CAHİT KOYTAK’IN ŞİİRLERİNDE YÜCELTİLMİŞ İNSANA ÖZGÜ DEĞERLER
Hazırlayan: Ferhat ÇİFTÇİ
İnsan
yaşamında önemli bazı hususlar vardır. Bu hususlardan birini “değer” kavramı
oluşturmaktadır. Değer, yaşamın anlamını bulmamızda bize ışık tutacak özsel bir
karşılığa sahiptir. Bu karşılığı, farklı boyutlarıyla bireysel ve toplumsal
hayatın birçok alanında görmek mümkündür. Bu bakımdan değerler, insanın önünde
duran çoklu yapının toparlayıcısı konumundadır ve bizler için birçok meselede
iyi ve kötünün temel belirleyicisi olmaktadır. Bu durumu edebiyat dünyası için
düşündüğümüzde, bizleri karşılayacak olan değer nesnesinin edebî eser olacağı
açıktır. Edebî esere ilişkin yapılacak bir değerlendirmede, bize estetik
yargılarda bulunma fırsatı verecek olan belirleyenlerden önemli birini yine
değer kavramı oluşturmaktadır. Bu açıdan edebî eserde değer, yazar ve okuyucuyu
buluşturan, esere anlam yükleyen bir niteliğe sahiptir. Aynı zamanda değerlere,
edebî eserin varlık bulmasını sağlayan önemli bir güç olarak da bakılabilmektedir.
Bu belirlemeler doğrultusunda Cahit Koytak’ın şiirlerine baktığımızda,
birbiriyle ilintili birçok değerin önemli bir paya sahip olduğu görülmektedir.
Bunlardan vicdan, adalet, merhamet, şefkat, hikmet/bilgelik, insaniyet,
yücelik, özgecilik ve tevazu ilk akla gelenlerdir. Koytak şiirinin tematik
bütünlüğü içinde bu değerler, birbirini üreten ve birbirini çoğaltan bir anlam
ağına sahiptir. Bu değerleri, şiirde idealize edişin bir karşılığı olarak
yüceltilmiş insana ait özellikler olarak okumak mümkündür. Özellikle vicdan
kavramının merkez değer olarak yer aldığı Koytak şiirinde, bu kavramla anlam
kazanan bir değerler dizininin bizleri karşıladığı görülür. Bu çalışmada Cahit
Koytak şiirlerinde söz konusu değerler dizinine odaklanılmış ve bu dizinin öznesi
olan “yüceltilmiş insan”a ulaşılmaya çalışılmıştır. Ayrıca bu insan özelinde
değer kavramının poetik çerçeve içinde nasıl bir anlama sahip olduğu da
yoklanmıştır.
Eğitim, insan
yaşamında önemli bir yer tutmaktadır. İnsan, eğitim sayesinde kendine yönelik
bir değerlendirmede bulunup istikametini belirleyecek bir imkân yakalamaktadır.
Eğitimle paralel bir şekilde ele alınacak kavramlardan birini hiç şüphesiz
değerler oluşturmaktadır. Değerler, insan yaşamının önemli unsurları olarak
eğitimden bağımsız bir şekilde ele alınamaz. Bir süreç olarak düşünülebilecek
eğitimin çerçevesini planlılık belirlerken muhatap kitlenin beklentilerini ve
onlara aktarılacak olanı değerler oluşturmaktadır. Bu bakımdan değerlere
eğitimin var edici unsurları olarak odaklanmak gerekmektedir. Tabii ki
değerleri, farklı boyutlarıyla ele alıp sınıflandırmak, onları farklı
disiplinlerin ışığında açıklamak mümkündür. Bu durum, bilim, sanat, felsefe
gibi farklı disiplinlerin değer olarak tanımlanmasıyla daha geniş bir boyut kazanmaktadır.
Dolayısıyla insan, değerlerle ilgili söz konusu edeceği bir meselenin
çerçevesini ve öncüllerini iyi belirlemelidir. Konunun bağlamı içerisinde
değerlerin işaret ettiği yargılar olan iyi, doğru, güzel olandan kopmadan
düşüncenin sınırlarını zorlamalı ve tutarlı bir yaklaşım ortaya koymalıdır.
Eğitim ve
değer kavramlarının içerisinde insanın kişisel ve toplumsal yaşamını düzenleyen
birçok kurucu unsura rastlamak mümkündür. Vicdan, adalet, ahlak bunlara örnek
olarak gösterilebilir. Bu değerlerle anılan birey toplum nezdinde önem
kazanmaktadır. Böylece bu değerlere sahip bireylerin toplumsal hayata değer
aktarma gayretleri de tutarlı hale gelmektedir.
Bireysel
tecrübelerin topluma aktarılma biçimlerinden birini sanatsal faaliyetlerden
edebiyat teşkil etmektedir. Bu açıdan değer ve tecrübe aktarımında edebiyatçıyı
bir özne olarak anlamlandırmak önem arz etmektedir. Bunu edebiyatçıların yerine
getirip getirmediği farklı bir meseledir, fakat değer odaklı bir yaklaşımda
böyle bir ödevin edebiyatın varlık nedenlerinden olduğu tartışmasızdır. Bu
bakımdan çalışmada edebî bir tür olan şiire odaklanılmış, insanın duygu ve
anlam dünyasına seslenmenin bir imkânı olarak şiir ve değer kavramları
yoklanmıştır. Çalışmanın amaçlarını ortaya koyacak inceleme nesnesi olarak da
Cahit Koytak’ın şiirlerinin önemli karşılıklara sahip olduğu düşünülmüştür.
Hayatı anlamlı
kılan birtakım değerler vardır. Bu değerlerin aşınmasıyla insanoğlunda
huzursuzluk belirmekte ve geleceğe yönelik umutsuzluklar devreye girmektedir.
Bu bakımdan insan, girmiş olduğu muhasebe sürecinde kendisi için iyi ve güzel
olanın arayışında olmuştur hep. Genellikle insan arayışının odaklandığı şey
ise, yüceltilen bir fikir, ideoloji, nesne ve kavram gibi yaşamı idealize
ettiği bir değer olmaktadır.
Değer,
sözlükte birçok anlama gelmekle beraber, bir şeyin sahip olduğu yüksek vasıf;
kişiyi toplum içinde insan olarak yaşatan, toplulukla ve diğer insanlarla
uyumunu sağlayan, paylaşılmış, yaygınlaşmış ve netice olarak çoğunlukça
benimsenmiş tutum olarak tanımlanmaktadır (Doğan, 2011: 355). “Değer”,
hedeflenen örnek bireyin sahip olacağı tutum ve davranışları içeren genel bir
kavram olarak anlaşılmalıdır. Bu tutum ve davranışlara sahip olmak, birey ve
toplum açısından yüceltilmiş ve bunun doğal bir sonucu olarak kişilerin
eylemlerinde buna sahip olmaları önemsenmiştir. Değeri, bireylerin topluma
uyumunu sağlayan standartlar olarak görmek (Elbir ve Bağcı, 2013: 1322)
yerindedir. Dolayısıyla kişilerin yüce değerlere, güçlü inançlara ve belirlenmiş
ideallere sahip oluşları, bir toplumda hangi davranış kalıplarının
ölçülebileceğine ilişkin normları da belirlemiştir (Özensel, 2003: 233).
İnsan, değer
yüklenmiş bir varlık olarak hayatta önemli bir yere sahiptir. Değer kavramının
öznesi olmak, onun en önemli özelliklerinden biridir. Bu nedenle farkında olmak
ve söz konusu değerliliği yitirmemek için bir çaba içerisinde olmalıdır.
Eğitim, bu çabanın oluşmasında başat bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
İnsan hayatında kurucu role sahip birçok değerin eğitim sayesinde yaşam bulduğu
bir gerçektir. Aynı şekilde, değerlerden arındırılmış bir eğitimin
düşünülmeyeceği görülmektedir (Altun, 2003: 10). Bu bakımdan değerlerin
konuşulması, ileri sürülmesi ve kavratılması çok önemlidir. Eğitim-öğretim
süreçlerinde “değerler eğitimi” olarak programlanan ve planlanan çalışmaların
temelinde bu vardır. Fakat bu temel, çıkılan yolda kişilerin planladığı her
uygulamanın doğru olduğu anlamını taşımamalıdır. Yüceltilen bir unsur olarak
değerlerin yanında değer aktarımının da önemsenerek asli mecrasından
uzaklaştırılmaması gerekir. Özellikle modernizmle baş gösteren ontolojik çatlak
ve postmodernizmin etik kodların içini boşaltarak bu çatlağı onarmada çaresiz
kalması, hakikatle bağı kurulmuş bir değerler teorisini zorunlu kılmaktadır
(Çınar, 2006: 53). Bedia Akarsu: “Kültürü, uygarlığı yaratan, bilimde,
teknikte, sanatta, felsefede bunca ilerlemeyi başaran insan, kendini de aynı
ölçüde insan olma yolunda ilerletebilmiş mi?” (2002: 15) diye sorar. Seyfi
Kenan’ın şu düşünceleri de, değerlere yönelik belirlemeler konusunda oldukça
önem taşımaktadır:
“Pozitivizmden
beslenen modern eğitim, bize insanların neyi tercih edip neyi doğru
bulduklarını anlatabilmekte, ama neyi tercih etmeleri ya da neyi doğru ve iyi
bulmaları gerektiği hususunda yol gösterememektedir. Bu da bizi şu önemli
sorunla karşı karşıya bırakmaktadır; hayatı mümkün kılan ve toplum hayatını
devam ettiren adalet, merhamet, cömertlik gibi temel ahlaki-toplumsal değerler
nereden, hangi anlayıştan, hangi kaynaktan ve nasıl beslenecektir? Bu soru,
üzerinde düşünülmesi gereken oldukça önemli bir nokta olarak sadece
eğitimcilerin değil, gelecek neslin eğitim sorumluluğunu hisseden herkesin
önünde durmaktadır” (2009: 263).
Değerleri,
günümüzdeki karmaşık problemleri önleyecek ve giderecek bir çıkış noktası
olarak belirledikten sonra karşımıza çıkacak olan kaynak sorununu “hakikat”i
zikretmekle gideremeyiz. “Hakikat, kendisini kuşatmaya çalışan tüm bakış
açılarını aşkındır ve öyle de kalmalıdır. Çünkü bir doğruluk kriteri olarak
hakikat, bu aşkınlığıyla kendini haklı kılmakta, doğrulayıcı ve hatta yaratıcı
bir mehaz olarak varlığını ve hayatiyetini korumaktadır” (Aktaş, 2010: 10).
Peki, insanın
bu noktada yapması gereken nedir? İşlerlik kazandırılamayan bir hakikatin
somut, yaşama dokunur tarafları nasıl sağlanacaktır? Elbette bu soruların
cevabı kolay değildir ve bunlara, birçok bakış açısıyla geniş bir zeminde cevap
verilmesi gerekmektedir. Fakat bu durum, hakikatin mutlak bir kavram olarak
karşımızda olmasından kaynaklanmaktadır ve onun tezahürü olan değerleri
anlamaya ve anlamlandırmaya engel değildir. Bu açıdan değer olarak addedilen
birçok unsurun sağlamasını yapmak ve hangi bağlamda ele alındığına bakmak
gerekir.
Tarih,
değerleri uğruna çatışan ve çabalayan insanlarla ve onların öyküleriyle
doludur. Bu durum, kimileri için bir yanlışlık, kimileri içinse bir kahramanlık
yolu olarak anlam bulmaktadır. Bu anlamda dünyadaki yıkım ve çatışmalara karşı
“barış teolojisi”ni öne süren Şevket Yavuz, değerleri bir medeniyetin devamlılık
iksirini sağlayan ezelİ bir memba olarak görür (2007: 107-109). Ona göre
değerlerin soy kütüğü ve sınırları hakkındaki herhangi bir çaba; maddi-manevi
zıtlıkta değil, aksine iyi, güzel, doğru, vb. yaklaşım, insanlığın şuuraltı
heyetinde formatlanan evrensel ontolojik çerçeveye (fıtrat), vahiy tecrübesiyle
yeniden inşa edilen sürece ve sosyo-kültürel tezahürler olarak tarihteki
açılımlara imkân veren bir anlayışla olmalıdır (2007: 91-92).
Atasoy
Müftüoğlu, geçmişte olduğu gibi bugün de bütün insanlığı etkileyen evrensel
değerler üretilebileceğini söyleyerek geçmişte var edilenin yeniden var
edilebileceği üzerinde durur (2010: 38). Yine ona göre İslamİ, insanİ, ahlakİ
sorumluluklarımız, çağımızı ilahİ değerler doğrultusunda dönüştürmek suretiyle
yerine getirebilir (2010: 38). Bu bakış açısının değeri, üzerinde yeniden
düşünerek yapıcı bir konumda ele aldığı ortadadır. Dolayısıyla değerleri
dışlayan ya da onu kör bir bakış açısıyla savunan tarafların olduğu bir vasatta
bu anlayışı yaygınlaştırmak gerekir.
Eğitimin
amaçladığı birey ve toplum inşasında bireysel ve toplumsal iyileştirmeyi
gerçekleştirecek kültürel ve sanatsal malzeme ve uygulamalara ihtiyaç
duyulmaktadır. Bu, birçok alanda farklı yöntemler ve araçlarla, insanların
ortak çabalarıyla vücut bulmuştur.
İnsan için
“değer” kavramının söz konusu olduğu alanlardan biri de edebiyattır. Edebiyat,
yazar ve şairlerin ortaya koydukları eserlerle “değer” kavramını yücelten bir
imkân oluşturmuştur. Edebiyat sanatçısı, bu anlamda hak, hayır, sabır, adalet
gibi dinamik kavramların önemli bir taşıyıcısıdır (Akkanat, 2010: 12). Bu
nedenle yaşamın vazgeçilmez unsurları olan değerlerin, edebiyat eserinde de
olmasının ve yaygınlaştırılmasının bir mantığı vardır.Bu edebiyat-değer
ilişkisinde ontolojik bir bağ olarak düşünülmelidir.
Değer
aktarımında ikircikli bir tutum takınarak eserlerinde değer odaklı bir bakış
açısından uzak durmak isteyen yazar ve şairlere rastlamak mümkündür. Özellikle
bu olumsuz durumun, sanatın değer aktarmasının ucuz kabul edilmesinden ileri
geldiği söylenebilir. Cemal Şakar’ın bir edebiyat kuramcısı olan Eagleton’dan
aktardığı “Aslında edebiyat kuramına siyaset sokmaya hiç gerek yoktur: Güney
Afrika sporunda olduğu gibi edebiyat kuramında da en baştan beri siyaset çoktan
beri vardır.” Sözü (2011: 80), durumu açıklamaktadır. Bu ifade, edebiyat
kuramları için söylenmesine rağmen, edebî ürün için de rahatlıkla
kullanılabilir.
Sözel bir
sanat olarak edebiyat, yazar ve okuyucu arasında gerçekleştiğinden edebiyatın
anlam, aktarım ve iletişim gibi unsurlardan sıyrılması mümkün değildir.
Dolayısıyla söz ve anlam üzere vücut bulmuş bir eserin yazar, metin ve okuyucu
nezdinde karşılık bulduğu estetik yargılar, bizleri değer kavramına
ulaştırmaktadır. Tarihçi ve ozan arasındaki farka değinen Aristoteles, tarihçinin
olmuş, ozanın ise olabilecek şeyleri anlattığı görüşündedir (2010:40). Gerçi bu
ifadeleri Aristoteles, sanatın taklidi bağlamında dile getirmektedir; fakat
yine de bu ifade, değer ve şiir arasında bir ilişkiye kapı aralayacak bir boyut
taşımaktadır. Yazarın “olabilecek şeyler” vurgusu, değerlerin işlenmesi ve
idealize edilmesi açısından oldukça elverişli gözükmektedir. Bu bakımdan
değerlerin yüceltilmesi ve aktarılması için poetik kurgunun önemli bir imkân
barındırdığını söylemek mümkündür.
Edebiyatın,
değerlerin aktarımında işlevsel bir sanat olması konusunda Hüseyin Su şunları
söyler:
“Kavramları ve
kavramların kapsam alanlarını kendi sınırları içinde ve işlevleri doğrultusunda
düşündüğümüzde edebiyatın da ‘işlevsellik ve etkinlik’ anlamında bir gücünün
olduğundan söz edilebilir elbette; söz edilmelidir. Hatta insani eylemler
içinde en doğru ve en sahih güçlerden biri olduğunun da altı çizilebilir”
(2005: 78).
Edebiyata güç
atfeden bu değerlendirmenin, bu gücün sonuçlarının ne olduğu konusunda düşündürücü
olduğu açıktır. Dolayısıyla edebiyatı “işlevsellik ve etkinlik”ten uzak
düşünerek zeminsiz bırakmak doğru değildir.
Söz konusu
düşünceler doğrultusunda, bir edebî eser olarak Cahit Koytak’ın şiirlerine
baktığımızda, değer kavramıyla ilişkilendirebileceğimiz çok fazla unsura
rastlamak mümkündür. Buna şairin kendisi, şiir bir fikre, sahici duyguya
dayanmalıdır diyerek (İlbak, Acar ve İlhan, 2014: 31) olanak sunmaktadır.
Şairin iletmek istediği fikir ve özdeşlik kurmamızı sağlayacağı duygu,
okuyucuyu değer kavramıyla buluşturmaktadır. Resul Tamgüç, şair hakkında şunu
söyler: “Şiirini tekmil insan portresi oluşturma çabasında bir külliyat
evsafında kurgulaması bence günümüzde bir postmodern mesnevi denemesidir”
(2012: 5). Bu bakımdan Koytak şiirinde örnek insana dair birçok değerin ön
plana çıktığını söylemek mümkündür. Başta vicdan olmak üzere, bunun bir
tezahürü olarak adalet, merhamet, şefkat, hikmet/bilgelik, insaniyet, yücelik,
özgecilik, tevazu gibi birçok değer, Cahit Koytak’ın şiirlerinde önemli karşılıklara
sahip görünmektedir. Bu anlamda Cahit Koytak’ın şiirleri, incelememiz için
önemli bir metinsellik barındırmaktadır. İçerdiği temalar bakımından Cahit
Koytak şiiri ve şairin potekası, hem toplumsal hem de bireysel anlamda
“yüceltilmiş insana özgü değerler”in bilinmesine, kavranmasına ve
içselleştirilmesine önemli olanaklar sunmaktadır.
İnsan
hayatında karşılaşılan birçok problemin arkasında birey ve toplum nezdinde
önemsizleşen değerler manzumesini görmek mümkündür. Bu değer yitiminin belli
kavramlar eşliğinde ele alınması gerekir. Özellikle birçok kavramın yaşanması
ve yaşatılması açısından kilit rol oynayan vicdan kavramı anlaşılmalı ve
problemlerin giderilmesi için tartışılmalıdır. Zira vicdan, insanda potansiyel
hâlde olan önemli bir kuvvettir (İmamoğlu, 2005: 128). Vicdan değerinden yoksun
bir insanın ve toplumun anlamlı bir yaşam çerçevesi çizmesi mümkün değildir.
Kapsamlı bir değer olarak vicdanın, eyleme dönüşen boyutuyla ortaya çıkan
adalet, merhamet, şefkat, hikmet/bilgelik, insaniyet, yücelik, özgecilik,
tevazu gibi değerlerle bir paralellik gösterdiği açıktır. Bunu ortaya koymak,
tartışmak ve insanlara değerlerin eğiticiliği yönünü göstermek gerekmektedir.
Söz konusu farkındalığa ulaşıldığında, amaç ve yöntem tutarlılığı belirecektir.
Eğitsel herhangi bir durumda, amaç ve yöntem bilgisinin hedeflenen becerilerin
öğrenilmesinde önemli bir etki gösterdiği açıktır. Dolayısıyla değer kavramı ve
bileşenlerinin, Türkçe eğitimi alanının önemli bir göstereni olan edebî
metinlerde nasıl olması gerektiği üzerinde durulmalı; buna dair doğru bilgiler
elde edilerek nitelikli bir değer aktarımının peşinde olunmalıdır.
KURAMSAL ÇERÇEVE VE İLGİLİ ARAŞTIRMALAR
Bu çalışmanın
kuramsal çerçevesini belirleyen iki önemli kavram/kelime söz konusudur. Bunlar
“değer” ve “Cahit Koytak şiirlerindir.
Değerlerle
ilgili birçok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalara, sosyal bilimlerden eğitim
bilimlerine; resmİ ve sivil toplum kuruluşlarından yayın dünyasına kadar birçok
alanda rastlamak mümkündür. Yaşama anlam veren öz bir kavram olarak değer,
disiplinler arası bir yaklaşımla inceleme konusu kılınıp ileri boyutlara
taşınmak istenmektedir. Bu çalışma da, genel anlamda değerin edebî metin içinde
nasıl bir aktarım unsuru olduğuna odaklanarak yukarıdaki alanların değeri ele
alış biçimlerine yaslanmaktadır. Ayrıca bu çalışma Türkçe eğitimi alanında, dil
eğitiminin önemli bir parçası olan metin merkezli bir çalışmayı esas
almaktadır.
Araştırmada
değerlerle ilgili olarak bazı kuruluşlar ve kaynaklar ön plana çıkmaktadır.
İstifade ettiğimiz kaynakların bazıları Değerler Eğitimi Merkezi (DEM)
bünyesinde söz konusu olmuştur. Değerler Eğitimi Merkezi, 2003 yılında kurulan,
değer eğitimi ve aktarımı konusunda akademik katkıyı amaçlayan bir araştırma
merkezidir. Kuruluşun bünyesinde 2003’te yayın hayatına başlayan ve disiplinler
arası, hakemli akademik bir dergi olan “Değerler Eğitimi Dergisi” ile 2007’de
yayın hayatına başlayan “Değerler Eğitimi Merkezi Dergisi” önemli kaynaklar
olarak zikredilebilir.
Hayati
Hökelekli’nin “Psikoloji, Din ve Eğitim Yönüyle İnsanİ Değerler” (2013)
başlığını taşıyan eseri, ele aldığımız birçok değeri tanımlayan ve izah eden
bir kaynaktır. loanna Kuçuradi’nin “İnsan ve Değerleri” (2003) adlı yapıtı da,
değerin problem durumunu işleyen ve alana önemli katkılar sunan bir eser olarak
hatırlanabilir.
Cahit Koytak,
edebiyat dünyasının tanıdığı, geniş bir okur kitlesine ulaşan önemli bir
şairdir. Şairin yayımlanmış ve bünyesinde pek çok şiiri barındıran yedi şiir
kitabı bulunmaktadır. Ayrıca şairin, araştırmamızın kapsamı dışında olan pek
çok çevirisi ve çeşitli yerlerde yayımlanmış birçok şiiri bulunmaktadır. Şair
ve şiiri hakkında farklı yayın kuruluşlarında olmak üzere birçok tanıtıcı
çalışma kaleme alınmıştır. Bunların çoğu edebiyat dergileri olmak üzere, kitap,
gazete, haber bültenleri ve internet sitelerinde yer alıp çalışmamızda
bunlardan yararlanılmıştır. Bunlardan ilk akla gelenler şunlardır:
Şair ve şiiri Hece
dergisi tarafından2003 yılında “Cahit Koytak Şiiri: Derin Bir Mavilik” başlığı
altında dosya konusu olarak ele alınmıştır. Bu dosyada farklı yazar ve
araştırmacılar tarafından şairin yaşamı ve şiir anlayışını ortaya koyan
yazılara yer verilmiştir.
İstanbul
Bir Nokta dergisi, 2012 yılında şair için özel bir sayıya imza atmıştır. Bu
çalışma, şair hakkında yapılmış en kapsamlı çalışma sayılabilir. Şair ve şiiri
birçok farklı yazar ve edebiyatçı tarafından değerlendirilmiştir.
Dil ve
Edebiyat dergisinin yayımladığı “Şiir Yıllığı 2013” adlı çalışmada Üzeyir
İlbak, Zafer Acar, Abdullah İlhan imzalı şairle yapılan önemli bir söyleşi
bulunmaktadır. Zafer Acar tarafından yazıya aktarılan “Cahit Koytak Şiiri
Ekseninde Bir Sohbet” başlığını taşıyan bu söyleşi, şair hakkında geniş
bilgiler sunmaktadır.
Recep Tayyip
Erdoğan Üniversitesi tarafından 2013 Bilimsel Araştırma Projeleri kapsamında,
şair ve şiiri “Şiir ve Felsefe Bağlamında Cahit Koytak Şiiri” başlığıyla
çalışılmaktadır. Proje yürütücüsü Doç. Dr. İhsan Safi, projede yer alan
araştırmacılar: Prof. Dr. Erdoğan Erbay ve Arş. Gör. Ekrem Güzel’dir. Projenin
başlangıç ve bitiş tarihi: 31.12.2013-31.12.2015’tir.
Cahit
Koytak’ın Hayatı ve Eserleri
Cahit
Koytak’ın Hayatı
Cahit Koytak,
29 Ocak 1949 tarihinde Erzurum’un Taş Mescit Mahallesi’nde, üçü kız dördü erkek
toplam yedi çocuklu Nazmiye Hanım ve Kunduracı Hakkı Bey çiftinin sondan ikinci
çocuğu olarak doğdu (Lekesiz, 2003: 83, 85).İlk, orta ve liseyi Erzurum’da
okuyan şair, 1974 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Fakültesinden
kimya yüksek mühendisi olarak mezun oldu. Yirmi beş yaşında Fatma Nazife
Hanım’la evlendi ve çiftin bu evlilikten Elif Sare, İbrahim Arif, Nazlı Sinem,
Zeynep Neva, Ahmet Selim, İsmail Semih, Bünyamin Safa ve Mehmet Alperen adlı
sekiz çocuğu oldu (Lekesiz, 2003: 85). Bir süre mühendislik yaptıktan sonra
uzun yıllar serbest ticaretle uğraştı. 1994 yılından itibaren on beş yıl özel
bir TV kuruluşunda sinema yayınını yönetti. Cahit Koytak’ın ilk şiiri, 1970
yılında Diriliş dergisinin Nisan sayısında çıktı [1](Lekesiz, 2003:
88). 1991 yılında yayımladığı ilk şiir kitabı İlk Atlas'tan (Yazıevi
Yayınları) sonra, uzun bir süre şiir kitabı yayımlamayan şair, genellikle
dergilerde göründü. Diriliş, Kelime, Yönelişler, Yedi İklim, Kayıtlar,
Gergedan, Defter, Kaşgar, Hece, Yansıma, Le Poete Travaille, Kitaplık, Kırklar,
Merdiven Şiir, Anlayış, Bir Nokta, Yeniyazı vb. dergiler şairin şiirlerini
yayımladığı dergilerdir (www.timas.com.tr
Erişim: 18.06.2104).
Şair ve
çevirmen olarak bilinen Cahit Koytak (Yapı Kredi Yayınları, 2003: 618;
Işık, 2004:
1155), 01 Haziran 2009-29 Nisan 2013 tarihleri arasında özel bir gazetede
“Yoksullar ve Siviller İçin Tezler” adlı köşesinde şiirlerini yayımladı. Hâlen
özel bir internet sitesinde “Yoksullar ve Yalnızlar İçin Tezler” başlığı
altında şiirlerini yayımlamaktadır. Yayımlanmış yedi şiir kitabı ile birçok
çevirisi bulunan şair ve çevirmen Cahit Koytak, İstanbul’da yaşamakta olup şiir
ve çeviri çalışmalarına devam etmektedir.
Şairin yaşamı
hakkında edebî bir yazı kaleme alan Ömer Lekesiz, Erzurum’un asıl hayatını
yapan esnaftan bir aileye mensup olmak ve çok çocuklu bir ortamda büyümenin
onun en hayati kazanımlarından ikisi olduğu tespitinde bulunur (Lekesiz, 2003:
84). Yazar, bu tespitini, şairin çocukluk yılları üzerinden kişisel
özelliklerinin altında yatan toplumsal şuura ermek, kardeş paylaşımı, hakkına
razı olma, verilenle yetinmek gibi vasıflarla destekler. Cahit Koytak,
kendisiyle yapılan bir söyleşide ise çocukluk yıllarına ilişkin şunları söyler:
“Çocukluğumda
da yaptığım işleri sayarsam yaptığım iş sayısı oldukça artar: Simitçilik,
pişmiş yumurta satmalar, horoz dövüştürmeler, tablacılık, üzümcülük, statlarda
haşlanmış mısır satmalar, berber çıraklığı, bakkal çıraklığı, şeker
fabrikasında kömür kırma, mevsimlik işçilik, tuğla tarlalarında tuğla
taşıyıcılık, sonra İstanbul’da [2]
abimle beraber konfeksiyon giyim, imalat, toptan-perakende satış, sonra
ayrıldık, ben kadın giyimi üzerine toptan-perakende imalat işi kurmaya
çalıştım, ardından büyük abimle Pendik’te kuyumculuk, bir yer aldık, dükkânı
kendi ellerimle yaptım, o Almancıydı, altı ay beraber kuyumculuk yapabildik.
Yürütemedik ve ayrıldık sonra kâğıt toptancılığı, kırtasiye ticareti,
kırtasiyecilere ürün dağıttık, kâğıtçılık, hâlâ devam eden mütercimlik, on beş
yıl televizyonculuk, sinema departmanı, belgesel departmanı, işte sonra yeniden
şairlik. Şiirden uzak kalmamak için yapmadığım iş kalmadı” (İlbak vd.,2014:
29).
Mahmut Feyzi’nin şairin şiirlerinden hareketle sorularına
cevap aradığı kurgusal söyleşide, “Sizden kendinizden bahsetmenizi istesem?”
sorusu, şairin şu dizeleriyle karşılanmıştır:
“her
sabah aynaya bakıp şunu haykırmalıyım:
“şehvet
düşkünü, zayıf, edepsiz,
ilkel bir
yaratık var senin içinde,
kendi
atığında debelenen bir canavar!
bir meyve
kurdu!
işin
kötüsü, bu yaratık senden daha zeki
ve senden
daha yetenekli,
çünkü
senin zekânı ve yeteneklerini
-seni,
postunda gizlendiği bir aziz,
bir
yalvaç gibi göstermeye yetecek kadar -
maharetle
yönetmesini biliyor.” (2012: 2)
Şairi, kendi dizelerinden hareketle tanımaya çalıştığımızda,
yukarıdaki dizeler doğrultusunda “olumsuz ve farkında” biri olarak buluruz. Bu
tarz bir söyleyişin şairin kendi özelinde insanı tanımaya ve tanıtmaya yönelik
bir tercih olduğu görülür. Şairin son kitabı Dudakta Bekletilen Şarkılar
(2014) kitabında yer alan “Günlük” şiiri de biyografik bir içeriğe sahiptir:
“Tam şu an, kalplerine dokunduğun,
zihinlerini evirip çevirdiğin
milyarlarca ölümlü arasından
biri bu, Allah’ım;
yani benim ben!
kunduracı kulun Hakkı Efendi’den olma, yedi köyün güzeli
Nazmiye Hanım’dan doğma,
Cahit
kulunuz.......................... ”
(2014: 229).
Cahit
Koytak’ın Eserleri
Cahit Koytak,
öncelikle bir şair olarak bilinmektedir. Şairliğinin yanında yapmış olduğu
başarılı tercümeleriyle de anılmaktadır. İlk şiir kitabı ilk Atlas’tan
sonra çeşitli zamanlarda altı şiir kitabı daha yayımlamıştır. Eserlerinde
tanıtım amaçlı yer alan biyografisinde genişçe bir şiir külliyatından
bahsedilir. Yayımlamayı düşündüğü diğer şiir kitapları, bu yedi şiir kitabının
devamı olarak görülmektedir. Birbirini tamamlayacak bu şiir kitaplarının,
farklı başlıklar altında bir bütünlüğü amaçladığı açıktır. Bir de bunların
yanında “Herkese İnen Kitap” adlı bir Kur’an çevirisi hazırlığı içinde olduğu
yine bu şiir kitapları listesinde bildirilmektedir.
Cahit
Koytak’ın şiir kitapları
İlk şiir
kitabını 1991 yılında yayımlayan şair, diğer kitaplarını 2009 yılından sonra
yayımlamaya başlamıştır. Bu yıllar, şairin özel bir gazetede okuyucuyla
sıklıkla buluştuğu yıllardır. Bu yıllara kadar dergilerde yoğun bir şiir
faaliyeti içinde olan şair, şiirlerini bekletmesini “nasıl karşılanacağı
kaygısı, biraz iş güç, çoluk çocuk” gibi nedenlere bağlamaktadır (İlbak
vd.,2014: 29).
Şairin
şiirleri, genel olarak yaşama dair anlamın ortaya konulmasına yöneliktir. Yaşam
içerisinde insana dair birçok mesele şiirsel bir dille yoklanır ve okuyucudan
şiirin saf ve temiz çağrısına kulak vermesi beklenilir. Kimi şiirleri aynı ve
benzer başlıklarla farklı kitaplarda yer alır. Bu, hem kitap içi hem de
kitaplar arası bir bütünselliği akla getirmektedir. Şiirlerini tarihli olarak
yazması ve genel bir sıralamaya uymaması da böyle okunabilir. Şiirlerinin
hepsini bir kitap, bir şiir, hatta bir mısra olarak düşünen şair, gerçeklikte
her kitabının farklı bir bütünlükte olduğunu söyler (İlbak vd., 2014: 34). Bu
açıdan şairin farklı temalara, aynı şiirsel özle yaklaştığı söylenebilir.
Yazdığı şiirlerin tarihsel bir sıralamayla kitaplarında yer almaması da
şiirlerindeki bütüncül anlayışı ve onları olgunlaştırarak tamamlama fikrini
ortaya koymaktadır (Öz, 2012: 100). Ayrıca şair, hemen hemen her şiir kitabına
epigraflarla başlar. Bu epigraflar, genellikle şiir kitabında işlemiş olduğu
temaya dair söz söylemiş şair ve yazarlardan alınmaktadır.
İlk
Atlas
1991 yılında
Yazıevi Yayıncılık tarafından basılan kitap, Ocak 2011’de Timaş Yayınları
tarafından İstanbul’da ikinci baskısını yapmıştır. Kitap İlk Atlas, Üç Orta Çağ
Resmi, Huş Ağacı Hakkında Bilgi Topluyorum, Nuh’a Gemi Resimleri, Alaturka,
Cehennem’den Yükselen Neşideler, C. Zarifoğlu İçin Dört Şiir, Mezmurlar,
Tüccarın Günlüğü, Sokağın Küçük Oğlanları Küçük Kızları, Okuyucuya, Ekler olmak
üzere on iki bölümden oluşmaktadır ve 256 sayfadır.
Genel olarak
yaşama ve insana dair bazı hâllere odaklanılan şiirlerin yer aldığı bu kitap,
okuyucuya bazı tarihİ olaylar ekseninde şiirsel bir perspektif sunmaktadır.
Cahit Koytak’ın bütün şiir kitaplarında tematik çeşitlilik dikkatlerden kaçmaz.
Fakat genel anlamda bir temanın şiirsel hacmi kuşattığı kitapları söz konusudur.
ilk Atlas (2011) adlı yapıtı, Yeni Başlayanlar İçin Metafizik
(2011), Cazın Irmakları (2012) veya Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat
(2013) gibi belirgin, bütünlüklü bir tema içermemektedir. Şairin amaçlamış
olduğu şiir külliyatı içerisinde ilk adımlar olarak kabul edilebilir.
Gazze
Risalesi
Pınar
Yayınları tarafından Haziran 2009’da İstanbul’da basılmıştır. Gazze Risalesi
Ekler, Jozef’e Mektup başlıklı üç bölümden oluşmaktadır ve 86 sayfadır.
Kitap, Gazze
saldırılarının yoğun olduğu bir dönemde, siyasal bir aktör olarak ön plana
çıkan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’na ithaf edilmiştir.
Genel olarak
İsrail’in Gazze saldırılarının verdiği büyük üzüntüyle kaleme alınmış bir
içeriğe sahiptir. Mazlumluğun milletler üstü bir kavram olduğuna odaklanılan bu
şiir kitabında, savaşlar, yıkımlar ardında yatan büyük gerçekliğe vicdani bir
çizgide ve destansı bir dille yaklaşılmaktadır.
Kitap, Yunus
Emre Enstitüsü tarafından Arapça ve İngilizceye çevrilmiştir.
Yoksulların
ve Şairlerin Kitabı 1-2-3 (La Poetica Commedia)
Şairin Yoksulların
ve Şairlerin Kitabı adlı yapıtı üç ciltten oluşmaktadır.
Birinci cilt,
Timaş Yayınları tarafından Şubat 2010’da İstanbul’da yayımlanır. Aynı yayınevi
tarafından Nisan 2010’da ikinci baskısını yapar. Çıraklık Yılları, Yol
Şarkıları, Yol Arkadaşları, ‘Yol’un Arkadaşları, Yolun ve Rüzgârın Kız
Kardeşleri, Yolun Ayartmaları, Bizanslı Şairler başlıklı yedi bölümden oluşan
kitap 349 sayfadır.
İkinci cilt,
Timaş Yayınları tarafından Mayıs 2010’da İstanbul’da yayımlanır. 368 sayfalık
kitap Yolun Kıyısı Sözün Kıyısı, Tiyatro Çadırına Vurulan Gölgeler, Yaşlı
Çömezin Şarkıları, Göğe Tırmanan Keçiyolları, Yoksulların ve Şairlerin Tanrısı,
Yol Notları, Böyle Fısıldıyor Güzel Sözlerin Cini, Yaşlı Şairden Şair Bayana
başlıklı sekiz bölümden oluşmaktadır.
Üçüncü cilt,
Timaş Yayınları tarafından Ekim 2010’da İstanbul’da yayımlanır. Ara Sözler; Bir
Atölyedir İnsan; “Ruh” Dediğimiz Ne, Tanrının Şehri; Yolun Tozu, Toprağı;
Cennetin Tavan Resimleri; Cennete Gündelik Hayat; Cehennemden Yükselen
Neşideler; Sahnedeki Hayalet; Güncellenmemiş Edebiyat Dersleri; Oyunlara Dönüş;
Şairin Uyukladığı, Kaderin, Yazdıklarını Temize Çektiği Geceler; Epilog
başlıklı on iki bölümden oluşan kitap 416 sayfadır.
Kitap, şairin
eşi Fatma Nazife ve ablası Necla Koytak’a ithaf edilmiştir.
Yoksulların
ve Şairlerin Kitabı, şairin İlk Atlas’tan sonra (1. bs. 1991) uzun
bir ara verip bütünlüklü olarak yayımladığı ikinci kitabıdır. Daha sonra İlk
Atlas (2011) ikinci baskısını yapar. Genel olarak birçok şairin şiirlere
konu olduğu, şairin yaşamı ve şiiri hakkında yer yer diyalog şeklindeki
şiirlerini sıraladığı bir içeriğe sahiptir. Yoksulların ve Şairlerin Kitabı
(2010), Cahit Koytak şiirinin İlk Atlas’tan (1. bs. 1991) sonra kendini
okuyucuya açtığı ve aslında şairin şiir dünyasının sanıldığının aksine geniş
katmanlı bir boyutunun olduğunu hissettiren bir üçlüdür. Bu kitap, gerek hacmi
gerekse şairlere göndermelerde bulunduğu yoğun bilgi birikimiyle, edebiyat
dünyasında şiirin boyutlarını genişleten bir özellik ortaya koymuştur.
Yeni
Başlayanlar İçin Metafizik
Timaş
Yayınları tarafından Mayıs 2011’de İstanbul’da yayımlanır. 384 sayfalık hacme
sahip olan kitap Varlığa ve Yokluğa Dair; Varlığa, Hayata ve İnsana Dair;
Hayata, İnsana ve Sanata Dair; Ruha ve Bedene Dair; Akla ve Kalbe Dair;
Tanrı’ya ve İnsana Dair; İnsana, Hayata ve Ölüme Dair; Zamana, İnsana ve Kadere
Dair; Yola ve Yolculara Dair; Şiir&Metafizik; Güzel ve Kusursuz Olan’a
Dair; Bilgiye, İnanca ve Şüpheye Dair; Oyun ve Oyunculara Dair; Dile ve
Düşünceye Dair başlıklı on beş bölüme ayrılmıştır.
Kitap,
gazeteci yazar Alper Görmüş’e ithaf edilmiştir.
Genel olarak,
metafizik probleminin ele alındığı şiirlerin yer aldığı bu kitap; metafiziği, felsefî
bir eksenden şiirsel ve dinsel bir boyuta taşımakta ve böylece yaşam içinde
hemen hemen herkes için lazım gelen önemli bir nüve kılmaktadır. Koytak, bu
kitapta “İbrahimce Sorular” başlığını taşıyan şiirlerdeki sorularıyla
metafiziğe yaklaşmakta ve onun izini sürmektedir. Şair, metafiziğin bizi
kuşatan uçsuz bucaksızlığını, şen ve barışık bir eda içinde kabullenerek Tanrı
fikrinin gerekliliğini ve sevimliliğini ortaya koymaktadır. Bu anlamda kitap,
kaotik ve karmaşık metafizik algılarının yerine, yalın ve anlaşılır bir
metafizik için bir ikna girişimi olarak kabul edilebilir. Bu, metafiziği
somutlaştırmadan çok onun bilincine erme çabasıdır. Kitapta bütün bu kurguyu
sağlayan esaslardan birini, nihai anlamda kuşatılması mümkün olmayan metafizik
ve insanın sınırlılık durumu oluşturmaktadır. Bu kabulün insana ruhsal bir
sağaltım sunduğu şiirlere yansımıştır.
Cazın
Irmakları
Timaş
Yayınları tarafından Ocak 2012’de İstanbul’da yayımlanır. Kısa Tarihi Bluesun,
Bluesun Tanımları, Bluesun Ermişleri, Cazın Yaratılışı, Cazın Kıyıları,
Caz&Şiir, Cazın Rengi, Jam Sessıon, Caz&Metafizik, Cazın Kolları ve
Kanatları Şiirin, İyi Caz ve İyi Şiir İçin Notlar, Cazın Irmakları ve Dalgaları
Hayatın başlıklı on dört bölümden oluşan kitap 413 sayfadır.
Şair, bu
kitabını dostu ve kardeşi olarak gördüğü Mehmet Emin Özkan’a ithaf etmiştir.
Genel olarak
caz müziği üzerinden seslere odaklanan ve bu sesler üzerinden bütün bir tabiat
döngüsüne/sesine katılmanın güzelliğine ve anlamlılığına işaret eden bir
eserdir. Bütün bir yeryüzünü, sesleri... Tanrının yarattığı anlamlı bir bütün
olarak gören şair, kitapta cazın boğuk ve ritmik sesiyle hayatın iniş ve
çıkışlarını yoklar. Daima bir azınlığın işi olagelen caz müziği (Berendt, 2010:
19) ve şiir arasında sesin karşı konulamaz zaferini ilan eder. Akışı cevval ve
savruk ama nihai anlamda bir kaynaktan başka bir diyara taşınacak kaderi ortaya
koyan ırmaklar, caz ve tarzıyla benzerlik ilişkisi içindedir. Şiirsel
söyleyişin tekrar eden dizeler ve değişen biçimlerle verilmek istenen tematik
bilince dahil olduğu görülür. Bütün bu ilişkiler ağının sesler üzerinden
kurgulandığı Cazın Irmakları, köken itibarıyla bu müzik tarzının ortaya
çıktığı siyahİ Amerika’yı işlemektedir. Sesin ve ritmin yaşamın bir parçası
olarak yok edilemez olduğuna dikkat çekilen eserde, acıların doğurduğu bu
müziğin protest ve kuşatılamaz biçimselliği ön plana çıkarılmaya çalışılır. Bu
anlamda caz, Koytak’ın dilinde uzak ve yabancı bir değer olarak değil,
vicdanımızın sesi olarak vahyİ ve evrensel bir mahiyet kazanmış şekilde
okuyucuya ulaşır.
Ölüme
Çare ya da Şen Maneviyat
Timaş
Yayınları tarafından Mart 2013’te İstanbul’da yayımlanır. Kitap Kalemle Kuyu
Kazmak; Evde Çalışanlar İçin Metafizik; Meyhanede Gül Dersi; Tiyatro Çadırıyla
Yollarda; Oyuncakçı Dükkânı; Daha Vakit Varken Ölmeye; Bahçıvanın Ölümü; Ölüme
Çare, Ölüm!; Münzevinin Aynaları; Bütünü Veren Detaylar; Tabletler; Ayinler-Dualar;
Şen Maneviyat; Böyle Buyurdu Güzel Sözlerin Cini; Kim Olduğunu Bilmeyen Yalvaç;
Yakılmamış Şarkılar başlıklı on altı bölümden oluşmaktadır ve 448 sayfadır.
Şair, bu
kitabı kardeşi Mehmet’e ithaf etmiştir.
Ölüme Çare
ya da Şen Maneviyat, genel olarak insan yaşamına ve evrelerine odaklanan ve
insanı Tanrı karşısında “ihtiyar kalfa” (halife) olarak tanıtıp hiçbir zaman
ustalaşamayacağına inandıran bir kitaptır. Yaşamda karşılaşılan cazip birçok
durumun insanı ilk günkü temizliğinden uzaklaştıracak bir tehlike içerdiği ve
aldanmaya neden olduğu işlenmektedir. Bu yüzden Tanrı’nın insanı “ihtiyar bir
kalfa” yerine “saf ve acemi bir çırak” olarak beklediği dillendirilmiştir. Ölüm
duygusunun ve algısının yoğun bir şekilde işlendiği edebiyat dünyasında,
Koytak, ne ölümü metafizik bir ürperti ile karşılamakta ne de ona varoluşçu bir
yaklaşımla bilinmezlikler yüklemektedir. Kitapta “ölüme çare”nin insanoğlunun
meraklarından ve istençlerinden biri olarak yoklandığı ve fakat yine onun
çaresinin “ölüm” olduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bu anlamda kitap,
insanoğlunun yaşamsal güdülerini meşru planda değerlendiren ama insanı kuşatan
“ölüm” olgusuna “metafizik” bahsinde olduğu gibi olgun bir kabulle yaklaşılması
gerektiği fikrine sahiptir. Tanrı ve yarattığı anlamlar dünyası, insan için
keşiflerle dolu şen bir durum oluşturmaktadır. Kitapta ölüme, bütün derinliği,
aşkınlığı ve bilinmezliğiyle insanın elini kolunu bağlayan büyük bir olay
olarak yaklaşılmaktadır.
Dudakta
Bekletilen Şarkılar (Zamanı Bekleten Şarkılar 1)
Şairin bu
eseri, üç ciltten oluşmaktadır. Şu ana kadar sadece birinci cilt Timaş
Yayınları tarafından Şubat 2014’te İstanbul’da yayımlanmıştır. 384 sayfadan
oluşan kitap Birinci Şarkı/Siyah-Beyaz; İkinci Şarkı/Çürümeler; Üçüncü
Şarkı/Kamçılı Şarkı/Cin, Şeytan Kovma; Dördüncü Şarkı/ ‘Merdivenin Dibinde’
Zekanın Çiğ Işığında Varyete; Beşinci Şarkı/ Ölü Taklidi yahut Ölümü Yüzünde
Prova Etmek; Altıncı Şarkı/ Çözülmeler; Yedinci Şarkı/ Yeraltında Gezinen
Şarkısı; Sekizinci Şarkı/Herkese Kendi Hikâyesi, Herkese Kendi Cehennemi;
Dokuzuncu Şarkı/Benlik mi, Yeraltı mı?; Onuncu Şarkı/’Yeraltından Notlar’; On
Birinci Şarkı/Kerpiç Döküyorum; On İkinci Şarkı/‘Kendini Gizleyen Kral’; On
Üçüncü Şarkı/‘Kusursuz’; On Dördüncü Şarkı/ Mezarlıkta Kumpanya başlıklı on
dört bölüm olarak düzenlenmiştir.
Şair, bu
kitabını çocukları, “evladü ayali” ve torunlarına ithaf etmiştir.
Dudakta
Bekletilen Şarkılar (2014), şairin yayımladığı son kitabıdır. İçerik olarak
diğer kitaplarında olduğu gibi, yaşamın inceliklerine odaklanarak insanın
derinliklerine ulaşmaya çalışan ve kendi hikâyemizde hiç fark etmediklerimizi
bize hissettiren bir bütünlüğe sahiptir. Şiirin hayatın derinliklerine sinerek
çoğaldığı görülür. Kadim kültürlerden günümüze ulaşan anlamın peşine düşüldüğü
şiirlerin sıralandığı kitapta yer yer sorgulamalara rastlanır. İnsanı, kendini
yoklamaya sevk eden ve yaşamın anlamını bulma konusunda düşündüren eleştirel
bir hava söz konusudur. Özellikle “Günlük” başlığını taşıyan şiirlerde bu
sezinlenir. Bu şekilde Dudakta Bekletilen Şarkılar la, biriken anlamın
açık edildiği ve sözün hikmetine varılmak istendiği görülür. Diğer
kitaplarından ayrı olarak bu eser şiir/roman formunda okuyucuya sunulmuştur.
Bu,
alışılagelen öykü-şiir; deneme-şiir benzerliği dışında bir ilişkidir. Dolayısıyla
bunu, Koytak şiirinin genel karakteristiğinde yatan detaylardan yaşamın
anlamına varmanın bir karşılığı olarak görebiliriz. Dudakta Bekletilen
Şarkılar tüm zamanların bilgisini, tadını ve anlamını taşıma gayretini
ortaya koyan şiirlere sahiptir.
Cahit
Koytak’ın Şiirlerinde tema ve içerik
İzlek olarak
da sözlüklerde yer alan tema, şiirde dile getirilen, şiirin içeriğini oluşturan
bir çeşit konu olarak (Karataş, 2004: 467) anlaşılır. Bazen de konu ve tema
arasında eşanlamlılık ilişkisi kurulur (Çotuksöken, 2012:123). “Muhteva”, “öz”
olarak da karşılanan ve anlatılan şeyin kapsamı olarak anlaşılan içerik de bu
iki kavramla beraber değerlendirilir (Çotuksöken, 2012: 123). Sonuçta
birbiriyle paralel bir anlama sahip olan bu üç kavramın, genel itibarıyla
herhangi bir edebî eserde anlatılanları karşıladığı söylenebilir.
Cahit
Koytak’ın şiirlerinde en önemli meselelerden birini tema oluşturmaktadır. Hatta
denilebilir ki tema, Koytak şiirinin en temel belirleyicilerinden biridir.
Çünkü bu kadar yoğun bir malzemeyi şiir konusu olarak okura sunan Koytak,
önemli bulduğu meseleleri şiirine taşıyarak ideal bir yaşamın olanaklarını
aramaktadır. Tarihten geleceğe, fizikten metafiziğe, doğumdan ölüme, insandan
Tanrı’ya, tabiattan caza, sivil hayattan siyasete, kırlardan şehirlere, günlük
yaşamdan düşünsel boyuta... kadar birçok meselenin Koytak şiirinin sayfaları
arasında yer alması başka türlü açıklanamaz. Şairde yaşamın bütün bir şiir
olarak görülmesi, malzeme yoğunluğunu ve detayı açıklamaktadır. Bu durum, Koytak
şiirinin genel olarak vermek istediği insana dair iyileştirici soluğun biçimsel
bir yansımasıdır. Dolayısıyla Koytak şiirinde genişleyen tema, varılmak istenen
insan idealinin bir tezahürü olarak okunabilir.
Abdurrahman
Adıyan, Koytak şiirine ilişkin referanslara dikkat çekerek bu şiirin tematik
karşılıkları hakkında bir fikre varmamızı sağlamaktadır: “Cahit Koytak’ın
şiirinde müthiş bir bilgi, kültür birikimi göze çarpar, onda doğunun içsel ve
gür sesini, uzak doğunun havasını, batının felsefi yaklaşımını ve daha birçok
boyutu bir arada görür okur” (2012: 127). Bu belirleme, aynı zamanda Koytak’ın
şiirinde temanın bütünlüğüne işaret etmektedir. Şairin herhangi bir şiirinde
veya kitabında, başka şiirlerinin veya kitaplarının varlığını bu kadar yakın
hissetmek, sürdürülen genel bir izleğin tutarlılığı olarak okunabilir. Bu
durumun, özellikle şiir mantığına aykırı bir durum oluşturduğu düşünülebilir;
fakat bunun şair tarafından bilinçli bir şekilde ortaya konulan bir yönelim
olduğu açıktır. Çünkü şair, söz ve aidiyet ilişkisi üzerinden konuşkanlığı,
yalınlığı ve paylaşımı şiirin asli unsurları kılar. Bu sayede şiirin düştüğü
yerden kalkacağına inanan şairin muhatabı okuyucudur ve şiiri günlük gazetelere
taşıması da bu mantığın bir ürünüdür (Altuntaş, www.haberkultur.netErişim:
27.05.2014)
Hüseyin
Atlansoy’a göre Cahit Koytak şiiri, “geniş ve çok katmanlı yapısıyla bir “büyük
atlas”tır” (2003: 90). Bu belirlemeyi Atlansoy, şairin ilk kitabı ilk
Atlas'tan ilhamla yapmaktadır ve böylece şairin daha sonra yayımlayacağı
şiirleri okuyucusuna hissettirmektedir. Daha sonraki zamanlarda şiirini bütün
bir şiir olarak değerlendiren Koytak’ın (İlbak vd., 2014: 34) art arda şiir
kitapları yayımlanmıştır. Bu kitaplara bakıldığında karşı karşıya olduğumuz
şiirsel hacmin, bize yaşama dair insani bir uyarıda bulunduğu görülür. Bu
uyarı, hem bugün yaşanan sosyal olaylar karşısında almamız gereken tavrı hem de
bu tavra mantık kazandıran daha genel bir insaniyet arayışına yöneliktir.
Şiirin dile bağlı hatta dile mahkûm bir sanat olması itibarıyla, daha ziyade
yazıldığı dili konuşan toplumsal şuurun tercümanı olduğunu söyleyen Metin Önal
Mengüşoğlu ise, Koytak şiirinin bunu aşan, daha evrensel bir dilin şuuruna da
tercümanlık yapan bir şiir olduğunu belirtir (2012a: 196).
“Cahit
Koytak’ın şiir kaynaklarından biri de tarihİ/kültürel değere sahip objeler ve
olaylar ile aynı niteliğe sahip önemli eski metinlerdir.” diyen Şaban Sağlık
(2003: 99), ayrıca şu hususa dikkat çekmektedir: “Varlığın dış yansımasına
çokça dikkat çekmesinden dolayı bir görüntü şairi olarak nitelendirebileceğimiz
Cahit Koytak, tarihten tabiata, fizyoloji ve psikolojiden felsefeye, nesnelerin
bilgisinden objenin bilgisine uzanan şiir coğrafyasında gezinir” (2003: 93).
Özellikle bu değerlendirmede dikkat çekici olan “görüntü şairi” nitelemesi,
Koytak şiirinin tematik açılımlarında önemli bir teknik olarak karşımızdadır.
Hayata, insanlığa, düşünceye dair zihninde bu kadar fazla kareye yer veren
şairin, kelimelerle bunu izah etmesi elbette genişleyecek ve ilişkisel bir
mantıkla değerlendirilecektir.
Koytak şiiri,
tematik anlamda herhangi bir meselenin işlenerek okuyucuya verilmek istendiği
durumu aşan ve böylece şiir içinde dallanıp budaklanarak birçok
ayrıntıya
nüfuz eden bir özelliğe sahiptir. Bu durum, Koytak şiirinin konumlandığı yönde,
özellikle şiirine güç katan yapılandırılmış bir bilgisellik içinde bizleri
karşılamaktadır. Örneğin ilk Atlas’ta yer alan “Alaturka” adlı şiir
(2011a: 107), Sultan Abdulhamid dönemini konu edinerek yaşanılan değişim ve
dönüşümü dört bölümle irdelemektedir. Şiirdeki irdeleyici bakışın tarihsel
gerçekliklere dair bir bilgiyi gerektirdiği açıktır. Fakat bu bilgi, şiirsel
yapının kotarılması için başvurulan bir bilgiçlik hâlinde değil;
yapılandırılmış ve sonuçları okuyucuya hissettirilmeye çalışılan bir bilgidir.
Yani “Alaturka” şiirini, pekâlâ “alafranga” olarak okumak mümkündür. Bu açıdan
herhangi bir meselenin birçok boyutuyla irdelendiği Koytak şiiri, kendine özgü
dille yayılmakta ve böylece şiirin özünde olan duygulanımı aşarak düşünsel bir
hâl almaktadır. Koytak şiirinin kendisine belirlediği tema/izlek, genel bir
çerçeve olarak şiirin söyleyeceklerini önceden belirleyen bir etki
göstermektedir. Değerleri ve yaşama anlam katan her şeyi yabancılaştığından
unutan bir toplum için, iyi belirlenmiş bu söylem/konum; okuyucuyu kuşatan bir
hakikat hissini peşinen ortaya koymaktadır.
Koytak,
yaşamın tanığı olarak toplumu ilgilendiren ve özellikle hayati anlamda değer
taşıyan meseleleri, benimsediği şiir anlayışının bir gereği olarak
dillendirmekten geri kalmayan, bu durumu şiirselleştirerek saf, berrak ve
adilane tavrı ortaya koymayı amaçlayan bir şiir/yaşam peşindedir. Şairlerin
özellikle geri durmak istedikleri aktif siyasetin içine şiirini korkusuzca sürmesi
bunu kanıtlamaktadır.
Koytak
şiirindeki ideolojik, siyasal karşılıklar daha çok insani planda katılımcı bir
şiire doğrudur. Kimi şairlerin sosyal meseleler hakkında ortaya koydukları
kavgacılık, doğrudan savundukları ve estetize ettikleri düşünsel haklılık,
Koytak’ta kendini daha olgun ve toplumsal faydaya yönelik bir yoklamaya
bırakmaktadır. Bu durum oldukça mühimdir. Çünkü şair, hem yaşamda bir
gerçekliğe sahip siyasal meselelerden uzaklaşan bir şiirin handikaplarına
kapılmamakta hem de belirlediği konum itibariyle popülist/ideolojik tuzaklara
düşmemektedir. Her iki taraf da, Koytak şiirinde sıklıkla eleştirilmektedir. Bu
açıdan Koytak şiirinde eleştirinin tematik çerçeveyi aşan bir ödev bilinciyle
ortaya konduğu rahatlıkla söylenebilir. Dolayısıyla Koytak şiirinin, “...
politika ehveni şer demektir, onda fikir yoktur, parti vardır.” (Benjamin,
1995: 18) bilincine sahip olduğu söylenebilir. Genellikle sanatçıların
gösterdiği patrominyal tavrın dışında kalan bu tavır, sanatsal cesaretin
gösterilmesine bağlıdır. Çünkü “genelde, bilim adamı ve sanatçı, belli bir
toplumda egemen sosyal ilişkiler ve belli bir kültür çerçevesinde sanatını
ifade eder” (İnalcık, 2011: 7). Kaldı ki, şiirini politik meselelerden müberra
kılan ve fakat politikacıların yanlışlarını hiç yoklamayan bir şiirin de
politikadan ne kadar bağımsız kaldığı tartışılabilir. Ali Galip Yener’in şu
sözleri de Koytak şiirinin anlaşılması açısından önemli bir veri sunmaktadır:
“Şairin (yazarın) piyasanın mantığını kırmada, politik iktidarın baskıcı/güdümleyici
yapıp etmelerine karşı koymada edebî bilgisinin kişisel deneyim potasında
yoğrulmasını öne çıkarması aynı zamanda bir muhaliflik tarzıdır” (2005: 63).
Koytak
şiirinde tema ve içerik başlığı altında dikkatimizi çeken başka bir husus da
onun çevirilerine dairdir. Gerek Muhammed Esed’in Kur’an Mesajı adlı
eseri gerek Frantz Fanon, Halil Cibran veya Tagore’dan yaptığı çeviriler,
şiirlerde karşımıza çıkan din, yaşam, özgürlük, yaşanmışlık gibi konularla
uyuşan bir yapı göstermektedir. Bu eserlerde de insan merkezli bir duyarlılığa
oldukça sık rastlanmaktadır. Koytak şiirinin tematik köklerinden birini,
zikredilen tespit çerçevesinde çeviri yaptığı yazarlara hasretmek gerekir. Şair
bilgiyi, şiiri, kısacası yaşama ait hemen hemen bütün bir değeri insanlığın
ortak malı bilerek paylaşımcı bir algı ortaya koymaktadır. Bunu zenginleştirici
bir durum olarak değerlendiren Koytak, etkilenmeyi doğal bir çerçevede açık bir
şekilde dile getirmektedir:
“Doğulu bir ermişten
Sana şarkılarla yakarmayı
öğrendim.
...
Doğulu bir ermişten,
Seni karşılarken de, uğurlarken
de
Söylediğim şarkıların hepsini,
hepsini
Kulağıma senin fısıldadığını
öğrendim” (2010c: 111).
Cahit
Koytak’ın şiirlerinde dil ve üslup özellikleri
Cahit Koytak,
şiirlerinde oldukça anlaşılır bir dil kullanmaktadır. Bu, onun şiiri anlaşılır
kılma çabasından kaynaklanmaktadır. Şairin şiiri ve dili hakkında bir
değerlendirmede bulunan Yunus Emre Altuntaş şunları kaydeder: “Şiir, günümüzde
akacak bir yatak bulamıyorsa, akamıyorsa, okuyucuya ulaşmıyorsa bu insanların
suçu değil şiir üretenlerin suçudur şaire göre. Hep beraber kullandığımız
dilden almalıyız şiirimizi ve okunmaz hâle gelmişlikten çıkarmalıyız. Yunus
kadar sahici, herkese söyleyecek sözü olan şiirler yazmalıyız” (www.haberkultur.net Erişim:
27.05.2014).
Şiirlerinde
ele aldığı kimi meseleler, tüm derinliğine rağmen, dilsel planda hafifletilerek
okuyucuya sunulmaktadır. Koytak, bu anlamda okuyucuya detaylı bir görme biçimi
sunmakta ve okuyucunun anlam dünyasına yaklaşmasını sağlamaktadır. Bu
özelliğiyle şairin, “Yazmanın en kolayı kimsenin anlamayacağı şekilde
yazmaktır; öte yandan derin meseleleri herkesin anlayacağı biçimde yazmaktan
daha zor bir şey yoktur.” diyen Arthur Schopenhauer’ın (2005: 70) belirlemesi için
iyi bir örnek olduğu söylenebilir. Filozofa göre her kesin anlayacağı şekilde
yazmak, sadece bununla sınırlı kalmaz; hakikatin olduğu gibi dehanın işareti
olarak da kabul edilir (2005: 71). Koytak şiirinin, tematik yelpazesinde
taşıdığı yoğun malzemeye rağmen tutarlı bir üslup içinde okuyucuya ulaştığı
söylenebilir.
Hüseyin
Atlansoy’a göre Koytak, “sözün kimyasını iyi çözmüş, şiirin yapısını ve
alaşımlarını sağlam kurmuş bir ‘simya’cı”dır (Atlansoy, 2003: 90). Bu
belirlemenin dilsel bir niteliğe işaret ettiği açıktır. Aynı zamanda Koytak
şiirinin, sayfalardaki dilsel örüntüsünü sağlayan gücün ne olduğunu da
göstermektedir. Bu niteliği Koytak, büyük oranda yalın ve derinlikli bir şiire
sahip olmasıyla yakalamıştır. Şiirlerinde kapalı bir dil kullanarak okuyucunun
çözümlemeci ve nitelikli adımlarını bekleyen kimi şairlerde, dil, anlaşılma
noktasında öncelliğini korurken; Koytak’ta bu önceliğin yerini bilgiye
bıraktığı görülür. Bu bakımdan şairin şiirinde anlaşılmayı güçleştirecek durum,
bu anlamda dilsel değil, kültürel boyuttadır. Çünkü Koytak şiiri, “diğer bir
veçhesiyle entelektüel bir şiir”dir (Tamgüç: 2012: 5). Bu açıdan şairin
şiirlerinde ele aldığı meseleye dair malumat sahibi olan bir okuyucu, Koytak
şiirinde dilsel bir çıkmazla karşılaşmaz. Şiirlerinde kelimeler arasında
alışılmadık ilişkiler kurarak değişik anlatımlara başvuran Cahit Zarifoğlu
dahi, ömrünün sonlarına doğru kendi şiiri hakkında özeleştiride bulunmuştur.
Cemal Şakar, Şaban Abak’ın anlattığı bir anekdotta, Cahit Zarifoğlu’nun kendi şirininin
aysbergin görünmeyen kısımlarıyla ilgili olduğu, hakikati orada aramanın yanlış
olduğu fikrine yer verir. “Aysbergi ters çevirdim.” ifadesini kullanan şair,
devamında Yunus Emre’nin ise aysbergin hem görünen hem de görünmeyen
kısımlarını gösterdiğini ve bu sayede halkla bağlantısının güçlü olduğunu
söylemiştir (2010: 97-98). Bu ifadeler, Zarifoğlu’nun şiirlerini bütünlüklü
olarak bir şüpheye itmek anlamına gelmez; fakat özellikle şiir dilindeki
incelikle ön plana çıkan şairin sanatsal dile ilişkin bu mütereddit tavrında
bir haklılığı ortaya çıkarır.
Cahit
Koytak’ın dilsel anlamda okuyucuyla kendi arasında bir engel durumu
oluşturmayarak “açık bir şiir”e sahip olduğu görülür. Zarifoğlu’nun Yunus
Emre’nin şiiri için dile getirdiği “aysbergin hem görünen hem de görünmeyen
kısımlarını göstermek” vasfına Koytak şiirinin sahip olduğu söylenebilir.
Koytak’ın şiir
dilindeki yalınlığı ortaya koyan başka bir husus da çeviri meselesi
noktasındadır. Şair, şiirlerini çevrilecek olma ihtimaliyle kaleme almaktadır. Bunun
gerekçesini tüm insanlık için yazmak olarak gören şair, şiir için “Her dilde
aynı zevki, yakın tadı uyandırması lazım ve mutlaka bir Alman’ın, İngiliz’in ya
da Arap’ın, Fars’ın da insan olmaları bakımından aynı tellerine dokunmalıdır.”
der. Yine şair, uydurma şeylerin başka dillere çevrilemeyeceğini söyler. İnsana
dokunan evrensel, sahici duyguların ise çevrilebileceği kanaatindedir (İlbak
vd. 2014: 31). Dolayısıyla Koytak’ta şiir ve şiir dili amaçlamış olduğu geniş
okuyucu kitlesine göre şekillenmiştir. Şair, bireysel ve toplumsal
iyileştirmede şiirin imkânlarından yararlanmak istemektedir. Bu bakımdan
Koytak’la çeviri yaptığı Muhammed Esed, Halil Cibran ve Tagore arasında
metafizik ilişkiyi kuran ve insanlara Tanrısal soluğu taşımayı amaçlayan tematik
ve dilsel örtüşmeden bahsedilebilir.
Koytak, uzun,
devinimli şiirler barındıran hacimli şiir kitaplarına imza atmıştır. Bu durum,
şiirinin fazlalığı olduğu eleştirilerini getirmiştir. Bu konuda tartışılan, çok
yazdığı düşünülen başka şairler de vardır. Fazıl Hüsnü Dağlarca ve İlhan Berk
bunlardan ikisidir. Tacettin Şimşek, Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı, yüzden fazla şiir
kitabı, on beş binden fazla şiiri, her kitabında değişen söyleyiş tarzı ve tema
zenginliğiyle kuşatılması zor bir şair olarak görmektedir (2010: 208). Değişen
söyleyiş tarzını dışarıda bırakacak olduğumuzda, sıralanan özellikleri Cahit
Koytak’ın biçimsel olarak taşıdığını söylemek mümkündür. Şairin yaşıyor olduğu
ve bütünlüklü bir şiir külliyatını haber verdiği de düşünüldüğünde, bu ifade
Koytak için de rahatlıkla kullanılabilir. Ayrıca Dağlarca’nın bu tarzını,
kendisinin açıklamaları ışığında ele alan Şimşek, nesrin yüklenmesi gereken
bazı fonksiyonları Dağlarca’nın şiire yüklediği tespitine yer verir. Bunun da,
doğal olarak Dağlarca’yı öz şiirin asli fonksiyonları olan sezdirme ve
telkinden uzaklaştırdığı kanısındadır (2010: 212). Koytak için de bu noktada
benzer eleştirilere yer vermek mümkündür. Fakat Koytak’ın yaşam-şiir
birlikteliği içinde bu eğilimi doğal bulduğu görülmektedir. Ona göre şiir,
yaşama dâhil olan canlı-cansız birçok unsur gibi zamanın ve mekânın bir
parçasıdır. Yaygınlığı ve görünürlüğü de bundan ötürüdür. Dolayısıyla şair “ne
yazdığı ve niçin yazdığı?” değerlendirmeleriyle bu durumu kendisi için ikincil
kılmaktadır.
Şiir dilini
yaşamsal kullanıma sokan ve bu duyuş tarzıyla insanlarla naif bir iletişim
kurmaya çalışan şairin günlük yaşamında da şiirin izlerini bulmak mümkündür.
Koytak’ın şiirindeki dilsel kullanımlara ve karşılıklara bakıldığında mimetik
unsurlar eşliğinde şairin şiiri tabiatla, nesnelerin oluşlarıyla aynı paralelde
gördüğü fark edilir. “Ağaca, Rüzgâra, Yağmura Poetikaları Sorulsa” şiirini bu
doğrultuda okumak mümkündür. Yaşamdaki çoğul ilişkinin, Koytak’ın şiirinde
malzemeyi belirleyen önemli bir etkiye sahip olduğu söylenebilir. Yayımlanmış
son kitabını “roman-şiir” olarak takdim etmesi bundan kaynaklanmaktadır. Öykü
ve şiir; deneme ve şiir arasında kurulan alışıldık benzerliğin burada
farklılaşarak şiiri ayrıntı/detayla buluşturduğu görülmektedir. Estetik karşılığını
dilin detaylara nüfuz etmesinden almaya çalışan şair, “dudakta bekletilen
şarkılar”la bunun yoğun bir karşılığa sahip olduğunu göstermektedir.
Necmettin
Türinay, şairin şiiri hakkında apayrı bir “şiir cümlesi”nden bahseder: “Cahit
Koytak’ta Sezai Karakoç’ta olduğu gibi mısra yok!.. Onun yerine parıltılı imge
ve istiarelerle, son dönem Türk şiirinin alışık olmadığı derecelere varan mecaz
kümelenmeleri ile dopdolu mısra grupları var” (2006b: 138). Yazar, ayrıca bu
mısra kümeleşmelerini, tahkiye tarzıyla Koytak şiirinin üreme kabiliyeti ve
ihatalı açılım boyutu ile ilişkili bulur. Koytak’ta dilsel yayılımın büyük
ölçüde bu şekilde gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Şair, daha evvel de dile
getirildiği üzere yapılandırılmış bir bilgiyle şiirinin uzamını genişletmekte
ve söylemek istediklerini şiirsel bir forma büründürmektedir. Tekrar eden,
devamını art kıtalarda bulan kesik dizelerle ahengin sağlandığı Koytak şiiri,
bu anlamda kendine has “yalın-yüklü” serbest bir şiirdir. Bu belirleme,
Türinay’ın “öz-yoğun” (2006b: 138) olarak işaret ettiği Koytak şiiri için,
üslup noktasında ifade edilebilir. Ayrıca Türinay’ın Koytak şiirinde “mısra
yok” (2006b: 138) belirlemesi, mısra grupları açısından doğruluk payına sahip
olsa da, tekrar eden bazı dizelerin güçlü bir şekilde ön plana çıktığı görülür.
Bu mısraların bir tür doğurgan mısra olarak Koytak şiirinde ritmi ve meramı
sağlayan önemli kullanımlar olduğu söylenebilir. Şairin İlk Atlas’a
(2011) yer alan “Son Sahabeler” (2011a: 99) adlı şiirinde yer alan “Kaab’ın mısraları
mı?” şeklindeki dizeleri bu durum için örnek gösterilebilir.
Serbest şiiri,
vezinli şiirden yazılması bakımından daha zor bulan Metin Önal Mengüşoğlu, en
son ve en iyi modelleri Cahit Koytak’ın şiirleri olarak görür (2012b: 344).
Asım Öz de “Cazın Irmaklar”nı (2012) tanıttığı yazısında bu şiir kitabının hem
vurgulu hem de forma daha az bağlı olan ritmik bir yapıya sahip (2012: 99)
olduğunu belirtir. Koytak’ın bu kitabında, özellikle caz müziğiyle sözel ve
müzikal bir özdeşlik kurmaya çalıştığı görülür. Rasim Özdenören de, bu kitap
hakkındaki değerlendirmesinde caz müziğinin doğaçlama özelliğiyle ruhsal
bütünleşmeye dikkat çeker:
“Kâinatın bir
ritim üzerinde seyrettiğini derinden algılama arayışında olanlar esaslı bir
ipucu elde etmek, melodinin boğuk fakat etkili, yürek yakıcı sesine kulak
vermek istiyorlarsa, Cazın Irmakları onlar için elden bırakmak
istemeyecekleri müthiş bir şiirler toplamı sunuyor. O ritim sizi kendi
melodinizin notalarına sürüklüyor: kendiliğinden, özel bir çaba gösterme ihtiyacı
hissettirmeden, tıpkı cazın doğaçlama melodisine gönül uyduran Karaoğlanın
yatışmaz hüznünün dile gelmesi gibi...
Müziğin
sesinde Tanrı'nın sesini algılamak isteyenlere, ritmin ve melodinin künhüne
vakıf olmak isteyenlere, üstelik bu derin duyumsamayı şiirin dilinden duymak ve
kavramak isteyenlere, bu kitap onlara aradıklarından daha fazlasını vaat
ediyor” (yenisafak.com.tr Erişim: 28.06.2014).
Cahit
Koytak’ın şiir anlayışı
Cahit Koytak,
ortaya koymuş olduğu şiir anlayışıyla edebiyat dünyasında oldukça önemli bir
yer edinmiştir. Yayımladığı İlk Atlas (1991) kitabından sonra daha çok
dergilerde görünen şairin, başka kitaplarını yayımlaması uzun süre beklenir
olmuştur. Bu ilgiyi oluşturan ana saik, Koytak şiirinin derinlikli ve hikmetli
bir şiir olarak görülmesidir. Koytak şiiri, sadece bu özelliklere sahip bir
şiir değildir; aynı zamanda bu derinliği ve hikmeti aktarmanın yollarını bulmuş
bir şiir olarak da anlaşılmaktadır. Şair, bu niteliğini, okuyucuya daha ilk
kitabıyla hissettirmiştir. Dolayısıyla Koytak şiirinde anlam derinliği ve dil
sadeliği çatıyı kuran iki önemli etken olarak karşımızdadır.
Koytak’ın uzun
süre kitaplarını yayımlamamış olması, büyük bir şiir külliyatı hazırlığı içinde
olduğunun bilinmemesine sebep olmuştur. Bu yüzden uzun bir süre edebiyat
dünyasında ilk Atlas'ın (1991) şairi olarak bilinmiştir. Asım Öz’ün
işaret ettiği üzere şair, bugün hâlâ İlk Atlas kitabıyla
hatırlanmaktadır (2012: 100). Koytak hakkında genel izlenim münzevilik
dolayımında kalırken, o son yıllardaki hacimli şiir kitapları ve üretkenliğiyle
yalnızca edebiyat dünyasında değil, yaşamsal olan birçok konuda varlığını
hissettirmeye başlamıştır. Şiirine, büyük bir ustalıkla bütün bir hayata
dokunan güçlü, donanımlı ve aynı zamanda bilgece bir söylem katmıştır. Bu durum
onun büyük bir şair olarak tekrar hafızalarda yer edinmesini sağlamıştır.
Walter Benjamin’in şu sözleri, Koytak hakkında söylenebilecek bir boyuttadır:
“Büyük yazarlar tamamlanmış
yapıtlardansa ömür boyu üzerinde uğraşmaya devam ettikleri fragmanların yükünü
daha çok hissederler. Çünkü sonuçlardan benzersiz bir haz duyanlar, ancak
nispeten zayıf ve kafası karışık olanlardır; bu bütünlemenin kendilerini hayata
iade ettiğini düşünürler. Oysa deha her kesintiyi, kaderin her vuruşunu,
işliğinde çalışırken dalıverdiği müşfik uyku gibi karşılar. Ve bunlardan
fragmanlarla tılsımlı bir çember örer. “Deha zahmettir” (1995: 52).
Koytak’ın
büyüklüğü, ortaya koyduğu tevazudan da ileri gelmektedir. Öyle ki şair, şiiri
hakkında yönlendirici herhangi bir çaba içerisine girmemekte ve bu konuda
oldukça ilkeli bir duruş sergilemektedir. Bu açıdan şairin, kendi şiiriyle
ilgili konuşmaktan kaçındığı ve bunu muhatabına anlatmakta da insani ilişkiler
açısından oldukça zorlandığı görülür. Hece dergisinin Cahit Koytak dosyasında,
kendisine yöneltilmiş sorulara şairin cevabı birkaç paragrafla sınırlıdır.
Koytak, iyi kurgulanmış on soru karşısında cevap vermemesi gerektiğini
anlattığı kısa yazısında şunları söyler:
“Şiiri, belki
de böylesi mizacımı, sosyal zekâ ve donanımımın sınırlamadığı içindir ki, hep
fonunda sessizlikten ve derin bir mavilikten başka bir şeyin görünmediği bir
çift büyük beyaz kanat imajı ve o kanatların hışırtısı olarak düşünmüşümdür.
Onu gökyüzüne salan elin kanatların yanında yöresinde görünmesi, bize onun
kendi başına uçma yeteneği olmayan, hatta canlı bile olmayan, öyle olduğu için
de, sahibinin kanatlarının altından tutarak uçuyor süsü vermek üzere kendi
eliyle havada dolaştırdığı yapma bir kuş olduğu duygusunu verirdi” (Hece, 2003:
71).
Şair, bu
tutumunun, kendi iç dengeleri bakımından yararlı, hatta gerekli olduğunu
tecrübelerle gördüğünü belirterek (Hece, 2003: 70) ileri sürülen fikirlere
müdahil olmayacağını hissettirir. Fakat yukarıdaki cümlelerinden de anlaşıldığı
gibi bu tutum, şairin şiiri hakkında konuşmak için okuyucuya ya da eleştirmene
sunulmuş bir fırsattır. Öne sürülmüş bir sanat eserinin halka mal olması ile
eleştirmenlerce dikkate alınması ve değerlendirmesi oldukça doğal bir durumdur.
Koytak, bu doğal durumun gerçekleşmesi peşindedir. Asım Öz’e göre ise, şairin
kendisiyle ilgili konuşmaktan çekinmesi, ona ilişkin belirlemeleri güçleştiren
bir durum oluşturmuştur (Öz, 2012: 100). Fakat bugün Koytak’a ışık tutacak
gerekli ürünler, şair tarafından fazlasıyla ortaya konulmuştur. Dolayısıyla peş
peşe yayımlanan şiir kitaplarıyla ve daha yayımlanacakları haber etmesiyle
şair, kendisine yönelik sözcülüğü eserlerine bırakmıştır. Bu, aynı zamanda
şairin uzun soluklu suskunluğunu anlaşılır kılmaktadır. Koytak’ı şairler için
özel ve önemli bir örnek olarak gören Süreyya Berfe, Koytak’ın şiir
değirmeninin taşıma suyla dönmediğini belirtir. Ona göre Koytak, şiirine ama
sadece şiirine güvenmektedir (2003: 100). Dolayısıyla şairin, şiirine güveni
sarsacak bir telkinde bulunmaktan kaçındığı söylenebilir. Mehmet Ragıp Karcı
ise, Koytak’ın okuyucuya bir pusula hazırlamadığı ve bunu hazırlamanın
okuyucunun zihnine, idrakine bir saygısızlık olacağını bildiği yönünde bir
açıklamada bulunur (2003: 80). Nurettin Durman’ın şair hakkındaki merakı da
aynı mantık çerçevesindedir:
“Genel olarak,
bana senin yönelttiğine benzer sorular yönelten ve yayınlamak üzere benimle
mülakat yapmak isteyen herkese, söylemeyi doğru ve yeterli bulduğum şey şu
oluyor: “Hayat, insan, sanat, şiir, benim kendi şiirlerim, benim kendi hayatım
vb. konularda, söylenmeye değer bulduğum her şeyi yazdığım şiirlerde
söylediğimi, söylemeye çalıştığımı düşünüyorum. Bu itibarla, sözlü ya da yazılı
beyanat ve mülakatlar yoluyla okur ile yazdığım şiirler arasına girerek, okurun
özgür keşif serüvenini bozmayı, kendi adıma, doğru bulmuyorum. Bunun içindir
ki, beni bağışlamanızı diliyorum” (2012: 14).
Necmettin
Türinay, İlkAtlas’tan sonra inzivaya çekilen şairin şiirine ilişkin pek
bir değerlendirmeye rastlanılmadığını belirtir (2006b: 134). Türinay, şiir ve
edebiyat muhitlerindeki gruplaşmaların ve basit paslaşmaların bunda etken
olabileceği üzerinde durarak Koytak’ın kendinden de kaynaklanan derin bir
inziva arzusuna işaret eder. Şairi anlamak için ilk dönemine eğilmek
gerektiğini hatırlatan yazar, şairin 1987-1989 yılına kadar indirilebilen
döneminde şiirinin dış etkenlerden yola çıkarak gelişen veya kurulan “edebi bir
nesne olmadığı” tespitinde bulunur (2006b: 135). Türünay’ın ayrıca şaire
kaynaklık eden “kendi ruhu” ve “iç süreç” kavramlarıyla Koytak’ın şiir
tefekkürüne odaklandığı görülür. Burada dış etkenlerin ne derece hedefli bir
şiir üreteceği problematiği kilit rol oynamaktadır. Ya da sahih ve meselesi
olan bir şiirin kendi söylemini ve gücünü bulması için öncelikle kendi
tutarlılığını yakalaması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bu bakımdan Koytak şiiri
için erken döneminde mayalanmış ve sonrasında okura açık samimi bir şekilde
sunulmuş bir şiir gözüyle bakılabilir. Çünkü Türinay’ın ileri sürdüklerinin
tarihi 2006 yılıdır ve şair, ilk şiir kitabı İlk Atlas çevriminde
değerlendirilmektedir. Şairin son yıllardaki sosyal meseleleri şiirin içine
çekerek hakikat temeline oturtulmuş yalın bir dille okuyucuya seslenildiği
düşünüldüğünde, şair için ikinci aşamanın belirdiği söylenebilir.
Biçim ve özün
uyumlu bir şekilde kendini gösterdiği Koytak şiiri, alt okumalar gerektiren bir
şiir olması yanında, insani tavrın büyük bir yetkinlikle ortaya konulduğu bir
özellik göstermektedir. Ayrıca şairin, şiiri hayatın içinde doğal karşılıklarla
anlayıp bir paylaşım unsuru kılması ve kimi şiirlerindeki yalınlıkla okuyucuyu,
âdeta şiir dünyasına çekerek şiirsel güzellikten nasiplendirmeye çalışması
dikkat çekmektedir. Bu açıdan şairin bilgi, felsefe, hikmet, metafizik içerikli
ve derinlikli şiirleri yanında, okurla kendini eşitleyen bir şiirinin olduğunu
da söylemek mümkündür. Birçok kişinin kendini yalın dizelerle vicdani bir
sorgulama içerisinde bulduğu bu şiir, okuyucuda büyük bir olgunluk hissi
uyandırmaktadır. Genişleyen ve uzayan şiir yatağında hemen hemen herkesin
rahatlıkla kendine ilişkin bir şeyler bulması mümkündür. Koytak şiirinin
genişliği ona dair belirlemelerin de genişlemesine olanak sunmaktadır.
Asım Öz, Cazın
Irmakları kitabına ilişkin değerlendirmesinde, Koytak hakkında “İçinde
yaşadığı somut ve metafizik dünyanın çağrışımlarıyla yazdığından, şiirleri
insanı kolayca kavrayan sıcak şiirlerdir.” (2012: 100) demektedir. Öz’ün ön
plan çıkardığı “somutluk” ve “metafizik dünya” iki uca işaret etmektedir.
Şairin şiirlerinde bu iki uç arasındaki yaşanmışlığa dair birçok şeye rastlamak
mümkündür. Elbette bu iki uç ve arasında tecrübe edilen yaşam, birbiriyle anlam
kazanan bir bütünsellik ve birliktelikle ele alınmaktadır. Bu, Koytak şiirinin
amaçlarından olup şairin eşyayı ilişkisel kılarak anlamlandırması mantığından
ileri gelmektedir. Denilebilir ki Koytak şiiri eşyayla barışık, yaşamda olup
biten her şeyi metafizik planda birbiriyle bağlantılı olarak düşünen bir
şiirdir. Şiir, aşkın bilgiyle, metafizikle sürekli bir rabıta hâlinde olduğuna
göre (Sayar, 1995:130), Koytak şiirinin, dininde vazettiği bir kurgu olarak
insanın yaşam ve öte yaşam arasında kurması gereken tutarlılık ve amaçlılıkla
örtüştüğü söylenebilir. Koytak şiirindeki bu metafizik uzamın anlaşılmadığını
ileri sürenler de vardır:
“Metafizik
şiirlere imza atan birçok şair gibi Koytak’ın da yeterince anlaşılmadığını
düşünüyorum, çünkü şiirlerindeki yalınlığın bileşenlerini görmek, onlara
dokunmak mümkün değil gibi. Alabildiğine somutluğuna rağmen sizi son derece
soyut alemlere götürüyor Koytak, rüya gibi, gördükten sonra unutuluyor, sadece
duygu yoğunluğunun kalıyor üzerinizde” (İlbak vd., 2014: 19).
Cahit
Koytak’ın şiir anlayışında önemli bir yer tutan unsurlardan biri, sosyal
meseleler karşısında takındığı tavırdır. Yaşadığı zamanın problemlerini
şiirinde ele alan şairin, şiir üzerinden her türlü acıyı ve sevinci paylaşan
bir yaklaşımı bulunmaktadır. Bu özellik, Sezai Karakoç’un “Şair milletinin
sözcüsü, yorumcusu ve gerekirse yol gösterenidir” (1997: 47) sözüyle amaçlanan
doğrultudadır. Dünyanın kötü gidişatı için sanatın nasıl yapılması gerektiğini
tartışan Cahit Zarifoğlu, “sanat eserinin insana söylemesini bilen bir ağzı
olmalı” diyerek sanatın kendini kabul ettirecek noktaya sahip olması gerektiği
üzerinde durur (1996: 141,144). Devamında Zarifoğlu, şairlere, “soyut
şiirlerini bir kenara itmeleri ve şiirlerinin ayaklarını yere bastırmaları”
şeklinde bir telkinde bulunur. Ayrıca şaire “Bak bahar geldi. Tabiat doğudan
batıya uyanıp diriliyor. Sen de ey şair uykudan uyan ve şimşek gibi çıkan
şiirlerinle bütün uyuyanları kaldır” şeklinde seslenir. Benzer bir ifadeye
Edward Said’de rastlıyoruz. Edward Said, entelektüelin rolünü, topluma
dayatılmış suskunluğa hem de göze görünmeyen gücün normalleştirilmiş sükûnetine
mümkün olan her yer ve zamanda meydan okuyup bu eğilimleri kırmak şeklinde
açıklar (2005: 176). Aynı şekilde, ideolojinin hakikatsizlik olduğunu belirten
Theodor W. Adorno, sanat yapıtlarının büyüklüğünün tek ölçüsünü ideolojinin
sakladığı şeyi dillendirmesi olarak görür. Ona göre bir yapıtın başarılı
olması, ister amaçlanmış olsun ister olmasın, yanlış bilincin ötesine geçildiği
anlamını taşır (2004:118). Koytak,hakikati amaçlamış bir şair olarak, bilgiyi
ve düşünceyi ideolojik bağlanmaların dışına taşırarak ona özgür bir hüviyet
kazandırmaktadır. Özgürlük herkesin özgürlüğüdür ve ortak aklın çabasıyla
mümkün olmaktadır. Bu durum, Koytak şiirinde oldukça naif bir dillendirmeyle
gerçekleşir.
Sanatın sosyal
meselelerle ilişkisini kuran her türlü yargıya çoğunlukla şüpheyle
yaklaşılmaktadır. “Bir Tahakküm Aracı Olarak Seçkinci Sanat” başlığı altında
Cemal Şakar, sanatın seçkin olduğu kabulünün önsel bir kabule dayandığını ve bu
tarz bir düşüncenin modern bir olgu olduğunu söyler. Ona göre sanat, modern
zamanlarda fikirden uzak bir tavırla “avare, azade, çıplak ve hür bir sanat”a
dönüşmüştür. “‘Saf hayat’ yoksa ‘saf sanat’ da yoktur” diyen yazar, sanatın
dillendirmesi gereken gerçekliklere işaret eder (2011: 99, 117, 140). Yazar,
ayrıca şunları kaydeder: “Akif’in şiirlerini manzum teranelere, hamasete
indirgeyen edebiyat anlayışının tegallübü karşısında yaşadığımız akıl tutulması
nedeniyle bugün birçok sanatçının yüreğini yakan gerçeklerin; bir türlü ifade
edilebilir bir dili, sanat anlayışı bulunmamaktadır. İslam coğrafyasında
yaşanan yangın bugün Türkiye’de ve dünyanın hemen her yerinde milyonlarca
insanı meydanlarda toplayıp tavır almaya; öfkelerini ve nefretlerini zalimlere
yöneltmeye zorlarken; edebiyat hem yangının hem de meydanlardaki milyonlarca
insanın sesi olamamaktadır. Aslında çok önceleri seçimini yapıp sırça kulesine
çekilen edebiyat için bu durum anlaşılabilirdir. ... Son saat geldiğinde önemli
olan “hesap verecek olmaktır” “ve o zaman edebiyatın sırça kulesi çoktan
parçalanmış olacaktır” (2011: 119, 121). Bu ifadelerden hareketle sanatın
taşıması gereken hakikat sözcülüğünün son derece önemli olduğu görülmektedir.
Sözcülük kelimesinin sanatsal değeri düşürücü bir kelime olarak anlaşılması da,
aslında seçkinci sanat algısının ne kadar kabul gördüğünü açıklar mahiyettedir.
Şakar’ın
işaret ettiği üzere Mehmed Âkif şiirinin gösterdiği duyarlılığın Koytak
şiirinde de olduğu söylenebilir. Tabiİ ki farklı unsurları söz konusu edecek
şekilde. Bu anlamda Koytak şiiri, sosyal meselelerdeki ısrarıyla Mehmed ÂkifTe
benzer kaygılara sahiptir. Âkifte ön plana çıkan “Kur’an” algısının Koytak
şiirinde de bizleri karşıladığı görülür. Bunu, şairin şiirlerinde atıfta
bulunduğu ayet ve içerikleriyle görebiliriz. Âkifte görülen vahiy/Kur’an
müdafaasının Koytak’ta geniş bir yelpazeye yayılarak sosyal meseleler için
reel, insanın amaçları noktasında ise metafizik bir karşılık bulduğunu söylemek
mümkündür. Her ikisi de sözün ulaştığı noktada gerçekleştireceği iyileştirmenin
sanattan ve şiirden daha önemli olduğu anlayışına sahiptir. Âkifte reel
karşılıklarla keskin bir savunma; Koytak’ta yaşama dair birçok ilişkinin
bilgisini elinde bulunduran bir kurgu söz konusudur. Ahmet Örs’ün dile
getirdiği şu ifadeler, iki şair için dillendirilen bağlama uygun düşmektedir:
“Edebiyatın nefesi, vahyin özüyle buluştuğunda anlam kazanacaktır. Edebiyat
acele etmez, uzun zamanlara yayar mücadelesini. Bir roman enginliğiyle, bir
şiir “hemencilik”ini mezc eder. Düşüncenin yaygınlaşmasına, ete kemiğe
bürünmesine ve yeryüzü egemenlerinin hakiki yüzlerinin görünmesine herkesten
daha çok katkı sağlar (2008: 3). Cahit Koytak şiirinin bu özelliklere sahip bir
şiir olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Cahit
Koytak’ın şiirlerinde politik meseleler bağlamında karşılaşılan olumsuzluklara
ve tüm eleştirelliğe rağmen umut en önemli kavramlardan biridir. Hatta umut,
Koytak şiirinde bütün bir bilginin toplamı mahiyetindedir. Bu, onun şiirinin
seküler ve ideolojik bir konumlanma dışında, sahip olduğu manevi konumlanmadan
ileri gelmektedir. Şairin şiirlerinde beliren umut, üretkenliğin de bir
karşılığı olarak söze inanma ve onun gücünden yaralanma anlayışına
yaslanmaktadır. Koytak şiirini, 1980 sonrasının en farklı şiiri olarak gören
Necmettin Türinay, bu şiirin oluşturduğu ruhsal ürpertinin somutlaştığı
imgeleri sıralarken şairin Shakespeare’in trajedileri, Baudelaire’in Kötülük
Çiçekleri, Kafka’nın donuk varlıklarındaki gibi bir olumsuzlukla devam
etmeyeceğini, şairin has bir dille, inzârın diliyle konuşacağının işaretlerini
de verdiğini dile getirir. (2006b: 137). Cahit Koytak’ın amaçlamış olduğu şiir
külliyatı ve şiirlerinde yer alan eleştirelliğin böyle bir yaklaşımla ele
alınması gerekir. Koytak şiirinde yaşam ve şiirin iç içe bir bütünsellikle
ortaya çıkması, gerek şairin okumaları gerek yaşamsal izlenimleriyle karşımıza
çıkan şiirsel malzemenin mantığını oluşturmaktadır. Kemal Sayar’ın
“Kaybettiğimiz ahlâkı, yaşantının şiirine kulak kesilerek bulabiliriz.” (1995:
119) sözü bu bağlama denk düşen önemli bir sözdür. Dolayısıyla bu sözün Cahit
Koytak’ın şiirleriyle somutlaştığı söylenebilir. Çünkü Cahit Koytak,
şiirlerinde okuyucuya kaybettiği dünyayı yeniden keşfettiren bir soluk sunmaya
çalışmaktadır. Ya da yaşamın zorlukları ve aldatıcılıklarıyla yıkık dökük olan
insaniyetimiz konusunda şiirsel bir onarımın peşindedir. Bu büyük çaba, şairi
söylenmeyecek bir şey kalmaması konusunda, söyleyerek oluşacak iyileştirmeye
sevk etmektedir. Şiirinde söz konusu olan sürükleyiciliğin boyutlarını burada
aramak gerekir. Koytak şiirinin “öz-yoğun bir şiir” (Türinay, 2006b: 138)
olarak nitelendirilmesi de bu yönüyle ilişkilendirilebilir.
Koytak şiirine
yöneltilen birtakım eleştiriler vardır. Bunlardan biri, bu şiirin geleneğe
yaslanmayan, kökü dışarıda bir şiir olduğu kabulüdür. Gelenek ve İkinci Yeni
Şiiri adlı önemli çalışmasında Cevat Akkanat, geleneği, sonuç olarak şu
ifadelerle açıklar: “... köklü bir geçmişten sürüp gelen maddi ve manevi
birikimlerin adı olarak gelenek, sonraki kuşakların tarih bilinci edinmelerini,
onların gelişme ve yenileşmelerini sağlaması ve oluşturduğu otoriter yapısıyla
kendisine yabancı kalınmayacak büyük bir kaynaktır” (2012: 35). Daha
sonrasında, meseleyi “edebiyat geleneği” ve “Türk edebiyatında gelenek”
başlıklarıyla özelleştiren Akkanat, geleneğe yaslanırken veya gelenekten
faydalanırken, gelenekte var olanı aynen taklit etmekten ziyade, onun özünü
yaşamak gerektiği üzerinde durur (2012: 47). Ayrıca Türk edebiyatında gelenek
tartışmalarının, gelenekten söz edilip edilemeyeceği, söz edilecekse onun ne
olduğu ve ondan nasıl yararlanılabileceğine dair polemiklerle başladığını
kaydeder (2012: 53). Bu ifadeler doğrultusunda, geleneğin üzerinde durulması
gereken önemli bir kaynak olduğu ve içeriğine ilişkin bazı dikkatlerin de
gösterilmesi gerektiği açığa çıkmaktadır. Koytak şirininin geniş bir yelpaze
içerisinde malzemeden ziyade ilke ve yaşamsal olan unsurları gelenek addederek
bir tür buluşma gerçekleştirme peşinde olduğu söylenebilir. Metin Önal
Mengüşoğlu’nun şair hakkındaki şu tespitleri, onun şiirinin daha iyi
anlaşılmasını sağlamaktadır:
“Cahit Koytak
şiiri çoktan kendisine dünyanın büyük şiir damarı arasında mümtaz bir mevkiyi
kapmıştır. Ben onu Celalettin Rumi, Tagore, Shakespeare, Dante, El-Maarri, Şeyh
Sadi, Hafız, Hayyam ve İkbal’lerin hizasına koyuyorum. Cahit Koytak şiiri bütün
siyasi, ideolojik, mahalli, kültürel sınırları zorlayan, kopartan, ortadan kaldıran
ve en insani, en fıtri, en deruni vicdandan fışkıran bir şiirdir. Bu şiirin bir
kalbi okşaması, onu heyecanlandırması için insanın bütün bu küçük ve
daraltılmış sınırlardan kendisini sıyırmasıyla mümkün olacaktır” (2012c: 11).
Cahit Koytak
şiiri, yeryüzünde insanlığa ait ortak mirası arayan ve somut kültürel
benimsemelerle aslında istenilmese de karşıtlığın oluşturduğu bir tehlikenin
farkındadır. İnsana anlam katan önemli değerlerin sahipliğini yapmak ve bu
sahiplikle farklı olanlardan ayrılmak sosyolojik bir realitedir. Çünkü kültür
ve tarih bu anlamda oldukça somut unsurlardır. Fakat kültür ve tarihi
yüceltmenin, başkasının da hayat ve barış bulmasıyla gerçek idealini meydana
getirdiği söylenebilir. Bu bakımdan değer verilen, çatışma içinde olduklarımız
tarafından benimsenerek içselleştirilecek doğrularımızın başkalarının da
doğrusu olması için açık bırakılan bir kapıya ihtiyacımız olduğu bir gerçektir.
Koytak şiirinin tematik bütünlüğünde karşımıza çıkan çoğul malzeme, bu
gerçeklik ve arayışla anlamsal, içkin bir birlik anlayışına yaslanmaktadır. Bu
yüzden Koytak şiirinin köklerini burada aramak gerekir. Bu şiiri kökü dışarıda
bir şiir olarak algılamanın, kökün ne demek olduğu üzerine derinlikli,
eleştirel bir tavır yoksunluğundan kaynaklandığı söylenebilir. “Sanatçı,
düşünce adamı ya da siyasetçi, üzerinde yaşadığı topraklara ait olanın tonunu
ve formunu geliştirmek için insanlığın ortak mirası adına kolları sıvamak
zorundadır” (Utku, 2010: 474). Bu zorunluluğun Koytak şiirinde aşılmak isteneni
işaret ettiği açıktır. Türinay’ın Koytak şiir hakkında “Hem bizim, hem de
evrensel insanı derinden sarıp sarmalayan İslamİ bir şiir muhtevasıdır” (2006b:
138) sözü de, bu durumu açıklamaktadır.
Türinay,
Koytak şiiri hakkında yukarıdaki belirlemeler dışında farklı bir tespitte daha
bulunur. Doksan sonrası Türk şiirinin en önemli sorununu, yeni ve alternatif
bir şiire olan ihtiyaç çerçevesinde özetlemek gerektiğini belirten Necmettin
Türinay, Cahit Zarifoğlu, İsmet Özel ve Sezai Karakoç isimleri üzerinde ne kadar
durulmuş olsa da bu isimleri geride bırakacak yeni bir şiir soluğuna
eremediğimiz kanaatindedir (2006a: 44). Bu çıkarsamaları Cahit Koytak lehine
ileri süren Türinay, Necip Fazıl, Sezai Karakoç gibi şairlerin içinde bulunulan
duruma ilişkin problemleri görüp yeni bir yol belirleyebilme istidadını
göstermeleri bakımından üzerinde durur. Ona göre şiir, ancak ve ancak büyük
yüzleşmelerle yenilenebilir ve bu, büyük bir şaire eklemlenerek gerçekleşmez.
Bu bağlamda Türinay, Koytak’ı son on-on beş yıllık şiir birikimimizin en
parıltılı ismi olarak değerlendirip bunu artık çekinmeden söylemek gerektiğini
ileri sürer (2006a: 45-46-47).
Cahit
Koytak’ın Çevirileri
Daha çok bir
şair olarak tanınan Cahit Koytak, aynı zamanda yabancı dillerden yaptığı önemli
çevirileriyle de bilinmektedir. Şehnaz Tahir Gürçağlar, edebiyat çevirisini
“bir bakıma ‘edebiyat aşkına’ sürdürülen bir uğraş olarak” görür (2011: 35).
Cahit Koytak’ın etkileşim içerisinde olduğu yazarlardan yaptığı çevirilerde
bunu görmek mümkündür. Özellikle Muhammed Esed çevirisiyle tanınan şair, Halil
Cibran ve Tagore’dan da yetkin çevirilere imza atmıştır. İslam dünyasının büyük
önem verdiği Mevdudi’nin Dört Terim adlı çevirisi de oldukça başarılı
bulunmaktadır. Tabii ki bu durum, çeviri alanında karşımıza çıkan “kaynak” ve
“erek” şeklinde adlandırılan “çevrilen dil” ile “çeviri yaptığınız dil”e (Tahir
Gürçağlar, 2011: 27) yönelik yetkinlikle ilgilidir.
İngilizce, Fransızca,
Arapça bilen Cahit Koytak, çeşitli tarihlerde aşağıdaki eserleri çevirmiştir:
İslam’ın Yayılış Tarihine Giriş, Ebu Farzl İzzeti,
İnsan Yayınları, 1984. Düşünce/Tarih
Mekke’ye Giden Yol, Muhammed Esed, İnsan Yayınları,
1984. Anı/Otobiyografi.
Siyah Deri Beyaz
Maske, Frantz Fanon, Versus Yayınları, 1987. İnceleme.
Kur’an-ı Kerim’de Dört Terim, Ebu’l Ala Mevdudi,
Kahraman Yayınları, 1990. İnceleme.
Kur’an Mesajı/Meal-Tefsir (3 Cilt), Muhammed Esed,
İşaret Yayınları, 1996. (Ahmet Ertürk’le beraber) Meal-tefsir.
Veda Şarkısı,
Rabindranth Tagore, Kapı Yayınları, 2013. Roman.
Gitanjali (Tanrı’ya Adanmış Şiirler), Rabindranth
Tagore, Kapı Yayınları, 2013. Şiir.
Ayın Bitmeyen
Çocukluğu, Rabindranth Tagore, Kapı Yayınları, 2013. Şiir.
Kırık Kanatlar,
Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2013. Öykü.
Başkaldıran
Ruhlar, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2013. Öykü.
Gece İle Sabah
Arasında, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012.Şiir.
Öncü, Halil
Cibran, Kapı Yayınları, 2012. Şiir.
Tanrı Elçisi,
Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2013.Deneme.
Vadinin Perileri,
Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012.Öykü.
Yeryüzü Tanrıları,
Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012. Öykü.
Kaçık, Halil
Cibran, Kapı Yayınları, 2012, Roman.
Kum ve Köpük,
Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012. Roman.
Gezgin, Halil
Cibran, Kapı Yayınları, 2012. Öykü.
Gönlün Sırları,
Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012. Şiir.
Gözyaşları ve
Kahkahalar, Halil Cibran, Kapı Yayınları, 2012. Şiir.
Bunların
dışında Cahit Koytak, “Herkese İnen Kitap” adlı bir Kur’an çevirisi hazırlığı
içindedir.
Cahit
Koytak’ın Aldığı Ödüller
Şiirleri ve çevirileri büyük beğeni toplayan şair aşağıdaki
ödülleri almıştır:
Frantz Fanon’un Siyah Deri Beyaz Maske kitabının
çevirisiyle Türkiye Yazarlar Birliği çeviri ödülü (1983).
Türkiye Yazarlar Birliğinin 11-13 Kasım günlerinde Kırım
Özerk Bölgesi’nin başkenti Akmescid’de (Simferopol) düzenlediği Türkçenin 6.
Uluslararası Şiir Şöleni’nde, Ahmet Yesevi Büyük Ödülü (2005).
Yoksulların ve Şairlerin Kitabı’yla, Edebiyat Sanat
ve Kültür Araştırmaları Derneği'nin (ESKADER) şiir ödülü (2010).
Şaire Ondokuz Mayıs Üniversitesi tarafından Ekim 2014’te
(22 Ekim 2014) fahri doktora unvanı verilmiştir. Senatonun kararına göre bu
unvan Koytak’a; “Estetik hazzın ve/veya farklı ideolojilerin edebi düşünceye
tahakküm ettiği postmodern dünyada, Türk şiirine dünyayı açık uçlu olarak
yeniden yorumlama imkânını göstermesi ve hem şairi hem de okurlarını yüzleşme
etiği bağlamında özgürleşme ve sorumluluk üstlenmeye davet çabaları”
gerekçesiyle verilmiştir.
Değer
ve Kavramsal Çerçeve
Bir şeyin
önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet
olarak anlaşılan değer (www.tdk.gov.tr Erişim:
02.06.2014), insan yaşamında sıklıkla kullanılan kavramlardan biridir. Yaşamın
anlam odaklarında önemli karşılıklar barındıran değer, insanlar arasında
karşılıklı güvenin, iletişimin önemli dayanaklarından birini oluşturmaktadır.
Bu yüzden günlük hayattan, bilimsel/kültürel alana kadar aktif bir kullanıma
sahiptir. Günlük yaşamda, bir şeyin değerini belirtmek anlamına gelen “değer
biçmek” ile değerli saymak, önem vermek anlamındaki “değer vermek” deyimleri
(Kocaoluk, 2011: 204), kavramın yaşamdaki canlılığına bir işarettir. Ayrıca
“değer yargıları”, “değerler felsefesi”, “değerler eğitimi”, “değerbilirlik”,
“değerlendirmek” gibi dilsel kullanımların farklı uzamlara sahip olduğu
görülmektedir. Bu bakımdan değer kavramı, yaşamın orta yerinde olan ve insanın
hem sahiplenmeyi arzuladığı hem de bunu gerçekleştirip gerçekleştirmediğinin
belirleyicisi konumundadır.
Değerlere
bakıldığında büyük bir çeşitlilikle karşılaşılır: “Sevgi, saygı, dürüstlük ve
güvenirliğe değer denildiği gibi bilim, sanat, felsefeye, öte yandan eşitlik,
özgürlük, barış, dayanışma ve toleransa da değer denilmektedir. Kısaca herhangi
bir nedenle iyi olduğu düşünülen, yani kendisine ilişkin pozitif bir değer
yargısı bulunan her şeye değer adı verilmektedir” (Tepe, 2002: 349).
Dolayısıyla kavramın, kendisiyle koşut diğer kavramlarla bir irdeleme zemini
oluşturduğu açıktır. Bu bakımdan kavram, farklı alanlarda farklı bağlamlar ile
incelenmeli ve insan yaşamını anlamlı kılacak bir kullanım içinde
düşünülmelidir. Çünkü bir kavramın genişleyerek boyut kazanmasında olumlu ve
olumsuz durumlar söz konusu olabilir. Bu konuda Z. Şeyma Arslan ve Fatma T.
Yaşar, oldukça önemli tespitlerde bulunmaktadır:
“Çağımızda
değerlerin bu kadar vurgulanıyor oluşuna bakarak, bunların ne kadar
önemsendiğini, bu konuda artık ne kadar ileri bir noktada bulunduğumuzu
düşünmemiz acele ve yüzeysel verilmiş bir hüküm olur. Günümüzde değerlere bu
denli vurgu yapılması aslında değere verilen değerin artması değil, değere duyulan
ihtiyacın artması olarak yorumlanabilir. Bir şeyin çokça konuşuluyor olması,
gerçekte o konudaki zafiyetin bir işareti sayılabilir” (Arslan ve Yaşar, 2007:
10-11).
Z. Şeyma
Arslan ve Fatma T. Yaşar, yukarıdaki çözümleyici belirlemeye ek olarak değer
kavramının uğradığı anlam ve kapsam değişimine yönelik de önemli tespitlerde
bulunmaktadır:
“Değer
kavramının son yıllarda kullanım alanı genişlemekte ve birtakım terkiplerle
farklı alanlarda söz konusu edildiği görülmektedir. ...Kavramın bir değerler manzumesine
işaret eder şekilde kullanımının, kelimenin tarihi içerisinde nispeten yeni
olduğunu görüyoruz. Bu kullanımda kelimenin, bir şeye atfedilen kıymet hükmü
anlamının ötesine geçerek, değerli olan şeyler için bir üst “isim” hâline
gelmiş olduğu görülüyor. Yani öncekinde herhangi bir şeyin değerli/değersiz
olduğu söylenirken, artık çeşitli alanlarla ilişkilendirilen değerler
manzumesinden söz ediliyor. İlkinde bir şeyi değerli kılan çeşitli gerekçe ve
kökenler daha belirginken, ikincisinde bu kökenle olan irtibat daha
belirsizleşiyor, bunlar yalın olarak da kullanılabiliyorlar. Dolayısıyla,
değerler denilen şey, bir şeye atfen değer kazanma hâlini terk edip, değerini
bizzat kendinden alan bir alanı işaret ediyor” (Arslan ve Yaşar, 2007: 8, 9)
Söz konusu çalışmanın tespitleri bununla sınırlı kalmaz.
Özellikle değerlerin tüketilen bir kaynak olarak fütursuzca ele alınması
eleştirilir:
“Modern yaşam
tarzının bir sonucu olarak ortaya çıkan ahlâkİ krizin çözülmesi için de yine
modern araçlardan yardım alınmaktadır. Dinin toplumsal hayatın dışına itildiği
modern zamanda bu boşluk, içi boşaltılan değerler ile doldurulmaya
çalışılmaktadır. Birey merkezli modern hayatla bağdaştırılamayan geleneksel
değerler yenileriyle değiştirilmektedir. Örneğin alçak gönüllülük çok kıymet
verilen bir fazilet iken günümüzde ‘güven sorunu olarak okunmakta ve bu
faziletin yerine “kendine güven” bir değer olarak sunulmaktadır. Bu değerlerin
en önemli özelliği ise seçilebilir olmasıdır. Birey ya da toplum kendi yararına
gördüğü değerleri seçer ve bunu benimser ya da benimsetmeye çalışır.
Dolayısıyla modern hayatın değerleri, pragmatik amaçlar doğrultusunda seçilen
değerlerden oluşmaktadır. Örneğin artan suç oranının düşmesi için bireylere
dürüstlük, doğruluk, çalışkanlık gibi değerlerin eğitimi verilir” (Arslan ve
Yaşar, 2007: 11).
Bu
eleştiriler, söz konusu meseleyi yeniden düşünmek için yapılacak olanları da
kapsamaktadır:
“Gelinen
noktada tüm bu tanımlamaların ötesinde bir değer tanımına ihtiyaç
duyulmaktadır. Bu tanım, değeri bireysel tercih olmaktan çıkarıp üzerinde
uzlaşılabilecek bir niteliğe büründürmelidir. Bütün değerlerin eşitlik
iddiasında olduğu bir toplumda nasıl erdem ve faziletten söz edilebilir ki? Bir
değer kavramı tanımlaması, içinde yaşadığımız dünyanın kuruluşu ve işleyişine
yönelik bir düşünmedir aynı zamanda. Bu düşünme faaliyetine, değer kavramını
seçilebilir ve değiştirilebilir insani bir enstrüman olarak üreten düşünce
yapısına itiraz ederek başlanabilir” (Arslan ve Yaşar, 2007: 11).
Özellikle
tepkisel bilginin sıhhatli bir bilgi olarak iyileştirici etkide bulunamamasını
etüt edici bakış açılarıyla kavrayabiliriz. Diğer türlü, başlangıçta iyi
düşünülmüş ama zamanla tekrarlanarak etki yitimine uğramış bir malzemeyle
uğraşmak gibi bir olumsuzluktan kurtulamayız. Bu bakımdan önem atfedilmiş bir
kavram olan “değer”in değersizleşmesi kaçınılmaz olur.
Değere
İlişkin Felsefî Bir Temellendirme
Herhangi bir
kavramın daha detaylı bir şekilde anlaşılması için genellikle felsefeye
başvurulur. Bu anlamda felsefe, kavramlara nüfuz edebilecek bir bakış açısını
insana sunar. Fakat felsefî bilginin anlamlandırma mantığı ve biçimi genellikle
tartışmaların yoğunlaştığı bir özellik gösterir. Bu yüzden felsefî
sorgulamaların daha çok söz konusu kavrama ilişkin temellerle alakalı olduğu ve
okuyucuya bir zemin bahşettiği unutulmamalıdır. Başka bir açıdan felsefe, söz
konusu kavramlarla alakalı bir detay ortaya koymaktadır. İlişkisel mantığın
özünde de bu vardır. Her şeyin başka bir şeyle irtibatını kurmak ve tespit
etmekten önce bunu düşünmek, felsefenin gereklerindendir. Bu duruma imkân sunan
felsefenin genişleyen kavram alanını, Ahmet Arslan şu şekilde açıklar: “Felsefî
düşüncenin bilimden farklı en önemli özelliklerinden biri, bilimin yalnızca
olgularla ilgilenmesine karşılık, felsefenin olgular yanında aynı zamanda
değerler, anlamlar, idealler veya erekler gibi varlık alanlarını konu
almasıdır” (2001: 18).
“Yunanca
“axia: değer” kelimesinden gelen değerler felsefesi, değerlerin yapısını,
ölçütlerini ve metafiziksel konumunu araştırır” (Cevizci, 2002: 250).
“Bilinebilen ilk felsefi metinlerde gördüğümüz o ki, insanın içinde yaşadığı
dünyayı anlamlandırma çabasında madde ve mananın “değeri” önemli bir hareket
noktası olmuştur” (Arslan ve Yaşar, 2007: 9). Felsefede değerleri dert edinmiş
bir araştırma alanına kimi düşünürlerin aksiyoloji dediklerini belirten Ahmet
İnam ise şunları der: “Geometride de geçen aksiyom sözü, değer demektir.
Dolayısıyla eski felsefenin ortaya çıktığı batı kültüründe bir değer kavramı
var gerçekten. Büyük üstatların, tarih olarak felsefenin başında bulunan
üstatların değerleri evrensel gördüğü çok açıktır. Onların bu konuda hiçbir
kuşkusu yoktur” (2008: 86). Hemen hemen bütün felsefî akımların değeri söz
konusu ettiği ve değere ilişkin birtakım belirlemelerde bulunduğu görülür.
İdealistler, realistler, pragmatistler, varoluşçular ve Frankfurt Okulu, değeri
tartışmış ve kendi felsefi yaklaşımları çerçevesinde anlamlandırmıştır (Altun,
2003: 9). Değer kavramının, anlamını felsefeye borçlu olduğunu bildiren Ertan
Özensel, Alman metafizikçi W. Windelband’ın felsefeyi genel olarak bir “değer
felsefesi” olarak gördüğünü söyler (2003: 218). Özensel, ayrıca şunları
kaydeder: “Günümüzdeki değerle ilgili felsefî tartışmaların temelinin 1890’lı
yıllarda atıldığını söyleyebiliriz. Nietzsche, Scheler, Dupreel, Le Senne ve
Polin gibi düşünürlerce de değer önemli sayılmış ve felsefelerinde önemli bir
yer teşkil etmiştir. Bu düşünürlerin felsefelerinde salt değer, kendisinden
çok, değer yargıları ve kuramları düzeyindeki konumu itibariyle ön plândadır”
(2003: 218).
Değer-felsefe
ilişkisinde başka bir tanıklık da şu yöndedir: “Felsefe daha ilk
başlangıçlarından bu yana değer sorunuyla ilgilenmiştir. İnsanı ilgilendiren,
onun yaşamı için vazgeçilmez olan bir soruna filozofların kayıtsız kalması da
beklenemezdi zaten” (Tepe, 2002: 344). Değer kavramını doğru anlamak ve
anlamlandırmanın yanında, değer kavramına kayıtsız kalınamayacağı da önem
taşımaktadır. Konuşulan, tartışılan ve belirlemelerde bulunulan bir kavram
olarak değerin hayat ve düşün alanında önemli karşılıklara sahip olduğu
söylenebilir.
Değerlerin
felsefede ele alındığı başka bir husus değerlerin kaynağı sorunudur. Felsefe
tarihinde değerler sorunu belli başlık altında toplansa da genel olarak
değerlerin kaynağı sorusunun odak noktasını oluşturduğunu belirten Ali Osman
Gündoğan, yapılan bu tartışmaları iki başlık altında toplar: Nesnelci değer
anlayışları ile öznelci değer anlayışları. Nesnelci değer anlayışlarına göre
değerin kaynağı özneden bağımsız, kendi başına bir varlığa ve gerçekliğe
dayanmaktadır. Öznelci yaklaşımlar ise değeri, onu kuran bir özne ile
düşünmektedir (2007: 76). Bu tartışmalarda, her iki yaklaşımın karşıt
fikirlerine rağmen değeri önemli bir şey olarak ele aldığı açıktır.
Modern
zamanlarda iptal edilen bir şey olarak değere işaret eden Aliye Çınar,
kaybedilen ve bir anlam krizine neden olan şeyin asıl sebebinin değerin bir
olguya indirgenmesi olduğunu dile getirir. Bu noktada Heidegger’in tanıklığına
başvuran Çınar, ondan varlık ve değerin ayrı tutulmaması gerektiği fikrini
aktarır. Ayrıca Çınar, Heidegger’in işaret ettiği Aristotales’in yaşam ile
düşünce arasında kurduğu somut bağ ile Sokrates’in kafa ile kalbin birlikteliği
kullanımlarını aktararak bu birlikteliği besleyen biz izah ortaya koyar (2006:
58). Değere ilişkin bütünlük arayışını içeren bu yaklaşım da, değerin aranılan
ve istenilen bir kavram olarak gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Bütün bunlar
göstermektedir ki değer kavramı, düşünsel bir yöntem olarak anlayabileceğimiz
felsefe tarafından oldukça yoğun bir şekilde ele alınmıştır. Bu yoğunluğu,
irdelenen nesneye önem vermek olarak okumak mümkündür.
Dini ve
Ahlaki Açıdan Değer
Değer
kavramının din ve ahlakla oldukça sıkı bir anlam bağı bulunmaktadır. Hatta
değeri bu anlamsal bağın içinde sadece ilişkisel bir boyutta düşünmeyip
ontolojik bir çerçeve içinde ele almak gerekir. Çünkü insani değerler
olmasaydı, değerlerin ahlakiliği de mümkün olmazdı (Poyraz, 2007: 87). Değeri,
din ve ahlak dışı bir unsur olarak düşünme tercihlerinde de bunun bir yansımasını
görmek mümkündür. Bu bakımdan din ve ahlak, yaşamsal anlamda hemen hemen her
şeyle kopmaz bir ünsiyet içerisinde kendini göstermektedir. İyi, kötü gibi
yargılarla sonuçlanan ve değer olarak anlaşılan birçok durum, kavram; din ve
ahlakın temel meseleleri olarak değerlendirmektedir. Buna karşıt görüşlerin bu
bağlam olmadan değerlendirme yapmaları mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla
tercihler konusunda ayrışma olsa da, değerleri dini ve ahlaki bir çerçevede ele
almak gerektiği açıktır. Bu konuda Ahmet İnam oldukça önemli tespitlerde
bulunmaktadır:
“Ahlâk
dendiğinde her zaman değer kavramı işin içine girer mi? Bu belki bazı
felsefeciler için soru olabilir. Çünkü değerleri gözetmeyen ahlâk anlayışları
da olabilir. Meselâ değerler üzerinden değil de sorumluluk üzerinden ahlâka
yaklaşabilir. Ben sorumluluk sahibiyimdir. Birtakım insanlara karşı, ülkeme
karşı, kurumlara karşı, içinde yaşadığım ahlâk hayatına karşı sorumluyum
diyebilir, değer kavramını sanki ahlâkta yer almıyormuş gibi düşünülebilir.
Oysa değer kavramından kurtulma imkânı yok. Sebebi bana çok açık geliyor. Çünkü
insan mânâ âleminde yaşayan veya başka türlü söylersek anlamlarla yaşayan bir
varlıktır” (2008: 84).
Hayata anlam
verme sürecinde dinden gelen bilgi ve yorumların göz ardı edilemeyecek bir niteliğe
sahip olduğunu söyleyen Adem Akıncı, özellikle metafizik alana ait bilgilerin
başka bir şekilde karşılanmasının mümkün olmadığı tespitinde bulunur (2005:
21). Bu gerçek, değerin dini ve ahlaki bir yörüngede, diğer bileşenlerle
beraber anlamlı bir döngüye kavuşturulması gerektiğini göstermektedir. Çünkü
parçalanmış ve bağlamından uzaklaştırılmış bir kavramın veya oluşumun üretici
bir değere sahip olması mümkün değildir. Bu bakımdan modern devlet tarih
sahnesine çıkarak eğitim, hukuk, ekonomi gibi alanları kendi uhdesine almıştır
ve bu yanlış sonuçlar doğurmuştur (Bulaç, 2007: 85). Özellikle günümüz
dünyasında değer aktarımının dini ve ahlaki bağına ilişkin şüphelerde bunun
etkisi olduğunu söylemek mümkündür. Dolayısıyla değerin kendi öz kaynakları arasında
dini ve ahlaki çevrim mutlaka düşünülmeli ve yanlış algıları giderecek
çözümlemelere yer verilmelidir.
İslam
düşüncesinde değer konusunu yansıtacak tartışmalarda temelde insan tabiatı,
akıl ve vahiy bilgisi müessir kabul edilmiştir (Tuğral: 2008: 31). Bu durum,
değerin mutlak suretle muayyen bir bağlamla ele alınması gerektiğini ortaya
koymaktadır. Özellikle insan tabiatı ve aklının değerli olanı bulması
noktasında tamamlayıcı olanın vahiy olduğu dile getirilmektedir. Dünyada yegâne
mükellef ve sorumlu varlık olarak insanı tanıyan Kur’an-ı Kerim’in, bu sebeple
insanın ahlâkİ mahiyeti konusuna özel bir önem verdiği düşüncesi de (Çağrıcı,
1989: 5) aynı paralelde değerlendirilmelidir. Çünkü “vahiy bilgisi” olarak
Kur’an-ı Kerim; “mükellef ve sorumlu varlık” olarak da “insan tabiatı ve
aklı”nı aynı potada buluşturmamız mümkündür.
“İslam,
adalet, insana saygı, sevgi, şefkat, merhamet, hoşgörü, sabır gibi pek çok din
ve kültür tarafından evrensel kabul edilen değerlere sahiptir” (Oktay, 2007:
140). Sıralanan değerler, genel olarak dini ve ahlaki çerçeveyi
oluşturmaktadır. Aynı şekilde Aliye Çınar, bazı zamanlarda zayıfladığını
düşünse de ‘varlık-bilgi-değer’ eksenli perspektif ya da paradigmanın esasının
İslam düşüncesinin özünde mevcut olduğunu söyler (2006: 54). Çınar, söz konusu
birliğin sadece İslam düşüncesinde değil, İbrahimİ gelenekte de mevcut olduğunu
hatırlatır (2006: 54). Bu tespitler genelde din, özelde İslam düşüncesinde
değerin dini ve ahlaki boyutunu göstermesi açısından oldukça önemlidir. Değeri
savunan ve onu ön plana taşıyan insanların bu doğrultuda hareket etmesi
gerekir. Çünkü insanları yeniden ahlakın ilkeleriyle, ahlakın değerleriyle
uyaracak, çağıracak yeni bir dil bulmak ahlaklı olan herkesin sorumluluğundadır
(Şakar, 2012: 70).
Değerin
Estetik Karşılığı
Sanattaki
güzelliği, güzelliğin insan üzerindeki etkilerini inceleyen felsefî disiplin
olarak tanımlanan estetik (Karataş, 2004: 149), duyuşsal içermelere sahip bir
kavramdır. Bu duyuşsal içermeler, bireysel ve toplumsal karşılıklarla ilişkili
olduğundan, değer kavramıyla buluşacak bir mantıkla ele alınmaktadır. Özellikle
estetik yargı olarak ‘güzel’, değerli bulunan sanatsal nesneye yönelmektedir.
Bu yönelme, sanatçının veya eseri alımlayan kişinin beklentileri ve beğenileri
çerçevesinde sanatsal değerin oluşmasını sağlamaktadır.
“Estetik,
pozitif bilim anlayışında olduğu gibi somut olarak deney ve gözleme dayanan
olaylarla değil, değerlerle meşgul olur. Bu sebeple estetikte güzel başlı
başına bir değerdir” (Altıntaş, 2002: 13). Yine bu doğrultuda Mazhar Bağlı,
“sanatın biri “estetik”, diğeri de “değer” olmak üzere iki önemli yönü vardır.”
demektedir. Bağlı, bu ifadesini müzik örneği ile açarak müziğin insan ruhunu
okşayan ritmi ve ahengini estetik, işlediği duyguyu da değer olarak görür (2010:
10).
İnsanın bilen
bir varlık olmasının yanında nesnelerle kurduğu ilişkide seçen, hoşlanan, haz
duyan bir varlık olduğu üzerinde duran İsmail Tunalı, bu tavrın “yararlılık”
üzerinden değeri oluşturduğunu söyler (2011: 132). Bu bakımdan kişisel kökler taşıyan
estetik veya sanatın ‘yararlılık’ ilkesiyle değer kavramına vardığı
söylenebilir. Aynı şekilde Metin Önal Mengüşoğlu, “İnsan ve onun
kimliği/kişiliği ile en sıkı, en koparılamaz alaka sanata dair olandır. Çünkü
sanat öznelliğin güzel’i hedefleyen tezahürüdür.” demektedir (2005: 55). Başka
bir yerde de sanatın vahiyle olan ilişkisini sorgulayan yazar, iyi, güzel,
doğru arasındaki bağın yalnızca kendi iddiası olmadığını, bunu bazı Batılı
şahsiyetlerin de savunduğunu söyler. Ayrıca yazar, meseleye dair Alain’in
“Güzel, ancak yararlının toprağında çiçek açar.” ve “Değerler bir gül ile bir
at arasında değil, bir gül ile güzel bir gül, bir at ile güzel bir at arasında
belirir” sözlerine başvurur (Mengüşoğlu, 2005: 144). Bu ifadeler de
göstermektedir ki, bireysel bir uğraş olarak karşımızda duran sanat uğraşı,
insan odaklı bir eylem olarak değerden yoksun değildir. Çünkü onu meydana
getiren sanatçı değer yüklüdür ve bizlere sunduğu eser de ondan izler
taşımaktadır.
Estetik ve
değer ilişkisini felsefî, soyut bir yönden çıkarıp somut alanla da
ilişkilendirmek gerekir. Bu somutluk, estetiğin yaşantısal boyutuyla
alakalıdır. Orhan Okay, güzel sanatlar veya sadece sanatı davranışlarımızın ana
motiflerinden biri sayar (1998: 13). Yazar, menfaat, gerçek, iyilik ve güzellik
olarak sıraladığı davranışlarımızın dört önemli ve esaslı amacından güzelliği
duygu hayatımızın bir tezahürü olarak görür (1998: 13). Dolayısıyla
“davranışlarımız” ve “tezahür” kullanımlarının estetiğe somut bir düzlem
kattığı söylenebilir. Aynı şekilde kökünde ve kuruluşunda değer sözcüğü bulunan
bütün sözcükler ve gerekse ‘değer’ diye yorumlanan her türlü kavram, eylem
olmadan tasarlanamaz diyen Hakan Poyraz, öncesinde değer oluşturmayı insana
özgü üç etkinlikle ilişkilendirir. Poyraz, bilginin sanata, sanatın ahlaka,
ahlakın da bilgiye özdeş olmadığını söyleyerek her birinin yapısında bir
diğerinin farklı etki ve oranlarda rol oynadığını belirtir (2007: 81).
Poyraz’ın bu düşüncelerinde “eylem”, “etkinlik” kavramlarının değer ve estetik
ilişkisinde bu bağlamı güçlendirdiği söylenebilir. Yine aşağıdaki tanıklıkları
da bu doğrultuda düşünmek mümkündür:
“Estetik yalnızca güzelin bilgisi değil, güzelin
algılanmasını, güzelin özne tarafından yaşanmasını da dile getirir. ... İnsanın
yetişmesinde sanata önem verilmesi, güzelin yaşama girmesi sonucunu verecek,
belki de insanlığın etik değerleri tanımasına da yardımcı olacaktır sanat.
Platon’un iyi idea’sına güzelden varması boşuna değildi. Güzeli yaşayan insan
artık kötüyü istemeyecektir” (Akarsu, 2002: 22).
“Sanatçı,
güzeli çirkinden; iyiyi kötüden; doğruyu yanlıştan ayırabilmek için değer
yargılarına sahip olmak zorundadır” (Şakar, 2011: 76).
Değer
ve İnsan İlişkisi
Değeri,
herhangi bir nesneye, kavrama, olaya yüklediğimiz anlam olarak aldığımızda,
bunu gerçekleştiren bir aktör olarak insan karşımızdadır. Kuçuradi’ye göre
kişinin başka kişileri, olayları, durumları, kendisini ve genellikle tek tek
şeyleri değerlendirmesi insanın bir yapı özelliği, bir varolma şartıdır (2003:
7). Değeri, “ilgilerin yöneldiği verili bir duruma eklenen şey” olarak gören
Sabri Büyükdüvenci, bu eylemle değerin insan yaşamının bir varlık koşulu hâlini
aldığını belirtir (2002: 253). Aynı şekilde Aliye Çınar, “‘Varlık-bilgi-değer’
birliğini öne süren bir düşünce biçimi her şeyden önce bütün bir insan
paradigmasını şekillendirmek zorundadır” (2006: 66) diyerek benzer bir noktaya
dikkat çekmektedir. Ömer Naci Soykan da aynı çerçevede “Değer yargısı, öznenin
sahip olduğu bir değerin nesneye yüklenmesi olduğuna göre, bunun için her şeyden
önce öznenin böyle bir değere sahip olması gerekir” (2007: 52) demektedir.
Dolayısıyla insan ve değer arasında kurulacak bağ, insanı daha iyi anlamamızı
sağlamaktadır.
Süleyman
Tuğral, “Değer oluşumu konusunda insanı çeşitli yönleriyle indirgemeci bir mantıkla
ele almak yerine onu bir bütün olarak değerlendirmek gerekir” diyerek insanda
değer oluşumunda dört faktöre işaret eder (2008: 33). Bunlar insanın fizyolojik
yapısı, insanın duygusal yapısı, insanın toplumsal çevresi, insanın akli yapısı
şeklindedir. Bu dört unsurun, insan yaşamındaki önemi tartışmasızdır. Bu
bakımdan insan ve değer ilişkisi, insan yaşamının bütün boyutlarında karşımıza
çıkmaktadır. Tabii ki bunu anlamak ve anlamlandırmak gerekir. Çünkü değerin
amaçladığı bir konuma varmak için insanda mevcut olan bu yetinin harekete
geçirilmesi gerekmektedir. Bunun için değeri daha kuşatıcı bir boyutta ele
almak gerekir. Cemal Şakar’ın “İnsanı bir mikro kozmos olarak yine sadece
insanla tanımlamaya kalkmak; onu kendi içinin karanlıklarına boğmaktan başka
bir şey değildir” sözü (2011: 70), bu anlamda önem taşımaktadır. Çünkü “makro
kozmos” olarak değer kaynağına vurgu yapılmaktadır ve bu insanla değer
ilişkisini anlamlı bir zemine oturtmaktadır.
İnsanın bilme
durumunu, sadece niceliksel bir yönle ele almanın eksik olduğuna değinen Seyfi
Kenan, tamamlayıcı unsur olarak “keyfiyet” ve “mahiyet alanı”na işaret eder.
Keyfiyet ve mahiyet alanına “anlam”, “değer”, “gaye”, “hakikat”, “güzel” ve
“iyi” kavramlarını alan Kenan, bunları hayatı derinden etkileyen, şekillendiren
ve açıkçası mümkün kılan gerçeklikler olarak görür (2009: 274). Kenan’a ait şu
düşünceler, insan ve değer arasındaki ilişkiyi olması gereken noktada daha iyi
açıklamaktadır:
“Modern
eğitimin ... mekanist, pozitivist dünya görüşü ve bilim tarzının etkisinde
şekillenmesi sebebiyle nesneleri sadece niceliksel özellikleriyle tarif etmesi,
bütün varlığa “bakma” ve “mekanik-araçsal bilme” şekliyle sonuçlanmış ve sadece
bu tarz bilmeye odaklanılmıştır. Oysa insanın değerini yücelten, daha doğru bir
ifadeyle gerek Doğulu gerekse Batılı pek çok ahlak düşünürünün üzerinde ısrarla
durduğu gibi, insan olma değerini koruyan sadece “bilme” değil, aynı zamanda
“şuur”, “vicdan”, “merhamet” ve bunların beslediği ve aynı zamanda beslendiği
“ahlaki değer”ler ve erdemler gibi en temel varoluşsal özelliklerdir” (2009:
274).
Yukarıdaki
ifadeler doğrultusunda düşünecek olduğumuzda, değer ve insan arasındaki
ilişkinin önemli bir ilişki olduğu görülmektedir. Bu bakımdan değerin, söz
konusu ilişkiler bağlamında ele alınması gerekir. Bu, insanın değerle özdeş bir
kurguya sahip olmasını mümkün kılmaktadır.
Değer
ve Toplum İlişkisi
Değerler
dizinine anlam katan ve onun daha iyi bir şekilde anlaşılmasını sağlayan temel
unsurlardan birini toplum teşkil etmektedir. Bireylerin oluşturduğu yapı toplum
olarak kabul edildiğine göre, birey için söz konusu olan hemen hemen bütün
açıklamaların topluma ışık tutacak bir mahiyeti de vardır. Değer ve değere
ilişkin kavramsal çerçevenin, insana özgülüğü aşikâr olsa da değerin kişiyi
aşan yanı vardır (Poyraz, 2007: 87). Bunu toplumsal tezahürlerde görmek
mümkündür. Diyebiliriz ki birey ve değer ilişkisi, toplum ve değer ilişkisine
katkılar sunacak boyuttadır.
Başka bir
açıdan Vehbi Hacıkadiroğlu, bir topluluğu oluşturan bireylerden her birinin salt
kendisi için geçerli olan değerleri vardır ki bunların başında başkaları gelir
tespitinde bulunur (2002: 39). Bunu, “Tek başına yaşayan bir insanın mutlu
olması olanaksız olduğuna göre insan, her şeyini olduğu gibi mutluluğuna da
başkalarına borçludur” (2002: 39) şeklinde açar. Adem Akıncı da, “Sosyal
hayattan uzak olması düşünülemeyen insan için, toplumun huzurunu sağlayacak,
birlikte yaşamaya katkıda bulunacak değer ve ilkelerin olması, anlamlı bir
dünyada yaşamak demektir” (2005: 11) tespitinde bulunur. Dolayısıyla insan için
değerin anlamlı olmasının başkalarıyla beraberlik şartına bağlı olduğu
söylenebilir.
Ertan Özensel’in açıklamaları, değer ve toplum ilişkisini
benzer bir doğrultuda ele almaktadır:
“Toplumsal
yapıyı teşkil eden temel toplumsal kuramların tümünün kendine ait değerler
içerdiği de bilinmektedir. Sözgelimi, toplumun en temel kurumu olan “aile”,
eğitim, din gibi toplumsal kurumların ve bu kurumların değerlerinin
benimsenmesinde, yaygınlaştırılmasında, yaşatılmasında yani bir sonraki kuşağa
aktarılmasında önemli roller üstlenir. Ayrıca, bilindiği gibi bir toplumda
değerlerin ifade edildiği temel mekanizmalar, kişinin üstlendiği sosyal
rollerdir. Bu roller de, toplumun tabakalaşma sistemi ile sosyal yapıyı
oluşturan sosyal süreçlerle yakından ilişkilidir. Yine bir toplumdaki iyi-
kötünün belirlenmesi, ideal düşünme ve davranma yollarının tamamı değerler
tarafından oluşturulur. Böylece, toplumdaki sosyal kontrol mekanizmalarının ve
ödüllendirme araçlarının değer kaynaklı oldukları görülür” (2003: 219).
Özensel, bu çalışmasında sadece değer ve toplum ilişkisini
kurmaz. Değerleri sosyolojik bir unsur olarak farklı açılımlar eşliğinde ele
alır:
“Toplumsal
kişi ve bu kişinin davranış örüntüleri sosyolojik incelemelerin başlangıç
noktasını oluştururlar. ... Değerleri uzun süre incelemekten kaçınan
sosyologlar değerlerin, hiçbir sosyal gerçekliğe sahip olmadığını, bilimsel
açıdan ele alınamayacaklarını, öznel ve ahlâkİ kriterlerle
incelenebileceklerini savunmuşlardır. Fakat özellikle Weber’in “versthende”
(anlayıcı) sosyolojisinin ve Protestan ahlâkı tezinin etkisiyle değerlerin
önemli bir sosyal olgu olduğu, bilimsel analiz ve incelemeye tâbi
tutulabileceği fikri iyice güçlenmiştir. Özellikle son yıllarda toplumsal değer
araştırmaları sosyolojinin önemli bir inceleme alanı hâline dönüşmüştür.
1960’lı yıllardan itibaren hem nitelik hem de nicelik olarak toplumsal değer
araştırmalarında önemli bir artışın olduğu gözlenebilir” (2003: 220, 222).
Eğitsel
Bir Unsur Olarak Değer
Birçok kavramda olduğu gibi eğitim ve değer kavramlarında da
farklı tanımlar ve yaklaşımları söz konusu etmek mümkündür. Eğitimin genel
olarak, insanları belli amaçlara göre yetiştirme süreci olduğu belirtilip bu
süreçte gerçekleşen farklılıkların kazanılan bilgi, beceri, tutum ve değerler
yoluyla olduğu ileri sürülmüştür (Fidan ve Erden, 1998: 12). Farklı
yaklaşımların ve felsefî görüşlerin söz konusu ettiği tanımsal çeşitlilikte,
eğitimin değişik boyutları gün yüzüne çıkarken, doğal olarak bu çeşitliliği
toparlamamıza yardımcı olacak bazı anahtar kavramlara rastlarız. Bu açıdan
eğitimin kişinin davranış örüntülerini değiştirme süreci olduğunu belirten
Tyler’ın davranış, değişim ve süreç kavramlarını yan yana getirdiği görülür
(Sönmez, 2008: 35). Bu nedenle söz konusu kavramların önemli içermelere sahip
olduğu dikkatlerden kaçmaz. Bu durum, eğitimin zamansal bir karşılığa sahip
olup insan/birey odaklı bir değişimle gerçekleştiğini gösterir.
Eğitimin
yukarıda bahsedilen davranış, süreç ve değişim etrafında şekillenen bir kavram
olduğunu düşündüğümüzde, bunları mekanik bir yapıdan kurtaracak bir
anlamlılığın gerekliliği daha bir önem kazanır. Bu açıdan değer kavramı,
sağaltıcı bir işleve sahiptir, denilebilir. Çünkü değişimden evvel, istenilen
değişimin ne için olduğunu söz konusu etmek gerekir. Bu bakımdan tasarlanmış
bir zaman dilimi olarak eğitim süreci, kişiye kazandırılması istenilen
davranışla değişim/dönüşümün bireysel ve toplumsal karşılığını ideal bir
çerçeveye oturtur. Böylece değerin eğitimle ilişkisel boyutu kurulmuş olur. Daha
çok yöntem ve içerik gibi birbirini tamamlayan bir oluşuma benzeyen bu durum,
değer ve açılımında söz konusu olacak her türlü insani karşılığı öz; onu
muhafaza edecek ve yayacak süreç odaklı planlama olan eğitimi de biçim olarak
görmemizi sağlar.
Eğitim süreci
içerisinde bizi karşılayan önemli kavramlardan biri de değerler eğitimidir. Bu
kadar önemli olan bir kavramın, planlı bir süreç gerektiren eğitim- öğretim
faaliyetleri içerisinde düzensiz bir şekilde yer alması düşünülemez. Başta
okullarda olmak üzere birçok kurum ve kuruluşta değerler eğitimiyle ilgili
birtakım süreçler yaşanmaktadır. Ülkemizde de 1900’lerden itibaren ahlak
eğitimi, karakter eğitimi ve vatandaşlık eğitimi üzerine birçok kuramsal ve
uygulamaya yönelik çalışma ortaya konmuştur (Akbaş, 2008: 11). Kendi duygu,
inanç, öncelik ve değerlerinin farkında olma ve ahlaki gelişimi desteklemeyi
amaçlayan yaklaşımlar ise yeni ilköğretim programlarında yer bulmaya
başlamıştır (Akbaş, 2008: 11). Gökhan Baş ve Ömer Beyhan, değerlerin
temellerinin ilk olarak ailede atıldığını söyler. Değerler eğitimi kavramının,
uygulamadaki yurttaşlık eğitimini ve ahlak değerlerinde eğitimi işaret ettiğini
belirtir. Ama Halstead ve Taylor’dan son zamanlarda bu kavramlara yakın anlamda
kullanılan ruhsal, ahlaki, sosyal ve kültürel gelişimi içeren karakter eğitimi
kavramının, erdemler, tutumlar ve kişisel niteliklerin gelişimi üzerine olan
eğitimi vurguladığını aktarır (2012: 57). Böylece değer kavramının eğitsel bir
unsur olarak gittikçe yaygınlaşan ve hayat içerisinde farklı boyutları kapsayan
bir uzama sahip olduğu söylenebilir.
Değer ve değer
eğitiminin, eğitim-öğretim sürecinin önemli bir bileşeni olduğunu öğretim
programlarına bakarak da anlayabiliriz. Aşağıdaki maddelerin, İlköğretim Türkçe
Dersi (6-7-8. Sınıflar) Öğretim Programı’nın genel amaçları arasında yer aldığı
görülür:
Türk ve dünya kültür ve sanatına ait eserler aracılığıyla
millİ ve evrensel değerleri tanımaları,
Hoşgörülü, insan haklarına saygılı, yurt ve dünya
sorunlarına duyarlı olmaları ve çözümler üretmeleri,
Millİ, manevİ ve ahlâkİ değerlere önem vermeleri ve bu
değerlerle ilgili duygu ve düşüncelerini güçlendirmeleri amaçlanmaktadır (MEB,
2006: 4).
Bilal Elbir ve
Can Bağcı tarafından yapılan çalışmada, değer ve değerler eğitimine ilişkin
yapılan yüksek lisans ve doktora çalışmaları da, değerin eğitselliği hakkında
bir fikir vermektedir. (2013: 1324-1325). Söz konusu çalışmada ülkenin önde
gelen üniversitelerinin değer ve eğitimine ilişkin teorik çerçeveyi genişleten
bir rol üstlendiği görülmektedir. Hatta bu konudaki araştırmaların önemli bir
kısmını yüksek lisans ve doktora çalışmalarının oluşturduğu söylenebilir (Baş
ve Beyhan, 2012: 57). Genellikle toplumsal kabulü yüksek kavramlar etrafında
gerçekleşen bu çalışmaların akademik bilginin soyut ve toplumdan uzak olduğu
algısını da değiştirecek bir boyutunun olduğunu söylemek mümkündür. Toplumun
özdeşlik kurduğu değerlerin bilimsel karşılıklar taşıması, bu alanın ilerlemesi
ve benimsenmesi durumunu oluşturmaktadır.
“Değerler,
toplumun sosyo-kültürel ögelerine anlam veren en önemli ölçütlerdir” (Özensel,
2003: 220). Bu anlamlılığın, özellikle bireysel ve toplumsal yapıda görülen
çözülmeyle yara aldığı görülmektedir. Yaşanan ahlaki çöküntünün önüne geçilmeli
ve kurucu kavramlar olarak değerler söz konusu edilmelidir. Günümüzde modern
eğitimin, teknoloji dünyasında, özellikle internet teknolojisi gibi yeni
gelişmelerin etkin olduğu alanlarda müfredatlarında yapılan değişiklikler ve
eklemelerle teknik gelişmelere zamanında uyum sağladığı, fakat modern toplumda
meydana gelen geniş çaplı sosyal değişim ve dönüşümleri büyük oranda ihmal
ettiği söylenebilir (Kenan, 2009: 262). Bu nedenle gerek Milli Eğitim Bakanlığı
gerekse Diyanet İşleri Başkanlığının yürüttüğü projeler ve programların önemi
ortaya çıkmaktadır. Benzer faaliyetleri, sempozyumları akademik çevreler ve
sivil toplum kuruluşlarında da görmek mümkündür. Yayın dünyasında da bu anlamda
bir hareketlilik yaşanmaktadır. Fakat tüm bunların daha kontrollü bir şekilde
yürütülmesi gerekmektedir. “Toplumsal problemlerle yüzleştiğinde de bunlara
çözüm bulması genellikle parçacı ve indirgemeci bir zihniyetle gerçekleşmekte,
bu problemler çoğunlukla birbirleriyle veya daha geniş olgularla irtibatı
kurulmaksızın pek çok faktörden tecrit edilerek ele alınmaktadır” (Kenan, 2009:
262).
Eğitim ve
değer kavramının birbiriyle kopmaz bir ilişkisi vardır. Eğitime ilişkin farklı
yaklaşımlarda bunu görmek mümkündür. Söz konusu eleştirel tutumların daha çok
biçimsel/mekânsal unsurlarla alakalı olduğu görülür. Bu açıdan değer kavramının
olmadığı bir eğitimden bahsetmek mümkün değildir. Tolstoy’un özgürlüğü temel
alan eğitim anlayışına bakıldığında, karşısında durduğu şeyin değer odaklı
eğitim olmadığı, geleneksel okul sistemi olduğu görülür (Sönmez, 2008: 177).
Yine A.S. Neıll’in “okula uyan çocukları değil; çocuklara uyan bir yatılı
okulu” söz konusu ettiği; Ivan Illich’in ise “okulsuz toplum”la mekâna
yüklenmiş her türlü baskı unsuruna ve kategorizasyona karşı çıktığı görülür
(Sönmez, 2008: 177). Illich’e göre değerleri kurumsallaştırmak, toplumsal
kutuplaşmaya ve psikolojik çöküntüye yol açar (2013: 13). R. Tagore ise, eğitim
sisteminin bir kalıba dönüştürülmesinden yakınarak bir kalıba dökülmüş
insanlığın kalıcı olamayacağını söyler (2008: 4). Bu görüşlerden hareketle
değere ilişkin farklı görüşlerde, eğitimin hedef kitlesi olan kişileri koruma
istencinin yer aldığı ve söz konusu düşünürlerin kendi mantıkİ çerçeveleri
içerisinde bir kurguya vardıklarını söylemek mümkündür. Dolayısıyla değer ve
eğitim kavramlarının birbirini tamamlayan, amaçlayan ve üreten bir yapıda
olduğunu söylemek gerekir.
Değerlerin
Değişimi ve Sınıflandırılması
Değerler,
birey ve toplumun değişimine bağlı olarak zaman içinde farklılaşmaktadır. Bu
farklılığın toplumdan topluma değişiklik gösterdiği ve çeşitli etkilerle ortaya
çıktığı görülmektedir. Bu durumu Mehmet Yazıcı şöyle açıklamaktadır:
“Toplumsal
yapılar, üyelerinin davranışlarını ve ilişkilerini düzenleyen belli değerler ve
normlar etrafında bütünleşmektedir. Bu değerlerin ve normların etkisi zamanla zayıflar;
bununla birlikte, bir taraftan mevcut değer ve normların yeni yorumları, diğer
taraftan, yeni değerlerin ve normların benimsenmeye başlandığını gösteren
işaretler ortaya çıkar. Bu süreçte, eski değerlerin ve normların etkilerinin
zayıfladığı, fakat tamamen kaybolmadığı, yeni değerlerin ise henüz tam olarak
benimsenmediği, “anomi” düzeyinde derinleşmeyen, “gri” bir dönem meydana gelir.
Toplumsal çözülmenin, buna bağlı olarak çelişkilerin ve çatışmaların arttığı bu
“gri” dönem, toplumların hayatında uzun bir süre devam etmez. Zamanla, eski
değerlerin yeniden yorumlanması ile yeni değerlerin ve normların benimsenmesi
etrafında oluşan yeni bir toplumsal bütünleşme anlayışı ortaya çıkar” (2013:
1490).
Mehmet Yazıcı,
değerlerin değişimi hakkında, bugünkü durumu da açıklayan şu ifadeleri
kullanır:
“Her
çağın/toplumun kendine özgü değerleri ve bu değerleri anlama, yorumlama tarzı
vardır. Fakat değerler de, toplumun değerleri anlama biçimi de zamanla değişmektedir.
Sosyal değerleri, geleneksel dönemde aşkın, ilahi ve yaşanan tecrübeler
belirlerken, modern dönemde akla uygunluk, postmodern dönemde ise, arzular
belirlemektedir. Bundan dolayı, geleneksel ve modern dönemde, farklı kaynaklara
dayanan bir kesinlik varken, Postmodern dönemde ise kesinliğin yerini
muğlaklık, her ihtimale açık olma hali almıştır” (2013: 1499).
Değerlerin
zaman içinde değişim göstermesi yanında bir de toplumların kültürel
özelliklerinin değerin/değerlerin sınıflandırılması konusunda önemli
belirlemelere sahip olduğu görülmektedir. Bu konuda farklı yaklaşımlar ve
tasnifler söz konusudur. Değerler, farklı araştırmacılar tarafından estetik,
teorik, siyasi, iktisadi, sosyal, dini, ahlaki değerler; güç, başarı, hazcılık,
uyarım, öz yönelim, evrenselcilik, iyilikseverlik, geleneksellik, uyma,
güvenlik değerleri; ayrıca modern ve geleneksel değerler olarak
sınıflandırılmıştır (Yazıcı, 2013: 1494).
Yukarıdaki
açıklamalar doğrultusunda değerlerin değişimi ve sınıflandırılmasının
tartışmalı bir konu olduğunu söylemek mümkündür. Fakat genel anlamda birey ve
toplumu için kıymet verilen unsurlar olan değerlerin, her ne kadar değişik
algılar ortada olsa da yaşama büyük etki gösterdiği açıktır.
Değer
Aktarımında Sanat ve Edebiyatın Rolü
Değer
Aktarımında Sanatın Rolü
Sanatın
herhangi bir işleve sahip olup olmadığı meselesi, sanatçılar, düşünürler ve
eleştirmenler tarafından oldukça yoğun bir şekilde tartışılmıştır. Aslında
öznel yaklaşımlarla nesnel sonuçlara varmak, sanat meselesinde biraz anlamsız
kalmaktadır. Fakat bu durumun da kendi içerisinde birtakım sıkıntılar
oluşturduğu açıktır. Çünkü sanatın herhangi bir işlevde bulunup bulunmayacağı,
ona yüklenen anlama göre değişmektedir. Bu bakımdan, sanatın bir işleve sahip
olup olmadığından önce, onu anlamlandırma biçimlerine eğilmek gerekir.
Sanatın
anlamlandırılma durumu, onun meydana gelmesinde etkin olan özne, eylem, nesne
ve malzemeyle alakalıdır. Kimileri sanatı bir eylem olarak alıp onun meydana
getiren sanatçıya odaklanmakta, kimileri meydana gelen sanat eserini kendi
içinde tartışarak sanatçıdan ayrı bir şekilde ele almaktadır. Kimileri de,onun
nasıl bir şey olduğuna kullanılan malzeme üzerinden varmaktadır. Dolayısıyla
sanata bütüncül bir şekilde bakıldığında, sanatçı ve dinleyici/izleyici/okur arasında
ilk elden bir iletişim durumu olduğu açıktır. Bu anlamda herhangi bir aktarımın
belli malzemeler kullanılarak muhatabına ulaştırılması genel çerçeveyi
çizmektedir. Sanat olayının muhatabına bir şey iletmesi yadsınamayacak bir
gerçekliğe sahiptir. İster doğrudan bir mesaj olarak anlaşılsın isterse sunulan
ürünle muhatapta oluşması beklenilen bir his şeklinde olsun, bir etkileşim
içinde olunduğu açıktır.
Aristoteles,
“Poetika” adlı yapıtında “Söylenen ya da yapılan bir şeyin iyi olup olmadığını
anlamak için o sözü ya da eylemi tek başına ele alıp, soylu mu yoksa bayağı mı
diye bakmak yetmez; konuşan ya da eylem yapan kişiye, kime seslendiğine, ne
zaman, kimin için hangi amaçla hareket ettiğine bakmak, daha iyiye ulaşmak için
mi yoksa daha büyük bir yıkımı engellemek için mi böyle davrandığını dikkate
almak gerekir.” (2010:87) der. Bu beyan doğrultusunda söyleyecek olursak,
herhangi bir sanat eserinin başlangıçta “soyluluk” taşıması yanında,
tamamlayıcı olarak bir iletimde bulunması gerekmektedir. Bu durum, ürünü
sanatsal kılmanın gereğidir. Aksi takdirde yarım kalmış bir bakış açısının
sanat eserine halel getireceği söylenebilmektedir. Bedia Akarsu’nun “Sanat
eğitimi etik değerlerin gelişmesini de sağlayabilir.” (2002: 22) vurgusu da
aynı paralelde değerlendirilebilecek bir açılıma sahiptir.
Ümit Aktaş,
sanatı, hakikatle temas kurma imkânı olarak görür. Ona göre, sanat, bu dünyaya
ait kimi gerçekliklerden Hakikate doğru giden güzergâhlara işaret edebilmelidir
(2012: 35). Aktaş, ayrıca Monet’nin “Sanat bir ibadettir, bir duadır”;
“Klee’nin “Sanat Tanrı’nın yaratmasına bir katılmadır.” sözlerine yer vererek
sanatçının özünde dindar bir kişiliğe sahip olduğunu belirtir. Ona göre bu
dindarlık, bağnaz bir tavrın değil de yaratıcı ve devrimci bir tavrın ürünüdür
(2012: 37).
Eleştirmenler
ve kuramcıların modern sanatı genellikle bilinçdışının keşfiyle başlattığını
belirten Cemal Şakar, dışsal gerçeklikten içsel derinliklere inilerek anormal
bir durum oluştuğu üzerinde durur. Ona göre normal olan bilinçlilik düzeyindeki
algılamalardır (2011: 63-65). Yazarın bu tespitindeki bağlamın kaçırılması,
içsel dünyanın edebiyat için oluşturduğu derin yataktan şüphe duyulması
sonucunu doğurur. Bu bakımdan Şakar’ın söyleminden insan için vahiyle söz
konusu olan değer’in ve onun aktarımının modern sanatta içsel bir bulanıklığa
tercih edilmesi anlaşılmalıdır. Çünkü kökeninde yapma anlamı taşıyan sanat
sözcüğünün bilinçsiz ve kontrolsüz bir eylem olmadığı, aksine tasarlanmış ve
estetize edilmiş kurgusal bir dayanağının olduğu açıktır. Bu nedenle bilinç
ürünü olan bir eylem olarak sanatın, kendisine paralel mantıksal bir zemini
olan değerler dışında içsel savrulmaları aktarması yanlıştır.
Değer
Aktarımında Edebiyatın Rolü
Dille yapılan
bir sanat olarak edebiyat, dilin sarmaladığı bir anlamlar bütünü olarak
düşünülebilir. Bu anlamalar bütünü, herhangi bir konu hakkında okuyucuyla
kurulan temasla söz konusu olmaktadır. Tabiİ ki bu temas, dilin bütün
kullanımlarıyla yapılan bir biçime sahip değildir. Örneğin gündelik dilin
iletişimde yeri çok farklıdır ve bu, edebiyat eserinin kullandığı özellikleri
göstermemektedir. Edebî eserde söz konusu dille aktarılmak istenenler belli bir
düzeye sahiptir. Todorov, “Edebiyat sözcüğü veya onun eşdeğerleri, kendisini
duyan ve okuyanların hoşuna gidecek veya ilgisini çekecek, kalıcı olması
tasarlanan, gündelik konuşmaya oranla daha gelişkin olan bir sözceyi tanımlamak
için kullanılmıştır” (2008: 16) şeklinde bir açıklamada bulunur. Bu
açıklamaların edebî dili yücelten, özelleştiren bir tutuma sahip olduğu görülmektedir.
Berna Moran,
edebiyatın işlevi bahsinde farklı kuramlar çerçevesinde farklı yaklaşımların
olduğunu ve bunun da kişilerin edebiyatı işlevlerine bağlı olarak
kullanmalarından ileri geldiğini söyler. Dolayısıyla Moran, probleme “Sanatın
işlevi nedir?” sorusundan ziyade “Sanatın işlevi ne olmalıdır?” sorusuyla bir
çözüm bulmaya çalışır (2012: 308, 309). Bu belirlemeler doğrultusunda düşünecek
olduğumuzda, edebiyatta ‘işlev’ kavramı önem kazanmaktadır. Gürsel Aytaç,
edebiyat bilimi kuram ve uygulamalarında üç tür değer ölçütünden
bahsedilebileceğini belirtir (2009: 124). Bunlar şu şekildedir:
Formal-estetik ölçütler: Edebiyat metninin biçim, yapı ve
dil özelliklerini esas almaktadır ve güzellik, kendine yeterlik, açıklık,
uyumluluk, bütünlük, olumlu hedef yargılar.
Konu ve içerik: Siyaset ve tarih felsefesi kuramlarından
aktarılmış değerlerdir bunlar; ahlak, özgürlük, insanlık, eşitlik gibi.
Dilsel ve tematik açıdan gerçeklik, farklılık, özgünlük
gibi durumlar.
Yukarıdaki
sınıflandırmada edebiyatı meydana getiren bileşenlerin söz konusu olduğu
açıktır. İlki biçim, ikincisi tema ve içerik, üçüncüsü de üslup kavramıyla
açıklanabilecek bir özellik taşımaktadır. Özellikle değer aktarımında ikinci
madde kendini tartışmasız bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu durum, değerin edebî
kuramlar ve uygulamalardaki önemine bir işarettir.
Edebiyat,
sadece dilsel niteliğin ortaya koyularak anlaşılabileceği bir uğraş alanı
değildir; bu nitelik, belli bir aktarımın biçimsel karşılığıdır. Gürsel Aytaç,
edebiyat- eğitim ilişkisinde edebiyatın daha çok güzel, doğru dil edinme, dil
duyarlılığını geliştirme işlevini gösterdiğini; ikinci olarak da hayat deneyimi
sağladığını söyler (2009: 14, 15). Fakat Aytaç’ın bu belirlemesi, başka bir
yerde “Yazar, sanatını geniş anlamda bir ideale, bir ideolojiye hizmete adamış
olsa da yazdıklarının edebiyat katına yükselmiş olması şarttır.” (2009: 12)
şeklinde karşılık bulur. Aytaç’ın ifade ettiği üzere, edebiyat sözel bir sanat
olarak hem biçimsel hem de tematik bir niteliği gözetmektedir. Bu iki durumun
ortak bir estetik yapıya kavuşması edebiyatı daha anlamlı bir hâle
getirmektedir. Dolayısıyla değer aktarımının edebiyatın özüyle ilişkili bir şey
olduğu ve edebî aktarımın basit bir dil kullanılarak yapılamayacağı ortaya
çıkmaktadır.
Gönül Utku,
20. yüzyılın çürütücü etkileriyle değişen iletişim biçiminin edebiyatı da
doğrudan etkilediğini söyler (2005: 92). Ona göre bu tehlikeyi dillendirenler,
edebiyatın gücüne inanan ve onu bir erdemler taşıyıcısı olduğundan şüphe
etmeyenlerin dışındakiler olduğu açıktır. Edebiyatın gücüne inananlar ise
benzer kaygıları taşısalar da edebiyatın kendini koruma potansiyelini hiç
yitirmemişlerdir. Atasoy Müftüoğlu’nun “İçerisinde yaşadığımız zamanın siyasal
ve tarihsel altüst oluşlarına kayıtsız kalan bir dil/söylem, sanat, edebiyat
olamaz.” (2010: 16) şeklindeki ifadesi Utku’nun belirlemelerine denk
düşmektedir. Aynı şekilde Ümit Aktaş’ın “Özellikle edebiyat, özgürlük ve adalet
mücadelesinde bize en gerekli olan şeyi sağlar: umudu” (2012: 134) sözleri de
benzer bir kaygının ürünüdür. Bu konuda Necip Tosun’un tanıklığı da önemlidir:
“Edebiyat kişisel olarak üretilir ama toplumsal olarak tüketilir. Yazar
sezdirir, uyarır ve aktarır. Bunun okurda karşılığı ise keşif, yüzleşme ve
aydınlanmadır. Hatta yeniden üretme, çoğaltma, zenginleşmedir (Tosun, 2005:
75).
Değer
aktarımında edebi türler
“Edebiyat
ürünlerinin belli özellikleri dikkate alınarak yapılan tasnifler sonucu ortaya
çıkan yazı/metin çeşitlerine tür denir” (Karataş, 2004: 489). Türler genel
olarak “form yazılar”, “öğretici (didaktik) metinler” ve “anlatmayı esas alan
metinler” olarak üç kategoride ele alınır (Aktaş ve Gündüz, 2011: 243-244). Bu
türler, özelliklerine göre yazar ve okuyucu arasında bir işlev görmektedir.
Form yazılar, daha çok gündelik ihtiyaçları içeren yazılar iken, öğretici ve
anlatmaya dayalı metinler ise duygu ve düşüncelerin aktarıldığı metinlerdir. Bu
bakımdan değerlerin aktarılmasında öğretici metinler ile anlatmaya dayalı
metinlerin uygun bir tarza sahip olduğu söylenebilir.
Makale, deneme,
eleştiri gibi türlerin sıralanarak kapsamının oluşturulduğu öğretici metinler,
okuyucuya bilgi vermek, onun görüşlerini ve yerleşik düşüncelerini değiştirmek
veya güçlendirmek ya da öğüt vermek amacıyla kaleme alınan metinlerdir (Aktaş
ve Gündüz, 2011: 261). Edebî metinler ise bir tema/izlek çevresinde dille
gerçekleşen güzel sanat etkinliğidir (Aktaş ve Gündüz, 2011: 331). Bu tanımlar
doğrultusunda düşünecek olduğumuzda, değer aktarımında bu iki genel türün
farklı açılardan bir uygunluk taşıdığı görülür. Çünkü öğretici metinler,
adından da anlaşıldığı üzere bir öğreticilik amaçlamaktadır. Edebî metinler
olarak görülen roman, öykü, şiir gibi metinler ise içerdikleri kurgusal
mantıkla okuyucuya bir şey aktarmaktadır.
“Toplumların
değer yargıları uzun zaman dilimi içinde yavaş yavaş oluşmuştur. Edebî eserler
de bunların oluşmasında önemli roller üstlenmişlerdir” (Öztürk, 2005: 43). Bu
doğrultuda Halit Karatay şunları söylemektedir: “Okullarda yapılan karakter
eğitiminde edebî eserlerden yararlanmak, etkili bir yöntem olarak kabul edilir.
Okuma çalışmalarında olumlu karakter özelliklerinin edebî eserler aracılığıyla
irdelenmesi, öğrencilerin hem ahlaki hayal güçlerini harekete geçirir hem de
olumlu davranış ve tutumları değer olarak algılamalarını ve benimsemelerini
sağlar (2011: 1398). Karatay, özellikle Türkçe dersinin edebî metinler temelli
işlenmesinde eserlerin karakter eğitimi, değer aktarımı yöntemlerinden ahlaki
muhakemede değer analizi yöntemleri açısından elverişli olduğu üzerinde
durmaktadır (2011: 1403). Ayrıca bu durumun edebiyat temelli karakter eğitimi
anlayışını yaygınlaştırdığını da bu tespitlerine eklemektedir.
Edebî türlerin
değer aktarımındaki önemi, kutsal kitaplarda yer alan kıssalar aracılığıyla da
anlaşılabilir. İsmail Demirerzen, bu duruma işaret eder: “Kur’an’ın
Müslümanların ahlaki tecrübesini yalnızca Ahkâm ayetleri yoluyla değil, aynı
zamanda ve daha önemlisi kıssalar yoluyla şekillendirdiği görülmektedir” (2007:
356).
Değer
aktarımında şiir türünün imkânları
“Okuyan ve
dinleyen kişide yüksek his ve heyecanlar meydana getiren; derin, keskin ve
çarpıcı algılamalar uyandıran, güzelliği ile insanı etkileyen ahenkli sözlere
şiir denir” (Karataş, 2004: 436). Bu cümle, şiire ilişkin nesnel bir
tanımlamadır. Edebî türler içerisinde öznel boyutundan ötürü, hakkında nesnel
ifadeler etmekten kaçınılan türlerin başında şiir gelir. Orhan Okay, şiirin
tanımı hakkında “Poetika şiirle ilgili her meseleyle uğraşır. Şiirin tarifinden
tutun da şiirin şekline... değeri ve değersizliğine kadar ...” (1998: 34)
diyerek bir güçlüğün olduğunu söyler. Edebiyatçılar arasında bu belirsizliğin,
çoğu zaman şiiri yüceltmek anlamına geldiği düşünülür. Tabiİ ki şiiri yücelten
şey, sadece onun ulaşılmayan ve her ne dense de kendini muhafaza eden bir
biricikliği olmadığını belirtmek gerekir. Onu önemli kılan özellikler arasında
değerli olanın taşıyıcı olma özelliği de zikredilebilir. Ali Emre’nin bu
konudaki sözleri kayda değerdir:
“Dilin yeni,
değişik, geniş ve zengin bir boyutu içinde düşünülmesinin ve kullanılmasının
getirdiği olanakların başında, dünyayı ve hayatı yeni baştan, daha sahih, daha
özgün algılama yer almaktadır. Bu bağlamda dilin küçük ama aynı zamanda en
nezih gemisi olan şiir, meşakkatli fakat anlam ve değer aşılayıcı bir niteliğe
sahip olmaktadır” (2006: 40).
Şiir ve değer
ilişkisinde bir aktarım unsuru olarak değerin belirişi, edebiyatın doğal bir
özelliğidir. Ancak tarihin belli dönemlerinde şiir anlayışları ve akımları gibi
değişken durumları da hesaba katmak gereklidir. Orhan Okay’ın Namık Kemal,
Tevfik Fikret ve özellikle Mehmed Âkif üzerinden, şiirde sosyal meselelerin ele
alınışının Tanzimat’la başladığı yönündeki tespiti (1998: 58), bu konuda
oldukça öğreticidir. Dikkat edilirse bu tespit, sosyal meseleler dikkate
alınarak yapılmıştır. Bu bakımdan değerin kapsamı genişletildiğinde söz konusu
dönem ve öncesi için de benzer örneklere rastlanılabilir.
Büyük şairlere
bakıldığında, toplumları değiştirip dönüştüren bir etki bıraktıklarını görürüz.
Bu etkinin, soyut ve değerden yoksun metinlerle yapıldığını kimse iddia edemez.
Mehmed Âkif, Necip Fazıl, Nâzım Hikmet, Sezai Karakoç gibi şairlerin kitlesel
boyuta varması, ortaya koydukları şiirin değer için bir imkân
oluşturmasındadır. Cahit Zarifoğlu’nun şairler için “acaba bilmediğimiz bir
gerçeği başkalaştırıp ondan acılar mı yontuyorlar” (1996: 99) şeklindeki
belirlemesi, bu anlamda oldukça önemlidir. Çünkü “bilinmeyen bir gerçekliği
başkalaştırmak” ve “ondan acılar yontmak”, sıradan insanların içinde oldukları
ama anlamlandıramadıkları durumu dillendirme imkânı sunmaktadır. Bu bakımdan
şiir, değerin idealize edilmesi, yaşanması ve ileriye taşınmasında önemli bir
işlev görmektedir. Bu, şiir dilinin canlı ve tüm zamanlara yayılabilir bir
özellik göstermesiyle de anlaşılabilmektedir. Şiir, bu bakımdan hem içerik hem
de biçimsel yönüyle değerlerin somutlaştığı bir türdür.
Cahit Koytak’ın Şiirlerinde İnsan ve Değer
Edebî metinle
söz konusu olan şair/yazar ve okuyucuya odaklandığımızda, bu iletişimin
merkezinde insan faktörünün yer aldığını görürüz. Bu doğal ilişki, insan
kavramını edebî eser için zorunlu kılmaktadır. Başka bir zorunluluk da, insan
iletişimindeki iletiyle karşımıza çıkmaktadır. Genel anlamda edebî eserin
okuyucuya vermek/sunmak/benimsetmek istediği bu unsur, değer olarak kabul
edilir. Bu anlamda “insan” ve “değer”, edebiyat uğraşında ontolojik bir
mahiyete sahiptir. Cemal Şakar’ın “Edebiyat, insana insanı anlatmak, kıssadan
hisse çıkarmak için, düşündürmek, fark ettirmek üzere kurgulanmıştır.” (2011:
32) sözü de, bu varlık ilişkisini gözler önüne sermektedir.
Cahit
Koytak’ın şiirlerinde, yukarıdaki ilişki bağlamında bizleri karşılayan “insan”
ve “değer” ikilisine rastlamak mümkündür. Bu durum, bütün yazar ve şairler için
söz konusu iken, bunları ele alma biçimleri ve odaklanılan kavramların
değişkenliği oluşturduğu söylenebilir. Cahit Koytak’ın şiirlerinde insan olgusu
hakkında önemli bir tanık olarak Hüseyin Atlansoy’a kulak kabartabiliriz:
“Halis Hint ipeğinden düşünce” yani ‘bilgi’, “kırık bir kılıç gibi” tutku,
“yorgun muhayyile”, “uluyan akıl”, yani “insan” şairin problemidir (2003: 90).
Cahit
Koytak’ın Şiirlerinde Yüceltilmiş İnsan
Şiiri, insana
seslenmenin incelikli bir biçimi olarak düşündüğümüzde, bu seslenmeyle muhataba
iletilen bir değerden bahsedebiliriz. İster övülsün ister yerilsin, aktarımla
karşımıza çıkan bir değer kabulünün olduğu kesindir. Cahit Koytak şiirlerine
baktığımızda, kişinin kendini ve toplumu var eden değerleri koruması/kollaması
yahut yitirdiyse bulması konusunda bir bilinç durumuna varmasının söz konusu
olduğu görülür. Bu durum, farkında olan kişinin yücelmesini sağlayan bir etki
oluşturmaktadır.
Şair, okuyucu
ve şiir kişileri arasında bu yüceliğin, seslenme biçimlerine bağlı olarak
geçişken olduğu söylenebilir. Her ne kadar bu konuda değişken bir durum olsa
da, edebî eser özdeşlik kurmayı sağlayan bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla
Cahit Koytak şiirinde “yüceltilmiş insan” kimi zaman somut bir şekilde bazı
isimler ve değerlerle karşımızdayken/belliyken; kimi zaman da ulaşılacak bir
vasıf olarak atılması gereken adımları beklemektedir.
Mustafa Celep,
şairin “Defter” şiirini “insanın varoluş macerasında gerçeğin dillendirilmesi
gereken sesi” olarak değerlendirir ve “Burada konuşan insan gerçeğidir.” der.
Yazarın yazısında yer verdiği şiirin bazı dizeleri şunlardır:
“İşte öyle,
insan koksun senin de
Salânı
verdikleri gün, yer gök;
Rüya, gerçek,
ne yaşamışsan
Her sayfasından,
her satırından
Sımsıcak insan
tütsün, insan,
Rahimden,
mezara
Parmak
izlerinle, dudak izlerinle
Yürek
vuruşlarınla
İnsanların
gönlüne yazdıklarının’’ (2012: 18).
İnsanın
yüceltilen bir varlık olarak ön plana çıkarılması, hümanist bir bakış açısının
ürünü olarak görülebilir. Fakat Cahit Koytak’ın şiirlerinde yüceltilen insanın
hümanist bir bakış açısıyla ele alındığı söylenemez. O, Tanrı karşısında
sorumlu bir varlık olarak kendini keşfettiği müddetçe insanın değerli oluşa
doğru bir yol aldığı kabulüne sahiptir. Bu anlamda Koytak şiirinde yüceltilmiş
insan, şiirlerindeki tematik yelpazede eleştiri ve değerin farkında olarak ele
alınmalıdır.
Cahit
Koytak’ın Şiirlerinde ‘Yüceltilmiş İnsan’a Özgü Değerler
“Şiirin
aradığı insan, duygu ve inançlarıyla özgürleşerek kendini yoklayan ve aşan
insandır (Erdoğan, 2010: 502). Bu açıdan şiirin merkezinde düşünülen insanın
değerin kendisiyle özdeş kılınan bir insan olduğu söylenebilir. Bunu ortaya
koyan bir tür olarak şiir, çok önemli imkânlar sunmaktadır. Mehmet Kaplan, şiir
tahlillerinde amaçlardan birini “metne yakından bakmak, dikkatle bakmasını
öğretmek” olarak görür (2012: 14). Bu amaç doğrultusunda şiirin arka planı
hakkında bir şeyler söylemek mümkün olur. Cahit Koytak’ın şiirlerine böyle bir
gözle baktığımızda “yüceltilmiş insan”a dair değerlerin farklı şekilde yer
aldığını söylemek mümkündür.
Değer
kavramının öznesi olarak insanın göstereceği yüceliğin, Cahit Koytak’ın
şiirlerinde önemli bir kullanıma sahip olduğu görülmektedir. Sahip olunması
beklenilen davranışların şiirde kurduğu gerçeklik, bu amaçlılığı somutlaştıran
nitelikli bir Türkçeyle desteklenmektedir. Bu bakımdan Cahit Koytak şiirine,
barındırdığı karşılıklar bakımından, insana özgü yüce değerlerin yalın ve
kucaklayıcı bir dille örüldüğü edebî ürünler olarak bakabiliriz. Şairin
şiirlerinde toplumda yaşanan birçok problem, nedenleri bağlamında ele alınmış
ve nitelikli bir insan olmak için okuyucuya bazı ahlakİ göndermelerde
bulunulmuştur. Şiirlerinde “değer” kavramına sahip çıkılan ve insanla kurulan estetik
ilişkinin gayesi olarak poetik bir hassasiyet göze çarpar. Cahit Koytak’ın
şiirlerinde derin bir gözlem, güçlü bir bilgi ve felsefe yanında, insanın
varoluşunu sorgulayan ve dünyanın kötü gidişatını düzeltmek isteyen bir kaygı
vardır (Kurtoğlu, 2012: 6). Bu kaygıyı taşıyan şair-okuyucu ve şiir kişilerinin
yüceltilmiş bir insan olarak bazı değerlere sahip olduğu görülmektedir.
Vicdan
İnsanla
beraber söz konusu olacak ilk kavramlardan biri vicdandır. Vicdan, insan
hayatında çok önemli bir değer olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanın içindeki
iyi ile kötüyü ayırt eden duygu olarak tanımlanmaktadır (Devellioğlu,
2008:1150). Batı Avrupa dillerinde vicdan için kullanılan kelimeler; (saklı
anlamlı ahlaki bilgi olan) “bilmek” (science) ve ön ek olan “ile” (con) den
müteşekkildir. Arapçada ise vicdana karşılık “damir” ve “vicdan” kelimeleri
kullanılır. Modern standart Arapçada vicdan için kullanılan kelime damir’dir.
Fakat “damir” kelimesinin ahlaki bilinç anlamında kullanımı 19. yüzyılın
ortalarından sonra gerçekleşmiştir. Her ne kadar, kökenbilimsel olarak vicdan
kelimesi Yunan ve Latin köklere dayanmaktaysa da vicdan kavramı bir Avrupa ya
da Hristiyan nosyonu olarak ele alınmamalıdır. 20. yüzyılda tamamıyla
küreselleşmiş bir hâle gelmiştir (Leirvik, 2007: 538, 541). Kur’an-ı Kerim’de
vicdan duygusunun varlığını ve temellerini ifade eden kelime ve kavramlar
arasında hikmet, adalet rahmet/merhameti sıralamak mümkündür (Bilgiz, 2007: 80,
85, 87).
Önemli bir
kavram/değer olması bakımından vicdanın, bireysel ve sosyal hayatta oluşturduğu
etkiyi görmek ve söz konusu etmek gerekmektedir. Araştırmanın, önemli bir değer
olarak vicdan merkezliğinde vücut bulması, büyük ölçüde bu vurguyla
belirmektedir. Vicdanı kaynak bir değer olarak aldığımızda sıralanan diğer
değerleri adalet, merhamet, şefkat, hikmet/bilgelik, yücelik, insaniyet,
özgecilik olarak görürüz. Bu değerlere sahip olan kişi, evvela vicdan
sahibidir. Vicdan, bireysel ve toplumsal yaşamda etkin bir rol oynamaktadır. Bu
rol, onu, hem kendimiz hem de başkalarının hareketleri için en büyük ve en
güvenilir hâkim konumuna taşır (Bilgiz, 2007: 122). Vicdanın içsel bir değer
olmaktan çıkıp ahlaki gerekçelerle toplumsal bir değere dönüşmesi böyle mümkün
olmaktadır. Bu yüzden ideali aramanın bir yansıması olan şiirin bu kaynakla
ilişkisini düşünmeden edemeyiz.
Felsefi bir
sorgulama içinde vicdan kavramına eğildiğimizde, onu özellikle davranışları iyi
ve kötü ayrımında yargılayan bir güç olarak görürüz. Vicdan, bir muhakemenin
karşılığı olarak önemli bir konuma sahiptir. Herhangi bir kötü eylemin kişi
tarafından gerçekleştirilmesi, psikolojik ve sosyolojik bir izahla doğal
görünürken, bunun doğruluğunu ortaya koymak mümkün değildir. Burada etkin bir
rol oynayan değer vicdandır. Vicdanın zaman ve mekânı aşan bir gerçekliğe sahip
olduğu söylenebilir. Kavramın kullanım sahası ve etkilerine bakıldığında
vicdanın evrensel bir değer olduğu görülür. Herhangi bir değerin yaşam
bulmasını, sonuçları itibariyle düşünerek belirleyebiliriz. Bu bakımdan
vicdanın reddedilemez bir doğrulama kaynağı olarak algılandığını söylemek
mümkündür.
Vicdanı
olmayan bir insanın ve toplumun anlamlı bir yaşam çerçevesi çizmesi mümkün
değildir. Eril bir kavram olarak vicdanın, eyleme dönüşen boyutuyla ortaya
çıkan diğer değerlerle bir paralellik gösterdiği açıktır. Bunu ortaya koymak,
tartışmak ve insanlara bu değerlerde içkin olan eğiticiliği göstermek
gerekmektedir. Sunduğu katkılar içerisinde, özellikle eğitimin öngördüğü içsel
karşılığın, istencin vicdanla paralel bir ilgi kurduğu açıktır. Çünkü doğruluğu
isteme ve yaşananları değerlendirme, vicdanla mümkün olmaktadır. Bu bakımdan
eğitsel unsurların mantığını ortaya koyan en önemli bileşenlerden birini vicdan
oluşturmaktadır. Vicdan olmadan eğitimin merkezinde olan bireyin, durumu
anlamlandırması mümkün olmaz. Bu bakımdan vicdanın tetikleyici, başlatıcı bir
etki gösterdiği rahatlıkla söylenebilir. Sonuç olarak vicdanın, hem bireysel ve
sosyal hayatta hem de eğitim-öğretim hizmetlerinde oluşturduğu etkiyi görmek,
söz konusu etmek gerekmektedir.
Cahit Koytak’ın
şiirlerinde vicdana odaklandığımızda bizleri karşılayan yoğun bir malzeme göze
çarpar. Koytak, birçok şiirinde olduğu gibi “Üç Orta Çağ Resmi” adlı şiirinde
de yoğun bir bilgiyle bizi karşılar. Bu şiirde tarihsel bilgi, yapılan
yanlışlar ve yaşanan değişim ve dönüşümlerle olması gerekenlere odaklanmamızı
sağlayan önemli bir güçtür. Nedenleri bağlamında bize bu tabloyu yaşatan değer,
vicdan olarak okunabilir. Koytak’ın burada yaptığını bir tür “vicdan ifası”
olarak değerlendirebiliriz. Çünkü birçok şeyde olduğu gibi tarihi yargılayan
şeylerin başında da vicdan gelmektedir. Geleceği inşa edecek bir tarih
anlayışının başlangıç noktası, yapılan yanlışlara yanlış demenin adresi olan
vicdandır. Koytak şiirinde bilgi ve vicdan buluşması, okuyucuya hayret ve kuşatma
olarak yansır. Bu hayret, insanın yaşamın anlamını bulması, onunla karşılaşması
anlamında oldukça önemli olup vicdan yokluğunu giderecek bir özelliğe işaret
etmektedir:
“... Veba
insanın onuruna dokunuyor Roma’da
İsa’yı yumuşak
kaz tüyleri
Ve erdemle
Zifte nakşeden
kilise babaları
Çil çil duka
altınları sürüyorlar masaya ...” (2011a: 46).
“Pastörize
Sevgi” adlı şiirinde şair, dünyada yaşanan acılara uzaktan bakmanın
yanlışlığını ortaya koyar. Gerçeklikten ve doğallıktan uzaklaşmanın oldukça
önemli bir adlandırma biçimi olan “pastörize sevgi”, aslında her şeyi
açıklamaktadır. Bu duyuş tarzının altında yatan değeri adalet, merhamet, şefkat
gibi değerler olarak görebilsek de, asıl etken olanın vicdan olduğunu görürüz:
“... Afrika
Afrika
Kötü günler
için ayırdığımız
Küçük boy
konserve kutusu
Buzdolabında
.” (2011a: 60).
İlk Atlas
(2011, 2. bs.) kitabının “Cehennemden Yükselen Neşideler” adlı bölümünde şair,
insan hâllerini resmeden şiirlere yer verir (2011a: 119). İnsana aldandığını,
kendisini kuşatan eşyalar içinde garip bir varlık olarak neyi kaybettiğini
bilmediğini hissettiren bu bölümün şiirlerini, insanlık tiyatrosu olarak okumak
mümkündür. Bu bölümün ilk şiiri “Cehennemden Yükselen Neşideler”le aynı adı
taşımaktadır ve ilk dize âdeta vicdanın tanıklığını yapmaktadır:
“Örtbas edebilir miyiz?
Bunca iniltiyi
Kuğuların kanat sesleriyle
Ve terennümleriyle meleklerin” (2011a: 121).
Cahit
Koytak’ın Gazze Risalesi (2009) adlı şiir kitabı, İsrail’in Gazze’ye
yaptığı saldırıları konu edinse de, arka planda bütün bir zulüm tarihini
işlemektedir. Eser, genel anlamda vicdanın dile gelmesi olarak okunabilir,
fakat sadece vicdanın dile gelmesi anlamında anlaşılmamalıdır. Koytak bu
eserinde güçlü bir kurguyla eleştirel ve özeleştirel bir tavır ortaya koymakta
ve bütün bir zulmü nedenleriyle ele almaktadır. Yaşanan bütün acıların dinmesi
için, acının içselleştirilmesini işleyen şair, bizi vicdanımızla baş başa
bırakır. Ağır saldırılar altındaki Gazze’nin acısını “... Yeryüzünün
bütün/yufka yürekli şairleri gibi ben de/Filistinliyim on günden beri ...”
(2009: 9) diyerek ifade eden şair, vicdanı aidiyeti/kimliği belirleyen bir
değer olarak ortaya koyar. Seslendiği hem “Gazzeli Yusuf’ hem de Yahudi çocuk
“Josef’tir. Şair, zulmün ancak ortak vicdanla son bulacağı telkininde bulunmaktadır.
Şair, yaşananları dile getirmekte zorlandığını şu dizelerle
dışa vurur:
“... ve orada bombalanan okulların, hastanelerin, yerle bir
edilen vicdanın yıkıntıları arasından yükselen katıksız, falsosuz ve hayat gibi
de haklı sesini, insan yüreğinin
çıkarmakta nasıl da zorlanıyorum! ...” (2009: 13).
“. karanlıkta, iğneye iplik geçirir gibi,
getirmekte zorlanıyorum dilimin ucuna, ...” (2009: 13).
Yaşananlar karşısında kişiyi vicdanıyla baş başa bırakarak
sorumluluğumuzu hatırlatır:
“. sormak geliyor içimden:
biz bütün bir insanlık, cin taifesi, melek taifesi şeytan ve
Yüce Tanrı,
hangi oyunu oynuyoruz bu tiyatroda,
hangi oyunu, onlarca yıldır,
hangi oyunu, böyle kan revan içinde?
bu kadar bebek ölüsüyle,
bu kadar çocuk ölüsüyle, bu kadar anne ölüsüyle,
bu kadar seyirciyle
ve bu kadar sessizlikle...” (2009: 15)
“Şair, körelen vicdanları açığa çıkarır:
“. ama bunlar, haklılığın gücünden çok, senin ve dostlarının
çaresizliğini düşündürebilir katillere.
Ve Gazze bombalarla dövülürken kameralarla, monitörlerle,
yanan Gazze’nin ışığında gece piknik yapmaya gelen
İsrailli sivillerin seyir zevkini artırır bir de.
ve sessiz kalmalarını haklılaştırır, vicdanlarına serpecek su
arayan daha uzaklardaki seyircilerin.” (2009: 45).
Şair, şiir boyunca “Gazzeli Yusuf, oğlum” diye seslendiği
çocuğa “sana getirsin sesimi!” diyerek vicdani konumlanmasına bazı tanıkları
dâhil etmektedir. Bunları vicdanları onaracak bir yaşanmışlıkla ele almaktadır:
“... bu keder ve umut taşıyan rüzgâr,
zeytin ağacının, incir ağacının,
hurma ağacının içinden geçip, sana getirsin sesimi! ...”
(2009: 47).
Bununla
sınırlı kalmaz bu tanıklıklar. Peygamberler; Mahmut Derviş, Edward Said;
Auschwitz’de yakılan Jacop, Josef, Benjamen; Serebzenitza, Amerika, Vietnam,
Çeçenistan, Irak, Kabil... diye dizeler arasında sıralanır (2009: 47-49).
Cahit
Koytak’ın vicdani bir duyuşla kaleme aldığı şiirler, yoğunluklu olarak Cazın
Irmakları (2012) kitabında bizleri karşılar. Amerika siyahilerinin talihsiz
geçmişlerinin, acılarının dışavurumu olarak görülen caz müzik, hayata karışan
neşe ile kederin bir uyumu şeklinde şiirsel bir hakikate işaret eder. Uzaktaki
acıyı duyumsayarak, onunla özdeşlik kurmamızı sağlayan en insani eylem olarak
caz, bu kitapla okuyucunun acısı olur ve okuyucuyu kuşatan bir hâl alır. Bu duyumsama
biçimi vicdan ekseninde şiirleşir:
“. ve rüzgâra ve yağmura ve toprağa
ve kendine ve Tanrına,
caz iyi gider, caz iyi!
caz iyi gider, caz iyi!
sözcüklerden daha iyi,
kavramlardan daha iyi, kuramlardan daha iyi, yasalardan daha
iyi!
hırıltılı bir sesle söyle bunu, a ruhum,
a kuzum, a beyaz fare,
genizden geçerken baygınlaşan
hırıltılı bir sesle:
caz iyi gider, caz iyi!
caz iyi gider, caz iyi! ...” (2012: 11).
Başka bir
şiirde şair, dizeleriyle siyahilerin aslında hiçbir zaman kölelikten
kurtulamadıklarına dikkat çekmek ister. Bu, vicdan sayesinde gerçekleşen bir
fark ediştir:
“Yasalara göre kölelikten kurtulduk
Kurtulmasına, ama
Dikenli tellere dikkat, Edi,
Gözle görülmeyen
Dikenli tellere dikkat! ...” (2012: 19)
“Kısa Tarihi Bluesun” şiirinde iki siyah yolcunun diyalogları,
vicdani bir duyarlılıkla aktarılır:
“Yük katarında, pamuk balyaları arasında,
İki siyah yolcudan biri,
Bak anlatayım, Sam, diyor, ötekine,
Bak anlatayım sana:
Yolda öyle bağırmak, çağırmak,
Öyle haykırmak geldi ki içimden,
Taşlarla, ağaçlarla, bulutlarla
Öyle uzun uzun konuşmak, konuşmak,
Ağlaşmak, gülüşmek...” (2012: 22,24).
“Çık Çık Çık, Zenci!” şirinde ise acı duygular, yaşanmışlıklar
yalın bir dille şiirleşir:
“Çık çık çık zenci,
Kilisenin kulesinde
Çığır şarkını!
Çık çık çık zenci,
Kilisenin kulesinde
Anlat öykünü
Çık çık çık zenci,
Kilisenin kulesinden
Boşalt içini
Sokaktan geçenlere,
Meydandan geçenlere,
İçinden geçenlere!
İçinden geçenleri,
Aklından geçenleri,
başından
geçenleri!” (2012: 37).
Yeni
Başlayanlar için Metafizik (2011) adlı şiir kitabında yer alan “Çalgı”
şiirinde şair, içimizde yer alan çığlığın, acının paylaşılmasından yana bir
telkinde bulunur. Vicdanın söz konusu olabileceği bu dizeler, paylaşarak insan
kalabilmenin önüne açmak ister:
“Ara sıra
konuş, çalgına üfle;
Bir taşa, bir
ağaca,
Ne olursa, kim
olursa,
Birine aç içini!
içini aç, içini havalandır ki,
kursağında çığlığın
Çürüyüp
kurtlanmasın
Yahut
sertleşip taşlaşmasın ...” (2011b: 46).
Ölüme Çare
ya da Şen Maneviyat (2013) adlı şiir kitabında şair, yaşamın en onulmaz
acılarını yaşamış yaşlı bir kadınla özdeşlik kurularak yaralarına ortak
olmaktan bahseder. Bu dizeleri de vicdanın bir yansıması olarak görebiliriz:
“. arayıp bulabilir misin
onları yaralarıyla,
katman katman
gönül yıkıntılarının altından
bulup çıkarabilir
misin?
sonra eğilip
öpebilir misin yaralarını? ...” (2013: 289).
Şair, “Kalk
Şair!” başlıklı şiirinde kendine görev addettiği paylaşımı, sağaltımı vicdani
bir tutumla ortaya koyar:
“Kalk şair, kalk, örtülerini at üzerinden!
Bir elini, güvercin uçurur gibi,
Omzunun üzerine kaldır ve oku
Sana
okunanları
Her sözcüğün
sağaltıcı bir öpüş olsun,
Meneviş renkli
bir tüy, Simurg’un kanadından,
Usulca,
yârence kondurduğun
Yaralarımızın
üzerine! ...” (2010a: 44).
Bu şiiri takip
eden “Kalk Yürü” şiirinde de benzer bir tavra tanık oluruz:
“... Sonra
“kalk yürü!”
Diyorum ona,
Kalk yürü,
insanların
Arasına karış,
Öteki yalnızların arasına.” (2010a: 46).
Şair, şiiri
hem umut hem de insanlık hâllerinin olumsuzluklarını ortaya koyan dengeleyici
bir tavırla anlar, işler. Bu örneklerde, umut ve yergiyi oluşturan bir saik
olarak vicdanı söz konusu edebiliriz:
“şiir bitmedi, hayır, şiir sanatı ölmedi,
atların nesli kesilmedi henüz;
ama bundan sonra yazılanların çoğu, yalnızca dünyanın her
yerinde
kemirilip bitirilen cenneti değil,
alevleriyle yüzlerimizi yalamaya başlayan
cehennemi de hatırlatacak bize,
cehennemden yükselen neşideleri...” (2010c: 17).
“sesi çiçeklerin sesi,
uçurumların ağzında açan
yabani sümbüllerin, yaseminlerin sesi.
içi mucizelerle dolu, ama dilsiz ve tutuk” (2010b: 22).
Cahit
Koytak’ın şiirlerinde, vicdanın bazen eleştirel bir tutumla ortaya çıktığı da
görülür. Şairin, yaşamda bütün olup bitenleri anlamlandırma uğraşı olarak
okuyabileceğimiz çoğu şiirinde, Koytak, eleştiri/özeleştiri üzerinden vicdani yoklamalarda
bulunmamızı sağlar. “Ne Var Ne Yok” adlı şiirini, daha çok şairin bir
muhasebesi olarak okumak mümkünse de, olması gerekenleri işaret eden vicdani
tını gözlerden kaçmaz:
“Ne var ne yok, ruhum?
nasıl gidiyor oyun:
eshan-ı hayat,
imal-i sanat
trük, tulûat?
söyle,
n’eyledin,
neler
becerdin?
göğeren
sırların, sükûtlarınla;
çömlekçi
sessizliğin,
yontucu
dalgınlığın,
duvarcı
suskunluğunla
başını göğe
erdirecek
zarif bir kule mi yükselttin?
yoksa, kırıp döktüklerinle,
tükettiklerinle
altına gömüldüğün
bir çöp dağı mı? ...” (2014:236).
Adalet
Adalet,
sözlükte herkesin hakkına riayet etme, hakkını verme, zulüm ve eziyet etmeyip
herkes hakkında doğru hüküm vererek hakkı yerine getirme, adillik (Doğan, 2011:
355) olarak geçmektedir. Dikkat edilirse kavramın “hakk” kelimesiyle anlam bağı
olduğu görülmektedir. Bu bakımdan kavramın dinsel bir doku taşıyarak yaşam
içinde ilahİ ödevin bir gereği olduğu anlaşılacaktır. Zaten kavram, Kur’an’da
birçok ayette de anahtar kavramlardan biri olarak geçmektedir. Bunlardan biri
A’râf suresinin 181. ayetidir: “Yarattığımız insanlar arasında kimi topluluklar
da vardır ki insanlara hak ve hakikati gösterir, hakka bağlılıkla adaleti
gerçekleştirirler” (Öztürk, 2011: 237). Başka bir araştırmacıya göre de,
Kur’an’ın genel mesajı özetlendiğinde karşımıza iki kavram çıkacaktır: Tevhid
ve adalet (Zülaloğlu, 2010: 47).
Kavram dini
eksen dışında, sosyal hayatta da insan ve ilişkileri bağlamında oldukça önemli
bir kullanıma sahiptir. Yönetsel bir anlam odağına sahip olan kavram, günlük yaşantıda
iyilik ve doğruluk ekseninde anlam genişlemesine uğramaktadır. Bu konuda Ahmet
İnam’a ait şu sözler oldukça anlamlıdır:
“Adalet öteki
insanla ilişkimizde çok temel bir kavramdır. Bizden bambaşka olan öteki
dediğimiz insanın hakkını yememek, zulmetmemek ve ona saygıyla onun karşısında
durmakla ilgilidir. Bu da ikimizin birlikte yaşadığı dünyaya ve kâinata saygıya
ilgili bir kavramdır diye düşünüyorum. Adaletin temelinde hayata, insana,
varlığa biçilen en yüksek değeri görüyorum. Zaten adil olmayan durumlar insan
yaşamına, doğaya, toplum hayatına zulmetmekten, saygı göstermemekten başka
nedir ki?” (2008: 93).
Aliya
İzzetbegoviç’in “Güç ve kanun sadece adaletin vasıtalarıdır. Adaletin kendisi
insanların kalplerinde mevcuttur, aksi takdirde adalet yoktur” (2013: 53)
sözleri, kavramın insanın özünde olan ve her şeye ruh veren bir anlama sahip
olduğunu göstermektedir. Bu özsel anlama başka bir katkı da Hayati Hökelekli
tarafından yapılmıştır. Yazar, adaletin bütün erdemlerin başı ve en önemlisi
olduğunu belirterek yokluğunda değerlerin değer olmaktan çıkacağı fikrindedir
(2013: 76).
Şiiri,
yalnızca estetik bağlam içerisinde düşünen yaklaşımların, adalet veya benzer
kavramların dahil olduğu bir poetikadan kaçındıkları görülür. Yalnız bu,
genelde edebiyatın özelde ise şiirin aslİ fonksiyonlarına karşı bir özelleşme
ve yaşam dışılık riski taşımaktadır. Bu bakımdan dengeleyici bir tutum
içerisinde yaşama ve yaşamsal olan kavramlara şiirin açılması gerekmektedir.
Çünkü “nitelikli sanatçı hem zulme, zorbalığa ve haksızlığa bulaşmak istemeyen
hem de aslında kötülüğün kalesini kalemiyle, sözüyle, sanatsal enstrümanlarıyla
kazan insandır” (Değirmenci, 2008: 38). Cahit Koytak şiirinin bu durumu
özümsemiş bir şiir olduğu açıktır. Koytak’ın şiirindeki bu yönü Metin Önal
Mengüşoğlu, şu şekilde açıklamaktadır:
“Bu şiir büyük
bir şiir, bu ses farklı ve muazzam bir ses, bu çağrı hayırlı ve hikmetli bir
çağrı. Bu davette süfli temayüllere yer yok. Bayağı duygulara gem vurulmuş.
Münafık ve riyakâr bir dünyaya kafa tutan, zalimlerle çarpışan, batılın belini
yere getiren, Allah adının anıldığı bütün mekânları yücelten bu sese kulak
tıkanamaz” (2012c: 11).
Şairin
şiirlerinde adalet değerine ilişkin birçok karşılık bulunmaktadır. “Gazze
Risalesi” adlı şiir, bunun için iyi örnekler barındırmaktadır. Aşağıdaki
dizeler, adaleti insanİ bir değer olarak yüceltmektedir:
“...
bunca kurban verdikten sonra,
yalnızca Filistin’i değil,
dediğim gibi, yeryüzünü iste,
sınırlarla bölünmemiş dünyayı,
yerin ve göğün tamamını,
bütün çocuklar için,
bütün yoksullar için! ...” (2009: 36).
Yine,
aşağıdaki dizeler, her zaman ve şartta adalet değerinin vazgeçilmez olduğunu
ortaya koyan önemli bir kayıt olarak karşımıza çıkar. Şair, Gazzeli Yusuf’a
seslenerek bütün mazlumluğuna rağmen adaleti ayakta tutması gerektiğini ileri
bir hamle olarak dile getirir:
“...
zafer,
‘düşman’ın resmini bulunca, resmini,
postunu
bulunca, postunu,
kendisini
bulunca da kendisini
yakmak değildir, sanırım, Yusuf, oğlum,
zamanın
kapısını açmaktır, zafer,
zamanın kapısını, özgürlüğün ve erdemin önünde,
herkes için ama, ayrım yapmadan,
düşmanların
için de,
ve mümkünse onlarla birlikte...” (2009: 46).
Şair, “Ara
Sözler” şiirinde adalet değerini ortaya koyarak şiirin fark gözetmeksizin
iyileştirici etkisini göstermesi gerektiği üzerinde durur. Adaletin diriltici
bir etki göstereceği, “yağmur yağdırmak” şeklinde tezahür eder:
“...
iyi şiirin yapmak istediği nedir?
çobana ve bilgine, azize ve katile,
insanın içine, hayatın içine,
ateşe ve küle,
bağa bahçeye ve mezara
yağmur yağdırmak,
yağmur yağdırmak,
yağmur yağdırmak!” (2010c: 15).
Koytak,
“Epilog” şiirinde de şairler için adilâne bir yaklaşımı işaret eder. Şairin
ürettiği değer olarak söze, sahibinin hakkını vererek varması gerektiği adilce
ortaya konur:
“biz şairler ve yoksullar, konuşacaksak eğer,
sözü, eskilerin uykuya yattığı yerden,
yedi uyuyanların başlarının altından,
tabii, onları uyandırmadan, almak
ve Sözün Büyük Sahibi’ni şükranla, çömezce bir saygıyla
anaraktan yola koyulmak yakışır bize ...” (2010c: 403).
Şair, “Caz
Üzerine Dervişçe Tezler” başlıklı şiirinde cazı, birçok unsurla
ilişkilendirerek anlatmaktadır. Aşağıdaki dizeler, caz ve adalet değeri
arasında şiirsel bir buluşmayı sağlamaktadır. Şair, caz ve ses üzerinden
yeryüzünün egemenlerine protest bir çıkışla kalkışmaktadır:
“...
Caz nedir, caz, halkın sesine, hakkın sesine,
Yerin sesine, göğün sesine
Ve yeryüzüne uyum, adalet, ezgi ve ritim
İndiren meleklerin
Kanat titreşimlerine kulak tıkayan
Ceoların, gangsterlerin, siyaset ağalarının,
Parti sekreterlerinin kulaklarının dibinde
Bir megatonluk şiir patlatmaktır, babalık,
Bir megatonluk şiir patlatmak! ...” (2012: 143).
Merhamet
Merhamet,
başkalarının durumu karşısında duyulan şefkat hissi, acıma (Doğan: 2011: 1185);
şefkat gösterme, acıma, birini esirgeme (Devellioğlu: 2008: 621) anlamlarına
gelmektedir. Kavram, görüldüğü gibi daha çok insanın başkalarıyla ilişkilerinde
söz konusu olmaktadır. Bu açıdan merhamet, insani ilişkilerimizin temelini
oluşturan önemli bir değerdir. Çünkü yaşamda insan, iyi hâllerle karşılaşabileceği
gibi olumsuz hâllerle de karşılaşabilir. Olumsuz hâllerle karşılaşan insanlara
karşı, bir çıkış kapısı olarak merhamet eli uzatılmalıdır. Bu, insanları
birbirlerine yaklaştırarak insanİ bağların güçlenmesini sağlayacaktır.
Allah’ın Rahim
isminin insandaki yansıması olan merhamet yalnızca insandan insana yönelik bir
duyarlık değil, insanla birlikte bütün canlıları kuşatacak bir duyarlıktır.
Dünyada
yaşanan birçok olumsuzluktan dolayı yokluğunu hissettiğimiz değerlerin başında
merhamet gelir. Arsızlığın, kaba kuvvetin, öfkenin, ihtirasın, kan içiciliğin
zaferinin; yeryüzünde güvenin, insanın insana duyabileceği yakınlığın, insan
kardeşliğinin yenilgisi olduğunu düşünen Kemal Sayar, Koytak’ın Felluce için
yazdığı şiirinde geçen “Büyük hayaletin: insanlığın sessizliği”, “ölümün sesini
şehvetle titreten sessizlik” dizelerinin tanıklığına başvurur (2010: 75). Bu
dizelerin merhametin yokluğunu yahut onu yitirdiğimizin acı sonucunu haber
verdiği açıktır. Sayar’a göre ıstırap, kendisini en çok sessizlikte ifade eder
ve dilin ötesinde bir yerde gerçekleşir, normal bilme biçimleriyle nüfuz
edilemeyen, sözün ihata etmediği bir yerde olup biter (2010: 74). Aynı eserinde
yazar, merhamet kavramı için önemli başka noktalara da işaret eder: “Merhamet
sahipleri ötekinin acısıyla acı duyan ve onun ıstırabını dindirmeye soyunan
soylulardır. Ve adalet ancak merhametle kaimdir”; “Bütün sözcüklerin anlamsız
kılan bir bebeğin ölü gövdesidir”; “Zulüm ve merhamet birbirinin antitezi.
Merhamet, diğer insanlar, diğer canlılar için dünyayı emin bir yer kılmaktır.
Onların hürriyet içinde gelişip serpilmesine omuz vermektir. Zulüm, kendisinden
saymadığını yok etmek, onun acısına kayıtsız kalmak, onun acısından haz
duymaktır”; “Merhamet, ötekinin acısını tahayyül edebilmektir” (2010: 71-81).
Merhamete ilişkin bu açılımlar, kavramın değişik boyutlarını bizlere
göstermektedir. Dolayısıyla kavramın insan yaşamında tuttuğu yeri göstermesi
açısından oldukça önem arz etmektedir. Dadi Janki’nin “Tanrının sizin için olan
merhametini kabul ettiğiniz zaman hayatınıza bakışınız değişir” (2005: 57)
sözleri de, yaşamı değiştiren önemli bir güç olması bakımından merhamete
yönelik başka bir tanıklıktır.
Merhamet
hakkında benzer ifadelere Hayati Hökelekli’de de rastlarız. Hökelekli,
merhametin, kişinin herhangi bir muhasebe yaparak muhatabına yaklaştığı bir şey
olmadığına; aksine bu yaklaşmanın insanın fıtratından gelen bir şey olduğuna
dikkat çeken önemli bir vurguda bulunur: “Merhamet, başkasının ıstırabını
paylaşmaktır. Başkasının ıstırabını paylaşmak, onu onaylamak ya da acı
çekmesinin iyi ya da kötü nedenlerini paylaşmak demek değildir”; “Merhamet,
insanı adaletli olmaya ve başkalarına iyilik yapmaya sevk edici bir güce
sahiptir” (2013: 188, 190).
Şairin, farklı
anlamlar çıkarılacak şiirlerinden biri olan “Bir Avuç Dolusu Aspirin İçen
Kızlar İçin Kanto” şiirinde, merhametin izlerini buluruz. Merhamet ve adalet
duygularımızın bir kız üzerinden anlatıldığı bu şiir, yitip giden insanlığımızı
bizlere hatırlatan dizeler içermektedir:
“... Yaşamak
için bir şal
Çürümüş
omuzlarına kızın
Tanrı’nın
koyduğu
Ve kız onu her
gece
Düşürüyor
sahnede
Alkış kamçı ve
para
Yağıyor geceye
...” (2011a: 35).
Dikkat
edilirse bu dizelerde “sahne, şal; “Tanrı ve kız”ın anlam belirleyen kelimeler
olduğu görülür. Tanrı’nın güzel ve iffet dolu bir yaşamı bahşettiği kızın “şal”
ile ön plana çıktığı ve fakat bunun “alkış, kamçı ve para”yla her gece
“sahne”de insanlar tarafından düşürüldüğü izlenir. Bu şiirin, bunun gibi zorla
ya da yapılan yanlışlarla içine düşülmüş kötü bir yaşamın, merhamet duygusunun
yitirilmesinden kaynaklandığını gösteren bir anlama sahip olduğu görülmektedir.
Koytak, bu “kız” özelinde elinden tutularak temiz ve doğru bir yaşamı hak eden
birçok kızın olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. Bu şiir, Koytak’ın şiirlerinde muhatap
kitlesini ne kadar geniş tutuğunun bir kanıtıdır. Yine şair, “Mezmurlar”
şiirinin alt başlıklarından “Kurtlar İçin Kuzular İçin” alt başlığını taşıyan
şiirinde, merhameti herkes için istenilen bir değer olarak işlemektedir:
“. Herkes için
ağlayabilirim
Serseriler
için, sokak köpekleri için
Surların
içindekiler için
Barbarlar için
Uyuyan kurtlar
için, kuzular için ... “ (2011a: 155).
Şair,
“Mezmurlar” şiirinde “Eyyüb Eyyüb’ü Bekliyor” alt başlığıyla merhamet değerini
ön plana çıkaran kullanımlara imza atmaktadır:
“Gel artık
Gel artık al
bunları ben kurtulayım
Aklımı dindireyim
Zırhımı ikiye
böleyim
Seni
armonikasıyla bekliyor
Yaralı
geometrisi şehrin
Dumanlı varoşları
Gel artık
Meydanda oturan fili kaldır
Kimin bülbülü ölmüşse aramızda
Çıkarıp ceplerinden
Yaşayan bülbüller dağıt ...” (2011a: 147, 148).
Şair,
“Meyhanede Yazı Dersi” şiirinde şaire seslenerek şiirin yapması gerekenleri
telkin eder. Bu telkini merhametin vuruşları olarak okumak mümkündür. Aşağıdaki
dizeler, şiiri bir uğraş olarak merhametin taşıyıcısı kılar:
“...
yanaklarımızı serinletsin gölgesi
bin pare
kanadın!
sinelerimizi serinletsin rüzgârı,
harabelerimizde uğuldasın,
gönlümüzün tellerini tınlatsın,
rüyalarımızı döllesin!
ve hafiften hışırdatsın- sayfalarını
gün gün
çevirip geçtiğimiz yaşamak kitabının!
yunus sürüleri gibi geçsin mısraların, bazen de ...”
(2013:68).
Şair, “Düşüş”
şiirinde merhamet değerini vahyİ karşılıklar eşliğinde işler. İnsanın yeryüzü
tecrübesinin “düşüş”le başladığına yapılan atıf, yaşamın kurgusal boyutunu ele
verir. İnsanın karşılaşacağı olumsuzluklar karşısına Tanrı’nın merhameti
yerleştirilir:
“...
ama suyu ve
susuzluğu,
tutkuyu
doyumsuzluğu,
gülmeyi,
ağlamayı yaratan,
sözcüklerle
oyunlar oynamayı,
demiri
dövmeyi, taşı yontmayı,
kan dökmeyi ve
kavram üretmeyi
insana öğreten
Ulu Tanrı
gün kuluna
acıyacak ...” (2011b: 17).
Şair, “Şiir
‘Bugün’den Geçiyor Ebedi Yoksunluk Zamanından” başlıklı şiirinde, şiirin türlü
hâlleri ve özellikle değer yitimine uğradığını şiirleştirir. Bu şiirde, şiirin
onarıcı gücü aranılır. Aşağıdaki dizeleri, kaybolan bir değer olarak şiir için
yükseltilmiş merhamet eli olarak okuyabiliriz:
“...
bazen de bütün
metropollerin
dış
mahallelerine yağan
bir bahar
yağmuru gibi genç,
ürkek,
özgüvensiz
ve fazla yufka
yürekli” (2010b: 21).
Şair, “Sabahın
Erken Saatlerinde” şiirinde merhamet değerini zamansal bir kullanımla ortaya
koyar. Merhamet, Tanrısal bir oluşla gerçekleşir:
“İnsanın kalbi
sabahın erken saatlerinde
merhametle
dolar, rikkatle dolar.
Çünkü melekler
kucak kucak
Tanrının
kayrasını indirirler o vakitlerde,
Tanrının
yaratma suflesini...” (2010b: 277).
Şefkat
Acıyarak ve
koruyarak sevme, sevecenlik (www.dildernegi.org.tr
Erişim: 02.07.2014) anlamlarına gelen şefkat, merhametle sıkı bir
anlam bağına sahiptir.
Yukarıda
belirtildiği üzere, merhamet başkalarına; şefkat ise daha çok yakın ilişki
içerisinde olunanlara karşı duyulmaktadır. Merhametin insandan bütün
varlıklara, şefkatin ise daha çok insandan insana yönelik bir duygu olduğu, bir
başka açıdan merhametin her yaşta herkesin her canlıya gösterebileceği bir
duyarlık olmasına karşın şefkatin daha ziyade büyükten küçüğe dönük bir duygu
olduğu da söylenebilir.Bu iki değeri, keskin bir şekilde ayırmak mümkün olmasa
da, aralarında ince bir fark vardır.
Şefkat, diğer
insani değerlerde olduğu gibi hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Onsuz bir
yaşamın, insanlıktan yana bir anlam taşıması mümkün değildir. “Şefkat duygusal
olgunluğun son ifadesidir. Kişi, kendini anlamanın en derin noktalarına ve
zirvesine, ancak şefkat sayesinde ulaşabilir (Hökelekli, 2013: 200). Bu yüzden
şefkatli olma yüceltilen bir özellik olmuştur.
Koytak, Cahit
Zarifoğlu için şiirler kaleme almıştır. Bu şiirler, Cahit Zarifoğlu’nun
ölümüyle Koytak’ın şaire duyduğu vefayı gözler önüne sermektedir. Koytak’ın
kaleme aldığı şiirlerin ilkinde, Cahit Zarifoğlu’nun karakterine ve şiirine
yönelik önemli belirlemelerde bulunur. Aşağıdaki dizeleri, Zarifoğlu’nun
şiirlerine göndermede bulunan dizeler olarak almamız mümkündür. Özellikle
“çocuklara ahenk” dizesinin şairin çocuk şiirlerine işaret ettiği ve şefkat
değerini ön plana çıkaran bir dize olduğu söylenebilir:
“Kırk yıl ve
yedi yıl
Seni kuğular
çağırdı yolu bitirdin
Sen güvey
müthiş kanatlı
Çocuklara
ahenk
Ve sancı
dağıtan geyik
Ormanı gezmeye
çıkan ağaç
Büyük kardeş
...” (2011a: 137).
Şairin
“Sokağın Küçük Oğlanları Küçük Kızları” şiirinin “Küçük Kızların Güneşi” alt
başlıklı şiiri, şefkatin yoklanabileceği örnekler içermektedir. Özellikle
şairde “melek” kavramının, şefkatin ve merhametin taşıyıcısı olarak birçok
yerde işlendiği söylenebilir:
“. Kış
günlerinin nazlı güneşi
Saçlarına
küçük meleklerin taktığı
Beyaz güller
takmış
Buzda açan ve
yüzyıl solmayan
Göğün kırmızı
meşininden
Parlak
iskarpinler geçirmiş ayaklarına
Sokak
oğlanlarının yüreklerine
Sivri ve hain
yüreklerine
Sığacak kadar
küçük
Küçücük
kızların güneşi” (2011a: 208).
“Futbol
Oynayan Çocuklar” şiirinde, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, şairin müşfik
bakışının tasvir ettiği dizelere rastlarız. Şiirde meleklerin de maça dahil
oldukları, safiyetin ve şefkatin yansımalarını içermektedir:
“... Yağmurlu
bir gün
Dışarda futbol
oynuyor çocuklar
Top
yukardayken uyukluyorlar
Tempo o kadar
ağır
Ve çekilmez ki
Hakem
düdüğüyle durmadan
Oyuna
çağırıyor düşenleri
Ve yardıma
melekleri ...” (2011a: 11).
“Sokağın Küçük
Oğlanları Küçük Kızları” şiirinin “Onun Pantolonun Cebinde Elleri Benimki Yelek
Cebimde” alt başlıklı şiiri de müşfik bakışın ürünü olarak okunabilir. Göğün
aşkın bir unsur olarak hayata renk katıcı taraflarıyla anne şefkati
ilişkilendirilmiştir:
“. Som
sevinçler ve mucizeler sofrası
Göğün tertemiz
ipeğinden
Meleklerin
ışıklı elleriyle büktüğü
Sonsuz
iplikler halinde inen
Genç annelerin
yüzü ...” (2011a: 213).
“Sokağın Küçük
Oğlanları Küçük Kızları” şiirinin “Serin Yorgan ve Boş Beşik, Ninni” alt
başlıklı şiirinde şair, çocuk ölümünü hazin bir şekilde gözler önüne serer.
Şefkat duygusu, buruk bir hâl içinde aktarılır:
“... Çılgınca
koşuyor şimdi
Bilmem hangi
yıldızda hangi
Karları
savurarak
Soğuyan
dünyamıza
Bembeyaz bir
küheylan
Tanrı’ya sunmak
için
Sımsıcak bir
yüreği
Küçük kardeş
uyuyor, ninni
Serin yorgan
ve boş beşik, ninni” (2011a: 215).
“Sokağın Küçük
Oğlanları Küçük Kızları” şiirinin “Millerce. Millerce Öteden” alt başlıklı
şiirinde, anne sevgisi ve şefkatinin sınır tanımazlığı işlenir:
“Kış günleri,
İkindi güneşi
vurduğu zaman
Karlı yollara
Esrarlı
resimler çizerek uzaklaşan
Küçük bir
oğlanla
Küçük bir
köpeği
Seyreden
annenin
Genç bir
annenin gülümseyişi
Millerce,
millerce öteden,
Görülebilir”
(2011a: 224).
Şair, “Sabahın
Erken Saatlerinde” şiirinde şaire seslenerek bazı telkinlerde bulunmaktadır.
Aşağıdaki dizeler, müşfikliği de barındıran bir anlama sahiptir:
“...
Gör bak,
yazdıkların, o zaman
gül tüveyçleri
gibi hafif,
ana kucağı
gibi sıcak
ve yarin
yanağı gibi
gamzeli,
parlak
ve diri
olacaklardır” (2010b: 277).
Gazze
Risalesi (2009) adlı yapıtında Koytak, Gazzeli Yusuf’a müşfik bir dille
seslenir. Aşağıdaki dizeler, merhamet ve şefkatin önemli değerler olarak
kullanıldığını gözler önüne sermektedir:
“...
bu keder ve
umut taşıyan rüzgâr,
zeytin
ağacının, incir ağacının,
hurma ağacının
içinden geçip,
sana getirsin sesimi! ...” (2009: 47).
Hikmet/Bilgelik
Bilgi, üstün
ilim ve anlayış anlamlarını taşıyan hikmet kavramı, farklı anlama biçimleri
yanında kişinin vahyi anlama ve yaşama yeteneği olarak anlaşılmaktadır (Gündüz,
1998: 171). Kavramın, bir bütünlük içinde değerlendirildiğinde doğru düşünme,
doğru pratik ve doğru düşünme kabiliyeti olduğu da söylenebilir (Özsoy, Güler,
2009: 61). Hatta hikmet, Kur’an’ın adlarından biridir (el-Büleyhİ, 2006: 206)
ve bazı ayetlerde “Kur’ani nasihatler”, “ilmi anlayış”, “nübüvvet” ve “kitap
(vahiy) anlamlarına gelmektedir (Zülaloğlu, 2010: 277).
Hikmet, dini
bir kavram olarak anlaşıldığı gibi felsefî bir kavram olarak da
anlaşılmaktadır. Özellikle kavramda içkin olan bilme ve sırra vakıf olma
anlayışının onu tartışma zeminine çektiği söylenebilir. Bunun da yine bilgeliği
insanın sahip olması gereken yüce bir değer kıldığı görülmektedir. Çünkü
kavram, yaşamın anlamına ilişkin önemli bir etki göstermektedir. Ahmet Arslan,
“Bilgelik, en basit anlatımıyla, insan hayatının anlamı ve değerine ilişkin
derin bilgidir.” (2001: 18) diyerek bunu destekleyecek bir katkı sunar.
Hikmet ve
paralelindeki kavramların insan tarafından sahip olunacak ve geliştirilecek bir
özelliğe sahip olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Çünkü insan kendisine verili
olan değerleri muhafaza etmede bir çaba göstermektedir ve ortaya konan çaba
onların daha ileriye taşınmasına kapı aralamaktadır. Bu bakımdan hikmet ve
benzer değerlerin, kişinin bütün yaşamı içerisinde farklı boyutlarda söz konusu
olabilme ihtimali vardır. I. Wallerstein’ın karşılaşılan olayları doğru
değerlendirmeye yönelik şu tespiti oldukça önemlidir: “Genelde kökleri derin
bir çatışmada ezilenlerin şimdinin gerçeğine bakışı, daha derinlikli ve
keskindir. Çünkü var olanı doğru algılamak, idarecinin ikiyüzlülüklerini
sergileyebilme noktasında onların lehinedir” (2012: 22). Bu ifade doğrultusunda
algı ve bilgi, yaşam tecrübesiyle paralel bir yapıya kavuşmaktadır. Benzer bir
yaklaşımı sanatçı için de söylemek mümkündür: “Hikmetli sanatkârların eserleri,
eşya ve olayların yüzeyinde kalan amiyane belirtileri değil, aksine onların
içerisine nüfuz eden estetik sempatiyi yaratır” (Mengüşoğlu, 2005: 155).
İnsani birçok
değeri, Koytak şiirinin katmanları arasında bulmak mümkündür. Ama denilebilir
ki vicdanla beraber bilgelik/hikmet, Koytak şiirinin en belirgin vasıflarından
biridir. Bu şiir, özlem duyulan vicdanın, hayatın bütün alanları ve
zamanlarında yaşanabilir bir değer olması istencindedir. Bu durum, büyük ölçüde
şairin şiirlerindeki bilginin hikmete mebni bir tutum göstermesiyle mümkün
olmaktadır. Dolayısıyla şairin insanlara telkin ettiği vicdanİ
onarımın,bilgelik/hikmetle ete kemiğe büründüğü söylenebilir. Mehmet
Kurtoğlu’nun, Koytak şiiri hakkında söyledikleri bu anlamda oldukça önemlidir:
“Günümüz
modern şairlerinden Cahit Koytak’ın şiirlerine baktığımızda şiiri bilgi olarak
gördüğünü ve belli bir felsefeye dayanarak şiirlerini yazdığını görürüz. ...
Şiiri sırf bir gönül eğlencesi ve zevk olarak görmeyenler, onu dünyanın
gidişatını düzeltmeye kalkan bir ideolojinin savunucusu olarak görenler için,
Koytak’ın şiirlerinin cezp edici yönü vardır. Zira Koytak, geniş bilgi ve
birikimiyle kurduğu mısralar bizi geniş bir coğrafyaya çeker ve kadim dünyanın
gizemlerinden, mitolojilerden, dinlerin hikemi ve irfani boyutundan haber
verir” (2012: 6).
Kurtoğlu,
bunların yanında, şaire yöneltilen en büyük eleştirilerden birini şiirini aşırı
bilgiye boğmuş olması (2012: 6) olarak görür. Uzun süre şiir yayımlamayan bir
şair olan Koytak’ın, yaşam ve şiir arasında kurduğu güçlü bağ, yaşamın bir
başka değeri olan bilginin bunlara eklenmesini doğurmuştur. Çünkü Koytak’ta
bilgi süreğendir ve yaşamakla zuhur eder. Bunun, şairin en önemli uğraşı olan
şiirle sentezlenmemesi düşünülemez. Birçok çeviriye imza atan, kadim kültür,
kutsal kitaplar ve politik meselelerle ilgilenen bir şairin; poetikasını
bunları mezcetmekle ortaya koymasının başka bir gerekçesi olamaz. Kaldı ki
bilgi ve şiir arasında uzak bir ilişkinin daha çok şiire zarar verdiği ve şairi
şiirsel soyutlamalara sürüklediği de bir gerçektir. Bu bakımdan Rita Felski,
Koytak örneğine teşmil edebileceğimiz bilgi ve şiirsel nitelik birlikteliğine
ilişkin oldukça önemli bir belirlemede bulunmaktadır: “Edebiyat, yaratıcı yahut
kurmaca yazı sıfatıyla sahip olduğu genel statüden ötürü, bilme pratiklerinden
almaktan otomatik olarak alıkonulamaz. ... bilgi ve edebiyatın birlikteliği
uygunsuz ya da aykırı bulunamaz” (2010: 130). Başka bir yerde de yazar, “Edebiyatın
bilgiyle ilişkisi meselesi, hâlâ tartışmaya açık olmakla beraber, büyük ölçüde
bilme edimini nasıl tanımladığımıza bağlı olacaktır kuşkusuz” (2010: 106)
demektedir. Dolayısıyla Koytak şiirinin genel amaçları çerçevesinde bilgiye
yüklenen anlam ve bunun karşılıklarının bir tutarlık gösterdiği açıktır. Şairin
şiirlerine bakıldığında dinsel, hikemİ, felsefî karşılıkların ciddi okumalarla
peygamberler, filozoflar, müneccimler, çobanlar, dervişler arasında okuyucuyu
gezdirerek hakikate yaklaştırdığı görülecektir. Bu yüzden Koytak şiirinin,
bilgiye kuşkuyla yaklaşan estetik okumalar için karşı bir okuma örneği olduğu
söylenebilir.
Şairin, “Huş
Ağacı Hakkında Bilgi Topluyorum” şiiri, bilgeliğin kendini sezdirdiği önemli
karşılıklara sahiptir. Şair, bu şiirinde bilginin, bireysel ve toplumsal
anlamda yaşanan sıkıntılardan ötürü kendisini derviş kılmaya yönelttiği
düşüncesindedir. Doğru olarak bilinen birçok yanlışın, “yakılan kucak dolusu
kitaplar”la aktarıldığı bu şiir, “huş ağacı”nın kendisini hakikate yaklaştırdığı
ve aynı zamanda yalnızlaştırdığı bir anlama sahiptir:
“ I
Huş ağacı
hakkında bilgi topluyorum
Her gün
yüzlerce sözlük kazıyorum zihnimden
Bir kucak
kitap yakıyorum
Filmi yarıda
bırakıp kaçıyorum ...” (2011a: 65).
Devam eden
dizelerde şair, edindiği bilgilerle, eleştirel bir bilgelik sergilemektedir. Bu
tavır, bilgeliğin bir gereği olarak ortaya konulmaktadır:
“Onlar odun kömür istifliyorlar balkonlarına
Tanrılarını yarışa sokuyorlar
Kadınlarını yarışa sokuyorlar
Çocuklarını yarışa tıkıyorlar
Çocuklarını yarışa itiyorlar
Helva pişiriyorlar sevişiyorlar
Mezar kapışıyorlar ...” (2011a: 66).
Şair, bu
şiirin ikinci bölümünde “huş ağacının” kendisine öğrettiği yaşam bilincine
işaret etmektedir. Bütün bir tabiatın, uyum içinde ağaçla özdeşleştiği ve
ağacın bilgelik nesnesine dönüşerek yüceldiği bir kullanım söz konusudur. Bu
örnek üzerinden Koytak’ta, tabiİ nesneler ve görünümlerin öznel
anlamlandırmalarla canlandırıldığı ve böylece hakikate uzanma isteğine
katılımın gerçekleştirildiği söylenebilir:
“Bugün yine
Huş ağacının
altında oturdum
Ağacı anladım
Göğe doğru
aşkla saçılan dalları
Anladım
Ağaca giren ve
ağaçtan çıkan zamanı anladım
Süt dişleriyle
renkleri emen çiçeği
Yapraklara
doğru yükselen çığlığı
Ağaca götüren
uykuyu
Ağacı getiren
uyanıklığı
Anladım ...”
(2011a: 67).
Şair, “Nuh’a
Gemi Resimleri” şiirinde, Nuh Peygamber tecrübesinden ödünç alınmış karşılıklar
kullanır. Bu tecrübenin günümüze taşınması anlamında şiirsel bir kurgunun
olduğu “Nuh’a Gemi Resimleri” şiiri, hikmetin belirdiği güçlü bir arka plana
sahiptir:
“...
Düşünceyi kaptan köşküne koyuyorum
Hayal gücünü
güverteye
Uykuyu
yelkenlere
Ve ölümü
dümene ...” (2011a: 92).
Bu dizelerde
görüldüğü gibi, Koytak şiirinde kelimeler, bilgi yüklüdür ve şiirsel duyumsama
içerisinde yerli yerine oturan güçlü bir kullanım bulmaktadır. “Düşünce, hayal,
uyku ve ölüm”, bir geminin bölümleri içerisinde yaşamın seyrine ve insana ışık
tutacak mekânsal görünümlere bürünürler. Bu durum, Koytak şiirinin görsel
planda simetrik bir tarza sahip olduğunu göstermektedir. Ayrıca Koytak şiirinin
işçiliği hakkında fikir verip şairin kelimeleri fonksiyonel kıldığını gözler
önüne sermektedir.
Şair,
“Mezmurlar” şiirinin “Neyi ki Çok İstersen” alt başlıklı şiirinde, dize ve
kelime kullanımı itibariyle uyumlu bir şekilde hikmetli aktarımlarda
bulunmaktadır. Bu şiir, Tanrı’nın eşyaya yüklediği sınama işlevini açık ederek
artta yatan hikmeti işlemektedir:
“Neyi çok
istersen
Verir sınamak
için
Verir sınamak
için
Neyi ki çok
istersen
Koyar sınamak
için
Küçülte
küçülte
Bir çiğ
damlası gibi
İstersen
avucuna” (2011a:183).
Şair, “Kazı”
adlı şiirinde kişinin kendini anlama çabasını, gerçekleştireceği sorgulamalar
ve elde edeceği bulgularla aşamalı bir şekilde işlemiştir. “İç” ve “kendi”
kelimelerinin sakladığı anlama ulaşılması için “kazı” eylemi çarpıcı bir
şekilde kullanılmıştır. Şair, bilgeliğin sırlarını yalın ve derin bir dille
ortaya koymuştur:
“İçini
kazmazsan, oymazsan içini
Bir iç’in
olmaz, a ruhum;
Bir iç’in
olmazsa,
Bir kendin
olmaz;
Kulağı kapıda
Bir kendin
yoksa içerde,
Kapını çalacak
Bir tanrın da
olmaz” (2013: 17).
“Yol” şiirinde
şair, bilgeliğe erme ve hakikati elde etmeyi yolda olmakla özdeşleştirmiştir.
Asıl olanın arayış çabasında ve başa gelenleri Allah’tan bilmede olduğu
işlenmiştir. Bu bilgelik tavrı, Hz. Yusuf kıssasından karşılıklar taşımaktadır:
“Yolun bittiği
gün,
“Ne güzel yol
yürüdüm,
Ve ne güzel
yere vardım!”
A ruhum, a
kuzum, a beyaz fare;
“ne güzel
yoldaş oldu!” de,
“ne güzel yol
gösterdi bana
Yollarını
uzatan merak” de,
“Yolları
daraltan şüphe!”
Ve onlarla
“önümde
Yolları
döşeyen” de,
“Ardımda
yollar döşeyen” de,
“İçimde yollar
döşeyen” de,
“beni kuyudan
çıkarıp
Kervana katan”
de,
“Mısıra
götürüp
Beylere satan”
de!” (2013: 30).
Şairin “Üç
Kere Okunacak Şiir” adlı şiiri, hikmet ve bilgelik kavramlarını yoğun bir şekilde
okuyucuya hissettiren bir arka plana sahiptir. Başlığın insanı tekrar tekrar
okumaya sevk etmesi dahi sözün hikemi boyutunu ve ağırlığını göstermektedir.
Koytak şiirinin kelimeleri sakin bir şiirsel yapı içinde güçlü ve kalıcı
kılması, omuzladığı derin anlama rağmen çökmemesini sağlamaktadır. Bu aynı
zamanda şairin kelime ekonomisini ne kadar iyi gerçekleştirdiğini
göstermektedir. Yalınlaşarak derinleşen kelimeler, Koytak şiirinin simetrik
boyutu içinde önem kazanmaktadır:
“Şarabın iyisi,
Bir kere sarhoş eder
On kere uyandırır seni,
Sanatın iyisi,
Bir kere büyüler,
On kere büyüden çeker çıkarır seni,
Ölümün iyisi,
Bir kere öldürür
Bin kere diriltir seni” (2013: 64).
Şair, kimi
şiirlerinde bilgece bazı yönlendirmelerde bulunur. Koytak’ın bu tarz şiirlerinde,
aklı hem yücelten hem de onun oyunlarından korunmanın hissedildiği bir denge
arayışı söz konusudur.Özellikle Tanrı’nın varlığı ve düşüncesiyle okuyucunun
kimi zaman vahye başvurması istenir:
“beyninde sürgün veren huysuz düşüncelerin
kafasını patlatmak için, sivilce gibi,
a ruhum, a kuzum, a beyaz fare,
aç, Felak suresini oku!
böyle eşinip duracağına içimde biteviye,
mantığı düelloya davet et, bu iş bitsin!
ama bırak, o seçsin istediği silahı
ve önce o ateş etsin!
sense, ne kılıç, ne tabanca,
ne kara, ne ince mizah,
ne kaba, ne zekice alay;
ince dostluğu yeğle, ipince yoksulluğu...
düşün ve ister yap bunları, ister yapma,
eksik olmasın ama, dilinin altında,
ana sütü tadında o Cebrail nefesi;
mübarek ve muhteşem Nas suresi!” (2013: 52).
“Şişe ve Tıpa”
şiirinde ise şaire “aklın bir işe yarasın, şair,/aklın bir işe yarasın!” (2013:
65) şeklinde seslenilerek aklın yüceltilen bir konuma taşıdığı görülür.
Koytak’ta yukarıda denildiği gibi Tanrı fikrine yaslanan bir düşünce üretimiyle
kendisiyle barışık bir sanatkâr profili ve “şen maneviyat” söz konusudur.
İnsaniyet
İnsaniyet,
sözlükte bütün insanlar, insanlık âlemi; insanlık, insana yakışır davranış,
insan olma hâli anlamlarını taşımaktadır (Doğan, 2011: 857). Bu tanım
çerçevesinde insaniyetin, insan olma vasfıyla beraber ortaya konan bir değer
olduğu görülmektedir. Özellikle “insana yakışır davranış”, “insan olma hâli”yle
ön plana çıkan bu kelime, karşılaşılan olumsuz durumların değillenmesinde
oldukça yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Bu bakımdan kavramın, yaşamda
yüceltilen insanİ bir değer olduğu açıktır.
Cahit
Koytak’ın şiirlerinde insaniyet kavramının izlerine rastlanır. Şairin bütün bir
şiiri, insana yakışır bir hâl olarak gördüğü, ortaya koyduğu şiirlerden
anlaşılmaktadır. Okuyucuyu insan, mekân, zaman kavramları etrafında düşündüren
şair, gerek şiirlerindeki bilgiler gerekse eleştirel tutumla insanca bir
duruşun takibini yapmaya çalışmaktadır. Bu bakımdan Koytak şiiri, bu kavrama
dair aktarımların kullanım bulduğu bir özelliğe sahiptir.
Cahit Koytak’ın
ilk kitabı olan İlk Atlas’ın başında yer alan “Biraz Kum ve Rüzgâr”
şiiri, insaniyet değerine yönelik bir sonuçla okunabilir. Şair, bu şiirde kum
ve rüzgâr gibi tabii unsurları, insanlığın engelleri olarak gördüğü krallar,
ordular ve metropolleri örtecek bir güç olarak anlamaktadır. İnsanlık değerinin
geçmişten bu yana değişmeyecek problemlerle karşılaştığını krallar, orduları ve
metropollerle zamansal bir çerçeveye almaktadır. Şairin “ilk mısra” olarak
sunduğu diriltici güç, ilahİ bir donanımla bu karşıt unsurları giderecek bir
boyutta işlenir:
“ Çölün yalnız
cini
Kusursuz ve
dürüst
Akan zaman
gibi
Tanrı’nın
güzel isimleriyle
Nakışlı
kanatları
Ve meleklerin
mahcup gülüşleriyle
İlk mısraı
bekliyor
Biraz kum ve
rüzgâr
Yutmak için
kralları
Orduları
Metropolleri”
(2011a: 9).
Bu ilk şiir,
Koytak şiirinin insani değerleri yaşatacak bir nidâyla başladığını göstermesi
açısından oldukça mühimdir. Çünkü hem söz konusu misyonu hem de bu misyonun arı
duru bir dil ve biçimle ortaya konulduğu bir başlangıç şiiridir. Ayrıca Koytak
şiirinin, en belirgin biçimsel vasıflarından biri olan kıta bütünlüğünü
göstermektedir.
Şairin
şiirleri arasında insaniyet değerinin anlamlı bir şekilde kullandığı bir örnek
olarak “Memurun Ölümü” şiiri oldukça dikkat çekmektedir. Bu şiirinde Çehov’un
meşhur öyküsü “Memurun Ölümü”yle özdeşlik kurmaya çalışan şair, bu öyküde yer
alan kuruntulu insan tipini, memurluğun köreltici etkisiyle yeniden işler.
Şiirde, insani olan bütün güzelliklerin, mekanik bir yaşamla nasıl yittiğine
tanıklık edilir.Zaman ve insan arasındaki önemli bağın, tahrif edilmiş bir
şekilde memur yaşantısında kendini ortaya çıkardığı görülür. Dil planında da
farklı bir şiir özelliği gösteren bu şiir, Koytak şiirinin genel
karakteristiklerinden biri olan gayriinsanİ tavrı eleştirmektedir:
“Memur öldü, diyelim,
Hemen o saat, hemen
Saat dokuzdan önce
dokuzdan önce saat
Saat tam
dokuzda tam
Bütün şehirde
ölüm
Ovmaya başladı
mı
Kâğıttan
elleriyle
Alnını
memurların
İnanın
tereddütsüz
Memurun
öldüğüne
Tam dokuzda saat” (2011a: 117, 118)
Şair,
“Mezmurlar” şiirinin “Yol Gösterici” alt başlıklı şiirinde,yağan yağmuru ilahİ
bir oluş içinde kavrayan hastanın insaniyeti açısından işler:
“Dışarıda
dinmek bilmeyen
İnce ılık bir
yağmur
Hasta bir an
gözlerini açıyor
Ve hafifçe
doğrulup yatağında
Umutsuz ruhlar
için
Tanrı’ya giden
yola
İşaretler
döşeyen
Kanatları
benekli
Küçük
melekleri gösteriyor eliyle
Öteki
hastalara...” (2011a: 165).
“Sokağın Küçük
Oğlanları Küçük Kızları” şiirinin “Generaller Niçin Sokağa Çıkamaz” ve “Anıt”
alt başlıklı şiirleri, insaniyeti yücelten ve bunun karşısında duran olumsuz
tavrı yeren dizelere sahiptir:
“. Bütün
bunlar ve buna benzer
Nedenlerden
ötürü
Generaller
sokağa çıkamazlar
Sokağın
üstündeki sahanlıktan
Geçip giderler
Helikopterlerle
tayyarelerle” (2011a: 218).
“. Niçin
mırıldanıp duruyorum rüzgârda
Kime duyurmak
için -Hangi
Yolcuya /
Hangi yıldıza
Adlarını batan
şehirlerin
Katledilen
habercilerin? ...” (2011a: 221).
Şair, “Defter”
şiirinde yazılan şiirlerin tutarlı bir şekilde bütün yaşamsal mekânı ve zamanı
kuşatması gerektiğini ilkesel bir şekilde ortaya koyar. Bu çabada insaniyet
değerinin edebî uğraş için önemli bir değer olduğu belirir:
“Sımsıcak
insan tütsün, insan,
Rüya, gerçek,
ne yaşamışsan
Her
sayfasından, her satırından
Rahimden
mezara
Parmak
izlerinle, dudak izlerinle,
Yürek
vuruşlarınla
İnsanların
gönlüne yazdıklarından” (2013: 108).
Şair, “İki
Yolcu: İnsan ve Su” şiirinde iki karakterin yaşamsal tecrübesini ve elde
ettiklerini hikâyeleştirir. Yaşamın anlamı ve değeri için ortaya konan gayretin
edebî bir dille anlatıldığına tanıklık edilir. Bu iki karakter sonrasında
ortaya çıkan üçüncü kişi gezgin şair lehine insanİ bir tavır ortaya koyar:
“Yeryüzünün
gündüzü kadar uğultulu,
Gecesi gibi de
katman katman korucu paltosunu,
Suyun omuz
başında ve onun akışında
Kendi
benliğiyle, kendi elleriyle
Ve Tanrının
şiiriyle buluşup onunla bütünleşen
bahtiyar
yolcunun, o edep heykelinin,
Gezgin
şairimizin üstüne örtüvermiş” (2010b: 27).
Cahit
Koytak’ın kendisiyle başka şairler, yazarlar arasında benzerlikler ve
farklılıkları konu edinen şiirleri vardır. Bunlardan biri de Kafka’yla kendisi
arasında kurduğu yol arkadaşlığı olan “Kafka: Çocukluk Arkadaşım” şiiridir. Bu
şiirin aşağıdaki dizelerini insanİ bir ilişkinin güçlü soluğu olarak okumak
mümkündür:
“var mısın,
kıyamet günü, Jozef,
herkes
kalkmadan, biz ikimiz
mezarlarımızdan
kalkalım,
kemiklerimizi
birbirine
katıp karıştıralım,
sonra bir
sana, bir bana,
bir sana, bir
bana,
bölüşelim
onları,
sonra kemik
torbalarımızı
sırtımıza
vuralım
arkamıza
bakmadan
yolu gerisin
geri kat edelim beraber;
ikimiz de aynı
Tanrının krallığına,
sen kendi
çocukluğuna,
ben kendi
çocukluğuma,
ama aynı
şehre,
aynı sokağa,
aynı
zamana...” (2010b: 40).
Yücelik
Yüce olma
hâli, yükseklik, ululuk, ulviyet olarak anlam bulan yücelik (Doğan, 2011:
1863); din, felsefe ve estetiğin önemli kavramlarından biridir. Estetikte
“güzel” problemiyle beraber önemli değinilerden birinin “yücelik” olduğunu
belirten İsmail Tunalı, güzelin aşıldığı durumlarda yücelik kavramına başvurulduğunu
söyler (2011: 226, 233). Dabney Townsend de, yüce kavramını, “estetikte geniş,
büyük ya da heybetli konuların ve temsillerin ortaya çıkardığı etki; korku ve
acıya yaklaşan bir huşu durumu” (2002: 345) olarak karşılar.
Cahit
Koytak’ın şiirlerinde eğildiği temalara bakıldığında, özellikle metafizik ve
ölüm temlerinde, yücelik kavramının söz konusu olduğu görülür. Okuyucuyu, kimi
zaman Tanrı fikriyle baş başa bırakan, kimi zaman da düşünce ve bilginin
doruklarına çıkarmaya çalışan şair; bu vasfıyla yücelik dolayımında bir şiire
sahiptir. Bu duygu hâli içinde keşiflerde bulunarak farkındalığı artan
okuyucunun, yücelik değeriyle hemhâl olma fırsatı bulduğu söylenebilir.
Yücelik, aynı zamanda soyut karşılıklara açık bir kavram olması hasebiyle,
Koytak şiirinde tadılmaya çalışılan estetik bir değer olarak bizleri karşılar.
Kenan Çağan’ın “Bazen sanat yaratımının en yüce biçimi olarak algılanan şiir,
felsefe gibi varoluşun anlamının belirginleştirilmesi konusunda felsefe ya da
bilimlerden farklı ama önemli bir katkıda bulunur. Bu katkı verili gerçeklerin
ardında gizli olanı sezmeye yönelik metafizik bağlamda düşünülmesi gereken bir
katkıdır” (2010: 431) şeklindeki sözleri, oldukça önemlidir. Dolayısıyla,
şiirin yüce bir sanat olarak okuyucuya soyut kavramlar ve meseleler hakkında
bir sezim bahşettiğini söyleyebiliriz. Hem şiir türü hem de Koytak şiirlerinin
bu söz doğrultusunda belli karşılıklara sahip olduğu görülmektedir.
Şair, “Daktilo Kıza Caz İçin Nihavent” şiirinde, daktilonun
vuruşlarını müzikal bir duyumsamayla algılamakta ve yazmayı da gerçeklerin
kaydı olarak görmektedir. Koytak şiirindeki idealin izlerini bu şiirde
sürebiliriz. Bütün olumsuzlukların karşısına konumlandırılan “daktilo kız”,
iyiliğin ve yüceliğin devam ettiricisidir:
“... Yüzleri, yüzleri ve maskeleri Silik kopyaları bırak
yaşayanlara Sen sessiz ölümlerle Zırhlanan gerçeği yaz Ve hazin güz yağmuru
görünümünde Yağan ebediyeti ...” (2011a: 13).
Şair,
“Mezmurlar” şiirinin “Yunus Peygamber’in Mezmuru” alt başlıklı şiirinde,
yaşamsal kirlerden arınmaya çalışan bir özne olarak yücelmeye çalışmaktadır.
Aşkınlığın ön plana çıkarıldığı bu şiir, Yunus Peygamber’in deneyimleriyle
hakikati seslendirmektedir:
“. Öksürerek atacağım içimden
Dua ve yakarış olmayan her şeyi;
Köşeden bir kucak gazete alacağım Günlük hayatı yırtmak için
Ve dağları aşan bir gemi ...” (2011a: 181).
Şairin
aşağıdaki dizelerini, yücelik fikri çerçevesinde ele almak mümkündür. Arayış ve
çabanın ortaya koyduğu “ebediyet fikri” bilinmesi ve tadılması gereken bir
bilgi olarak sunulur:
“...
sonra da o bağları, bahçeleri
onun keyfi için yaktırır, yıktırır,
tarumar ettirir size,
bir testi şarap, o bir testi ateş,
bir testi abıhayat ki, a be yoksullar,
onunla sarhoş olunca, dile gelir de,
bülbül gibi konuşmaya başlar Ebediyet..." (2013:74).
Şairin “Yol
Türküsü” adlı şiiri, yücelik değerinin ön plana çıktığı bir şiirdir. Şair, bu
şiirinde kendini de merkeze alarak aşkın olanın arayışına koyulanlara seslenir
ve yücelik karşısındaki acziyeti ve hayreti ortaya koymaya çalışır. Aşağıdaki
dizeleri ötelere sesleniş olarak okumak mümkündür:
“Ah biz kazıp duranlar kendi içlerini,
Ah biz derin dalıcılar;
Zilzurna sarhoş dalıcıları sözün,
Dalıp dalıp çıkıyoruz
Vakitli vakitsiz böyle,
Kaderin dümen izinde varlığın sularına.
Emelimiz inciydi, elmastı, yakuttu, fakat
Elimiz boş dönsek de,
Dilimizin altında yalancı meme gibi
Emilmiş çakıllarla değil,
Koynumuz, koltuğumuz, tuğla gibi
Kitaplarla dolu çıkmak istiyoruz
Kıyısına, Bilinmeyen’in;” (2013: 80).
Şair,
“Tanrı’nın Yolu” başlıklı şiirinde Tanrı fikrinin başlangıç ve bitiş
zamanlarında gelinecek bir fikir olduğunu belirterek söz konusu fikri her
zamanın doğrusu olarak ortaya koyar. Bu işleyişin insanı yücelik değerinden
kopmayacak bir ilişki içine sevk ettiği açıktır:
“bir
tanrıbilim hocası,
“vidayı, fermuarı, rulmanı bulmak için
nasıl ilham ve sezgi gerekmişse,
hem tanrı’ya götüren yeni yolları,
hem Tanrı’nın kendisini
her çağda yeniden,
yeniden bulmak için de
ilham ve sezgi gerekir.”
diye başlıyor derslerin ilkine;
ve aynı sözle bitiriyor
derslerin sonuncusunu da” (2013: 113).
Koytak’ta
yücelik değerinin takibi, tatmin olunmuş bir eda içinde dile getirilir. “Yol
Türküleri” şiirinde bunun izlerine rastlanır:
“...
ve bu da yetiyor gözümü doyurmaya, ama
yine de, ne göğün derinliği, ne yerin kederi,
yalnızca zamanın ruhu,
binyılların tozuyla yolları örten
büyük şiirin uğultusu
doldursun istiyorum, kulağımı,
kafamı, ruhumu, koynumu koltuğumu” (2013: 121).
Şairin birçok
şiirinin başlığını taşıyan “Sol Elle Yazılanlar” şiirinde yücelik fikrinin
belirdiği görülür. Bütün devasa görünümler ve varlıkların insana hissettirdiği
ululuğun “en büyük oyuncak ustası” olarak görülen Tanrı karşısında azaldığı
izlenir. Bu “sınırsız bir bütünde” müşahede edilir:
böyle böyle, en büyük oyuncak ustası
öteki bütün ustaları,
en büyük ustalık, öteki bütün ustalıkları,
en büyük oyuncaklar kümesi,
irili ufaklı öteki bütün kümeleri
ve tek tek bütün oyuncakları kapsıyor
sınırsız bir bütünde ...” (2013: 149).
Şair,
“Katlanabilir misin, Ebediyete?” şiirinde de yücelik değerini “güzel sözler”in
deneyimlediği tatlar eşliğinde yoklar. “Her gün başka yüzüyle” beliren
ölümsüzlük şaire yücelik değerini bahşeder:
“ve dön tasarlanmış cennetlerine yine,
güzel sözlerin, her şiirde bir başka biçimde,
bir başka gökten indirdiği has bahçelere!
ve oralarda devam et, her gün bir başka yüzüyle
denemeye, ölümsüzlüğü ...” (2013: 166).
Şair, “Aynı
Nehirde” şiirinde insanın Tanrı’ya akıp durduğunu söyleyerek yücelik değerini
ortaya koymaktadır. Bu tabii unsurların eşlik ettiği bir çerçeve içinde
sunulur:
“bir karganın, bir yılanın
yahut bir dağ keçisinin
öyle saflıkla bazen
dönüp de bakması gibi
insana uzun uzun
bilinmeyenin de
seçilmiş anlarda
durup da bakacağı tutar
öyle bir süre, sarhoş gözlerle
sizdeki bilinmeyene ...” (2011b: 32).
Şair, “Yüreğe
Yapılan Dövme” şiirinde insanın yaşamdan sanata uzanan yücelik değerini ortaya
koyar:
“.
sen sözün
açtığı yarasın varlıkta,
ey insan,
ey insan
kalbi, sen yaraların en derini,
en kızılı, en
güzeli,
sen,
yaraların,
hayatı aşıp
sanata evrileni!” (2011b: 48)
Özgecilik
(Diğerkâmlık)
Sözlüklerde
diğerkâmlık olarak da geçen özgecilik, özgeci olma hâli, başkalarını düşünme,
bencil olmama (Doğan, 2011:386) şeklinde anlam bulmaktadır. Özgeciliğin,
elseverlik ve İsar olarak da bilindiğini belirten Hayati Hökelekli; kavramı,
‘ben’in ötesine geçerek, başkası için bir eylemde bulunmak (2013: 243, 244)
olarak tanımlar. Hökelikli’nin işaret ettiği üzere kavram İsar olarak da
bilinmektedir. Bu kavram Kur’an’da geçmekte olup kendinden vermek; dünyevi bir
karşılık beklemeden Allah için fedakârlık yapmak (Zülaloğlu, 2010: 365)
anlamını taşımaktadır. Fevzi Zülaloğlu kavrama ilişkin önemli tespitlerde
bulunur: “İsâr, israf değil, katsayısı sonsuzluk olan sevap kaynağıdır”; “İsâr,
sadece empati değil, aynı zamanda sempatidir de” (2010: 366).
Süleyman
Tuğral, isâr kavramını, “kardeşlikte son nokta” olarak görür ve Seyyid Şerif
Cürcanİ’nin “faydanın ulaşmasında, zararın uzaklaştırılmasında başkasını
kendine tercih etmek” şeklindeki açıklamasına yer verir (2008: 211). Bu
açıklamalar üzerinden kavramın, insanİ ilişkilerde ne kadar büyük bir öneme
sahip olduğu görülmektedir. Kavram, âdeta diğerkâmlığın katmerli biçimidir.
Fakat günümüzde bu değerin insanlığın ruh dünyasından bir çekilme yaşadığı
görülmektedir. Yaşanan bunca yıkımın, insanlığın bu değeri yitirdiğinden başka
bir açıklaması yok gibidir.
Koytak’ın
şiirlerinde özgecilik,farklı ilişkiler çerçevesinde kendini
göstermektedir.
Şair, “Nuh’a Gemi Resimleri” şiirinde, özgeciliği şöyle ortaya koyar:
“... Uykuyu
çocuklara ayırıyorum
Gençliği anne
babalara
Umudu gemiden
bakanlara bırakıyorum
Korkuyu
kıyıdan bakanlara
Tufanı kendime
ve biletsiz yolculara ...” (2011a: 93).
Aslında şair,
bu dizelerde eleştirel bir tutum sergilemektedir. Kendisiyle beraber “biletsiz
yolcuları”, “tufan”ı hak etmekle ele almakta ve diğer insanlara dair genel bir
bilgelik örneği ortaya koymaktadır. Fakat dikkat edildiğinde, insana dair
“aldanma” durumlarını ortaya koyan şairin, kendini bu durumdan bağımsız
kılmayarak karşılaşılacak sonlardan en olumsuzunu (tufan) üstlendiği görülür.
Özellikle son dizeyi diğerkâmlık örneği olarak okumak mümkündür.
Şair, ilk
Atlas (2011) kitabında “Okuyucuya” başlıklı bölümde şair, şiir ve okuyucuya
dair önemli belirlemelerde bulunur. Şiiri tanıttığı üçüncü bölümde özgeciliği
şiirin tanımı içinde değerlendirir:
“...
Bir prens
olduğu da doğrudur
Çünkü gün olur
üleştirmeye kalkar
‘İki kanadını
üç arkadaşa’ ...” (2011a: 233)
Şair,
“Meyhanede Yazı Dersi” şiirinde şiirin olması gereken özelliğini ortaya
koyarken özgeciliğe işaret eder:
“...
ne çarık, ne
postal, ne artistik paten giyinsin mısraların!
buz, köz ya da
diken üstünde
çıplak ayakla
yürümeyi öğrensinler;
dikenden,
buzdan, közden
süt emmek
için, süt,
gül dermek
için, gül!” (2013:67).
Cahit Koytak,
Cahit Zarifoğlu için şiirler kaleme almıştır. Bunlardan birinde şairi, tam bir
diğerkâmlık kahramanı olarak resmeder:
“ah bir bilsek, bir batında kaç Yakup
ve kaç Yusuf’a bölündün,
kaç Musa’yla Sina’ya,
kaç İsa’yla Galgota’ya yürüdün,
kaç Hamlet’i oynadın,
kırk yıl ve yedi yıla sığan
kısacık hayatında, ...” (2010b: 107).
Şair, “Çömezin
Notları” şiirinde şiire duyduğu ilginin kendisini yaşamın başka yönlerinden
uzaklaştırdığını belirtir. Bu bir diğerkâmlık örneğidir. Bu değeri ortaya
koymanın ödülü de şiirde dile getirilmektedir:
“şiire duyduğum bağımlılık
dünyaya kör olmama yol açtı.
ama şiire gösterdiğim bağlılık,
taşların altını, kuyuların dibini,
kitapların özünü,
insanların içini
görmeyi öğretti bana” (2010b.: 130).
Şair, yukarıdaki şiiri takip eden “Cihangir” şiirinde de bir
diğerkâmlık örneği sergiler:
“su ver avuçlarınla bana, şair,
su ver şırıldayan o çeşmeden!
sen atıyla işe gidip gelen,
ve yolda vitrinleri,
müzikholleri,
sinemaları fetheden
bir cihangir olursun,
ben de senin seyisin.
körlüğe, sağırlığa karşı
ikimiz de koşulsuz
hazırlıklı
oluruz
biraz körlerle
kör,
sağırlarla
sağır
ve bütün iyi
oyuncular gibi
ikimiz de
yapayalnız” (2010b: 133).
Tevazu
(Alçak Gönüllülük)
Tevazu,
insanlara karşı alçakgönüllü ve yumuşak davranarak böbürlenmekten kaçınma
anlamına gelen bir ahlak terimidir (Toksarı, 2006: 2029). “Alçak gönüllü kimse
bütün insanları kendisi ile eşit sayar. Bütün insanlığı bir ve aynı Yaratıcının
eseri, ortak bir ailenin çocukları olarak görür” (Hökelekli, 2013: 282). Bu
bakımdan kavram, yüceltilen bir insani değer olarak karşımızdadır.
“Alçakgönüllülük
hakikate duyulan sevgiden kaynaklanır ve bu sevgiye boyun eğer. Mütevazı olmak
hakikati kendinden çok sevmektir” (Hökelekli, 2013: 282). Bu ifade de
göstermektedir ki, tevazu, diğer birçok insani değerde olduğu gibi aşkın bir
kavramla nedensellik ilişkisi içerisindedir. Yani tevazu, hakikatin bir gereği
olarak ortaya çıkmaktadır.
Cahit Koytak,
“Mezmurlar” şiirinin “Tanrı’nın Nefesiyle Dolup Taşarak” alt başlıklı şiirinde,
ağaran bir günün hissettirdiği Tanrısal yaratımın görünümlerine yer verir.
“Uyku, balçık, belkemikleri, Tanrı’nın nefesi, ruh” kelimeleri, şiirin dokusunu
sağlarken “kusurlar” kelimesi de mütevazı bir kulu işaret eder:
“... Benimle
kim uyanacak, Tanrım!
Ki örterek
kusurlarımı
Bana da
ruhundan üflediğini
Haykırabileyim”
(2011a: 168).
Şair,
“Mezmurlar” şiirinin “İlk Atlas” alt başlıklı şiirinde,kulluk bilincine ermenin
tevazuunu ortaya koymaktadır. Bilgelik, Tanrı karşısında haddini bilmeyle
tevazu değerini gerektirmektedir.
“... Ama
yıllar kör olduğumu gösterdi bana:
Dünya ışığına
çıkınca
Göğü deldiğini sanan
Genç bir solucan gibi” (2011a:186)
Koytak, Ölüme Çare ya da Şen Maneviyat (2013) adlı
yapıtının giriş şiiri olan “Prolog”da yaşamın anlamını, bütün gereksizliklerden
sıyrılmış büyük bir uyumun mayası sadedinde olan “saflık”ta bulmaktadır. Bu
“saflık”ın aşkın bir tevazua işaret edip “Yüce Sanatçı”nın “hilkat”e bahşettiği
önemli bir değer olduğu izlenir:
“... karmaşık bilgileri
evde bıraktı ‘Yüce Sanatçı’,
hilkatin ilmihal kitabında.
yalnızca saflığı aldı yanına,
yaratırken kullandığı saflığı,
bir çiçekte, bir bulutta, bir tırtılda
değişmeden devam eden saflığı,
dağın, derenin, ormanın ve çöllerin saflığını:” (2013:10)
Şairin “Ev
Türküsü” adlı şiirinde, evini bilginin mekânı hâline dönüştürdüğü ve bunu şen
bir hava içinde mütevazı bir yaşamın anahtarı olarak gördüğü izlenir. Bu şiirde
bizleri, yalın, şen ve Tanrı fikrinden, varlığından memnun mütevazı bir şair
karşılar. Felsefî atıfların yer aldığı şiirde, bilgi ve tevazu uyumlu bir ikili
olarak işlenir:
“ şairim ben, varlığın evinde oturuyorum,
düzgün ve temiz tutuyorum onu,
her gün silip süpürüyorum,
havalandırıyorum, serâzat rüzgârla.
buna karşılık, Ev sahibim de
kira almıyor benden.
... sonra tarlaları suvarmaya gidiyorum,
çayırları biçmeye,
kendi küçük göğümde;
ikindi üzeri, serin gölgeleriyle
perçemlerinizi, yüreklerinizi yalayan.
göçmen
kuşlarla dolduruyorum ıssız sahillerimi,
sonra kendim
de karışıp onların arasına
alçak
uçuşlarla, sizin göklerinizde
kendi küçük
kanatlarımı deniyorum; ...” (2013: 41).
“Sıradanlığın
Metafiziği” adlı şiirinde şair, aşkı ve aşkın karşısında değersiz kıldığı
unsurları karşılaştırır. Sıradanlığın ve aşkın yüceltildiği bu şiirde tevazu
bir değer olarak yükselir:
“sade ama pahalı kostümler, ucuz ama markalı dostluklar,
paneller, ödüller, tv söyleşileri, ve alkış ve övgü ve boya
görünmez kılar insanı
aşksa içini gösterir kişinin
bakar ve anlarsınız hemen, bakar ve anlarsınız,
aşktır içi görünen adam ...” (2013: 54).
Şair,
“Değişim” şiirinde yalın ve mütevazı tercihlerini Tanrısal bir katılımla aktarır.
Ona göre bu tevazu, kişiyi yaşamsal değerin istenilen yollarına vardırmaktadır:
“ana yollarını bıraktım, yayalar için değil o yollar;
ruhuyla yola dokunmaktan
hoşlananlar
için değil
keçiyollarını yeğliyorum ben ve keçiyolları içinde de,
Tanrı’nın kalbime
kalbimdeki
evine,
kalbimdeki bekar evine gelip giderken kullandığı,
bütün gönüllerin içinden geçen
gizli patikayı arıyorum,” (2013: 102).
Koytak, “Şeylerin Dili” şiirinde “odadaki nesnelerden biri”nin
dillenerek insana nasihatte bulunduğunu işler. Tevazu değerinin izlendiği bu
dizeler şunlardır:
“odadaki nesnelerden biri
“bak insanoğlu, diyor, kendini yiyip bitirme öyle, insanın
kendisi de dahil, fani olan hiç kimse, hiçbir şey
bu kadar derin kazmaya gelmez, deliniverir” (2011b: 36).
Şair, Yoksullar ve Şairlerin Kitabı IIde (2010) yer
alan “Sol Elle Yazılanlar” başlıklı şiirinde şiirin nasıl olması gerektiğini
ortaya koymaya çalışır. Aşağıdaki dizeler, şiir ve tevazu ilişkisi üzerinden
bir şairin şiirinde yer alması gereken önemli bir özelliğe işaret etmektedir:
“...
Ama yalınayak bir yolcunun hafifliği Ve içtenliği olsun
istiyorsun şiirinde, Sıfatları azaltmalısın!
Sözün gıcırtılı çizmelerini çıkarmalı,
Onları kösele kemirmeye meraklı fareler için Yolun kenarına
bırakmalısın!
Az yemeli, az içmeli, az uyumalı Ve hepsinden önemlisi
Az konuşmalı şiirin! ...” (2010b: 8).
Sonuç
Değerler,
birey ve toplum yaşamında oldukça önemli bir görev üstlenmektedir. Bu anlamda
değerleri, eğitsel faaliyetler için bir hareket noktası kılmak ve böylece birey
ve toplum yaşamının daha sağlıklı olması için onlardan istifade etmek gerekir.
Bu kabul, değeri, birey ve toplum yaşantısı için eğitsel bir unsur kılar. Birey
ve toplum yaşamının vazgeçilmez değerleri olan vicdan, adalet, merhamet, şefkat,
bilgelik/hikmet, insaniyet, yücelik, özgecilik ve tevazu bu mantık içerisinde
büyük önem taşımaktadır. Cahit Koytak’ın geniş katmanlı şiirlerinde söz konusu
olan bu değerler “yüceltilmiş insana özgü” davranışlar olması bakımından
okuyucuya önemli telkinlerde bulunulmasını sağlamaktadır. Bu açıdan şiir
türünün imkânları doğrultusunda, estetik yargıların renk kattığı edebî esere
yöneldiğimizde Cahit Koytak’ın şiirlerinin oldukça elverişli örnekler olduğu
görülmektedir. Şiirin değerlere, değerlerin de şiir türüne kattığı niteliği,
söz konusu şairin şiirlerinde görmek, takip etmek mümkündür. Bu anlamda, değer
aktarımı konusunda karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Cahit Koytak,
şiirlerinde yaşam ve şiir arasında kurduğu sıkı bağlarla sıralanan değerlerin önemli
bir işleve sahip olduğunu ortaya koymuş ve eserleriyle değerlerin geri planda
bırakıldığı bir yaşamın olumsuzluğuna işaret etmiştir. Dolayısıyla birçok
değerin kaynağı niteliğinde başta vicdan olmak üzere, adalet, merhamet, şefkat,
bilgelik/hikmet, insaniyet, yücelik, özgecilik ve tevazu farklı anlamlarla
şiirlerde bir mantık örgüsü kurmuştur. Bu değerler, kimi zaman doğrudan kimi
zaman da dolaylı bir şekilde şairin şiirlerinde yer alarak estetik bir boyut
kazanmıştır. Dünyada yaşanan savaşlar ve yıkımlar; insanlığın geçmişteki acı
yaşanmışlıkları; hayata dair bazı hâller; bilgi ve inanç; sanat ve metafizik
gibi birçok kavram ve mesele değerler ekseninde şiirleşmiştir. Böylece değer ve
şiir kavramlarının kurduğu ilişkide, sıralanan değerlerin öznesi olarak
yüceltilmiş insan ön plana çıkmış ve okuyucunun şiirsel sağaltımın muhatabı
olarak onu örnek alması sağlanmaya çalışılmıştır.
Değerler, eğitsel bir
unsur olarak eğitim-öğretim faaliyetlerinde işlenmelidir.
Eğitim-öğretim faaliyetlerini ileri boyutlara taşıyacak
kuramsal çalışmaların merkezinde değer kavramı ve bileşenleri olmalıdır.
Değer, farklı disiplinlerle ilişkili olarak ele alınmalı
ve ortaya çıkan sonuçlar tartışılmalıdır.
Değer aktarımında
sanat ve edebiyatın rolü ön plana çıkarılmalıdır.
Birçok değerin somutlaşma imkânı bulduğu edebî metinler
önemsenmeli ve bir aktarım unsuru olarak irdelenmelidir.
Cahit Koytak’ın şiirleri değerler temelinde okunmalı ve bu
okuma biçimi başka şair ve yazarlar için de yaygınlaştırılmalıdır.
Cahit Koytak’ın şiirlerinde amaçlanan bireysel ve
toplumsal iyileştirmenin merkezinde olan “yüceltilmiş insan”a odaklanılmalıdır.
Cahit Koytak’ın şiirlerinde yer alan değerlerin öznesi
“yüceltilmiş insan” rol- model teşkil edecek belirlemeler doğrultusunda
tanıtılmalıdır.
Cahit Koytak’ın şiirleri, tematik olarak çeşitli başlıklar
altında incelenmeli ve elde edilen bulgular yorumlanarak bilimsel bir çerçeve
içinde sunulmalıdır.
KAYNAKÇA
Adıyan, A.
(2012). Cahit koytak şiirinde öteki’nin beriki’leşmesi, İstanbul Bir Nokta (Cahit
Koytak Özel Sayısı), S.126.
Adorno, T.W.
(2004). Edebiyat yazıları. İstanbul: Metis Yayınları.
Akarsu, B.
(2002). Değişen dünyada bilim ve değerler, Bilgi ve Değer (Bilgi ve Değer
Sempozyumu Bildirileri). Ankara: Vadi Yayınları.
Altun, S. A.
Eğitim yönetimi ve değerler, Değerler Eğitimi Dergisi (Journal of Values
Education-Turkey), c.1, S.1, 7-18.
Akbaş, O.
(2008). Değer eğitimi akımlarına genel bir bakış, Değerler Eğitimi Dergisi, c.6,
no.16.
Akıncı, A.
(2005). Hayata anlam vermede dinİ değerlerin ve din öğretiminin rolü, Değerler
Eğitimi Dergisi, 3 (9), 7-24.
Akkanat, C.
(2010). Edebiyat hayat memat. İstanbul: Okur Kitaplığı.
Akkanat, C.
(2012). Gelenek ve İkinci Yeni şiiri. İstanbul: Okur Kitaplığı.
Aktaş, Ş.,
Gündüz, O. (2011). Yazılı ve sözlü anlatım/Okuma-dinleme, konuşma-
yazma.(15. Baskı). Ankara: Akçağ Yayınları.
Aktaş, Ü.
(2010). Aklın hakikati aşkın şiiri. İstanbul: Okur Kitaplığı.
Aktaş, Ü.
(2012). Edebiyat, ideoloji vepoetika. İstanbul: Okur Kitaplığı.
Altıntaş, R.
(2002). İslam düşüncesinde tevhid ve estetik ilişkisi. İstanbul: Pınar
Yayınları.
Altuntaş, Y.
E.
http://www.haberkultur.net adresinden 27.05.2014’te alınmıştır.
Aristoteles.
(2010). Poetika. İstanbul: Can Yayınları.
Arslan, A.
(2001). Felsefeye giriş. Ankara: Vadi Yayınları.
Arslan, Z. Ş.,
Yaşar F. T. (2007). Yükselen “değer” kavramı üzerine eleştirel bir yaklaşım. DEM
Dergi, Y.1, S.1.
Atlansoy, H.
(2003).Dağın öteki yüzüne çizilen büyük atlas, Hece, Y.7, S.82.
Aytaç, G.
(2009). Edebiyat yazıları 2000-2010. Ankara: Phoenix Yayınevi.
Bağlı, M.
(2010). Modernizme direnen estetik. İstanbul: Kapı Yayınları.
Baş, G.,
Beyhan, Ö. (2012). Türkiye’de değerler eğitimi konusunda yapılmış lisansüstü
tezlerin farklı değişkenler açısından değerlendirilmesi, Değerler Eğitimi
Dergisi, c.10, no.24, 55-77.
Benjamin, W.
(1995). Son bakışta aşk. İstanbul: Metis Yayınları.
Berendt, J. E.
(2010). Caz kitabı /Ragtime ’dan Fusion ve Sonrasına (3. Bs.) (çev. Neşe
Ozan). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Berfe, S.
(2003). Cahit Koytak’ın olmadığı yoksul antolojiler diyarı, Hece, Y.7,
S.82.
Bilgiz, M.
(2007). Kur’an açısından vicdan ve değeri. İstanbul: Beyan Yayınları.
Bulaç, A.
(2007). İslâm dünyasında eğitim, sivil bir hareket olmalı (haz. Ramazan Akkır),
DEM Dergi, Y.1, S.3.
Büyükdüvenci,
S. (2002). Değer’in değeri üzerine, Bilgi ve Değer (Bilgi ve Değer
Sempozyumu Bildirileri), Ankara: Vadi Yayınları.
Büyüköztürk,
Ş., Kılıç Çakmak, E., Akgün, Ö. E., Karadeniz, Ş., Demirel, F. (2011). Bilimsel
araştırma yöntemleri. Ankara: Pegem Akademi Yayınları.
Celep, M.
(2012). Cahit Koytak’ın Defter şiiri üzerine, İstanbul Bir Nokta (Cahit
Koytak Özel Sayısı), S.126.
Cevizci A.
(2002). Felsefe sözlüğü. İstanbul: Paradigma Yayınları.
Çağan, K.
(2010). Hakikati ifade biçimi ya da hakikatin bilgisi olarak şiir (2. bs.), Hece
(Türk Şiiri Özel Sayısı), S.53-54-55.
Çağrıcı, M.
(1989). İslam Düşüncesinde Ahlâk. İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Çınar, A.
(2006). Modern zamanların değer arayışı: varlık-bilgi-değer birliğinin önemi, Değerler
Eğitimi Dergisi, 4, (11), 53-68. Değerler Eğitimi Merkezi.
Çotuksöken, Y.
(2012). Türkçe dil ve edebiyat terimleri sözlüğü. İstanbul: Papatya
Yayıncılık.
Değirmenci, A.
(2008). Yozlaşma ve baskı ortamında sanat. İstanbul: Ekin Yayınları.
Demirezen, İ.
(2007). Hikâyeler ve ahlâk tasavvuru, Değerler ve eğitimi (Değerler ve
Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 26-28 Kasım 2004-İstanbul), İstanbul: Değerler
Eğitimi Merkezi Yayınları.
Devellioğlu,
F. (2008). Osmanlıca-Türkçe ansiklopedik lûgat (25. bs.). Ankara: Aydın
Kitabevi Yayınları.
Dil Derneği.
http://www.dildernegi.org.tr adresinden 02.07.2014’te alınmıştır.
Doğan, D. M.
(2011). Doğan büyük Türkçe sözlük. Ankara: Yazar Yayınları.
Durman, N.
(2012). İlk Atlas ile yakınlık kurduğum şiir, İstanbul Bir Nokta (Cahit
Koytak Özel Sayısı), S.126.
Elbir, B.,
Bağcı, C. (2013). Değerler eğitimi üzerine yapılmış lisansüstü düzeyindeki
çalışmaların değerlendirilmesi, Turkish Studies - International Periodical
For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 8/1,
13211333.
el-Büleyhİ, S.
İ. (2006). Kur’ân isimleri antolojisi. İstanbul: Pınar Yayınları.
Emre, A.
(2006). Şiir: Dilin En Güzel Gemisi, Hece, Y.10, S.110.
Erdoğan, M.
(2010). Şiir-hayat ve şiir-ahlak ilişkisi üzerine, Hece (Türk Şiiri Özel
Sayısı), S.53-54-55.
Felski, R.
(2010). Edebiyat ne işe yarar? (çev. Emine Ayhan). İstanbul: Metis
Yayınları.
Feyzi, M.
(2012). Cahit Koytak ile söyleşi, İstanbul Bir Nokta (Cahit Koytak Özel
Sayısı), S.126.
Fidan, N.,
Erden, M. (1998). Eğitime giriş. Ankara: Alkım Yayınevi.
Gündoğan, A.
O. (2007). Ben ve öteki: değerler dünyasının gerginliği, Değerler ve eğitimi
(Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 26-28 Kasım 2004- İstanbul),
İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.
Gündüz, Ş.
(1998). Din ve inanç sözlüğü. Ankara: Vadi Yayınları.
Hacıkadiroğlu,
V. (2002). Değerlerin temellendirilmesi, Bilgi ve değer (Bilgi ve Değer
Sempozyumu Bildirileri), Ankara: Vadi Yayınları.
Hece(2003).
Cahit Koytak: ‘Şiiri hep fonunda sessizlikten ve derin bir mavilikten başka bir
şeyin görünmediği bir çift büyük beyaz kanat imajı ve o kanatların hışırtısı
olarak düşünmüşümdür.’ Y.7, S.82.
Hökelekli, H.
(2013). Psikoloji, Din ve Eğitim Yönüyle İnsani Değerler. İstanbul:Değerler
Eğitimi Merkezi Yayınları.
Illıch, I.
(2013). Okulsuz toplum (çev. Mehmet Özay). İstanbul: Şule Yayınları.
Işık, İ.
(2004). Türkiye yazarlar ansiklopedisi c.2. Ankara: Elvan Yayınları.
İlbak, Ü.,
Acar, Z., İlhan, A. (2014). Cahit Koytak şiiri ekseninde bir sohbet (Metin
düzenleme, yazım: Zafer Acar), Dil ve Edebiyat Dergisi 2013 Şiir Yıllığı,
(haz. Zafer Acar). İstanbul: TDED Yayınları.
İmamoğlu, A.
(2010). Vicdan kavramının psiko-sosyal tahlili, Akademik İncelemeler
Dergisi, Sakarya Üniversitesi SBE, c.5, S.1, 127-144.
İnalcık, H.
(2011). Şair ve patron. Ankara: Doğu Batı Yayınları.
İnam, A.
(2008). Değerler hayatımızın kendisidir. Değerler biziz (Röportaj: Ömer Faruk
Ocakoğlu). DEM Dergi, Y.2, S.5.
İzzetbegoviç,
A. (2013). İslam deklarasyonu. İstanbul: Fide Yayınları.
Janki, D.
(2005). İnsani değerler. İstanbul: Okyanus Yayınları.
Kaplan, M.
(2012). Şiir tahlilleri 2-Cumhuriyet devri Türk şiiri. İstanbul: Dergâh
Yayınları.
Karakoç, S.
(1997). Edebiyat yazıları I/Eğik ehramlar. (3. Baskı). İstanbul: Diriliş
Yayınları.
Karataş, T.
(2004). Ansiklopedik edebiyat terimleri sözlüğü. Ankara: Akçağ
Yayınları.
Karatay, H.
(2011). Karakter eğitiminde edebi eserlerin kullanımı, Turkish Studies-
International Periodical For The Languages, Literature and History of
Turkish or Turkic Volume 6/1, p. 1398-1412.
Karcı, M. R.
(2003). Cahit Koytak şiiri, Hece, Y.7, S.82.
Kaygana, M.,
Yapıcı, Ş., Aytan, T. (2013). Türkçe ders kitaplarında değer eğitimi, The
Journal of Academic Social Science Studies International Journal of Social
Science, Volume 6 Issue 7, 657-669.
Kenan, S.
(2009). Modern eğitimde kaybolan nokta: değerler eğitimi, Kuram ve
Uygulamada Eğitim Bilimleri / Educational Sciences: Theory & Practice 9
(1), 259-295.
Kocaoluk, O.
H. (2011). Türkçe atasözleri ve deyimler sözlüğü. İstanbul: Kocaoluk
Yayın Evi.
Koytak, C.
(2009). Gazze risalesi. İstanbul: Pınar Yayınları.
Koytak, C.
(2010a). Yoksulların ve şairlerin kitabı 1 (2. Baskı). İstanbul: Timaş
Yayınları.
Koytak, C.
(2010b). Yoksulların ve şairlerin kitabı 2. İstanbul: Timaş Yayınları.
Koytak, C.
(2010c). Yoksulların ve şairlerin kitabı 3. İstanbul: Timaş Yayınları.
Koytak, C.
(2011a). ilk atlas. (2. Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları.
Koytak, C.
(2011b). Yeni başlayanlar için metafizik. İstanbul: Timaş Yayınları.
Koytak, C.
(2012). Cazın ırmakları. İstanbul: Timaş Yayınları.
Koytak, C.
(2013). Ölüme çare ya da şen maneviyat. İstanbul: Timaş Yayınları.
Koytak, C. (2014).
Dudakta bekletilen şarkılar (Zamanı bekleten şarkılar 1). İstanbul:
Timaş Yayınları.
Kuçuradi, I.
(2003). İnsan ve Değerleri, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.
Kurtoğlu, M.
(2012). Bilginin şairi: Cahit Koytak, İstanbul Bir Nokta (Cahit Koytak Özel
Sayısı), S.126.
Leirvik, O.
(2007). Hoşgörü, vicdan ve dayanışma: ahlâk ve din eğitiminde küreselleşen
kavramlar, Değerler ve eğitimi (Değerler ve Eğitimi Uluslararası
Sempozyumu 26-28 Kasım 2004-İstanbul), İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi
Yayınları.
Lekesiz, Ö.
(2003). Cahit Koytak için bir terceme-i hâl, Hece, Y.7, S.82.
MEB,
(2006). İlköğretim Türkçe Dersi (6-7-8. Sınıflar) Öğretim Programı. Ankara. http://ttkb.meb.gov.tr/www/ogretim-programlari/icerik/72 adresinden
19.08.2014’te
alınmıştır.
Mengüşoğlu, M.
Ö. (2005). Vahiy ve sanat. İstanbul: Pınar Yayınları.
Mengüşoğlu, M.
Ö. (2012a). Bir kelime mesafesi. İstanbul: Okur Kitaplığı.
Mengüşoğlu, M.
Ö. (2012b) Kalbim mühürlenmeden (haz. Asım Öz). İstanbul: Okur
Kitaplığı.
Mengüşoğlu, M.
Ö. (2012c). Cahit Koytak şiiri (Türkçede bir milat), İstanbul Bir Nokta (Cahit
Koytak Özel Sayısı), S.126.
Moran, B.
(2012). Edebiyat kuramları ve eleştiri. İstanbul: İletişim Yayınları.
Müftüoğlu, A.
(2010). Yeni bir zamanı başlatmak. Ankara: Hece Yayınları.
Okay, O.
(1998). Sanat ve edebiyat yazıları. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Oktay, A. S.
(2007). İslam düşüncesinde ahlakİ değerler ve bunların global ahlaka etkileri, Değerler
ve eğitimi (Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 2628 Kasım
2004-İstanbul), İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.
Örs, A.
(2008). Direnen edebiyat, Tasfiye, Y.4, S.16.
Öz, A. (2012).
Cazın ırmakları, Cahit Koytak, Varlık, Y.79, S.1254.
Özdenören R.
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/RasimOzdenoren/cazin-irmaklari-ya-da-
ritim-ve-melodi/36033
adresinden 28.06.2014’te alınmıştır.
Özensel, E.
(2003). Sosyolojik bir olgu olarak değer, Değerler Eğitimi Dergisi (Journal
of Values Education-Turkey), C.1, S.3, 217-239.
Özsoy, Ö.,
Güler, İ. (2009). Konularına göre Kur’an (Sistematik Kur’an fihristi)
(13. bs.). Ankara: Fecr Yayınevi.
Öztürk, M.
(2011). Kur’an-ı Kerim meali-Anlam ve yorum merkezli çeviri. İstanbul:
Düşün Yayıncılık.
Öztürk, Z.
(2005). On Beşinci yüzyıl şairlerinden Akşemseddinzade Hamdullah Hamdi’nin
Yusuf ve Zeliha mesnevisinde işlenen değerler, Değerler Eğitimi Dergisi,
3 (10), 41-72.
Poyraz, H.
(2007). Değerlerin kuruluşu ve yapısı, Değerler ve eğitimi (Değerler ve
Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 26-28 Kasım 2004-İstanbul), İstanbul: Değerler
Eğitimi Merkezi Yayınları.
Sağlık, Ş.
(2003). Cahit Koytak’ın hece dergisinde yayımlanan bazı şiirlerini
göndermeler/metinlerarasılık bağlamında okuma denemesi, Hece, Y.7, S.82.
Said, E.
(2005). Hümanizm ve demokratik eleştiri. İstanbul: Agora Kitaplığı.
Sayar, Kemal
(1995). Hüzün hastalığı. İstanbul: İz Yayıncılık.
Sayar, K.
(2010). Merhamet/Kalbe dönüş için son çağrı. İstanbul: Timaş Yayınları.
Schopenhauer,
A. (2005). Okumak-yazmak ve yaşamak üzerine (çev. Ahmet Aydoğan).
İstanbul: Şule Yayınları.
Soykan, Ö. N.
(2007). Genel geçer bir ahlâk olanaklı mıdır?, Değerler ve eğitimi (Değerler
ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 26-28 Kasım 2004-İstanbul), İstanbul:
Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.
Sönmez, V.
(2008). Eğitim felsefesi. Ankara: Anı Yayıncılık.
Su, H. (2005).
Yazı, söz ve edebiyatın gücü, Hece, Y.9, S.102.
Şakar, C.
(2010). Yazının gizledikleri. İstanbul: Okur Kitaplığı.
Şakar, C.
(2011). Edebiyatın sırça kulesi. İstanbul: Okur Kitaplığı.
Şakar, C.
(2012). imge, gerçeklik ve kültür. İstanbul: 2012.
Şimşek, T.
(2010). Masaldan destana: Dağlarca’nın şiiri, Hece (Düşüncede,
Edebiyatta, Sanatta Yerlilik Özel Sayısı), S.162-164.
Tagore, R.
(2008). Rusya’dan mektuplar. İstanbul: Agora Kitaplığı.
Tahir
Gürçağlar, Ş. (2011). Çevirinin ABC’si. İstanbul: Say Yayınları.
Tamgüç, R.
(2012).Varoluşçu bir poetika oluşturmak: Cahit Koytak deneyimi, İstanbul Bir
Nokta (Cahit Koytak Özel Sayısı), S.126.
Tepe, H.
(2002). Değerler ve değer bilgisi, Bilgi ve değer (Bilgi ve Değer
Sempozyumu Bildirileri). Ankara: Vadi Yayınları.
Timaş
Yayınları (Yayınevinin tanıtım bilgilerinden). http://www.timas.com.tr
adresinden 18.06.2104’te alınmıştır.
Todorov, T.
(2008). Poetikayagiriş, İstanbul: Metis Yayınları.
Toksarı. A.
(2006). İslam ’da inanç, ibadet ve günlük yaşayış ansiklopedisi (Ed.
İbrahim Kâfi Dönmez). İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları.
Tosun, N.
(2005). Değer yitiminin doğal sonucu, Hece, Y.9, S.102.
Townsend, D.
(2002). Estetiğe giriş, (çev. Sabri Büyükdüvenci). Ankara: İmge
Kitabevi.
Tuğral, S.
(2008). Kur ’an’da değerler sistemi. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Tunalı, İ.
(2011). Estetik. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Türinay, N.
(2006a). Doksan sonrası şiir ve Cahit Koytak şiiri, Hece, Y.10, S.110.
Türinay, N.
(2006b). Cahit Koytak şiiri, Hece, Y.10, S.112.
TDK. http://www.tdk.gov.tr/index adresinden
02.06.2014’te alınmıştır.
Utku, G.
(2005). Gösteri çağında edebiyatın gücü, Hece, Y.9, S.102.
Utku, G. Y.
(2010). Çıkınımızda ne var?, Hece (Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta
Yerlilik Özel Sayısı), Y. 14, S.162-164.
Yapı Kredi
Yayınları (2003). Tanzimat’tan bugüne edebiyatçılar ansiklopedisi c. 2. İstanbul.
Yavuz, Ş.
(2007). Değerlerin şeceresi, doğası, sınırı ve devamlılığı: değerlerin dini ve
sosyal karakteri ve sürekliliği, Değerler ve eğitimi (Değerler ve
Eğitimi Uluslararası Sempozyumu 26-28 Kasım 2004-İstanbul), İstanbul: Değerler
Eğitimi Merkezi Yayınları.
Yazıcı, M.
(2013). Toplumsal değişim ve sosyal değerler, Turkish Studies -
International Periodical For The Languages, Literature and History of
Turkish or Turkic Volume 8/8, p. 1489-1501.
Yener, A. G.
(2005). Edebi metin ve politik iktidar. Hece, Y.9, S.103.
Wallerstein,
İ. (2012). Modern dünya sistemi. İstanbul: Yarın Yayınları.
Zarifoğlu, C.
(1986). Bir Değirmendir Bu Dünya. İstanbul: Nehir Yayınları.
Zülaloğlu, F.
(2010). Yolumuzu aydınlatan Kur’anİkavramlar. İstanbul: Ekin Yayınları.
EK 1. Cahit Koytak’la Yapılan Görüşme
Görüşme
tarihi: 15.06.2014-17.06.2014
Görüşme
ortamı: e-posta
Görüşmeyi
yapan: Ferhat ÇİFTÇİ
15.06.2014
tarihinde şaire e-posta yoluyla sorular yöneltilmiştir. Yöneltilen sorulara
şair, 17.06.2014 tarihinde cevap vermiştir.
Şaire
Yöneltilen Sorular
Çalışmamızda, bildiğiniz üzere şiirlerinize yönelik değer
kavramı ekseninde bir yoklamada bulunduk. Özellikle ön plana çıktığını
düşündüğümüz bazı değerler; vicdan temelinde adalet, merhamet, şefkat gibi
kavramlar oldu. Siz bu değerleri nasıl tanımlıyorsunuz ve bu kavramların
şiirlerinizde yer alma durumu nedir?
İnsan, yaşam içinde birtakım eylemlerde bulunur. Bu, çoğu
zaman doğru bildiklerinin ortaya konulmasıyla sonuçlanır. Size göre değer
yüklenecek ve iyi- kötü yargısında bulunulacak davranışların ölçüsü nedir?
Bunlar kişiden mi, yoksa daha aşkın bir varlık/durum/düşünceden hareketle mi
belirlenmelidir?
Şiir, genel anlamda söz, anlam ve estetiğin buluştuğu bir
sanat olarak anlaşılmıştır. Bunlardan herhangi birine yöneldiğimizde şiirin
hassas terazisinde bazı kaymalar gerçekleşiyor. Bu anlamda şiirde terazinin
dengesini değil de mantığını kuran bir öz/değerden bahsetmek mümkün müdür?
Neler söylersiniz?
Birçok şairin şiirinde yüceltilmiş veya hedeflenen bir
insan modeli karşımıza çıkar. Kimi şairler, sembol isimlerle genel olarak
varmak istediği dünya/düşünce/ideali daha da somutlaştırmak istemişlerdir.
Sizin şiirinizde ise insani bir duyuş tarzıyla kabullerin genişlediği bir durum
söz konusu. Bu anlamda şiir kahramanına yüklenen idealin sizde peygamberler,
filozoflar, şairler, yazarlar... tarafından paylaşılmış olduğunu görüyoruz
sanki. Neler söylersiniz, bu tespitin doğruluk payı var mıdır?
Şiirlerinizde yer alan “güzel sözlerin cini”, “a kuzum” a
beyaz fare” kullanımlarına nasıl yaklaşmamız gerekir. Bu seslenişlerin muhatabı
okuyucu mu, şairin kendisi mi? Bunlarla söz konusu olan telkinler nelerdir?
İnsan, iyi-kötü ayrımında sorumlu bir varlık olarak
tercihleriyle değerlendirilecek bir konuma sahiptir. İlahi eksende insanın
karşılığı genel olarak böyledir. Bu anlamda insanın yüceltilmesi problemli bir
başlangıç mıdır? “Yücelik” vasfı, insanla nerede, nasıl buluşmaktadır?
Şiirlerinizin anlaşılması bağlamında yerlilik-evrensellik
tartışmalarının söz konusu edildiği görülüyor. Bu bağlamda hakikate dair olanı
nerede aramalıyız? Yerlilik ve evrensellik bir çatışma durumu içinde mi, yoksa
bir buluşma zemininde mi anlaşılmalıdır? “Biz” kavramını kültürel, mekânsal
karşılıklar mı, yoksa daha aşkın kavramlar mı oluşturmaktadır?
Genel olarak İslam dünyasında, Batı’ya ve modernizme karşı
her zaman için bir karşıtlık durumu söz konusu olmuştur. Bu durum, “yaralı
bilinç”lerin savunması anlamında gür sesli, hakikati karşı tarafa haykıran bir
üslubu doğurmuştur. Şiir dilinde de bu “yaralı bilinç”in örneklerine rastlamak
mümkündür. Sizin şiirinizde genel olarak tepkisel/delişmen bir dil yerine
dingin ve doğruyu içselleştirmiş bir dile rastlıyoruz. Bu anlamda, özellikle
sosyal meselelere ilişkin şiirlerinizde, karşıtlığın bu naif dil ekseninde hem
içsel hem de dışsal bir muhatabı var. Dolayısıyla şiirinizin bir ötekisinden
bahsedilecek olsa bu nedir/kimdir ve buna söz konusu ettiğimiz dille
yaklaşılmasında nasıl bir fayda gözetilmektedir?
Şiirinizin niceliksel bütünlüğü konusunda bazı eleştiriler
söz konusu. Bu durum, şiirin varlık bulmasında alışılagelen sözü kırpma, eksilterek
anlamı gizleme ve şiiri mecaz planında imgesel kılma kabullerinden ileri
geliyor. Oysaki siz, genel olarak şiirin bu şekilde anlaşılmaz kılınmasıyla
kendi doğal mecrasından uzaklaştığı kabulüne sahipsiniz ve bu anlamda
şiirselliğin yaygınlaştırılmasından yanasınız. Bu konuda çok yazan başka
şairleri örnek göstererek yaptığınız işi doğru kılmaya çalışanlar da var. Fakat
bu durumda pek ikna edici bir karşılığa sahip bulunmamaktadır. Yaptığımız
okumalar sonucunda, öncelikle amaçlamış olduğunuz şiir külliyatıyla bireysel ve
toplumsal sağaltımın gerçekleşmesi peşinde sözü kendi özsel karşılığında
yücelttiğiniz ve bunu yaygınlaştırmaya çalıştığınız izlenimini edindik. Bu
anlamda şiir yekûnunuzun, yitirdiğimiz birçok değerin yeniden onarımına
yönelmenin doğal bir karşılığı olarak külliyatlaştığı fikrine vardık. Bu durum,
“çok yazıyor olmak”tan önce “ne ve ne için yazmak”la ikincil bir planda kalıyor
ve kendi şiir mantığınızın tutarlılığı açısından çok yazdığınız olumsuzlamasını
yersizleştiriyor. Belki de günümüzde büyük anlatıların varlığına ilişkin
şüpheler böyle bir düşüncenin oluşmasına olanak sağlıyor. Biz, genel olarak bu
kanaatlere vardık. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Son olarak şiirlerinize ilişkin belirlemelere müdahil
olmadığınız konusunda birçok tanıklığa rastladık. Şiiri, sanatı hakkında
konuşan bir sanatçı/şairin durumu nedir? Sanatçının sözcüsü eserleri midir?
Çok teşekkürler... Ferhat ÇİFTÇİ
Cahit Koytak’ın Cevabı
“Sevgili
Ferhat,
güzel,
anlamlı, derinlikli ve insanı uzun uzun cevaplar yazmaya kışkırtan sorularını
okudum, sonra düşündüm, düşündüm ve mailine vereceğim en iyi ve doğru cevabın,
pek çok şiirsevere, araştırmacıya, tez öğrencisine yaptığım şeyi yaparak, sana
ilişikteki şiiri göndermek olacağına karar verdim. Beni anlayacağına ve mazur
göreceğine inanıyorum.”
AĞACA, RÜZGÂRA, YAĞMURA
POETİKALARI
SORULSA...
Badem ağacına çiçeğinden sual olunsa,
“Baharı
bekleyin
ve bunu saka kuşuna sorun!” diyecektir.
Yağmurdan kendini anlatması istense,
“Tohum olun
ve bunu toprağa sorun!” diyecektir.
Bir kayadan bilgi sorulsa, suskunluğuna dair, “Kulaklarınızı
tıkayın ve bunu kalbinize sorun!” diyecek sonra tutup daha derin bir sessizliğe
gömülecektir.
Şairden de konuşması istenecek olursa, şiir hakkında
kimi şair saatlerce, belki günlerce konuşur size.
İyi olan da budur belki.
Çünkü böyle biri, konuşa konuşa, şiirin gökçe haritasını
avucunun içi gibi serebilir gözlerinizin önüne.
Size su çektiği kuyuları, tırmandığı burçları gösterebilir.
Elinizden tutup, meleklerle ya da cinlerle çene çaldığı gök
katlarını ya da mağaraları gezdirebilir size.
Ne mutlu bunu yapabilen şaire! Ve ne mutlu onu dinleyenlere!
Ama kimi şair de konuşmayacaktır sizinle. Çünkü bakın,
konuşmasını sevmeyebilir böyleleri; belki beceremez de.
Ve kendisine şiir hakkında sorulduğunda, “Rüzgârı dinleyin!
der; geceyi dinleyin, denizi dinleyin! der.
Şehirlerin uğultusuna kulak verin!
Şehirlerin, ormanların, mezarların uğultusuna...
Kulağınızı toprağa, ağaca, yastığa, aşıkların kalbine,
meczupların beynine, hamile anaların karınlarına dayayın ve Varlığın sesini
oralarda dinleyin! der.
Bunları söyler ve susar; belki ötesini bilmediği için, belki
sorulardan korktuğu için, belki de, yalnızca şiirin sesi duyulabilsin diye
bunları söyler ve susar.
Evet, bunları söyler ve susar kanatlarının hışırtısı
duyulabilsin diye, şiirin, Rüzgârın, gecenin, denizin, kalemin, fırçanın ya da
mızrabın sesi, sessizliğin sesi, uyumun ve kaosun sesi...
Ve olabilir ki, yeterince sessiz, yeterince dingin bir anda,
Tanrı’nın sesi duyulabilsin diye, tutar daha derin, daha büyük, daha dokunaklı
ve daha konuşkan bir sessizliğe gömülür.
Cahit KOYTAK
‘Yoksulların ve Şairlerin Kitabı’ 3. Cilt
[1] Ömer Lekesiz, şaire ait ilk
şiirin yayımlanma tarihinin Yapı Kredi Yayınlarının “Tanzimat’tan Bugüne
Edebiyatçılar Ansiklopedisi”nde (2001;2003) 1968 yılı olarak yanlış verildiğini
tespit etmiştir.
[2] İlgili
kaynakta Erzurum olarak geçmektedir. Şairle yapılan görüşme doğrultusunda
düzeltilmiştir.
EK 2. Cahit Koytak’a Ait Bir Fotoğraf
EK 3. Cahit Koytak’ın Şiir Kitaplarının Kapağı
cahit koytak
yoksulların ve
şairlerin kitabı
cahit koytak
yoksulların ve
şairlerin kitabı
La p oe t ı c a c o m m e d ı a
EK 4.Hasan Aycın’ın Cahit Koytak Çalışması
(Hece dergisi, Y.7, S.82, 2003)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar