikten sonra, Şeyh Ebû’l-Abbâs, Kûs şehrine geldiğinde, ona bende olan
durumları sordum. Bunların cevabını bana verdi ve dedi ki: Rüyanda ki taze
hurma ile onu yiyen havariyi hatırla. İşte ben o havariyim. Bir gün Şeyh Mekin
el-Esmer ile karşılıklı konuştuk, ona Şeyh Ebû’l-Abbâs’ı sordum, o da: Şeyh
böyledir, Şeyh şöyledir dedi. Böylece söz devam edip gitti. Fakih Mekin Şeyh
ile ilgili söylediğim hakikâtleri garipsiyordu. Ta ki, şöyle dedi: Sana
doğrusunu söyleyelim, biz Şeyh Ebû’l-Abbâs’ı tanıyamadık. Bu Şeyh
Mekinuddin’in, Şeyh Ebû’l-Abbâs’ın büyüklüğü ile ilgili itirafıdır. Şeyh
Ebû’l-Hasan Şâzelî;Şeyh Mekinuddin Esmer’in yedi abdâldan birine şahitlik
etmesine rağmen, o Şeyh Ebû’l- Abbâs’ı hakkıyla tanıyamamıştır, dedi. Birgün
Şeyh Ebû’l-Abbâs Demnehuri’nin yanındaydım. Yanında Ebû’l-Abbâs’ın
arkadaşlarından İnsan vardı. İnsan ona: Efendim, bu Ebû’l-Abbâs Mursî’nin
arkadaşlarındandır der. Şeyh Ebû’l-Abbâs Demnehuri’ye şöyle der: Efendim
Ebû’l-Abbâs Mursî, ahiret padişahlarından bir padişahtır.
Süleyman Bahis bana haber vererek: Şeyh Ebû’l-Abbâs
Demnehuri’nin yanına gittim, onu şöyle derken duydum: Ya Rabbi, o
Ebû’l-Abbâs’tır, bende Ebû’l- Abbâs’ım ve bunu tekrarlıyorum. Ey efendim,
Ebû’l-Abbâs kimdir? O, Mursî’dir. Evladım! Esvan’dan İskenderiye’ye kadar onun
gibi bir adam yoktur. Ondan sonra, Esvan’dan Dimyad’a, ordanda İskenderiye’ye
kadar onun gibi bir adam yoktur dedi. Bu Süleyman bana haber verdi, dedi ki:
Bir gün Şeyh Ebû’l-Abbâs Mursî ile karşılaştım. Hamamdan çıkmıştı, onu davet
ettim, yanıma geldi, ona karpuz takdim ettim. Yemesi esnasında ona, çok meşhur insanları
ve değişik ülkeleri dolaşan ancak Cuma namazına gelmeyen bir adamı sordum. Onu
şeyhe anlatınca rengi değişti ve dedi ki: Vallahi eğer bilseydim sen bana onu
anlatacaksın, yanına gelmezdim. Abdâlların ve velilerin yanında ehl-i bidat’ı
zikrediyorsunuz.
Şöyle derken onu duymuştum: Vallahi, bu ilim sahipleri
hiçbir zaman iki kişi olmamışlar. Ancak birer birer Hasan’a kadar gidiyor.
Eşmum ehlinden bir grup bana haber vererek dedi ki: Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî
yanımıza geldi, bizimle konuşuyor, söyledikleri bizim çok hoşumuza gidiyordu.
Bizim bu hoşnutluğumuzu görünce (sayfa 70):
Siz Şeyh Ebû’l-Abbâs Mursî’yi görseydiniz nasıl
olurdu? ŞâyetEbû’l-Abbâs dilimi serbest bıraksaydı, çok acayip ilmi bilgilerle
konuşurdum dedi.
Onu şöyle derken duydum: Bu ilimde üç kişi konuşurdu.
Şeyh Ebû’l-Hasan, arkadaşı Ebû’l-Hasan Sakalî ve ben. O ikisi vefat etti, bugün
yeryüzünde benden başka bu ilmi konuşan kimseyi bilmiyorum. Şeyh Ebû’l-Abbâs
vefat ettiğinde ben Kahiredeydim. Bir gün Şeyh Safiyuddin b. Ebi Mensur’un zaiyesine
gittim ve onun yanında oturdum. Fakirlerden birine hitap ederek dedi ki:
Kardeşim, büyük bir adam ölmüş, diğeri ona kim olduğunu sordu. O da Şeyh
Ebû’l-Abbâs Mursî olduğunu söyledi. O ikisi benim şeyhin arkadaşı olduğumu
bilmiyorlardı. Şeyhimiz Safiyuddin’e neyin tevafuk ettiğini biliyor musun
dedim? Bir gece Şeyh alışık olmadığı bir zikri duydu ve bana dedi ki, git bak o
kimdir? Gittim ki, Ebû’l-Abbâs ve arkadaşlarıdır. Şeyh Safiyuddin’e dönüp haber
verdim. Bunun üzerine bu adam buraya gelir ve bizi ziyaret etmez. Bu hayret
verici bir iştir dedi. Sonra Şeyh Safiyuddin sabahlayınca arkadaşlarına: Dün
gece, kendimi sanki ıssız bir yerdeymişim gibi gördüm der. Ebû’l-Abbâs’ta
yüksek bir yerdeydi ve bana şöyle diyordu: Ey kardeşim, Allah ancak bizi bu şekilde
bir araya getirir. Şeyh Ebû’l- Abdullah Numan dedi ki: Şeyh Ebû’l-Abbâs Mursî,
Şâzelî ilminin gerçek varisidir. Bihensa halkından birisi bana haber vererek
dedi ki: Şeyh Eminuddin Cibrîl bana şöyle dedi: Sana Allah’ın velilerinden bir
veliyi göstermemi ister misin? Evet dedim. Bizimle gel, dedi beni Şeyh
Ebû’l-Abbâs’ın yanına getirdi ve O budur dedi.
Onun arkadaşlarından birisi bana şöyle dedi: Bir kişi
şeyhi davet edip, onu denemek için yemek takdim etti. O yemekten çekinerek
yemedi. Sonra yemeğin sahibine dönerek dedi ki: Eğer Haris b. Eser
el-Muhasibinin parmağında bir damar varsa, içinde şüphe olan yemeğe elini
uzattığında hemen hareket ediyorsa, benim elimde altmış damar vardır. Buna
benzer yerlerde hareket eder. Yemeğin sahibi, istiğfar edip, Şeyhten özür
diledi.
Şeyh Ebû’l-Abbâs’ın arkadaşları ve başkaları arasında
şu mesele meşhurdur. Şeyh, bir gün Kahire’de, Zeki Sirac’ın evinde, Neferi’nin
“Mevakif’ adlı kitabı kendisine okunuyordu. Ebû’l-Abbâs nerede? Diye sorar.
Ebû’l-Abbâs gelince ona: Konuş ey evladım, Allah seni mübarek eylesin. Konuş
bundan sonra hiç susma. Şeyh Ebû’l-Abbâs demiş: O anda Şeyhin lisanı bana
verildi. Zamanın âlimleri, Şeyhin bu durumunu kabul ediyorlardı. Hatta Şeyhimiz
İmam Şeyhu’l-Menazir (sayfa 71)Huccetu’l-Mutekellimin, Şemsuddin el-İsfehani ve
Şeyh el-Allame Şemsuddin onun yanında faydalanacak oturuşla daha oturmadan,
ondan bir şeyler almaya başlıyor ve elindekilere bağlanıyorlardı. Hatta birisi,
zamanın zahir meşayihlerinden birini sordu. Efendim tanır mısın onu? Şeyh, yere
işaret ederek, burada tanırım. Göğe işaret ederek, ancak burada tanımam dedi.
Birisi ona, Dımaşk’ta kendisine sekr ve hayret hâli
galip olan bir insanı sordu. Şeyh: Bu tarikatte şeyhi olmayan hiçkimse,
kendisiyle mutlu olunmaz dedi. Onun mezhebinin görüşlerinden biri şuydu:
Kutbun, Şerif ve Hüseyni olması gerekli değildir, bilakis bunun dışında da
olabilir.
Bir gün kutup ve özellikleri hakkında konuştu ve
kendisine işaret ederek, kutupluk bazı evliyâlardan uzak değildir dedi.
Onun arkadaşlarından biri bana haber verdi ve Şeyhbir
gün sırt üstü yatarak sakalını tutup şöyle dedi: Eğer Irak ve Şam âlimleri, bu
kılların altındakileri bilselerdi, yüzüstü dahi olsaydı, yine geleceklerdi
dedi.
Yine şöyle diyordu: Vallahi biz ancak Allah’ın
üzerimizdeki faziletini görmek için, ehl-i tarikin kelamını mütalaa ediyoruz.
İmam gazali hakkında şöyle demiş: Biz onun için, büyük
sıddıklık şehadetinde bulunuyoruz.
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle diyordu: Allah’tan bir şey
istediğinizde, Gazalinin imanıyla tevessül edin.
Şeyhi Ebû’l-Hasan’dan şöyle bahsederdi: İhya kitabı
sana ilim miras bırakır. Kût kitabı sana nûr bırakır.
Yine Şeyh Ebû’l-Hasan’dan nakille şöyle derdi: Kut’u
size tavsiye ederim. O azıktır. Kendisi ve Şeyh Ebû’l-Hasan, ikisi de İmam
Rabbani et-Tirmizi’yi, tazim ederlerdi. Onların yanında onun sözünün tambir
değeri vardı. Onun hakkında: O dört sûtûndan biridir derdi.
Bir gün, derin bir hâle dalmış vaziyette buldumonu,
bana şöyle dedi: Dün akşam şöyle bir ses duydum: Selam size olsun ey kullarım,
ondan sonra (sayfa 72): Bu, senede bir veya iki defa duyduğum şeydir dedi.
Bu şiir de, Ebû’l-Abbâs b. Arifin okuduğudur.
Sana zahir oldu, devam etti sende gizliliği.
Sabah yoktur, sen onun karanlığıydın.
Sen kalbin hicabısın gaybının sırrından.
Sen olmasaydın üzerine mührü basılmazdı.
Eğer sen ondan ğayıb olursan, içine konar ve kurulur.
Korunmuş keşfin alayı üzerine alayı
Dinlemesi usandırmayan hadis geldi.
Düzeni ve neşri onu arzuladı (sayfa 73).
ÜÇÜNCÜ BÂB
Tecrübeleri ve Keşifleri Hakkında
Tecrübeleri, Menzileleri, arkadaşlarının beraberinde
tevafuk ettikleri ve keşifleri hakkındadır
Şeyh Ebû’l-Abbâs (r.a.)’tan duydum şöyle diyordu: Ben
çocuktum, eğitmenimin yanındaydım, bir adam geldi, levhaya bir şeyler yazdığımı
gördü. Sûfiye; Beyazı karalamasın dedi. Ben de: İş senin zannettiğin gibi
değildir dedim. Bilakis sayfaların beyazlığı günahların karalığı ile
karalanmasın. Yine onu şöyle derken duydum: Evimizin kenarına bir perde sülüeti
yapılmıştı. Bende o zaman çocuktum, orada hazır bulundum, sabah olup eğitmenim
yanıma gelince, -o Allah’ın velilerindendi- bana şu şiiri okudu:
Ey hayretler içinde silüete bakan kişi
Eğer görünürse o silüetin ta kendisidir.
Bir gece
rüyamda, sanki dünya semasında olduğumu gördüm. Bir baktım esmer, kısa boylu,
uzun sakallı bir adam orada. Dedi ki: “şöyle de:”Allah’ım Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ümmetini bağışla. Allahım Muhammed
(s.a.v.)’in ümmetine merhamet et. Allahım Muhammed (s.a.v.)’in ümmetinin
kusurlarını ört. Allahım Muhammed (s.a.v.)’in ümmetini eksikliklerini telafi
et.’ Bu hızırın duasıdır. Her kim onu her gün söylerse, Abdâllardan
yazılır.” Denildi ki: bu, Şeyh b. Ebî
Şâme’dir. Nihâyete erip Şeyh Ebû’l-Hasan’a geldiğimde, ona bir şey söylemeden
oturdum. “Allahım! Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ümmetini
bağışla duasını kim her gü n okursa ulu abdâl yazılır.”dedi.
Her gün, minare tarafındaki deniz kapısından çıkardım.
Bir gün, minare tarafına gittim, doğu tarafında uyudum ve içimden şöyle bir şey
geçmişti: Neden Ebû Bekir’in, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’den rivâyetleri
azdır. Hâlbuki onunla beraber çok kalmıştı. Rüyada biri bana şöyle diyordu: Hz.
Peygamber’den sonra insanların en bilgilisi Ebû Bekir’dir. Ondan rivâyetlerinin
az olmasının sebebi, onunla tahakkuk etmesindendir.
Rahmet makâmını mutala’â ettim. Bir de baktım üzerimde
bir ses şöyle diyordu: Vallahi (sayfa 74), kıyamet gününde öyle bir rahmet
olacak ki, İbn Ebi Tevâcin, ona nail olamayacaktır. Bu İbn Ebî Tevâcin,
Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin şeyhinin şeyhi, kutup, Şeyh Abdusselam b. Meşîş’i dövmüştü.
Peygamber’in Medine’sinde Şeyh ile beraberdim. Hamza
(r.a.)’yı ziyaret etmek istedim. Medine’den çıktım, arkamdan da bir adam geldi.
Türbeye geldiğimizde kapı kapalıydı. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
bereketiyle kapı açıldı, içeri girdik, abdâllardan bir adamın orada olduğunu
gördük. Arkamdan gelen adama: Şu an istediğin duayı yap, kabul olunacaktır
dedim. O adamda, Allah kendisine bir dinar versin diye dua etti. Medine’ye
döndüğümüzde, bir adamla karşılaştı, ona bir dinar verdi. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın
yanına gittiğimizde kendisine dedi ki, ey tembel, icabet vaktine tesadüf ettin,
Allah’tan bir dinar istedin, Ebû’l-Abbâs’ın istediği gibi isteseydin ya, o
Allah’tan dünya kederine ve ahiret azabına kâfi gelmesini istemiştide, Allah da
bunu kabul etmişti. Bir gün üstadın önünde oturuyordum. Salihlerden bir cemaat
onun yanına geldi. Onlar çıktığında dedi ki: Bunlar abdâllardır. Basiretimle
baktım, onları abdâl olarak bulmadım. Şeyhin anlattığı basiretimle şahit
olduğum şey arasında şaştım kaldım. Ondan birkaç gün sonra, Şeyh, Kimin
günahları iyiliklerle değişirse, o abdâldır dedi. Artık bildim ki, Şeyh
abdâllığın ilk mertebesini kastetmişti.
Şeyh Ârif Necmuddin el-İsfehâni bana haber vererek
şöyle dedi, Şeyh Ebû’l- Abbâs bir gün bana Acemce bazı şeylerin adını sordu.
İçimden şöyle geçti: Şeyh, Acem dilini öğrenmek istiyor. Ona bir tercüman
yazısını getirdim. Bunun üzerine Şeyh, bu ne kitabıdır? Diye sordu. Ben de
dedim ki, tercüman kitabı, Şeyh gülerek şöyle söyledi: Acemce istediğin şeyleri
sor, sana Arapça cevap vereyim, ya da Arapça istediğin şeyleri sor, sana Acemce
cevap vereyim. Bunun üzerine, ona Acemce sordum, o bana Arapça cevap verdi,
Arapça sordum, o bana Acemce cevap verdi. Ayrıca, ey Abdullah, bunun ismi nedir
derken, senin önünü açmak istedim. Yoksa bu dillerden bir şey bilmeyen, hâl
sahibi olmaz dedi. Yine bana şöyle haber verdi: Bir gün Şeyh Ebû’l-Abbâs, Acem
şehirlerinden iki şehir için, o iki şehir arasında kaç nehir vardır dedi. Dört
nehir var dedim. O da, bir de boğulduğun nehir var dedi. Bunun üzerine
hatırladım ki, dalmak için girip de az kalsın boğulacağım nehri unutmuşum
(sayfa 75).
Ârif Yakut, bana şöyle haber verdi: Bir insan beni
davet etti ve bana yemek getirdi. O yemeğin üzerinde bir yumak zulmet gördüm.
Kendi kendime dedim ki, bu haramdır ve yemekten çekindim. Sonra Şeyh
Ebû’l-Abbâs’ın yanına geldim. Bana yeni oturduğumda dedi ki: Bazı müritlerin,
onlara yemek sunulup üzerine bir zulmet gördüğünde, “bu haramdır” demeleri,
onların cehaletindendir. Ey miskin senin verân Müslüman kardeşin hakkındaki sui
zannına eşit değildir. Bu, Allah’ın beni ona murad etmediği yemektir demişsin.
Ben onun yanına gittim, içimde sebepleri terk etme ve
zahir ilimle meşgul olmayı bırakmak geçiyordu ve şöyle diyordum: Bu şekil üzere
Allah’a ulaşılmaz. Ben ona bir şey açıklamadan bana: Kus’ta adı İbn Nâşî olan
bir adam benimle arkadaşlık etti dedi. Kendisi orada müderris ve hâkim
vekiliydi. Bizim elimizle bu tarikten bir şeyler tatmıştı. Efendim,
tümişleribırakıp bundan sonraki zamanımı seninle geçirmekistiyorum dedi. Ben de
ona dedim ki, bu yanlış olur. Allah’ın sana nasipet ettiğiyerde ikametet. Bizim
elimizle sana verdiği kısmet elbette sana ulaşacaktır. Sonra dedi ki:
Sıddıkların hâli budur. Onlar, hakk teâla onları ayırmayıncaya kadar bulundukları
durumu/işi terk etmezler. (yani teslimiyyet ehlidirler) Bunun üzerine yanından
çıktım, kalbimdeki tüm o düşüncelerimi Allah kalbimden yıkadı. San ki bir
elbiseydi, çıkarıp attım. Allah’ın beni ikamet ettiği yerden razı oldum.
Arkadaşlarımdan: Kendimi Mağrip’te gördüm dedi.
Adamlardan bir halka, ortalarında bir adam vardı. Halkadakilerin hepsi ona
yönelmişti. Kendime dedim ki: Bu, kutuptur. Adamı özelliklerinden tanıdım. Bana
her seferinde bir adam anlatıldığında, belki bu o adamdır diye ona gelirdim. Ta
ki, Şeyh Ebû’l-Abbâs el- Mursî’den bahsedildi. Ona geldim, halkanın ortasında
olduğunu gördüm. Ona gördüklerimi söyledim. O da dedi ki: Evet, ben kutupum. Ön
tarafımda olanlar, hakikâtimin batınından onlar için medet vardır. Sırtımın
karşısında olanlar, onlar için ilmimin zahirinden medet vardır. Kenarlarımda
duranlar ise, onlar için her iki yanımdaki ilimden medet vardır.
Arkadaşlarımdan biri bana dedi ki: İlim ve hayır
ehlinden biri, rüyamda sanki küçük bir fırka içinde olduğunu görmüş. İnsanlar
toplanmış gökyüzüne bakıyorlardı, biri şöyle diyordu: “Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî
gökten iniyor. Şeyh Ebû’l-Abbâs inişini gözetliyor, ona hazırlanıyor.” Üzerinde
beyaz bir elbise olduğunu ve gökten indiğini gördüm. Şeyh Ebû’l-Abbâs onu
görünce, ayaklarını yerde sabitleştirir ve inişe hazırlandı. Şeyh Ebû’l-Hasan,
onun üzerine inip, başından girdi, ta ki içinde kayboldu ve uyandım (sayfa 76).
Şeyh Muhammet Sirac şöyle der: Gecelerden bir gece ben
uykudayken, rüyamda birinin bana şöyle dediğini gördüm: “İskenderiye’nin dışına
Sidre kapısından git. Sol tarafında bulacağın ilk bahçeye gir, orada
insanlardan bir cemaat bulursun. Oradaki en uzun hurmanın altında oturan,
adamlardan bir adamdır. Sonra bana denildi ki: Camide bir halka vardır, kim ona
girerse emindir. Sabahladığımda, İskenderiye’nin dışına çıktım. Soldaki ilk
bahçeye girdim. Halkayı orada buldum. Başımı kaldırdım ki, en uzun hurmayı
göreyim. Bir de baktım, biri, hepsi uzundur diyor. Baktım ki bu Şeyh
Ebû’l-Abbâs el-Mursî’dir. Selam verdim ve oturdum. Ve ona efendim, dün gece
şöyle şöyle gördüm, rüyamı anlattım.“Cami benim, halka ise arkadaşlarımdır. Kim
ona girerse emindir.” Yani kim şartlarımıza girerse emindir dedi. Ondan sonra
dedi ki: Bu gece sana geleceğim. Ben de, efendim seni kapıda bekleyeceğim veya
senin için kapıyı açık bırakacağım, dedim. Hayır, kapıyı kapat, ben gelirim,
dedi. Akşam olduğunda vehim gibi bir şey beni sardı ve şöyle diyordu: Nereden
gelecek, buradan, hayır şuradan, beklemeye güç yetiremedim. Vasitî’nin ribatına
gittim, minarenin üstüne çıktım, namaz kılmak için durdum. Ben namazdayken,
Şeyh Ebû’l-Abbâs havadan geldi, Dedi ki: Ey Muhammed sen buraya geldiğinde,
yerin benden gizli kalacağını mı zannediyorsun? Efendim, buraya geldim zira
içinde bulunduğum duruma takat gösteremedim dedim. Hitap edilen, okuduğum dilin
dışındaki bir dildi.
Arkadaşlarından biri bana şunu anlatır: Kus şehrinde
Şeyhle beraberdik. Şeyh Ebû’l-Abbâs Mursî’nin arkadaşlarından Ebû’l-Hasan Mursî
oradaydı. Ahlâkı biraz keskindi. Bir gün şeyhimin oğlu inip çocuklar gibi oynadı.
Şeyh Ebû’l-Hasan Mursîona: Çık yukarı, Allah seni yukarı çıkarmasın dedi. Şeyh
Ebû’l-Hasan onu duydu ve inip ona: Ey Ebû’l-Hasan, insanlarla
Ahlâkınıgüzelleştir, bir yılın kaldı öleceksin dedi. Gerçekten de o senenin
sonunda öldü.
Ebû Abdullah el-Hakîm el-Mursîşöyle dedi: Biz
Eşmun’deyken şeyhimiz bize geldi, akşam karanlığı basınca beni çağırıp bana
yaklaş ey Hakîm dedi. Ona yaklaştım, elini sırtıma koydu. Bende aynısını
yaptım. Beni sıkarak ağlamaya başladı. Bende onun ağlayışına ağladım, ancak onun
niçin ağladığını bilmiyordum. Ey hakîm, ben vedalaşmak için geldim dedi. Ey
Hakîm, Maksım’a, (Bir köy ismi olsa gerek tam olarak neresi veya nereye bağlı
olduğunu bulamadık)kardeşimle vedalaşmaya gidiyorum, sonra İskenderiye’ye
döneceğim. Orada bir gece kalacağım, ikinci gün kabrime gireceğim. Yola çıktı,
kardeşinin yanında kısa bir süre kaldı. Sonra İskenderiye’ye indi. Orada bir
gece kaldı, ikinci gün dediği gibi kabrine girdi (sayfa 77).
Şeyhin oğlu Cemaleddin dedi ki: “Frenk elçisi
İskenderiye’ye gelmişti. Ona bakmak için gittim fakat Şeyh’e bir şey
söylememiştim. Geldiğimde, nerede olduğumu sordu, dedim ki buradaydım, hayır,
bilakis Frenk elçisine bakmaya gittin, dedi. Sen, yaptıklarından bir şeyin bana
gizli kalacağını mı zannediyorsun. Elçi şunu giymişti, sağındaki binekli şuydu,
solundaki şuydu... Onun bulunduğu hâlin aynısını anlattı.
Abdulaziz el-Medîyûnî: Şeyh bana, ey Abdulaziz ata su
verdin mi? Diye sordu. Bende, su vermediğim hâlde şeyhin korkusundan, evet
verdim dedim. Bunun üzerine tekrar, ey Abdulaziz, ata su verdin mi dedi. Bende
evet diyordum. Birkaç defa bunu tekrarlayıp, bende evet deyince, son seferinde,
ya Allah dedi, gözden kayboluncayakadar. İkinci gün olunca dedi ki: Ey
Abdulaziz, sizi insanlara doğru olmayanı söylemeye mecbur bırakan nedir?
Sulamadım diyecektin. Sulamadım deyince ben sana ne yapardım? Talebelerden
duyuyordum, şöyle diyorlardı: Kim meşâyihle arkadaşlık ederse, ondan zahir ilim
konusunda bir şey gelmez. İlmi kaçırmak veya şeyhin sohbetini kaçırmak bana
ağır geldi. Şeyhin yanına geldim, sirkeli et yediğini gördüm. Kendi kendime
dedim ki, keşke Şeyh kendi eliyle bir lokma bana yedirse. İçimden geçen bu
düşünce daha bitmeden, eliyle ağzımın içine bir lokma koydu. Ondan sonra dedi
ki: Biz bir tüccarla arkadaşlık ettiğimizde, ticaretini bırak gel demeyiz. Bir
sanatkârla arkadaşlık ettiğimizde, sanatını bırak gel demeyiz. Ya da ilim
talibine, talebini bırak gel demeyiz. Ancak, her birini Allah’ın ikame ettiği
yerde bırakırız. Bizim elimizle onlara taksim edilen, ona ulaşacaktır.
Sahabeler, peygamberle arkadaşlık yapmış, ancak peygamber, hiçbir tüccara
ticaretini bırak veya sanatkâra sanatını bırak dememiştir. Bilakis, her birini
bulundukları vesilelerüzerine bırakmış ve o işlerinde Allah’ın takvasını
emretmişler.
Şöyle dediğini duydum: yanımda beş kişi ile Kus
şehrine gittim. Hacı Süleyman, Ahmed b. Zeyn, Ebû Rabi’, Ebû’l-Hasan el-Mursî
ve falan. Biri bana dedi ki: Bu yolculuğunda neyi amaçlıyorsun? Ben de: Bunları
Kus’ta gömerim ve gelirim dedim. Beşinide orada gömdüm. Hacı Süleyman ise,
Kevser havuzundan içmeden ölmedi.
Arkadaşlarından biri: Ayândan birileri yanına
gelmişti. Kendi kendine dedi ki: İstiyorum ki, fecirden önce biri beni
uyandırsın. Bana bir ibrik sıcak su ve lamba getirsin. Bana abdest yerini
göstersin. Fecirden önce biri kapımı çaldı, baktım ki, Şeyhtir. Vakit fecirden
bir müddet öncedir. Bu içinde sıcaksuolan ibrik, bu da mumdur, gel sana (sayfa
78)abdest yerini göstereyim dedi. Şeyhin arkadaşlarından birine şöyle demiştim:
Keşke Şeyh bana inâyetiyle baksa ve hatırasına koysa. O Şeyh: Şeyhin yanına
gittiğimde dedi ki: Şeyhten onun hatırasında olmayı dilemeyin. Bilakis
kendinizden, Şeyh hatırınızda olsun diye talepte bulunun. O sizin yanınızda
olduğu kadar sizde onun yanındasınız. Ondan sonra dedi ki: sen ne olmak
istiyorsun? Vallahi, senin büyük bir makamın olacaktır. Vallahi, senin için
büyük bir hâl olacaktır, vallahi şöyle olacaktır, vallahi böyle olacaktır...
Ben ondan, seninbüyük bir makamın olacaktır sözünüden aklımda tuttum. Gerçekten
de inkâr edemeyeceğim ilahi nimetlere mazhar oldum. Şeyhin oğlu cemaleddin dedi
ki: Şeyhe, onlar fıkıhta İbn Atâullah'ı isteyip öne atıyorlar dedim. Şeyh dedi
ki, onlar onu fıkıhta öne çıkarıyorlar, ben ise tasavvufta onu öne atıyorum.
Yanına gittim, bana dedi ki: Fakih Nasıruddin afiyet bulduğunda seni dedenin
yerine oturtacak, bir tarafta Fakih, bir tarafta da ben oturacağım. İnşallah
sen iki ilimde de konuşursun. Gerçekten her şey tam da anlattığı gibi oldu.
Onu şöyle derken duydum: Oğlum Cemaleddin’e Tehzib
kitabını yazdırmak istiyorum. Şeyh’e bildirmeden gittim onu yazdım ve birinci
cildini ona getirdim. Bu nedir dedi? Dedim ki Tehzib kitabıdır, senin için
yazdım. Kalkmak için hareket ettiğinde dedi ki: Hâlini veli kıl, onun üzerine
hiç kimse lütufta bulunmaz, inşallah bunu mizanında bulursun. İkinci cildini
getirdiğimde, onun yanından indikten sonraarkadaşlarından biriyle karşılaştım,
bana: Şeyh senin hakkında, onu zahir ve batın ilimlerde uyulacak Allah’ın
gözlerinden bir göz yapacağım dedi. Üçüncü cildini getirip, onun yanından
indiğimde, arkadaşlarından biri ile karşılaştım, şöyle dedi: Şeyhin yanına
çıktım, onun yanında ciltli kırmızı bir kitap gördüm. Bu kitabı İbn Atâ benim
için yazdı dedi. Vallahi, dedesinin oturuşuyla değil, ancak tasavvuftaki
artılarıyla ondan razıyım.
Arkadaşlarından biri bana haber vererek dedi ki: Şeyh
bir gün, İbn Fakih el- İskenderiye geldiğinde beni haberdar edin der.
Geldiğinde seni Şeyhe haber verdik. İlerle dedi, seni önüne aldı, sonra şöyle
dedi: Cebrail (a.s.), yanında dağların meleği olduğu hâlde rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e Kureyş’in onu
yalanladığı zaman geldi ve Cibrîl ona, bu dağların meleğidir, dedi. Allah ona
Kureyşler hakkında sana itaat etmekle emretti. Dağların meleği ona selam verip
dedi ki: Ey Muhammed, şu iki dağı üzerlerine geçirmemi istersen, yaparım. Bunun
üzerine Allah rasûlü: Hayır, bilakis ben Allah’ın onların sulbünden onu
birleyip ona şirk koşmayan nesiller yaratmasını ümit ederim dedi. Rasûlullah
onların sulbünden çıkacakların umuduyla sabretti. Hakeza biz de bu fakih için,
onun dedesine sabrettik (sayfa 79).
Bir gün Fakih el-Mekîn el-Esmer’in yanından çıktım.
Şeyh Ebû’l-Hasan’ın arkadaşlarından olan Ebû’l-Hasan el-Cerîrîde benimle çıktı.
Ona selam verdim, o da tebessümle bana selam verdi. Ona, beni nereden
tanıyorsun dedim? seni nasıl tanımayayım? Dedi. Bir gün Ebû’l-Abbâs’ın yanında
oturuyordum, sen de onun yanındaydın. Sen inince dedim ki. Efendim, bu genç
bana tuhaf geliyor, falan, falan kişiler (dünyaya olan)bağlılıktan koptular bu
genç ise (hala Dünyaya) bağlıdır. Dedi ki: Şeyh şöyle dedi: Ey Ebû’l-Hasan, bu
genç, Allah’ın yoluna davet eden biri olmadıkça ölmeyecek. Allah’a hamd olsun
şeyhin dediği oldu.
Bu Ebû’l-Hasan (el-Cerirî) bana dedi ki: Ben bir gece
Ebû’l-Hasan’ın yanındaydım, Tirmizi el-Hekîm’in Hatmu’l-Evliyâ adlı kitabı
kendisine okutuluyordu, baktım bizimle beraber çıkmamış, biz çıktığımızda
Şeyhin yanında olmayan bir kişi oturuyor. Yanımdaki birine, bu kimdir dedim?
Cemaatten tanıdıklarının dışında başka kimse burada yok dedi. Onun onu görmediğini
anladım ve sustum. Topluluk dağılınca Şeyh’e, efendim, burada bir adam gördüm,
bizimle beraber gelmemişti, biz gelmeden senin yanında değildi diye sordum.
Şeyh: O, Ebû’l-Abbâs el-Mursî’dir dedi. Her geceMî’âd adlı eseri dinlemek için
Maksem’den gelir, sonra aynı gece içinde mekânına döner. Şeyh Ebû’l-Hasan o ara
İskenderiye’deydi, taharet konusunda çok vesveseler bana arız olurdu. Bu
durumum Şeyhe ulaştı. Bunun üzerine dedi ki: Abdest konusunda vesveselerin
olduğunu duydum. Evet dedim. Şeyh bu cemaat şeytanla oynar, şeytan onlarla
oynamaz dedi. Birkaç gün bekledim sonra yanına gittim. O vesveselerin durumu
nedir? Diye sordu. Aynı hâlde olduğumu söyledim. Eğer vesveseleri terk
edemezsen bir daha yanımıza gelme dedi. Bu vesveselerin kesilmesi bana çok ağır
geldi. Vesvese için şunu telkin ediyordu: “Allah'ın gökleri ve yeri hakkıyla
(yerli yerince) yarattığını (düşünüp gerçeği) görmedin mi? Eğer (O) dilerse
sizi giderir (yerinize îmanlı ve itaat eden) yepyeni bir halk getirir. Bu da
Allah'a güç değildir. ”(İbrahim/19-20)Bu kitabın sonunda zikredilmiş olan,
kendisi ile onu medhettiğim bir kaside yazdım. Ona okuduğumda, Allah seni
ruhu’l- kuds ile desteklesin dedi. Onun işareti veo kasidenin etkisi ile Ahmîm
yöresindeki bir adamı onunla övdüğüm yeni bir kaside yazdım. Onun da zikri
kitabın sonunda gelecek. Ona okuyunca, Bu fakih benimle arkadaşlıkyapmaya
başladığında kendisinde iki hastalık vardı, dedi. Allah ikisine de afiyet
verdi. Vesvese hastalığına işaret ederek iki ilimde oturup konuşması lazımdır.
Şeyhin bereketi ile kesildi, öyle ki bulunduğum genişliğin şiddetinden korkmaya
başladım.
Bazı işlerde ve diğer hastalıkta gevşeklik yaptım.
Başımda bir ağrım vardı, bu şikâyetimi ona söyledim, o da benim için Allah’a
dua etti, bunun üzerine Allah bana afiyet verdi. Bir gece dertli bir şekilde
yattım, rüyada Şeyhi gördüm (sayfa 80), içinde bulunduğum durumu ona şikâyet
ettim. O da, Sus, vallahi sana büyük bir ilim öğreteceğim dedi. Uyandığımda
Şeyhe gidip rüyayı anlattım, o da, inşallah öyle olacaktır, dedi.
Anladım ki, mahlûkâttan kopma mümkün değildir. Ben
onlar için murat edilmişim. Zira onun sözü şöyleydi: Senin değerin onun halkı
arasındadır. Ben, onun durumunu inkâr edenlerdendim. Onun aleyhine itiraz edenlerdendim.
Ondan duyduğum herhangi bir şey ve ondan nakledilmiş herhangi bir olaydan ötürü
değildi. Ta ki, benimle onun arkadaşları arasında bir mukavele icra olana
kadar. Bu onunla olan sohbetimden önceydi. O adama dedim ki: Zahir ilim
ehlinden başkası yoktur. Şu cemaat şerîâtın zahirinin kabul etmediği büyük
işler iddia ediyor. Şeyh ile arkadaşlık ettikten sonra o adam dedi ki:
Tartıştığımız gün, Şeyhin bana ne dediğini biliyor musun? Hayır dedim. İlk
yanına vardığımda bana şöyle dedi: Onlar taş gibidir. Ondan sana gelmeyen, sana
gelenden daha hayırlıdır. Bunun üzerine bildim ki, durumumuz şeyh’e keşif
olunmuştur. Ömrüme and olsun ki, on iki sene Şeyh’le arkadaşlık ettim, ona
eziyet etmek amacı ile ondan nakledilen şeylerden ilmin zahirini inkâr edecek hiçbir
şey duymadım. Onunla bir araya gelmemin sebebi ise, benimle o adam arasında
tartışma geçtikten sonra kendime şöyle dedim: Bırak bir gideyim şu adamı
göreyim. Çünkü hak sahibinin gizli olmayan emareleri vardır. Meclisine geldim.
Şârinin emrettiği enfesler hakkında konuştuğunu gördüm. Birincisi İslam’dır.
İkincisi imandır. Üçüncüsü de ihsandır dedi. İstersen, dersin ki, birincisi
ibadettir. İkincisi ubûdiyettir. Üçüncüsü ibadetin ta kendisidir. Dilersen
şöyle de diyebilirsin: Birincisi şerîâttır. İkincisi hakikâttır. Üçüncüsü
gerçeğin vükû bulmasıdır. Buna benzer şekilde devam etti. İstersen şöyle
dersin, istersen böyle dersin. Ta ki, aklım şaşıp kaldı. Anladım ki bu adam,
ilahi denizin feyzinden ve Rabbani bir medetten konuşur. İçimdekileri Allah
giderdi, ondan sonra o gece evime geldiğimde, daha önce âdetim olan ailemle bir
araya gelmeyi kabul edecek bir şey kendimde bulamadım. Ne olduğunu bilemediğim
tuhaf bir manâ buldum. Tek başıma bir mekânda kalarak gökyüzüne, yıldızlara ve
orada yaratılan kudretinin acayipliklerine bakıyordum. Bu benim tekrar ona
gitmeme sebep oldu. Ona geldim, bana izin verildi, onun yanına varınca ayağa
kalkıp, güler yüzle beni karşıladı. Öyle ki, utanmaktan dehşete düştüm, kendimi
buna ehil görmedim. Ona ilk söylediğim şuydu: Efendim vallahi ben seni
seviyorum. O da dedi ki, beni sevdiğin gibi Allah da seni sevsin. Sonra
sıkıntılarımı ve düşüncelerimi ona şikâyet ettim. Kulun hâlleri dörttür,
beşincisi yoktur dedi. Nimet, bela (sayfa 81), tâat ve masiyet.
Nimet içinde olduğunda hakkın senden istediği
şükürdür. Bela içinde olduğunda, hakkın senden istediği sabırdır, taat içinde
olduğunda hakkın senden
isteği, içinde bulunduğun nimetlerine şahitliktir,
masiyet içinde olduğunda da, hakkın senden istediği istiğfardır. Onun yanından
kalktım, sanki bütün düşünceler ve hüzünler çıkardığım bir elbiseydi. Bir ara
sonra, bana sordu, nasılsın? Sıkıntıları arıyorum ama bulamıyorum dedim. Bunun
üzerine dedi ki,
Gecem senin yüzünle aydınlıktır.
Karanlığı insanlarda sirâyet eder.
İnsanlar karanlığın içindeyken,
Biz gündüzün aydınlığındayız.
Bağlı kal, Allaha and olsun,
Eğer bağlı kalırsan iki
Mezhepte de müftü olursun.
Bunlardan şunları kast ediyordu. Zahir ilim, şerîât
ehlinin, batin ilim ise, hakikât ehlinin mezhebidir.
DÖRDÜNCÜ BÂB
İlmi, Zühdü, Verâsı, Himmetinin
Yüceliği
İlmi, zühdü, verâsı, himmetinin yüceliği, hilmi, sabrı
ve tarikatının doğruluğu hakkındadır.
Kendisi ile hangi ilimden konuşulsa mutlaka seninle o
ilimden konuşurdu, müzakere ederdi. Öyle ki, onu dinleyen, o bu ilimden
başkasını bu kadar iyi bilemez derdi, özellikle hadis ve tefsir (ilimlerinde
çok âlimdi). Şöyle diyordu: Biz, fakihlerin bulundukları duruma iştirak ettik,
ancak onlar bizim bulunduğumuz duruma iştirak etmediler. Onun kitabı;
usulu’d-din, irşad ve hadiste “Kitabu’l-Mesâbih”, fıkıhta “et- Tehzîb
ve’r-Risale”, tefsirde “İbn Atiye”nin kitabıydı. Arapça bilen biri ona okurdu,
o da, onun yanlışlarını çeviriyordu. Mârifet ve esrâr ilimlerinde ise o, kutbun
değirmeni, kuşluğun güneşiydi. Onun sözlerini dinlediğinde: Bu, ancak Allah’ın
gayba müttali kıldığı kişinin sözüdür, semavi bilgisi yerdekilere nisbet edilen
bilgisinden daha fazladır derdin. Ebû’l-Abbâs’ın Şeyh Ebû’l-Hasan hakkında:
“Göğün yollarını yerin yollarından daha iyi bilirdi” dediğini duydum. Ben onu
dinliyordum o; ancak büyük akıl, ism-i a’zam, dört şubesi, isimler, harfler,
evliyâların dairelerinden, yakîn sahiplerinin makâmlarından, arştaki mukarreb
mülklerden, esrârın ilimlerinden, zikirlerin nimetlerinden, miktarlar gününden,
tedbir
durumundan, kıyamet günü Allah’ın kulları ile
muamelesinden, Allah’ın rahmetinden, yarın olacakları haber verirdi ve
mahlûkâtın buna ihtiyacı olduğu için kısa bir zaman içinde onlar bilinen
malumatlara dönüşürdü. Bu yüzden bu ilim sahiplerinin tabileri az olur.
Mercanın müşterileri çok olurken, Yakut almak için iki kişinin bulunması az
olur. Bundan dolayı hakkın tâbileri az olur diyordu. Allah şöyle buyurmuş: “Onlar
azdır” (Sad, 24), “kullarımdan şükredenler azdır” (Sebe,
13),“ancak insanların çoğu bunu bilmezler" (Yusuf, 21,24), Ashab-ı Kehf hakkında “çok azı
hariç kimse onları bilmez” (Kehf, 22.), (sayfa 83)
Şöyle dediğini duydum: Veliyi bilmek Allah’ı bilmekten
daha zordur. Allah kemal ve cemali ile malumdur. Senin yediğin gibi yiyen
içtiğin gibi içen birini ne zaman tanırsın? Dünyadaki zühdüne gelince,
riyasetteki zühdü ile dünyadaki zühdüne, ehli ile olan zühdü ile ictimadaki
zühdüne istidlal edilir. İskenderiye’de otuz altı sene kaldı, yüzünü oranın
mütevellisine göstermedi ve ona bir istek göndermedi. İskenderiye’deki mütevelli
kendisi ile bir araya gelmek istedi, Şeyh bunu kabul etmedi. Zeki el-İsvani ona
dedi ki: Efendim, İskenderiye mütevellisi, seninle bir araya gelmek istediğini,
onun Şeyhi olman için beni sıkıştırıyor. Bunun üzerine Şeyh: Ey zeki, ben
kendisi ile eğlenilecek biri değilim, vallahi Allah ile buluşuyorum, o
(İskenderiye emiri) beni göremez bende onu görmem. Durum aynen öyle oldu der.
Bir şehre geldiğinde kendisine, şehrin mütevellisi
yarın sana gelmek istiyor, denildiğinde, o, geceden yola çıkardı. Sağr mütevellisi,
nazırı ve oradaki divanlar sorumlusu bazen gelirlerdi, Şeyhe kabz hâli galip
gelir, onların olmadığı hâldeki gibi kelamı bast olmazdı. Hatta şöyle diyorduk:
Keşke onların olmadığı zamanki kelamı onlar olduğunda olsaydı. Şucaî, gücünün
kibri, saltanatının imkânı ile ona geldi, Şeyh ona himmetinin dizginini
çevirmedi, azimetinin hissesini ona doğrultmadı. Hatta bana haber ulaştı ki,
şucaî Zeki el-Esvani’den ihtiyaçlarını arzetmesini istediğinde, Şeyhe: Efendim,
arkadaşlarının ekip biçeceği bir araziyi ondan isteyeceğim, dedi. Bunun üzerine
ey Zeki, bu asla olmayacak bir şeydir, dedi.
Zühdünden biri de şudur ki, dünyada taş üstüne bir taş
koymadan, bir bahçe edinmeden, dünya sebeplerinden bir sebebi üretmeden,
arkasında rızık bırakmadan gitti. Bunun yanı sıra zühd, kalplerin sıfatlarından
bir sıfattır. Allah onunla sevdiklerinin kalplerini niteler. Ancak ona delalet
eden alametleri vardır.
Şeyh Ebû’l-Hasan; Sıddık’ı rüyamda gördüm, dünya
sevgisinin kalpten çıkmasının alameti nedir bilir misin diye sordu? Bilmiyorum,
dedim. Kalpten dünya sevgisinin çıkmasının alameti, olduğunda harcamak,
olmadığında rahat olmaktır dedi. Şeyh Ebû’l-Abbâs der ki: Rüyada Hz. Ömer’i
gördüm, ey müminlerin emiri, dünya sevgisinin alameti nedir diye sordum? O da
yergiden korkmak övgüyü sevmektir dedi. Sevgisinin alameti, yergiden korkmak
övgüyü sevmek olduğuna göre; zühdün alameti de (sayfa 84),
Yergiden korkmamak övgüyü sevmemektir.
Verâsına gelince: Arkadaşlarından birinin bana
söylediğine göre, kendisi cemaatten birinin kale içindeki evine girdi, onu
orada kazık çakarken gördü. Şeyh’i büyük sıkıntı bastı ve dedi ki: Vakıf olan
bir yerde izin verilmediği halde nasıl bir tasarrufta bulunursun? Bu helal
olmaz!
kişi; Vallahi karnıma hiç haram girmedi ve verâ,
Allah’ın sakındırdığıdır dedi.
İskenderiye’nin Salihlerinden biri, ona ait kumlu bir
bahçeyebizi davet etti. Ben ve Seğr[39] Salihlerinden bir grup gittik, bahçe sahibi bizimle
beraber gelmedi, ancak bize yeri târif etti. Giderken verâ hakkında konuşmalar
aramızda icra ettik, her biri bir şey söyledi. Ben: Verâ, Allah’ın
sakındırdığıdır dedim. Bahçeye geldiğimizde, dut zamanıydı, herkes yemek için
acele etti ve yedi. Ben yemek için her geldiğimde karnım ağrımaya başlıyordu
dönüyordum, ağrım kesiliyordu. Kaç defa bunu tekrarladım bir şey yiyemeden
oturdum. Onlar yerken bir adam: Benden izinsiz bahçemin meyvelerini yemeniz
size nasıl helal olur? diye bağırıyordu. Meğerse yanlış bahçeye girmişler.
Onlara, size verâ Allah’ın sakındırdığıdır demedim mi? dedim
Allah’ın rahmeti üzerine olsun, bilesin: Hassın
verâsını çok azı hariç kimse anlamaz. Onların verâsı, başkasına dayanmaktan
vaya başkasına sevgi ile meyletmekten ya da onun fazileti ve hayrı
dışındakileri arzulamaktan sakınmaktır. Onların verâsı, vasıta ve esbapla
ilgilenmekten sakınmak, şirkten soyutlanmak, adetlerle ve taatlara dayanmakla
ilgilenmekten sakınmak ve tecelli nurlarıyla ilgilenmektir. Onların verâsı,
dünyanın onları fitneye sokmaktan veya ahiretinden geri kalmaktan
sakınmalarıdır. Vefa borcu olarak dünyadan, İhlâsı kaybetmemek için de ahirete
vukufiyetten sakınmışlar.
Şeyh Osman b. Aşur’a: Musul’a gitmek için Bağdat’tan
çıktım. Ben yürürken, dünya tüm izzeti, şanı, yüceliği, bineği, giysisi,
kızları ve arzuları ile bana arz olundu, ben ondan yüz çevirdim. Cennet bana
hurileri, sarayları, nehirleri ve meyveleri ile bana arz olundu, ilgilenmedim.
Bana denildi ki: Ey Osman eğer birincisi ile ilgilenseydin, ikincisinden seni
mahrum ederdik. Eğer ikincisi ile ilgilenseydin, seni ondan mahrum ederdik.
İşte, bundan sonra biz senin içiniz ve iki dünyadaki payın da senin için
geliyor demiştir.
Şeyh Abdurrahman el-Mağribi, şöyle
der:-kendisiİskenderiye’nin doğusunda oturuyordu-, senelerden bir sene, hac
ettim. Haccımı eda edince İskenderiye’ye dönmeye karar verdim. Bir de baktım
bir ses (sayfa 85):
“Sen önümüzdeki sene yanımızdasın” diyordu. Madem
önümüzdeki sene yanınızdayım, o hâlde İskenderiye’ye dönmeyeyim, yemene gideyim
dedim. Adn’a geldim, sahilde yürürken, bir de gördüm, bir marangozun
yanındayım, ticari eşyalarını dışarı çıkarmışlar, sonra baktım adamın biri
seccâdesini denizin üzerine sermiş ve suyun üzerinde yürüyordu. Kendi kendime
dedim ki, ne dünyaya, ne de ahirete yaradın. Ansızın bir ses bana, “Dünya ve
ahirete yaramayan bize yarar”diyordu.
Şeyh Ebû’l-Hasan: Mirasını erkene alan, sevabını
erteleyen için verâ en güzel yoldur der. Verâ, onları Allah’tan almaya, Allah
için söylemeye, Allah için ve Allahile amel etmeye, apaçık bir delil ve yüksek
bir basirete vardırır. Onlar genel vakitlerinde ve diğer hâllerinde tedbir almaz,
tercih etmez, irade etmez, tefekkür etmez, bakmaz, konuşmaz, bast etmez,
yürümez ve hareket etmek istmezler. Ancak Allah ile bunları yaparlar. Öyle ki,
bu bilgi, onları işin hakikâtine ulaştırmış, onlar cem çeşmesinde toplanmışlar.
Daha yüce ve daha düşük olanda tafrika etmezler. Ednanın ednasından üzerlerine
gelen şerîât menzilelerini korumakla beraber, verâlarından ötürü sevap olarak
Allah onları sakındırır. Her kim, ilminin ve amelinin mirası olmazsa o kişi
dünya ile mahcup olmuş veya dava ile çevrilmiştir. Onun mirası mahlûkâtı için
izzettir. Misli için istikbardır. Ameli ile Allah’a delalet eden işte bu apaçık
hüsranın kendisidir. Yüce Allah bizi bundan korusun, akıllı olanlar bu verâdan
sakınıp, ondan Allah’a sığınır. Her kimin ameli ve ilmi, Rabbine olan
ihtiyacını ve hâlka olan tevazusunu artırmazsa, o helak olmuştur. Birçok
salihi, salahları ile maslahatlarından kopardığı gibi, birçok fesatçıyı da
fesatlarıyla varlıklarından koparan Allah yücedir. Allah’a sığın, o işiten ve
bilendir.
Allah sana velilerin yollarını nasip etsin. Ahbâbına
uymakla, üzerine minnet etsin. Şeyhin anlattığı bu verâ senin anlayışın bu gibi
verâya ulaşır mı? Şu sözünü görmüyor musun? Verâ, onları Allah’tan almaya,
Allah için söylemeye, Allah için ve Allah’la amel etmeye, apaçık bir beyyine ve
yüksek bir basirete vardırdı. Bu abdâlların ve sıddıkların verâsıdır. Vehmin
galebesinden ve suizandan neş’et eden, dik kafalıların verâsı değildir.
Himmetinin yüceliği konusunda çok büyük acayiplikler zahir olmuştur.
İdarecilerin ihtiyaçlarını arz etmesini istemeleri, önerilerde bulunmalarına
rağmen himmetini onlardan kaldırarak ilerlemiştir. Bir gün arkadaşlarına dedi:
Tavaşi Bahauddin-kendisi o dönem divan sorumlusuydu- ve Fakih Şemsuddin
el-Hatip, -o da orduların nazırıydı- bana: Bu kalenin hasıra, yağa, kandillere
ihtiyacı var dediler. Ondaki fatihlerin yiyeceğe ihtiyacı vardır.
Biz (sayfa 86)vaktin idarecileriyiz. Her ay ona bir
ödenek ayıralım. Onlara, Önce arkadaşlarıma danışayım dedim. Arkadaşlarıma, siz
arkadaşlarımsınız, ne diyorsunuz? Dedihiç kimse ona cevap vermedi. (edeben ona
cevap vermiyorlar, tasavvufta mürşidin huzurunda konuşulmaz veya fikir
beyanında bulunulmaz) Defalarca bunu tekrarladı, kimse cevap vermeyince.
Allahım bizi onlarla değil onlardan zengin kıl dedi. Şüphesiz sen her şeye
kadirsin. Şeyh söylediklerine olumlu cevap vermedi. Şeyh vefat ettiğinde
mekânın herhangi bir aylığı yoktu.
Şeyh “Vallahi ben izzeti insanlardan bir şey
istememekte buldum.” Derdi.
Şöyle derken duydum: “ Hac yerinde bir köpek gördüm.
Beraberimde biraz ekmek vardı. Önüne bıraktım, hiç iltifat etmedi. Ağzına
yaklaştırdım bir de baktım bir ses bana şöyle diyor: “Köpeğin
kendisinden daha zahid olduğu kişiye öf olsun.”
Yine şöyle derken duydum: “Bir gün, beni
tanıyan birinden, yarım dirheme ihtiyacım olan bir şeyi satın almak için
çıktım. Kendi kendime dedim: “Belki benden para almaz. Bir ses bana
şöyle dedi: “Dindeki selamet mahlûkâtın elindekini taleb etmeyi terk
etmektir.”
Bir defasında kaldığım yere geldim, içeri girip kapıyı
kapattım, ben otururken birisi kapıyı açtı. Dindeki selamet neyle olacağını
sordu: Mahlûkâttanbir şey istememekle olur dedim. Sanki yitik bir şeyi bulmuş
gibiydi. Ancak bunu ona şeyhin söylediğini hisseder bir hali vardı. Şeyh
kendisine: Falan yere git, kendine üç ölçek tart demiş. O da gidip kendisi için
bir ölçek tartmış. Bu şeyhe ulaşınca demiş ki: “Onun tarttığını yerine
boşaltın, bizim verdiğimiz üç ölçeki ona verin.”
Tamah hakkında şöyle demiş: Hepsi mücevvef (Arapçada
harflerin sıfatları) olan üç harftir. Hepsi batardır (açgözlülüktür). Bu yüzden
sahibi hiçbir zaman doymaz.
İnsanlar sebeplere sarılırlar derdi. Bizim sebebimiz
ise iman ve takvadır. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Eğer şehir halkı iman edip
sakınsalardı, göklerden ve yerden bereketleri üzerlerine açardık.” (Araf,
96)
Tenbih: Mahlûkâttan beklememek, ehl-i
tarikin hâli ve tahkik ehlinin sıfatıdır. Cüneyt (r.a)’a sorulmuş, ârif zina
eder mi? Allah’ın emri takdir edilmiş dedi.
Ömrüme and olsun ki, eğer ârif Allah’ın
dışındakilerine tamah eder mi diye sorulsaydı, hayır diyecekti. Hakk Teâlâ’nın
muradı (sayfa 87), kulların sevgi, güven, tevekkül, korku ve umut yönünden her
şeyde onu birlemesidir. Onun ferdiyetinin hak ettiği de budur. Ariflerden biri
bir şiir okuyordu:
Rabbini tevhid edene haramdır,
Onu birleyenin ona bir destekçi kılması
Ey arkadaşım,
Benim için hak ile bir vakfe yap,
Vecdde onunla öleyim vecdde onunla dirileyim.
Yerlerin meliklerine söyle, çabalarını sarfetsinler,
Bu mülk öyle bir mülktür ki, ne satın alınır ne de
ulaşılır.
Himmetin kaldırılması Allaha olan güvenin
doğruluğundan, Allah’a olan güvenin doğruluğu da muvacehe ve muayene yoluyla
Allah’a imandan neş’et eder. İmanları onlara Allah ile aziz olmayı gerektirir.
Allah şöyle buyurmuş: “İzzet, Allah’ındır, onun Resulünündür ve
Müzminlerindir.” (Munafikun, 8) Allah’tan yardımı gerektirir. Bu konuda
Allah şöyle der: “ müminlere yardım etmek üzerimizde bir haktır.” (Rum,
47) Allah’tan sadır olan arızlardan kurtuluşu gerektirir. “böylece müminleri
kurtarmak üzerimize bir haktır.”(Yunus 103) Mü’min’in izzeti, mevlâsına
güvenmesi, nefsine ve hevâsına galip gelmesi, arızlardan kurtulması,
hidâyetyolundan kopmamasıdır. İrade ehlinin şiarı ve örtüsü, Allah ile iktifa
edip, Allah’ın dışındakilerden himmeti kaldırmak, iman elbisesini varlıklara
meyletme kirliliğinden veya minnet sahibi olan melikin dışındakileri
arzulamaktan korumaktır. Bu manada bir şiirimiz var:
Yok, eden zamanı
kınamaya başladın.
Belki senden
uzaklaşır diye ondan uzaklaştın.
Zamanını çok kınama!
Zira o, safa ve sevgi ile talep edilen değildir.
Eğer içinde yok olsam
bana zarar vermez.
Dolunay, dolunaydır.
Görünsede gizlense de.
Allah bilir ki, ben
öyle bir himmet sahibiyim ki,
İffet ve zerafetten
alçaklığı kabul etmem.
Neden itibarımı
halktan korumayayım,
Padişahların en
izzetlisini ve şereflisini onlara gösterirken.
Kendilerine muhtaç
olduğumu mu onlara göstereyim.
Hâlbuki onların
hepsi, tasarrufa güç yetirmezler.
Ya da nasıl rızkını
halkından isteyeyim.
Ömrüme ant olsun ki,
bunu yaparsam bu bir cefadır.
Zayıfın kendisi gibi
zayıfa şikâyeti,
Hamilini uçuruma
götüren bir acizliktir.
Vakar ile o Allah’tan
ki, ihsanı
Ve lütufları tüm
mahlûkâtı kapsamıştır.
Ona sığın, umduğun
yerde onu bulursun,
Saparak onun
kapılarını geçme.
Allah dışındaki
varlıklardan birşey istememeni
Sana gerekli kılan, şunu bilmendir: (sayfa 88)
O,sana kâfi gelmiş ve sana bağışlayıp vermiştir ki
seni katına çıkarmıştır. Böylece senin onun dışındakilerin yanında bir
ihtiyacın kalmamıştır. Allah’ı anlamak, onun ilmi ile ondan istemekten iktifa
etmeyi gerektiriyorsa, onu anlamak, nasıl onun ilmi ile mahlûkâtından sual
etmekten iktifa etmeyi gerektirmesin? Allah kimi bir şeyle fetih ettiyse, her
bir dostunu fetih ettiği şey ile başkalarında iktiza ettiği gibi, onun
himmetini kendine kaldırmayı iktiza etmiştir. Allah’ın şu sözünü duymadın mı:
“Muhakkak ki sana tekrarlanan yediyi ve yüce Kur’an’ı verdik.” (Hicr,87)
Bakışlarını çekmesin, nasıl onda minneti olmasın? Oysa onun mevhibeleri
inâyetinin fetihleri, velâyetinin özellikleri, seni başkasına bağlanmaktan nehy
ediyor. Bazı ârifler şu şiiri okuyorlardı:”
En uzak yokluğun hakikâtlerin ilmindedir.
Yaratıcımın, mevhibelerinde bast olduktan sonra.
Sizin evinizdeyken ve konuğunuzken, güzel olur mu? Bir
gün umutlarımı kullara çevireyim.
Bilakis himmetle sana sığınırım.
Senin dışındakileri, orada arkamda bırakırım.
melekütünü gözlemlediğim zaman, Razık olmayana uzanan
bir el görürüm.
Mahlûkâttan her rütbe sahibi, engellemeyi, vermeyi,
velâyeti ve azli, başkalarına verecek bir rütbeyi kendisine nispet etmenden hoşlanmaz.
Peki, yüce Allah rubûbiyetini itiraf edip, eserlerini başkalarına vermene razı
olur mu? Allah’ın kendileri hakkında: “Onlardan çoğu ancak müşrikler olarak
Allaha inanırlar.” (Yusuf, 106) dediği kişilerden olmaktan sakın. Onun
ziyafet evinde olup, arzularını yönünü başkalarına yönlendirmen, kötü
birşeydir. Bu manada bir şiirimiz vardır:
Sizin evinizdeyken ve konuğunuzken, güzel olur mu? Bir
gün umutlarımı kullara çevireyim.
Bilakis himmetle sana sığınırım.
Senin dışındakileri, orada arkamda bırakırım.
Sana şah damarından daha yakın olan mevlandan talep
etmeyi bırakıp, senden uzak olandan talep etme. Allah’ın şu sözüne kulak vermez
misin: “Kullarım beni sana sorduklarında, muhakkak ki ben, çok yakınım, dua
edenin beni çağırdığında duasını kabul ederim.” (Bakara, 186) “ muhakkak
ki, insanı yarattık, nefsinin ona verdiği vesveseleri biliriz. Biz ona şah
damarından daha yakınız.” (Kaf, 16) “'Allah’ınfazileitnden dileyin.”
(Nisa,22) “Beni çağırın ki, size icabet edeyim”” (Ğafir, 60) “ Herşeyin
hazinesi bizim yanımızdadır.” (Hicr, 21) “ bütün bunlar kullarının
himmetlerini toplamaları içindir ki, böylece ihtiyaçlarını ancak ona iletsinler
(sayfa 89).
Hilmine gelince, kendi nefsi için intikam almaması,
onun özelliğiydi. Bir gün yanına gittim: Ne düşünüyordun dedi. Falan kişi öyle
bir adamdır ki, Şeyhe çok eziyet etti. O dönemde yönetici olan biri falanın
arkadaşlarının yanına geldi, kendisi Şeyhin yanına gelip gidenlerdendi. Dediler
ki: Efendim, sana eziyet eden şu adamı dövüp Mısır ve Kahirede teşhir etmek istiyoruz,
sen ne diyorsun? Ben de, onun için maslahat vardır dedim. Bir şeyi inkâr eder
gibi söyledi: Ben bunu dedim, sen ondan intikam almak istiyorsun, dedi ki: Ben
kimseden intikam almam, ancak ben ittiba isterim. Tebalarımı intikama
sürüklemem, dedi. Bunun üzerine utanarak yol aldım, ondan sonra kimse bize
eziyet etmedi. Başına bir bela geldi, nefsim ondan intikam almaya niyetlenmeden
Şeyhin şu sözünü hatırladım: Ben kimseden intikam almam, sanki ben onu o an
duymuştum. Bu rahatlamayla nefsim köreldi. On beş sene gibi bir müddet sonra
Şeyhe eziyet eden adam bize eziyet etmeye kalkıştı, ona bir bela indi, Allah
bizi ondan intikam almaktan korudu ve Şeyh bana şöyle diyordu: Hakkında seninle
istişare ettiğim bu kişi, benimle onun arasında olan şeyin benzeri, seninle
onun arasında da olacaktır. Benim ona yaptığım gibi sende yap. Ekâbirin
sözleri, müritlerin kalplerinin sahifelerinde böyle dürülüyordu, öyle ki, vakti
geldiği zaman sanki o anda duymuşsun gibi Allah onu izhar eder. Bazen Allah,
fikren heyeti ve şekliyle sana, şeyhini düşünmeni sağlamıştır. Bazen de
mesuliyetten kurtaran bir hayalde sana görünür. Bazen de hissî varlığı ile
nazillerin varlığı esnasında hazır bulunur ki murit için bir tespit ve öğretici
olur. Onu şöyle derken duydum: “Benden duyup anladıklarınızı Allah’a
emanet edin, ihtiyacınız olduğunda Allah size onu çevirir. Anlamadıklarınızı
ise Allah’a bırakın, o açıklamasını üstlenir.”
Ekâbirin kelamı ihtiyaçları olduğunda müridlere döner.
Mürid onu almadığını zanneder. Oysa almıştır. Ancak hikmetin tohum ve yeşerme
süreci vardır. Tohum zamanı, yeşerme zamanı değildir. Bazen sende hikmetin
tohumu ekilir, yeşermesi yağmur bulutlarının gelmesini bekler. Yağmur bulutları
geldiğinde yerin içinde gizli olanlar açığa çıkar. O emanetler vakitleri gelene
kadar kullarda dürülü kalır.
Bana ulaştı ki, Şeyh Ebû’l-Hasan, Zamandan başka
hicab yoktur diyordu.
Bir gün şöyle derken duydum: Bir insan bana eziyet
ettiğinde, zamanla helak oluyordu. Bundan dolayı bakışlarımı çevirdiğimi
görünce, mârifet geniştir dedi.
“Evliyânın eti zehirlidir” dediğini duydum. Allah sana
yol gösterecek ilmi öğretsin, seni huzurunda daimi olanlardan eylesin, bilesin:
Hakkın velilerine yardımı bu değildir. Zira onlar Allah’tan bunu talep ettiler
ancak, onlar Allah’a tevekkülde doğru olup işi ona havale edince hak onlara
yardım etti. “Müminlere nusret üzerimize bir haktıf” (Rum, 47), “Kim
Allah’a tevekekül ederse Allah ona kâfidir” (Talak, 3) sözünü duymadın mı?
Onlar senden intikam almak için kendilerine taraf
oluyorlar deme, bilakis onlar Allah için Allah’a taraf olanlardır. Zira o,
yenilmeyen galiptir, aciz olmayan kadirdir. O kahhardır ki, belasından bir
zerreye yerdekilerden ve göktekilerden karşılayan yoktur. Kahrının
zerrelerinden bir zerreyi dağları, üzerine koysa dağlar erir.
Şeyhin, “mârifet geniştir” sözünün anlamı şudur:
Mürid, iradesinin başında onun himmetiyledir, sonunda ise onun mârifetinin
varlığıyladır. İradesinin başlangıcındayken, ona eziyet edenden intikam almak
içindoğru himmetle Allah’a yönelip ona sığınır. Nusreti talep etme konusunda
doğru himmetle Allah’a yöneldiğinden, intikamın gecikmesine karşı sabretmede,
bünyesinin darlığından hak ona yardım eder. Ârif ise, marifet denizi kendisini
kuşatmıştır, himmeti ve meşieti dürülmüş, tedbiri de meşieti de haktır. Kendisine
meşietin şuhûdu galip olmuş kimseye hangi meşiet kalır? Yine hak ona eziyet
edenin cezasını bir ay ertelese, mevlâsının imtihanını hoş karşılar. İntikamı
geciktirdiğinde, mürit için korktuğu sabırsızlığın, onun için olacağından
korkmadığından, ona yardımda acele etmemiştir. Hem ârif kendisine zulmedenden
intikam almaya kalkışırsa, marufunun ahlakıyla ahlaklandığı için kendisinde
kaim olan şefkat ve merhamet onu yakalar. Yani her ne kadar buna gücü yetse de
Allah’ı onlarda faal gören biri nasıl intikam alır?
Allah’ın velilerine zulmedildiğinde, bunlar tabaka
tabakadır:
Birinci kısım:
Zulmedenin aleyhine dua eden, sıkıntılarının giderilmesini ve ferahlığı
istişare eden, darlığın kendilerinden giderilmesini isteyenler. Bu, duası red
olunmayandır. “mazlumun duasından sakın, çünkü onunla Allah arasında hicab
yoktur”*9 hadisi bundandır.
İkinci kısım:
Yardım talebi ve cezanın acele gelmesi konusunda Allah’a sığınan mazlumlardır.
Ancak onlar, Allah’ın gizliyi ve açığı bildiğini bilmişler ve durumlarını
gizlice Allah’a sunmuşlar. Bunlar, ona tevekkül, durumlarını ona arz
ettiklerinden hakkın kendilerine yardım etmesine daha layıktırlar. Allah şöyle
buyurmuştur: “Her kim Allah’a tevekkül ederse, o ona kâfidir.” (Talak,
3) Rivayete göre: Kadının birinin sadece bir tavuğu vardı. Onun yumurtalarıyla
geçiniyordu. Hırsızın biri gelip onu çaldı. Ona herhangi bir bedduada
bulunmayıp onu Allah’a havale etti. Hırsız tavuğu alıp kesti, tüylerini yoldu.
O tüylerin tümü kendi yüzünde bitti. Bunları gidermeye çalıştı ama beceremedi.
İnsanlara sordu hiç kimse gideremedi. Sonunda, Beni İsrail’den bir rahibe
geldi, rahip ona dedi ki: Senin için, tavuğunu çaldığın kadının sana beddua
etmesinden başka ilaç bilmiyorum. Bunu yaparsan şifa bulursun. Bunun üzerine
ona birini gönderdi, kadınadedi ki: Senin tavuğun nerede? Çalındı dedi. Bu mu
çaldıdediler? Kadın evet, o yapmıştır, dedi. Dediler ki, onun yumurtalarından
dolayı seni sıkıntıya sokmuştur. Öyledir dedi. Onlar bunu tekrarlamaya devam
ettiler ta ki kadını öfkelendirdiler. Bunun üzerine kadın beddua etti. O âlime
sordular: Sen bunu nereden bildin diye sordular? O da onun tavuğu çalındığında
beddua etmeyip Allah’a havale etti Allah da ondan intikam aldı diye cevapladı.
Ancak beddua edince kendi nefsi için yardım istemiş oldu, bunun üzerine
hırsızın yüzündeki tüyler döküldü.
Üçüncü kısım: Zulme
uğradıklarında beddua etmez, zulmedenlerden intikam almak için Allah’a
dua etmezler. Ancak işi Allah’a havale ederler, onlar hakkında en hayırlısı
odur.
Dördüncü kısım: Bunlar
üst tabakadır. Bunlar kendilerine zulm edildiğinde zulm edenlere merhamet
edenlerdir. Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: “Bu sana zulmetmişse, senin
sabretmen ve tahammul göstermen gerekir. Başkasının sana olan zulmü ve kendine
yapacağın zulüm olmak üzere iki zulmü bir arada kendine yapmaktan sakın. Bunu
yaparsan, sabır ve tahammüle bağlı kaldığın müddetçe bir kalp genişliği sende
peydah olur, öyle ki, affedip vazgeçersin. Rızanın nurundan sana zulm edene
merhamet edeceğin ve ona dua edeceğin bir durum sende meydana gelir. [40] Bunun üzerine onun için dua edersin ve duan kabul
olunur. Seninle sana zulm edenin merhamet bulması ne güzel bir hâldir. Bu
merhametli ve sıdıkları n derecesidir. “Allah’a dayan Allah kendine
dayananları sever” (Al-i İmran, 159)
Şeyh Ebû’l-Hasan’ın İbrahim b. Ethem ile ilgili
anlattığı hadise de bu kabildendir. Hani asker evler nerdedir diye sormuştu o
da mezarları gösterince asker, kendisiyle alay ettiğini zannederek İbrahim b.
Ethemin kafasına vurdu. O da başını eğip vur günahkâr kafaya vur bunun üzerine
asker bu İbrahim b. Ethemdir Horasan’ın zahididir dedi ve ayaklarına eğilip
öptü ve ondan özür diledi. İbrahim b. Edhem ona dedi ki: Vallahi sen bana
vurmak için elini kaldırdığında ben senin için Allah’tan mağfiret diliyordum.
Zira biliyordum ki, bunun için Allah bana sevap verir. Senide sorumlu tutar.
Bundan dolayı senin benden alacağın payın şer, benim senden alacağımın da hayır
olmasından hayâ ettim. Şeyh Ebû’l-Abbâs: Bu kemalın kendisi değildir dedi.
Aşerei Mubeşşere’den olan Sa’dın yaptığı Kemalın kendisidir. Kadının biri onun,
kendi bahçesinden bir şeyler sahiplendiğini iddia etti. O da: Allahım eğer o
yalancı ise, onu kör et ve yerinde öldür dedi. Bunun üzerine kadın kör oldu,
bir gün bahçesinde yürürken, bir kuyuya düşüp öldü. Eğer İbrahim’in yaptığı
kemâlin kendisi olsaydı, sahabinin bunu yapması daha evlaydı. Ancak Sa’d
Allah’ın eminlerinden bir emindi. Kendi nefsi ve başkasının nefsi kendisi için
eşitti. O kadın, ona eziyet ettiği için ona beddua etmedi. Resulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in arkadaşına eziyet ettiği için ona beddua
etti. İbrahim bu mertebeye ulaşmadığı için askere beddua etmedi ki, bu kendi
nefsi için intikam olmasın. Sa’d (r.a.) ise, Allah onu kendi nefsinden
arındırmış ve ibraz etmişti. Allah mahlûkât içinde, kullarından dilediğini arındırır.
Sofi, kendi nefsi için hakkın yerine gelmesini istemez. Bilakis Rabbi için
yerine getirir.
Faide: Bilesin,
Allah’ın velilerinin başlangıçtaki durumları, meziyetleri mükemmelleşsin ve
diğer kötü vasıflardan temzilensinler diye halkın onlara musallat olmasıdır.
Meziyetler onlarda tekamul eder ki, halka dayanıp ve meyledip onlarda sukûnet
bulmasınlar. Kim sana eziyet ederse, iyiliğinin köleliğinden seni azat
etmiştir. Kim sana iyilik ederse, iyiliği ile seni köle edinmiştir. Bu yüzden
Allah Resulü (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) demiştir ki: “Kalpler, kendisine iyilik edenin sevgisi üzerine
yaratılmıştır.” [41] , “kim size bir iyilik yaparsa mükâfatımı verin.
Buna güç yetiremezseniz onun için dua edin. Bütün bunlar kalplerin mahlûkâtın
ihsanından arınıp hak melike bağlanmak içindir” Şeyh Ebû’l-Hasan:
İnsanların şerrinden kaçtığından daha fazla hayrından kaç der. Zira onların
hayrı, kalıbına, şerri ise kalbine isabet eder. Bedenine isabet eden, kalbine
isabet edenden daha hayırlı değildir. Allah’a ulaştıran bir düşman, Allah’tan
koparan bir dosttan daha hayırlıdır. Sana yönelmelerini gece, yüz çevirmelerini
ise gündüz say. Görmüyor musun, onlar yöneldiklerinde fitne çıkarırlar. Halkın
velilere yollarının başında musallat olması, Allah’ın velileri ve seçkinleri
hakkındaki kanunudur. Bu yüzden Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: Allahım kavmin
üzerine zilleti hükmettin, ta ki, aziz oldular. Yokluğu hükmettin, ta ki
buldular. Senin yanında tükenen tüm izzetlerin karşılığında beraberinde
rahmetinin lütufları olan zilleti isteriz. Senden hacb edenher varlık
karşılığında, muhabbetinin nurunu beraberinde taşıyan yokluğu isteriz.
Bunun veliler ve seçkinler için sünnetullah olduğunu
gösteren deliller şunlardır: “Ve sarsıldılar, öyle ki, peygamber ve
beraberinde iman edenler, Allah’ın yardımı ne zamandır diyordu. Dikkat edin,
Allah’ın yardımı yakındır.” ( Bakara, 214), “Ta ki, peygamberler ümitsiz
olduğunda yalanlandıklarını zannettiklerinde kendilerine yardımımız geldi’”
(Yusuf, 110), “yeryüzünde mustazaf kılınanlara minnet edip, onları imamlar
kılmak ve varisler kılmak ve yeryüzünde yerleştirmek istiyoruz.” (Kasas,
5), “kendileri ile savaşılanlara zulme uğramış olmaları sebebi ile onlara
izin verildi. Şüphesiz Allah, onlara yardım etmeye kadirdir. Onlar, haksız yere
yurtlarından çıkarıldılar. Hâlbuki onların ‘Rabbimiz Allah’tır ’ demekten başka
suçları yoktu” (Hac, 29-40). Ve bu manaya delalet eden başka âyetler...
İbrahim b. Ethem’in, Asker, onun başını yarınca başını
eğip “uzun zaman Allah’a isyan eden başa vur” demesi, bidâyetteki hâlleridir.
Yine onun şu sözü: “Ömrümde üç defa sevindim; bir defasında mescitteydim, beni
bir karın sancısı tuttu, kalkıp oturuyordum. Mescidin sahibi geldi çıkmamı
istedi. Aşırı sancıdan çıkamadım, bunun üzerine ayağımdan tutup beni
sürükleyerek dışarı attı. İkincisinde, üzerimdeki elbiseleri çıkardım, bitlerin
çokluğundan görünmüyorlardı. Üçüncüsünde, bir gemiye binmiştim. Orada bir
komedyen: Biz düşman diyarında münkirleri şöyle tutuyorduk deyip sakalımdan
tutup sallıyordu. Gemide benden daha hakir birini görmediği için bu hoşuma
gitti.” Başlangıçtaki hâlleri buydu. Biliyorlardı kendilerinde kalıntılar
olduğunu, bu yüzden intikam almaktan korkuyorlardı. Eğer kendi nefsleri için
intikam alsalar Allah’ın gözünden düşerler. Kendi nefsi için intikamın
afetlerini bildikleri için hilme rücu ettiler, intikamdan ellerini çektiler.
Şeyh Ebû’l-Hasan dedi: Bir defasında biri bana eziyet etti, bundan daraldım.
Yattım ve gördüm bana şöyle deniliyordu: Sıddıklığın alâmeti, düşmanın
çoğalması ve onlara aldırmamasıdır. Bilmen gerekir ki, kişilerin özelliği,
izzet ve rifat vatanında ikamet etmeyi hoş görmesidir. Eğer hak onu isteği ile
baş başa bıraksaydı helak olurdu. Hasetçilerin muarazasını ve eziyetçilerin
ezasını onlara musallat kılarak bundan uyanırdı.
Bazı ârifler: Düşmanın bağırışı Allah’ın kırbacıdır
derler. Kalpler başkasına yönelince onunla kalplere vurur. Eğer bu olmasaydı
kalp, izzet ve şanın gölgesinde uzanırdı. Bu ise Allah ile arsında bir
perdedir. Bu iş, Allah’ın velilerine ve dostlarına hüsnu nazarıdır, onlardaki
velâyet eserlerinin izharıdır. Zira Allah şöyle demiş. “Allah iman edenlerin
velisidir.”(Bakara, 257).
Nûrları tamamlanıp sırları kalıntılardan
temizlendiklerinde kullar arasında onlara hükmedip ve onun üzerine delalet
ettiğinde, onlar artık seçilmiş bir kul olup, Allah’ın kendisi için onunla
intisar ettiği kılıçlarından bir kılıç olur. Sa’d’ın kendisine yalan iddiasında
bulunan kadına beddua edip “Allahım onu kör et ve mekânında öldür” demesi ve
ona icabet edilmesi bu bâbdandır. Hz. Osman (r.a.) eve girdiğinde biri eşinin
yüzüne tokat attı. Bunun üzerine Hz. Osman der ki: “Allah senin ellerini
ve ayaklarını koparsın, seni ateşte ebedi eylesin.” bu adamı Şam’da gördüler,
elleri ve ayakları kesilmiş ve şöyle diyordu: “Hz. Osman’ın duası iki
şeyde kabul edildi, üçüncüsü kaldı.” Bu yüzden bu adamların hâli genel kulların
üzerinde bazen karışık görülür. Dolayısıyla zulme uğrayıp ondan vazgeçen
veliyi, zulme uğrayıp intikam alan veya dua eden veliye tercih etme. Vazgeçen
nefsindeki kalıntıları bildiği için vazgeçmiş olabilir. Dua eden ise
kalıntılardan temizlendiğini bildiği için Rabbine intisar için dua etmiştir.
Sabrına gelince: Kendisi sabrın merkezinde sebat
edenlerdendi. Kendisinde birçok hastalık vardı. Eğer bunların bir kısmı
dağların üzerine konulsaydı, onlar eriyecekti, Kendisinde taş vardı, basur
hastalığı[42] vardı. (Buna rağmen) İnsanlarla oturur, oturduğu
zaman anlaşılmasın diye oturuşuna ara vermezdi. Onun yanında oturan kişi,
kendisindeki hastalıkları bilmezdi. Hastalıklar ne yüzünü sarartır, ne de
bedeninde bir değişiklik yapardı. Hatta şöyle derdi: “Yüzümün kızarıklığına
bakmayın, yüzümün kızarıklığı kalbimdendir. Biri yanına geldi, onun içinde
bulunduğu durumu fark etti ve dedi ki: Efendim, Allah sana afiyet versin. Şeyh
sükût edip cevap vermedi. Bu adam bir ara sustu, sonra efendim, Allah size
afiyet versin dedi. Bunun üzerine Şeyh dedi ki: Ben Allah’tan afiyet istedim,
sende ondan afiyet istedin, benim içinde bulunduğum hâl afiyettir. Resulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) Allah’tan afiyet istemişti ve şunu demişti: Hayber
yiyeceği hâla benimle uğraşıyor, artık nasibimin kesilme zamanı gelmiştir. Hz.
Ebûbekir Allah’tan afiyet isteyip ondan sonra zehirlenerek ölmedi mi? Hz. Ömer
Allah’tan afiyet istedi, ondan sonra yaralanarak öldü. Hz. Osman Allah’tan afiyet istedikten sonra kesilerek
ölmedi mi? Hz. Ali Allah’tan afiyet istedikten sonra öldürülmedi mi? Allah’tan
afiyet istediğinde benim için âfiyet hangisiyse onu ver Allahım de. Şöyle
diyordu: ".Sabır, esbardan türemiştir. Esbar ise, okların atıldığı
hedeftir. Sabreden nefsini kazanın oklarına hedef olarak dikendir. Allah’tan
lütuf istemesi, ondan takatı kesilmeden lütuf istemesi onun vefasızlığındandır.
Bir gün yanına gittimde çok sıkıntılı olduğunu gördüm.
Efendim zannederim zayıf düştünüz! Dedim. Bunun üzerine: Zayıf, imanı ve
takvası olmayandır dedi.
Bilesin, sabır üç kısımdır: Vaciplere karşı sabır,
haramlara karşı sabır, belalara karşı sabır. Ekâbirin sabrı, esrârı gizlemek,
eşyaya meyletmemek ve nurlaratakılmamaktır. Sabırları, eziyete tahammul etme,
fezanın cereyanı altında sebat göstermektir. Onların sabrı, kulların yüklerini
taşımaya karşıdır. Allah ile sabretmek, yapmalarını istediği kulluk
hükümlerinin ve rubûbiyet hükümlerinin yerine getirilmesine karşı istediği
sabırdır. Onların sabrı, güzel ahlâka karşıdır ve uygun olma şartı ile Allah’la
beraber kaim olmaktır. İlgilerini onun üzerine toplama, tüm işlerinde ona rücu
etme konusunda sabretmektir. Halk için oturma ve onlara hakk tealayı göstermeye
karşı sabır.
Şeyh Ebû’l-Abbâs: “Vallahi, ben selb olunmakla tehdit
edilene kadar, insanlar için oturmadım diyordu. Bana denildi ki: Eğer
oturmazsan hibe ettiklerimizi senden soyutlarız.
Tarikatının usulüne gelince: Kul haklarından çok
sakınırdı, ödeme konusunda acele davranırdı. Öyle ki, daha hak etmeden ödeme
yapardı. Arkadaşlarını kul haklarından kurtulmaya teşvik ederdi. Üzerinde bir
borç olsaydı en iyi şekilde öderdi. Bir hakkı olduğunda da en güzel şekilde
alırdı, dünyalıklardan kopmuş, onlardan biri için ayağını kaldırmaz, onlara elçi
göndermez ve onlara yazı yazması kendisinden talep edildiğinde onlarla
yazışmazdı. Bir talibe şöyle dedi: ".Senin için bunu
Allah’tan talep edeceğim, eğer talip razı olursa,
sa’yi götürülür, mevlâsı ona lütfeder. Halk için oturmakla mübtelaydı. Gece gündüz
ne zaman gelseydin onu bulurdun. Bir gün geldim yanına çıkmak için izin
istedim, bana biraz sabret denildi. Bundan rahatsız oldum ve herhâlde benden
şeyhe bir şeyler ulaşmış o yüzden bana karşı değişmiştir diye düşündüm. Bir
saat sonra bana izin verildi ve girdim. Şeyh: beni mazur gör, Şeyh
Ebû’l-Hasan’ın kızı yanımdaydı, onun sözünü kesmek istemedim dedi. Vallahi ben
kendimi onların bir hizmetçisi olarak dahi görmem. Gelen müridin engellenmesini
yasaklardı ve şöyle derdi: Mürit himmetinin ateşiyle gelir, ona dur
denildiğinde getirdiği şey söner. Müritlere zorluğu ve meşakkatı göstermez ve
bununla sorumlu da tutmazdı.
Şeyhi Ebû’l-Hasan’dan şunu naklederdi: Kâmil adam,
sana zorluğu gösteren değil, sana kolaylığı gösterendir. Tarikatı, Allah
yolunda bir araya getirmek, tefrika yapmamak, hâlvet ve zikir üzerinde devam
etme esasına dayanırdı. Beraberindeki her müridin bir yolu vardı, her birini
kendisine uygun yola sevkederdi. Çalışmayan müridi sevmezdi. Müridi sevgisinde
icmaya yönlendirirdi. Müridi, başkasını görmeme konusunda mecbur tutmazdı.
Şeyhinden nakille söylerdi: “Benimle beraber olun, ancak başkası ile olmanızı
engellemiyorum. Bu kaynaktan daha tatlı bir kaynak bulursanız ona gidin.” Mürid
kendisi hevâsı ile evrada girse onu oradan çıkarırdı.
Bir kaside veya beyitlerle medhedildiğinde, medhedenle
ilgilenerek onu mükâfatlandırırdı, çoğu zaman hediyesiyle ona müvacehe
etmiştir. Fakihler, ehl-i ilim ve talebeleri geldiğinde onlara değer verirdi.
Arkadaşlarına diyordu: Bir şan sahibi veya reis geldiğinde bana onu tanıtın.
İdareciler konusunda insanların en zahidiydi. Ona geldiklerinde ise, onlara
ikramda bulunur, onlar için birkaç adım giderdi. Şeyhi Ebû’l-Hasan’a aşırı
saygılıydı, öyle ki, onunla kendisinin ispatı olmadığını müşahede ederdin. Şeyh
anıldığında şu şiiri o kurdu:
Benim bir efendim vardır izzetlerinden,
Ayakları alınlar üstündedir.
Ben onlardan olmasam da benim için
Onların zikrinde izzet ve şeref vardır.
Onun özelliklerinden biri de, bilmediği şeyi yemezdi.
Gelmeden önce bir hediyeyi veya yemeği bildirmeyi sevmezdi. İyiliği yapanın
huzurunda dua etmezdi, o gittikten sonra arkasından dua ederdi. Ona küçük bir
şey hediye edildiğinde onu tebessüm ve kabulle karşılardı. Çok şey kendisine
hediye edildiğinde izzetle karşılardı. Hased edilir diye her hangi bir müridi
övmez, ilim olarak onu kardeşleri arasında yüceltmezdi. Namazı tamamen kısaydı
ve şöyle derdi: “Abdâlların namazı hafiftir.” Kur’an okuduğu zaman bütün varlık
onu dinliyor derdin.
Bir sene ramazanda kıyam ederek namaz kıldı ve şöyle
dedi: “Bu sene sanki Rasûlullaha okuyormuşum gibi Kur’an okudum.” Ondan sonra
ikinci ramazanda,“Bu sene sanki Allah’a okudum” dedi.
Kadir gecesi olduğunda arkadaşlarına haber verir, her
gece yaptığı dua miktarınca üç defa dua ederdi ve şöyle derdi: Elhamdulillah
tüm zamanımız kadir gecesidir. Bazı arkadaşlarımız bazı ehl-i tarik için bir
şiir inşad etmişler:
Zatımda sizin cemalinizin müşahedesi olmasaydı.
Hayatımdan bir an yaşamazdım.
Kadri tazim edilmiş kadir gecesi değildir.
Ancak vakitlerimi onunla imar ettiğinde olur.
hâlde sevgi hevâda aldanır.
Oysa sevginin mikata ihtiyacı yoktur.
Fakih Mekinuddin el-Esmeri ona gelip: Efendim kadir
gecesini gördüm ancak her seneki gibi değildi dedi. Bu sene gördüm nûru yoktu.
Bunun üzerine Şeyh: Senin nurun onun nurunu yok etti ey Mekinuddin dedi.
Ramazanın son on gününde, yirmi altıncı gece İskenderiye’nin batı camisinde
Şeyh Mekinuddin ile beraberdim, kendisi Şu an melekleri bir hazırlık ve hareket
içinde inip çıktıklarını görüyorum, düğün ehlinin bir gece öncesi hazırlıklarını
gördün mü? İşte onları öyle gördüm. İkinci gece ki yirmi yedinci geceydi ve
Cuma gecesiydi. Şu an melekleri ve beraberlerinde o cami güzelliğine paralel
meleklerin nurundan tabakalar görüyorum, bunun altında bunun üstünde, işte bu
kadir gecesidir. Üçüncü gün olunca ki yirmi sekizinci geceydi. Ben bu öfkeli
geceyi gördüm şöyle diyordu: Farzet kadir gecesinin bir hakkı var riâyet
ediliyor, benim de riâyet edilecek bir hakkım yok mudur? Şeyh Mekinuddin,
basiret erbâbı ve Allah’a sadık kullardandı. Şeyh Ebû’l-Hasan onun hakkında
şöyle diyordu: Aranızda bir adam vardır, İbn Mansur onun için esmer tenli beyaz
kalpli diyor. Vallahi ben evimde ve yatağımın üzerindeyken beni mükâşefe eder.
Başka bir defasında onun hakkında şöyle dedi: Allah’ın her Ğaybını Süluk
ettiğimde illaki onun sarığı ayaklarımın altındaydı. Şeyh Mekuniddin, bana bunu
haber vererek dedi ki: Dimas’ta, İskenderiye’deki nebi Danyal mescidine girdim.
Orada medfun olan nebiyi üzerinde çizgili bir aba olduğu hâlde ayakta namaz
kılarken gördüm. Bana dedi ki: “Öne geç namaz kıl.” Bende ona: “Sen öne
geç namaz kıl dedim,” o da: “Siz, önüne geçilmesi uygun olmayan bir
nebinin ümmetindensiniz”, dedi. Ben ona, bu nebinin hakkı için yaparım, yoksa
öne geçip namaz kılmazdım, dedim. O da dedi ki: “Ben, bu nebi hakkı için
deyince ağzımı kapattı, nebi hürmeten! “Öne geç sen havada bariz olmayasın diye
namaz kılıyoruz.” Dedi. Öne geçip namaz kıldım.
Yine Şeyh Mekinuddin bana haber vererek: Karafe’de bir
Cuma yattım, ziyaretçiler kalkınca, bende kalktım dedi. Onlar, Kur’an
okuyorlardı. Ta ki, “Yusuf’un kardeşleri geldi”âyetine vardılar. Gittiler,
Yusuf’un kardeşlerinin kabirlerini ziyaret ettiler. Kabrin yarıldığını ve
içinden uzun boylu, hafif sakallı, küçükbaşlı, esmer tenli bir adamın çıktığını
gördüm ve şöyle diyordu: “Bu kıssamızı size bildiren kimdir? Kıssamız bu
şekildeydi. Bir gün sakin ve mutmain olarak yatıyordum, aniden kalbimde bir
sıkıntı gördüm, bir sebep beni Şeyh Mekinuddin ile buluşmaya itiyordu. Acele
ile kalktım onun kapısını çaldım çıktı ve beni görünce, insanlar senin ardından
gelmedikçe gelmezsin deyip tebessüm etti. Efendim, işte geldim dedim. İçeri
girdi bir kab çıkardı ve “ Bu kabı Şeyh Ebû ’l-Abbâs’a götür ve ona de ki: Onda
Kur’an’dan birkaç âyet yazdım biraz bal ve zemzem suyu ile sildim. Onu şeyhe
götürdüm, bu nedir dedi? Şeyh Mekin el-Esmer size gönderdi dedim. Bir parmağını
içine koydu, bu bereket olarak yeterlidir dedi. Kabı boşalttı ve balla
doldurdu. Bunu ona götür dedi. Onu ona götürdüm sonra onun yanına gittiğimde
bana: Dün gece melekleri gördüm, içinde şarap dolu camdan bir kap bana
getirdiler ve şöyle diyorlardı dedi. Bu, Şeyh Ebû’l-Abbâs’a gönderdiğin
hediyenin karşılığıdır.
BEŞİNCİ BÂB
İçerik ve Mana İle İlgili Bazı
Ayetler
İçerik ve manayı açıklamak için üzerinde konuştuğu bazı
ayetler hakkındadır.
Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Hamd âlemlerin rabbi
Allah içindir” (Fatiha,2)
Şeyh(r.a.) : Yüce Allahmahlûkâtının kendisini hamd
etmekten aciz olduğunu bildiği için, kendisi ezelde kendini hamd etti.
Mahlûkâtı yaratınca kendisini hamd etmelerini gerekli kıldı ve dedi ki: “Hamd
âlemlerin Rabbı Allah içindir” yani, kendisi kendini hamd ettiği hamd, onun
içindir, başkasına olamaz. Buna göre “elif lam” edatı ahid (ahdi zihni-zihinde
bilinen) içindir.
Şeyhi şöyle diyordu: “Yalnız sana ibadet eder ve
yalnız senden yardım isteriz.” (Fatiha, 5). “Yalnız sana ibadet ederiz”
ibadettir, “yalnız senden yardım dileriz "hakikâttir. “Yalnız
sana ibadet ederiz ” İslamdır, “yalnız senden yardım dileriz”
ihsandır. “Yalnız sana ibadet ederiz” ibadettir, “yalnız senden
yardım dileriz” kulluktur. “Yalnız sana ibadet ederiz” farktır, “yalnız
senden yardım dileriz” cemdir.
Allah, Sevgisiyle sana yönelerek, ahdine riâyet
edenlerden kılarak sana merhamet etsin, bilesin: Allah kullardan kendisine
ibadet etmelerini istedi. Amelî olarak bunu gerçekleştirdikleri gibi,
söyleyerek nefslerine bunu tescil etmelerini istedi. Onu birlemelerini, tüm
zahiri azalarının ve iç varlıklarının hakikâtlerinin onun ibadeti için
düzenlenmesini istedi. Güç ve hareketten sâdık bir teberri ile ibadetlerin
gerçekleştirilme iddialarında, kendilerinden dönüş istedi. Kul, Allah için
amelî olarak ibadeti yapınca, hak ondan bunu söyleyerek itiraf etmesini istedi
ki, bu kendisi ile hak arasında bir muâhede olsun. Ta ki, nefsi onun için
ibadetten geri kalır ve ona teklife bağlı kalmak ağır gelirse, Allah’a ibadet
edeceğine ve ondan başkasına ibadet etmeyeceğine dair itirafı kulun üzerine bir
hüccet olur. “Yalnız sana ibadet ederiz” sözü ile kullardan “Ne’budu” kalıbıyla
ibadetin tüm zahiri azalarını ve Bâtıni amellerini kapsamasını istedi. Sadece
mütekellim için olan hemze ile (e’budu) ifade etmekten imtina etti, zira “nun”,
ya kendini tazim eden bir kişi için ya da kendisi ve başkasıyla beraber olan
(çoğul) içindir. Burası bu ilk manâ yeri değildir. Çünkü kul Allah’ın huzuruna
büyüklük vasfı ile durmaz (sayfa 100).
Bu durumda kendisiyle beraber başkalarının da
bulunduğu mana olur. İşte zahiri azalar ve Bâtıni hakikâtler ile işaret
ettiğimiz budur. İbadette kıyam etme iddiasından ona dönmesini istemesi
şundandır: “Yalnız sana ibadet ederiz” deyince, ibadeti onlara izafet
edip onlardan bununla teklifin terettüb ettiği farkdairesini yerine getirmeyi
itiraf etmelerini istedi. Bunun arkasından “yalnız senden yardım dileriz” ifadesini
getirdi ki, onunla olan kullar, ibadeti kendileri yerine getirdiklerini
iddiaetmesinler. Hakikâta veşerîâta hakkını vermelerini istedi. Bu, iki durum
arasındaki cemdir: Rubûbiyeti için ibadeti yerine getirmek, ulûhiyetiyle güç ve
hareketten teberri etmek.
Ondan sonra yüce Allah şöyle buyurdu: “Bizi
dosdoğru yola ilet” (Fatiha, 6) Şeyh dedi ki: Hâsıl olanda bizi sabit
kılarak, hâsıl olmayana ise bizi yönlendir. Bu cevabı İbn Atiye kendi
tefsirinde anlatmış ve Şeyh de onu açıklayarak dedi ki: Bütün müminler, “bizi
dosdoğru yola ilet” derler. Yani hâsıl olanda bizi sabit kılarak, hâsıl
olmayana ise bizi yönlendirerek. Zira tevhîd onlar için hâsıl olmuştur,
Salihlerin derecelerini ise kaçırmışlar. Salihler, “bizi dosdoğru yola ilet”
derken manası: Hâsıl olanda bizi sabit kılmamızı, hâsıl olmayana ise, bizi
yönlendirmeni isteriz. Onlar için salah hâsıl olmuştur. Şehitlerin derecesini
kaçırmışlar. Şehitler de “bizi dosdoğru yola ilet” derler. Yanihâsıl
olanda bizi sabit kılarak, hâsıl olmayana ise bizi yönlendirerek. Onlar için
şehitlerin derecesi hâsıl olmuş, sıddıkların derecesini kaçırmışlar. Sıddık:
“Bizi dosdoğru yola ilet” der. Yani hâsıl olanda bizi sabit kılarak, hâsıl
olmayana ise bizi yönlendirerek. Onlara sıddıkların derecesi hâsıl olmuş,
kutbun derecesini kaçırmışlar. Kutub, “bizi dosdoğru yola ilet” der.
Yani hâsıl olanda bizi sabit kılarak, hâsıl olmayana ise bizi yönlendirerek.
Onlar için kutupluk rütbesinin ilmi hâsıl olmuş, Allah’ın muttali kılmayı
dilediğinde, muttali kılacağı şeyin ilmini kaçırmışlar.
"Onlar ki, gayba inanırlar ve namazı hakkı ile
kılarlar. ”Âyeti hakkında ise şöyle
demiştir:
Övgü sadedinde namaz kılanların zikredildiği her yerde
namazı kılanlar için ya “İkame” kelimesi, ya da o manâya dönen bir kelime
getirilmiştir. “Onlar ki, gayba inanırlar ve namazı hakkı ile
kılarlar.”(Bakara 3) “Ey Rabbim, beni namaz kılanlardan eyle”(İbrahim
40)“namazı ikame etti.”, “namazı ikame et”, “namazı ikame ettiler” “namazı
ikame edenler” gafletle namaz kılanları zikrettiğinde ise: “Veyl olsun o
namaz kılanlara ki, namazlarından gafildirler'” (Maun, 4,5) demiştir.
(sayfa 101).
Namazı ikame edenlere veyl olsun dememiştir. İkame,
odur ki, Mü’min bir namaz kıldığı ve kendisinden kabul olduğu zaman, Allah onun
namazından kendi melekûtünde kıyamet gününe kadar rükû eden ve secde eden bir
sûret yaratır. Bunun sevabı, namazın sahibi içindir.
Şeyh: “Allah size, bir inek kesmenizi emreder.”
(Nisa, 67), “sana bir iyilik dokunursa, o Allah’tandır. Sana bir kötülük
dokunduğunda o şendendir”” (Nisa, 69) âyetleri hakkında Şeyh şöyle demiştir:
Denilmiştir ki, ibadette tafsilin olması, Allah tarafından bizim için olan
edeptendir. Buna binaen her ne kadar kulun fiillerinin hepsi, kötüsü ve iyisi
ile Allah’ın yaratması ile olsa da, iyilikleri kendisine, kötülükleri bize
izafet etmiştir. Başka bir yerde de: “Rabbin güçlerine ulaşmalarını istediği
için”” dediği gibi. Bunu Allah’a izafet etmiştir. Gemi hakkında ise, “ben
onu kusurlu yapmak istedim”” deyip, edepten ötürü ifadesinde “Rabbin onu
kusurlu kılmak isedi” demedi. İbrahim (a.s.)’ın da dediği gibi:
“Hastalandığım zaman, o bana şifa verir.” Bazıları şöyle demiştir: Bu
onların sözünün kapsamına giriyor. Allah da, onlardan bunu hikâye ediyor. Sözün
takdiri şöyledir: “Bu kavme ne oluyor? Neredeyse hiç bir söz anlamıyorlar””
diyorlar ki, “sana gelen bir iyilik Allah ’tandır, sana dokunan kötülük
sendendir.” ( Nisa, 79) Şu sözü ile “De ki, hepsi Allahtandır,”” onları
reddetmiştir.
“Geceyi, gündüze katar, gündüzü geceye katar”” (Fatır, 13) âyeti hakkında Şeyh şöyle demiştir:
Ma’siyeti taata, taatı ma’siyete katar. Kul, taat kendisinde yerleşince, bu
kendisinin hoşuna gider. Buna dayanarak, onu yapmayanları küçük görmeye başlar.
Allah’tan bunun bedelini talep eder. Bu, günahlarla kuşatılmış bir iyiliktir.
Bir günah işler, bana sığınıp, özrünü beyan eder ve kendini küçük görüp, o
günahı yapmayanları da tazim eder. İşte bu da iyiliklerle kuşatılmış,
kötülüktür. Hangisi tâattır, hangisi masiyettir. “Genç dedi ki, kim putu
kırdı? Dedi ki, Yüce Allah, onlar ise, onları diline dolayan bir genç duyduk,
kendisine İbrahim deniliyor dedi/er.”Şeyh(r.a.): “Zorda kalana dua
ettiğinde icabet eden kimdir?'” âyeti hakkında şöyle dedi: Veli her zaman
zor durumdadır. Şeyh’in sözünün anlamı: Genelin ızdırabı, (zor durum) sebeplere
bağlıdır. Onlar ortadan kalktığında zor durum da ortadan kalkar. Zira zahirî
duyular dairesi, onlara galip gelmiştir. Eğer onlar, Allah’ın kapsayıcı kabzına
şahit olsalardı (sayfa 102), bileceklerdi ki, Allah’a muhtaç olmak daimîdir.
İhtiyaç hâli kula hakikâti verir. Zira o mümkündür. Her düşkün, onu destekleyen
bir desteğe muhtaçtır. Nasıl ki, hak Teâlâ daima zengin ise, kulda her zaman
ona muhtaçtır. Bu ihtiyaç, dünyada da ahirette de devam edecektir. Şâyet
cennete girse, orada da Allah’a muhtaçtır. Ancak, oradaki ihtiyaç, üzerine
elbiselerini geçirdiği minnet’in içine dalmıştır. Hakikâtlerin hükmü budur. Ne
g aipte ne deşehadette, ne dünyada ne de ahirette değişmez. İlmin sıfatı
keşiftir. Hangiilim ve hangi vakitte olursa olsun. İrade ise, onun tahsis
sıfatıdır. Hangi irade ve hangi vakitte olursa olsun. Nûrları genişleyen
kişinin ihtiyacı, zamanla sınırlı olmaz. Yüce Allah, onları zor duruma mecbur
kılan sebeplerin varlığı esnasında ona muhtaç olan, ancak sebepler zail olunca
muhtaç olma duyguları da yok olan kavimleri kınamıştır. “Denizde onlara bir
sıkıntı doğduğunda çağırdıklarımız kaybolur, sadece o kalır, sizi karaya
çıkarıp kurtarınca yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür?” (İsra, 17), “İnsanlara
bir sıkıntı dokundu mu, gerek yan üstü yatarken, gerek otururken, gerkse ayakta
iken bize dua eder. Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı, sanki
kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte
o haddi aşanlara, yapmakta oldukları şeyler, böylece süslenmiştir?” (Yûnus,
12), “De ki: Sizler, açıktan ve gizlice O’na, ‘Eğer bizi bundan kurtarırsa,
elbette şükredenlerden olacağız ’ diye dua ederken, sizi karanın ve denizin
karanlıklarından kim kurtarır?”” (En’am, 63) ve bu manada varid olmuş daha
başka âyetler...
Umumun aklı, varlıklarınhakikatiniidrak edemeyince; Hak
teala, onların muhtaç olma özelliklerini harekete geçirecek sebepleri ortaya
çıkardı ki, onun rubûbiyetinin kahrını ve azametini bilsinler. Hak teâla:
“(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren
ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri kılan mı? Allah'tan
başka bir ilah mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz.”(Neml/62')sözü ile
icabeti zor duruma bağlaması, onun ehemmiyetinin delilidir. O hâlde Allah, bir
kuluna bir şey hibe etmeyi dilediğinde onu ona mecbur eder ki, istesin. Yine
Allah, kulun istemediği bir şeyi ondan menetmek istediğinde onu ona mecbur
kılar sonra ondan meneder. Allah’ın kulu üzerindeki hüccetidir: Eğer bize
mecbur kalırsan sana veririz. Senin için, mecbur kalarak isteyip mahrum olmaktan
korkulmaz. Bilakis sana muhtaç olma duygusundan mahrum kalıp, böylece duadan
mahrum olmaktan korkulur. Veya zorunluluk olmaksızın dua edip bunun üzerine
(duanın) kabulünden mahrum olmaktan korkulur.
“Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her gidişinde yanında
bir yiyecek bulurdu. ‘Meryem! Bu sana nereden geldi? derdi. O da ‘bu, Allah
katından’ diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” (Al-i İmran, 27),(sayfa 103).
Ondan sonra şöyle dedi: “Hurma ağacını kendine
doğru silkele ki sana taze hurma dökülsün?” (Meryem, 25). Bazı insanlar bu
âyetler hakkında iltifat etmeye değmeyen ve razı olunmayan te’vil yapmışlardır.
O te’vil de şudur: Onun sevgisi sadece Allah içindi. Doğurunca sevgisi bölündü.
Bu âyetin te’vili böyle değildir. Çünkü o sıddıkaydı. Yüce Allah’ın ondan haber
verirken: “Annesi sıddıkadır” dediği gibi. Sıddık ve sıddıkalar ancak
bir hâlden daha kâmil bir hâle intikal ederler. Ancak işin başında kendisine
hariku’l-âdeler ve sebepsizlikler itiraf edilmişti. Onun yakîni tekemmül edince
sebeplere rucû’ etti. İkincihâl birinci hâlden daha kâmildir. Önc e fütuvvet,
sonra iman, daha sonra hidâyet gelir. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Şüphesiz
onlar rablerine inanmış birkaç yiğit gençti. Biz de onların imanını
artırmıştık.” (Kehf, 13).
Yüce Allah şeytandan hikâye ederek : “Onlara
önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim. Birçoğunu
şükredici olarak bulmayacaksın.” Der.(A’raf, 170). Üstlerinden ve
altlarından dememiştir. Zira üst tevhid içindir. Alt İslam içindir. Şeytanın
mümine tevhidinden ve İslam’ından gelmesi imkânı yoktur.
“Allah İbrahim’i hâlil(dost) edindi”” (Nisa, 125) âyeti hakkında şöyle dedi: Hâlil olarak
adlandırıldı, zira sırrını muhabbetullahla harmanlamıştır. Şair der ki:
Bendeki rûh sulûkuna karıştın.
Bundan hâlile Hâlil denmiş.
Konuştuğunda sözümsün.
Oruç tuttuğunda ben susarım.
“Allah’ın emirlerini tamamen yerine getiren İbrahim.”
(Necm, 37) âyeti hakkında, “Allah bana kafidir" sözünün gereğince
yerine getirdiğini söylemiş.
“Sehervakitlerinde onlar rablerinden mağfiret
dilerler.’” (Zariyat, 18)Âyeti
ile ilgili şöyle demiştir: Onlar ki gecelerinde Allah için yaptıkları taatları
ve amelleri nefslerinde müşahede edeler.
Şeyhin dediğinin delili bir önceki âyetteki: “Geceleri
pek az uyurlardık” (Zariyat, 17) şeklinde Allah’ın onları nitelendirip
ondan sonra: “Seher vakitlerinde onlar rablerinden mağfiret dilerler.”
demesidir. Onların o gecelerinde her hangi bir günahları geçmemiş ki, ondan
istiğfar dilesinler. Sahih hadiste, Peygamberimizin namazdan selam verdiğinde
üç defa istiğfar ettiği varid olmuştur.
Vasitî: İbadetlerden affı talep etmek, karşılıklarını
istemekten daha
makbuldür der. (sayfa 104).
“De ki: Ancak Allah’ın lütuf ve rahmetiyle, yalnız
bunlarla sevinsinler. Bu, onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır” (Yûnus, 58) âyeti hakkında: Yani taatlerinden ve
amellerinden vb. Rabbinin rahmeti topladıklarından daha hayırlıdır demiştir.
“Kulunu götüren”
(İsrâ, 1) âyetiyle ilgili şöyle demiş: O, onun nebisi ve rasûlü olmasına
rağmen, nebisini veya rasûlünü demedi. Böyle yaptı, zira tebaası için yürüyüş
kapısını açık tutmak istedi. İsrânın ubûdiyet bastlarından olduğunu bize
bildirmiş oldu. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için ubûdiyetin
kemali vardı, İsranın da kemali oldu. O ruhu ve bedeniyle; zahir ve batıniyle
götürüldü. Velilerin de ubûdiyette bir payları vardır, bu yüzden İsrada da bir
payları vardır. Ruhları götürülür, siluetleri değil.
“Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar
cennetlerde, ırmak başlarındadırlar. Muktedir bir hükümdar katında, doğruluk
meclisindedirler.” (Kamer 54-55)
âyeti hakkında şöyle dediğini duydum: Muttakiler bu dünyada cennetlerde ve
ırmaklardadır, ilimlerin cennetleri ve mârifetlerin ırmaklarındadırlar.
Ahirette ise va’dolundukları cennetteler. Bu dünyada da diğer dünyada da
doğruluk meclisindedirler. Şeyhin dediğinin açılımı şudur: Cennette var olan
nimetlerin incelikleri bu dünyada muttakiler için muaccel olacak. Onlar için
cennette hissen olacaklar, bu dünyada manen olacaktır. “iyiler nimetler
içindedirler.”(İnfitar, 13) âyeti bunun benzeridir. Yani hem bu dünyada hem
de diğer dünyada. Bu dünyada müşahede nimetleri içindedirler, Ahirette ise
ru’yet nimetleri içindedirler.
“Günahkârlar cehennemdedirler1” (İnfitar, 14) âyeti de bunun gibidir. Yani bu dünyada
da o dünyada da. Bu dünyada rahmetten kopukluğun cehenneminde, o dünyada da
ceza cehennemindedirler. “doğruluk meclisinde” sözü ise yani bu dünyada
da o dünyada da. Bu dünyada, ubûdiyetin doğruluk meclisinde, o dünyada
husûsîyetin doğruluk meclisindedirler. “Muktedir bir hükümdar katında”
bu dünyada da o dünyada da. Bu dünyada onlar için medetlerin katındalığı, o
dünyada müşahedelerin katındalığı vardır. “Allah bunu ancak hak için
yarattı”(Yunus, 5) Allah’ın kendisiyle herşeyi yarattığı hak “kün-ol” kelimesidir.
Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Allah’ın ol deyip de her şeyin oluvereceği günü
hatırla”(En’am, 73) onun hak sözüdür. “bana ve anne babana şükret”
(Lokman, 14) onlar senin varlığının aslı olduğu için, onların şükrünü kendi
şükrü ile beraber kıldı(sayfa 105).
“Şu sağ elindeki nedir ya Musa? Musa: O benim
değneğimdir. Ona dayanırım onunla koyunlarıma yaprak silkelerim. Onunla başka
işlerimi de görürüm. (Allah, onu yere at ey Musa, dedi. Musa da onu atar. Bir
de ne görsün o, hızla akan bir yılan olmuş! Allah, şöyle der: ‘tut onu korkma!
Biz, onu yine eski durumuna döndüreceğiz”(Taha, 17-18)âyetleri hakkına şöyle demiştir: Veliye
denilecek ki, şu elindeki nedir ey veli? Diyecek ki:
benim dünyamdır. Ona dayanırım, onunla koyunlarıma
yaprak silkelerim. Onun koyunları azalarıdır. Onunla başka işlerimi de görürüm.
Ona denilecek ki: Onu yere at ve ondan uzaklaş. Onu yere atar ve onun
hakikâtini keşfeder. “Bir de ne görsün o, hızla akan bir yılan olmuş!”
(Taha, 20) sonra ona şöyle denilecek: Tut onu korkma. Onu tutmak ona zarar
vermez. Çünkü izinle attığı gibi, izinle onu almıştır. Attığı şekliyle onu
almıştır. Atarken Allah’a itaat ettiği gibi alırken de Allah’a itaat etmiştir.
“O gün gök bulutlarla yarılıp parçalanacak ve melekler
bölük bölük indirilecektir. O gün gerçek hükümranlık rahmanındır. ” (Furkan, 25-26) âyetleri hakkında da şöyle demiştir.
Neden rahman dedi de kahhar ve aziz demedi? Zira göklerin bulutlarla yarılması
ve meleklerin inmesi kahharın belirtilerindendirler. Eğer kahhar veya aziz
deseydi, kullar buna güç yetiremeyecek, kalpleri paramparça olacaktı. Allah, o
hak gününde Melik’in Rahman olduğunu diyerek, onlara şefkat göstermiştir. “O
gün Allah ’a karşı gelmekten sakınanları rahmanın huzurunda bir elçiler heyeti
gibi toplayacağız. "Ayetindeki durum da aynıdır. Kahhar ve aziz
dememiştir. Zira haşr ilk çıkış yeridir ve şiddetlidir. Allah kahharlık gücünün
zaferinde rahmanlık sıfatı ile onlara lütufta bulunmuştur.
Şu âyet hakkında kendisine soru sorulmuştur: “Ey
iman edenler, Allahtan gereği gibi sakının ve ancak Müslümanlar olarak
ölün" biri sorar ona: Kul nasıl gereği gibi Allahtan sakınır ve nasıl
ancak Müslüman olarak ölür? Bunun üzerine Şeyh: Ben bu âyetin, “Allahtan
gücünüzün yettiği kadar sakının." (Teğabun, 16) âyetiile nesh
olunduğunu söylerim. Evvela Allahtan gereği gibi sakınmakla muhatap kılındılar.
Bu, ona itaat edip isyan etmemek, zikredip unutmamak, şükredip nankörlük
etmemektir. Sonra, “Allahtan gücünüzün yettiği kadar sakının. "Ayeti
ile hafifletildi. İki âyetin arasını cem etmek de mümkündür dedi. Yani ameller
yönü ile gücünüzün yettiği kadar sakının. Tevhid yönü ile gereği gibi sakının. “ancak
Müslümanlar olarak ölün" (Bakara, 132) sözü ise, öldüğünüzde Müslüman
olarak öleceğiniz ameller işleyin.
Şeyh’in arkasında sabah namazını kıldım. Şûra süresini
okudu (sayfa106), “Dilediğine dişiler hibe eder"âyetine kadar
geldi. İçimden bunların iyilikler olduğu geçti. “Dilediğine de erkekler hibe
eder", bunların da ilimler olduğu içimden geçti. Veya erkekler ve
dişiler olarak, ilimler ve iyilikler olarak onları çiftleştirir ve “onlardan
dilediğini kısır bırakır" ilimsiz ve iyiliksiz olarak. Şeyh namazdan
selam verince beni çağırdı dedi ki: Namazdaki anlayışını gördüm, “dilediğine
dişileri verir” iyiliktir, “dilediğine erkek verir” ilimdir. Veya erkekler
ve dişiler, iyilikler ve ilimler olarak onları evlendirir “Dilediğini kısır
bırakır" ilimsizlik ve iyiliksizliktir. Şeyhin bunu fark etmesine
hayret ettim. Senin anladığını namazda fark etmeme hayret mi ediyorsun dedi?
Arkasındaki cemaatten birçok kişiyi sayarak, falan şöyle anladı, falan böyle
anladı dedi.
“Şeytan sizin için bir düşmandır. "Ayeti hakkında şöyle demiştir: Bazıları bu hitaptan
şeytanın düşmanlığı ile emrolunduklarını anlamışlar. Bu onları sevgilinin
muhabbetinden alıkoymuştur. Bazıları da bundan, şeytan sizin düşmanınızdır,
yani ben sizin dostunuzum. Böylece onun sevgisi ile meşgul olup, O sevgi
şeytana karşı onlara kâfi gelmiştir.
Bir keresinde Tin süresini okudum, “Muhakkak biz
insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. ”
(Tin, 4-5) bu âyetin manası hakkında biraz düşündüm. Bana levhi mahfuz
keşfolundu, içinde şöyle yazılıydı: “Biz insanı, rûh ve akıl yönünden en
güzel şekilde yarattık. Sonra nefs ve arzu yönünden onu aşağıların en aşağısına
indirdik, ” “and olsun, kadın ona istek duymuştu. Eğer Rabbinin delilini
görmemiş olsaydı, Yusuf da ona istek duyacaktı. ” (Yusuf, 24) kadın onu,
irade isteği ile arzulamıştı. Yusuf da onu meyl iradesi ile arzulamıştı irade
isteği ile değil.
“Muhakkak ki Allah, peygamberin ve içlerinden bir
kısmının kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, sıkıntılı bir zamanda ona uyan
muhacirlerle ensarların tövbesini kabul etmiştir. Evet, tövbelerini kabul
etmiştir ” (Tevbe, 118)âyeti hakkında şöyle
demiştir: “.Şeyhi Ebû’l-Hasan’dan nakille şöyle demiştir: Günah
işlemeyenlerin tövbesini zikretti ki, günah işleyenler uzaklaşmasın diye. Zira
peygamber, muhacir ve ensar günah işlememişti. Ondan sonra tövbeleri
geciktirilen üç kişinin de tövbelerinin kabul edildiğini söyledi. Günah işlemeyenleri
anlattı ki günah işleyenler ünsiyet bulsun. Eğer başta geciktirilen üç kişinin
tövbesinin kabul olunduğunu söyleseydi, onların ciğerleri parçalanacaktı (sayfa
107).
Allah’ın kitabında ki takva birkaç çeşittir. Ateş
takvası, “ateşten sakının” (Al’i-İmran, 131) günün takvası, “öyle bir
günden sakının ki” (Bakara, 48-123-281) rubûbiyet takvası, “ey insanlar,
Rabbinizden sakının. ” (Nisa, 1; Hac, 1; Lokman, 33) ulûhiyet takvası, “Allahtan
sakının” (Hucurat, 69) kendisine olan takva, “Ey akıl sahipleri benden
sakının” (Bakara, 197)
“Onlar, yalanı çok dinleyen, haramı çok yiyenlerdir. ” (Maide, 42) âyeti hakkında şöyle demiştir: Mevlasının
haram kıldığını yiyerek, Yahudiler ve arzularına uymayı tercih eden o dönemin
fakirleri hakkında inmiştir. Bu bir Yahudi eğilimiydi. Zira âşık, âşık olmadığı
hâlde âşkı, seven olmadığı hâlde sevgiyi, vecd ehli olmadığı hâlde vecdi
zikreder. Âşık yalan söyler, dinleyici de onu dinler. Dinlemeye çağrıldığı
zaman, fakirlerden zulmet yemeğini yiyenler de, “Onlar, yalanı çok dinleyen,
haramı çok yiyenlerdir”âyetinin kapsamına girerler.
Sahabelerden bazıları, bazı Yahudilere uğramışlar,
onların Tevrat okuduklarını duyunca huşua kapıldılar. Bunun üzerine peygamberin
yanına gelmişler, Cebrail ona gelip: Oku demiştir. O da ben ne okuyayım demiş.
Bunun üzerine: “Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız, onlara
yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır.
” (Ankebût, 51)Onlar birazcık Allah’ın kelamı olan tevrattan huşu
duydular, şarkı ve eğlence ile huşu bulup Allah’ın kitabından yüz çevirenler
hakkında ne düşünürsün?
Biri sorar: Efendim, niçin Hz. İsa: “Eğer onları
cezalandırırsan şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan
şüphesiz sen, sonsuz güç ve hikmet sahibisin”dedi de, “Ğafur” ve “Rahim”
demedi? O da: Eğer “Ğafur” ve “Rahim” deseydi, bu, Hz. İsa’dan onlar için
bağışlanma şefaati olurdu dedi. Oysa kâfirler hakkında şefaât olmaz. Çünkü
Allah dışında ona ibadet edildi. Onunla beraber kendisine ibadet edilmişken,
onun yanında şefaât etmekten hayâ etti.
“Eğer biz, bu Kur’an’ı bir daha indirseydik, elbette
sen onu Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün. ” (Haşr, 21)âyeti hakkında şöyle dedi: Bu âyette
peygamberlerin efendisine övgü vardır. Yani, bu Kur’an eğer dağların üzerine
inseydi, dağlar yerinde duramazdı. Ama sen ey Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sana verdiğimiz
Rabbani güç neticesinde onun nüzuluna dayandın (sayfa 108). Bunda kâfirler için
yergi de vardır. Yani, bu Kur’an dağın üzerine inseydi boyun eğerek paramparça
olurdu. Ancak siz, boyun eğerek parçalanmadınız.
Faide: Bu cemaatin, -daha önce geçtiği gibi- şeyhin; “Dilediğine
dişi verir”, “Allah bir inek kesmenizi emreder” ve hadislerle ilgili
gelecek olan, kelamullahı ve hadisleri garip manalarla tefsîri, zahiri manayı
reddetmek değildir. Ancak âyetin zahirî mefhumu, âyetin kendisi için
sevkedildiği ve lisan örfünde üzerine delalet ettiği manadır. Ancak burada
Allah’ın kalp gözünü açtığı kimseler için âyetin anlaşılmasında bir de batınî manası
vardır. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’den şöyle bir haber gelmiştir: “Her âyetin bir zahirî, bir
batınî; bir haddi bir de matlaı vardır.” Bir cedel sahibi ya da muarızın
bu, kelamullahı asıl manasından çevirmektir demesi, seni onlardan bu manaları
almaktan alıkoymasın. Zira bu, âyeti zahirî manasından çevirmek değildir. Eğer
onlar bu âyetin bundan başka manası yoktur deseydi, bu çevirme olurdu. Onlar
ise böyle bir şey demiyorlar. Bilakis onlar zahirleri zahir manaları üzere
murat olunan manalarını ikrar ederler. Allah tarafından kendilerine bildirilen
şeyi de anlarlar. Bazen lafızdan, onu vaazedenin kast ettiğinin zıddını
anlamışlar. Şeyh Takiyuddin Muhammed b. Ali el-Kuşayrî’nin haber verip dediği
gibi:
Bağdat’ta el-Cevzî denilen on iki ilim okuyan bir
fakihvardı. Bir gün medreseye doğru giderken birinin şu şiiri okuduğunu duydu:
Şaban’ın yirmisi geçtiğine
Gece içişine gündüz de devam et.
Küçük kadehlerle içme
Artık zaman küçüklere dar gelmiştir.
Bunun üzerine, şaşkın birşekildeçıktı ta ki, Mekke’ye
geldi. Ölene kadar oranınmücavirliğindenayrılmadı. Şeyh Mekinuddinel-Esmer’eşu
şiir okundu.
İçki ile beni mutlu edecek bir mutluluk olsaydı.
İçki içmek için iftarı beklemezdim.
İçki içtiğinde kıymetli bir şeydir.
Seni günahlara götürse de iç.
Ey saf akan içkiden kınayan!
Sen cennetlerde kal, bırak ben ateşte kalayım.[43]
Biri dedi ki: Bu tür beyitleri okumak caiz değildir.
Bunun üzerine Şeyh Mekinuddin okuyucuya dedi ki: Oku, bu adama perde
çekilmiştir. (Kalp gözü kördür gerçeği göremiyor.) Bu konuda sana şu örnek
kâfidir: Üç kişi ’(Burada - Münada
mahzuf- Çağrılan kişinin ismi gizlenerekbir cümle kurulmuş, şöyle ki Ey!...
“Çalış! Benim iyiliğimi göreceksin)diye bir ses duyarlar. Bunlardan her biri bu
sözü, kendi sırrına hitap edilmiş bir hitap olarak algılar. Bunlardan biri; “ ” (Çalış ki iyiliğimi göresin)olarak,
diğeri; ‘ ” (Sen şu anda iyiliğimi göreceksin) olarak,
üçüncüsü ise; ‘ ” (Benim iyiliğim ne kadarda geniş kapsamlıdır)
olarak duyar. İşitilen söz birdir (sayfa 109), ancak işitenlerin algıladıkları
farklıdır. '“hepsi aynı su ile sulanır. Ancak biz ürünleri konusunda bir
kısmını bir kısmına üstün kılıyoruz.” (Ra’d, 4), “her boy kendi su
alacağı pınarı bilmişti.” (Bakara, 60)âyetlerinde Allah’ın dediği gibi.
İlk şekilde duyan, Allah’a amellerle ilerleme
kendisine gösterildi ki, cedelle yolu karşılasın ve kendisine: Doğru muamele
ile çabala, vuslatın varlığıyla iyiliğimizi görürsün dendi. Diğeri ise aşk
ateşi onu yaktığından ona, şu an iyiliğimi görürsün dendi. Üçüncüsü, keremin
genişliği kendisine keşfolunmuş bir âriftir. Müşahede yönüyle hitap olundu,
iyiliğim ne kadar geniştir diye duydu.
ALTINCI BÂB
Hakikat Ehlinin Mezhebine Göre
Nebevî Hadisler Hakkında
Husûsîyet sahiplerinin mezhebine göre nebevî
hadislerin tefsiri ve açıklaması hakkında
“Başka bir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde Allah
Teâla, yedi sınıf insanı arşının gölgesinde barındıracaktır: Âdil devlet
başkanı; Rabbine kulluk ederek temiz bir hayat içinde büyüyen genç; kalbi
mescidlere bağlı Müslüman; birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da
ayrılmaları da Allah için olan iki insan; güzel ve mevki sahibi bir kadının
gayri meşru davetine “Ben Allah ’tan korkarım. ” diye yaklaşmayan yiğit; sağ
elinin verdiğini, sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse;
tenhada Allah’ı anıp gözyaşı döken kişi. ”[44] Bu hadis hakkında Şeyh şöyle demiş: Adil yönetici
kalptir. Mescide dönene kadar kalbi oraya bağlı olan adam, yani kalbi arşa
bağlıdır. Zira arş yakîn sahiplerinin mescididir. Tenha yerde Allah’ı
hatırlayıp gözlerinden yaş akan kişi, yani nefsten ve arzudan uzak. Sadakayı
verip gizleyen kişi, yani nefs ve arzudan gizler. “hani Rabbi onu gizli bir
nida ile çağırmıştı” (Meryem, 3) ayeti de böyledir yani nefsten ve hevâdan
gizler. (sayfa 111)
Bilesin! Bu yedi sınıfı Allah, kendisine olan
muamelelerine göre mükâfatlarını vermiştir. Adil imam; Allah’ın kulları
arasında adil davranmıştır. Mazlumu kendi adaletinin gölgesinde barındırmış,
Allah da kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı günde, onu kendi
gölgesinde gölgelemiş. Allah’ın ibadetinde yetişen genç; hevâsının yaşından yüz
çevirerek mevlasının korumasına sığınarak, Allah’a iltica etmiştir. Onun
dünyada Allah ile bulunduğu muameleye karşılık, Allah da Ahirette ona bu
şekilde muamelede bulunmuştur. Mescide dönene kadar kalbi ona bağlı olan kişi;
o Allah’a taati tercih etmiş, Allah’ın sevgisi ona galip gelmiş, bu yüzden
kalbi mescide dönmüş, ondan ayrılmak istemez, onda yakınlık ruhu ve hizmet tadı
bulur, Allah’ın rubûbiyetini tercih ederek ona sığınmış. Bunun üzerine Allah da
geçen muamelesinden ötürü onu kendi gölgesinde gölgeleyecektir. Birbirini Allah
için seven, bunun için bir araya gelip bunun için ayrılan iki kişi; onlar
Allah’ın ruhu ile birbirine bağlanmışlar ve onun muhabbeti ile birbirini
sevmişler. Bunu sadece Allah için yapmışlar. Allah da kendi gölgesinden başka
gölgenin bulunmadığı günde, onu kendi gölgesinde barındırmış. Güzel kadının
çağırdığı ve Allah’tan korkarım diyen adam; mevlasından korktuğu için nefsanî
arzuların ateşine maruz kalmayı kabul etmiş, takvadan ötürü tabiatın
teşviklerine muhâlefet etmiştir. Allah’tan korktuğu için ona koşmuş, muamele
olarak burada Allah’a koştuğundan, Allah da Ahirette onu muvasalatla
barındırmış. Bunun üzerine Allah, kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı
günde onu kendi gölgesinde gölgelendirmiş. Tenha bir yerde Allah’ı hatırlayıp
gözlerinden yaş akan kişi; onun gözleri, ya Allah’tan hayâ ettiğinden veya ona
olan şevkinden veya ubûdiyetinden olan korkusundan veya onun kalbini yakan
sevinçten yaşarmıştır ya da onunla olan taksiratının müşahedesinden. Bunu Allah
dışında hiç kimsenin olmadığı yerde yalnız Allah için bir muamele olarak ve ona
özürde bulunmak veya özleminden yaptığından, Allah da kendi gölgesinden başka
gölgenin bulunmadığı günde onu kendi gölgesinde barındırmıştır. Sadakayı verip
gizleyen kişi; o Allah’ın sevgisini kendi sevdiğine tercih etmekle, dünyayı
harcayarak Allah’ı kendi nefsine tercih etmiştir. Çünkü nefsin özelliği,
dünyayı sevmek ve onu harcamamaktır. Allah’ı ona tercih edenler ancak onu
harcar. Bu yüzden Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) '“sadaka
delildir”[45] buyurmuş yani kulun mevlasını nefsine ve arzusuna
tercih ettiğinin delilidir. Bu kul Allah’a muamelesi ile meyledince, Allah da
kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı günde, ona kendi gölgesi ile
gölgelendirmekle ihsanda bulunmuştur (sayfa 112).
Bu yedi sınıf tek bir manada birleşiyor. Bu yüzden bu
yedi sınıf dünyadaki nefsani arzularına muhâlefet ederek, aynı mükâfatla
mükâfatlandırılmışlar. Allah onlara ahiret hararetini tattırmamıştır. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Allah’tan hikâye ederek demiş ki: “Bir kulumda iki korkuyu birleştirmem.
Onda iki emniyeti de birleştirmem. Eğer dünyada onu emin kılarsam Ahirette onu
korkuturum, eğer onu dünyada korkutursam Ahirette emin kılarım.”[46]
“Kolaylaştırın zorlaştırmayın” hadisi hakkında
şöyle demiştir: Yani onları Allah’a yönlendirin, başkasına değil. Zira kim seni
dünyaya yönlendirirse, seni aldatmıştır, kim seni amellere yönlendirirse, seni
yormuştur, kim seni Allah’a yönlendirirse, o sana nasihat etmiştir.
“Cenneti gördüm ve ondan bir salkım aldım. Eğer onu
alıp getirseydim, dünya var olduğu müddetçe ondan yerdiniz.”[47] Hadisi hakkında: Peygamberler eşyanın hakikâtini
mütalâa ederler. Veliler ise benzerini müşahede ederler. Bu yüzden peygamberin:
“Cenneti gördüm” deyip “sanki cenneti gördüm” demediğini,
söylemiştir.
Harise dedi ki, Rasûlullah bana şöyle dedi: “Ey
Harise nasıl sabahladın?”[48]’7Hakîkî
mümin olarak sabahladım dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) : “Her şeyin
bir hakikâti vardır. Senin imanının hakikâti nedir?”[49]Diyesordu. O da Nefsim dünyaya arz olundu, altını ile
çamuru bana aynı geldi. Sanki ben cennet
ehline bakıyorum onlar cennette nimet görüyorlar ve
ateş ehline bakıyorum, onlar da ateşte azap çekiyorlar. Sanki açığa çıkmış
hâlde Rabbimin arşına bakıyorum. Bu yüzden gecem uykusuz, gündüzüm susuz kaldı
dedi. Sonra rasûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şöyle dedi: “Sen ârif oldun, bağlı kal ve devam et.”"
Ondan sonra da dedi ki: “Allah, onun kalbini iman nuruyla nurlandırdığı bir
kuldur.”[50] [51] Harise “Sanki gördüm”” dedi (sayfa 113)“Gördüm”
demedi. Çünkü bu sadece peygamberler içindir. Hanzala’nın peygambere söylediği:
“Sen bize cenneti ve ateşi öyle anlatırsın sanki gözümüzle görmekteyiz””
deyip gözümüzle görmekteyiz dememesi, geçen sebepten ötürü o da aynıdır.
Harise’nin hadisinde on tane faide vardır:
Birinci Faide: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Harise’ye: “Nasıl
sabahladın ey Harise!” diye seslendiğinde, Harise:“Zengin olarak, sağlıklı
olarak” gibi dünyevî ve bedenîhâlleri ile ilgili cevap vermedi. Çünkü Harise
bildi ki, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dünyayı sormaktan yücedir.
Bilakis anladı ki, Allah ile durumunun ne olduğunu sormaktadır. Bu yüzden sahabî,
“ben hakîkî bir mü’min olarak sabahladım” dedi. Dünya ehli sorulduklarında
ancak dünyaları ile ilgili sana haber verirler. Çoğu zaman, onları sorduğunda,
Mevlâlarının hükümleri ile ilgili sıkıntıları sana söylerler. Özelliği böyle
olan birine soran, Soru sormakla bu konuşmaya sebebiyet verdiği içinonun
ortağıdır. Şeyh Ebû’l-Abbâs hacdan gelen birine dedi ki: Haccınız nasıldı? O
adam dedi ki: Çok bol ve suyu fazla idi. Fiyatlar şöyle, şöyle idi. Bunun
üzerine Şeyh ondan yüz çevirip dedi ki: Biz onların haccını ve orada Allahtan
gördükleri ilim, nûr ve fethi soruyoruz. Onlar ise fiyatların ucuzluğundan,
suların çokluğundan bahsediyorlar. Sanki sadece bunun için kendilerine soru
sorulmuş.
ikinci Faide: Şeyhlerin,
müridlerinin hallerini sormaları gerekir.Müridlerin de, özel hayatlarının
ortaya çıkma riski olsa bile üstadlarına durumlarını anlatmaları uygundur.Zira
üstad doktor, müridin durumu ise avret mahalli gibidir.Zaruri durumlarda hasta,
tedavi için mahrem yerlerini doktora gösterir.
Üçüncü Faide: Harise’nin “Hakîkî mümin olarak sabahladım” sözündeki
nurun gücüne bak! Eğer O, mahza yakînin gereği olan basiret nûru ile
desteklenmemiş olsaydı, böyle bir şeyi haber verip izhar edemez, mahv ve isbat
sahibinin önünde imanın hakikâtini kendi nefsi için ispat ederdi. Harise bunu
açığa vurdu, zira o biliyordu ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e bağlılık
vaciptir. Peygamber ise hâlini sormuştur. Dolayısı ile bunu gizlemesi mümkün
değildi. Allah’ın onunla kendisi üzerine peygambere uyma bereketi ile faziletli
kıldığını bildiği şeyi izhar etti ki, Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Allah’ın minneti ile sevinsin ve Allah’a şükredip verdiğinin tespitini ondan
istesin. Hiçbir âlim bunun benzerini anlatmamıştır. Dedi ki: Hz Ömer’in
hilafeti döneminde Medine’de bir deprem oldu, Hz. Ömer: Bu nedir? Ne çabuk
oldu? Ne yaptınız? Allah’a yemin olsun ki, eğer dönerse, onu sırtlarınızdan
çıkaracağım. Bak Allah’ın bu tam basiretteki hükmüne, nasılda ona şahit oldun.
Zelzele yapılan bir şeyden ötürüydü. Bu yapılan şey, onlardandı. Kendisi ise
ondan beri idi. Bu ancak Hz. Ömer’e hibe edilen kâmil bir basiretin nurudur.
Hz. Ebû Hureyre’nin göğsüne vurduğu zamanki durumda böyledir. Onu Resulullah
(salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in ayakkabısıyla bulmuştu ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)Ebû Hureyre’ye
şöyle emretmişti (sayfa 114)
“Bahçenin dışında Allahtan başka ilah olmadığına
şehadet eden her kimle karşılaşırsan onu cennetle müjdele. Beraber Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
’e dönmüşler. Hz. Ömer Ya Resulallah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sen Ebû Hureyre
’ye ayakkabılarını alıp bahçenin dışında karşılaştığın ilk kişiyi cennetle
müjdelemesini emrettin mi? Evet dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: Yapma ey Allah’ın
Resulü bırak çalışsınlar dedi. Peygamber (a.s.v) de bırak çalışsınlar dedi” [52] . Bu iki olay Hz.
Ömer’in kadrinin büyüklüğünü, peygamber’den faydalanmasını ve nurundan pay
almasının büyüklüğünü sana gösteriyor. Bu hadisi sahihi Müslimden rivâyet edip,
burada özetle anlattık.
Dördüncü Faide: Bu hadisten imanın iki kısma ayrıldığı anlaşılıyor:
Hakîkî iman, şeklî iman. Bunun için sahabî “Hakîkî bir mümin olarak
sabahladım”özü ile haber verdi. Bu hadise Buhari’nin kendi sahihinde mer fu
olarak rivâyet ettiği, Resulullah’ın: “Rab olarak Allah’a, din olarak
İslam’a, resul olarak Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e razı olan
imanın tadını tatmıştır”[53]demesi, bunun şahididir. Yine peygamberden şöyle
rivâyet edilir: “Üç şey vardır ki, her kimde bulunursa o imanın tatlılığını
ve tadını bulmuştur. Allah ve resulü onların dışındaki her şeyden daha sevimli
olmaları, kişiyi yalnız Allah için sevmek, büyük bir ateşte yakılmayı Allah’a
şirk koşmaktan daha hayırlı olarak görmek."”1'1'
Yine Peygamberimizin şöyle dediği varid olmuştur: “Güçlü mümin Allah katında
zayıf müminden daha hayırlı ve sevimlidir, ancakhepsinde de hayır vardır. ”11)4
Yüce Allah şöyle buyurmuş: “İşte onlar hakkı ile müminlerdir. ” (Enfal,
4)
Onlar Allah’a itaat ve Allah’ı tasdik etmek üzere,
şehadet ve âyân ile ona iman etmiş iki sınıf kullardır (sayfa 115).
Bu ikinci imana, bazen iman bazen de yakîn denilir.
Zira onun nûrları bastolunmuş, eserleri zahir olmuştur. Onun sütunları kalpte
yerleşmiş, sırının şehadeti daim olmuştur. Diğer kısım imandan da zahir
velâyetzuhûr ettiği gibi, hâlis velâyet de bu imandan zuhûr eder. İmanı
hevâsına galip olduğu müminin imanı ile hevâsının imanına galip geldiği müminin
imanı bir değildir. Üzerine bazı maruzatların arız olup da imanı ile onları
savan müminin imanı ile kalbi maruzatlardan yıkanmışböylece şahadet ve
âyanından ötürü ona varid olmayan müminin imanı da bir değildir. Bu yüzden
ehl-i tarik, biri; günah hatıraları kendisine varid olan, o da nefsi ile
mücadele edip onları savan, diğeri ise; kalbine böyle bir düşünce/hayal düşmeyen
iki kişiden hangisinin daha kâmil olduğu hususunda ihtilaf etmemiştir. Şüphe
götürmeyen, ikincinin daha faziletli oluşudur. Çünkü o mârifet ehlinin
hâllerine daha yakındır. Birincisi ise mücahede hâlidir. Zira kalp, ancak iman
her zaviyesini doldurduğunda bu özelliğe kavuşur. Bu yüzden günah hatırası
çalışacak bir alan bulamaz.
Beşinci faide: Haris’in nefsine isbat ettiğine, peygamberin burhan
istemesi, her iddiada bulunanın iddasının kabul edilmeyeceğini ifade eder. Yüce
Allah şöyle buyurmuş: “Eğer doğruysanız ölümü temenni edin.” (Bakara,
94), “de ki: Eğer doğruysanız delilinizi getirinizi” (Rahman, 9).
Her kim, bir hâl iddia ederse ona onun ölçüsünü
dikeriz, eğer o ölçü ona şahitlik ederse kabul ederiz. Aksi takdirde kabul
etmeyiz. Madem dünya, Allah katındaki değersizliğine rağmen ancak göstereceğin
şahit ile sana teslim ediliyorsa, o hâlde yakîn sahiplerinin mertebesinin sana
ait olduğunu isbat edecek burhan ve onu sana teslim edecek hakikât olmadan
kabul edilmemesi daha uygundur.
Altıncı faide: Şeyh Ebû’l-Abbâs: Eğer sorulan Ebûbekir olsaydı,
iddiasını isbatlamak için Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendisinden
delil istemezdi. Zira Ebûbekir’in büyüklüğü, delil olmaksızın kendisinin şahidi
idi. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), sahabeleri arasındaki farkı bize göstermek istemiştir diyordu.
Onlardan kimisi Harise gibidir, imanın hakikâtini iddia ettiklerinde
ispatlamaları kendilerinden istenir. Kimisi de Ebûbekir ve Ömer gibidir, onlar
ispat etmeseler de rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine
ispat eder. Şu hadisi bilmez misin: “Israiloğullarında bir adam bir ineğe
binip onu yorduğunda inek demiş ki: Subhanellah! Ben bunun için yaratılmadım,
ben ekin için yaratıldım.” Bunun üzerine sahabe dedi ki: Bir inek mi konuşuyor?
Deyince, rasûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem): ‘Ebûbekir ve Ömer de orada olmadıkları hâlde; ben, Ebûbekir ve Ömer
buna inandık’ demiş.”(sayfa 116) şu mertebeye bir bak! Ne büyük ve ne yüce
bir mertebe.
Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs’ı şöyle derken duydum: “Ben,
Ebûbekir ve Ömer buna inandık” yani biz hayret etmeden inandık, siz ise hayret
ederek inandınız. Bu yüzden “Subhanellah bir inek mi konuşuyor?””
dediler. Şeyh şöyle diyordu: Melekler İbrahim (a.s.)’ın eşini çocukla
müjdelediklerinde o, ben ihtiyar ve eşim yaşlı iken ben doğuracak mıyım? Bu çok
tuhaf bir şeydir. Bunun üzerine melekler ona: Sen Allah’ın işine hayret mi
ediyorsun? Hayret etme. Bu yüzden hak onu sıddika olarak isimlendirmedi. Meryem
ise, babasız çocuk ile müjdelendiğinde bu duruma hayret etmedi. Bu yüzden onu
sıddika olarak isimlendirip “annesi sıddika idi” (Maide, 75) buyurdu.
Yedinci faide: Sahabi, imanının hakikâtini dünyadaki zühdü ile
istidlalde bulunmuş. Bunun gibi bu iman her kimde tahakkuk ederse o kişi
dünyada zühdü tevarüs eder. Zira Allah’a iman, onunla karşılaşmanın tasdikini
gerektirir ve sana şunu öğretir ki, gelecek olan herşey yakındır. Bunun
yakınlığını müşahede etmen gerekir. Bu, dünyadaki zühdün tevarüs eder. Hem
imanın nûru, hakkın seni aziz kılışını, himmetini dünyaya yöneltmekten
uzaklaştırmanı ve ona muttali olmanı sana keşfeder. Hâlbuki hakikât, dünyaya
zahit olanın onu ispat etmesini gerektirir. Onda zahit olarak onu ispat
ettiğinde onun varlığına şehadet etmiştir ve böylece onu tazim etmiştir. İşte
Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin: “Vallahi ben ondan zahit olduğumda onu tazim
ettim” sözünün manası budur. Zahidin zühd ettiğişeydeki zühdünün örneği,
faninin fenâ olduğu şeydeki fenâsı gibidir. Senin bir şeyden fani olmanın
ispatı, o şeyin varlığının ispatıdır. Varlığı olmayana Fenâ, zühd ve terk
taalluk etmez. Bu manada birkaç beytimiz vardır. Kardeşlerimizden Hasan
adındaki birine yazdım:
Varlığı tamamen terk
etmen güzeldir.
Ey Hasan! Hiçbir engel seni ondan alıkoymasın.
Eğer anlarsan
bileceksin ki, ancak var olan terk edilir.
Ne zaman uzaklığını
müşahede edersen bil ki o,
Alçak vehminden ve
gafil kalbindendir.
Allah’ın sevgisi,
varlığı için müşahedesidir.
Söyleyenin dediğini
Allah bilir.
Arzudan bir çatlağa
işaret edersem,
Anlarım ki ona
deliller delalet etmiştir.
Bu öteden beri var
olan bir sözden başka bir şey değildir.
Şu an onu akıllı ve
zeki olan bildirmektedir.
Doğrulanmış bir
nispetten başka bir şey değildir
Terk edenler
yerilsin, yapanlar övülsün diye (sayfa 117).
1.9.9. Sekizinci faide: Sahabinin şöyle der: “Ben dünyadan tiksindim, artık
benim için onun altını ile çamuru aynıdır.” Sahabinin sözünde geçen “âzûf” bir
şeyden tiksinerek terketmek ve ondan yüz çevirmektir. Bir şeyi terkettim demek
ona olan ilginin de olmadığını gerektirmiyor. Nice bir şeyi terkedenler vardır
ki ona isteği devam ediyor. “âzûf” ise bir şeyi hakir görüp tiksinerek yüz çevirmektir.
Dünyanın hakikâtini keşfedenin dünyadaki durumu budur. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: "Dünya pis bir leştir?”[54] Yine Peygamber, Dahhâk’a şöyle demişti: “Yiyeceğin
nedir? O dedi ki; et ve süttür. Sonra neye dönüşür dedi? Ya Rasûlullah!
Bildiğin şeye dönüşür, dedi. Peygamber: “Allah, Dünyayı insandan çıkan şeye
benzetmiştir?”[55]Demiştir. Her kim dünyanın hakikâtini keşfedip onun
bir pis leş olduğuna müşahede ederse, onun dünya himmetinden tiksinmesi
gerekir. Eğer; Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) “Dünya tatlı
ve yeşildir?”[56]Dersen. Bilesin ki, dünya basiret görüşünde pisbir
leştir, göz görüşünde tatlı ve yeşildir. Eğer; dünya tatlı ve yeşildir; diye
haber vermesindeki fayda nedir? Diye sorarsan. Bilesin; Peygamberin : “ Dünya
pis bir leştir” sözü nefret ettirmek için, “Dünya tatlı ve yeşildir” sözü
sakındırmak içindir. Yani onun tatlılığı ve yeşilliği sizi aldatmasın.
Zirahakikâtte onun tatlılığı acılık, yeşilliği ise kuruluktur. Bunun içindir ki
Peygamber’e evliyâullah sorulduğu zaman şöyle demiştir: “Allah’ın
velileri, insanlar dünyanın dışına bakarken; onlar içine bakanlardır.”
Dokuzuncu faide: Sahabinin, “Ben sanki cennet ehline bakıyorum, onlar
cennette nimetleniyorlar” deyip, “Ben bakıyorum” dememesi sözüyle kendisinin
hak ettiği rütbeye vakıf olduğunu gösterir. Daha önce geçtiği gibi peygamberler
eşyanın hakikâtine muttali olurken; evliyâ benzerine muttali olur.
Onuncu faide: “Bu yüzden gecelerim uykusuz, gündüzlerim susuz
olduğu” sözüdür. Harise, Allah’ın kerametiyleAllah’ın taâtine ulaşmış bir
kuldur. Görmüyor musun; evvela, “Benim nefsim dünyadan tiksindi” dedi; sonra,
“Bu yüzden gecelerim uykusuz, gündüzlerim susuz kaldı” dedi. Nefsinin dünyadan
olan tiksintisi Rabbi ile olan muamelesinden önce geldi (sayfa 118).
Şeyh Ebû’l Abbâs şöyle diyordu: İnsanlar iki kısımdır;
Alllah’ın kerametiyle Allah’ın taâtine ulaşanlar, Allah’ın taâtiyle kerametine
ulaşanlar. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Kullarından dilediğini seçer,
kendisine yönelenleri kendisine ulaştırır. ” (Şura-13)
Allah’ınnûru kalbin üzerine varid olur, dünyadan yüz
çevirmek ve onda zahid olma sıfatıyla sıfatlanmayı kendisine gerektirir. Sonra
diğer organlarına sirâyet eder. Göze ulaştığında, ibretle bakmayı, kulağa
ulaştığında güzelce dinlemeyi, dile ulaştığında zikri, vesair uzuvlarına
ulaştığında hizmeti gerektirir. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in “Nûr
göğse girdiğinde, göğüsgenişler ve rahatlar” [57] sözü, nurun dünyadan uzaklaşmayı ve onun himmetinden
tiksinmeyi gerektirdiğinin delilidir. Peygamberimize bunun alâmeti nedir diye
sorulduğunda Peygamberimiz: “Kişiyi oyalayan Dünyadan uzaklaşıp ebedi âleme
yönelmesidir.” der.
Hanzala’nın hadisini Müslim, sahihinde şöyle rivâyet
etmiştir: “Hanzala Ebûbekir ile karşılaştı ve ‘Hanzala münafık oldu’ dedi.
Bunun üzerine Ebûbekir ‘Hanzala’nın hâli nedir ’ dedi. O da: ‘Biz Rasuullah’ın
yanındayken, bize cenneti ve ateşi öyle bir anlatır ki, sanki çıplak gözle
görür gibi oluyoruz; onun yanından çıktığımızda çoluk çocukla meşgul olup
unutuyoruz der. Ebûbekir , ‘Ey Hanzala! Biz de bunun benzeriyle karşılaşıyoruz’
dedi. Allah Rasûlü (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)‘nefsim kudret elinde olanAllah’a andolsun ki, ey Hanzala! Benim
yanımdayken bulunduğunuz hâlve zikir üzerine devam ederseniz, melekler yollarınızda
ve yataklarınızda sizlerle müsafaha ederlerdi. Ancak zamanın bir kısmı dünya,
bir kısmı ahiret içindir ’ dedi.”
Birinci faide: Hanzala’nın:
“Hanzala münafık oldu” sözü arap tavşanlarının anlayışlarından alınmıştır.
Eve iki kapı yapıp birinden arandığında öbüründen çıkmaktır. Münafık da
böyledir (sayfa 119).
İman belirtilerini dışarı vurur, ancak içinde küfürden
geçit vardır. Ehl-i küfür onu iman belirtilerinden dolayı kınadığında, onların
kınamasından kurtulmak için içindeki küfür geçitini açar. Ehl-i nifak mertebesi
üzerinde belirir ve bundan dolayı kınanırsa, izhar deceği iman emareleriyle
kendini korur. Bununiçin Yüce Allah onlardan şöyle haber verdi: “iman
edenlerle karşılaştıklarında iman ettik derler. Şeytanları ile başbaşa
kaldıklarında ise, biz sizinle beraberiz, biz onlarla ancak alay edicileriz
derleri” (Bakara, 14).
Hanzala, Rasûlullah’ın yanındayken olan hâlini ve
yanından çıkıp dünyalıklarla uğraştığında hâlinin değiştini, Rasûlullah’ın
yanındaki hâlin devam etmediğini görünce; bu hâl değişikliğinin nifak
olmasından korktu ve bunu Rasûlullah’a şikâyet etti. Bundan şifa bulmak için
onun imanı bu hâlini izhar etmeye sürükledi. Hastalığını, yanında şifası olana
şikâyet ediyordu. Bunu Ebûbkir’e şikâyet edince Ebûbekir kendisine: Biz de
bununla karşılaşıyoruz dedi. Ebûbekir ona cevap vermedi, zira Peygamber
hayattaydı. Eğer Rasûlullah’ın ölümünden sonra Hanzala Ebûbekir’e gelseydi, ona
cevap verecekti.
İkinci faide: Hanzala’nın
hadisinden şunu anlıyoruz: Kişideki doğruluk, onun içinde bulunduğu hâli izhar
etmeye götürürse ondan şifa bulur. Ya kendisine: Senin içinde bulunduğun hâl
hastalık değildir denir ya da hastalığını giderecek ilaç kendisine gösterilir.
Hanzala’ya senin hastalık zannettiğin hastalık değildir, denildi.
Üçüncü faide: Hanzala’nın:
Sen bize cennet ve cehennemi öyle anlatırsın ki, “sanki görüyoruz’”
deyip “görüyoruz”” dememesinin sebebi daha önce de dediğimiz gibi,
peygamberler eşyanın hakikatini, veliler ise benzerini görürler. Bu yüzden
Harise: “Sanki gözümle görüyordum”” demiş, “gözümle görüyordum””
dememişti. Hanzala da aynısını yapmış.
Dördüncü faide: Mümkün
oldukça dünyalık vasıtalarına girişiazaltmak gerekir. İşte bu sahabi, biz senin
yanından çıktığımızda dünyalık geçimlerle ve eşlerimizle meşgul oluyoruz ve
çoğunu unutuyoruz diyor. Peygamber de, “dünyanın az şeyi ahiretin çok
şeyinden oyalar”” demiş. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş:
“Her güneş doğduğunda yanında iki melek var ve şöyle nida ederler: Ey insanlar!
Rabbinize geliniz. Az olup yeten şey, çok olup oyalayan şeyden daha hayırlıdır
.”[58](sayfa 120).
Beşinci faide: “Benim yanımdayken bulunduğunuz hâlve zikir üzerine
devam ederseniz; melekler yollarınızda ve yataklarınızda sizlerle müsafaha
ederlerdi. ” Bunda, bu hâlüzerinde
devam etmenin nadir olduğuna işaret vardır. Beşerin yaradılışında var olan
gafletten dolayı, kulun bu hâl üzerinde devam edememesi kınamayı gerektirmiyor.
O hâlde bu hâl üzerinde devam etmek imkânsız gibidir.
Altıncı faide: Şeyh
Ebû’l-Abbâs şöyle diyordu: Peygamber bunun imkânsız olduğunu söylememiştir.
Yani devam ettiğin takdirde ram olamazsın dememiş. “melekler yollarınızda ve
yataklarınızda sizlerle müsafaha ederlerdi. ”Bu Peygamberin sözüdür. Allah
kimi velilerine bunu hibe edebilir.
Yedinci faide: Peygamber’in
özellikle yolları ve yatakları zikretmesinin sebebi şudur: Zira yataklar
şehvetin, yollar da gafletlerin mahâllidir. Melekler onlarla yollarda ve
yataklarda musafaha edeceklerine göre ibadet ve zikir durumunda musafaha
etmeleri çok daha uygundur.
Sekizinci faide: Allah’ın
hikmeti, onların Peygamber yanındaki vakitleriyle diğer vakitlerin aynı
olmamasını diledi ki, Peygamberle hazır bulunmanın rütbesinin kadrinin
büyüklüğü, zikrin büyüklüğü ve konumun yüceliği bilinsin. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)Ebûbekir’in
alçak sesle, Ömer’in yüksek sesle okuduklarını gördü. Ebûbekir’e, neden
sesini yükselttiğini sordu, “Konuştuğum kişiye duyuruyorum” dedi. Ömer’e
neden sesini yükselttiğini sordu, “Uyuklayanı uyandırıyorum, şeytanı
kovuyorum” dedi. Ebûbekir’e “Sesini biraz yükselt,” Ömer’e “Sesini
biraz alçalt” dedi. Şeyh dedi ki: Peygamber, onlardan her birini kendi
iradelerinden çıkarıp Rasûlullahın iradesine girmelerini dilemiştir. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu: “Ben Âdemoğullarının efendisiyim, ancak iftihar etmem.”[59] Yani ben efendilikle iftihar etmem, ziraiftiharım
kulluk iledir. Şu şiiri çokça okurdu:
Ey Ömer! Çağır Zehra’nın kölesini
Duyan da gören de onu tanır (sayfa 121).
Beni sadece onun kölesi diye çağır.
Çünkü bu benim isimlerimin en şereflisidir.
Şeyh Ebû’l-Hasan eş-Şâzelî şöyle diyordu: Mümin
dünyada esirdir. Esirin kurtuluşu ancak üç şeyden biriyle olur. Ya hile ile ya
fidye ile ya da inâyet ile. Şeyhin anlattığı Peygamber’in şu sözünden
alınmıştır: “Dünya mümin için zindandır.”[60] Şeyh Ebûl-Abbâs bu hadisin açıklamasında:
Hapistekinin durumu, gözlerini dikmek, kulaklarını açmaktir ki, ne zaman
çağrılırsa icabet etsin.
Peygamberler ümmetlerine âtiyyedirler, Peygamberimiz
ise hediyedir. Hediye ile âtiyye arasında fark vardır. Zira atiyye muhtaçlara
verilir, hediye ise dostlara verilir. Peygamberimiz şöyle demiş: “Ben ancak
rahmet ve hidâyete erdirenim” [61]Peygamberin bu sözü hakkında şöyle dedi: Sultan âdil
olduğu zaman Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir, eğer zâlim olursa, o arzunun ve
nefsani duyguların gölgesi olur. (sayfa 122).
Suffa ehlinden biri vefat etti, elbisesinin içinde iki
dinar bulundu. Peygamber : "Bunlar ateştendir.””13dedi.
Şeyh de şöyle dedi: Peygamber döneminde arkasında mal bırakıp ölen birçok
sahabi vardı. Bunun hakkında söylediğini onlar hakkında söylemedi. Zira onlar
içindekilerinin tersini dışa vurmadılar. Suffa ehlinden olan bu adam ise,
yanında iki dinar olmasına rağmen kendini fakir olarak izhar etmişti.
İçindekinin tersini izhar edince, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
"Bunlar ateştendir” dedi. “Doğru olan tüccar; peygamberler, sıddıklar,
şehitler, salihlerle beraber kıyamet gününde haşrolunacaktır.”[62] [63] Hadisi hakkında
şöyle demiştir: Hangi yolla bunlarla haşrolunur? Bunlarla beraber haşrolunur, zira
onların hâli emaneti yerine getirmek ve nasihat etmektir. Onlarla bu özelliği
ile haşrolunur. Bu tüccar, emaneti yerine getirmiş ve nasihat etmiştir.
Sıddıklarla haşrolunur, zira sıddıkların durumu zahirde ve batında arı
olmaktır. Doğru tüccar, zahir ve batın’ın aynı olmasından dolayı, sıdıklarla
beraber bu özelliği ile haşrolunur. Şehitlerle beraber haşr olunur çünkü
şehitlerin durumu cihad etmektir. Doğru tüccar da nefsinden, şeytandan ve
arzusundan uzaklaşır. Bu özelliği ile onlarla haşr olunur. Salihlerle beraber
haşrolunur, zira salihin durumu helâlı alıp, haramı terk etmektir. Bu özelliği
ile salihlerle haşrolunur (sayfa 123).
YEDİNCİ BÂB
Hakikât Ehlinin Anlaşılması
Hakikât ehlinin anlaşılması zor olan sözlerini
açıklaması ve güzel ifadelerle yorumlaması hakkındadır.
Sehl b. Adullah: Zaman ve sayım ehli olmayın, şaki
midir veya said midir diye ezelin ehli olunuz demiştir. Ondan sonra, onlardan
kimi, şu kadar rekât namaz kıldım, şu kadar hatim yaptım, şu kadar hac yaptım,
der. Bunlar sayım ehlidirler. Onlar iyiliklerini saymaktan daha çok günhlarını
saymaya muhtaçtırlar. Zaman ehli ise, benim Allah yolunda yetmiş senem var,
altmış senem var, der. Ezel ehli olunuz, acep şaki midir yoksa said midir? Yani
Allah’ın ilminde öne geçeni düşününüz. Sizin olan ilme ve amele güvenmeyin,
bilakis ezelde varolanarücû edin.
BirHafî, kırk seneden beri canım koyun (eti) çekiyor
ancak onun için temiz param olmadı. Şeyh: Her kim bu şeyhin kırk seneden beri
koyun alacak helal dirhem bulmadığını düşünürse hata yapmıştır der. Kırk
seneden beri yedikeri ve giydikleri nereden gelmiş? Bunun anlamı şudur: Bunlar
mertebe sahibidirler. Ancak Allah’ın izni ve işaretiyle yerler, içerler, bir
şey girerler, bir şeyi çıkarırlar veya bir şeyden çıkarlar. Eğer onun koyun
yemesini dileseydi ona onun parasını temiz kılardı. Cemaatin azığı dört
çeşittir; mübah, helal, tayyib ve sâfî. Mübah her iki taraftan eşit olup
almasında ceza, terkinde sevap olmayandır. Helal, senin için herhangi bir
akıldan geçmeyen, onun için herhangi bir kadın veya erkekten istemediğindir.
Tayyib, kulun fenâ vasfıyla aldığıdır. Zira onun mevlasıyla bir vasfı yoktur.
Safi ise, kulun kaynaktan müşahede ettiğidir, yani Allah’ın kudretinin
kaynağından.
Cüneyd: Ben yetmiş ârife ulaştım, kardeşim
EbûYeziddâhil hepsi zan ve vehm üzeri Allah’a ibadet ediyorlardı (sayfa
124)diyor. Eğer bizim çocuklardan birine ulaşabilseydi onun huzurunda müslüman
olurdu. Şeyh, “zan ve vehim üzeri ibadet ediyorlardı” sözünden maksat,
mârifetteki zan ve mârifet değildir. Mârifetle zan veya vehim nasıl bir araya
gelebilir? Bu sözden maksat, onlar bazı makâmlara ulaştılar, yakîn sahipleri
için onun ötesinde makâm olmadığını sandılar. “Eğer bizim sabilerden bir sabiyi
idrak etseydi onun elleriyle müslüman olurdu,” yani onlara bu makâmın, sonu olmayan
bir makâm olma farkının olduğunu anlayacaklardı. “Elleriyle müslüman olurdu”
yani ona boyun eğerdi. İslam boyun eğmektir. EbûYezid’in, “peygamberlerin,
sahilinde durdukları denize daldım” sözü hakkında şöyle dedi: EbûYezîd, bu
sözüyle peygamberlere ulaşmaktan zayıf ve aciz oluşundan şikâyet ediyor, yani
peygamberler tevhid denizine daldılar. Diğer taraftaki fark sahilinde durup
halkı dalmaya davet ediyorlar. Eğer ben de kâmil olsaydım, onların durduğu
yerde durmuş olurdum. Şeyhin EbûYezid’in sözünü bu şekilde tefsir edişi,
EbûYezid’inmakâmına uygun olandır. Daha önce de geçtiği gibi kendisi şöyle
demişti: Peygamberlerin aldıklarından evliyânın alabildiği, ancak bal dolu bir
kırbanın küçücük bi sızması gibidir ki; içindeki peygamberlerin, sızan ise evliyâlarındır.
Ebû Yezidin şerîât prensiplerini tazim eylediği onlara çok saygı gösterdiği
meşhur ve bilinen bir gerçektir. Hatta ona, veli olan bir adam anlatılır, o da
onu ziyaret etmek için mescitte onu beklemeye başlar. Bu adam çıktı caminin
avlusuna sümkürdü. Bunun üzerine EbûYezid,“Bu adam şerîâtadabları konusunda
güvenilir değil. Allah’ın esrârı (velilik mertebesi)konusunda kendisine nasıl
güvenebiliriz.” Der ve onunla görüşmeden oradan ayrılır. Büyüklerin, zahiren
inkâr edilen söz ve davranışları olursa onları tevil ederiz. Zira biz onların
istikamet ve güzel yol sahibi olduklarını biliyoruz. Peygaber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle
buyurmuştur: “Müslüman bir kişiden duyduğun bir sözüi hayırda yorumlaman
mümkün olduğu sürece onu kötüye yorma.'”[64]
Haris b. Esed el-Muhâsibî elini içinde şüphe olan bir
yemeğe uzattığında parmağı hareket ederdi. Birisi Şeyh’e sorar, Şeyh de derki:
Efendim Sıddık’a süt gelmişti, o da ondan içti ve onun bulanıklığını kalbinde
hissetti. Bunun üzerine, bu sütü nereden getirdiniz, dedi. Hizmetçi: Cahiliye
döneminde kâhinlik yapmıştım, işte bu sütü o kehanetin ücreti olarak bana
ödediler. Ebûbekir içtiği sütün tamamını kustu. Sonra dedi ki: Vallahi eğer
bağırsaklarımı koparmaktan başka şekil mümkün olmasaydı onları da koparırdım.
Sıddık’ın elinde şüpheli bir yemeğe elini uzattığında hareket eden bir damar
yoktu. Oysa Sıddık tüm meziyetiyle diğer ümmetin hepsinden daha evlaydı ve
ümmetle ölçüldü, o ağır geldi. Bunun üzerine Şeyh: Sıddık, kendisine işlerin
tevdîedildği bir vekil konumundadır. O tüm kalıntılardan temizlenmiştir;
dolayısıyla işarete ihtiyacı yoktur. Hars ise (sayfa 125),onda henüz kalıntılar
vardır, bu yüzden işaret onun için gereklidir ki, kendi nefsi ve arzusuyla bir
işe girmiş olmasın. Ebû Bekir ise nefs ve arzudan temiz olduğundan işarete
ihtiyacı yoktur.
Bilesin, Allah’ın Ebubekir’e güzel bir lütfudur ki,
ona bu sütü aldırttı, ta ki içtikten sonra onu atsın. Böylece Allah, bu konuda
onu insanlara bir örnek olarak sunmuş oluyor. Dolayısıyla içinde şüphe olan bir
yemeği yiyen biri onu kusmanın evla olduğunu bilmediğinde ona uymuş olsun. Biri
şöyle diyemez: Onun yemesine vekil olmuştu, dolayısıyla bilmeden yediği için
günahkâr değildir. Zira Ebûbekir, kalbinde bir bulanıklık hissedince sütün
durumunu sorma ihtiyacı hissetti. Bu gösteriyor ki, haram veya şüpheli olan bir
şeyi yemek bilmeden de olsa kalpte bir bulanıklık veya kasvet etkisi yapar. Onu
aldığı zaman ve onlar da böyle tahsis ehli ise, eğer bu ve benzeri bir şey
onlardan vuku bulsa bu, onlar için Allah’ın güzel seçimidir ta ki, onlarla
kullara yol açılsın. Tıpkı, Âdem’in yasaklandıktan sonra ağaçtan yemesi de
Allah’ın onun güzel seçimindendir, ta ki, yaptığından tövbe etsin. Böylece
sonradan gelenler için örnek olsun ve onu işlemekten ötürü Allah’ı tanısın, onun
cömertlerin en cömerdi olduğunu, örtüsünün ve lütfunun varlığı üzerinde
olduğunu bilsin. Kendisinin latif ve kullarının yaptıklarından haberdar
olduğunu ona bildirdi. Böylece ağaçtan yemesi inmesine, inmesi de hilafete
sebep olsun. Bu yüzden Şeyh Ebû’l-Hasan: O ağaç sebebiyle ona hilafeti miras
edecek bir masiyet ikramında bulundu der. Ve şöyle devam eder: Vallahi Allah
daha Âdem’i yaratmadan onu “Ben yeryüzünde bir hâlife yaratacağım” sözüyle
yeryüzüne indirmiştir. Bu konudaki açıklamalara “Tenvîr” kitabında yer
verdiğimiz için tekrar etmeyeceğiz.
Kuşayrî kendi Risalesinde Fudayl b. Îyaz ve İbrahim b.
Edhem’le başlamış. Çünkü onların daha önce kopukluğu vardı, sonra Allah’a
yöneldiler, Allah da onlara yöneldi. İlk önce onları anlattı ki, daha önce
zelleleri ve muhâlafetleri olup sonra înâyet kapısını çalmak isteyen müridlere
bir umut olsun. Zira eğer Cuneyd, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ve Utbe el-Ğulam
vb. Allah yolunda yetişmiş kişiler ile başlasaydı, o zaman birileri şöyle
diyebilirdi: Daha önce hiç hata işlememiş, muhâlefet etmemiş olan bunlara nasıl
ulaşır? Meşhur Semnun el-Muhibb’in hikâyesinde şöyle dediğini anlatıyordu:
Benim senin dışındakilerde bir payım yoktur. Nasıl
dilersen beni öyle imtihan et.
Bunun üzerine idrar tutulmasıyla imtihan edildi. Bir
gün sabretti acısı arttı, ikinci gün sabretti acısı daha da arttı, üçüncü ve
dördüncü gün sabretti acısı daha da artıyordu. Dördüncü günün sabahında
arkadaşlarından biri geldi. Efendim! Dün gece Dicle’nin yanında sesini duydum
(sayfa 126),
Allah’tan yardım istiyordun, sana gelen bu sıkıntını
gidermesini istiyordun. Bu olayı anlatan ikinci, üçüncü ve dördüncüsü geldi,
hâlbuki o hiç böyle bir istekte bulunmamıştı. Anladılar ki, bu Allah’tan
kendilerine dua etmeleri için bir işarettir. Bunun üzerine okullardaki
çocukları dolaşıp şu amcanıza dua edin dedi. Şeyh: Allah Semnun’a merhamet
etsin, “İstediğin gibi beni imtihan et” yerine “Nasıl istersen beni öyle affet”
diyordu. Af dilemek imtihan istemekten daha iyidir.
Cuneyd demiş: Sırrî’nin yanına gittim, onda bir
değişiklik gördüm. Hocam! Sizdeki bu değişikliğin hâli nedir? dedim. O da biraz
önce bir genç yanıma geldi, tövbe nedir diye sordu. Günahını unutmamandır
dedim. O da bilakis günahını unutmandır dedi. Ey Ebû’l-Kasım! Sen ne diyorsun?
Benim sözüm gencin sözüdür. Çünkü ben cefadan sonra safa hâline geçtiğimde,
safa hâlinde cefayı hatırlamak cefadır. Şeyh, Kuşayrî’nin anlattığı bu hikâye
hakkında şöyle demiş: Sırrî’nin kelamı daha mükemmeldir. Çünkü Sırrî’nin kelamı
makâmların ilklerini gösteriyor. Önder kişi böyledir, kulların makamlarının
bidâyet ve nihâyetleri üzerinde konuşmakla bağlıdır. Nihâyetler ancak
bidâyetlerden gelir. Cüneyd ise, o zaman henüz makâmda değildi ki örnek olsun.
Genç de öyleydi. Sırrî’nin sözü, saliklerin gideceği düz yoldur.
SEKİZİNCİ BÂB
Hakikâtler ve Makâmlar
Hakikât ve makâmlarla ilgili sözleri, anlalıkması zor
olanları açıklaması hakkındadır.
Şevk iki çeşittir. Biri gaybet üzerine oluşan şevktir.
Ancak sevgili ile buluşmakla sükûnet bulur ki, bu nefslerin şevkidir. Diğeri
ruhların huzur ve müşahade üzerine olan şevktir. İlletlerden soyutlamış şuhûd
ve huzur mahâlline kaldırdığında bu, hakîkî imanı tanıma makâmı ve ezel
sırlarının nazil olduğu makâmdır. Boşluk ve cihadmahâlline indirdiğinde bu,
illetleri ifade eden teklif makâmıdır. Bu, gizli İslam ile ebedi hakikâtlerin
tecelli meydanıdır. Muhakkik, hangi sıfatta olacağına aldırmayandır. Çünkü
sıfatın meyleder, sen değil. Sıfatın bir kaynaktan başka kaynağa geçişi zuhûrun
ve ismindir. Lisan, nutkundur. İsim sıfatın hakikâti, sıfat da varlığın
hakikâtidir. Esrâr, varlıktan sıddıklık menzilesine geçiştir. Hakikâtler
velâyet ile zahir ilim sahipleri için sıfatların tecellisi, sa’y ehli için
delili ile ismin tecellisidir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in şu sözü ona
işarettir: “Ey EbûCuhayfe! Âlimlere sor, hekimlerle beraber ol, büyüklerle
otur. Âlimler ilimleri ile sana sonu cennet olan isimleri gösterirler, mukarrib
olan hekim, sonu yakınlık menzilesi olan sıfatlardan hakikâtlerle sana yakîni
verir.””[65]şuâyet de buna işaret etmektedir: “Allah’a karşı
gelmekten sakın, seni Ona götürecek vesileler edin”” (Maide, 35)
Büyük (ler) ise, varlıktaki sırlarla seni büyük
saflığa götürür (rehberlik eder) ve bunun nihâyetiAllah’tır. Bu üç mertebe
büyükte birleşir. Kimisine ilmi, kimisine hakikâti, kimisine de esrârı verir.
Bunlar peygamberler ve onların abdâlları olan basiret sahipleridir. “De ki,
bu benim yolumdur. Bir basiret üzerine Allah’a, ben ve bana uyanlar çağrıda
bulunur”” yani her sınıfın yolunu belirleyecek bir müşahede üzerinde ve
onları onun üzerine taşırım. Bu ise vekilliktir. O kişi, öyle bir hâlde tek
başına kalmış ki, yakınlığın büyüklüğünden onu tanımıyor.
Kalbim bana muhtaç değildir. Benim de ona muhtaç
olmadığım gibi.
Onlar var oldukları zaman vardık. Biz var olduğumuz
zamanda onlar vardı (sayfa 128).
Kulun (sahip olduğu) vakitler dörttür, beşincisi
yoktur. Nimet, bela, taat ve masiyet. Allah’ın her vakitte rubûbiyet hükmü ile
hakkın senden istediği ubûdiyetten bir payı vardır. Her kim vakti taat olursa,
onun yolu Allah’tan kendisine gelen nimetleri müşahede etmektir ki, onu
hidâyete erdirmiş, onları yerine getirmeye muvaffak eylemiştir. Her kimin vakti
masiyet olursa. Onun yolu da istiğfar ve tövbedir. Kimin vakti nimet olursa,
onun yolu da şükürdür ki, Allah için kalbin coşmasıdır. Kimin vakti bela
olursa, onun da yolu kazaya rıza gösterip sabretmektir. Rıza, şehvetlere karşı
nefsi razı etmektir. Sabır ise, isbardan türemiş olup okların hedefi demektir.
Sabreden de kaza oklarına kendi nefsini hedef olarak diker. Eğer onun için
sebat ederse o sabırlıdır. Sabır, Allah’ın huzurunda kalbin sebatıdır. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur: “Her kim, kendisine verilir de şükreder, bela gelir de
sabreder, zulme uğrar da bağışlar, bir hata işler de istiğfar ederse... Sonra
sustu. Ey Allah’ın rasulü onun için ne vardır dendi. Onlar için güven var ve
onlar hidâyet üzerindedirler”” dedi. Yani ahirette güven vardır dünyada da
hidâyet üzere olacaklar.
İnsanlar iki kısımdır: Allah’ın kerameti ile taâtine
ulaşanlar, taati ile kerametine ulaşanlar. Yüce Allah şöyle buyurmuş:
“Allah, dilediğini seçer, kendine yönelenleri de Ona ulaştırır.” (Şura, 13)
şeyhin bu sözünün anlamı, şudur: “İnsanlardan kimisi, kendisine ulaşmayı talep
edene Allah onun himmetini harekete geçirir. Bunlarla nefsini dürer, rabbinin
huzuruna ulaşana dek. Allah’ın şu sözü bunu doğruluyor: “Bizim için
çalışanları yollarımıza ulaştırırız.” (Ankebût, 19)
İnsanlardan kimisi de talep etmeden ve hazırlıksız bir
şekilde Allah’ın inâyeti ansızın kendisine gelir. Allah’ın şu sözü buna
şahitlik ediyor: “Dilediğini rahmetine tahsis eder.” Birincisi
saliklerin hâlidir. İkincisi meczupların hâlidir. Başlangıcı muamele olanın
sonu vuslattır. Başlangıcı vuslat olan muameleye döndürülür. Meczup için yol
olmadığını zannetme, bilakis Allah’ın inâyeti ile kendisi için dürdüğü bir yolu
vardır. Hızlı bir şekilde Allah’a doğru o yoldan yürümüştür. Tarikata müntesip
olanların şu münacaatlarını çokça duyarsın. Salik meczuptan daha mükemmeldir.
Çünkü salik yolu öğrenmiş ama ona ulaşmamıştır. Meczup ise böyle değildir.
Bunu, meczup için yol olmadığına istinaden söylerler. Oysa durum onların iddia
ettiği gibi değildir. Çünkü meczup için yol dürülmüştür. Kendisi yoldan
dürülmemiştir. Her kim için yol dürülürse, o onu kaçırmaz ve kaybolmaz. Ancak,
onun yorgunluğunu ve uzun süresini kaçırır. Meczup, Mekke’ye giden yerin
kendisi için dürüldüğü kişi gibidir. Salik ise, binek üzerinde oraya giden
gibidir.
Ârif, dünyası olmayandır. Zira onun dünyası ahireti
içindir, ahireti de Rabbi içindir (sayfa 129).
Zahid, ahirete gitmek üzere dünyadan gelmiştir; ârif
ise, dünyaya gitmek üzere ahiretten gelendir.
Zahid, dünyada galiptir, çünkü ahiret onun vatanıdır.
Ârif ise, ahirette galiptir, çünkü o Allah katındadır.
Eğer, Şeyh’in bu sözündeki garabetin manası nedir? Şu
hadiste geçen garabetin manası nedir: “Din, garib olarak başladı ve tekrar
ilk başladığı gibi garib olacaktır. Gariplere müjde olsun.” diye sorarsan
Bilesin, zikredilen hadisteki garipliğin manası, hakkı yerine getirmek üzere
yardım edenlerin azlığıdır. Dolayısıyla onu yerine getiren destek ve yardım
olmadığı için garib olacaktır. O dönemde hakkı yerine getireni, ancak imanının
kuvveti ve yakîninin tamlığı onu harekete geçirecektir. Bu yüzden Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Din, garib
olarak başladı ve
tekrar ilk başladığı gibi garib olacaktır. Gariplere
müjde olsun.” [66] Peygamber, şunu kastediyor: İnsanların himmeti,
Allah’ın emrini yerine getirmekten geri kaldığında onlar şehirlerde ve kulların
arasında Allah’ın emrini yerine getirmişler. Şeyhin sözündeki gurbetin ise,
manası şudur: Zahid, ahiret mülkünü keşfettiğinden ahret, kalbinin vatanı ve
ruhunun yuvası olarak devam edecektir. Dolayısıyla, ahiret diyarını müşahede
edip onu kalbi için vatan edindiğinde, dünyada garip olacaktır. Kalbi, sevap ve
nail olacağı şeyleri görmeye başladığında, müşahede ettiği ceza ve
intikamlardan bu dünyada garib kalacaktır. Ârif ise, ahirette gariptir. Çünkü
bilinen sıfatlar onun için keşfolunmuş ve onun kalbi buraya bağlanmıştır.
Dolayısıyla ahirette garib kalacaktır. Zira onun Allah ile olan sırrı
mekânsızdır. Bu kullara huzur, kalplerinin yuvası olur ve ona sığınırlar. Orada
ona sığınır ve yerleşirler. Haklar semasına veya hazlar arzına inmeleri,
yakîndeki kökleşme, temkin ve izinledir. Onlar, şehevani duygular ve
faydalanmak için hazlara, kötü edep ve gafletle hukuk semasına inmemişler. Bilakis,
tüm bunlarda Allah’ın ve
rasûllerininadabıylaedeplenerekmevlâlarının
isteklerine göre çalışırlar (sayfa 130).
“Korku, Avamın ve Havasın korkusu olmak üzere iki
çeşittir. Avamın korkusu, bedenlerinin ateşe karşı korkusudur. Havasın korkusu
ise, Allah’ın onlara giydirmiş olduğu elbisenin günahlarla kirlenip ondan
soyulma korkusudur.” Şeyhin bu sözünün anlamı şudur: Avamın basiretleri,
üzerlerindeki iman, İslam, mârifet, tevhid ve muhabbetten hak elbisesini
müşâhedeye nüfuz etmemiştir. Onlar, Allah’ın masiyet ehline cezayı vaat
ettiğini bilmişler ve masiyete düşmekten korkmuşlar ki, kendilerinin cezaya
düşmesine sebep olmasın. Onların bu korkusu Allah’ın cezasına karşılık
nefslerine karşı acımalarıdır. Havas ise, Allah kendi nurundan onlara vermiş,
bununla giyindikleri nimetleri müşahede etmişler. Dolayısıyla, o elbiseyi
kirletmeden O’nun huzuruna gitmek için korumaya çalışmışlar. Temiz, pak, parlak
ve değerli olarak kalmıştır. “Ve elbiselerini temizle' sözünün anlamını
anlamış ve iman ve yakîn elbiselerini gaflet ve isyan kirliliğinden
temizlemişlerdir. “Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek giysi ve
süslenecek elbise verdik. Takva elbisesi, işte o daha hayırlıdır.”(Âraf-26)
âyetini de iyi anlamışlar. Dünyadan geçmiş ve dünya kirleriyle kirlenir
korkusundan elbiselerini yukarı çekmişler. Böylece, Allah’ın kendilerine sunmuş
olduğu elbiseyle O’na giderler. Onlardan istenen konularda, vefa ile emin
kılındıkları konularda titizlik ve emanetle hareket ederler. Bazı ârifler şu
şiiri okurdu:
Dediler ki, yarın bayramdır ne giyersin?
Dedim ki, bir yudum sevgisini içiren elbiseyi
Fakirlik ve sabır öyle elbiselerdir ki, vardır
altlarında.
Binlerce bayram ve cem’i gören bir kalp
Ey emelim! Eğer ğaybete girersem, bayram bana matem
olur. Bayram, kendim için görünen ve dinlenen olduğumdur
Elbiselerin en iyisi, onunla sevgiliyi karşılamandır.
Sana giydirdiği elbiseyle ziyaretleşme gününde
“Avam, korkutulduğunda korkar, ümit verildiğinde ümit
eder. Havas ise, korkutulduğunda ümit eder, ümit verildiğinde korkar.” Şeyhin
bu sözünün anlamı şudur: Avam, işlerin zahirleriyle beraberdirler,
korkutulduklarında korkarlar. Zira onların anlayış nuruyla ifadenin ötesine
nüfuzları yoktur. Allah ehli ise, korkutulduklarında ümit ederler; çünkü onlar
korkularının ötesini biliyorlar. Korkutuldukları şey, rahmetinden ve
minnetinden ümitsiz olmamayı gerektiren ümitlilerin özelliğidir. Bunun üzerine,
onun kereminin vasıfları üzerinde çalıştılar. Zira bildiler ki, onlarla cem
olmak ve bununla kendilerine döndürmek için onları korkutmuştur. Ümit
verildiklerinde korkarlar, zira ümitlerinin ötesindeki meşietgaybetinden korkarlar.
İzhar edilen ümidin, akıllarını deneme için olmasından korkarlar. Acaba, ümidin
zahirine bağlı mı kalır; yoksa meşietinin içindekine nüfuz mu eder? Bu yüzden,
ümit, kabz ve bast hâllerinde onlara hükmedip korkularını gerektirdi. Şeyhin de
korku ve ümit hakkında dediği gibi (sayfa 131).
Ancak bast, ümidin ayaklarını kaydırır. Onların daha
çok sakınmalarını ve sığınmalarını gerektirir. Bazıları şöyle demiştir: Basttan
bana bir kapı açıldı; ben de bast oldum. Bunun üzerine otuz sene boyunca
makâmım bana hacbolundu.
Şeyh Ebû’l-Abbâs şu şiiri okurdu:
Ona doğru yürür ve mil milkatederim
Vuslat olarak ona ulaştığımda.
Hafif hafif kapıyı çalarım
Basttan sakın ve çağır,
Ey uzaktan çağırana, yakından icabet eden.
Geçen sebeplerden ötürü basttan sakın!
O, bastedilmiş nurlardan bir rızıktır.
Kulun, onun
varlığıyla azmasından korkulur. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “Allah kullarına
rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi.”(Şura-27)
Kabz, selamete daha yakındır; çünkü o, kulun
vatanıdır. Zira o, Allah’ın kabzasında, Hakk’ın ihatasında kuşatılmıştır.
Durumu böyle olan bir kulun “bastı” nasıl olur? Bast, vaktin hükmünden
çıkmaktır. Kabz, bu dünyaya layık olandır. Zira o, teklif vatanı, sonun
bilinmezliği, önceyi bilmeme ve hukukullahı talep etmektir.
Sûfilerden bazıları bana dediler ki: Şeyhimiz,
ölümünden sonra kendi şeyhini kabz hâlinde görmüş. Ona, Üstadım, neden böyle
kabz hâlindesiniz? Diye sormuş. O da, “Evladım, kabz ve bast iki makâmdır;
dünyada onları tam yerine getiremeyen ahirette yerine getirir,” cevabını
vermiş. Bu şeyhin hayattaki genel hâli bast hâliydi. “uzaktan” sözü, yani
icabet edilmeye müstahak olmadığını müşahede etmektedir ve ya çağrıdan uzaktır
ya da kötülüğün müşahedesinin varlığından dolayı uzaktır.
Şeyh Ebû’l-Hasan demiş ki: Ben Allah’tan her bir
haceti istediğim zaman mutlaka kötülüğüm önümü kesmiştir.
Eğer; Mağaradaki üç kişinin kıssası hakkında ne
diyorsun? Diye sorarsan. Derim ki Onlar mağaranın içine girmiş, bir kaya düşüp
mağaranın kapısını kapatmış. Bunun üzerine her biriniz en ümitvar olduğu
amelini anlatsın demişler. Birisi, anne- babasına olan iyiliğini anlatmış;
diğeri, amcasının kızını sevmesine ve elde etmesine rağmen, iffetli davranıp
ona dokunmadığını anlatmış; diğeri de, ücretini ödememiş olduğu işçisinin
ücretini nasıl çoğalttığını ve onu bulduğunda hepsini verdiğini anlatmış. Allah
onlara nazil olan musibeti keşfetmiş, kaya mağaranın ağzından gitmiş, onlar da
çıkmışlar. Bu, Müslim ve Buharî’nin kendi sahihlerinde ve onların dışındaki
imamların rivâyet ettiği hadisin özetiydi. Bilesin, bu üç kişi, taatlerini
Allah’tan kendilerine bir fazilet (sayfa 132) olarak müşahede ettiklerinden
anlattılar. O’nun nimetiyle O’nun nimetine tevessülde bulunmuşlar. Allah’ın
Zekeriyya (a.s)’dan haber verdiği gibi: “Rabbim, sana yaptığım dualarda hiç
mahrum olmadım.” (Meryem, 4) Ondaki geçmiş güzel adetleriyle Allah’a tevessülde
bulundu. Kadının biri, bir krala şöyle demiş: Önceki sene bize iyilikte
bulundun. Bu sene de biz senin bize yapacağın iyiliğine muhtacız. Kral:
“İyiliğimizle iyiliğe tevessül eden, hoş geldin,” dedi ve ona en iyi şekilde
karşılık verdi. Kime bu kapı açılırsa onun kendi taatini ve muamelesini haber
vermesi caizdir. Zira o, Allah’ın nimetlerini konuşmaktadır.
Seleften bazıları sabahladığında şöyle diyordu: Ben bu
akşam şu kadar rekât namaz kıldım, şu kadar sûreyi okudum. Kendisine: Riyadan
korkmaz mısın? Denildiğinde, şöyle diyordu: Başkasının fiiliyle riya edeni hiç
gördünüz mü? Aynısını tekrar yapıyordu, kendisine: Niçin bunu gizlemiyorsun
dendiğinde: “Allah “Rabbinin nimetine gelince! işte onu anlat” (Duhâ,
11) demiyor mu? Derdi. Siz ise, konuşma diyorsun.
“İnsan yokluktan sonra var oldu, var olduktan sonra
yok olacaktır. Her iki tarafında da yokluk vardır, o hâlde o yoktur.” Şeyhin bu
sözünün anlamı şudur: Kâinat, mutlak olarak vücut mertebesi kendisi için sabit
olmamıştır. Zira hak olan varlık, sadece Allah’tır. Onun için, onda birlik
vardır. Yokluk, kendisindeki tasvirdir.
Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî şöyle demiş: Sûfî, mahlûkâtı
âlemlerin Rabbinin ilmindeki konumuna göre ne var ne de yok olarak görendir.
Yine şöyle demiştir: Daha önce de dediğimiz gibi hak
olan Rabb’in dışında hiç kimseyi varlıkta mıdır diye görmeyiz. İlla da olması
gerekirse havadaki toz gibidir, onu incelersen hiçbir şey bulamazsın. Hekim
adlı kitabımızda bu konuya ilişkin şu cümle geçmektedir: “Âlemler ispatları ile
sabit, zatının birliği ile yokturlar.”
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle demiş: Bir arkadaşım vardı,
çoğu zaman tevhid ile bana gelirdi. Ona dedim ki, kınanmayacak bir şey istersen
fark, dilinde var olsun, cem ise içinde müşahede edilen olsun. Kâinatın
varlığına en benzeyen ona basiret gözü ile baktığında gölgenin varlığı gibidir.
Gölge ise, tüm varlık mertebelerine göre var olmayan, yokluk mertebelerinin
tümüne göre de yok olmayandır. Eserlerin gölgesi sabit olduğunda müessirin
birliği yok olmaz. Zira bir şey ancak kendi misli ile kötüleşir. Kendi şekline
eklerse yine çirkin olur. Her kim eserlerin gölgesine müşahede ederse, bunlar
onu Allah’tan engellemez. Tıpkı nehirlerdeki ağaç gölgelerinin, gemileriyol
almaktan engellemediği gibi. Buradan anlaşılır ki, hicab seninle Allah arasında
varlıkla ilgili bir durum değildir. Eğer seninle onun arasında varlıkla ilgili
bir hicab olsaydı (sayfa 133), o zaman hiçbir şey olmayan Allah’tan sana daha
çok yakın olması gerekirdi. Böylece hicab’ınhakikâti, hicab’ın vehmine dönüştü.
Kendisi ile beraber var olan bir mevcut, seni Allah’tan hacb etmemiştir.
Zira onunla beraber hiçbir mevcut yoktur. Sadece
onunla beraber varlığını vehm ettiğin şey seni hacb etmiştir. Bu, şu misale
benziyor: Adamın biri bir mekân da geceler ve helâya gitmek ister, menfezden
gelen rüzgâr sesini duyar, onu aslanın kükremesi sanır. Bu durum onu helâdan
alıkoyar. Sabahlayınca orada aslanı bulmaz. Sadece rüzgâr o menfezden basınç
yapmıştı. Aslanın varlığı onu hacb etmemişti, aslanın vehmi onu hacb etmişti.
Onu şöyle derken duydum: Eğer Allah bütün halkı azap
etse, Onların azabından sana bir şey ulaşmaz. Şâyet hepsini nimetlendirse,
onların nimetinden san a bir şey ulaşmaz. Sen sanki varlıkta yalnızsın. Sonra
şu şiiri okudu:
Sen muhatapsın ey insan!
Bana yönel(ki), delil de sana yönelsin.
Yine şöyle derken duydum: Şeyhin yanına gittim,
içimden sıcak yemek ve sert giyinmek geçiyordu. Bana dedi ki: Ey Ebû’l-Abbâs!
Allah’ı tanı, ondan sonar nasıl istersen öyle ol.
Şeyh Ebû’l-Hasan’ın yanına üzerinde kıldan elbise olan
bir fakir geldi. Şeyh konuşmasını bitirince, Şeyhe yanaştı ve elbisesinden
tutup: Efendim! Senin üzerindeki elbiseyle Allah’ın kulu olunmaz dedi. Şeyh de
onun elbisesini tutup sert olduğunu görünce: Senin üzerindeki elbiseyle
Allah’ın kulu olunmaz dedi. Benim elbisem: Ben zenginim, bana vermeyin diyor,
senin elbisen ise: Ben fakirim bana verin diyor. Şeyh Ebû’l-Abbâs ve Şeyh’i
Ebû’l-Hasan’ın yolu böyleydi. Onların ashabının yolu ise, giyenin sırrını ifşa,
tarikini izhar eden zengin elbiseden yüz çevirmekti. Kim elbise giyerse, o
iddiada bulunmuştur. Allah’ın rahmeti üzerine olsun, bu sözden: Fakir elbise
giyeni kastettiğimi anlama. Bilakis kastımız: Kendisine sözden payı olan her
kesin fakir elbisesi giymesi gerekmediğidir. Giyenin de giymeyenin de Muhsin
olduktan sonra bir sıkıntı yoktur. Zira Muhsinler üzerinde bir yol yoktur.
Yumuşak elbise giymek, lezzetli yiyecek yemek ve soğuk su içmek ise,
beraberinde şükür olduktan sonra bunlara yönelmek kınamayı gerektirmez.
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle demiş: Evladım! Soğuk su iç.
Sıcak su içip hamdettiğinde, onu cimrilikle söylersin. Ama soğuk su içip
hamdettiğinde, sendeki bütün âzalarhamd eder. Onlara su verdi sonra gölgeye
gitti. Görmedin mi nasıl da verilen nimetin (sayfa 134) şükrünü eda etmek için
gölgeye gitti.
Onu şöyle derken duydum: İnsanlar “Sufî” kelimesinin
türevi hakkında ihtilaf ettiler. Kimisi “sûf’ (yün)’e mensubdur dedi, zira yün
salihlerin elbisesidir. Kimisi de “Suffa”’ya mensubdur dedi. Yani Suffa Ehlinin
mensub olduğu Mescid-i Nebevinin suffası. Bu yorum ise kıyasa aykırı bir
nisbettir. Ondan sonra şöyle dedi: Bu konuda söylenenlerin en güzeli, Allah’ın
ondaki fiiline mensub olduğudur. Yani Allah onu arıttı, o da arındı ve sufî olarak
adlandırıldı. Sonra şiir okudu:
İnsanlar sûf hakkında ihtilafa düştüler.
Her biri maruf olmayan bir söz söyledi
Ben şu gençten başkasına sûfî ismini vermem.
Arıtılmış, arınmış ve ta ki, sûfî olarak
adlandırılmış.
Şöyle derken duydum: “öufî” dört harften
oluşur. “sad”, “vav”, “fa”, “ya”. Sad: Onun sabrı, sadakası ve saflığıdır. Vav:
Onun vecdi, virdi ve vefasıdır. Fa: Onun fakdı, fakrı ve Fenâsıdır. Ya:
Nisbetharfidir, bu sıfatlar onda tekâmül ettiğinde mevlasınındergahınanisbet
edilir.
Hz. İsa’nın “Ey Beni İsrail! Hak ile söylüyorum, iki
kere doğmayan göklerin melekûtuna giremez” sözünü sordum, o da dedi ki: Vallahi
ben iki kere doğdum, biri tabii doğum, diğeri mârifetler semasında ruhun
doğumu.
Şöyle derken duydum: Veli yüce Allah’a (vuslat) vasıl
olma şehvetinden vazgeçmedikçe Allah’a ulaşamaz.
Şeyh Ebû’l-Hasan dedi ki: Velinin beraberinde
şehvetlerinden bir şehvet veya tedbirlerinden bir tedbir ya da tercihlerinden
bir tercih oldukça Allah’a ulaşamaz. Şeyhin kelamının anlamı şudur: Veli
Allah’a ulaşma şehvetinden kopmadıkça Allah’a ulaşamaz. Yani edeben vazgeçmesi,
Allah’a havale etmenin kendisine galip geldiği bıkkınlıktan doğan vazgeçme
hali, değil tabii. Ondan olan güzel tercihin müşahedesi, ona boyun eğmeyi
öğretir. Kendisini onun önünde teslim olarak bırakır. Allah ile beraber tercih
etmenin afetlerden olduğunu bildiği için onunla beraber tercih etmez. Mevlâsı
ile beraber hiçbir şey tercih etmez. Bizim bu manada “Tenvîr” kitabında
zikrettiğimiz bir kaside vardır:
Onun kulu ol ve onun hükmüne teslim ol
Tedbirden sakın, o fayda vercek değildir
Senden başkası hâkimken, sen tedbire hükmedecek misin?
Sen Allah’ın hükümleriyle mücadele ediyorsun.
İradeleri yok et, meşieti körelt.
en yüce gayedir, sen duyuyor musun? (sayfa 135)
Öncekiler böyle gittiler ve idrak ettiler.
Tabi olan onların izinde değildir.
Bilesin! Allah insanı yaratıp üç kısma ayırdı. Dili
bir kısımdır, âzaları bir kısımdır, kalbi bir kısımdır. Her kısma bir koruyucu
kıldı. Şöyle dedi: “Hiçbir şey söylemez ki, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici
vardır. Her ne amel işlerseniz mutlaka biz sizin üzerinizde şahidiz.”
Kalbin korumasını kendisi üstlendi ve dedi: “Biliniz ki, Allah
nefslerinizdekini bilir o hâlde ondan sakının.” Şeytanı âzaların üzerine
musallat eyledi. Her cüzden sorumlu tuttuğu şeyi yerine getirmesini istedi.
Kalbin vefası; dünya, mekr ve haset ile meşgul olmamasıdır. Dilin vefası;
yalan, gıybet ve kendisini ilgilendirmeyen şeyleri konuşmamasıdır. Âzaların
vefası; onlarla masiyet işlememek ve hiçbir müslümana eziyet etmemektir. Günah
her kimin kalbinde vuku bulsa münafıktır, lisanında vuku bulsa kâfirdir,
âzalarında vuku bulsa âsidir.
Kulun islahı üç şeydedir. Allah’ı bilmek, nefsi bilmek
ve dünyayı bilmektir. Allah’ı bilen ondan korkar, dünyayı bilen onda zahid
olur, nefsi bilen Allah’ın kullarına tevazû gösterir.
Şeyhim bana dedi ki: Ancak şu dört özelliği olanla
arkadaşlık et: Azlıkta cömertlik, zulümden bağışlama, belaya sabır, kazaya
rıza.
Kim bir satıcıdan yağ alsa, alışveriş bittikten sonra
bana biraz artır dese, o da bir iplik artırırsa onun dini o iplikten daha
incedir. Kim kömür alıp alışveriş bittikten sonra bana arttır derse, o kişinin
kalbi o kömürden daha karadır.
İnsanlar üç kısımdır: İyilikleri kötülüklerine galip
gelenler, bunlar kesinlikle cennettdirler. İyilikleri kötülükleri ile eşit
olanlar, bunlar kesinlike ateşe girmezler. Kötülükleri iyiliklerine galip
gelenler, bunlar da ateşte ebedi olarak kalmazlar.
Cennete girmek iman ile olur. Onda ebedi olmak niyet
ile olur. Oradaki dereceler ise, amellerle olur. Ateşe girmek şirk ile olur.
Orada ebedi kalmak niyet ile olur. Oradaki dereceler ise ameller ile olur.
İki kapıdan geçmedikçe Allah’a varılmaz. Büyük fenâ
kapısı ki, tabii ölüm kapısıdır ya da bu tâifenin amaçladığı fenâ kapısı (sayfa
136).
Kâinat dör kısımdır: Kesif cisim, latif cisim, şeffaf
rûh ve garip sır. Kesif cisim cansız varlıktır. Mücerred olarak latif cisim
cindir. Mücerred olarak şeffaf rûh melektir. Garip sır ise, secde edilen
manadır. İnsan: Zahir suretiyle cansızdır, nefsinin varlığı, tahayyülü ve teşekkülüyle
cindir, ruhunun varlığıyla melektir, bunlara ilave olarak garip sırrı verdi, bu
yüzden hâlife olmaya layık oldu.
Hayret edilecek olan: Kırk sene boyunca yarım milde
şaşıran değildir, altmış veya yetmiş sene bir karışlık yer olan karında şaşırandır.
Alt makâmdaki üst makâmdakini görür ancak onu ihata
edemez, üstteki ise aşağıdakini ihata eder. Evliyâ için peygamberlerin makâmını
teşrif etme vardır, ancak onların makâmlarını ihata edemezler. Peygamberler
ise, onların makâmlarını ihata ederler.
Bazı selefin “Eğer perde kalksa bendeki yakînden bir
şey artmaz” sözleri hakkında şöyle demiş: Yani nefsin perdesi keşfolunsa kalbin
mütalaâ ettiklerinde yakînleri artmaz.
Allah’ın bütün isimlerinden bir harf düşse Allah’a
delaletleri kalmaz. Âlim, Kadir ve Rahim gibi Allah lafzı müstesnadır. Ondan
“Elif’i düşürsen “Lillah” kalır, “Lamı” da düşürsen “Lehu” kalır, ikinci “Lamı”
da düşürürsen “Hûve” kalır, bu artık ona işaretin nihâyetidir. Hüseyin b.
Mansur el-Hâllac şu şiiri inşad etmiş.
Dört harf vardır kalbimin onlarla neşelendiği.
Onlarla dertlerim ve fikrim yok oldu.
Sun’u ile mahlûkatı birleştirdiği “elif’.
Sonra azarlama üzerinden devam eden “lam”
Sonra manalardaki fazlalık olan “lam”.
Daha sonra bilirsin onunla âşık olduğum “ha”
Bana, sıddıkların ruhları mele-i âlâya çıkarken keşif
olundular. Biri bana şöyle diyordu:
Atım korkmadı, ancak hatırladı.
Ve gördü bedeli olan buğdaydan konak yerini
Yani, mahlûkattan korktuğu için kaçmadı ancak târif
vatanlarını hatırladı. Şeyh şöyle dedi: Vahiy, gizlilik içinde manayı ilkâ
etmektir.
Allah’ın bütün isimleri yaratma içindir, sadece
“Allah” ismi hariç. Bu isim, bağlanma içindir (sayfa 137).
Şeyhin bu sözünün anlamı şudur: “Ona ey Hâlim diye
çağırdığında hâlim ismi ile ben hâlimim diye sana hitab eder. O hâlde sen de
hâlim bir kul ol. Kerim ismi ile onu çağırdığında o da sana kerim ismi ile
çağırıp ben kerimim der, o hâlde sen de kerim bir kul ol. “Allah” ismi
dışındaki tüm isimler böyledir. Bu isim sadece taalluk içindir. Onun içeriği
ilahlıktır. İlahlık ise asla sıfatlanmayı içermez.
Bizim yanımızda gökyüzü çatı gibidir, yer de ev
gibidir. Bizim yanımızda adam, bu evde mahsur kalan değildir.
Biz dünyada ruhlarımızla beraber bedenlerimiz ile
varız. Ahirette de bedenlerimiz ile beraber ruhlarımızla olacağız. O şöyle derken
duydum: “Mü’minin günahı ile facirin günahı arasında üç yönden fark
vardır. Mü’min yapmadan önce azm etmez, yaptığı zaman sevinmez, yaptıktan sonra
ısrar etmez. Facir ise böyle değildir.”
Bazı arkadaşlarına şöyle dedi: “Allah senin
zikrin olsun. O isimlerin sultanıdır. Onun yaygısı ve meyvesi vardır. Yaygısı,
ilim; meyvesi, nurdur. Ondan sonra nûr bizatihi maksut değildir. O ancak keşif
ve ayânı kesinleştirir.”
Adamın biri geldi, kendisine denildi ki:
“Efendim bu delikanlıdır. Şeyh dedi ki: Sen delikanlı mısın? Evet dedi. Şeyh
dedi ki: “Sen delikanlılığın ne olduğunu biliyor musun? Delikanlılık su
ve tuz değildir. Delikanlılık iman ve hidâyettir. Yüce Allah şöyle buyurmuş: „onlar,
rablerine iman etmiş bir grup delikanlılardır. Onların hidâyetini arttırdık'
(Kehf, 13) delikanlı Allah’ın Hz. İbrahim’den haber verdiği gibidir. “ismi
İbrahim olan onları diline dolayan bir genç duyduk.” Ona delikanlı dendi
çünkü putları kırdı. O delikanlı Hâlil (a.s.) hissî putları gördü ve kırdı.
Senindemânevi putların vardır. Onları kırarsan delikanlı olursun. Senin
putların beş tanedir: Nefs, arzu, şeytan, şehvet ve dünya. Eğer onları kırarsan
delikanlısın. Burayı anla zülfükârdan başka kılıç, Ali’den başka delikanlı
yoktur.
Bir gün kendisine soruldu: Niçin Risalenin sahibi
başkası ile değil de İbrahim b. Ethem ile başladı. Oysa başkaları tarih
bakımından ondan daha öndeydiler. Şeyh: Çünkü İbrahim, dünya kırallarındandı
dedi. O böyle iken çıkış vakti geldi, evliyânın büyüklerinden oldu, Risalenin
sahbi onunla başladı ki, Allah’ın faziletinin amel ile olmadığı bilinsin(sayfa
138).
Hâl içinde hâl ile olan kul vardır, hâl içinde hâli
oluşturan ile beraber olan kul vardır. Hâl içinde hâl ile olan, hâlin kuludur.
Hâl içinde hâl oluşturan ile beraber olan ise, hâli oluşturanın kuludur. Hâl
içinde hâl ile olanın emaresi, kaybettiğinde üzülür, bulduğunda sevinir. Diğeri
ise, bulduğunda sevinmez, kaybettiğinde üzülmez. Şeyhin bu sözünün anlamı
şudur: Allah ile tahakkuk eden, eşyaya malik olur, eşya ona malik olmaz. Hâl
onun tasarrufunun altında olur. Kişi bu hâle ancak Allah hakkındaki ilmi
derinliği ile ulaşır. İlim hâl üzerine hâkimdir ve hâl onunla ölçülür. Hâl ise
ancak ilmin alt dallarından bir daldır. İlim sabittir, hâl ise, değişkendir. Bu
yüzden şöyle demişler:
Eğer değişmeseydi hâl olarak adlandırılmazdıHer
değiştikçe zail olur Gölgeye bak nihâyete vardığında Döndüğü zaman eksilmeye
başlar.
Allah ekâbiri hâllerine mâlik ve hâkim kılmıştır. Bu
yüzden Cüneyd’e: Sana ne oluyor ki, şeyhlerin semâda hareket ettiklerini
görüyoruz da sen hareket etmiyorsun? diye sorarlar o da şöyle cevap verir: “Sen
dağları yerinde donuk zannedersin, oysa bulutlar gibi geçiyorlar.” Birisine
denilmiş: Sen neden semada hareket etmiyorsun? O da şöyle demiş: Büyük bir
toplulukta olduğum zaman, ondan utanırım da vecdimi durdururum. Tek başıma
kaldığım zaman vecdimi serbest bırakırım tevacüdü bulur. Bak nasılda hâlinin
gemi kendilerindedir. İstediği zaman tutuyor, mârifetullah ile genişleyip
varidatlar onda gark olduğunda serbest bırakır. Hâlin eseri, genişliğine dar
geldiği zaman başlar. Onu bilenin mârifeti geniştir. Ona bir varid geldiği
zaman, mârifetin genişliğinde gark olur. Sen hiç yağmur sularıyla taşan bir
deniz gördün mü? Bu yüzden ekâbirin hâlleri, makâmlarınerbâbı kılındı. Hâl
sahipleri, meşhur oldular. Zira kendilerine verilen mevhibelerin eserleri zuhûr
etmiştir. Çünkü onu gizlemekten zayıf, kapsamaktan dar geldiler. Hâl sahibi,
halkın teveccühünden makâm sahibine göre daha fazla haz duyar. İkisinin
arasındaki fark, yer ile gök arasındaki fark gibidir. Kişi, ilahî ilimlerde ve
Rabbanî mârifetlerdetemekkün ettikçe bu âlemde garip olur. Denilir ki: Onu
bilen kaybolur, ihata eden onu anlatır.
Sana edeb semeresi veren her kötü edeb, edebdir.
Mümin içinde bulunuyorsa, kendinden hayra razı olmaz,
çünkü hayrın üzerinde hayırlar vardır. Sen onun şerre razı olacağını düşünüyor
musun? (sayfa 139)
Cüneyt, ilimde kutup idi. Sehl b. Abdullah Tusterî,
makâmda kutup idi. EbûYezidBistamî ise, hâlde kutup idi. Lütuf, Latiften
hicaptır. Şeyhin bu sözünün anlamı şudur: Lütuf kulun üzerine geldiği zaman,
eğer nefsanî dairenin içinde ise, nefs onu ferah ve sevgi ile karşılar; eğer
mânevi dairede ise rûh onu muhabbet ve fayda ile karşılar. Bir meyil yönelim
oluşur; yönelimden de sükûnet oluşur. Sükûnetle sukûnet bulduğun kişiyle
ünsiyet oluşur. Yani Allah, kendisinin dışındaki ile sukûnet ve ünsiyet bulmanı
sevmez. Bu yüzden Şeyh dedi ki: Lütuf, Latiften ona sukûnet bulmaya ve onun
yanında ikamet etmeye hicaptır. Bu, daha önce Şeyh Ebû’l-Hasan’ın eda dediği
gibi, kendisi bir adamın yanına gitmiş; ona nasılsın, demiş. O da, sen nasıl
tedbir ve seçimden şikâyet ediyorsan, ben de Allah’a rıza ve teslimiyeti
reddedeni şikâyet ediyorum. Bunun üzerine Şeyh ona dedi ki: Özgür bir tedbir ve
seçimden şikâyet etmeye gelince, ben onu tatmışım. Rıza ve teslimiyeti
reddetmek olan senin şikâyetine gelince, o nasıl olur? O da dedi ki: Onların
tatlılığının beni Allah’tan alıkoymasından korkarım. Allah Hz. Musa’ya
vahyetti, dedi ki: “Ey Musa! Nuh ne güzel kuldur; seher vaktinin melteminde
sukûnet bulmasaydı ya. Beni tanıyan benden başkasında sukûnet bulmaz. ”
İskenderiye’de Allah’ı tanıyan (marifet ehli) bir
kadın vardı. Bana şöyle haber verdi: Kendisine şöyle denildiğini duymuş: Nurdan
ve fitnesinden, gaypten ve tahsilinden sana sığınırım.
Yine bana şöyle dedi: Ben İskenderiye’de yürüyordum;
insanlar gördüm, eğlence ve coşku içerisindeydiler. Kendi kendime dedim ki:
Bunlar sevinç ve neşe içindedirler. Allahım senin hükmün onların hemen
arkasındadır. Biz ise, musibetlerin ve hükümlerin kahrının sıkıntılarındayız.
Aniden bir ses bana şöyle diyordu: Huzur ve edep, coşku ve rahatlık ehli gibi
değildir.
Yine bana şöyle dedi: Ben huzur ve vakfede iken, eşim
de benden kocalık ihtiyacını gidermek dilediğinde, ona engel olmam; ancak buna
güç yetiremiyor. Her benden bir şey dilediğinde aciz kalıyor. Ta ki, Ahlâkı
daralıyor ve şöyle diyor: Bu ancak, bu genç kadının güzellğindeki hasrettir.
Bana engel olmuyor ama ben ona ulaşamıyorum. Kadın, o vakit ona: Bizde kim
erkektir, kim kadındır? der. Ancak mükaşefe bittikten, perdelendikten sonra
istediğini yapabiliyor.
Vasitî: Tâatleri açıklama öldürücü bir zehirdir diyor.
Allah kendisinden razı olsun, doğru söylemiştir. Çok az kere bu konuda (sayfa
140), sana tâatin tatlılığının kapısı açıldığında, sen de onda kaim olup, o
tatlılığı talep ettiğinde, ona yönelince ihlâsın sıdkı kaçar. Onun devamlılığı
altında, vefa yerine getirilmemiş olur. Ancak, onda bir tatlılık ve fayda
bulduğunda, zahiren Allah için kaim olmuş olursun; ancak batında ise, kendi
nefsinin hazzını yerine getirmiş olursun. Senin için, bu tâatin tatlılığı,
dünyada acele olarak verilmiş bir mükâfat olmasından korkulur. Kıyamet gününde
karşılığı kalmamış olarak gelirsin.
Süllemî’ninHakâik adlı kitabını kendisine okuduğumda,
onda şöyle demişti: Akıllıların aklı şaştı. Bunun üzerine Şeyh kendi Şeyhi
Ebû’l-Hasan’dan şunu nakletti: Müminlerin hayret ettiği bir konuda, muhakkikler
hayret etmez.
“İnsanlar üç kısımdır: Kendisinden Allah’a olanları
müşahede eden kul, Allah’tan kendisine olanları müşahede eden kul, Allah’tan
Allah’a olanları müşahede eden kul.” Şeyh’in bu sözünün anlamı şudur:
İnsanlardan öyleleri vardır ki, kendisine eksikliklerinin ve kötülüklerinin
müşahedesi galip gelir. Bu, Allah önünde, özür dileyen makâmındadır, devamlı
hüzün ve tasalar onunla beraberdir. Ondan günah her südûr ettiğinde veya kendi
nefsinden kötü vasıflar kendisine keşfedildiğinde üzüntü ona hâkim olur. Diğer
bir kul vardır ki, Allah’tan kendisine olan fazilet ve ihsanların, iyilik ve
nimetlerin müşahedesi ona galiptir. Bu kişi, Allah ile sevinme ve nimetleriyle
ferah bulma durumundadır. Yüce Allah şöyle buyurmuş: “De ki: Ancak Allah’ın
lütfu ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak)
topladıklarından daha hayırlıdır.”(Yunus-58) Birincisi, zahid ve abidlerin
hâlidir; ikincisi ise, inâyet ve sevgi ehlinin hâlidir. Birincisi, teklif
ehlinin durumudur; ikincisi, tarif ehlinin durumudur. Birincisi, uyanık ehlin
hâlidir; ikincisi mârifet ehlinin hâlidir. Bu yüzden Şeyh Ebû’l-Hasan: Ârif,
zamanın sıkıntılarını Allah’tan kendisine gelen lütuflarda boğan, kötülükleri
de Alah’tan kendisine olan ihsanda boğandır der. “Allah’ın nimetlerini
hatırlayın; umulur ki, kurtuluşa erersiniz. ”(A’râf-69)
Yine şöyle der: Allah’ın nimetlerinin farkında olup az
amel, kendini eksik görerek yapılan çok amelden daha hayırlıdır. Bazı mârifet
ehli şöyle demiştir: Eksikliğin müşahedesi, takdirin şirkinden hâli değildir.
Şeyh Ebû’l-Hasan: Bir gece Nas Suresi’ni okudum; bitirince, bana denildi ki:
Vesvâsın şerri, bir vesvastır ki, seninle sevgilinin arasına girer, güzel
tâkati sana unutturur (sayfa 141), kötü fiilleri sana hatırlatır, sağdaki
meleğin yazacaklarını az gösterir, soldakinin yazacaklarını çok gösterir.
Böylece, Allah ve Rasûlü hakkındaki hüsn-ü zandan sui zanna seni çevirmekister.
Bu kapıdan sakın, buradan birçok zahid ve abid, çaba ve çalışma ehli yakalandı.
O yüzden, mahzun ve üzüntülü olmayan abid ve zahidin bulunması azdır. Çünkü o,
Alllah’ın kendisinden kulluğu talep ettiğini bilmiştir. Göklerin, yerin ve
dağların taşımaktan kaçındığı yükleri, üzerine alıp taşıdı. Yüce Allah şöyle
buyurmuş: “ Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara arzettik de onlar onu
taşımaktan çekindiler ve ondan korktular. Onu insan taşıdı; şüphesiz o, çok
zâlim ve çok cahildir.”
Zahidler, taşıdıklarının ağırlığını gördüler, ancak
kullarından kendisine tevekkül edenlerden ağırlıkları taşıyanlara Allah’ın
lütfunu müşahede etmeye nüfuz edememişler. Bu yüzden, hep hüzünlü ve keder hâli
onlara hâkim olmuştur. Mârifet ehli ise, tekliften taşıdıklarının büyük bir iş
olduğunu bildiler; kendi nefslerine bırakıldıkları zaman, onu taşıyıp yerine
getirmekten aciz ve zayıf olduklarını da bildiler. Yüce Allah buyurmuş: "İnsan
zayıf olarak yaratılmış.”(Nisa-28) Allah’a döndükleri zaman, Allah’ın
kendilerine yüklediğini alacağını da bildiler. Yüce Allah şöyle buyurmuş:
“Her kim Allah’a tevekkül ederse; O, ona kâfidir.””(Talak-3)
Doğru bir dönüş ile ona döndüler; O da, onların
yüklerini hafifletti. Onlar Allah’a, lütfun esintileri, üzerlerindeki rahatlık
ve nimetlerin kuşatılmışlığı içinde taşınarak gittiler. Diğerleri ise, Alllah’a
tekliflerinin ağırlığını taşıdıklarından, sıkıntılara düçar oldular, mesafeler
uzadı. Dilediği zaman, onlara, sıkıntının müşahedesi yerine önceden (takdir
ettiği) tevfikini onlara gösterdi derken lütfu ile ellerinden tuttu. Böylece,
vakitleri güzelleşti, onlara (ilahi) inâyet (yardım)verildi.
Üçüncü kısım ise, Allah’tan Allah’a olanı, Allah ile
müşahede edenlerdir. Bunlar tevhid ehlidirler, birleme meydanına girmiş,
birinci kısmın ehlini görmüşler ki onlar, kendilerinden Allah’a olanı
müşahedenin galip olduğu kimselerdi. Onlar, şirkin zahirinden çıkmışlarsa da
batınından çıkamamışlar. Zira onlar, kendi nefslerini kınayarak, eksiklik ve
kötülüklerini müşahede ederek ona yönelmişler. Eğer fiili ondan veya onun için
müşahede etmemiş olsalardı, ona kınama ve eksiklikle yönelmezlerdi. Bu yüzden
az evvel sözü geçen ârif, eksikliği müşahede edenin hâlindeki şirkten hâlî
değildir, demişti. Eğer desen, nefsi kınayıp yermek, gizli şirki gerektiriyorsa,
o hâlde ne yaparsın? Allah, nefsi yermiştir, eksik kaldığında onu kınamamızı
emretmiştir ve böyle bir durumda kendisi de kınamıştır. Cevap: Onu yerir, çünkü
Allah, yermeyi emretmiştir, ancak ona bir kudret müşâhede etmeden veya onu bir
fail olarak görüp, ona bir fiil isnad etmemelisin. İkinci kısım olan Allah’tan
kendisine olanı müşahede eden ise (sayfa 142),her ne kadar birinci kısımdan
daha hayırlı ise de, ancak, her hangi bir hak vergisini nefsine verilmiş hediye
olarak görüp o müşahede ettiğini nefsine isbat ederse, nefsi için isbattan hâli
değildir. Bu iki manadan ötürü, ehlullah üçüncü kısmı seçti; Allah’tan Allah’a
olanı müşahede etmektir.
Ârif korkutulduğunda korkar, yüce Allah Hz. Musa’dan
sözederek der ki: “Sizi korkuttuğumda, sizden karar kıldım'” Şeyh, şunu
kastediyor: Ârifin, Allah’ın fazlına olan nazarı, onun adaletine olan
müşahedesinden koparmaz. Lütfunun müşahedesi, onu onun meşietindeki gizli
korkudan perdelemez.
Bilmen gerekir ki; mârifet ehlinin nihâyetlerindeki
hâlleri, bazen bidâyet ehlinin başlangıçtaki hâlleri ile karışır. Mürid,
iradesinin başlangıcında, hakikât sultanının üzerindeki istilası olmadığından,
korkular onda etki etmez. Fenâsı gerçekleştiğinde, artık varidat onda etki
etmez ve âdetlerin hükmü altına girmez. Bekâ hâline döndürüldüğü zaman,
başlangıçtaki hâli gibi, eşya onda tesir eder. “Sizi ondan yarattık ve ona
döndüreceğiz!”
Bakarsın, mürid korkutulduğunda korkar; ârif
korkutulduğunda korkar, ancak zahiren aynı olsalar da eşit değiller. Müridin
korkusu, hüccetindendir; ârifin korkusu, mârifetinin kemalindendir. Buradan
biz, lütfuna ve minnetine güvenen kulu, meşietiningaybından korkana üstün
kılıyor değiliz. Yine, ezeli varlığa döndürülmüş, va’d-i cemile ve nimetlere
bağlı olmaktan kopmuş, kıdemde yazılana döndürülmüş kulu, va’din zahirine bağlı
kula üstün kılıyor değiliz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in Bedir Günü
ellerini göğe kaldırıp “Allahım eğer bu cemaat yok olursa, artık sana ibadet
edilmeyecek.” [67] Durmadan Rabbine niyazda bulunmaya devam etti; ta ki,
omuzlarından ridası düştü. Bunun üzerine Hz. Ebûbekir, ey Allah’ın Resulü!
Rabbine olan yakarışın sana yeter; O, sana vaat ettiğini yerine getirecektir,
dedi. Peygamber, Allah hakkındaki bilgisinin kemalinden dolayı, meşietin
müşahedesi ileydi. Ebûbekir ise, vad-i cemil müşahedesi ileydi. Peygamber,
Ebûbekir’in bildiği vad-i cemili biliyordu. Nasıl bilmesin ki? Bu vaat
Ebûbekir’e Peygamber vasıtasıyla ulaşmıştı. Ancak Peygamber, hiçbir şeye bağlı
olmayan, her şeyin kendisine bağlı olduğu meşieterücû etmek suretiyle daha
kâmil bir yolu takip etti (sayfa 143).
Hâl, bir bakarsın Mekke’de veya bir bakarsın başka bir
belde de olması gibi, yerin kendisine dürüldüğü kişi değildir. Asıl önemli olan
hâl, nefsinin özelliklerinden dürülüp bir bakarsın Rabbinin huzurunda olmaktır.
Şeyhinden naklederek dedi ki: Zahidler ve abidler,
kalpleri Allah’tan kilitlenmiş olarak çıktılar.
Şeyhinden naklederek dedi ki: Kim bu ilimlere nüfuz
etmezse, o, bilmediği hâlde, kebairlerde ısrar ederek ölmüştür.
Şeyhinden naklederek dedi ki: Allah’ın sana
yasakladığı herşey, Hz. Âdem’in ağacıdır. O ağaçtan yiyince, hilafet için yere
indi. Sen yasak ağaçtan yersen, Allah ile irtibatın koparıldığı yere inersin.
Mağrib diyarında, insanlara konuşan bir veli vardı,
keşif sahibiydi. Bir gün oturmuş, insanlara konuşuyordu. Başı açık olan bir
adam ona, bunun büyüğü, bizi dünyada zühde çağırıyor, ama kendisi ayı gibidir,
dedi. Şeyhe bu keşfolundu, minberin üzerinden: Ey EbûRuveys! Sevenler beni
böyle adlandırmadı dedi. Sonra şu şiiri okudu:
Diyorsun, ama muhib değilsin.
Eğer muhib olsaydın, nicedir erimiş olurdun
Kalp, Yangın içindeyken onu sevdim.
Sen, sevgiyi tatmadın, beni nasıl tanıyasın
Kalbim sevdi, bedenim hiç bilmedi.
Eğer bilseydi, hiç şişmanlamazdı
Bir kişi Şeyh Ebû’l-Hasan’ı davet etti, o, arkadaşlarıyla
beraber geldi. Yedikten sonra, içmeden çıkmaya karar verdiğimizde dedi ki: Ey
cimriler! Sûfînin yiyip içmemesi cimriliktir. Sonra şöyle dedi: Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) demiş ki: “Her
kim, su bulunduğunda bir mümine içirirse, sanki İsmailoğulları’ndan yetmiş
kişiyi azad etmiştir.” demiştir. Sonra Şeyh: Bir insanın yemeğini yediğinizde
onun yanında su da içiniz ki o büyük mükâfata ulaşsın dedi. Bir gün Şeyh
Ebû’l-Hasan’ın yanına gittim. Benim ashabım olmak istersen, hiç kimseden bir
şey isteme, eğer sen istemeden sana bir şey gelirse kabul etme. Kendi kendime
dedim: Peygamber hediye kabul ederdi, istemeden sana bir şey gelirse al demiş.
Bunun üzerine Şeyh: Sanki sen, Peygamber hediye kabul ediyordu ve istemeden
sana bir şey gelirse (sayfa 144) al demiş, diyorsun dedi. Peygamber hakkında
Allah şöyle demiş: “De ki, ben ancak sizi vahiyle uyarıyorum'” Allah
sana ne zaman vahyetti? Alma konusunda ona uyuyorsan uy. Sen nasıl alırsın?
Peygamber sadece veren sebat bulsun ve karşılığını vermek için alıyordu. Eğer
sen de nefsini böyle temizleyip mukaddes kılmışsan al, aksi takdirde alma.
Arkadaşlarından birine, neden benden ayrıldın? Dedi, o da, efendim! Seninle
müstağni oldum artık kimseye ihtiyacım kalmadı dedi. Bunun üzerine Şeyh ona şöyle
dedi: Kimse kimseyle müstağni olmaz, Hz. Ebûbekir, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’le müstağni
olmadı ve ondan bir gün dahi ayrılmadı.
Allah yeri yarattığında yer sallandı, bunun üzerine
onu dağlarla sabitleştirdi. Yüce Allah “Ve dağları sabit eyledil”
(Naziât, 32) buyurmuştur. İşte bunun gibi Allah nefsi yarattığında nefs
sallandı bunun üzerine onu akıl dağlarıyla sabit eyledi.
Şeyhinden naklen şöyle dedi: Vakit gecedir, gecedeki
durum, sönüklük ve sükûnettir ta ki; mârifet güneşi, tevhid ayı veya ilim
yıldızı doğana kadar artık onunla aydınlanılır.
Şeyhinden naklen: Yüce Allah şöyle der: “Ey
Âdemoğlu! Bütün eşyayı senin için yarattım, seni de kendim için yarattım. Senin
için yarattığım şeylerle meşgul olarak, seni, kendisi için yaratıldığın
(rabbinden) alıkoymasın!”
Bütün varlıklar musahhar kılınmış kölelerdir, sen ise
huzur kulusun. Şöyle derken duydum: Niyetin hakikâti, niyet ettiğinin
dışındakilerin yokluğudur.
Şöyle derken duydum: İsa (a.s) demiş ki: “Ey
İsrailoğulları! Ne ilim semalardadır, kim onu indirir? Ne de yerdedir, kim onu
çıkarır? Demeyin. Ruhanilerin âdâbıylaedeplenin, peygamberlerin ahlakıyla
ahlaklanın, sizi örtüp kaplayacak ilim sizin için kalbinizden fışkırır.”
Bize daha dünyadan bir şeyler üzerinde görünen bir
mürid geldiğinde ona, dünyanı bırak öyle gel demiyoruz, bilakis onu öyle
bırakıyoruz, ta ki, nimetin nûrları fışkırmaya başlar, işte o zaman kendisi
dünyayı bırakıp ondan çıkar. Bunun örneği şuna benzer: Bir grup gemiye
binmişler, geminin kaptanı onlara, yarın şiddetli bir rüzgâr eser, eşyanızın
bir kısmın atmazsanız kurtulamazsınız bu yüzden onları şimdi atın. Kimse onun
sözünü dinlemez. Fırtına estiğinde, akıllı olan eşyasını kendisi atandır. İşte
bunun gibi yakîn fırtınası estiğinde, mürid kendisi dünyadan kaçar.
Büyük Veli Şeyh Abdurrazzak’tan anlatırdı: Mehdiye
ehlinden biri ona geldi. Şeyh ona, senin üzerinde nimetin eserini görüyorum,
sen nerelisin? Hikâyen nedir? Dedi (sayfa 145) Adam: Efendim! dedi. Ben
Mehdiye’nin büyüklerinden ve âyanlarındandım. Malca en çok ve en izzetliydim.
Allah’a götürenlerden olduğunu iddia eden biri bize geldi, ben de onun yanına
gittim. Ben Allah’a ulaşmak için yanıp
tutuşuyordum. Bana: Sen bütün malını elinden
çıkarmadıkça, bütün hanımlarını tamamen boşamadıkça ve elbiselerini değiştirmedikçe
bu işe ulaşamazsın dedi. Ben bunları yaptım, ancak bu benim kalbimde sadece
katılığı artırdı. Göğsüm daraldı, işimde hayrete düştüm ve artık Mehdiye’de
kalmaya tâkatim kalmadı.
Mal, mülk, şan ve şöhret gitti, buna karşılık
içdünyamda bir şey oluşmadı. Şimdi buraya hac için geldim. Şeyh Abdurrazzak:
Basiretsiz bir şekilde davet etmişler, Allah onları kahretsin demiş. Hac dönemi
gelince, Şeyh onu bazı İskenderiye’lilerle hacca gönderdi ve hac yaptı. Sonra
İskenderiye’ye Şeyh’in yanına geldi. Mağrib’e yola çıkma zamanı gelince, Şeyh
ona: Memleketine git, oraya vardığında insanlar koşarak çıkıp sana gelecekler,
sana elbise ve binekler arz edecekler, en güzel elbiseyi ve en güzel bineği al
ve Mehdiye’ye gir der. Dünyalıklardan sana getirilenleri kabul et, Allah senin
olanından daha fazlasını sana iade edecektir. Hanımlarını eşlerinden boşanmış
bulacaksın, sen de onları geri al, daha önce içinde bulunduğundan daha fazla
izzete, yüceliğe ve zenginliğe ulaşırsın. Senin için bunlar tamamlandığında
kalbinin gözleri açılacaktır.
Şeyh yola çıktı ve Mehdiye sahiline geldi, insanlar
falan kişinin doğudan geldiğini duydular, şehirde bulunan herkese onun iyliği
dokunmuştu. Kıymetli elbiseler ve değerli bineklerle ona koşuyorlardı, en iyi
elbiseyi giydi, en güzel bineğe bindi ve Mehdiye’ye girdi. Kendisine hediyeler
ve mallar verildi. Hanımlarının da eşlerinden boşandıklarını ve iddetlerinin
bittiğini gördü, onları da tekrar geri aldı. O gün Şeyh’in kendisine vaat
ettiklerinin hepsi tamamlandı. Sonra Allah onun kalbinin gözlerini açtı. Bir
gün Hz. Ebûbekir’in fazileti hakkında konuştu ve şöyle dedi: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem): “Ebûbkir
namazla veya oruçla değil; o, ancak kalbine yerleşen bir şeyle sizden faziletli
kılındı, ” ondan sonra, dedi ki: “Onun göğsüne yerleşen şey nedir
biliyor musunuz?” oradakilerden bazıları, “Murakabe” dediler. Bunun üzerine
Şeyh dedi ki: Bu, doğru olmayan bir sözdür. Rütbece Ebûbekir’den daha aşağıda
olan; murakabeyi gördüğünde, günahkârın günahından istiğfarda bulunduğu gibi,
ondan dolayı Allah’tan istiğfarda bulunur, zira o, murakabeyi kendi nefsine
izafet etmiştir. Sanki o şöyle diyor: Sen Rakîb’sin, ben de Rakîb’im. Allah ile
beraber ilah mı var, Allah onların ortak koştıklarından yücedir.
Arkadaşlarından biri hacca niyetlendiğinde ona
tavsiyede bulunuyordu: Beyt’e(ka’be) vardığında (sayfa 146), amacın Beyt
olmasın, Beyt’in Rabbi olsun. Putlara tapanlardan olma.
Allah’ı tanıyan, onda sükûnet bulmaz, çünkü Allah’ta
sükûnet bulmak bir nevi güvendir, oysa Allah’ın planından hüsrandaki kavimler
hariç, kimse emin olamaz. Şeyh Ebû’l-Hasan’ın dediği de bunun gibidir: Bana
denildi ki: “Hiçbir şeydebenim“mkr”imden (azabımdan) [68] emin olmayacaksın, Seni emin kıldığımda bilesin,
benim ilmimi hiçbir kuşatıcı kuşatamaz.” İşte Onlar böyleydi.
Fenâdaki veli için, üzerine tekliflerin terettüb
ettiği ilmî bir latife beraberinde bulunması gerekir. Bu, karanlık bir evdeki
insan gibidir, onu görmese de varlığını bilir.
Vallahi havadaki uçuş, su yüzeyinde yürüyüş ve tayy-ı
mekân, seccademin altında olana dek oturmadım.
Ona Muhasibi’nin “Riâye” adlı eserini okudum, iki
kelime bu kitabın içindekilerine ihtiyaç bırakmıyordu: İlim şartıyla Allah’a
ibadet ederim ve hiç bir zaman nefsinden razı olma. Ondan sonra onu okumama
izin vermedi.
Onun zamanında yaşayan bazı şeyhleri ona
sordular.“Verâ onlara dar geldi, biz ise, Allah bize mârifet ile genişletti”
dedi. Bazı tarîk ehlinin: “Mârifetârifi kuşatmıştır, verâ hâli ise verâ
sahibine dar gelmiştir” sözü hakkında şöyle diyordu: “Mârifetârifi
kuşatmıştır” sözünden, haram veya şüpheli şeyi yiyeceğini zannetmeyesin.
Bilakis ârif gizli olanı keşfedecek kadar nûr ve basiret sahibidir. Dolayısıyla
basiretinin müşâhedesine binaen helal ve şüpheden sâlim olduğunu bildiği için
elini yemeye uzatır. Verâsabibi ise bu durum kendisinden gizlidir. Bu yüzden
verâ hâlini izhar eden kimselerin elini çektiği şeye bazen ârif elini
uzatabilir.
Kendisi (r.a.) şöyle diyordu: Kim bir zâlimle
karşılaşmak isterse o zâlimdir.
Kendisi (r.a.), şükreden zengini, sabreden fakire
tercih ediyordu. Bu, İbnÂta ve Ebû Abdullah et-Tirmizî el-Hekim’in mezhebidir.
Şükür, cennet ehlinin sıfatıdır, sabır ise böyle değildir diyordu (sayfa 147).
Şöyle derken duydum: Kabz, iki kısımdır: Sebebi olan
kabz, sebebi olmayan kabz. Sebebi olan kabz, âvam için de havas için de olur.
Sebebi olmayan kabz ise, sadece havas ehli için olur.
Kendisi (r.a.): Şükür, reddi müşahedesinden kalbin
açılmasıdır der. “ş-k- r”nin, “k-ş-r”nin çevrilmişi olduğu söylenir. Hayvan
dişlerini gösterdiğinde, “Keşereti’d-dabbe” denir. Bazı ârifler şöyle demiş:
Eğer şeytan Allah’a ulaşmak için şükürden daha iyi bir yol olduğunu bilseydi, o
yolun üzerinde duracaktı. Görmüyor musun nasıl demiş: “Sonra onlara
önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların
çoğunu şükredenler bulamayacaksın” (A’râf, 17) Çoğunu sabreden veye korkan
veya umit eden dememiştir.
Sultan Padişah Mansur ve sığınmacılarla bir araya
geldiğimde kendisine: Sizin şükretmeniz gerekir. Allah devletinizle beraber
bolluk kıldı. Halkın kalbini ferahlattı. Bolluk, adalet, cömertlik ve verme
gibi elde ettiğiniz hâller, kralların kesb edip elde edecekleri bir şey
değildir dedi. Şükür nedir? Şükür üç kısımdır. Dilin şükrü, azaların şükrü ve
kalbin şükrü dedi. Dilin şükrü, Allah’ın nimetini konuşmaktır. Yüce Allah şöyle
demiş: “Rabbinin nimetine gelince, işte onu anlat” (Duha, 11) Azâların
şükrü Allah’ın taatı ile amel etmektir. Yüce Allah şöyle demiş: “Ey Davud
ehli şükür olarak amel edin” (Sebe, 13) Kalbin şükrü, sendeki veya
kullardan birindeki tüm nimetlerin Allah’tan olduğunu itiraf etmektir. Yüce
Allah şöyle demiş: “Sizde, ne nimet varsa, hepsi Allah'tandır' (Nahv,
53) birinci kısım ile ilgili Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle demiş:
“Allah’ın nimetini konuşmak, şükürdür.”[69]
İkincisi ile ilgili ise: “Ayakları şişene kadar
namaz kıldı. Kendisine senin geçmiş ve gelecek bütün günahların bağışlanmasına
rağmen neden kendini bu kadar zorluyorsun denildiğinde, şükreden bir kul
olmayayım mı?”[70]demiş.
Üçüncüsü ile ilgili (sayfa 148) ise (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle diyordu:
“Allahım! Benimle veya senin halkından biri ile sabahlayan herhangi bir nimet
sadece sendendir. Senin ortağın yoktur.”[71] Onunla muhatap olduğum zaman bu hadisleri ezber
değildim. Şakiri, şakir yapan nedir? diye sorar. Ona: İlim sahibi ise, beyan ve
irşad ile zengin ise, harcama ve başkalarına tercih edip vermekle; güç ve şan
sahibi ise, onlarda adaleti izhar edip, zararları ve inkârı gidermekle şakir
olur dedi.
Allah’ın bir meleği var, kâinatın üçte birini doldurur.
Allah’ın öyle bir meleği de var ki, kâinatın üçte ikisini doldurur. Yine
Allah’ın öyle bir meleği var ki, kâinatın tümünü doldurur. Allah’ın öyle bir
meleği de vardır ki, bir ayağını yere koymuş, ikincisini koyacak yer bulamıyor.
Sonra dedi ki: Biri der, bir melek kâinatın tümünü dolduruyorsa, kâinatın üçte
birini ve kâinatın üçte ikisini dolduran melekler nerededir. Buna cevap olarak
şöyle dedi: Latifeler sıkışmaz, tıpkı bir evin içini ışığı ile dolduran lamba
gibidir. Binlerce lamba getirsen ev, hepsinin ışığını içine almaya yeterlidir.
Şöyle derken duydum: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Ebûbekir’e:
“Ey Ebûbekir, seni bir iş için çağırmak isliyorum. Nedir o, ey Allah’ın
rasulu!” Deyince, “işte o, budur dedi”[72](sayfa 149).
Onu şöyle derken duydum: Pegamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurdu: “Ey
Ebûbekir sen günü bilirmisin? Evet, ey Allah’ın Rasûlü! Sen bana miktarlar
gününü sordun. Sen, Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun elçisidir
derken, senden duymuştum. ”[73]
Allah ondan razı olsun şöyle dedi: Ebûbekir ve Ömer,
risalethâlifeleridir; Osman ve Ali, nübüvvet hâlifeleridir.
Allah ondan razı olsun şöyle dedi: İnsanlar, çöl ve
yabandan Allah’ın tarikine mensub bir adamın geldiğini duyduklarında, tazim ve
ikram ile ona yönelirler. Kendi aralarında nice abdâl ve veliler vardır, ancak
onları hiç önemsemezler. Hâlbuki onların yüklerini taşıyan ve başkalarından
onları savunan odur. Bu konudaki örnekleri şuna benzer: Biri bir yaban eşeğini
şehre getirir, insanlar hayretler içinde onun üstündeki çizgilere ve güzel
suretine bakarak etrafında dolanırlar. Onların arasında olan ve onların
yüklerini taşıyan eşeklere ise, iltifat etmezler.
Şeyh Ebû’l-Hasan şöyle demiştir: Ey Ebû’l-Abbâs! Biri
sende olmayan bir şeyin sende olduğunu söylerse, de ki: “Allah bana ait
bildiğini bilir.” “işlerin sonu Allah’a döneri” (Lokman, 22).
Allah, velileri ve sıddıkları hakkında söylenecekleri
bildi. Kendisiyle başladı, ona eş ve çocuk nisbet eden bir kavme hüküm verdi ve
onlardan yüz çevirdi. Bir sıddıka zındık denilse veya bir veliye Allah’tan
gafildir, sapıtmıştır denilse ve bunun üzerine veli veya sıddık bundan bıkıp
daralırsa, ona Allah tarafından şöyle denilecek: Eğer benim fazlım olmasaydı,
senin hakkında söylenen senin vasfındı, oysa benim celâlimin hak etmediği
şeyler benim hakkımda söylendi.
Allah ondan razı olsun: Bu tâife ile helak olanlar
kurtulanlardan çok olacaktır dedi.
Bilesin! Allah bu tâifeyi insanlarla imtihan etti ki,
böylece onların eziyetlerine karşı sabırlarıyla onların değerlerini yükseltsin,
bununla nûrlarını kemâle erdirsin ve onlar hakkındaki mirası gerçekleştirsin,
onlardan öncekiler eziyet gördükleri gibi onlar da eziyet görsünler, onlar
sabrettikleri gibi bunlar da sabretsinler. Eğer hakkındaki kemalin tasdiki
olarak bütün halkın hidâyetiyle biri getirilseydi, buna en layık Rasûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’di. Ancak
Allah’ın fazlıyla hidâyete gelen bir grup onu tasdik etti, hakkın bundan
perdelediği diğer bir grup ise mahrum kaldı. Bu tâife hakkında kullar;
mu’tekîd, muntekîd, musaddik ve mukezzib sınıflarına ayrılmışlar. Allah’ın
onlara katılmasını dilediği kişiler onların ilimlerini ve esrârını tasdik
ederler (sayfa 150).
Kullar üzerindeki gaflet ve cehâlet istilasından,
halkın birilerini bir makamda veya bir nimetletahsisedilmesini
istemediklerinden, Allah’ın bazı kullarına özel nimetlerini ve inâyetini itiraf
edenler az olur. Allah’ın şu sözünü duymadın mı? '“ancak insanların çoğu
bilmezleri” (Ğafir, 57).
Kulların avamı, velilerin esrârını, kalplerindeki
nurun parlaklığını, onların yüzünden helak olanların sebebini nereden
bilsinler. Allah, onlardan birini izhar ettiğinde, onu nimetlerin parlaklarıyla
ve hariku’l-âdelerle muzaffer kılması gerekir. Avamın aklı, Allah’ın
peygamberler dışındaki birine olağanüstü durumları izhar etmesini garipsiyor.
Onlara göre bu, sadece ismet ehline has bir durumdur. Onlar bilmiyorlar ki,
velinin her kerâmeti, velinin kendisine tabi olduğu peygamberin mucizesidir.
Onlar zannettiler ki, velinin keramet göstermesi, peygamberlik makâmına iştirak
etmesidir. Allah için hâşâ! Bir peygamberle bir veli nasıl bir makâmda eşit
olabilirler? EbûZeyd şöyle demiştir: Peygamberlerde olandan velilerin aldığının
hepsi, bal dolusu tulum gibidir, ondan biraz süzülme oldu ki, o süzülmeden
tulum dürülmedi bile. İşte bu, peygamberlerin ilminin örneğidir. O süzülen de,
velilerin payıdır. Allah’ın rahmeti üzerine olsun, bilesin! Kim bir aziz ile
aziz olursa, ondan izzetini almış diye, onun izzetinde ortak olmaz. Mevlâ’nın
ne dediğini duymadın mı? “izzet, Allah’ın, Rasûlünün ve müminlerindir!”
İzzetin, peygamber ve müminler için sabit olması, onların Allah’ın izzetinde
ortak olmalarını gerektirmez. Kulların hepsinin veliyle ilgili ittifak
etmemeleri ilahi hikmet gereğidir. Açıkladığımız sebepler ve daha başka
sebeplerden ötürü durumu paylaşmıştır. Zira eğer bütün halk onları tasdik
etseydi, sabır ancak yalancıların yalanlamalarına karşı edilir; eğer hepsi onu
yalanlasaydı, şükür, ancak tasdik edenlerin tasdikine karşı yapılır. Bundan
dolayı Allah, velileri için güzel tercihinde diledi ki, onlar hakkındaki
kulları ikiye ayırsın: Tasdik edenler, yalanlayanlar. Böylece tasdik edenlerden
dolayı şükürle; yalanlayanlardan dolayı da sabırla ibadet etsinler. İman iki
bölümdür: Yarısı sabır, diğer yarısı şükür. Bilesin! Velinin Allah katındaki
değerinden ötürü, Allah onu halkından gizlemiştir. Her ne kadar zahir ilmi ve
varlığıyla onların arasında ise de, velâyetinin sırrını gizlemiştir.
Şeyh Ebû’l-Hasan (r.a.): Her velinin bir hicabı
vardır, benim hicabım sebeplerdir der. Kimisinin hicabı ile izzet ve nüfûz ile
zuhûrudur. Nefsler, özelliği böyle olanın sohbetine tahammül edemezler. Bu
velinin zahir olmasının sebebi, Hak, kendisiyle zahir olacağı bir sıfatla ona
tecellide bulunmuştur (sayfa 151).
Bu sıfat kendisine müşâhede yönüyle galip geldiğinde,
zuhûr etme yönüyle galip gelir. Allah’ın, nefsini ve hevâsını “mahk” ettiği,
yani yok ettiğ kişiler ancak onunla sohbet edebilirler. Şeyhimiz Ebû’l-Abbâs bu
sınıftandı. Önünde oturur oturmaz kalbine korku hâkim olurdu. Allah kimi
nefsinden ve hevâsından kurtarırsa, onun izzet ile zuhûr etmesini garipsemez.
Hangi padişah bu padişahtan daha aziz olabilir? Bu, padişahların varlığına
sığındığı padişahtir. Görmez misin, her bölge ve her asırda, zamanın
padişahlarının kendilerine boyun eğdiği evliyalar daima olmuştır. Onlarla itaat
ve iz’an ile muamele ederler. Onlardan kimisinin hicabı, Allah’ın kullarının
ihtiyaçları için çokça padişahlara gidip gelmeleridir. İdrakı kıt olan der ki:
Eğer bu veli olsaydı, bu kadar idarecilere gidip gelmezdi. Bu, söyleyen
tarafından bir zulümdür. Bilakis niçin gidip geldiğine bak! Eğer Allah’ın
kulları için, onlardan zarar gidermek, onların ulaşamadıklarına onları
ulaştırmak için, ellerindekine umut etmeden zühd ile onlarla oturduğunda iman
izzetiyle oturuyorsa, onlara iyiliği emir, kötülüğü nehyediyorsa bu
durumdakinde sıkıntı yoktur, zira o, iyilerdendir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Muhsinler üzerinde sıkıntı olacak bir yol yoktur.” Şeyhimizin Şeyhi
Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin durumu böyleydi. Hatta Kuşayri’den şunu derken duydum:
İdareciler, Şeyh Ebû’l-Hasann Şâzelî’nin kadrini bilemediler. Onlara çok gidip
gelmeleri aracılık içindi. Bilmen gerekir ki, bu durum, ancak Allah „ın
ahlâkıyla ahlâklanmış, nefsini harcayıp onu Allah rızasında zelil kılmış,
Allah’ın rahmetinin genişliğini bilmiş ve Allah’ın kullarıyla muamelesinde “merhamet
edenlere Allah da merhamet eder, yerdekilere merhamet edin, gökteki size
merhamet etsin””[74] hadisine bağlanarak rahmetle muamele edenlerde
güçlenir. Şeyh Ebû’l- Hasan hakkında şöyle bir şey bana ulaştı: Sürmeci olan
bir Yahudi’yi, yanındaki birini tedavi etsin diye çağırdı. Yahudi ona: Tedavi
edemem, zira Kahire’den resmi bir emir geldi, Kahire’deki tıp müfettişinin izni
olmadan hiçbir doktor tedavi edemez der. O Yahudi çıkınca (sayfa 152),
Şeyh hizmetçilerine dedi ki: Yolculuğa hazırlanın,
hemen Kahire ’ye yola çıktı, bu doktor için izin aldı ve orada bir gece
yatmadan İskenderiye’ye geldi. Doktora haber saldı, doktor önceki mazeretini
söyleyince, Şeyh ona yazılı izni çıkarıp gösterdi, bunun üzerine doktor, bu
güzel ahlâk karşısında hayretler içinde kaldı.
Bazen de velinin hicabı, zenginlik ve dünya
nimetlerinin kendisine serilmesidir. Meşayihlerden biri: Mağrib’dezahid, çaba
ve cehd sahibi bir adam vardı dedi. Geçimini deniz ürünleriyle sağlıyordu.
Avladıklarının bir kısmını tasadduk eder, bir kısmınıda azık olarak alırdı. Bu
Şeyhin arkadaşlarından biri, Mağrib’deki şehirlerden bir şehre gitmek istedi.
Şeyh ona: Falan şehre gittiğinde, falan kardeşime git, benden ona selam söyle
ve benim için ondan dua iste dedi; o Allah’ın velilerinden biridir. Dedi ki;
yola çıktıp, şehre varınca. O adamı sordum, bana bir ev gösterildi ki adeta
krallara layık bir saraydı. Hayret ettim. Onu taleb ettim; bana denildi ki,
sultanın yanındadır; hayretim daha da arttı. Bir saat sonra, baktım ki, en lüks
elbise ve binekle geliyor. Sanki binekteki kral gibiydi. Hayretim daha da
arttı. Onunla buluşmadan, dönmeye niyetlendim. Sonrakendime dedim ki; şeyhe
muhâlefet edemem, bunun üzerine izin istedim, bana izin verildi. İçeri
girdiğimde, gördüğüm köleler, hizmetçiler ve güzel elbiseler beni korkuttu.
Falan kardeşinin sana selamı var, dedim. Dedi ki: Onun yanından mı geliyorsun?
Evet, dedim. Dedi ki: Döndüğünde ona söyle: Ne zamana kadar dünyayla meşgul
olursun, ne zamana kadar ona yönelirsin, ne zamana kadar rağbetin ondan
kopmayacak? Dedim ki; Vallahi bu öncekinden de tuhaftı. Şeyh’e döndüğümde,
falan kardeşimi gördün mü, dedi. Evet, dedim. Dedi ki: Sana ne dedi? Dedim ki:
Hiçbir şey. Dedi ki: Söylemen gerek. Onun söylediklerini, ona söyledim. Bunun
üzerine uzun bir süre ağladı ve dedi ki: Falan kardeşim doğru söylemiştir;
Allah onun kalbini dünyadan yıkamış; dünyayı onun elinde ve zahirinde
kılmıştır. Ben ise onu elinden tutuyor ve bende ona karşı hâlâ istek
kalıntıları vardır. Allah’ın velilerinin hacbedilmelerinin sebeplerinden biri
de, halktan gelen şeyleri kabul etmeleridir. Kişi verileni kabul ettiğinde,
halkın yanında küçülür. Oysa ne onların dünyasını kabul eden ne de verdikleri
zaman reddedip onlardan kabul etmeyen, onların nezdinde büyümez. Herhâlde bunu
yapan ancak süslü gösterip, zındıklık yapıp, tazimle kendine yönelmesi için ve
diller onu övsün diye kulların kalbini kendine alıştırandır. Şeyh Ebûl-Hasan:
Kim, insanların övgüsünü, onlardan bir şey almamakla taleb ederse, o, ancak
kendi nefsine ve hevâsına ibadet ediyor ve Allah katında da bir değeri yoktur
der. Avamın akıllarını (sayfa 153) Allah’ın velilerinden çelen şeylerden biri
de, onların elbisesiyle süslenen birinden vuku bulan hatadır veya onların tarikine
intisab etmiş, bununla beraber, beraberinde vukûf ettiği kişiden mahrumdur.
Yüce Allah şöyle demiş: “Hiçbir taşıyıcı, başkasının günahını taşımaz.”(Necm-38)
Bir cinsten birisi, bir kötülük ettiğinde veya tarikte doğru olmadığı açık
olsa; bunun bu hâli, tarikin diğer ehillerinin de böyle olmasını nereden
gerekli kılıyor? Şeyh Âlamu’d-din, şu şiiri okudu:
Her yerde adamlar
nurlandı.
Kötü zanların altında
büyük değerler vardır
Gece karanlığındaki
hilale zarar vermez. Bulutların karanlığı, o güzeldir.
Allah’ın velilerini tanımaktan hacbeden en şiddetli
perde, mümaseleyi müşahede etmektir. Bu, öyle bir perdedir ki; Allah onunla,
öncekileri hacbetmiştir. Allah onlardan hikâye ederek şöyle buyurmuş: “ Bu
da ancak sizin gibi beşerdir; yediklerinizden yiyor, içtiklerinizden içiyor. ”
(Mu’minun, 33), “Bizden olan bir beşere mi uyacağız?”, “Bu peygambere ne
oluyor ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor. ” Allah, sana velilerinden bir
veliyi tanıtmak istediğinde, onun beşeri sıfatının müşahedesini senden dürer ve
husûsî varlığını sana müşahede ettirir.
Bir Tavsiye: Ey kardeş! Allah’tan gazaba müstahak olmamak ve
Allah’ın gözünden düşmemek için bu tâifeyle alay eden ve onlara dil uzatanlara
kulak vermekten sakın. Zira bu topluluk, doğru bir hakikât üzere, vefanın
ihlâsıyla, Allah ile oturmuşlardır. Nefislerin Allah ile beraber mürakebesi
neticesinde ona olan yolculuklarında sâlim kalmışlar. Kendi nefislerini sâlim
olarak ona bırakmış, onun rubûbiyetinden hayâ ettiklerinden ve onun
kayyumluğuyla iktifa ettiklerinden kendi nefslerine yardımı terk etmişler.
Bunun üzerine Allah, onların kendi nefisleri için yapacaklarının en iyisini
onlar için yerine getirmiştir. Onlarla savaşanlara karşı, onların yerine O
savaşır. Onları yenenleri, O yener. Allah, bu tâifeyi, halkla ibtila etmiştir.
Husûsen zahir ilim ehliyle. Belirli bir veliyi tasdik etmek için, onlardan
Allah’ın göğsünü açtığı kimseyi az bulursun. Bilakis sana der ki: Evet,
Allah’ın velileri vardır, ancak nerededirler? Ona birisini misal verdiğinde,
ona dil uzatarak, tasdik nurundan soyutlanmış delillerle, ondaki Allah’ın
husûsîyetini deffetmeye başlar. Bu özellikte olandan uzak dur! Aslanlardan
kaçar gibi onlardan kaç. Allah, bizi ve seni lütfu ve keremiyle evliyâlarını
tasdik edenlerden eylesin.
DOKUZUNCU BÂB
Şiirler
Onun söylediği veya huzurunda söylenen veya onun
hakkında söylenmiş, onun husûsîyetlerini anlatan şiirler hakkındadır.
Allah razı olsun: Allah beni, Âdem’e secde eder hâlde
meleklere muttali kıldı[75] dedi. Ben bundan hissemi aldım, bir de baktım şöyle
diyorum:
Resmim eridi, sıdkım, fenâm doğrulandı.
Sırrıma göğümün güneşi tecelli etti
Âlemlere indim, açığa vuruyorum.
Saflığımdan sonra sıfatlarda dürüleni
Sıfatlarım güneş
gibidir, saflığını açıklar.
Varlığım gece
gibidir, dışımdakileri saklar
Ben varlığın
manasıyım, aslen ve faslen.
Kim beni görürse,
güzelliğime secde eder
Hangi nûr sahibini
aydınlatır?
Bana şahit olun, ben
perdemi açtım.
Rûh ve nefs hakkında
kendisine soru soruldu, bunun üzerine şu şiir okudu:
Eğer bizden, hâlis
lütûfleri soruyorsan
Nefs sahibinin bedenle
bileşimini.
Hazza tutunmasını
soruyorsan, alışmıştırKirlerine ve başlamış şikâyet ediyor taından.
Yapısındaki sebepleri
soruyorsan görünürlerŞehveti ile endişe karanlığına düşüyorlar.
Özününün aslındaki
hakikâtini soruyorsan
Vasfı ondan puta
meyletmez.
Hükmüne inişini
soruyorsan, vardır onun içinKötülüğü ve iyiliği ayırt edecek ilim.
Dinle, ilimlere
ulaşırsın, aziz olur onun sâliki.
A’yânlar üzerinde
beden sahibi seni aldatmasın
Hakka yönel,
şahitleri gizli değildirHakikâtleri, asıllarla ve dallarla kaimdir.
Ey ilimlerden soran,
idrak etmez onları.
Fikir sahibi ne
anlayışıyla ne zekâsıyla
Ancak cami’dekinûr
ile idrak edilir, sönmüştür.
Onun için akıllar ve
bütün halk uykudadır
Hakikâte bağlı kal,
işlerin ilmini al.
Sureti seni hacb
etmesin, vatan âlemindeki
Nefslerin hâli
sırdır, ihate edemez onu
Kir ve vehimler ile
kayıtlanmış akıl.
Ancak o hilm ile
ortaya çıkmıştır, kaimdir
Ta ki, yerleşenler,
yerleşmeleri ile onlara anlaşana dek.
Yerine getiren
kölelerdir densin diye
İmtihan ve
yaratılıştan önce verilen emirleri
Nefs, âleminde
düşüştedir
Âdem gibi beraberinde
Havva’ sı var
Rûh ise, miracında
terakki hâlindedir
târif ve
lütûfleremuafıktır
Yücelikteki örneği;
aynadır madeni
Lütufları
gizlenmiştir, açıktaki sır gibi
Zeytindir, yağı
nurdur içeni için
Uzamıştır hidayeti
varlıkta ve hâlde
Sen bütünde saklı
gibisin
Nûr onu hacb eder
sütteki su gibi.
Kul malikinin
izzetinde örtülüdür
İncelmiştir
mârifetleri, asırda ve zamanda.
Ve şu şiiri okurdu:
Gözlerin görse
sarsıldığı gün
Nefslerin yeri ve
dağlar düzleştiğinde.
Görürsün hak güneşini
nurunu yayıyor Sarsıntı zamanında adamlar adamdır.
Yer, nefslerin
yeridir; dağlar, akılların dağlarıdır; güneş, mârifet güneşidir
dedi. Ve şunu
okuyordu:
Nubaz’ın başında
durdum onu gördüğümde
Rahman için tekbir
getirdi beni gördüğünde
Ona dedim, nerededir
bildiklerin
Rahat zamanda ve
emniyette etrafında olanlar
Gittiler ve bana
bıraktılar diyarlarını dedi.
Gece gündüzün akışına
karşı kim kalabilir
Ve şunu okurdu:
Sevenlerden değilim
eğer
Onu kalbimeBeyt ve
Makâm kılmazsam
İçindeki sırra
bakışlarım tavafımdır
benim rüknümdür,
istilam etmek istediğimde
Şunu da okurdu:
Kararsız hayretler
içinde kaldık
Kendisine ulaşılmak
istenene ulaşmak istiyoruz.
Hevânın davetçileri
etrafımızı kuşatıyor
Hevânın tersini
yapmak bize ağır geliyor.
Dımaşk’ın konuğu
Sühreverdi’ye şunu okurdu:
Ruhlar hep sizi
özleyecek
Size vuslat onların
reyhanıdır, şarabıdır.
Muhabbet ehlinizin
kalpleri sizi özlüyor Cemalinizin kemaline sevinirler.
Âşıklar! Size rahmet
olsun, katlanın
Muhabbet yüküne, hevâ
rezil olsun.
Sırrı söylerseniz
kanlarınız helal kılınır
İşte böyle mubah
kılınır sırrı ifşa edenlerin kanları.
Şunu da okurdu:
Mina’da Hayf
Mescid’inde zaman geçirdik Güzel yaşam ve lezzetler katettik.
Bu yolda gideceğim
aslanlar olsa da orada Kafilece, mızraklar orman olsa da.
Ümru’ül-Kays’ın şu
sözünü okurdu:
Önünde yol görününce
arkadaşım ağladı
Kesin bildi ki, biz
Kayser’e gideceğiz
Dedim ki, gözlerin
ağlamasın çünkü ancak
Bir krala
çabalıyorsun veya ölürsün mazur olursun.
Bekâ ile krala
çabalıyorsun veya ölürsün
Fenânın varlığıyla
mazur olursun diyordu.
İbn Attar’ın şu
kasidesinden okuyordu:
Vuslatın makâmları
hicabımı kaldırdı.
Öyle ki, sizinle
hicabdan hacb olundum
Toplayıcı
bağlılığıyla mihrabıma bağlandım.
Hakkın yüzünü
mihrabda gördüm
Nefsimden bir genci
öldürdüm, onu öldürdü.
Kurtuluş sebebi ve
sebeplerin en büyüğü
Kusurlu kılmak için
Gemimin levhasını deldim.
Onu gasp edecek
kraldan kurtardım
Kalbimden hicabının
duvarını keşfettim.
Kalan hazinesinden
altın boyundurukla
Yüksekteki yedi göğe
yükseldim.
Ta ki, yaklaştım ona
“kâb” gibi
Onun yanında şu şiir
okundu ben de dinliyordum:
Canilerin bile lezzet
aldığı sözümden al
Yıllanmış misk gibi
kokusunu kokla
Allah’ın zikrine
bağlı kal, zikrine ulaşasın
Onda kalpler ve
ağızlar güzelleşir.
Kardeşim akıl! Onun
takvasını süsün kıl
Ey arkadaşım! Kim
onun takvasını süsü kılar.
Fikirler onun
melekûtünde işlesin
Manâsının keşfinde
gark olarak.
Muhakkikin çıkarışı
gibi ayakkabılarını çıkar
Seyrinde iki
varlıktan da soyutlanmış olarak.
Fenâ olalım, hatta
senin Fenândan da Fenâ, zira o
Bekânın kendisidir,
işte o zaman onu görürsün.
Göründüğünde bil ki,
sen o değilsin
Hayır! Sen ondan
başka da değilsin.
Birleştikçe
eşittirler, ancak burada
Bir sır vardır,
kemerimiz onu kavramaktan dardır.
Ey dinleyen! İşaret
ettiklerim ancak
Kulakları
söylenenleri kavrayamayan tefekkür kalbidir.
hâlde hicab senin
hissinin hicabıdır, açılacaktır
Sana, ışıkları senden
kaybolan sırrın.
Allah, tanınanların
en yücesidir
O’nu göremeyenin
körlüğü apaçık olmuştur.
Basiret ve akıl
sahipleri O’nda O’nu görür
Bir lahza dahi
onlardan O’nun görüşü kaybolmaz.
O’ndan başkası yokken
O nasıl gaib olur
Fakat O’nun çok
şiddetli zuhûru O’nu gizlemiştir.
Şiir inşadında şu
söze varınca:
Göründüğünde bil ki,
sen o değilsin
Hayır! Sen ondan
başka da değilsin.
Birleştikçe eşittirler,
ancak burada
Bir sır vardır,
kemerimiz onu kavramaktan dardır.
Şeyh: Biz onu hiçbir
zaman açıklamaya güç yetiremeyeceğiz dedi. İbn Fers’e nisbet edilen şu kasideyi
ona okudum:
Allah Rabbimdir ondan
başkasını dilemem
Gerçek varlıkta
Allah’tan başkası var mıdır?
Zatımızın varlığı
Allah’ın zatına bağlıdır
olmasaydı ondan
gayrısı olur muydu?
Bizim onu onunla
gördüğümüzde şüphe yoktur
Nûr onun zatını izhar
eder ve sen onu görürüsün.
Sâlikler onun
yaptıklarının şahididirler
Sanki onların kalbi
onun mekânıdır.
Ey Hak kendisinde
hazırken gaib olan!
Onun dışında hiçbir
şey görmezken ondan gaib mi olursun.
Basiretle onun zatını
müşahede edemeyen
Körlüğünün hicabı onu
kuşatmıştır.
Onun dışındaki tüm
hâlleri görmeyen
Onu unutması
imkânsızdır.
Fikri melekûtta
seyreden
Seyrinin sevabı
cenneti başarmaktır.
Kulu için hicabı
delen yücedir
Bu kametinin yoludur,
böylece onu gördü.
Varlığı delillerle
dolduran, yücedir
Açığa vurdukları ile
gizledikleri parlasın diye
Yücedir eğer nûrları
parıldamasaydı
Ne zıtlar ne benzerler
tanınırdı.
Mevlâm, sen birsin,
Samet’sin
Müşahede ettiğimiz
melekût huzurunda.
Mevlâm, senin
ünsiyetin bana hiçbir vahşet bırakmadı
Mutlaka
karanlıklarını ışığı ile yok etti.
Mevlâm, kulun,
susamaktan korkmaz
Susamaktan korkar mı?
Hak onu kandırmışken.
Mevlâm, senden
başkasına sığınmam, çünkü
Sen sığınağı
olmadıkça, ulaşmak haramdır.
Sensin, bizi
varlığımıza tahsis kılan
Sensin, bize manâsını
tanıtan.
Bana emanet
ettiklerini ifşa etmem, zira
Hakkın sırrını
tatmamıştır ifşa eden.
Her kim bilirse, sen o
birsin ki
Akılları hayrete
düşürür, bu ona kâfi ve yeterdir.
Şeyh: Bu bir işarettir; amacın kendisi değildir dedi.
İbn Paşa’nın hattı ile gördüm, şöyle demiş: Efendim ve şeyhim Ebû’l-Abbâs
el-Mursî’ye yazdım. Onun bana selamları gelmişti ve şöyle demiş:
İmamdan bana selam
gelir, bu beni sevindirir
Ki, beni unutmayan
bir hatıradan geçmişim
Eğer sen bilirsen, Ya
Resulallah, o
Bâkîdir eski ahid
üzerine, o hâlde beni kutla.
Şeyhim Ebû’l-Abbâs,
vaktinin biridir
Zamanın hızırı,
ayânın kendisinin sahibidir.
Üzüntüm, senin
yanında kat ettiğim zamanadır
Rabbani batınla ki,
beni yetiştirdin.
Ben ancak bir
şaşkındım, beni çevirdin
Ve doğru yola beni
ulaştırdın
Bana hayat suyu
içirdin ve benim için oldun
Hızır gibi
içirdiğinde, kandım.
Eğer, güç
yetirseydim, ömrümü yanında kat ederdim
Ki, ölümden sonra
mutlu bir yaşamda yaşayayım.
Ey Mursî!
Mârifetlerin deniziYola çık
Mursî’ye yumuşak bir
rüzgârla.
O,
Nebiyyu’l-Mustafa’ya giden yoldur
Eğer bir gün iradeyi
önemsersen,
İsmi anıldıkça Allah
ona salâvat etmiş Değişik âlemlerden olan âleme.
Edip Fazıl Şerafeddin el-Busayri, onu bir kaside ile
methetti. O kasidenin bir bölümü şudur:
Muhabbet, nefsi feda
etmektir
Ey başım bir buse ile
nimetlen.
Sevgilinin sevgiliye
gözyaşını harcamasıdır
En sıcak kalıntılar
üzerine içini dürmesidir.
Doğrudur, deki: Kim
kıyamını gerçekleştirmezse
Kişi oturmakla ondan
faydalanmaz.
Allah benim
yakınlaşmamı ona olan övgümle kabul etti Korunmuş cenabına olan yönelişimi.
Ona gitmeyi
kastettim, sırrım beni aciz bıraktı Beni açığa vurdu aynası umudun.
Ne güzel gündür
Çarşamba gününün ziyareti ki Sana, o nezdimde bin Perşembe gibidir.
Bitkindir, suskundur,
saîd, saîd değildir Teslis ve tesdis mesabesindedir.
Yürü, Şâzelîsi ve
Mursîsine, yürümüş
Onlara başkanlık, bir
başkan için.
Şeyhlerini ona nisbet
etmedim
Ancak gelin gibi
onları ortaya çıkardım
Ben teşbihin başlangıcındaydım, o hâlimde bir kaside
yazdım, onun inşadını bitirince, Allah seni Ruhu’l-Kuddus ile desteklesin dedi.
O kaside şudur:
Obalar
arasında Selma göründü
Bize
etin altından dolunayı gösterdi
Kervanbaşı
şarkıyla develeri sürdü, görünce
Gecedeki
cem’ini sabah olarak toplanması.
Sabahın güneşi gibi
veya gecenin dolunayı
Nûru en kâmil ve en
tam yüz.
Dolunay onu görseydi
meylederek dönerdi
Utanırdı onun
yüzünden ve ihtişamından.
Veya güneş onu
görseydi doğmazdı kuşlukta
Sonra onların dostu
ve nedîmi oldu.
Onu terk etmekle
kalbim azab çekti
Önceden kıdemdeki
âşıkların azâbı gibi.
Bana dert ve üzüntü
elbisesini giydirdi
İnsanlar arasında
alâmet gibi oldum.
Daima yüz çevirmekte
ısrar etti
Gözyaşlarım
tamamlanmakta ısrar etti.
Gece uykusuz kaldım,
yıldızını gözlüyordum
Geçmiş vuslatı
hatırlıyordum.
Gözüm için bir uyku
her kastettiğimde
Kalbim bana, yavaş
ol, uyuma dedi.
Âşkı iddia ediyorsun,
tersini yapıyorsun
Âşıklar ancak uykusuz
ve hasta olur.
Üzüntü ve zillet ile
kapısına yapış
Bunlar sevgide
gerekli şartlardır.
Onun hizmetinde
taksir etme
Eteklerini kokla,
elemden korkma.
Çalış, belki yarın
kurtulursun
Tüm ümmetlerin
yaratıcısı Allah’ın azabından.
Deme bu öyle bir
zamandır ki
Onda sâlim kalan birinin
varlığı zordur.
Allah’ın velileri
tükenmemiştir
Hizbullah yenilen
değildir.
Hepsini birinde
gördük
Değer, vefa ve himmet
sahibi.
Ebû’l-Abbâs’ta, o
öyle toplanmış ki
İlimlerden ve
hikmetlerden ona vermişler.
Ebû’l-Abbâs’la
üzüntüler zail oldu
Halkın kalbinden,
kaçtı karanlıklar.
Onunla hidâyet güneşi
göründü
Onunla ilimlerin
incileri dizildi.
Hangi nûr ehli için
belirdi
Hangi ilim anlayan
için belirdi.
Yüce rab onu
faziletli eyledi
Nimetlerin
elbiselerini ona giydirdi.
Onunla yarışanlara
söyle
Geri durun, Allah
paylaşmıştır.
Bu iş kolay değildir ki
Cesetle ve himmetle ulaşasın.
Allah ile onun hükmünü tartıştılar
Genel nûr sahibini gizlemek istediler.
Kuşluk güneşini inkâr etmiş olurlar
Nûr ondan belirip zirveleşir.
Onlar cehâlet ve hevâ kardeşleridir
Onlar üzüntü ve pişmanlığın dostlarıdır.
Eskiden şeyhi onun hakkında demiş
Ki, o genel ilmin ve yerin kutbuydu.
Sen ancak bensin, bunu bil
Bu saklı bir durum değildir.
Şeyhin ondan konuşması, yaygındır
Araplarda olsun, Acemlerde olsun
Eğer açıklarsak, onun açıklaması uzar
Onun hakkındaki açıklama artar ve büyür.
Onlar onu inkâr edemediler
Onların bal ile zehiri birbirine kattığını görürsün.
Devam etsin öfkeleri ve kinleri
Hepsi üzüntü ölümüyle ölsünler
Düşmanlara rağmen izzette devam ettim
Kumru selem dalında yükseldikçe
“Hepsini birinde gördük” sözünden, “ilimler ve
hikmetlerden” sözüne vardığımızda Şeyh şöyle dedi: Vallahi Şeyh Ebû’l-Hasan
bana: Ey Ebû’l-Abbâs senin hakkındadır dedi. Şiirdeki inşad, “daha önce onun
hakkında şeyhi demişti” sözüne geldiğinde Şeyh şöyle dedi: Vallahi Şeyh
Ebû’l-Hasan dedi ki: Ey Ebû’l- Abbâs, ancak sen ben olasın, ben de sen olayım
diye senle arkadaşlık ediyorum. Ondan sonra birkaç sene durdu, sonra Şeyh
ovadan geldi, yanına gittiğimde oba ehlinden birinin onun hakkında yazdığı kasideyi
bana gösterdi. Bana dedi ki: Sen cevap ver. Gittim ancak o sustu. Hayret içinde
dedim ki: Şeyh bana emrediyor ve susuyor, vallahi bu benim doğru
olmayışımdandır. Bunu söyleyince, Allah bana söz kapısını açtı, öyle ki, bir
sel gibi fışkırıyordu, ta ki kasideyi söyledim. Ona okuyunca ondan hoşnut oldu,
hatta bir müddet durup tekrarlıyordu. Ona okuduğumda dedi ki: Bu fakih benimle
arkadaşlık etti, onun iki hastalığı vardı dedi, Allah onlardan ona afiyet
verdi. Yani başındaki ağrı ile temizlikteki vesvese. Oturup iki ilim hakkında
konuşması lazım. O da bu kasidedir:
Dur memlekette,
manası belirdi
Kime gidersin? Yoktur
ondan başka murad
Felahını dinlendir,
engebeye vardın
Uzun süre
hazırlandın, seyri devam etti
Uzun süre görevi kat
ettin ve yedin
Bileklerini kanla
boyamış hâlde
Sabah akşam seyirden
bıkmazsın
Ta ki, hastalandı ve
ayakları çatladı
Acı ona, ey şarkı ile
deveyi yürüten
Onu teşvik etme, şevk
onu teşvik etmiştir
Seyirden karşıaştığı
elem ona kâfidir
Ondaki vecd ona, o da
vecde yeterdir.
Âşıkın diyarına doğru
onu götürüyor
Arzusu onu sevgiliye
doğru sürüyor.
Temizlk vadisini
gördüğünde özledi ve inledi
Arzusuna ulaşmakla
onda müjdelendi
Onun sevincio
günlerin sevincidir ki, sabahlamıştı
Onda kuşluğunun
güneşi Ebû’l-Abbâs
Rahmet olarak
geldiğinde Ahmetle yok oldu
Halk arasında onunla
övündü
Onun gelişiyle
vakitler şereflendi
Günler onunla
süslendiler
Muhammed’in dinini
düzeltmeye koyuldu
Sıkıntıları ondan
giderip onu cilaladı.
Onunla
karşılaştığında derin bir imamla karşılaşırsın
Âlim, tevbekâr ve edası
sâdık olarak
Onunla tüm faziletler
kemâle erdi
Toplandı onda sonuna
kadar
Nice ölmüş sünnetleri
onun resmi diriltti
Nice düğümlenmiş
bidatlerin halkasını çözdü
Nice yolu günah
olanlar ona geldi
Arzusuyla nefsi onu
bağlamıştı
Ondakini giderip
darmadağın etti,
Güneşiyle ondaki
bulutların karanlığını
Hevâ ile ölmüş nice
kalpleri
İhya ettikten sonra
onunla ihya oldu
Kavmin ilmi onunla
ihya oldu öyle bir zamandaki,
Yardımcısı azdı,
karanlıkları dağıttı
İnsanlar için gavs
olarak geldi bundan önce
Haramlar işlenmiş,
sınırlar mübah kılınmıştı
Mârifet elbiselerinde
çalımla yürüdün
Şimşekleri acizliğin
elbiselerinden değildir
Nefslerimiz sana
bağlanana kadar devam etti
Onlardan cehâletini
ve körlüğünü giderdin
Bize galip gelip
hâkim olduktan sonra doğru yoldan sapmışken
Onu zelil kıldın ta
ki boyun eğerek geldi,
Daha önce serkeş
iken, şifası zorken
Bu yüzden sevgisi
hâlis oldu
Sevgisi konusunda ona
müjdeler olsun
Onun en yüce arzusu
oldun açık durumunda
Aynı şekilde gizli
hâlinde de
Siz hep ümmet-i
Ahmed’e yardımda bulunuyorsunuz
Sizinle onun hayrı ve
takvası kemale erer
Ta ezelden halk
içinde şaşkınlık vardı
Ta ki halkın kutbu
geldi onu hidâyete erdirdi
Şâzelî ile
karanlıklar dağıldı
Onun gelişiyle
ufuklar nurlandı
Takvanın hazinesi
hidâyetin ilmi cömertliğin denizi
Halkın kutbu, gavsı
ve sığınağı
Onunla konuştuğunda
biri Konuşanın çevresini kuşatır.
Onu dönmekten korur
ve dürer
O bir mağaradır, tüm
halk ona sığınır.
Darlığında ve
bolluğunda onu umarlar
Ta ki Allah onu vefat
ettirdi ve ey onu
Kuşatan ve içine alan
ölüm haberi
Onun içinde bulunduğu
hâlde ve makâmda yaratılması
Ondan irs ileydi, en
yükseğine yüceldi
Allah halk için
Ahmed’i daim eylesin.
Onları gözetsin diye
içlerinde kaim eylesin
Onun övüncüne
saldıranlar.
Göz kapakları,
içindeki çöple kapansın
Zahir oldukları hâlde
alâmetleri inkâr ederseniz.
Muhakkak ki onun
ışığı belirmiştir.
Onlar biliyorlar ki
o, halkın kutbudur.
Ancak nefslere
arzuları galip gelmiştir.
Görmüyormusun Nebi
Muhammed’in kavmini
Sefihlikten, inkâr
edip ısrar ettiler
Hâlbuki biliyorlardı
Nebi Muhammed.
Rasuldü, hidâyetle
gelmişti
Melik onların
öfkesini söndürsün ve devam etsin
Mevlasının razı
olacağı bir hâlde
Tüm iyi değerler sana
gelsin
En yüce rütbelere
ulaşasın
ONUNCU BÂB
Şeyh Ebu’l Hasan’ın Hizbi
Zikri, konuşmasından sonraki duâsı, ilimlerinden ve anlayışlarından
alanlar için düzenlediği hizbi, Şeyh Ebû’l-Hasan’ın duâsından bir bölüm ve iki
hizbi hakkındadır. Bunlarla bu bâb sonlanacaktır.
Şimdi, Efendimiz, Mevlâmız, Şeyh, İmam,
Ariflerin Kutbu, Muhtedîlerin Bayrağı, ŞihâbuddinEbû’l-AbbâsAhmed b. Ömer
el-Mursî’nin hizbini tesbit edeceğiz. Ancak bunun bir kısmı onun şeyhi, Şeyh
Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin sözlerindendir. Ondan sonra Şeyh Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin
hizbini zikredeceğiz.
Şeyh
Ebû’l-Hasan Şâzelî’nin Hizbi
[1]Nûr, 40.
[2]'Zariyat, 55.
[4]Rad, 19; Zümer,
9.
[5]Suyûtî, dureru’l-Muntesire,
s. 126; İbn Îrakî, Nezihu’ş-Şerîâ, 2/341; İbn Teymiye, Ehâdîsu’l-Kısas,
S. 29; el-Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2/191; Ali Kârî, Esrâru’l-Merfûâ,
s. 271, 272.
[6]Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ,
1/16; Suyûtî, ed-Durru’l-Mensur, 6/301.
[7]Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr,
12/301.
[8]Buhari, Sahih,
9/179; Sahih-i Müslim, İbn Ebî Şeybe, s. 326.
[9] Darekutnî, Sünen, 2/210.
[10] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/58; Zebîdî, İthafa
Sadeti ’l-Muttakîn, 2/71.
[11]Heysemî, mu’cemu’z-Zevaid,
3/126, 10/241; Suyûtî, cem’u’l-Cevamî, s. 4584; Taberânî, mu’cemu’l-
Kebîr, 10/192; İbn Kesîr, Tefsir, 7/439; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti
’l-Muttakîn, 7/140, 9/502; Ebû Naîm, Hulyetu’l-Evliyâ, 2/280, 6/274;
Suyûtî, Dureru’l-Muntesire, s. 521; Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/243.
[12]İbn Hanbel,
3/454,456, 6/399.
[13] Sahihu’l-Buharî, 8/35; Tirmizî, s. 2020;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/175,362,466, 3/484,
5/34,370,372,373;
Beyhâkî, 10/105; Hâkim, Müstedrek, 3/610;ibn Ebî Şeybe, Musannef,
8/245; Heysemî, Mevarîdu’z-Zaman, s. 1971, 1972; İbn Abdilber, Tedricu’t-Temhîd,
s. 403; Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid, 8/69,70, 10/209; İbn Hacer, Metalibu’l-Âliye,
s. 2585, 2586; el-Banî, Silsiletu’s- Sahîhe, s. 1327; Beğavî, Şerhu’s-Sunne,
13/159; Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, 2/293, 7/97; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 8/4,5,6, 620; Münzîrî, et-Terğîb
ve’t-Terhîb, 3/445,
446; Tebrîzî,
Mişkâtu’l-Mesâbîh, s. 5104;
Îrakî, el-Muğnî, 3/161, 162; İbn Sa’d, Tabâkâtu’l-Kübrâ, 7/38,39;
Buharî, Tarîhu’l-Kebîr, 5/267; İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, 10/519;
Zehebî, Tıbbu’n-Nebevî, s. 23; Ebî Nuâym, Hilyetu’l-Evliyâ,
6/234, 8/368; Bağdadî, Tarîhu Bağdad, 3/108, 14/425; Nevevî, el-Ezkar,
s. 365; Ebû Nuâym, Tarîhu İsbehan, 1/340.
[14] İbn. Mace, Sünen, s. 223; İbn Hacer, Telhîsu’l-Haber,
3/164; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 1/71,338,450; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal,
s. 28679; Kurtûbî Tefsiri, 4/41, 13/164; Îrakî, Hamlu’l-Esfar, 1/9;
Buharî, Tarîhu’l-Kebîr, 8/337; Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2/22,83;
Sehmî, Tarîhu Curcan, s. 336; İbn. Hacer, el-Kafî eş-Şafî fi Tahrici
Ehadisi’l-Keşşaf, s. 124; Suyûtî, Dureru’l-Muntesira, s. 114;
Aliyyu’l-Kârî, Esrâru’l-Merfûâ, 230/247.
[15]Buharî,
5/69; Beyhâkî, sünenu’l-Kübrâ, 8/197; Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 2/65;
Şevkanî, el-Fevaidu’l- Mecmua, s. 212.
[16] Hatib
el-Bağdadî, Sere fit Ashabi ’l-Hadis, s. 47.
[17]Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr,
11/375; Heysemî, Cem’u’z-Zevaid, /117; İbn sad, Tabâkâtu’l-Kübrâ, 3/1/8;
Zebîdî, İthafu’s-Sadati’l-Muttakîn, 6/300, 10/301; Suyûtî, Durru’l-Mensur,
2/245, 3/283; İbn Kesîr Tefsiri, 4/159; Buharî, Tarîhu’l-Kebîr,
8/335.
[18] Müttakî el-Hindî, Kenzu ’l-Ûmmal,
s. 30243.
[19] Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr,
6/248; Suyûtî, Durru’l-Mensur, 6/215; Müttakî eHindî, Kenzu’l- Ûmmal,
s. 34572; İbn Ebî Asım, es-Sunne, 1/134.
[20]İbn Hacer, Lisanu’l-
Mizan, 6/111.
[21]Zebîdî, İthafu’s-Sadeti
’l-Muttakîn, 8/477.
[22]Nefanî
arzular
[23]İbn. Hacer, Fethü’l-Bârî,
13/227; İbn Ebî Hatem er-Râzî, İlelu’l-Hadis, 2855.
[24]İbn. Ebî
Âsım, Kitabu’s-Sünne, 1/251.
[25]Tirmizî, Sünen,
2206; Münzîrî, Terğîb ve Terhîb, 4/250; Müttakî el-Hindî, Kenzu’l-Ûmmal,
43564; Suyûtî,Durru’l-Mensur, 6/137.
[26] Ebû Davud, Sünen, 1368; Nesaî, Sünen,
2/68.
[27] Sahihi Buharî, 8/122; Ahmet b.
Hanbel, Müsned, 2/514, 537; Beyhâkî, Sünenu’l-Kubra, 3/18.
[28]Beyhâkî, Sünenu’l-Kubra,
3/18, 19; İbn Mübarek, Zühd, 415; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, 5377,
5378, 5379; Şihab, Müsned, 1147-1148.
[29]Zebîdî, İthafu’s-Sadeti
’l-Müttakîn, 5/161; İbn Mace, Sünen, 2/27.
[31] Zebîdî, İthafu ’s-Sadati
’l-Muttakîn, 7/234.
[32] Nesai, Sünenu’l-Muctebâ, 6/3;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/264, 268, 314, 396, 412, 455, 501; Heysemî,Mecmeû’z-Zevaid,
1/260, 8/258; Humeydî,Müsned, 5/945.
[33] İbn Hubeyb, Müsnedu’r-Rebî, 1/19;
Zebîdî, İthafa ’s-Sadati ’l-Muttakîn, 5/245; İbn Âsakir, Tehzibu
Tarihi Dımışk, 7/208.
[34] İbn Ebî Şeybe, el-imam, 115; Âclûnî, Keşfu
’l-Hafâ, 2/208.
84
Münzîrî, et-Terğîb ve
’t-Terhîb, 3/162; Suyûtî, Durru’l-Mensur, 1/269; İbn Hacer, Fethü’l-Bârî
11/108.
[36] Tirmizî, Sünen, 3127; Ebû
Hanife, Müsned, 1/179; Ebû Naîm, Hülyetu’l-Evliyâ, 4/94, 6/118;
Taberânî, Mucemu’l-Kebîr, 8/121. Beğavî, es-Sunne, 14/31. İbn
Kesîr Tefsiri, 1/479, 4/461. Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn,
6/544, 7/259; İbn Hacer, Fethü’l-Bârî 12/388; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, 30730;
İBn Hacer, Lİsanu’l-Mizan 5/1154; İsa Hâlebî, Mizanu’l-İtidal,
8098; Âclûnî, Keşfu ’l-Hafâ, 1/42, Suyûtî, Durru’l-Mensur, 3/103;
Ukayli, ed-Duafa, 4/129.
[37] Nevevî, el-Ezkar, 13/44, 45, 47; Ahmed
b. Hanbel, Müsned, 5/156; Taberânî, Mucemu’l-Kebîr, 19/421;
Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid, 10/98; Beğavî, Şerhu’s-Sunne, 5/68; İbn
Cevzi, el-İlelu’l- Mütenahiye, 2/349; Ukayli, ez-Zuâfa, 2/200.
[38] Müslüm, Sahihu
Müslüm; İsa el-Harabi, El Ezkaru’n-Nevevîye, s. 41;Ebû Davud, Sünen,
s. 1515; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/211, 260; Beyhâkî, Sünenül Kübrâ,
7/92; Taberânî, Mucemu’l-Kebîr, 1/28; Tebrîzî, Mişkâtu’l-Mesâbîh,
s. 2324; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 5/57, 8/299, 517, 9/59,
628; Buharî, Tarîhu’l-Kebîr, 2/43; Beğavî, Şerhu’s-Sunne, 6/180,
Suyûtî, Durru’l-Mensur, 6/63, İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, 11/101,
Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s. 207.
[39]İskenderiyye’nin
diğer adı, sahil kenti ve düşman karşı korumasız (kale) olduğu için el-Sağr adı
verilmiştir.
[40] Beyhakî, Sünenu’l-Kübrâ,
4/96, 6/93, 7/7; Darekutnî, Sünen, 2/136, 5/4, 55; Zeylaî, Nasbu’r-Raye,
2/398; Zebîdî, İthaf. Usadeti ’l-Muttakîn, 7/353, 10/95; Beğavî, Şerhu’s-Sunne,
3/114
[41]Zebîdî, İthafa
Sadeti’l-Muttakîn, 9/554; İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 11/58,
12/13; el-Müttakî, el-Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s. 44102; Hatib el-Bağdadî,
4/277, 11/94; Ebî Nuâym, Hilyetu’l-Evliyâ, 4/121; Ali el-Kârî, Esrâru’l-Merfûâ,
s. 170, Suyûtî, ed-Dureru’l-Muntesire, s. 67; el-Fitenî, Tezkiret’l-Mevzuat,
s. 68; Şevkanî, Fevaidu’l-Mecmua, s. 82; Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ,
1/395, İbn Ebî Hatim, İlelü’l-Hadis, s. 2523; el-Banî, Silsiletu’z-Zaife,
s. 600; İbn Adî, el-Kamil Fi ’z-Zuafa, 2/701.
[42] Basur
hastalığı; oturmayı, insanlar arasında bulunmayı güçleştirdiği, şeyhi de bir
mürşid olarak insanlarla oturmak, aralarında bulunmak ve onları eğitmek için de
başlarında olması gerektiği için özellikle bu hastalığının adı geçmiştir. Zaten
bunu anlatıyor: anlaşılmasın diye insanlarla oturmaya devam ediyordu. Yoksa
burada özellikle bu hastalığın adını zikretmenin bir anlamı olmazdı ve ayıp
karşılanırdı.
[43] Müellif,
teşbih ve belagat üslubunu çok güzel kullanan bir âlim olduğunu burada da
göstermiştir.Ancak yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için kısa bir açıklama
yapmak yerinde olur diye düşündük. Mutasavvufların, içki ile aşk şarabını
kasdettikleri aşk şarabına kısaca “Hamr” içki dedikleri bu manadaki şiirlerin
kelimelerine dokunmadan uyarlama yaptıkları bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla
burada da aşk şarabının insanı “sarhoş” edeceğini şiirsel, edebi bir üslubla
anlatmaya çalışmıştır. İçki, günah, cennet ve cehennem kavramlarını burada
mecazi anlamlarıyla ele almak gerekir. Yoksa aşağıda da açıkladığı gibi, itiraz
eden kişiye; biri bir cümle söyler doğru anlaşılmazsa bu sefer duyulan cümleye
yanlış anlamlar yüklenir. Kaldı ki burada söylenen cümle değil şiirdir, şairin
şiirini değiştirerek istişhad olmayacağı açıktır
[44]Sahihu’l-Buharî, 1/168,
2/138, 8/126; Sahih-i Müslim, 3/91; Tirmizî, s. 2391; el-Mücteba fi
Süneni ’n-Nesaî, 8/222; Ahmed b. Hanbel, Müsned,2/439; İbn
Abdilber, Tedricu’t-Temhid, 2/280;Beğavî, Şerhu’s-Sunne,
2/354;Münzîrî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1/217;İbn Hacer, Fethü’l-Bârî,
2/143;Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 4/112, 5/7, 6/175,
9/214;Tebrîzî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, s. 701;Bağdadî, Tarîhu Bağdad,
12/239.
[45] Müslim, Sahih-i Müslim, 1/1; Tirmizî, s.
3517; Ahmed b. Hanbel, Müsned,2/342, 343;Daremî, Sünen, 1/167;
Beyhakî, Sünenu’l-Kübrâ, 1/42; Heysemî, Mevarîdu’z-Zem’an, 261,
2336, 2554; Suyutî, Durru’l-Mensur, 1/12; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti
’l-Muttakîn, 2/304, 5/15.
[46] Beyhakî, Mecmeû’z-Zevaid,
10/308; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti ’l-Muttakîn, 10/277.
[47] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/359.
[48] Taberanî, Mu’cemu’l-Kebîr, 3/302;
İbn Ebî Şeybe, Musannef, 11/43; Zebîdî, İthaftı ’s-Sadeti’l-
Muttakîn, 9/327; Suyutî, Durru’l-Mensur, 3/552; Hindî, Kenzu’l-Ümmal,
36989, 36991; İbn Kesîr Tefsiri, 3/553; İbn Ebî Şeybe, İman, 115;
ibnu’l-Kayseranî, Tezkiretu ’l-Mevzuat, 604.
[49] İbn Ebî Şeybe, İman, 115; Aclunî, Keşfu’l-Hafâ,
2/208.
"Zebîâi,İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 2/238;
Suyutî, Durru’l-Mensur, 3/163; İbn Ebî Şeybe, İman, 114, 115;
Şecerî, Emalî, 1/32; İbn Kesîr Tefsiri, 3/553; Îrakî, el-Muğnî
ân hamli’l-Esfar, 4/215, ebû Nuâym, Hilyetu’l-Evliyâ, 1/242.
[51] İbn Ebî
Şeybe, Musannef, 11/43;Zebîdî,İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn,
9/327;Hindî, Kenzu’l-ûmmal, 36990;İbn Ebî Şeybe, İman, 115.
[52] Müslüm, İbn
Şeybe, İman, 10/52; İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, 1/228; El-Banî, Silsiletu’s-Sahîhe,
3/298.
[53]Müslüm, Salat,
7/13; Ahmet b. Hanbel, Müsned, 1/181.
[54]Âclunî, Keşfu’l-Hafâ,
1/393; Suyûtî, Durer, s.85.
[55]Kurtubî
Tefsiri, 19/220.
[56] Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid, 10/246; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn,
8/82; Taberanî,
Mu’cemu’l-Kebîr, 19/350;
Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s.6075; Beğavî, Şehu’s-Sünne, 8/12;
Munzirî, et- Terğîb ve ’t-Terhîb, 4/162; Buharı, Tarîhu’l-Kebîr,
5/45; Ebû Nuâym, Hilyetu’l-Evliyâ, 2/64; Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ,
1/492.
[57]Hâkim, Müstedrek,
4/311; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s.302; Suyûtî, Cem’u’l-Cevamî’, s.5992;
Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn, 1/425; Tebrizî,Mişkâtu’l-Mesâbîh,
s.5228.
[58] Zebîdî, İthafu
’s-Sadeti ’l-Muttakîn, 9/284: Ebû Nuâym, Hilyetu’l-Evliyâ, 1/226.
[59]Hâkim.A/üs/edrek.
2/604; Hamzavî, Menahilu’s-Safa, 10/308; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn,
7/572; Hindî, Kenzu’lûmmal, s.32040, 33682; Hattabî, İslahu Hatai
’l-Muhaddisin, s. 29.
[60] Müslim, Sahihu
Müslim, Zühd ve Mukaddime, 1; Tirmizî, s. 2324; İbn. Mace, Sünen, s.
4113; İbn Hanbel, 2/197; Hâkim, Müstedrek, 3/604, 4/315; Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid, 10/288, 289;
Taberânî, Mucmu’l-Kebîr,
6/289; Beğavî, Şerhu’s-Sunne, 14/296, 297; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-
Muttakîn, 7/412; Münzîrî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 3/238; Tebrîzî, Mişkâtu’l-Mesâbîh,
s. 5158; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s. 6081, 6082, 29261; Îrakî, el-Muğnî,
3/197, Ebû Nuâym, Hilyetu’l-Evliyâ, 6/234, 8/177; 4/127; İbn Hacer, Metalibu’l-Âliye,
s. 3171; Bağdadî, Tarîhu Bağdad, 6/401, 12/432; Suyûtî, Dureru’l-Muntesira,
s. 83; Aliyyu’l-Kârî, Esrâru’l-Merfûâ, s. 366; İbn Ebî Hatem er-Razî, Îlelu’l-
Hadis, s. 1917.
[61]Şihab, Müsned,
s. 1160, 1161; İbn Kesîr Tefsiri, 5/381; Beğavî, Şerhu’s-Sunne,
12/213; Tebrîzî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, s. 800; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn,
7/162; İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n- Nihaye, 6/299; Suyutî,Durrul-Mensur, 4/342; Beyhakî, Delailu’n-Nübûvve,
1/158; İbn Sa’d,
Tabâkâtu’l-Kübrâ, 1/128; İsa
el-Hâlebî,Mizanu’l-İ’tidal, s.7211; İbn Hacer, Lisanu’l-Mizan,
5/233; İbn Adiy, el-Kâmil fı ’z-Zuâfa, 4/1546.
[62]Ahmed b.
Hanbel, Müsned, 1/137; Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid, 3/41, 125, 10/240,
241; Taberanî, Mu’cemu’l-Kebîr, 8/148; Heysemî, Mevarîdu’z-Zem’an,
s. 2481; Abdurrezzak, Musannef, s. 1649; İbn Şeybe, Musannef,
3/372; Suyûtî, Durru’l-Mensûr, 2/57; Zebîdî, İthafu’s-Sadeti’l-Muttakîn,
9/905; Şuceyrî, Emalî, 2/205, 213; İbn Âskir, Tehzibu Tarihi
Dımaşk, 4/271.
[63]Tirmizî, Sünen,
s. 1209; Daremi, Sünen, 2/247; Suyûtî, Durru’l-Mensur, 2/144;
Hindî, Kenzu’l- Ûmmal, s. 9217; Tebrîzî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, s.
2796,2797; Münzîrî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 2/585; Beğavî, Şerhu’s-Sunne,
8/4; Kurtûbî Tefsiri, 5/156; Heysemî, el-Fetava, s. 44;
Darekutni, Sünen, 3/7; İbn Ebî Hatem er-Razi, İlelul-Hadis, s.
1156.
[64]Bu söz hadis değil hz.İbnMüseyyib’ in Sahabenin bana yaptığı bir tavsiyedir.” Sözünden sahabe sözü olduğunu anlıyoruz.
[65]el-Muttaki el-Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, Hadis No. 29263.
[66] Müslim,
s.232; İbnMace, Sünen, s.3986,3988; Tahavî, Müşkilu’l-Âsar,
1/298; Şihab, Müsned, s.1054; Hatib el-Bağdadî, TarîhuBağdad,
3/272, 11/307, 12/257; KurtûbîTefsiri, 4/172, 8/1181; Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid, 7/278; Sehmî, TarîhuCürcan, s.217; İbnÂsakir, Tehzibu
Tarihi
Dımaşk, 1/39;
EbûAvane, Müsned, 1/102; Tebrizî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, s.159;
Hindî, Kenzu’l- Ûmmal, s.1201; İbn Hacer, Fethü’l-Barî, 7/7;
Suyûtî, Dureru’l-Muntesire, s.57.
[67]Sahihî
Müslim, s.1383,1384; Ahmet b. Hanbel, Müsned, 1/32; Zebîdî, İthfSadeti’l-Muttakîn,
9/228; Kurtubî Tefsiri, 16/263; Îrakî, el-Muğnî, 4/168; İbn
Hacer, Fethü’l-Barî, 8/1289; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s.2990, 29939,
30012; Âliyyu’l-Karî, el-Esrâru’l-Merfuâ, s.444.
[68]Mekr kelime olarak tuzak demektir. Bu sözlük anlamıdır fakat burada azabmansınadır. Şu ayette olduğu gibi “Allah'ın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın (böyle) mühlet vermesinden emin olamaz.” A’raf/ 99.
[69]Âclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/354.
[70] Sahihi Buharı,
2/63, 6/169,7/124; Müslüm, Sifatu'l-Munafikin, 79, 80,81; Tirmizî, Sünen,
s. 412; İbnMace, Sünen, s. 1419, 1420; Ahmet b. Hanbel, Müsned,
4/251, 255, 6/115; Beyhâkî, Sünen, 2/497, 3/16, 7/39; Taberânî, Mucemu's-Sağir, 1/71, 118; Heysemî, Mecmeû'z-Zevaid, 2/271;
Münzîrî, et-Terğîbve't-Terhîb, 1/26, 2/373; Beğavî, Şerhu's-Sunne,
4/174, 7/387, İbn Hacer,
Fethü’l-Bârî, 8/584,
9/105, Tebrîzî, Mişkâtu'l-Mesâbîh, s. 1220; Hâlebî, Mizanu'l-İ'tidal,
s. 4731; İbnHayyan, El-Mecruhin, 1/161, 2/31; Kadı İyaz, Eş-Şifa,
1/465, 2/251, 391, 9/47, 59; İbn Mübarek, Zühd, 36; Tirmizî, Şemail,
140; Suyûtî, Durru'l-Mensur, 2/111, 6/70; Hindî, Kenzu'l-Ûmmal,
s. 18580, 18581; İbnAbdilber, Temhid, 6/224; İbnEbîŞeybe, Musannef,
13/232.
[71]Hâlebî,Mizanu'l-İtidal, s. 4493; İbn Es-Sinni,Âmelu'l-Yevmve’l-Leyl, s. 39; Heysemî, Mevarîdu'z- Zem 'an, s. 2361; Suyûtî, Durru'l-Mensur, 1/154.
[72]Beyhâkî, Delailu’n-Nubuvve, 1/417.
[73]Heysemî, Mecmeû’z-Zevaid, 1/42; Dûlabî, el-Kinave ’l-Esmâ, 1/46.
[74] Davud, Sünen,
s. 4941; Tirmizî, Sünen, s. 1924; Ahmed b. Hanbel, Müsned, /160;
Beyhakî, Sünen, 2/160; Hâkim, Müstedrek, 9/41; Munzirî, et-Terğîbve’t-Terhîb,
3/202; Tebrizî, Mişkâtu’l-Mesâbîh, s.4969; Suyutî, Durru’l-Mensur,
6/65; Fethü’l-Barî, 13/359; İbnEbŞeybe, Musannef, 8/338; Buharî, Tarîhu’l-Kebîr,
9/64; Hatib el-Bağdadî, TarîhuBağdad, 3/260, 438; Âclunî, Keşfu’l-Hafâ,
1/525; Hindî, Kenzu’l-Ûmmal, s. 5969.
[75]Hani biz
meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde
ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu. Bakara
süresi 34. ayettinde haber verildiği gibi meleklerin Ademe secde edişine
müttali olduğumu söylüyor... Elbette Bundan sonra Hz. Adem ve nesli, aslı
cinlerden olup, sonra şeytanların başı olan İblis ve nesline uyup uymamakta
sınanacaklardır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar