MOĞOLLAR ve NİZARİ İSMAİLİLERİNİN İRAN’DAKİ HÂKİMİYETİNİN SONU
Nizari İsmaili Öğretisine Kadarki Süreçte
İslam Dünyası’nda Şiilik
Bâtınileri anlatmaya geçmeden önce Hz. Muhammed
[salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in vefatından sonraki süreçte İslamiyet toplumunda yaşanan
olayları özetlemenin faydalı olacağı kanaatiyle Hulefa-i Raşidin döneminde
İslam Dünyası’nda hilafet ve imamet konusunda genel bir değerlendirilmede
bulunulmuştur. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in vefatından sonra, Müslümanlar arasında en önemli problem
hilafet konusu olmuştur. Dönemin Müslümanları, Hz. Muhammed [salla’llâhü
aleyhi ve sellem] ’in halife konusunda bir şey
söylememesi dolayısıyla aralarında görüş birliğine vararak Hz. Ebubekir’i
halife seçmişlerdir[1].
Hz. Ebubekir İslamiyet’in ilk halifesi olmuştur[2]. Hz.
Ebubekir’in halifeliği sırasında dinden dönmeler yaşanmış ve hilafeti süresince
bunlarla mücadele etmiştir[3]. Hz. Ebubekir
İslamiyet’i tebliğ etme konusunda Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] ’in tavrını devam ettirip, Fırat’ın aşağı
taraflarındaki bölgelere ordu göndermiştir. Gönderilen ordular Basra
Körfezi’ndeki yerleşim merkezlerini fethederek, Suriye bölgesine geçmişlerdir.
Bizans’a karşı 30 Temmuz 634 yılında Suriye’de yapılan savaşta Filistin’in
kapıları Müslümanlara açılmış oldu[4]. Hz. Ebubekir
ömrünün son anlarında (Ağustos 634) halifelik tartışmalarının yaşanmaması için
kendisinden sonra kimin halife olacağını bildirmeye karar vermiştir. Bu
düşüncelerinin ışığında tercihini Hz. Ömer’in halife olmasından yana yapmış ve
yeni halife Hz. Ömer olmuştur[5].
Hz. Ömer’in on yıl kadar süren hilafeti her alanda İslam
âlemi için gelişmelere ve refah seviyesinin yükselmesine zemin oluşturmuştur[6]. Müslümanlar
bu dönemde Irak’ın fethini tamamlamışlardır. Suriye Cephesi’nde de Bizans’a
karşı savaşlar ara vermeden devam etmiştir. İslam orduları Hz. Ömer döneminde
Sasani İmparatorluğu’na bağlı Irak, İran ve Azerbaycan ile Bizans
İmparatorluğu’na bağlı Suriye, el-Cezire, Filistin ve Mısır'ı İslam ülkesine
katmışlardır. Kazanılan zaferlerle ganimetler de de büyük artışlar olmuştur[7]. Hz. Ömer
debdebeli bir halifeliğin sonunda İranlı ve Müslüman olmayan bir kölenin
hançerle suikastı sonucu Hicretin 23. senesi Zilhicce ayında vefat etmiştir[8]. Hz. Ömer
vefatından önce Hz. Ebubekir’in yaptığı gibi halefini seçmemiş bu işi
Müslümanlardan oluşan şura heyetine bırakmıştır[9]. Kurulan Şura halifeyi seçmek
için toplanmıştır. Seçim süresince sürtüşmeler olsa da sonunda Hz. Osman ve Hz.
Ali arasında bir seçim yapılarak 644’de Hz. Osman üçüncü halife seçilmiştir[10].
Hz. Osman dönemi aslında çok farklı iki döneme ayrılmıştır.
Hilafetin ilk altı yılı sakin ve refah içinde geçmiş, ikinci altı yılı ise
İslam aleminin ilk fitnesinin çıktığı dönem olmuştur[11] Bu fitnenin oluşum sürecine
bakacak olursak şöyle anlatabiliriz. Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve
sellem] ’in vefatından sonra ve onu takip eden diğer
üç halifenin hilafet dönemlerinde halife olmayı hak eden kişinin Hz. Ali
olduğunu düşünen bir grup ortaya çıkmıştır. Fakat düşüncelerinin tam tersine
Hz. Ali ilk halife olamayıp dördüncü halife olarak yönetime geçecektir. Grubun
ismi zaman geçtikçe “Şiat Ali” yani “Ali taraftarları” olarak anılmaya başlamış
sonrasında ise kısaca “Şia” denilmiştir[12]. Aslında Şia, Hz. Ali’yi Hz.
Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in ölmeden
önce kendisine halife tayin ettiğini düşünmüştür[13]. Bu düşüncenin imamet esası
olarak gelişmesi ile Şiilik diğer İslam mezheplerinden de ayrı bir konuma
gelmiştir[14]. Şia’ya
mensup olanlar Hz. Ali’nin ardından gelecek imamlarında sadece Hz. Ali’nin
soyundan olabileceğini söylemişlerdir[15]. Bu düşüncelerini de Veda
Haccı dönüşünde Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] ’in Gadir Hum’da yaptığı bir konuşmaya dayandırmışlardır.
Bu konuşmada Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] , Hz. Ali’nin elini tutarak, “Ben kimin dostu isem Ali’de
onun dostudur.” demiştir. Her ne kadar bu konuşmaya Sünni ve Şii dünya değişik
türde yorumlamalar getirseler de Şiiler bu hadiseyi Hz. Ali’nin ilk halife
olması için delil saymışlardır[16].
Şiiler Hz. Ali’yi desteklemeye devam etseler de Hz.
Ebubekir ve Hz. Ömer’in halifeliği dönemlerinde kendilerini geri çekmeyi ve
sessiz kalmayı tercih etmişlerdir. Aynı şekilde Hz. Ali’de taraftarları gibi
kendini geri plana almış ve Hz. Muhammed [salla’llâhü aleyhi ve sellem] zamanında bütün
savaşlara seferlere önde giderken bu dönemlerdeki savaşlara katılmamıştır.
Fakat Hz. Osman’ın halifeliği sırasında olaylar farklı bir boyut almış ve Şii
toplum hareketlenmeye başlamıştır[17].
Hz. Osman’ın halifeliği döneminde Mısır’da fikirlerini
yayan Şiiler, daha sonra Irak’a geçerek burayı bir süre burada
konumlanmışlardır[18]. Tepkilerini
Hz. Ömer yönetimiyle ters düşen taşra halkıyla birleşip gösteren Ali
taraftarları, Hz. Osman’ın öldürülmesi ile emellerine ulaşıp Hz. Ali’nin
halifelik makamına erişmesini sağlamışlardır[19]. Hz. Osman seksen iki yaşında,
Medine’yi saran asilerce Haziran 656 yılında şehit edilmiştir. Cenazesinin
kaldırılmasına bile müsaade edilmeyince hanımı akşam ile yatsının arasında az
bir cemaatle sessizce kaldırmıştır[20].
Karmaşa dolu ortamda, Hz. Osman şehit olunca, Müslümanlar
kendilerine bir an önce bir halife seçmek istemişlerdir. Medine Müslümanlarının
isteği ve asilerin yaptıkları baskılar neticesinde Hz. Ali halife seçilmiştir[21]. Hz. Ali’nin
Medine’deki kaos ortamında halife olması onun için büyük bir talihsizlik
olmuştur. Bu arada Hz. Ali ve Hz. Aişe’nin başını çektiği iki grup arasında
Cemel Olayı meydana gelmiştir. Hz. Aişe bu savaşa deve üzerinde katıldığı için
olayın adı “Cemel” olarak tarihe geçmiştir[22].
Hz. Ali Dönemi’nde yaşanan Cemel olayının ardından yeni bir
hareketlenme daha olmuştur. Emevilerin halife olması gerektiğini düşünen
Muaviye Hz. Ali’ye karşı isyan başlatmıştır. Sıffin’de karşılaşan Muaviye ve
Hz. Ali’nin orduları iki taraf içinde çetin geçecek bir savaş vermiştir.
Muaviye’nin ordusunun hakem olayına başvurması ile savaş durmuştur[23]. İki
taraftan seçilen hakemler bir belge hazırlayıp sunmuşlardır. Fakat Hz. Ali’nin
askerlerinden bu duruma itiraz edip iki hakemle bu işin olmayacağını söyleyen
yeni bir Harici grup ortaya çıkmıştır[24]. Onlar hakemin Kuran-ı Kerim
olduğunu düşünüp başka hakem istememişlerdir. Bu konuda Hz. Ali’ye ne kadar
ısrarcı olsalar da o bu fikirden vazgeçmeyince Hariciler onunla birlikte
gitmeyip, Harura’ya çekilmişlerdir. Hz. Ali Harura’ya giden Haricilerle elçiler
vasıtasıyla konuşmayı denemiştir. Fakat çabalarına karşılık alamayınca Nehrevan
Savaşı[25] ile
çoğunluğunu öldürmüştür. Bu durum geriye kalan Haricileri fikirlerinden
döndürmekten çok Hz. Ali’den daha da nefret etmelerini sağlamış ve Hz. Ali Kufe
Mescidinde Abdurrahman b. Mülcem isimli bir Haricinin hançerlemesi sonucu 31
Ocak 661’de vefat etmiştir[26].
Hz. Ali’nin ölümünün ardından Kufe ahalisi kendilerine Hz.
Ali’nin oğlu Hz. Hasan’ı halife seçmişlerdir[27]. Hicretin 40. yılında[28] halife olan
Hz. Hasan, savaşı sevmediği için halifelik iddiasını da fazla sürdürmemiş ve
hilafet makamını Muaviye’ye bırakmıştır. Her ne kadar kendisine bırakmaması konusunda
ısrar edilse de fikrinden vazgeçirilememiştir[29]. Hz. Hasan bu anlaşmadan sonra
da hilafet konularına hiç karışmamış ve Medine’ye taşınarak insanların bir
müddet de olsa sakin yaşamalarını sağlamıştır. Fakat Yezid b. Muaviye, Hz.
Hasan’ın eşi Ca’de bint Eş’as b. Kays’ı evlenme düşüncesiyle kandırmış ve Hz.
Hasan’ı zehirletmiştir. Hz. Hasan 7 Nisan 669’da vefat etmiştir[30].
Hz. Hasan’ın ölümünden sonra Kufe’deki Ali taraftarları Hz.
Hüseyin ile birlikte tekrar ayaklanmayı düşünmüşlerdir. Hz. Hüseyin, Hz.
Hasan’ın Muaviye ile yaptığı anlaşma gereğince geri durmayı tercih etmiş ve
Muaviye’nin ölümüne kadar bu pozisyonunu korumayı tercih etmiştir. Muaviye ölüp
yerine Yezid geçince, Kufeli muhalifler Hz. Hüseyin’e artık harekete geçmesi
için tekrar çağrıda bulunmuşlardır. Bu çağrılara kayıtsız kalamayan Hz. Hüseyin
10 Ekim 680’de oluşturduğu bir grupla Kufe’ye hareket etmiştir. Kerbela’da
Emeviler tarafından baskına uğramışlar ve Hz.
Hüseyin başta olmak üzere kervandakilerin büyük bir çoğunluğu
öldürülmüştür. Bundan sonra Şiilik artık farklı bir boyut kazanmıştır[31]. Kerbela
olayından sonra artık Hz. Hüseyin’in soyundan ilerleyerek bu soydan gelenleri
imam kabul eden İmamiyye kolu ortaya çıkmıştır[32].
1.
5. 4. Ali b. Hüseyin Zeynelabidin Dönemi
Kerbela olayından sağ kurtulan Ali b. Hüseyin Zeynelabidin,
bu dönem çıkan karışıklıklardan uzak durmayı tercih ederek Medine’de sakin bir
hayat yaşamıştır[33]. Bu dönemde
çıkan Tevvabin Hareketi[34] ve Muhtar
es-Sekafi Hareketine[35] adı
karışmamıştır. Hz. Hüseyin’in soyundan geldiği için Şiiler onu imam ilan
etmişlerdir[36].
Zeynelabidin İsnaaşeriyye’nin[37] dördüncü
İsmailiyye’nin üçüncü imamı olarak kabul edilmiştir[38]. Zeynelabidin’in sakin tutumu
İmamiyye’nin geri planda kalmasına yol açmıştır. Fakat onun ölümünden sonra
yerine gelen oğlu Muhammed b. Ali Bakır zamanında İmamiyye tekrar güç
kazanmıştır[39].
1. 5. 5. Muhammed
Bakır Dönemi
Muhammed Bakır İsnaaşeriyye’nin beşinci İsmailiyye’nin
dördüncü imamıdır. Her ne kadar babasının Emevilere karşı uyguladığı sakinlik politikasını
devam ettirse de İmamiyye’yi bilimsel yönden ön plana çıkarmıştır[40]. Yeni imam
birçok öğreti geliştirmiş, özellikle insanların imamlara ihtiyacı olduğu
duygusunu empoze etmeye çalışmıştır. Oluşturduğu takiyye ilkesi ile İmamiyye’ye
inananları artırmak için gizlenmenin gerekliliğini savunmuştur. Bu ilkeyi
ilerleyen zamanlarda On İki İmamcılar ve İsmaililer’de kabulleneceklerdir[41]. Muhammed
Bakır yirmi yıl süren imameti ile kendisini üstün bir konuma getirmeyi başarıp,
taraftar sayısını artırmıştır[42].
Muhammed Bakır ölünce taraftarları da bölünmeye
başlamıştır. İmamiyye’nin bu dönemden sonra gelişmesine ve büyümesine vesile
olacak Muhammed Bakır’ın oğlu Cafer es-Sadık’ta kendisine epey bir inanan insan
toplamıştır[43].
1. 5. 6. Cafer
es-Sadık Dönemi
Cafer es-Sadık; İsnaaşeriyye’nin altıncı, İsmailiyye’nin
beşinci imamı ve Caferiyye’nin kurucusudur[44]. Cafer es-Sadık döneminde ki
ayrılıklar onun imamlığının son zamanlarında ortaya çıkmıştır. Cafer es-Sadık
oğlu İsmail’in kendisinden sonraki imam olmasını istemiştir. Fakat İsmail ile
ilgili bir takım uygunsuz hareketi gördüğü için imamlık ondan alınıp diğer oğlu
Musa el-Kazım’a verilmiştir. Özellikle Cüveynî’nin aktardığı bilgilere göre
Cafer es-Sadık oğlu İsmail’den içki içtiği için şeytan diye bahsetmiştir[45]. İsmail
babasından beş yıl önce vefat edince, her ne kadar imamet Musa el-Kazım’a
verilse de İsmail taraftarları İsmail’in ölmediğini ve onu imam kabul
ettiklerini söylemişlerdir[46]. Cafer
es-Sadık bu konuda öngörülü davranmış olacak ki İsmail vefat ettiğinde
defnedilmeden önce, tabutunu defalarca yere indirip yüzünü herkese göstermiş ve
öldüğüne insanları ikna eder bir tavır sergilemiştir. Çünkü İsmail taraftarları
büyük bir olasılıkla onun ölemeyeceği düşüncesine ileri boyutta kendilerini
inandırmışlardır[47]. İsmail’in
imam olduğunu düşünenler iki gruba ayrılmıştır. Bunlardan bir grup İsmail’in
öldüğünü ama tekrar geleceğini düşünmüş, diğeri ise İsmail’in öldüğünü fakat
imam o olduğu için imamlığın ondan sonra oğlu Muhammed b. İsmail’e geçtiğini
düşünen bir grup olmuştur[48]. İsmail’in
ölmediğine inanan, onun imamlığına bağlı kalan grubun hangi delillerle buna
inandığını Şehristânî eserinde şöyle anlatmıştır. “Bazılarına göre İsmail
ölmemiş, sadece öldürülme endişesiyle takiyye yaparak öldüğü havasını yaymıştır.
Bu görüş içinde birçok delil ileri sürülmüştür. Örneğin annesi bir kardeşi ve
henüz çocuk olan kardeşi Muhammed çarşafı kaldırdığında ağabeyinin gözlerini
açtığını görmüş ve korku içinde babası İmam Ca’fer’e giderek “Ağabeyim yaşıyor!
Ağabeyim yaşıyor!” diye haykırmıştı. Bunun üzerine babası, “Allah Resulü’nün
torunları öldükten sonraki halleri böyle olur.” diyerek onu yatıştırmıştır. Bir
diğer delil öldüğünün kanıtlanması için şahit istenmesi ve tutanak
hazırlanmasıdır. Hâlbuki ondan önce hiç kimse de böyle bir talepte
bulunulmamıştır. Bir diğer olay şudur, Halife el-Mansur’a İsmail b. Cafer’in
Basra’da görüldüğünü söylemiştir. Medine valisi de buna şahitlik etmiştir[49].”
İsmail’den sonra oğlu Muhammed b. İsmail İran taraflarına
doğru gitmiştir. Bu bölgelerde halifeden gizli yerleşip yine gizli bir şekilde
mezheplerine davet yapmışlar ve hatırı sayılır bir çoğunlukta bu davete
uymuştur[50]. İsmaili
mezhebinde baş tutanlar amaçlarını anlatan yazılar yazıp imamlığın nasıl bir
şekilde ilerlediğinden bahsetmişlerdir. Onlara göre imamlık babadan oğula geçen
ve sonsuza dek süren bir zincirdir[51]. Ve yine onlara göre Muhammed
b. İsmail ile birlikte gizli imamlar dönemi başlamıştır[52]. İsmaili daileri başta Güney
Irak olmak üzere Basra Körfezi’nin sahil kısmı ve İran’ın belli bölgelerin de
başarılı olmuşlardır. 9. yy’ın sonlarına doğru ise Karmatiler[53], Arap
yarımadasının doğu kısmında kendilerine bir cumhuriyet kurmuşlardır[54].
Karmatilerin bu yükselişinden sonra aynı yüzyılın sonlarında İsmaililer bu
seferde Kuzey Afrika bölgesinde güçlenmeye başlamışlardır. Hatta öyle ki
kendilerinin bir devlet kuracak misyona eriştiklerini düşünüp burada
“Fatımiler” adı altında yeni bir hanedanlık kurmuşlardır. Kurulan Fatımi
Devleti kurulduğu batının aksine Sünniliğin hâkim olduğu doğuyu almak
istiyordu. Bu planlarını da başaracak Mısır, Suriye, Kuzey Afrika ve
Sicilya’nın ardından istedikleri Afrika sahili, Kızıldeniz, Yemen, Mekke,
Medine gibi mühim yerleri aldılar[55]. Sünni
âlemin bir müddet geri planda kalması Fatımiler’in bu başarılara ulaşmasında en
büyük etkendi denilebilir. Abbasilerin bu dönemde kendini toparlayıp yarışa
tekrar katılmasının ardından Fatımilerde yavaş yavaş güçlerini yitirmişlerdir[56]. İç
karışıklıklar, Karmatilerle olan ilişkilerin bozulması ve iki kesimin birbirine
sırtını dönmesi gibi birçok sebep Fatımileri zayıflatmıştır. Bu süreçte
Fatımilerin altıncı halifesi olan el-Hakim 1021 yılında şaibeli bir şekilde
ölünce onu sevenler, ölmediği, gizlendiği konusunda birleşip yeni gelecek
halefi reddetmiş ve mezheple yollarını ayırmışlardır[57].
BİRİNCİ BÖLÜM
ALAMUT NİZARİ İSMÂİLİLİĞİ
1. 1. Nizari
İsmailiğinin Başlangıcı
Halife El Hakim’in ölümünden sonra Fatımilerin halifesi
Müstansır hilafet makamında 60 sene kalmıştır. Bu süreçte tutum ve
davranışlarındaki aşırılık, akıl noksanlığı ve devletin malını israf etmesinden
ötürü “Divane Müstansır” ismiyle anılmıştır[58]. Müstansır ardından halife
olması için önce oğlu Nizar’ı yerine seçmiştir. Sonra ondan vazgeçerek diğer
oğlu Ebu’l-Kasım Ahmet’in halife olmasını istediğini söylemiştir[59].
Müstansır’ın bu olaylardan bir süre sonra 1094 yılında vefat etmesi üzerine
Fatımilerin veziri Efdal onun iki oğlu arasında kurnazca bir seçim yapmak
istemiştir[60].
Nizar’ın arkasındaki desteği gören Efdal onu halife
seçmektense Müstali gibi daha pasif bir insanı halife seçmeyi uygun görünce
Müstali’yi kızıyla evlendirip damadı olarak halife ilan etmiştir[61]. Kahire
halkı da Müstali’nin hilafetini benimseyince Nizar ve oğulları İskenderiye’ye
giderek burada isyanlar yaratmaya başlamıştır. Bu tehlikeli durumun farkına
varan Müstali, onları tekrar Kahire’ye getirtip zindana attırmış ve Nizar’da
bir süre sonra burada ölmüştür[62].
O dönemde Müstansır’ı destekleyen Hasan Sabbah onun
ölümünün ardından Efdal’in tutumunun tersine Nizar’ı desteklemiş ve hatta onun
adına hutbe okutmuştur[63]. Nizar’ın
öldürülmesinden sonra onun oğlunun da tehlikede olduğu düşünülerek gizlice
İran’a götürülmüştür. Bazı kaynaklarda İsmaili bir yazar olan Mustafa Galib’in,
Nizar’ın ve oğullarının öldürülmediğini ve İskenderiye’den Alamut’a kaçıp
burada bir müddet imamlık yaptıktan sonra öldüğünü rivayet etmiştir[64]. Fakat genel
kanı Nizar’ın öldürüldüğü yönünde olmuştur. Artık Nizariyye ve Müsta’liye
olarak tamamen ikiye ayrılan İsmaililerin, Nizariyye koluna en büyük destek
Hasan Sabbah’tan gelmiştir. Nizariyye hakkında hutbe okutmasının yanı sıra
Nizar’ın torununu da Alamut’a getirterek yetiştirmiştir[65].
İlgili kaynaklarda Nizar ve oğluna Hasan Sabbah’ın sahip
çıkması hakkında şu rivayetlerden bahsedilmiştir. “Rivayete göre; Fatımi
Meclisi’nden kaçan Nizar, bir yaşındaki oğlu ile birlikte Kuhistan tarafında
bulunan Hasan Sabbah’ın yanına giderek bir yıl orada kalır. Bu arada Fatımi
otoritesinden kopan ve uzaklaşan Hasan Sabbah’ın, Nizar’a destek verdiği için
Fatımi halifesi el-Muntansır’ın başkumandanı ve kayınpederi Emirü’l Cuyuş ile
arası bozulur. Hatta Emirü’l Cuyuş’un kendisine zıt düşen muhalefet eden Hasan
Sabbah’ı da hapse attırdığı da rivayet edilmektedir. Mustali’nin imam
atanmasının ardından Nizar’ın öldürülmesi olaylara tuz biber eker ve İsmaililik’teki
Nizariyye ve Mustaliyye keskin bir ayrıma girer[66].” Bundan sonra Nizariler için
Fatımiler’den ayrı Alamut Kalesi liderliğinde yeni bir dönem başlamıştır.
1. 2. Alamut Öncesi
Hasan Sabbah
Alamut Nizari İsmaililiği, Hasan Sabbah’ın öncülüğünde,
1090-1256 yılları arasında tam yüz altmışaltı yıl Selçuklu Devleti’nden
bağımsız bir şekilde yaşamıştır[67]. Bunun
ayrıntılarına geçmeden önce, Hasan Sabbah’ın Alamut öncesi neler yaptığına bir
bakmamız gerekmektedir. Tam adı el-Hasan b. Ali b. Muhammed b. Cafer b.
el-Hüseyin b. Muhammed es-Sabbah el-Himyeri[68] olan Hasan Sabbah’ın Güney
Yemen’deki Himyeri krallarının soyundan geldiği düşünülmektedir. Babası
Yemen’den Kufe’ye göç etmiş oradan da Kum’a ve en son Rey şehrine yerleşmiştir.
Hasan Sabbah’ta Kum’da dünyaya gelmiştir[69]. Babası Ali b. Muhammed,
Şia’nın İmamiye kolundan tanınmış bir kişidir. Felsefe, kelam, mantık, fıkıh
alanlarında çok iyi bir eğitim almış olan Hasan Sabbah, din âlimi olmayı çok
istemiştir[70].
Hasan Sabbah İsmaili hareketlenmelerinin merkezi olan
Rey’de On iki İmamcı olarak ilk eğitimini almıştır. Emire Zarrab isimli bir
Fatimi daisi sayesinde, o güne kadar sapkınlık olarak adlandırdığı İsmaili
öğretilerini öğrenmiştir[71]. İsmaililik
hakkında kitaplar okumuş ve mezhep Emire Zarrab tarafından da iyice
öğretilmiştir. Bütün bu eğitimlerden sonra İsmail b. Cafer ve arkasından gelen
imamların gerçekliğine inanmıştır. Böylelikle Fatımilik davasına katılan Hasan
Sabbah dönemin imamı Halife el-Müstansır’a bağlılık yemini etmiştir[72].
Irak’taki İsmaili davetinin başı Abdülmelik İbn Attaş
mezhebe yeni katılanlarla görüşmek için 1072 yılında Rey’e gelmiştir. Hasan
Sabbah’ı görüp tanışınca ona Kahire’ye gitmesini ve halifenin yanında kendini
tanıtmasını söylemiştir. Birkaç yıl sonra da Hasan Sabbah Mısır’a gitmiştir[73]. Burada
Hasan Sabbah’ın hayatının anlatıldığı Sergüzeşt-i Seyyidina’da belirtilen Hasan
Sabbah, Ömer Hayyam ve Nizamülmülk arkadaşlığından bahsetmek gerekirse,
rivayete göre Hasan Sabbah, Nizamülmülk ve Ömer Hayyam’ın Nişapur’da aynı
hocanın öğrencisi olduları anlatılmıştır. Fakat kahramanların aralarındaki yaş
farkı ve üçünün de gençliklerini İran’ın değişik yerlerinde geçirmiş
olduklarını göz önüne alan çağdaş bilginler bu öykünün uydurma olduğu
görüşündedir[74].
Hasan Sabbah, 1076 yılında, Rey’den İsfahan’a oradan da
Azerbaycan yoluyla Silvan’a ulaşmıştır. Burada Sünni âlimlerin üstün
olduklarını reddedip dini açıklamayı sadece imamların yapabileceğini
söylemiştir. Bunu duyan Silvan Kadısı, Hasan Sabbah’ı şehirden kovmuştur.
Arkasından Meyyafarikin, Musul, Sincar, Rahbe, Dımaşk, Sayda ve Sur üzerinden
Akka’ya gelip en son Fatımi halifesi el- Müstansır’la görüşmek için Mısır’a
gitmiştir. Hatta halife onu kendisine vekil tayin etmiştir[75]. Fakat Hasan Sabbah’ın halife
ile görüşüp görüşmediği konusunda kaynaklar ayrılmıştır. İbnü’l Esir onun
Müstansır ile görüştüğünü hatta halifenin Hasan Sabbah’a mal bağışlayıp
insanları davasına davet etmesini emrettiğini söylemiştir. Hasan Sabbah
Müstansır’a; “Senden sonra kim imam olacak?” diye sorunca Nizar’ı göstermiştir[76].
İbnü’l Esir her ne kadar Hasan Sabbah’ın halife ile
görüştüğünü söylese de Cüveynî Tarih-i Cihan Güşa’nın Sergüzeşt-i Seyyidina’dan
alıntıladığını bildiğimiz kısımlarında Hasan Sabbah’ın dilinden şöyle
söylemiştir; “Nihayet 471/1078-9 yılında Mısır’a ulaştım. Orada kaldığım
yaklaşık bir buçuk yıl zarfında Müstansır’ın huzuruna çıkamadım. Fakat
Müstansır, benim orada olduğumu biliyordu ve yanındakilere de defalarca beni
övdüğünü duymuştum[77].”
Müstansır’ın ölümünden sonra Hasan Sabbah Nizar’ı destekleyince
Efdal onu hapse attırmış sonrasında ise Kuzey Afrika’ya sürgüne gönderilmiştir.
Başka bir rivayete göre ise kendisi hapisten kaçmayı başarıp İskenderiye’den
gemiye binerek Mısır’dan ayrılmıştır[78]. Onları götüren gemi batınca
da içinden sağ kurtarılıp Suriye’ye götürülmüştür. Sonrasında Halep, Bağdat ve
Huzistan’a ve sonuncu yer olarak da 1081 yılında İsfahan’a gitmiştir. Davet
için İran’da dokuz yıl dolaşmıştır[79].
İran’ı gezen Hasan Sabbah’ın daveti için en uygun gördüğü
yerler genellikle dağlık kesimler olmuştur. Özellikle Deylem’i hem merkezden
uzak, hem dağlık olması bakımından çok sevmiştir. Deylem’in halkı da Sünni
inanca karşı bir tutum sergilediği için ve bir bakıma Selçuklular yüzünden bu
düşüncelerini bastırdıkları için burası Hasan Sabbah’ın gözünde İsmaili
propagandası yapacak cazip bir yer olmuştur[80].
Selçuklu veziri Nizamülmülk, Hasan Sabbah’ın bu
faaliyetlerini görüp devlet için tehlike olduğunu düşünerek yakalanmasını
istemiştir[81]. Mecburen
kaçmak zorunda kalan Hasan Sabbah İsfahan’a gitmiş buradaki halka davet yapmış,
İslam’ı terk eden bir kısım insanı yanına çekmeyi başarmıştır. Burada arkadaşı
Ebu’l Fazl’ın yanına saklanan Hasan Sabbah onunla sohbetler ederek Selçuklu
Devleti’nden ve onun baskılarından bahsederek; “Ne yazık! Eğer kendime iki
taraftar bulsam, bu memleketin altını üstüne getiririm.” demiştir. Hasan
Sabbah’tan duyduğu bu söylemler üzerine Ebu’l Fazl onun hırsı ve çok çalışması
yüzünden kendini fazla yorduğunu ve bunalıma girdiğini akıl hastalığına
yakalandığını düşünerek ona gizliden şerbetler ve aklı güçlendirecek yemekler
hazırlayıp önüne koymuş, Hasan Sabbah Ebu’l Fazl’ın niyetini anlayıp, onun
evinden ayrılmak için hazırlık yapmıştır. Her ne kadar arkadaşı kalması için
ısrar etse de fikrinden caydıramamıştır[82].
Ebu’l Fazl’ın yanından ayrılıp Kirman’a geçen Hasan Sabbah,
artık kaçmaktan yorulup Alamut’a yerleşmeye karar vermiştir. Bir zaman sonra
Alamut’u ele geçirip Selçuklu Devleti’ne karşı küçük bir rejim olmayı
başardığında Sünni yönetimden gelip Alamut’a ve Nizari İsmaililiğe biat etmek
istediklerini söyleyenler arasında Ebu’l Fazl’ın da olduğunu hatta askerlerinin
arasına katıldığını gören Hasan Sabbah; “Kimin aklını kaçırdığı şimdi belli
oldu mu? Görüyorsun ki iki uygun dost buldum ve dediklerimi yaptım.” deyince Ebu’l
Fazl ayaklarına kapanarak affetmesini dilemiştir[83].
1. 3. Alamut Kalesi
Hakkında Bilgiler
Hasan Sabbah, yolculuklarla dolu hayatının ilk
dönemlerinde, bir şekilde yakalanmamayı başararak, gözüne kestirdiği Alamut
Kalesi’ni artık almak için planlar kurmaya başlamıştır. Hasan Sabbah Gazvin’e
geldiğinde Alamut Kalesi Selçuklunun kontrolünde Mehdi isimli birisinin
elindeydi. Hasan Sabbah Mehdi’nin askerlerinden bir bölümünü İsmaililiğe çekmiş
ve bunu öğrenen Mehdi o askerleri görevden almıştır. Fakat yine de planını
uygulamaya devam eden Hasan Sabbah bir kısım askeri daha kendi tarafına çekip
uygun ortamı sağlayınca 4 Eylül 1090’da kendisi de gizlice Dikhuda ismiyle
kaleye girmiştir. Bu isimle bir süre kalede yaşamayı başarmıştır. Mehdi bir
süre sonra etrafında dönen olayları ve birçok askerinin İsmaili olduğunu ve
hatta Dikhuda’nın da Hasan Sabbah olduğunu fark ettiğinde iş işten geçmiştir[84].
Mehdi, Hasan Sabbah’ın kalede bir hakimiyet oluşturduğunu
anlayıp yapabileceği bir şeyin kalmadığını görmüştür. Bir rivayete göre Hasan
Sabbah, bir inek derisinin kaplayacağı alan kadar yeri kendisine satmasını
teklif etmiştir. Bu fikrin kendi lehine olduğunu düşünen Mehdi teklifi kabul
edince Hasan Sabbah bir deri bulup onu ince ince keserek kalenin etrafını
çevirmiştir. Ardından Mehdi’den bu kaleyi kendisine satmasını istemiştir[85]. Mehdi’nin
canına zarar vermeyen Hasan Sabbah kale içinde ona üç bin dinarlık senet
vermiştir. Senedin ödeneceğine dair hiçbir umudu olmayan Mehdi’ye parası kuruşu
kuruşuna ödenmiştir[86].
Hasan Sabbah artık Alamut’u ele geçirmiş ve burada yeni
davet (davet-i cedide) adını verdiği hareketine başlamıştır[87]. Hasan Sabbah ulaşılması güç
olduğu için ve davetini daha kolay yürütebilecek bir yer olduğundan ötürü
merkez olarak Alamut Kalesi’ni seçmiştir. Öyle ki bu tarihten sonra Selçuklu
Devleti içerisinde yeni bir hareket ortaya çıkmış ve bu hareket Sünni âleme,
onların âlimlerine, emirlerine korku salmıştır[88].
Alamut Kalesi, coğrafi olarak İran’da Elburz dağları
üzerinde, Kazvin’in kuzeydoğusunda yer alan sağlamlaştırılmış bir kaledir.
“Aluh” ve “Amut” kelimelerinden meydana gelen Alamut ismi eski fars dilinin
Taberistan şivesinde “kartal yuvası” veya “kartal eğitimi” anlamlarına
gelmektedir[89]. Burada
şöyle bir tespite dikkat çekmek gerekmektedir. “Aluh Amut” isminde geçen
harflerin her birine ebced hesabındaki sayısal değerler verilip toplandığında
Hasan Sabbah’ın
Alamut’u ele geçirdiği Hicri 483 (M. 1090) tarihi
çıkmaktadır. İranlı tarihçiler bu durumun altında gizemli bir anlam
aramışlardır[90].
Alamut Kalesi ilk olarak Deylemli bir hükümdar tarafından
860 yılında yaptırılmıştır. Kale sırasıyla önce Misafiroğullarının sonra
Zeydilerin en son da Hasan Sabbah’ın hâkimiyetine geçmiştir. Bulunduğu bölgede
yalçın bir kayalığın üzerine kurulan kaleye ancak kuzey tarafından giden
daracık ve engebeli bir yoldan geçerek çıkılabiliyordu. İşte bu durum Alamut
Kalesi’ni ulaşılması çok zor ve zapt edilmesi imkânsız bir kale haline
getirmiştir[91]. Rivayete
göre Deylemli hükümdar ava çıktığında kartallarından birini gökyüzüne bırakmış
kartalda bir kayalığa konmuştur. Hükümdar bölgenin öneminin farkına varınca da
buraya bir kale inşa edilmesini istemiştir[92].
Hasan Sabbah Alamut’u alıp bir yatak ve kütüphaneden oluşan
odasını kendisine ikametgâh olarak kurmuştur. Kaleyi ve ilerde alacağı diğer
kaleleri askerlerini yetiştirmek, Sünni Halifeliğin içine girmeye çalışmak ve
bir şekilde zapt etmek amacı ile kullanmayı planlamıştır. Burada enteresan bir
bilgi vermek gerekirse Franzius, Hasan Sabbah’ın Alamut’ta bulunduğu otuz beş
senelik süreçte odasından dışarıya sadece dört kez çıktığını[93], Lewis ise
bir kez bile kayalıklardan aşağıya inmediğini odasından dışarıya da iki kez
çıktığını söylemiştir[94].
Hasan Sabbah, vakit kaybetmeden kalenin onarımı ile
uğraşmaya başlayarak ambarları ve su kaynaklarını geliştirmiş, tarımsal üretimi
artırmıştır. Vadinin içerisine meyve ağaçları dikmiş kale duvarlarını da
fazlasıyla güçlendirmiştir[95]. Burada
dikkate değer bir husus kalenin coğrafi düzeni ile alakalıdır. Cüveynî ve Marco
Polo bu konuda farklı tasvirler yapmışlardır. Cüveynî Alamut Kalesi’nin
coğrafyasından şöyle bahsetmektedir;
“O kale çok sağlam bir şekilde inşa edilmişti. Demir bile
bu duvarlara işlemez, oradaki küçük bir taş parçasını yerinden oynatamazdı.
Taşların ve kayaların içinde çeşitli uzunlukta ve genişlikte, taş ve kireç
kullanarak büyük hacimli su depoları yapmışlar, “Kayadan evler yonttuğumuz”
ayetinin dediğini yerine getirmişlerdi. Bunun dışında şarap, sirke, bal ve
çeşitli sıvı ve katı yiyecekler için ambarlar ve mahzenler inşa etmişler, sanki
“Bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları onun buyruğuna verdi” tarifine
uymuşlardı. Bu binaları etraflı olarak Kısas-ı Mübin’de anlatılmış olan insan
eliyle yapılmış o görkemli binalara benzetebiliriz. O kale yağma edilip
yiyecekler çıkarılırken yağmacının biri, bal deposunu su havuzu sanmış ve yunus
balığı gibi oraya dalmıştı. Sanki “Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı,
kınanmış olarak sahile atılacaktı ” durumuna düşmüştü. Bahru Irmağından kalenin
dibine kadar bir suyolu açmışlar ve kalenin yarısını dolaşan o su kanalının
önünü taşla kesmişlerdi. Kalenin biraz aşağısında denizi andıran, taştan
havuzlar vardı. Kaleden inen su depolanmak için orada birikir, fazlası dışarı
atılırdı. Ta Hasan-ı Sabbah’ın zamanında yani 170 yıl önce konmuş olan bazı
sıvı ve katı yiyecekler, oradaki depolarda bozulmadan kalabilmişti. Ismailiyye
taraftarları onların bozulmadan kalmasını Hasan’ın kerametine bağlarlar.
Bunlardan başka orada bulunan savaş araç ve gereçlerini burada anlatacak olsak,
birkaç cilt daha kitap yazmamız gerekir[96].”
Cüveynî bize kaleyi o kadar güzel tasvir etmiştir ki adeta
gözümüzde birebir canlanmasını sağlamıştır. Fakat Moğol döneminde yaşamış ve
Alamut Kalesi’nin alınmasında bizzat orada bulunmuş bir insan olarak bizlere
cennet bahçesi gibi bir kavramdan bahsetmez. Biz bu kavrama Marco Polo’nun
eserinde rastlıyoruz. Marco Polo Cennet Bahçesini şöyle anlatır;
“Şeyh (Alamut Efendisi) çok büyük iki dağın arasında
bulunan çok görkemli bir vadide oturuyordu. Hiç görülmemiş genişlikte ve güzellikte
bir bahçe yaptırmıştı. Burada güzel bitkilerden dünyanın tüm çiçek ve
meyvelerinden ve bulabildiği ağaçlardan bolca vardı. Hiç kimsenin görmediği
kadar güzel evler ve saraylar yaptırmıştı; çünkü hepsi yaldızlıydı, dünyanın en
güzel şeyleri ile süslenmişti ve duvar kaplamalarının hepsi ipektendi. Onlar
için sarayların değişik cephelerinde duran sayısız olağanüstü çeşme yaptırmıştı
ve hepsinin içinde küçük arklar vardı, birinden şarap, ötekilerden süt,
diğerlerinden bal ve diğerlerinden en berrak su akıyordu. Burada dünyanın en
güzel hanımları ve genç kızları yaşıyordu, bunlar her enstrümanı çalmayı,
ahenkle şarkı söylemeyi gayet iyi biliyor, bu çeşmelerin etrafında diğer
kadınlardan daha iyi dans ediyorlar, erkekleri sevip, okşamanın ve onlara ayrıcalıklar
göstermenin her çeşidini bilecek kadar iyi eğitimliydiler.” “Şeyh adamlarına bu
bahçenin cennet olduğunu anlatıyordu tıpkı Muhammed’in kendi iradesini yerine
getiren sarrazelerin cennete gideceğini söylemesi gibi o da aynısını
söylüyordu.” “Şeyhe gelince, kendisinin bir peygamber olduğunu ve kimi isterse
cennete sokabileceğini kabul ettirmek istiyordu ve bu bahçeye hiç erkek
girmiyordu yalnızca şeyhin kendisinin uygun gördüğü ve katil yapmak istediği
kişiler girebiliyordu. Vadinin eşiğinde ve bu bahçenin girişinde Şeyhin çok
güçlü ve fethedilmez bir kalesi vardı, o dünyada kimseden korkmuyordu, buraya
gizli bir yoldan girilebilirdi ve bu yol çok dikkatli bir şekilde korunuyordu,
başka yerden bahçeye girmek mümkün değildi, yalnızca o geçitten giriliyordu[97].”
Marco Polo’nun yazdıkları ile Cüveynî’nin anlattıkları
arasında genel anlamda bir benzerlik olsa da cennet bahçesi konusunda
ayrılmışlardır. Fakat Marco Polo’nun bu tasvirinin gerçekle örtüşmesi konusu
halen tartışmalıdır. Marco Polo’nun, eserini yazdığı dönem baz alındığında
gerçekle örtüşme olasılığının neden düşük olduğu anlaşılacaktır. Babası ve
amcası ile birlikte Kubilay Kağan’ın (12601294) sarayına seyahat yapan Marco
Polo 1271 yılında Akka’dan yola çıkıp 1292 yılında İran’dan geçmişlerdir. Eserini
ise Çin’de bulunduğu on yedi yılın ardından Venedik’e dönüp 1298’de bir kâtip
yardımıyla kaleme almıştır. Anlaşılacağı üzere Marco Polo Nizari
İsmaililiği’nin yıkılmasından on beş yıl sonra İran’dan geçerken duyduklarını
yazması kuvvetle muhtemel gerçeği yansıtmamaktadır[98].
1. 4. Hasan Sabbah’ın
Kaledeki Faaliyetleri
Hasan Sabbah kaleyi ele geçirip, olabilecek tehlikelere
karşı güvenli hale getirdikten sonra artık davetini yapmaya başlamıştır. Onun
ölümünden sonra “davet-i cedid” yani “yeni davet” adını alacak olan davasında
amacı her yerden toprak ve insan kazanmaktı. Özellikle Alamut Kalesi’nin
bulunduğu alan olan Rudbar bölgesindeki toprakları kendi inancına kazandırmak
isteyen Hasan Sabbah, buradaki insanları saldırı ve ikna yöntemleri ile etkisi
altına almayı başarmıştır. Kazandığı yerlerdeki kalelerle yetinmeyen Sabbah,
kalesi olmayan tepelere de şatolar inşa ettirmiştir. Hasan Sabbah’ın bu hızlı
yükselişi Selçuklu Devleti’nin ciddi kararlar almasına sebep olmuştur. Selçuklu
Devleti Nizarilerin hareketlenmelerini durdurması için bölgeye Selçuklu Beyi
Yoruntaş’ı göndermiştir. Yoruntaş ve komutasındaki ordusu Alamut eteklerine
gelerek buradaki Nizarilere saldırılar düzenleyerek onların kapana sıkışmasını
sağlamıştır. Bu saldırılara başta karşılık veren Nizariler bir süre sonra
Selçuklu askerleri karşısında dayanamamıştır. Hasan Sabbah’a kaleyi terk etmek
istediklerini bildiren Nizarileri nasıl ikna edeceğini iyi bilen Sabbah, İmam
Mustansır’dan bir mesaj aldığını ve sabrederlerse talihlerinin açık olacağını
söylemiştir. Bunu duyan halk mucize olduğunu düşünerek kalede direnmeye devam
etmiştir. İlerde sırf bu sebepten Alamut bölgesi “talihli bölge” anlamına gelen
“beldet el ikbal” olarak anılacaktır[99]. Bu esnada Selçuklu Beyi
Yoruntaş’ın vefat etmesi kuşatmanın yarım kalmasına yol açmıştır. Fakat
Nizariler’in peşine bırakmak niyetinde olmayan Selçuklu Sultanı Melikşah, başka
komutanlardan göndererek savaşmaya devam edecektir[100].
Hasan Sabbah, bu olayın ardından adamlarından Hüseyin
Kaani’yi Kuhistan’a göndererek, da’vetine adam kazanmasını istemiştir. Konu
hakkında Melikşah’a bilgi gelince Sultan, komutanlarından Arslantaş’ı Hasan
Sabbah’a, Koltaş’ı da Hüseyin Kaani’ye müdahale etmesi için göndermiştir
(1092). Arslantaş yanına aldığı 70-80 kişi ile birlikte Alamut Kalesi’ne
saldırmaya başlamıştır. Yine başta kuvvetli bir mukavemet gösteren Nizariler,
erzaklarının bitmesi ile birlikte düşmeye ve kaybetmeye başlamıştır. Tam kale
düşecekken Nizarilerin yardım istediği Kazvin Daisi Dihdar Ebu Ali Erdistani
Talekan’da bulunan halktan üç yüz kişiyi silahlarla donatarak Alamut’a
yollamıştır. Bu üç yüz kişi Rudbar ahalisi ile birleşip bir gece vakti
Arslantaş ve ordusuna baskın yapmıştır (1092). Baskından büyük zarar gören
Selçuklu ordusu, geri dönmek zorunda kalmıştır. Bu duruma artık bir son verip
Nizarileri ortadan kaldırmak niyetinde olan Sultan Melikşah, yeniden Kumandan
Kızıl Sarıg’ı Alamut’a göndermiştir. Bu arada Hüseyin Kaani’ye gönderilen
Koltaş’ta onu yakalamak üzeredir. Aslında tam da Kızıl Sarıg’ın Alamut’u ve
diğer kaleleri zapt edip Hasan Sabbah’ı köşeye sıkıştırdığı sırada Sultan
Melikşah’ın vefat haberi gelmiş ve hem Kızıl Sarıg hem de Koltaş geri dönmek
zorunda kalmıştır[101].
Hasan Sabbah kaledeki ve Selçuklu Devleti içerisindeki
faaliyetlerine devam ederken onun Selçuklu Devleti için bir tehlike olduğunun
farkına varan Nizamülmülk, Hasan Sabbah’ı takip ettirse de o bir şekilde
kurtulmayı başarmıştır. Hasan Sabbah, Nizamülmülk’ü emellerine ulaşmada en
büyük düşman olarak görmüştür. Bu konuda Hasan Sabbah’ın, Sultan Melikşah’a
mektuplar gönderdiği de rivayet edilmiştir. Hasan Sabbah dökülen ilk Nizari
kanınında sebebini Nizamülmülk olarak görmüştür[102]. Bu arada Sultan Melikşah’ın
ölümü Nizariler için büyük bir fırsat doğurmuştur. Selçuklu Devleti
karışıklıklarla mücadele ederken, Nizariler Alamut’ta iyiden iyiye yerleşerek
güçlenmiştir[103]. Hatta
Nizariler, Selçuklu ordusundan önce davranıp Nizamülmülk’e de suikast
düzenleyip öldürmüşlerdir. Hem Sultan Melikşah’ın, hem de Nizamülmülk’ün
hayatını kaybetmesi Nizariler için dönüm noktası olmuştur[104].
1. 5. Fedailer ve
Başlıca Suikastları
Nizarilerin suikast yapan askerlerine verilen isim
fedaidir. Onlara “uyuşturucu ile sarhoş edilmiş” manasına gelen haşhaşi de
denilmiştir. Aslında fedailerin kim oldukları ve yaşam tarzları ile ilgili
kaynaklarda çok fazla b ilgi bulunmamaktadır. Nizari fedaileri, küçük yaştan
beri bu iş için yetiştirilip, istenilen kişiyi kurban etme ve istenilen zamanda
intihar edebilme konularında eğitilen tehlikeli kişilerdir[105]. Bu fedailer kendilerini saklamayı
başararak kimsenin onları tanımamasını sağlayabilmişlerdir. Ancak bir fedai
diğerini giydiği kıyafet ya da bir izden tanımıştır[106].
Tarihte ilk kez Hariciler’de görülen fedailerin, teşkilatlı
hale getirilmesi Nizariler’de görülmüştür. Fedailerin en büyük gayesi Nizari
imamının karşısında olan düşmanlara karşı mücadeleler etmek ve bu yolda sonsuz
mutluluğa erişmektir. Hasan Sabbah fedailik sistemini, Mısır’a gittiği zaman,
Halife Mustansır-Billah’ın gözüne kestirdiği güvenilir insanları özel olarak eğittiğini
görmüştür. Bundan ilham alan Hasan Sabbah Alamut Kalesi’nde, Nizarileri
eğitirken aynı sistemi uygulayarak kendine da’vet yapacak ve gerektiğinde
suikast işleyecek adamlar seçmiştir. Bu adamları eğitirken kendilerine geçmişte
yapılan haksızlıkları anlatarak intikamla dolmalarını sağlamıştır[107].
Fedailer suikast yapacakları insanların yanlarına giderken,
gerektiği şekilde kılık değiştirmişlerdir. Seyis, tüccar pazarcı, hizmetçi ya
da mektup getiren elçi, kılığına giren fedailer, kurbanlarının üzerine
saldırarak öldürmüşlerdir. Fedailer bu infazdan sonra sağ bırakılmayacaklarının
farkında olarak öldürülmeyi beklemişlerdir. Fedailere Nizariler tarafından
iltifatlar edilmiş, canlarını veren bu insanların isimleri kalelerin
duvarlarına asılmıştır[108]. Fedailerin
en büyük özelliklerinden birisi de imama mutlak itaat olmuştur. Bu özellikleri
işledikleri suikastların zorluk derecesini bile önemsememelerine sebep olmuştur[109]. Bununla
ilgili en çarpıcı örnek Sultan Melikşah’ın, Hasan Sabbah’a yazmış olduğu
mektubun sonucu olmuştur. Nizarilerin yaptıkları taşkınlıklara karşı Melikşah,
Hasan Sabbah’a elçi göndererek, suikastlara ve baskılara son vermesi
gerektiğini söylemiştir. Hasan Sabbah bu mesaja cevap olarak yanında duran
fedailerine; “Sizden birinizi Mevla’ya göndermek istiyorum hanginiz gitmek
ister” deyince hepsi görev için hazır olduklarını söylemiştir[110].
Melikşah’ın elçisinin şaşkın bakışları arasında, Hasan
Sabbah fedailerden birisine; “Kendini öldür” demiştir. Fedai hiç düşünmeden
hançerini çıkarıp boğazını kesmiştir. Başka bir fedaisine; “Kendini kaleden
aşağıya at” deyince o fedai de gözünü kırpmadan kendisini kaleden aşağıya
bırakmıştır. Hasan Sabbah bunun üzerine elçiye dönerek; “Git Sultanına söyle
benim bu şekilde itaat eden 20.000 adamım vardır” diyerek gözdağı vermiştir.
Elçi ise kan donduran bu görüntüleri Melikşah’a anlatmıştır[111].
Fedailerin suikast yapmak için kullandıkları silah ise
hançer olmuştur. Aslında o dönem kullanılabilecek diğer silahlara Nizariler
ihtiyaç duymamış ve sadece hançer kullanmışlardır. Öldürecekleri insanın
kaçmasını engel olmak ve kesin ölmesini sağlamak hançerle öldürmenin en büyük
sebeplerinden olmuştur. Nizariler suikastlerini herkesin görebileceği kalabalık
alanlarda yapmayı tercih etmiştir. Bunun sebebi ise öldürdükleri vezir, imam ve
emir tarzı kimselerin aslında dokunulmaz insanlar olmadıklarını kanıtlamak ve
Sünni dünyaya gözdağı vermektir[112].
Genel olarak Sünni dünyaya suikastlar düzenleyen Nizari
İsmailileri, Hristiyanlara çok saldırmamışlardır. Hristiyanlara dair yapılan
işlenen ilk cinayet Kudüs Latin Kralı Conrad de Monferrat’ı 1192 yılında
öldürmeleri olmuştur. Yine Ermeni Kilikya Krallığı’nın sahibi Sira Dan Pail’de
Nizariler tarafından öldürülmüştür[113].
Selçuklular ile Nizari İsmailileri arasındaki ilk temas
karşılıklı cinayetler ile başlamış ve büyüyerek artmıştır. İsmaililerin ilk
Selçuklu suikastları Save’de bir Müezzini öldürmeleri ile başlamıştır. Olay
Arayancan’ın makalesinde şöyle anlatılmıştır. Saveli bir grup İsmaili,
İsfahan’da yaşayan bir müezzini kendilerine katılmaya davet etmişlerdir. Ama
müezzin bu daveti reddedince İsmaililer müezzini öldürmüşlerdir. Olay
Nizamülmülk’e gidince vezir İsmaililer’in yakalanmasını istemiştir. Bu İsmaili
grubundan Tahir isminde biri yakalanarak katledilmiş ve sokaklarda sürünmüştür.
Bu kişi Selçuklular tarafından öldürülen ilk İsmaili’dir. İşte Nizari
İsmailileri bu sebepten Nizamülmülke’ten nefret etmiş ve yukarda bahsettiğim
şekilde öldürmüşlerdir. Vezir Ebu’l Fazl’da Nizarilerle işbirliği yapan
Derguzi’nin Irak’ta vezir olmasını istememesinden ötürü suikasta uğramıştır.[114]
Nizari İsmaililerinin suikast düzenledikleri başka bir
zümrede emirler olmuştur. Emir Aksungur Porsuk’ta bu emirlerden biridir.
İsmaililere karşı yaptıkları ile onların nefretini kazanan Emir, Selçuklu
veziri Derguzi’nin İsmaililerle anlaşması sonucu derviş gibi giyinmiş bir fedai
tarafından öldürülmüştür. Ardından Emiri öldüren fedailer yakalanarak iki ayağı
kesilip linç edilmiştir. Bir başka Sünni olan Ahmedil b. İbrahim b. Vehsudan
bir fedainin mektup uzatırmış gibi yapıp hançerlemesine maruz kalmıştır.
Fedaiyi yakalayıp altına alınca diğeri üstüne saldırmıştır. Her ikisini öldüren
Vehsudan en son üçüncü fedainin ortaya çıkması ile öldürülmüştür[115].
Sultan Sancar’ın vezirlerinden Ebu
Nasr Ahmet Kaşani’de Nizarilere karşı etkin mücadele eden kişilerden olmuştur.
Zeynülislam Ebu Sa’d Muhammed Herevi, Sancar döneminin önemli alimlerinden biri
olmuştur. Herevi, 1125’te fedailer tarafından öldürülünce Sancar, Vezir
Kaşani’yi intikam almak için Nizarilerin üstüne göndermiştir. Kaşani ve
emrindeki askerleri Nizari İsmaililerini gördükleri yerde öldürmüşler. Ve
onların mallarını da yağmalamışlardır. Bu sebeple veziri ortadan kaldırmak için
iki fedai vezirin atlarına bakan seyis olarak vezirin yanına girmiştir. Orada
bir süre kalıp insanların güvenini kazanan fedailer bir Nevruz gününde at
seçmeye ahıra gelen veziri hançer ile öldürmüştür[116].
1. 6. Nizarilerin Ele
Geçirdikleri Kaleler
Bâtıniler suikastlarla önemli devlet adamlarını ortadan
kaldırırken bir taraftan da Selçuklu Devleti içerisinde ulaşılması güç
kalelerden oluşan yerler ele geçirilmiştir. Kaleler bazen savaşmadan bazen de
savaşarak farklı şekillerde alınmıştır. Hatta ele geçirdiği kalelerin yanında
sarp kayalıkların tepesine de kaleler yaptırmıştır[117]. Bâtınilerin ele geçirip
kendilerine merkezler kurdukları kalelerden bazıları; Alamut Kalesi, Lammasar
Kalesi, Şahdiz Kalesi, Banyas Kalesi, Vesnemkuh Kalesi, Halincan Kalesi,
Üstünavend Kalesi, Erdehen Kalesi, Girdkuh Kalesi, En-Nazır Kalesi, Et-Tunbur
Kalesi, Haladhan Kalesi, Lencan Kalesi, Erdemen Kalesi, Mesasi Kalesi ve Masyaf
Kalesi’dir[118]
Kaynaklarda, kalelerin alınış şekli ile ilgili şöyle ilginç
bir tespit yapılmıştır. “Ortaçağ tarih kitaplarında genellikle bir kalenin ele
geçirilişinde savaş sırasında öncelikle kaleyi almak isteyen taraf, bir
taraftan burçlara kementler atarak duvarlara tırmanmaya, merdivenler ya da
kuşatma arabalarını dayayarak surları aşmaya çalışırken, diğer taraftan lağım kazarak
içeriye ulaşmak ya da kalenin duvarlarını çökertmek gibi doğrudan saldırıya
dayanan taktikler kullanırdı. Hasan Sabbah bu genel ve olağan tekniklerin
hiçbirini kullanmayarak, tek tek sakin bir şekilde savaşmadan Selçuklu
kalelerini ele geçirmiştir. Hasan Sabbah ve daileri kale dizdarlarının ya da
kale sakinlerinin güvenini kazanmış, kale içine sızmış, sonrasında içerdeki
duruma göre eyleme geçirdiği çeşitli entrikalarla kaleyi ele geçirmişlerdir[119].”
Bâtıniler tarafından ele geçirilen kalelerden olan İsfahan
Kalesi, Sultan Melikşah tarafından yaptırılmıştır. Sultan Melikşah devri bitip
İsfahan Terken Hatun’a geçince, kaleye yeni bir dizdar atanmıştır. Ardından
onun ölümü ile de yerine yeni bir dizdar gelmiştir. Bu yeni dizdarla iyi
ilişkiler kuran Bâtıni daisi Ahmed b. Attaş, dizdar ölünce kaleyi istila
etmiştir. Bu istilanın ardından Müslümanlar çok büyük zarar görmüşlerdir. Bu
durum onların korku ve endişe duymasına sebep olmuştur[120].
Bâtınilerin aldığı kalelerden bir diğeri de Ebher
yakınlarındaki Vesnemkuh Kalesi’dir. Nizariler burayı 1092 yılında almıştır.
Fakat onların Ebher halkına yaptıkları zulüm, dönemin Selçuklu Sultanı
Berkyaruk’a kadar ulaşmıştır. Sultan Berkyaruk, sekiz ay süren mücadelenin
sonunda Ebher’i geri almış ve Batınileri son kişisine kadar öldürmüşlerdir[121].
Halincan Kalesi de Bâtıniler tarafından rahat bir şekilde
alınmıştır. Kaleye tayin edilen muhafız ile marangoz bir Bâtıni güzel ilişkiler
kurarak ona çeşitli hediyeler almıştır. Sonunda uğraşları sonuç vermiş ve
muhafızın kendisine güven duymasını sağlamıştır. Bunun üzerine Türk asıllı kale
muhafızı Bâtıni marangoza kalenin anahtarını bile teslim etmiştir. Bunun
üzerine muhafız bir ziyafette içki içirilerek sarhoş edilerek, Ahmed b. Attaş
kaleye çağrılmıştır. Marangoz kaleyi Ahmed b. Attaş’a teslim etmiştir. İbn
Attaş, muhafız hariç herkesi öldürmüştür. Muhafız ise kaçarak kurtulmuştur[122].
Girdkuh Kalesi’de yine entrikalarla alınmış bir kaledir.
Bunu yapanda Damgan yöneticisi Muzaffer adlı bir emirdir. Muzaffer, Selçuklu
sultanına dürüst davranarak, kendisini Girdkuh Kalesi’ne komutan olarak tayin
etmesini istemiştir. Onun isteğini kabul edip kaleye komutan yapmışlardır.
Komutan bir süre kaleyi tahkim ettirerek içini değerki eşyalar ve erzaklarla
doldurmuştur. Hazır olunca da İsmaili olduğunu söyleyerek kırk yıl Batıniler
adına kaleyi yönetmiştir[123].
Bir diğer önemli Bâtıni kalesi de Şahdiz Kalesi’dir. O da
savaşmadan alınmıştır. Şahdiz Kalesi, Selçuklu hükümdarı Melikşah zamanında
hazine ve silah deposu olarak kullanılmıştır. Rivayete göre, İbn Attaş bir süre
bu kalede yaşamış fakat Şiilik ile suçlanarak kaleden kaçmıştır. Fakat
Abdü’l-İbn Attaş, babasının kaçışı sırasında onun dini konulardaki fikirlerini
paylaşmadığını söyleyince, kalede kalmasına izin verilmiştir. Ancak o gizli
gizli Batıni davası için çalışmaya devam etmiştir. Kale kumandanının gözüne
girerek onun sağ kolu olmuş ve o öldükten sonra onun yerine geçmiştir[124].
Rudbar Bölgesi’nin en büyük kalesi olan Lammasar Kalesi’de
aynı yöntemlerle ele geçirilmiştir. Bu kaleyi elinde tutan Resamuj adlı
yönetici, Hasan Sabbah’a boyun eğdikten kısa bir süre sonra ona karşı isyan
etmiş ve Batıni ittifakını bozarak kaleyi Selçuklu Emiri Nuştekin’e vermeye
karar vermiştir. Sabbah tarafından Kiya Buzurg Ümid oraya gönderilerek 1096’da
gece vakti kaleye baskın yaptırmış ve bölge halkını öldürtmüştür. Lammasar
Kalesi yöneticiliğine getirilen Kiya Buzurg Ümid, kaleyi sağlamlaştırarak bugün
bile ayakata olan su şebekeleri ve sarnıçlar yaptırmıştır. Bu kalenin ele
geçirilmesi ile Alamut’a Şahrud Vadisi’nden gele tüm yollar denetim altına
alınmış ve Bâtınilerin bu bölgedeki konumu bir kez daha güçlenmiştir[125].
Benzer yöntemlerle Hasan Sabbah ve halefleri, propoganda ve
teşkilatlanma sürecinde Alamut Kalesi merkez olmak üzere büyüklü küçüklü
sayıları elliye varan kaleyi ele geçirerek, çok iyi bir şekilde yapılanmış,
Suriye’den Doğu İran’a kadar düz ve eşit olmayan bir biçimde dağınık
topraklarıyla uzun süre var olmayı başarmışlardır. Hasan Sabbah’ın Büyük
Selçuklu Devleti’ni yıkmak için düşündüğü en iyi strateji, kaleleri ele
geçirerek kendisine ulaşılması zor müstahkem bir savunma ve mekan hazırlığı
olmuştur[126].
1. 7. Nizari
İsmailileri’nin Hasan Sabbah’tan Sonraki Liderleri
1. 7. 1. Kiya Buzurg
Ümid (1124-1138)
Hasan Sabbah’ın ölümünün ardından aslen Deylemli olup
Rudbar’da doğmuş olan Buzurg Ümid Nizari İsmailileri’nin hakimi olmuştur.
Buzurg Ümid Hasan Sabbah tarafından üç arkadaşı ile birlikte Lammasar Kalesi’ni
almakla görevlendirilmiştir. Kaleyi almak için iki idareciyi öldüren Buzurg
Ümid ve arkadaşları 5 Eylül 1102’de bunu başarmış ve Hasan Sabbah’ın ölümüne
kadar Lammasar Kalesi’nin valiliğini yapmıştır[127].
Buzurg Ümid on dört yıllık iktidarı süresince Hasan
Sabbah’ın politikasını devam ettirip Selçuklu Devleti’ne karşı daha güçlü bir
Nizari Devleti meydana getirmiştir. Rudbarlı olduğu için bölgeyi iyi bilmesi,
Hasan Sabbah kadar kabiliyetli bir yönetici olması ve askeri açıdan strateji
yapmayı bilmesi sebebiyle güçlü bir lider olmuştur[128].
Buzurg Ümid’in liderliğinin son yıllarında Nizari
İsmailileri gücünü iyiden iyiye artırarak Gazvin ve Gürcistan gibi yerlere
gitmişlerdir. Bununla birlikte dailer de davetlerini sürdürmüştür[129].
Daftary’den edindiğimiz bilgilere göre Buzurg Ümid dönemindeki Nizariliğin
sınırları, İran’daki Rudbar ve Kuhistan’daki büyük bölge ile Suriye’de Cebel
Behra’nın güney kısımlarını kapsamıştır. Nizari İsmailileri’nin egemen olduğu
topraklar ne kadar geniş bir alana yayılmış olsa da bütünlük anlayışından hiç
kopmamışlardır[130]. Buzurg
Ümid başarılı diyebileceğimiz bir liderlik sürecinin ardından Şubat 1138’de
ölmüştür. Yerine ölmeden üç gün önce atadığı oğlu Muhammed b. Buzurg Ümid
geçmiştir[131].
1. 7. 2. Muhammed b.
Buzurg Ümid (1138-1162)
Muhammed b. Buzurg Ümid’in babası tarafından veliaht
seçilmesi ile bir nevi yönetimin babadan oğula geçmesi sistemleştirilmiş oldu.
Muhammed yönetimdeyken de Nizariler genişlemeye devam etmiş ve Deyleman gibi
Gilan gibi yerlerde toprakları büyümüştür. Mevcut kalelerine ek olarak ise
başta Saadetkuh, Mübarekkuh ve Firuzkuh gibi önemli kaleler olmak üzere bazı kaleleri
ele geçirmişlerdir[132]. Fakat
Nizariler Muhammed döneminde Selçuklar tarafından fazlaca yara almış ve Hasan
Sabbah döneminin askeri anlamdaki o güçlü günlerine duymaya başlamışlardır. Bir
taraftan da Nizari İsmailileri için Nizar’ın ölümünden beri ortaya çıkmasını
bekledikleri imam meselesi vardı ki artık onun gelip düzeni sağlaması konusunda
sabırsızlanıyorlardı[133].
Bu konuda öncü olan isimlerin başında gelen kişi ise
Muhammed’in oğlu Hasan olmuştur. Hasan gelecek imam konusunda o kadar donanımlı
bir hale gelmişti ki daha Muhammed ölmeden insanlar ona taraftar olmaya
başladılar. Hatta işi biraz ileri götürüp Hasan Sabbah’ın geleceğini söylediği
imamın Hasan olduğunu bile düşünmeye başladılar. Durumu gören Muhammed keskin
önlemler alarak iki yüz elli Nizari’yi idam ettirerek bir o kadarını da sürgün
etmiştir. Fakat bu tedbirler Hasan yandaşı Nizarileri fikirlerinden döndürmemiş
sadece Muhammed’in ölmesini beklemişlerdir. Bir süre hasta yatan Muhammed Mart
1162’de ölünce yerine ön görüleceği gibi oğlu Hasan geçmiştir[134].
1. 7. 3. Hasan
Muhammed (1162-1166)
Hasan Muhammed İsmaililiğin eski geleneklerini iyi okuyup
öğrenerek kendine taraftar toplamış tüm bunların üzerine konuşmasıyla da
insanları kendisine hayran bırakmayı başarmıştır. Böylece birçok Nizari peşinden
giderek İmam lehine yaptığı çalışmalarda ona destek olmuşlardır[135]. Hasan
Nizari İsmaililiğinin lideri olur olmaz ilk olarak şeriat hükümlerinin
uygulanmasına son vererek kıyameti ilan etmiştir. Bunun için Alamut’a farklı
yerlerden insanları toplamış ardından üzerinde beyaz bir kıyafet ve kafasında
beyaz bir sarıkla gelerek gizli imamdan kendisine mesaj geldiğini söylemiştir[136].
Gizli imamın artık şeriat hükümlerini uygulama döneminin
sona erdiğini ve kıyametin geldiğini söylediğini aktararak Kendisinin de imama
vekil olduğunu duyurmuştur. Bu kıyamet haberinin ardından sofralar kurularak
ziyafet çekilmiştir. Ardından Alamut’un kıyamet haberi her köşeye yayılmıştır[137]. Hasan’ın
ilan ettiği kıyamete itibar etmeyen bir kısım Nizari İsmaili olmuştur. Bunlardan
biri olan Hasan’ın kayınbiraderi bu duruma daha fazla göz yumamayarak Ocak 1166
yılında Lemeser Kalesi’nde Hasan’ı bıçaklayarak öldürmüştür[138].
1. 7. 4. Nureddin
Muhammed (1166-1210)
Hasan’ın ölümünden sonra yerine oğlu Muhammed geçmiştir[139]. 19 yaşında
lider olan Muhammed öncelikle babasını öldüren kayınbiraderi Hasan b.
Namaver’in ailesinden kadın, erkek, çocuk ayırt etmeksizin herkesi öldürtmüştür[140]. Babasının
yolunda ilerleyerek kıyameti devam ettiren Muhammed Hasan’ın imamlığını ima ile
tebliğ etmesinden sonra, açıkça babasının soyunun imamlardan geldiğini ve bir
imam olduğunu söylemiştir. İmam olmalarına kanıt olarak babası Hasan’ın Buzurg
Ümid’in oğlu olmadığını, Nizar’ın, Alamut yakınlarındaki bir köyde bulunan
torunu olduğunu iddia etmiştir. Böylece Muhammed Alamut’ta babasından itibaren
imamlar döneminin başladığını gizlilik (setr) döneminin ise sona erdiğini
açıkça duyurmuş oldu[141].
Daftary’den edindiğimiz bazı rivayetlere göre bu konuda iki
görüş vardır. İlki Mustansır’ın ölümünden sonra Nizarı’ın torunu Mühtedi
Alamut’a getirilmiş ve bunu bilen tek kişi olan Hasan Sabbah onu korumaya
alarak Alamut’un eteklerindeki bir köye götürmüştür. Fakat sonrasında bu çocuk
bir şekilde Muhammed b. Buzurg Ümid’in çocuğu ile değiştirilerek Hasan
olmuştur. Başka bir rivayete göre ise Hasan’ın annesi Nizar’ın soyundan gelen
bir kadındır ve bu kadın Muhammed b. Buzurg Ümid’in himayesine verilmiştir.
Yani Hasan ve oğlu Muhammed Nizar’ın soyundan gelen kişilerdir[142].
Kıyamet fikri ile 46 yıl hüküm süren Muhammed büyük oğlunu
daha çocukken kendi yerine geçecek lider olarak seçmiştir. Celaleddin lakaplı
oğlu Hasan büyüyüp de akli melekelerini kullanmaya başlayınca babasının doğru
bir yolda olmadığını bu kıyamet döneminin sapkın bir düşünce olduğunu dile
getirmeye başlamıştır[143]. Muhammed
oğlunun bu tutumu karşısında ona olan hislerini yitirerek uzaklaşmaya başlamış
hatta onun tavrından korktuğu için zırh giymeye ve onun olduğu ortamlarda
yanında korumaya bulundurmaya özen göstermiştir. Celaleddin Hasan ilginç bir
şekilde babasına ve öğretilerine beslediği düşmanlıkla, dönemin Müslüman
ülkelerine adamlarını yollayarak kendisinin de Müslüman olduğunu tahta geçer
geçmez İslamiyet’i benimsettireceğini söylemiştir. Muhammed Eylül 1210
tarihinde oğlu tarafından zehirle öldürülmüştür[144].
1. 7. 5. Celaleddin
Hasan (1210-1221)
Muhammed’in ölümünün ardından yerine önceden düşünüldüğü
gibi oğlu Celaleddin Hasan geçmiştir. Celaleddin Hasan babasının yolundan
gitmeyerek Alamut için çok farklı bir lider olmuştur. Liderliği eline alır
almaz Bağdat halifesine, Harzemşah Sultanı Muhammed Harzemşah’a ve Arap
hükümdarlarına babasının yolundan gitmeyeceğini Sünniliğe geçeceğini
bildirmiştir. Bu bildirinin karşılığında da bu devletler mutluluklarını
belirten hediyeler göndermiştir[145].
Alamut için Sünniliğe dönen bir lider tabiidir ki direkt
kabul görmemiştir. Bununla birlikte artık Alamut için gizlilik dönemi olarak
anılacak üçüncü ve sonuncu döneme girilmiştir. Celaleddin Hasan ilk iş olarak
Sünni sisteme uygun olarak Nizari köylerine cami ve hamamlar yaptırmış ve Sünni
hocalar getirtmiştir. Yeni sistemleşmeyi gören Halife el Nasır, Ağustos 1211’de
Celaleddin Hasan’ın Sünniliğe geçişini kabul etmiştir[146]. Bu nedenden ötürü Celaleddin
Hasan Yeni Müslüman ( New-Musulman ) olarak anılmıştır[147].
Celaleddin kendinden önceki Nizari liderlerinin aksine
Halife Nasır li- Dinillah’a bağlılığını bildirmek üzere Bağdat’a bir heyet
göndermiştir. Hatta fedailerden oluşan bu heyet ellerinde kelime-i şehadet
yazan bir bayrak ile Bağdat sokaklarını gezmişlerdir[148]. Her ne kadar Celaleddin
Hasan, Halife tarafından bile onay almış olsa da Alamut yakınlarında bulunan
Kazvin halkı Nizari İsmaililerin daha önceki dönemlerde sergiledikleri İslam
karşıtı hareketleri ve suikastları gördükleri için bu duruma inanmakta güçlük
çekmişlerdir. Sırf bu sebepten Alamut kalesini incelemek üzere kadı ve imamlar
görevlendirerek Alamut’a yollamışlardır. Celaleddin Hasan onlara kütüphaneyi
açınca görevlendirilen grup orada bulunan Hasan Sabbah’a ve diğer atalarına ait
İslam karşıtı eserleri kütüphaneden ayıklayarak Celaleddin Hasan’ın onayıyla
Kazvinlilerin önünde yakmışlardır. Ardından Celaleddin Alamut’taki eski sistemi
kötüler nitelikteki konuşmalarını tekrarlamış ve artık tam anlamıyla
Müslümanların Sultanlarının ve Halifelerinin gözüne girerek katledilmelerinin
yasaklanmasını sağlamıştır. Hatta öyle ki Celaleddin Hasan annesini hacca bile
göndermiştir[149].
Celaleddin Hasan, bununla da kalmayarak, kendini Sünni
camiaya ispatlamak adına Kazvin heyetine, İslamiyet’i kabul ettiğini ve İsmaili
düşüncelerinden kurtulduğunu anlatan bir ahitname vermiştir. Hasan bu
ahitnamede dedelerinden ve atalarından bahsederken “Allah kabirlerini
ateşlerle doldursun” şeklinde beddualar etmiştir[150]. Bu arada Celaleddin Hasan
döneminin sonlarına doğru Doğu’da ortaya çıkan Moğol tehlikesinden kaçan Sünni
topluluğu Kuhistan’daki Nizari kasabalarına sığınmak zorunda kalmıştır[151].
Celaleddin Hasan Irak, Arran ve Azerbaycan bölgelerine
giderek buraların yöneticileri ile sıkı bağlar kurmaya çalışmıştır. Bu durum
bir buçuk yıl kadar sürmüş ve Celaleddin Hasan Alamut’a geri döndüğünde
İslamiyeti daha da benimsemiştir. Hatta Gilan Emirlerinin dört kızı ile nikâh
kıymıştır[152].
Cüveynî’den öğrendiğimiz ilginç bir detay ise, Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın
askerleri İslam ülkelerinin üzerine geldiği zaman Ceyhun Irmağı’nın batısında
bulunan meliklerden elçi gönderip Cengiz Han’a kulluğunu bildiren ilk kişi
Celaleddin Hasan olmuştur[153]. Celaleddin
Hasan on bir yıllık farklılıklarla süren Alamut liderliğinden sonra Kasım 1221
yılında dizanteriden ölmüştür[154].
1. 7. 6. Alaaddin
Muhammed (1221-1255)
Celaleddin Hasan ölünce tek oğlu olan Alaaddin Muhammed 9
yaşında yerine geçmiştir. Celaleddin’in ölümünün zehirlenme sonucu olduğunu
düşünen Veziri Celaleddin’in eşlerini, kızlarını, yakınlarını ve diğer devlet
yönetiminde beraber çalıştığı insanları bu konuda suçlayarak öldürtmüştür.
Alaaddin Muhammed her ne kadar küçük yaşta olsa da imam olduğu için Nizari
İsmailileri o ne söylerse onu yapıyorlardı. Çünkü onlara göre imamın yaşı
önemli değildi. Ve o ne söylerse doğruydu. Celaleddin Hasan döneminde Sünni
sisteme geçen Nizariler, Alaaddin Muhammed döneminde Sünnilikten uzaklaşarak
eski hallerine geri dönmüşlerdir[155].
Alaaddin Muhammed çocuk olduğu için zamanını yaşıtları ile
oyun oynayarak geçirip görevi ile ilgilenmiyordu. Bu durumda yönetim başsız
kalmış gibi oldu ve Celaleddin Hasan döneminde korkudan Sünniliğe dönen Nizari
İsmailileri yeni durumda rahatlayarak eski inançlarını tekrar seçmişlerdir.
Hatta gönüllü Müslüman olan halktan bazı insanları da tehditle sindirmişler ve
onlarda Nizari gibi görünüp dinlerini kendi içlerinde yaşamayı tercih
etmişlerdir. Alaaddin Muhammed 6 yıl yönetimde kaldıktan sonra yanındaki
hekimlerden birisi ona kimseye sormadan tedavi uygulamaya başlamıştır. Hekim
Alaaddin Muhammed’den normalden çok kan alınca akli dengesini bozmuş ve
hayaller görmeye başlamıştır. Fakat onu tedavi etsin diye getirdikleri diğer
hekimlerde İmam’ın aklını yitirdiğini söyleyememişlerdir. Çünkü bunu söyleseler
biliyorlardı ki canlarından olacaklardı. Onlara göre İmam asla aklını fikrini
yitirmez bu verdiği değişik kararlar akıl eksikliğinden olamazdı. Böylelikle
çare bulunamayınca Alaaddin Muhammed’in hastalığı iyiden iyiye artarak
çıldırmasına sebep olmuştur[156].
Zincire bağlamak zorunda kaldıkları Alaaddin Muhammed’in bu
durumda bile hasta olduğunu dile getiremeyen Nizari İsmaililerinin ileri
gelenleri kendilerinin inandığı düşünceye Alaaddin’i de inandırınca hasta İmam
geçmişten ve gelecekten bilgiler vermeye başlamıştır. Söyledikleri her ne kadar
yalan yanlış şeyler olsa da hiç kimse ses çıkaramamış ve canlarını düşündükleri
için kabul etmek zorunda kalmışlardır[157].
Alaaddin Muhammed imamlığı süresince her zaman büyük oğlu
Rükneddin’i kastederek “ O benim veliahtımdır.” demiştir. Fakat o böyle
söylediği için yanındaki insanlar da Rükneddin’in söylediği şeyleri imam sözü
sayarak ikiletmeyince Alaaddin Muhammed ona bilenerek diğer oğlunu veliaht
saymaya başlamıştır. Bunun üzerine Nizarilerin ileri gelenleri ilk söylenen
veliahdın doğru olduğunu söyleyerek bu karara saygı duymadılar. Bundan bir süre
sonra Rükneddin babasının yönetimde daha fazla duramayacağını söyleyerek,
tehlikelere karşı imam olarak bir şeyler yapmak istediğini söyleyince ileri
gelenlerde onun yanında oldular. Rükneddin anlaşmadan sonra hastalanıp yatağa
düşmüştür. O sırada Alaaddin Muhammed bir gece yarısı koyun ağılında boynundan
balta ile kesilmiş bir vaziyette bulunmuştur. Olay 1 Aralık 1255’te meydana
gelmiştir.
İKİNCİ BÖLÜM
MOĞOLLAR ve NİZARİ İSMAİLİLERİ
2.
1. Moğolların Cengiz Han Dönemi’ne Kısa Bir Bakış
Moğolistan’da ve onun etrafında XII. yüzyılda birçok küçük
büyük boy bulunmaktaydı. Aralarında Moğollarında bulunduğu bu boylar en batıdan
bakıldığında Naymanlar, Kereyitler, Merkitler, Oyratlar, Tatarlardı[158]. Temuçin yani
Moğolların hükümdarı Cengiz Han 1206 yılında yukarı Asya’nın kağanı olarak
seçilmiş ve Cengiz Han unvanı verilmiştir[159].
Cengiz Han, 1206 kurultayında dağınık olan Moğol
Devleti’nin teşkilatlanmasını sağlamıştır. Bunların arasında en bilineni
“Cengiz Yasaları” olmuştur[160]. Bu yasanın
orijinal bir metni ele geçmemiştir. Fakat bunun bazı parçaları veya içeriği
hakkında bir takım bilgiler Arap ve İranlı tarih yazarlarının veya
seyyahlarının eserlerinde bulunmaktadır[161]. Yasanın Moğollarda ne kadar
zaman yürürlükte olduğu bilinmemektedir. Fakat yürürlükte olduğu süre zarfında
fazlaca saygı görmüştür[162].
Cengiz Han 1226 yılında öleceğini hissedip yerine kimin
geçeceğini söylemek için oğullarını toplamıştır[163]. Cengiz Han oğullarına yerine
Ögeday’ın geçmesini istediğini söylemiş ve onlar da bunu kabul etmişlerdir[164]. Moğollarda
Cengiz Han’ın ölümünden sonra iki yılık bir boşluk görülmüştür. Bu boşlukta
kurultay yapılmayıp hükümdar iki yıl sonra seçilmiştir[165].
2.
2. Moğolların Harzemşah Topraklarını İstilası
Moğol Harzemşah ilişkilerine geçmeden önce birazda Harzem
bölgesi ve Harzemşahlardan bahsetmek yararlı olacaktır. Ceyhun Irmağı’nın akış
yönünde uzanan verimli coğrafyaya “Harzem” denilmiştir. Kuzeyinde Aral Gölü,
güneyinde Karakum Çölü, batısında Üstyurt platosu, doğusunda Kızılkum Çölü
bulunmaktadır. İdari yapı olarak bakıldığında eski devirlerden beri kendine has
bir nitelik taşıyan bu bölge için Ceyhun Nehri hep doğal bir kale işlevi
görmüştür[166]. Bu bölgede
hüküm sürenlere, İslamiyet öncesi dönemden başlayarak harzemşah unvanı
verilmeye başlanmıştır[167].
Harzemşahların kurucusu bir Türk olan Anuş Tegin’dir[168]. Ardından
sırasıyla, Kutbettin Muhammed[169], Atsız[170], İl-Arslan[171], Alaaddin
Tekiş[172], Alaaddin
Muhammed tahta oturmuştur. 1200 yılında Alaaddin Tekiş’in ölümü ile Harzem’e
dönen oğlu Alaaddin Muhammed, abisi Melikşah’ta öldüğü için tek veliaht olarak
tahta oturmuştur (1200-1220). Alaaddin Muhammed hükümdarlığının ilk
dönemlerinde Gurlular ve Karahitaylarla mücadele ederek ikisini de mağlup
etmiştir[173]. Alınan bu
başarı ile birlikte Harzemşahlar bölgenin en güçlü devleti olmuştur. Fakat bu
zafer sarhoşluğuyla doğudan gelen Moğollara karşı yeterince hazırlıklı olup
gardını alamadığı için ilerleyen dönemlerde epeyce zorlanmıştır[174].
Moğol Hükümdarı Cengiz Han’ın ordusu Çin’de büyük başarılar
elde ederken, Çin’deki zenginlikleri bilen ve oraları fethetme isteği içinde
olan bir başka devlet de Harzemşahlar olmuştur. Fakat Cengiz Han
Harzemşahlar’dan önce davranıp Çin’e fetih hareketi düzenlemiştir. Bu konuda
daha sağlam bir bilgi almak isteyen Harzemşah’ı Bahaeddin Razi’nin liderliğinde
bir heyeti Cengiz Han’a göndermiştir[175].
Cengiz Han’da yaşanan hadiselerin üzerine bir heyetle
birlikte Harzemşah’a, içinde sultana verilmek üzere çok değerli hediyelerin
bulunduğu bir ticaret kervanı göndermiştir. Heyet Maveraünnehir’de
karşılanmıştır. Harzemşah ile bir nevi barış anlaşması yapmak isteyen elçiler,
Cengiz Han’ın onları, “en kıymetli oğullarıyla bir tutmayı” teklif ettiğini
söylemişlerdir. Harzemşah’ta Moğol’un gücünün farkında olduğu için barış halinde
olmanın faydalı bir yol olacağını düşünmüştür[176]. Öbür gece Harzemşah
Muhammed, Cengiz Han’ın elçilerinden aslen Harzemli olan Mahmud’u yanına
çağırtmıştır. Harzemli Mahmud’a kendi memleketinin menfaati için Moğol’da casus
olmasını teklif etmiştir. Elçi köşeye sıkışıp teklifi kabul etmiş ve Harzem
ordusunun Moğol ordusundan daha güçlü olduğunu söylemiştir. Bunu duyan
Harzemşah Cengiz Han ile anlaşmayı kabul etmiştir. Sonuçta Moğolları Ön Asya’ya
çeken olaylar böyle başlamıştır[177].
2.
2. 1. Moğolların Ön Asya’ya Gelişi ve Otrar Hadisesi
Elçiler daha sonra Cengiz Han’a geri dönmüştür. Cengiz Han
anlaşmadan çok memnun olmuştur. Bu memnuniyetten sonra oğullarına,
komutanlarına, emirlerine haber göndererek Sultanın ülkesine gidip orada
ticaret yapabilecek adamlar seçmelerini, nadide kumaşlar ve mallar
getirebilmeleri için onlara gerekli sermayeyi vermelerini emretmiştir. Bu
şekilde 400-450 kişi toplanmıştır. Cengiz Han böylelikle ticari dostluğun daha
da pekişeceğini düşünmüştür[178].
Cüzcani’ye göre kervanın içerisinde altın, gümüş, Çin
ipekleri, kunduz ve samur kürkleri ile yüklenmiş 500 kadar deve bulunmaktaydı.
Harzemşahlar tarafından Otrar’da durdurulan kervanda bulunanları Harzemşah
Valisi İnalcık esir alarak öldürtmüştür. Kervandaki yüklerde yağmalanmış ve mallar
satılarak parası sultana yollanmıştır[179].
İbn Battuta’ya göre; “Otrar’a gönderilen tüccarların
malları alındıktan sonra ibret olsun diye uzuvlarının kopartılıp kendi
memleketlerine gönderilmeleri emredilmiştir[180].” Cengiz Han’ın sefer
düzenlemesinin bir sebebi de bu olmuştur. Cüveynî kervandan esir alınan
tüccarlardan bir tanesinin kaçıp Cengiz Han’a olanları anlattığını ve Cengiz
Han’ın bu haber sonrasında çok hiddetlendiğini yazmıştır[181]. Burada Cüveynî’den
öğrendiğimiz ilginç bir detaysa, Cengiz Han’ın Harzemşah’a sefer düzenlemeden
önce elçi gönderip bundan haberdar etmesi olmuştur. Burada Cengiz Han’ın amacı
Harzemşah’ın yenilirse “Habersiz yakalandım” demesini engellemektir[182].
Harzemşahların üzerine yürümeden önce, Uygurlar, Almalık,
Kayalık ve Karluklar Cengiz Han’a yanında olduğunu bildirmiştir[183]. Bu
gelişmeler üzerine Cengiz Han ve dört oğlu geniş bir ordu ile 1211’de Harzemşah
üzerine yürümüştür. Cengiz Han Harzemşah’ın gücü hakkında kendisine
söylenenlere inanmış olacak ki ordusunu donanımlı bir şekilde hazırlamıştır[184]. Otrar’a
gelen ordu Cengiz Han’ın talimatıyla Harzemşehirlerinin arasına girerek
konumlanmıştır. Bu şekilde Harzemşahlı askerlerin birbirleri ile etkileşimi bu
şekilde önlenmek istenmiştir. 150200 bin kişilik bu ordu Harzemşahlar tarafından
bilinmeyen bir taktik olan atlı göçebe taktiği ile büyük bir bozguna
uğratılmıştır[185].
Jean Paul Roux olayın vahametini şöyle anlatmıştır; “Ve
beş yıl boyunca Iran dünyasının üstüne tarihin o güne kadar gördüğü en büyük
yıkıcı güç çöktü. Her şey yakılıp yıkıldı. Ekili tarlalar çöle dönüştü. İlk
çağdan beri gelişmiş bir uygarlığın yeşerdiği Semerkant, Urgenç, Belh, Merv,
Nişapur, Herat, Damgan, Semnan ve Rey kentleri acımasızca tahrip edildi. Her
taraf ceset doldu. Asker ya da sivil, kadın ya da erkek, çocuk ya da yaşlı
sayısız insan kılıçtan geçirildi. Harzem ’deki Urgenç kentinde, ırmağın kentin
dışından geçmesi için Amuderya’nın yatağı kaydırıldı. Cengiz Han’ın en çok
sevdiği torunu Mütügen’in öldürüldüğü Bamiyan kentinde ganimet almaktan
vazgeçildi ve istisnasız her şey ölünün ruhuna adanarak yakıldı.
Nişapur’da kediler ve köpekler bile öldürüldü. insanlar
paniğe kapılmışlardı. Seçkinler olanak bulduklarında kaçtılar. Kalanların
edilgenlik ve tevekkülleri karşısında şaşkınlığa düşüldü. Tek başına bir savaşçı,
bir grup insanı zincire vuruyor ve sonra birbiri ardına hepsini boğazlıyordu.
Bir atlı grubu bir topluluğun çevresini sarıyor ve teker teker öldürülürlerken
hiçbirinin aklına ne kaçmak ne karşı koymak geliyordu[186].”
Otrar hadisesinin vahim sonuçlara sebebiyet vermesinde
Muhammed Harzemşah büyük pay sahibi olarak gözükmektedir. Kendi halkından
binlerce insan ölmüş ve Harzemşahlıların sonunu da getirmiştir. Özaydın’a göre,
Muhammed Harzemşah böyle ufak bir hata yapmasaydı Cengiz Han Çin ve Tangut
seferlerini henüz sonuçlandırmamışken Harzemşah gibi güçlü olduğunu düşündüğü
bir ülkeye sefer düzenlemezdi[187].
Harzemşahlar Devleti, böylece fiilen ortadan kalkmıştır.
Moğollar Buhara’ya yaklaşırken Muhammed Harzemşah, Belh’e doğru gitmiştir.
Moğolların sırayla şehirleri aldığını gören Muhammed Harzemşah, batıya kaçmaya
başlamıştır. Cebe ve Subutay adlı komutanlarını Harzemşah’ın peşinden
yakalamaları için gönderen Cengiz Han’da Harzemşahlar Devleti’nin her tarafını
ele geçirmiştir. 19 Nisan 1220’de Nişabur’da olan Harzemşah, oradan Irak-ı
Acem’e geçmiş, bir ara Moğol ordusu tarafından yakalanacakken kaçıp, Abeskun
adalarından birisine gizlenmiştir. Burada ağır bir hastalığa yakalanan Muhammed
Harzemşah büyük oğlu Celaleddin’i yerine geçirip Aralık 1220’de ölmüştür. Tahtın
yeni sahibi olan Celaleddin’in hükümdar olmasını istemeyen kardeşleri ve bir
kısım emirler, devletin Moğollar tarafından ele geçirilmeye çalışıldığını
unutup taht kavgalarına tutuşmak istemiştir. Bu arada Cengiz Han Harzemşah
hükümdar ailesinin kaçmaması için gözetleme kıtaları hazırlatmıştır. Nesa’da
bulunan yedi yüz kişilik gözetleme kıtasına üç yüz kişilik ordusuyla gizlice
saldıran Celaleddin başarılı olarak kıtayı etkisiz hale getirmiştir. Yavaş
yavaş güçlenmeye başlayan Celaleddin ordusunu 60-70.000 askere kadar
çıkarmıştır[188]. Bu orduyla
kendisini takipte olan Moğolları bozguna uğrattıktan sonra Hindistan’a giren
Celaleddin’e Cengiz liderliğindeki Moğol ordusu İndus Nehri’nde yetişmiştir.
Fakat burada da Moğol ordusunun elinden kurtulmayı başaran Celaleddin üç yıl
Hindistan’da zaman geçirdikten sonra 1224 yılında Kirman’a gelmiştir. Bundan
sonra Kirman’ı, Fars’ı, Isfahan’ı, Irak-ı Acem’i ve Huzistan’ı kendisine
bağlamıştır. Temmuz 1225’te Tebriz’i aldıktan sonra Gürcülerin üzerine
yürüyerek aldıktan sonra Gence ve Tiflis’i ele geçirmiştir. 26 Ağustos 1228
yılında Isfahan önünde Moğollarla yaptığı savaşta Moğolları yenilgiye
uğratmıştır[189]. Fakat tam
bu sıralarda belki de sonunu hazırlayacak bir hata yapmıştır. Selçuklu
Sultanına karşı duran Erzurum Meliki Cihanşah’ın yanında yer alarak
Selçuklulara, Eyyubilerin önemli gördüğü Ahlat'a saldırarak da Eyyubilere
meydan okur bir tavır sergilemiştir. Selçuklular ve Eyyubiler gelene kadar
Ahlat'ı 14 Mayıs 1230 yılında işgal eden Celaleddin, 10 Ağustos 1230'da Yassı
Çimen savaşında büyük bir bozguna uğrayıp Ahlat'ı ve ülkesinin neredeyse
tamamını vermiştir[190].
Cengiz Han’dan sonra hükümdar olan Ögeday, Celaleddin’in bu
yükselişine bir son vermek istemiştir. Bunun için Cengiz döneminin en önemli
komutanlarından biri olan Curmagun Noyan yönetimindeki güçlü orduyu
Celaleddin’in üstüne göndermiştir. İran’ın önemli sayılabilecek bir bölümüne
sahip olan Celaleddin, ilk defa Tebriz’i de İran’ın başkenti yapmıştır[191]. Bölgedeki
diğer devletlere, Moğollara karşı birlik olmayı teklif etmiştir. Celaleddin’i
hazırlıksız yakalayan Moğollar onun hazırlanmasına fırsat vermeden Azerbaycan
üzerinden yürümüşlerdir. Moğollara karşı koymak için Mugan'a gelen Celaleddin
sonrasında bunu göze alamayarak Mugan’ı terk etmiştir. Celaleddin'in bu halini
gören, Curmagun Noyan, Azerbaycan illerini birer birer fethetmiştir. Bu arada,
güneye doğru kaçan Celaleddin’in amacı, Bağdat'a gidip buradaki Müslüman
ülkelerle ve halifeyle Moğollara karşı işbirliği olmuşsa da amacına
ulaşamayarak burada Moğolların baskınına uğrayıp birçok askerini yitirmiştir.
Burada da Moğolların elinden kurtulmayı başarmışsa da bir Kürt tarafından
Meyyafarikin bölgesinde öldürülmüştür[192].
Selçuklular ve Eyyubilerle iyi ilişkiler kurmak yerine
karşısına almayı tercih eden Celaleddin, hem kendisinin hem de Harzemşahlar
Devleti’nin sonunu getirmiştir[193].
Celaleddin’in 1231’de ölümüyle Harzemşah Devleti ve ona bağlı devletler
Moğolların eline geçmiştir. Karargâhını Mugan ovasına kuran Curmagun Noyan,
askerlerinin bir bölümünü de Erran’a yerleştirmiştir[194]. Bu bölgelerin Moğolların
eline geçmesiyle buradaki Türkmenlerde Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmıştır[195].
2.
2. 2. Nizarilerin Harzemşahlara Karşı Tutumu
Alamut’taki Nizari İsmaililerinin Harzemşahlarla ilişkileri
Alaaddin Muhammed dönemin de 1226-1231 yılları arasında olmuştur[196]. Bu dönemde
Moğol saldırıları ile uğraşan Harzemşahlar kendi dertleri ile boğuşurken
Bâtıniler genişlemeye devam etmiştir. Bu Celaleddin Harzemşah’ın öldürülmesine
dek sürmüştür. Bâtıniler ile baş düşmanları olan Selçukluların yerini alan
Harzemşahlar arasında geçen çatışmalar, diplomasi ve cinayetlerle dolu bir
ilişki sürecini oluşturmuştur[197].
Harzemşahlar ile Bâtıniler arasında büyük-küçük pek çok
olay yaşanmıştır. Harzemşahlarla Alamut’un karşı karşıya gelmesinin en büyük
sebebi Harzemşah komutanı Miyançuk’un 1205 yılında plan yaparak çok sayıda
Alamut Nizarisini katletmiş olmasıdır. Bu olaydan sonra Harzemşahlar Alamut’un
en büyük düşmanı olmuştur[198]. Bu dönem
Bâtıni hükümdarı olan Celaleddin Hasan birinci bölümde de bahsettiğimiz gibi
Müslüman olduğunu ilan etmiş ve halkını da Müslümanlığa davet etmiştir.
İslamiyet’i benimsediğini diğer memleketlere de duyurmak isteyen Celaleddin
Hasan, Harzemşahlara, Bağdat’a, Irak Melikine ve önemli başka bölgelere elçi
yollamıştır[199].
Hükümdarlığının ilk zamanlarında Harzemşah’ı destekleyen bir durumda olan
Celaleddin Hasan Rudbar adına hutbe bile okutmuştur.
Fakat bir müddet sonra taraf değiştiren hükümdar halifeye
yardım etmeye başlamış ve halife için Mekkeli bir şerifi suikastla öldürmek
başta olmak üzere birçok girişimde bulunmuştur[200].
Celaleddin Hasan yerine 1121 yılında geçen Alaaddin
Muhammed’in yaşının küçük olması, otoriter durumunu sarsmasın diye epeyce
önlemler alınmışsa da, üstüne bir de hastalığa tutulması kale yönetimini
tekrardan zor duruma sokmuştur[201]. Bu durum
Alamut için her ne kadar kötü görünse de Harzemşahlar’ın Moğollar tarafından
parçalanması Bâtınilerin bu aşamada işine yaramış, Harzemşah hükümdarı Sultan
Celaleddin yeniden güçlenmeye çalışırken Bâtıniler topraklarını hızla
genişleterek parlak bir döneme girmiştir. Bâtıniler Damgan ve Rey’i almaya
kalkışınca Harzemşah hükümdarı Sultan Celaleddin, bunu gidişi durdurmak adına
1227’de Bâtınileri bir ateşkese itmiştir[202]. Fakat bu ateşkesin iki
devlet arasında bir geçerlilik sağladığı görülmemiştir. Bâtınilerin Moğollar ve
halifeyle olan dostane ilişkisi, Sultan Celaleddin’in soğuk davranmasına
sebebiyet vermiştir[203].
2.
3. Cengiz’den
Sonraki Büyük Hanlar Dönemi
2.
3. 1. Ögeday Dönemi
(1229-1241) ve Nizari İsmailileri
Cengiz Han’ın oğullarının her biri kendilerine
paylaştırılan bölgelere gitmiş, kurultayın yapılacağı yıl tekrar baba yurduna
dönüş yapmışlardır. Artık Cengiz Han’ın öldüğü herkese duyurulmuş ve işlerin
daha fazla aksamaması adına kurultay yapılacağı herkese söylenmiştir. Kelüren
Irmağı’nın kıyısında yapılan kurultaya bütün Moğol Noyanları ve Emirleri
katılmıştır[204].
Kurultay’da Ögeday’ın hanlığı konuşulup tartışılmış ve sonunda 1228 yılında
Ögeday’ın Cengiz Han’ın da vasiyetiyle Kaan sıfatıyla tahta oturasına karar
verilmiştir[205]. Ögeday ilk
iş olarak, devletin merkezini yeni bir sur inşa ettirerek Karakum yapmıştır[206].
Ögeday’da aynı Cengiz Han gibi cihan imparatorluğu yolunda
ilerlemek istemiştir. Ağabeyi Çağatay Han’dan da yardım alarak, eski Moğol
alışkanlıklarını kaldırarak yerine yeni idare şekilleri getirmiş ve seferlere
de babasının kaldığı yerden devam etmiştir. Merkezi güçlerin başına Güyük’ü
getirerek onu Batu Han’ın komutasına vermiştir. Hanedan içerisindeki prenslerin
oğullarının da göz önünde ve tanınması için seferlere girmelerini emretmiştir.
Böylece Çuçi’nin oğlu Batu, Çağatay’ın oğlu Buri, Tuluy’un oğlu Mengü ve kendi
oğlu Göyük savaşlarda başarılar elde ederek tanınmışlardır[207].
Ögeday 1226 yılında Curmagun Noyan komutasındaki Moğol
ordusunu Irak ve Horasan taraflarına sefere göndermiştir. Ordu buralarda büyük
katliamlar ve yağmalar yapmıştır[208]. Ardından Abbasiler ile
savaşan Moğol ordusu İslam ordusuna karşı başarı elde edememiştir[209]. Artık
durgun geçen dönemin ardından savaş pozisyonu alan Ögeday, kendisi doğuya ve
Kuzey Çin’e sefere çıkarken 1229 yılında Curmagun komutasındaki bir kısım
askerini de Harzem ordusunun üzerine göndermiştir[210].
Nizari İsmaililerinin Alaaddin Muhammed döneminde, Ögeday
liderliğindeki Moğollar artık Harzemşahları yıkmış ve Nizarilerle Moğollar
karşı karşıya gelmiştir. Bu dönemde Nizari İsmailileri Moğollarla irtibat
kurmayı denemişler hatta Bedreddin Cemal’i Moğol sarayına göndermiş fakat sonuç
alamamıştır[211]. Alaaddin
Muhammed Moğollara karşı bir Müslüman-Hristiyan ittifakı kurmak için, Abbasi
Halifesi Mustansır ile birlik içinde Avrupa Hristiyanlarına elçiler
göndermiştir. Fakat Avrupa bu ittifak teklifini reddederek Moğolların yanında
olmayı tercih edince bu hamle geri tepmiştir[212].
2.
3. 2. Güyük Dönemi (1246-1248) ve Nizari İsmailileri
Ögeday 1241 yılında ölünce, Moğol Devleti uzun bir müddet
hükümdarsız kalmıştır. Bu süreçte tahta vekâleten Töregene Hatun oturmuştur.
Ögeday’ın eşi olan Töregene Hatun Güyük’ün de annesi olduğu için onu tahta
oturmak adına büyük bir çaba sarf etmiştir. Sonunda bütün muhalefet olanlara
karşı çabaları sonuç vermiş ve 1246 yılında Moğol hükümdarı Güyük olmuştur[213].
Güyük Han’ın seçileceği kurultaya bütün Moğol şehzadeleri,
önemli noyanlar ve emirlerin yanı sıra, diğer ülkelerden de gelenler olmuştur.
Kurultayın ne kadar kalabalık olduğunu Cüveynî’nin şu cümlelerinden
anlamaktayız; “Hıtay tarafından emirler ve yüksek rütbeli memurlar;
Maveraünnehir ve Türkistan’dan Emir Mes’ud Beg ile o bölgenin ileri gelenleri,
Emir Argun’un refakatinde Horasan, Irak, Lur, Azerbaycan ve Şirvan’ın ileri
gelenleri; Anadolu’dan Sultan Rükneddin ve Tekvur Sultanı; Gürcistan’dan Sultan
Bedreddin Lulu’nun eşi; Bağdat Darüsselam’ından Başkadı Fahreddin; Erzurum
Sultanı ve Frenk elçileri; Kirman ve Fars’tan yöneticiler; Alamut’tan Alaaddin
ve Kuhistan’dan Şihabeddin ve Şemseddin ile o bölgelerin büyükleri geldiler.
Heyetlerin her biri Kaan’a şahane hediyeler sundular. Bu şekilde gelenler için
yaklaşık iki bin kadar çadır kurdular. Tüccarlar, doğuda ve batıda üretilen en
güzel şeyleri oraya taşıdılar[214].”
Cüveynî’nin aktardığı bu bilgilere göre Alamut’tan da kurultaya katılım
olduğunu anlıyoruz.
Cengiz Han ve Ögeday zamanında çıkarılan bütün kanunları
aynı şekilde kabul eden Güyük Han, hükümdarlığına barışçıl bir şekilde
başlamıştır[215]. Fakat
Alamut Nizarileri Güyük Kağan döneminde de istedikleri sıcaklığı
alamamışlardır. Han’a sundukları anlaşma önerilerinin reddedilmesi ile
Moğollarla bütün ilişkilerini kesmişlerdir. Alaaddin Muhammed Güyük’ün tahta
geçiş kutlamalarına Abbasi halifesi ve Müslüman yöneticilerden oluşan bir
grubun yanında bir heyet göndermiştir. Güyük İsmaili elçilerinin getirdiği
mesaja sert bir karşılık vererek geri çevirmiştir. Eligey isimli komutanını
İran’a göndererek Alamut İsmaililerine karşı harekât düzenlemesini istemiştir.
Hatta bu harekâtın başında Güyük’te gitmeyi düşünmüştür[216]. Fakat gidemeden 1248’de
ölmüştür[217].
2.
4. Mengü Han’ın İsmaililiğe Bakışı
Rükneddin Hürşah’ın Moğollar ile temaslarına geçmeden önce
Mengü Han’ın İsmaililiğe bakışını anlamak gerekmektedir. Cengiz Han’ın oğlu
Toli’nin dört tane oğlu vardı. Bunlar sırasıyla; Mengü Han, Hülagu, Arık Buka,
Kubilay’dı. Çağatay’a tabi olan bir kısım Moğol onun hükümdar olmasını
isteyerek Mengü’nün olmasını reddetmiştir. Bu konudan Cüzcani şöyle bahseder; “Güyük
dünyadan göçünce tüm Moğol büyükleri Batu’ya dönüp ‘Bizim padişahımız sen
olmalısın; Cengiz Han’ın arkasında bıraktığı hiç kimse senden daha büyük
olmadığından taht, taç ve hükümranlık evvela senindir’ dediler. Batu cevap
verdi: ‘Benim ve kardeşim Berke ’nin bu tarafta birkaç ülkemiz vardır; onların
idaresi sebebiyle Çin, Türkistan ve Acem memleketlerini tasarruf altına almak
mümkün olmaz. Doğru olan şudur: Amcamız Toli, Cengiz Han’ın en küçük oğludur ve
gençlik çağında dünyadan göçüp hükümdarlıktan faydalanamadığından, hükümdarlığı
onun oğluna verelim. Mengü Han’ı hükümdarlığa geçirelim’ dedi. Hepsi bu görüşte
karar kıldılar[218]” Böylelikle Mengü hükümdar
olmuştur.
Mengü Han tahta çıktığında 43 yaşındaydı. Onun tahta
çıkması ile birlikte İslam dünyası açısından sıkıntılı bir süreç başlamıştır.
İslam dünyası büyük bir istilaya maruz kalmıştır. Mengü Han’ın istila sebepleri
içerisinde Moğolların genişleme istekleri başta gelirken, diğer bir önemli
sebepte bu bölgelerdeki Moğol komutanlarının Abbasi halifeliği ve İsmaililerle
ilgili istihbarat bilgileri olmuştur[219].
Moğollar batıya sefer yapıp Harzemşahları yıkmış fakat Asya
üzerinde tam anlamıyla bir hâkimiyet sağlayamamıştır. Üstüne üstlük birde bu
bölgelerdeki İsmaililerin Moğollara yaptığı baskı ve zulüm Karakum’a acı bir
şekilde iletilmiştir. Özellikle İran valilerinden Baycu Noyan, merkez
Karakum’a, İsmaililerden ve Bağdat halifesinden dert yanan raporlar
göndermiştir. Aynı şekilde Mengü Han’ın hizmetinde olan Kazvinli Kadılar Kadısı
Şemsettin’de İsmaililerin saldırısında korkuyorum diyerek üstüne bir zırh
giymiş ve Mengü Han’ın huzuruna çıkmıştır. Ona İsmaililerin yaptıklarından da
bahsetmiştir[220].
Cüzcani bu olaydan şöyle bahseder; “Dürüst bir imam,
doğru bir alim olan Kadı Şemseddin Kazvini, birkaç kez Kazvin’den Hıtay
tarafına yolculuk yapmıştı. Vatandan ayrı kalmanın acısına tahammül ederek
Mengü Han’ın hükümdarlığı döneminde bir kez daha onun yanına gitmiş, imkan
bulduğunda yardım talep etmiş ve mülhitlerin İslam memleketlerindeki şer ve
fesadını anlatmıştı. Şöyle rivayet ettiler: Mengü Han’ın huzurunda,
Müslümanlığın ve dinin heybeti ile katı sözler edince, Mengü Han’ın öfkesini ve
meliklik kibrini tahrik etti. Onun hükümdarlık tasarrufunun ve idaresinin aciz
ve zayıf olduğu hakkında sözle söyledi. Mengü Han: ‘Kadı memleketimizde ne
acizlik görmüş ki böyle korkunç laflar ediyor?’ dedi. Kadı Şemseddin ‘Acizlik
ve endişe şudur: Mülhitler cemaati birkaç kale inşa ettiler; bu cemaatin dini,
Hristiyanlık, Müslümanlık ve Moğol dinlerine karşıdır; parayla sizi
aldatıyorlar. Devletiniz biraz zayıflık gösterdiğinde o topluluk kalelerden ve
kaleler arasından çıkarak İslam ehlinden geri kalanları devirip Müslümanlıktan
bir iz bırakmamayı beklemektedirler.’ diye cevap verdi. Bu husus Mengü Han’ın
zihnini, mülhitler ülkesi kalelerini ve Kuhistan’ın Alamut Kalesi’ni yıkmaya
teşvik ve tahrik etti[221].”
Mengü Han’a göre İsmaililer de dâhil olmak üzere
Müslümanları boyunduruk altına almak ya da tamamen yok etmek gerekiyordu. Çünkü
böyle olmazsa Mengü Han genişleyemeyeceğini düşünmüştür. Moğolların istilasının
ardından pek çok siyasi yapı yıkılmış ve geriye sadece, İsmaililer, Abbasiler
ve Memlükler kalmıştır. Onlarda Moğolların ilerleme politikasına engel
oldukları için Mengü Han İsmailileri ortadan kaldırma adına önlemler almıştır[222].
Mengü Han’ın İslam Dünyası’na karşı siyasetinde Doğu
Hristiyanlarının etkisi olmuştur. Bu konuda Akkuş tezinde bize şu bilgileri
vermiştir. “Gürcü ve Ermeni krallarının Mengü’yü bizzat ziyaret ettikleri bazı
noktalarda onu İslam dünyasına karşı kışkırtmış olabilecekleri konusunda kısmen
de olsa görüş birliğine ulaşabiliyoruz. Belki bu tahrikleri birinci etken
olarak görmek mümkün olmayabilir. Ancak zaten bu toprakları istila ederek
genişlemeyi düşünen Mengü için teşvik edici olmuş olabilir[223].”
2.
5. Rükneddin Hürşah Devri ve Moğollarla Temasları
Moğollarda Mengü Han, bütün cihana hâkim olma arzusunda
olduğu için ve kardeşi Hülagu Han’ın da ona savaş anlamında büyük desteğinin
olacağını bildiği için memleketin dört bir ucuna saldırılar yapmaya karar
vermiştir. Bu fikirle sağ ve sol kolu olarak düşündüğü Kubilay ve Hülagu
Hanları başka başka yerlere göndermiştir. Kubilay Han’ı, Hıtay, Maçin, Karaçanık,
Tangut, Tibet, Curce, Sulenga Koli ve bazı Hindistan memleketlerine gönderen
Mengü, Hülagu’yu da Batı İran, Şam, Mısır, Rum ve Ermeni memleketlerine tayin
etmiştir[224].
Mengü görevlendirmeleri yaptıktan
sonra Hıtaylılardan savaşabilecek durumda olan bin aileyi çağırmıştır.
Hülagu’nun askerleri ile birlikte geçebileceği yerlerin koruma altına alınması
ve nehirlerin olduğu yerlere köprüler kurulması için elçilerde göndermiştir.
Tüm bu ordular hazırlandıktan sonra Ketboğa Noyan komutasındaki öncü birlik
İran’a ilerlemiştir. Böylece Hülagu Han’ın geçeceği yollarda güvence altına
alınmıştır. Ardından her şey tamamlandıktan sonra Hülagu için İran’a doğru yola
çıkmadan şenlikler düzenlenmiştir[225]. Böylece Hülagu ordusuyla birlikte
İran’a doğru yola çıkmıştır[226].
2.
5. 1. Moğollar
Tarafından Kalelerin Alınması
Hülagu Han’ın, Ketboğa Noyan komutasındaki öncü birliği
Ağustos 1252’de Nizari İsmaililerine karşı saldırmak için yola çıkmıştı.
Ketboğa öncelikle Kuhistan vilayetlerine giderek bunlardan bazılarını almıştır.
Ardından Girdkuh Kalesi’nin eteklerine gelerek askerlerine kalenin çevresinde
bir hendek kazmalarını ve çevresine de bir duvar örmelerini söylemiştir. Tüm
bunlar yapıldıktan sonra Ketboğa , Böri’yi oraya bırakarak, kendisi Mihrin
Kalesi’nin önlerine gidip buraya da mancınıklar kurmuştur. Moğolların bu öncü
ordusu, Ağustos 1253’te Şahdiz, Tarım, Rudbar, Mansuriye ve Aluh-Nişin’de epey
bir insan öldürmüşlerdir. Fakat Aralık 1253 tarihine gelindiğinde Girdkuh
Kalesi içinde bulunanlar gece dışarda bekleyen Moğol askerlerine saldırarak yüz
kişiyi ve ordunun lideri Emir Böri’yi öldürmüşlerdir[227]. Bunun üzerine Ketboğa Noyan
Kuhistan’ı tekrar yakıp yıkmaya başlamıştır. Tun ve Turşiz’i önce yağma edip
halkını öldürmüşler sonra buraları ele geçirmişlerdir. Aynı senenin Eylül’ünün
başlarında Mihrin Kalesi’ni, Kasım’ın 20’sinde ise Kemali Kalesi’ni ele
geçirmişlerdir. Hatta Girdkuh halkından Nizari Lideri Alaaddin Muhammed’e; “Kalelerin
düşmesi yakındır” şeklinde mesaj gönderilmiştir[228].
Hülagu Han, Melik Şemseddin Kert’i Sertaht Kalesi’nin
lideri Nasıreddin Muhteşem’e elçi olarak göndermiştir. Nasıreddin epeyce yaşlı
olduğu için direnmeyerek emre itaat etmiştir. Hülagu Han Zave ve Hvaf
sınırlarına yaklaşırken biraz rahatsızlanmıştır. Kuka İlgay ve Ketboğa Noyan’ı
Nizari İsmaililerinin kalelerinin kalan kısımlarını da almak için
görevlendirmiştir. Moğol askerleri öncelikler Kuhistan’ı almıştır. Temmuz
1255’te Tus şehrine gelerek mancınıkları ile savaşmışlar ve burayı da
almışlardır[229].
Nizari İsmaililerinin lideri Alaaddin ölünce yerine oğlu
Rükneddin Hürşah geçmiştir. Aslında Reşidüddin Fazlullah’a göre Alaaddin’in
ölümü şöyle olmuştur. Aralık 1255’te Alaaddin’in hacibi olan Hasan Mazenderani,
Alaaddin’in oğlu Rükneddin Hürşah ile anlaşarak, Şirkuh’ta sarhoşken onu
öldürmüştür. Hatta birkaç kişiyi bu olayda suçlu ilan edip gözleri
kendilerinden uzaklaştırmak istemişlerdir. Rükneddin Hürşah her ne kadar bu
cinayeti Hasan Mazenderani ile işlemiş olsa da ona güvenemeyerek yanına bir
fedai göndermiş ve onu öldürtmüştür. Hürşah bu durumu da babamı öldürten o
olduğu için bende onu öldürdüm şeklinde açıklamıştır[230]. Babasının aksine insanlara
iyimser yaklaşan Rükneddin halkıyla iyi geçinmeye çalışmıştır[231]. Tahta
oturduğu ilk yıllarda başta annesi ve kız kardeşleri
olmak üzere birçok insan onu babasının ölümünden sorumlu
tutmuştur[232].
Nizarilerin içinde huzuru sağladıktan sonra Moğollar ile temasa geçen
Rükneddin, Hemedan’da bulunan Moğol Valisi Yasavur Noyan’a elçisini göndererek
Moğollara karşı gelmeyeceğini bildirmiştir. Yasavur Noyan ise Hülagu’nun İran’a
yaklaştığını onunla Rükneddin’in karşılaşıp bir orta yolu bulması gerektiğini
söylemiştir[233]. Bu
mektuplaşmanın ardından kardeşi Şahinşah’ı devletin önde gelenleri ile birlikte
Hülagu’yu karşılamaya göndermiştir. Kazvin sınırında Yasavur Noyan’ın ordusuna
katılan Şahinşah ve yanındakileri Yasavur Noyan Hülagu’ya göndermiştir[234].
Yasavur Haziran 1256 yılında ordusu ile birlikte Alamut
Rudbar’ına dayanmıştır. Moğolların kaleye geldiğini öğrenen Rükneddin Hürşah ve
askerleri de Alamut’un tepesindeki Siyalan Kuh’ta toplanmıştır. Moğol ordusu
yukarıya doğru tırmanınca savaş başlamıştır. Fakat dağın zor ve eğimli yapısını
gören Moğol askerleri, Nizari İsmaililerinin de kalabalık olduğunu anlayınca
geri dönmüşlerdir. Çekilirken de şehri yakıp yıkmışlardır[235].
Hülagu’ya gönderilen Şahinşah ve beraberindekiler bu arada
geri dönerek Rükneddin Hürşah’a mesajlarını getirmişlerdir. Hülagu elçilerle
gönderdiği mesajda babasının suçlarını affedeceğini, zaten Rükneddin’in de
hiçbir suçu olmadığını, kalelerini yıkarak kendisine itimat ederse sorun
kalmayacağını söylemiştir. Bunları duyan Rükneddin Hürşah, Hülagu’ya verdiği
sözleri tutmuş gibi görünmek adına sadece Alamut, Meymundiz, ve Lammasar
kalelerinin kapılarını ve bazı duvarlarla surları yıkmıştır. Yasavur Noyan ve
ordusu Hülagu’nun buyruğu ile şehirden çıkmışlardır. Şahinşah Hülagu’ya boyun
eğeceklerini bildirdikten sonra kaleyi onlara vermek için bir yıl mühlet
istemişler ve bazı elçiler kalenin kalan kısmını bozmak için orada kalmışlardır[236].
Rükneddin Hürşah verdiği teslim olma sözünü yerine
getirmeyerek ertelemeye çalışmıştır. Hatta Hülagu’ya elçi ile iki yazı
göndermiştir[237]. Bu
yazıların birisinde özür dileyerek tekrar zaman istemiş, diğerinde ise Girdkuh
ve Kuhistan naiblerinin ona kulluklarını bildireceklerini söylemiştir. Dediği
gibi de olmuş ve naibler kulluğunu bildirmiştir. Hülagu bu seferde Rükneddin’e
elçi yollayıp bir an önce kulluğunu göstermesini istemiştir. Aksi takdirde de
oğlunu göndermesini istemiştir. Bunun üzerine 22 Eylül’de Moğol ordusu
Meymundiz Kalesi’ne gelmiştir. Orduyu ve Moğol bayrağını gören Rükneddin telaş
ve korkuya kapılarak çare düşünmeye başlamıştır. Danışmanları ve hanımlarının
tavsiyesi ile de oğlunu göndermeyerek hile yapmaya karar vermiştir. Babası
Alaaddin Muhammed daha önce saray hizmetçilerinden birini hamile bırakmıştır.
Sonra çocuk doğunca kimse onu kabullenmemiş ve herkes dışlamıştır.
Rükneddin’inde aklına bu çocuk gelmiştir. Kendi oğlu ile yaşıt olan bu çocuğu
kendi oğluymuş gibi yola çıkarmıştır. Fakat kale sınırlarına gelen Hülagu, çok
kısa sürede onun Rükneddin Hürşah’ın oğlu olmadığını anlamıştır. Fakat durumu
fark ettiğini Rükneddin’e söylemeyerek çocuğu geri göndermiş ve onun yerine
kardeşi Şahinşah’ı istemiştir[238].
Rükneddin’de bunun üzerine diğer kardeşi Şiran Şah’ı
göndermiştir. Bu arada Hülagu Girdkuh Kalesi’ni de teslim alınca tekrar
Rükneddin’e elçiyle, “Eğer Rükneddin Meymundiz’i yıkar gelir de bana
bağlılığını bildirirse, böyle yapanlara davrandığım gibi ona da iyi davranıp
ilgi ve sevgi gösteririm. Bunu yapmazsa başına geleceği Allah bilir.”
haberini göndermiştir[239].
Moğollar ve Bâtıniler arasındaki temaslar ve elçilerin bir
aya yakın geliş gidişinin ardından deniz yoluyla büyük bir orduyla Buka Timur
ve Köke İlgay, Rükneddin’in peşinden saray ve kalesini almak üzere Meymundiz’e
gelmişlerdir. Diğer taraftan Mengü Han’da Moğol ordusuyla Talikan yolundan
Rükneddin’in memleketine doğru yola çıkmış ve Şevval aynın 17’sinde Meymundiz’e
gelmiştir. Rükneddin kendini korumak için kalenin düşmesinden sonra istifa
etmiştir. Padişahın orduları ile halk arasında iki üç gün savaş devam etmiş ve
25 Şevval’da savaş korkuyla sona ermiştir. Rükneddin hemen ertesi gün oğlunu ve
başka kardeşi olan İran Şah’ı Nizari İsmaililerinin ileri gelenleri ile
dışarıya göndermiştir. Kendisi de Şevval ayının 27’sinde padişahın huzuruna
giderek bağlılığını bildirmiştir. Elinde bulundurduğu hazinesini de böylelikle
padişaha vermiştir. Her ne kadar bilindiği kadar çok ve güzel olmasa da bütün
hazineyi çıkarmışlardır. Padişah hazinenin çoğunu
askerlerine ayırmıştır. Ardından da diğer kaleler savaşsız yıkılmıştır.
Böylelikle Rükneddin Hürşah’ın hükümdarlığı tam bir yıl sürmüştür[240].
2.
5. 2. Kalelerin
Alınmasından Sonra Bâtınilerin Durumu
Rükneddin hala bahtlı olduğu için kaleden dışarı çıkmış ve
padişahın emirlerinden Tamga bir grup ile onun korumuştur. 40 kale ve surun
sakinlerini padişahın buyruğuyla dışarı çıkarmışlar fakat Alamut ve Lammasar
Kalesi’nin sakinleri padişahın ordusunun gelmesine kadar kalelerde kalmak için
ricada bulunmuşlar ve padişahın askerleri kaleler civarına geldiğinde kaleden
çıkacaklarına söz vermişlerdir. Padişah iki ve üç günden sonra yola çıkmıştır.
Rudbar şehrinden geçtikten sonra çadırları kurmuşlardır. Deylem meliklerinin
merkezi olan bu şehirde Alaaddin tarafından yapılan köşk ve bahçeleri gezmek
için burada durmuşlardır. Orada dokuz gün eğlence meclisi hazırlamışlardır.
Sonra Alamut Kalesi’ne gelmişler ve kale halkını itaat etmeye razı etmek için
Rükneddin’i göndermişlerdir. Kalenin komutanı olan Mukaddem itaat etmeyi kabul
etmemiştir. Padişah Bulaga’yı tecrübeli bir orduyla kaleyi kuşatmak üzere
göndererek kendisi de Lammasar üzerine yürümüştür. Alamut kalesinin ileri
gelenleri barış için dışarı çıkmış ve savaştan vazgeçmişlerdir. Elçilerin geliş
gidişleri sonunda da kaleden inmişlerdir. Fakat kale halkı mallarını toparlamak
için üç gün mühlet isteyip öyle çıkmışlardır. Dördüncü günde Moğol ordusu kalan
malları yağmalamaya girmiştir[241].
Cüveynî Alamut Kalesi’ndeki kütüphanenin yakılması ile
ilgili bilgiler vermiştir. Cüveynî’nin cümleleri şu şekildedir; “Alamut boynu
yerde, diz çökmüş bir deveye benzer. Lammasar’ın eteğinde bulunduğum sırada ünü
her tarafı tutmuş olan kütüphaneyi görme isteğimi padişaha arz ettikten sonra
ona, ‘Oradaki nefis kitapları ziyan etmemek gerekir’ dedim. Bu teklifim
padişahın hoşuna gitti. Emri üzerine oraya gidip Kuran-ı Kerimlerden ve faydalı
kitaplardan elime geçenleri ‘Ölümden hayat çıkarır’ gibi çıkardım, kürsilerden
rasat aletlerini, zatu’l halak ile yarım ve tam usturlabları ve bunun gibileri
aldım. Akli ve nakli ilimlerde yeri olmayan, onların sapık mezhepleri ile
ilgili bütün kitapları yaktım[242].”
Hülagu askerlerini orayı yıkmak için görevlendirmiştir.
Kale epey zor bir şekilde yıkılmıştır. Padişahta o süreçte Lammasar’a yerleşip
oranın halkına belki barış isterler diye süre tanımıştır. Fakat faydası olmayınca
ordusunu kuşatma için göndermiş ve ordu kazanmıştır[243].
Rükneddin Hürşah’ı ise ailesi ve malları ile birlikte
Kazvin’e yerleştirmişlerdir. Rükneddin Moğolların iyi davranmasından cesaret
bularak Hülagu’ya; “Yaşadığım bu günler sizin iyiliğiniz sayesinde ömrüme ilave
edilmiştir. Sizden ricam bu günler hoşça geçirmeme müsaade etmektir” demiştir.
Hülagu’da bu isteği kabul ederek Rükneddin’e bir miktar altın verip, gününü gün
etmesini sağlamıştır. Rükneddin bu kadar iltimaslı davranmayı görünce Hülagu’dan,
Mengü Kağan’ın yanına gitmeyi talep etmiştir[244]. Hülagu Han bu teklifi kabul
ederek Rükneddin’i yanında bir elçi ile Mengü Kağan’ın yanına göndermiştir.
Rükneddin’in yolculuk esnasında elçi ile arası bozulunca, elçi Mengü Kağan’ın
yanına varınca Rükneddin’i ona kötülemiştir. Elçinin söylediklerini dikkate
alan Mengü, Rükneddin’e; “Madem bize bağlılığını bildirdin. Neden hala bazı
kaleler İsmaililerin elinde. Derhal git o kaleleri de yıktır” demiştir[245]. Mengü Han,
onu elçiler ile birlikte kaleleri yıktırmaya göndermiştir. Kangay’ın yanına
geldiklerinde onu ziyafet verme bahanesiyle tenha bir yere çekip, bütün
hınçları ile saldırmışlardır. Rükneddin’i önce ayaklarının altında çiğneyip
ardından kılıçtan geçirmişlerdir[246].
Cüveynî Rükneddin ve sülalesinin sonunu şöyle anlatır.
“Aslında Cengiz Han’ın koyduğu ve daha sonraları da geçerliliğini koruyan bir
yasaya göre, İsmaililerden beşikteki bir çocuğun bile canlı bırakılmaması
gerekiyordu. Zaten kaleler düştükten sonra İsmaililerin askerleri binler,
yüzler şeklinde gruplara ayrılmış ve her bir grup, Moğol komutanının ve
askerlerinin gözetimi altına verilmişti. O sırada çıkardıkları bazı olaylar,
onların kan damarlarının kesilmesine sebep oldu. Mengü Kağan bütün ordulara
elçiler göndererek, aralarında bulunan İsmaililerin öldürülmesini emretti.
Karakay Bitikçi, Kazvin’e gidip Rükneddin’in oğullarını, kızlarını kardeşlerini
ve dostlarını, sözün kısası onun kavminden olan herkesi yokluk ateşine attı.
Onlardan ikisini üçünü de Bulagan’ın eline verdi. Bulagan da onu fedailer
tarafından bıçaklanarak öldürülmüş olan babası Çağatay’ın kısası olarak öbür
dünyaya yolladı. Böylece Rükneddin’in soyundan kimse kalmadı[247].”
Irak’taki İsmaili davetinin lideri olan Abdülmelik ibn
Attaş ile 1072 yılında Rey’de tanışma fırsatı bulmuştur. Abdülmelik ibn Attaş,
kendisine Kahire’ye gidip halife ile tanışmasını söyleyince de uzun bir
yolculuğa başlamış, Müstansır’ın ölümünden sonra da Nizar’ı desteklemiştir.
İran’a gelen Sabbah, burada dağlık kesimlerin davetine uygun yerler olduğunu
düşünerek Alamut Kalesi’ni bir şekilde almıştır. Hasan Sabbah hem fedaileri ile
hem de kendi fikrini yayan daileri ile birlikte kısa zamanda Alamut Kalesi’nde
müstakil bir terör devleti oluşturmuştur. Öyle ki bir süre sonra Alamut Kalesi
ile birlikte İran’daki birçok kaleyi daha almıştır. Özellikle Moğolların bu
dönem Harzemşahlarla savaş durumunda olması ve Selçukluların bazı iç karışıklıklar
yaşaması, Nizari İsmaililerinin işine yaramış ve genişleme fırsatı
bulmuşlardır.
Moğollar Ögeday döneminde genişleme politikasına devam
ederek Harzemşahları yıkıp ve Nizarilerle karşı karşıya gelmişlerdir. Aslında
Bâtıniler ile Moğolların karşı karşıya gelmesinde Harzemşahların rolü büyük
olmuştur. Moğollar, Harzemşahlar ile savaşmak için Ön Asya’ya gelmemiş olsa
belki de Bâtıniler ile karşılaşmayacaktı. Bu dönemde Nizari İsmailileri
Moğollarla irtibat kurmayı denemişlerdir. Hatta Moğol sarayına elçiler bile
gönderilmiş fakat sonuç alınamamıştır. Moğolların Güyük Han döneminde ise
Nizariler yine bu devletten istedikleri yakın ilişkileri görememişlerdir.
Güyük’e sundukları anlaşma önerilerinin reddedilmesi ile Moğollarla Nizariler
bütün ilişkilerini kesmişlerdir. Bu süreçte Nizari İsmailileri’nin Güyük’ün
tahta geçiş kutlamalarına gönderdiği heyeti Güyük, sert bir karşılık vererek
geri çevirmiştir.
Moğolların Mengü Han döneminde Nizarilerin durumları ve
herkesin onlardan şikâyet etmesi, Mengü Han’ı onların üzerine saldırmaya sevk
etmiştir. Mengü Han Batıya gönderdiği orduların bir kısmını Nizari kalelerine
yönlendirmiştir. Nizari lideri Rükneddin Hürşah her ne kadar Hülagu ve
ordusundan korksa da mazeretler uydurarak kalesinden inmek istememiştir. Bu dönemde
gidip gelen elçilerde Rükneddin’in teslim olmasını sağlamamıştır. Hülagu, son
bir çabayla direnmeye çalışan Nizari İsmaililerinin lideri Rükneddin Hürşah’a
bir yıllık bir mühlet verdikten sonra sonuç alamayınca 1256’da harekete
geçmiştir. Selçukluların ve Harzemşahların yıkamadığı İsmailileri Moğollar çok
kanlı bir şekilde yıkmıştır.
Nizari İsmailileri, uzun yıllar Selçuklu Devleti’nin
içerisinde küçük bir devlet gibi kalmayı becerebilmiştir. Nizari İsmailileri,
fedaileri ile başta Selçuklu Devleti olmak üzere büyük devletlerin önemli
isimlerine korku salmış hatta Vezir Nizamülmülk gibi bazı devlet adamları
suikastlara kurban gitmiştir. Bu örgüt, yıllarca Harzemşahlar ve Selçuklular
gibi güçlü devletlerin karşısında bir şekilde tutunmuştur. Bunun başlıca
sebepleri Selçuklu Devleti’ndeki iç karışıklıklar ve Harzamşahların Moğollar
ile mücadelesi ve olmuştur. Aslında her ne kadar Moğollar Harzemşahları yıkıp
Bâtınilerin bir süreliğine daha ayakta kalmasına vesile olsa da ardından
Moğollar Bâtınilerin sonunu getiren devlet olmuştur. Nizari İsmaililerinin ilk
yıllarındaki birbirlerine ve inançlarına sadakati de onların Selçuklu Devleti
karşısında ayakta kalabilmelerini sağlamıştır. Moğollar Ön Asya’ya
geldiklerinde zaten Batıniler de inançlarında sallantılar yaşamışlar ve
Celaleddin Hasan döneminde Müslümanlığa bile geçiş yapmışlardır. Bu durum
Bâtınilerin Moğollar tarafından yıkılmasını kolaylaştırarak tarihin seyri
açısından çok önemli etkiler yaratmıştır. Moğollar, Alamut Kalesi’ni aldıktan
sonra buradaki her şeyi yok etmiş Bâtınilerin yazılı kaynakları da böylelikle
yakılmıştır
AKKUŞ, Mustafa;
“İlhanlıların Anadolu’daki Dini Siyaseti”, (Yayımlanmamış Doktora Tezi, Selçuk
Üniversitesi, Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı, Konya 2011).
______________________ ;
Nizamü’l-Mülk Suikastının Dönemin Kaynaklarına Yansıması, Selçuk
Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Dergisi, Konya 2018, s. 165186.
ALİNGE, Curt; Moğol
Kanunları, çev: Çoşkun Üçok, Sevinç Matbaası Ankara 1967.
ATICI ARAYANCAN, Ayşe;
Dağın Efendisi Hasan Sabbah ve Alamut, 2. Baskı, Yeditepe Yayınevi,
İstanbul 2012.
; “Hasan Sabbah ve Halefleri Tarafından Suikasta Kurban
Giden Devlet Adamları 1090-1257”, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, 38.
ICANAS Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi Bildirileri,
C. 1, Ankara 2012, s. 333-345.
ATICI, Ayşe; Büyük
Selçuklu İmparatorluğu’nda Batıni Hareketi, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Ankara Üniversitesi, Genel Türk Tarihi Anabilim Dalı, Ankara 2005).
AYDIN, Ömer; Hasan
Sabbah’ın Gizli Öğretisi, Nobel Bilimsel Eserler Yayınları, Ankara 2019.
BARTHOLD, Vasilij
Vladimiroviç; Moğol istilasına Kadar Türkistan, çev: Hakkı Dursun
Yıldız, Kervan Yayınları, İstanbul 1990.
BİLGİN, Orhan;
“Cüveynî Ata Melik”, DİA, C. 8, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
İstanbul 1993, s. 140-141.
CÜVEYNİ, Alaaddin Ata
Melik; Tarih-i Cihan Güşa, çev: Mürsel Öztürk, 1. Baskı, TTK Yayınları,
Ankara 2013.
ÇAKMAK, Mehmet Ali; “Moğol İstilası ve
Harzemşahlar
İmparatorluğu’nun Yıkılışı”, Türkler, ed: Hasan
Celal Güzel v.d., C. 4, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 1430-1447.
ÇEVİK, Murtaza;
“Hülagu’nun Batıya Gönderilme Meselesi ve Batı Seferi’nin Anadolu’ya Etkileri”,
Cappadocia: Journal Of History And Social Sciences, 2015, s. 139-153.
DAFTARY, Farhad; Muhalif
İslam’ın 1400 Yılı İsmaililer Tarih ve Kuram, çev: Ercüment Özkaya,
Rastlantı Yayınları, Ankara 2001.
______________________ ;
Şii İslam Tarihi, çev: Ahmet Fethi Yıldırım, Alfa Tarih Yayınları,
İstanbul 2016.
DARİBAY, Muratbek;
“Otrar Bölgesi ve İslam Tarihindeki Önemi”, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Selçuk Üniversitesi, İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, Konya 2011).
D’OSSHON, Abraham
Konstantin; Moğol Tarihi Denizler İmparatoru Cengiz, çev: Bahadır
Apaydın, 1. Baskı, Nesnel Yayınları, İstanbul 2008.
EBERHARD, Wolfram; Çin
Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1947.
EBU ZEHRA, Muhammed;
İslam’da İtikadi Siyasi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, çev: Sıbğatullah Kaya, Çelik
Yayınevi, İstanbul 2011.
EL-BAĞDADİ, Ebu Mansur
Abdulkaahir b. Tahir Muhammed; Mezhepler Arasındaki Farklar, çev: Ethem
Ruhi Fığlalı, Kalem Yayınları, İstanbul 1979.
EL-CÜZCANİ, Minhac-ı
Sirac; Moğol İstilasına Dair Kayıtlar, çev: Mustafa Uyar, Ötüken Yayınevi,
İstanbul 2016.
ESİR, İbnü’l; El-Kamil
fi’t-Tarih, çev: Ahmet Ağırakça, C. 3, Bahar Yayınları, İstanbul 1991.
ESİR, İbnü’l; El-Kamil
fi’t-Tarih, çev: Ahmet Ağırakça, C. 10, Bahar Yayınları, İstanbul 1991.
EŞ-ŞEHRİSTANİ,
Muhammed b. Abdülkerim; Dinler ve Mezhepler Tarihi, çev: Muharrem Tan,
Yeni Akademi Yayınları, İstanbul 2006.
ET TABERİ, Ebu Ca’fer
Muhammed b. Cerir; Tarih-i Taberi Tercemesi, C. 3, Can Kitabevi,
İstanbul 1983.
FARAC, Gregory Ebu’l; Ebu’l Ferec Tarihi, C. II, çev: Ömer
Rıza Doğrul,
2.
Baskı,
TTK Yayınları, Ankara 1987.
FAYDA, Mustafa;
“Ebubekir”, DİA, C. 10, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1994,
s. 101-108.
____________________ ;
“Ömer”, DİA, C. 34, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2007, s.
44-51.
FAZLULLAH, Reşidüddin;
Camiu’t-Tevarih (İlhanlılar Kısmı), çev: İsmail Aka v.d., 1. Baskı, TTK
Yayınları, Ankara 2013.
; Cami’ü ’t-Tevarih (Zikr-i Tarih-i Al-i Selçuk),
çev: Erkan Göksu H. Hüseyin Güneş, 1. Baskı, Bilge Kültür Sanat Yayınları,
İstanbul 2014.
FAZL ALLAH HAMİDANİ,
Rashid al-Din; Jami’al-Tavarikh, Tehran
2008.
FIĞLALI, Ethem Ruhi; İmamiyye
Şiası (Caferiyye Mezhebi), Selçuk Yayınları, Ankara 1984.
___________________________ ;
“Hariciler”, DİA, C. 16, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1997,
s. 169-175.
___________________________ ;
“Abdullah b. Vehb er-Rasibi”, DİA, C.1, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
İstanbul 1988, s. 141-142.
___________________________ ;
“Hasan”, DİA, C. 16, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1997, s.
282-285.
___________________________ ;
“İsnaaşeriyye”, DİA, C. 23, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul
2001, s. 142-147.
___________________________ ;
Günümüz İslam Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir
2008.
FRANZİUS, Enno;
“Alamut Kalesi 1090-1092”, EKEV Akademi Dergisi, çev: Süleyman Tülücü,
C. 2, S. 2, Erzurum 2000, s. 77-83.
GÖLPINARLI,
Abdülbakıy; Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, Der Yayınları,
İstanbul 1987.
GROUSSET, Rene; Bozkır
İmparatorluğu Attila Cengiz Han Timur, çev: M. Reşat Uzmen, 1. Baskı,
Ötüken Yayınları, İstanbul 1980.
GÜRBÜZ, Meryem; “Tekiş
Alaeddin”, DİA, C. 40, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2011,
s. 364-365.
GÜRÜN, Kamuran;
Türkler ve Türk Devletleri Tarihi, C. 1, Karacan Yayınları, İstanbul 1981.
GÜZEL, Fatih;
“Alamut’ta Sünni Bir Şeyh: III. Hasan New Müselman”, insan ve Toplum
Bilimleri Araştırmaları Dergisi, C. 5, S. 6, Çankırı 2016, s. 16831697.
HASAN, İbrahim Hasan, Siyasi
Dini Kültürel İslam Tarihi, C. 1, çev: İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş,
Kayıhan Yayınları, İstanbul 1991.
_________________________ ;
Siyasi Dini Kültürel İslam Tarihi, çev: İsmail Yiğit-Sadreddin Gümüş, C.
2, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1991.
HİZMETLİ, Sabri; İslam
Tarihi (Başlangıçtan İlk Dört Halife Devri Sonuna Kadar), AÜİF Yayınları,
Ankara 1991.
İLHAN, Avni;
“İsmailiye veya Bâtıniye”, İslam Mezhepleri Tarihi, Akyol Yayıncılık,
İzmir 1977.
_____________________ ; “Karmatiler”, DİA, C. 24, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, İstanbul 2001, s. 510-514.
KAFALI, Mustafa; “Cengiz Han” DİA, C. 7, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara 1993, s. 367-369.
KAFESOĞLU, İbrahim; Büyük
Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, 1. Baskı, Milli Eğitim Basımevi,
İstanbul 1973.
KAPAR, Mehmet Ali;
“Hz. Hasan’ın Halifeliği ve Hasan-Muaviye Andlaşması”, Necmettin Erbakan Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 7, S. 7, Konya 1997, s. 67-80.
KAYGUSUZ, İsmail; Nizari
İsmaili Devleti’nin Kurucusu Hasan Sabbah ve Alamut Öğretisi Tarihi Felsefesi,
Su Yayınları, İstanbul 2016.
KILAVUZ, Ahmet Saim;
“Zeynelabidin”, DİA, C. 44, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul
2013, s. 365-366.
KUTLUAY, Yaşar; İslam
ve Yahudi Mezhepleri Tarihi, Anka Yayınları, İstanbul 2011.
KÖYMEN, Mehmet Altay; Büyük
Selçuklu İmparatorluğu Tarihi İkinci İmparatorluk Devri, C. 5, 3. Baskı,
TTK Basımevi, Ankara 1991.
LEWIS, Bernard; Haşhaşiler
İslam’da Radikal Bir Tarikat, çev: Kemal Sarısözen, 2. Baskı, Kapı
Yayınları, İstanbul 2014.
LOCKHART, Laurence;
“Hasan-ı Sabbah ve Haşişiler”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, çev: Süleyman Tülücü, S. 26, Erzurum 2006, 213-240.
MADELUNG, Wilferd,
“İsmaililik: Eski ve Yeni Davet”, çev: Muzaffer Tan, Dini Araştırmalar
Dergisi, C. 9, S. 25, Ankara 2006, s. 281-294.
NEAGOE, Manole; Bozkırın
Üç Atlısı Attila Cengiz Han Timur, çev: Müstecip Ülküsal, Çatı Kitapları,
İstanbul 2004.
OCAK, Ahmet; Selçukluların
Dini Siyaseti 1040-1092, TATAV Yayınları, İstanbul 2002.
ONAT, Hasan; “Şiiliğin
Doğuşu Meselesi (Birinci Asır)”, AÜİFD, C. 36, S. 1, Ankara 1997, s.
79-117.
ÖZ, Mustafa; Mezhepler
Tarihi ve Terimleri Sözlüğü, Ensar Yayınevi, İstanbul 2012.
________________ ;
“Muhammed el-Bakır”, DİA, C. 30, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
İstanbul 2005, s. 506-507.
; “Cafer es-Sadık”, DİA, C. 7, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, İstanbul 1993 s. 1-3.
_________________ ;
“İsmailiyye Mezhebi”, Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu,
İlmi Neşriyat, İstanbul 1993, s. 605-645.
_________________ ;
“Nizariyye”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. 33, İstanbul 2007,
s. 200-201.
_________________ ;
“Büzürgümmid Kiya”, DİA, C. 6, İstanbul 1992 s.523.
ÖZAYDIN, Abdülkerim;
“Alamut”, DİA, C. 2, Ankara 1989, s. 336-337.
; “Harezmşahlar Devleti”, Türkler, ed: Hasan Celal
Güzel v.d., C. 4, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 1400-1420.
; “Hasan Sabbah”, DİA, C. 16, Ankara 1997, s.
347-350.
__________________________ ;
“İbnü’l-Esir İzzeddin”, DİA, C. 21, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
İstanbul 2000, s. 26-27.
__________________________ ;
“İbn’ül İbri”, DİA, C. 21, İstanbul
2000, s. 92-94.
ÖZDEMİR, Hacı Ahmet; Moğol
İstilası Cengiz ve Hülagü Dönemleri, İz Yayıncılık, İstanbul 2005.
ÖZEN, Firdevs; “Mengü
Han Döneminde (1251-1259) Selçuklu-Moğol İlişkileri”, (Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Ankara 2010).
PAŞA, Ahmet Cevdet; Kısas-ı
Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, C. 1, Bedir Yayınevi, İstanbul 1972.
POLO, Marco; Dünyanın
Hikaye Edilişi, Ötüken Yayınları, İstanbul 2019.
RASONYI, Laszlo; Tarihte
Türklük, 3. Baskı,
Ankara Türk Kültürü
Araştırma Enstitüsü, Ankara 1993.
ROUX, Jean Paul; Türklerin
Tarihi, çev: Aykut Kazancıgil, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2004.
SPULER, Bertold; İran
Moğolları, çev: Cemal Köprülü, TTK Basımevi, Ankara 1957.
SÜMER, Faruk;
“Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, Ankara 1970, s.
1-147.
___________________ ;
“Atsız b. Muhammed”, DİA, C. 4, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
İstanbul 1991, s. 91-92.
; Oğuzlar (Türkmenler), 2. Baskı, Ankara Üniversitesi
Basımevi, Ankara 1972.
TANCİ, Ebu Abdullah
Muhammed İbn Battuta; İbn Battuta Seyahatnamesi, C. I, çev: A. Sait
Aykut, YKY, İstanbul 2000.
TANERİ, Aydın;
“Harizmşahlar”, DİA, C. 16, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara
1997, s. 228-231.
TAŞKIRAN, Hasan;
“Büyük Selçuklu Devleti’nde Batıni Suikastları ve Selçuklu Toplumunun
Suikastlar Karşısındaki Tutumu”, Bülent Ecevit Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, C. 1, S. 2, Zonguldak 2013, s. 135-149.
TEMİR, Ahmet; “Moğol
(Veya Türk-Moğol) Hanlığı”, Türkler, ed: Hasan Celal Güzel v.d., C. 8,
Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 416-432.
TOGAN, İsenbike;
“Çinggis Han ve Moğollar”, Türkler, ed: Hasan güzel v.d., C. 8, Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 377-415.
USTA, Aydın; “Moğol
İstilası Dönemine Kadar Kıpçaklar ve Harzemşahlar Devleti”, Türkler, ed:
Hasan Celal Güzel v.d., C. 4, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s.
1421-1429.
UYDU YÜCEL, Mualla; Moğollar
Tarihi, İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi, İstanbul
2010.
ÜLKÜ, Hayati; Mezhepler
Tarihi, Çelik Yayınevi, İstanbul 2015.
YAŞA ŞAHİN, Buket;
“Anadolu Selçuklu Devleti ile Harzemşahlar Devleti Münasebetleri”,
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Orta Çağ Tarihi
Anabilim Dalı, Konya 2008).
YAZICI, Tahsin;
“Fidai”, DİA, C. 13, İstanbul 1996, s.53.
YİĞİT, İsmail;
“Osman”, DİA, C. 33, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2007, S.
438-443.
___________________ ;
“Sıffin Savaşı”, DİA, C. 37, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul
2009, S. 107-108.
; “Tevvabin”, DİA, C. 41, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, İstanbul 2012, s. 49-50.
___________________ ;
“Muhtar es-Sakafi”, DİA, C. 31, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
İstanbul 2006, s. 54-55.
[1] Farhad Daftary, Şii İslam Tarihi, çev:
Ahmet Fethi Yıldırım, Alfa Tarih Yayınları, İstanbul 2016, s. 44; Hasan İbrahim
Hasan, Siyasi Dini Kültürel İslam Tarihi, C. 1, çev: İsmail
Yiğit-Sadreddin Gümüş, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1991, s. 267.
[2] Daftary, a.g.e.,
s. 45.
[3] Ethem Ruhi Fığlalı, İmamiyye
Şiası (Caferiyye Mezhebi), Selçuk Yayınları, Ankara 1984, s. 46.
[4] Mustafa Fayda,
“Ebubekir”, DİA, C. 10, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1994,
s. 104.
[5] Hasan, a.g.e.,
s. 276.
[6] Fığlalı, a.g.e.,
s. 48.
[7] Mustafa Fayda,
“Ömer”, DİA, C. 34, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2007, s.
46.
[8] Hasan, a.g.e.,
s. 322.
[9] Fığlalı, a.g.e.,
s. 48.
[10] Sabri Hizmetli, İslam
Tarihi (Başlangıçtan İlk Dört Halife Devri Sonuna Kadar), AÜİF Yayınları,
Ankara 1991, s. 207.
[11] İsmail Yiğit,
“Osman”, DİA, C. 33, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2007, s.
439.
[12] Daftary, a.g.e.,
s. 46.
[13] Muhammed Ebu Zehra, İslam’da İtikadi Siyasi
ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, çev: Sıbğatullah Kaya, Çelik Yayınevi, İstanbul
2011, s. 43.
[14] Hasan Onat, “Şiiliğin
Doğuşu Meselesi (Birinci Asır)”, AÜİFDergisi, C. 36, S. 1, Ankara 1997,
s.
82.
[15] Yaşar Kutluay, İslam
ve Yahudi Mezhepleri Tarihi, Anka Yayınları, İstanbul 2011, s. 113.
[16] Daftary, a.g.e.,
s. 47.
[17] Ebu Zehra, a.g.e.,
s. 45.
[18] Ebu Zehra, a.g.e.,
s. 46.
[19] Daftary, a.g.e.,
s. 49.
[20] Yiğit, a.g.m., s.
441.
[21] Hizmetli, a.g.e.,
s. 217.
[22] Hizmetli, a.g.e.,
s. 219.
[23] İsmail Yiğit, “Sıffın
Savaşı”, DİA, C. 37, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2009, s.
107.
[24] Yiğit, a.g.m., s.
108.
[25] Nehrevan Savaşı: Harura’da toplanan 4000 Harici
Abdullah b. Vehb er-Rasibi’yi kendilerine emir seçip Nehrevan’a gitmişlerdir.
Hz. Ali hakemlerin verdiği karardan sonra Haricilere geri dönmelerini isteyen
bir mektup göndermiştir. Sünni kaynaklar bu konuda; Haricilerin Hz. Ali’nin
tövbe etmesi durumunda, tekrar bu konu üzerine düşüneceklerini yazmıştır. Harici
kaynaklar ise daha sert bir dille anlatmıştır. Hz. Ali’nin hak yoldan saptığını
ve eğer pişman olup geri dönmek istiyorsa Müslümanların imamı Abdullah b. Vehb
er-Rasibi’ye itaat etmesi gerektiğini yazmıştır. Tüm bunlardan sonra Hariciler
durmayıp sahabeden insanları fikirlerine uymadıkları için öldürmüş ve Hz. Osman
ve Hz. Ali’nin dinden çıktığını söylemeyeninde kâfir olduğunu diretmeleri
üzerine, bu tabloya kayıtsız kalamayan Hz. Ali Nehrevan’a yürümüştür. Savaşta
başta Rasibi olmak üzere Haricilerin büyük bir çoğunluğu öldürülmüştür (17
Temmuz 658). Daha detaylı bilgi için bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, “Hariciler”, DİA,
C. 16, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1997, s. 170; Ethem Ruhi
Fığlalı, “Abdullah b. Vehb er-Rasibi”, DİA, C.1, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, İstanbul 1988, s. 141.
[26] Mustafa Öz, Mezhepler
Tarihi ve Terimleri Sözlüğü, Ensar Yayınevi, İstanbul 2012, s. 195.
[27] Mehmet Ali Kapar, “Hz. Hasan’ın Halifeliği ve
Hasan-Muaviye Andlaşması”, Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, C. 7, S. 7, Konya 1997, s. 67.
[28] İbnü’l Esir, El-Kamil
fi’t-Tarih, çev: Ahmet Ağırakça, C. 3, Bahar Yayınları, İstanbul 1991, s.
409.
[29] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve
Tevarih-i Hulefa, C. 1, Bedir Yayınevi, İstanbul 1972, s. 596; Hasan İbrahim
Hasan, Siyasi Dini Kültürel İslam Tarihi, çev: İsmail Yiğit-Sadreddin
Gümüş, C. 2, Kayıhan Yayınları, İstanbul 1991, s. 81.
[30] Ethem Ruhi Fığlalı,
“Hasan”, DİA, C. 16, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1997, s.
283.
[31] Daftary, a.g.e.,
s. 52.
[32] Daftary, a.g.e.,
s. 64.
[33] Onat, a.g.m., s. 111.
[34] Tevvabin Hareketi, Kerbela olayından sonra bir
grup Müslümanın Hz. Ali ve oğullarının intikamını almak için giriştiği
harekettir. Detaylı bilgi için bkz. İsmail Yiğit, “Tevvabin” DİA, C. 41,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2012, s. 49-50.
[35] Muhtar es-Sekafi, Hz. Hüseyin’in intikamını
almak amacıyla ayaklanan siyasi dini liderdir. Detaylı bilgi için bkz. İsmail
Yiğit, “Muhtar es-Sakafı”, DİA, C. 31, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
İstanbul 2006, s. 54-55.
[36] Daftary, a.g.e.,
s. 64.
[37] İsnaaşeriyye, imamların sayısının on iki
olduğunu, on ikinci imamın girdiği gaybet dönemlerinden sonra Mehdi olarak
zuhur edeceğini iddia eden Şii fırkasıdır. Detaylı bilgi için bkz. Mustafa Öz, Mezhepler
Tarihi ve Terimleri Sözlüğü, Ensar Yayınevi, İstanbul 2012, s. 257; Ethem
Ruhi Fığlalı, “İsnaaşeriyye”, DİA, C. 23, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, İstanbul 2001, s. 142-147.
[38] Ahmet Saim Kılavuz,
“Zeynelabidin”, DİA, C. 44, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul
2013, s. 365.
[39] Daftary, a.g.e.,
s. 65.
[40] Mustafa Öz, “Muhammed
el-Bakır”, DİA, C. 30, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2005,
s. 506.
[41] Daftary, a.g.e.,
s. 65.
[42] Daftary, a.g.e.,
s. 67.
[43] Daftary, a.g.e.,
s. 68.
[44] Mustafa Öz, “Cafer
es-Sadık”, DİA, C. 7, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1993, s.
1.
[45] Alaaddin Ata Melik Cüveynî, Tarih-i Cihan
Güşa, çev: Mürsel Öztürk, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2013, s. 525.
[46] Mustafa Öz, “İsmailiyye Mezhebi”, Milletlerarası
Tarihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu, İlmi Neşriyat, İstanbul 1993, s.
605; Hayati Ülkü, Mezhepler Tarihi, Çelik Yayınevi, İstanbul 2015, s.
82; Ethem Ruhi Fığlalı, Günümüz İslam Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı
Yayınları, İzmir 2008, s. 279; Ebu Zehra, a.g.e., s. 65; Kutluay,
a.g.e., s. 160.
[47] Abdülbakıy
Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, Der Yayınları,
İstanbul 1987, s. 88.
[48] Ebu Mansur Abdulkaahir b. Tahir Muhammed
el-Bağdadi, Mezhepler Arasındaki Farklar, çev: Ethem Ruhi Fığlalı, Kalem
Yayınları, İstanbul 1979, s. 58; Muhammed b. Abdülkerim eş-Şehristani, Dinler
ve Mezhepler Tarihi, çev: Muharrem Tan, Yeni Akademi Yayınları, İstanbul
2006, s. 153.
[49] Şehristani, a.g.e.,
s. 175.
[50] Cüveyni, a.g.e.,
s. 525.
[51] Cüveyni, a.g.e.,
s. 528.
[52] Cüveyni, a.g.e.,
s. 529.
[53] Karmatiler hakkında detaylı bilgi için bkz.
Sabri Hizmetli, “Karmatiler”, DİA, C. 24, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, İstanbul 2001, s. 510-514.
[54] Bernard Lewis, Haşişiler,
çev: Ali Aktan, Sebil Yayınevi, İstanbul 1995, s. 25.
[55] Lewis, a.g.e.,
s. 26.
[56] Lewis, a.g.e.,
s. 27.
[57] Lewis, a.g.e..
s. 28.
[58] Cüveynî, a.g.e.,
s. 541.
[59] Cüveynî, a.g.e.,
s. 542.
[60] Daftary, a.g.e.,
s. 160.
[61] Lewis, a.g.e.,
s. 65.
[62] Cüveynî, a.g.e.,
s. 543.
[63] Abdülkerim Özaydın,
“Hasan Sabbah”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. 16, İstanbul
1997, s. 348.
[64] Avni İlhan,
“İsmailiye veya Bâtıniye”, İslam Mezhepleri Tarihi, Akyol Yayıncılık,
İzmir 1977, s. 76.
[65] Mustafa Öz,
“Nizariyye”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, C. 33, İstanbul 2007,
s. 200
[66] Arayancan, a.g.e.,
s. 24.
[67] Farhad Daftary, Muhalif İslam’ın 1400 Yılı
İsmaililer Tarih ve Kuram, çev: Ercüment Özkaya, Rastlantı Yayınları,
Ankara 2001, s. 368.
[68] Cüveynî, a.g.e.,
s. 547; Özaydın, a.g.m., s. 347; İsmail Kaygusuz, Nizari İsmaili Devleti’nin
Kurucusu Hasan Sabbah ve Alamut Öğretisi Tarihi Felsefesi, Su Yayınları,
İstanbul 2016, s. 17.
[69] Cüveynî, a.g.e.,
s. 546; Lewis, a.g.e., s. 72; Kaygusuz, a.g.e., s. 17.
[70] Özaydın, a.g.m., s.
347.
[71] Lewis, a.g.e.,
s. 73.
[72] Daftary, İsmaililer,
s. 378; Cüveynî, a.g.e., s. 547.
[73] Bernard Lewis, Haşhaşiler
İslam’da Radikal Bir Tarikat, çev: Kemal Sarısözen, Kapı Yayınları,
İstanbul 2014, s. 74.
[74] Rivayete göre Hasan Sabbah, Nizamülmülk ve
Ömer Hayyam gençliklerinde Nişapur’da aynı hocanın öğrencisi olmuşlardır.
Aralarında yaptıkları bir anlaşmaya göre içlerinden kim yüksek bir mevkie
gelirse diğerlerine yardım edecektir. Nizamülmülk Selçuklu baş veziri olunca
arkadaşları sözünü hatırlatmak için yanına gelmiştir. Nizamülmülk onlara bölge
valiliği önermişse de Ömer Hayyam resmi bir görev istememiştir. Ömer Hayyam baş
vezirden her ay ödenek almaya anlaşırken, Hasan Sabbah tam tersi valilik
görevini küçük bularak saraydan yüksek bir görev talep etmiştir. Sarayda yüksek
bir göreve getirilen Hasan Sabbah, Nizamülmülk’e ciddi bir rakip olunca baş
vezir arkadaşına bir oyun oynayarak onu sultanın gözünden düşürmüştür. Hasan
Sabbah bu olaydan sonra öç almaya yemin etmiştir. Detaylı bilgi için bkz.
Daftary, İsmaililer, s. 379.
[75] Özaydın, a.g.m., s.
347.
[76] İbnü’l-Esir, El
Kamil Fi’t-Tarih Tercümesi (İslam Tarihi), çev: Abdülkerim Özaydın, Bahar
Yayınları, İstanbul 1987, s. 261.
[77] Cüveynî, a.g.e.,
s. 548.
[78] Özaydın, a.g.m., s.
347.
[79] Daftary, İsmaililer,
s. 380.
[80] Ahmet Ocak, Selçukluların
Dini Siyaseti 1040-1092, TATAV Yayınları, İstanbul 2002, s. 215.
[81] Cüveynî, a.g.e.,
549.
[82] Laurence Lockhart,
“Hasan-ı Sabbah ve Haşişiler”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, çev: Süleyman Tülücü, S. 26, Erzurum 2006, s. 218; Cüveynî, a.g.e.,
s. 555.
[83]Cüveynî,
a.g.e., s. 555-556.
[84] Daftary, İsmaililer,
s. 381.
[85] Lockhart, a.g.m., s.
219.
[86] Daftary, İsmaililer,
s. 381.
[87] İbrahim Kafesoğlu, Büyük Selçuklu
İmparatoru Sultan Melikşah, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür
Yayınları, İstanbul 1973, s. 125.
[88] Ocak, a.g.e.,
s. 218.
[89] Abdülkerim Özaydın,
“Alamut”, DİA, C. 2, Ankara 1989, s. 336.
[90] Kaygusuz, a.g.e.,
s. 19; Lockhart, a.g.m., s. 220; Cüveynî, a.g.e., s. 549.
[91] Daftary, İsmaililer,
s. 382.
[92] Lewis, a.g.e.,
s. 80; Kaygusuz, a.g.e., s. 18.
[93] Enno Franzius,
“Alamut Kalesi 1090-1092”, EKEVAkademi Dergisi, çev: Süleyman Tülücü, C.
2,
S. 2, Erzurum 2000, s. 78.
[94] Lewis, a.g.e.,
s. 81.
[95] Daftary, İsmaililer,
s. 382.
[96] Cüveynî, a.g.e.,
s. 589.
[97] Marco Polo, Dünyanın
Hikaye Edilişi, s. 119.
[98] Daftary, İsmaililer,
s. 33.
[99] Daftary, İsmaililer,
s. 382.
[100] Özaydın, Hasan
Sabbah, s. 348.
[101] Kafesoğlu, a.g.e.,
s. 127.
[102] Mustafa Akkuş, Nizamü’l-Mülk
Suikastının Dönemin Kaynaklarına Yansıması, Selçuk Üniversitesi Selçuklu
Araştırmaları Dergisi, Konya 2018, s. 170.
[103] Kafesoğlu, a.g.e.,
s. 127.
[104] Arayancan, a.g.e.,
s. 51.
[105] Ayşe Atıcı Arayacan, Hasan Sabbah
ve Halefleri Tarafından Suikasta Kurban Giden Devlet Adamları 1090-1257, Atatürk
Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu 38. ICANAS Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika
Çalışmaları Kongresi Bildirileri, C. 1, Ankara 2012, s. 335.
[106] Arayancan, Dağın
Efendisi, s. 209.
[107] Tahsin Yazıcı,
“Fidai”, DİA, C. 13, İstanbul 1996, s. 53.
[108] Arayancan, Hasan Sabbah ve
Halefleri, s. 336.
[109] Yazıcı, a.g.m., s.
53.
[110] Ocak, Selçukluların
Dini, s. 222.
[111] Ocak, Selçukluların
Dini, s. 223.
[112] Arayancan, Hasan
Sabbah ve Halefleri, s. 336.
[113] Arayancan, Dağın
Efendisi, s. 234.
[114] Arayancan, Hasan Sabbah ve
Halefleri, s. 338.
[115] Arayancan, Hasan Sabbah ve
Halefleri, s. 339.
[116] Hasan Taşkıran, “Büyük Selçuklu
Devleti’nde Batıni Suikastları ve Selçuklu Toplumunun Suikastlar Karşısındaki
Tutumu”, Bülent Ecevit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,
C. 1, S. 2, Zonguldak 2013, s. 145.
[117] Arayancan, Dağın
Efendisi, s. 215.
[118] Arayancan, Dağın
Efendisi, s. 217.
[119] Arayancan, Dağın
Efendisi, s. 217.
[120] İbnü’l Esir, El-Kamilfi’t-Tarih,
çev: Ahmet Ağırakça, C. 10, Bahar Yayınları, İstanbul 1991, s.
260.
[121] İbnü’l Esir, a.g.e.,
s. 262.
[122] İbnü’l Esir, a.g.e.,
s. 262.
[123] Arayancan, Dağın Efendisi,
s. 220.
[124] Arayancan, Dağın
Efendisi, s. 220.
[125] Arayancan, Dağın
Efendisi, s. 221.
[126] Arayancan, Dağın
Efendisi, s. 222.
[127] Mustafa Öz,
“Büzürgümmid Kiya”, DİA, C. 6, İstanbul 1992, s. 523.
[128] Daftary, İsmaililer,
s. 407.
[129] Daftary, İsmaililer,
s. 409.
[130] Daftary, İsmaililer,
s. 414.
[131] Daftary, İsmaililer,
s. 416; Cüveynî, a.g.e., s. 562.
[132] Daftary, İsmaililer,
s. 416.
[133] Daftary, İsmaililer,
s. 418.
[134] Daftary, İsmaililer,
s. 419.
[135] Lewis, a.g.e.,
s. 120.
[136] Lewis, a.g.e.,
s. 121.
[137] Lewis, a.g.e.,
s. 122.
[138] Lewis, a.g.e.,
s. 125.
[139] Cüveynî, a.g.e.,
s. 571.
[140] Cüveynî, a.g.e.,
s. 572.
[141] Cüveynî, a.g.e.,
s. 424.
[142] Daftary, İsmaililer,
s. 424.
[143] Cüveynî, a.g.e.,
s. 572.
[144] Cüveynî, a.g.e.,
s. 573.
[145] Gregory Ebu’l Ferec, Ebu
’l Ferec Tarihi, C. II, çev: Ömer Rıza Doğrul, TTK Yayınları, Ankara 1987,
s. 494.
[146] Daftary, a.g.e.,
s. 436.
[147] Cüveynî, a.g.e.,
s. 573; Daftary, a.g.e., s. 436; Wilferd Madelung, “İsmaililik: Eski ve
Yeni Davet”, çev: Muzaffer Tan, Dini Araştırmalar Dergisi, C. 9, S. 25,
Ankara 2006, s. 292.
[148] Fatih Güzel, “Alamut’ta Sünni Bir
Şeyh: III. Hasan New Müselman”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları
Dergisi, C. 5, S. 6, Çankırı 2016, s. 1689.
[149] Cüveynî, a.g.e.,
s. 574.
[150] Güzel, a.g.m., s.
1689.
[151] Daftary, İsmaililer,
s. 437.
[152] Cüveynî, a.g.e.,
s. 575.
[153] Cüveynî, a.g.e.,
s. 576; Daftary, İsmaililer, s. 438.
[154] Daftary, a.g.e.,
s.
[155] Cüveynî, a.g.e.,
s. 576.
[156] Cüveynî, a.g.e.,
s. 577.
[157] Cüveynî, a.g.e.,
s. 578.
[158] Ahmet Temir, “Moğol (Veya
Türk-Moğol) Hanlığı”, Türkler, ed: Hasan Celal Güzel v.d., C. 8, Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 417.
[159] Rene Grousset, Bozkır
İmparatorluğu Attila Cengiz Han Timur, çev: M. Reşat Uzmen, Ötüken
Yayınları, İstanbul 1980, s. 198.
[160] Ebu’l Ferec, a.g.e.,
s. 480.
[161] Curt Alinge, Moğol
Kanunları, çev: Çoşkun Üçok, Sevinç Matbaası Ankara 1967, s. 31.
[162] Alinge, a.g.e.,
s. 34.
[163] Ebu’l Ferec, a.g.e.,
s. 522.
[164] Cüveynî, a.g.e.,
s. 186.
[165] Ebu’l Ferec, a.g.e.,
s. 523.
[166] Mehmet Ali Çakmak,
“Moğol İstilası ve Harzemşahlar İmparatorluğu’nun Yıkılışı”, Türkler,
ed: Hasan Celal Güzel v.d., C. 4, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 1430.
[167]Aydın Tanen, “Harizmşahlar”, DİA, C. 16, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara 1997, s. 228.
[168] Sebahattin Ağaldağ, “Moğol
Devleti”, Türkler, ed: Hasan Celal Güzel v.d., C. 8, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara 2002, s. 442.
[169] Çakmak, a.g.m., s.
1430.
[170] Mehmet Altay Köymen, Büyük
Selçuklu İmparatorluğu Tarihi İkinci İmparatorluk Devri, C. 5, 3.
Baskı, TTK Basımevi, Ankara 1991, s.
312.
[171] Çakmak, a.g.m., s.
1431.
[172] Meryem Gürbüz, “Tekiş
Alaeddin”, DİA, C. 40, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 2011,
s. 364.
[173] Abdülkerim Özaydın, “Harezmşahlar
Devleti”, Türkler, ed: Hasan Celal Güzel v.d., C. 4, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara 2002, s. 1411.
[174] Çakmak, a.g.m., s.
1432.
[175] Vasilij Vladimiroviç Barthold, Moğol
İstilasına Kadar Türkistan, çev: Hakkı Dursun Yıldız, Kervan Yayınları,
İstanbul 1990, s. 418.
[176] Barthold, a.g.e.,
s. 421.
[177] Ağaldağ, a.g.m., s.
443.
[178] Muratbek Daribay, “Otrar Bölgesi
ve İslam Tarihindeki Önemi”, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk
Üniversitesi, İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, Konya 2011), s. 45.
[179] Ağaldağ, a.g.m., s.
444.
[180] Ebu Abdullah Muhammed
İbn Battuta Tanci, İbn Battuta Seyahatnamesi, C. I, çev: A. Sait Aykut,
YKY, İstanbul 2000, s. 528.
[181] Cüveynî, a.g.e.,
s. 118.
[182] Cüveynî, a.g.e.,
s. 119.
[183] İsenbike Togan, “Çinggis Han ve
Moğollar”, Türkler, ed: Hasan Celal Güzel v.d., C. 8, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara 2002, s. 393.
[184] Ağaldağ, a.g.m., s.
444.
[185] Mualla Uydu Yücel, Moğollar
Tarihi, İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi, s. 107.
[186] Jean Paul Roux, Türklerin
Tarihi, çev: Aykut Kazancıgil, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2004, s. 277.
[187] Özaydın, a.g.m., s.
1415.
[188] Kamuran Gürün, Türkler
ve Türk Devletleri Tarihi, C. 1, Karacan Yayınları, İstanbul 1981, s. 408.
[189] Gürün, a.g.e.,
s. 409.
[190] Gürün, a.g.e.,
s. 410.
[191] Faruk Sümer,
“Anadolu’da Moğollar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, Ankara 1970, s.
1.
[192] Firdevs Özen, “Mengü Han Döneminde
(1251-1259) Selçuklu-Moğol İlişkileri”, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Ankara 2010) s. 40.
[193] Özen, a.g.t., s. 41.
[194] Sümer, a.g.m., s. 3.
[195] Faruk Sümer, Oğuzlar
(Türkmenler), 2. Baskı, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1972, s. 132.
[196] Buket Yaşa Şahin, “Anadolu
Selçuklu Devleti ile Harzemşahlar Devleti Münasebetleri”, (Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Orta Çağ Tarihi Anabilim Dalı, Konya 2008),
s. 53.
[197] Daftary, a.g.e.,
s. 447.
[198] Daftary, a.g.e.,
s. 435.
[199] Cüveynî, a.g.e.,
s. 573.
[200] Lewis, a.g.e.,
s. 133.
[201] Cüveynî, a.g.e.,
s. 578.
[202] Lewis, a.g.e.,
s. 138.
[203] Lewis, a.g.e.,
s. 141.
[204] Cüveynî, a.g.e.,
s. 187.
[205] Cüveynî, a.g.e.,
s. 189.
[206] Grousset, a.g.e.,
s. 250.
[207] Yücel, a.g.e.,
s. 163.
[208] Minhac-ı Sirac
el-Cüzcani, Moğol İstilasına Dair Kayıtlar, çev: Mustafa Uyar, Ötüken
Yayınevi, İstanbul 2016, s. 112.
[209] Cüzcani, a.g.e.,
s. 113.
[210] Bertold Spuler, İran
Moğolları, çev: Cemal Köprülü, TTK Basımevi, Ankara 1957, s. 44.
[211] Kaygusuz, a.g.e.,
s. 150.
[212] Daftary, İsmaililer,
s. 447.
[213] Hacı Ahmet Özdemir, Moğol
İstilası Cengiz ve Hülagü Dönemleri, İz Yayıncılık, İstanbul 2005, s.
199.
[214] Cüveynî, a.g.e.,
s. 234.
[215] Barthold, a.g.e.,
s. 512.
[216] Daftary, İsmaililer,
s. 448.
[217] Cüveynî, a.g.e.,
s. 241.
[218] Cüzcani, a.g.e.,
s. 140.
[219] Mustafa Akkuş,
“İlhanlıların Anadolu’daki Dini Siyaseti”, (Yayımlanmamış Doktora Tezi, Selçuk
Üniversitesi, Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı, Konya 2011), s. 367.
[220] Murtaza Çevik, Hülagu’nun Batıya
Gönderilme Meselesi ve Batı Seferi’nin Anadolu’ya Etkileri, Cappadocia:
Journal Of History And Social Sciences, 2015, s. 144.
[221] Cüzcani, a.g.e.,
s. 144.
[222] Çevik, a.g.m., s.
145.
[223] Akkuş, a.g.t., s.
368.
[224] Reşidüdin Fazlullah, Camiu
’t-Tevarih (İlhanlılar Kısmı), çev: İsmail Aka v.d., Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 2013, s. 13.
[225] Fazlullah, a.g.e.,
s. 14.
[226] Fazlullah, a.g.e.,
s. 16.
[227] Fazlullah, a.g.e.,
s. 18.
[228] Fazlullah, a.g.e.,
s. 19.
[229] Fazlullah, a.g.e.,
s. 20.
[230] Fazlullah, a.g.e.,
s. 19.
[231] Arayancan, Dağın
Efendisi, s. 105.
[232] Fazlullah, Jami’al-Tavarikh,
Tehran 2008, s. 182.
[233] Fazlullah, a.g.e.,
s. 183.
[234] Cüveynî, a.g.e.,
s. 583.
[235] Cüveynî, a.g.e.,
s. 584.
[236] Fazlullah, a.g.e.,
s. 184.
[237] Cüveynî, a.g.e.,
s. 584.
[238] Cüveynî, a.g.e.,
s. 585.
[239] Cüveynî, a.g.e.,
s. 586.
[240] Fazlullah, a.g.e.,
s. 186.
[241] Fazlullah, a.g.e.,
s. 187.
[242] Cüveynî, a.g.e.,
s. 588.
[243] Cüveynî, a.g.e.,
s. 589.
[244] Ebu’l Ferec, Abul
Farac Tarihi 2, s. 562.
[245] Arayancan, Hasan Sabbah, s.
108.
[246] Cüveynî, a.g.e.,
s. 592.
[247] Cüveynî, a.g.e.,
s. 591.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar