Print Friendly and PDF

BÂTINÎLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI VE BÂTINÎ GRUPLARI

 


Hazırlayan:
 Seher KAYAALP KÖKSOY


İslâm Tarihinde İlk Bölünmenin Ortaya Çıkışı

İslâm tarihinde Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem), kendisinden sonra Müslümanların başına kimin geçeceğine dair bir vasiyet bırakmamıştır. Bu durum çeşitli münakaşalara yol açmışise de sonrasında ise Hz. Ebûbekir için bir mutabakata varılmış,[1] böylece“halifelik” makamının temelleri atılmıştı. Fakat halifeliğin ilk günlerinden itibaren insanlar arasında bir grub, halifelik makamının Hz. Muhammed’in hem yeğeni ve hem de damadı olan Hz.Ali’nin hakkı olduğunu savunmuştu. Bu görüş, zamanla “Ali yanlısı” anlamında Şia ismini almıştır.[2]

İslâm toplumu içinde muhalif görüşlerin net bir şekilde ortaya çıkışı, üçüncü halife Hz. Osman dönemindedir. Tarihçilerin genel eğilimine göre, Hz.Osman’ın kendi sülâlesini kayıran bir siyaset izlemesi, ilk muhalif seslerin bu dönemde yankı bulmasına zemin hazırlamıştır. Dört Halife Dönemi’nin ardından başa geçen Emevîlerin benzer bir siyaset güderek Arapları kayırması, muhalif görüşlerin zamanla daha etkin rol oynamalarına neden olmuştur.[3]

Şiî düşüncesinin temel dayanağı olan halifeliğin Hz. Ali soyundan gelenlerin hakkı olduğu iddiası, çeşitli gruplar tarafından siyasi ve sosyal hoşnutsuzluklara karşı bir kılıf oluşturmuştur. Şiîlik esas itibariyle Sünnî doktrini benimseyen devlete ve yerleşik düzene karşı gelen dini bir terim haline dönüştürülmüştü. Oysa işin esasında İslâmî görünen fakat farklı kültürel, dinî ve siyasî unsurların İslami kisveye bürünmüş yeni fikirler vardı. Bilhassa fethedilen topraklardaki insanların İslâmiyeti kabul etmesiyle birlikte bu yeni fikirler İslâm toplumunda yayılma alanı bulmuştur. Bu açıdan bakıldığında Şiîlik düşüncesinin Bâtınî yorumunun şekillenmesinde Hristiyan-Gnostik, Budizm, Maniheizm gibi dini inançların etkisi büyük olduğu görülür.[4]

Gelişen siyasi olaylar neticesinde Şiîler de zamanla kendi aralarında çeşitligruplara ayrılmışlardır. Bir yandan Şiî -Emevî çatışmaları devam ederken öte yandanAbbasîler de Horasan bölgesinde faaliyetlerine başlamışlardı. Bunun sonucunda Abbasiler, 132/750’de Büyük Zap Irmağı kıyısında Emevîlerle yapılan savaşta galip gelerek kendi hanedanlıklarını kurmuşlar ve bu suretle Abbasî Halifeliği dönemi başlamıştır. Abbasîler, Emevîler dönemine nazaran İslâm’ın yayılmasına hız kazandırmış görünüyorlardı.[5]

Abbasilerin başa geçmesiyle birlikte, onlara iktidar olmayı sağlayan en etkili toplumsal gruplardan mevâliler ayrı bir toplumsal sınıf olmaktan çıkarak Araplarla eşit hale gelmiştir. Bu durum Şiîliğin toplum içinde kendilerine bir yer bulamayan kitlelerin amaçlarına hizmet eden muhalif bir fırka haline gelmesine yol açmıştır. Yeni bir sosyo-ekonomik çevrenin oluşmasının ardından zengin sınıflar, topraksız çiftçi ve göçebe kırsaldan keskin çizgilerle ayrılmıştır.

Bu suretle Müslüman toplumda örtük bir ayrışma yaşandı ve kentin sıradan halkı, kırsalın dışlanmış göçebe veya köylüleri Abbasi yönetimine karşı her türlü harekete yatkınlık gösterdi. Bazı görüşlere göre ilk Şiîler, başlangıçta siyasi otoriteye karşı olan muhalifler tarafından temsil edilmekteydi. Fakat bir süre sonra Şiîliğin İsmailîlik ve Oniki İmamcılık şeklinde bölünmesi sonucunda muhalifler, pasif ve Sünnî otoriteye karşı hoşgörülü Onikiİmamcılığınaksine siyasi alanda aktif rol oynayan İsmailîlikte karar kıldılar.[6]

Bunun gibi, Oniki İmamcılık, Abbasi rejimine karşı olmalarına rağmen, adaletin tecelli etmesini Oniki gâip imama bağladıkları için siyasi anlayış olarak barışçıl davranmayı benimsemiştir. Bu tutumun aksine İsmailîler, bir Mesih inancına yönelerek, birtakım akide değişikliği ve ardından siyasi hareketlilik ortamına girmişlerdir. [7]

İlk Bâtınîler ve Bâtınîlerde İlk Bölünme

Tespitlere göre İslâm tarihinde Bâtınî olan ilk kişiler, Meymun b. Deysan ile Abdullah b. Meymun al-Kaddah’tır. Bunlar aslen İranlı olup Bâtınîlik hareketinin ilk müessisi sayılmaktadırlar. Meymun b. Deysan ve Abdullah b. Meymun al-Kaddah, görünüşe göre H.II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren faaliyet göstermişlerdir. Bu ilk Bâtınîler, İslâm fetihlerinin yayılması sırasında Müslümanların İran’ı zapt etmelerini kabullenememiş, buna itiraz ederek karşıt bir hâkimiyet kurma mücadelesine girişmişlerdi. Eski İran medeniyet ve hâkimiyetinin yeniden canlandırma çabasını sürdüren bu ilk Bâtınîler, İslâm devletinin gücüne karşı kılıç ve kuvvetle hedeflerine ulaşamayacaklarını bildikleri için gizli bir cemiyet kurmuş ve bu cemiyet, daha sonra Bâtınîye olarak isimlendirilmiştir. Hareketin benimsenmesi için kendi bağlılıklarını gizli tutan Bâtıniye’nin kurucuları, halkın Hz. Muhammed'in torunlarının bazı haksızlıklara uğradıklarını bilmelerine rağmen bu haksızlıklar karşısında Ehl-i Beyt'e duyduğu saygı ve merhameti göz önünde bulundurmuşlardı.

Dolayısıyla Meymun b.Deysan ve oğlu Abdullah başlangıçta kendilerinin Hz. Ali'nin kardeşi Ukeyl’in soyundan oldukları iddiasını ortaya attılar. Daha sonra daMuhammed b. İsmail b. Cafer es-Sâdık’ın soyundan geldiklerini öne sürdüler ve kendilerine inanan çoğu kimseyi aldatarak ve faaliyetlerini gizlice yürüterek durumlarını kuvvetlendirdiler.[8]

Ancak yaşanan süreçte Bâtınîler arasında bölünmeler olmuştur. Nitekim gelişmelerle birlikte Bâtınîler iki kola ayrılmıştır. Bu ayrılmanın temelinde “imamlık” sırası gelmektedir. Sonradan Ismailiye olarak isimlendirilecek kol Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Ali Zeyn el-Abidin, Hz. Muhammed Bakır v eHz. Cafer es-Sâdık’tan sonra yedinci imam olarak Cafer'in oğlu İsmail’i kabul etmişlerdir. Bâtınîlerin aynı zamanda Ismailîye olarak anılmasının sebebi de budur. Cafer es-Sâdık hayattayken oğlu İsmail ölmüş, bundan dolayı da bir kısım Bâtınîler, Cafer es-Sâdık'ın eski vasiyetinden cayarak torunu Muhammed b. İsmail’i imam tayin ettiğini ileri sürmüşlerdir. Bu iddiayı savunan Bâtınî çevreler, yedinci imam olarak İsmail yerine onun oğlu Muhammed’i tanımışlardır. Bunlar ise “Hazan Mibarekiyye” [9] olarak anılmaktadırlar. Ancak bir süre sonra bunlar da ikiye ayrılmışlardır:

1.Grup: Bunlar, Muhammed b. İsmail’in ölmediğini kabul ederler.Bu grubun savunucuları, Muhammed b. İsmail’in saklandığına, yeni bir şeriatla geri döneceğine ve adaleti tesis edeceğine inananlardır.

2. Grup ise, Muhammed b. İsmail'in öldüğünü kabul edip dünyanın onun neslinden türeyen gizli ya da açık imamlar tarafından sürdürüleceğini ileri süren 130 gruptur.[10]

İsmâiliye hareketinin imamları, Cafer es-Sâdık’ın ölümünden hemen sonra Ubeydullah el-Mehdî”nin Kuzey Afrika’da ortaya çıkışına dek (296/908) mahremiyeti devam ettirmişlerdir. Bu setr dönemi olarak adlandırılmaktadır. Mezhepe tabi olanlar bu dönemde Muhammed el-Mektûm’dan sonra Abdullah el- Vefî, Ahmed b. Abdullah et-Takî ve Hüseyin b. Ahmed er-Radî’nin imam olduğunu ve görevin kesintisiz bir şekilde sürdürüleceğini öne sürmüşlerdir. Fakat bu imamların tarihî kişilikler mi yoksa hareketin kurucuları tarafından uydurulmuş hayalî şahsiyetler mi olduğu konusu netlik kazanmamıştır. Zira bu devirde dâîler aracılığıyla yürütülen hareket pek çok karanlık aşamalar geçirmiş olup kendi içinde birçok meçhuller barındırmaktadır. Bunun yanı sıra uzun bir sürece yayılan bu gizlenme dönemi, Fatımî halifelerinin soy bağının (neseplerinin) Hz. Muhammed’e ulaşıp ulaşmadığı hususunda birtakım kuşkuların oluşmasına yol açmıştır. Altıncı imam Cafer es-Sâdık’ın [11] oğullarından en büyüğü İsmâil’in imam olması gerekirken, diğer oğlu Mûsâ el-Kâzım’ın bu göreve tayin edilmesi hususunda birtakım gerekçeler ortaya atılmıştır. Bu gerekçeler arasında İsmâil’in babasından üç yıl önce öldüğü rivayeti önemli bir yer tutmaktadır. Diğer bir rivayette ise İsmâil’in, içkiye ve kadınlara olan düşkünlüğünün yanı sıra Cafer es-Sâdık’ın kendisiyle ilgisini kestiği ve lânetlediği Ebü’l-Hattâb el-Esedî ile dostluk kurması sebebiyle imâmetten mahrum bırakıldığı da belirtilmektedir. Diğer bir rivayete göre de İsmâil’in, Ca‘fer es-Sâdık’ın vefatından (148/765) beş yıl kadar sonra sağ olarak Basra çarşısında görüldüğü belirtilmiştir. İsmâil’in imâmetini iddia edenler arasında onun ölüp ölmediği konusu ihtilâflıdır. Aslında ölmediğini, takiye icabı ölmüş gibi göründüğünü ortaya atan sayıca az bir topluluğa karşı, onun babasından önce öldüğünü, kendisi için sabit olan imâmet görevinin çocuklarına intikal ettiğini ifade eden ve İsmâil’in kölesi Mübarek’e nisbetle “Mübârekiyye” olarak anılan grup çoğunluğu teşkil etmektedir. Asıl İsmâiliye’yi temsil eden bu camiaya göre İsmâil b. Cafer adına tesis edilen bu fırka, sonrasında oğlu Muhammed b. İsmâil el-Mektûm ile devam ettirilmiştir. Muhammed b. İsmâil, Abbâsî Halifesi Hârûnürreşîd döneminde düşmanlarından korunmak amacıyla Medine’den uzaklaşarak Rey (veya Deylem)’e doğru yola çıkmış, ardından Nîşâbur’a yerleşmiştir.[12]^"

Esasen sadece Bâtınî gruplarda değil, Müslüman toplumun genelinde temelde benimsenen mezheplerde olmak üzere farklılaşmalar olmuş ve tarihi süreç içerisindebu mezheplersiyasi, itikadî ve fıkhî olmak üzere gruplara ve çeşitli kollara ayrılmıştır. Siyasî mezhepler Şiîlik, Haricilik ve Ehl-i Sünnet olmak üzere üç gruptabelirtilebilir. Mezheplerin ortaya çıkışını inceleyen 11. yüzyıl müellifi Şehristanî, bu siyasi mezheplerden biri olan Şiîliğin pek çok kolları olduğunu savunur ve onları şu şekilde sıralar: “İsmailîye, Harisiye, İsnâaşeriye, Eftahiye, Sebeiye (Abdullah İbn-i Sebe’ye tabi olanlar), Hattabbiye, Keysaniye (Keysanlı Muhtar-üs sekafi’ye tabi olanlar), Bakıriye, Keyyaliye, Elbaiye, Muhtariye, Carudiye, Mansûriye, Hâşimiye, Beyâniye, Rezzâmiye, Zeydiye (Hazreti Ali’nin torunu Zeyd’e tabi olanlar), İsahâkiye, Süleymaniye, Sâlihiye, Nusayriye, İmâmiye (Hz. Ali’nin halifeliğinin Hz. Muhammed tarafından tayin edildiğine inananlar), Ca’feriye, Navusiye, Yunusiye, Kâmiliye, Şemitiye, Mufaddaliye, Galiye, Mugiriye ve Hişâmiyye”. [13]

Bunlardan İmâmiye kolu “İsnâaşeriye” ve “İsmâiliye” olmak üzere iki bölüme ayrılmıştır. İsnâaşeriye, Oniki imama tabi olanlardır. Bu kola göre imâmet, Hz. Hüseyin’den sonra Zeynelâbidin, Muhammed el-Bâkır, Cafer es-Sâdık, Musa Kâzım, Ali Rıza, Muhammed Cevat, Ali Hâdi, Hasan Askerî ve onun oğlu on ikinci İmam Muhammed’e geçmiştir.[14]

İsmâiliye ise Cafer es-Sâdık’ın oğlu İsmail’e inananlar ve ona tâbi olanlara verilen isimdir. Bu misyonla zemini oluşturulan Bâtınîlik hareketi, zamana ve zemine göre bu tür lâkaplarla anılmıştır. Aralarında bazı farklılıklar bulunmasının yanı sıra tamamının gayesi bir ve yöntemleri gizlidir. Hepsi de Sünnî inanca sahip Müslümanlara karşı olarak doğmuş fırkalardır.[15]

Bâtınîler ve Doktrinleri

İsmailîlik, Fatımiler devrinden itibaren etkisini giderek arttırdıysa da esasen temelleri çok daha önce atılmıştır. İnsanları kendi inançlarına yaklaştırmak için birtakım yöntemler geliştiren İsmailîler, böylelikle propagandalarını geniş kitleler üzerinde yaymayı amaçlamışlardır. Bu yöntem sayesinde kısmen başarılı olan İsmailîler, oldukça geniş coğrafî bölgelere yayılabilmişlerdir. İsmailîlerin başarısında en önemli propaganda unsurlarını dâî denilen propagandistler yapardı. Dâîlerin yöntemleri ve davet dereceleri farklı olduğu için öğretinin dayandığı unsurlar analiz edilmelidir. Bu çerçevede dâîler, şu 10 ilkeyi tatbik ederek hedeflerine ulaşmaya çalışırlardı:

Te’vil: Kur’an’daki her bir ayetin bir tefsiri olduğu görüşü savunulmaktadır. Bundan hareketle Bâtınîlerde yorumun sınırlarının ve ölçüsünün olmaması, “Peygamberin, ayetlerin zâhirini yani yalnızca görünür mânâlarını ifade ettiği; imâmların ise bu ayetlerin gerçek mânâlarına vâkıf oldukları” inancı yaygın bir anlayıştır. Bu bakımdan değerlendirildiğinde Bâtınîlik hareketine göre Kur’an’ın gerçek mânâsını bilen, ondaki bâtınî anlamlara vâkıf olan imâmdır.[16]

Rızk ve Teferrüs: Bâtınîliğe davet eden dâînin zeki, anlayışlı ileri görüşlü olması, davete icabet edenler arasında samimi olanı olmayandan, güvenilir olanı olmayandan ayırd etmesi gereklidir. Zahirî olanları Bâtınî mânâlara çevirmede atik ve çabuk kavramalıdır. Herkesi aynı metodla davet etmemesi, birtakım iknâ usulleriyle hareket etmesi gerektiği söylenmiştir.[17]

Te’nis: Bu kavram teferrüs yöntemiyle benzerlik gösterir. Bu aşamada daî, davet ettiği kişinin inancına uygun olarak onda merak uyandıran konulardan bahseder. Dâîler ve onlar gibi bir görevli sınıfı olan mezunlar, geceleri, davetlerine olumlu cevap veren ve müstecib denilen kişinin yanında yatarlar. Bilhassa Kur’an okuyanlarla dost olmak isterler. Onunla güncel konulardan, o dönemin siyasi olaylarından ve dinden sohbet açarlar. Özellikle bir ayet ve hadîs söz konusu olunca bunların gizli anlamlarının ve sırlarının olduğundan bahsederek dikkat çekmeyi hedeflerler. Bu sırlara ise ancak seçkin kişilerin malik olacağını ileri sürerler. Eğer dâî, ibadete düşkün birinin evinde kalırsa geceyi namaz kılarak ve ağlayarak geçirmeye özen gösterir. Bütün bunlar davet edilen kişilerde dostluğu artırmak ve onların güvenini kazanmak için başvurdukları yöntemlerdir.[18]

Teşkik: Dâînin davet ettiği kişinin inandığı konularda inancını sarsacak biçimde o kişiyi şüpheye düşürmesidir. Bu anlamda dâî, Kur’an’ın müteşâbih ayetlerinin gizemini ve bunun hikmetlerini sorgulamakla işe başlar ve dinin amel noktasındaki konularda ortaya attığı şüphelerle süreci devam ettirir. Bu tarz kuşkular, davet edilen kişinin nefsinden şüphe etmesine kadar gider. Dâî, şüpheye düşülen konularda adayın bu sırları merak edip öğrenmesi için onda istek ve arzu uyandırır.[19]

Ta’lik: İçindeki şüphelerle boşluğa sürüklenen aday, dâîye yönelir ve ondan içindeki sıkıntıları gidermesi için yardım talebinde bulunur. Fakat dâî onu rahatlatmaz ve meselelerin zannedildiği gibi basit olmadığını ifade ederek adayın gözünü korkutur ve meseleyi iyice abartır. Acele etmemesini öğütleyerek kişiyi oyalama taktikleri izler. Sonrasında ise öğrendiklerini saklayacağına ve aralarında bir sır olarak kalması gerektiği konusunda inandığı ulvi değerler adına adaya yemin ettirir.[20]

Rabt: Mezhebe davet edilen kişinin, hiçbir koşulda bozamayacağı, hatta buna cüret bile edemeyeceği ağır yeminlerle dâîye bağlanmasıdır.[21]

Tedlis: Râvinin, hocasından işitmediği bir hadisi ondan duymuş gibi nakletmesi anlamında kullanılan bir terimdir. Davet edilen kişiye imamların elçi olduğunu söyleyerek Allah’ın onlara tüm sırları, zevahirin bâtınî manalarını ve misallerin hakikatlerini onlara açıkladığını dile getirir. Eğer dâî, davet edilen kişinin halkın inancından ayrılmadığını görürse, dönemin en zeki insanı olan bazı kişilerin bâtıni olduklarını fakat halktan gizlediklerini ve bu durumu bir sır olarak sakladıklarını kişiye anlatır. Ayrıca bâtıni olduklarını iddia ettiği bu önemli kişilerin çok uzak memleketlerde yaşamış olmaları gerekir. Zira dâînin buradaki amacı davet edilen kişinin bu kişilerle iletişime geçip, söylediği yalanın fark edilmesini önlemektir.[22]

Tesis: Dâî bu aşamada davet edilen kişi tarafından, olumlu karşılanacak ve onun mezhebe girmesini kolaylaştıracak birtakım sözler söyleyerek onu etkilemeye devam eder.[23]

Hâl: Dâî davet edilen kişiye zahirî emirlerde maksatın amel değil bâtıni manaların anlaşılmasına yardımcı olmak olduğunu söyleyerek zahir ile amel etmenin cehalet olduğunu anlatır.[24]

İnsilâh: Davet edilen kişi bu aşamaya kadar dâînin söylediklerine inanarak ve itiraz etmeyerek olumlu cevap verirse artık ondan namaz, oruç gibi bütün dini vecibeler kaldırılır ve istediği her şeyi yapması ona helal kılınır. İnsilâh ile davet edilen kişi kendi inancından ve mezhebinden tamamen ayrılır ve böylece dâî asıl hedefine ulaşır. Zira artık davet edilen kişi “bâtınî” olmuştur.[25]

Görüldüğü gibi dâîlerin yayılmacı faaliyetleri, bölgelerin durumuna ve Bâtınîliğe alınacak kişilerin konumuna göre farklılıklar gösterse de metodları ekseriyetle aynı oluşum içerisindedir. Dâîlerin aşamalı olarak sürdürdükleri çalışmalar farklıdır. Ancak yine de ana ilkelerde ortak görüş vardı. Mesela Bâtınî yapılanmanın teşkilat şemasının en üstünde imam bulunmaktadır. Onun altında ise
on iki hüccet imam vekili yer almaktadır. Hüccetlere bağlı dâîler bulunmakta ve bunların görevi insanları Bâtınîliğe davet etmektir. Bâtınîliği kabul ederek bu harekete dahil olan müstecipler ise Bâtınî teşkilâtının en alt basamağını oluşturmaktadır:

 

Şekil.1.Bâtınîlerin peygamber ve imam kültü[26]

Öte yandan Şiî fikirilerin esasında, her resulün “hem nebi ve hem de veli” olduğu inancı dikkat çekmektedir. Otoritenin ve peygamberliğin koşullarını bütün resuller taşımaktadır. “Her nebi, velidir; ancak resul değildir. Kendisinin bir şeriatı yoktur, kendisinden önce gelen resulün şeriatıyla amel etmektedir. Veli ise ne nebi ne de resuldur. Veli, velayet makamının sahibi olan imamdır:

 

Şekil.2.Bâtınîliğin Teşkilât

Yapısı[27]

Dolayısıyla Bâtınî dâîleri çeşitli yöntemlerle birçok insanı davet ederek taraftar toplamayı başarmıştır. İnsanlara önce dinî öğretilerle yaklaşıp güvenlerini kazandıktan sonra yavaş yavaş kendi inançlarının içine çekerek birçok insanı faaliyetlerine ortak etmişlerdir. Özellikle dini açıdan bilgisi zayıf olan kişiler bu tuzağa hemen düşerek dâîlerin amaçlarını kısa sürede elde etmelerini sağlamışlardır. Bâtınî hareketi dâîler aracılığı ile hızlıca yayılmış ve birçok coğrafyada bu propagandalar hız kesmeden devam etmiştir. Bu yapı özellikle Hasan Sabbah döneminde yeni bir kimlik kazanmıştır.[28]

Bâtınî Grupları

Bâtınî kelimesi “gizli olmak; bir şeyin iç yüzünü bilmek” anlamına gelen “batn” kökünden türeyen “bâtın” sözcüğüne nisbet ekinin eklenmesiyle oluşmuş bir terimdir. Bâtıniyye şekli ise bâtın kelimesinin isim halidir ve “gizli olanı ve bir şeyin iç yüzünü bilenler” anlamına gelmektedir.[29]

Terim olarak “her zâhirin bir bâtını ve her nassın bir te’vili bulunduğunu, bunu da sadece Tanrı tarafından belirlenmiş veya O’nunla ilişki kurmuş mâsum bir imamın bilebileceğini iddia eden gruplar” diye tanımlanmıştır. Bu geniş manalı tanımlama, tarih içinde “Mûtedil sûfîlerden aşırı Şiî fırkalara ve mülhidlere” varıncaya dek pek çok zümreyi kapsayan bir ifade olmuştur. Dolayısıyla yazılı eserlerde bâtıniyye kelimesi ilk kez H. IV. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmış ve ilk defa Makdisî’nin el-Bed ve’t-târîh adlı eserinde[30] geçmiş olsa da kelimenin tekil hali olan bâtın biçimine ayet ve hadislerin zâhirlerinde bulunmayan bazı ifadelerin varlığına dikkat çekmek” manasında ilk olarak H.II. yüzyıla ait Şiî literatüründe rastlanmıştır.[31]

Genel olarak bakıldığında bâtıniye kavramı, İslâm düşünce tarihi içerisinde İslâm dininin esas hükümlerini bütün Müslümanların anlayışından farklı olarak yorumlayan ve gizli bir şekilde örgütlenip merkezî yönetime karşı isyan girişiminde bulunan çeşitli siyasî kümeler için ifade edilmiş müşterek bir lakap olarak zikredilmiştir.[32]

Öte yandan bu türden tanımlamalar içinde Bâtınîlik, umumiyetle İsmailîlik ile aynı anlamda kullanılmıştır. Fakat Bâtınîliğin “bir Şiî kolu olan İsmailî mezhebinin zamanla aşırıya kaçmış ve İsmailî mezhebinin doktrinlerinin saptırılmış bir şekilde kabul edilmesiyle ortaya çıkan dini hareket” olduğu görüşü yaygındır.[33] Bâtınîler hakkında Müslüman kaynaklarda çeşitli kavramlar kulanılır: Mülhitler, Zındıklar,[34] Talimiye, Bâtınîye, Fedâîyi, Râfızi v.b. gibi isimler oldukça yaygındır. Batılı kaynaklar incelendiğinde Accini, Arsasini, Assai, Assasinni, Asessini, Hesesini, Heyssesini, Hashishin gibi kelimelerin kullanıldığı görülür. Yine Bâtınîler hakkında, birtakım kaynak ve araştırmalarda onların “devlet”, “düzen”,“teşkilat”, “örgüt”, “terör örgütü” v.b gibi yapılar olduğu belirtilmiştir. Bu çerçevede yasa dışı fiili bir oluşum, dini bir mezhep veya teşekkül olarak tanımlanan Bâtınîlerin ortak bir isimle nitelendirilmemesi kavramsal olarak karışıklığa neden olmaktadır.[35]

Oysa Îsmailîlik olarak da telaffuz edilen îsmâiliye, İsmâil b. Cafer ve oğlu Muhammed’in imamlığını iddia eden fırkaların müşterek adıdır. Bu inanışa göre Muhammed b. İsmail yedinci imamdır. Bu görüş, onları “On îki îmâm £iası”ndan ayırmaktadır.[36]

Oniki İmam Şiası, esasen on ikinci imamın 260/874 yılında gizlenmesinden sonraki bir asır içerisinde diğer muhalif fırkaların giderek kayboldoğu dönemde şekillenmiş olan bir gruptur.[37] İmâmiyye öğretisinin esası olan imamların sayısının on iki ile sınırlandırılması görüşü de IX. ve X. Yüzyıl içinde oluşturulmuştu. Bunun devamında fırka “İsnâaşeriyye” (el-İmâmiyyetü’l-İsnâaşeriyye) ismiyle zikredilmeye başlanmıştır. Bu şekilde eski İmâmiyye öğretisiyle İsnâaşeriyye arasında en büyük fark, imamların sayısının sınırlandırılmasıdır. İsnâaşeriyye isminin ne zaman ortaya çıktığı kesin olarak bilinmemekle birlikte bu adın 9./10. yüzyıl sonlarına dek gündeme gelmediği açıktır.[38]

Bâtınî grupları kaynaklarda çeşitli adlar altında incelenmiştir.[39] İmam Gazalî bu fırkanın çeşitli lakâplarının olduğunu söylüyor. Aşağıda bu gruplar liste halinde gösterilmiştir:[40]

Bâtıniye: İmam Gazalî’ye göre İsmailiye mezhebine mensup olanlara “Bâtınîler” denmesinin nedenlerinden biri, inançlarını insanlardan saklı tutmalarıdır. Bu durumun gerekçesi olarak önceleri zulüm ve işkenceye uğramaları ifade edilir. Tutum ve davranışları, gerçek yüzleri Haçlı Seferlerinin ve Tatarların savaşları esnasında açığa çıkmıştır. Bunların bir kısmı “Islama ve Müslümanlara bir belâ kaynağı” olmuştur. Daha evvel belirtildiği üzere “Bâtınîler” diye adlandırılma sebeplerinden biri de “şeriatın bir zahiri vardır bir de batını, insanlar, onun ancak zahirini bilebilirler; batınını ise yalnızca imam bilir” düşünceleridir.[41]

Karamıta: Karmatîlik, İsmailiye mezhebi bünyesinde ortaya çıkan, Fatımîlere bağlanmayı reddedip eski İsmailî doktrine sadakat gösteren bir harekettir. Karmatîlerin tarihini araştırmak esasen İsmailîlerin tarihini araştırmak anlamına gelir. Bâtınîlikten bahseden klasik literatür Karmatîlikle alakalı yapılacak bir araştırma için de temel malzemeyi oluşturmaktadır.[42]

Hurremiyye: Hurrem diniyye diye de adlandırılan bu fırkanın, İran menşeli Mazdekiye’nin devamı olduğu iddia edilir ki bunlar da Mecûsilerin bir koludur. En dikkat çekici yönlerinin, hoşlarına giden her şeyi mübah saymaları, günah işlemekten kaçınmamaları ve şeraite riayet etmemeleridir.[43] Bâtınîler onlara benzerlikten dolayı bu mezhebin ismi ile de anılırlar.[44]

Bâbekiye: Bu fırkanın kurucusu Bâbek el-Hurremî’dir (ö. 223/838). Kendisine bağlanan gruba da “Bâbekiyye” denilmiştir. Bâbek 201/817 yılından itibaren büyük nüfuz alanı oluşturmaya çalışmıştır. Bâbekîlerin, çoğunlukla Hurremîleri temsil ettiği savunulmuştur. Halife Me’mun ve Mu’tasım’ın Babek’e karşı mücadeleleri olmuştur. Mu’tasım zamanında Bâbek yakalanarak asılmıştır.[45]

5.Seb’iyye: Bu gruba, Arapça yedi anlamına gelen “seb‘a” kelimesinden türeyen “Seb’iyye” denilmesinin birinci nedeni, onların imametin devirlerinin yedi olduğuna dair inançlarıdır. İkincisi ise sûflî âlemin düzeninin, ayın yörüngesini de içine alan ve en üstte Zühal’in bulunduğu yedi yıldız sistemine bağlı olmasıdır. Bu yedi yıldız sırasıyla “Zühal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit ve en sonunda da Ay”dan oluşur. [46]

Muhammira: Bu isimle adlandırılmalarıyla ilgili şöyle bir söylenti vardır. Onlar Bâbek zamanında kırmızıya boyadıkları elbiseler giyerlerdi. Bu onların hususiyeti idi. Bir başka söylentiye göreyse, başka fırkalardan ve ehli haktan kendilerine muhalefet eden herkese hamîr (eşek) derlerdi. Muhammira sözü buradan gelmedir.[47]

Ta’lîmiyye: Onlara Ta’lîmiyye denilmesinin sebebi, mezheplerinin temelinde re’yin iptal edilmesinin bulunmasıdır. Yani aklın tasarrufunu iptal ederler. Halkı masum imamın talîmine daveti esas alırlar. İddialarına göre ilimleri talimden başka idrak ettirecek yol yoktur.[48]

İsmailiye: İsmailîliğin tarihi, 148/765’te ölen İmam Cafer es-Sâdık’ın yerini kimin alacağı ile ilgili çıkan anlaşmazlığa dayanmaktadır. Kaynak ve araştırmaların çoğuna göre Cafer es-Sâdık, nass kuralına göre ikinci oğlu olan İsmail’i önceden halefi tayin etmişti. Fakat kaynakların çoğunlukla ifade ettiğine göre İsmâil babasının sağlığında ölmüştü.[49] Bu durum, İsmailîlerin fikri yapısını oluşturan esas görüşlerin, doğasında tartışmalı ve şüpheli hususlar bulunduğunu göstermektedir.[50]

İsmailîler kendi içlerinde gruplara bölünmüşlerdir. İmamiyenin bir kolu olan İsmailîlerin çeşitli İslâm ülkelerine yayılmasının yanı sıra bir kısmı Afrika’nın güneyine ve orta kısmına, diğer bir kısmı ise Şam’a, büyük çoğunluğu ise Hindistan ve Pakistan’a gitmiştir. İsmailîler, Mısır ve Şam’a egemen olan Fatımî Devleti ile bazı İslâm ülkelerine egemen olan Karmatî Devleti’ni kurmuşlardır.[51]

al-Da’ve al-hâdiya adıyla anılan yani kendi ifadelerine göre “doğru yola davet” ya da basitçe “davet mücadelesi” olan İsmailî hareket, ilk büyük bölünmesini 286/899’da yaşamış ve bu suretle “Sadık İsmailîler” ile “muhalif Karmatiler” ortaya çıkmıştır. Sadık İsmailîler, Fatımî hanedanının kurucusunu ve haleflerini imam kabul ediyorken; Bahreyn merkezli Karmatîler, Fatımî halifelerini devre dışı bırakan yedi imamlık bir silsileyi kabul etmişlerdir.[52]

8.a.Fatımî İsmailîleri

İsmailîlerin ilk ciddi başarısı, 909 yılında Fatımî halifeliğinin kurulmasıyla elde edilmiştir. Bu durum, Şiîler tarafından, Sünnî İslâmın sözcüsü Abbasi halifesinin otoritesine karşı ciddi bir meydan okuma olarak değerlendirilmiştir. Bu dönemde İsmailîlerin İslâm yorumlarını geliştirmesi, Abbasi düzeninin desteklediği Sünnî İslâm yorumlarına karşı alternatif oluşturmaktaydı. Bu sebeple Fatımî dönemi, İsmailîliğin “altın çağı” olarak görülmektedir. Bu dönemde İsmailî düşünce ve edebiyatı zirveye ulaşmıştır. İsmailî literatürün klasik metinleri, Fatımî döneminde üretilmiştir. İsmailî fıkhı da Fatımî döneminde bir sisteme bağlamıştır. İsmailîler genel anlamda İslâm ilahiyatına, felsefesine ve özel olarak Şiî düşünceye Fatımî döneminde önemli katkılarda bulunmuşlardır.[53]

Mısır Fatımî halifeleri, devletin zayıfladığı dönemlerde tecrübeli devlet adamları ile ordu komutanlarının nüfuzu altına girdikleri bir dönem geçirmişlerdir. Bunlardan Akka valisi Bedrü’l-Cemâli, halifenin daveti üzerine hâkimiyeti eline aldıktan sonra kendisinden sonra oğlunu yerine bırakacak önlemleri almayı ihmal etmemiştir. Nitekim kendisinin ardından arka arkaya oğlu ve torunu da Fatımî Devleti’nin yönetiminde etkin rol oynadılar. Bu durum Fatımîlerin, “askerî diktatörlerin yönetimine girdikleri bir dönem” olarak değerlendirilmiştir.[54]

Fakat Fatımîlerin dağılmalarındaki esas sebeplerden biri Abbasilerle giriştiği rekabettir. Zira Fatımî Devleti ile Abbasi Devleti arasında siyasi ve mezhep mücadeleleri ile köklü bir rekabet vardı. Bu rekabette Büveyhîler aracılığı ile Abbasi halifeliği üzerinde üstünlük kuran ve bir baskı oluşturmaya muvaffak olan Fatımî halifeliği, Selçukluların Ön Asya bölgesine girmesiyle bu pozisyonlarını kaybetmekle karşı karşıya kaldılar. Zira Halife el-Kâim Biemrillah’ın davetiyle harekete geçen Selçuklular Tuğrul Bey’in önderliğinde Abbasi halifeliğini Fatımîlerin eline düşmekten kurtardığı gibi, Irak’ın yanı sıra Suriye bölgesini de ele geçirdiler. Nitekim bu bölge 1075’te Selçukluların hâkimiyetine girmiştir. Böylece Selçuklular önemli bir dinî misyon üstlenmiş oldular. Abbasî halifesini Şiî baskısından kurtarmak olan bu misyonun sahibi Tuğrul Bey’in hedeflerinden biri “İsmâililiği ortadan kaldırmak” idi. Bu amaçla 1055 yılında Bağdat’a gelen sultan, halifeyi kurtardıktan sonra Mısır’a gitmek ve Fatımî Devleti’ne son vermek istiyordu. Tuğrul Bey’in Mısır’a yönelik sefer planları gerçekleşmemiş olsa da Abbasi halifesi el-Kâim Biemrillah’ın Büveyhî komutanı Arslan el-Besasirî’den kurtarılmasının ardından, sadece Irak yöresi değil, Suriye ve hatta Filistin yöreleri de Selçuklu yönetimine dahil edilmiştir. Ancak bu gelişmeler, Tuğrul Bey’den sonraki Selçuklu hükümdarları olan Alp Arslan ve Melikşâh zamanlarında vuku bulmuştur. Dolayısıyla Fatımî halifesi Müstansır, Şam’dan atılmıştır ve böylece Fatımî İsmailîlerinin elinde sadece Mısır’ı kalmıştır.[55]

Fatımî halifesi Müstansır Billah’ın [56] (1036-1094) 487/1094’te ölümünün ardından İsmailîlerin tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Zira Müstansır’ın halefinin kim olacağı tartışmaya yol açmıştı. Müstansır’ın küçük oğlu Ahmet, Müstali Billah unvanıyla Fatımî tahtına oturtulunca, ağabeyi Nizar bu oldubittiye karşı başkaldırıda bulundu; ancak sonunda mağlup olmuş ve 488/1095’te öldürülmüştür. Böylece İsmailîler içinde yeni bir bölünme yaşanmış ve Müstali- Nizarî ayrışması ortaya çıkmıştır. [57]

Nizar taraftarlarının oluşturduğu Nizariye kolu, sonradan Hasan Sabbah ile güçlenecektir; Müsta’li taraftarlarını oluşturan Müsta’liye kolu ise bir süre Mısır’da hâkimiyet sürmüş ancak sonradan Yemen’e oradan da Hindistan’a geçerek çeşitli kollara ayrılmıştır.[58]

8.b. Musta’lî İsmâilileri

Fatımîlerin iki kola ayrılmasının temel sebebi, Fatımî halifesi el-Müstansır’ın 1094 yılında Kahire’de ölmesinden sonra çıkan karışıklıklardı. el-Müstansır ölmeden önce veliahd olarak büyük oğlu Nizar’ı atamıştı. Ancak Fatımî devletinde vezirlik ve başkumandanlık yapan el-Efdal, Nizar’ın yerine el-Müstansır’ın küçük oğlu olan Musta’li’nin (Ahmet) halife olmasını sağlamıştır. Bunun üzerine Nizar taraftarları muhalefete başladılar ve Nizârîler adıyla Mısır, Suriye, Yemen ve başka yerlerde faaliyetlerde bulundular.[59]

Musta’li taraftarları ise 524/1130 yılına kadar Nizariliğin karşısında yer almışlardır. Musta’liler, el-Müstansır’ın ardından oğlu el-Mustali ve onun oğlu el-Amir olmak üzere iki imam daha tanımışlardır. el-Amir’in ölümünden sonra çıkan karışıklıklar sırasında onun kuzeni olan el-Hafız, imamlık iddiasında bulunarak Fatımi tahtını ele geçirdi. Bu durum Musta’li topluluğu içinde yeni bir bölünmeye sebep oldu ve Mustaliler, “Hafiziye ve Tayyibiye” olarak iki kola ayrıldılar.[60]

Hafiziye Müstalileri 567/1171’de Fatımî Devleti’nin yıkılışının ardından yok olmuşlardır. Tayyibi Müstalileri el-Amir’den sonra onun oğlu Tayyib’i imam kabul etmişler ve imameti Tayyib’in soyundan devam ettirmişlerdir. Ne var ki Amir’den sonraki bütün Tayyibi imamlar gizli kalmıştır.

Fatımîlerin yıkılışında sonra Yemen’de varlıklarını devam ettiren Tayyibiler sonradan Hindistan’da görüldüler ve Bohralar[61] adıyla anıldılar. Bunların, Fatımî dönemi İsmailîlerinin entelektüel ve edebi geleneklerini sürdürdükleri bilinmektedir.[62]

8.c. Nizarî İsmailîleri

Nizarîler, İsmâiliye mezhebinin günümüze kadar gelen en önemli koludur. İsmailîler, Fatımi halifesi Müstansır Billâh’ın ölümüyle (1094), Mustali İsmâililiği ve Nizari İsmâilileri olmak üzere ikiye ayrılmıştır.

Halife el-Mustansır Billah’ın büyük oğlu Nizar, veliahd olduğu halde halifelik makamına geçirilmeyince, çıkan isyanda idam edilmiş (1095); onun taraftarı olan İsmailîler de Nizariye adıyla faaliyetlerini sürdürmek suretiyle bu kolun yaşamasını sağlamışlardır. Nizarilere göre imamet Nizar’ın hakkı idi. Öte yandan Nizar’ın giriştiği imamlık isyanı sırasında Hasan Sabbah’ın da ona destek verdiği kaydedilir. Hasan Sabbah’ın Nizar’a destek vermesi, Fatımî Devleti ile arasının açılmasına yol açmıştır. Neticede Nizariler, Fatımîlerden bağımsız bir şekilde İran bölgesinde faaliyetlerine devam ettiler.[63]

Başlangıçta İran ve Suriye’de yoğunlaşan Nizarî İsmailîleri, varlıklarını sürdürmeyi Hasan Sabbah’a borçlu görünüyorlar. Nitekim onun faaliyetleri neticesinde özellikle Selçukluların hâkimiyet alanlarında siyasal önem kazanan Nizarîler, bir “devlet” haline geldiler. Kuzey İran’daki dağlık yörede bulunan Alamut Kalesi, “Nizarî Devleti”nin merkezi konumunda idi. Dolayısıyla Alamut’taki Nizari İsmailîleri, kalenin 654/1256’da Moğollar tarafından yıkılmasına dek 166 yıl varlıklarını sürdürmüşlerdir. Nizarî imamın baş temsilci daîsi ve hüccet olan Hasan Sabbah ve halefleri Alamut’ta ikâmet etmişlerdir.[64]

Hasan Sabbah, Nizarî-Müsta’lî ayrılığından sonra doğuya yönelmişti. Öte yandan Nizar’ın oğulları vardı ancak bunların hiçbiri babalarının vefatından sonra açık bir imâmet iddiasında bulunmamıştır. Nizarîlerin sahip olduğu “gizli imam” düşüncesine göre beklenen imamın ortaya çıkması gecikince Hasan Sabbah, Nizar’ın gizlendiğini, kendisinin de “gizli imamın hücceti” ya da “mutlak temsilcisi” olduğunu iddia ve ilan iddia etmiştir. Ayrıca onun yerine geçen Hüdâvend adında iki halefide imâm sıfatını kullanmadılar. Ancak yine de bunlar gizli imamın hüccetleri ve Nizarî davetin en yüksek mercileri olarak görülmüşlerdir.[65]

Nizarîler, Alamut döneminde daha çok kalelerdeki cemaatlere vali ve askeri komutan yetiştirmişlerdir. Moğol sonrası dönemde farklı dillerde değişik dini ve edebi gelenekler geliştirmişlerse de birincil kaynakların yetersiz oluşundan dolayı yeterince incelenememişlerdir. Özellikle Nizarî grupların yaygın bir biçimde takiyye yapmış olmaları araştırmaları güç hâle getirmiştir.[66]

Takiyye, hemen hemen bütün Şiî fırkalar tarafından uygulanan temel bir unsur iken, Şîa’nın kolları içerisinde İsmailiye bilhassa gizlilik (setr) devrelerinde bu ilkeyi devreye sokmuştur. Bâtınî grupların birçoğunda takkiye uygulaması vardır.[67] Ancak özellikle “Muhammed el-Bâkır” ve “Cafer es-Sâdık” döneminde gelişen aşırı Şiî mensupları takiyyeye daha çok başvurmuşlardır. [68]

Hasan Sabbah’ın Fedaileri ve Selçuklularla Mücadelesi

Selçuklu Devleti’ni büyük çapta uğraştıran en önemli dini-siyasi fraksiyon olan Bâtınîler hakkında Hamdullah el-Müstevfî’nin kayıtlarını değerlendirmeye geçmeden evvel bu örgütün başı olan Hasan Sabbah’ın tarih sahnesine çıkışına bakmak yerinde olacaktır. Nitekim onun ortaya çıkışı ve örgütünü nasıl kurduğu hususu tarihi açıdan kuşkusuz önemli bir meseledir. Öte yandan Müstevfî’nin kayıtlarının değerini anlamak için de Bâtınîlerin Selçukluları nasıl uğraştırdığına bakmak, Selçuklu-Bâtınî mücadelesinin boyutlarını ve niteliğini görmek gerekir.

Hasan Sabbah’ın tam adı, el-Hasen b. Alî b. Muhammed b. Ca‘fer b. el- Hüseyn b. Muhammed b. es-Sabbâh el-Himyerî er-Râzî’dir. İran’da Nizari-İsmâili Devleti’nin kurucusu olan Hasan Sabbah’ın doğum tarihi kaynaklarda 1046-1047 veya 1053-1054 olarak verilmektedir.[69] İran’ın Kum şehrinde doğan Hasan, çocuk yaştayken babasıyla Rey’e göç etmiş, dinî eğitimini burada almıştır. Rey[70] IX. yüzyıldan beri dâîlerin faaliyet merkezlerinden biriydi. Hasan Sabbah da bu kişilerin etkisine girerek Bâtıni hareketine dahil olmuştur.[71] Bâtınîlik, öncesinde yalnızca bir öğreti ve inanç biçimi iken, Hasan Sabbah ile birlikte örgütlenerek Selçuklu Devleti içinde çok etkili bir siyasi ve dini muhalefete dönüşmüştür.[72]

1124 yılında öldüğü bilinen Hasan, o tarihte seksen yaşlarındaydı. Buna göre 1040’lı yıllarda doğduğu söylenebilir. Bir diğer tartışma konusu ise Sabbah’ın 1076 yılında doğan “Ömer Hayyam” ile; ve 1017 yılında dünyaya geldiği bilinen “Nizamülmülk” ile okul arkadaşları olduğudur.[73] Sultan Melikşah ve Sultan Sancar zamanında himaye gören şairlerden olan Ömer Hayyâm’ın 1039-1048 yılları arasında doğduğu ve ölüm tarihi olan 1123 veya 1132 yılları da dikkate alındığında böyle bir arkadaşlığın kesin bir şekilde doğruluğu tartışmalıdır. Esasen bu dönem kaynaklarında Bâtıniler ve Hasan Sabbah ile mücadeleler esnasında Ömer Hayyâm’ın ismine rastlanmamaktadır.[74]

On yedi yaşında iken İsmailîye mezhebine giren Hasan, kısa zamanda İran'daki baş dâi Abdülmelik b. Attaş’ın nâibliğine yükselmiştir. Daha sonra Mısır’a giderek Fatımî Halifesi Mustansır'ın yanında görevlendirilen Hasan, İran, Irak ve Suriye’yi dolaşmış; ardından halifenin büyük oğlu Nizar'ın hilafete tayin edilebilmesi için çalışmıştır. Fakat bu durum iktidarla ters düşmesine neden olunca Mısır’dan

ayrılmak zorunda kalmış; İran'a dönerek, Attaş'ın ölümü üzerine onun yerine geçmiştir.[75]

Hasan, İskenderiye’den bindiği bir gemiyle Mısır’ı terk etmişti. 1081’de İsfahan’a ulaşmış, dokuz yıl boyunca bütün İran’ı gezip dolaşarak Bâtınîlik propagandası yapmıştır. Kirman, Yezd ve Hûzistan’ın ardından İran’ın kuzeyindeki Hazar Denizi sahillerinde bulunan Gîlân ve Mâzenderan ile Deylem’in dağlık bölgelerine yönelmiştir. [76] Bu süreçte onun faaliyetlerini dikkatle takip eden Selçuklu Veziri Nizâmülmülk, Rey’deki yetkililere onu yakalamaları için emir vermiş; ancak Hasan buradan kaçıp Kazvin’e gitmeyi başarmıştır. Sonunda Rûdbâr vadisinde kendisine karargâh seçtiği ve “beldetü’l-ikbâl” olarak adlandırdığı müstahkem Alamut Kalesi’ne yerleşerek Nizârî-İsmailî Devleti’ni kurmuştur. İbnü’l Esir’in naklettiğine göre, Âluh ve âmût (âmûht) kelimelerinden meydana gelen Alamut ismi, eski Fars dilinin Taberistan şivesinde “kartal yuvası” veya “kartal eğitimi” (ta’lîmü’l-ukâb) anlamına gelmektedir.[77]

Hasan, Alamut’u kendisi ve fedaileri için merkez olarak belirlemiştir. Faaliyetlerini burada yürütmek için bölgenin zaptına çalışmış ve bu iş için Alamut’un civarındaki köylere dâîler göndermiştir. Bunun yanı sıra Girdkûh [78] ve Türşîz kalelerinin valilerini kendi öğretisine yakınlaştırmayı başarmıştır.[79]

Öte yandan ünlü İtalyan seyyahı Marco Polo, 671/1273 yılında Alamut Kalesi civarından geçtiğini iddia etmiş; orayı meyve bahçeleri, bal, şarap ve sütten akan nehirlerin bulunduğu, güzel kadınlarla dolu bir yer olarak tasvir etmiştir. Seyyah, cennetin Kur’an’da tasvir edildiğini; oysa fedailer tarafından Alamut’un cennet olarak kabul edildiğini anlatır. Fakat bu bilgilerin doğruluğu tartışmalıdır. Zira oradan geçtiği yıl olarak belirttiği tarihte (1273) Moğollar tarafından çoktan yıkılan Alamut Kalesi harabe durumundaydı.[80]

Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, İslâm dünyası için ciddi bir tehlike arz eden Hasan Sabbah ve adamlarıyla mücadele etmeyi bir devlet politikası hâline getirmişti. Sultan, Nizâmiye medreseleri aracılığıyla ilmî alanda mücadele gösterirken, askerî yönden Bâtınîlerin tenkil ve tedip edilmesine gayret etmiştir. Ne var ki Melikşâh zamanında Bâtınîlere karşı alınan önlemler, Alamut Kalesi’nin defalarca kuşatılmasına rağmen bir sonuç vermemiştir.[81] Hatta Selçuklu hücumları karşısında Bâtınîler de vezir Nizâmülmülk’e suikast düzenleyip onu Ebû Tâhir Arrânî adında bir fedâîye öldürterek karşılık vermişlerdir. Ardından da Sultan Melikşah’ın henüz oldukça erken yaşta ve şüpheli bir biçimde ölümü (485/1092) Hasan Sabbah’a karşı yönelik olarak düzenlenen mücadeleyi neticesiz bırakmıştır.[82]

Bu mücadeleler çerçevesinde Sultan Melikşah ile Hasan Sabbah arasında mektuplaşmalar olduğu söylenirse de “böyle bir mektuplaşmanın olmadığı ve bunun daha sonraki dönemde propaganda amacıyla uydurulduğu” ortaya çıkmıştır.[83]

Bâtınîler, Sultan Melikşah’ın vefatı üzerine hânedan üyeleri arasında başlayan taht kavgaları ve Haçlıların Müslüman topraklarını işgal ettikleri kaos ortamında, nüfuz alanlarını genişletip faaliyetlerini arttırmışlardır. Hasan Sabbah’ın Rûdbâr’daki egemenliği pekişmiş; süreç içerisinde Girdkûh, Şahdiz ve Hâlincân kalelerinin alınmasıyla konumu büyük ölçüde güçlenmiştir.[84]

Bâtınîlerin, Sultan Berkyâruk zamanında, kendilerine düşman olan bir kimseyi vezir olarak atadığı için Berkyaruk’a hücum edip yaraladıkları kaydedilmektedir. Sonrasında ise Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasındaki mücadele esnasında da Berkyaruk’un ordusuna gizlice dahil olup nüfuzlarını artırmayı başardıkları belirtilmektedir.[85]

Hasan Sabbâh’ın işlediği cinayetlere tanık olan vezir Enûşirvân b. Hâlid,[86] Müslümanların içinde bulunduğu durumu bir felâket olarak değerlendirmektedir. Ona göre yollarda güvenlik kalmamış; fidâîler acımazsızca cinayet işlemekte; sultanlar onlara karşı bir çözüm bulamamış; halk korku içindedir. Ayrıca Sultan Berkyaruk’un Bâtınîleri ortadan kaldırmaya karar verdiği sırada tuhaf gelişmelerin yaşandığını belirten müellif, sultanın bu kararını gören bazı kimselerin, kendi düşmanlarını da Bâtınîlikle suçlayıp haksız yere öldürülmelerine sebep olduklarını söyler.[87]

Sultan Berkyaruk’un 494/ 1101’de Bâtınîlerden 300 kişiyi öldürttüğü rivayet edilir. Sultan, Halife Müstazhir Billâh’tan bu konuda destek istemiş ve Bağdat’taki Bâtınîleri tutuklamasını istemiştir. Ayrıca Kûhistan, Fars ve Hûzistan’daki Bâtınîlere karşı askeri seferler düzenlemiş; Tabes Kalesi gibi Bâtınîlerin elindeki bazı kaleler alınmıştır.[88]

Bununla birlikte Hasan Sabbah fedâîleri, Berkyaruk’tan sonra tahta çıkan Sultan Muhammed Tapar döneminde de cinayetlerini sürdürdüler. Muhammed Tapar da Bâtınîlere karşı ilk seferini Şahdiz Kalesi’ne yaptı ve burayı ele geçirdi. Sultan 503/1109 senesinde vezir Ahmed b. Nizâmülmülk’ü büyük bir ordu ile Alamut’a yolladıysa da kış şartları dolayısıyla neticesiz kalmıştır.

505/ 1111’de Bâtınîlerin elindeki Bire Kalesi (Birecik) alındı. Sultan, Halep Meliki Alparslan el-Ahras ile Reîsülahdâs Saîd b. Bedî‘den vilâyetteki Bâtınîlerin öldürülmelerini istemiştir. Bu takibat neticesinde Suriye bölgesinde Bâtınîlerden Ebû Tâhir es-Sâiğ, İsmâil ed-Dâî ve Hakîm el-Müneccim’in kardeşi gibi Hasan Sabbâh’ın Suriye’deki vekilleri veçok sayıda Bâtınî öldürülmüştür (507/1113).

Muhammed Tapar Alamut Kalesi’ni almayı çok istemişti. Selçuklu ordusunun 511/1117’de başladığı Alamut kuşatması,1118 yılına dek devam etmiş; Hasan Sabbâh ve fedâîleri, açlıktan sefil duruma düşmüştü. Kale tam da alınmak üzere iken sultanın ölüm haberi gelince Selçuklu ordusu kuşatmayı kaldırıp İsfahan’a döndü. Bu durum Hasan Sabbah ve Alamut Kalesi’nin bir kez daha kurtulmasına yol açmıştır.[89]

Sultan Sancar, daha Horasan’da melik iken Bâtınilerle mücadeleye başlamıştı. Ancak sultan olduktan sonra Hasan Sabbah’ın bir mesajı ona geri adım attırmıştır. Nitekim Hasan Sabbah, sultanın sarayındaki bir cariyeyi kandırarak bir gece yatağının başucuna bir hançer saplatmış ve onu öldürtebileceği mesajını vermişti. Sultan Sancar, bu gelişme üzerine Hasan Sabbah ile Bâtınilere belli şartlarda emân vermiştir. Cüveynî, Tarih-i Cihangüşâ adlı eserinde kaydettiğine göre, Alamut Kalesi’nin Moğollar tarafından zaptı (1256) sırasında kütüphanede Sancar’ın birkaç fermanını görmüştür. Müellif, bu fermanlarda Sultan’ın onları dostluk ve barışa çağırdığını, kendileri ile iyi geçinmek istediği bilgisine ulaşmıştır.[90]

Hasan Sabbah, otuz altı yıl Alamut’ta yaşamıştır. Rivayete göre kaleden hiç çıkmayan ünlü dâî, 23 Mayıs 1124 Cuma günü Alamut Kalesi’nde hastalanarak vefat etmiş olup cenazesi, Alamut yakınlarında, Rûdbâr civarındaki bir mezara defnedilmiştir. Bâtınîler tarafından ziyaret mekânı olan mezar, sonradan Moğollar tarafından yıkılmıştır.[91]

Selçuklu Devleti esasen arkasında Fatımî halifelerinin desteği bulunan Hasan Sabbah ve diğer Alamut yöneticilerine karşı mücadelede yeterli seviyede başarı gösterememiştir. Dolayısıyla İsmâililiğin savunucuları ile Sünniliğin savunucuları arasında uzun çekişmeler yaşanmış ve bu dönem İslâm dünyası açısından istikrarın nispeten kaybedildiği bir dönem olmuştur.[92]

Dolayısıyla Fatımî Devleti’nin Bâtınî anlayışını bir öğreti olarak görmenin yanında, “Davet-i Cedid” olarak adlandırdığı yeni bir oluşum kurarak teşkilât yapısını ve propaganda yöntemini belirleyen ve faaliyetlerine bu şekilde devam eden Sabbah, yıllar boyu Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bütünlük yapısını tehdit edici roller oynamıştır. Devletin idari yapısını zora sokan Bâtınî anlayışına karşı, dönemin devlet adamları tarafından birtakım tedbirler alınmaya çalışılmışsa da Bâtınîlik tamamen bertaraf edilememiş bir mesele olarak kalmıştır.[93]

 



[1]   Henri Laoust, İslâm’da Ayrılıkçı Görüşler, çev. E. Ruhi Fığlalı-Sabri Hizmetli, Pınar Yay., İstanbul, 1999, s. 19-26.

[2]    Bernard Lewis, Haşhaşiler, İslâm’da Radikal Bir Tarikat, çev. Kemal Sarısözen, Kapı Yayınları, İstanbul, 2016, s. 45-47.

[3]    Hüseyin Atay, Ehl-i Sünnet ve Şîa, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1983, s. 15-17.

[4]Fazlur Rahman, İslâm, çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, Selçuk Yayınları, İstanbul 1981, s. 215­218.

[5]Elnur Nesirov, “Abbasîler’den Safevîler’e Karabağ’ın Askerî-Siyasî Tarihine Bakış”, SUTAD, Güz 2017; (42): 413.

[6]Daftary, İsmailîler, Tarihleri ve Öğretileri, s.150-155.

[7] Ira M. Lapidus, İslâm Toplumları Tarihi, çev. Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.178-182.

[8]Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, s. 76-78.

[9] Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, s.76-78.

[10]Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, s.76-78.

[11]Hasan Onat, “İsmâil B. Ca‘Fer Es-Sâdık”, TDVİA, İstanbul, 2001, C:XXIII, s. 91-92.

[12]Mustafa Öz-Mustafa Muhammed eş-Şek‘a, “İsmâiliyye” TDVİA, İstanbul, 2001, C:XXIII, s.128- 133.

[13]Şehristanî’nin kayıtlarım aktaran Ayşe Atıcı’dan naklen, bkz. “Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Bâtinî Hareketi (Hasan Sabbah ile İlk Halefleri ve İran Nizârî İsmailîleri ) (1090-1157)”, s.5-7.

[14]  Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, s.63-65.

[15]  Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, s.76-78.

[16]Naslarda yer alan bir kelimeye yüklenen muhtemel mânalardan birini tercih etme anlamında kullanılan bir terimdir. Bkz. Yusuf Şevki Yavuz, “Te’vil”, TDVİA, İstanbul 2012, C: XLI, s. 27-28.

[17]Mohammad Ajmal Hanif, “Dinler Tarihine Göre Cemaleddin Afgani’nin İslâm ve Diğer Dinler İle İlgili Görüşleri”, SÜSBE, Felsefe Ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı Dinler Tarihi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2011, s.92.

[18] Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, s. 46-49.

[19]Hanif, “Dinler Tarihine Göre Cemaleddin Afgani’nin İslâm ve Diğer Dinler İle İlgili Görüşleri”, s. 92.

[20] Çubukçu, Gazzalî ve Bâtınîlik, s. 48-50.

[21]  Çubukçu, Gazzalî ve Bâtınîlik, s. 48-50.

[22]  Bünyamin Erul, Tedlîs”, TDVİA, İstanbul, 2011, C:XL, s. 262-264.

[23]  Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, s. 88.

[24]  Çubukçu, Gazzalî ve Bâtınîlik, s. 47-49.

[25]  Çubukçu, Gazzalî ve Bâtınîlik, s. 49.

[26]Şekil; İlyas Yazar’ın “Bâtınîlik Üzerine Bir İnceleme” adlı çalışmasından alınmıştır.

[27] Şekil, İlyas Yazar’ın “Bâtınîlik Üzerine Bir İnceleme” adlı çalışmasından alınmıştır.

[28]Mustafa Öz, “Dâî”, TDVİA, İstanbul, 1993, C.VIII, s. 420.

[29] Avni İlhan, Bâtıniyye”, TDVİA, İstanbul, 1992, C:V, s. 190-194.

[30]Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî’nin dinler, mezhepler, İslâm tarihi ve felsefeye dâîr kaleme aldığı bir eserdir. Yalnızca İslâmî literatürden değil bunun yanında Yahudi ve Hint kaynaklarından da istifade ettiği anlaşılan ve siyasi tarih açısından da önem taşıyan bu kaynak yirmi iki fasıldan oluşmaktadır. 12. fasılda “yeryüzündeki din ve mezheplerden” bahsederken bunun yanı sıra “o dönemde yaşayan mezhepler” ile ilgili bilgi toplamak için uzun ve yorucu seyahatlere çıkmış, muhtelif incelemeler yapmıştır. Bkz. Özaydın, “el-Bed’ ve’t-Târîh,” TDVİA, İstanbul, 1992, C:V, s. 289-290.

[31]  Özaydın, “el-Bed’ ve’t-Târîh”, s. 289-290.

[32]  Avni İlhan, “Bâtıniyye,”TDVİA, İstanbul,1992, C:V, s. 190-194.

[33]  Atıcı, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Bâtinî Hareketi”, s. VIII.-X.

[34]  Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhitler (15. ve 17.Yüzyıllar), Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 2003, s. 453.

[35]  Lewis, Haşhaşiler, İslâm’da Radikal Bir Tarikat, s. 19.

[36]  Fığlalı, İsnâaşeriyye,” TDVİA, İstanbul, 2001, C:XII, s. 149-153.

[37]  Fığlalı, İsnâaşeriyye”, s. 149-153.

[38]  Fığlalı, İsnâaşeriyye”, s. 149-153.

[39]  Daftary, Şii İslâm Tarihi, çev. Ahmet Fethi Yıldırım, Alfa Yay., İstanbul, 2015.

[40]Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü, TDV Yay., Ankara, 1993, s.7.

[41]Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü, s.7-8, 10-12; Fığlalı, İsnâaşeriyye,”s.149-153; Muhammed Ebu Zehra, İslâmda Siyasi Ve İtikadi Mezhepler Tarihi, çev. Hasan Karakaya-Kerim Aytekin, Hisar Yay., İstanbul, 1983, s. 66-67; Kummi Nevbahti, Kitabu'l-Makalat ve'l-Fırak Fıraku'ş-Şia, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2004, s. 51.

[42]Ali Avcu, “Karmatîler’in Doğuşu ve Gelişim Süreci,”, AÜSBE, Temel İslâm Bilimleri (İslâm Mezhepleri Tarihi) Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 2009, s.1; Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü, s.10-15; Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, , s. 43; Muzaffer Tan, “İsmailî Davet: Sosyo-Politik Gelişim Süreci,” Dini Araştırmalar, Temmuz-Aralık 2015, C: XVIII, S.47, s. 82.

[43]Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü, s. 8-9; Çubukçu, Gazzalî ve Bâtınîlik, Resimli Posta Matbaası, Ankara, 1964, s. 29-31.

[44]Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü, s. 8-9; Çubukçu, Gazzalî ve Bâtınîlik, Resimli Posta Matbaası, Ankara, 1964, s. 31.

[45]Bâbekîler hak. bkz. Çubukçu, Gazzali ve Bâtınîlik, s. 32; Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, s. 80. Öte yandan İmam Gazalî’ye atfedilen bir kayıtta çarpıcı bir iddia yer alıyor. Buna göre, “... Geride Bâbekiyye’den bir cemaat kalmıştır. Söylentiye göre onların bir gecesi vardır. O gecede erkekleri de kadınları da toplanırlar, kandil ve mumları söndürür söndürmez kadınlarını yağmalarlar. Herkes bir kadına atılır ve yakalar. İddialarına göre kim bir kadını yakalarsa av olarak ona helâldir. Çünkü av mübah olan şeylerin en iyilerindendir. Bu sapıklıklarının yanı sıra İslâm ’dan önceki krallarından Şervîn denilen bir adamın peygamberliğini iddia etmekten de geri kalmazlar. Bu kişinin Peygamber (s.a.) ve ondan önceki peygamberden daha faziletli olduğunu düşünmektedirler.." Bkz. Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü, s. 9.

[46]  Ebu Halef el-Kummi, Şiî Fırkalar, Kitâbu’l-Makâlât ve’l-Fırak el-Kummî, Fıraku’ş-Şia en- Nevbahtî, (trc. Hasan Onat, Sabri Hizmetli, Sönmez Kutlu, Ramazan Şimşek), Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2004, s. 196-197.

[47]  Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü, s. 12-13.

[48]  Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü, s. 11.

[49]Hasan Onat “İsmâîl b. Ca‘fer es-Sâdık,” TDVİA, İstanbul, 2001, C:XXIII, s. 91-92; Muhammed Ebu Zehra, İslâm’da Siyasi Ve İtikadiMezhepler Tarihi, Hisar Yayınları, İstanbul, 1983, s. 65-67.

[50]  İsmail’in ne zaman öldüğüne ilişkin görüşler hak. bkz. Onat “İsmâîl b. Ca‘fer es-Sâdık,”s. 91- 92;Ebu Zehra, İslâm’da Siyasi Ve İtikadiMezhepler Tarihi, s. 65-67.

[51]  Ebu Zehra, İslâm’da Siyasi Ve İtikadiMezhepler Tarihi, s. 64-65.

[52]  Hilafet'in yanlış bir şekilde “Ali'lerden alındığını” düşünen Şia'nın başında ve en eski İsmailîler tarafından kullanılan bir ifade olan “doğru yol gösteren görev” hareket, özellikle İsmailîlerin birçoğunun Irak, İran, Doğu Arabistan ve Yemen'deki faaliyetlerine başladığı 3/9. yüzyılın ortalarında başarılı olmaya başlamıştır. Bkz. The Institute of Ismaili Studies, “al-da‘wa al-hadiya”, (Erişim) https://iis.ac.uk/taxonomy/term/24831,22 Mayıs 2019.

[53]Daftary, İsmailîler Tarihleri Ve Öğretileri, s.18-21, 220-221.

[54]Ayşe Atıcı Arayancan, Dağın Efendisi Hasan Sabbâh ve Alamût, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2011, s. 25-30.

[55]  Faruk Sümer, “Selçuklular”, TDVİA, İstanbul, 2009, C:36, s. 392-397; Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2009, s.133-134; Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, TTK Yayınları, Ankara, 1989, s. 212-216.

[56]  Abdülkerim Özaydın “Müstansır-Billâh el-Fâtımî”, TDVİA, İstanbul, 2006, C:32, s.119-121; Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhitler, s.487.

[57]  Özaydın, “Müstansır-Billâh el-Fâtımî,” s. 119-121.

[58]  Arayancan, Dağın Efendisi Hasan Sabbâh ve Alamût, s.25-30.

[59]  Arayancan, Dağın Efendisi Hasan Sabbâh ve Alamût, s.30-34.

[60]  Daftary, İsmailîler Tarihleri ve Öğretileri, s. 376-379.

[61]  Bohralar hak. bkz. Mustafa Öz, “Bohrâ”, TDVİA, İstanbul, 1992, C:VI, s.273-274.

[62]  Öz, “Bohrâ”, s.273-274; Daftary, İsmailîler Tarihleri ve Öğretileri, s.18-21.

[63]  Arayancan, Dağın Efendisi Hasan Sabbâh ve Alamût, s.20-25.

[64]Daftary, İsmailîler Tarihleri ve Öğretileri, s. 18-21.

[65] Tan,“İsmailî Davet: Sosyo-Politik Gelişim Süreci,” s. 86.

[66]Daftary, İsmailîler Tarihleri ve Öğretileri, s. 18-21.

[67]  Takiye uygulamasının oldukça erken devirde ortaya çıktığı savunulur. Hz. Muhammed’in (sav) vefatının ardından üç halifenin hilâfet devirlerinde asıl hak sahibi olan “Hz. Ali’nin sükût etmesi” bir takiyye olarak değerlendirildiği gibi “oğlu Hasan’ın Muâviye ile hilâfet konusunda anlaşması” da takiyye niteliği taşımaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Hz. Hüseyin’in Emevîlere karşı başlatmış olduğu hareket takiyye prensibiyle ilişkilendirilmemektedir. Ardından gelen “Zeynelâbidîn”, “Muhammed el-Bâkır” ve “Ca‘fer es-Sâdık” gibi imamların varlığını sürdüren idareye isyan edilmesini câiz görmemeleri gibi meseleler de takiyye uygulaması şeklinde yorumlanmıştır. Bkz. Wilhelm Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çev: Fuat Köprülü, DİB Yayınları, Ankara, 1973, s.160- 170.

[68]  Mustafa Öz, “Takıyye,” TDVİA, İstanbul, 2010, C:XXXIX, s. 453-454.

[69]Özaydın, “Hasan Sabbah,” TDVİA, İstanbul, 1997, C:XVI, s. 347-350.

[70]Rey hak. bkz. Özgüdenli, “Rey”, TDVİA, C: XXXV, İstanbul, 2008, s. 41.

[71]  Hodgson - Lockhart, “Hasan-ı Sabbah,” çev. Süleyman Tülücü, A.Ü.Türkiyat Araştırmaları, Enstitüsü Dergisi, S. 40, Erzurum, 2009, s.215.

[72]  Hilmi Ziya Ülken, İslâm Düşüncesi, Ülken Yay., İstanbul, 1995, s. 40.

[73]Köymen, Selçuklu Devri TürkTarihi,. TTK Yayınları, Ankara, 1989, s. 209-210.

[74] Yavuz Unat, “Ömer Hayyâm”, TDVİA, C:XXXIV, İstanbul, 2007, s. 66-67.

[75]İbnü’l Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, çev. Abdülkerim Özaydın, Bahar Yayınları, C: X, İstanbul,1987, s.260-263; Abdülkerim Özaydın, “Hasan Sabbah,” TDVİA, İstanbul, 1997, C:XVI, s. 347-350.

[76]Özaydın, “Hasan Sabbah,” s. 347-350.

[77]Özaydın, “Alamut”, TDVİA, C:II, İstanbul, 1989, s.336.

[78]Girdkûh, İran’ın kuzey doğusundaki Dâmgân yakınlarında, tarihi çok eskilere dayanan müstahkem bir kaledir. Su kaynağı ve tarım ürünlerinin bolca yetiştiği bir coğrafyada bulunması, buranın önemini daha da arttırmaktadır. Bkz. Cihan Piyadeoğlu, “Selçuklu ve İsmailî Kalesi Girdkûh”, Türkiyat Mecmuası, C:XXVII, 2017, s.249

[79]Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi’ni elde edişi hakkındaki rivayetler için bkz. Kaygusuz, Nizarf İsmailî Devletinin Kurucusu Hasan Sabbah ve Alamut Öğretisi, Tarihi, Felsefesi, Su Yay., İstanbul, 2012, s. 19-24.

[80]  Marco Polo, Dünyanın Hikâye Edilişi Harikalar Kitabı 1, çev. Işık Ergüden, İthaki Yay. İstanbul, 2003, s.117-120.

[81]  Özaydın,“Hasan Sabbah,” s. 347-350.

[82]  Özaydın, “Hasan Sabbah, s. 347-350; Cüveynî, Tarih-i Cihangüşa, s.557.

[83]Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, 134-135.

[84]  Bundârî, Zübdetü’n-nusra ve nuhbetü’l-usra, çev. Kıvameddin Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, s. 235-237.

[85]  Bundârî, Zübdetü’n-nusra ve nuhbetü’l-usra, s. 235-237.

[86] 459/1066-67’de Rey veya Kâşân’da doğduğu bilinen Selçuklu ve Abbasî veziri Enûşirvân b. Hâlid, Büyük Selçuklu Devleti’nde divan kâtibi olarak göreve başlamıştır. Sultan Berkyaruk ile Selçuklu tahtında hak iddia eden amcası Tutuş arasında Rey yakınlarındaki Dâşilû’da meydana gelen ve Tutuş’un ölümüyle sonuçlanan savaşa katılmıştır (488/1095). Sultan Berkyaruk’un veziri Müeyyidülmülk’ten itibar gören Enûşirvân onun himayesinde görev almıştır. Müeyyidülmülk’ün, Berkyaruk’un annesi Zübeyde Hatun aleyhindeki sözleri ve faaliyetleri sebebiyle azledilerek bizzat Berkyaruk tarafından katledilmesi üzerine devlet hizmetini terk ederek Basra’ya gidip edebiyatla meşgul olmuştur. Burada meşhur şair Harîrî ile tanışıp onu el-Makâmât’ı yazmaya teşvik etmiştir. Sultan Berkyaruk’tan sonra tahta geçen Muhammed Tapar zamanında ve Ziyâülmülk’ün vezirliği sırasında (1107/1111) hazinedar ve ârızu’l-ceyş olarak görev yaptı. Şemsülmülk Osman b. Nizâmülmülk iki bin dinar karşılığında onun yerine ârız tayin edilince Bağdat’a gitmişti. Hâtimülmülk Muhammed Meybüdî’nin vezirliği döneminde (1111/1117) vezir nâibi oldu. Fakat şiddetli muhalefet ve entrikalarla karşılaşınca istifa etmek zorunda kaldı. Daha sonra tekrar ârızu’l-ceyş tayin edildi ve 516/1122-23 yılına kadar bu görevi sürdürdü; bu tarihte azl ve hapsedildi. Şemsülmülk Osman b. Nizâmülmülk’ün ölümünden sonra (517/1123) hapisten kurtuldu ve Irak Selçuklu Sultanı Mahmûd b. Muhammed Tapar tarafından vezir tayin edildi. 1127-1128 yılları arasında bu görevde kaldı. Rakip ve düşmanlarının entrikaları yüzünden vezirlikten ayrılıp Bağdat’a gitti. 1132’de Halife Müsterşid-Billâh tarafından vezirliğe getirildi. 1134 yılında istifa ettikten bir süre sonra da Irak Selçuklu Sultanı Mes‘ûd b. Muhammed Tapar’ın veziri oldu. Ancak iç karışıklıkları önleyemediği ve başarılı olamadığı için azledildi ve yerine rakiplerinden İmâdüddin Dergezînî getirildi (1136). Bkz. Özaydın, “Enûşirvân b. Hâlid”, TDVİA, İstanbul, 1995, C: XI, s. 256-257.

[87]Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel (Selçuklular Tarihi I-II), der. Ali Öngül, Kabalcı Yay., İstanbul, 2017, s.61-68; Özaydın,“Hasan Sabbah,” s. 347-350; Bundârî, Zübdetü’n-nusra ve nuhbetü’l-usra, çev. Kıvameddin Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Maarif Matbaası, İstanbul, 1943, s.

[88] Hasan Taşkıran, Selçuklu Devletlerinde Suikastlar, Selenge Yay., İstanbul, 2015, s. 91-96.

[89]  Râvendî, Râhatü’s-Sudûr ve Ayeti’s-Sürûr, s. 154-157.

[90]  Cüveynî, Tarih-i Cihangüşa, çev. Mürsel Öztürk, s.559; Özaydın,“Hasan Sabbah,” s. 347-350.

[91]Fazlullah, Câmi’Al-Tavârîh, çev. Ahmed Ateş, TTK Basımevi, Ankara, 1999, s. 130-133.

[92] Abdülkadir Yuvalı, “Selçuklular Zamanında Bâtınî Faaliyetleri”, Sosyal Bilimler Dergisi, C:III, S.2, Elazığ, 1989, s.290-293.

[93]Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, MEB Yayınları, C:II, Ankara, 1983, s. 529.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar