Kalp Secdesi
Sehl
b. Abdullah et-Tüsterî, tasavvuf yoluna girdiği ilk dönemde kalbinin secde
ettiğini görmüş, secdeden kalkmasını beklemiş, fakat kalkmamış. Bu nedenle Tüster’den Basra’ya oradan da Abâdân’a
gitmesine vesile olan meselenin tam olarak ne olduğu İbnü'l-Arabî’ye (ö.
638/1240) kadarki klasik tasavvuf kaynaklarında geçmemektedir. İbnü'l-Arabî’ye
göre Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’nin cevabını aradığı soru “Kalp secdesi ne
demektir?” sorusuydu. Fütûhât-ıMekkiye’de Tüsterî’nin Abâdân’a gidip
kafasındaki soruyla ilgili cevap arayışı ve Ebû Habîb Hamza el-Abâdânî’yi
buluşu birkaç yerde konu edilir. Bunlardan birinde İbnü'l-Arabî şöyle
demektedir:
Secde etmek, kalbe vaciptir. Kalp secde
ettiğinde ise, yüz secdesinin aksine, secdeden asla kalkmaz. Sehl b. Abdullah
et-Tüsterî, tasavvuf yoluna girdiği ilk dönemde kalbinin secde ettiğini görmüş,
secdeden kalkmasını beklemiş, fakat kalkmamış. Bunun üzerine hayrette kalmış.
Yaşadığı hadiseyi bu yolun pirlerine sormaya başlamış, bilen kimse bulamamış. Çünkü onlar dürüst
insanlardı, gerçekleşmiş bir zevk (tecrübe) olmaksızın konuşmazlardı. Bunun
üzerine Sehl’e şöyle denilmiş: “Abâdân şehrinde saygın bir şeyh var, oraya gidersen
belki sorunun cevabını alabilirsin.” Bunun üzerine Sehl, yaşadığı şeyi sormak
için Abâdân’a gitmiş, o şeyhin huzuruna girmiş, selam vermiş ve şöyle demiş: “Ey şeyh! Kalp secde eder mi?”
Şeyh şöyle cevap vermiş: “Eder, hem de sonsuza kadar.” Böylece, şifâsını
bulmuş ve o şeyhin hizmetine girmiş.
**
Muhyiddin
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ıMekkiyye, çev. Ekrem Demirli, İstanbul, Litera Yay.,
2006, IV: 198. İbnü'l-Arabî kalp secdesi hakkında önemli izahlarda bulunarak
şöyle demektedir:
“Kalp
secdesi hakkında tasavvuf yolunun esası şudur: İnsan için göz görmesiyle bir
hal meydana geldiğinde, hiç kuşkusuz, kendisi kemâle erdiği gibi ma‘rifeti ve
korunmuşluğu da yetkinleşmiş demektir. Artık, şeytan ona ulaşmak için bir yol
bulamaz. Velî hakkında bu koruma ‘muhafaza’ diye isimlendirildiği gibi nebi ve
peygamber hakkında ‘ismet (masumluk)’ diye isimlendirilir. Bu farklılık,
peygamber ve nebiler karşısında saygının bir gereğidir. Böylece onların
korunmuşluğuna ‘ismet’ ismi tahsis edilerek, velî ve nebi arasındaki fark
sağlanmıştır. Yine de, bu ikisinin arasındaki farkı şöyle açıklayabiliriz:
Nebiler, dışta ve içte (zâhirde ve bâtında) şeytandan korunmuş kimselerdir.
Onlar, bütün hareketlerinde Allah tarafından muhafaza edilir ve sakınılır.
Çünkü Allah, onları örnek alınsınlar diye görevlendirdi. Onların işi, Hakk’a
yakarmak ve O’nunla konuşmaktır. Gönderilmiş nebiler, kendi adlarına mubah bir
işi yapmaktan korunmuştur. Çünkü onlar, söz ve fiilleriyle hüküm koyarlar.
Mubah bir iş yaptıklarında ise, kendilerine uyulsun diye onu hüküm yapmak üzere
işlerler ve Allah’ın o şey hakkındaki hükmünü takipçilerine bildirirler.
Öyleyse, kendilerine indirilen şeyi insanlara açıklamak peygamberlerin zorunlu
görevidir. Allah şöyle buyurur: ‘Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ
et. Bunu yapmazsan, risaletini ulaştırmamış olursun. Allah seni insanlardan
korur.’ Peygamber’in vârislerinin de bu tebliğden büyük bir pay ve nasipleri
vardır.
Velî
ise, Allah’ın dilediği bir şeyi kalbine aktarması esnasında, şeytanın yapmasını
arzuladığı işten korunmuştur. Böylece Allah (şeytanın arzuladığı o işin)
hakikatini razı olacağı tarza çevirmekle değiştirir. Bu durumda, velî Allah
katında büyük bir mertebeye ulaşır. İblisin günahtaki ısrarı olmasaydı, bir
daha bu velîye dönmezdi, çünkü velîye getirdiği işin (dürtünün) yakınlık ve
mutluluğunu artırdığını görür. Nebiler ise, şeytanın bir şey aktarmasından
korunmuştur. İşte (nebilere özgü) ismet ile (velîlere özgü) hıfz arasındaki
fark budur. Peygamber karşısındaki saygının gereği olarak, hıfz (korunma)
velîlere tahsis edilmiştir. Çünkü şeytanın ilahî tecellinin kalplerine verdiği
bilgiden dolayı bazı velîlerin kalplerine ulaşma imkânı da yoktur. Allah şöyle
der: ‘Her kovulmuş şeytandan koruyarak.’ Kastedilen, şeytanların en büyüğüdür.
Çünkü şeytan herkese makâmına yaraşan şeyi aktarır. Şeytan, söz gelişi, bir
velîye gelir ve ona ancak itaatleri yapmasını söyler, itaatleri çeşitlendirir,
onun dikkatini bir itaatten daha üstün bir itaate çeker. Bu durumda velî,
ibadetlerde nefsanî arzularına ait bir etki göremez ve onu yapmaya koşar.
Kovulmuş şeytan ise, velînin verdiği düşünceyi almakla tatmin olur. Velî bu
konuda Rabbinden bir delile sahip olsaydı, hiç kuşkusuz, daha iyi olurdu.
Şeytan, ilahî tecellinin bilgisine herhangi bir şekilde zarar veremez. Bu
nedenle Hz. Peygamber kendi şeytanı, yani onunla ‘sorumlu yakını’ hakkında
şöyle der: ‘Allah bana ona karşı yardım etmiş, o da Müslüman olmuştur.’ Yani,
şeytanı peygambere boyun eğerek ona sadece iyiliği emretmiştir. Allah
hakkındaki bilgisi teorik düşünce ve tümevarımdan olan kimse ise, bu durumda
değildir. Şeytan ona kuşkulu kanıtlar verir. Amacı ise, kişiyi şaşırtmak ve
Rabbini bilmeyerek ya da kuşku ya da hayret ya da tereddüt içinde ölmesini
sağlamak için onu düşünme alanına çekmektir. Allah hakkındaki bilgisi
tecelliden meydana gelen velî ise, basirete sahip olarak her kuşkudan
korunmuştur. Çünkü şeytanın, yani insan ve cin şeytanlarının ilahî tecelli
ilminin sahibinin kalbine ulaşma imkânı yoktur. Böyle bir hal ise, velîler
içinde sadece ‘kalbi secde eden’ kimse için gerçekleşebilir. Çünkü şeytan
insandan ancak kalbiyle ve yüzüyle (zahir ve batın) secde ettiğinde
uzaklaşabilir. Kalbi secde etmeyen velî korunmuş değildir.
Kalbin
secdesi, Allah ehlinin yolunda önemli ve büyük bir meseledir, az bulunan bazı
fertlerin dışında kimse için gerçekleşmez. Onlar, rablerinden bir delile sahip
kimselerdir. Delil, Hakkın tecellisi demektir. Bu delili, şeytanın ayrıldığı
kuldan meydana gelen bir şahit (tanık) takip eder ki o da, ‘kalbin secdesi’dir.
O halde, Rabden gelen bir delille onu takip eden şahit bir araya geldiğinde,
kalp korunur ve sakınılır. Bu kalbin sahibi ise, insanları basiretle Allah’a
çağırır. Tasavvuf yolunda bu makâm hakkında sûfîlerin şaşırdığı pek çok sebep
vardır. Ebû Yezîd şöyle der:
‘İnsanları şu kadar yıl Allah’a davet ettim, sonra Allah’a döndüm, bir de ne
göreyim: Hepsi beni geçmiş.’
Bu makâmda Ebu Yezîd’e şöyle denilmiş:
‘Ârif günah işler mi?’ O da şöyle cevap
vermiş: ‘Allah’ın emri mutlaka gerçekleşir.’ Bu ifade, edebin zirvesidir. Çünkü
Ebu Yezîd ‘evet’ ya da ‘hayır’ dememiştir. Bu ise, onun hali, bilgisi ve
saygısının yetkinliğindendir.”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar