Print Friendly and PDF

CAHİT KOYTAK’IN ŞİİRLERİNDE YÜCELTİLMİŞ İNSANA ÖZGÜ DEĞERLER




Hazırlayan: Ferhat ÇİFTÇİ

İnsan yaşamında önemli bazı hususlar vardır. Bu hususlardan birini “değer” kavramı oluşturmaktadır. Değer, yaşamın anlamını bulmamızda bize ışık tutacak özsel bir karşılığa sahiptir. Bu karşılığı, farklı boyutlarıyla bireysel ve toplumsal hayatın birçok alanında görmek mümkündür. Bu bakımdan değerler, insanın önünde duran çoklu yapının toparlayıcısı konumundadır ve bizler için birçok meselede iyi ve kötünün temel belirleyicisi olmaktadır. Bu durumu edebiyat dünyası için düşündüğümüzde, bizleri karşılayacak olan değer nesnesinin edebî eser olacağı açıktır. Edebî esere ilişkin yapılacak bir değerlendirmede, bize estetik yargılarda bulunma fırsatı verecek olan belirleyenlerden önemli birini yine değer kavramı oluşturmaktadır. Bu açıdan edebî eserde değer, yazar ve okuyucuyu buluşturan, esere anlam yükleyen bir niteliğe sahiptir. Aynı zamanda değerlere, edebî eserin varlık bulmasını sağlayan önemli bir güç olarak da bakılabilmektedir. Bu belirlemeler doğrultusunda Cahit Koytak’ın şiirlerine baktığımızda, birbiriyle ilintili birçok değerin önemli bir paya sahip olduğu görülmektedir. Bunlardan vicdan, adalet, merhamet, şefkat, hikmet/bilgelik, insaniyet, yücelik, özgecilik ve tevazu ilk akla gelenlerdir. Koytak şiirinin tematik bütünlüğü içinde bu değerler, birbirini üreten ve birbirini çoğaltan bir anlam ağına sahiptir. Bu değerleri, şiirde idealize edişin bir karşılığı olarak yüceltilmiş insana ait özellikler olarak okumak mümkündür. Özellikle vicdan kavramının merkez değer olarak yer aldığı Koytak şiirinde, bu kavramla anlam kazanan bir değerler dizininin bizleri karşıladığı görülür. Bu çalışmada Cahit Koytak şiirlerinde söz konusu değerler dizinine odaklanılmış ve bu dizinin öznesi olan “yüceltilmiş insan”a ulaşılmaya çalışılmıştır. Ayrıca bu insan özelinde değer kavramının poetik çerçeve içinde nasıl bir anlama sahip olduğu da yoklanmıştır.

ÖN SÖZ

Eğitim, insan yaşamında önemli bir yer tutmaktadır. İnsan, eğitim sayesinde kendine yönelik bir değerlendirmede bulunup istikametini belirleyecek bir imkân yakalamaktadır. Eğitimle paralel bir şekilde ele alınacak kavramlardan birini hiç şüphesiz değerler oluşturmaktadır. Değerler, insan yaşamının önemli unsurları olarak eğitimden bağımsız bir şekilde ele alınamaz. Bir süreç olarak düşünülebilecek eğitimin çerçevesini planlılık belirlerken muhatap kitlenin beklentilerini ve onlara aktarılacak olanı değerler oluşturmaktadır. Bu bakımdan değerlere eğitimin var edici unsurları olarak odaklanmak gerekmektedir. Tabii ki değerleri, farklı boyutlarıyla ele alıp sınıflandırmak, onları farklı disiplinlerin ışığında açıklamak mümkündür. Bu durum, bilim, sanat, felsefe gibi farklı disiplinlerin değer olarak tanımlanmasıyla daha geniş bir boyut kazanmaktadır. Dolayısıyla insan, değerlerle ilgili söz konusu edeceği bir meselenin çerçevesini ve öncüllerini iyi belirlemelidir. Konunun bağlamı içerisinde değerlerin işaret ettiği yargılar olan iyi, doğru, güzel olandan kopmadan düşüncenin sınırlarını zorlamalı ve tutarlı bir yaklaşım ortaya koymalıdır.

Eğitim ve değer kavramlarının içerisinde insanın kişisel ve toplumsal yaşamını düzenleyen birçok kurucu unsura rastlamak mümkündür. Vicdan, adalet, ahlak bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu değerlerle anılan birey toplum nezdinde önem kazanmaktadır. Böylece bu değerlere sahip bireylerin toplumsal hayata değer aktarma gayretleri de tutarlı hale gelmektedir.

Bireysel tecrübelerin topluma aktarılma biçimlerinden birini sanatsal faaliyetlerden edebiyat teşkil etmektedir. Bu açıdan değer ve tecrübe aktarımında edebiyatçıyı bir özne olarak anlamlandırmak önem arz etmektedir. Bunu edebiyatçıların yerine getirip getirmediği farklı bir meseledir, fakat değer odaklı bir yaklaşımda böyle bir ödevin edebiyatın varlık nedenlerinden olduğu tartışmasızdır. Bu bakımdan çalışmada edebî bir tür olan şiire odaklanılmış, insanın duygu ve anlam dünyasına seslenmenin bir imkânı olarak şiir ve değer kavramları yoklanmıştır. Çalışmanın amaçlarını ortaya koyacak inceleme nesnesi olarak da Cahit Koytak’ın şiirlerinin önemli karşılıklara sahip olduğu düşünülmüştür.

BİRİNCİ BÖLÜM

GİRİŞ

Hayatı anlamlı kılan birtakım değerler vardır. Bu değerlerin aşınmasıyla insanoğlunda huzursuzluk belirmekte ve geleceğe yönelik umutsuzluklar devreye girmektedir. Bu bakımdan insan, girmiş olduğu muhasebe sürecinde kendisi için iyi ve güzel olanın arayışında olmuştur hep. Genellikle insan arayışının odaklandığı şey ise, yüceltilen bir fikir, ideoloji, nesne ve kavram gibi yaşamı idealize ettiği bir değer olmaktadır.

Değer, sözlükte birçok anlama gelmekle beraber, bir şeyin sahip olduğu yüksek vasıf; kişiyi toplum içinde insan olarak yaşatan, toplulukla ve diğer insanlarla uyumunu sağlayan, paylaşılmış, yaygınlaşmış ve netice olarak çoğunlukça benimsenmiş tutum olarak tanımlanmaktadır (Doğan, 2011: 355). “Değer”, hedeflenen örnek bireyin sahip olacağı tutum ve davranışları içeren genel bir kavram olarak anlaşılmalıdır. Bu tutum ve davranışlara sahip olmak, birey ve toplum açısından yüceltilmiş ve bunun doğal bir sonucu olarak kişilerin eylemlerinde buna sahip olmaları önemsenmiştir. Değeri, bireylerin topluma uyumunu sağlayan standartlar olarak görmek (Elbir ve Bağcı, 2013: 1322) yerindedir. Dolayısıyla kişilerin yüce değerlere, güçlü inançlara ve belirlenmiş ideallere sahip oluşları, bir toplumda hangi davranış kalıplarının ölçülebileceğine ilişkin normları da belirlemiştir (Özensel, 2003: 233).

İnsan, değer yüklenmiş bir varlık olarak hayatta önemli bir yere sahiptir. Değer kavramının öznesi olmak, onun en önemli özelliklerinden biridir. Bu nedenle farkında olmak ve söz konusu değerliliği yitirmemek için bir çaba içerisinde olmalıdır. Eğitim, bu çabanın oluşmasında başat bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsan hayatında kurucu role sahip birçok değerin eğitim sayesinde yaşam bulduğu bir gerçektir. Aynı şekilde, değerlerden arındırılmış bir eğitimin düşünülmeyeceği görülmektedir (Altun, 2003: 10). Bu bakımdan değerlerin konuşulması, ileri sürülmesi ve kavratılması çok önemlidir. Eğitim-öğretim süreçlerinde “değerler eğitimi” olarak programlanan ve planlanan çalışmaların temelinde bu vardır. Fakat bu temel, çıkılan yolda kişilerin planladığı her uygulamanın doğru olduğu anlamını taşımamalıdır. Yüceltilen bir unsur olarak değerlerin yanında değer aktarımının da önemsenerek asli mecrasından uzaklaştırılmaması gerekir. Özellikle modernizmle baş gösteren ontolojik çatlak ve postmodernizmin etik kodların içini boşaltarak bu çatlağı onarmada çaresiz kalması, hakikatle bağı kurulmuş bir değerler teorisini zorunlu kılmaktadır (Çınar, 2006: 53). Bedia Akarsu: “Kültürü, uygarlığı yaratan, bilimde, teknikte, sanatta, felsefede bunca ilerlemeyi başaran insan, kendini de aynı ölçüde insan olma yolunda ilerletebilmiş mi?” (2002: 15) diye sorar. Seyfi Kenan’ın şu düşünceleri de, değerlere yönelik belirlemeler konusunda oldukça önem taşımaktadır:

“Pozitivizmden beslenen modern eğitim, bize insanların neyi tercih edip neyi doğru bulduklarını anlatabilmekte, ama neyi tercih etmeleri ya da neyi doğru ve iyi bulmaları gerektiği hususunda yol gösterememektedir. Bu da bizi şu önemli sorunla karşı karşıya bırakmaktadır; hayatı mümkün kılan ve toplum hayatını devam ettiren adalet, merhamet, cömertlik gibi temel ahlaki-toplumsal değerler nereden, hangi anlayıştan, hangi kaynaktan ve nasıl beslenecektir? Bu soru, üzerinde düşünülmesi gereken oldukça önemli bir nokta olarak sadece eğitimcilerin değil, gelecek neslin eğitim sorumluluğunu hisseden herkesin önünde durmaktadır” (2009: 263).

Değerleri, günümüzdeki karmaşık problemleri önleyecek ve giderecek bir çıkış noktası olarak belirledikten sonra karşımıza çıkacak olan kaynak sorununu “hakikat”i zikretmekle gideremeyiz. “Hakikat, kendisini kuşatmaya çalışan tüm bakış açılarını aşkındır ve öyle de kalmalıdır. Çünkü bir doğruluk kriteri olarak hakikat, bu aşkınlığıyla kendini haklı kılmakta, doğrulayıcı ve hatta yaratıcı bir mehaz olarak varlığını ve hayatiyetini korumaktadır” (Aktaş, 2010: 10).

Peki, insanın bu noktada yapması gereken nedir? İşlerlik kazandırılamayan bir hakikatin somut, yaşama dokunur tarafları nasıl sağlanacaktır? Elbette bu soruların cevabı kolay değildir ve bunlara, birçok bakış açısıyla geniş bir zeminde cevap verilmesi gerekmektedir. Fakat bu durum, hakikatin mutlak bir kavram olarak karşımızda olmasından kaynaklanmaktadır ve onun tezahürü olan değerleri anlamaya ve anlamlandırmaya engel değildir. Bu açıdan değer olarak addedilen birçok unsurun sağlamasını yapmak ve hangi bağlamda ele alındığına bakmak gerekir.

Tarih, değerleri uğruna çatışan ve çabalayan insanlarla ve onların öyküleriyle doludur. Bu durum, kimileri için bir yanlışlık, kimileri içinse bir kahramanlık yolu olarak anlam bulmaktadır. Bu anlamda dünyadaki yıkım ve çatışmalara karşı “barış teolojisi”ni öne süren Şevket Yavuz, değerleri bir medeniyetin devamlılık iksirini sağlayan ezelİ bir memba olarak görür (2007: 107-109). Ona göre değerlerin soy kütüğü ve sınırları hakkındaki herhangi bir çaba; maddi-manevi zıtlıkta değil, aksine iyi, güzel, doğru, vb. yaklaşım, insanlığın şuuraltı heyetinde formatlanan evrensel ontolojik çerçeveye (fıtrat), vahiy tecrübesiyle yeniden inşa edilen sürece ve sosyo-kültürel tezahürler olarak tarihteki açılımlara imkân veren bir anlayışla olmalıdır (2007: 91-92).

Atasoy Müftüoğlu, geçmişte olduğu gibi bugün de bütün insanlığı etkileyen evrensel değerler üretilebileceğini söyleyerek geçmişte var edilenin yeniden var edilebileceği üzerinde durur (2010: 38). Yine ona göre İslamİ, insanİ, ahlakİ sorumluluklarımız, çağımızı ilahİ değerler doğrultusunda dönüştürmek suretiyle yerine getirebilir (2010: 38). Bu bakış açısının değeri, üzerinde yeniden düşünerek yapıcı bir konumda ele aldığı ortadadır. Dolayısıyla değerleri dışlayan ya da onu kör bir bakış açısıyla savunan tarafların olduğu bir vasatta bu anlayışı yaygınlaştırmak gerekir.

Eğitimin amaçladığı birey ve toplum inşasında bireysel ve toplumsal iyileştirmeyi gerçekleştirecek kültürel ve sanatsal malzeme ve uygulamalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu, birçok alanda farklı yöntemler ve araçlarla, insanların ortak çabalarıyla vücut bulmuştur.

İnsan için “değer” kavramının söz konusu olduğu alanlardan biri de edebiyattır. Edebiyat, yazar ve şairlerin ortaya koydukları eserlerle “değer” kavramını yücelten bir imkân oluşturmuştur. Edebiyat sanatçısı, bu anlamda hak, hayır, sabır, adalet gibi dinamik kavramların önemli bir taşıyıcısıdır (Akkanat, 2010: 12). Bu nedenle yaşamın vazgeçilmez unsurları olan değerlerin, edebiyat eserinde de olmasının ve yaygınlaştırılmasının bir mantığı vardır.Bu edebiyat-değer ilişkisinde ontolojik bir bağ olarak düşünülmelidir.

Değer aktarımında ikircikli bir tutum takınarak eserlerinde değer odaklı bir bakış açısından uzak durmak isteyen yazar ve şairlere rastlamak mümkündür. Özellikle bu olumsuz durumun, sanatın değer aktarmasının ucuz kabul edilmesinden ileri geldiği söylenebilir. Cemal Şakar’ın bir edebiyat kuramcısı olan Eagleton’dan aktardığı “Aslında edebiyat kuramına siyaset sokmaya hiç gerek yoktur: Güney Afrika sporunda olduğu gibi edebiyat kuramında da en baştan beri siyaset çoktan beri vardır.” Sözü (2011: 80), durumu açıklamaktadır. Bu ifade, edebiyat kuramları için söylenmesine rağmen, edebî ürün için de rahatlıkla kullanılabilir.

Sözel bir sanat olarak edebiyat, yazar ve okuyucu arasında gerçekleştiğinden edebiyatın anlam, aktarım ve iletişim gibi unsurlardan sıyrılması mümkün değildir. Dolayısıyla söz ve anlam üzere vücut bulmuş bir eserin yazar, metin ve okuyucu nezdinde karşılık bulduğu estetik yargılar, bizleri değer kavramına ulaştırmaktadır. Tarihçi ve ozan arasındaki farka değinen Aristoteles, tarihçinin olmuş, ozanın ise olabilecek şeyleri anlattığı görüşündedir (2010:40). Gerçi bu ifadeleri Aristoteles, sanatın taklidi bağlamında dile getirmektedir; fakat yine de bu ifade, değer ve şiir arasında bir ilişkiye kapı aralayacak bir boyut taşımaktadır. Yazarın “olabilecek şeyler” vurgusu, değerlerin işlenmesi ve idealize edilmesi açısından oldukça elverişli gözükmektedir. Bu bakımdan değerlerin yüceltilmesi ve aktarılması için poetik kurgunun önemli bir imkân barındırdığını söylemek mümkündür.

Edebiyatın, değerlerin aktarımında işlevsel bir sanat olması konusunda Hüseyin Su şunları söyler:

“Kavramları ve kavramların kapsam alanlarını kendi sınırları içinde ve işlevleri doğrultusunda düşündüğümüzde edebiyatın da ‘işlevsellik ve etkinlik’ anlamında bir gücünün olduğundan söz edilebilir elbette; söz edilmelidir. Hatta insani eylemler içinde en doğru ve en sahih güçlerden biri olduğunun da altı çizilebilir” (2005: 78).

Edebiyata güç atfeden bu değerlendirmenin, bu gücün sonuçlarının ne olduğu konusunda düşündürücü olduğu açıktır. Dolayısıyla edebiyatı “işlevsellik ve etkinlik”ten uzak düşünerek zeminsiz bırakmak doğru değildir.

Söz konusu düşünceler doğrultusunda, bir edebî eser olarak Cahit Koytak’ın şiirlerine baktığımızda, değer kavramıyla ilişkilendirebileceğimiz çok fazla unsura rastlamak mümkündür. Buna şairin kendisi, şiir bir fikre, sahici duyguya dayanmalıdır diyerek (İlbak, Acar ve İlhan, 2014: 31) olanak sunmaktadır. Şairin iletmek istediği fikir ve özdeşlik kurmamızı sağlayacağı duygu, okuyucuyu değer kavramıyla buluşturmaktadır. Resul Tamgüç, şair hakkında şunu söyler: “Şiirini tekmil insan portresi oluşturma çabasında bir külliyat evsafında kurgulaması bence günümüzde bir postmodern mesnevi denemesidir” (2012: 5). Bu bakımdan Koytak şiirinde örnek insana dair birçok değerin ön plana çıktığını söylemek mümkündür. Başta vicdan olmak üzere, bunun bir tezahürü olarak adalet, merhamet, şefkat, hikmet/bilgelik, insaniyet, yücelik, özgecilik, tevazu gibi birçok değer, Cahit Koytak’ın şiirlerinde önemli karşılıklara sahip görünmektedir. Bu anlamda Cahit Koytak’ın şiirleri, incelememiz için önemli bir metinsellik barındırmaktadır. İçerdiği temalar bakımından Cahit Koytak şiiri ve şairin potekası, hem toplumsal hem de bireysel anlamda “yüceltilmiş insana özgü değerler”in bilinmesine, kavranmasına ve içselleştirilmesine önemli olanaklar sunmaktadır.

İnsan hayatında karşılaşılan birçok problemin arkasında birey ve toplum nezdinde önemsizleşen değerler manzumesini görmek mümkündür. Bu değer yitiminin belli kavramlar eşliğinde ele alınması gerekir. Özellikle birçok kavramın yaşanması ve yaşatılması açısından kilit rol oynayan vicdan kavramı anlaşılmalı ve problemlerin giderilmesi için tartışılmalıdır. Zira vicdan, insanda potansiyel hâlde olan önemli bir kuvvettir (İmamoğlu, 2005: 128). Vicdan değerinden yoksun bir insanın ve toplumun anlamlı bir yaşam çerçevesi çizmesi mümkün değildir. Kapsamlı bir değer olarak vicdanın, eyleme dönüşen boyutuyla ortaya çıkan adalet, merhamet, şefkat, hikmet/bilgelik, insaniyet, yücelik, özgecilik, tevazu gibi değerlerle bir paralellik gösterdiği açıktır. Bunu ortaya koymak, tartışmak ve insanlara değerlerin eğiticiliği yönünü göstermek gerekmektedir. Söz konusu farkındalığa ulaşıldığında, amaç ve yöntem tutarlılığı belirecektir. Eğitsel herhangi bir durumda, amaç ve yöntem bilgisinin hedeflenen becerilerin öğrenilmesinde önemli bir etki gösterdiği açıktır. Dolayısıyla değer kavramı ve bileşenlerinin, Türkçe eğitimi alanının önemli bir göstereni olan edebî metinlerde nasıl olması gerektiği üzerinde durulmalı; buna dair doğru bilgiler elde edilerek nitelikli bir değer aktarımının peşinde olunmalıdır.

İKİNCİ BÖLÜM

KURAMSAL ÇERÇEVE VE İLGİLİ ARAŞTIRMALAR

Bu çalışmanın kuramsal çerçevesini belirleyen iki önemli kavram/kelime söz konusudur. Bunlar “değer” ve “Cahit Koytak şiirlerindir.

Değerlerle ilgili birçok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalara, sosyal bilimlerden eğitim bilimlerine; resmİ ve sivil toplum kuruluşlarından yayın dünyasına kadar birçok alanda rastlamak mümkündür. Yaşama anlam veren öz bir kavram olarak değer, disiplinler arası bir yaklaşımla inceleme konusu kılınıp ileri boyutlara taşınmak istenmektedir. Bu çalışma da, genel anlamda değerin edebî metin içinde nasıl bir aktarım unsuru olduğuna odaklanarak yukarıdaki alanların değeri ele alış biçimlerine yaslanmaktadır. Ayrıca bu çalışma Türkçe eğitimi alanında, dil eğitiminin önemli bir parçası olan metin merkezli bir çalışmayı esas almaktadır.

Araştırmada değerlerle ilgili olarak bazı kuruluşlar ve kaynaklar ön plana çıkmaktadır. İstifade ettiğimiz kaynakların bazıları Değerler Eğitimi Merkezi (DEM) bünyesinde söz konusu olmuştur. Değerler Eğitimi Merkezi, 2003 yılında kurulan, değer eğitimi ve aktarımı konusunda akademik katkıyı amaçlayan bir araştırma merkezidir. Kuruluşun bünyesinde 2003’te yayın hayatına başlayan ve disiplinler arası, hakemli akademik bir dergi olan “Değerler Eğitimi Dergisi” ile 2007’de yayın hayatına başlayan “Değerler Eğitimi Merkezi Dergisi” önemli kaynaklar olarak zikredilebilir.

Hayati Hökelekli’nin “Psikoloji, Din ve Eğitim Yönüyle İnsanİ Değerler” (2013) başlığını taşıyan eseri, ele aldığımız birçok değeri tanımlayan ve izah eden bir kaynaktır. loanna Kuçuradi’nin “İnsan ve Değerleri” (2003) adlı yapıtı da, değerin problem durumunu işleyen ve alana önemli katkılar sunan bir eser olarak hatırlanabilir.

Cahit Koytak, edebiyat dünyasının tanıdığı, geniş bir okur kitlesine ulaşan önemli bir şairdir. Şairin yayımlanmış ve bünyesinde pek çok şiiri barındıran yedi şiir kitabı bulunmaktadır. Ayrıca şairin, araştırmamızın kapsamı dışında olan pek çok çevirisi ve çeşitli yerlerde yayımlanmış birçok şiiri bulunmaktadır. Şair ve şiiri hakkında farklı yayın kuruluşlarında olmak üzere birçok tanıtıcı çalışma kaleme alınmıştır. Bunların çoğu edebiyat dergileri olmak üzere, kitap, gazete, haber bültenleri ve internet sitelerinde yer alıp çalışmamızda bunlardan yararlanılmıştır. Bunlardan ilk akla gelenler şunlardır:

Şair ve şiiri Hece dergisi tarafından2003 yılında “Cahit Koytak Şiiri: Derin Bir Mavilik” başlığı altında dosya konusu olarak ele alınmıştır. Bu dosyada farklı yazar ve araştırmacılar tarafından şairin yaşamı ve şiir anlayışını ortaya koyan yazılara yer verilmiştir.

İstanbul Bir Nokta dergisi, 2012 yılında şair için özel bir sayıya imza atmıştır. Bu çalışma, şair hakkında yapılmış en kapsamlı çalışma sayılabilir. Şair ve şiiri birçok farklı yazar ve edebiyatçı tarafından değerlendirilmiştir.

Dil ve Edebiyat dergisinin yayımladığı “Şiir Yıllığı 2013” adlı çalışmada Üzeyir İlbak, Zafer Acar, Abdullah İlhan imzalı şairle yapılan önemli bir söyleşi bulunmaktadır. Zafer Acar tarafından yazıya aktarılan “Cahit Koytak Şiiri Ekseninde Bir Sohbet” başlığını taşıyan bu söyleşi, şair hakkında geniş bilgiler sunmaktadır.

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi tarafından 2013 Bilimsel Araştırma Projeleri kapsamında, şair ve şiiri “Şiir ve Felsefe Bağlamında Cahit Koytak Şiiri” başlığıyla çalışılmaktadır. Proje yürütücüsü Doç. Dr. İhsan Safi, projede yer alan araştırmacılar: Prof. Dr. Erdoğan Erbay ve Arş. Gör. Ekrem Güzel’dir. Projenin başlangıç ve bitiş tarihi: 31.12.2013-31.12.2015’tir.

Cahit Koytak’ın Hayatı ve Eserleri

Cahit Koytak’ın Hayatı

Cahit Koytak, 29 Ocak 1949 tarihinde Erzurum’un Taş Mescit Mahallesi’nde, üçü kız dördü erkek toplam yedi çocuklu Nazmiye Hanım ve Kunduracı Hakkı Bey çiftinin sondan ikinci çocuğu olarak doğdu (Lekesiz, 2003: 83, 85).İlk, orta ve liseyi Erzurum’da okuyan şair, 1974 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Fakültesinden kimya yüksek mühendisi olarak mezun oldu. Yirmi beş yaşında Fatma Nazife Hanım’la evlendi ve çiftin bu evlilikten Elif Sare, İbrahim Arif, Nazlı Sinem, Zeynep Neva, Ahmet Selim, İsmail Semih, Bünyamin Safa ve Mehmet Alperen adlı sekiz çocuğu oldu (Lekesiz, 2003: 85). Bir süre mühendislik yaptıktan sonra uzun yıllar serbest ticaretle uğraştı. 1994 yılından itibaren on beş yıl özel bir TV kuruluşunda sinema yayınını yönetti. Cahit Koytak’ın ilk şiiri, 1970 yılında Diriliş dergisinin Nisan sayısında çıktı [1](Lekesiz, 2003: 88). 1991 yılında yayımladığı ilk şiir kitabı İlk Atlas'tan (Yazıevi Yayınları) sonra, uzun bir süre şiir kitabı yayımlamayan şair, genellikle dergilerde göründü. Diriliş, Kelime, Yönelişler, Yedi İklim, Kayıtlar, Gergedan, Defter, Kaşgar, Hece, Yansıma, Le Poete Travaille, Kitaplık, Kırklar, Merdiven Şiir, Anlayış, Bir Nokta, Yeniyazı vb. dergiler şairin şiirlerini yayımladığı dergilerdir (www.timas.com.tr Erişim: 18.06.2104).

Şair ve çevirmen olarak bilinen Cahit Koytak (Yapı Kredi Yayınları, 2003: 618;

Işık, 2004: 1155), 01 Haziran 2009-29 Nisan 2013 tarihleri arasında özel bir gazetede “Yoksullar ve Siviller İçin Tezler” adlı köşesinde şiirlerini yayımladı. Hâlen özel bir internet sitesinde “Yoksullar ve Yalnızlar İçin Tezler” başlığı altında şiirlerini yayımlamaktadır. Yayımlanmış yedi şiir kitabı ile birçok çevirisi bulunan şair ve çevirmen Cahit Koytak, İstanbul’da yaşamakta olup şiir ve çeviri çalışmalarına devam etmektedir.

Şairin yaşamı hakkında edebî bir yazı kaleme alan Ömer Lekesiz, Erzurum’un asıl hayatını yapan esnaftan bir aileye mensup olmak ve çok çocuklu bir ortamda büyümenin onun en hayati kazanımlarından ikisi olduğu tespitinde bulunur (Lekesiz, 2003: 84). Yazar, bu tespitini, şairin çocukluk yılları üzerinden kişisel özelliklerinin altında yatan toplumsal şuura ermek, kardeş paylaşımı, hakkına razı olma, verilenle yetinmek gibi vasıflarla destekler. Cahit Koytak, kendisiyle yapılan bir söyleşide ise çocukluk yıllarına ilişkin şunları söyler:

“Çocukluğumda da yaptığım işleri sayarsam yaptığım iş sayısı oldukça artar: Simitçilik, pişmiş yumurta satmalar, horoz dövüştürmeler, tablacılık, üzümcülük, statlarda haşlanmış mısır satmalar, berber çıraklığı, bakkal çıraklığı, şeker fabrikasında kömür kırma, mevsimlik işçilik, tuğla tarlalarında tuğla taşıyıcılık, sonra İstanbul’da [2] abimle beraber konfeksiyon giyim, imalat, toptan-perakende satış, sonra ayrıldık, ben kadın giyimi üzerine toptan-perakende imalat işi kurmaya çalıştım, ardından büyük abimle Pendik’te kuyumculuk, bir yer aldık, dükkânı kendi ellerimle yaptım, o Almancıydı, altı ay beraber kuyumculuk yapabildik. Yürütemedik ve ayrıldık sonra kâğıt toptancılığı, kırtasiye ticareti, kırtasiyecilere ürün dağıttık, kâğıtçılık, hâlâ devam eden mütercimlik, on beş yıl televizyonculuk, sinema departmanı, belgesel departmanı, işte sonra yeniden şairlik. Şiirden uzak kalmamak için yapmadığım iş kalmadı” (İlbak vd.,2014: 29).

Mahmut Feyzi’nin şairin şiirlerinden hareketle sorularına cevap aradığı kurgusal söyleşide, “Sizden kendinizden bahsetmenizi istesem?” sorusu, şairin şu dizeleriyle karşılanmıştır:

“her sabah aynaya bakıp şunu haykırmalıyım:

“şehvet düşkünü, zayıf, edepsiz,

ilkel bir yaratık var senin içinde,

kendi atığında debelenen bir canavar!

bir meyve kurdu!

işin kötüsü, bu yaratık senden daha zeki

ve senden daha yetenekli,

çünkü senin zekânı ve yeteneklerini

-seni, postunda gizlendiği bir aziz,

bir yalvaç gibi göstermeye yetecek kadar -

maharetle yönetmesini biliyor.” (2012: 2)

Şairi, kendi dizelerinden hareketle tanımaya çalıştığımızda, yukarıdaki dizeler doğrultusunda “olumsuz ve farkında” biri olarak buluruz. Bu tarz bir söyleyişin şairin kendi özelinde insanı tanımaya ve tanıtmaya yönelik bir tercih olduğu görülür. Şairin son kitabı Dudakta Bekletilen Şarkılar (2014) kitabında yer alan “Günlük” şiiri de biyografik bir içeriğe sahiptir:

“Tam şu an, kalplerine dokunduğun,

zihinlerini evirip çevirdiğin

milyarlarca ölümlü arasından

biri bu, Allah’ım;

yani benim ben!

kunduracı kulun Hakkı Efendi’den olma, yedi köyün güzeli Nazmiye Hanım’dan doğma,

Cahit kulunuz.......................... ” (2014: 229).

Cahit Koytak’ın Eserleri

Cahit Koytak, öncelikle bir şair olarak bilinmektedir. Şairliğinin yanında yapmış olduğu başarılı tercümeleriyle de anılmaktadır. İlk şiir kitabı ilk Atlas’tan sonra çeşitli zamanlarda altı şiir kitabı daha yayımlamıştır. Eserlerinde tanıtım amaçlı yer alan biyografisinde genişçe bir şiir külliyatından bahsedilir. Yayımlamayı düşündüğü diğer şiir kitapları, bu yedi şiir kitabının devamı olarak görülmektedir. Birbirini tamamlayacak bu şiir kitaplarının, farklı başlıklar altında bir bütünlüğü amaçladığı açıktır. Bir de bunların yanında “Herkese İnen Kitap” adlı bir Kur’an çevirisi hazırlığı içinde olduğu yine bu şiir kitapları listesinde bildirilmektedir.

Cahit Koytak’ın şiir kitapları

İlk şiir kitabını 1991 yılında yayımlayan şair, diğer kitaplarını 2009 yılından sonra yayımlamaya başlamıştır. Bu yıllar, şairin özel bir gazetede okuyucuyla sıklıkla buluştuğu yıllardır. Bu yıllara kadar dergilerde yoğun bir şiir faaliyeti içinde olan şair, şiirlerini bekletmesini “nasıl karşılanacağı kaygısı, biraz iş güç, çoluk çocuk” gibi nedenlere bağlamaktadır (İlbak vd.,2014: 29).

Şairin şiirleri, genel olarak yaşama dair anlamın ortaya konulmasına yöneliktir. Yaşam içerisinde insana dair birçok mesele şiirsel bir dille yoklanır ve okuyucudan şiirin saf ve temiz çağrısına kulak vermesi beklenilir. Kimi şiirleri aynı ve benzer başlıklarla farklı kitaplarda yer alır. Bu, hem kitap içi hem de kitaplar arası bir bütünselliği akla getirmektedir. Şiirlerini tarihli olarak yazması ve genel bir sıralamaya uymaması da böyle okunabilir. Şiirlerinin hepsini bir kitap, bir şiir, hatta bir mısra olarak düşünen şair, gerçeklikte her kitabının farklı bir bütünlükte olduğunu söyler (İlbak vd., 2014: 34). Bu açıdan şairin farklı temalara, aynı şiirsel özle yaklaştığı söylenebilir. Yazdığı şiirlerin tarihsel bir sıralamayla kitaplarında yer almaması da şiirlerindeki bütüncül anlayışı ve onları olgunlaştırarak tamamlama fikrini ortaya koymaktadır (Öz, 2012: 100). Ayrıca şair, hemen hemen her şiir kitabına epigraflarla başlar. Bu epigraflar, genellikle şiir kitabında işlemiş olduğu temaya dair söz söylemiş şair ve yazarlardan alınmaktadır.

İlk Atlas

1991 yılında Yazıevi Yayıncılık tarafından basılan kitap, Ocak 2011’de Timaş Yayınları tarafından İstanbul’da ikinci baskısını yapmıştır. Kitap İlk Atlas, Üç Orta Çağ Resmi, Huş Ağacı Hakkında Bilgi Topluyorum, Nuh’a Gemi Resimleri, Alaturka, Cehennem’den Yükselen Neşideler, C. Zarifoğlu İçin Dört Şiir, Mezmurlar, Tüccarın Günlüğü, Sokağın Küçük Oğlanları Küçük Kızları, Okuyucuya, Ekler olmak üzere on iki bölümden oluşmaktadır ve 256 sayfadır.

Genel olarak yaşama ve insana dair bazı hâllere odaklanılan şiirlerin yer aldığı bu kitap, okuyucuya bazı tarihİ olaylar ekseninde şiirsel bir perspektif sunmaktadır. Cahit Koytak’ın bütün şiir kitaplarında tematik çeşitlilik dikkatlerden kaçmaz. Fakat genel anlamda bir temanın şiirsel hacmi kuşattığı kitapları söz konusudur. ilk Atlas (2011) adlı yapıtı, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik (2011), Cazın Irmakları (2012) veya Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat (2013) gibi belirgin, bütünlüklü bir tema içermemektedir. Şairin amaçlamış olduğu şiir külliyatı içerisinde ilk adımlar olarak kabul edilebilir.

Gazze Risalesi

Pınar Yayınları tarafından Haziran 2009’da İstanbul’da basılmıştır. Gazze Risalesi Ekler, Jozef’e Mektup başlıklı üç bölümden oluşmaktadır ve 86 sayfadır.

Kitap, Gazze saldırılarının yoğun olduğu bir dönemde, siyasal bir aktör olarak ön plana çıkan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’na ithaf edilmiştir.

Genel olarak İsrail’in Gazze saldırılarının verdiği büyük üzüntüyle kaleme alınmış bir içeriğe sahiptir. Mazlumluğun milletler üstü bir kavram olduğuna odaklanılan bu şiir kitabında, savaşlar, yıkımlar ardında yatan büyük gerçekliğe vicdani bir çizgide ve destansı bir dille yaklaşılmaktadır.

Kitap, Yunus Emre Enstitüsü tarafından Arapça ve İngilizceye çevrilmiştir.

Yoksulların ve Şairlerin Kitabı 1-2-3 (La Poetica Commedia)

Şairin Yoksulların ve Şairlerin Kitabı adlı yapıtı üç ciltten oluşmaktadır.

Birinci cilt, Timaş Yayınları tarafından Şubat 2010’da İstanbul’da yayımlanır. Aynı yayınevi tarafından Nisan 2010’da ikinci baskısını yapar. Çıraklık Yılları, Yol Şarkıları, Yol Arkadaşları, ‘Yol’un Arkadaşları, Yolun ve Rüzgârın Kız Kardeşleri, Yolun Ayartmaları, Bizanslı Şairler başlıklı yedi bölümden oluşan kitap 349 sayfadır.

İkinci cilt, Timaş Yayınları tarafından Mayıs 2010’da İstanbul’da yayımlanır. 368 sayfalık kitap Yolun Kıyısı Sözün Kıyısı, Tiyatro Çadırına Vurulan Gölgeler, Yaşlı Çömezin Şarkıları, Göğe Tırmanan Keçiyolları, Yoksulların ve Şairlerin Tanrısı, Yol Notları, Böyle Fısıldıyor Güzel Sözlerin Cini, Yaşlı Şairden Şair Bayana başlıklı sekiz bölümden oluşmaktadır.

Üçüncü cilt, Timaş Yayınları tarafından Ekim 2010’da İstanbul’da yayımlanır. Ara Sözler; Bir Atölyedir İnsan; “Ruh” Dediğimiz Ne, Tanrının Şehri; Yolun Tozu, Toprağı; Cennetin Tavan Resimleri; Cennete Gündelik Hayat; Cehennemden Yükselen Neşideler; Sahnedeki Hayalet; Güncellenmemiş Edebiyat Dersleri; Oyunlara Dönüş; Şairin Uyukladığı, Kaderin, Yazdıklarını Temize Çektiği Geceler; Epilog başlıklı on iki bölümden oluşan kitap 416 sayfadır.

Kitap, şairin eşi Fatma Nazife ve ablası Necla Koytak’a ithaf edilmiştir.

Yoksulların ve Şairlerin Kitabı, şairin İlk Atlas’tan sonra (1. bs. 1991) uzun bir ara verip bütünlüklü olarak yayımladığı ikinci kitabıdır. Daha sonra İlk Atlas (2011) ikinci baskısını yapar. Genel olarak birçok şairin şiirlere konu olduğu, şairin yaşamı ve şiiri hakkında yer yer diyalog şeklindeki şiirlerini sıraladığı bir içeriğe sahiptir. Yoksulların ve Şairlerin Kitabı (2010), Cahit Koytak şiirinin İlk Atlas’tan (1. bs. 1991) sonra kendini okuyucuya açtığı ve aslında şairin şiir dünyasının sanıldığının aksine geniş katmanlı bir boyutunun olduğunu hissettiren bir üçlüdür. Bu kitap, gerek hacmi gerekse şairlere göndermelerde bulunduğu yoğun bilgi birikimiyle, edebiyat dünyasında şiirin boyutlarını genişleten bir özellik ortaya koymuştur.

Yeni Başlayanlar İçin Metafizik

Timaş Yayınları tarafından Mayıs 2011’de İstanbul’da yayımlanır. 384 sayfalık hacme sahip olan kitap Varlığa ve Yokluğa Dair; Varlığa, Hayata ve İnsana Dair; Hayata, İnsana ve Sanata Dair; Ruha ve Bedene Dair; Akla ve Kalbe Dair; Tanrı’ya ve İnsana Dair; İnsana, Hayata ve Ölüme Dair; Zamana, İnsana ve Kadere Dair; Yola ve Yolculara Dair; Şiir&Metafizik; Güzel ve Kusursuz Olan’a Dair; Bilgiye, İnanca ve Şüpheye Dair; Oyun ve Oyunculara Dair; Dile ve Düşünceye Dair başlıklı on beş bölüme ayrılmıştır.

Kitap, gazeteci yazar Alper Görmüş’e ithaf edilmiştir.

Genel olarak, metafizik probleminin ele alındığı şiirlerin yer aldığı bu kitap; metafiziği, felsefî bir eksenden şiirsel ve dinsel bir boyuta taşımakta ve böylece yaşam içinde hemen hemen herkes için lazım gelen önemli bir nüve kılmaktadır. Koytak, bu kitapta “İbrahimce Sorular” başlığını taşıyan şiirlerdeki sorularıyla metafiziğe yaklaşmakta ve onun izini sürmektedir. Şair, metafiziğin bizi kuşatan uçsuz bucaksızlığını, şen ve barışık bir eda içinde kabullenerek Tanrı fikrinin gerekliliğini ve sevimliliğini ortaya koymaktadır. Bu anlamda kitap, kaotik ve karmaşık metafizik algılarının yerine, yalın ve anlaşılır bir metafizik için bir ikna girişimi olarak kabul edilebilir. Bu, metafiziği somutlaştırmadan çok onun bilincine erme çabasıdır. Kitapta bütün bu kurguyu sağlayan esaslardan birini, nihai anlamda kuşatılması mümkün olmayan metafizik ve insanın sınırlılık durumu oluşturmaktadır. Bu kabulün insana ruhsal bir sağaltım sunduğu şiirlere yansımıştır.

Cazın Irmakları

Timaş Yayınları tarafından Ocak 2012’de İstanbul’da yayımlanır. Kısa Tarihi Bluesun, Bluesun Tanımları, Bluesun Ermişleri, Cazın Yaratılışı, Cazın Kıyıları, Caz&Şiir, Cazın Rengi, Jam Sessıon, Caz&Metafizik, Cazın Kolları ve Kanatları Şiirin, İyi Caz ve İyi Şiir İçin Notlar, Cazın Irmakları ve Dalgaları Hayatın başlıklı on dört bölümden oluşan kitap 413 sayfadır.

Şair, bu kitabını dostu ve kardeşi olarak gördüğü Mehmet Emin Özkan’a ithaf etmiştir.

Genel olarak caz müziği üzerinden seslere odaklanan ve bu sesler üzerinden bütün bir tabiat döngüsüne/sesine katılmanın güzelliğine ve anlamlılığına işaret eden bir eserdir. Bütün bir yeryüzünü, sesleri... Tanrının yarattığı anlamlı bir bütün olarak gören şair, kitapta cazın boğuk ve ritmik sesiyle hayatın iniş ve çıkışlarını yoklar. Daima bir azınlığın işi olagelen caz müziği (Berendt, 2010: 19) ve şiir arasında sesin karşı konulamaz zaferini ilan eder. Akışı cevval ve savruk ama nihai anlamda bir kaynaktan başka bir diyara taşınacak kaderi ortaya koyan ırmaklar, caz ve tarzıyla benzerlik ilişkisi içindedir. Şiirsel söyleyişin tekrar eden dizeler ve değişen biçimlerle verilmek istenen tematik bilince dahil olduğu görülür. Bütün bu ilişkiler ağının sesler üzerinden kurgulandığı Cazın Irmakları, köken itibarıyla bu müzik tarzının ortaya çıktığı siyahİ Amerika’yı işlemektedir. Sesin ve ritmin yaşamın bir parçası olarak yok edilemez olduğuna dikkat çekilen eserde, acıların doğurduğu bu müziğin protest ve kuşatılamaz biçimselliği ön plana çıkarılmaya çalışılır. Bu anlamda caz, Koytak’ın dilinde uzak ve yabancı bir değer olarak değil, vicdanımızın sesi olarak vahyİ ve evrensel bir mahiyet kazanmış şekilde okuyucuya ulaşır.

Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat

Timaş Yayınları tarafından Mart 2013’te İstanbul’da yayımlanır. Kitap Kalemle Kuyu Kazmak; Evde Çalışanlar İçin Metafizik; Meyhanede Gül Dersi; Tiyatro Çadırıyla Yollarda; Oyuncakçı Dükkânı; Daha Vakit Varken Ölmeye; Bahçıvanın Ölümü; Ölüme Çare, Ölüm!; Münzevinin Aynaları; Bütünü Veren Detaylar; Tabletler; Ayinler-Dualar; Şen Maneviyat; Böyle Buyurdu Güzel Sözlerin Cini; Kim Olduğunu Bilmeyen Yalvaç; Yakılmamış Şarkılar başlıklı on altı bölümden oluşmaktadır ve 448 sayfadır.

Şair, bu kitabı kardeşi Mehmet’e ithaf etmiştir.

Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat, genel olarak insan yaşamına ve evrelerine odaklanan ve insanı Tanrı karşısında “ihtiyar kalfa” (halife) olarak tanıtıp hiçbir zaman ustalaşamayacağına inandıran bir kitaptır. Yaşamda karşılaşılan cazip birçok durumun insanı ilk günkü temizliğinden uzaklaştıracak bir tehlike içerdiği ve aldanmaya neden olduğu işlenmektedir. Bu yüzden Tanrı’nın insanı “ihtiyar bir kalfa” yerine “saf ve acemi bir çırak” olarak beklediği dillendirilmiştir. Ölüm duygusunun ve algısının yoğun bir şekilde işlendiği edebiyat dünyasında, Koytak, ne ölümü metafizik bir ürperti ile karşılamakta ne de ona varoluşçu bir yaklaşımla bilinmezlikler yüklemektedir. Kitapta “ölüme çare”nin insanoğlunun meraklarından ve istençlerinden biri olarak yoklandığı ve fakat yine onun çaresinin “ölüm” olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu anlamda kitap, insanoğlunun yaşamsal güdülerini meşru planda değerlendiren ama insanı kuşatan “ölüm” olgusuna “metafizik” bahsinde olduğu gibi olgun bir kabulle yaklaşılması gerektiği fikrine sahiptir. Tanrı ve yarattığı anlamlar dünyası, insan için keşiflerle dolu şen bir durum oluşturmaktadır. Kitapta ölüme, bütün derinliği, aşkınlığı ve bilinmezliğiyle insanın elini kolunu bağlayan büyük bir olay olarak yaklaşılmaktadır.

Dudakta Bekletilen Şarkılar (Zamanı Bekleten Şarkılar 1)

Şairin bu eseri, üç ciltten oluşmaktadır. Şu ana kadar sadece birinci cilt Timaş Yayınları tarafından Şubat 2014’te İstanbul’da yayımlanmıştır. 384 sayfadan oluşan kitap Birinci Şarkı/Siyah-Beyaz; İkinci Şarkı/Çürümeler; Üçüncü Şarkı/Kamçılı Şarkı/Cin, Şeytan Kovma; Dördüncü Şarkı/ ‘Merdivenin Dibinde’ Zekanın Çiğ Işığında Varyete; Beşinci Şarkı/ Ölü Taklidi yahut Ölümü Yüzünde Prova Etmek; Altıncı Şarkı/ Çözülmeler; Yedinci Şarkı/ Yeraltında Gezinen Şarkısı; Sekizinci Şarkı/Herkese Kendi Hikâyesi, Herkese Kendi Cehennemi; Dokuzuncu Şarkı/Benlik mi, Yeraltı mı?; Onuncu Şarkı/’Yeraltından Notlar’; On Birinci Şarkı/Kerpiç Döküyorum; On İkinci Şarkı/‘Kendini Gizleyen Kral’; On Üçüncü Şarkı/‘Kusursuz’; On Dördüncü Şarkı/ Mezarlıkta Kumpanya başlıklı on dört bölüm olarak düzenlenmiştir.

Şair, bu kitabını çocukları, “evladü ayali” ve torunlarına ithaf etmiştir.

Dudakta Bekletilen Şarkılar (2014), şairin yayımladığı son kitabıdır. İçerik olarak diğer kitaplarında olduğu gibi, yaşamın inceliklerine odaklanarak insanın derinliklerine ulaşmaya çalışan ve kendi hikâyemizde hiç fark etmediklerimizi bize hissettiren bir bütünlüğe sahiptir. Şiirin hayatın derinliklerine sinerek çoğaldığı görülür. Kadim kültürlerden günümüze ulaşan anlamın peşine düşüldüğü şiirlerin sıralandığı kitapta yer yer sorgulamalara rastlanır. İnsanı, kendini yoklamaya sevk eden ve yaşamın anlamını bulma konusunda düşündüren eleştirel bir hava söz konusudur. Özellikle “Günlük” başlığını taşıyan şiirlerde bu sezinlenir. Bu şekilde Dudakta Bekletilen Şarkılar la, biriken anlamın açık edildiği ve sözün hikmetine varılmak istendiği görülür. Diğer kitaplarından ayrı olarak bu eser şiir/roman formunda okuyucuya sunulmuştur.

Bu, alışılagelen öykü-şiir; deneme-şiir benzerliği dışında bir ilişkidir. Dolayısıyla bunu, Koytak şiirinin genel karakteristiğinde yatan detaylardan yaşamın anlamına varmanın bir karşılığı olarak görebiliriz. Dudakta Bekletilen Şarkılar tüm zamanların bilgisini, tadını ve anlamını taşıma gayretini ortaya koyan şiirlere sahiptir.

Cahit Koytak’ın Şiirlerinde tema ve içerik

İzlek olarak da sözlüklerde yer alan tema, şiirde dile getirilen, şiirin içeriğini oluşturan bir çeşit konu olarak (Karataş, 2004: 467) anlaşılır. Bazen de konu ve tema arasında eşanlamlılık ilişkisi kurulur (Çotuksöken, 2012:123). “Muhteva”, “öz” olarak da karşılanan ve anlatılan şeyin kapsamı olarak anlaşılan içerik de bu iki kavramla beraber değerlendirilir (Çotuksöken, 2012: 123). Sonuçta birbiriyle paralel bir anlama sahip olan bu üç kavramın, genel itibarıyla herhangi bir edebî eserde anlatılanları karşıladığı söylenebilir.

Cahit Koytak’ın şiirlerinde en önemli meselelerden birini tema oluşturmaktadır. Hatta denilebilir ki tema, Koytak şiirinin en temel belirleyicilerinden biridir. Çünkü bu kadar yoğun bir malzemeyi şiir konusu olarak okura sunan Koytak, önemli bulduğu meseleleri şiirine taşıyarak ideal bir yaşamın olanaklarını aramaktadır. Tarihten geleceğe, fizikten metafiziğe, doğumdan ölüme, insandan Tanrı’ya, tabiattan caza, sivil hayattan siyasete, kırlardan şehirlere, günlük yaşamdan düşünsel boyuta... kadar birçok meselenin Koytak şiirinin sayfaları arasında yer alması başka türlü açıklanamaz. Şairde yaşamın bütün bir şiir olarak görülmesi, malzeme yoğunluğunu ve detayı açıklamaktadır. Bu durum, Koytak şiirinin genel olarak vermek istediği insana dair iyileştirici soluğun biçimsel bir yansımasıdır. Dolayısıyla Koytak şiirinde genişleyen tema, varılmak istenen insan idealinin bir tezahürü olarak okunabilir.

Abdurrahman Adıyan, Koytak şiirine ilişkin referanslara dikkat çekerek bu şiirin tematik karşılıkları hakkında bir fikre varmamızı sağlamaktadır: “Cahit Koytak’ın şiirinde müthiş bir bilgi, kültür birikimi göze çarpar, onda doğunun içsel ve gür sesini, uzak doğunun havasını, batının felsefi yaklaşımını ve daha birçok boyutu bir arada görür okur” (2012: 127). Bu belirleme, aynı zamanda Koytak’ın şiirinde temanın bütünlüğüne işaret etmektedir. Şairin herhangi bir şiirinde veya kitabında, başka şiirlerinin veya kitaplarının varlığını bu kadar yakın hissetmek, sürdürülen genel bir izleğin tutarlılığı olarak okunabilir. Bu durumun, özellikle şiir mantığına aykırı bir durum oluşturduğu düşünülebilir; fakat bunun şair tarafından bilinçli bir şekilde ortaya konulan bir yönelim olduğu açıktır. Çünkü şair, söz ve aidiyet ilişkisi üzerinden konuşkanlığı, yalınlığı ve paylaşımı şiirin asli unsurları kılar. Bu sayede şiirin düştüğü yerden kalkacağına inanan şairin muhatabı okuyucudur ve şiiri günlük gazetelere taşıması da bu mantığın bir ürünüdür (Altuntaş, www.haberkultur.netErişim: 27.05.2014)

Hüseyin Atlansoy’a göre Cahit Koytak şiiri, “geniş ve çok katmanlı yapısıyla bir “büyük atlas”tır” (2003: 90). Bu belirlemeyi Atlansoy, şairin ilk kitabı ilk Atlas'tan ilhamla yapmaktadır ve böylece şairin daha sonra yayımlayacağı şiirleri okuyucusuna hissettirmektedir. Daha sonraki zamanlarda şiirini bütün bir şiir olarak değerlendiren Koytak’ın (İlbak vd., 2014: 34) art arda şiir kitapları yayımlanmıştır. Bu kitaplara bakıldığında karşı karşıya olduğumuz şiirsel hacmin, bize yaşama dair insani bir uyarıda bulunduğu görülür. Bu uyarı, hem bugün yaşanan sosyal olaylar karşısında almamız gereken tavrı hem de bu tavra mantık kazandıran daha genel bir insaniyet arayışına yöneliktir. Şiirin dile bağlı hatta dile mahkûm bir sanat olması itibarıyla, daha ziyade yazıldığı dili konuşan toplumsal şuurun tercümanı olduğunu söyleyen Metin Önal Mengüşoğlu ise, Koytak şiirinin bunu aşan, daha evrensel bir dilin şuuruna da tercümanlık yapan bir şiir olduğunu belirtir (2012a: 196).

“Cahit Koytak’ın şiir kaynaklarından biri de tarihİ/kültürel değere sahip objeler ve olaylar ile aynı niteliğe sahip önemli eski metinlerdir.” diyen Şaban Sağlık (2003: 99), ayrıca şu hususa dikkat çekmektedir: “Varlığın dış yansımasına çokça dikkat çekmesinden dolayı bir görüntü şairi olarak nitelendirebileceğimiz Cahit Koytak, tarihten tabiata, fizyoloji ve psikolojiden felsefeye, nesnelerin bilgisinden objenin bilgisine uzanan şiir coğrafyasında gezinir” (2003: 93). Özellikle bu değerlendirmede dikkat çekici olan “görüntü şairi” nitelemesi, Koytak şiirinin tematik açılımlarında önemli bir teknik olarak karşımızdadır. Hayata, insanlığa, düşünceye dair zihninde bu kadar fazla kareye yer veren şairin, kelimelerle bunu izah etmesi elbette genişleyecek ve ilişkisel bir mantıkla değerlendirilecektir.

Koytak şiiri, tematik anlamda herhangi bir meselenin işlenerek okuyucuya verilmek istendiği durumu aşan ve böylece şiir içinde dallanıp budaklanarak birçok

ayrıntıya nüfuz eden bir özelliğe sahiptir. Bu durum, Koytak şiirinin konumlandığı yönde, özellikle şiirine güç katan yapılandırılmış bir bilgisellik içinde bizleri karşılamaktadır. Örneğin ilk Atlas’ta yer alan “Alaturka” adlı şiir (2011a: 107), Sultan Abdulhamid dönemini konu edinerek yaşanılan değişim ve dönüşümü dört bölümle irdelemektedir. Şiirdeki irdeleyici bakışın tarihsel gerçekliklere dair bir bilgiyi gerektirdiği açıktır. Fakat bu bilgi, şiirsel yapının kotarılması için başvurulan bir bilgiçlik hâlinde değil; yapılandırılmış ve sonuçları okuyucuya hissettirilmeye çalışılan bir bilgidir. Yani “Alaturka” şiirini, pekâlâ “alafranga” olarak okumak mümkündür. Bu açıdan herhangi bir meselenin birçok boyutuyla irdelendiği Koytak şiiri, kendine özgü dille yayılmakta ve böylece şiirin özünde olan duygulanımı aşarak düşünsel bir hâl almaktadır. Koytak şiirinin kendisine belirlediği tema/izlek, genel bir çerçeve olarak şiirin söyleyeceklerini önceden belirleyen bir etki göstermektedir. Değerleri ve yaşama anlam katan her şeyi yabancılaştığından unutan bir toplum için, iyi belirlenmiş bu söylem/konum; okuyucuyu kuşatan bir hakikat hissini peşinen ortaya koymaktadır.

Koytak, yaşamın tanığı olarak toplumu ilgilendiren ve özellikle hayati anlamda değer taşıyan meseleleri, benimsediği şiir anlayışının bir gereği olarak dillendirmekten geri kalmayan, bu durumu şiirselleştirerek saf, berrak ve adilane tavrı ortaya koymayı amaçlayan bir şiir/yaşam peşindedir. Şairlerin özellikle geri durmak istedikleri aktif siyasetin içine şiirini korkusuzca sürmesi bunu kanıtlamaktadır.

Koytak şiirindeki ideolojik, siyasal karşılıklar daha çok insani planda katılımcı bir şiire doğrudur. Kimi şairlerin sosyal meseleler hakkında ortaya koydukları kavgacılık, doğrudan savundukları ve estetize ettikleri düşünsel haklılık, Koytak’ta kendini daha olgun ve toplumsal faydaya yönelik bir yoklamaya bırakmaktadır. Bu durum oldukça mühimdir. Çünkü şair, hem yaşamda bir gerçekliğe sahip siyasal meselelerden uzaklaşan bir şiirin handikaplarına kapılmamakta hem de belirlediği konum itibariyle popülist/ideolojik tuzaklara düşmemektedir. Her iki taraf da, Koytak şiirinde sıklıkla eleştirilmektedir. Bu açıdan Koytak şiirinde eleştirinin tematik çerçeveyi aşan bir ödev bilinciyle ortaya konduğu rahatlıkla söylenebilir. Dolayısıyla Koytak şiirinin, “... politika ehveni şer demektir, onda fikir yoktur, parti vardır.” (Benjamin, 1995: 18) bilincine sahip olduğu söylenebilir. Genellikle sanatçıların gösterdiği patrominyal tavrın dışında kalan bu tavır, sanatsal cesaretin gösterilmesine bağlıdır. Çünkü “genelde, bilim adamı ve sanatçı, belli bir toplumda egemen sosyal ilişkiler ve belli bir kültür çerçevesinde sanatını ifade eder” (İnalcık, 2011: 7). Kaldı ki, şiirini politik meselelerden müberra kılan ve fakat politikacıların yanlışlarını hiç yoklamayan bir şiirin de politikadan ne kadar bağımsız kaldığı tartışılabilir. Ali Galip Yener’in şu sözleri de Koytak şiirinin anlaşılması açısından önemli bir veri sunmaktadır: “Şairin (yazarın) piyasanın mantığını kırmada, politik iktidarın baskıcı/güdümleyici yapıp etmelerine karşı koymada edebî bilgisinin kişisel deneyim potasında yoğrulmasını öne çıkarması aynı zamanda bir muhaliflik tarzıdır” (2005: 63).

Koytak şiirinde tema ve içerik başlığı altında dikkatimizi çeken başka bir husus da onun çevirilerine dairdir. Gerek Muhammed Esed’in Kur’an Mesajı adlı eseri gerek Frantz Fanon, Halil Cibran veya Tagore’dan yaptığı çeviriler, şiirlerde karşımıza çıkan din, yaşam, özgürlük, yaşanmışlık gibi konularla uyuşan bir yapı göstermektedir. Bu eserlerde de insan merkezli bir duyarlılığa oldukça sık rastlanmaktadır. Koytak şiirinin tematik köklerinden birini, zikredilen tespit çerçevesinde çeviri yaptığı yazarlara hasretmek gerekir. Şair bilgiyi, şiiri, kısacası yaşama ait hemen hemen bütün bir değeri insanlığın ortak malı bilerek paylaşımcı bir algı ortaya koymaktadır. Bunu zenginleştirici bir durum olarak değerlendiren Koytak, etkilenmeyi doğal bir çerçevede açık bir şekilde dile getirmektedir:

“Doğulu bir ermişten

Sana şarkılarla yakarmayı öğrendim.

...

Doğulu bir ermişten,

Seni karşılarken de, uğurlarken de

Söylediğim şarkıların hepsini, hepsini

Kulağıma senin fısıldadığını öğrendim” (2010c: 111).

Cahit Koytak’ın şiirlerinde dil ve üslup özellikleri

Cahit Koytak, şiirlerinde oldukça anlaşılır bir dil kullanmaktadır. Bu, onun şiiri anlaşılır kılma çabasından kaynaklanmaktadır. Şairin şiiri ve dili hakkında bir değerlendirmede bulunan Yunus Emre Altuntaş şunları kaydeder: “Şiir, günümüzde akacak bir yatak bulamıyorsa, akamıyorsa, okuyucuya ulaşmıyorsa bu insanların suçu değil şiir üretenlerin suçudur şaire göre. Hep beraber kullandığımız dilden almalıyız şiirimizi ve okunmaz hâle gelmişlikten çıkarmalıyız. Yunus kadar sahici, herkese söyleyecek sözü olan şiirler yazmalıyız” (www.haberkultur.net Erişim: 27.05.2014).

Şiirlerinde ele aldığı kimi meseleler, tüm derinliğine rağmen, dilsel planda hafifletilerek okuyucuya sunulmaktadır. Koytak, bu anlamda okuyucuya detaylı bir görme biçimi sunmakta ve okuyucunun anlam dünyasına yaklaşmasını sağlamaktadır. Bu özelliğiyle şairin, “Yazmanın en kolayı kimsenin anlamayacağı şekilde yazmaktır; öte yandan derin meseleleri herkesin anlayacağı biçimde yazmaktan daha zor bir şey yoktur.” diyen Arthur Schopenhauer’ın (2005: 70) belirlemesi için iyi bir örnek olduğu söylenebilir. Filozofa göre her kesin anlayacağı şekilde yazmak, sadece bununla sınırlı kalmaz; hakikatin olduğu gibi dehanın işareti olarak da kabul edilir (2005: 71). Koytak şiirinin, tematik yelpazesinde taşıdığı yoğun malzemeye rağmen tutarlı bir üslup içinde okuyucuya ulaştığı söylenebilir.

Hüseyin Atlansoy’a göre Koytak, “sözün kimyasını iyi çözmüş, şiirin yapısını ve alaşımlarını sağlam kurmuş bir ‘simya’cı”dır (Atlansoy, 2003: 90). Bu belirlemenin dilsel bir niteliğe işaret ettiği açıktır. Aynı zamanda Koytak şiirinin, sayfalardaki dilsel örüntüsünü sağlayan gücün ne olduğunu da göstermektedir. Bu niteliği Koytak, büyük oranda yalın ve derinlikli bir şiire sahip olmasıyla yakalamıştır. Şiirlerinde kapalı bir dil kullanarak okuyucunun çözümlemeci ve nitelikli adımlarını bekleyen kimi şairlerde, dil, anlaşılma noktasında öncelliğini korurken; Koytak’ta bu önceliğin yerini bilgiye bıraktığı görülür. Bu bakımdan şairin şiirinde anlaşılmayı güçleştirecek durum, bu anlamda dilsel değil, kültürel boyuttadır. Çünkü Koytak şiiri, “diğer bir veçhesiyle entelektüel bir şiir”dir (Tamgüç: 2012: 5). Bu açıdan şairin şiirlerinde ele aldığı meseleye dair malumat sahibi olan bir okuyucu, Koytak şiirinde dilsel bir çıkmazla karşılaşmaz. Şiirlerinde kelimeler arasında alışılmadık ilişkiler kurarak değişik anlatımlara başvuran Cahit Zarifoğlu dahi, ömrünün sonlarına doğru kendi şiiri hakkında özeleştiride bulunmuştur. Cemal Şakar, Şaban Abak’ın anlattığı bir anekdotta, Cahit Zarifoğlu’nun kendi şirininin aysbergin görünmeyen kısımlarıyla ilgili olduğu, hakikati orada aramanın yanlış olduğu fikrine yer verir. “Aysbergi ters çevirdim.” ifadesini kullanan şair, devamında Yunus Emre’nin ise aysbergin hem görünen hem de görünmeyen kısımlarını gösterdiğini ve bu sayede halkla bağlantısının güçlü olduğunu söylemiştir (2010: 97-98). Bu ifadeler, Zarifoğlu’nun şiirlerini bütünlüklü olarak bir şüpheye itmek anlamına gelmez; fakat özellikle şiir dilindeki incelikle ön plana çıkan şairin sanatsal dile ilişkin bu mütereddit tavrında bir haklılığı ortaya çıkarır.

Cahit Koytak’ın dilsel anlamda okuyucuyla kendi arasında bir engel durumu oluşturmayarak “açık bir şiir”e sahip olduğu görülür. Zarifoğlu’nun Yunus Emre’nin şiiri için dile getirdiği “aysbergin hem görünen hem de görünmeyen kısımlarını göstermek” vasfına Koytak şiirinin sahip olduğu söylenebilir.

Koytak’ın şiir dilindeki yalınlığı ortaya koyan başka bir husus da çeviri meselesi noktasındadır. Şair, şiirlerini çevrilecek olma ihtimaliyle kaleme almaktadır. Bunun gerekçesini tüm insanlık için yazmak olarak gören şair, şiir için “Her dilde aynı zevki, yakın tadı uyandırması lazım ve mutlaka bir Alman’ın, İngiliz’in ya da Arap’ın, Fars’ın da insan olmaları bakımından aynı tellerine dokunmalıdır.” der. Yine şair, uydurma şeylerin başka dillere çevrilemeyeceğini söyler. İnsana dokunan evrensel, sahici duyguların ise çevrilebileceği kanaatindedir (İlbak vd. 2014: 31). Dolayısıyla Koytak’ta şiir ve şiir dili amaçlamış olduğu geniş okuyucu kitlesine göre şekillenmiştir. Şair, bireysel ve toplumsal iyileştirmede şiirin imkânlarından yararlanmak istemektedir. Bu bakımdan Koytak’la çeviri yaptığı Muhammed Esed, Halil Cibran ve Tagore arasında metafizik ilişkiyi kuran ve insanlara Tanrısal soluğu taşımayı amaçlayan tematik ve dilsel örtüşmeden bahsedilebilir.

Koytak, uzun, devinimli şiirler barındıran hacimli şiir kitaplarına imza atmıştır. Bu durum, şiirinin fazlalığı olduğu eleştirilerini getirmiştir. Bu konuda tartışılan, çok yazdığı düşünülen başka şairler de vardır. Fazıl Hüsnü Dağlarca ve İlhan Berk bunlardan ikisidir. Tacettin Şimşek, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, yüzden fazla şiir kitabı, on beş binden fazla şiiri, her kitabında değişen söyleyiş tarzı ve tema zenginliğiyle kuşatılması zor bir şair olarak görmektedir (2010: 208). Değişen söyleyiş tarzını dışarıda bırakacak olduğumuzda, sıralanan özellikleri Cahit Koytak’ın biçimsel olarak taşıdığını söylemek mümkündür. Şairin yaşıyor olduğu ve bütünlüklü bir şiir külliyatını haber verdiği de düşünüldüğünde, bu ifade Koytak için de rahatlıkla kullanılabilir. Ayrıca Dağlarca’nın bu tarzını, kendisinin açıklamaları ışığında ele alan Şimşek, nesrin yüklenmesi gereken bazı fonksiyonları Dağlarca’nın şiire yüklediği tespitine yer verir. Bunun da, doğal olarak Dağlarca’yı öz şiirin asli fonksiyonları olan sezdirme ve telkinden uzaklaştırdığı kanısındadır (2010: 212). Koytak için de bu noktada benzer eleştirilere yer vermek mümkündür. Fakat Koytak’ın yaşam-şiir birlikteliği içinde bu eğilimi doğal bulduğu görülmektedir. Ona göre şiir, yaşama dâhil olan canlı-cansız birçok unsur gibi zamanın ve mekânın bir parçasıdır. Yaygınlığı ve görünürlüğü de bundan ötürüdür. Dolayısıyla şair “ne yazdığı ve niçin yazdığı?” değerlendirmeleriyle bu durumu kendisi için ikincil kılmaktadır.

Şiir dilini yaşamsal kullanıma sokan ve bu duyuş tarzıyla insanlarla naif bir iletişim kurmaya çalışan şairin günlük yaşamında da şiirin izlerini bulmak mümkündür. Koytak’ın şiirindeki dilsel kullanımlara ve karşılıklara bakıldığında mimetik unsurlar eşliğinde şairin şiiri tabiatla, nesnelerin oluşlarıyla aynı paralelde gördüğü fark edilir. “Ağaca, Rüzgâra, Yağmura Poetikaları Sorulsa” şiirini bu doğrultuda okumak mümkündür. Yaşamdaki çoğul ilişkinin, Koytak’ın şiirinde malzemeyi belirleyen önemli bir etkiye sahip olduğu söylenebilir. Yayımlanmış son kitabını “roman-şiir” olarak takdim etmesi bundan kaynaklanmaktadır. Öykü ve şiir; deneme ve şiir arasında kurulan alışıldık benzerliğin burada farklılaşarak şiiri ayrıntı/detayla buluşturduğu görülmektedir. Estetik karşılığını dilin detaylara nüfuz etmesinden almaya çalışan şair, “dudakta bekletilen şarkılar”la bunun yoğun bir karşılığa sahip olduğunu göstermektedir.

Necmettin Türinay, şairin şiiri hakkında apayrı bir “şiir cümlesi”nden bahseder: “Cahit Koytak’ta Sezai Karakoç’ta olduğu gibi mısra yok!.. Onun yerine parıltılı imge ve istiarelerle, son dönem Türk şiirinin alışık olmadığı derecelere varan mecaz kümelenmeleri ile dopdolu mısra grupları var” (2006b: 138). Yazar, ayrıca bu mısra kümeleşmelerini, tahkiye tarzıyla Koytak şiirinin üreme kabiliyeti ve ihatalı açılım boyutu ile ilişkili bulur. Koytak’ta dilsel yayılımın büyük ölçüde bu şekilde gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Şair, daha evvel de dile getirildiği üzere yapılandırılmış bir bilgiyle şiirinin uzamını genişletmekte ve söylemek istediklerini şiirsel bir forma büründürmektedir. Tekrar eden, devamını art kıtalarda bulan kesik dizelerle ahengin sağlandığı Koytak şiiri, bu anlamda kendine has “yalın-yüklü” serbest bir şiirdir. Bu belirleme, Türinay’ın “öz-yoğun” (2006b: 138) olarak işaret ettiği Koytak şiiri için, üslup noktasında ifade edilebilir. Ayrıca Türinay’ın Koytak şiirinde “mısra yok” (2006b: 138) belirlemesi, mısra grupları açısından doğruluk payına sahip olsa da, tekrar eden bazı dizelerin güçlü bir şekilde ön plana çıktığı görülür. Bu mısraların bir tür doğurgan mısra olarak Koytak şiirinde ritmi ve meramı sağlayan önemli kullanımlar olduğu söylenebilir. Şairin İlk Atlas’a (2011) yer alan “Son Sahabeler” (2011a: 99) adlı şiirinde yer alan “Kaab’ın mısraları mı?” şeklindeki dizeleri bu durum için örnek gösterilebilir.

Serbest şiiri, vezinli şiirden yazılması bakımından daha zor bulan Metin Önal Mengüşoğlu, en son ve en iyi modelleri Cahit Koytak’ın şiirleri olarak görür (2012b: 344). Asım Öz de “Cazın Irmaklar”nı (2012) tanıttığı yazısında bu şiir kitabının hem vurgulu hem de forma daha az bağlı olan ritmik bir yapıya sahip (2012: 99) olduğunu belirtir. Koytak’ın bu kitabında, özellikle caz müziğiyle sözel ve müzikal bir özdeşlik kurmaya çalıştığı görülür. Rasim Özdenören de, bu kitap hakkındaki değerlendirmesinde caz müziğinin doğaçlama özelliğiyle ruhsal bütünleşmeye dikkat çeker:

“Kâinatın bir ritim üzerinde seyrettiğini derinden algılama arayışında olanlar esaslı bir ipucu elde etmek, melodinin boğuk fakat etkili, yürek yakıcı sesine kulak vermek istiyorlarsa, Cazın Irmakları onlar için elden bırakmak istemeyecekleri müthiş bir şiirler toplamı sunuyor. O ritim sizi kendi melodinizin notalarına sürüklüyor: kendiliğinden, özel bir çaba gösterme ihtiyacı hissettirmeden, tıpkı cazın doğaçlama melodisine gönül uyduran Karaoğlanın yatışmaz hüznünün dile gelmesi gibi...

Müziğin sesinde Tanrı'nın sesini algılamak isteyenlere, ritmin ve melodinin künhüne vakıf olmak isteyenlere, üstelik bu derin duyumsamayı şiirin dilinden duymak ve kavramak isteyenlere, bu kitap onlara aradıklarından daha fazlasını vaat ediyor” (yenisafak.com.tr Erişim: 28.06.2014).

Cahit Koytak’ın şiir anlayışı

Cahit Koytak, ortaya koymuş olduğu şiir anlayışıyla edebiyat dünyasında oldukça önemli bir yer edinmiştir. Yayımladığı İlk Atlas (1991) kitabından sonra daha çok dergilerde görünen şairin, başka kitaplarını yayımlaması uzun süre beklenir olmuştur. Bu ilgiyi oluşturan ana saik, Koytak şiirinin derinlikli ve hikmetli bir şiir olarak görülmesidir. Koytak şiiri, sadece bu özelliklere sahip bir şiir değildir; aynı zamanda bu derinliği ve hikmeti aktarmanın yollarını bulmuş bir şiir olarak da anlaşılmaktadır. Şair, bu niteliğini, okuyucuya daha ilk kitabıyla hissettirmiştir. Dolayısıyla Koytak şiirinde anlam derinliği ve dil sadeliği çatıyı kuran iki önemli etken olarak karşımızdadır.

Koytak’ın uzun süre kitaplarını yayımlamamış olması, büyük bir şiir külliyatı hazırlığı içinde olduğunun bilinmemesine sebep olmuştur. Bu yüzden uzun bir süre edebiyat dünyasında ilk Atlas'ın (1991) şairi olarak bilinmiştir. Asım Öz’ün işaret ettiği üzere şair, bugün hâlâ İlk Atlas kitabıyla hatırlanmaktadır (2012: 100). Koytak hakkında genel izlenim münzevilik dolayımında kalırken, o son yıllardaki hacimli şiir kitapları ve üretkenliğiyle yalnızca edebiyat dünyasında değil, yaşamsal olan birçok konuda varlığını hissettirmeye başlamıştır. Şiirine, büyük bir ustalıkla bütün bir hayata dokunan güçlü, donanımlı ve aynı zamanda bilgece bir söylem katmıştır. Bu durum onun büyük bir şair olarak tekrar hafızalarda yer edinmesini sağlamıştır. Walter Benjamin’in şu sözleri, Koytak hakkında söylenebilecek bir boyuttadır:

“Büyük yazarlar tamamlanmış yapıtlardansa ömür boyu üzerinde uğraşmaya devam ettikleri fragmanların yükünü daha çok hissederler. Çünkü sonuçlardan benzersiz bir haz duyanlar, ancak nispeten zayıf ve kafası karışık olanlardır; bu bütünlemenin kendilerini hayata iade ettiğini düşünürler. Oysa deha her kesintiyi, kaderin her vuruşunu, işliğinde çalışırken dalıverdiği müşfik uyku gibi karşılar. Ve bunlardan fragmanlarla tılsımlı bir çember örer. “Deha zahmettir” (1995: 52).

Koytak’ın büyüklüğü, ortaya koyduğu tevazudan da ileri gelmektedir. Öyle ki şair, şiiri hakkında yönlendirici herhangi bir çaba içerisine girmemekte ve bu konuda oldukça ilkeli bir duruş sergilemektedir. Bu açıdan şairin, kendi şiiriyle ilgili konuşmaktan kaçındığı ve bunu muhatabına anlatmakta da insani ilişkiler açısından oldukça zorlandığı görülür. Hece dergisinin Cahit Koytak dosyasında, kendisine yöneltilmiş sorulara şairin cevabı birkaç paragrafla sınırlıdır. Koytak, iyi kurgulanmış on soru karşısında cevap vermemesi gerektiğini anlattığı kısa yazısında şunları söyler:

“Şiiri, belki de böylesi mizacımı, sosyal zekâ ve donanımımın sınırlamadığı içindir ki, hep fonunda sessizlikten ve derin bir mavilikten başka bir şeyin görünmediği bir çift büyük beyaz kanat imajı ve o kanatların hışırtısı olarak düşünmüşümdür. Onu gökyüzüne salan elin kanatların yanında yöresinde görünmesi, bize onun kendi başına uçma yeteneği olmayan, hatta canlı bile olmayan, öyle olduğu için de, sahibinin kanatlarının altından tutarak uçuyor süsü vermek üzere kendi eliyle havada dolaştırdığı yapma bir kuş olduğu duygusunu verirdi” (Hece, 2003: 71).

Şair, bu tutumunun, kendi iç dengeleri bakımından yararlı, hatta gerekli olduğunu tecrübelerle gördüğünü belirterek (Hece, 2003: 70) ileri sürülen fikirlere müdahil olmayacağını hissettirir. Fakat yukarıdaki cümlelerinden de anlaşıldığı gibi bu tutum, şairin şiiri hakkında konuşmak için okuyucuya ya da eleştirmene sunulmuş bir fırsattır. Öne sürülmüş bir sanat eserinin halka mal olması ile eleştirmenlerce dikkate alınması ve değerlendirmesi oldukça doğal bir durumdur. Koytak, bu doğal durumun gerçekleşmesi peşindedir. Asım Öz’e göre ise, şairin kendisiyle ilgili konuşmaktan çekinmesi, ona ilişkin belirlemeleri güçleştiren bir durum oluşturmuştur (Öz, 2012: 100). Fakat bugün Koytak’a ışık tutacak gerekli ürünler, şair tarafından fazlasıyla ortaya konulmuştur. Dolayısıyla peş peşe yayımlanan şiir kitaplarıyla ve daha yayımlanacakları haber etmesiyle şair, kendisine yönelik sözcülüğü eserlerine bırakmıştır. Bu, aynı zamanda şairin uzun soluklu suskunluğunu anlaşılır kılmaktadır. Koytak’ı şairler için özel ve önemli bir örnek olarak gören Süreyya Berfe, Koytak’ın şiir değirmeninin taşıma suyla dönmediğini belirtir. Ona göre Koytak, şiirine ama sadece şiirine güvenmektedir (2003: 100). Dolayısıyla şairin, şiirine güveni sarsacak bir telkinde bulunmaktan kaçındığı söylenebilir. Mehmet Ragıp Karcı ise, Koytak’ın okuyucuya bir pusula hazırlamadığı ve bunu hazırlamanın okuyucunun zihnine, idrakine bir saygısızlık olacağını bildiği yönünde bir açıklamada bulunur (2003: 80). Nurettin Durman’ın şair hakkındaki merakı da aynı mantık çerçevesindedir:

“Genel olarak, bana senin yönelttiğine benzer sorular yönelten ve yayınlamak üzere benimle mülakat yapmak isteyen herkese, söylemeyi doğru ve yeterli bulduğum şey şu oluyor: “Hayat, insan, sanat, şiir, benim kendi şiirlerim, benim kendi hayatım vb. konularda, söylenmeye değer bulduğum her şeyi yazdığım şiirlerde söylediğimi, söylemeye çalıştığımı düşünüyorum. Bu itibarla, sözlü ya da yazılı beyanat ve mülakatlar yoluyla okur ile yazdığım şiirler arasına girerek, okurun özgür keşif serüvenini bozmayı, kendi adıma, doğru bulmuyorum. Bunun içindir ki, beni bağışlamanızı diliyorum” (2012: 14).

Necmettin Türinay, İlkAtlas’tan sonra inzivaya çekilen şairin şiirine ilişkin pek bir değerlendirmeye rastlanılmadığını belirtir (2006b: 134). Türinay, şiir ve edebiyat muhitlerindeki gruplaşmaların ve basit paslaşmaların bunda etken olabileceği üzerinde durarak Koytak’ın kendinden de kaynaklanan derin bir inziva arzusuna işaret eder. Şairi anlamak için ilk dönemine eğilmek gerektiğini hatırlatan yazar, şairin 1987-1989 yılına kadar indirilebilen döneminde şiirinin dış etkenlerden yola çıkarak gelişen veya kurulan “edebi bir nesne olmadığı” tespitinde bulunur (2006b: 135). Türünay’ın ayrıca şaire kaynaklık eden “kendi ruhu” ve “iç süreç” kavramlarıyla Koytak’ın şiir tefekkürüne odaklandığı görülür. Burada dış etkenlerin ne derece hedefli bir şiir üreteceği problematiği kilit rol oynamaktadır. Ya da sahih ve meselesi olan bir şiirin kendi söylemini ve gücünü bulması için öncelikle kendi tutarlılığını yakalaması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan Koytak şiiri için erken döneminde mayalanmış ve sonrasında okura açık samimi bir şekilde sunulmuş bir şiir gözüyle bakılabilir. Çünkü Türinay’ın ileri sürdüklerinin tarihi 2006 yılıdır ve şair, ilk şiir kitabı İlk Atlas çevriminde değerlendirilmektedir. Şairin son yıllardaki sosyal meseleleri şiirin içine çekerek hakikat temeline oturtulmuş yalın bir dille okuyucuya seslenildiği düşünüldüğünde, şair için ikinci aşamanın belirdiği söylenebilir.

Biçim ve özün uyumlu bir şekilde kendini gösterdiği Koytak şiiri, alt okumalar gerektiren bir şiir olması yanında, insani tavrın büyük bir yetkinlikle ortaya konulduğu bir özellik göstermektedir. Ayrıca şairin, şiiri hayatın içinde doğal karşılıklarla anlayıp bir paylaşım unsuru kılması ve kimi şiirlerindeki yalınlıkla okuyucuyu, âdeta şiir dünyasına çekerek şiirsel güzellikten nasiplendirmeye çalışması dikkat çekmektedir. Bu açıdan şairin bilgi, felsefe, hikmet, metafizik içerikli ve derinlikli şiirleri yanında, okurla kendini eşitleyen bir şiirinin olduğunu da söylemek mümkündür. Birçok kişinin kendini yalın dizelerle vicdani bir sorgulama içerisinde bulduğu bu şiir, okuyucuda büyük bir olgunluk hissi uyandırmaktadır. Genişleyen ve uzayan şiir yatağında hemen hemen herkesin rahatlıkla kendine ilişkin bir şeyler bulması mümkündür. Koytak şiirinin genişliği ona dair belirlemelerin de genişlemesine olanak sunmaktadır.

Asım Öz, Cazın Irmakları kitabına ilişkin değerlendirmesinde, Koytak hakkında “İçinde yaşadığı somut ve metafizik dünyanın çağrışımlarıyla yazdığından, şiirleri insanı kolayca kavrayan sıcak şiirlerdir.” (2012: 100) demektedir. Öz’ün ön plan çıkardığı “somutluk” ve “metafizik dünya” iki uca işaret etmektedir. Şairin şiirlerinde bu iki uç arasındaki yaşanmışlığa dair birçok şeye rastlamak mümkündür. Elbette bu iki uç ve arasında tecrübe edilen yaşam, birbiriyle anlam kazanan bir bütünsellik ve birliktelikle ele alınmaktadır. Bu, Koytak şiirinin amaçlarından olup şairin eşyayı ilişkisel kılarak anlamlandırması mantığından ileri gelmektedir. Denilebilir ki Koytak şiiri eşyayla barışık, yaşamda olup biten her şeyi metafizik planda birbiriyle bağlantılı olarak düşünen bir şiirdir. Şiir, aşkın bilgiyle, metafizikle sürekli bir rabıta hâlinde olduğuna göre (Sayar, 1995:130), Koytak şiirinin, dininde vazettiği bir kurgu olarak insanın yaşam ve öte yaşam arasında kurması gereken tutarlılık ve amaçlılıkla örtüştüğü söylenebilir. Koytak şiirindeki bu metafizik uzamın anlaşılmadığını ileri sürenler de vardır:

“Metafizik şiirlere imza atan birçok şair gibi Koytak’ın da yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum, çünkü şiirlerindeki yalınlığın bileşenlerini görmek, onlara dokunmak mümkün değil gibi. Alabildiğine somutluğuna rağmen sizi son derece soyut alemlere götürüyor Koytak, rüya gibi, gördükten sonra unutuluyor, sadece duygu yoğunluğunun kalıyor üzerinizde” (İlbak vd., 2014: 19).

Cahit Koytak’ın şiir anlayışında önemli bir yer tutan unsurlardan biri, sosyal meseleler karşısında takındığı tavırdır. Yaşadığı zamanın problemlerini şiirinde ele alan şairin, şiir üzerinden her türlü acıyı ve sevinci paylaşan bir yaklaşımı bulunmaktadır. Bu özellik, Sezai Karakoç’un “Şair milletinin sözcüsü, yorumcusu ve gerekirse yol gösterenidir” (1997: 47) sözüyle amaçlanan doğrultudadır. Dünyanın kötü gidişatı için sanatın nasıl yapılması gerektiğini tartışan Cahit Zarifoğlu, “sanat eserinin insana söylemesini bilen bir ağzı olmalı” diyerek sanatın kendini kabul ettirecek noktaya sahip olması gerektiği üzerinde durur (1996: 141,144). Devamında Zarifoğlu, şairlere, “soyut şiirlerini bir kenara itmeleri ve şiirlerinin ayaklarını yere bastırmaları” şeklinde bir telkinde bulunur. Ayrıca şaire “Bak bahar geldi. Tabiat doğudan batıya uyanıp diriliyor. Sen de ey şair uykudan uyan ve şimşek gibi çıkan şiirlerinle bütün uyuyanları kaldır” şeklinde seslenir. Benzer bir ifadeye Edward Said’de rastlıyoruz. Edward Said, entelektüelin rolünü, topluma dayatılmış suskunluğa hem de göze görünmeyen gücün normalleştirilmiş sükûnetine mümkün olan her yer ve zamanda meydan okuyup bu eğilimleri kırmak şeklinde açıklar (2005: 176). Aynı şekilde, ideolojinin hakikatsizlik olduğunu belirten Theodor W. Adorno, sanat yapıtlarının büyüklüğünün tek ölçüsünü ideolojinin sakladığı şeyi dillendirmesi olarak görür. Ona göre bir yapıtın başarılı olması, ister amaçlanmış olsun ister olmasın, yanlış bilincin ötesine geçildiği anlamını taşır (2004:118). Koytak,hakikati amaçlamış bir şair olarak, bilgiyi ve düşünceyi ideolojik bağlanmaların dışına taşırarak ona özgür bir hüviyet kazandırmaktadır. Özgürlük herkesin özgürlüğüdür ve ortak aklın çabasıyla mümkün olmaktadır. Bu durum, Koytak şiirinde oldukça naif bir dillendirmeyle gerçekleşir.

Sanatın sosyal meselelerle ilişkisini kuran her türlü yargıya çoğunlukla şüpheyle yaklaşılmaktadır. “Bir Tahakküm Aracı Olarak Seçkinci Sanat” başlığı altında Cemal Şakar, sanatın seçkin olduğu kabulünün önsel bir kabule dayandığını ve bu tarz bir düşüncenin modern bir olgu olduğunu söyler. Ona göre sanat, modern zamanlarda fikirden uzak bir tavırla “avare, azade, çıplak ve hür bir sanat”a dönüşmüştür. “‘Saf hayat’ yoksa ‘saf sanat’ da yoktur” diyen yazar, sanatın dillendirmesi gereken gerçekliklere işaret eder (2011: 99, 117, 140). Yazar, ayrıca şunları kaydeder: “Akif’in şiirlerini manzum teranelere, hamasete indirgeyen edebiyat anlayışının tegallübü karşısında yaşadığımız akıl tutulması nedeniyle bugün birçok sanatçının yüreğini yakan gerçeklerin; bir türlü ifade edilebilir bir dili, sanat anlayışı bulunmamaktadır. İslam coğrafyasında yaşanan yangın bugün Türkiye’de ve dünyanın hemen her yerinde milyonlarca insanı meydanlarda toplayıp tavır almaya; öfkelerini ve nefretlerini zalimlere yöneltmeye zorlarken; edebiyat hem yangının hem de meydanlardaki milyonlarca insanın sesi olamamaktadır. Aslında çok önceleri seçimini yapıp sırça kulesine çekilen edebiyat için bu durum anlaşılabilirdir. ... Son saat geldiğinde önemli olan “hesap verecek olmaktır” “ve o zaman edebiyatın sırça kulesi çoktan parçalanmış olacaktır” (2011: 119, 121). Bu ifadelerden hareketle sanatın taşıması gereken hakikat sözcülüğünün son derece önemli olduğu görülmektedir. Sözcülük kelimesinin sanatsal değeri düşürücü bir kelime olarak anlaşılması da, aslında seçkinci sanat algısının ne kadar kabul gördüğünü açıklar mahiyettedir.

Şakar’ın işaret ettiği üzere Mehmed Âkif şiirinin gösterdiği duyarlılığın Koytak şiirinde de olduğu söylenebilir. Tabiİ ki farklı unsurları söz konusu edecek şekilde. Bu anlamda Koytak şiiri, sosyal meselelerdeki ısrarıyla Mehmed ÂkifTe benzer kaygılara sahiptir. Âkifte ön plana çıkan “Kur’an” algısının Koytak şiirinde de bizleri karşıladığı görülür. Bunu, şairin şiirlerinde atıfta bulunduğu ayet ve içerikleriyle görebiliriz. Âkifte görülen vahiy/Kur’an müdafaasının Koytak’ta geniş bir yelpazeye yayılarak sosyal meseleler için reel, insanın amaçları noktasında ise metafizik bir karşılık bulduğunu söylemek mümkündür. Her ikisi de sözün ulaştığı noktada gerçekleştireceği iyileştirmenin sanattan ve şiirden daha önemli olduğu anlayışına sahiptir. Âkifte reel karşılıklarla keskin bir savunma; Koytak’ta yaşama dair birçok ilişkinin bilgisini elinde bulunduran bir kurgu söz konusudur. Ahmet Örs’ün dile getirdiği şu ifadeler, iki şair için dillendirilen bağlama uygun düşmektedir: “Edebiyatın nefesi, vahyin özüyle buluştuğunda anlam kazanacaktır. Edebiyat acele etmez, uzun zamanlara yayar mücadelesini. Bir roman enginliğiyle, bir şiir “hemencilik”ini mezc eder. Düşüncenin yaygınlaşmasına, ete kemiğe bürünmesine ve yeryüzü egemenlerinin hakiki yüzlerinin görünmesine herkesten daha çok katkı sağlar (2008: 3). Cahit Koytak şiirinin bu özelliklere sahip bir şiir olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Cahit Koytak’ın şiirlerinde politik meseleler bağlamında karşılaşılan olumsuzluklara ve tüm eleştirelliğe rağmen umut en önemli kavramlardan biridir. Hatta umut, Koytak şiirinde bütün bir bilginin toplamı mahiyetindedir. Bu, onun şiirinin seküler ve ideolojik bir konumlanma dışında, sahip olduğu manevi konumlanmadan ileri gelmektedir. Şairin şiirlerinde beliren umut, üretkenliğin de bir karşılığı olarak söze inanma ve onun gücünden yaralanma anlayışına yaslanmaktadır. Koytak şiirini, 1980 sonrasının en farklı şiiri olarak gören Necmettin Türinay, bu şiirin oluşturduğu ruhsal ürpertinin somutlaştığı imgeleri sıralarken şairin Shakespeare’in trajedileri, Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri, Kafka’nın donuk varlıklarındaki gibi bir olumsuzlukla devam etmeyeceğini, şairin has bir dille, inzârın diliyle konuşacağının işaretlerini de verdiğini dile getirir. (2006b: 137). Cahit Koytak’ın amaçlamış olduğu şiir külliyatı ve şiirlerinde yer alan eleştirelliğin böyle bir yaklaşımla ele alınması gerekir. Koytak şiirinde yaşam ve şiirin iç içe bir bütünsellikle ortaya çıkması, gerek şairin okumaları gerek yaşamsal izlenimleriyle karşımıza çıkan şiirsel malzemenin mantığını oluşturmaktadır. Kemal Sayar’ın “Kaybettiğimiz ahlâkı, yaşantının şiirine kulak kesilerek bulabiliriz.” (1995: 119) sözü bu bağlama denk düşen önemli bir sözdür. Dolayısıyla bu sözün Cahit Koytak’ın şiirleriyle somutlaştığı söylenebilir. Çünkü Cahit Koytak, şiirlerinde okuyucuya kaybettiği dünyayı yeniden keşfettiren bir soluk sunmaya çalışmaktadır. Ya da yaşamın zorlukları ve aldatıcılıklarıyla yıkık dökük olan insaniyetimiz konusunda şiirsel bir onarımın peşindedir. Bu büyük çaba, şairi söylenmeyecek bir şey kalmaması konusunda, söyleyerek oluşacak iyileştirmeye sevk etmektedir. Şiirinde söz konusu olan sürükleyiciliğin boyutlarını burada aramak gerekir. Koytak şiirinin “öz-yoğun bir şiir” (Türinay, 2006b: 138) olarak nitelendirilmesi de bu yönüyle ilişkilendirilebilir.

Koytak şiirine yöneltilen birtakım eleştiriler vardır. Bunlardan biri, bu şiirin geleneğe yaslanmayan, kökü dışarıda bir şiir olduğu kabulüdür. Gelenek ve İkinci Yeni Şiiri adlı önemli çalışmasında Cevat Akkanat, geleneği, sonuç olarak şu ifadelerle açıklar: “... köklü bir geçmişten sürüp gelen maddi ve manevi birikimlerin adı olarak gelenek, sonraki kuşakların tarih bilinci edinmelerini, onların gelişme ve yenileşmelerini sağlaması ve oluşturduğu otoriter yapısıyla kendisine yabancı kalınmayacak büyük bir kaynaktır” (2012: 35). Daha sonrasında, meseleyi “edebiyat geleneği” ve “Türk edebiyatında gelenek” başlıklarıyla özelleştiren Akkanat, geleneğe yaslanırken veya gelenekten faydalanırken, gelenekte var olanı aynen taklit etmekten ziyade, onun özünü yaşamak gerektiği üzerinde durur (2012: 47). Ayrıca Türk edebiyatında gelenek tartışmalarının, gelenekten söz edilip edilemeyeceği, söz edilecekse onun ne olduğu ve ondan nasıl yararlanılabileceğine dair polemiklerle başladığını kaydeder (2012: 53). Bu ifadeler doğrultusunda, geleneğin üzerinde durulması gereken önemli bir kaynak olduğu ve içeriğine ilişkin bazı dikkatlerin de gösterilmesi gerektiği açığa çıkmaktadır. Koytak şirininin geniş bir yelpaze içerisinde malzemeden ziyade ilke ve yaşamsal olan unsurları gelenek addederek bir tür buluşma gerçekleştirme peşinde olduğu söylenebilir. Metin Önal Mengüşoğlu’nun şair hakkındaki şu tespitleri, onun şiirinin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır:

“Cahit Koytak şiiri çoktan kendisine dünyanın büyük şiir damarı arasında mümtaz bir mevkiyi kapmıştır. Ben onu Celalettin Rumi, Tagore, Shakespeare, Dante, El-Maarri, Şeyh Sadi, Hafız, Hayyam ve İkbal’lerin hizasına koyuyorum. Cahit Koytak şiiri bütün siyasi, ideolojik, mahalli, kültürel sınırları zorlayan, kopartan, ortadan kaldıran ve en insani, en fıtri, en deruni vicdandan fışkıran bir şiirdir. Bu şiirin bir kalbi okşaması, onu heyecanlandırması için insanın bütün bu küçük ve daraltılmış sınırlardan kendisini sıyırmasıyla mümkün olacaktır” (2012c: 11).

Cahit Koytak şiiri, yeryüzünde insanlığa ait ortak mirası arayan ve somut kültürel benimsemelerle aslında istenilmese de karşıtlığın oluşturduğu bir tehlikenin farkındadır. İnsana anlam katan önemli değerlerin sahipliğini yapmak ve bu sahiplikle farklı olanlardan ayrılmak sosyolojik bir realitedir. Çünkü kültür ve tarih bu anlamda oldukça somut unsurlardır. Fakat kültür ve tarihi yüceltmenin, başkasının da hayat ve barış bulmasıyla gerçek idealini meydana getirdiği söylenebilir. Bu bakımdan değer verilen, çatışma içinde olduklarımız tarafından benimsenerek içselleştirilecek doğrularımızın başkalarının da doğrusu olması için açık bırakılan bir kapıya ihtiyacımız olduğu bir gerçektir. Koytak şiirinin tematik bütünlüğünde karşımıza çıkan çoğul malzeme, bu gerçeklik ve arayışla anlamsal, içkin bir birlik anlayışına yaslanmaktadır. Bu yüzden Koytak şiirinin köklerini burada aramak gerekir. Bu şiiri kökü dışarıda bir şiir olarak algılamanın, kökün ne demek olduğu üzerine derinlikli, eleştirel bir tavır yoksunluğundan kaynaklandığı söylenebilir. “Sanatçı, düşünce adamı ya da siyasetçi, üzerinde yaşadığı topraklara ait olanın tonunu ve formunu geliştirmek için insanlığın ortak mirası adına kolları sıvamak zorundadır” (Utku, 2010: 474). Bu zorunluluğun Koytak şiirinde aşılmak isteneni işaret ettiği açıktır. Türinay’ın Koytak şiir hakkında “Hem bizim, hem de evrensel insanı derinden sarıp sarmalayan İslamİ bir şiir muhtevasıdır” (2006b: 138) sözü de, bu durumu açıklamaktadır.

Türinay, Koytak şiiri hakkında yukarıdaki belirlemeler dışında farklı bir tespitte daha bulunur. Doksan sonrası Türk şiirinin en önemli sorununu, yeni ve alternatif bir şiire olan ihtiyaç çerçevesinde özetlemek gerektiğini belirten Necmettin Türinay, Cahit Zarifoğlu, İsmet Özel ve Sezai Karakoç isimleri üzerinde ne kadar durulmuş olsa da bu isimleri geride bırakacak yeni bir şiir soluğuna eremediğimiz kanaatindedir (2006a: 44). Bu çıkarsamaları Cahit Koytak lehine ileri süren Türinay, Necip Fazıl, Sezai Karakoç gibi şairlerin içinde bulunulan duruma ilişkin problemleri görüp yeni bir yol belirleyebilme istidadını göstermeleri bakımından üzerinde durur. Ona göre şiir, ancak ve ancak büyük yüzleşmelerle yenilenebilir ve bu, büyük bir şaire eklemlenerek gerçekleşmez. Bu bağlamda Türinay, Koytak’ı son on-on beş yıllık şiir birikimimizin en parıltılı ismi olarak değerlendirip bunu artık çekinmeden söylemek gerektiğini ileri sürer (2006a: 45-46-47).

Cahit Koytak’ın Çevirileri

Daha çok bir şair olarak tanınan Cahit Koytak, aynı zamanda yabancı dillerden yaptığı önemli çevirileriyle de bilinmektedir. Şehnaz Tahir Gürçağlar, edebiyat çevirisini “bir bakıma ‘edebiyat aşkına’ sürdürülen bir uğraş olarak” görür (2011: 35). Cahit Koytak’ın etkileşim içerisinde olduğu yazarlardan yaptığı çevirilerde bunu görmek mümkündür. Özellikle Muhammed Esed çevirisiyle tanınan şair, Halil Cibran ve Tagore’dan da yetkin çevirilere imza atmıştır. İslam dünyasının büyük önem verdiği Mevdudi’nin Dört Terim adlı çevirisi de oldukça başarılı bulunmaktadır. Tabii ki bu durum, çeviri alanında karşımıza çıkan “kaynak” ve “erek” şeklinde adlandırılan “çevrilen dil” ile “çeviri yaptığınız dil”e (Tahir Gürçağlar, 2011: 27) yönelik yetkinlikle ilgilidir.

İngilizce, Fransızca, Arapça bilen Cahit Koytak, çeşitli tarihlerde aşağıdaki eserleri çevirmiştir:

İslam’ın Yayılış Tarihine Giriş, Ebu Farzl İzzeti, İnsan Yayınları, 1984. Düşünce/Tarih

Mekke’ye Giden Yol, Muhammed Esed, İnsan Yayınları, 1984. Anı/Otobiyografi.

Siyah Deri Beyaz Maske, Frantz Fanon, Versus Yayınları, 1987. İnceleme.

Kur’an-ı Kerim’de Dört Terim, Ebu’l Ala Mevdudi, Kahraman Yayınları, 1990. İnceleme.

Kur’an Mesajı/Meal-Tefsir (3 Cilt), Muhammed Esed, İşaret Yayınları, 1996. (Ahmet Ertürk’le beraber) Meal-tefsir.

Veda Şarkısı, Rabindranth Tagore, Kapı Yayınları, 2013. Roman.

Gitanjali (Tanrı’ya Adanmış Şiirler), Rabindranth Tagore, Kapı Yayınları, 2013. Şiir.

Ayın Bitmeyen Çocukluğu, Rabindranth Tagore, Kapı Yayınları, 2013. Şiir.

Kırık Kanatlar, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2013. Öykü.

Başkaldıran Ruhlar, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2013. Öykü.

Gece İle Sabah Arasında, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012.Şiir.

Öncü, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012. Şiir.

Tanrı Elçisi, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2013.Deneme.

Vadinin Perileri, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012.Öykü.

Yeryüzü Tanrıları, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012. Öykü.

Kaçık, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012, Roman.

Kum ve Köpük, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012. Roman.

Gezgin, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012. Öykü.

Gönlün Sırları, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012. Şiir.

Gözyaşları ve Kahkahalar, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012. Şiir.

Bunların dışında Cahit Koytak, “Herkese İnen Kitap” adlı bir Kur’an çevirisi hazırlığı içindedir.

Cahit Koytak’ın Aldığı Ödüller

Şiirleri ve çevirileri büyük beğeni toplayan şair aşağıdaki ödülleri almıştır:

Frantz Fanon’un Siyah Deri Beyaz Maske kitabının çevirisiyle Türkiye Yazarlar Birliği çeviri ödülü (1983).

Türkiye Yazarlar Birliğinin 11-13 Kasım günlerinde Kırım Özerk Bölgesi’nin başkenti Akmescid’de (Simferopol) düzenlediği Türkçenin 6. Uluslararası Şiir Şöleni’nde, Ahmet Yesevi Büyük Ödülü (2005).

Yoksulların ve Şairlerin Kitabı’yla, Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği'nin (ESKADER) şiir ödülü (2010).

Şaire Ondokuz Mayıs Üniversitesi tarafından Ekim 2014’te (22 Ekim 2014) fahri doktora unvanı verilmiştir. Senatonun kararına göre bu unvan Koytak’a; “Estetik hazzın ve/veya farklı ideolojilerin edebi düşünceye tahakküm ettiği postmodern dünyada, Türk şiirine dünyayı açık uçlu olarak yeniden yorumlama imkânını göstermesi ve hem şairi hem de okurlarını yüzleşme etiği bağlamında özgürleşme ve sorumluluk üstlenmeye davet çabaları” gerekçesiyle verilmiştir.

Değer ve Kavramsal Çerçeve

Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet olarak anlaşılan değer (www.tdk.gov.tr Erişim: 02.06.2014), insan yaşamında sıklıkla kullanılan kavramlardan biridir. Yaşamın anlam odaklarında önemli karşılıklar barındıran değer, insanlar arasında karşılıklı güvenin, iletişimin önemli dayanaklarından birini oluşturmaktadır. Bu yüzden günlük hayattan, bilimsel/kültürel alana kadar aktif bir kullanıma sahiptir. Günlük yaşamda, bir şeyin değerini belirtmek anlamına gelen “değer biçmek” ile değerli saymak, önem vermek anlamındaki “değer vermek” deyimleri (Kocaoluk, 2011: 204), kavramın yaşamdaki canlılığına bir işarettir. Ayrıca “değer yargıları”, “değerler felsefesi”, “değerler eğitimi”, “değerbilirlik”, “değerlendirmek” gibi dilsel kullanımların farklı uzamlara sahip olduğu görülmektedir. Bu bakımdan değer kavramı, yaşamın orta yerinde olan ve insanın hem sahiplenmeyi arzuladığı hem de bunu gerçekleştirip gerçekleştirmediğinin belirleyicisi konumundadır.

Değerlere bakıldığında büyük bir çeşitlilikle karşılaşılır: “Sevgi, saygı, dürüstlük ve güvenirliğe değer denildiği gibi bilim, sanat, felsefeye, öte yandan eşitlik, özgürlük, barış, dayanışma ve toleransa da değer denilmektedir. Kısaca herhangi bir nedenle iyi olduğu düşünülen, yani kendisine ilişkin pozitif bir değer yargısı bulunan her şeye değer adı verilmektedir” (Tepe, 2002: 349). Dolayısıyla kavramın, kendisiyle koşut diğer kavramlarla bir irdeleme zemini oluşturduğu açıktır. Bu bakımdan kavram, farklı alanlarda farklı bağlamlar ile incelenmeli ve insan yaşamını anlamlı kılacak bir kullanım içinde düşünülmelidir. Çünkü bir kavramın genişleyerek boyut kazanmasında olumlu ve olumsuz durumlar söz konusu olabilir. Bu konuda Z. Şeyma Arslan ve Fatma T. Yaşar, oldukça önemli tespitlerde bulunmaktadır:

“Çağımızda değerlerin bu kadar vurgulanıyor oluşuna bakarak, bunların ne kadar önemsendiğini, bu konuda artık ne kadar ileri bir noktada bulunduğumuzu düşünmemiz acele ve yüzeysel verilmiş bir hüküm olur. Günümüzde değerlere bu denli vurgu yapılması aslında değere verilen değerin artması değil, değere duyulan ihtiyacın artması olarak yorumlanabilir. Bir şeyin çokça konuşuluyor olması, gerçekte o konudaki zafiyetin bir işareti sayılabilir” (Arslan ve Yaşar, 2007: 10-11).

Z. Şeyma Arslan ve Fatma T. Yaşar, yukarıdaki çözümleyici belirlemeye ek olarak değer kavramının uğradığı anlam ve kapsam değişimine yönelik de önemli tespitlerde bulunmaktadır:

“Değer kavramının son yıllarda kullanım alanı genişlemekte ve birtakım terkiplerle farklı alanlarda söz konusu edildiği görülmektedir. ...Kavramın bir değerler manzumesine işaret eder şekilde kullanımının, kelimenin tarihi içerisinde nispeten yeni olduğunu görüyoruz. Bu kullanımda kelimenin, bir şeye atfedilen kıymet hükmü anlamının ötesine geçerek, değerli olan şeyler için bir üst “isim” hâline gelmiş olduğu görülüyor. Yani öncekinde herhangi bir şeyin değerli/değersiz olduğu söylenirken, artık çeşitli alanlarla ilişkilendirilen değerler manzumesinden söz ediliyor. İlkinde bir şeyi değerli kılan çeşitli gerekçe ve kökenler daha belirginken, ikincisinde bu kökenle olan irtibat daha belirsizleşiyor, bunlar yalın olarak da kullanılabiliyorlar. Dolayısıyla, değerler denilen şey, bir şeye atfen değer kazanma hâlini terk edip, değerini bizzat kendinden alan bir alanı işaret ediyor” (Arslan ve Yaşar, 2007: 8, 9)

Söz konusu çalışmanın tespitleri bununla sınırlı kalmaz. Özellikle değerlerin tüketilen bir kaynak olarak fütursuzca ele alınması eleştirilir:

“Modern yaşam tarzının bir sonucu olarak ortaya çıkan ahlâkİ krizin çözülmesi için de yine modern araçlardan yardım alınmaktadır. Dinin toplumsal hayatın dışına itildiği modern zamanda bu boşluk, içi boşaltılan değerler ile doldurulmaya çalışılmaktadır. Birey merkezli modern hayatla bağdaştırılamayan geleneksel değerler yenileriyle değiştirilmektedir. Örneğin alçak gönüllülük çok kıymet verilen bir fazilet iken günümüzde ‘güven sorunu olarak okunmakta ve bu faziletin yerine “kendine güven” bir değer olarak sunulmaktadır. Bu değerlerin en önemli özelliği ise seçilebilir olmasıdır. Birey ya da toplum kendi yararına gördüğü değerleri seçer ve bunu benimser ya da benimsetmeye çalışır. Dolayısıyla modern hayatın değerleri, pragmatik amaçlar doğrultusunda seçilen değerlerden oluşmaktadır. Örneğin artan suç oranının düşmesi için bireylere dürüstlük, doğruluk, çalışkanlık gibi değerlerin eğitimi verilir” (Arslan ve Yaşar, 2007: 11).

Bu eleştiriler, söz konusu meseleyi yeniden düşünmek için yapılacak olanları da kapsamaktadır:

“Gelinen noktada tüm bu tanımlamaların ötesinde bir değer tanımına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu tanım, değeri bireysel tercih olmaktan çıkarıp üzerinde uzlaşılabilecek bir niteliğe büründürmelidir. Bütün değerlerin eşitlik iddiasında olduğu bir toplumda nasıl erdem ve faziletten söz edilebilir ki? Bir değer kavramı tanımlaması, içinde yaşadığımız dünyanın kuruluşu ve işleyişine yönelik bir düşünmedir aynı zamanda. Bu düşünme faaliyetine, değer kavramını seçilebilir ve değiştirilebilir insani bir enstrüman olarak üreten düşünce yapısına itiraz ederek başlanabilir” (Arslan ve Yaşar, 2007: 11).

Özellikle tepkisel bilginin sıhhatli bir bilgi olarak iyileştirici etkide bulunamamasını etüt edici bakış açılarıyla kavrayabiliriz. Diğer türlü, başlangıçta iyi düşünülmüş ama zamanla tekrarlanarak etki yitimine uğramış bir malzemeyle uğraşmak gibi bir olumsuzluktan kurtulamayız. Bu bakımdan önem atfedilmiş bir kavram olan “değer”in değersizleşmesi kaçınılmaz olur.

Değere İlişkin Felsefî Bir Temellendirme

Herhangi bir kavramın daha detaylı bir şekilde anlaşılması için genellikle felsefeye başvurulur. Bu anlamda felsefe, kavramlara nüfuz edebilecek bir bakış açısını insana sunar. Fakat felsefî bilginin anlamlandırma mantığı ve biçimi genellikle tartışmaların yoğunlaştığı bir özellik gösterir. Bu yüzden felsefî sorgulamaların daha çok söz konusu kavrama ilişkin temellerle alakalı olduğu ve okuyucuya bir zemin bahşettiği unutulmamalıdır. Başka bir açıdan felsefe, söz konusu kavramlarla alakalı bir detay ortaya koymaktadır. İlişkisel mantığın özünde de bu vardır. Her şeyin başka bir şeyle irtibatını kurmak ve tespit etmekten önce bunu düşünmek, felsefenin gereklerindendir. Bu duruma imkân sunan felsefenin genişleyen kavram alanını, Ahmet Arslan şu şekilde açıklar: “Felsefî düşüncenin bilimden farklı en önemli özelliklerinden biri, bilimin yalnızca olgularla ilgilenmesine karşılık, felsefenin olgular yanında aynı zamanda değerler, anlamlar, idealler veya erekler gibi varlık alanlarını konu almasıdır” (2001: 18).

“Yunanca “axia: değer” kelimesinden gelen değerler felsefesi, değerlerin yapısını, ölçütlerini ve metafiziksel konumunu araştırır” (Cevizci, 2002: 250). “Bilinebilen ilk felsefi metinlerde gördüğümüz o ki, insanın içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırma çabasında madde ve mananın “değeri” önemli bir hareket noktası olmuştur” (Arslan ve Yaşar, 2007: 9). Felsefede değerleri dert edinmiş bir araştırma alanına kimi düşünürlerin aksiyoloji dediklerini belirten Ahmet İnam ise şunları der: “Geometride de geçen aksiyom sözü, değer demektir. Dolayısıyla eski felsefenin ortaya çıktığı batı kültüründe bir değer kavramı var gerçekten. Büyük üstatların, tarih olarak felsefenin başında bulunan üstatların değerleri evrensel gördüğü çok açıktır. Onların bu konuda hiçbir kuşkusu yoktur” (2008: 86). Hemen hemen bütün felsefî akımların değeri söz konusu ettiği ve değere ilişkin birtakım belirlemelerde bulunduğu görülür. İdealistler, realistler, pragmatistler, varoluşçular ve Frankfurt Okulu, değeri tartışmış ve kendi felsefi yaklaşımları çerçevesinde anlamlandırmıştır (Altun, 2003: 9). Değer kavramının, anlamını felsefeye borçlu olduğunu bildiren Ertan Özensel, Alman metafizikçi W. Windelband’ın felsefeyi genel olarak bir “değer felsefesi” olarak gördüğünü söyler (2003: 218). Özensel, ayrıca şunları kaydeder: “Günümüzdeki değerle ilgili felsefî tartışmaların temelinin 1890’lı yıllarda atıldığını söyleyebiliriz. Nietzsche, Scheler, Dupreel, Le Senne ve Polin gibi düşünürlerce de değer önemli sayılmış ve felsefelerinde önemli bir yer teşkil etmiştir. Bu düşünürlerin felsefelerinde salt değer, kendisinden çok, değer yargıları ve kuramları düzeyindeki konumu itibariyle ön plândadır” (2003: 218).

Değer-felsefe ilişkisinde başka bir tanıklık da şu yöndedir: “Felsefe daha ilk başlangıçlarından bu yana değer sorunuyla ilgilenmiştir. İnsanı ilgilendiren, onun yaşamı için vazgeçilmez olan bir soruna filozofların kayıtsız kalması da beklenemezdi zaten” (Tepe, 2002: 344). Değer kavramını doğru anlamak ve anlamlandırmanın yanında, değer kavramına kayıtsız kalınamayacağı da önem taşımaktadır. Konuşulan, tartışılan ve belirlemelerde bulunulan bir kavram olarak değerin hayat ve düşün alanında önemli karşılıklara sahip olduğu söylenebilir.

Değerlerin felsefede ele alındığı başka bir husus değerlerin kaynağı sorunudur. Felsefe tarihinde değerler sorunu belli başlık altında toplansa da genel olarak değerlerin kaynağı sorusunun odak noktasını oluşturduğunu belirten Ali Osman Gündoğan, yapılan bu tartışmaları iki başlık altında toplar: Nesnelci değer anlayışları ile öznelci değer anlayışları. Nesnelci değer anlayışlarına göre değerin kaynağı özneden bağımsız, kendi başına bir varlığa ve gerçekliğe dayanmaktadır. Öznelci yaklaşımlar ise değeri, onu kuran bir özne ile düşünmektedir (2007: 76). Bu tartışmalarda, her iki yaklaşımın karşıt fikirlerine rağmen değeri önemli bir şey olarak ele aldığı açıktır.

Modern zamanlarda iptal edilen bir şey olarak değere işaret eden Aliye Çınar, kaybedilen ve bir anlam krizine neden olan şeyin asıl sebebinin değerin bir olguya indirgenmesi olduğunu dile getirir. Bu noktada Heidegger’in tanıklığına başvuran Çınar, ondan varlık ve değerin ayrı tutulmaması gerektiği fikrini aktarır. Ayrıca Çınar, Heidegger’in işaret ettiği Aristotales’in yaşam ile düşünce arasında kurduğu somut bağ ile Sokrates’in kafa ile kalbin birlikteliği kullanımlarını aktararak bu birlikteliği besleyen biz izah ortaya koyar (2006: 58). Değere ilişkin bütünlük arayışını içeren bu yaklaşım da, değerin aranılan ve istenilen bir kavram olarak gerekliliğini ortaya koymaktadır.

Bütün bunlar göstermektedir ki değer kavramı, düşünsel bir yöntem olarak anlayabileceğimiz felsefe tarafından oldukça yoğun bir şekilde ele alınmıştır. Bu yoğunluğu, irdelenen nesneye önem vermek olarak okumak mümkündür.

Dini ve Ahlaki Açıdan Değer

Değer kavramının din ve ahlakla oldukça sıkı bir anlam bağı bulunmaktadır. Hatta değeri bu anlamsal bağın içinde sadece ilişkisel bir boyutta düşünmeyip ontolojik bir çerçeve içinde ele almak gerekir. Çünkü insani değerler olmasaydı, değerlerin ahlakiliği de mümkün olmazdı (Poyraz, 2007: 87). Değeri, din ve ahlak dışı bir unsur olarak düşünme tercihlerinde de bunun bir yansımasını görmek mümkündür. Bu bakımdan din ve ahlak, yaşamsal anlamda hemen hemen her şeyle kopmaz bir ünsiyet içerisinde kendini göstermektedir. İyi, kötü gibi yargılarla sonuçlanan ve değer olarak anlaşılan birçok durum, kavram; din ve ahlakın temel meseleleri olarak değerlendirmektedir. Buna karşıt görüşlerin bu bağlam olmadan değerlendirme yapmaları mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla tercihler konusunda ayrışma olsa da, değerleri dini ve ahlaki bir çerçevede ele almak gerektiği açıktır. Bu konuda Ahmet İnam oldukça önemli tespitlerde bulunmaktadır:

“Ahlâk dendiğinde her zaman değer kavramı işin içine girer mi? Bu belki bazı felsefeciler için soru olabilir. Çünkü değerleri gözetmeyen ahlâk anlayışları da olabilir. Meselâ değerler üzerinden değil de sorumluluk üzerinden ahlâka yaklaşabilir. Ben sorumluluk sahibiyimdir. Birtakım insanlara karşı, ülkeme karşı, kurumlara karşı, içinde yaşadığım ahlâk hayatına karşı sorumluyum diyebilir, değer kavramını sanki ahlâkta yer almıyormuş gibi düşünülebilir. Oysa değer kavramından kurtulma imkânı yok. Sebebi bana çok açık geliyor. Çünkü insan mânâ âleminde yaşayan veya başka türlü söylersek anlamlarla yaşayan bir varlıktır” (2008: 84).

Hayata anlam verme sürecinde dinden gelen bilgi ve yorumların göz ardı edilemeyecek bir niteliğe sahip olduğunu söyleyen Adem Akıncı, özellikle metafizik alana ait bilgilerin başka bir şekilde karşılanmasının mümkün olmadığı tespitinde bulunur (2005: 21). Bu gerçek, değerin dini ve ahlaki bir yörüngede, diğer bileşenlerle beraber anlamlı bir döngüye kavuşturulması gerektiğini göstermektedir. Çünkü parçalanmış ve bağlamından uzaklaştırılmış bir kavramın veya oluşumun üretici bir değere sahip olması mümkün değildir. Bu bakımdan modern devlet tarih sahnesine çıkarak eğitim, hukuk, ekonomi gibi alanları kendi uhdesine almıştır ve bu yanlış sonuçlar doğurmuştur (Bulaç, 2007: 85). Özellikle günümüz dünyasında değer aktarımının dini ve ahlaki bağına ilişkin şüphelerde bunun etkisi olduğunu söylemek mümkündür. Dolayısıyla değerin kendi öz kaynakları arasında dini ve ahlaki çevrim mutlaka düşünülmeli ve yanlış algıları giderecek çözümlemelere yer verilmelidir.

İslam düşüncesinde değer konusunu yansıtacak tartışmalarda temelde insan tabiatı, akıl ve vahiy bilgisi müessir kabul edilmiştir (Tuğral: 2008: 31). Bu durum, değerin mutlak suretle muayyen bir bağlamla ele alınması gerektiğini ortaya koymaktadır. Özellikle insan tabiatı ve aklının değerli olanı bulması noktasında tamamlayıcı olanın vahiy olduğu dile getirilmektedir. Dünyada yegâne mükellef ve sorumlu varlık olarak insanı tanıyan Kur’an-ı Kerim’in, bu sebeple insanın ahlâkİ mahiyeti konusuna özel bir önem verdiği düşüncesi de (Çağrıcı, 1989: 5) aynı paralelde değerlendirilmelidir. Çünkü “vahiy bilgisi” olarak Kur’an-ı Kerim; “mükellef ve sorumlu varlık” olarak da “insan tabiatı ve aklı”nı aynı potada buluşturmamız mümkündür.

“İslam, adalet, insana saygı, sevgi, şefkat, merhamet, hoşgörü, sabır gibi pek çok din ve kültür tarafından evrensel kabul edilen değerlere sahiptir” (Oktay, 2007: 140). Sıralanan değerler, genel olarak dini ve ahlaki çerçeveyi oluşturmaktadır. Aynı şekilde Aliye Çınar, bazı zamanlarda zayıfladığını düşünse de ‘varlık-bilgi-değer’ eksenli perspektif ya da paradigmanın esasının İslam düşüncesinin özünde mevcut olduğunu söyler (2006: 54). Çınar, söz konusu birliğin sadece İslam düşüncesinde değil, İbrahimİ gelenekte de mevcut olduğunu hatırlatır (2006: 54). Bu tespitler genelde din, özelde İslam düşüncesinde değerin dini ve ahlaki boyutunu göstermesi açısından oldukça önemlidir. Değeri savunan ve onu ön plana taşıyan insanların bu doğrultuda hareket etmesi gerekir. Çünkü insanları yeniden ahlakın ilkeleriyle, ahlakın değerleriyle uyaracak, çağıracak yeni bir dil bulmak ahlaklı olan herkesin sorumluluğundadır (Şakar, 2012: 70).

Değerin Estetik Karşılığı

Sanattaki güzelliği, güzelliğin insan üzerindeki etkilerini inceleyen felsefî disiplin olarak tanımlanan estetik (Karataş, 2004: 149), duyuşsal içermelere sahip bir kavramdır. Bu duyuşsal içermeler, bireysel ve toplumsal karşılıklarla ilişkili olduğundan, değer kavramıyla buluşacak bir mantıkla ele alınmaktadır. Özellikle estetik yargı olarak ‘güzel’, değerli bulunan sanatsal nesneye yönelmektedir. Bu yönelme, sanatçının veya eseri alımlayan kişinin beklentileri ve beğenileri çerçevesinde sanatsal değerin oluşmasını sağlamaktadır.

“Estetik, pozitif bilim anlayışında olduğu gibi somut olarak deney ve gözleme dayanan olaylarla değil, değerlerle meşgul olur. Bu sebeple estetikte güzel başlı başına bir değerdir” (Altıntaş, 2002: 13). Yine bu doğrultuda Mazhar Bağlı, “sanatın biri “estetik”, diğeri de “değer” olmak üzere iki önemli yönü vardır.” demektedir. Bağlı, bu ifadesini müzik örneği ile açarak müziğin insan ruhunu okşayan ritmi ve ahengini estetik, işlediği duyguyu da değer olarak görür (2010: 10).

İnsanın bilen bir varlık olmasının yanında nesnelerle kurduğu ilişkide seçen, hoşlanan, haz duyan bir varlık olduğu üzerinde duran İsmail Tunalı, bu tavrın “yararlılık” üzerinden değeri oluşturduğunu söyler (2011: 132). Bu bakımdan kişisel kökler taşıyan estetik veya sanatın ‘yararlılık’ ilkesiyle değer kavramına vardığı söylenebilir. Aynı şekilde Metin Önal Mengüşoğlu, “İnsan ve onun kimliği/kişiliği ile en sıkı, en koparılamaz alaka sanata dair olandır. Çünkü sanat öznelliğin güzel’i hedefleyen tezahürüdür.” demektedir (2005: 55). Başka bir yerde de sanatın vahiyle olan ilişkisini sorgulayan yazar, iyi, güzel, doğru arasındaki bağın yalnızca kendi iddiası olmadığını, bunu bazı Batılı şahsiyetlerin de savunduğunu söyler. Ayrıca yazar, meseleye dair Alain’in “Güzel, ancak yararlının toprağında çiçek açar.” ve “Değerler bir gül ile bir at arasında değil, bir gül ile güzel bir gül, bir at ile güzel bir at arasında belirir” sözlerine başvurur (Mengüşoğlu, 2005: 144). Bu ifadeler de göstermektedir ki, bireysel bir uğraş olarak karşımızda duran sanat uğraşı, insan odaklı bir eylem olarak değerden yoksun değildir. Çünkü onu meydana getiren sanatçı değer yüklüdür ve bizlere sunduğu eser de ondan izler taşımaktadır.

Estetik ve değer ilişkisini felsefî, soyut bir yönden çıkarıp somut alanla da ilişkilendirmek gerekir. Bu somutluk, estetiğin yaşantısal boyutuyla alakalıdır. Orhan Okay, güzel sanatlar veya sadece sanatı davranışlarımızın ana motiflerinden biri sayar (1998: 13). Yazar, menfaat, gerçek, iyilik ve güzellik olarak sıraladığı davranışlarımızın dört önemli ve esaslı amacından güzelliği duygu hayatımızın bir tezahürü olarak görür (1998: 13). Dolayısıyla “davranışlarımız” ve “tezahür” kullanımlarının estetiğe somut bir düzlem kattığı söylenebilir. Aynı şekilde kökünde ve kuruluşunda değer sözcüğü bulunan bütün sözcükler ve gerekse ‘değer’ diye yorumlanan her türlü kavram, eylem olmadan tasarlanamaz diyen Hakan Poyraz, öncesinde değer oluşturmayı insana özgü üç etkinlikle ilişkilendirir. Poyraz, bilginin sanata, sanatın ahlaka, ahlakın da bilgiye özdeş olmadığını söyleyerek her birinin yapısında bir diğerinin farklı etki ve oranlarda rol oynadığını belirtir (2007: 81). Poyraz’ın bu düşüncelerinde “eylem”, “etkinlik” kavramlarının değer ve estetik ilişkisinde bu bağlamı güçlendirdiği söylenebilir. Yine aşağıdaki tanıklıkları da bu doğrultuda düşünmek mümkündür:

“Estetik yalnızca güzelin bilgisi değil, güzelin algılanmasını, güzelin özne tarafından yaşanmasını da dile getirir. ... İnsanın yetişmesinde sanata önem verilmesi, güzelin yaşama girmesi sonucunu verecek, belki de insanlığın etik değerleri tanımasına da yardımcı olacaktır sanat. Platon’un iyi idea’sına güzelden varması boşuna değildi. Güzeli yaşayan insan artık kötüyü istemeyecektir” (Akarsu, 2002: 22).

“Sanatçı, güzeli çirkinden; iyiyi kötüden; doğruyu yanlıştan ayırabilmek için değer yargılarına sahip olmak zorundadır” (Şakar, 2011: 76).

Değer ve İnsan İlişkisi

Değeri, herhangi bir nesneye, kavrama, olaya yüklediğimiz anlam olarak aldığımızda, bunu gerçekleştiren bir aktör olarak insan karşımızdadır. Kuçuradi’ye göre kişinin başka kişileri, olayları, durumları, kendisini ve genellikle tek tek şeyleri değerlendirmesi insanın bir yapı özelliği, bir varolma şartıdır (2003: 7). Değeri, “ilgilerin yöneldiği verili bir duruma eklenen şey” olarak gören Sabri Büyükdüvenci, bu eylemle değerin insan yaşamının bir varlık koşulu hâlini aldığını belirtir (2002: 253). Aynı şekilde Aliye Çınar, “‘Varlık-bilgi-değer’ birliğini öne süren bir düşünce biçimi her şeyden önce bütün bir insan paradigmasını şekillendirmek zorundadır” (2006: 66) diyerek benzer bir noktaya dikkat çekmektedir. Ömer Naci Soykan da aynı çerçevede “Değer yargısı, öznenin sahip olduğu bir değerin nesneye yüklenmesi olduğuna göre, bunun için her şeyden önce öznenin böyle bir değere sahip olması gerekir” (2007: 52) demektedir. Dolayısıyla insan ve değer arasında kurulacak bağ, insanı daha iyi anlamamızı sağlamaktadır.

Süleyman Tuğral, “Değer oluşumu konusunda insanı çeşitli yönleriyle indirgemeci bir mantıkla ele almak yerine onu bir bütün olarak değerlendirmek gerekir” diyerek insanda değer oluşumunda dört faktöre işaret eder (2008: 33). Bunlar insanın fizyolojik yapısı, insanın duygusal yapısı, insanın toplumsal çevresi, insanın akli yapısı şeklindedir. Bu dört unsurun, insan yaşamındaki önemi tartışmasızdır. Bu bakımdan insan ve değer ilişkisi, insan yaşamının bütün boyutlarında karşımıza çıkmaktadır. Tabii ki bunu anlamak ve anlamlandırmak gerekir. Çünkü değerin amaçladığı bir konuma varmak için insanda mevcut olan bu yetinin harekete geçirilmesi gerekmektedir. Bunun için değeri daha kuşatıcı bir boyutta ele almak gerekir. Cemal Şakar’ın “İnsanı bir mikro kozmos olarak yine sadece insanla tanımlamaya kalkmak; onu kendi içinin karanlıklarına boğmaktan başka bir şey değildir” sözü (2011: 70), bu anlamda önem taşımaktadır. Çünkü “makro kozmos” olarak değer kaynağına vurgu yapılmaktadır ve bu insanla değer ilişkisini anlamlı bir zemine oturtmaktadır.

İnsanın bilme durumunu, sadece niceliksel bir yönle ele almanın eksik olduğuna değinen Seyfi Kenan, tamamlayıcı unsur olarak “keyfiyet” ve “mahiyet alanı”na işaret eder. Keyfiyet ve mahiyet alanına “anlam”, “değer”, “gaye”, “hakikat”, “güzel” ve “iyi” kavramlarını alan Kenan, bunları hayatı derinden etkileyen, şekillendiren ve açıkçası mümkün kılan gerçeklikler olarak görür (2009: 274). Kenan’a ait şu düşünceler, insan ve değer arasındaki ilişkiyi olması gereken noktada daha iyi açıklamaktadır:

“Modern eğitimin ... mekanist, pozitivist dünya görüşü ve bilim tarzının etkisinde şekillenmesi sebebiyle nesneleri sadece niceliksel özellikleriyle tarif etmesi, bütün varlığa “bakma” ve “mekanik-araçsal bilme” şekliyle sonuçlanmış ve sadece bu tarz bilmeye odaklanılmıştır. Oysa insanın değerini yücelten, daha doğru bir ifadeyle gerek Doğulu gerekse Batılı pek çok ahlak düşünürünün üzerinde ısrarla durduğu gibi, insan olma değerini koruyan sadece “bilme” değil, aynı zamanda “şuur”, “vicdan”, “merhamet” ve bunların beslediği ve aynı zamanda beslendiği “ahlaki değer”ler ve erdemler gibi en temel varoluşsal özelliklerdir” (2009: 274).

Yukarıdaki ifadeler doğrultusunda düşünecek olduğumuzda, değer ve insan arasındaki ilişkinin önemli bir ilişki olduğu görülmektedir. Bu bakımdan değerin, söz konusu ilişkiler bağlamında ele alınması gerekir. Bu, insanın değerle özdeş bir kurguya sahip olmasını mümkün kılmaktadır.

Değer ve Toplum İlişkisi

Değerler dizinine anlam katan ve onun daha iyi bir şekilde anlaşılmasını sağlayan temel unsurlardan birini toplum teşkil etmektedir. Bireylerin oluşturduğu yapı toplum olarak kabul edildiğine göre, birey için söz konusu olan hemen hemen bütün açıklamaların topluma ışık tutacak bir mahiyeti de vardır. Değer ve değere ilişkin kavramsal çerçevenin, insana özgülüğü aşikâr olsa da değerin kişiyi aşan yanı vardır (Poyraz, 2007: 87). Bunu toplumsal tezahürlerde görmek mümkündür. Diyebiliriz ki birey ve değer ilişkisi, toplum ve değer ilişkisine katkılar sunacak boyuttadır.

Başka bir açıdan Vehbi Hacıkadiroğlu, bir topluluğu oluşturan bireylerden her birinin salt kendisi için geçerli olan değerleri vardır ki bunların başında başkaları gelir tespitinde bulunur (2002: 39). Bunu, “Tek başına yaşayan bir insanın mutlu olması olanaksız olduğuna göre insan, her şeyini olduğu gibi mutluluğuna da başkalarına borçludur” (2002: 39) şeklinde açar. Adem Akıncı da, “Sosyal hayattan uzak olması düşünülemeyen insan için, toplumun huzurunu sağlayacak, birlikte yaşamaya katkıda bulunacak değer ve ilkelerin olması, anlamlı bir dünyada yaşamak demektir” (2005: 11) tespitinde bulunur. Dolayısıyla insan için değerin anlamlı olmasının başkalarıyla beraberlik şartına bağlı olduğu söylenebilir.

Ertan Özensel’in açıklamaları, değer ve toplum ilişkisini benzer bir doğrultuda ele almaktadır:

“Toplumsal yapıyı teşkil eden temel toplumsal kuramların tümünün kendine ait değerler içerdiği de bilinmektedir. Sözgelimi, toplumun en temel kurumu olan “aile”, eğitim, din gibi toplumsal kurumların ve bu kurumların değerlerinin benimsenmesinde, yaygınlaştırılmasında, yaşatılmasında yani bir sonraki kuşağa aktarılmasında önemli roller üstlenir. Ayrıca, bilindiği gibi bir toplumda değerlerin ifade edildiği temel mekanizmalar, kişinin üstlendiği sosyal rollerdir. Bu roller de, toplumun tabakalaşma sistemi ile sosyal yapıyı oluşturan sosyal süreçlerle yakından ilişkilidir. Yine bir toplumdaki iyi- kötünün belirlenmesi, ideal düşünme ve davranma yollarının tamamı değerler tarafından oluşturulur. Böylece, toplumdaki sosyal kontrol mekanizmalarının ve ödüllendirme araçlarının değer kaynaklı oldukları görülür” (2003: 219).

Özensel, bu çalışmasında sadece değer ve toplum ilişkisini kurmaz. Değerleri sosyolojik bir unsur olarak farklı açılımlar eşliğinde ele alır:

“Toplumsal kişi ve bu kişinin davranış örüntüleri sosyolojik incelemelerin başlangıç noktasını oluştururlar. ... Değerleri uzun süre incelemekten kaçınan sosyologlar değerlerin, hiçbir sosyal gerçekliğe sahip olmadığını, bilimsel açıdan ele alınamayacaklarını, öznel ve ahlâkİ kriterlerle incelenebileceklerini savunmuşlardır. Fakat özellikle Weber’in “versthende” (anlayıcı) sosyolojisinin ve Protestan ahlâkı tezinin etkisiyle değerlerin önemli bir sosyal olgu olduğu, bilimsel analiz ve incelemeye tâbi tutulabileceği fikri iyice güçlenmiştir. Özellikle son yıllarda toplumsal değer araştırmaları sosyolojinin önemli bir inceleme alanı hâline dönüşmüştür. 1960’lı yıllardan itibaren hem nitelik hem de nicelik olarak toplumsal değer araştırmalarında önemli bir artışın olduğu gözlenebilir” (2003: 220, 222).

Eğitsel Bir Unsur Olarak Değer

Birçok kavramda olduğu gibi eğitim ve değer kavramlarında da farklı tanımlar ve yaklaşımları söz konusu etmek mümkündür. Eğitimin genel olarak, insanları belli amaçlara göre yetiştirme süreci olduğu belirtilip bu süreçte gerçekleşen farklılıkların kazanılan bilgi, beceri, tutum ve değerler yoluyla olduğu ileri sürülmüştür (Fidan ve Erden, 1998: 12). Farklı yaklaşımların ve felsefî görüşlerin söz konusu ettiği tanımsal çeşitlilikte, eğitimin değişik boyutları gün yüzüne çıkarken, doğal olarak bu çeşitliliği toparlamamıza yardımcı olacak bazı anahtar kavramlara rastlarız. Bu açıdan eğitimin kişinin davranış örüntülerini değiştirme süreci olduğunu belirten Tyler’ın davranış, değişim ve süreç kavramlarını yan yana getirdiği görülür (Sönmez, 2008: 35). Bu nedenle söz konusu kavramların önemli içermelere sahip olduğu dikkatlerden kaçmaz. Bu durum, eğitimin zamansal bir karşılığa sahip olup insan/birey odaklı bir değişimle gerçekleştiğini gösterir.

Eğitimin yukarıda bahsedilen davranış, süreç ve değişim etrafında şekillenen bir kavram olduğunu düşündüğümüzde, bunları mekanik bir yapıdan kurtaracak bir anlamlılığın gerekliliği daha bir önem kazanır. Bu açıdan değer kavramı, sağaltıcı bir işleve sahiptir, denilebilir. Çünkü değişimden evvel, istenilen değişimin ne için olduğunu söz konusu etmek gerekir. Bu bakımdan tasarlanmış bir zaman dilimi olarak eğitim süreci, kişiye kazandırılması istenilen davranışla değişim/dönüşümün bireysel ve toplumsal karşılığını ideal bir çerçeveye oturtur. Böylece değerin eğitimle ilişkisel boyutu kurulmuş olur. Daha çok yöntem ve içerik gibi birbirini tamamlayan bir oluşuma benzeyen bu durum, değer ve açılımında söz konusu olacak her türlü insani karşılığı öz; onu muhafaza edecek ve yayacak süreç odaklı planlama olan eğitimi de biçim olarak görmemizi sağlar.

Eğitim süreci içerisinde bizi karşılayan önemli kavramlardan biri de değerler eğitimidir. Bu kadar önemli olan bir kavramın, planlı bir süreç gerektiren eğitim- öğretim faaliyetleri içerisinde düzensiz bir şekilde yer alması düşünülemez. Başta okullarda olmak üzere birçok kurum ve kuruluşta değerler eğitimiyle ilgili birtakım süreçler yaşanmaktadır. Ülkemizde de 1900’lerden itibaren ahlak eğitimi, karakter eğitimi ve vatandaşlık eğitimi üzerine birçok kuramsal ve uygulamaya yönelik çalışma ortaya konmuştur (Akbaş, 2008: 11). Kendi duygu, inanç, öncelik ve değerlerinin farkında olma ve ahlaki gelişimi desteklemeyi amaçlayan yaklaşımlar ise yeni ilköğretim programlarında yer bulmaya başlamıştır (Akbaş, 2008: 11). Gökhan Baş ve Ömer Beyhan, değerlerin temellerinin ilk olarak ailede atıldığını söyler. Değerler eğitimi kavramının, uygulamadaki yurttaşlık eğitimini ve ahlak değerlerinde eğitimi işaret ettiğini belirtir. Ama Halstead ve Taylor’dan son zamanlarda bu kavramlara yakın anlamda kullanılan ruhsal, ahlaki, sosyal ve kültürel gelişimi içeren karakter eğitimi kavramının, erdemler, tutumlar ve kişisel niteliklerin gelişimi üzerine olan eğitimi vurguladığını aktarır (2012: 57). Böylece değer kavramının eğitsel bir unsur olarak gittikçe yaygınlaşan ve hayat içerisinde farklı boyutları kapsayan bir uzama sahip olduğu söylenebilir.

Değer ve değer eğitiminin, eğitim-öğretim sürecinin önemli bir bileşeni olduğunu öğretim programlarına bakarak da anlayabiliriz. Aşağıdaki maddelerin, İlköğretim Türkçe Dersi (6-7-8. Sınıflar) Öğretim Programı’nın genel amaçları arasında yer aldığı görülür:

Türk ve dünya kültür ve sanatına ait eserler aracılığıyla millİ ve evrensel değerleri tanımaları,

Hoşgörülü, insan haklarına saygılı, yurt ve dünya sorunlarına duyarlı olmaları ve çözümler üretmeleri,

Millİ, manevİ ve ahlâkİ değerlere önem vermeleri ve bu değerlerle ilgili duygu ve düşüncelerini güçlendirmeleri amaçlanmaktadır (MEB, 2006: 4).

Bilal Elbir ve Can Bağcı tarafından yapılan çalışmada, değer ve değerler eğitimine ilişkin yapılan yüksek lisans ve doktora çalışmaları da, değerin eğitselliği hakkında bir fikir vermektedir. (2013: 1324-1325). Söz konusu çalışmada ülkenin önde gelen üniversitelerinin değer ve eğitimine ilişkin teorik çerçeveyi genişleten bir rol üstlendiği görülmektedir. Hatta bu konudaki araştırmaların önemli bir kısmını yüksek lisans ve doktora çalışmalarının oluşturduğu söylenebilir (Baş ve Beyhan, 2012: 57). Genellikle toplumsal kabulü yüksek kavramlar etrafında gerçekleşen bu çalışmaların akademik bilginin soyut ve toplumdan uzak olduğu algısını da değiştirecek bir boyutunun olduğunu söylemek mümkündür. Toplumun özdeşlik kurduğu değerlerin bilimsel karşılıklar taşıması, bu alanın ilerlemesi ve benimsenmesi durumunu oluşturmaktadır.

“Değerler, toplumun sosyo-kültürel ögelerine anlam veren en önemli ölçütlerdir” (Özensel, 2003: 220). Bu anlamlılığın, özellikle bireysel ve toplumsal yapıda görülen çözülmeyle yara aldığı görülmektedir. Yaşanan ahlaki çöküntünün önüne geçilmeli ve kurucu kavramlar olarak değerler söz konusu edilmelidir. Günümüzde modern eğitimin, teknoloji dünyasında, özellikle internet teknolojisi gibi yeni gelişmelerin etkin olduğu alanlarda müfredatlarında yapılan değişiklikler ve eklemelerle teknik gelişmelere zamanında uyum sağladığı, fakat modern toplumda meydana gelen geniş çaplı sosyal değişim ve dönüşümleri büyük oranda ihmal ettiği söylenebilir (Kenan, 2009: 262). Bu nedenle gerek Milli Eğitim Bakanlığı gerekse Diyanet İşleri Başkanlığının yürüttüğü projeler ve programların önemi ortaya çıkmaktadır. Benzer faaliyetleri, sempozyumları akademik çevreler ve sivil toplum kuruluşlarında da görmek mümkündür. Yayın dünyasında da bu anlamda bir hareketlilik yaşanmaktadır. Fakat tüm bunların daha kontrollü bir şekilde yürütülmesi gerekmektedir. “Toplumsal problemlerle yüzleştiğinde de bunlara çözüm bulması genellikle parçacı ve indirgemeci bir zihniyetle gerçekleşmekte, bu problemler çoğunlukla birbirleriyle veya daha geniş olgularla irtibatı kurulmaksızın pek çok faktörden tecrit edilerek ele alınmaktadır” (Kenan, 2009: 262).

Eğitim ve değer kavramının birbiriyle kopmaz bir ilişkisi vardır. Eğitime ilişkin farklı yaklaşımlarda bunu görmek mümkündür. Söz konusu eleştirel tutumların daha çok biçimsel/mekânsal unsurlarla alakalı olduğu görülür. Bu açıdan değer kavramının olmadığı bir eğitimden bahsetmek mümkün değildir. Tolstoy’un özgürlüğü temel alan eğitim anlayışına bakıldığında, karşısında durduğu şeyin değer odaklı eğitim olmadığı, geleneksel okul sistemi olduğu görülür (Sönmez, 2008: 177). Yine A.S. Neıll’in “okula uyan çocukları değil; çocuklara uyan bir yatılı okulu” söz konusu ettiği; Ivan Illich’in ise “okulsuz toplum”la mekâna yüklenmiş her türlü baskı unsuruna ve kategorizasyona karşı çıktığı görülür (Sönmez, 2008: 177). Illich’e göre değerleri kurumsallaştırmak, toplumsal kutuplaşmaya ve psikolojik çöküntüye yol açar (2013: 13). R. Tagore ise, eğitim sisteminin bir kalıba dönüştürülmesinden yakınarak bir kalıba dökülmüş insanlığın kalıcı olamayacağını söyler (2008: 4). Bu görüşlerden hareketle değere ilişkin farklı görüşlerde, eğitimin hedef kitlesi olan kişileri koruma istencinin yer aldığı ve söz konusu düşünürlerin kendi mantıkİ çerçeveleri içerisinde bir kurguya vardıklarını söylemek mümkündür. Dolayısıyla değer ve eğitim kavramlarının birbirini tamamlayan, amaçlayan ve üreten bir yapıda olduğunu söylemek gerekir.

Değerlerin Değişimi ve Sınıflandırılması

Değerler, birey ve toplumun değişimine bağlı olarak zaman içinde farklılaşmaktadır. Bu farklılığın toplumdan topluma değişiklik gösterdiği ve çeşitli etkilerle ortaya çıktığı görülmektedir. Bu durumu Mehmet Yazıcı şöyle açıklamaktadır:

“Toplumsal yapılar, üyelerinin davranışlarını ve ilişkilerini düzenleyen belli değerler ve normlar etrafında bütünleşmektedir. Bu değerlerin ve normların etkisi zamanla zayıflar; bununla birlikte, bir taraftan mevcut değer ve normların yeni yorumları, diğer taraftan, yeni değerlerin ve normların benimsenmeye başlandığını gösteren işaretler ortaya çıkar. Bu süreçte, eski değerlerin ve normların etkilerinin zayıfladığı, fakat tamamen kaybolmadığı, yeni değerlerin ise henüz tam olarak benimsenmediği, “anomi” düzeyinde derinleşmeyen, “gri” bir dönem meydana gelir. Toplumsal çözülmenin, buna bağlı olarak çelişkilerin ve çatışmaların arttığı bu “gri” dönem, toplumların hayatında uzun bir süre devam etmez. Zamanla, eski değerlerin yeniden yorumlanması ile yeni değerlerin ve normların benimsenmesi etrafında oluşan yeni bir toplumsal bütünleşme anlayışı ortaya çıkar” (2013: 1490).

Mehmet Yazıcı, değerlerin değişimi hakkında, bugünkü durumu da açıklayan şu ifadeleri kullanır:

“Her çağın/toplumun kendine özgü değerleri ve bu değerleri anlama, yorumlama tarzı vardır. Fakat değerler de, toplumun değerleri anlama biçimi de zamanla değişmektedir. Sosyal değerleri, geleneksel dönemde aşkın, ilahi ve yaşanan tecrübeler belirlerken, modern dönemde akla uygunluk, postmodern dönemde ise, arzular belirlemektedir. Bundan dolayı, geleneksel ve modern dönemde, farklı kaynaklara dayanan bir kesinlik varken, Postmodern dönemde ise kesinliğin yerini muğlaklık, her ihtimale açık olma hali almıştır” (2013: 1499).

Değerlerin zaman içinde değişim göstermesi yanında bir de toplumların kültürel özelliklerinin değerin/değerlerin sınıflandırılması konusunda önemli belirlemelere sahip olduğu görülmektedir. Bu konuda farklı yaklaşımlar ve tasnifler söz konusudur. Değerler, farklı araştırmacılar tarafından estetik, teorik, siyasi, iktisadi, sosyal, dini, ahlaki değerler; güç, başarı, hazcılık, uyarım, öz yönelim, evrenselcilik, iyilikseverlik, geleneksellik, uyma, güvenlik değerleri; ayrıca modern ve geleneksel değerler olarak sınıflandırılmıştır (Yazıcı, 2013: 1494).

Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda değerlerin değişimi ve sınıflandırılmasının tartışmalı bir konu olduğunu söylemek mümkündür. Fakat genel anlamda birey ve toplumu için kıymet verilen unsurlar olan değerlerin, her ne kadar değişik algılar ortada olsa da yaşama büyük etki gösterdiği açıktır.

Değer Aktarımında Sanat ve Edebiyatın Rolü

Değer Aktarımında Sanatın Rolü

Sanatın herhangi bir işleve sahip olup olmadığı meselesi, sanatçılar, düşünürler ve eleştirmenler tarafından oldukça yoğun bir şekilde tartışılmıştır. Aslında öznel yaklaşımlarla nesnel sonuçlara varmak, sanat meselesinde biraz anlamsız kalmaktadır. Fakat bu durumun da kendi içerisinde birtakım sıkıntılar oluşturduğu açıktır. Çünkü sanatın herhangi bir işlevde bulunup bulunmayacağı, ona yüklenen anlama göre değişmektedir. Bu bakımdan, sanatın bir işleve sahip olup olmadığından önce, onu anlamlandırma biçimlerine eğilmek gerekir.

Sanatın anlamlandırılma durumu, onun meydana gelmesinde etkin olan özne, eylem, nesne ve malzemeyle alakalıdır. Kimileri sanatı bir eylem olarak alıp onun meydana getiren sanatçıya odaklanmakta, kimileri meydana gelen sanat eserini kendi içinde tartışarak sanatçıdan ayrı bir şekilde ele almaktadır. Kimileri de,onun nasıl bir şey olduğuna kullanılan malzeme üzerinden varmaktadır. Dolayısıyla sanata bütüncül bir şekilde bakıldığında, sanatçı ve dinleyici/izleyici/okur arasında ilk elden bir iletişim durumu olduğu açıktır. Bu anlamda herhangi bir aktarımın belli malzemeler kullanılarak muhatabına ulaştırılması genel çerçeveyi çizmektedir. Sanat olayının muhatabına bir şey iletmesi yadsınamayacak bir gerçekliğe sahiptir. İster doğrudan bir mesaj olarak anlaşılsın isterse sunulan ürünle muhatapta oluşması beklenilen bir his şeklinde olsun, bir etkileşim içinde olunduğu açıktır.

Aristoteles, “Poetika” adlı yapıtında “Söylenen ya da yapılan bir şeyin iyi olup olmadığını anlamak için o sözü ya da eylemi tek başına ele alıp, soylu mu yoksa bayağı mı diye bakmak yetmez; konuşan ya da eylem yapan kişiye, kime seslendiğine, ne zaman, kimin için hangi amaçla hareket ettiğine bakmak, daha iyiye ulaşmak için mi yoksa daha büyük bir yıkımı engellemek için mi böyle davrandığını dikkate almak gerekir.” (2010:87) der. Bu beyan doğrultusunda söyleyecek olursak, herhangi bir sanat eserinin başlangıçta “soyluluk” taşıması yanında, tamamlayıcı olarak bir iletimde bulunması gerekmektedir. Bu durum, ürünü sanatsal kılmanın gereğidir. Aksi takdirde yarım kalmış bir bakış açısının sanat eserine halel getireceği söylenebilmektedir. Bedia Akarsu’nun “Sanat eğitimi etik değerlerin gelişmesini de sağlayabilir.” (2002: 22) vurgusu da aynı paralelde değerlendirilebilecek bir açılıma sahiptir.

Ümit Aktaş, sanatı, hakikatle temas kurma imkânı olarak görür. Ona göre, sanat, bu dünyaya ait kimi gerçekliklerden Hakikate doğru giden güzergâhlara işaret edebilmelidir (2012: 35). Aktaş, ayrıca Monet’nin “Sanat bir ibadettir, bir duadır”; “Klee’nin “Sanat Tanrı’nın yaratmasına bir katılmadır.” sözlerine yer vererek sanatçının özünde dindar bir kişiliğe sahip olduğunu belirtir. Ona göre bu dindarlık, bağnaz bir tavrın değil de yaratıcı ve devrimci bir tavrın ürünüdür (2012: 37).

Eleştirmenler ve kuramcıların modern sanatı genellikle bilinçdışının keşfiyle başlattığını belirten Cemal Şakar, dışsal gerçeklikten içsel derinliklere inilerek anormal bir durum oluştuğu üzerinde durur. Ona göre normal olan bilinçlilik düzeyindeki algılamalardır (2011: 63-65). Yazarın bu tespitindeki bağlamın kaçırılması, içsel dünyanın edebiyat için oluşturduğu derin yataktan şüphe duyulması sonucunu doğurur. Bu bakımdan Şakar’ın söyleminden insan için vahiyle söz konusu olan değer’in ve onun aktarımının modern sanatta içsel bir bulanıklığa tercih edilmesi anlaşılmalıdır. Çünkü kökeninde yapma anlamı taşıyan sanat sözcüğünün bilinçsiz ve kontrolsüz bir eylem olmadığı, aksine tasarlanmış ve estetize edilmiş kurgusal bir dayanağının olduğu açıktır. Bu nedenle bilinç ürünü olan bir eylem olarak sanatın, kendisine paralel mantıksal bir zemini olan değerler dışında içsel savrulmaları aktarması yanlıştır.

Değer Aktarımında Edebiyatın Rolü

Dille yapılan bir sanat olarak edebiyat, dilin sarmaladığı bir anlamlar bütünü olarak düşünülebilir. Bu anlamalar bütünü, herhangi bir konu hakkında okuyucuyla kurulan temasla söz konusu olmaktadır. Tabiİ ki bu temas, dilin bütün kullanımlarıyla yapılan bir biçime sahip değildir. Örneğin gündelik dilin iletişimde yeri çok farklıdır ve bu, edebiyat eserinin kullandığı özellikleri göstermemektedir. Edebî eserde söz konusu dille aktarılmak istenenler belli bir düzeye sahiptir. Todorov, “Edebiyat sözcüğü veya onun eşdeğerleri, kendisini duyan ve okuyanların hoşuna gidecek veya ilgisini çekecek, kalıcı olması tasarlanan, gündelik konuşmaya oranla daha gelişkin olan bir sözceyi tanımlamak için kullanılmıştır” (2008: 16) şeklinde bir açıklamada bulunur. Bu açıklamaların edebî dili yücelten, özelleştiren bir tutuma sahip olduğu görülmektedir.

Berna Moran, edebiyatın işlevi bahsinde farklı kuramlar çerçevesinde farklı yaklaşımların olduğunu ve bunun da kişilerin edebiyatı işlevlerine bağlı olarak kullanmalarından ileri geldiğini söyler. Dolayısıyla Moran, probleme “Sanatın işlevi nedir?” sorusundan ziyade “Sanatın işlevi ne olmalıdır?” sorusuyla bir çözüm bulmaya çalışır (2012: 308, 309). Bu belirlemeler doğrultusunda düşünecek olduğumuzda, edebiyatta ‘işlev’ kavramı önem kazanmaktadır. Gürsel Aytaç, edebiyat bilimi kuram ve uygulamalarında üç tür değer ölçütünden bahsedilebileceğini belirtir (2009: 124). Bunlar şu şekildedir:

Formal-estetik ölçütler: Edebiyat metninin biçim, yapı ve dil özelliklerini esas almaktadır ve güzellik, kendine yeterlik, açıklık, uyumluluk, bütünlük, olumlu hedef yargılar.

Konu ve içerik: Siyaset ve tarih felsefesi kuramlarından aktarılmış değerlerdir bunlar; ahlak, özgürlük, insanlık, eşitlik gibi.

Dilsel ve tematik açıdan gerçeklik, farklılık, özgünlük gibi durumlar.

Yukarıdaki sınıflandırmada edebiyatı meydana getiren bileşenlerin söz konusu olduğu açıktır. İlki biçim, ikincisi tema ve içerik, üçüncüsü de üslup kavramıyla açıklanabilecek bir özellik taşımaktadır. Özellikle değer aktarımında ikinci madde kendini tartışmasız bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu durum, değerin edebî kuramlar ve uygulamalardaki önemine bir işarettir.

Edebiyat, sadece dilsel niteliğin ortaya koyularak anlaşılabileceği bir uğraş alanı değildir; bu nitelik, belli bir aktarımın biçimsel karşılığıdır. Gürsel Aytaç, edebiyat- eğitim ilişkisinde edebiyatın daha çok güzel, doğru dil edinme, dil duyarlılığını geliştirme işlevini gösterdiğini; ikinci olarak da hayat deneyimi sağladığını söyler (2009: 14, 15). Fakat Aytaç’ın bu belirlemesi, başka bir yerde “Yazar, sanatını geniş anlamda bir ideale, bir ideolojiye hizmete adamış olsa da yazdıklarının edebiyat katına yükselmiş olması şarttır.” (2009: 12) şeklinde karşılık bulur. Aytaç’ın ifade ettiği üzere, edebiyat sözel bir sanat olarak hem biçimsel hem de tematik bir niteliği gözetmektedir. Bu iki durumun ortak bir estetik yapıya kavuşması edebiyatı daha anlamlı bir hâle getirmektedir. Dolayısıyla değer aktarımının edebiyatın özüyle ilişkili bir şey olduğu ve edebî aktarımın basit bir dil kullanılarak yapılamayacağı ortaya çıkmaktadır.

Gönül Utku, 20. yüzyılın çürütücü etkileriyle değişen iletişim biçiminin edebiyatı da doğrudan etkilediğini söyler (2005: 92). Ona göre bu tehlikeyi dillendirenler, edebiyatın gücüne inanan ve onu bir erdemler taşıyıcısı olduğundan şüphe etmeyenlerin dışındakiler olduğu açıktır. Edebiyatın gücüne inananlar ise benzer kaygıları taşısalar da edebiyatın kendini koruma potansiyelini hiç yitirmemişlerdir. Atasoy Müftüoğlu’nun “İçerisinde yaşadığımız zamanın siyasal ve tarihsel altüst oluşlarına kayıtsız kalan bir dil/söylem, sanat, edebiyat olamaz.” (2010: 16) şeklindeki ifadesi Utku’nun belirlemelerine denk düşmektedir. Aynı şekilde Ümit Aktaş’ın “Özellikle edebiyat, özgürlük ve adalet mücadelesinde bize en gerekli olan şeyi sağlar: umudu” (2012: 134) sözleri de benzer bir kaygının ürünüdür. Bu konuda Necip Tosun’un tanıklığı da önemlidir: “Edebiyat kişisel olarak üretilir ama toplumsal olarak tüketilir. Yazar sezdirir, uyarır ve aktarır. Bunun okurda karşılığı ise keşif, yüzleşme ve aydınlanmadır. Hatta yeniden üretme, çoğaltma, zenginleşmedir (Tosun, 2005: 75).

Değer aktarımında edebi türler

“Edebiyat ürünlerinin belli özellikleri dikkate alınarak yapılan tasnifler sonucu ortaya çıkan yazı/metin çeşitlerine tür denir” (Karataş, 2004: 489). Türler genel olarak “form yazılar”, “öğretici (didaktik) metinler” ve “anlatmayı esas alan metinler” olarak üç kategoride ele alınır (Aktaş ve Gündüz, 2011: 243-244). Bu türler, özelliklerine göre yazar ve okuyucu arasında bir işlev görmektedir. Form yazılar, daha çok gündelik ihtiyaçları içeren yazılar iken, öğretici ve anlatmaya dayalı metinler ise duygu ve düşüncelerin aktarıldığı metinlerdir. Bu bakımdan değerlerin aktarılmasında öğretici metinler ile anlatmaya dayalı metinlerin uygun bir tarza sahip olduğu söylenebilir.

Makale, deneme, eleştiri gibi türlerin sıralanarak kapsamının oluşturulduğu öğretici metinler, okuyucuya bilgi vermek, onun görüşlerini ve yerleşik düşüncelerini değiştirmek veya güçlendirmek ya da öğüt vermek amacıyla kaleme alınan metinlerdir (Aktaş ve Gündüz, 2011: 261). Edebî metinler ise bir tema/izlek çevresinde dille gerçekleşen güzel sanat etkinliğidir (Aktaş ve Gündüz, 2011: 331). Bu tanımlar doğrultusunda düşünecek olduğumuzda, değer aktarımında bu iki genel türün farklı açılardan bir uygunluk taşıdığı görülür. Çünkü öğretici metinler, adından da anlaşıldığı üzere bir öğreticilik amaçlamaktadır. Edebî metinler olarak görülen roman, öykü, şiir gibi metinler ise içerdikleri kurgusal mantıkla okuyucuya bir şey aktarmaktadır.

“Toplumların değer yargıları uzun zaman dilimi içinde yavaş yavaş oluşmuştur. Edebî eserler de bunların oluşmasında önemli roller üstlenmişlerdir” (Öztürk, 2005: 43). Bu doğrultuda Halit Karatay şunları söylemektedir: “Okullarda yapılan karakter eğitiminde edebî eserlerden yararlanmak, etkili bir yöntem olarak kabul edilir. Okuma çalışmalarında olumlu karakter özelliklerinin edebî eserler aracılığıyla irdelenmesi, öğrencilerin hem ahlaki hayal güçlerini harekete geçirir hem de olumlu davranış ve tutumları değer olarak algılamalarını ve benimsemelerini sağlar (2011: 1398). Karatay, özellikle Türkçe dersinin edebî metinler temelli işlenmesinde eserlerin karakter eğitimi, değer aktarımı yöntemlerinden ahlaki muhakemede değer analizi yöntemleri açısından elverişli olduğu üzerinde durmaktadır (2011: 1403). Ayrıca bu durumun edebiyat temelli karakter eğitimi anlayışını yaygınlaştırdığını da bu tespitlerine eklemektedir.

Edebî türlerin değer aktarımındaki önemi, kutsal kitaplarda yer alan kıssalar aracılığıyla da anlaşılabilir. İsmail Demirerzen, bu duruma işaret eder: “Kur’an’ın Müslümanların ahlaki tecrübesini yalnızca Ahkâm ayetleri yoluyla değil, aynı zamanda ve daha önemlisi kıssalar yoluyla şekillendirdiği görülmektedir” (2007: 356).

Değer aktarımında şiir türünün imkânları

“Okuyan ve dinleyen kişide yüksek his ve heyecanlar meydana getiren; derin, keskin ve çarpıcı algılamalar uyandıran, güzelliği ile insanı etkileyen ahenkli sözlere şiir denir” (Karataş, 2004: 436). Bu cümle, şiire ilişkin nesnel bir tanımlamadır. Edebî türler içerisinde öznel boyutundan ötürü, hakkında nesnel ifadeler etmekten kaçınılan türlerin başında şiir gelir. Orhan Okay, şiirin tanımı hakkında “Poetika şiirle ilgili her meseleyle uğraşır. Şiirin tarifinden tutun da şiirin şekline... değeri ve değersizliğine kadar ...” (1998: 34) diyerek bir güçlüğün olduğunu söyler. Edebiyatçılar arasında bu belirsizliğin, çoğu zaman şiiri yüceltmek anlamına geldiği düşünülür. Tabiİ ki şiiri yücelten şey, sadece onun ulaşılmayan ve her ne dense de kendini muhafaza eden bir biricikliği olmadığını belirtmek gerekir. Onu önemli kılan özellikler arasında değerli olanın taşıyıcı olma özelliği de zikredilebilir. Ali Emre’nin bu konudaki sözleri kayda değerdir:

“Dilin yeni, değişik, geniş ve zengin bir boyutu içinde düşünülmesinin ve kullanılmasının getirdiği olanakların başında, dünyayı ve hayatı yeni baştan, daha sahih, daha özgün algılama yer almaktadır. Bu bağlamda dilin küçük ama aynı zamanda en nezih gemisi olan şiir, meşakkatli fakat anlam ve değer aşılayıcı bir niteliğe sahip olmaktadır” (2006: 40).

Şiir ve değer ilişkisinde bir aktarım unsuru olarak değerin belirişi, edebiyatın doğal bir özelliğidir. Ancak tarihin belli dönemlerinde şiir anlayışları ve akımları gibi değişken durumları da hesaba katmak gereklidir. Orhan Okay’ın Namık Kemal, Tevfik Fikret ve özellikle Mehmed Âkif üzerinden, şiirde sosyal meselelerin ele alınışının Tanzimat’la başladığı yönündeki tespiti (1998: 58), bu konuda oldukça öğreticidir. Dikkat edilirse bu tespit, sosyal meseleler dikkate alınarak yapılmıştır. Bu bakımdan değerin kapsamı genişletildiğinde söz konusu dönem ve öncesi için de benzer örneklere rastlanılabilir.

Büyük şairlere bakıldığında, toplumları değiştirip dönüştüren bir etki bıraktıklarını görürüz. Bu etkinin, soyut ve değerden yoksun metinlerle yapıldığını kimse iddia edemez. Mehmed Âkif, Necip Fazıl, Nâzım Hikmet, Sezai Karakoç gibi şairlerin kitlesel boyuta varması, ortaya koydukları şiirin değer için bir imkân oluşturmasındadır. Cahit Zarifoğlu’nun şairler için “acaba bilmediğimiz bir gerçeği başkalaştırıp ondan acılar mı yontuyorlar” (1996: 99) şeklindeki belirlemesi, bu anlamda oldukça önemlidir. Çünkü “bilinmeyen bir gerçekliği başkalaştırmak” ve “ondan acılar yontmak”, sıradan insanların içinde oldukları ama anlamlandıramadıkları durumu dillendirme imkânı sunmaktadır. Bu bakımdan şiir, değerin idealize edilmesi, yaşanması ve ileriye taşınmasında önemli bir işlev görmektedir. Bu, şiir dilinin canlı ve tüm zamanlara yayılabilir bir özellik göstermesiyle de anlaşılabilmektedir. Şiir, bu bakımdan hem içerik hem de biçimsel yönüyle değerlerin somutlaştığı bir türdür.


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

BULGULAR VE YORUMLAR

Cahit Koytak’ın Şiirlerinde İnsan ve Değer

Edebî metinle söz konusu olan şair/yazar ve okuyucuya odaklandığımızda, bu iletişimin merkezinde insan faktörünün yer aldığını görürüz. Bu doğal ilişki, insan kavramını edebî eser için zorunlu kılmaktadır. Başka bir zorunluluk da, insan iletişimindeki iletiyle karşımıza çıkmaktadır. Genel anlamda edebî eserin okuyucuya vermek/sunmak/benimsetmek istediği bu unsur, değer olarak kabul edilir. Bu anlamda “insan” ve “değer”, edebiyat uğraşında ontolojik bir mahiyete sahiptir. Cemal Şakar’ın “Edebiyat, insana insanı anlatmak, kıssadan hisse çıkarmak için, düşündürmek, fark ettirmek üzere kurgulanmıştır.” (2011: 32) sözü de, bu varlık ilişkisini gözler önüne sermektedir.

Cahit Koytak’ın şiirlerinde, yukarıdaki ilişki bağlamında bizleri karşılayan “insan” ve “değer” ikilisine rastlamak mümkündür. Bu durum, bütün yazar ve şairler için söz konusu iken, bunları ele alma biçimleri ve odaklanılan kavramların değişkenliği oluşturduğu söylenebilir. Cahit Koytak’ın şiirlerinde insan olgusu hakkında önemli bir tanık olarak Hüseyin Atlansoy’a kulak kabartabiliriz: “Halis Hint ipeğinden düşünce” yani ‘bilgi’, “kırık bir kılıç gibi” tutku, “yorgun muhayyile”, “uluyan akıl”, yani “insan” şairin problemidir (2003: 90).

Cahit Koytak’ın Şiirlerinde Yüceltilmiş İnsan

Şiiri, insana seslenmenin incelikli bir biçimi olarak düşündüğümüzde, bu seslenmeyle muhataba iletilen bir değerden bahsedebiliriz. İster övülsün ister yerilsin, aktarımla karşımıza çıkan bir değer kabulünün olduğu kesindir. Cahit Koytak şiirlerine baktığımızda, kişinin kendini ve toplumu var eden değerleri koruması/kollaması yahut yitirdiyse bulması konusunda bir bilinç durumuna varmasının söz konusu olduğu görülür. Bu durum, farkında olan kişinin yücelmesini sağlayan bir etki oluşturmaktadır.

Şair, okuyucu ve şiir kişileri arasında bu yüceliğin, seslenme biçimlerine bağlı olarak geçişken olduğu söylenebilir. Her ne kadar bu konuda değişken bir durum olsa da, edebî eser özdeşlik kurmayı sağlayan bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla Cahit Koytak şiirinde “yüceltilmiş insan” kimi zaman somut bir şekilde bazı isimler ve değerlerle karşımızdayken/belliyken; kimi zaman da ulaşılacak bir vasıf olarak atılması gereken adımları beklemektedir.

Mustafa Celep, şairin “Defter” şiirini “insanın varoluş macerasında gerçeğin dillendirilmesi gereken sesi” olarak değerlendirir ve “Burada konuşan insan gerçeğidir.” der. Yazarın yazısında yer verdiği şiirin bazı dizeleri şunlardır:

“İşte öyle, insan koksun senin de

Salânı verdikleri gün, yer gök;

Rüya, gerçek, ne yaşamışsan

Her sayfasından, her satırından

Sımsıcak insan tütsün, insan,

Rahimden, mezara

Parmak izlerinle, dudak izlerinle

Yürek vuruşlarınla

İnsanların gönlüne yazdıklarının’’ (2012: 18).

İnsanın yüceltilen bir varlık olarak ön plana çıkarılması, hümanist bir bakış açısının ürünü olarak görülebilir. Fakat Cahit Koytak’ın şiirlerinde yüceltilen insanın hümanist bir bakış açısıyla ele alındığı söylenemez. O, Tanrı karşısında sorumlu bir varlık olarak kendini keşfettiği müddetçe insanın değerli oluşa doğru bir yol aldığı kabulüne sahiptir. Bu anlamda Koytak şiirinde yüceltilmiş insan, şiirlerindeki tematik yelpazede eleştiri ve değerin farkında olarak ele alınmalıdır.

Cahit Koytak’ın Şiirlerinde ‘Yüceltilmiş İnsan’a Özgü Değerler

“Şiirin aradığı insan, duygu ve inançlarıyla özgürleşerek kendini yoklayan ve aşan insandır (Erdoğan, 2010: 502). Bu açıdan şiirin merkezinde düşünülen insanın değerin kendisiyle özdeş kılınan bir insan olduğu söylenebilir. Bunu ortaya koyan bir tür olarak şiir, çok önemli imkânlar sunmaktadır. Mehmet Kaplan, şiir tahlillerinde amaçlardan birini “metne yakından bakmak, dikkatle bakmasını öğretmek” olarak görür (2012: 14). Bu amaç doğrultusunda şiirin arka planı hakkında bir şeyler söylemek mümkün olur. Cahit Koytak’ın şiirlerine böyle bir gözle baktığımızda “yüceltilmiş insan”a dair değerlerin farklı şekilde yer aldığını söylemek mümkündür.

Değer kavramının öznesi olarak insanın göstereceği yüceliğin, Cahit Koytak’ın şiirlerinde önemli bir kullanıma sahip olduğu görülmektedir. Sahip olunması beklenilen davranışların şiirde kurduğu gerçeklik, bu amaçlılığı somutlaştıran nitelikli bir Türkçeyle desteklenmektedir. Bu bakımdan Cahit Koytak şiirine, barındırdığı karşılıklar bakımından, insana özgü yüce değerlerin yalın ve kucaklayıcı bir dille örüldüğü edebî ürünler olarak bakabiliriz. Şairin şiirlerinde toplumda yaşanan birçok problem, nedenleri bağlamında ele alınmış ve nitelikli bir insan olmak için okuyucuya bazı ahlakİ göndermelerde bulunulmuştur. Şiirlerinde “değer” kavramına sahip çıkılan ve insanla kurulan estetik ilişkinin gayesi olarak poetik bir hassasiyet göze çarpar. Cahit Koytak’ın şiirlerinde derin bir gözlem, güçlü bir bilgi ve felsefe yanında, insanın varoluşunu sorgulayan ve dünyanın kötü gidişatını düzeltmek isteyen bir kaygı vardır (Kurtoğlu, 2012: 6). Bu kaygıyı taşıyan şair-okuyucu ve şiir kişilerinin yüceltilmiş bir insan olarak bazı değerlere sahip olduğu görülmektedir.

Vicdan

İnsanla beraber söz konusu olacak ilk kavramlardan biri vicdandır. Vicdan, insan hayatında çok önemli bir değer olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanın içindeki iyi ile kötüyü ayırt eden duygu olarak tanımlanmaktadır (Devellioğlu, 2008:1150). Batı Avrupa dillerinde vicdan için kullanılan kelimeler; (saklı anlamlı ahlaki bilgi olan) “bilmek” (science) ve ön ek olan “ile” (con) den müteşekkildir. Arapçada ise vicdana karşılık “damir” ve “vicdan” kelimeleri kullanılır. Modern standart Arapçada vicdan için kullanılan kelime damir’dir. Fakat “damir” kelimesinin ahlaki bilinç anlamında kullanımı 19. yüzyılın ortalarından sonra gerçekleşmiştir. Her ne kadar, kökenbilimsel olarak vicdan kelimesi Yunan ve Latin köklere dayanmaktaysa da vicdan kavramı bir Avrupa ya da Hristiyan nosyonu olarak ele alınmamalıdır. 20. yüzyılda tamamıyla küreselleşmiş bir hâle gelmiştir (Leirvik, 2007: 538, 541). Kur’an-ı Kerim’de vicdan duygusunun varlığını ve temellerini ifade eden kelime ve kavramlar arasında hikmet, adalet rahmet/merhameti sıralamak mümkündür (Bilgiz, 2007: 80, 85, 87).

Önemli bir kavram/değer olması bakımından vicdanın, bireysel ve sosyal hayatta oluşturduğu etkiyi görmek ve söz konusu etmek gerekmektedir. Araştırmanın, önemli bir değer olarak vicdan merkezliğinde vücut bulması, büyük ölçüde bu vurguyla belirmektedir. Vicdanı kaynak bir değer olarak aldığımızda sıralanan diğer değerleri adalet, merhamet, şefkat, hikmet/bilgelik, yücelik, insaniyet, özgecilik olarak görürüz. Bu değerlere sahip olan kişi, evvela vicdan sahibidir. Vicdan, bireysel ve toplumsal yaşamda etkin bir rol oynamaktadır. Bu rol, onu, hem kendimiz hem de başkalarının hareketleri için en büyük ve en güvenilir hâkim konumuna taşır (Bilgiz, 2007: 122). Vicdanın içsel bir değer olmaktan çıkıp ahlaki gerekçelerle toplumsal bir değere dönüşmesi böyle mümkün olmaktadır. Bu yüzden ideali aramanın bir yansıması olan şiirin bu kaynakla ilişkisini düşünmeden edemeyiz.

Felsefi bir sorgulama içinde vicdan kavramına eğildiğimizde, onu özellikle davranışları iyi ve kötü ayrımında yargılayan bir güç olarak görürüz. Vicdan, bir muhakemenin karşılığı olarak önemli bir konuma sahiptir. Herhangi bir kötü eylemin kişi tarafından gerçekleştirilmesi, psikolojik ve sosyolojik bir izahla doğal görünürken, bunun doğruluğunu ortaya koymak mümkün değildir. Burada etkin bir rol oynayan değer vicdandır. Vicdanın zaman ve mekânı aşan bir gerçekliğe sahip olduğu söylenebilir. Kavramın kullanım sahası ve etkilerine bakıldığında vicdanın evrensel bir değer olduğu görülür. Herhangi bir değerin yaşam bulmasını, sonuçları itibariyle düşünerek belirleyebiliriz. Bu bakımdan vicdanın reddedilemez bir doğrulama kaynağı olarak algılandığını söylemek mümkündür.

Vicdanı olmayan bir insanın ve toplumun anlamlı bir yaşam çerçevesi çizmesi mümkün değildir. Eril bir kavram olarak vicdanın, eyleme dönüşen boyutuyla ortaya çıkan diğer değerlerle bir paralellik gösterdiği açıktır. Bunu ortaya koymak, tartışmak ve insanlara bu değerlerde içkin olan eğiticiliği göstermek gerekmektedir. Sunduğu katkılar içerisinde, özellikle eğitimin öngördüğü içsel karşılığın, istencin vicdanla paralel bir ilgi kurduğu açıktır. Çünkü doğruluğu isteme ve yaşananları değerlendirme, vicdanla mümkün olmaktadır. Bu bakımdan eğitsel unsurların mantığını ortaya koyan en önemli bileşenlerden birini vicdan oluşturmaktadır. Vicdan olmadan eğitimin merkezinde olan bireyin, durumu anlamlandırması mümkün olmaz. Bu bakımdan vicdanın tetikleyici, başlatıcı bir etki gösterdiği rahatlıkla söylenebilir. Sonuç olarak vicdanın, hem bireysel ve sosyal hayatta hem de eğitim-öğretim hizmetlerinde oluşturduğu etkiyi görmek, söz konusu etmek gerekmektedir.

Cahit Koytak’ın şiirlerinde vicdana odaklandığımızda bizleri karşılayan yoğun bir malzeme göze çarpar. Koytak, birçok şiirinde olduğu gibi “Üç Orta Çağ Resmi” adlı şiirinde de yoğun bir bilgiyle bizi karşılar. Bu şiirde tarihsel bilgi, yapılan yanlışlar ve yaşanan değişim ve dönüşümlerle olması gerekenlere odaklanmamızı sağlayan önemli bir güçtür. Nedenleri bağlamında bize bu tabloyu yaşatan değer, vicdan olarak okunabilir. Koytak’ın burada yaptığını bir tür “vicdan ifası” olarak değerlendirebiliriz. Çünkü birçok şeyde olduğu gibi tarihi yargılayan şeylerin başında da vicdan gelmektedir. Geleceği inşa edecek bir tarih anlayışının başlangıç noktası, yapılan yanlışlara yanlış demenin adresi olan vicdandır. Koytak şiirinde bilgi ve vicdan buluşması, okuyucuya hayret ve kuşatma olarak yansır. Bu hayret, insanın yaşamın anlamını bulması, onunla karşılaşması anlamında oldukça önemli olup vicdan yokluğunu giderecek bir özelliğe işaret etmektedir:

“... Veba insanın onuruna dokunuyor Roma’da

İsa’yı yumuşak kaz tüyleri

Ve erdemle

Zifte nakşeden kilise babaları

Çil çil duka altınları sürüyorlar masaya ...” (2011a: 46).

“Pastörize Sevgi” adlı şiirinde şair, dünyada yaşanan acılara uzaktan bakmanın yanlışlığını ortaya koyar. Gerçeklikten ve doğallıktan uzaklaşmanın oldukça önemli bir adlandırma biçimi olan “pastörize sevgi”, aslında her şeyi açıklamaktadır. Bu duyuş tarzının altında yatan değeri adalet, merhamet, şefkat gibi değerler olarak görebilsek de, asıl etken olanın vicdan olduğunu görürüz:

“... Afrika Afrika

Kötü günler için ayırdığımız

Küçük boy konserve kutusu

Buzdolabında .” (2011a: 60).

İlk Atlas (2011, 2. bs.) kitabının “Cehennemden Yükselen Neşideler” adlı bölümünde şair, insan hâllerini resmeden şiirlere yer verir (2011a: 119). İnsana aldandığını, kendisini kuşatan eşyalar içinde garip bir varlık olarak neyi kaybettiğini bilmediğini hissettiren bu bölümün şiirlerini, insanlık tiyatrosu olarak okumak mümkündür. Bu bölümün ilk şiiri “Cehennemden Yükselen Neşideler”le aynı adı taşımaktadır ve ilk dize âdeta vicdanın tanıklığını yapmaktadır:

“Örtbas edebilir miyiz?

Bunca iniltiyi

Kuğuların kanat sesleriyle

Ve terennümleriyle meleklerin” (2011a: 121).

Cahit Koytak’ın Gazze Risalesi (2009) adlı şiir kitabı, İsrail’in Gazze’ye yaptığı saldırıları konu edinse de, arka planda bütün bir zulüm tarihini işlemektedir. Eser, genel anlamda vicdanın dile gelmesi olarak okunabilir, fakat sadece vicdanın dile gelmesi anlamında anlaşılmamalıdır. Koytak bu eserinde güçlü bir kurguyla eleştirel ve özeleştirel bir tavır ortaya koymakta ve bütün bir zulmü nedenleriyle ele almaktadır. Yaşanan bütün acıların dinmesi için, acının içselleştirilmesini işleyen şair, bizi vicdanımızla baş başa bırakır. Ağır saldırılar altındaki Gazze’nin acısını “... Yeryüzünün bütün/yufka yürekli şairleri gibi ben de/Filistinliyim on günden beri ...” (2009: 9) diyerek ifade eden şair, vicdanı aidiyeti/kimliği belirleyen bir değer olarak ortaya koyar. Seslendiği hem “Gazzeli Yusuf’ hem de Yahudi çocuk “Josef’tir. Şair, zulmün ancak ortak vicdanla son bulacağı telkininde bulunmaktadır.

Şair, yaşananları dile getirmekte zorlandığını şu dizelerle dışa vurur:

“... ve orada bombalanan okulların, hastanelerin, yerle bir edilen vicdanın yıkıntıları arasından yükselen katıksız, falsosuz ve hayat gibi de haklı sesini, insan yüreğinin

çıkarmakta nasıl da zorlanıyorum! ...” (2009: 13).

“. karanlıkta, iğneye iplik geçirir gibi,

getirmekte zorlanıyorum dilimin ucuna, ...” (2009: 13).

Yaşananlar karşısında kişiyi vicdanıyla baş başa bırakarak sorumluluğumuzu hatırlatır:

“. sormak geliyor içimden:

biz bütün bir insanlık, cin taifesi, melek taifesi şeytan ve Yüce Tanrı,

hangi oyunu oynuyoruz bu tiyatroda,

hangi oyunu, onlarca yıldır,

hangi oyunu, böyle kan revan içinde?

bu kadar bebek ölüsüyle,

bu kadar çocuk ölüsüyle, bu kadar anne ölüsüyle,

bu kadar seyirciyle

ve bu kadar sessizlikle...” (2009: 15)

“Şair, körelen vicdanları açığa çıkarır:

“. ama bunlar, haklılığın gücünden çok, senin ve dostlarının çaresizliğini düşündürebilir katillere.

Ve Gazze bombalarla dövülürken kameralarla, monitörlerle, yanan Gazze’nin ışığında gece piknik yapmaya gelen

İsrailli sivillerin seyir zevkini artırır bir de.

ve sessiz kalmalarını haklılaştırır, vicdanlarına serpecek su arayan daha uzaklardaki seyircilerin.” (2009: 45).

Şair, şiir boyunca “Gazzeli Yusuf, oğlum” diye seslendiği çocuğa “sana getirsin sesimi!” diyerek vicdani konumlanmasına bazı tanıkları dâhil etmektedir. Bunları vicdanları onaracak bir yaşanmışlıkla ele almaktadır:

“... bu keder ve umut taşıyan rüzgâr,

zeytin ağacının, incir ağacının,

hurma ağacının içinden geçip, sana getirsin sesimi! ...” (2009: 47).

Bununla sınırlı kalmaz bu tanıklıklar. Peygamberler; Mahmut Derviş, Edward Said; Auschwitz’de yakılan Jacop, Josef, Benjamen; Serebzenitza, Amerika, Vietnam, Çeçenistan, Irak, Kabil... diye dizeler arasında sıralanır (2009: 47-49).

Cahit Koytak’ın vicdani bir duyuşla kaleme aldığı şiirler, yoğunluklu olarak Cazın Irmakları (2012) kitabında bizleri karşılar. Amerika siyahilerinin talihsiz geçmişlerinin, acılarının dışavurumu olarak görülen caz müzik, hayata karışan neşe ile kederin bir uyumu şeklinde şiirsel bir hakikate işaret eder. Uzaktaki acıyı duyumsayarak, onunla özdeşlik kurmamızı sağlayan en insani eylem olarak caz, bu kitapla okuyucunun acısı olur ve okuyucuyu kuşatan bir hâl alır. Bu duyumsama biçimi vicdan ekseninde şiirleşir:

“. ve rüzgâra ve yağmura ve toprağa

ve kendine ve Tanrına,

caz iyi gider, caz iyi!

caz iyi gider, caz iyi!

sözcüklerden daha iyi,

kavramlardan daha iyi, kuramlardan daha iyi, yasalardan daha iyi!

hırıltılı bir sesle söyle bunu, a ruhum,

a kuzum, a beyaz fare,

genizden geçerken baygınlaşan

hırıltılı bir sesle:

caz iyi gider, caz iyi!

caz iyi gider, caz iyi! ...” (2012: 11).

Başka bir şiirde şair, dizeleriyle siyahilerin aslında hiçbir zaman kölelikten kurtulamadıklarına dikkat çekmek ister. Bu, vicdan sayesinde gerçekleşen bir fark ediştir:

“Yasalara göre kölelikten kurtulduk

Kurtulmasına, ama

Dikenli tellere dikkat, Edi,

Gözle görülmeyen

Dikenli tellere dikkat! ...” (2012: 19)

“Kısa Tarihi Bluesun” şiirinde iki siyah yolcunun diyalogları, vicdani bir duyarlılıkla aktarılır:

“Yük katarında, pamuk balyaları arasında,

İki siyah yolcudan biri,

Bak anlatayım, Sam, diyor, ötekine,

Bak anlatayım sana:

Yolda öyle bağırmak, çağırmak,

Öyle haykırmak geldi ki içimden,

Taşlarla, ağaçlarla, bulutlarla

Öyle uzun uzun konuşmak, konuşmak,

Ağlaşmak, gülüşmek...” (2012: 22,24).

“Çık Çık Çık, Zenci!” şirinde ise acı duygular, yaşanmışlıklar yalın bir dille şiirleşir:

“Çık çık çık zenci,

Kilisenin kulesinde

Çığır şarkını!

Çık çık çık zenci,

Kilisenin kulesinde

Anlat öykünü

Çık çık çık zenci,

Kilisenin kulesinden

Boşalt içini

Sokaktan geçenlere,

Meydandan geçenlere,

İçinden geçenlere!

İçinden geçenleri,

Aklından geçenleri,

başından geçenleri!” (2012: 37).

Yeni Başlayanlar için Metafizik (2011) adlı şiir kitabında yer alan “Çalgı” şiirinde şair, içimizde yer alan çığlığın, acının paylaşılmasından yana bir telkinde bulunur. Vicdanın söz konusu olabileceği bu dizeler, paylaşarak insan kalabilmenin önüne açmak ister:

“Ara sıra konuş, çalgına üfle;

Bir taşa, bir ağaca,

Ne olursa, kim olursa,

Birine aç içini!

içini aç, içini havalandır ki,

kursağında çığlığın

Çürüyüp kurtlanmasın

Yahut sertleşip taşlaşmasın ...” (2011b: 46).

Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat (2013) adlı şiir kitabında şair, yaşamın en onulmaz acılarını yaşamış yaşlı bir kadınla özdeşlik kurularak yaralarına ortak olmaktan bahseder. Bu dizeleri de vicdanın bir yansıması olarak görebiliriz:

“. arayıp bulabilir misin

onları yaralarıyla,

katman katman

gönül yıkıntılarının altından

bulup çıkarabilir misin?

sonra eğilip öpebilir misin yaralarını? ...” (2013: 289).

Şair, “Kalk Şair!” başlıklı şiirinde kendine görev addettiği paylaşımı, sağaltımı vicdani bir tutumla ortaya koyar:

“Kalk şair, kalk, örtülerini at üzerinden!

Bir elini, güvercin uçurur gibi,

Omzunun üzerine kaldır ve oku

Sana okunanları

Her sözcüğün sağaltıcı bir öpüş olsun,

Meneviş renkli bir tüy, Simurg’un kanadından,

Usulca, yârence kondurduğun

Yaralarımızın üzerine! ...” (2010a: 44).

Bu şiiri takip eden “Kalk Yürü” şiirinde de benzer bir tavra tanık oluruz:

“... Sonra “kalk yürü!”

Diyorum ona,

Kalk yürü, insanların

Arasına karış,

Öteki yalnızların arasına.” (2010a: 46).

Şair, şiiri hem umut hem de insanlık hâllerinin olumsuzluklarını ortaya koyan dengeleyici bir tavırla anlar, işler. Bu örneklerde, umut ve yergiyi oluşturan bir saik olarak vicdanı söz konusu edebiliriz:

“şiir bitmedi, hayır, şiir sanatı ölmedi,

atların nesli kesilmedi henüz;

ama bundan sonra yazılanların çoğu, yalnızca dünyanın her yerinde

kemirilip bitirilen cenneti değil,

alevleriyle yüzlerimizi yalamaya başlayan

cehennemi de hatırlatacak bize,

cehennemden yükselen neşideleri...” (2010c: 17).

“sesi çiçeklerin sesi,

uçurumların ağzında açan

yabani sümbüllerin, yaseminlerin sesi.

içi mucizelerle dolu, ama dilsiz ve tutuk” (2010b: 22).

Cahit Koytak’ın şiirlerinde, vicdanın bazen eleştirel bir tutumla ortaya çıktığı da görülür. Şairin, yaşamda bütün olup bitenleri anlamlandırma uğraşı olarak okuyabileceğimiz çoğu şiirinde, Koytak, eleştiri/özeleştiri üzerinden vicdani yoklamalarda bulunmamızı sağlar. “Ne Var Ne Yok” adlı şiirini, daha çok şairin bir muhasebesi olarak okumak mümkünse de, olması gerekenleri işaret eden vicdani tını gözlerden kaçmaz:

“Ne var ne yok, ruhum?

nasıl gidiyor oyun:

eshan-ı hayat,

imal-i sanat

trük, tulûat?

söyle, n’eyledin,

neler becerdin?

göğeren sırların, sükûtlarınla;

çömlekçi sessizliğin,

yontucu dalgınlığın,

duvarcı suskunluğunla

başını göğe erdirecek

zarif bir kule mi yükselttin?

yoksa, kırıp döktüklerinle,

tükettiklerinle

altına gömüldüğün

bir çöp dağı mı? ...” (2014:236).

Adalet

Adalet, sözlükte herkesin hakkına riayet etme, hakkını verme, zulüm ve eziyet etmeyip herkes hakkında doğru hüküm vererek hakkı yerine getirme, adillik (Doğan, 2011: 355) olarak geçmektedir. Dikkat edilirse kavramın “hakk” kelimesiyle anlam bağı olduğu görülmektedir. Bu bakımdan kavramın dinsel bir doku taşıyarak yaşam içinde ilahİ ödevin bir gereği olduğu anlaşılacaktır. Zaten kavram, Kur’an’da birçok ayette de anahtar kavramlardan biri olarak geçmektedir. Bunlardan biri A’râf suresinin 181. ayetidir: “Yarattığımız insanlar arasında kimi topluluklar da vardır ki insanlara hak ve hakikati gösterir, hakka bağlılıkla adaleti gerçekleştirirler” (Öztürk, 2011: 237). Başka bir araştırmacıya göre de, Kur’an’ın genel mesajı özetlendiğinde karşımıza iki kavram çıkacaktır: Tevhid ve adalet (Zülaloğlu, 2010: 47).

Kavram dini eksen dışında, sosyal hayatta da insan ve ilişkileri bağlamında oldukça önemli bir kullanıma sahiptir. Yönetsel bir anlam odağına sahip olan kavram, günlük yaşantıda iyilik ve doğruluk ekseninde anlam genişlemesine uğramaktadır. Bu konuda Ahmet İnam’a ait şu sözler oldukça anlamlıdır:

“Adalet öteki insanla ilişkimizde çok temel bir kavramdır. Bizden bambaşka olan öteki dediğimiz insanın hakkını yememek, zulmetmemek ve ona saygıyla onun karşısında durmakla ilgilidir. Bu da ikimizin birlikte yaşadığı dünyaya ve kâinata saygıya ilgili bir kavramdır diye düşünüyorum. Adaletin temelinde hayata, insana, varlığa biçilen en yüksek değeri görüyorum. Zaten adil olmayan durumlar insan yaşamına, doğaya, toplum hayatına zulmetmekten, saygı göstermemekten başka nedir ki?” (2008: 93).

Aliya İzzetbegoviç’in “Güç ve kanun sadece adaletin vasıtalarıdır. Adaletin kendisi insanların kalplerinde mevcuttur, aksi takdirde adalet yoktur” (2013: 53) sözleri, kavramın insanın özünde olan ve her şeye ruh veren bir anlama sahip olduğunu göstermektedir. Bu özsel anlama başka bir katkı da Hayati Hökelekli tarafından yapılmıştır. Yazar, adaletin bütün erdemlerin başı ve en önemlisi olduğunu belirterek yokluğunda değerlerin değer olmaktan çıkacağı fikrindedir (2013: 76).

Şiiri, yalnızca estetik bağlam içerisinde düşünen yaklaşımların, adalet veya benzer kavramların dahil olduğu bir poetikadan kaçındıkları görülür. Yalnız bu, genelde edebiyatın özelde ise şiirin aslİ fonksiyonlarına karşı bir özelleşme ve yaşam dışılık riski taşımaktadır. Bu bakımdan dengeleyici bir tutum içerisinde yaşama ve yaşamsal olan kavramlara şiirin açılması gerekmektedir. Çünkü “nitelikli sanatçı hem zulme, zorbalığa ve haksızlığa bulaşmak istemeyen hem de aslında kötülüğün kalesini kalemiyle, sözüyle, sanatsal enstrümanlarıyla kazan insandır” (Değirmenci, 2008: 38). Cahit Koytak şiirinin bu durumu özümsemiş bir şiir olduğu açıktır. Koytak’ın şiirindeki bu yönü Metin Önal Mengüşoğlu, şu şekilde açıklamaktadır:

“Bu şiir büyük bir şiir, bu ses farklı ve muazzam bir ses, bu çağrı hayırlı ve hikmetli bir çağrı. Bu davette süfli temayüllere yer yok. Bayağı duygulara gem vurulmuş. Münafık ve riyakâr bir dünyaya kafa tutan, zalimlerle çarpışan, batılın belini yere getiren, Allah adının anıldığı bütün mekânları yücelten bu sese kulak tıkanamaz” (2012c: 11).

Şairin şiirlerinde adalet değerine ilişkin birçok karşılık bulunmaktadır. “Gazze Risalesi” adlı şiir, bunun için iyi örnekler barındırmaktadır. Aşağıdaki dizeler, adaleti insanİ bir değer olarak yüceltmektedir:

“...

bunca kurban verdikten sonra,

yalnızca Filistin’i değil,

dediğim gibi, yeryüzünü iste,

sınırlarla bölünmemiş dünyayı,

yerin ve göğün tamamını,

bütün çocuklar için,

bütün yoksullar için! ...” (2009: 36).

Yine, aşağıdaki dizeler, her zaman ve şartta adalet değerinin vazgeçilmez olduğunu ortaya koyan önemli bir kayıt olarak karşımıza çıkar. Şair, Gazzeli Yusuf’a seslenerek bütün mazlumluğuna rağmen adaleti ayakta tutması gerektiğini ileri bir hamle olarak dile getirir:

“...

zafer, ‘düşman’ın resmini bulunca, resmini,

postunu bulunca, postunu,

kendisini bulunca da kendisini

yakmak değildir, sanırım, Yusuf, oğlum,

zamanın kapısını açmaktır, zafer,

zamanın kapısını, özgürlüğün ve erdemin önünde,

herkes için ama, ayrım yapmadan,

düşmanların için de,

ve mümkünse onlarla birlikte...” (2009: 46).

Şair, “Ara Sözler” şiirinde adalet değerini ortaya koyarak şiirin fark gözetmeksizin iyileştirici etkisini göstermesi gerektiği üzerinde durur. Adaletin diriltici bir etki göstereceği, “yağmur yağdırmak” şeklinde tezahür eder:

“...

iyi şiirin yapmak istediği nedir?

çobana ve bilgine, azize ve katile,

insanın içine, hayatın içine,

ateşe ve küle,

bağa bahçeye ve mezara

yağmur yağdırmak,

yağmur yağdırmak,

yağmur yağdırmak!” (2010c: 15).

Koytak, “Epilog” şiirinde de şairler için adilâne bir yaklaşımı işaret eder. Şairin ürettiği değer olarak söze, sahibinin hakkını vererek varması gerektiği adilce ortaya konur:

“biz şairler ve yoksullar, konuşacaksak eğer,

sözü, eskilerin uykuya yattığı yerden,

yedi uyuyanların başlarının altından,

tabii, onları uyandırmadan, almak

ve Sözün Büyük Sahibi’ni şükranla, çömezce bir saygıyla anaraktan yola koyulmak yakışır bize ...” (2010c: 403).

Şair, “Caz Üzerine Dervişçe Tezler” başlıklı şiirinde cazı, birçok unsurla ilişkilendirerek anlatmaktadır. Aşağıdaki dizeler, caz ve adalet değeri arasında şiirsel bir buluşmayı sağlamaktadır. Şair, caz ve ses üzerinden yeryüzünün egemenlerine protest bir çıkışla kalkışmaktadır:

“...

Caz nedir, caz, halkın sesine, hakkın sesine,

Yerin sesine, göğün sesine

Ve yeryüzüne uyum, adalet, ezgi ve ritim

İndiren meleklerin

Kanat titreşimlerine kulak tıkayan

Ceoların, gangsterlerin, siyaset ağalarının,

Parti sekreterlerinin kulaklarının dibinde

Bir megatonluk şiir patlatmaktır, babalık,

Bir megatonluk şiir patlatmak! ...” (2012: 143).

Merhamet

Merhamet, başkalarının durumu karşısında duyulan şefkat hissi, acıma (Doğan: 2011: 1185); şefkat gösterme, acıma, birini esirgeme (Devellioğlu: 2008: 621) anlamlarına gelmektedir. Kavram, görüldüğü gibi daha çok insanın başkalarıyla ilişkilerinde söz konusu olmaktadır. Bu açıdan merhamet, insani ilişkilerimizin temelini oluşturan önemli bir değerdir. Çünkü yaşamda insan, iyi hâllerle karşılaşabileceği gibi olumsuz hâllerle de karşılaşabilir. Olumsuz hâllerle karşılaşan insanlara karşı, bir çıkış kapısı olarak merhamet eli uzatılmalıdır. Bu, insanları birbirlerine yaklaştırarak insanİ bağların güçlenmesini sağlayacaktır.

Allah’ın Rahim isminin insandaki yansıması olan merhamet yalnızca insandan insana yönelik bir duyarlık değil, insanla birlikte bütün canlıları kuşatacak bir duyarlıktır.

Dünyada yaşanan birçok olumsuzluktan dolayı yokluğunu hissettiğimiz değerlerin başında merhamet gelir. Arsızlığın, kaba kuvvetin, öfkenin, ihtirasın, kan içiciliğin zaferinin; yeryüzünde güvenin, insanın insana duyabileceği yakınlığın, insan kardeşliğinin yenilgisi olduğunu düşünen Kemal Sayar, Koytak’ın Felluce için yazdığı şiirinde geçen “Büyük hayaletin: insanlığın sessizliği”, “ölümün sesini şehvetle titreten sessizlik” dizelerinin tanıklığına başvurur (2010: 75). Bu dizelerin merhametin yokluğunu yahut onu yitirdiğimizin acı sonucunu haber verdiği açıktır. Sayar’a göre ıstırap, kendisini en çok sessizlikte ifade eder ve dilin ötesinde bir yerde gerçekleşir, normal bilme biçimleriyle nüfuz edilemeyen, sözün ihata etmediği bir yerde olup biter (2010: 74). Aynı eserinde yazar, merhamet kavramı için önemli başka noktalara da işaret eder: “Merhamet sahipleri ötekinin acısıyla acı duyan ve onun ıstırabını dindirmeye soyunan soylulardır. Ve adalet ancak merhametle kaimdir”; “Bütün sözcüklerin anlamsız kılan bir bebeğin ölü gövdesidir”; “Zulüm ve merhamet birbirinin antitezi. Merhamet, diğer insanlar, diğer canlılar için dünyayı emin bir yer kılmaktır. Onların hürriyet içinde gelişip serpilmesine omuz vermektir. Zulüm, kendisinden saymadığını yok etmek, onun acısına kayıtsız kalmak, onun acısından haz duymaktır”; “Merhamet, ötekinin acısını tahayyül edebilmektir” (2010: 71-81). Merhamete ilişkin bu açılımlar, kavramın değişik boyutlarını bizlere göstermektedir. Dolayısıyla kavramın insan yaşamında tuttuğu yeri göstermesi açısından oldukça önem arz etmektedir. Dadi Janki’nin “Tanrının sizin için olan merhametini kabul ettiğiniz zaman hayatınıza bakışınız değişir” (2005: 57) sözleri de, yaşamı değiştiren önemli bir güç olması bakımından merhamete yönelik başka bir tanıklıktır.

Merhamet hakkında benzer ifadelere Hayati Hökelekli’de de rastlarız. Hökelekli, merhametin, kişinin herhangi bir muhasebe yaparak muhatabına yaklaştığı bir şey olmadığına; aksine bu yaklaşmanın insanın fıtratından gelen bir şey olduğuna dikkat çeken önemli bir vurguda bulunur: “Merhamet, başkasının ıstırabını paylaşmaktır. Başkasının ıstırabını paylaşmak, onu onaylamak ya da acı çekmesinin iyi ya da kötü nedenlerini paylaşmak demek değildir”; “Merhamet, insanı adaletli olmaya ve başkalarına iyilik yapmaya sevk edici bir güce sahiptir” (2013: 188, 190).

Şairin, farklı anlamlar çıkarılacak şiirlerinden biri olan “Bir Avuç Dolusu Aspirin İçen Kızlar İçin Kanto” şiirinde, merhametin izlerini buluruz. Merhamet ve adalet duygularımızın bir kız üzerinden anlatıldığı bu şiir, yitip giden insanlığımızı bizlere hatırlatan dizeler içermektedir:

“... Yaşamak için bir şal

Çürümüş omuzlarına kızın

Tanrı’nın koyduğu

Ve kız onu her gece

Düşürüyor sahnede

Alkış kamçı ve para

Yağıyor geceye ...” (2011a: 35).

Dikkat edilirse bu dizelerde “sahne, şal; “Tanrı ve kız”ın anlam belirleyen kelimeler olduğu görülür. Tanrı’nın güzel ve iffet dolu bir yaşamı bahşettiği kızın “şal” ile ön plana çıktığı ve fakat bunun “alkış, kamçı ve para”yla her gece “sahne”de insanlar tarafından düşürüldüğü izlenir. Bu şiirin, bunun gibi zorla ya da yapılan yanlışlarla içine düşülmüş kötü bir yaşamın, merhamet duygusunun yitirilmesinden kaynaklandığını gösteren bir anlama sahip olduğu görülmektedir. Koytak, bu “kız” özelinde elinden tutularak temiz ve doğru bir yaşamı hak eden birçok kızın olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. Bu şiir, Koytak’ın şiirlerinde muhatap kitlesini ne kadar geniş tutuğunun bir kanıtıdır. Yine şair, “Mezmurlar” şiirinin alt başlıklarından “Kurtlar İçin Kuzular İçin” alt başlığını taşıyan şiirinde, merhameti herkes için istenilen bir değer olarak işlemektedir:

“. Herkes için ağlayabilirim

Serseriler için, sokak köpekleri için

Surların içindekiler için

Barbarlar için

Uyuyan kurtlar için, kuzular için ... “ (2011a: 155).

Şair, “Mezmurlar” şiirinde “Eyyüb Eyyüb’ü Bekliyor” alt başlığıyla merhamet değerini ön plana çıkaran kullanımlara imza atmaktadır:

“Gel artık

Gel artık al bunları ben kurtulayım

Aklımı dindireyim

Zırhımı ikiye böleyim

Seni armonikasıyla bekliyor

Yaralı geometrisi şehrin

Dumanlı varoşları

Gel artık

Meydanda oturan fili kaldır

Kimin bülbülü ölmüşse aramızda

Çıkarıp ceplerinden

Yaşayan bülbüller dağıt ...” (2011a: 147, 148).

Şair, “Meyhanede Yazı Dersi” şiirinde şaire seslenerek şiirin yapması gerekenleri telkin eder. Bu telkini merhametin vuruşları olarak okumak mümkündür. Aşağıdaki dizeler, şiiri bir uğraş olarak merhametin taşıyıcısı kılar:

“...

yanaklarımızı serinletsin gölgesi

bin pare kanadın!

sinelerimizi serinletsin rüzgârı,

harabelerimizde uğuldasın,

gönlümüzün tellerini tınlatsın,

rüyalarımızı döllesin!

ve hafiften hışırdatsın- sayfalarını

gün gün çevirip geçtiğimiz yaşamak kitabının!

yunus sürüleri gibi geçsin mısraların, bazen de ...” (2013:68).

Şair, “Düşüş” şiirinde merhamet değerini vahyİ karşılıklar eşliğinde işler. İnsanın yeryüzü tecrübesinin “düşüş”le başladığına yapılan atıf, yaşamın kurgusal boyutunu ele verir. İnsanın karşılaşacağı olumsuzluklar karşısına Tanrı’nın merhameti yerleştirilir:

“...

ama suyu ve susuzluğu,

tutkuyu doyumsuzluğu,

gülmeyi, ağlamayı yaratan,

sözcüklerle oyunlar oynamayı,

demiri dövmeyi, taşı yontmayı,

kan dökmeyi ve kavram üretmeyi

insana öğreten Ulu Tanrı

gün kuluna acıyacak ...” (2011b: 17).

Şair, “Şiir ‘Bugün’den Geçiyor Ebedi Yoksunluk Zamanından” başlıklı şiirinde, şiirin türlü hâlleri ve özellikle değer yitimine uğradığını şiirleştirir. Bu şiirde, şiirin onarıcı gücü aranılır. Aşağıdaki dizeleri, kaybolan bir değer olarak şiir için yükseltilmiş merhamet eli olarak okuyabiliriz:

“...

bazen de bütün metropollerin

dış mahallelerine yağan

bir bahar yağmuru gibi genç,

ürkek, özgüvensiz

ve fazla yufka yürekli” (2010b: 21).

Şair, “Sabahın Erken Saatlerinde” şiirinde merhamet değerini zamansal bir kullanımla ortaya koyar. Merhamet, Tanrısal bir oluşla gerçekleşir:

“İnsanın kalbi sabahın erken saatlerinde

merhametle dolar, rikkatle dolar.

Çünkü melekler kucak kucak

Tanrının kayrasını indirirler o vakitlerde,

Tanrının yaratma suflesini...” (2010b: 277).

Şefkat

Acıyarak ve koruyarak sevme, sevecenlik (www.dildernegi.org.tr Erişim: 02.07.2014) anlamlarına gelen şefkat, merhametle sıkı bir anlam bağına sahiptir.

Yukarıda belirtildiği üzere, merhamet başkalarına; şefkat ise daha çok yakın ilişki içerisinde olunanlara karşı duyulmaktadır. Merhametin insandan bütün varlıklara, şefkatin ise daha çok insandan insana yönelik bir duygu olduğu, bir başka açıdan merhametin her yaşta herkesin her canlıya gösterebileceği bir duyarlık olmasına karşın şefkatin daha ziyade büyükten küçüğe dönük bir duygu olduğu da söylenebilir.Bu iki değeri, keskin bir şekilde ayırmak mümkün olmasa da, aralarında ince bir fark vardır.

Şefkat, diğer insani değerlerde olduğu gibi hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Onsuz bir yaşamın, insanlıktan yana bir anlam taşıması mümkün değildir. “Şefkat duygusal olgunluğun son ifadesidir. Kişi, kendini anlamanın en derin noktalarına ve zirvesine, ancak şefkat sayesinde ulaşabilir (Hökelekli, 2013: 200). Bu yüzden şefkatli olma yüceltilen bir özellik olmuştur.

Koytak, Cahit Zarifoğlu için şiirler kaleme almıştır. Bu şiirler, Cahit Zarifoğlu’nun ölümüyle Koytak’ın şaire duyduğu vefayı gözler önüne sermektedir. Koytak’ın kaleme aldığı şiirlerin ilkinde, Cahit Zarifoğlu’nun karakterine ve şiirine yönelik önemli belirlemelerde bulunur. Aşağıdaki dizeleri, Zarifoğlu’nun şiirlerine göndermede bulunan dizeler olarak almamız mümkündür. Özellikle “çocuklara ahenk” dizesinin şairin çocuk şiirlerine işaret ettiği ve şefkat değerini ön plana çıkaran bir dize olduğu söylenebilir:

“Kırk yıl ve yedi yıl

Seni kuğular çağırdı yolu bitirdin

Sen güvey müthiş kanatlı

Çocuklara ahenk

Ve sancı dağıtan geyik

Ormanı gezmeye çıkan ağaç

Büyük kardeş ...” (2011a: 137).

Şairin “Sokağın Küçük Oğlanları Küçük Kızları” şiirinin “Küçük Kızların Güneşi” alt başlıklı şiiri, şefkatin yoklanabileceği örnekler içermektedir. Özellikle şairde “melek” kavramının, şefkatin ve merhametin taşıyıcısı olarak birçok yerde işlendiği söylenebilir:

“. Kış günlerinin nazlı güneşi

Saçlarına küçük meleklerin taktığı

Beyaz güller takmış

Buzda açan ve yüzyıl solmayan

Göğün kırmızı meşininden

Parlak iskarpinler geçirmiş ayaklarına

Sokak oğlanlarının yüreklerine

Sivri ve hain yüreklerine

Sığacak kadar küçük

Küçücük kızların güneşi” (2011a: 208).

“Futbol Oynayan Çocuklar” şiirinde, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, şairin müşfik bakışının tasvir ettiği dizelere rastlarız. Şiirde meleklerin de maça dahil oldukları, safiyetin ve şefkatin yansımalarını içermektedir:

“... Yağmurlu bir gün

Dışarda futbol oynuyor çocuklar

Top yukardayken uyukluyorlar

Tempo o kadar ağır

Ve çekilmez ki

Hakem düdüğüyle durmadan

Oyuna çağırıyor düşenleri

Ve yardıma melekleri ...” (2011a: 11).

“Sokağın Küçük Oğlanları Küçük Kızları” şiirinin “Onun Pantolonun Cebinde Elleri Benimki Yelek Cebimde” alt başlıklı şiiri de müşfik bakışın ürünü olarak okunabilir. Göğün aşkın bir unsur olarak hayata renk katıcı taraflarıyla anne şefkati ilişkilendirilmiştir:

“. Som sevinçler ve mucizeler sofrası

Göğün tertemiz ipeğinden

Meleklerin ışıklı elleriyle büktüğü

Sonsuz iplikler halinde inen

Genç annelerin yüzü ...” (2011a: 213).

“Sokağın Küçük Oğlanları Küçük Kızları” şiirinin “Serin Yorgan ve Boş Beşik, Ninni” alt başlıklı şiirinde şair, çocuk ölümünü hazin bir şekilde gözler önüne serer. Şefkat duygusu, buruk bir hâl içinde aktarılır:

“... Çılgınca koşuyor şimdi

Bilmem hangi yıldızda hangi

Karları savurarak

Soğuyan dünyamıza

Bembeyaz bir küheylan

Tanrı’ya sunmak için

Sımsıcak bir yüreği

Küçük kardeş uyuyor, ninni

Serin yorgan ve boş beşik, ninni” (2011a: 215).

“Sokağın Küçük Oğlanları Küçük Kızları” şiirinin “Millerce. Millerce Öteden” alt başlıklı şiirinde, anne sevgisi ve şefkatinin sınır tanımazlığı işlenir:

“Kış günleri,

İkindi güneşi vurduğu zaman

Karlı yollara

Esrarlı resimler çizerek uzaklaşan

Küçük bir oğlanla

Küçük bir köpeği

Seyreden annenin

Genç bir annenin gülümseyişi

Millerce, millerce öteden,

Görülebilir” (2011a: 224).

Şair, “Sabahın Erken Saatlerinde” şiirinde şaire seslenerek bazı telkinlerde bulunmaktadır. Aşağıdaki dizeler, müşfikliği de barındıran bir anlama sahiptir:

“...

Gör bak, yazdıkların, o zaman

gül tüveyçleri gibi hafif,

ana kucağı gibi sıcak

ve yarin yanağı gibi

gamzeli, parlak

ve diri olacaklardır” (2010b: 277).

Gazze Risalesi (2009) adlı yapıtında Koytak, Gazzeli Yusuf’a müşfik bir dille seslenir. Aşağıdaki dizeler, merhamet ve şefkatin önemli değerler olarak kullanıldığını gözler önüne sermektedir:

“...

bu keder ve umut taşıyan rüzgâr,

zeytin ağacının, incir ağacının,

hurma ağacının içinden geçip,

sana getirsin sesimi! ...” (2009: 47).

Hikmet/Bilgelik

Bilgi, üstün ilim ve anlayış anlamlarını taşıyan hikmet kavramı, farklı anlama biçimleri yanında kişinin vahyi anlama ve yaşama yeteneği olarak anlaşılmaktadır (Gündüz, 1998: 171). Kavramın, bir bütünlük içinde değerlendirildiğinde doğru düşünme, doğru pratik ve doğru düşünme kabiliyeti olduğu da söylenebilir (Özsoy, Güler, 2009: 61). Hatta hikmet, Kur’an’ın adlarından biridir (el-Büleyhİ, 2006: 206) ve bazı ayetlerde “Kur’ani nasihatler”, “ilmi anlayış”, “nübüvvet” ve “kitap (vahiy) anlamlarına gelmektedir (Zülaloğlu, 2010: 277).

Hikmet, dini bir kavram olarak anlaşıldığı gibi felsefî bir kavram olarak da anlaşılmaktadır. Özellikle kavramda içkin olan bilme ve sırra vakıf olma anlayışının onu tartışma zeminine çektiği söylenebilir. Bunun da yine bilgeliği insanın sahip olması gereken yüce bir değer kıldığı görülmektedir. Çünkü kavram, yaşamın anlamına ilişkin önemli bir etki göstermektedir. Ahmet Arslan, “Bilgelik, en basit anlatımıyla, insan hayatının anlamı ve değerine ilişkin derin bilgidir.” (2001: 18) diyerek bunu destekleyecek bir katkı sunar.

Hikmet ve paralelindeki kavramların insan tarafından sahip olunacak ve geliştirilecek bir özelliğe sahip olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Çünkü insan kendisine verili olan değerleri muhafaza etmede bir çaba göstermektedir ve ortaya konan çaba onların daha ileriye taşınmasına kapı aralamaktadır. Bu bakımdan hikmet ve benzer değerlerin, kişinin bütün yaşamı içerisinde farklı boyutlarda söz konusu olabilme ihtimali vardır. I. Wallerstein’ın karşılaşılan olayları doğru değerlendirmeye yönelik şu tespiti oldukça önemlidir: “Genelde kökleri derin bir çatışmada ezilenlerin şimdinin gerçeğine bakışı, daha derinlikli ve keskindir. Çünkü var olanı doğru algılamak, idarecinin ikiyüzlülüklerini sergileyebilme noktasında onların lehinedir” (2012: 22). Bu ifade doğrultusunda algı ve bilgi, yaşam tecrübesiyle paralel bir yapıya kavuşmaktadır. Benzer bir yaklaşımı sanatçı için de söylemek mümkündür: “Hikmetli sanatkârların eserleri, eşya ve olayların yüzeyinde kalan amiyane belirtileri değil, aksine onların içerisine nüfuz eden estetik sempatiyi yaratır” (Mengüşoğlu, 2005: 155).

İnsani birçok değeri, Koytak şiirinin katmanları arasında bulmak mümkündür. Ama denilebilir ki vicdanla beraber bilgelik/hikmet, Koytak şiirinin en belirgin vasıflarından biridir. Bu şiir, özlem duyulan vicdanın, hayatın bütün alanları ve zamanlarında yaşanabilir bir değer olması istencindedir. Bu durum, büyük ölçüde şairin şiirlerindeki bilginin hikmete mebni bir tutum göstermesiyle mümkün olmaktadır. Dolayısıyla şairin insanlara telkin ettiği vicdanİ onarımın,bilgelik/hikmetle ete kemiğe büründüğü söylenebilir. Mehmet Kurtoğlu’nun, Koytak şiiri hakkında söyledikleri bu anlamda oldukça önemlidir:

“Günümüz modern şairlerinden Cahit Koytak’ın şiirlerine baktığımızda şiiri bilgi olarak gördüğünü ve belli bir felsefeye dayanarak şiirlerini yazdığını görürüz. ... Şiiri sırf bir gönül eğlencesi ve zevk olarak görmeyenler, onu dünyanın gidişatını düzeltmeye kalkan bir ideolojinin savunucusu olarak görenler için, Koytak’ın şiirlerinin cezp edici yönü vardır. Zira Koytak, geniş bilgi ve birikimiyle kurduğu mısralar bizi geniş bir coğrafyaya çeker ve kadim dünyanın gizemlerinden, mitolojilerden, dinlerin hikemi ve irfani boyutundan haber verir” (2012: 6).

Kurtoğlu, bunların yanında, şaire yöneltilen en büyük eleştirilerden birini şiirini aşırı bilgiye boğmuş olması (2012: 6) olarak görür. Uzun süre şiir yayımlamayan bir şair olan Koytak’ın, yaşam ve şiir arasında kurduğu güçlü bağ, yaşamın bir başka değeri olan bilginin bunlara eklenmesini doğurmuştur. Çünkü Koytak’ta bilgi süreğendir ve yaşamakla zuhur eder. Bunun, şairin en önemli uğraşı olan şiirle sentezlenmemesi düşünülemez. Birçok çeviriye imza atan, kadim kültür, kutsal kitaplar ve politik meselelerle ilgilenen bir şairin; poetikasını bunları mezcetmekle ortaya koymasının başka bir gerekçesi olamaz. Kaldı ki bilgi ve şiir arasında uzak bir ilişkinin daha çok şiire zarar verdiği ve şairi şiirsel soyutlamalara sürüklediği de bir gerçektir. Bu bakımdan Rita Felski, Koytak örneğine teşmil edebileceğimiz bilgi ve şiirsel nitelik birlikteliğine ilişkin oldukça önemli bir belirlemede bulunmaktadır: “Edebiyat, yaratıcı yahut kurmaca yazı sıfatıyla sahip olduğu genel statüden ötürü, bilme pratiklerinden almaktan otomatik olarak alıkonulamaz. ... bilgi ve edebiyatın birlikteliği uygunsuz ya da aykırı bulunamaz” (2010: 130). Başka bir yerde de yazar, “Edebiyatın bilgiyle ilişkisi meselesi, hâlâ tartışmaya açık olmakla beraber, büyük ölçüde bilme edimini nasıl tanımladığımıza bağlı olacaktır kuşkusuz” (2010: 106) demektedir. Dolayısıyla Koytak şiirinin genel amaçları çerçevesinde bilgiye yüklenen anlam ve bunun karşılıklarının bir tutarlık gösterdiği açıktır. Şairin şiirlerine bakıldığında dinsel, hikemİ, felsefî karşılıkların ciddi okumalarla peygamberler, filozoflar, müneccimler, çobanlar, dervişler arasında okuyucuyu gezdirerek hakikate yaklaştırdığı görülecektir. Bu yüzden Koytak şiirinin, bilgiye kuşkuyla yaklaşan estetik okumalar için karşı bir okuma örneği olduğu söylenebilir.

Şairin, “Huş Ağacı Hakkında Bilgi Topluyorum” şiiri, bilgeliğin kendini sezdirdiği önemli karşılıklara sahiptir. Şair, bu şiirinde bilginin, bireysel ve toplumsal anlamda yaşanan sıkıntılardan ötürü kendisini derviş kılmaya yönelttiği düşüncesindedir. Doğru olarak bilinen birçok yanlışın, “yakılan kucak dolusu kitaplar”la aktarıldığı bu şiir, “huş ağacı”nın kendisini hakikate yaklaştırdığı ve aynı zamanda yalnızlaştırdığı bir anlama sahiptir:

“ I

Huş ağacı hakkında bilgi topluyorum

Her gün yüzlerce sözlük kazıyorum zihnimden

Bir kucak kitap yakıyorum

Filmi yarıda bırakıp kaçıyorum ...” (2011a: 65).

Devam eden dizelerde şair, edindiği bilgilerle, eleştirel bir bilgelik sergilemektedir. Bu tavır, bilgeliğin bir gereği olarak ortaya konulmaktadır:

“Onlar odun kömür istifliyorlar balkonlarına

Tanrılarını yarışa sokuyorlar

Kadınlarını yarışa sokuyorlar

Çocuklarını yarışa tıkıyorlar

Çocuklarını yarışa itiyorlar

Helva pişiriyorlar sevişiyorlar

Mezar kapışıyorlar ...” (2011a: 66).

Şair, bu şiirin ikinci bölümünde “huş ağacının” kendisine öğrettiği yaşam bilincine işaret etmektedir. Bütün bir tabiatın, uyum içinde ağaçla özdeşleştiği ve ağacın bilgelik nesnesine dönüşerek yüceldiği bir kullanım söz konusudur. Bu örnek üzerinden Koytak’ta, tabiİ nesneler ve görünümlerin öznel anlamlandırmalarla canlandırıldığı ve böylece hakikate uzanma isteğine katılımın gerçekleştirildiği söylenebilir:

“Bugün yine

Huş ağacının altında oturdum

Ağacı anladım

Göğe doğru aşkla saçılan dalları

Anladım

Ağaca giren ve ağaçtan çıkan zamanı anladım

Süt dişleriyle renkleri emen çiçeği

Yapraklara doğru yükselen çığlığı

Ağaca götüren uykuyu

Ağacı getiren uyanıklığı

Anladım ...” (2011a: 67).

Şair, “Nuh’a Gemi Resimleri” şiirinde, Nuh Peygamber tecrübesinden ödünç alınmış karşılıklar kullanır. Bu tecrübenin günümüze taşınması anlamında şiirsel bir kurgunun olduğu “Nuh’a Gemi Resimleri” şiiri, hikmetin belirdiği güçlü bir arka plana sahiptir:

“...

Düşünceyi kaptan köşküne koyuyorum

Hayal gücünü güverteye

Uykuyu yelkenlere

Ve ölümü dümene ...” (2011a: 92).

Bu dizelerde görüldüğü gibi, Koytak şiirinde kelimeler, bilgi yüklüdür ve şiirsel duyumsama içerisinde yerli yerine oturan güçlü bir kullanım bulmaktadır. “Düşünce, hayal, uyku ve ölüm”, bir geminin bölümleri içerisinde yaşamın seyrine ve insana ışık tutacak mekânsal görünümlere bürünürler. Bu durum, Koytak şiirinin görsel planda simetrik bir tarza sahip olduğunu göstermektedir. Ayrıca Koytak şiirinin işçiliği hakkında fikir verip şairin kelimeleri fonksiyonel kıldığını gözler önüne sermektedir.

Şair, “Mezmurlar” şiirinin “Neyi ki Çok İstersen” alt başlıklı şiirinde, dize ve kelime kullanımı itibariyle uyumlu bir şekilde hikmetli aktarımlarda bulunmaktadır. Bu şiir, Tanrı’nın eşyaya yüklediği sınama işlevini açık ederek artta yatan hikmeti işlemektedir:

“Neyi çok istersen

Verir sınamak için

Verir sınamak için

Neyi ki çok istersen

Koyar sınamak için

Küçülte küçülte

Bir çiğ damlası gibi

İstersen avucuna” (2011a:183).

Şair, “Kazı” adlı şiirinde kişinin kendini anlama çabasını, gerçekleştireceği sorgulamalar ve elde edeceği bulgularla aşamalı bir şekilde işlemiştir. “İç” ve “kendi” kelimelerinin sakladığı anlama ulaşılması için “kazı” eylemi çarpıcı bir şekilde kullanılmıştır. Şair, bilgeliğin sırlarını yalın ve derin bir dille ortaya koymuştur:

“İçini kazmazsan, oymazsan içini

Bir iç’in olmaz, a ruhum;

Bir iç’in olmazsa,

Bir kendin olmaz;

Kulağı kapıda

Bir kendin yoksa içerde,

Kapını çalacak

Bir tanrın da olmaz” (2013: 17).

“Yol” şiirinde şair, bilgeliğe erme ve hakikati elde etmeyi yolda olmakla özdeşleştirmiştir. Asıl olanın arayış çabasında ve başa gelenleri Allah’tan bilmede olduğu işlenmiştir. Bu bilgelik tavrı, Hz. Yusuf kıssasından karşılıklar taşımaktadır:

“Yolun bittiği gün,

“Ne güzel yol yürüdüm,

Ve ne güzel yere vardım!”

A ruhum, a kuzum, a beyaz fare;

“ne güzel yoldaş oldu!” de,

“ne güzel yol gösterdi bana

Yollarını uzatan merak” de,

“Yolları daraltan şüphe!”

Ve onlarla “önümde

Yolları döşeyen” de,

“Ardımda yollar döşeyen” de,

“İçimde yollar döşeyen” de,

“beni kuyudan çıkarıp

Kervana katan” de,

“Mısıra götürüp

Beylere satan” de!” (2013: 30).

Şairin “Üç Kere Okunacak Şiir” adlı şiiri, hikmet ve bilgelik kavramlarını yoğun bir şekilde okuyucuya hissettiren bir arka plana sahiptir. Başlığın insanı tekrar tekrar okumaya sevk etmesi dahi sözün hikemi boyutunu ve ağırlığını göstermektedir. Koytak şiirinin kelimeleri sakin bir şiirsel yapı içinde güçlü ve kalıcı kılması, omuzladığı derin anlama rağmen çökmemesini sağlamaktadır. Bu aynı zamanda şairin kelime ekonomisini ne kadar iyi gerçekleştirdiğini göstermektedir. Yalınlaşarak derinleşen kelimeler, Koytak şiirinin simetrik boyutu içinde önem kazanmaktadır:

“Şarabın iyisi,

Bir kere sarhoş eder

On kere uyandırır seni,

Sanatın iyisi,

Bir kere büyüler,

On kere büyüden çeker çıkarır seni,

Ölümün iyisi,

Bir kere öldürür

Bin kere diriltir seni” (2013: 64).

Şair, kimi şiirlerinde bilgece bazı yönlendirmelerde bulunur. Koytak’ın bu tarz şiirlerinde, aklı hem yücelten hem de onun oyunlarından korunmanın hissedildiği bir denge arayışı söz konusudur.Özellikle Tanrı’nın varlığı ve düşüncesiyle okuyucunun kimi zaman vahye başvurması istenir:

“beyninde sürgün veren huysuz düşüncelerin

kafasını patlatmak için, sivilce gibi,

a ruhum, a kuzum, a beyaz fare,

aç, Felak suresini oku!

böyle eşinip duracağına içimde biteviye,

mantığı düelloya davet et, bu iş bitsin!

ama bırak, o seçsin istediği silahı

ve önce o ateş etsin!

sense, ne kılıç, ne tabanca,

ne kara, ne ince mizah,

ne kaba, ne zekice alay;

ince dostluğu yeğle, ipince yoksulluğu...

düşün ve ister yap bunları, ister yapma,

eksik olmasın ama, dilinin altında,

ana sütü tadında o Cebrail nefesi;

mübarek ve muhteşem Nas suresi!” (2013: 52).

“Şişe ve Tıpa” şiirinde ise şaire “aklın bir işe yarasın, şair,/aklın bir işe yarasın!” (2013: 65) şeklinde seslenilerek aklın yüceltilen bir konuma taşıdığı görülür. Koytak’ta yukarıda denildiği gibi Tanrı fikrine yaslanan bir düşünce üretimiyle kendisiyle barışık bir sanatkâr profili ve “şen maneviyat” söz konusudur.

İnsaniyet

İnsaniyet, sözlükte bütün insanlar, insanlık âlemi; insanlık, insana yakışır davranış, insan olma hâli anlamlarını taşımaktadır (Doğan, 2011: 857). Bu tanım çerçevesinde insaniyetin, insan olma vasfıyla beraber ortaya konan bir değer olduğu görülmektedir. Özellikle “insana yakışır davranış”, “insan olma hâli”yle ön plana çıkan bu kelime, karşılaşılan olumsuz durumların değillenmesinde oldukça yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Bu bakımdan kavramın, yaşamda yüceltilen insanİ bir değer olduğu açıktır.

Cahit Koytak’ın şiirlerinde insaniyet kavramının izlerine rastlanır. Şairin bütün bir şiiri, insana yakışır bir hâl olarak gördüğü, ortaya koyduğu şiirlerden anlaşılmaktadır. Okuyucuyu insan, mekân, zaman kavramları etrafında düşündüren şair, gerek şiirlerindeki bilgiler gerekse eleştirel tutumla insanca bir duruşun takibini yapmaya çalışmaktadır. Bu bakımdan Koytak şiiri, bu kavrama dair aktarımların kullanım bulduğu bir özelliğe sahiptir.

Cahit Koytak’ın ilk kitabı olan İlk Atlas’ın başında yer alan “Biraz Kum ve Rüzgâr” şiiri, insaniyet değerine yönelik bir sonuçla okunabilir. Şair, bu şiirde kum ve rüzgâr gibi tabii unsurları, insanlığın engelleri olarak gördüğü krallar, ordular ve metropolleri örtecek bir güç olarak anlamaktadır. İnsanlık değerinin geçmişten bu yana değişmeyecek problemlerle karşılaştığını krallar, orduları ve metropollerle zamansal bir çerçeveye almaktadır. Şairin “ilk mısra” olarak sunduğu diriltici güç, ilahİ bir donanımla bu karşıt unsurları giderecek bir boyutta işlenir:

“ Çölün yalnız cini

Kusursuz ve dürüst

Akan zaman gibi

Tanrı’nın güzel isimleriyle

Nakışlı kanatları

Ve meleklerin mahcup gülüşleriyle

İlk mısraı bekliyor

Biraz kum ve rüzgâr

Yutmak için kralları

Orduları

Metropolleri” (2011a: 9).

Bu ilk şiir, Koytak şiirinin insani değerleri yaşatacak bir nidâyla başladığını göstermesi açısından oldukça mühimdir. Çünkü hem söz konusu misyonu hem de bu misyonun arı duru bir dil ve biçimle ortaya konulduğu bir başlangıç şiiridir. Ayrıca Koytak şiirinin, en belirgin biçimsel vasıflarından biri olan kıta bütünlüğünü göstermektedir.

Şairin şiirleri arasında insaniyet değerinin anlamlı bir şekilde kullandığı bir örnek olarak “Memurun Ölümü” şiiri oldukça dikkat çekmektedir. Bu şiirinde Çehov’un meşhur öyküsü “Memurun Ölümü”yle özdeşlik kurmaya çalışan şair, bu öyküde yer alan kuruntulu insan tipini, memurluğun köreltici etkisiyle yeniden işler. Şiirde, insani olan bütün güzelliklerin, mekanik bir yaşamla nasıl yittiğine tanıklık edilir.Zaman ve insan arasındaki önemli bağın, tahrif edilmiş bir şekilde memur yaşantısında kendini ortaya çıkardığı görülür. Dil planında da farklı bir şiir özelliği gösteren bu şiir, Koytak şiirinin genel karakteristiklerinden biri olan gayriinsanİ tavrı eleştirmektedir:

“Memur öldü, diyelim,

Hemen o saat, hemen

Saat dokuzdan önce

dokuzdan önce saat

Saat tam dokuzda tam

Bütün şehirde ölüm

Ovmaya başladı mı

Kâğıttan elleriyle

Alnını memurların

İnanın tereddütsüz

Memurun öldüğüne

Saat tam dokuzda

Tam saat dokuzda

Tam dokuzda saat” (2011a: 117, 118)

Şair, “Mezmurlar” şiirinin “Yol Gösterici” alt başlıklı şiirinde,yağan yağmuru ilahİ bir oluş içinde kavrayan hastanın insaniyeti açısından işler:

“Dışarıda dinmek bilmeyen

İnce ılık bir yağmur

Hasta bir an gözlerini açıyor

Ve hafifçe doğrulup yatağında

Umutsuz ruhlar için

Tanrı’ya giden yola

İşaretler döşeyen

Kanatları benekli

Küçük melekleri gösteriyor eliyle

Öteki hastalara...” (2011a: 165).

“Sokağın Küçük Oğlanları Küçük Kızları” şiirinin “Generaller Niçin Sokağa Çıkamaz” ve “Anıt” alt başlıklı şiirleri, insaniyeti yücelten ve bunun karşısında duran olumsuz tavrı yeren dizelere sahiptir:

“. Bütün bunlar ve buna benzer

Nedenlerden ötürü

Generaller sokağa çıkamazlar

Sokağın üstündeki sahanlıktan

Geçip giderler

Helikopterlerle tayyarelerle” (2011a: 218).

“. Niçin mırıldanıp duruyorum rüzgârda

Kime duyurmak için -Hangi

Yolcuya / Hangi yıldıza

Adlarını batan şehirlerin

Katledilen habercilerin? ...” (2011a: 221).

Şair, “Defter” şiirinde yazılan şiirlerin tutarlı bir şekilde bütün yaşamsal mekânı ve zamanı kuşatması gerektiğini ilkesel bir şekilde ortaya koyar. Bu çabada insaniyet değerinin edebî uğraş için önemli bir değer olduğu belirir:

“Sımsıcak insan tütsün, insan,

Rüya, gerçek, ne yaşamışsan

Her sayfasından, her satırından

Rahimden mezara

Parmak izlerinle, dudak izlerinle,

Yürek vuruşlarınla

İnsanların gönlüne yazdıklarından” (2013: 108).

Şair, “İki Yolcu: İnsan ve Su” şiirinde iki karakterin yaşamsal tecrübesini ve elde ettiklerini hikâyeleştirir. Yaşamın anlamı ve değeri için ortaya konan gayretin edebî bir dille anlatıldığına tanıklık edilir. Bu iki karakter sonrasında ortaya çıkan üçüncü kişi gezgin şair lehine insanİ bir tavır ortaya koyar:

“Yeryüzünün gündüzü kadar uğultulu,

Gecesi gibi de katman katman korucu paltosunu,

Suyun omuz başında ve onun akışında

Kendi benliğiyle, kendi elleriyle

Ve Tanrının şiiriyle buluşup onunla bütünleşen

bahtiyar yolcunun, o edep heykelinin,

Gezgin şairimizin üstüne örtüvermiş” (2010b: 27).

Cahit Koytak’ın kendisiyle başka şairler, yazarlar arasında benzerlikler ve farklılıkları konu edinen şiirleri vardır. Bunlardan biri de Kafka’yla kendisi arasında kurduğu yol arkadaşlığı olan “Kafka: Çocukluk Arkadaşım” şiiridir. Bu şiirin aşağıdaki dizelerini insanİ bir ilişkinin güçlü soluğu olarak okumak mümkündür:

“var mısın, kıyamet günü, Jozef,

herkes kalkmadan, biz ikimiz

mezarlarımızdan kalkalım,

kemiklerimizi

birbirine katıp karıştıralım,

sonra bir sana, bir bana,

bir sana, bir bana,

bölüşelim onları,

sonra kemik torbalarımızı

sırtımıza vuralım

arkamıza bakmadan

yolu gerisin geri kat edelim beraber;

ikimiz de aynı Tanrının krallığına,

sen kendi çocukluğuna,

ben kendi çocukluğuma,

ama aynı şehre,

aynı sokağa,

aynı zamana...” (2010b: 40).

Yücelik

Yüce olma hâli, yükseklik, ululuk, ulviyet olarak anlam bulan yücelik (Doğan, 2011: 1863); din, felsefe ve estetiğin önemli kavramlarından biridir. Estetikte “güzel” problemiyle beraber önemli değinilerden birinin “yücelik” olduğunu belirten İsmail Tunalı, güzelin aşıldığı durumlarda yücelik kavramına başvurulduğunu söyler (2011: 226, 233). Dabney Townsend de, yüce kavramını, “estetikte geniş, büyük ya da heybetli konuların ve temsillerin ortaya çıkardığı etki; korku ve acıya yaklaşan bir huşu durumu” (2002: 345) olarak karşılar.

Cahit Koytak’ın şiirlerinde eğildiği temalara bakıldığında, özellikle metafizik ve ölüm temlerinde, yücelik kavramının söz konusu olduğu görülür. Okuyucuyu, kimi zaman Tanrı fikriyle baş başa bırakan, kimi zaman da düşünce ve bilginin doruklarına çıkarmaya çalışan şair; bu vasfıyla yücelik dolayımında bir şiire sahiptir. Bu duygu hâli içinde keşiflerde bulunarak farkındalığı artan okuyucunun, yücelik değeriyle hemhâl olma fırsatı bulduğu söylenebilir. Yücelik, aynı zamanda soyut karşılıklara açık bir kavram olması hasebiyle, Koytak şiirinde tadılmaya çalışılan estetik bir değer olarak bizleri karşılar. Kenan Çağan’ın “Bazen sanat yaratımının en yüce biçimi olarak algılanan şiir, felsefe gibi varoluşun anlamının belirginleştirilmesi konusunda felsefe ya da bilimlerden farklı ama önemli bir katkıda bulunur. Bu katkı verili gerçeklerin ardında gizli olanı sezmeye yönelik metafizik bağlamda düşünülmesi gereken bir katkıdır” (2010: 431) şeklindeki sözleri, oldukça önemlidir. Dolayısıyla, şiirin yüce bir sanat olarak okuyucuya soyut kavramlar ve meseleler hakkında bir sezim bahşettiğini söyleyebiliriz. Hem şiir türü hem de Koytak şiirlerinin bu söz doğrultusunda belli karşılıklara sahip olduğu görülmektedir.

Şair, “Daktilo Kıza Caz İçin Nihavent” şiirinde, daktilonun vuruşlarını müzikal bir duyumsamayla algılamakta ve yazmayı da gerçeklerin kaydı olarak görmektedir. Koytak şiirindeki idealin izlerini bu şiirde sürebiliriz. Bütün olumsuzlukların karşısına konumlandırılan “daktilo kız”, iyiliğin ve yüceliğin devam ettiricisidir:

“... Yüzleri, yüzleri ve maskeleri Silik kopyaları bırak yaşayanlara Sen sessiz ölümlerle Zırhlanan gerçeği yaz Ve hazin güz yağmuru görünümünde Yağan ebediyeti ...” (2011a: 13).

Şair, “Mezmurlar” şiirinin “Yunus Peygamber’in Mezmuru” alt başlıklı şiirinde, yaşamsal kirlerden arınmaya çalışan bir özne olarak yücelmeye çalışmaktadır. Aşkınlığın ön plana çıkarıldığı bu şiir, Yunus Peygamber’in deneyimleriyle hakikati seslendirmektedir:

“. Öksürerek atacağım içimden

Dua ve yakarış olmayan her şeyi;

Köşeden bir kucak gazete alacağım Günlük hayatı yırtmak için Ve dağları aşan bir gemi ...” (2011a: 181).

Şairin aşağıdaki dizelerini, yücelik fikri çerçevesinde ele almak mümkündür. Arayış ve çabanın ortaya koyduğu “ebediyet fikri” bilinmesi ve tadılması gereken bir bilgi olarak sunulur:

“...

sonra da o bağları, bahçeleri

onun keyfi için yaktırır, yıktırır,

tarumar ettirir size,

bir testi şarap, o bir testi ateş,

bir testi abıhayat ki, a be yoksullar,

onunla sarhoş olunca, dile gelir de,

bülbül gibi konuşmaya başlar Ebediyet..." (2013:74).

Şairin “Yol Türküsü” adlı şiiri, yücelik değerinin ön plana çıktığı bir şiirdir. Şair, bu şiirinde kendini de merkeze alarak aşkın olanın arayışına koyulanlara seslenir ve yücelik karşısındaki acziyeti ve hayreti ortaya koymaya çalışır. Aşağıdaki dizeleri ötelere sesleniş olarak okumak mümkündür:

“Ah biz kazıp duranlar kendi içlerini,

Ah biz derin dalıcılar;

Zilzurna sarhoş dalıcıları sözün,

Dalıp dalıp çıkıyoruz

Vakitli vakitsiz böyle,

Kaderin dümen izinde varlığın sularına.

Emelimiz inciydi, elmastı, yakuttu, fakat

Elimiz boş dönsek de,

Dilimizin altında yalancı meme gibi

Emilmiş çakıllarla değil,

Koynumuz, koltuğumuz, tuğla gibi

Kitaplarla dolu çıkmak istiyoruz

Kıyısına, Bilinmeyen’in;” (2013: 80).

Şair, “Tanrı’nın Yolu” başlıklı şiirinde Tanrı fikrinin başlangıç ve bitiş zamanlarında gelinecek bir fikir olduğunu belirterek söz konusu fikri her zamanın doğrusu olarak ortaya koyar. Bu işleyişin insanı yücelik değerinden kopmayacak bir ilişki içine sevk ettiği açıktır:

“bir tanrıbilim hocası,

“vidayı, fermuarı, rulmanı bulmak için

nasıl ilham ve sezgi gerekmişse,

hem tanrı’ya götüren yeni yolları,

hem Tanrı’nın kendisini

her çağda yeniden,

yeniden bulmak için de

ilham ve sezgi gerekir.”

diye başlıyor derslerin ilkine;

ve aynı sözle bitiriyor

derslerin sonuncusunu da” (2013: 113).

Koytak’ta yücelik değerinin takibi, tatmin olunmuş bir eda içinde dile getirilir. “Yol Türküleri” şiirinde bunun izlerine rastlanır:

“...

ve bu da yetiyor gözümü doyurmaya, ama

yine de, ne göğün derinliği, ne yerin kederi,

yalnızca zamanın ruhu,

binyılların tozuyla yolları örten

büyük şiirin uğultusu

doldursun istiyorum, kulağımı,

kafamı, ruhumu, koynumu koltuğumu” (2013: 121).

Şairin birçok şiirinin başlığını taşıyan “Sol Elle Yazılanlar” şiirinde yücelik fikrinin belirdiği görülür. Bütün devasa görünümler ve varlıkların insana hissettirdiği ululuğun “en büyük oyuncak ustası” olarak görülen Tanrı karşısında azaldığı izlenir. Bu “sınırsız bir bütünde” müşahede edilir:

böyle böyle, en büyük oyuncak ustası

öteki bütün ustaları,

en büyük ustalık, öteki bütün ustalıkları,

en büyük oyuncaklar kümesi,

irili ufaklı öteki bütün kümeleri

ve tek tek bütün oyuncakları kapsıyor

sınırsız bir bütünde ...” (2013: 149).

Şair, “Katlanabilir misin, Ebediyete?” şiirinde de yücelik değerini “güzel sözler”in deneyimlediği tatlar eşliğinde yoklar. “Her gün başka yüzüyle” beliren ölümsüzlük şaire yücelik değerini bahşeder:

“ve dön tasarlanmış cennetlerine yine,

güzel sözlerin, her şiirde bir başka biçimde,

bir başka gökten indirdiği has bahçelere!

ve oralarda devam et, her gün bir başka yüzüyle

denemeye, ölümsüzlüğü ...” (2013: 166).

Şair, “Aynı Nehirde” şiirinde insanın Tanrı’ya akıp durduğunu söyleyerek yücelik değerini ortaya koymaktadır. Bu tabii unsurların eşlik ettiği bir çerçeve içinde sunulur:

“bir karganın, bir yılanın

yahut bir dağ keçisinin

öyle saflıkla bazen

dönüp de bakması gibi

insana uzun uzun

bilinmeyenin de

seçilmiş anlarda

durup da bakacağı tutar

öyle bir süre, sarhoş gözlerle

sizdeki bilinmeyene ...” (2011b: 32).

Şair, “Yüreğe Yapılan Dövme” şiirinde insanın yaşamdan sanata uzanan yücelik değerini ortaya koyar:

“.

sen sözün açtığı yarasın varlıkta,

ey insan,

ey insan kalbi, sen yaraların en derini,

en kızılı, en güzeli,

sen, yaraların,

hayatı aşıp sanata evrileni!” (2011b: 48)

Özgecilik (Diğerkâmlık)

Sözlüklerde diğerkâmlık olarak da geçen özgecilik, özgeci olma hâli, başkalarını düşünme, bencil olmama (Doğan, 2011:386) şeklinde anlam bulmaktadır. Özgeciliğin, elseverlik ve İsar olarak da bilindiğini belirten Hayati Hökelekli; kavramı, ‘ben’in ötesine geçerek, başkası için bir eylemde bulunmak (2013: 243, 244) olarak tanımlar. Hökelikli’nin işaret ettiği üzere kavram İsar olarak da bilinmektedir. Bu kavram Kur’an’da geçmekte olup kendinden vermek; dünyevi bir karşılık beklemeden Allah için fedakârlık yapmak (Zülaloğlu, 2010: 365) anlamını taşımaktadır. Fevzi Zülaloğlu kavrama ilişkin önemli tespitlerde bulunur: “İsâr, israf değil, katsayısı sonsuzluk olan sevap kaynağıdır”; “İsâr, sadece empati değil, aynı zamanda sempatidir de” (2010: 366).

Süleyman Tuğral, isâr kavramını, “kardeşlikte son nokta” olarak görür ve Seyyid Şerif Cürcanİ’nin “faydanın ulaşmasında, zararın uzaklaştırılmasında başkasını kendine tercih etmek” şeklindeki açıklamasına yer verir (2008: 211). Bu açıklamalar üzerinden kavramın, insanİ ilişkilerde ne kadar büyük bir öneme sahip olduğu görülmektedir. Kavram, âdeta diğerkâmlığın katmerli biçimidir. Fakat günümüzde bu değerin insanlığın ruh dünyasından bir çekilme yaşadığı görülmektedir. Yaşanan bunca yıkımın, insanlığın bu değeri yitirdiğinden başka bir açıklaması yok gibidir.

Koytak’ın şiirlerinde                            özgecilik,farklı     ilişkiler çerçevesinde kendini

göstermektedir. Şair, “Nuh’a Gemi Resimleri” şiirinde, özgeciliği şöyle ortaya koyar:

“... Uykuyu çocuklara ayırıyorum

Gençliği anne babalara

Umudu gemiden bakanlara bırakıyorum

Korkuyu kıyıdan bakanlara

Tufanı kendime ve biletsiz yolculara ...” (2011a: 93).

Aslında şair, bu dizelerde eleştirel bir tutum sergilemektedir. Kendisiyle beraber “biletsiz yolcuları”, “tufan”ı hak etmekle ele almakta ve diğer insanlara dair genel bir bilgelik örneği ortaya koymaktadır. Fakat dikkat edildiğinde, insana dair “aldanma” durumlarını ortaya koyan şairin, kendini bu durumdan bağımsız kılmayarak karşılaşılacak sonlardan en olumsuzunu (tufan) üstlendiği görülür. Özellikle son dizeyi diğerkâmlık örneği olarak okumak mümkündür.

Şair, ilk Atlas (2011) kitabında “Okuyucuya” başlıklı bölümde şair, şiir ve okuyucuya dair önemli belirlemelerde bulunur. Şiiri tanıttığı üçüncü bölümde özgeciliği şiirin tanımı içinde değerlendirir:

“...

Bir prens olduğu da doğrudur

Çünkü gün olur üleştirmeye kalkar

‘İki kanadını üç arkadaşa’ ...” (2011a: 233)

Şair, “Meyhanede Yazı Dersi” şiirinde şiirin olması gereken özelliğini ortaya koyarken özgeciliğe işaret eder:

“...

ne çarık, ne postal, ne artistik paten giyinsin mısraların!

buz, köz ya da diken üstünde

çıplak ayakla yürümeyi öğrensinler;

dikenden, buzdan, közden

süt emmek için, süt,

gül dermek için, gül!” (2013:67).

Cahit Koytak, Cahit Zarifoğlu için şiirler kaleme almıştır. Bunlardan birinde şairi, tam bir diğerkâmlık kahramanı olarak resmeder:

“ah bir bilsek, bir batında kaç Yakup

ve kaç Yusuf’a bölündün,

kaç Musa’yla Sina’ya,

kaç İsa’yla Galgota’ya yürüdün,

kaç Hamlet’i oynadın,

kırk yıl ve yedi yıla sığan

kısacık hayatında, ...” (2010b: 107).

Şair, “Çömezin Notları” şiirinde şiire duyduğu ilginin kendisini yaşamın başka yönlerinden uzaklaştırdığını belirtir. Bu bir diğerkâmlık örneğidir. Bu değeri ortaya koymanın ödülü de şiirde dile getirilmektedir:

“şiire duyduğum bağımlılık

dünyaya kör olmama yol açtı.

ama şiire gösterdiğim bağlılık,

taşların altını, kuyuların dibini,

kitapların özünü,

insanların içini

görmeyi öğretti bana” (2010b.: 130).

Şair, yukarıdaki şiiri takip eden “Cihangir” şiirinde de bir diğerkâmlık örneği sergiler:

“su ver avuçlarınla bana, şair,

su ver şırıldayan o çeşmeden!

sen atıyla işe gidip gelen,

ve yolda vitrinleri,

müzikholleri,

sinemaları fetheden

bir cihangir olursun,

ben de senin seyisin.

körlüğe, sağırlığa karşı

ikimiz de koşulsuz

hazırlıklı oluruz

biraz körlerle kör,

sağırlarla sağır

ve bütün iyi oyuncular gibi

ikimiz de yapayalnız” (2010b: 133).

Tevazu (Alçak Gönüllülük)

Tevazu, insanlara karşı alçakgönüllü ve yumuşak davranarak böbürlenmekten kaçınma anlamına gelen bir ahlak terimidir (Toksarı, 2006: 2029). “Alçak gönüllü kimse bütün insanları kendisi ile eşit sayar. Bütün insanlığı bir ve aynı Yaratıcının eseri, ortak bir ailenin çocukları olarak görür” (Hökelekli, 2013: 282). Bu bakımdan kavram, yüceltilen bir insani değer olarak karşımızdadır.

“Alçakgönüllülük hakikate duyulan sevgiden kaynaklanır ve bu sevgiye boyun eğer. Mütevazı olmak hakikati kendinden çok sevmektir” (Hökelekli, 2013: 282). Bu ifade de göstermektedir ki, tevazu, diğer birçok insani değerde olduğu gibi aşkın bir kavramla nedensellik ilişkisi içerisindedir. Yani tevazu, hakikatin bir gereği olarak ortaya çıkmaktadır.

Cahit Koytak, “Mezmurlar” şiirinin “Tanrı’nın Nefesiyle Dolup Taşarak” alt başlıklı şiirinde, ağaran bir günün hissettirdiği Tanrısal yaratımın görünümlerine yer verir. “Uyku, balçık, belkemikleri, Tanrı’nın nefesi, ruh” kelimeleri, şiirin dokusunu sağlarken “kusurlar” kelimesi de mütevazı bir kulu işaret eder:

“... Benimle kim uyanacak, Tanrım!

Ki örterek kusurlarımı

Bana da ruhundan üflediğini

Haykırabileyim” (2011a: 168).

Şair, “Mezmurlar” şiirinin “İlk Atlas” alt başlıklı şiirinde,kulluk bilincine ermenin tevazuunu ortaya koymaktadır. Bilgelik, Tanrı karşısında haddini bilmeyle tevazu değerini gerektirmektedir.

“... Ama yıllar kör olduğumu gösterdi bana:

Dünya ışığına çıkınca

Göğü deldiğini sanan

Genç bir solucan gibi” (2011a:186)

Koytak, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat (2013) adlı yapıtının giriş şiiri olan “Prolog”da yaşamın anlamını, bütün gereksizliklerden sıyrılmış büyük bir uyumun mayası sadedinde olan “saflık”ta bulmaktadır. Bu “saflık”ın aşkın bir tevazua işaret edip “Yüce Sanatçı”nın “hilkat”e bahşettiği önemli bir değer olduğu izlenir:

“... karmaşık bilgileri

evde bıraktı ‘Yüce Sanatçı’,

hilkatin ilmihal kitabında.

yalnızca saflığı aldı yanına,

yaratırken kullandığı saflığı,

bir çiçekte, bir bulutta, bir tırtılda

değişmeden devam eden saflığı,

dağın, derenin, ormanın ve çöllerin saflığını:” (2013:10)

Şairin “Ev Türküsü” adlı şiirinde, evini bilginin mekânı hâline dönüştürdüğü ve bunu şen bir hava içinde mütevazı bir yaşamın anahtarı olarak gördüğü izlenir. Bu şiirde bizleri, yalın, şen ve Tanrı fikrinden, varlığından memnun mütevazı bir şair karşılar. Felsefî atıfların yer aldığı şiirde, bilgi ve tevazu uyumlu bir ikili olarak işlenir:

“ şairim ben, varlığın evinde oturuyorum,

düzgün ve temiz tutuyorum onu,

her gün silip süpürüyorum,

havalandırıyorum, serâzat rüzgârla.

buna karşılık, Ev sahibim de

kira almıyor benden.

... sonra tarlaları suvarmaya gidiyorum,

çayırları biçmeye,

kendi küçük göğümde;

ikindi üzeri, serin gölgeleriyle

perçemlerinizi, yüreklerinizi yalayan.

göçmen kuşlarla dolduruyorum ıssız sahillerimi,

sonra kendim de karışıp onların arasına

alçak uçuşlarla, sizin göklerinizde

kendi küçük kanatlarımı deniyorum; ...” (2013: 41).

“Sıradanlığın Metafiziği” adlı şiirinde şair, aşkı ve aşkın karşısında değersiz kıldığı unsurları karşılaştırır. Sıradanlığın ve aşkın yüceltildiği bu şiirde tevazu bir değer olarak yükselir:

“sade ama pahalı kostümler, ucuz ama markalı dostluklar,

paneller, ödüller, tv söyleşileri, ve alkış ve övgü ve boya

görünmez kılar insanı

aşksa içini gösterir kişinin

bakar ve anlarsınız hemen, bakar ve anlarsınız,

aşktır içi görünen adam ...” (2013: 54).

Şair, “Değişim” şiirinde yalın ve mütevazı tercihlerini Tanrısal bir katılımla aktarır. Ona göre bu tevazu, kişiyi yaşamsal değerin istenilen yollarına vardırmaktadır:

“ana yollarını bıraktım, yayalar için değil o yollar;

ruhuyla yola dokunmaktan

hoşlananlar için değil

keçiyollarını yeğliyorum ben ve keçiyolları içinde de,

Tanrı’nın kalbime

kalbimdeki evine,

kalbimdeki bekar evine gelip giderken kullandığı,

bütün gönüllerin içinden geçen

gizli patikayı arıyorum,” (2013: 102).

Koytak, “Şeylerin Dili” şiirinde “odadaki nesnelerden biri”nin dillenerek insana nasihatte bulunduğunu işler. Tevazu değerinin izlendiği bu dizeler şunlardır:

“odadaki nesnelerden biri

“bak insanoğlu, diyor, kendini yiyip bitirme öyle, insanın kendisi de dahil, fani olan hiç kimse, hiçbir şey

bu kadar derin kazmaya gelmez, deliniverir” (2011b: 36).

Şair, Yoksullar ve Şairlerin Kitabı IIde (2010) yer alan “Sol Elle Yazılanlar” başlıklı şiirinde şiirin nasıl olması gerektiğini ortaya koymaya çalışır. Aşağıdaki dizeler, şiir ve tevazu ilişkisi üzerinden bir şairin şiirinde yer alması gereken önemli bir özelliğe işaret etmektedir:

“...

Ama yalınayak bir yolcunun hafifliği Ve içtenliği olsun istiyorsun şiirinde, Sıfatları azaltmalısın!

Sözün gıcırtılı çizmelerini çıkarmalı,

Onları kösele kemirmeye meraklı fareler için Yolun kenarına bırakmalısın!

Az yemeli, az içmeli, az uyumalı Ve hepsinden önemlisi

Az konuşmalı şiirin! ...” (2010b: 8).

BEŞİNCİ BÖLÜM

Sonuç

Değerler, birey ve toplum yaşamında oldukça önemli bir görev üstlenmektedir. Bu anlamda değerleri, eğitsel faaliyetler için bir hareket noktası kılmak ve böylece birey ve toplum yaşamının daha sağlıklı olması için onlardan istifade etmek gerekir. Bu kabul, değeri, birey ve toplum yaşantısı için eğitsel bir unsur kılar. Birey ve toplum yaşamının vazgeçilmez değerleri olan vicdan, adalet, merhamet, şefkat, bilgelik/hikmet, insaniyet, yücelik, özgecilik ve tevazu bu mantık içerisinde büyük önem taşımaktadır. Cahit Koytak’ın geniş katmanlı şiirlerinde söz konusu olan bu değerler “yüceltilmiş insana özgü” davranışlar olması bakımından okuyucuya önemli telkinlerde bulunulmasını sağlamaktadır. Bu açıdan şiir türünün imkânları doğrultusunda, estetik yargıların renk kattığı edebî esere yöneldiğimizde Cahit Koytak’ın şiirlerinin oldukça elverişli örnekler olduğu görülmektedir. Şiirin değerlere, değerlerin de şiir türüne kattığı niteliği, söz konusu şairin şiirlerinde görmek, takip etmek mümkündür. Bu anlamda, değer aktarımı konusunda karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Cahit Koytak, şiirlerinde yaşam ve şiir arasında kurduğu sıkı bağlarla sıralanan değerlerin önemli bir işleve sahip olduğunu ortaya koymuş ve eserleriyle değerlerin geri planda bırakıldığı bir yaşamın olumsuzluğuna işaret etmiştir. Dolayısıyla birçok değerin kaynağı niteliğinde başta vicdan olmak üzere, adalet, merhamet, şefkat, bilgelik/hikmet, insaniyet, yücelik, özgecilik ve tevazu farklı anlamlarla şiirlerde bir mantık örgüsü kurmuştur. Bu değerler, kimi zaman doğrudan kimi zaman da dolaylı bir şekilde şairin şiirlerinde yer alarak estetik bir boyut kazanmıştır. Dünyada yaşanan savaşlar ve yıkımlar; insanlığın geçmişteki acı yaşanmışlıkları; hayata dair bazı hâller; bilgi ve inanç; sanat ve metafizik gibi birçok kavram ve mesele değerler ekseninde şiirleşmiştir. Böylece değer ve şiir kavramlarının kurduğu ilişkide, sıralanan değerlerin öznesi olarak yüceltilmiş insan ön plana çıkmış ve okuyucunun şiirsel sağaltımın muhatabı olarak onu örnek alması sağlanmaya çalışılmıştır.

Öneriler

Değerler, eğitsel bir unsur olarak eğitim-öğretim faaliyetlerinde işlenmelidir.

Eğitim-öğretim faaliyetlerini ileri boyutlara taşıyacak kuramsal çalışmaların merkezinde değer kavramı ve bileşenleri olmalıdır.

Değer, farklı disiplinlerle ilişkili olarak ele alınmalı ve ortaya çıkan sonuçlar tartışılmalıdır.

Değer aktarımında sanat ve edebiyatın rolü ön plana çıkarılmalıdır.

Birçok değerin somutlaşma imkânı bulduğu edebî metinler önemsenmeli ve bir aktarım unsuru olarak irdelenmelidir.

Cahit Koytak’ın şiirleri değerler temelinde okunmalı ve bu okuma biçimi başka şair ve yazarlar için de yaygınlaştırılmalıdır.

Cahit Koytak’ın şiirlerinde amaçlanan bireysel ve toplumsal iyileştirmenin merkezinde olan “yüceltilmiş insan”a odaklanılmalıdır.

Cahit Koytak’ın şiirlerinde yer alan değerlerin öznesi “yüceltilmiş insan” rol- model teşkil edecek belirlemeler doğrultusunda tanıtılmalıdır.

Cahit Koytak’ın şiirleri, tematik olarak çeşitli başlıklar altında incelenmeli ve elde edilen bulgular yorumlanarak bilimsel bir çerçeve içinde sunulmalıdır.


KAYNAKÇA

Adıyan, A. (2012). Cahit koytak şiirinde öteki’nin beriki’leşmesi, İstanbul Bir Nokta (Cahit Koytak Özel Sayısı), S.126.

Adorno, T.W. (2004). Edebiyat yazıları. İstanbul: Metis Yayınları.

Akarsu, B. (2002). Değişen dünyada bilim ve değerler, Bilgi ve Değer (Bilgi ve Değer Sempozyumu Bildirileri). Ankara: Vadi Yayınları.

Altun, S. A. Eğitim yönetimi ve değerler, Değerler Eğitimi Dergisi (Journal of Values Education-Turkey), c.1, S.1, 7-18.

Akbaş, O. (2008). Değer eğitimi akımlarına genel bir bakış, Değerler Eğitimi Dergisi, c.6, no.16.

Akıncı, A. (2005). Hayata anlam vermede dinİ değerlerin ve din öğretiminin rolü, Değerler Eğitimi Dergisi, 3 (9), 7-24.

Akkanat, C. (2010). Edebiyat hayat memat. İstanbul: Okur Kitaplığı.

Akkanat, C. (2012). Gelenek ve İkinci Yeni şiiri. İstanbul: Okur Kitaplığı.

Aktaş, Ş., Gündüz, O. (2011). Yazılı ve sözlü anlatım/Okuma-dinleme, konuşma- yazma.(15. Baskı). Ankara: Akçağ Yayınları.

Aktaş, Ü. (2010). Aklın hakikati aşkın şiiri. İstanbul: Okur Kitaplığı.

Aktaş, Ü. (2012). Edebiyat, ideoloji vepoetika. İstanbul: Okur Kitaplığı.

Altıntaş, R. (2002). İslam düşüncesinde tevhid ve estetik ilişkisi. İstanbul: Pınar Yayınları.

Altuntaş, Y. E. http://www.haberkultur.net adresinden 27.05.2014’te alınmıştır.

Aristoteles. (2010). Poetika. İstanbul: Can Yayınları.

Arslan, A. (2001). Felsefeye giriş. Ankara: Vadi Yayınları.

Arslan, Z. Ş., Yaşar F. T. (2007). Yükselen “değer” kavramı üzerine eleştirel bir yaklaşım. DEM Dergi, Y.1, S.1.

Atlansoy, H. (2003).Dağın öteki yüzüne çizilen büyük atlas, Hece, Y.7, S.82.

Aytaç, G. (2009). Edebiyat yazıları 2000-2010. Ankara: Phoenix Yayınevi.

Bağlı, M. (2010). Modernizme direnen estetik. İstanbul: Kapı Yayınları.

Baş, G., Beyhan, Ö. (2012). Türkiye’de değerler eğitimi konusunda yapılmış lisansüstü tezlerin farklı değişkenler açısından değerlendirilmesi, Değerler Eğitimi Dergisi, c.10, no.24, 55-77.

Benjamin, W. (1995). Son bakışta aşk. İstanbul: Metis Yayınları.

Berendt, J. E. (2010). Caz kitabı /Ragtime ’dan Fusion ve Sonrasına (3. Bs.) (çev. Neşe Ozan). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Berfe, S. (2003). Cahit Koytak’ın olmadığı yoksul antolojiler diyarı, Hece, Y.7, S.82.

Bilgiz, M. (2007). Kur’an açısından vicdan ve değeri. İstanbul: Beyan Yayınları.

Bulaç, A. (2007). İslâm dünyasında eğitim, sivil bir hareket olmalı (haz. Ramazan Akkır), DEM Dergi, Y.1, S.3.

Büyükdüvenci, S. (2002). Değer’in değeri üzerine, Bilgi ve Değer (Bilgi ve Değer Sempozyumu Bildirileri), Ankara: Vadi Yayınları.

Büyüköztürk, Ş., Kılıç Çakmak, E., Akgün, Ö. E., Karadeniz, Ş., Demirel, F. (2011). Bilimsel araştırma yöntemleri. Ankara: Pegem Akademi Yayınları.

Celep, M. (2012). Cahit Koytak’ın Defter şiiri üzerine, İstanbul Bir Nokta (Cahit Koytak Özel Sayısı), S.126.

Cevizci A. (2002). Felsefe sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları.

Çağan, K. (2010). Hakikati ifade biçimi ya da hakikatin bilgisi olarak şiir (2. bs.), Hece (Türk Şiiri Özel Sayısı), S.53-54-55.

Çağrıcı, M. (1989). İslam Düşüncesinde Ahlâk. İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.

Çınar, A. (2006). Modern zamanların değer arayışı: varlık-bilgi-değer birliğinin önemi, Değerler Eğitimi Dergisi, 4, (11), 53-68. Değerler Eğitimi Merkezi.

Çotuksöken, Y. (2012). Türkçe dil ve edebiyat terimleri sözlüğü. İstanbul: Papatya Yayıncılık.

Değirmenci, A. (2008). Yozlaşma ve baskı ortamında sanat. İstanbul: Ekin Yayınları.

Demirezen, İ. (2007). Hikâyeler ve ahlâk tasavvuru, Değerler ve eğitimi (Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 26-28 Kasım 2004-İstanbul), İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.

Devellioğlu, F. (2008). Osmanlıca-Türkçe ansiklopedik lûgat (25. bs.). Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları.

Dil Derneği. http://www.dildernegi.org.tr adresinden 02.07.2014’te alınmıştır.

Doğan, D. M. (2011). Doğan büyük Türkçe sözlük. Ankara: Yazar Yayınları.

Durman, N. (2012). İlk Atlas ile yakınlık kurduğum şiir, İstanbul Bir Nokta (Cahit Koytak Özel Sayısı), S.126.

Elbir, B., Bağcı, C. (2013). Değerler eğitimi üzerine yapılmış lisansüstü düzeyindeki çalışmaların değerlendirilmesi, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 8/1, 1321­1333.

el-Büleyhİ, S. İ. (2006). Kur’ân isimleri antolojisi. İstanbul: Pınar Yayınları.

Emre, A. (2006). Şiir: Dilin En Güzel Gemisi, Hece, Y.10, S.110.

Erdoğan, M. (2010). Şiir-hayat ve şiir-ahlak ilişkisi üzerine, Hece (Türk Şiiri Özel Sayısı), S.53-54-55.

Felski, R. (2010). Edebiyat ne işe yarar? (çev. Emine Ayhan). İstanbul: Metis Yayınları.

Feyzi, M. (2012). Cahit Koytak ile söyleşi, İstanbul Bir Nokta (Cahit Koytak Özel Sayısı), S.126.

Fidan, N., Erden, M. (1998). Eğitime giriş. Ankara: Alkım Yayınevi.

Gündoğan, A. O. (2007). Ben ve öteki: değerler dünyasının gerginliği, Değerler ve eğitimi (Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 26-28 Kasım 2004- İstanbul), İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.

Gündüz, Ş. (1998). Din ve inanç sözlüğü. Ankara: Vadi Yayınları.

Hacıkadiroğlu, V. (2002). Değerlerin temellendirilmesi, Bilgi ve değer (Bilgi ve Değer Sempozyumu Bildirileri), Ankara: Vadi Yayınları.

Hece(2003). Cahit Koytak: ‘Şiiri hep fonunda sessizlikten ve derin bir mavilikten başka bir şeyin görünmediği bir çift büyük beyaz kanat imajı ve o kanatların hışırtısı olarak düşünmüşümdür.’ Y.7, S.82.

Hökelekli, H. (2013). Psikoloji, Din ve Eğitim Yönüyle İnsani Değerler. İstanbul:Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.

Illıch, I. (2013). Okulsuz toplum (çev. Mehmet Özay). İstanbul: Şule Yayınları.

Işık, İ. (2004). Türkiye yazarlar ansiklopedisi c.2. Ankara: Elvan Yayınları.

İlbak, Ü., Acar, Z., İlhan, A. (2014). Cahit Koytak şiiri ekseninde bir sohbet (Metin düzenleme, yazım: Zafer Acar), Dil ve Edebiyat Dergisi 2013 Şiir Yıllığı, (haz. Zafer Acar). İstanbul: TDED Yayınları.

İmamoğlu, A. (2010). Vicdan kavramının psiko-sosyal tahlili, Akademik İncelemeler Dergisi, Sakarya Üniversitesi SBE, c.5, S.1, 127-144.

İnalcık, H. (2011). Şair ve patron. Ankara: Doğu Batı Yayınları.

İnam, A. (2008). Değerler hayatımızın kendisidir. Değerler biziz (Röportaj: Ömer Faruk Ocakoğlu). DEM Dergi, Y.2, S.5.

İzzetbegoviç, A. (2013). İslam deklarasyonu. İstanbul: Fide Yayınları.

Janki, D. (2005). İnsani değerler. İstanbul: Okyanus Yayınları.

Kaplan, M. (2012). Şiir tahlilleri 2-Cumhuriyet devri Türk şiiri. İstanbul: Dergâh Yayınları.

Karakoç, S. (1997). Edebiyat yazıları I/Eğik ehramlar. (3. Baskı). İstanbul: Diriliş Yayınları.

Karataş, T. (2004). Ansiklopedik edebiyat terimleri sözlüğü. Ankara: Akçağ Yayınları.

Karatay, H. (2011). Karakter eğitiminde edebi eserlerin kullanımı, Turkish Studies- International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 6/1, p. 1398-1412.

Karcı, M. R. (2003). Cahit Koytak şiiri, Hece, Y.7, S.82.

Kaygana, M., Yapıcı, Ş., Aytan, T. (2013). Türkçe ders kitaplarında değer eğitimi, The Journal of Academic Social Science Studies International Journal of Social Science, Volume 6 Issue 7, 657-669.

Kenan, S. (2009). Modern eğitimde kaybolan nokta: değerler eğitimi, Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri / Educational Sciences: Theory & Practice 9 (1), 259-295.

Kocaoluk, O. H. (2011). Türkçe atasözleri ve deyimler sözlüğü. İstanbul: Kocaoluk Yayın Evi.

Koytak, C. (2009). Gazze risalesi. İstanbul: Pınar Yayınları.

Koytak, C. (2010a). Yoksulların ve şairlerin kitabı 1 (2. Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları.

Koytak, C. (2010b). Yoksulların ve şairlerin kitabı 2. İstanbul: Timaş Yayınları.

Koytak, C. (2010c). Yoksulların ve şairlerin kitabı 3. İstanbul: Timaş Yayınları.

Koytak, C. (2011a). ilk atlas. (2. Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları.

Koytak, C. (2011b). Yeni başlayanlar için metafizik. İstanbul: Timaş Yayınları.

Koytak, C. (2012). Cazın ırmakları. İstanbul: Timaş Yayınları.

Koytak, C. (2013). Ölüme çare ya da şen maneviyat. İstanbul: Timaş Yayınları.

Koytak, C. (2014). Dudakta bekletilen şarkılar (Zamanı bekleten şarkılar 1). İstanbul: Timaş Yayınları.

Kuçuradi, I. (2003). İnsan ve Değerleri, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.

Kurtoğlu, M. (2012). Bilginin şairi: Cahit Koytak, İstanbul Bir Nokta (Cahit Koytak Özel Sayısı), S.126.

Leirvik, O. (2007). Hoşgörü, vicdan ve dayanışma: ahlâk ve din eğitiminde küreselleşen kavramlar, Değerler ve eğitimi (Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 26-28 Kasım 2004-İstanbul), İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.

Lekesiz, Ö. (2003). Cahit Koytak için bir terceme-i hâl, Hece, Y.7, S.82.

MEB, (2006). İlköğretim Türkçe Dersi (6-7-8. Sınıflar) Öğretim Programı. Ankara. http://ttkb.meb.gov.tr/www/ogretim-programlari/icerik/72                                     adresinden

19.08.2014’te alınmıştır.

Mengüşoğlu, M. Ö. (2005). Vahiy ve sanat. İstanbul: Pınar Yayınları.

Mengüşoğlu, M. Ö. (2012a). Bir kelime mesafesi. İstanbul: Okur Kitaplığı.

Mengüşoğlu, M. Ö. (2012b) Kalbim mühürlenmeden (haz. Asım Öz). İstanbul: Okur Kitaplığı.

Mengüşoğlu, M. Ö. (2012c). Cahit Koytak şiiri (Türkçede bir milat), İstanbul Bir Nokta (Cahit Koytak Özel Sayısı), S.126.

Moran, B. (2012). Edebiyat kuramları ve eleştiri. İstanbul: İletişim Yayınları.

Müftüoğlu, A. (2010). Yeni bir zamanı başlatmak. Ankara: Hece Yayınları.

Okay, O. (1998). Sanat ve edebiyat yazıları. İstanbul: Dergâh Yayınları.

Oktay, A. S. (2007). İslam düşüncesinde ahlakİ değerler ve bunların global ahlaka etkileri, Değerler ve eğitimi (Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 26­28 Kasım 2004-İstanbul), İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.

Örs, A. (2008). Direnen edebiyat, Tasfiye, Y.4, S.16.

Öz, A. (2012). Cazın ırmakları, Cahit Koytak, Varlık, Y.79, S.1254.

Özdenören R. http://yenisafak.com.tr/yazarlar/RasimOzdenoren/cazin-irmaklari-ya-da- ritim-ve-melodi/36033 adresinden 28.06.2014’te alınmıştır.

Özensel, E. (2003). Sosyolojik bir olgu olarak değer, Değerler Eğitimi Dergisi (Journal of Values Education-Turkey), C.1, S.3, 217-239.

Özsoy, Ö., Güler, İ. (2009). Konularına göre Kur’an (Sistematik Kur’an fihristi) (13. bs.). Ankara: Fecr Yayınevi.

Öztürk, M. (2011). Kur’an-ı Kerim meali-Anlam ve yorum merkezli çeviri. İstanbul: Düşün Yayıncılık.

Öztürk, Z. (2005). On Beşinci yüzyıl şairlerinden Akşemseddinzade Hamdullah Hamdi’nin Yusuf ve Zeliha mesnevisinde işlenen değerler, Değerler Eğitimi Dergisi, 3 (10), 41-72.

Poyraz, H. (2007). Değerlerin kuruluşu ve yapısı, Değerler ve eğitimi (Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 26-28 Kasım 2004-İstanbul), İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.

Sağlık, Ş. (2003). Cahit Koytak’ın hece dergisinde yayımlanan bazı şiirlerini göndermeler/metinlerarasılık bağlamında okuma denemesi, Hece, Y.7, S.82.

Said, E. (2005). Hümanizm ve demokratik eleştiri. İstanbul: Agora Kitaplığı.

Sayar, Kemal (1995). Hüzün hastalığı. İstanbul: İz Yayıncılık.

Sayar, K. (2010). Merhamet/Kalbe dönüş için son çağrı. İstanbul: Timaş Yayınları.

Schopenhauer, A. (2005). Okumak-yazmak ve yaşamak üzerine (çev. Ahmet Aydoğan). İstanbul: Şule Yayınları.

Soykan, Ö. N. (2007). Genel geçer bir ahlâk olanaklı mıdır?, Değerler ve eğitimi (Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 26-28 Kasım 2004-İstanbul), İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.

Sönmez, V. (2008). Eğitim felsefesi. Ankara: Anı Yayıncılık.

Su, H. (2005). Yazı, söz ve edebiyatın gücü, Hece, Y.9, S.102.

Şakar, C. (2010). Yazının gizledikleri. İstanbul: Okur Kitaplığı.

Şakar, C. (2011). Edebiyatın sırça kulesi. İstanbul: Okur Kitaplığı.

Şakar, C. (2012). imge, gerçeklik ve kültür. İstanbul: 2012.

Şimşek, T. (2010). Masaldan destana: Dağlarca’nın şiiri, Hece (Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Yerlilik Özel Sayısı), S.162-164.

Tagore, R. (2008). Rusya’dan mektuplar. İstanbul: Agora Kitaplığı.

Tahir Gürçağlar, Ş. (2011). Çevirinin ABC’si. İstanbul: Say Yayınları.

Tamgüç, R. (2012).Varoluşçu bir poetika oluşturmak: Cahit Koytak deneyimi, İstanbul Bir Nokta (Cahit Koytak Özel Sayısı), S.126.

Tepe, H. (2002). Değerler ve değer bilgisi, Bilgi ve değer (Bilgi ve Değer Sempozyumu Bildirileri). Ankara: Vadi Yayınları.

Timaş Yayınları (Yayınevinin tanıtım bilgilerinden). http://www.timas.com.tr adresinden 18.06.2104’te alınmıştır.

Todorov, T. (2008). Poetikayagiriş, İstanbul: Metis Yayınları.

Toksarı. A. (2006). İslam ’da inanç, ibadet ve günlük yaşayış ansiklopedisi (Ed. İbrahim Kâfi Dönmez). İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.

Tosun, N. (2005). Değer yitiminin doğal sonucu, Hece, Y.9, S.102.

Townsend, D. (2002). Estetiğe giriş, (çev. Sabri Büyükdüvenci). Ankara: İmge Kitabevi.

Tuğral, S. (2008). Kur ’an’da değerler sistemi. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.

Tunalı, İ. (2011). Estetik. İstanbul: Remzi Kitabevi.

Türinay, N. (2006a). Doksan sonrası şiir ve Cahit Koytak şiiri, Hece, Y.10, S.110.

Türinay, N. (2006b). Cahit Koytak şiiri, Hece, Y.10, S.112.

TDK. http://www.tdk.gov.tr/index adresinden 02.06.2014’te alınmıştır.

Utku, G. (2005). Gösteri çağında edebiyatın gücü, Hece, Y.9, S.102.

Utku, G. Y. (2010). Çıkınımızda ne var?, Hece (Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Yerlilik Özel Sayısı), Y. 14, S.162-164.

Yapı Kredi Yayınları (2003). Tanzimat’tan bugüne edebiyatçılar ansiklopedisi c. 2. İstanbul.

Yavuz, Ş. (2007). Değerlerin şeceresi, doğası, sınırı ve devamlılığı: değerlerin dini ve sosyal karakteri ve sürekliliği, Değerler ve eğitimi (Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 26-28 Kasım 2004-İstanbul), İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.

Yazıcı, M. (2013). Toplumsal değişim ve sosyal değerler, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/8, p. 1489-1501.

Yener, A. G. (2005). Edebi metin ve politik iktidar. Hece, Y.9, S.103.

Wallerstein, İ. (2012). Modern dünya sistemi. İstanbul: Yarın Yayınları.

Zarifoğlu, C. (1986). Bir Değirmendir Bu Dünya. İstanbul: Nehir Yayınları.

Zülaloğlu, F. (2010). Yolumuzu aydınlatan Kur’anİkavramlar. İstanbul: Ekin Yayınları.


EKLER

EK 1. Cahit Koytak’la Yapılan Görüşme

Görüşme tarihi: 15.06.2014-17.06.2014

Görüşme ortamı: e-posta

Görüşmeyi yapan: Ferhat ÇİFTÇİ

15.06.2014 tarihinde şaire e-posta yoluyla sorular yöneltilmiştir. Yöneltilen sorulara şair, 17.06.2014 tarihinde cevap vermiştir.

Şaire Yöneltilen Sorular

Çalışmamızda, bildiğiniz üzere şiirlerinize yönelik değer kavramı ekseninde bir yoklamada bulunduk. Özellikle ön plana çıktığını düşündüğümüz bazı değerler; vicdan temelinde adalet, merhamet, şefkat gibi kavramlar oldu. Siz bu değerleri nasıl tanımlıyorsunuz ve bu kavramların şiirlerinizde yer alma durumu nedir?

İnsan, yaşam içinde birtakım eylemlerde bulunur. Bu, çoğu zaman doğru bildiklerinin ortaya konulmasıyla sonuçlanır. Size göre değer yüklenecek ve iyi- kötü yargısında bulunulacak davranışların ölçüsü nedir? Bunlar kişiden mi, yoksa daha aşkın bir varlık/durum/düşünceden hareketle mi belirlenmelidir?

Şiir, genel anlamda söz, anlam ve estetiğin buluştuğu bir sanat olarak anlaşılmıştır. Bunlardan herhangi birine yöneldiğimizde şiirin hassas terazisinde bazı kaymalar gerçekleşiyor. Bu anlamda şiirde terazinin dengesini değil de mantığını kuran bir öz/değerden bahsetmek mümkün müdür? Neler söylersiniz?

Birçok şairin şiirinde yüceltilmiş veya hedeflenen bir insan modeli karşımıza çıkar. Kimi şairler, sembol isimlerle genel olarak varmak istediği dünya/düşünce/ideali daha da somutlaştırmak istemişlerdir. Sizin şiirinizde ise insani bir duyuş tarzıyla kabullerin genişlediği bir durum söz konusu. Bu anlamda şiir kahramanına yüklenen idealin sizde peygamberler, filozoflar, şairler, yazarlar... tarafından paylaşılmış olduğunu görüyoruz sanki. Neler söylersiniz, bu tespitin doğruluk payı var mıdır?

Şiirlerinizde yer alan “güzel sözlerin cini”, “a kuzum” a beyaz fare” kullanımlarına nasıl yaklaşmamız gerekir. Bu seslenişlerin muhatabı okuyucu mu, şairin kendisi mi? Bunlarla söz konusu olan telkinler nelerdir?

İnsan, iyi-kötü ayrımında sorumlu bir varlık olarak tercihleriyle değerlendirilecek bir konuma sahiptir. İlahi eksende insanın karşılığı genel olarak böyledir. Bu anlamda insanın yüceltilmesi problemli bir başlangıç mıdır? “Yücelik” vasfı, insanla nerede, nasıl buluşmaktadır?

Şiirlerinizin anlaşılması bağlamında yerlilik-evrensellik tartışmalarının söz konusu edildiği görülüyor. Bu bağlamda hakikate dair olanı nerede aramalıyız? Yerlilik ve evrensellik bir çatışma durumu içinde mi, yoksa bir buluşma zemininde mi anlaşılmalıdır? “Biz” kavramını kültürel, mekânsal karşılıklar mı, yoksa daha aşkın kavramlar mı oluşturmaktadır?

Genel olarak İslam dünyasında, Batı’ya ve modernizme karşı her zaman için bir karşıtlık durumu söz konusu olmuştur. Bu durum, “yaralı bilinç”lerin savunması anlamında gür sesli, hakikati karşı tarafa haykıran bir üslubu doğurmuştur. Şiir dilinde de bu “yaralı bilinç”in örneklerine rastlamak mümkündür. Sizin şiirinizde genel olarak tepkisel/delişmen bir dil yerine dingin ve doğruyu içselleştirmiş bir dile rastlıyoruz. Bu anlamda, özellikle sosyal meselelere ilişkin şiirlerinizde, karşıtlığın bu naif dil ekseninde hem içsel hem de dışsal bir muhatabı var. Dolayısıyla şiirinizin bir ötekisinden bahsedilecek olsa bu nedir/kimdir ve buna söz konusu ettiğimiz dille yaklaşılmasında nasıl bir fayda gözetilmektedir?

Şiirinizin niceliksel bütünlüğü konusunda bazı eleştiriler söz konusu. Bu durum, şiirin varlık bulmasında alışılagelen sözü kırpma, eksilterek anlamı gizleme ve şiiri mecaz planında imgesel kılma kabullerinden ileri geliyor. Oysaki siz, genel olarak şiirin bu şekilde anlaşılmaz kılınmasıyla kendi doğal mecrasından uzaklaştığı kabulüne sahipsiniz ve bu anlamda şiirselliğin yaygınlaştırılmasından yanasınız. Bu konuda çok yazan başka şairleri örnek göstererek yaptığınız işi doğru kılmaya çalışanlar da var. Fakat bu durumda pek ikna edici bir karşılığa sahip bulunmamaktadır. Yaptığımız okumalar sonucunda, öncelikle amaçlamış olduğunuz şiir külliyatıyla bireysel ve toplumsal sağaltımın gerçekleşmesi peşinde sözü kendi özsel karşılığında yücelttiğiniz ve bunu yaygınlaştırmaya çalıştığınız izlenimini edindik. Bu anlamda şiir yekûnunuzun, yitirdiğimiz birçok değerin yeniden onarımına yönelmenin doğal bir karşılığı olarak külliyatlaştığı fikrine vardık. Bu durum, “çok yazıyor olmak”tan önce “ne ve ne için yazmak”la ikincil bir planda kalıyor ve kendi şiir mantığınızın tutarlılığı açısından çok yazdığınız olumsuzlamasını yersizleştiriyor. Belki de günümüzde büyük anlatıların varlığına ilişkin şüpheler böyle bir düşüncenin oluşmasına olanak sağlıyor. Biz, genel olarak bu kanaatlere vardık. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Son olarak şiirlerinize ilişkin belirlemelere müdahil olmadığınız konusunda birçok tanıklığa rastladık. Şiiri, sanatı hakkında konuşan bir sanatçı/şairin durumu nedir? Sanatçının sözcüsü eserleri midir?

Çok teşekkürler... Ferhat ÇİFTÇİ

Cahit Koytak’ın Cevabı

“Sevgili Ferhat,

güzel, anlamlı, derinlikli ve insanı uzun uzun cevaplar yazmaya kışkırtan sorularını okudum, sonra düşündüm, düşündüm ve mailine vereceğim en iyi ve doğru cevabın, pek çok şiirsevere, araştırmacıya, tez öğrencisine yaptığım şeyi yaparak, sana ilişikteki şiiri göndermek olacağına karar verdim. Beni anlayacağına ve mazur göreceğine inanıyorum.”

AĞACA, RÜZGÂRA, YAĞMURA

POETİKALARI SORULSA...

Badem ağacına çiçeğinden sual olunsa,

“Baharı bekleyin

ve bunu saka kuşuna sorun!” diyecektir.

Yağmurdan kendini anlatması istense,

“Tohum olun

ve bunu toprağa sorun!” diyecektir.

Bir kayadan bilgi sorulsa, suskunluğuna dair, “Kulaklarınızı tıkayın ve bunu kalbinize sorun!” diyecek sonra tutup daha derin bir sessizliğe gömülecektir.

Şairden de konuşması istenecek olursa, şiir hakkında kimi şair saatlerce, belki günlerce konuşur size.

İyi olan da budur belki.

Çünkü böyle biri, konuşa konuşa, şiirin gökçe haritasını avucunun içi gibi serebilir gözlerinizin önüne.

Size su çektiği kuyuları, tırmandığı burçları gösterebilir.

Elinizden tutup, meleklerle ya da cinlerle çene çaldığı gök katlarını ya da mağaraları gezdirebilir size.

Ne mutlu bunu yapabilen şaire! Ve ne mutlu onu dinleyenlere!

Ama kimi şair de konuşmayacaktır sizinle. Çünkü bakın, konuşmasını sevmeyebilir böyleleri; belki beceremez de.

Ve kendisine şiir hakkında sorulduğunda, “Rüzgârı dinleyin! der; geceyi dinleyin, denizi dinleyin! der.

Şehirlerin uğultusuna kulak verin!

Şehirlerin, ormanların, mezarların uğultusuna...

Kulağınızı toprağa, ağaca, yastığa, aşıkların kalbine, meczupların beynine, hamile anaların karınlarına dayayın ve Varlığın sesini oralarda dinleyin! der.

Bunları söyler ve susar; belki ötesini bilmediği için, belki sorulardan korktuğu için, belki de, yalnızca şiirin sesi duyulabilsin diye bunları söyler ve susar.

Evet, bunları söyler ve susar kanatlarının hışırtısı duyulabilsin diye, şiirin, Rüzgârın, gecenin, denizin, kalemin, fırçanın ya da mızrabın sesi, sessizliğin sesi, uyumun ve kaosun sesi...

Ve olabilir ki, yeterince sessiz, yeterince dingin bir anda, Tanrı’nın sesi duyulabilsin diye, tutar daha derin, daha büyük, daha dokunaklı ve daha konuşkan bir sessizliğe gömülür.

Cahit KOYTAK

‘Yoksulların ve Şairlerin Kitabı’ 3. Cilt




[1] Ömer Lekesiz, şaire ait ilk şiirin yayımlanma tarihinin Yapı Kredi Yayınlarının “Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi”nde (2001;2003) 1968 yılı olarak yanlış verildiğini tespit etmiştir.

[2] İlgili kaynakta Erzurum olarak geçmektedir. Şairle yapılan görüşme doğrultusunda düzeltilmiştir.



EK 2. Cahit Koytak’a Ait Bir Fotoğraf



















EK 3. Cahit Koytak’ın Şiir Kitaplarının Kapağı



















cahit koytak

yoksulların ve
şairlerin kitabı


cahit koytak

yoksulların ve

şairlerin kitabı

La p oe t ı c a c o m m e d ı a





EK 4.Hasan Aycın’ın Cahit Koytak Çalışması

(Hece dergisi, Y.7, S.82, 2003)

















Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar