BÂTINÎLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI VE BÂTINÎ GRUPLARI
Hazırlayan: Seher KAYAALP
KÖKSOY
İslâm Tarihinde İlk
Bölünmenin Ortaya Çıkışı
İslâm tarihinde Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem),
kendisinden sonra Müslümanların başına kimin geçeceğine dair bir vasiyet
bırakmamıştır. Bu durum çeşitli münakaşalara yol açmışise de sonrasında ise Hz.
Ebûbekir için bir mutabakata varılmış,[1] böylece“halifelik” makamının temelleri atılmıştı. Fakat halifeliğin
ilk günlerinden itibaren insanlar arasında bir grub, halifelik makamının Hz.
Muhammed’in hem yeğeni ve hem de damadı olan Hz.Ali’nin hakkı olduğunu
savunmuştu. Bu görüş, zamanla “Ali yanlısı” anlamında Şia ismini
almıştır.[2]
İslâm toplumu içinde muhalif görüşlerin net bir şekilde
ortaya çıkışı, üçüncü halife Hz. Osman dönemindedir. Tarihçilerin genel eğilimine
göre, Hz.Osman’ın kendi sülâlesini kayıran bir siyaset izlemesi, ilk muhalif
seslerin bu dönemde yankı bulmasına zemin hazırlamıştır. Dört Halife Dönemi’nin
ardından başa geçen Emevîlerin benzer bir siyaset güderek Arapları kayırması,
muhalif görüşlerin zamanla daha etkin rol oynamalarına neden olmuştur.[3]
Şiî düşüncesinin temel dayanağı olan halifeliğin Hz. Ali
soyundan gelenlerin hakkı olduğu iddiası, çeşitli gruplar tarafından siyasi ve
sosyal hoşnutsuzluklara karşı bir kılıf oluşturmuştur. Şiîlik esas itibariyle
Sünnî doktrini benimseyen devlete ve yerleşik düzene karşı gelen dini bir terim
haline dönüştürülmüştü. Oysa işin esasında İslâmî görünen fakat farklı
kültürel, dinî ve siyasî unsurların İslami kisveye bürünmüş yeni fikirler
vardı. Bilhassa fethedilen topraklardaki insanların İslâmiyeti kabul etmesiyle
birlikte bu yeni fikirler İslâm toplumunda yayılma alanı bulmuştur. Bu açıdan
bakıldığında Şiîlik düşüncesinin Bâtınî yorumunun şekillenmesinde
Hristiyan-Gnostik, Budizm, Maniheizm gibi dini inançların etkisi büyük olduğu
görülür.[4]
Gelişen siyasi olaylar neticesinde Şiîler de zamanla kendi
aralarında çeşitligruplara ayrılmışlardır. Bir yandan Şiî -Emevî çatışmaları
devam ederken öte yandanAbbasîler de Horasan bölgesinde faaliyetlerine
başlamışlardı. Bunun sonucunda Abbasiler, 132/750’de Büyük Zap Irmağı kıyısında
Emevîlerle yapılan savaşta galip gelerek kendi hanedanlıklarını kurmuşlar ve bu
suretle Abbasî Halifeliği dönemi başlamıştır. Abbasîler, Emevîler dönemine
nazaran İslâm’ın yayılmasına hız kazandırmış görünüyorlardı.[5]
Abbasilerin başa geçmesiyle birlikte, onlara iktidar olmayı sağlayan
en etkili toplumsal gruplardan mevâliler ayrı bir toplumsal sınıf
olmaktan çıkarak Araplarla eşit hale gelmiştir. Bu durum Şiîliğin toplum içinde
kendilerine bir yer bulamayan kitlelerin amaçlarına hizmet eden muhalif bir
fırka haline gelmesine yol açmıştır. Yeni bir sosyo-ekonomik çevrenin
oluşmasının ardından zengin sınıflar, topraksız çiftçi ve göçebe kırsaldan
keskin çizgilerle ayrılmıştır.
Bu suretle Müslüman toplumda örtük bir ayrışma yaşandı ve
kentin sıradan halkı, kırsalın dışlanmış göçebe veya köylüleri Abbasi
yönetimine karşı her türlü harekete yatkınlık gösterdi. Bazı görüşlere göre ilk
Şiîler, başlangıçta siyasi otoriteye karşı olan muhalifler tarafından temsil
edilmekteydi. Fakat bir süre sonra Şiîliğin İsmailîlik ve Oniki İmamcılık şeklinde
bölünmesi sonucunda muhalifler, pasif ve Sünnî otoriteye karşı hoşgörülü
Onikiİmamcılığınaksine siyasi alanda aktif rol oynayan İsmailîlikte karar
kıldılar.[6]
Bunun gibi, Oniki İmamcılık, Abbasi rejimine karşı olmalarına
rağmen, adaletin tecelli etmesini Oniki gâip imama bağladıkları için
siyasi anlayış olarak barışçıl davranmayı benimsemiştir. Bu tutumun aksine
İsmailîler, bir Mesih inancına yönelerek, birtakım akide değişikliği ve
ardından siyasi hareketlilik ortamına girmişlerdir. [7]
İlk Bâtınîler ve
Bâtınîlerde İlk Bölünme
Tespitlere göre İslâm tarihinde Bâtınî olan ilk kişiler,
Meymun b. Deysan ile Abdullah b. Meymun al-Kaddah’tır. Bunlar aslen İranlı olup
Bâtınîlik hareketinin ilk müessisi sayılmaktadırlar. Meymun b. Deysan ve
Abdullah b. Meymun al-Kaddah, görünüşe göre H.II. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren faaliyet göstermişlerdir. Bu ilk Bâtınîler, İslâm fetihlerinin
yayılması sırasında Müslümanların İran’ı zapt etmelerini kabullenememiş, buna
itiraz ederek karşıt bir hâkimiyet kurma mücadelesine girişmişlerdi. Eski İran
medeniyet ve hâkimiyetinin yeniden canlandırma çabasını sürdüren bu ilk
Bâtınîler, İslâm devletinin gücüne karşı kılıç ve kuvvetle hedeflerine
ulaşamayacaklarını bildikleri için gizli bir cemiyet kurmuş ve bu cemiyet, daha
sonra Bâtınîye olarak isimlendirilmiştir. Hareketin benimsenmesi için
kendi bağlılıklarını gizli tutan Bâtıniye’nin kurucuları, halkın Hz. Muhammed'in
torunlarının bazı haksızlıklara uğradıklarını bilmelerine rağmen bu
haksızlıklar karşısında Ehl-i Beyt'e duyduğu saygı ve merhameti göz önünde
bulundurmuşlardı.
Dolayısıyla Meymun b.Deysan ve oğlu Abdullah başlangıçta
kendilerinin Hz. Ali'nin kardeşi Ukeyl’in soyundan oldukları iddiasını ortaya
attılar. Daha sonra daMuhammed b. İsmail b. Cafer es-Sâdık’ın soyundan
geldiklerini öne sürdüler ve kendilerine inanan çoğu kimseyi aldatarak ve
faaliyetlerini gizlice yürüterek durumlarını kuvvetlendirdiler.[8]
Ancak yaşanan süreçte Bâtınîler arasında bölünmeler olmuştur.
Nitekim gelişmelerle birlikte Bâtınîler iki kola ayrılmıştır. Bu ayrılmanın
temelinde “imamlık” sırası gelmektedir. Sonradan Ismailiye olarak
isimlendirilecek kol Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Ali Zeyn el-Abidin,
Hz. Muhammed Bakır v eHz. Cafer es-Sâdık’tan sonra yedinci imam olarak Cafer'in
oğlu İsmail’i kabul etmişlerdir. Bâtınîlerin aynı zamanda Ismailîye
olarak anılmasının sebebi de budur. Cafer es-Sâdık hayattayken oğlu İsmail
ölmüş, bundan dolayı da bir kısım Bâtınîler, Cafer es-Sâdık'ın eski
vasiyetinden cayarak torunu Muhammed b. İsmail’i imam tayin ettiğini ileri
sürmüşlerdir. Bu iddiayı savunan Bâtınî çevreler, yedinci imam olarak İsmail
yerine onun oğlu Muhammed’i tanımışlardır. Bunlar ise “Hazan Mibarekiyye” [9] olarak anılmaktadırlar.
Ancak bir süre sonra bunlar da ikiye ayrılmışlardır:
1.Grup: Bunlar, Muhammed b. İsmail’in ölmediğini kabul
ederler.Bu grubun savunucuları, Muhammed b. İsmail’in saklandığına, yeni bir
şeriatla geri döneceğine ve adaleti tesis edeceğine inananlardır.
2. Grup ise, Muhammed b. İsmail'in öldüğünü kabul edip
dünyanın onun neslinden türeyen gizli ya da açık imamlar tarafından
sürdürüleceğini ileri süren 130 gruptur.[10]
İsmâiliye hareketinin imamları, Cafer es-Sâdık’ın ölümünden
hemen sonra Ubeydullah el-Mehdî”nin Kuzey Afrika’da ortaya çıkışına dek
(296/908) mahremiyeti devam ettirmişlerdir. Bu setr dönemi olarak
adlandırılmaktadır. Mezhepe tabi olanlar bu dönemde Muhammed el-Mektûm’dan
sonra Abdullah el- Vefî, Ahmed b. Abdullah et-Takî ve Hüseyin b. Ahmed
er-Radî’nin imam olduğunu ve görevin kesintisiz bir şekilde sürdürüleceğini öne
sürmüşlerdir. Fakat bu imamların tarihî kişilikler mi yoksa hareketin
kurucuları tarafından uydurulmuş hayalî şahsiyetler mi olduğu konusu netlik
kazanmamıştır. Zira bu devirde dâîler aracılığıyla yürütülen hareket pek
çok karanlık aşamalar geçirmiş olup kendi içinde birçok meçhuller
barındırmaktadır. Bunun yanı sıra uzun bir sürece yayılan bu gizlenme dönemi,
Fatımî halifelerinin soy bağının (neseplerinin) Hz. Muhammed’e ulaşıp ulaşmadığı
hususunda birtakım kuşkuların oluşmasına yol açmıştır. Altıncı imam Cafer
es-Sâdık’ın [11] oğullarından en büyüğü
İsmâil’in imam olması gerekirken, diğer oğlu Mûsâ el-Kâzım’ın bu göreve tayin
edilmesi hususunda birtakım gerekçeler ortaya atılmıştır. Bu gerekçeler
arasında İsmâil’in babasından üç yıl önce öldüğü rivayeti önemli bir yer
tutmaktadır. Diğer bir rivayette ise İsmâil’in, içkiye ve kadınlara olan
düşkünlüğünün yanı sıra Cafer es-Sâdık’ın kendisiyle ilgisini kestiği ve
lânetlediği Ebü’l-Hattâb el-Esedî ile dostluk kurması sebebiyle imâmetten
mahrum bırakıldığı da belirtilmektedir. Diğer bir rivayete göre de İsmâil’in,
Ca‘fer es-Sâdık’ın vefatından (148/765) beş yıl kadar sonra sağ olarak Basra çarşısında
görüldüğü belirtilmiştir. İsmâil’in imâmetini iddia edenler arasında onun ölüp
ölmediği konusu ihtilâflıdır. Aslında ölmediğini, takiye icabı ölmüş gibi
göründüğünü ortaya atan sayıca az bir topluluğa karşı, onun babasından önce
öldüğünü, kendisi için sabit olan imâmet görevinin çocuklarına intikal ettiğini
ifade eden ve İsmâil’in kölesi Mübarek’e nisbetle “Mübârekiyye” olarak anılan
grup çoğunluğu teşkil etmektedir. Asıl İsmâiliye’yi temsil eden bu camiaya göre
İsmâil b. Cafer adına tesis edilen bu fırka, sonrasında oğlu Muhammed b. İsmâil
el-Mektûm ile devam ettirilmiştir. Muhammed b. İsmâil, Abbâsî Halifesi
Hârûnürreşîd döneminde düşmanlarından korunmak amacıyla Medine’den uzaklaşarak
Rey (veya Deylem)’e doğru yola çıkmış, ardından Nîşâbur’a yerleşmiştir.[12]^"
Esasen sadece Bâtınî gruplarda değil, Müslüman toplumun
genelinde temelde benimsenen mezheplerde olmak üzere farklılaşmalar olmuş ve
tarihi süreç içerisindebu mezheplersiyasi, itikadî ve fıkhî olmak üzere
gruplara ve çeşitli kollara ayrılmıştır. Siyasî mezhepler Şiîlik, Haricilik ve
Ehl-i Sünnet olmak üzere üç gruptabelirtilebilir. Mezheplerin ortaya çıkışını
inceleyen 11. yüzyıl müellifi Şehristanî, bu siyasi mezheplerden biri olan
Şiîliğin pek çok kolları olduğunu savunur ve onları şu şekilde sıralar: “İsmailîye,
Harisiye, İsnâaşeriye, Eftahiye, Sebeiye (Abdullah İbn-i Sebe’ye tabi
olanlar), Hattabbiye, Keysaniye (Keysanlı Muhtar-üs sekafi’ye tabi
olanlar), Bakıriye, Keyyaliye, Elbaiye, Muhtariye, Carudiye, Mansûriye,
Hâşimiye, Beyâniye, Rezzâmiye, Zeydiye (Hazreti Ali’nin torunu Zeyd’e tabi
olanlar), İsahâkiye, Süleymaniye, Sâlihiye, Nusayriye, İmâmiye (Hz.
Ali’nin halifeliğinin Hz. Muhammed tarafından tayin edildiğine inananlar),
Ca’feriye, Navusiye, Yunusiye, Kâmiliye, Şemitiye, Mufaddaliye, Galiye,
Mugiriye ve Hişâmiyye”. [13]
Bunlardan İmâmiye kolu “İsnâaşeriye” ve “İsmâiliye” olmak
üzere iki bölüme ayrılmıştır. İsnâaşeriye, Oniki imama tabi olanlardır. Bu kola
göre imâmet, Hz. Hüseyin’den sonra Zeynelâbidin, Muhammed el-Bâkır, Cafer
es-Sâdık, Musa Kâzım, Ali Rıza, Muhammed Cevat, Ali Hâdi, Hasan Askerî ve onun
oğlu on ikinci İmam Muhammed’e geçmiştir.[14]
İsmâiliye ise Cafer es-Sâdık’ın oğlu İsmail’e inananlar ve
ona tâbi olanlara verilen isimdir. Bu misyonla zemini oluşturulan Bâtınîlik
hareketi, zamana ve zemine göre bu tür lâkaplarla anılmıştır. Aralarında bazı
farklılıklar bulunmasının yanı sıra tamamının gayesi bir ve yöntemleri
gizlidir. Hepsi de Sünnî inanca sahip Müslümanlara karşı olarak doğmuş
fırkalardır.[15]
İsmailîlik, Fatımiler devrinden itibaren etkisini giderek
arttırdıysa da esasen temelleri çok daha önce atılmıştır. İnsanları kendi
inançlarına yaklaştırmak için birtakım yöntemler geliştiren İsmailîler,
böylelikle propagandalarını geniş kitleler üzerinde yaymayı amaçlamışlardır. Bu
yöntem sayesinde kısmen başarılı olan İsmailîler, oldukça geniş coğrafî
bölgelere yayılabilmişlerdir. İsmailîlerin başarısında en önemli propaganda
unsurlarını dâî denilen propagandistler yapardı. Dâîlerin yöntemleri ve
davet dereceleri farklı olduğu için öğretinin dayandığı unsurlar analiz
edilmelidir. Bu çerçevede dâîler, şu 10 ilkeyi tatbik ederek hedeflerine
ulaşmaya çalışırlardı:
Te’vil: Kur’an’daki her bir
ayetin bir tefsiri olduğu görüşü savunulmaktadır. Bundan hareketle Bâtınîlerde
yorumun sınırlarının ve ölçüsünün olmaması, “Peygamberin, ayetlerin zâhirini
yani yalnızca görünür mânâlarını ifade ettiği; imâmların ise bu
ayetlerin gerçek mânâlarına vâkıf oldukları” inancı yaygın bir anlayıştır. Bu
bakımdan değerlendirildiğinde Bâtınîlik hareketine göre Kur’an’ın gerçek
mânâsını bilen, ondaki bâtınî anlamlara vâkıf olan imâmdır.[16]
Rızk ve Teferrüs: Bâtınîliğe davet eden
dâînin zeki, anlayışlı ileri görüşlü olması, davete icabet edenler arasında
samimi olanı olmayandan, güvenilir olanı olmayandan ayırd etmesi gereklidir.
Zahirî olanları Bâtınî mânâlara çevirmede atik ve çabuk kavramalıdır. Herkesi
aynı metodla davet etmemesi, birtakım iknâ usulleriyle hareket etmesi gerektiği
söylenmiştir.[17]
Te’nis: Bu kavram teferrüs
yöntemiyle benzerlik gösterir. Bu aşamada daî, davet ettiği kişinin inancına
uygun olarak onda merak uyandıran konulardan bahseder. Dâîler ve onlar gibi bir
görevli sınıfı olan mezunlar, geceleri, davetlerine olumlu cevap veren
ve müstecib denilen kişinin yanında yatarlar. Bilhassa Kur’an
okuyanlarla dost olmak isterler. Onunla güncel konulardan, o dönemin siyasi
olaylarından ve dinden sohbet açarlar. Özellikle bir ayet ve hadîs söz konusu
olunca bunların gizli anlamlarının ve sırlarının olduğundan bahsederek dikkat
çekmeyi hedeflerler. Bu sırlara ise ancak seçkin kişilerin malik olacağını
ileri sürerler. Eğer dâî, ibadete düşkün birinin evinde kalırsa geceyi namaz
kılarak ve ağlayarak geçirmeye özen gösterir. Bütün bunlar davet edilen
kişilerde dostluğu artırmak ve onların güvenini kazanmak için başvurdukları
yöntemlerdir.[18]
Teşkik: Dâînin davet ettiği kişinin
inandığı konularda inancını sarsacak biçimde o kişiyi şüpheye düşürmesidir. Bu
anlamda dâî, Kur’an’ın müteşâbih ayetlerinin gizemini ve bunun hikmetlerini
sorgulamakla işe başlar ve dinin amel noktasındaki konularda ortaya attığı
şüphelerle süreci devam ettirir. Bu tarz kuşkular, davet edilen kişinin
nefsinden şüphe etmesine kadar gider. Dâî, şüpheye düşülen konularda adayın bu
sırları merak edip öğrenmesi için onda istek ve arzu uyandırır.[19]
Ta’lik: İçindeki şüphelerle
boşluğa sürüklenen aday, dâîye yönelir ve ondan içindeki sıkıntıları gidermesi
için yardım talebinde bulunur. Fakat dâî onu rahatlatmaz ve meselelerin
zannedildiği gibi basit olmadığını ifade ederek adayın gözünü korkutur ve meseleyi
iyice abartır. Acele etmemesini öğütleyerek kişiyi oyalama taktikleri izler.
Sonrasında ise öğrendiklerini saklayacağına ve aralarında bir sır olarak
kalması gerektiği konusunda inandığı ulvi değerler adına adaya yemin ettirir.[20]
Rabt: Mezhebe davet edilen
kişinin, hiçbir koşulda bozamayacağı, hatta buna cüret bile edemeyeceği ağır
yeminlerle dâîye bağlanmasıdır.[21]
Tedlis: Râvinin, hocasından
işitmediği bir hadisi ondan duymuş gibi nakletmesi anlamında kullanılan bir
terimdir. Davet edilen kişiye imamların elçi olduğunu söyleyerek Allah’ın
onlara tüm sırları, zevahirin bâtınî manalarını ve misallerin
hakikatlerini onlara açıkladığını dile getirir. Eğer dâî, davet edilen kişinin
halkın inancından ayrılmadığını görürse, dönemin en zeki insanı olan bazı
kişilerin bâtıni olduklarını fakat halktan gizlediklerini ve bu durumu bir sır
olarak sakladıklarını kişiye anlatır. Ayrıca bâtıni olduklarını iddia ettiği bu
önemli kişilerin çok uzak memleketlerde yaşamış olmaları gerekir. Zira dâînin
buradaki amacı davet edilen kişinin bu kişilerle iletişime geçip, söylediği
yalanın fark edilmesini önlemektir.[22]
Tesis: Dâî bu aşamada davet
edilen kişi tarafından, olumlu karşılanacak ve onun mezhebe girmesini
kolaylaştıracak birtakım sözler söyleyerek onu etkilemeye devam eder.[23]
Hâl: Dâî davet edilen kişiye
zahirî emirlerde maksatın amel değil bâtıni manaların anlaşılmasına yardımcı
olmak olduğunu söyleyerek zahir ile amel etmenin cehalet olduğunu anlatır.[24]
İnsilâh: Davet edilen kişi bu
aşamaya kadar dâînin söylediklerine inanarak ve itiraz etmeyerek olumlu cevap
verirse artık ondan namaz, oruç gibi bütün dini vecibeler kaldırılır ve
istediği her şeyi yapması ona helal kılınır. İnsilâh ile davet edilen kişi
kendi inancından ve mezhebinden tamamen ayrılır ve böylece dâî asıl hedefine
ulaşır. Zira artık davet edilen kişi “bâtınî” olmuştur.[25]
Görüldüğü gibi dâîlerin yayılmacı faaliyetleri, bölgelerin
durumuna ve Bâtınîliğe alınacak kişilerin konumuna göre farklılıklar gösterse
de metodları ekseriyetle aynı oluşum içerisindedir. Dâîlerin aşamalı olarak
sürdürdükleri çalışmalar farklıdır. Ancak yine de ana ilkelerde ortak görüş
vardı. Mesela Bâtınî yapılanmanın teşkilat şemasının en üstünde imam
bulunmaktadır. Onun altında ise
on iki hüccet imam vekili yer almaktadır. Hüccetlere bağlı dâîler bulunmakta ve
bunların görevi insanları Bâtınîliğe davet etmektir. Bâtınîliği kabul ederek bu
harekete dahil olan müstecipler ise Bâtınî teşkilâtının en alt basamağını
oluşturmaktadır:
Şekil.1.Bâtınîlerin peygamber ve imam kültü[26]
Öte yandan Şiî fikirilerin esasında, her resulün “hem nebi ve
hem de veli” olduğu inancı dikkat çekmektedir. Otoritenin ve peygamberliğin
koşullarını bütün resuller taşımaktadır. “Her nebi, velidir; ancak resul
değildir. Kendisinin bir şeriatı yoktur, kendisinden önce gelen resulün
şeriatıyla amel etmektedir. Veli ise ne nebi ne de resuldur. Veli, velayet
makamının sahibi olan imamdır:
Şekil.2.Bâtınîliğin Teşkilât
Yapısı[27]
Dolayısıyla Bâtınî dâîleri çeşitli yöntemlerle birçok insanı
davet ederek taraftar toplamayı başarmıştır. İnsanlara önce dinî öğretilerle yaklaşıp
güvenlerini kazandıktan sonra yavaş yavaş kendi inançlarının içine çekerek
birçok insanı faaliyetlerine ortak etmişlerdir. Özellikle dini açıdan bilgisi
zayıf olan kişiler bu tuzağa hemen düşerek dâîlerin amaçlarını kısa sürede elde
etmelerini sağlamışlardır. Bâtınî hareketi dâîler aracılığı ile hızlıca
yayılmış ve birçok coğrafyada bu propagandalar hız kesmeden devam etmiştir. Bu
yapı özellikle Hasan Sabbah döneminde yeni bir kimlik kazanmıştır.[28]
Bâtınî kelimesi “gizli olmak; bir şeyin iç yüzünü bilmek”
anlamına gelen “batn” kökünden türeyen “bâtın” sözcüğüne nisbet ekinin
eklenmesiyle oluşmuş bir terimdir. Bâtıniyye şekli ise bâtın kelimesinin
isim halidir ve “gizli olanı ve bir şeyin iç yüzünü bilenler” anlamına
gelmektedir.[29]
Terim olarak “her zâhirin bir bâtını ve her nassın bir
te’vili bulunduğunu, bunu da sadece Tanrı tarafından belirlenmiş veya O’nunla
ilişki kurmuş mâsum bir imamın bilebileceğini iddia eden gruplar” diye
tanımlanmıştır. Bu geniş manalı tanımlama, tarih içinde “Mûtedil sûfîlerden
aşırı Şiî fırkalara ve mülhidlere” varıncaya dek pek çok zümreyi kapsayan
bir ifade olmuştur. Dolayısıyla yazılı eserlerde bâtıniyye kelimesi ilk
kez H. IV. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmış ve ilk defa Makdisî’nin el-Bed
ve’t-târîh adlı eserinde[30] geçmiş olsa da kelimenin tekil hali olan bâtın
biçimine “ayet ve hadislerin zâhirlerinde bulunmayan bazı ifadelerin
varlığına dikkat çekmek” manasında ilk olarak H.II. yüzyıla ait Şiî
literatüründe rastlanmıştır.[31]
Genel olarak bakıldığında bâtıniye kavramı, İslâm
düşünce tarihi içerisinde İslâm dininin esas hükümlerini bütün Müslümanların
anlayışından farklı olarak yorumlayan ve gizli bir şekilde örgütlenip merkezî
yönetime karşı isyan girişiminde bulunan çeşitli siyasî kümeler için ifade
edilmiş müşterek bir lakap olarak zikredilmiştir.[32]
Öte yandan bu türden tanımlamalar içinde Bâtınîlik,
umumiyetle İsmailîlik ile aynı anlamda kullanılmıştır. Fakat Bâtınîliğin “bir
Şiî kolu olan İsmailî mezhebinin zamanla aşırıya kaçmış ve İsmailî mezhebinin
doktrinlerinin saptırılmış bir şekilde kabul edilmesiyle ortaya çıkan dini
hareket” olduğu görüşü yaygındır.[33] Bâtınîler hakkında Müslüman kaynaklarda çeşitli kavramlar
kulanılır: Mülhitler, Zındıklar,[34] Talimiye, Bâtınîye,
Fedâîyi, Râfızi v.b. gibi isimler oldukça yaygındır. Batılı kaynaklar
incelendiğinde Accini, Arsasini, Assai, Assasinni, Asessini, Hesesini,
Heyssesini, Hashishin gibi kelimelerin kullanıldığı görülür. Yine Bâtınîler
hakkında, birtakım kaynak ve araştırmalarda onların “devlet”,
“düzen”,“teşkilat”, “örgüt”, “terör örgütü” v.b gibi yapılar olduğu
belirtilmiştir. Bu çerçevede yasa dışı fiili bir oluşum, dini bir mezhep veya
teşekkül olarak tanımlanan Bâtınîlerin ortak bir isimle nitelendirilmemesi
kavramsal olarak karışıklığa neden olmaktadır.[35]
Oysa Îsmailîlik olarak da telaffuz edilen îsmâiliye,
İsmâil b. Cafer ve oğlu Muhammed’in imamlığını iddia eden fırkaların müşterek
adıdır. Bu inanışa göre Muhammed b. İsmail yedinci imamdır. Bu görüş, onları “On
îki îmâm £iası”ndan ayırmaktadır.[36]
Oniki İmam Şiası, esasen on ikinci imamın 260/874 yılında
gizlenmesinden sonraki bir asır içerisinde diğer muhalif fırkaların giderek
kayboldoğu dönemde şekillenmiş olan bir gruptur.[37] İmâmiyye öğretisinin esası olan imamların sayısının on iki
ile sınırlandırılması görüşü de IX. ve X. Yüzyıl içinde oluşturulmuştu. Bunun
devamında fırka “İsnâaşeriyye” (el-İmâmiyyetü’l-İsnâaşeriyye) ismiyle
zikredilmeye başlanmıştır. Bu şekilde eski İmâmiyye öğretisiyle İsnâaşeriyye arasında
en büyük fark, imamların sayısının sınırlandırılmasıdır. İsnâaşeriyye isminin
ne zaman ortaya çıktığı kesin olarak bilinmemekle birlikte bu adın 9./10.
yüzyıl sonlarına dek gündeme gelmediği açıktır.[38]
Bâtınî grupları kaynaklarda çeşitli adlar altında
incelenmiştir.[39] İmam Gazalî bu fırkanın çeşitli lakâplarının olduğunu
söylüyor. Aşağıda bu gruplar liste halinde gösterilmiştir:[40]
Bâtıniye: İmam Gazalî’ye göre İsmailiye mezhebine mensup olanlara
“Bâtınîler” denmesinin nedenlerinden biri, inançlarını insanlardan saklı
tutmalarıdır. Bu durumun gerekçesi olarak önceleri zulüm ve işkenceye uğramaları
ifade edilir. Tutum ve davranışları, gerçek yüzleri Haçlı Seferlerinin ve
Tatarların savaşları esnasında açığa çıkmıştır. Bunların bir kısmı “Islama
ve Müslümanlara bir belâ kaynağı” olmuştur. Daha evvel belirtildiği üzere
“Bâtınîler” diye adlandırılma sebeplerinden biri de “şeriatın bir zahiri
vardır bir de batını, insanlar, onun ancak zahirini bilebilirler; batınını ise
yalnızca imam bilir” düşünceleridir.[41]
Karamıta: Karmatîlik, İsmailiye mezhebi bünyesinde ortaya çıkan,
Fatımîlere bağlanmayı reddedip eski İsmailî doktrine sadakat gösteren bir
harekettir. Karmatîlerin tarihini araştırmak esasen İsmailîlerin tarihini
araştırmak anlamına gelir. Bâtınîlikten bahseden klasik literatür Karmatîlikle
alakalı yapılacak bir araştırma için de temel malzemeyi oluşturmaktadır.[42]
Hurremiyye: Hurrem diniyye diye
de adlandırılan bu fırkanın, İran menşeli Mazdekiye’nin devamı olduğu iddia
edilir ki bunlar da Mecûsilerin bir koludur. En dikkat çekici yönlerinin,
hoşlarına giden her şeyi mübah saymaları, günah işlemekten kaçınmamaları ve
şeraite riayet etmemeleridir.[43] Bâtınîler onlara
benzerlikten dolayı bu mezhebin ismi ile de anılırlar.[44]
Bâbekiye: Bu fırkanın kurucusu Bâbek el-Hurremî’dir (ö. 223/838).
Kendisine bağlanan gruba da “Bâbekiyye” denilmiştir. Bâbek 201/817
yılından itibaren büyük nüfuz alanı oluşturmaya çalışmıştır. Bâbekîlerin,
çoğunlukla Hurremîleri temsil ettiği savunulmuştur. Halife Me’mun ve
Mu’tasım’ın Babek’e karşı mücadeleleri olmuştur. Mu’tasım zamanında Bâbek
yakalanarak asılmıştır.[45]
5.Seb’iyye: Bu gruba, Arapça yedi
anlamına gelen “seb‘a” kelimesinden türeyen “Seb’iyye” denilmesinin birinci
nedeni, onların imametin devirlerinin yedi olduğuna dair inançlarıdır. İkincisi
ise sûflî âlemin düzeninin, ayın yörüngesini de içine alan ve en üstte Zühal’in
bulunduğu yedi yıldız sistemine bağlı olmasıdır. Bu yedi yıldız sırasıyla
“Zühal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit ve en sonunda da Ay”dan oluşur. [46]
Muhammira: Bu isimle adlandırılmalarıyla ilgili şöyle bir söylenti
vardır. Onlar Bâbek zamanında kırmızıya boyadıkları elbiseler giyerlerdi. Bu
onların hususiyeti idi. Bir başka söylentiye göreyse, başka fırkalardan ve ehli
haktan kendilerine muhalefet eden herkese hamîr (eşek) derlerdi. Muhammira sözü
buradan gelmedir.[47]
Ta’lîmiyye: Onlara Ta’lîmiyye denilmesinin sebebi, mezheplerinin
temelinde re’yin iptal edilmesinin bulunmasıdır. Yani aklın
tasarrufunu iptal ederler. Halkı masum imamın talîmine daveti esas alırlar.
İddialarına göre ilimleri talimden başka idrak ettirecek yol yoktur.[48]
İsmailiye: İsmailîliğin tarihi,
148/765’te ölen İmam Cafer es-Sâdık’ın yerini kimin alacağı ile ilgili çıkan
anlaşmazlığa dayanmaktadır. Kaynak ve araştırmaların çoğuna göre Cafer
es-Sâdık, nass kuralına göre ikinci oğlu olan İsmail’i önceden halefi
tayin etmişti. Fakat kaynakların çoğunlukla ifade ettiğine göre İsmâil
babasının sağlığında ölmüştü.[49] Bu durum, İsmailîlerin fikri yapısını oluşturan esas
görüşlerin, doğasında tartışmalı ve şüpheli hususlar bulunduğunu
göstermektedir.[50]
İsmailîler kendi içlerinde gruplara bölünmüşlerdir.
İmamiyenin bir kolu olan İsmailîlerin çeşitli İslâm ülkelerine yayılmasının
yanı sıra bir kısmı Afrika’nın güneyine ve orta kısmına, diğer bir kısmı ise
Şam’a, büyük çoğunluğu ise Hindistan ve Pakistan’a gitmiştir. İsmailîler, Mısır
ve Şam’a egemen olan Fatımî Devleti ile bazı İslâm ülkelerine egemen olan
Karmatî Devleti’ni kurmuşlardır.[51]
al-Da’ve al-hâdiya adıyla anılan yani kendi
ifadelerine göre “doğru yola davet” ya da basitçe “davet mücadelesi” olan
İsmailî hareket, ilk büyük bölünmesini 286/899’da yaşamış ve bu suretle “Sadık
İsmailîler” ile “muhalif Karmatiler” ortaya çıkmıştır. Sadık İsmailîler, Fatımî
hanedanının kurucusunu ve haleflerini imam kabul ediyorken; Bahreyn merkezli
Karmatîler, Fatımî halifelerini devre dışı bırakan yedi imamlık bir silsileyi
kabul etmişlerdir.[52]
İsmailîlerin ilk ciddi başarısı, 909 yılında Fatımî
halifeliğinin kurulmasıyla elde edilmiştir. Bu durum, Şiîler tarafından, Sünnî
İslâmın sözcüsü Abbasi halifesinin otoritesine karşı ciddi bir meydan okuma
olarak değerlendirilmiştir. Bu dönemde İsmailîlerin İslâm yorumlarını
geliştirmesi, Abbasi düzeninin desteklediği Sünnî İslâm yorumlarına karşı
alternatif oluşturmaktaydı. Bu sebeple Fatımî dönemi, İsmailîliğin “altın çağı”
olarak görülmektedir. Bu dönemde İsmailî düşünce ve edebiyatı zirveye
ulaşmıştır. İsmailî literatürün klasik metinleri, Fatımî döneminde
üretilmiştir. İsmailî fıkhı da Fatımî döneminde bir sisteme bağlamıştır.
İsmailîler genel anlamda İslâm ilahiyatına, felsefesine ve özel olarak Şiî
düşünceye Fatımî döneminde önemli katkılarda bulunmuşlardır.[53]
Mısır Fatımî halifeleri, devletin zayıfladığı dönemlerde
tecrübeli devlet adamları ile ordu komutanlarının nüfuzu altına girdikleri bir
dönem geçirmişlerdir. Bunlardan Akka valisi Bedrü’l-Cemâli, halifenin daveti
üzerine hâkimiyeti eline aldıktan sonra kendisinden sonra oğlunu yerine
bırakacak önlemleri almayı ihmal etmemiştir. Nitekim kendisinin ardından arka
arkaya oğlu ve torunu da Fatımî Devleti’nin yönetiminde etkin rol oynadılar. Bu
durum Fatımîlerin, “askerî diktatörlerin yönetimine girdikleri bir dönem”
olarak değerlendirilmiştir.[54]
Fakat Fatımîlerin dağılmalarındaki esas sebeplerden biri
Abbasilerle giriştiği rekabettir. Zira Fatımî Devleti ile Abbasi Devleti
arasında siyasi ve mezhep mücadeleleri ile köklü bir rekabet vardı. Bu
rekabette Büveyhîler aracılığı ile Abbasi halifeliği üzerinde üstünlük kuran ve
bir baskı oluşturmaya muvaffak olan Fatımî halifeliği, Selçukluların Ön Asya
bölgesine girmesiyle bu pozisyonlarını kaybetmekle karşı karşıya kaldılar. Zira
Halife el-Kâim Biemrillah’ın davetiyle harekete geçen Selçuklular Tuğrul Bey’in
önderliğinde Abbasi halifeliğini Fatımîlerin eline düşmekten kurtardığı gibi,
Irak’ın yanı sıra Suriye bölgesini de ele geçirdiler. Nitekim bu bölge 1075’te
Selçukluların hâkimiyetine girmiştir. Böylece Selçuklular önemli bir dinî
misyon üstlenmiş oldular. Abbasî halifesini Şiî baskısından kurtarmak olan bu
misyonun sahibi Tuğrul Bey’in hedeflerinden biri “İsmâililiği ortadan
kaldırmak” idi. Bu amaçla 1055 yılında Bağdat’a gelen sultan, halifeyi
kurtardıktan sonra Mısır’a gitmek ve Fatımî Devleti’ne son vermek istiyordu.
Tuğrul Bey’in Mısır’a yönelik sefer planları gerçekleşmemiş olsa da Abbasi
halifesi el-Kâim Biemrillah’ın Büveyhî komutanı Arslan el-Besasirî’den
kurtarılmasının ardından, sadece Irak yöresi değil, Suriye ve hatta Filistin
yöreleri de Selçuklu yönetimine dahil edilmiştir. Ancak bu gelişmeler, Tuğrul
Bey’den sonraki Selçuklu hükümdarları olan Alp Arslan ve Melikşâh zamanlarında
vuku bulmuştur. Dolayısıyla Fatımî halifesi Müstansır, Şam’dan atılmıştır ve
böylece Fatımî İsmailîlerinin elinde sadece Mısır’ı kalmıştır.[55]
Fatımî halifesi Müstansır Billah’ın [56] (1036-1094) 487/1094’te
ölümünün ardından İsmailîlerin tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Zira
Müstansır’ın halefinin kim olacağı tartışmaya yol açmıştı. Müstansır’ın küçük
oğlu Ahmet, Müstali Billah unvanıyla Fatımî tahtına oturtulunca, ağabeyi Nizar
bu oldubittiye karşı başkaldırıda bulundu; ancak sonunda mağlup olmuş ve
488/1095’te öldürülmüştür. Böylece İsmailîler içinde yeni bir bölünme yaşanmış
ve Müstali- Nizarî ayrışması ortaya çıkmıştır. [57]
Nizar taraftarlarının oluşturduğu Nizariye kolu,
sonradan Hasan Sabbah ile güçlenecektir; Müsta’li taraftarlarını oluşturan Müsta’liye
kolu ise bir süre Mısır’da hâkimiyet sürmüş ancak sonradan Yemen’e oradan da
Hindistan’a geçerek çeşitli kollara ayrılmıştır.[58]
8.b. Musta’lî İsmâilileri
Fatımîlerin iki kola ayrılmasının temel sebebi, Fatımî
halifesi el-Müstansır’ın 1094 yılında Kahire’de ölmesinden sonra çıkan
karışıklıklardı. el-Müstansır ölmeden önce veliahd olarak büyük oğlu Nizar’ı
atamıştı. Ancak Fatımî devletinde vezirlik ve başkumandanlık yapan el-Efdal, Nizar’ın
yerine el-Müstansır’ın küçük oğlu olan Musta’li’nin (Ahmet) halife olmasını
sağlamıştır. Bunun üzerine Nizar taraftarları muhalefete başladılar ve
Nizârîler adıyla Mısır, Suriye, Yemen ve başka yerlerde faaliyetlerde
bulundular.[59]
Musta’li taraftarları ise 524/1130 yılına kadar Nizariliğin
karşısında yer almışlardır. Musta’liler, el-Müstansır’ın ardından oğlu
el-Mustali ve onun oğlu el-Amir olmak üzere iki imam daha tanımışlardır.
el-Amir’in ölümünden sonra çıkan karışıklıklar sırasında onun kuzeni olan
el-Hafız, imamlık iddiasında bulunarak Fatımi tahtını ele geçirdi. Bu durum
Musta’li topluluğu içinde yeni bir bölünmeye sebep oldu ve Mustaliler,
“Hafiziye ve Tayyibiye” olarak iki kola ayrıldılar.[60]
Hafiziye Müstalileri 567/1171’de Fatımî Devleti’nin
yıkılışının ardından yok olmuşlardır. Tayyibi Müstalileri el-Amir’den sonra
onun oğlu Tayyib’i imam kabul etmişler ve imameti Tayyib’in soyundan devam
ettirmişlerdir. Ne var ki Amir’den sonraki bütün Tayyibi imamlar gizli
kalmıştır.
Fatımîlerin yıkılışında sonra Yemen’de varlıklarını devam
ettiren Tayyibiler sonradan Hindistan’da görüldüler ve Bohralar[61] adıyla anıldılar. Bunların, Fatımî dönemi İsmailîlerinin
entelektüel ve edebi geleneklerini sürdürdükleri bilinmektedir.[62]
8.c. Nizarî İsmailîleri
Nizarîler, İsmâiliye mezhebinin günümüze kadar gelen en
önemli koludur. İsmailîler, Fatımi halifesi Müstansır Billâh’ın ölümüyle
(1094), Mustali İsmâililiği ve Nizari İsmâilileri olmak üzere ikiye
ayrılmıştır.
Halife el-Mustansır Billah’ın büyük oğlu Nizar, veliahd
olduğu halde halifelik makamına geçirilmeyince, çıkan isyanda idam edilmiş
(1095); onun taraftarı olan İsmailîler de Nizariye adıyla faaliyetlerini
sürdürmek suretiyle bu kolun yaşamasını sağlamışlardır. Nizarilere göre imamet
Nizar’ın hakkı idi. Öte yandan Nizar’ın giriştiği imamlık isyanı
sırasında Hasan Sabbah’ın da ona destek verdiği kaydedilir. Hasan Sabbah’ın
Nizar’a destek vermesi, Fatımî Devleti ile arasının açılmasına yol açmıştır.
Neticede Nizariler, Fatımîlerden bağımsız bir şekilde İran bölgesinde
faaliyetlerine devam ettiler.[63]
Başlangıçta İran ve Suriye’de yoğunlaşan Nizarî İsmailîleri,
varlıklarını sürdürmeyi Hasan Sabbah’a borçlu görünüyorlar. Nitekim onun
faaliyetleri neticesinde özellikle Selçukluların hâkimiyet alanlarında siyasal
önem kazanan Nizarîler, bir “devlet” haline geldiler. Kuzey İran’daki dağlık
yörede bulunan Alamut Kalesi, “Nizarî Devleti”nin merkezi konumunda idi.
Dolayısıyla Alamut’taki Nizari İsmailîleri, kalenin 654/1256’da Moğollar
tarafından yıkılmasına dek 166 yıl varlıklarını sürdürmüşlerdir. Nizarî imamın
baş temsilci daîsi ve hüccet olan Hasan Sabbah ve halefleri
Alamut’ta ikâmet etmişlerdir.[64]
Hasan Sabbah, Nizarî-Müsta’lî ayrılığından sonra doğuya
yönelmişti. Öte yandan Nizar’ın oğulları vardı ancak bunların hiçbiri
babalarının vefatından sonra açık bir imâmet iddiasında bulunmamıştır.
Nizarîlerin sahip olduğu “gizli imam” düşüncesine göre beklenen imamın ortaya
çıkması gecikince Hasan Sabbah, Nizar’ın gizlendiğini, kendisinin de “gizli
imamın hücceti” ya da “mutlak temsilcisi” olduğunu iddia ve ilan
iddia etmiştir. Ayrıca onun yerine geçen Hüdâvend adında iki halefide imâm
sıfatını kullanmadılar. Ancak yine de bunlar gizli imamın hüccetleri ve
Nizarî davetin en yüksek mercileri olarak görülmüşlerdir.[65]
Nizarîler, Alamut döneminde daha çok kalelerdeki cemaatlere
vali ve askeri komutan yetiştirmişlerdir. Moğol sonrası dönemde farklı dillerde
değişik dini ve edebi gelenekler geliştirmişlerse de birincil kaynakların
yetersiz oluşundan dolayı yeterince incelenememişlerdir. Özellikle Nizarî
grupların yaygın bir biçimde takiyye yapmış olmaları araştırmaları güç
hâle getirmiştir.[66]
Takiyye, hemen hemen bütün Şiî fırkalar tarafından
uygulanan temel bir unsur iken, Şîa’nın kolları içerisinde İsmailiye bilhassa
gizlilik (setr) devrelerinde bu ilkeyi devreye sokmuştur. Bâtınî grupların
birçoğunda takkiye uygulaması vardır.[67] Ancak özellikle
“Muhammed el-Bâkır” ve “Cafer es-Sâdık” döneminde gelişen aşırı Şiî mensupları takiyyeye
daha çok başvurmuşlardır. [68]
Hasan Sabbah’ın Fedaileri
ve Selçuklularla Mücadelesi
Selçuklu Devleti’ni büyük
çapta uğraştıran en önemli dini-siyasi fraksiyon olan Bâtınîler hakkında
Hamdullah el-Müstevfî’nin kayıtlarını değerlendirmeye geçmeden evvel bu örgütün
başı olan Hasan Sabbah’ın tarih sahnesine çıkışına bakmak yerinde olacaktır. Nitekim onun ortaya çıkışı ve
örgütünü nasıl kurduğu hususu tarihi açıdan kuşkusuz önemli bir meseledir. Öte
yandan Müstevfî’nin kayıtlarının değerini anlamak için de Bâtınîlerin
Selçukluları nasıl uğraştırdığına bakmak, Selçuklu-Bâtınî mücadelesinin
boyutlarını ve niteliğini görmek gerekir.
Hasan Sabbah’ın tam adı, el-Hasen b. Alî
b. Muhammed b. Ca‘fer b. el- Hüseyn b. Muhammed b. es-Sabbâh el-Himyerî
er-Râzî’dir. İran’da Nizari-İsmâili Devleti’nin kurucusu olan Hasan Sabbah’ın
doğum tarihi kaynaklarda 1046-1047 veya 1053-1054 olarak verilmektedir.[69] İran’ın Kum şehrinde
doğan Hasan, çocuk yaştayken babasıyla Rey’e göç etmiş, dinî eğitimini burada
almıştır. Rey[70] IX. yüzyıldan beri dâîlerin
faaliyet merkezlerinden biriydi. Hasan Sabbah da bu kişilerin etkisine girerek
Bâtıni hareketine dahil olmuştur.[71] Bâtınîlik, öncesinde
yalnızca bir öğreti ve inanç biçimi iken, Hasan Sabbah ile birlikte
örgütlenerek Selçuklu Devleti içinde çok etkili bir siyasi ve dini muhalefete
dönüşmüştür.[72]
1124 yılında öldüğü bilinen Hasan, o
tarihte seksen yaşlarındaydı. Buna göre 1040’lı yıllarda doğduğu söylenebilir.
Bir diğer tartışma konusu ise Sabbah’ın 1076 yılında doğan “Ömer Hayyam” ile;
ve 1017 yılında dünyaya geldiği bilinen “Nizamülmülk” ile okul arkadaşları
olduğudur.[73] Sultan Melikşah ve Sultan
Sancar zamanında himaye gören şairlerden olan Ömer Hayyâm’ın 1039-1048 yılları
arasında doğduğu ve ölüm tarihi olan 1123 veya 1132 yılları da dikkate
alındığında böyle bir arkadaşlığın kesin bir şekilde doğruluğu tartışmalıdır.
Esasen bu dönem kaynaklarında Bâtıniler ve Hasan Sabbah ile mücadeleler
esnasında Ömer Hayyâm’ın ismine rastlanmamaktadır.[74]
On yedi yaşında iken İsmailîye mezhebine giren Hasan, kısa
zamanda İran'daki baş dâi Abdülmelik b. Attaş’ın nâibliğine
yükselmiştir. Daha sonra Mısır’a giderek Fatımî Halifesi Mustansır'ın yanında
görevlendirilen Hasan, İran, Irak ve Suriye’yi dolaşmış; ardından halifenin
büyük oğlu Nizar'ın hilafete tayin edilebilmesi için çalışmıştır. Fakat bu
durum iktidarla ters düşmesine neden olunca Mısır’dan
ayrılmak zorunda kalmış; İran'a dönerek, Attaş'ın ölümü
üzerine onun yerine geçmiştir.[75]
Hasan, İskenderiye’den bindiği bir gemiyle Mısır’ı terk
etmişti. 1081’de İsfahan’a ulaşmış, dokuz yıl boyunca bütün İran’ı gezip
dolaşarak Bâtınîlik propagandası yapmıştır. Kirman, Yezd ve Hûzistan’ın
ardından İran’ın kuzeyindeki Hazar Denizi sahillerinde bulunan Gîlân ve
Mâzenderan ile Deylem’in dağlık bölgelerine yönelmiştir. [76] Bu süreçte onun faaliyetlerini
dikkatle takip eden Selçuklu Veziri Nizâmülmülk, Rey’deki yetkililere onu
yakalamaları için emir vermiş; ancak Hasan buradan kaçıp Kazvin’e gitmeyi
başarmıştır. Sonunda Rûdbâr vadisinde kendisine karargâh seçtiği ve
“beldetü’l-ikbâl” olarak adlandırdığı müstahkem Alamut Kalesi’ne yerleşerek
Nizârî-İsmailî Devleti’ni kurmuştur. İbnü’l Esir’in naklettiğine göre, Âluh ve
âmût (âmûht) kelimelerinden meydana gelen Alamut ismi, eski Fars dilinin
Taberistan şivesinde “kartal yuvası” veya “kartal eğitimi” (ta’lîmü’l-ukâb)
anlamına gelmektedir.[77]
Hasan, Alamut’u kendisi ve fedaileri için merkez olarak
belirlemiştir. Faaliyetlerini burada yürütmek için bölgenin zaptına çalışmış ve
bu iş için Alamut’un civarındaki köylere dâîler göndermiştir. Bunun yanı sıra
Girdkûh [78] ve Türşîz kalelerinin
valilerini kendi öğretisine yakınlaştırmayı başarmıştır.[79]
Öte yandan ünlü İtalyan seyyahı Marco Polo, 671/1273 yılında
Alamut Kalesi civarından geçtiğini iddia etmiş; orayı meyve bahçeleri, bal,
şarap ve sütten akan nehirlerin bulunduğu, güzel kadınlarla dolu bir yer olarak
tasvir etmiştir. Seyyah, cennetin Kur’an’da tasvir edildiğini; oysa fedailer
tarafından Alamut’un cennet olarak kabul edildiğini anlatır. Fakat bu
bilgilerin doğruluğu tartışmalıdır. Zira oradan geçtiği yıl olarak belirttiği
tarihte (1273) Moğollar tarafından çoktan yıkılan Alamut Kalesi harabe
durumundaydı.[80]
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah, İslâm dünyası için ciddi bir
tehlike arz eden Hasan Sabbah ve adamlarıyla mücadele etmeyi bir devlet
politikası hâline getirmişti. Sultan, Nizâmiye medreseleri aracılığıyla ilmî
alanda mücadele gösterirken, askerî yönden Bâtınîlerin tenkil ve tedip
edilmesine gayret etmiştir. Ne var ki Melikşâh zamanında Bâtınîlere karşı
alınan önlemler, Alamut Kalesi’nin defalarca kuşatılmasına rağmen bir sonuç
vermemiştir.[81] Hatta Selçuklu hücumları karşısında Bâtınîler de vezir
Nizâmülmülk’e suikast düzenleyip onu Ebû Tâhir Arrânî adında bir fedâîye
öldürterek karşılık vermişlerdir. Ardından da Sultan Melikşah’ın henüz oldukça
erken yaşta ve şüpheli bir biçimde ölümü (485/1092) Hasan Sabbah’a karşı
yönelik olarak düzenlenen mücadeleyi neticesiz bırakmıştır.[82]
Bu mücadeleler çerçevesinde Sultan Melikşah ile Hasan Sabbah
arasında mektuplaşmalar olduğu söylenirse de “böyle bir mektuplaşmanın olmadığı
ve bunun daha sonraki dönemde propaganda amacıyla uydurulduğu” ortaya
çıkmıştır.[83]
Bâtınîler, Sultan Melikşah’ın vefatı üzerine hânedan üyeleri
arasında başlayan taht kavgaları ve Haçlıların Müslüman topraklarını işgal
ettikleri kaos ortamında, nüfuz alanlarını genişletip faaliyetlerini
arttırmışlardır. Hasan Sabbah’ın Rûdbâr’daki egemenliği pekişmiş; süreç içerisinde
Girdkûh, Şahdiz ve Hâlincân kalelerinin alınmasıyla konumu büyük ölçüde
güçlenmiştir.[84]
Bâtınîlerin, Sultan Berkyâruk zamanında, kendilerine düşman
olan bir kimseyi vezir olarak atadığı için Berkyaruk’a hücum edip yaraladıkları
kaydedilmektedir. Sonrasında ise Berkyaruk ile Muhammed Tapar arasındaki
mücadele esnasında da Berkyaruk’un ordusuna gizlice dahil olup nüfuzlarını
artırmayı başardıkları belirtilmektedir.[85]
Hasan Sabbâh’ın işlediği cinayetlere tanık olan vezir
Enûşirvân b. Hâlid,[86] Müslümanların içinde
bulunduğu durumu bir felâket olarak değerlendirmektedir. Ona göre yollarda
güvenlik kalmamış; fidâîler acımazsızca cinayet işlemekte; sultanlar onlara
karşı bir çözüm bulamamış; halk korku içindedir. Ayrıca Sultan Berkyaruk’un
Bâtınîleri ortadan kaldırmaya karar verdiği sırada tuhaf gelişmelerin
yaşandığını belirten müellif, sultanın bu kararını gören bazı kimselerin, kendi
düşmanlarını da Bâtınîlikle suçlayıp haksız yere öldürülmelerine sebep
olduklarını söyler.[87]
Sultan Berkyaruk’un 494/ 1101’de Bâtınîlerden 300 kişiyi
öldürttüğü rivayet edilir. Sultan, Halife Müstazhir Billâh’tan bu konuda destek
istemiş ve Bağdat’taki Bâtınîleri tutuklamasını istemiştir. Ayrıca Kûhistan,
Fars ve Hûzistan’daki Bâtınîlere karşı askeri seferler düzenlemiş; Tabes Kalesi
gibi Bâtınîlerin elindeki bazı kaleler alınmıştır.[88]
Bununla birlikte Hasan Sabbah fedâîleri, Berkyaruk’tan sonra
tahta çıkan Sultan Muhammed Tapar döneminde de cinayetlerini sürdürdüler.
Muhammed Tapar da Bâtınîlere karşı ilk seferini Şahdiz Kalesi’ne yaptı ve
burayı ele geçirdi. Sultan 503/1109 senesinde vezir Ahmed b. Nizâmülmülk’ü
büyük bir ordu ile Alamut’a yolladıysa da kış şartları dolayısıyla neticesiz
kalmıştır.
505/ 1111’de Bâtınîlerin elindeki Bire Kalesi (Birecik) alındı.
Sultan, Halep Meliki Alparslan el-Ahras ile Reîsülahdâs Saîd b. Bedî‘den
vilâyetteki Bâtınîlerin öldürülmelerini istemiştir. Bu takibat neticesinde
Suriye bölgesinde Bâtınîlerden Ebû Tâhir es-Sâiğ, İsmâil ed-Dâî ve Hakîm
el-Müneccim’in kardeşi gibi Hasan Sabbâh’ın Suriye’deki vekilleri veçok sayıda
Bâtınî öldürülmüştür (507/1113).
Muhammed Tapar Alamut Kalesi’ni almayı çok istemişti.
Selçuklu ordusunun 511/1117’de başladığı Alamut kuşatması,1118 yılına dek devam
etmiş; Hasan Sabbâh ve fedâîleri, açlıktan sefil duruma düşmüştü. Kale tam da
alınmak üzere iken sultanın ölüm haberi gelince Selçuklu ordusu kuşatmayı
kaldırıp İsfahan’a döndü. Bu durum Hasan Sabbah ve Alamut Kalesi’nin bir kez
daha kurtulmasına yol açmıştır.[89]
Sultan Sancar, daha Horasan’da melik iken Bâtınilerle
mücadeleye başlamıştı. Ancak sultan olduktan sonra Hasan Sabbah’ın bir mesajı
ona geri adım attırmıştır. Nitekim Hasan Sabbah, sultanın sarayındaki bir
cariyeyi kandırarak bir gece yatağının başucuna bir hançer saplatmış ve onu
öldürtebileceği mesajını vermişti. Sultan Sancar, bu gelişme üzerine Hasan
Sabbah ile Bâtınilere belli şartlarda emân vermiştir. Cüveynî, Tarih-i
Cihangüşâ adlı eserinde kaydettiğine göre, Alamut Kalesi’nin Moğollar
tarafından zaptı (1256) sırasında kütüphanede Sancar’ın birkaç fermanını
görmüştür. Müellif, bu fermanlarda Sultan’ın onları dostluk ve barışa
çağırdığını, kendileri ile iyi geçinmek istediği bilgisine ulaşmıştır.[90]
Hasan Sabbah, otuz altı yıl Alamut’ta yaşamıştır. Rivayete
göre kaleden hiç çıkmayan ünlü dâî, 23 Mayıs 1124 Cuma günü Alamut Kalesi’nde
hastalanarak vefat etmiş olup cenazesi, Alamut yakınlarında, Rûdbâr civarındaki
bir mezara defnedilmiştir. Bâtınîler tarafından ziyaret mekânı olan mezar,
sonradan Moğollar tarafından yıkılmıştır.[91]
Selçuklu Devleti esasen arkasında Fatımî halifelerinin
desteği bulunan Hasan Sabbah ve diğer Alamut yöneticilerine karşı mücadelede
yeterli seviyede başarı gösterememiştir. Dolayısıyla İsmâililiğin savunucuları
ile Sünniliğin savunucuları arasında uzun çekişmeler yaşanmış ve bu dönem İslâm
dünyası açısından istikrarın nispeten kaybedildiği bir dönem olmuştur.[92]
Dolayısıyla Fatımî Devleti’nin Bâtınî anlayışını bir öğreti
olarak görmenin yanında, “Davet-i Cedid” olarak adlandırdığı yeni bir oluşum
kurarak teşkilât yapısını ve propaganda yöntemini belirleyen ve faaliyetlerine
bu şekilde devam eden Sabbah, yıllar boyu Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun
bütünlük yapısını tehdit edici roller oynamıştır. Devletin idari yapısını zora
sokan Bâtınî anlayışına karşı, dönemin devlet adamları tarafından birtakım
tedbirler alınmaya çalışılmışsa da Bâtınîlik tamamen bertaraf edilememiş bir
mesele olarak kalmıştır.[93]
[1] Henri Laoust, İslâm’da Ayrılıkçı
Görüşler, çev. E. Ruhi Fığlalı-Sabri Hizmetli, Pınar Yay., İstanbul,
1999, s. 19-26.
[2] Bernard Lewis, Haşhaşiler,
İslâm’da Radikal Bir Tarikat, çev. Kemal Sarısözen, Kapı Yayınları,
İstanbul, 2016, s. 45-47.
[3] Hüseyin Atay, Ehl-i Sünnet ve Şîa,
Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1983, s. 15-17.
[4]Fazlur Rahman, İslâm,
çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, Selçuk Yayınları, İstanbul 1981, s. 215218.
[5]Elnur Nesirov, “Abbasîler’den Safevîler’e Karabağ’ın
Askerî-Siyasî Tarihine Bakış”, SUTAD, Güz 2017; (42): 413.
[6]Daftary, İsmailîler, Tarihleri ve Öğretileri,
s.150-155.
[7] Ira M. Lapidus, İslâm
Toplumları Tarihi, çev. Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul,
2002, s.178-182.
[8]Çağatay - Çubukçu, İslâm
Mezhepleri Tarihi, s. 76-78.
[9] Çağatay
- Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, s.76-78.
[10]Çağatay - Çubukçu, İslâm
Mezhepleri Tarihi, s.76-78.
[11]Hasan Onat, “İsmâil
B. Ca‘Fer Es-Sâdık”, TDVİA, İstanbul, 2001, C:XXIII, s. 91-92.
[12]Mustafa Öz-Mustafa Muhammed eş-Şek‘a, “İsmâiliyye” TDVİA, İstanbul, 2001, C:XXIII,
s.128- 133.
[13]Şehristanî’nin
kayıtlarım aktaran Ayşe Atıcı’dan naklen, bkz. “Büyük Selçuklu
İmparatorluğu’nda Bâtinî Hareketi (Hasan Sabbah ile İlk Halefleri ve İran
Nizârî İsmailîleri ) (1090-1157)”, s.5-7.
[14] Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri
Tarihi, s.63-65.
[15] Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri
Tarihi, s.76-78.
[16]Naslarda yer alan
bir kelimeye yüklenen muhtemel mânalardan birini tercih etme anlamında
kullanılan bir terimdir. Bkz. Yusuf Şevki Yavuz, “Te’vil”, TDVİA,
İstanbul 2012, C: XLI, s. 27-28.
[17]Mohammad Ajmal
Hanif, “Dinler Tarihine Göre Cemaleddin Afgani’nin İslâm ve Diğer Dinler İle
İlgili Görüşleri”, SÜSBE, Felsefe Ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı
Dinler Tarihi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2011, s.92.
[18] Çağatay - Çubukçu, İslâm
Mezhepleri Tarihi, s. 46-49.
[19]Hanif, “Dinler
Tarihine Göre Cemaleddin Afgani’nin İslâm ve Diğer Dinler İle İlgili Görüşleri”,
s. 92.
[20] Çubukçu, Gazzalî
ve Bâtınîlik, s. 48-50.
[21] Çubukçu, Gazzalî ve Bâtınîlik,
s. 48-50.
[22] Bünyamin Erul, “Tedlîs”, TDVİA,
İstanbul, 2011, C:XL, s. 262-264.
[23] Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri
Tarihi, s. 88.
[24] Çubukçu, Gazzalî
ve Bâtınîlik, s. 47-49.
[25] Çubukçu, Gazzalî
ve Bâtınîlik, s. 49.
[26]Şekil; İlyas Yazar’ın “Bâtınîlik Üzerine Bir İnceleme” adlı
çalışmasından alınmıştır.
[27] Şekil, İlyas Yazar’ın “Bâtınîlik Üzerine Bir İnceleme”
adlı çalışmasından alınmıştır.
[28]Mustafa Öz, “Dâî”, TDVİA,
İstanbul, 1993, C.VIII, s. 420.
[29] Avni
İlhan, “Bâtıniyye”, TDVİA, İstanbul, 1992, C:V, s.
190-194.
[30]Mutahhar b. Tâhir el-Makdisî’nin dinler, mezhepler, İslâm
tarihi ve felsefeye dâîr kaleme aldığı bir eserdir. Yalnızca İslâmî
literatürden değil bunun yanında Yahudi ve Hint kaynaklarından da istifade
ettiği anlaşılan ve siyasi tarih açısından da önem taşıyan bu kaynak yirmi iki
fasıldan oluşmaktadır. 12. fasılda “yeryüzündeki din ve mezheplerden”
bahsederken bunun yanı sıra “o dönemde yaşayan mezhepler” ile ilgili bilgi
toplamak için uzun ve yorucu seyahatlere çıkmış, muhtelif incelemeler
yapmıştır. Bkz. Özaydın, “el-Bed’ ve’t-Târîh,” TDVİA, İstanbul,
1992, C:V, s. 289-290.
[31] Özaydın, “el-Bed’ ve’t-Târîh”, s. 289-290.
[32] Avni İlhan, “Bâtıniyye,”TDVİA,
İstanbul,1992, C:V, s. 190-194.
[33] Atıcı, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda
Bâtinî Hareketi”, s. VIII.-X.
[34] Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda
Zındıklar ve Mülhitler (15. ve 17.Yüzyıllar), Tarih Vakfı Yurt Yay.,
İstanbul, 2003, s. 453.
[35] Lewis, Haşhaşiler, İslâm’da
Radikal Bir Tarikat, s. 19.
[36] Fığlalı, “İsnâaşeriyye,” TDVİA,
İstanbul, 2001, C:XII, s. 149-153.
[37] Fığlalı, “İsnâaşeriyye”,
s. 149-153.
[38] Fığlalı, “İsnâaşeriyye”, s. 149-153.
[39] Daftary, Şii
İslâm Tarihi, çev. Ahmet Fethi Yıldırım, Alfa Yay., İstanbul, 2015.
[40]Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü, TDV Yay.,
Ankara, 1993, s.7.
[41]Gazâlî, Bâtınîliğin
İç Yüzü, s.7-8, 10-12; Fığlalı, “İsnâaşeriyye,”s.149-153;
Muhammed Ebu Zehra, İslâmda Siyasi Ve İtikadi Mezhepler Tarihi,
çev. Hasan Karakaya-Kerim Aytekin, Hisar Yay., İstanbul, 1983, s. 66-67; Kummi Nevbahti, Kitabu'l-Makalat ve'l-Fırak Fıraku'ş-Şia,
Ankara Okulu Yay., Ankara, 2004, s. 51.
[42]Ali Avcu,
“Karmatîler’in Doğuşu ve Gelişim Süreci,”, AÜSBE, Temel
İslâm Bilimleri (İslâm Mezhepleri Tarihi) Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora
Tezi, Ankara, 2009, s.1; Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü, s.10-15;
Çağatay - Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, , s. 43; Muzaffer
Tan, “İsmailî Davet: Sosyo-Politik Gelişim Süreci,” Dini Araştırmalar,
Temmuz-Aralık 2015, C: XVIII, S.47, s. 82.
[43]Gazâlî, Bâtınîliğin
İç Yüzü, s. 8-9; Çubukçu, Gazzalî ve Bâtınîlik,
Resimli Posta Matbaası, Ankara, 1964, s. 29-31.
[44]Gazâlî, Bâtınîliğin
İç Yüzü, s. 8-9; Çubukçu, Gazzalî ve Bâtınîlik,
Resimli Posta Matbaası, Ankara, 1964, s. 31.
[45]Bâbekîler hak. bkz.
Çubukçu, Gazzali ve Bâtınîlik, s. 32; Çağatay - Çubukçu, İslâm
Mezhepleri Tarihi, s. 80. Öte yandan İmam Gazalî’ye atfedilen bir
kayıtta çarpıcı bir iddia yer alıyor. Buna göre, “... Geride Bâbekiyye’den
bir cemaat kalmıştır. Söylentiye göre onların bir gecesi vardır. O gecede
erkekleri de kadınları da toplanırlar, kandil ve mumları söndürür söndürmez
kadınlarını yağmalarlar. Herkes bir kadına atılır ve yakalar. İddialarına göre
kim bir kadını yakalarsa av olarak ona helâldir. Çünkü av mübah olan şeylerin
en iyilerindendir. Bu sapıklıklarının yanı sıra İslâm ’dan önceki krallarından
Şervîn denilen bir adamın peygamberliğini iddia etmekten de geri kalmazlar. Bu
kişinin Peygamber (s.a.) ve ondan önceki peygamberden daha faziletli olduğunu
düşünmektedirler.." Bkz. Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü, s.
9.
[46] Ebu Halef el-Kummi, Şiî
Fırkalar, Kitâbu’l-Makâlât ve’l-Fırak el-Kummî, Fıraku’ş-Şia en- Nevbahtî,
(trc. Hasan Onat, Sabri Hizmetli, Sönmez Kutlu, Ramazan Şimşek), Ankara Okulu
Yayınları, Ankara, 2004, s. 196-197.
[47] Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü, s. 12-13.
[48] Gazâlî, Bâtınîliğin İç Yüzü,
s. 11.
[49]Hasan Onat “İsmâîl
b. Ca‘fer es-Sâdık,” TDVİA, İstanbul, 2001, C:XXIII, s. 91-92;
Muhammed Ebu Zehra, İslâm’da Siyasi Ve İtikadiMezhepler Tarihi,
Hisar Yayınları, İstanbul, 1983, s. 65-67.
[50] İsmail’in ne zaman öldüğüne ilişkin görüşler
hak. bkz. Onat “İsmâîl b. Ca‘fer es-Sâdık,”s. 91- 92;Ebu Zehra, İslâm’da
Siyasi Ve İtikadiMezhepler Tarihi, s. 65-67.
[51] Ebu Zehra, İslâm’da Siyasi Ve
İtikadiMezhepler Tarihi, s. 64-65.
[52] Hilafet'in yanlış bir şekilde “Ali'lerden alındığını”
düşünen Şia'nın başında ve en eski İsmailîler tarafından kullanılan bir ifade
olan “doğru yol gösteren görev” hareket, özellikle İsmailîlerin birçoğunun
Irak, İran, Doğu Arabistan ve Yemen'deki faaliyetlerine başladığı 3/9. yüzyılın
ortalarında başarılı olmaya başlamıştır. Bkz. The Institute of Ismaili Studies,
“al-da‘wa al-hadiya”, (Erişim) https://iis.ac.uk/taxonomy/term/24831,22 Mayıs 2019.
[53]Daftary, İsmailîler Tarihleri Ve Öğretileri,
s.18-21, 220-221.
[54]Ayşe Atıcı
Arayancan, Dağın Efendisi Hasan Sabbâh ve Alamût, Yeditepe
Yayınları, İstanbul 2011, s. 25-30.
[55] Faruk Sümer, “Selçuklular”, TDVİA,
İstanbul, 2009, C:36, s. 392-397; Turan, Selçuklu Tarihi ve Türk İslam
Medeniyeti, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2009, s.133-134; Mehmet Altay
Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, TTK Yayınları, Ankara, 1989,
s. 212-216.
[56] Abdülkerim Özaydın
“Müstansır-Billâh el-Fâtımî”, TDVİA, İstanbul, 2006, C:32,
s.119-121; Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhitler,
s.487.
[57] Özaydın, “Müstansır-Billâh
el-Fâtımî,” s. 119-121.
[58] Arayancan, Dağın
Efendisi Hasan Sabbâh ve Alamût, s.25-30.
[59] Arayancan, Dağın Efendisi Hasan Sabbâh ve Alamût,
s.30-34.
[60] Daftary, İsmailîler Tarihleri ve
Öğretileri, s. 376-379.
[61] Bohralar hak. bkz. Mustafa Öz, “Bohrâ”, TDVİA,
İstanbul, 1992, C:VI, s.273-274.
[62] Öz, “Bohrâ”, s.273-274; Daftary, İsmailîler
Tarihleri ve Öğretileri, s.18-21.
[63] Arayancan, Dağın
Efendisi Hasan Sabbâh ve Alamût, s.20-25.
[64]Daftary, İsmailîler Tarihleri ve Öğretileri,
s. 18-21.
[65] Tan,“İsmailî Davet:
Sosyo-Politik Gelişim Süreci,” s. 86.
[66]Daftary, İsmailîler Tarihleri ve Öğretileri,
s. 18-21.
[67] Takiye uygulamasının
oldukça erken devirde ortaya çıktığı savunulur. Hz. Muhammed’in (sav) vefatının
ardından üç halifenin hilâfet devirlerinde asıl hak sahibi olan “Hz. Ali’nin
sükût etmesi” bir takiyye olarak değerlendirildiği gibi “oğlu Hasan’ın
Muâviye ile hilâfet konusunda anlaşması” da takiyye niteliği
taşımaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Hz. Hüseyin’in Emevîlere karşı
başlatmış olduğu hareket takiyye prensibiyle ilişkilendirilmemektedir.
Ardından gelen “Zeynelâbidîn”, “Muhammed el-Bâkır” ve “Ca‘fer es-Sâdık” gibi
imamların varlığını sürdüren idareye isyan edilmesini câiz görmemeleri gibi
meseleler de takiyye uygulaması şeklinde yorumlanmıştır. Bkz. Wilhelm
Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çev: Fuat Köprülü, DİB
Yayınları, Ankara, 1973, s.160- 170.
[68] Mustafa Öz, “Takıyye,” TDVİA,
İstanbul, 2010, C:XXXIX, s. 453-454.
[69]Özaydın, “Hasan
Sabbah,” TDVİA, İstanbul, 1997, C:XVI, s. 347-350.
[70]Rey hak. bkz.
Özgüdenli, “Rey”, TDVİA, C: XXXV, İstanbul, 2008, s. 41.
[71] Hodgson - Lockhart, “Hasan-ı Sabbah,” çev.
Süleyman Tülücü, A.Ü.Türkiyat Araştırmaları, Enstitüsü Dergisi,
S. 40, Erzurum, 2009, s.215.
[72] Hilmi Ziya Ülken, İslâm Düşüncesi,
Ülken Yay., İstanbul, 1995, s. 40.
[73]Köymen, Selçuklu Devri TürkTarihi,. TTK
Yayınları, Ankara, 1989, s. 209-210.
[74] Yavuz Unat, “Ömer Hayyâm”, TDVİA, C:XXXIV,
İstanbul, 2007, s. 66-67.
[75]İbnü’l Esir, el-Kâmil
fi’t-Târih, çev. Abdülkerim Özaydın, Bahar Yayınları, C: X,
İstanbul,1987, s.260-263; Abdülkerim Özaydın, “Hasan Sabbah,” TDVİA,
İstanbul, 1997, C:XVI, s. 347-350.
[76]Özaydın, “Hasan
Sabbah,” s. 347-350.
[77]Özaydın, “Alamut”, TDVİA, C:II, İstanbul,
1989, s.336.
[78]Girdkûh, İran’ın kuzey doğusundaki Dâmgân yakınlarında,
tarihi çok eskilere dayanan müstahkem bir kaledir. Su kaynağı ve tarım
ürünlerinin bolca yetiştiği bir coğrafyada bulunması, buranın önemini daha da
arttırmaktadır. Bkz. Cihan Piyadeoğlu, “Selçuklu ve İsmailî Kalesi Girdkûh”, Türkiyat
Mecmuası, C:XXVII, 2017, s.249
[79]Hasan Sabbah’ın
Alamut Kalesi’ni elde edişi hakkındaki rivayetler için bkz. Kaygusuz, Nizarf
İsmailî Devletinin Kurucusu Hasan Sabbah ve Alamut Öğretisi, Tarihi, Felsefesi,
Su Yay., İstanbul, 2012, s. 19-24.
[80] Marco Polo, Dünyanın Hikâye Edilişi Harikalar Kitabı
1, çev. Işık Ergüden, İthaki Yay. İstanbul, 2003, s.117-120.
[81] Özaydın,“Hasan Sabbah,” s. 347-350.
[82] Özaydın, “Hasan Sabbah, ” s. 347-350;
Cüveynî, Tarih-i Cihangüşa, s.557.
[83]Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu
İmparatorluğu, 134-135.
[84] Bundârî, Zübdetü’n-nusra ve nuhbetü’l-usra,
çev. Kıvameddin Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, s. 235-237.
[85] Bundârî, Zübdetü’n-nusra ve nuhbetü’l-usra,
s. 235-237.
[86] 459/1066-67’de Rey
veya Kâşân’da doğduğu bilinen Selçuklu ve Abbasî veziri Enûşirvân b. Hâlid,
Büyük Selçuklu Devleti’nde divan kâtibi olarak göreve başlamıştır. Sultan
Berkyaruk ile Selçuklu tahtında hak iddia eden amcası Tutuş arasında Rey
yakınlarındaki Dâşilû’da meydana gelen ve Tutuş’un ölümüyle sonuçlanan savaşa
katılmıştır (488/1095). Sultan Berkyaruk’un veziri Müeyyidülmülk’ten itibar
gören Enûşirvân onun himayesinde görev almıştır. Müeyyidülmülk’ün, Berkyaruk’un
annesi Zübeyde Hatun aleyhindeki sözleri ve faaliyetleri sebebiyle azledilerek
bizzat Berkyaruk tarafından katledilmesi üzerine devlet hizmetini terk ederek
Basra’ya gidip edebiyatla meşgul olmuştur. Burada meşhur şair Harîrî ile
tanışıp onu el-Makâmât’ı yazmaya teşvik etmiştir. Sultan Berkyaruk’tan sonra
tahta geçen Muhammed Tapar zamanında ve Ziyâülmülk’ün vezirliği sırasında
(1107/1111) hazinedar ve ârızu’l-ceyş olarak görev yaptı. Şemsülmülk Osman b.
Nizâmülmülk iki bin dinar karşılığında onun yerine ârız tayin edilince Bağdat’a
gitmişti. Hâtimülmülk Muhammed Meybüdî’nin vezirliği döneminde (1111/1117)
vezir nâibi oldu. Fakat şiddetli muhalefet ve entrikalarla karşılaşınca istifa
etmek zorunda kaldı. Daha sonra tekrar ârızu’l-ceyş tayin edildi ve 516/1122-23
yılına kadar bu görevi sürdürdü; bu tarihte azl ve hapsedildi. Şemsülmülk Osman
b. Nizâmülmülk’ün ölümünden sonra (517/1123) hapisten kurtuldu ve Irak Selçuklu
Sultanı Mahmûd b. Muhammed Tapar tarafından vezir tayin edildi. 1127-1128
yılları arasında bu görevde kaldı. Rakip ve düşmanlarının entrikaları yüzünden
vezirlikten ayrılıp Bağdat’a gitti. 1132’de Halife Müsterşid-Billâh tarafından
vezirliğe getirildi. 1134 yılında istifa ettikten bir süre sonra da Irak
Selçuklu Sultanı Mes‘ûd b. Muhammed Tapar’ın veziri oldu. Ancak iç karışıklıkları
önleyemediği ve başarılı olamadığı için azledildi ve yerine rakiplerinden
İmâdüddin Dergezînî getirildi (1136). Bkz. Özaydın, “Enûşirvân b. Hâlid”, TDVİA,
İstanbul, 1995, C: XI, s. 256-257.
[87]Müneccimbaşı, Câmiu’d-Düvel (Selçuklular Tarihi I-II),
der. Ali Öngül, Kabalcı Yay., İstanbul, 2017, s.61-68; Özaydın,“Hasan Sabbah,”
s. 347-350; Bundârî, Zübdetü’n-nusra ve nuhbetü’l-usra, çev.
Kıvameddin Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Maarif Matbaası,
İstanbul, 1943, s.
[88] Hasan Taşkıran, Selçuklu Devletlerinde Suikastlar,
Selenge Yay., İstanbul, 2015, s. 91-96.
[89] Râvendî, Râhatü’s-Sudûr ve Ayeti’s-Sürûr,
s. 154-157.
[90] Cüveynî, Tarih-i
Cihangüşa, çev. Mürsel Öztürk, s.559; Özaydın,“Hasan Sabbah,” s.
347-350.
[91]Fazlullah, Câmi’Al-Tavârîh, çev. Ahmed Ateş,
TTK Basımevi, Ankara, 1999, s. 130-133.
[92] Abdülkadir Yuvalı, “Selçuklular Zamanında Bâtınî
Faaliyetleri”, Sosyal Bilimler Dergisi, C:III, S.2, Elazığ,
1989, s.290-293.
[93]Köymen, Alp Arslan ve Zamanı, MEB Yayınları,
C:II, Ankara, 1983, s. 529.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar