Print Friendly and PDF

ÖNASYA DÜNYASINDA KİMMER VE İSKİTLER

 
Hazırlayan: Yelda DEMİRAĞ

GİRİŞ

Özellikle 1991’den sonra Türk devletlerinin bağımsızlıklarını
kazanmalarıyla Türk dünyasında tarihle birlikte, tarihe bakış da büyük ölçüde
değişmiştir. Dünyada oluşan yeni stratejik dengeler Türk dünyasının ve
özellikle Orta-Asya’mn önem kazanmasına, bölgenin tarihi geçmişine derin
bir ilgi uyanmasına sebep olmuştur.

Orta Asya; tarih boyunca Türklerin yaşadığı, Türk devletlerinin
kurulduğu, Doğu ve batı kültürleri arasında bir köprü, bir geçiş bölgesi
olmasından dolayı dünyada önemli bir coğrafi konuma sahiptir. Bölge,
dünyada ilk kurulan yerleşmelere ve burada doğan kültürlere sahiptir.

Binlerce yıllık Türk tarihinin başlangıç noktasını ve yerini tesbit etmek
oldukça zordur. Arkeolojik kazılarla ve antropolojik araştırmalar neticesinde
ortaya çıkarılan, M.Ö. 4000 yıllarına kadar inen ve Orta Asya’nın en eski
kültürü olan Anav kültürü Proto-Türklerle ilgilidir. Orta-Asya’nın en eski
kültürleri olan Kelteminar ve Afanasyevo (M.Ö. 3000), Andronovo (M.Ö.
1700) ve özellikle Karasuk (M.Ö. 1200) Tagar ve Taştık (M.Ö. 700) 7

kültürlerinde Türk kültürünün izleri açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu takdirde
yaklaşık 3000 yıllık bir Türk tarihi söz konusu olmaktadır. Bir taraftan proto-
Hunların, diğer taraftan Sakaların tarih sahnesine girmesi, 2500-3000 yıllık
tarihi devreyi daha da kuvvetlendirmektedir.

Bilindiği gibi Türk Kültürünün temelleri, Türklerin Orta Asya’da “atlı-
göçebe” bir hayat yaşadıkları uzun bir tarihi dönemde atılmış ve
geliştirilmiştir. Bu kültür, yabancı kültürlerin etkisinden uzak olup, hem
unsurları hem de bütünü bakımından orijinal ve dinamik bir kültürdür.

Proto-Türkler dediğimiz İskit ve Kimmerlerin karakterinin, hayat
tarzının, dini inanışının, sanat ve edebiyat anlayışının, dünya görüşünün
oluşumunda tabiat ve iklim şartları belirleyici bir rol oynamıştır. Şurası bir
gerçektir ki, İskit ve Kimmerleri “konar-göçer” yapan Orta Asya’nın tabiat ve
iklim şartlarıdır. Zira, bölgenin doğa koşulları, besiciliğe olduğu kadar tarıma
imkan vermemiş bu da İskit ve Kimmerleri hayvanlarına yeni otlaklar
bulabilmek amacıyla göçebe bir hayat sürmeye zorlamıştır.

Göçebelik denince, akla ilk olarak, ilkel bir kültürü temsil eden ilkel bir
hayat gelmektedir. Halbuki, atlı-göçebeliğin ilkel göçebelikle hiçbir ilgisi
bulunmamaktadır. Bunlar, birbirinden tamamen farklı birer hayatı ve kültürü
temsil etmektedirler. İlkel göçebelikte, üreticiliğe dayanan ekonomik faaliyet
hemen hemen yoktur. İlkel göçebe sadece toplayıcılıkla geçinmektedir.
Halbuki, atlı-göçebelik ekonomi, hayvancılık gibi sağlam bir temele ve
kaynağa dayanmaktadır. Diğer bir deyişle , atlı-göçebe üreticidir. Beslediği
hayvanlardan hem kendi ihtiyacını karşılamakta, hem de ihtiyaç fazlası
mallarını satarak, ekonomisinin eksikliğini tamamlamaktadır. Öte yandan ilkel
göçebelikte birlik ve devlet fikri yoktur. Atlı-göçebelikte ise, birlik, beraberlik
ve devlet fikri erken dönemlerde doğmuş ve gelişmiştir. Zira, Orta Asya’nın
elverişsiz doğa koşulları proto-Türkler’i sıkı bir işbirliğine, dayanışmaya ve
teşkilatlanmaya zorlamıştır. Ayrıca, büyük sürülerin sevk ve idaresi, onları
teşkilat ve hakimiyet fikrine hazırlamıştır.

İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee’nin atlı-göçebe hayat hakkında vardığı
hüküm şudur: “Göçebenin hayatı, hiç şüphesiz insan maharetinin bir
zaferidir”. Görüldüğü gibi “atlı-göçebe hayat” yüksek ve ileri bir kültürü temsil
etmektedir. Atlı-göçebe bir hayat yaşayan proto-Türklerin ve daha sonra da
Türklerin, bugünkü medeni milletlerin daha ortaya çıkmadıkları bir çağda
büyük devletler kurmaları, onların, şüphesiz, yüksek kültür seviyesine
ulaşmış olduklarının en belirgin göstergesidir. Zira, devlet, yüksek ve ileri
kültürlerin bir ürünüdür. Bu yüksek kültür seviyesi, İskit ve Kimmer “atlı-
göçebe’lerinin dini inançları, dilleri, idari yapıları ve sanat anlayışları
incelendiğinde açıkça görülmektedir.

Göçebe toplulukların dini inanışlarının özünde Gök Tanrı inancı
bulunmaktadır. Bu inancın merkezinde yaratıcı varlık olarak tek Tanrı vardı.
Bu da, eski Türk inancının semavi dinlerle aynı temele dayandığını
göstermektedir.

İskitler ve Kimmerler Atlı Kavimler Medeniyetinin önemli bir halkasını
oluşturmaktadır. Onlar Bozkır kavimleri arasında gerek siyasi tarihleri,
gerekse kültürleri bakımından önemli bir yer tutmaktadır. İskitler bin yılı aşkın
bir zaman tarih sahnesinde kalabilmeyi başarmış ender kavimlerden biridir.
Çin Seddi’nden Tuna nehrine kadar çok geniş sahaya yayılmış olup, bırakmış
oldukları miras bakımından “Kurgan Kültürlerinin temsilcileri arasında mühim
bir yer tutmaktadırlar.

Kurganlar, bozkırlardaki göçebe hayat tarzında, belli bir hiyerarşik
düzen içinde önem taşıyan kişilerin mezarlarıdır. Bozkır kültürlerinin ayrılmaz
parçası olan çadırlarının, ölüler için hazırlanmış benzerleridir. Bu yığma
mezar tepeleri, antik batı kaynaklarında ve daha sonra ki literatürde
“Tümülüs” olarak adlandırılmaktadır.

Kurgan öz Türkçe olup, “korugan”dan gelmektedir. Ölüleri koruyan özellikleri
nedeniyle bu ad verilmiş olmalıdır. En görkemli İskit kurgan grupları, M.Ö.
VIII. ve M.S. I. yüzyıllar arasında Kuban, Taman, Kırım, Dinyeper, Don, Kiev,
Poltava, Volga, Ural, Altay, Kuzey Moğolistan ve batıda da genellikle
Macaristan ve Romanya’da kümelenmişlerdir. Bu mezarlık alanları atlı-
göçebelerin en kutsal yerleridir. Tuna Havzası ve Balkanlar üzerinden
Trakya’ya ve Anadolu’ya göç eden ve bu topraklarda yerleşen göçebe
kökenli toplumlar da, özellikle toprağa bağlanıp, devlet kurabilme aşamasına
geldiklerinde, eski geleneklerine bağlı kalarak, ulularını, krallarını,
kraliçelerini, soylularını, “tümülüs” adıyla tanımlanan mezarlarına
gömmüşlerdir: Anadolu Demir Çağlarındaki Frig, Lidya ve Trak tümülüslerinin
tipik örneklerinde olduğu gibi. Burada ilginç olan nokta Türklerin, İslamiyet!
kabul etmelerinden sonra da kurgan geleneklerini devam ettirmiş olmalarıdır.
Orta Asya’da, ama özellikle de Anadolu’daki OsmanlI öncesi Türk sanatının
en zarif mezar anıtları olan Kümbetler, bütünüyle geleneksel çadır
mimarlığının -sırlı tuğla ya da taşla- inşa edilmiş eşsiz örnekleridir. Ayrıca,
Herodotos’ta tüm ayrıntılarıyla anlatılan İskitlerin ölü gömme adetleri ve
kurganlarının yanı sıra, önemli kişilerin mumyalama geleneklerinin de devamı
dikkat çekicidir. Hanları, hakanları ve uluları mumyalama, İskitlerde olduğu
gibi, hemen hemen tüm Türk Dünyasında Hunlarda, Göktürklerde süregelmiş
özellikle İslamiyetten sonra da Anadolu Selçuklulan’nda devam etmiştir.

İskit ve Kimmerlerin kendilerine göre bir sanat anlayışları vardır. Bu
sanat onların göçebe yaşam tarzından oldukça etkilenmiştir. Gerek kullanılan
materyaller gerekse figürlerin stilize edilmesinde hep bu hayat tarzının izleri
görülmektedir. Göçebe “hayvan üslubu” dediğimiz bu sanatta hayvanlar yalın
halde değil, genellikle birbirleriyle mücadele eder, yani boğuşur bir şekilde
tasvir edilmişlerdir.

Kimmerler Ural-Altay kökenli bozkır göçebelerinin batı kolunu
oluştururlar. M.Ö. II. bin yıl başlarından M.Ö. VIII. yüzyıla kadar , merkez
Kırım olmak üzere, Karadeniz’in kuzeyinde, Avrasya bozkırlarında ve
Kafkasya bölgesinde yaşamışlardır. Bu tarihler arasında güney Rusya Tunç
çağı kültürlerinin “taşıyıcıları” ve “temsilcileri” olarak görülürler. Bu devrenin
başlarında doğudan batıya doğru Kafkasların kuzeyindeki bozkırlarda Donetz
havzasına yayılmaları, özellikle Ukrayna bozkırlarında yaşayan Hint-Avrupa
kökenli toplumların hareketlenmelerine neden olur. M.Ö. II. bin yılın
başlarında Akhaların Yunanistan’a inmeleri, kuzeydeki Avrupa bozkırlarındaki
bu hareketlerin bir uzantısıdır. M.Ö. XVIII. ve VIII. yüzyıllar arasında da
Kafkasya ve Dinyeper havzasındaki bölgelere yayılırlar. Bu dönemde
özellikle Volga boylarından gelen “Ahşap Mezar Yapıları” ile tanımlanan
Srubna Kültürü Pre-lskit/Kimmer organik bağlarının arkeolojik kanıtlarıdır.
Çünkü daha sonra ki yıllarda da Kimmer ve İskit eserlerinin ayrılmazlığı bilim
adamlarınca daima konu edilmiştir. Kimmer boylarının M.Ö. XIII. yüzyılda
batıya doğru yayılmaları- aynen M.Ö. II. bin yılın başlarında olduğu gibi- Hint-
Avrupa kökenli toplumların yeniden hareketlenmelerine neden olur: M.Ö.
1200 dolaylarında Dorlar Yunanistan’a, Trak kökenli diğer toplumlarla birlikte
Frigler Anadolu’ya göç ederler. Anadolu’nun “karanlık çağları”, başka bir
deyişle de belli bir süre sonra en renkli dönemlerden biri olan “Anadolu Demir
Çağı” başlar.

Güney Rusya’daki Kimmerlerle ilgili arkeolojik bulguların, M.Ö. II. bin
yıl başlarına kadar uzanmasına karşılık, yazılı kaynaklarda adlarının geçmesi
ancak M.Ö. VIII. yüzyıldan itibaren başlar. Antik Grek kaynaklarında
Kymmerio olarak geçer. İlk kez ünlü ozan Homeros onlardan söz eder.
Homeros’a göre Kimmerler, yer altı tanrısı Hades’in “ölüler ülkesi”nin yer
aldığı “ıssız dünyanın sis ve karanlıklarla dolu bölgelerinde” yaşıyorlardı.
Ünlü coğrafyacı Strabon’un bu konuda yaptığı eleştiri ilginçtir. “Ozan
(Homeros), Kimmerlerin Bosporus Kimmerius’un kuzeyindeki kasvetli
yerlerde oturduklarını bildiği için, Hades civarına yerleştirmiştir. Belki de
lyonyahların bu kavime karşı olan derin düşmanlıkları yüzünden böyle
yapmıştır.” demektedir.

Herodotos ve Strabon gibi antik çağ yazarları, Kimmerleri güney
Rusya’nın ilk sakinleri olarak tanımlamaktadırlar. Antik Çağda Kerç boğazı,
“Bosporus Kimmerius (Kimmer Boğazı)” adını taşımakta, Kırım’da Grek
kolonileri olarak görülen Kimmerikum, Kimmeris, Kimmerike, gibi yerleşmeler
ve yer adları bir zamanlar Kimmerlerin bu topraklara egemen olduklarını
vurgulamaktadır. Kimmerleri ve Kırım’ı kapsayan Avrupa Hunları ile ilgili
mitoslar tüm ayrıntılarıyla birlikte, Bizans tarihçisi Jordanes tarafından
nakledilmektedir.

M.Ö. VIII. yüzyılda, takriben M.Ö. 500 civarına kadar olan devre çok
hareketlidir. Kimmerler, doğudan gelen Iskitlerin istila ve baskısı sonucunda,
güneye ve batıya doğru çekilerek göç etmek zorunda kalırlar. Göç edemeyen
bazı Kimmer boyları ise, İskit egemenliği altında Kırım ve çevresinde
yaşamlarını sürdürürler ve zamanla onların içinde eriyerek tarih sahnesinden
çekilirler. Antik kaynakların bildirdiğine göre, Taurlar, Toreteler, Dandariler,
Psessler, Thteler ve Maiotler, İskit egemenliği altındaki, Kırım ve çevresindeki
Kimmer boylarını yansıtmaktadırlar. Kimmer-İskit mücadeleleri, Türk
devletlerinin tarihleri boyunca tanık olduğumuz kardeş kavgalarının en eski
örneklerinden biridir.

Kimmerleri takip eden İskitler, Herodotos’un ifade ettiği gibi, Kafkasları
doğu’dan dolaşmışlar, Hazar Denizi kıyılarını takiben Derbent-Demirkapı
geçidi üzerinden Azerbaycan ve İran’ın kuzeybatı bölgelerine ulaşmışlardı.
Çağdaş Asur çivi yazılı kaynaklarında da bu olaylar hakında ayrıntılı bilgiler
bulunmaktadır. Kimmerleri yurtlarından çıkardıktan sonra onları takib eden
İskitler, Anadolu’ya girdiklerinde burada birçok yerleşik kültürle karşılaşmışlar
ve onların siyasi ve kültürel tarihlerinde önemli izler bırakmışlardır.

  1. BÖLÜM

GÖÇEBELİK-YERLEŞİKLİK İLİŞKİSİ, ORTA ASYA’NIN EN ESKİ
KÜLTÜRLERİ VE GÖÇLER

  1. GÖÇEBELİK-YERLEŞÎKLİK İLİŞKİSİ

Modern devlet ve çağdaş uygarlık temelde birbirine zıt gibi görünen iki
düşüncenin bileşimi, iki ayrı toplum türünün etkileşimi ile oluşmuş sayılabilir.
Biri, yerleşik uygarlıkların temsil ettiği inanç ve itaat toplumudur. Bu tür
toplumlarda güçlü bir inanç sistemi hakimdir ve hiyerarşik olarak örgütlenen
merkezi otorite üstündür. Tüm uygarlık ürünlerine rağmen, aradan belirli bir
süre geçtikten sonra durağanlaşır. İkincisi, göçebe uygarlıkların temsil ettiği
irade toplumudur. Bu tip toplumlarda kendi kendine yeterlik ve bireysel çaba
geçerli karakter özelliğidir. Sürekli yer değiştiren ve her yönden saldırıya açık
olan topluluklarda, toplum son derece örgütlü ve dikkatli, birey ise kendine
yeterli ve disiplinli olmak zorundadır. Göçebe toplumunun kendisini göreceli
olarak güvende hissedeceği bir kalesi, koruyucu bir akarsuyu ya da denizi
yoktur. Ayrıca, böyle toplumlarda önderler halkını zorlayan kişiler değil,
izlenecek şefler olmak durumundadır. Genellikle seçimle iş başına gelirler
ama kendisine bağlılık tamdır; ani bir saldırı durumunda önderin vereceği
kararı tartışacak zaman yoktur. Kısaca, göçebeler yerleşik insanlardan daha
iradeli ve sağlam kişiler olmak zorundadırlar. Yerleşik toplumlarda ise
kralların doğuştan gelen ve seçimle ilgisi olmayan tanrısallıkları vardır ve
doğal bir hak olarak yönetirler.

Bu belirtilen koşullar altında göçebe halklar, yerleşik toplumlara dönem
dönem yeni yönetici ve aristokrasi sağlamışlardır. Buna, “tarihin eski
dönemlerinin ritmi” denmektedir. Binlerce yıllık dönemsel değişiklik göçebe
halkların yerleşik toplumlar! fethetmeleri ile başlar. Bu fetihlerin sonucu olan
etkileşimin yarattığı yeni uygarlık belirli bir süre sonra yerini çürüme ve
durgunluğa bırakır ve sonra yeni bir fetih başka bir uygarlığı ortaya çıkarır.
Yeni toplum ve çağdaş uygarlığın temelinde işte böyle bir etkileşim vardır.

Toplumların varlıklarını sürdürdükleri coğrafya onların sosyal ve
ekonomik hayatına büyük ölçüde etki etmiştir. Çeşitli kültürler farklı
coğrafyalarda ortaya çıkmış ve gelişme imkanı bulmuştur. Tarıma elverişli
coğrafyalarda yerleşik kültürler oluşmuş ve varlığını sürdürmüştür.
Hayvancılığa elverişli coğrafyalarda ise, göçebe kültürler ortaya çıkmıştır.
Menghin, beşerin yarattığı üç büyük kültür çevresinden biri olan nomad
kültürünün gelişmesini ve önemini şu şekilde anlatmaktadır. Buz çağının
sona ermesi üzerine Baykal Gölünden Baltık Denizine kadar uzanan geniş
sahada yeknesak bir kültür gelişmiştir. Bu kültürün başlıca özelliği: Kemikten
işlenmiş aletler ve yer değiştiren balıkçı-avcı hayat tarzıdır. Buna “Miolitische
Knochenkultur” denilmektedir. Ural-Altay dil ailesine mensup kavimlerin asli
kültürü de budur. Bu kültürün çevresi içinde hayvan besleme, önce köpek ve
ren geyiğinin ehlileştirilmesi ile başlar. Samoyed’ler ve Lapon’lar son
zamanlara bu kültürün çevresinde yaşamışlardır. Fin-Ugor’ların ataları da
takriben 5-6000 yıl önce aynı seviyede idiler. Aslında tek tanrıya tapan eski
göçebe (altnomadistisch) kültüründen diğer iki büyük kültür çevresi;
“Totemische Klingenkultur” ve ondan “Rinderhirtenkultur” (sığır çoban
kültürü) gelişmiştir. Ayrıca “Pflanzerische Faustkeilkultur” Totemizm ve
Şamanizm’den gelen unsurlarla zenginleşerek “nomadizm” in yüksek
derecesi olan at besleyen atlı göçebe ve ondan savaşçı çoban bozkır kültürü
meydana gelmiştir. Aynı zamanda bu kültürün bazı esaslı unsurlarını
Indogermenler ve Sami kavimler! de almakla beraber, en tipik şekli Altaylı
kavimler arasında oluşmuştur.

Mançurya’dan Macaristan’a kadar çok geniş bozkır coğrafyası atlı
göçebe kültürlerin yayılma sahası olmuştur. Bozkırların doğu ve batısının
coğrafi özelliklerinin birbirine benzemesi, aynı enlemler arasında
bulunmasından dolayı iklim farkının olmaması, burada yaşayan toplumların
aynı hayat tarzını sürdürmelerine imkan vermiştir.

Gerçekten de, iklimin insanlar ve siyasal yaşam üzerindeki etkileri
daha Aristoteles zamanından beri düşünürlerin ilgisini çekmiştir. Aristo’ya
göre,soğuk ülke insanları cesaretli olur. Ayrıca, Aristoteles özgürlükle soğuk
iklim arasında bir bağlantı bulunduğunu, sıcak iklimin ise boyun eğme
eğilimlerini geliştirdiğini öne sürmüştür.

Aristo’nun yaptığı bu değerlendirmeyi bıraktığı yerden alıp, bir aşama
daha ileriye götüren İbn-i Haldun’dur. İbn-i Haldun “Mukaddime”sinde iklimin
insanlar, toplumlar ve siyasal yapılanma üzerindeki etkilerini tartışıyor. Ona
göre; Yerleşikler, kendilerini rahatlık ve kaygısızlığın döşeğine salıvermişler,
mutluluk ve bolluğa gömülmüşler, mallarını ve kendilerini koruma işini,
yönetenlerine, valilerine, yargıçlarına ve sürekli koruma görevlilerine
bırakmışlardır. Çevrelerini kuşatan kale duvarlarının, önlerinde dönüp
dolaşan bekçilerin ve nöbetçilerin sağladığı güvenceyle uykuya dalmışlardır.
Hiçbir kaygı, uyarı heyecanlandırmaz onları. Ellerinden kaçabilecek avları da
yoktur. Alabildiğine iyimserdirler. Ve kendilerini güvenlik içinde bulurlar. Bu
nedenle silahlarını bırakmışlardır. İçlerinden nice kuşaklar bu tutum üzerinde
yaşayıp göçmüşlerdir. Giderek, baba ocağında kaygısız yaşayan aile
bireylerinden kadınlar ve çocuklar gibi olmuşlardır. O denli ki, bu tutumları
onlar için doğuştan var olan bir huy durumuna gelmiştir. Çöl ve kırsal kesimin
insanlarıysa, yerleşme merkezlerinden kopuk oldukları, çöllerde, kırlarda
yabancılaştıkları, koruyuculardan, kale duvarlarından uzaklarda bulundukları
için, kendilerini koruma işini kendi üzerlerine almışlar, başkalarına
bırakmamışlardır. Onun için silahları her zaman üzerlerinde bulunur. Yollarda
her yönden gelebilecek tehlikelere karşı uyanık gözlerle bakarlar. Geceleri
uyumaktan kaçınırlar. Kendilerine güvenirler. Sıkıntı ve güçlüklerle dolu
yaşam, onlar için doğal huy; yüreklilik ise bir karakter, bir temel yapı
olmuştur.

Aristo’dan başlayıp Ibn-i Haldun’la süren çizginin son durağı olarak
Montesquieu’yu sayabiliriz. Konuyu geliştirip “İklimler Kuramını” ortaya atan
da odur. Montesquieu’ya göre soğuk iklimler kalbi güçlendirmektedir. Bu
nedenle soğuk iklimlerin insanları, kendine güvenen, cesaretli, açık sözlü,
daha az kuşkucu ve daha az hileci olmaktadır.

İklimin insan davranışlarında ve dolayısıyla siyasal yaşam üzerindeki
etkisini ve göçebe hayat tarzı hakkındaki görüşlerini Ingiliz tarihçi Toynbee
şöyle dile getirmektedir Ona göre; Göçebelik bir çok bakımlardan
çiftçilikten üstün bir meziyettir. Çünkü başta hayvanların ehlileştirilmesi,
yabani bitkilerin ehlileştirilmesinden şüphesiz ki üstün bir sanattır. İktisadi
bakımdan ise çiftçi, yetiştirdiği ham mahsulü doğrudan doğruya istihlak ettiği
halde göçebe, aslında yenmesine imkan olmayan otları hayvanlara yedirerek
onları süte, ete ve yapağıya tahvil eder. Bunun için güç fiziki şartlara uymak,
çobanlık becerisi yanında askeri kabiliyetlerin de bulunması , ileri görüşlü
olmak, sorumluluk duygusu taşımak , fiziki ve ahlaki dayanıklılık gibi
meziyetlere de sahip olmayı gerektirir. Toynbee göçebe hayatını şu sözlerle
özetlemektedir: “The nomad’s life is indeed a triump of human skill”
(Göçebenin hayatı hiç şüphesiz insan maharetinin bir zaferidir).

Bu bilgilerin ışığı altında İskit ve Kimmerler’in yaşadıkları coğrafyaya
ve bu bölgenin iklim şartlarına bakacak olursak, gerek arkeolojik
araştırmalardan gerekse yazılı kaynaklardan anlaşıldığına göre, bu “atlı
göçebe kavimlerin” işgal ettikleri saha oldukça geniş olup, Tuna Nehri’nden
Çin’in batı sınırlarına kadar uzanır. Bu geniş düzlük, doğal bir otlak yeri
oluşturur. Antik çağda, bu bölgenin sınırları, siyasi hakimiyet sınırlarından
daha çok, coğrafi sınırlarla tespit edilmiştir. Bu coğrafi sınırlar, doğudan
batıya doğru Nienşan ve Tiyenşan sıradağları ile Oxus (Amu Derya)
nehrinden oluşmaktadır.

Bir hayat tarzı olarak ortaya çıkan göçebelik, avcılık ve ziraat arasında
geçen yarı yerleşiklik olarak belirmemiştir. Göçebelik bazı durumlarda fazla
özelliği olan ve uygun şartlarda toprağı işlemekten daha az işçiliğe ihtiyaç
duyulan bir yaşayış biçimi olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. “Atlı
Göçebeliğin” ortaya çıkış ve gelişiminde bozkırlar önemli bir yer tutar.
Bozkırlının sürülerini otlatabilmesine imkan veren otu bol otlaklar bu hayat
tarzının gelişmesine büyük ölçüde katkıda bulunmuştur.

Bozkırlar Altayların eteklerinden başlamakta ve güneydoğudan
kuzeybatıya doğru gittikçe düzleşmektedir. Aşağı İnci (Sır Derya) ve Aral gölü
doğrultusundaki bozkırlar, Güney Sibirya ovalarını oluşturmakta ve Hazar
Denizi’nin kuzeyinden Karadeniz'in kuzeyine uzanmaktadır. Böylece,
kuzeybatı Çin ve Moğolistan'a doğru kuzey Tanrı dağları ve yine
Moğolistan’a varır. Moğolistan’da birleşen iki bölüm buradan Ordos çölü ve
Çin arasından güneye doğru devam ederek, doğu Altay dağlarından Karanlık
dağlarına doğru Mançurya üzerine varır. Doğu bölümü daha yüksektir ve
sert bir iklimi vardır, daha çok çöl içerir ve dağlardan Çin’in tarıma uygun
topraklarından keskin çizgilerle ayrılır

Coğrafi özelliklerini belirtmeye çalıştığımız bozkırlarda verimli ve
kıymetli otlakların bulunuşu göçebe çoban kültürünün ortaya çıkmasına
neden olmuştur. Kopet dağı eteklerinde M.Ö. IV. bin yılın başlarında koyun
ve keçi beslenmeye başlanmıştır. Buranın kuzeyinde Hazar Denizi ve İnci
arasındaki bozkır bölgesinde Kelteminar kültürü ortaya çıkmıştır. Bu
dönemde, burada insanlar avcılık, toplayıcılık ve balıkçılıkla geçimlerini
sağlıyorlardı.

M.Ö. III. bin yılda bozkırda bir dizi yeni gelişmeler meydana gelmiştir.
At biniciliği, tekerlekli arabaların kullanımı, yeni gömü tarzı ve hayvanların
sağılması buna dahildi. Binek ve koşum atlarının en erken örnekleri Balhan
mezarları kültürü ve Andronovo kültürü gömülerinde ortaya çıktı. At kalıntıları
bu dönemin buluntu merkezleri arasında yüzde on beş-yirmi arasında
bulunmuştur. Don vadisinde ise, at iskeletinin oranı yüzde seksendir.
Başka bir binek hayvanı olan devenin de erken Andronovo, Karasuk ve
Balhan mezarları kültüründe varlığı saptanmıştır. MÖ. İL bin yılda at, ölü
kültü ve dini hayatta önemli rol oynamaya başlamıştır. Erken Balhan
mezarları kültüründe Poltavka tümsek mezarlarında (M.Ö. 1800-1500) at
başı bulunmuştur. Bütün at gömüsü Andronovo ve Balhan mezarları
kültürünün geç döneminde keşfedilmiştir. At kalıntıları ender olmasına
rağmen, Karasuk kültürü mezarlarında ortaya çıkarılmıştır. Bunun dışında,
Hazar Denizi ve Karadeniz arasında Kafkasya’nın kuzeyinde kurgan
mezarlar ortaya çıkarılmıştır. Bunlar, M.Ö. IIL bin yılın sonlarına
tarihlendirilmektedir. Bu mezarlar Kafkasya’nın Kuban nehri havzasında
yoğunlaşmaktadır.

Göçebe çobanların Ural nehrinin doğusunda MÖ. 2000 yıllarında
ortaya çıkışı, Dinyeper ve Ural bozkırları arasında Alçak Kurgan ve
Katakomb mezarları kültürüne etki etmiştir. Bunu her iki bölgede
seramiklerdeki benzerlikler ispatlıyor. Bir dizi kültürel ve ekonomik faklılıklar
gösteren mahalli gruplarda çoban göçebeliğine geçiş aynı zamanda Ural’da
ve Altay’da maden filizi ocaklarında tunç üretiminin gelişiminde olduğu gibi
vuku bulmuştur.

M.Ö. II. bin yılın başlarında ata binme sayesinde çoban göçebelik çabuk
yayılmaya başlamıştır

M.Ö. I. bin yıl içerisinde de atlı göçebe hayat tarzı Karadeniz’in
kuzeyindeki bozkırlarda sürmeye devam etmiştir. Bunu maddi buluntular ve
yazılı kaynaklar da desteklemektedir. Bu bağlamda, tarih sahnesine ilk çıkan
ve Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda adı bilinen ilk topluluk Kimmerler’dir.

Bu bölümde şunu da belirtmek gerekir ki, iklim kuramlarındaki
tespitlerin dışında, Eflatun, Ibn Haldun ve Toynbee’ye kadar birçok ilim
adamının göçebelik ile Bedeviliği eşdeğer görmesi, Orta Asya’da yaşayan
göçebe Türkler hakkında bazı yanlış değerlendirmelerin yapılmasına sebep
olmuştur. Ancak Orta Asya’da bilim adamları tarafından yürütülen çalışmalar
ilerledikçe ve Türklere ait kurganlar açıldıkça, yeni bilgi ve bulgulara
ulaşılmış, mevcut ön yargının yersiz olduğu anlaşılmıştır. Bu çalışmalarda
elde edilen bilgilere göre, dünya medeniyet tarihi açısından bir dönüm
noktası olan atın, M.Ö. XII. yüzyılda ilk olarak Türkler tarafından
ehlileştirilmesi, demirden bol miktarda alet ve silah yapılması, dünyanın en
eski halısının Orta Asya’da bulunması, Türk kültür ve medeniyet tarihine
daha dikkatli bakılması gerektiğini göstermektedir.

İbrahim Kafesoğlu, bu dönemde Türklerin yaşadığı göçebelikle diğer
bazı milletlerin yaşadığı - Bedevilikle eşdeğer olan- göçebeliği birbirinden
ayırır. Türklerin yarı göçebe bir hayat sürdüklerini ve bu hayat sonucu oluşan
kültürün de “Bozkır Kültürü” olduğunu söyler.

  1. ORTA ASYA’NIN EN ESKİ GÖÇEBE KÜLTÜRLERİ

Ziya Gökalp, kültürü “Bir milletin dini, ahlaki, hukuki, muakalavi
(intellectual), bedii (estetique), lisani, iktisadi, fenni hayatlarının ahenkli
mecmuasıdır” şeklinde tarif eder. Gökalp’e göre kültür, milletleri “kendi”
kılan ve onları diğer milletlerden ayıran bir olgudur. Kültürlerde insanlar gibi,
gelişir ve tarihi seyir içinde çeşitli değişikliklere uğrayarak devam eder.
Milletlerin kaderlerinin tayininde çok önemli rol oynayan bazı büyük hadiseler
din değiştirme, yurt değiştirme vb. kültür tarihi açısından da belirleyicidirler ve
değişimin hızlanmasına sebep olurlar.

Konuya Türk kültür tarihi açısından bakılınca da aynı şeyleri söylemek
mümkündür. Orta Asya’da tarih öncesi dönemlere dair yapılan arkeolojik
araştırmalar sonucunda, Türklerin atalarının nerelere kadar yayılmış
olduklarını görmek mümkün olabilmektedir. Orta Asya’nın tarih öncesi,
Yontma Taş devri’ne kadar geriye gitmektedir. Bu devir M.Ö. 5000 yılları
olarak tarihlendirilmektedir. Yontma Taş Devri’nin insanı, genellikle ormanlık
sahalarda yaşıyor, taşları yontarak basit silahlar yapıyor, avcılık ve
balıkçılıkla geçiniyordu. Hatta bu dönemde insanlar, bazı küçük baş
hayvanları evcilleştirdiği gibi, tabiattaki bitkilerden de yaralanmasını öğrenmiş
bulunuyordu. Özellikle Türklerin ilk atalarının (proto-Türk) tarihin bu
döneminde, yani Yontma Taş Devri’nde avcılık ve balıkçılık yaparak
geçindikleri anlaşılmaktadır. Zira av kuşlarından bazıları onlar için “ongun”
(töz: ata kabul edilen kuş veya hayvan) haline gelmiştir.

Aynı dönemlerde, Orta Asya’daki ormanlık sahanın insanına göre
bozkır sahaların insanı biraz daha ileri durumda bulunuyordu. Daha doğrusu,
ormanlık sahanın insanı Yontma Taş Devri’ni yaşarken bozkır sahanın insanı
Cilalı Taş (Neolotik) Devri’ne geçmiş durumdaydı. Zira, Mançurya’dan Hazar
Denizi’ne kadar uzanan bozkır sahalarda genellikle cilalı taş aletler
bulunmuştur. Daha da önemlisi, bozkır insanı, M.Ö. II. binyılın sonlarına
doğru çoktan Maden Devri’ne girmiş bulunuyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki,
Türklerin ataları, ormanlık sahadan çıkarak, yavaş yavaş Orta Asya’nın
bozkır sahalarına yayılmışlardır.

Orta Asya’nın en eski kültür merkezlerinden biri, Türkmenistan’ın
başkenti Aşkabat yakınlarında Anav (Anau) adını taşıyan yerden ortaya
çıkarılmıştır. Burada yapılan kazılarda M.Ö. 4000-1000 yılları arasında
tarihlendirilebilen oldukça gelişmiş yerleşik bir kültüre rastlanmıştır. Güneşte
kurutulan tuğlalardan yapılmış evlerde oturan Anav insanı, at, koyun, sığır
besliyor ve çiftçilik yapıyordu. Aynı yerleşik kültürün bir benzeri de Aral gölü
çevresinde (Kelteminar kültürü: M.Ö. 3000) ve Anav yakınlarındaki
Namazgahtepe’de bulunmuştur. Burada yapılan kazılarda, M.Ö. 2500
yıllarına ait dibekler ve bakırdan çeşitli süs eşyaları ele geçirilmiştir. Öyle
anlaşılıyor ki, bu kültürün insanı, tarihin oldukça erken sayılabilecek bu
döneminde, arpayı ve buğdayı dibeklerde öğütüp, un ve ekmek yapmayı,
daha önemlisi maden işlemesini öğrenmiş bulunuyordu.

Orta Asya’nın eski kültürlerinden biri de, M.Ö. 3000-1700 tarihleri
arasında, Abakan bozkırlarında görülmüştür. Abakan veya en önemli buluntu
yeri olan Afanasyevo adıyla tanıtılan bu kültür, sadece Abakan bölgesi ile
sınırlı kalmamış, Altay dağlarından Etil (Volga) nehrine kadar uzanan geniş
bozkır sahaya yayılmıştır. Çakmaktaşından ok uçları, kemik iğneler, bakır
bizler, bıçaklar, küpeler, kırmızı veya beyaz bantlı basit çömlekler ve çeşitli
maden işlemeli aletler, bu kültürün en önemli malzemesini oluşturmaktadır.
Bu malzemeler, Afanasyevo insanının Maden devri’ne girdiğini, avcılık ve
hayvancılık yaptığını göstermektedir. Zira, eski Türk hayatının temel unsurları
olan at ve koyuna ait kemikler, ilk defa Afanasyevo kültürünün kurganlarında
yanyana görülmüştür. Afanasyevo insanının kültürel bakımdan elde ettiği
en önemli başarı, hayvan yetiştirmenin dışında, ilkel biçimde de olsa ziraat
yapmaya başlamasıdır.

Orta Asya’da Afanasyevo kültürünü, Andronovo kültürü takip etmiştir.
Afanasyevo kültürünün gelişmiş bir şekli olan bu kültür, M.Ö. 1700-1200
yılları arasında, Altay dağlarının güneyinden Yenisey’e, Tanrı (Tien-şan)
dağlarından Yayık (Ural) nehrine kadar olan bozkır sahayı tamamen
kaplamıştır. Orta Asya kültür kronolojisinde birçok yeninin başlangıcını temsil
eder. Kari Jettmar’a göre, bu dönemin insanı uzun süredir kullandığı pişmiş
toprak kaplara, yani seramiğe boya ile dekoratif arzularını katmıştır.
Altayların kuzeyinde M.Ö. 1700-1200 yılları arasında görülen Andronovo
kültürü Altaylar’ın güneyinde daha geç, M.Ö. 1200-700 yılları arasında
görülmüştür. Kari Jettmar ve P. Gryaznov’un Hint AvrupalI kavimlere mâl
ettikleri Andronovo kültürünü yaratan ırkı Bahaeddin Öğel, Türk ırkının
prototipi olarak kabul eder. Andronovo Kültürü insanları bakırı oldukça
farklı alanlarda kullanmışlardır. Taş levhalarla kapatılan mezar grupları da ilk
olarak bu dönemde görülür. Bu dönemde Asya kıtası jeopolitiği de güneyde
ziraat, kuzeyde avcılık, batıda ise çobancılığa dayalı Bozkır Kültür alanları
şeklinde belirlenmeye başlanmıştır. Bu döneme ait önemli buluntu
yerlerinden biri de Minusinsk havzasıdır. Geniş ağızlı, düz tabanlı, kulpsuz
ve süslü çömlekler, taş kaşıklar, kemikten ok uçları ve iğneler, kabzalı
hançerler, saplı baltalar ile inci ve küpe gibi süs eşyaları, bu kültürün en
önemli eşyalarıdır.

Andronovo kültüründe en önemli gelişme, metal işlemede
gerçekleştirilmiştir. En çok kullanılan maden, toprağın üzerinde birikmiş olan
metal oksit cevheridir. Metal cevheri, genellikle Altay ve Kuzey
Kazakistan’daki Kalbin sıradağlarında bulunan sığ ve açık maden
ocaklarından sağlanmıştır. Andronovo insanı, madeni silahlarının dökümünde
hem balçıktan hem de taştan kalıplar kullanmıştır. Ayrıca tunç (bronz) ve
altından yapılmış süs eşyaları da ilk defa Andronovo kültüründe görülmüştür.
Çinliler, tunç yapmayı Andronovo insanından, yani Türklerin atalarından
öğrenmişlerdir. Diğer taraftan, bu kültürün insanı, at ve koyunun yanında
deve ve sığır gibi hayvanları da beslemeye başlamıştır.

Yenisey nehrine katılan Karasuk ırmağı çevresinde M.Ö. 1200-700
tarihleri arasına ait yeni bir kültür ortaya çıkarılmıştır. Karasuk adıyla tanıtılan
bu kültürde Andronovo geleneği devam ettirilmekle beraber, yenilik olarak
demir madeni bulunmuş ve işlenmesine başlanmıştır. Hatta bu kültürde,
bakıra arsenik ve kalay karıştırmak suretiyle metalin kalitesi ve değeri son
derece yükseltilmiştir. Bundan başka, eski Türk hayatının en önemli
unsurlarından olan dört tekerlekli arabalar ve keçeden derme çadırlar ile
mezara yiyecek, içecek koyma gibi dini adetler, ilk defa bu kültürde
görülmüştür. Daha önemlisi, Karasuk kültürünün insanı, koyun yapağısı
dokuyarak, elbise yapmasını öğrenmiştir.

Orta Asya ve Türk sanatının karakteristiği olan “Hayvan Üslubu” nun
bu dönemde ortaya çıktığı görülür. Yine aynı dönemde, Batı Asya
bozkırlarında, günümüzde Türk oldukları konusunda artık kuşku kalmayan
İskitlerin (Sakaların) görüldükleri kaynaklarda yer alır.

Karasuk kültürünü, M.Ö. 700-100 yılları arasında, Abakan ve
Minusinsk bölgesinde Tagar Kültürü takip eder. Tagar kurganlarında, tunçtan
yapılmış iki yanı keskin (kingırak) bıçaklar, hançerler, çok sayıda ok uçları,
saph aynalar, süslü altın ve tunçtan tokalar, iğneler, taçlar, bilezikler, küpeler,
taraklar ve üç ayaklı süslü tunç kazanlar bulunmuştur. Bu eşyalardan
bazılarının üzerine işlenmiş olan hayvan tasvirleri, eski Türk sanatının özünü
oluşturan hayvan üslubunun bütün özelliklerini taşır. Öte yandan gem
yapmak üzere yontulmuş kemik ve boynuz parçaları ile el değirmenleri, ilk
defa Karasuk kültüründe görülmüştür.

Tagar kültürü M.Ö. 3000 yıllarından sonra Taştık bölgesinde yeni bir
gelişme gösterir. Hem Tagar hem Taştık insanı, otağ şeklinde ağaçtan sabit
konutlar yapmıştır. Bu evler, ağaç kütüklerini silindirik veya dört köşe olacak
şekilde üst üste yığmak suretiyle yapılıyor ve tavanı da eğilmiş ağaç
dallarıyla tıpkı kubbe gibi kapatılıyordu. Çadırlarda olduğu gibi bu evlerin de
orta yerlerinde, ocak, tepelerinde ise, duman deliği bulunuyordu. Bu ahşap
evlerden oluşan obaların etrafı da, ağaç kütükleri ve dalları ile çevriliyordu.
Ağaç kütükleri ve dalları ile örülen duvarlara ise, eski Türkçede “çit” adı
veriliyordu. Bu “çitler”, kuş tüyleri ve samanla karıştırılarak balçık harç ile
sıvanıyordu.

Tagar ve Taştık kültürlerine ait birçok kaya resmi bulunmuştur. Tagar
ve taştık kaya resimleri ile bu kültürlerin kurganlarında ortaya çıkarılan
tunçtan küçük hayvan heykelleri, çeşitli eşyalar üzerinde yer alan dağ keçisi,
geyik, at, kurt, boğa, kaplan, pars ve yırtıcı kuş tasvirleri, eski Türk sanatının
bütün özelliklerini yansıtmaktadır. Bundan dolayı, bu kültürleri yaratan
topluluğun Türklerin ataları olduğu hususunda asla şüphe edilmemektedir.

Anav, Kelteminar, Afanasyevo, Andronovo, Karasuk, Tagar ve Taştık
kültürlerine dair arkeolojik kazıların hemen hemen hepsi, Rus arkeologlar
tarafından yapılmıştır. Rus arkeologlar, ortaya çıkardıkları arkeolojik
malzemeyi genellikle buluntu yerlerinin adlarıyla tanıtıp değerlendirmişlerdir.

Fakat onlar, bu kültürleri yaratan toplulukların kimlikleri hakkında, bir şey
söylememişlerdir* Halbuki bu arkeolojik malzemenin değerlendirilmesinden
ve yorumlanmasından şöyle bir sonuç çıkabilir: Orta Asya’da ortaya çıkarılan
Anav, Afanasyevo, Andronovo, Karasuk ve Taştık kültürlerinin özellikle
Türklerin atalarıyla çok yakından ilgisi bulunmaktadır. Bu yargının doğruluğu,
bugün bile çeşitli delillerle kanıtlanabilmektedir. Mesela eski Türk
kültüründeki at ve koyun besleme, dört tekerlekli üstü kapalı araba, derme
çadır, tunç, iki ağızlı bıçak, hayvan üslubu gibi unsurlar ile mezara yiyecek ve
içecek koyma adeti, bu kültürlerde de açık bir şekilde görülmektedir. Bundan
da anlaşılıyor ki, Türklerin ataları (proto-Türkler), çok eski çağlarda Abakan
bozkırlarından Etil (Volga) ve Ceyhun nehrinin ilerisine kadar olan bütün Orta
Asya topraklarına yayılmışlardır. Bu durum, Türklerin yayıldıkları sahalardaki
ırmaklara ve dağlara verdikleri isimlerle de desteklenmektedir. Örneğin,
Milattan önceki çağlarda yazılmış Grekçe eserlerde Ural nehrinin adı “Dayık”
(Yayık), Ceyhun nehrinin adı da “Oxus” (Öğüzmehir), şeklinde Türkçe
yazılmıştır. Grek yazarları, bu isimleri, hiç şüphesiz burada oturan Türklerden
öğrenmiş olmalıdır.

  1. GÖÇLER

Bir topluluğun kendi yerini, yurdunu terk ederek, başka bir yere
gitmesine veya yer değiştirmesine göç denir. Sosyal bir olay olan göç, hayati
ve ciddi sebeplere dayanır. Aksi takdirde hiçbir topluluk önemli bir sebep
olmadan yerini yurdunu terk edip, sonunun nasıl biteceği belli olmayan bir
maceraya kalkışmaz. Çünkü, hiçbir göç sahası tamamen boş ve sahipsiz
değildir. Göç hareketinde bulunan kütle, buradaki yerli topluluk veya devlete
karşı hakimiyet mücadelesi vermek ve bu mücadeleyi de kazanmak
zorundadır. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, göç hareketinde bulunan
kütlenin, yeni göç sahasındaki yerli halkı ya hakimiyeti altına alması ya da
onu buradan sürmesi gerekiyordu.

Türk topluluklarını, bazı zorlayıcı sebeplerden dolayı zaman zaman
Orta Asya’daki yurtlarını terk ederek, başka coğrafyalara, başka iklimlere göç
etmeye zorlayan etkenler olmuştur.

Herşeyden önce, Orta Asya’nın iklimi istikrarsızdı. Buradaki hayat,
arka arkaya gelen şiddetli soğukların ve tipinin, sel ve çekirge baskınlarının,
otları ve suları yok eden aşırı sıcakların ve kuraklığın daimi tehdidi ve
tehlikesi altındaydı. Bazı yaz aylarında hiç yağmurun yağmadığı aşırı
kuraklıklar, kış aylarında ise aşırı soğuklar yaşanıyor ve kütle halinde
hayvan kırımları meydana geliyordu.

İskit Göçleri de Orta Asya’daki, bugünkü Moğolistan ve Türkistan’da
meydana gelen ve uzun süren bir kuraklık ve kıtlık devresiyle bağlantılıdır.
Otlak sahalarının kuruması, çağdaş Çin kaynaklarına göre doğu
bozkırlarında yaşayan Hiung-Nu (Hun) kabilelerinin Çin’in kuzeybatı
sınırlarına doğru kaymalarına neden olur. M.Ö.IX . yüzyılın sonu ile M.Ö. VIII.
yüzyılın başlarına ait Çin kaynakları İmparator Suan’ın bunları püskürterek,
batıya yönelttiklerini nakletmektedir. Demekki Iskitleri, batıya Kimmerler
üzerine iten ana neden Hiung-Nuların bu hareketleridir. Yine Çin
kaynaklarının naklettikleri “çekirge istilaları”, bozkırlarda zaman zaman büyük
kıtlıklara neden olmuş, çekirge sürüleri hayvanların tüylerini, yelelerini,
kuyruklarını bile kemirmiştir.

İklim şartları, salgın hastalık ve siyasi nedenlerden dolayı M.Ö. 1700
yıllarından itibaren tıpkı Ari toplulukları gibi Asya kökenli göçebe topluluklar
da Avrupa istikametinde yayılmaya başlamışlardır. Bu toplulukların ilki
Kimmerlerdir. Orta Asya’yı terk ederek batıya kayan Kimmerler, Etil ile
Dinyeper nehirleri arasındaki bozkır sahaya dağılıp yerleşmişlerdir.

Kimmerlerin bölgedeki hakimiyetleri M.Ö. Vlll.yüzyıla kadar devam etmiştir.
Bu yüzyıl içinde doğudan Iskitler tarafından sıkıştırılan Kimmerler, yerlerini
terk ederek, Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya girmiş ve Orta Anadolu’ya doğru
yayılmışlardır. Kurt Bittel bu konuda şu yorumu yapmaktadır: “Kimmerler’in
Anadolu’yu istilası, kuvvetli bir ihtimalle, Orta Asya’dan kaynaklanmış olan
büyük bir göç hareketinin yan kolunu teşkil etmektedir. Bu hareket hiçbir
zaman bir soygun seferi şeklinde değil, aksine, bütün bir halkın mal ve
mülkleriyle beraber yaptıkları bir göç olarak nitelendirilebilir. Bu bakımdan
M.Ö.XIII. yüzyıldaki “Deniz Kavimleri”nin hareketleri ile karşılaştırabilir”
demektedir.

Kimmerlerin, Karadeniz’in kuzeyindeki yerleri ise, tamamen Iskitlerin
eline geçmiştir. Böylece, büyük bir topluluk olan Iskitler, M.Ö. VIII. ile M.ö. II.
yüzyıllar arasında Tanrı dağlarından Tuna nehrine kadar uzanan geniş
sahaların tek hakimi olmuşlardır. Hatta onlar zaman zaman Kafkaslar
üzerinden Anadolu’ya girmiş ve Kuzey Suriye’ye kadar uzanmışlardır. Burada
önce Asurlularla, sonra Perslerle mücadele etmişler ve bu savaşlarda ne
Asurlular ne Persler İskitlere karşı üstünlük sağlayamamışlardır. Iskitler, M.Ö.

  1. yüzyılda doğudan Sarmatlann, batıdan Gotların baskısı ile tarih
    sahnesinden çekilmişlerdir. Iskitlerin yerini alan Sarmatlar ise, M.S. II. yüzyıla
    kadar Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda varlıklarını sürdürmüşlerdir.

II. BÖLÜM

KİMMERLERİN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI VE KÜLTÜRLERİ

  1. KİMMERLERİN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI

Kimmerler ve İskitler Eskiçağ’daki “Türk Kültür Tarihi” nin, daha genel
bir deyişle de “Milli Tarihin” ilk temsilcileridir. Çünkü, Eskiçağ ve devamındaki
çeşitli yazılı kaynaklardan edindiğimiz bilgilerin ışığı altında ve bu bilgileri
doğrulayan, arkeolojik bulgular yardımıyla, adları günümüze kadar gelmiş
olan ilk Türkler ve ilk Türk devletleridir.

Kimmerler meselesi, İskit araştırmaları ile ortaya çıkmış ve buna
paralel olarak gelişmiştir. İskitler üzerine yapılan araştırmalar ise bir
rastlantıyla başlar. XVII. yüzyılın son çeyreğinde, Sibirya’daki kurganlarda
gizli kazılar yapan bir defineci çetesi, çok değerli altın eserler ele geçirirler.
Durum, Çar I. Petro’ya bildirilir. Eserlere el koyularak bu nadide yapıtlar St.
Petersburg’a getirilir. Dönemin koleksiyoncuları ve sanat severleri, şimdiye
kadar bilinmeyen bu değişik tarzdaki eserlere hayran kalırlar. Daha sonra,
Sibirya ve Güney Rusya’da tesadüfen bulunan benzer şekilde buluntular, bu
sanata karşı yoğun bir ilginin ve de ilk bilimsel araştırmaların başlamasına
neden olur, kurganlar kazılmaya başlar. Sonuç olarak bu eserlerin, bir
zamanlar Avrasya bozkırlarında yaşamış olan atlı-göçebelere ait olduğu
anlaşılır.

Bozkır göçebelerinin batı kolunu oluşturan Kimmerler, MÖ II. Bin yıl
başlarından MÖ VIII. Yüzyıla kadar Kırım merkez olmak üzere, Karadeniz’in
kuzeyindeki bozkırlarda yaşamışlardır. Güney Rusya’daki Kimmerler’le
bağlantılı arkeolojik materyalin MÖ II. bin yılın başlarına kadar uzanmasına
karşılık, yazılı kaynaklarda adlarının geçmesi ancak MÖ. VIII. yüzyıldan
itibaren görülür. Antik Grek kaynaklarında Kymmerioi, Kyymmerios adıyla
tanımlanmaktadırlar.

Günümüze kadar ulaşmış kendilerine özgü yazılı kaynaklarının
olmayışı, Kimmer ve İskit uygarlıklarını tanımlama konusunda bazı zorlukları
gündeme getirmekle birlikte, bu konuda Grek ve Asur kaynakları
tamamlayıcı bilgiler sunmaktadır.Grek yazılı kaynaklarında bu topluluklar
“Kimmeroi” ve “Skuthoi” olarak tanımlanmaktadır. Anlaşılabildiği kadarıyla,
kültürel karakterleri ve yaşam biçimleri açısından birbirlerine oldukça benzer
olan bu iki topluluktan öncelikle Kimmerler Anadolu’ya girmiş, dönemin
yerleşik uygarlıklarının siyasal ve kültürel tarihinde bazı önemli değişikliklere
neden olmuşlardır.

Atlı Kavimler topluluğunun büyük bir kolu M.Ö. Il.bin başlarından,
Vlll.yüzyıla kadar Karadeniz’in kuzeyinde, Doğu Avrupa bozkırlarında ve
Kafkasya yöresinde yaşamış, daha sonra ki dönemlerde de “Kimmerler” adı
ile tanınmışlardır. Bunlar yazılı kaynaklarda isimleri geçen ilk bozkır
sakinleridir. M.Ö. VIII.- M.Ö. V. yüzyıllar arasında, Iskitlerin baskısı ile çeşitli
bölgelere göç etmek zorunda kalan ve kendilerine yeni bir yurt arayan bu
kavmin çeşitli boyları, Avrupa içlerine kadar yayılmış ve iki yüzyıla yakın bir
zaman içerisinde Anadolu’yu istila etmişlerdir. Kimmerlerin kökeni ile ilgili
farklı görüşler ortaya koyulmuştur. Bazı tarihçiler Kimmerlerin Kuzey Avrupa
ırkı olarak nitelenen “Homo-Europeus” grubuna dahil olduklarını, bir grup ise
Italo-Keltler’le akraba olduklarını söylemektedirler. Bunun dışında ortaya
koyulan bir görüş de, Kimmerlerin Trak kökenli oldukları yolundadır. Bu
görüşlerin dışında Frigya grubuna dahil olduklarını ve Ermenilerle ilgilerinin
bulunduğunu, Iran kökenli olduklarını ve Iranlı idareci bir sınıfın yönetimi
altında bulunduklarını, Bulgarların atası olduklarını, Iskitlerle akraba
olduklarını söylemişlerdir. Bu konuda ortaya atılan yazılı ve arkeolojik
verilerle de doğruluğu ispatlanan en kuvvetli görüş ise Kimmerlerin Ural-Altay
kökenli bir toplum olduğu yolundadır.

XIX. yüzyıldan günümüze kadar bu konuda yapılan araştırmalar,
Kimmerlerin, Güney Rusya ve Kafkasya Bronz Çağ kültürlerinin bir
“temsilcisi” ve “taşıyıcısı” olduğunu ortaya koymuştur. Buna paralel olarak,
Önasya dünyasında birçok merkezin gün ışığına çıkarılması ve bu
göçebelerden bahseden Assur yazıtlarının ele geçirilmesi Kimmerler
meselesine yeni boyutlar kazandırmıştır. Bir tarafta Antik Grek ve Latin
kaynakları, “Kutsal Kitaplardan” esinlenen Ermeni yazarlarının kayıtları, diğer
taraftan, ele geçirilen bu Assur dokümanlarının yanısıra Pers yazıtlarının
incelenmesi ve son olarak da, bazı Urartu yazıtlarının ve eski Türk
Mitoslarının bu probleme ışık tutması, Kimmerler’i “efsanevi” olmaktan
ziyade, tarihi bir niteliğe dönüştürmüştür. Ayrıca, Anadolu’da yapılan
arkeolojik kazılarda elde edilen tipik bozkır materyali, Kimmerlerin kökenine
ilişkin önemli maddi bulgular vermiştir.

Yukarıda da söylediğimiz gibi Kimmerlerin kökenine ilişkin ortaya
koyulan fikirlerin içerisinde yazılı ve arkeolojik verilerin ışığı altında en
kuvvetli olanı etnik bakımdan bu atlı göçebelerin Orta Asya orijinine dayanan
Ural-Altay kökenli bir toplum oldukları yolundadır. Yani Proto-Türkler kavramı
ile organik olarak bağlantılıdır. Bu fikirler iki temel dayanak üzerinde
toplanmaktadır: Bunlardan birincisi, Kimmerler, Orta Asya kökenine dayanan
“Kurgan Kültürlerinin” tipik bir temsilcisidir. Bozkırların geniş sahalarına
yayılmış olan “Atlı kavimler Medeniyetinin” Batı kolunu teşkil ederler. İkincisi

de, Kimmer-lskit kültürlerinin yakın bağları ve bunların birbirinden ayırt
edilemeyen kültür beraberliği Kimmerlerin kökenleri ile ilgili sorunun
çözümünü sağlamaktadır. Çünkü İskit araştırmaları Kimmerlere göre çok
daha ileri derecededir, bunların kökenleri Orta Asya’ya bağlanmakta ve
bunların Türk asıllı oldukları kesinlikle kabul edilmektedir.

  1. KİMMERLERİN KÜLTÜRLERİ

Kimmerlerin kültür tarihini üç devreye ayırabiliriz. Bu devirlere
geçmeden önce “Bozkır kuşağının” Kimmer öncesi kültürel durumuna kısaca
değinecek olursak, bu göçebelerin yaratmış olduğu kültürleri, “KURGAN”
adı verilen mezarlarından tanındığını söyleyebiliriz. Ele geçirilen tipik
malzemenin hemen hemen tümü bu gömülerde, “ölü hediyesi” olarak
bulunmuştur. Bu kurganlardan en eskisinin Neolotik devre kadar uzandığı ve
bu devri temsil eden kültürlerle bağıntılı olduğu anlaşılmaktadır. Bu devri
takiben Bakır ve Bronz çağlarına ait ve İskit öncesi kültürleri temsil eden
kültürler, coğrafi alan bakımından kuzeyde, Kiev’den batıda Podolia bölgesi
ve doğuda Urallar’a kadar uzanan geniş bozkır kuşağına yayılmışlardır.
Ayrıca Kafkasya’nın kuzeyinde yer alan Kuban bölgesi ve merkezi Kafkasya
yaylaklarını kapsayan Koban mıntıkası da bu alana dahildir. Bu yöredeki
buluntular, güney Rusya Bronz Çağ formlarına bağlı bir durum gösterdikleri
halde, kısmen özel bir bölüm teşkil ederler. Güney Rusya’nın bakır ve
bronz çağları, MÖ II. Bin yıl başlarından, Iskitler Devri’ne kadar olan devreyi
kapsamaktadır.

Neolotik devir kurganlarının gerçek sahası ise, Orta Asya ve Türkistan
bozkırlarıdır. Ayrıca, yukarıda sınırlarını belirttiğimiz geniş bozkır kuşağına
yayılmıştır. Bu gömülerin yayılış sahasının, genel olarak “Mikrolitlerin”
dağılışına uygun düştüğü tesbit edilmiştir. Özellikle otlak bölgelere yayılan bu
gömülerin ilk bozkır göçebelerine ait olduğu şüphesizdir. MÖ 4000-2000
yıllan arasında yaşadıkları anlaşılan bu toplumlar avcılık ve hayvancılık
yaparak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Göçebe-çoban olarak nitelenen bu
insanların bir kısmı toprağa bağlanmıştır. Bunun neticesinde gruplaşmalar
olmuş ve Güney Rusya’nın tipik köy kültürleri oluşmaya başlamıştır. Pek
düzenli bir ziraat yapamadıkları anlaşılan bu toplumların yerleşme merkezleri
diğer göçebeler için de önemlidir. Zira bu yerler gerektiğinde hayvanlarına ot
bulmak amacıyla çeşitli yörelere göç eden çobanlara “Kışlak” ve “Konak”
vazifesi görmektedir.

Yukarıda değindiğimiz gömülerden ilkini temsil eden Basit Çukur
Mezarlar veya Alçak Kurganlar, Kimmer öncesi Maden Devri’nin en eski
mezar tipini teşkil etmekte, MÖ 2500’den önceye ve MÖ II.Bin başlarına
tarihlendirilmektedir. Bu tip gömülerin esas olarak yayılma alanı, Dinyeper ve
Aşağı Volga arasında uzanan geniş bozkırlardır. Genellikle ölüler “hoker”
durumunda gömülmüş olup, üzerleri aşı boyalıdır. Bu gelenek bilindiği
üzere Paleolitik devre kadar uzanmaktadır. Muhtelif aletlerin yanısıra, silahlar
ve keramik kaplar tipiktir. Ayrıca ele geçirilen araba kalıntıları ve modelleri
bozkır yaşantısını açıkça belgelemekte ve göçebenin ayrılmaz bir unsuru
olan at ve arabayı belgelemektedir. Bilindiği üzere at, ilk defa Orta Asya’da
ve kuzey yörelerinde Alt Paleolotik devirden itibaren ehlileştirilmiştir . llral-
Altay’daki Afanasyevo kültürü bu çağın temsilcisidir. Bozkır yaşantısının
karakteristik tüm elemanları bu kültürde görülmektedir.

M.Ö. II. Bin yıl başlan, tarihi ve kültürel olayların gelişimi yönünden çok
önemlidir. Bu devrede, Karadeniz ve çevresi adeta bir merkez niteliğini
taşımakta ve büyük hareketlere sahne olmaktadır. Bu hareketler zaman
zaman üzerinde tartışılan , Indo-Avrupahların büyük göçleri ile bağıntılıdır:
Hititler Kafkaslar yolu ile Anadolu’ya gelirler. Aynı devrede, batıda ise Akalar
kuzeyden Yunanistan’a girerler. Bu paralellik tesadüfi değildir. Kuzeydeki
bozkır kuşağında oluşan büyük bir depresyon hareketinin sonucudur. Bunu
arkeolojik olarak belgelemek mümkündür. MÖ II. Bin yıl başlarında, Güney
Rusya’nın Bakır Çağ kültürünün tipik yerleşik temsilcisi olan Tripolye kültürü
sona ermiştir. Doğu bölgelerde ise, Kazakistan’da, Orta Asya’da ve Ural-
Altay yöresinde M.Ö. 1750’den itibaren Andronovo kültürünün birdenbire
ortaya çıkması ve yayılım göstermesi, bu depresyon hareketinin doğu-batı
yönünde geliştiğini ve doğal olarak Karadeniz çevresini ne ölçüde etkilediğini
belgelemektedir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Kimmerlerin kültür devirleri üç bölüme
ayrılmaktadır. Bunlardan birincisi, Kimmerler’in Güney Rusya Bronz Çağ
kültürlerinin temsilcisi olarak ortaya çıkmalarıyla başlar, muhtemelen MÖ
1800-1700’den itibaren, MÖ XIII. yüzyıla kadar devam eder. Bu devrede
doğudan, Orta Asya yöresinden gelerek, Kafkasların kuzeyindeki
bozkırlardan, Donetz havzasına kadar uzanan geniş sahada yaşamışlardır.
Bu göç hareketleri yukarıda değindiğimiz gibi Andronovo kültürünün
gelişmesi ile bağlantılıdır. Andronovo kültürünün batı yönde yayılımı, bu
kültürün batısında yer alan Kimmer kültürlerini etkilemiş, bunların hareketleri
de Indo-Avrupalıların yerlerinden oynamalarına neden olmuştur.

Bu devrede Katakomb Mezarları Kültürü ve Kuban Kurganları
kompleksi, Kimmerler’in arkeolojik karşılıklarını temsil ederler. Katakomb
Mezarları Kültürü, doğuda Volga, batıda Dinyeper, güneyde ise Azak Denizi
ile sınırlanmış geniş bozkır kuşağında görülmektedir. Bu gömülerle, yukarıda
değindiğimiz, en eski bozkır mezarları olan Alçak Kurganlar arasında kesin
bir ayrım yoktur. Bu arada yerel gelişmelerde görülür; bazı yörelerde,
özellikle batı kesiminde Taş sandık mezarlar dikkati çeker. Keramikler tipiktir.
Daha önceki, bozkır keramiği’nin gelişmiş bir tipidir. Ancak batı tesirleri dikkat
çekicidir. Keramik bakımından Batıdan etkilenmişler, ancak silah formları
yönünden her hangi bir etki altında kalmamışlardır. “Hoker" tarzına benzer
gömme adetleri ilginçtir, ayrıca bu gömüler tipik bozkır ayrıntılarını
yansıtırlar.

Arkeolojik materyal tamamen Kuban Kuganlan kompleksi ile
bağıntılıdır. Mezarlardan çıkarılan tüm buluntular, Katakomb Kültürü’nü
yaratan bozkır sakinlerinin, pastoral yani göçebe-çoban bir yaşam tarzı ile
yerleşik ziraat arası bir yaşantıyı sürdürdüklerini göstermektedir.

  1. Kuban Kurganları

Bu kurganların Kimmerler’le olan bağıntısı, bu kurgan gruplarının İL
Devresinden itibaren başlamaktadır. Bu devre Orta Kuban Devri olarak
adlandırılır. Yukarıda da değinildiği gibi, Katakomb Mezarları Kültürü ile
Kuban Kurganları birbirleriyle organik olarak bağıntılıdır, öyle ki, her iki
gruptan elde edilen arkeolojik materyali birbirinden ayırmak hemen hemen
imkansızdır. Bu nedenlerle, her iki kültür grubu, Kuban-Katakomb Kompleksi
olarak da adlandırılmıştır. Kuban kurganları, Kimmerler’in bu devrede
Kafkaslar üzerine yayılmaya başladıklarını göstermektedir. Katakomb kültürü
ile çağdaş olan bu kültür kompleksinin arkeolojik materyalinde, batı
tesirlerinin görülmesi Indo-Germenler’in hareketleri ile bağıntılı olduğunu
yansıtmaktadır. Ayrıca, bu kültürün komşu çevre kültürleri üzerindeki etkileri
dikkati çekmektedir.

  1. MÖ XIII. yüzyıldan, MÖ Vlll.yüzyıla kadar olan devre

Kimmerler, yukarıda belirtilen süre içinde, çeşitli kollar halinde,
Kafkasya, Kırım ve Dinyeper havzasındaki sahalara yayılmışlardır. Bu
yayılma, Orta Asya yöresinde görülen ve daha sonra bütün Karadeniz
çevresini etkileyen Kavimler Kaynaşması ile bağıntılıdır. MÖ XIV. Ve MÖ XIII.
yüzyıllarda başlayan ve İran’ı etkileyen göç dalgaları bu depresyonunun bir
sonucu olmalıdır. Aynı göç hareketinin dalgalanması safhalar halinde devam
edecektir. Batı kesiminde de bu devrenin sonlarında cereyan eden Frig
göçleri görülür ve bilindiği üzere Hitit devleti yıkılır. Yunanistan’ı ise Dor’lar
istila ederler.

  1. Koban ve Kolkhidik Kültürleri:

Adı geçen kültürleri, Kimmerler’in merkezi Kafkaslar yöresine yayılan
büyük bir kolunun temsilcisidirler. Çevre kültürler üzerindeki etkileri dikkat
çekicidir. Ancak, yerli Kafkas gelenekleri bu yeni gelenleri oldukça
etkilemiştir. Kurganlardan elde edilen arkeolojik materyal çok zengin olup, bu
bozkır insanlarının karakterlerini yansıtmaktadır. Bu toplum grubu, sonraki
safhada, Kimmer göçlerinde önemli bir rol oynayacaktır, muhtemelen Ana
Gruba, Kafkas geçitleri aşılırken öncülük etmişlerdir.

  1. Srubna Kültürü:

Kimmer Kültür tarihi ve ilk Kimmer-lskit bağıntıları bakımından çok
önem taşır. Bazı araştırıcılara göre, bu devrede pre-İskit boyları, tedrici
olarak Kimmer sahası içine sızmışlardır. Bu nedenlerle Kimmer ve erken İskit
kültürleri arasında kesin bir ayırım yoktur, arkeolojik materyali birbirinden
ayırmak imkansızdır. Diğer bir görüşe göre Kimmerler, İskitleri temsil eden
Srubna kültürünün bazı yerli kollarından müteşekkil bir toplumdur, yani aynı
kökene bağlıdır. Bu kültür çevresini temsil eden ve tahta mezar yapıları diye
adlandırılan kurganlarda büyük bir gelişim görülür. Bozkır adetlerini yansıtan
karakteristik gömüler ilginçtir. Kimmer ve Pre-lskit kültür çevresinin temsilcisi
olan ve yukarıda bahsedilen bu kurganlar, daha sonraki devrede, yani MÖ
VIII. yüzyıldaki İskit istilasını takiben, MÖ VII. yüzyıldan itibaren bütün
görkemleri ile gelişim gösterirler. Anlaşıldığına göre bunlar esas İskit
kurganlarının (MÖ VlILyy-MÖ ll.yy) bir ön basamağını teşkil etmektedir.
Srubna Kültürü üç devredir:

I.Devre: MÖ 1500-1200 arasına tarihlenir. Bu devrede aşağı Volga
üzerindeki eski “Poltavka” bölgesi içinde gelişim göstermiş, ancak bu
devrenin sonlarına doğru , MÖ XIII. yüzyılda batıya yayılmaya başlamıştır.
Önce Don ve Donetz bölgelerini etkisi altına almış, MÖ XII. yüzyıldan sonra
Dinyeper yöresine yayılmıştır.

İL Devre: Bu devreye Khvalinsk Periyodu denir. Bu devre yaklaşık
olarak MÖ 900 civarına kadar devam etmiştir. Bu kültür devresinin
Andronovo Kültürü ile bağlantısı vardır. Kültür beraberliği, Kimmer
probleminin ana çözüm noktalarından birini teşkil etmektedir. Andronovo
insanı adıyla tanımlanan bu kültürün taşıyıcıları, Türk ırkının bir proto-tipini
yansıtır. Göçebe bir kavim olan Andronovo kültürünün taşıyıcıları, MÖ
1700’den itibaren yavaş yavaş Orta Asya’ya hakim olmaya başlamıştır.
Altaylar’a ve Tanrı Dağlan’na yayılan bu ırkın egemenliği Hun devrine hatta
Göktürk çağına kadar devam etmiştir. Aynı kurgan geleneği, bahsettiğimiz
kültürlerde müşterek bir unsur olarak görülür. En önemli buluntular
keramiklerdir. Form ve bezeme bakımından Srubna kaplarının benzeridir.
Bunlar güneyde Tanrı dağlarına, batıda ise Don havzasına kadar
yayılmışlardır. Ayrıca ok, yay, kılıç ve baltalar tipiktir. Bu dönemde at, sadece
binek ve yük hayvanı olmakla kalmamış, eti de yenmeye başlanmıştır.
Sonuç olarak özetleyecek olursak, Srubna kültürü esasında, aynı orijine
dayanan Proto-Türkler’in bir temsilcisi olan Kimmer ve Pre-lskit beraberliğini
yansıtmaktadır.

  1. Devre: MÖ 900’den, MÖ. 700/600’e kadar olan devreyi kapsar. Bu
    devrede özellikle doğu Kırım elemanları, Katakomb ve Srubna kültürlerinin bir
    kombinasyonunu yansıtmaktadır.

  1. Batı Pontik Kültürü:

Kimmerlerin batı yayılmasının arkeolojik karşılığıdır. Özellikle Ukrayna
buluntuları önemlidir. Bu kültür grubu tamamen erken Srubna ve erken
Khvalinsk, batı Sibirya ve Kafkas kurganlarının arkeolojik materyali ile
bağıntılıdır.

Görüldüğü gibi, Kimmer Kültür tarihinin I. ve II. Periodları, esas olarak
Güney Rusya ve Kafkasya Bronz Çağı’nın problemidir. Bu nedenle, özellikle
de arkeolojik materyale dayanılarak incelenen bu toplumlara Pontik
Kimmerler adı da verilmektedir. Bu devreler de , tarihi gelişim bakımından
adı geçen kültürler, doğu-batı yönünde bir yayılma düzeni takip etmişlerdir.
Başlangıçta da değindiğimiz gibi, orijini Orta Asya’ya dayanan Kurgan
Kültürleri’nin bu yönde bir gelişim göstermesi ve yayılma grafiğini takip
etmesi çok normaldir.

Bozkır yaşantısının karakteristik temsilcisi olan Kurgan Kültürleri’nin
arkeolojik materyali, silahlar, araç ve gereçler yanında esas olarak at ve
araba unsurları ile bağıntılı bulunmaktadır. Kurganlardan elde edilen koşum
takımları, at tasvirleri, araba kalıntıları veya modelleri ile at gömüleri, bu iki
elemanın bozkır insanının ayrılmaz bir parçası olduklarını açıkça
belgelemektedir. Çünkü bozkırlarda yaşanılan hayat tarzı bu iki elemanın
varlığı ile hayatiyetini koruyabilmektedir. Bu nedenler, Kimmerler ve Iskitler’i
Atlı Kavimler Medeniyetinin büyük bir Batı kolu olarak tanımlamamızı
mümkün kılmaktadır. Bu husus, III. devrede daha da belirgindir; arkeolojik
materyalin yanında kaynaklar bize büyük ölçüde yardımcı olmaktadır. Adı
geçen kaynaklar ve sanat eserleri üzerindeki tasvirler, Kimmer ve Iskitler’in
göçebe ve savaşçı niteliklerini daima ön plana çıkarmaktadır.

Son dönem ise Ön Asya dünyasında Kimmerler ve İskitlerin varlığının
görüldüğü dönemdir. Bu dönem MÖ VIII. Yüzyıl ile MÖ 500 civarındaki
devreyi kapsar. Kimmerler bu devrede, doğudan gelen İskit istilası ve baskısı
neticesinde güneye ve batıya doğru çekilerek, çeşitli yerlere göç etmek
zorunda kalmışlardır. Iskitler’in bu hareketleri, aynı zamanda kültürel grafikte
de büyük bir değişime neden olmuş ve Güney Rusya’nın Bronz Çağı sona
ererken, Demir Çağ başlamıştır.


IILBÖLÜM

İSKİTLERİN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI, KÖKENİ VE KÜLTÜRLERİ

  1. İSKİTLERİN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞLARI

Iskitlerin tarihlerinin başlangıç noktası MÖ 1700’lere, yani ilk Indo-
Avrupalı kabilelerin Yenisey’e ulaştıkları zamana atfedilebilir. Doğuda Çin
şeddinden batıda Tuna nehrine kadar, 40. ve 50. paraleller arasında,
yaklaşık 7000 kilometreden fazla bir sahaya yayılmışlardır.

Sakalar (İskitler) devrinin başlangıcı “tarih öncesinden” “ön tarih”
devrine geçişi temsil eder. Her ne kadar Aristeas buralarda çeşitli kavimlerin
yaşadığını ve aralarında siyasi bir birlik olduğunu söylese de, bazı tarihçiler
Saka devletinin Çin sınırlarından Tuna’ya kadar uzanan, fakat parçaları
arasında bağlantıları gevşek bir teşekkül olduğunu söylemektedirler. Bu
kavmin bir kolu, tıpkı Hunlar, Göktürkler ve Moğollar zamanında olduğu gibi,
Doğu Avrupa’yı istila etmişlerdir. Yunan yazarları Sakaları, içerisinde birçok
kavmi bulunduran “Skit” camiasının en kuvvetli zümresi olarak anlatıyor,
bununla beraber Saka ismi ile Orta Asya’da hakim milleti ve onların Ön
Asya’ya, şimdiki Azerbaycan’a geçen kısmını ifade ediyorlardı, Doğu
Avrupa’dakilerine ise sadece Skit (İskit) ismini veriyorlardı.

Iskitler’in yayıldığı coğrafya hakkında bilgileri, gerek yazılı
kaynaklardan gerekse arkeolojik buluntulardan öğrenmekteyiz. Yazılı
kaynaklarda İskitler ya giyinişlerine ya da bulundukları coğrafyaya göre
adlandırılmıştır. Günümüze kadar yapılan arkeolojik araştırmalar ve maddi
buluntular sayesinde Iskitler’in yaşamış ve yayılmış oldukları coğrafya
hakkında ayrıntılı bilgiler edinebilmekteyiz. Bu verilerin ışığı altında Iskitler’in
MÖ I. bin yıl içerisinde Tuna nehrinden Çin’in batı sınırlarına kadar uzanan
oldukça geniş bir sahaya yayıldıklarını söyleyebiliriz. Bu geniş düzlük, doğal
bir otlak görünümündedir. Bu kuzeydoğu istep bölgesi yüksek Pamir, Tiyen-
Şan ve Altay dağ kollarından, Batı Türkistan üzerinden batıya ve aşağı Tuna
bölgesine kadar, bütün Güney Rusya’ya yayılmaktadır. Batıda Silezya’ya
kadar ulaşmakta, doğuda bir çok geçit vasıtasıyla Doğu Türkistan ve Gobi
bölgesiyle bağlanmaktadır. Bu bölgenin doğusu büyük çöl sahasıyla kaplıdır,
buna karşılık batı kısmı genellikle verimli ve doğudan elverişlidir. Kuzeye
doğru bu mekan eski zamanlarda bataklıklar ve sık ormanlarla tamamen
kaplanmış, güneye doğru geniş alanlar Hazar Denizi ve Karadeniz, geri kalan
kısımlar İran’daki dağlık arazinin yükselen dağ dalgaları ve Kafkas dağ
silsilesiyle sınırlanmıştır. Antik çağda bu bölgenin sınırlan daha çok siyasi
sınır olmaksızın coğrafi hatlarla tespit edilmiştir. Bu coğrafi sınırlar, doğudan
batıya doğru Nanşan ve Tiyen-Şan sıradağları ile Oxus nehrinden
oluşmaktaydı. Bunların arkasından gelen İran platosu, belki daha ziyade
siyasi bir sınırdı, fakat onu tekrar Kafkas dağları, Karadeniz, Karpatlar ve
Tuna nehrinin oluşturduğu doğal sınırlar takip ediyordu. Bu kuzeydoğu istep
bölgesi ilk olarak MÖ VIII. yüzyılda tarih sahnesine çıkmıştır. Burası yaklaşık
bin yıl boyunca istep topluluklarının elinde kalmıştır.

Iskitlerin, üç bölgede yoğunlaştıkları anlaşılmaktadır. Bu bölgelerden
ilki Çin’in kuzeybatısından Hazar Denizi’ne kadar bölgedir. Çin, Pers ve Grek
kaynaklarındaki bilgilerden doğu Sakalarının ağırlık noktası meydana
çıkmaktadır. Bunların yerleşim sahasının Fergana ve bunun doğusunda
aranması gerekmektedir. Çin kaynaklarına göre, doğu tarafı için Tiyen-
Şan’da, Yukarı İli, Çu ve Narin’de oturdukları açıktır. Şüphesiz daha sonra,
Hoten ve Maralbaşı’nda bulunmuş olan Sakça el yazıları günümüz Doğu
Türkistan’ında Sakalar’ın yayılmış olduklarına işaret ediyor. Fakat bu
yayılmanın zamanı belirlenememektedir. İkinci olarak ,Iskitlerin Hazar
Denizi’nden Tuna nehri’ne kadar olan bölgede yaşamışlardır. Bu konuda
gerek yazılı antik kaynaklar gerekse arkeolojik kazılar sonucunda meydana
çıkarılan maddi kültür unsurları bize fikir vermektedir. Bu bölgede yaşayan
Iskitler, Pers kaynaklarında “Deniz’in ötesindeki Sakalar" olarak
adlandırılmıştır. Herodotos bu bölgede yaşayan Iskitler’in oturduğu yerler
hakkında iki farklı görüş öne sürmektedir. Bunlardan birincisi Pers Kralı
Darius’un Iskitya seferi dolayısı ile söyledikleridir. Buna göre, İskitya
toprakları kare şeklinde, dama tahtasını andıran bir düzlüktür. Burada
çarpışan ordular, büyük ırmaklar ve dağlar yüzünden hiçbir güçlüğe
uğramadan dama taşları gibi, kolayca dolaşmaktadır. İkincisi ise,
Herodotos’un Olbia’daki Greklerden ve Aristeas adında, MÖ VII. yüzyılda
yaşamış olan bir seyyahın söylemiş olduğu destan dizelerinden öğrenmiş
olduğu bilgilerdir. Buna göre, Güney Rusya’da Olbia kentinden kalkarak,
kuzeye doğru gidilirse, önce Hypanis (Bug) nehrinin denize yakın kıyılarında
oturan Kallipidaia Iskitlerine rastlanır. Daha kuzeyde Tyras (Dinyester)
nehri ile Hypanis nehrinin orta yataklarının birbirine yaklaştıkları yerde
Halizonlar yaşamakta idiler. Bunların yaşayışları da Kallipidailer’inki gibi,
İskitler’inkinden epeyce değişik olup, çiftçilikle uğraşmakta idiler. Buğday,
darı, mercimek, soğan ve sarımsak yetiştirdikleri belli başlı ürünlerdi.
Halizonların yukarısında çiftçi Iskitler bulunmaktadır. Daha yukarı da ise
Neuriler yaşamakta idiler. Bunların kuzeyinde ise iskan edilmemiş bölgeler
bulunmakta idi. Deniz yönünden gelirken Borysthenes (Dinyeper) nehrini
geçince, ağaçlı bir bölge gelmekte, bu bölgenin iç kesimlerinde ise, çiftçi
Iskitler oturmakta idiler. Bunlar kendilerinin adının Olbiopolitler olduğunu
söylemekte idiler.

Herodotos, sözünü ettiğimiz çiftçi Iskitler’in doğusunda, Pantikapes’i
geçince, göçebe Iskitlerin sürülerini otlattıklarını ve bu bölgenin Gerros(
Donetz suyu) ırmağına kadar uzandığını belirtmektedir. Gerros’tan ötesi ise,

Kralı Iskitlerin ülkesi olup, güney yönünden Taurika’ya (Kırım Yarımadası) ,
doğu yönünde Palus-Maiotis üzerinde bulunan ve Kremnes adı verilen
limana ve Tanais (Don) nehrine kadar uzanan toprakları kaplamakta idi.
Kuzeyde Krali Iskitler’in ötesinde, İskit olmayan Melankhlenoslar’ın ülkesini
geçtikten sonra, yeniden çöller ve bataklıklar başlamakta idi. Tanais nehrini
geçtikten sonra ise, Iskitya sona ermekte idi.

Iskitler’in yayıldıkları üçüncü coğrafi bölge ise Önasya’dır. Iskitlerin
Önasya’ya yönelmelerinin nedeni Kimmerler’i takip etmeleridir. Kimmerler’i
yurtlarından çıkaran Iskitler, bunların ardından, Kafkasları doğu’dan
dolaşarak, Hazar denizi kıyısını takiben Derbent-Demir Kapı geçitleri
üzerinden Azerbaycan’a ve daha güneye Önasya’ya dalgalar halinde akmaya
başlarlar. Urartu Kralı II.Rusa’nın Kimmerler’le olduğu gibi, akıllıca bir siyaset
izleyerek, Iskitlerle de bir anlaşma yaptığı görülür. İskit akınları Asur sınırına
yönelir. Iskitler yalnız Anadolu’da kalmayarak, daha güneye ilerlemişlerdir.
Mısır üzerine yönelerek, Suriye’ye girdikleri sırada Mısır Kralı Psammatikos
karşılarına çıkmış, armağanlar vermiş ve daha ileri yürümekten onları
alıkoymuştur. Bir kısmı o bölgede kalmış, diğer bir kısmı ise dönmüştür.
Bundan dolayı eski Tevrat’taki Beth-Sean, daha sonra Skythepolis olarak
anılmaktadır. Iskitler Önasya’ya yayılmaları sırasında Filistin’e kadar
ilerlemelerine rağmen, onların asıl izleri Anadolu’nun doğu kesiminde
bulunmaktadır. Yazılı kaynakların yanında arkeolojik buluntularda bu görüşü
desteklemektedir.

Iskitler yukarıda da belirttiğimiz gibi geniş sahaya yayılmalarının doğal
sonucu olarak çeşitli kavimlerin kaynaklarında yer almaktadırlar. Grek
kaynaklarında Skythai, Asur kaynaklarında Aşguzai, Pers kaynaklarında

Saka ve Çin kaynaklarında Sai tabiri bu hareketli konar-göçerler için
kullanılmıştır.

Iskitlerle ilgili bilgilere Grek, Pers, Asur ve Çin yazılı kaynaklarında
rastlanmaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İskitlerden değişik
coğrafyalarda yaşayan ve birbirlerinden farklı dillerde konuşan toplulukların
kaynaklarında bahsedilmiş ve İskit adı kaynaklarda birbirinden değişik
şekillerde yazılmıştır. Grekler MÖ VIII. yüzyılda kolonizasyon hareketlerinin
başlaması sonucunda Karadeniz’in kıyısında Iskitlerle tanışma imkanı
bulmuştur. Iskitler doğudan batıya doğru göç ettiklerinden ve Perslerin kuzey
komşusu olduklarından dolayı onlar tarafından yakından tanınmıştır.

Pers kaynaklarında Saka haumavarga, Saka tigrakhauda ve Saka tiay
para daray olmak üzere üç Saka grubundan bahsedilmektedir. Pers
kaynaklarında geçen Saka haumavarga, Herodotos’ta geçen Sakai
Amyrgioi’yle aynıdır. Saka tiay para daray, yani Denizin ötesindeki Sakalar
olarak Pontos Iskitler’i düşünülmüştür. Grekler’in dilinde Sakalar’a genel
olarak “Skythai” denilirken, doğu Sakaları olan Saka haumavarga “Sakai”
olarak adlandırılmıştır.

Grek kaynaklarındaki Skythai’nin, Pers kaynaklarındaki Saka ile aynı
olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır, fakat Grekler İskit tabirini daha çok batı
Iskitler’i, yani Hazar denizinden Tuna nehrine kadar Karadeniz’in kuzeyinde
yaşayan Sakalar için kullanmıştır. Grekler’in kullandığı İskit kelimesinin ad
olarak Persler'in Sakalar’ını tam olarak karşılamasa da onların büyük bir
kısmını karşıladığı anlaşılmaktadır. Grek kaynaklarındaki İskit adının Pers
kaynaklarındaki Saka, Asur kaynaklarındaki Aşguzai kelimelerini karşıladığını
söylememiz mümkündür. Çin kaynaklarında geçen Sai’nin de Pers
kaynaklarında geçen doğu Sakalar’ı için kullanıldığı anlaşılmaktadır.

Çinlilerin batısında, Asurlular’ın kuzeydoğusunda ve Grekler’in doğusunda
bir coğrafyaya yayılmış olan Persler’in doğu Sakalar’ının Çin kaynaklarındaki
Sai, Grek kaynaklarındaki Skythai’nin Pers kaynaklarındaki Denizin
ötesindeki Sakalarla aynı olduğu açıklığa kavuşmaktadır. Iskitler’in çok
geniş bir sahaya yayılmaları ve farklı kavimler tarafından tanınmaları ve kendi
dillerinde adlarının ne olduğunun bilinmemesi meseleyi güçleştirmesine
rağmen; antik kaynakların verdiği bilgiler, yukarıda da belirttiğimiz üzere
Iskitler’in Sakalar olduğunu söylememizi mümkün kılmaktadır.

  1. İskitlerin Kökeni

Destan ve mitolojiler Türkleri İç ve batı Asya’da Iran ile komşu bir
alanda milattan önceki yıllara kadar kesinlikle çıkartmaktadır. Fakat bu
zamanda, bilinen tarihi kaynaklar çok farklı bir isimden söz etmektedirler. Iran
destanına göre Afrasiyab’ın yaşadığı ve hükmettiği coğrafya, Grek ve Roma
tarihçilerince Iskitler ülkesidir.

Saka ile İskit (Skit) aynı kelime olup, kimi zaman kaynakların
durumuna göre birbirleri yerine kullanılmıştır. Batı’da , Grek-Roma
kaynaklarının etkisiyle kullanılan Iskit/Skit kavramı, Asya sahasında Saka
kavramına terk etmiştir.

Sakalar günümüzde, Sibirya’da yaşayan bir Türk halkının adıdır.
Dolayısıyla bu kavram ile Türkler arasında yakın bir ilgi vardır. Bu ilgi,
sadece günümüzde değil, XV. yüzyıl ve öncesinde kurulmuştur. Daha
Menandros, VI. yüzyılda “Bugün Türk denilen halk geçmişte Skit/Saka diye
anılıyordu”demişti. XV. yüzyılda da Bizans tarihçisi Dukas, 1402 Ankara
Savaşı’nda, Yıldırım Bayezıd’ın askerlerinin Türk, fakat İç Asya’dan kopup
gelen Temür Beğ’in askerlerini Skit diye adlandırıyordu.

Sakalardan kalan bazı edebi ve yazılı metinlerin Türk dilinde
olmaması, onların kökeni konusunda Türk olmadıkları yolunda fikirlerin
ortaya atılmasına meydan vermiştir. Örneğin Tokharlar gibi. Sonradan Döğer
adıyla Oğuz heyetine katılan Sakalar gibi. Oysa, Türk oldukları kesinlikle
bilinen birçok Türk boy ve devletinin belgeleri Türkçe değil, Farsça yazılırdı.
Bu sebeple araştırıcılar, kendilerinden Türkçe belge kalmayan ve Iranlı
sayılan birçok boyun, sonradan Türkleşmiş olduğunu ileri sürerler.
Karadeniz’in kuzeyinden Asya içlerine kadar uzanan geniş sahadaki
Skit/Saka adlandırmasının içindeki unsurlara, kesin olarak Türklerin atalarıdır
denilebilir.

Iskitlerin kökeni ile ilgili ortaya koyulan fikirlere ve bu fikirleri
destekleyen verilere bakacak olursak:

Grek kaynaklan başta olmak üzere Çin, Pers ve Asur yazılı
kaynaklarında verilen bilgilerle, arkeolojik kazılar sonucunda gün ışığına
çıkartılan buluntular Iskitlerin tarih ve kültürlerinin aydınlatılmasında önemli
bir yer tutmuştur. Ancak Mançurya’dan Macaristan’a, Kafkaslar’dan Mısır
önlerine kadar tarihte kayda değer gelişmelerde yerlerini alan, llhami
Durmuş’un sözleri ile “Tarih yapan, ama tarih yazmayan” Iskitlerin kimlikleri,
yani soy-etnik kökleri de araştırılmaya çalışılmış, onların kökenleri hakkında
görüşler ileri sürülmüş ve bilim adamları arasında uzun bir süre görüş
birliğine varılamamıştır.

Iskitlerin kökeni konusunda değişik öneriler sunulmaktadır. Bu
önerilerden birisi Iskitler’in Irani bir kavim oldukları yolundadır. Bu görüşün
savunucuları İskit ve Iran dinini ve dilini karşılaştırarak aralarında
benzerlikler bulunduğunu öne sürmüşlerdir. Fakat Çin şeddinden Tuna
nehrine kadar yayılmış olan Iskitler’in kökenini belirlemek ve onların Hint-
Avrupalı bir kavim olduğunu ileri sürmek bilimsel gerçeklere uymamaktadır.
Bu atlı göçebe kavmin Slav ırkına mensub olduğunu kabul eden tarihçilerde
vardır. Bu görüşleri destekleyecek hiçbir yazılı kaynak bulunmaması bu
görüşleri tamamen geçersiz kılmıştır.

Iskitlerin kökenine ilişkin şimdiye kadar ortaya koyulmuş, yazılı
kaynaklarla ve maddi buluntularla desteklenmiş en kuvvetli görüş onların
Ural-Altay ırkına mensup oldukları görüşüdür. Özellikle XIX.yüzyıldan itibaren
ortaya koyulan bu görüş bir çok Türk ve yabancı tarihçiler tarafından da
desteklenmektedir. Bu görüşü savunanların ortaya koymuş oldukları
deliller oldukça kuvvetlidir. Her şeyden önce Iskitlerin ilk yurtlarının Türk ana
yurdu ile ilgisi tespit edilmiştir. Bu konuda ilk tarihi bilgiyi Herodotos
vermektedir. Herodotos, “Göçebe Iskitler, Asya’daydılar; Massagetlerle
yaptıkları bir savaştan yenik çıktılar, Araxes ırmağını geçtiler, Kimmerlerin
yanına göç ettiler demektedir. Herodotos, Araxes’i Aral gölünün doğu
tarafına akan Jaxartes olarak ifade ediyor ve sonraki yazarların Hazar
denizine batıdan aktığını söyledikleri Araxes’i kastetmiyor. Ptolemy yukarıda
adı geçen halkı Saka olarak bildiriyor ve doğuya, Jaxartes’in doğduğu
bölgeye yerleştiriyor. Bundan dolayı Iskitler’in MÖ VIII. yüzyılda Orta Asya’da
bulunduklarını ve daha uzakta Bering Boğazına kadar göçebe toplulukların
yayıldığını anlayabiliyoruz. Strabon’da Sakalarla beraber İskit olarak
adlandırılan Asyalı göçebe topluluklarından bahsediyor. Şüphesiz
Herodotos’un verdiği bilgi Strabon’unkinden çok daha fazla değer taşıyor,
çünkü Herodotos, Strabon’dan yaklaşık dört asırdan daha fazla bir zaman
önce yaşadığından dolayı verdiği bilgi çok eskiye aittir. Kısacası,
Herodotos’un Iskitler’in Asya’lı bir kavim olduğunu bildirmesi ve arkeolojik
buluntularla batıda Sibirya’lı unsurların ortaya çıkması ve Orta Asya olarak
tanımlanan coğrafyanın da en eski devirlerden bu yana Türkler’in anayurdu
olarak bilinmesi, geldikleri coğrafya itibariyle göçebe Iskitler’in Türk kökenli
bir kavim olabileceğini düşünmemizi mümkün kılıyor. Iskitler’in geldiği
coğrafyada Ural-Altay ırkına mensup kavimlerin dışında başka ırktan
kavimlerin bulunmaması da onların Türk soyundan olabileceğini gösteriyor.
Yurtlarından başka Türk ve Iskitlerin dinleri, dilleri, gelenek- görenekleri , ölü
gömme adetleri ve sanatları incelendiği ve karşılaştırıldığında da büyük
benzerlikler olduğu anlaşılmaktadır.

Herodotos’un dinlerine ilişkin verdiği bilgilerde Iskitler’in Türklüğüne
dair açık işaretler vardır. Iskitlerde başlıca, Papaeus (Gök Tanrısı), Apia (Yer
Tanrısı) ve Tabiti (Ev ve Aile Tanrısı) olmak üzere üç Tanrı bulunmaktadır.
Eski Türklere ait bütün eski kaynaklar Gök Tanrısı (Tengri) ile Yer Tanrısı
(Yersub)’un varlığından bahsediyor. Örneğin Orhun Kitabelerinde, “Yukarıda
Türk Tanrısı ve mukaddes Yer-Sub’u Türk milleti yok olmasın, millet
olsun” şeklinde yazmaktadır. Bu iki Tanrı’dan başka, Türkler’de bir de
Umay adında ev hayatına ve çocuklara bakan bir Tanrıça bulunmaktadır.
Iskitlerin Tabiti adını verdikleri tanrıçanın fonksiyonunun eski Türklerdeki
Umay’a karşılık geldiği anlaşılmaktadır. Herodotos Iskitler’in dini inançları
ve Tanrılar alemiyle ilgili bilgi verirken, Iskitlerin Hestia’ya Tabiti, Zeus’a

Papaios, Toprak’a Api, Apollon’a öitosyros, Aphrodite’ye Artimpasa,
Poseidon’a Thamimasadas dediklerini bildirmektedir.

İskit inancının merkezinde Gök Tanrının olduğu anlaşılmaktadır.
Özellikle böyle bir inancın varlığını bozkırların doğusunda yaşayan İskit
topluluklarında görebilmek mümkündür. Tarihi İskitlerin doğusunda yaşayan
ve Saka tigrakhauda ile Massagetlerin aynılığı biliniyor Massagetlerin dini
inancı ile ilgili olarak Herodotos “Taptıkları tek tanrı güneştir ve ona at kurban
ederler. Bunun anlamı tanrıların en hızlısı olan Güneş’e en hızlı hayvanı
takdim etmektir” demektedir. Buradan onların politeist (çok tanrılı) bir
inancının olmadığını, büyük ihtimalle Herodotos tarafından belirtilen güneşin
de gök olabileceğini düşünebiliriz. Eski Türklerde Gök-Tanrısı adına
hayvanlar, özellikle at sunulmakta ya da kurban edilmekteydi. Göğün
büyük cisimleri Güneş ile Ayın, sonunda gök gürültüsü ile şimşek gibi gök
hadiselerinin Gök-Tanrıyla belirli bir bağlantısı vardı. Massagetlerde tek tanrı
olarak belirtilen Güneş de Ay ve Yıldızlar gibi gök içerisinde yer aldığından bu
durum Gök-Tanrı inancıyla bağlantılıydı.

Iskitlerde tanrı ya da tanrılar antropomorflaştırılmamışlar (insan
şeklinde tasavvur ve tasvir edilmemişler) ve kült heykelleri yapılmamıştır.
Dolayısı ile İskit tanrıları için tapınaklarda inşa edilmemiştir. “Asli Türk
itikadında antropomorfizm yoktu. Bundan dolayı da onları muhafazaya
mahsus yapılar olan tapınaklar inşa edilmiyordu.”

Grekler’le temas etmeden önce İskitlerin dininde Şamanizme ait
unsurlar olduğu ortaya koyulmuştur. Şamanizm, genellikle Sibirya’da
yaşayan kavimlerin dini inanışlarını ifade eden bir tabir olup, Kuzey Asya
halkları arasında, “Büyücü-Sihirbaz” anlamına gelen “Şaman” kelimesinden
türemiştir. İskit dininde Şamanizm ile beraber görünen unsurlar aynen,
Türk-Moğol kültür tarihinde de bulunmaktadır.

Dinlerinden başka Türk gelenekleri ile İskitlerin ki karşılaştırıldığında
bu konuda da iki topluluk arasında örtüşen bir çok nokta olduğu
görülmektedir. Herodotos, İskitlerin gelenek ve göreneklerine bağlı olduğunu
belirtmektedir. Yine Hedotos’tan edindiğimiz bilgilere göre özellikle at olmak
üzere Iskitler tüm hayvanların etini yemekteydiler. Buna karşılık tıpkı
Türklerde olduğu gibi domuz eti yenmemekte ve bu hayvan kesinlikle
beslenmemekteydi. Aynı şekilde at kurban etme adetleri de her iki toplumda
mevcuttur.

Herodotos İskitlerin and içme biçimleri ile ilgili de bilgi vermektedir.
Buna göre, and içenler toprak bir kabın içerisine şarap doldurup, kanlarını
bunun içine karıştırmakta ve bu karışımı içtikten sonra orada bulunan ileri
gelen kişilere de ikram etmekteydiler. Bu and içme merasimi Türklerde ve
Asya Hunlarında da aynı şekilde uygulanmaktadır. Hun hükümdarlarından
Huhanye MÖ I. Yüzyılın ortalarında Çin elçileriyle anlaşma yaptığı zaman
şaraba kan karıştırarak içmiştir.

Herodotos kralları öldüğü zaman, Iskitler tarafından dikdörtgen bir
mezar kazıldığını ve ölünün mumyalandığını belirttikten sonra, hayatta
olanların kulak memelerini kestiklerini, başlarını çepeçevre kazıdıklarını,
kollarını çizdiklerini, ahnlarını ve burunlarını yırttıklarını bildirmektedir. Benzer
merasim töreninin Göktürkler arasında da yapıldığını Orhun kitabelerinden
öğreniyoruz. Bilge Han Abidesinin güney cephesinde; Bilge han babasının it
yılının onuncu ayının yirmialtıncı gününde öldüğünü, domuz yılının
yirmiyedinci gününde yas töreni yaptırdığını, bu esnada Çinliler’in ıtriyat,
altın, gümüş, diğer topluluklara mensup olan kişilerin de değerli at ve kara
samur kürkleri getirdiklerini belirttikten sonra; tören sırasında bütün halkın
saçlarını traş ettiğini ve kulaklarını yaraladığını bildirmektedir. Bunun
dışında Iskitler tarafından ölülerin mumyalanmış olduğu özellikle Pazırık’ta
yapılan arkeolojik çalışmalarda ortaya çıkarılmıştır. Bulunan bu cesetlerde
vücutların neredeyse tamamının dövmeli olduğu görülmüştür. Mumyalama
geleneğinin eski Türklerde de var olduğunu özellikle Orhun kitabelerinden
elde edilen bilgiler doğrultusunda öğrenmekteyiz. Örneğin Köl Tigin
mumyalanmıştır. Değiştirdikleri çeşitli dinlerin ruh anlayışına göre,
mumyalama işleminden yine de zaman zaman uygulamaya devam
etmişlerdir. Hatta daha sonra ki dönemlerde İslamiyet! kabul ettikten sonra da
Selçuklular döneminde de devlet büyüklerini mumyalamaya devam
etmişlerdir.

Iskitlerin ölü gömme adetleri ile eski Türklerin ki karşılaştırıldığında bu
konuda da benzerlikler görülmektedir. Herodotos, Iskitlerin ölülerini
gömdükten sonra üzerlerine toprak atarak yüksek tümsekler oluşturduklarını
yazmaktadır. Orta Asya’nın kuzey bölgelerinde bulunan kurganlardan aynı
geleneğin Türkler arasında da yaygın olduğu anlaşılmaktadır.

Yaşam tarzlarına ve göç esnasında kullandıkları, içerisinde yaşadıkları
çadırlara baktığımızda da Iskitlerle eski Türkler arasında oldukça benzerlikler
görülmektedir. Orta Asya’daki doğa koşulları insanları konar göçer
yaşamaya mecbur ediyordu. Ziraat yapabilecek bölgeler azdı. Ama insanlar
da yaşamak ve yiyeceklerini bulmak zorunda idiler. Hayvancılık, Orta Asya
Türk ekonomisinin temelini teşkil ediyordu. Orta Asya Türklerinin elinde
sayılan yüz binleri tutan ve hatta Çin tarihçilerinin dediklerine bakılırsa,
milyonları aşan hayvanları vardı. Çin tarihçileri Orta Asya Türkleri için “Otlar
ile suları takip ederek yaşıyorlardı” deyimini kullanıyorlardı. Çinlilerin bu
deyimlerinden de anlaşılıyor ki Türkler bir yere yerleşemedikleri için değil,
hayvanlarına ot ve su bulmak için dolaşıyorlardı. Arabalar üzerinde veya
atlarla taşıdıkları çadırlarını, hayvanlar için elverişli yaylalara götürüyorlar ve
her mevsime göre yer değiştiriyorlardı. Orta Asya kavimlerinin arabaları göç
ve savaşlarda çok önemli bir rol oynuyorlardı. Bu sebeple daha sonra ki
çağların mitolojik haberlerine göre, iyi araba yapan veya arabayı icad eden
bir Türk boyu “Kanglı” adını almıştı. Anadolu’daki “kağnı” sözü de Orta
Asya’dan gelmektedir.

Türk çadırları ise yuvarlaktı. Çadırın duvarları soğuk ve rutubetin
geçemeyeceği bir şekilde, ağaç iskelet ve keçelerle kuvvetlendin lirdi. Çadırın
üzeri de, yine keçeli ve çıtalı bir tavanla kaplanırdı. Çadırın tepesinde ise bir
duman ve hava bacası bulunurdu. Çadırın kapısı kalın bir perde ile
kapatılırdı. Törenler dışında çadır kapısı, güneşin gezindiği güneye doğru
çevrilirdi. Törenlerde ise çadır kapıları, daima kutsal doğuya açılırlardı.
Iskitlerin çadırlarına bakacak olursak çok benzer özellikler görmekteyiz.

Orta Asyalı atlı kavimlerin hayatlarının en önde gelen özelliği, hareket
halinde olma idi. Kişilerin bu hareketli hayatı, cemiyete de bir dinamizm
veriyordu. Eski Türklere göre, “Kendileri bir kurt ve düşmanlan da bir koyun
sürüsü” gibiydiler. Toplum ve ailede disiplin ve düzen, hayatta kalmanın tek
şartı idi. Türk tarihinin kökü ve dinamik çekirdeği, Türk aile düzeni idi. Devlet
teşkilatının küçük örneği de, bu bitip tükenmeyen enerji kaynağı idi. Aynı
hareketlilik ve dinamizm Iskitlerde de görülmektedir.

İskit / Saka adı ve bu kavmin kullanmış oldukları dil incelendiğinde
de onların Türk kökenli oldukları yolundaki veriler kuvvetlenmektedir.
Iskitler’in dili hakkında en önemli bilgileri Sus’tan bulunmuş olan çivi yazılı
metinler vermektedir. Dağınık olarak bulunmuş metin parçalarında fiillerin
neredeyse tamamı Türkçe’dir. Kelimelerin büyük çoğunluğu ise Türk
lehçelerinde halen kullanılmaktadır. Dağınık olarak bulunmuş bu metinlerde
anira, onamak; arat, oturmak; dardu, doldurmak; du, dutmak, tutmak; git,
götürmek, götürtmek; kappika, kapama; katzavana, kazımak; kutta, katmak;
piri, barmak, varmak; rilu, yazmak; tartinta, tartınmak; taufa, dayamak; tiri,
deymek vb. fiiller bulunmaktadır. Aynı metinlerde çok sayıda Tükçe kelime
bulunmaktadır. Bunlara örnek olarak Ata, Attata, Attati, Atta; ati,orta; ativa,
ortasında; atzaka, uzak, uzun; balu, baru; gami, gemi; gik, gök; karata, kart;
kiçi, kişi; çagri, oğul; vitavana, öte yana; taka, tuğ; ufarri, öbürü; yal, yol;
vurun, yer, urun vb. verilebilir.

Bozkırların doğusunda kurganlardan çıkarılan runik yazılı belgeler
İskitlerin dilinin belirlenmesinde önemli buluntular olarak dikkati çekmektedir.
Bunlar arasında Kazakistan’da Alma Ata yakınında Eşik kurganından
çıkarılan ve M.Ö. V-IV. yüzyıllara tarihlenen gümüş bir kap üzerinde runik
yazı ortaya çıkartılmıştır. Belgenin Türkçe ile bağlantısı ortaya konulmuş
ve burada çıkarılan harflerin Orhun’dakilerin ilkel şekilleri olduğu
belirtilmiştir. Aynı zamana tarihlenen Pavlador bölgesinde bir kurgandan
da çıkarılan runik yazılı belge yine aynı şekilde bu yazının Türkçe ile
bağlantısı olduğunu ortaya koymuştur. Bu yazılı belge de runik yazının
Güney Sibirya ve Kazakistan’daki konar-göçer kavimler arasında çok geç
çıktığı yolundaki önceden ortaya atılan görüşün yanlışlığı ortaya
koyulmuştur.

Runik yazının mevcut örneklerinin milattan önceki yıllara ve hatta M.Ö.
V. Yüzyıla kadar gitmesi epeyce eski olduğunu ve Göktürk Dönemi’ne kadar
bir tekamül süreci geçirdiğini göstermektedir. Bu yazının Sakalardan
başlayarak, çeşitli Hun boylarında da kullanılmak suretiyle, Göktürklere kadar
ulaştığı ve bütün Türkçe konuşan kavimler tarafından kullanıldığı
anlaşılıyor.

Iskitler’in kullanmış olduğu coğrafi adlar da Türkçe ile
irtibatlandırılmıştır. Örnek olarak, Temerinda, Denizin Anası; Karumpaluk,
Balık Gölü; Graucausus, Akkar; Silyn, Körfez vb verilebilir. Oitosyros’un
Gongos, güneş olduğu kabul edilmektedir. Api kelimesi de Türkçe bir
kelimeyi hatırlatmaktadır. Hemen hemen bütün Türk lehçelerinde Ebi, Ebe
kelimesi doğuran kadın manasındadır. İsklitlerin dili hakkında fikir
verebilecek bir yazı da Kazakistan’da Alma-Ata yakınlarında Eşik
kurganından çıkarılmıştır. Küçük bir kap üzerindeki yazı deşifre edilmiştir.
Altay Amancalov bunu, “Aya sana oçuk Bez çok, bugün icra azuk” şeklinde
okumuştur. Bilim aleminde en çok kabul edilen transkripsiyonu Olcas
Süleymanov yapmıştır. Bu yazıyı, “Khan uya üç otuzı yok boltı utıgsa tozıldı”
şeklinde okumuş ve “Han’ın oğlu yirmiüç yaşında yok oldu (Halkın?) adı sanı
yok oldu” diye günümüz Türkçesine aktarmıştır. Sakalar’a atfedilen Eşik
kurganından çıkarılan bu yazının dilinin Türkçe olarak kabul edilmesi de
Sakalar’ın dilinin Türkçe olduğunu göstermesi açısından önem taşımaktadır.

Son olarak, Iskitlerin kökeninin Ural-Altay ırkına dayandığı fikri iki
topluluğun sanatlarındaki benzerliklerle de anlaşılır. Bu sanata “Hayvan
Üslubu” adı verilmektedir. İskit ve Hun sanatçıları, hayvan tasvirleri
yapmışlardır. Uzuvların bükülmesi, yırtıcı hayvanların, akbabaların veya
ayıların pençelerinde kıvranan geyikler ve atlar bu sanatın başlıca
konularını oluşturmuştur. En çok kaplar, vazolar, levhalar ve süs eşyaları
üzerindeki savaş sahneleri ve hayvan mücadelelerindeki ileri teknik dikkati
çekmektedir. Bu sanatın en belirgin özelliğini mücadele halinde olan hareketli
figürler oluşturmaktadır. Orta Asya Türk sanatının özünü oluşturan bu üslub
Iskitlerde de çok kullanılmış ve geliştirilmiştir. Gerek seçilen konular ve
gerekse işleniş biçimleri bakımından, İskit ve Hun sanatı birbirine çok yakınlık
göstermektedir. 1947 ve 48 yıllarında S.l. Rudenko’nun açtığı 2 ve 5
numaralı Pazırık kurganlarında ortaya çıkarılan buluntular Orta Asya Türk
kültür tarihini aydınlatması açısından oldukça önemlidir. Ayrıca 1 numaralı
kurgandaki eşyalar arasında çıkan renk renk keçe ve derilerle süslü eğer
örtülerinde İskit sanatından hatırlanan zengin bir tasvir programı görülür.
Sağrı sarkıntıları koç başı şeklinde olan bu eğer örtülerinin bazılarında kanatlı
bir grifonun bir dağ keçisine saldırması enstantanesi gibi tasvirler dikkatleri
çeker. Yine bu kurgandan çıkan eğerlerde de arslan, balık ve insan başı
şeklinde tözler yapılmıştır. Ele geçen gemlerin süslemelerinde de yine insan
ve hayvan figürleri dikkat çekmektedir. Özellikle S.l. Rudenko tarafından 5
numaralı kurganda bulunan 1.832 m. ölçülerindeki Hun halısı çok önemlidir.
Türk düğümü ile dokunmuş olması ve üzerindeki figüratif süsleme öğeleri,
İslam öncesi Türk sanatı kronolojisini daha erken dönemlere götürerek, bu
kültür sürecinin daha da eski olduğu gerçeğini ortaya koymuştur.
Rudenko’nun M.Ö. V. yüzyıla ve Iskitlere ait olduğunu ileri sürdüğü halının

bordürlerinde görülen grifon, sığın geyiği ve süvari figürleri onu
doğrulamaktadır.

  1. İskit Kültürü

Bozkır kültürü özü itibariyle diğer göçebe kültürlerinden farklılık
göstermektedir. Çünkü çöl göçebeleriyle bozkırlıların hayat tarzları birbirinden
farklıdır. Çöl göçebeliğinin ana unsuru devedir. Bozkır konar-göçerliliğinin
ana unsuru ise attır. At bu kültüre dinamizm kazandırmış olup, adı geçen
kültür “kuvvet, hareket ve sürat “ üzerine kurulmuştur. llral ve Altay
dağları arasında uzanan bozkır bölgesi büyük atlı kültür dairesinin merkezi
olmuş, hayvan besleyen atlı bozkırlıların uygarlığı buradan çevreye
yayılmıştır. Kemik kültürüyle birlikte, Ural-Altay kavimleri ilk defa köpek ve
ren geyiğini evcilleştirip, beslemeye başlamışlardır. Bu olay uygarlık tarihinin
önemli bir aşamasıdır. Bundan sonra ki gelişme ise at besleme olmuştur. At
yetiştiriciliği zamanla önemini artırarak, bozkır göçebelerinin hayatında
gittikçe artan bir önem kazanmaya başlamış, sosyal, siyasi, ekonomik,
kültürel ve din hayatında önemli bir yer tutmuştur. Iskitler de bu atlı
kültürün en önemli temsilcileri olmuşlardır. Onların kültürlerinin oluşumu ve
gelişimi doğrudan kendi kültür coğrafyalarıyla bağlantılı olmuştur. Hareketli
hayat tarzının izleri onlara ait bütün kültür unsurlarında dikkati çekmektedir.

1. İşkillerin İdari Yapısı

İskit devletinin Hunlar ve Türkler de olduğu gibi bir değil fakat daha
fazla kral tarafından idare edildiği anlaşılmaktadır. Bunda en büyük etken
Iskitlerin yayılmış oldukları coğrafya’nın genişliği olabilir.Nitekim İskitlerin üç
gruptan oluştuğu Darius’un yazıtı NR a 3’ten anlaşılmaktadır. Bunlar Saka
haumavarga, Saka tigrakhauda ve Karadeniz Iskitleri olan Deniz’in ötesindeki
Sakalardır. Herodotos, Darius’a karşı İskitler’in yapmış oldukları
hazırlıklardan bahsederken, üç İskit hükümdarından bahsetmektedir.
Bunlardan birisinin adını Skopasis, diğer grubun başında bulunanın
Idanthyros ve onun ordusuyla ordusunu birleştirenin adının ise Taxakis
olduğunu bildirmektedir. Bu durum İskitlerin birden fazla hükümdar
tarafından yönetildiğini ortaya koymaktadır. Bu üç grubun hükümdarlarından
başka, her grubun kendi içerisinde kabile reislerinin ve klan prenslerinin de
idarede söz sahibi olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca İskit idari sistemi hiyerarşik
bir sıra takip etmektedir. Pazırık’ta yapılan kazılarda bulunan ve kabile
reislerine ait olan iskeletler, kabile mensuplarının reislik vazifesi için gerekli
bir vasıf olan üstün zekalılığın yanısıra, fiziksel üstünlüğü de nazarı dikkate
almış olduklarının bir işareti olarak kabul edilebilir. İskit idarecilerinin iç ve
dış siyasette aynı şekilde başarılı olmaları gerekmekteydi. İç siyasetteki en
önemli sorun ise, muhtemelen ana grup ile sayı bakımından daha az olan
gruplar arasında, otlak alanlarının adaletli bir şekilde taksim edilmesiydi. Bu
problemleri çözebilen kabile reisleri uzun süre iş başında kalmayı
başarmışlardır.

Kuban’da, bozkırın Avrupa kesiminin geri kalan bölümünde olduğu gibi
, kabile reisliğinin hangi yolla elde edildiğini gösterecek hiçbir delil yoktur,
fakat diğer bir çok göçebe toplumda olduğu gibi , bu göreve zenginlik yoluyla
gelmenin yanısıra, seçimde, cesaret de biraz ağırlık taşıyordu. Bu, Taman
yarımadasında, Kul-Oba’da, Varonezh’de ve öteki pekçok gömülerde
bulunan objelerde görülen ve sık sık İskit sanatında tasvir edilen manzarayı
açıklamaya yardımcı olur. Söz konusu objelerde, İskitlerin büyük bir coşkuyla
tapındıkları Büyük Tanrıça, çoğu kez bir göçebe reisi, ya seçilebilmek ya da
görevinde ona yardım edecek ilave güçleri kullanma yetkisini ondan
alabilmek için onun huzurunda ayakta dururken, bir tahta oturtulmuş olarak
gösterilmiştir. Bu tasdik merasimi, Pazırık 5 nolu Höyük’te bulunan bir keçe
kumaş örneğinde görülür. Orada, atlı bir savaşçının sol elinde bir asa
bulunan Tanrıçayı karşılayışı ve onu tahta oturtuşu resmedilmiştir.

  1. İskitlerde Askeri Teşkilat

Iskitlerin askeri alanda çok başarılı oldukları Herodotus’un verdiği
bilgilerden anlaşılmaktadır. Bu konuda Yunan tarihçi, “onlara saldıran hiç
kimse kaçmayı ve kurtulmayı başaramaz, hiçbir şekilde yenilgiden
kurtulamaz “ demektedir. Herodotus şöyle devam eder, bu insanlar ki, ne
evleri, ne de surları vardır ve evlerini yanlarında taşırlar. Bu göçebeleri
yenilmez kılan nedir? Onlarla baş etmek neden güçtür? Iskitlerin
yenilmezliğinin en iyi örneğini Pers kralı Kyrus’un ve I. Darius’un M.Ö. 529 -
M.Ö. 512 yılında düzenlediği seferler ve bunların neticeleri oluşturmaktadır.
Iskitlerin yenilmezliğinin en önemli sebebi onların izlemiş oldukları savaş
taktiğidir ki, bu da düşmanı kendi kaynaklarından uzaklaştırarak steplerin
içerisine çekmek , daha sonra da her taraftan düşmana saldırmak
şeklindedir.

Iskitlerin askeri teşkilatları onların sürekli yeni topraklar elde etmeleri
ve farklı kavimlerle mücadeleye girmeleri sonucunda gelişmiştir. İskitler’in
askeri yönden gücünü antik yazar Thukydides, Iskitler’le Avrupa devletleri
teker teker ele alındığı takdirde, Asya’da dahi hepsi birleşmiş halde hareket
ederek Iskitler’e karşı durabilecek bir kavmin olmadığı şeklinde
belirtmektedir. Buradan da İskitler’in askeri yönden ne derece güçlü
olduklarını anlayamaktayız. İskit ordusunun büyük bir bölümünü atlılardan
meydana gelen süvari sınıfı oluşturmaktaydı. İskit atlılarının eyer kulanmış
olmaları özelliği, onların Grek ve Roma gibi süvari birlikleri bulunan devletlere



T.£. YUKSEKOGRET KUüüll

karşı büyük bir avantaj kazanmalarını sağlamıştır. Iskitlerin kullandığı
atların iskeletleri arkeolojik kazılar sonucunda kurganlardan çıkarılmıştır.
Kuban bölgesinde bulunan Kurganlarda çok sayıda at iskeleti ortaya
çıkarıldığı gibi, Altay bölgesinde Şibe kurganında on dört, Pazırık
kurganlarında sayıları yedi ile on dört arasında değişen at gömüleri tesbit
edilmiştir. Bunlar binek hayvanları da dahil ölen beyin hayatı boyunca
sahip olduğu hayvanlardı. İnanışa göre bey bunları öldüğü zamanda
kullanmaktaydı.

  1. Savaş Taktikleri:

Antik kaynaklarda, Iskitlerin “cengaver” karakterlerini yansıtan, “güçlü
ve muharip” bir toplum olduklarına dair birçok ayrıntılı kayıt mevcuttur.

Örneğin, Aristoteles Iskitleri, Persler, Traklar ve Keltlerle askeri
bakımdan karşılaştırmakta ve Iskitleri “üstün savaşçı kavimler” olarak
nitelemektedir. Ayrıca bu toplum “atlı okçular” ve “hayalet atlılar” olarak da
tanımlanmıştır. Çünkü, at üzerindeki savaşlarda göstermiş oldukları üstün
yetenekleri, atlarının sürati ve çevikliği ve de oklarının hedefine vurma
garantisi düşmanlarınca dehşetle izlenmiştir.

Iskitlerin savaş taktikleri ile ilgili olarak Herodotos’tan Pers kralı
Darius’un M.Ö. 513’teki ünlü İskit seferi hakkında ilginç bilgiler edinmekteyiz.
Bu bilgilere göre Iskitlerin savaş taktikleri ile ilgili şu sonuçlara varmak
mümkün olmaktadır:

Bozkır süvari birlikleri, süratli atları nedeniyle, büyük bir hareket
kabiliyetine sahiptirler. Uzak bölgelerdeki birliklerin süratle, stratejik
noktalarda toplandıkları görülür. Silahların özellikle de okların vurucu gücü
fazladır. Ayrıca silahlar at üzerinde kolayca kullanılabilecek şekilde
yapılmıştır. Ağır silah ve teçhizatlar taşımazlar.

Savaş düzenlerinde, han ve oğulları ve beyler tarafından yönetilen
“yan kanatlar” ve “orta” ana kuvvet birimleri görülür. Düşmana aniden
saldırırlar ve süratle geri çekilirler. Onların kaçtığını zanneden düşman
birlikleri, peşlerine düşer ve geniş bozkırda amansız bir kovalamaca başlardı.
Amaç, düşmanı içlere çekerek fazlaca yormak, yıpratmak ve yardımcı
kuvvetlerle irtibatını kesmekti. Bu arada, kuyular ve kaynaklar kullanışsız hale
getirilir, tarlalar tahrip edilir, kendilerine ait yiyecek ve hayvan yemleri, diğer
ağırlıklarla birlikte arabalar ve sürülerle gerilere alınırdı. Böylece, yabancı
topraklarda ilerleyen düşman kuvvetleri açlıkla baş başa bırakılırdı. Bu arada
yan yana , hilal şeklinde açılan yan kollar, yani kanatlar, çevirme harekatına
girişir ve çembere alınan düşman birlikleri imha edilirdi. Bu kurnazca taktik
binlerce yıl devamla, bütün Türk kavimlerince başarı ile uygulanmıştır.
1071’deki Malazgirt savaşında, Alp-Arslan’ın savaş düzeni, bunun en güzel
örneklerinden biridir.

Iskitlerin Pers kralı Darius’un ordularına uyguladıkları bu taktik,
binlerce yıl sonra Ruslar tarafından da örnek alınarak Napolyon Bonapart’a
uygulanmış, İL Dünya Savaşında da Alman orduları aynı planla yenilgiye
uğratılmışlardı. Iskitlerin küçük vurucu timlerle düşman üzerine yaptıkları
devamlı ve yıpratıcı hücumlar, “çete savaşları” şeklinde düzenlenmiştir. Bu
ufak fakat tesirli darbeler, düşmanı psikolojik bakımdan büyük ölçüde
etkilemektedir. Hunlann, Göktürklerin ve Oğuzların savaş tarihlerinde görülen
aynı uygulamalar, bilindiği gibi birtakım destanlara dönüşmüştür.

  1. Silah ve Teçhizat:

Ok ve yay bozkır savaşçısının başlıca silahıdır. Grekler, İskitler için
“atlı okçular” deyimini kullanmışlardır. Ok, aynı zamanda sosyal bakımdan
da bir anlam taşır.Herodotos’un bildirdiğine göre , kişi başına verilen birer
ok ucu, büyük bir bakır kazanda toplanmakta ve bu yöntemle “nüfus sayımı
“yapılmaktadır. Iskitli çocukların yetiştirilmesinde, ok atma becerisine çok
önem verilirdi. Bu silahının kullanılmasında, sağdan veya soldan, ya da at
üzerinde “dört nala giderken geriye dönerek atış yapmak”, farklı
pozisyonlarda aynı derecede de sürat ve maharet sahibi olmak gerekliydi.
Örneğin, uzun menzil yay çekme yarışmaları ve elde edilen başarılar Grek
kolonistleri tarafından da kutlanmış, hatta bunların şerefine anıtlar dikilmiştir.
144

Ok uçları, 40-70 cm uzunluğunda bir beden üzerinde yer almaktadır.
Bunlar, kullanılma yerlerine göre ahşap veya kamıştandır. Demir ok uçlarına
en eski İskit buluntuları arasında rastlanmaktadır. Esas olarak, sert alaşımlı
tunç ok uçları revaçtadır. Boyları, kullanılma cinslerine göre, 2-2,5 cm
arasında değişmektedir. “Av” ve “Savaş” tiplerinin çeşitliliği dikkat çekicidir.
“Mahmuzlu” tipleri karakteristiktir.

Yaylar ise Doğu veya Asya Tipi denilen sınıflamaya girmektedir. Bu
yay tipi, Orta Asya’nın Atlı ve Göçebe kavimlerinde binlerce yıl kullanılmıştır.
Bu tipin en güzel örnekleri daha sonra özellikle Hunlarda mevcuttur. İskit
yayı, düz veya içe doğru kıvrık bir beden ile buna raptedilmiş iki kısa koldan
yapılmışlardır. Malzeme olarak ahşap, kemik, boynuz, sinir ve tutkal
kullanılmıştır. Yayı geren kiriş, sinirden yapılmıştır.

Okdanlık: Iskitler tarafından kullanılan ve Greklerin “Goryt: Ok-Yay
Torbası” olarak adlandırdığı okdanlıkların kendine özgü bir formda
yapıldıkları görülür. Ahşap iskelet üzerine deri kaplanmış okdanlığın en
büyük özelliği çift gözlü oluşudur. İç gözde yay, dış gözde ise oklar muhafaza
edilmektedir. Tasvirlerden ve mezarlardaki buluntulardan anlaşıldığına göre,
bel kayışına, sol taraftan kalça üzerine asılmaktadır. At üzerinde ise, yine sol
tarafa, eğere asılırdı. Bu tip okdanlıklar, Orta Asya kökenli Türk kavimleri
tarafından binlerce yıl süre ile kullanılmıştır.

Kılıçlar: Greklerce “Akinakez” adıyla tanımlanan, takriben 50 cm.
boyundaki demir kılıçlar, Iskitler’in “milli silahı” olarak kabul edilmektedir.
Herodotos’un verdiği bilgiye göre, “Savaş Tanrısı”nı sembolize eden “kılıç
fetişi” büyük bir saygı görmekte ve kutsal olarak nitelendirilmekteydi.
Kabzaları ve kınları altın kakmalı süslerle tezyin edilmiş zengin örnekler
bulunmaktadır.

Mızrak-Cirit ve Baltalar: Mızrak uçları genellikle 10-15 cm. olup,
demirden yapılmışlardır. Baltalar ise bozkır insanının en eski savaş aletleridir.
Üzerleri çizgi ve kabartma olarak “bozkır hayvan üslubunun” tipik motifleri
veya geometrik desenlerle süslüdür.

Kalkanlar: Antik kaynaklardan ve kurganlardan elde edilen
arkeolojik materyale göre, oval ya da kenarları yuvarlatılmış dört köşe
şeklinde olup tahta veya örme kalkan görülmektedir. Kostromskaya Mogilad’a
ise demirden yuvarlak bir kalkan bulunmuştur. Orta kısmında "o“bo" şeklinde,
altından işlenmiş geyik armaları görülür. Bu armalar "koruyucu" bir anlam
taşırlar. Geyik, bozkır mitoslarında- aynen kurt gibi- öncü hayvan olarak
görülmekte ve bu tema Hun-Türk devrinde de devam etmektedir.

Zırhlar: En eski örneklerinden biri Ukrayna’daki kurganlardan birinde
bir savaşçının üzerinde çok iyi korunmuş olarak bulunmuştur. M.Ö. 5. yüzyıla
ait olan bu zırhın deri başlığı, metal pullarla kaplıdır.

  1. İskit Dini

Antik dönemde yaşamış bir çok topluluk gibi Iskitler de büyü ve doğa
olaylarına hükmeden tanrılara tapınmışlardır. Yunanlıların tersine onlar
tanrıları için özel mabedler inşaa etmemişlerdir. Sadece savaş tanrılarına
hediye ve kurbanlar sunmak için basit altarlar (sunaklar) yapmışlardır. Bu
amaçla her yıl açık bir alanda çok büyük yükseklikte odunların yığılı olduğu
bir tepe oluştururlar ve bu tepenin en üst noktasına da demir bir kılıç
şaplarlardı. Bu kılıç Yunanlılarda savaş tanrısı Ares’in Iskitlerdeki karşılığı
olan tanrıyı sembolize ederdi. Yunanlılarla temaslarından sonra da Iskitler
tanrılarının tapındıkları tanrılara tapınmışlar, yabancı tanrıya tapınımı ise suç
sayarak ölümle cezalandırmışlardır.

Iskitlerin özellikle Grekler’le temaslarından önceki dininde Şamanizme
ait unsurlar bulunmaktadır. İskit toplumunun dinsel yapısını anlamak için
şamanı ve şamanlığı tanımak ve anlamak gereklidir. Ayrıca bu inanç, bir
kültür alanı veya kültür türü olarak da görülebilir. Orta Asya’da Türklerin
atalarının islamiyeti kabul etmeden önce onlarda şamanizme ait unsurlar
vardır.

Ruh ve ahiret kavramı, bütün dini tasavvurlarda esas unsuru teşkil
eder. Buna toptan Şamanlık diyoruz. Şaman sözü köken itibariyle
Turguzca bir söz olup, bilim edebiyatına oradan geçmiştir. Türkler Şaman
sözü yerine kam’ı kullanırlardı. Atilla’nın bir kayınpederinin adı Eşkam (şerik
şaman), diğer bir Hun’un adı da Ata kam’dır. XI. yüzyılda yazılan Kutadgu-

Bilig ve Kaşgari sözlüğünde de aynen rastlandığı gibi VIII-IX yüzyıl
Kırgızlannın da kullandığını, çeşitli Çin-Sung çağı kaynakları gösterir.
Zelenin’e göre Sibirya şamanlığının kökü totemizm’e dayanır. Ruh-totemleri
ve ruh-ongon’ları kültünün en gelişmiş ve karışık şeklini teşkil eder.

Şamanizm’in en eski şekline göre, öbür dünya aşağıdaki dünya ile
aynıdır. Daha sonraki şamanizmde ise, ışık alemi olan gök’ün de, aşağı
dünyanın da bir çok tabakası vardır. En yaygın inanç şekline göre, gök’ün 17
katı dahi olabilir. Radloffun Altay dağlarında işittiğine göre, aşağı dünyanın 7
veya 9 katı vardır. İki alem arasında yer yüzü ve insanlar bulunmaktadır. Her
şeyi yaratan gök ilahı ( Tengri), bozulmaz, alem nizamının kurucusu olup,
gökün en üst katında oturmaktadır. Dünyanın yaratıcısı tek Tanrı kavramı
hakkında, Ibn Fadlan’ın Oğuzlarla ilgili bir haberi dikkat çekicidir. Ona göre
Oğuzlar bir haksızlığa uğradıklarını sezdikleri zaman, başlarını göğe
kaldırarak: bir Tengri!... derler.

Şamanlık, “Şaman” adı verilen üstün yetenekli özel kişilerin etkilediği
iyi ve kötü ruhların varlığı inancına dayanan bir Sibirya ve Orta Asya
inancıdır. Orta Asya, Sibirya, Uzak Doğu (Japon) kültürlerinin kaynağında,
gelişmesinde, toplumun dini ve törensel hayatında, “şaman” adı verilen
kişinin önemli bir rolü vardı.

Şaman, aynı zamanda, bir büyücü, herkesin yapamadıklarını yapan bir
sihirbaz, hekim, ocakçı, rahip, saz şairi ve doğaüstü güçlere yakın, onları
etkileyen gizemli kişidir. Din tarihçisi Mircea Eliade, Şamanizm konulu ünlü
araştırmasında çeşitli disiplinlerin bir sentezini yapmak durumunda kalmıştır.
Geleneğin ideolojisini (inanç temellerini) simgelerini ve efsanelerini inceleyip
değerlendiren Eliade’a göre, şamanlık temelde veya özünde, doğaüstü bir

olayı, duyguyu, zevki, doruğu, mutluluğu, cezbeyi, esenliği yaşama-yaşatma
ve paylaşma tekniklerinin bütünüdür.

Bu kadar çeşitli ve aşkın deneyimlerin tek bir şaman kişi tarafından
gerçekleştirilmesi, şamanizmi diğer din ve kültürlerden ayıran başlıca
özelliktir. Şamandan beklenen çeşitli hizmetlerle, şaman kişinin şahsen
sağladığı olağanüstü yaşantıların dökümümü yan yana koyduğumuzda, ilkel
görünüşlü şamanlığın karmaşık bir yapıya sahip olduğu hemen görülür.

ŞAMAN


Sıradan bir kişi bütün bunları yapabilir mi? Şaman sıradan bir kişi
değil, bir sanatçıdır. Sanatı, sanatının inceliklerini aileden, genellikle büyük
babasından öğrenir. Küçük yaşta, uygun adaylar arasında seçilir; özel bir
eğitimle yetiştirilir. Hayatın her durumu ve sorunu karşısında kendisinden
beklenenleri yerine getirir. Tek bir insan, nice yetenekli olursa olsun, bütün bu
görevleri yerine getiremez. Ne var ki, şaman sıradan bir kişi değildir.
Çoğunluğa benzemeyen, nörıtik, hatta saralı, doğayla, vahşi hayvanlarla,
canlıların ruhlarıyla yakınlık kurabilen çocuk ve gençler aday olarak tercih
edilir. Büyük doğa güçleri önünde kendini küçük ve zayıf gören ölümlü
hemşirelerine, olağanüstü hizmetler sunar.

Şaman, törelerin her şeyi doğru kıldığı gerçeğini bilir, törenin gereğini
yerine getirir. Topluluk da onun yaptıklarını sorgulamadan kabul eder,
yeteneklerine inanır ve güvenir. Bu anlamda, yani şamanlığa sahip çıkan
toplumlarda başka dinlerin olup olamayacağı tartışma konusu olmuştur.
Şamanlık daha önce ki ilkel dinlerin devamı olabileceği gibi, daha sonraki
çağdaş (semavi) dinlerin egemenliği altında da varlığını (işlevlerini)
sürdürebilir. Öyle ki, Altaylar’dan kopup gelen göçebe Türk(Oğuz)
boylarında, tek tanrılı dinlere geçiş, şamanca uygulamalara son vermez.
Toplum tek tanrılı inancın gereklerini yerine getirirken, büyüye, sihre yer
vermeyen inançlarını terk etmeden, hastalarını iyileştirmek, çocuk sahibi
olmak, kötü büyüleri bozmak için şamanca uygulamalara (tekkelere, yatırlara,
ermişlere) başvurur. Şamanların, bilinmeyen, görünmeyen tehlikeler, kötü
ruhlar, düşmanlar karşısında güçlü olduğuna inanır.

Şaman, canlı ruhlar aracılığı ile, bütün tanrıların anası olan Göktanrı
ile ilişki kurar, onun emrindeki yardımcı tanrıların desteği ile beklenen sonucu
elde eder. Şaman, davul ve trompet eşliğinde, bir ağaca tırmanarak ya da
gökkuşağı köprüsünden tanrı katına çıkıp inerek, hünerlerini sergiler;
topluluğun güvenini tazeler; küçümen bir tanrı (tengri) olur.

Orta Asya kökenli bir terim olan tanrı (tengri), ışığın ve gücün kaynağı
Tanyeri’den gelir. Bu yüzden şamancı toplumlar, gökyüzündeki (cennetteki)
iyi ve yer altındaki (cehennemdeki) kötü tanrılara inancı emreden dinlere
kolay uyum sağlarlar. Ancak din değiştirdikten sonra da şamanlık sürer.

İskit toplumunda Şamanların önemli bir yeri vardı. Hükümdar
hastalandığında bu kişilere müracaat edilir, Şamanlar söğüt değneklerine
bakarak gelecekten haber verirlerdi. Falcılar eğer hanedan üzerine birisinin
yalan tere yemin ettiğini söylerlerse, o şahıs getirilip, hükümdarın huzuruna
çıkarılmaktadır. Şahıs yalan yere yemin ettiğini inkar ederse o zaman falcılar
getirilmekte ve eğer falcılar da adamı suçsuz çıkarırlarsa o zaman falcı
öldürülmektedir. Falcının ölüm şekli hakkında da Herodotos ayrıntılı bilgi
vermektedir. Onlar bir arabaya çalı çırpı doldurup, öküzler koşulduktan sonra,
elleri ve ayakları bağlı bir şekilde arabadaki odunların içerisine atılarak,
odunlar ateşe verilmekte ve ateşten ürken öküzler hareket etmektedir. Çoğu
kez öküzler de büyücülerle beraber yanmaktadır. Büyücülere verilen bu
cezaya, eğer varsa, erkek çocukları da dahil edilmekte, sadece kız
çocuklarının yaşamasına müsaade edilmektedir. Öküzler onları, koşum
kayışları yanıp, kendilerini kurtanncaya kadar sürüklemektedir. Bu bilgilerin
ışığında Şamanlığın Iskitler arasında çok önemli olduğunu, hükümdarın
hastalığı gibi önemli bir konu da dahi bu kişilere baş vurulmasından
anlaşılmaktadır. Ayrıca, söğüt çubuklarıyla fala bakma usulü, günümüzde bir
çok gayrimüslim Türk topluluğunda hala görülmektedir.

Şamanizm, genellikle Sibirya’daki kavimlerin dini inanışlarını ifade
eden bir tabir olup, bu kelime kuzey Asya halkları arasında büyücü, sihirbaz
manasına gelen şaman kelimesinden türemiştir. İskit dininde Şamanizm’le
birlikte görünen unsurlar Türk-Moğol kültür tarihinde de görülmektedir. Çok
geniş bir sahaya yayılmış olan ve Türk-Moğol tarihinin önemli bir bölümünü
teşkil eden Şamanizm, XVIII.ve XIX. yüzyıllarda Georgi, Banzarov ve Şaşkov
gibi yazarlarca, eski bir din olarak gösterilmiştir. Buna karşılık Hıristiyanlık
taassubu ile hareket eden bazı araştırıcılar ise, Şamanizmin bir din
sayılmaması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Onlara göre, Şaman bir sihirbaz,
kötü ruhları kovmak suretiyle hastalıkları iyileştirmeye çalışan bir üfürükçü ve
nihayet gelecekten haber veren bir kahinden başka bir şey olmadığı için,
Şamanizm de bir din sayılmazdı. XIX. yüzyılın ikinci yarısında Radloff ve 20.
yüzyılın ilk yarısında Anohin, Culloch ve diğer bir çok yazarlar Şamanizmi
sadece Ural-Altay halklarının dini olarak göstermişlerdir. Ohlmarks’a göre ise,
Şamanizm tam manası ile bir din sayılmazsa da, yayıldığı yerlerde dinin
yerini almıştır. Iskitler’de ruhlar aleminin dışında bir de Tanrılar alemi
vardır. İskitler’deki Tanrılar alemi anlayışında Grekler’in büyük tesiri olmuştur.
Bu tesir Iskitler’in Karadeniz’in kuzeyindeki coğrafyaya yerleştikleri ve
Greklerle temas kurdukları zaman başlamıştır. İskit Tanrılar alemiyle ilgili
bilgileri bize antik yazar Herodotos vermektedir.

Yine Herodotos’tan öğrendiğimiz bilgiler ışığında Iskitler’de adak ve
kurban adetinin de olduğunu söyleyebiliriz. En çok kurban ettikleri hayvan ise
attır. Iskitler’in kurban merasimlerinin uygulanış biçimine göre, kurban
edilecek hayvan ön ayaklarından iple bağlanmakta, kurbanı adayan şahıs
onun arkasında yer almakta ve elinde tutuğu ipi çekerek hayvanı yere
yıkmaktadır. Hayvan yere düştüğünde, kurban hangi Tanrı’ya sunuluyorsa,
ona dua edilmekte, sonra hayvanın boynuna bir ip dolanarak, ipin arasına bir
sopa sokulmakta ve sopayı çevire çevire sıkarak hayvan boğulmaktadır.
Daha sonra derisi yüzülüp, eti pişirilmektedir.

Daha önce de söylediğimiz gibi, Iskitler kesinlikle domuz kurban
etmemektedirler.

  1. İskitlerin Gelenek, Görenek ve Yaşam Biçimleri

Iskitlerin alışılmışın dışındaki adetleri ve yaşam biçimleri bir çok Grek
tarihçisinin, coğrafyacıların ve yazarların ilgisini çekmiştir. Herodotus,
Iskitlerin evlerinin ve surlarının olmadığını evlerini yanlarında taşıdıklarını
yazmaktadır.

Yine antik Grek yazarlarından edindiğimiz bilgilere göre, Iskitler otlağı
bol olan ovalıkta yaşamaktadırlar. Arabalar içinde oturmaktadırlar. Bu
arabaların en küçüklerinin dört, büyük olanlarının ise, altı tekerleği
bulunmaktadır. Arabaların dört bir tarafı ve üzerleri keçe ile kaplanmış olup,
bunlar ev şeklinde yapılmıştır. Bu arabaların bazıları iki odalı, bazıları üç
odalıdır. Bu arabalar soğuğa karşı korunaklı olup, bunların içerisine yağmur
ve rüzgar geçememektedir. İskitler başka bir yere giderken, kadınlar ve
çocuklar iki ya da üç çift öküzün çektiği arabalarda, erkekler ise at üstünde
onların yanında gitmektedir. Onları ise, koyun sürüleri, sığırlar ve atlar
izlemektedir. Onlar hayvanlarına ot bulabildikleri sürece bir yerlerde
kalmaktadırlar. At, koyun ve sığır besleyen İskitler, domuz beslemiyor ve
yemiyorlardı. İskitler hayat tarzlarının bir gereği olarak, günlük hayatlarında
pişmiş etle beslenmekte, kısrak sütü içmekte ve kısrak sütünden yapılmış bir
çeşit peynir yemekteydiler.

Iskitlerin gelenekleri ile ilgili bir başka özellik ise genç İskit kadınlarının
da ata binmeleri, ok atmaları ve at üzerinde kargı savurmalarıdır. Ayrıca onlar
üç düşman öldürmeden evlenememekteydiler. Iskitler’in bu gelenek ve
görenekleri daha sonra Hunlar ve Göktürkler’de de devam etmiştir. Türk
kavimleri gibi kımız içmişler ve sütü kurutarak kurut yapmışlardır.

Iskitler’in günlük yaşayışları kadar , ölü gömme adetleri de ilgi
çekicidir. İskit hükümdarları öldüğü zaman kare şeklinde büyük bir mezar
kazılmakta ve mezar hazır olduğunda ölü getirilmektedir. Gövdesi
mumyalanan ölü bir arabaya koyulmaktadır. Merasime katılanlar kulak
memelerini kesmekte, saçlarını çepeçevre kazımakta, kollarını çizmekte ve
burunlarını yırtmaktadır. Hükümdar mezara konulunca onunla beraber
karılarından birisi, bir haberci ve atları da boğulup aynı mezara
konulmaktadır. Bunların dışında kullandığı eşyalardan da birer tane yanına
gömülmektedir.

Ölen kişi halktan birisi ise, ölü en yakınlan tarafından bir arabaya
konulmakta ve öbür yakınlarına götürülerek dolaştırılmaktadır. Bu esnada
kafilenin yanlarına geldiğini görenler yemek vermektedir. Ölüler kırk gün
boyunca bu şekilde gezdirildikten sonra gömülmektedir. Bu göçebe kavimin
ölü gömme adetleri arkeolojik buluntularla da ispatlanmıştır. Bunlara en güzel
örneği Pazırık buluntuları oluşturmaktadır. Buradan çıkarılan cesetler
mumyalanmış ve cesetlerin gövdeleri dövmeyle kaplanmıştır. Ayrıca
buradan çıkarılan atların kulaklarına birbirinden farklı enler yapılmıştır. Bu
nişanların farklı olmaları, atların değişik kabileler tarafından hediye edilmiş
olduğu kanaatini uyandırmıştır.Bu atların kuyruk ve yelelerinin kesilmiş
olduğu görülmektedir. Bu adet eski Türkler’de de bulunmakta idi ve yas
işareti sayılmaktaydı.

Iskitlerle ilgili en ilginç özellik ise onların giyiniş tarzlarıdır. Uzun ve
drapeli kumaştan elbise ve altına sandalet giyen Antik Hint, Yunan ve
İtalyanların giyim tarzından oldukça değişik olan Iskitlerin giyimleri palto, diz
altından bağlanan pantolon ve ayaklarına giydikleri bottan oluşmaktaydı.

Iskitlerin giyim tarzı ile Pers giyim tarzı arasında da benzerlikler
bulunmaktadır. Iskitlerin üzerlerine giymiş oldukları paltolar ya deri ya da
ince kumaşlardan yapılırdı, bu paltoların etek uçları genellikle kürkle çevrilir,
bellerine de kemer takarlardı. Ayaklarına giydikleri botlar da genellikle
yumuşak deri veya keçeden imal edilirdi. Başlarına da sivri külah şeklinde
şapka geçirirlerdi.Kadınlar sarafan adı verilen sarkık bir elbise ile kokoşnik
denilen yüksek bir başlık kullanırlardı. Zengin olanlar özellikle altın ve
gümüşten yapılmış mücevherler kullanırlardı.

Iskitlerde kadının durumuna gelince, (poligami) yani birden fazla
kadınla evlenme geleneğinin olduğu anlaşılmaktadır. Erkek çocuklar
babalarının eşlerini babasının ölümünden sonra miras alabiliyorlardı. Erkeğin
evli olduğu kadınlardan biri, kocası öldüğü zaman kendisine diğer dünyada
eşlik etsin diye öldürülerek aynı mezara gömülüyordu. Hipokrat İskit
kadınları hakkında şunları aktarmaktadır: “Iskitler ata çok iyi binerler ve
savaşçı bir ulusturlar. İskit kadınları da ata binerler ve ok ile yay kullanırlar.
Kız kaldıkları kadar cenk ederler ve üç düşman askeri öldürmedikçe
evlenmezler. Bir kız bir erkeğe vardıktan sonra bir daha ata binmez ve
silah kullanmazdı. Kadınların sağ göğüsleri yoktur, çünkü kızlar çocukken bu
iş için hazırlanmış bakır bir aleti kızdırarak bedenlerinin bu kısmını yok
ederler. Sağ göğüs bu yoldan yakıldıktan sonra büyüyemez ve bedenin tüm
gücü sol omuza ve kola gider.

İskitlerin günlük temizliklerini nasıl yaptıkları konusunda
Herodotos’tan edindiğimiz bilgilere göre, Iskitler yıkanmak için su
kullanmıyorlardı. Kadınlar selvi ve sedir ağaçlarının özünü havanda döverek
bir çeşit melhem hazırlıyorlar, bu melhemi macun içinde ovarak çam sakızı
ve su ile karıştırıyorlardı. Daha sonra bu karışımı vücutlarına sürerek bir gün
bekletiyorlar ve lapayı kaldırdıkları zaman altından temiz ve pırıl pırıl bir deri
çıkıyordu.

İskitlerin yaşamlarında fal ve falcılıkta önemli bir yer tutmaktaydı.
Herodotos’un anlattığına göre; Iskitlerde pek çok falcı vardı, bunlar gelecekte
olacak olayları söğüt değneklerine bakarak haber verirlerdi. Bu değneklerden
büyük demetler getirirler, yere koyup dağıtırlar, sonra değnekleri toplarlardı.
173

Son olarak İskitlerin gelenek ve görenekleri ile ilgili olarak onların
atalarına karşı çok saygı duydukları söylenebilir. Onların hayatlarında
atalarının mezarlarının önemli bir yeri vardı. Bir ölçüde onları yurtlarına
bağlayan en önemli unsurlardandı.Eski Türklerde de aynı ataya saygı adetini
görmekteyiz.

  1. İskit Sanatı

Yukarıda ele alınan bilgilerin ışığında İskit sanatı daha iyi
anlaşılacaktır. Çünkü iskitlerin sanatlarının biçimlenmesine neden olan
yaşam şekilleri, dünyaya bakış açıları ve beklentileri, yani kültürleri iyi bir
şekilde anlaşıldığı zaman, sanatlarına etki eden ve yön veren etkenlerde
daha iyi anlaşılmış olur. Bozkır sanatı denildiğinde yüzyıllarca kullanılan ve
bazı yönleri ile bu güne kadar gelen bir “hayvan üslubu” belirir. Peki hayvan
üslubunun şekillenmesine ne gibi gelişmeler neden olmuştur? Bölge
insanının yaşam biçimine bakacak olursak hayatlarının doğa şartlarına
doğrudan bağımlı olduğuna şahit oluyoruz. Yarı göçebe yaşam biçimini
benimsemiş toplulukların gerek iktisadi, gerek sosyal ilişkileri yerleşik
topluluklardan oldukça farklıdır. Bozkır ekonomisine dönüşüm MÖ III. binden
II. bine geçişte, daha Afanasevskaya kültüründe, yani İskit kültürü ortaya
çıkmadan önce karşımıza çıkmaktadır.

Bu geçişle birlikte, yerleşik yaşamın en belirleyici öğeleri olan keramik
üretimi ve ev mimarisinde büyük değişiklikler gözlemlenmeye başlar. Kalıcı
kütük evler yerlerini, çarçabuk toplanıp, kaldırılabilen direksiz çadırlara
bıraktılar. Portatif yaşantıya geçişle birlikte, ağır ve kırılgan bir madde olan
keramikten yapılan testi gibi araçların yerini, ahşaptan, çoğunlukla da deriden
yapılan matara biçimli kaplar aldı. Metalürjide de bir takım gelişmeler
yaşandı. Her ne kadar taş ve kemik objelerin yapımı devam ediyorsa da,
bakır gibi yumuşak metalleri eritip, şekil vermeyi öğrenmişlerdi.

Hayvan üslubunun olgunlaşmasında etken olan faktörlerden birisi de
onların dini inanışlarından kaynaklanmıştır. Şamanlar, törenlere daha çok
hayvan kostümleri ile çıkıyorlardı. Tanrılara ulaşmak için, trans haline
geçtiklerinde, yardımına ihtiyaç duydukları hayvan gibi hareket ediyor, onun
yaptığı gibi sesler çıkarıyorlardı. Bu da töreni izleyen insanlar üzerinde
hayvanın ruhunun gerçekten şamanın bedenine girdiği düşüncesine yol
açıyordu. Örneğin; bir şamanın eline aldığı kartal tüylerini çırpması,
gökyüzüne doğru yol almasını sembolize ediyordu. Davulunun üzerinde
zıplaması bir at veya benzeri bir hayvan üzerinde yolculuk yaptığı anlamına
geliyordu. Tılsım gibi esrarengiz kavramlar, toplumun genelinde korkuya yol
açarken, bir o kadar da hayranlık uyandırıyor, bu da figüratif sanatı besleyen
önemli bir kaynak oluyordu. Bu düşünceleri aksettiren semboller de, hayvan
üslubunun kökeninde yatan etkenlerden birini oluşturuyordu.

Peki bu üslup, ne zaman karakteristik bir hal aldı? İlk Çağ dünyasına
baktığımızda; hayvan motiflerinin, Hititlerden, Perslere, Mısırlılardan, Friglere
kadar yaygın olarak kullanıldığını görüyoruz. Ancak “hayvan üslubunu”,
“hayvan tasvirinden” ayırmamız gerekir. Göçebelerin kullandığı hayvan
motifleri, Mısır ve Mezopotamya’dakiler gibi durağan değillerdir, aksine,
sanatçı sanki bir hareketin anını yakalamış gibi figürleri dondurmuştur. Bu
yüzden de örnekler gözümüzde canlanacakmış hissi uyandırırlar. Bu üslup,
Demir Çağı’na gelindiğinde İç Asya’daki yerli boylar arasında filizlenmişti,
karşılıklı ilişkiler sonucunda gelişmiş ve tüm bozkır coğrafyasına yayılmıştır.

Bütün bu örnekler içinde en bilineni, geyik motifleridir. Iskitlerin yapmış
oldukları geyikler genellikle yere çökmüş vaziyette betimlenirler ve sadece İç
Asya türlerinde görülen bazı karakteristik özellikler taşırlar. Bu özelliklere
bakacak olursak genellikle hayvanın ön ve arka ayakları birleştirilerek
bedenin altında toplanmıştır. Bedenin tamamı profil olarak işlendiğinden,
bacaklar birer taneymiş izlenimi verirler. Boyun, abartılı bir şekilde işlenmiş
boynuzların ağırlığını dengelemek ister gibi, belirgin bir şekilde ileri doğru
uzatılmıştır. Burada dikkat çeken en önemli özellik, erkek geyiğin en önemli
organı olan boynuzların, olması gerekenden daha büyük, abartılı bir şekilde
verilmesidir. Stilizasyona gidilmemiş, sadece boynuzun boyutları
büyütülmüştür. Geyiğin bu denli çok sevilmesinin bir nedeni de,
mitolojilerinde önemli bir yer tutmasıdır. Efsanelere göre, İskitler büyük
göçleri sırasında, Maoetis civarında sisler içinde kaybolmuşken bir geyik
önderliğinde yollarını bulabilmişlerdir. Dolayısıyla bu hayvanın apotropetik
(koruyucu) özellikler taşıdığına da inanılmaktadır.

Iskitlerin grift semboller dünyası öylesine şaşırtıcıdır ki, hayvanlar,
doğal özellikleri ile betimlendiği gibi, sadece güçlü özelliklerinin bir araya
getirildiği hayal dünyasının yaratıkları olarak da betimlenmişlerdir. Kuvvetli
stilizasyona uğramış figürler, bazen tek, bazen yan yana, bazen de içiçe
verilirler. Öyle ki, birçok kültürde alışık olduğumuz arslan ya da kartal
grifonların yanında, geyik boynuzları taşıyan bir arslana, boynuzların ucu
kartal gagasıyla biten geyiklere, kartal pençeli arslanlara sık sık rastlarız.

M.Ö. VII ve VI. yüzyıllara tarihlenen Kuban bölgesindeki, ilişki Aul’da
bulunmuş bir parça, ihtimalle törenlerde kullanılmak üzere bir direk tepesine
takılıyordu. Bronz döküm tekniği ile yapılmış olan bu eserde, kartal
gagalarının kuvvetle stilize edilmiş şekli karşımıza çıkar. Oluk bölümünün
bitimindeki dağ keçisinin ayaklarının durumu ise, yine geleneksel formların
tekrarlandığını bize hatırlatır. Ancak başı ileri doğru uzatılmamış, içine
yerleştirilmek istenen bölümün darlığından dolayı arkaya döndürülmüştür.
Oldukça unik ve tamamen İskit sanatçılarına bağlanan bu eserin iki
tarafından sarkan çanlar, ortama mistik bir hava katarken, çalan davul, direği
taşıyan kişinin-ihtimalle şamanın- elbiseleri, töreni bütünleyen diğer unsurlar
oluyordu.

Çadır ana direğinin üstüne takıldığı düşünülen bir başka parça ise;
Demir çağı’nın başlarına, kabaca M.Ö. IX-VIII. yüzyıllara tarihlenir. Burada
oldukça naturalist tarzda bir dağ keçisi betimlenmiştir. Altay’lardan bulunarak
Petro Koleksiyonu’na dahil edilen bu eser, totemist bir anlayışla, bir töz (idol)
olarak kullanılmıştır. Böylece çadırın kötü güçlerden korunduğuna
inanılıyordu. Erken dönemlerdeki bu tip tözler, hep hayvan formları üzerine
gelişmiştir.

Krali Iskitleri bir tarafa bırakacak olursak, İskit ekonomisi ve sanatı
neredeyse tamamıyla, kendilerini besleyen büyük baş hayvanlarına
bağlımlıydı. Bu yüzden de yaşamlarını tümüyle geçirdikleri çadırları, giysileri
ve at binit takımlarında yer alan eyerleri keçeden yapılıyordu. Deri de,
kullanılan malzemeler arasında önemli bir yer işgal ediyordu. Ancak, bu
parçalar, doğa şartlarına karşı dayanıksız olduğundan zamanla çürümüşler
ve günümüze ulaşamamışlardır. Sadece bu malzemelerin üzerindeki kemik
ve metal parçalar bize bir fikir verecek durumdadır.

M.Ö. V. yüzyıla tarihlenen bir at başı süslemesi, Dinyeper bölgesindeki
Solokha Kurganı’ndan çıkarılmıştır. Ortadaki uzun parça alınlık olarak
kullanılır ve kabartma tekniğinde yapılmış birbirine simetrik olarak
yerleştirilmiş balık motifi ile bezenmiştir. Yanak kısmına gelen parçalar ise
yaprak formundadır. Altı yumuşak bir malzeme olduğundan levha ve folyo
halinde kullanmak bir süre sonra örneklerde deformasyona sebep oluyordu.
Bu yüzden bu tip süslemeler, ya ahşap ya da kemik gibi sert bir malzeme
üzerine sarılıyordu. Bu yaklaşım son zamanlara kadar İç Asya sanatında
yaygın olarak kullanılmıştır. Bu yüzyıl aynı zamanda, İskit sanatında kuvvetli
bir şekilde, komşu kültürlerin etkilerinin görülmeye başladığı bir dönemdir.
Yedi Kardeşler Kurganından çıkarılmış at binit takımında yer alan bir kartal
başının arka tarafında yer alan palmetler, bize açık Grek tesirlerini gösterir.
Burada da tamamen kıvrılmış gaga, abartılarak verilmiştir. Göz ile gaga
arasında yer alan bölüm, tüm step sanatçılarının dikkatle uyguladığı gözleme
dayalı sanat anlayışlarını çok iyi aksettirir. Bu parça, modele hem oldukça
dekoratif bir yan katmış, hem de gaganın büyümesini sağlayan doğal organ
gerçekçi bir şekilde, dikkatle işlenmiştir.

Yedi Kardeşler Kurganından çıkarılan başka bir parçada, tamamen hayal
ürünü bir yaratık betimlenmiştir.Yaratığın ardı, kaz yada kuğu başı ile
bitirilmiştir. Kanatlar, tahmin edileceği gibi stilize kartal gagası şeklinde
işlenmiştir. Çünkü kartal gagası biçim olarak kuş kanadına benzemektedir.
Hayvanın ön bacakları ise, arslandan alınmıştır. Kafa kısmı ise, bir Çin
ejderhası ile ya da bir kurt başı ile ifade edilmiştir. Sanatçı, yaratığa sakal
eklemeyi de unutmamıştır. Bu figür rastlanılan en karışık hayvan biçimidir.
Hayvan ihtimalle, bir çok uygarlığı tanıyan bir sanatçı tarafından yaratılmış
olmalıdır. Kartal gagası tamamen İskit stilizasyonunda kalır. Sakal, bilindiği
gibi Mezopotamya mitolojisindeki bilgelik sembolüdür, ama burada daha çok
Mısır etkili olarak işlenmiştir. Çar I. Petro Koleksiyonu’nda yer alan ve M.Ö.
V. yüzyıla tarihlendirilen hayvan mücadele sahneli bir örnek ise, tamamen İç
Asya özellikleri taşır. Sibirya kökenli olduğu söylenen bu parçada, kalça ve
ön kol adaleleri üzerindeki nokta ve virgül motifleri hayvanlardaki
hareketliliği sembolize etmektedir. Hayvan mücadele sahneleri
içinde işlenen örneklerde, otçullara bazen doğal, bazen de doğaüstü
yaratıklar saldırmaktadır. Step sanatçısı bu tip sahneleri işlerken
gözlemlerine güvenmektedir. Gerçekten de , av ile avcı arasındaki ilişki,
doğada yaşandığı şekliyle taklit edilmiştir.

Iskitlere “Bozkırların Kuyumcuları” denilmektedir. Bunlar “Bozkır
Hayvan Üslubunun” en güzel ve zengin örneklerini yaratan insanlardır.
Kurganlarda bulunmuş olan bu eserler, ki çoğu altındandır, bozkır insanının
duygularını en yalın, ancak en çarpıcı şekilde dile getirir. Hayatları savaş ve
avcılıkla geçen göçebe sanatkarları, bu konulardaki sahneleri, edebiyatta
destan üslubu denecek bir tarzda, plastik sanatlarda da tasvir ediyorlardı.
Çoban ve avcı olarak hayvanları yakından tanıyor ve maharetle
resmedebiliyorlardı. Üslupları realist(gerçekçi) olmakla beraber, naturalist
(tabiata yakın) değildi, çünkü, heyecanlı olayları anlatırken, mübalağalı
ifadelere kaymakta, şekilleri tabiat dışında görünüşlere sokmakta idiler.

Göçebe üslubuna realist-expressionist (gerçekçi fakat mübalağalı)
denmektedir.

Göçebelerin eserlerinde, M.Ö.L binde yaşamış “er”leri (eski Türkçe
kahraman), bunların kemer ve ayna gibi belki rütbe işaretlerini, av sırasında
vurulan hayvanın kurban ve ongun mahiyeti aldığı sahneleri görmekteyiz.
Ongun, kurban, veya (ata sanılan ongun) mahiyetindeki hayvanlar, her yerde
aşağı yukarı aynı cinsten, at, geyik, dağ keçisi, boğa, kaplan, kurt, su kuşu,
yırtıcı kuş gibi motiflerdi. Bazen, belki göçebelerin dini inançları ile ilgisinden
dolayı, zoomorfik motifler, efsanevi bir veçheye bürünerek muhtelif azalı
mahluklar olarak ortaya çıkıyordu.

İskit sanatı üzerine tesir eden ilk kaynak Yunan sanatı olup, kendisi ile
Mezopotamya kültür unsurlarını da birlikte getirmiştir. İkinci kaynak ise
bozkırların mirasıdır. İskit sanatı, doğuya yapıcı unsur olarak tesir ettiği için,
Türk kavimlerinden Hunlar, Avarlar v.b. bir dereceye kadar, İskit sanatının
yaşatıcıları sayılırlar. Batı’da Got’lar aynı durumdadırlar. İskitlerin açtığı çığıra
diğer unsurlarda eklenir. Bu atlı göçebe Türk kavimlerinin kendi eski dip
kültürleri olup, Iskitler üzerinde de etkili olmuştur. Tesirlerin çaprazlaşması
temayülü (differansyasyon) sonucunda sürekli olarak yeni tipler
doğmuştur.

Atlı göçebe halklar malzemesinin en çok bulunduğu yerler, Karpat
havzası, Karadeniz’in kuzey ve kuzeydoğu sahil yönü ve komşu çevresi,
özellikle Kırım yarımadası, Kuban’ın aşağı bölgesi, kuzeye uzanmış Perm
çevresi, Minusinsk havzası, ayrıca Kuzey Moğolistan’dır. Hun’lar dolayısıyla
pek erken çağlardan beri atlı göçebe sanatının, Çin Han-devri sanatını
besleyen unsurları Çine sokulmuştur. Böylece Hunlar, tarihi kültür aracılığı
yapan Türk ırkından olan kavimler dizisini açmışlardır. Buna karşılık, İsa’nın
doğumu sırasında Hunlarda Han tesirleri seçilmektedir. Rus Kozlof heyeti
tarafından 1923-24 yıllarında kuzey Moğolistan’da, Noin-Ula dağlarında,
açılan M.S. I. yüzyıl Hun kral mezarları buluntuları, Hun “syncretisme” ini
açıkça yansıtmaktadır. Hun kral mezarları bugünkü Moğolistan’ın merkezi
Ulan-Batur’dan yaklaşık olarak 100 km. uzaklıktadır. Bir kurgan’ın 9.m.
derininde kuvvetli kalaslarla payandali ve kaplamalı çift mezar odasında, çok
eskiden soyulmuş olmalarına rağmen, dikkati çekici pek çok kültür tarihi
eserleri kalmıştır. Bunlar arasında Çin lake eşyası ve küçük madeni eserler
bulunmaktadır. İçinde en önemlileri; gümüş “phalera” (göğüslük) ve
kumaşlardır. Bunlardan birisi üzerinde bir erkek portresi, bir yün kumaş
üzerine, üç hayvanın deri ile resmi, diğer bir keçe halı bordürleri sütununda,
dokuz hayvanın mücadelesi”applique” usulü ile işlenmiştir. Bu dokuz resim,
iki sahneyi tasvir eder. İlkinde beş, İkincisinde ise dört varyant vardır.
Sonuncuda yıkılan bir geyiğin üzerine binen efsanevi hayvan tarafından
parçalanışı iki varyant olarak gösterilmiştir. Her iki vaziyette yırtıcı hayvan
ayakları “grifon” unkine benzemekle beraber, kanatlı olmalarına rağmen daha
çok yırtıcı vaşak’ı andırmaktadır.

Noin-Ula’da bulunan eserlerin bir kısmı Sibirya’ya has bir Kuzey-
Nomad kültürünün varlığını ispat ederler. Bu sanatın bölge merkezi Selenga
havzasıdır. Noin-Ula’dan yüz elli iki yüz yıl önce olan Pazınk buluntuları da
çok önemlidir. Pazınk Doğu Asya’da Balıktı köl (Balıklı-göl) çevresinde
bulunmaktadır. Bu buluntular, kurganın yapımından sonra buz tabakası ile
örtülü kalmış olması dolayısıyla istisnai bir özellik taşır. Her ne kadar
maddi değeri olan bir çok eşya daha önceden soyulmuş ise de içlerinden bir
mezar dokunulmadan kalmış olup, burada dokuz aygır tam teçhizatı ve
içlerinden ikisi başlarında geyik boynuzu maskeleri ile bulunmuştur. Soyulan
mezarlarda da bazı öte beri kalmıştır. Halıyı andıran bir keçe parçası
üzerinde geyiği parçalayan “griff” (grifon) tasvir edilmiştir. On at cesedinin
kulaklarında im (işaretler) vardır. Kuyrukları, yele ve tırnakları kesilmiştir.
Abdülkadir İnan, Türk kavimler! tarihinden ve etnografyasından örnekler
göstererek, kuyruk ve yelelerin yas alameti olarak kesilmesinin eskiden
olduğu gibi bu gün de daha medeni Türk kavimlerinde de tatbik edildiğini ve
bunun için tabirler bulunduğunu göstermiştir. Hayvan üslubu kuzeydeki
Minusinsk havzasında kuzeyden aşağı sarkan geometrik tezyini motifler
üzerinde iz bırakır. Milattan bin yıl önce batıdan buraya Andronovo ve
Karasuk kültürleri nüfuz etmişlerdir. Ancak geometrik süslerden başka
burada, taştan yontulmuş hayvan tasvirleri: geyik ve koç heykelleri ve koç
başlı sütunlar da bırakılmıştır. Daha sonra bu çeşit koç ve geyik kafalarını
tunç imalathaneleri kasici aletler sapı olarak kullanmışlardır. Yukarı
Yenisey’de ve Ural’larda, perm çevresinde IV. yüzyıldan itibaren ve daha
ziyade III. yüzyılda Minusinsk havzasında tamamıyla hayvan üslubu
hakimdir.

Bazı araştırmacılar hayvan üslubunun menşeini güneyde, İskit
kavimleri aracılığı ile Ön Asya’da aramaktadırlar. Gerçekten bozkır hayvan
üslubu, güneyden önemli teşvik görmekle beraber, Jacopsen’in de kabul
ettiği gibi ilhamını nomad kültür kaynağından almıştır.

Geniş Avrasya bozkırlarının bir yaratısı olduğu düşünülen şematize
hayvan betimleri göçebe sanatın bir anlayışı ve kendini anlatış biçimi olarak
belirir. Özellikle hayvan betimlerinde özgün bir yapı sergileyen bu stilde Asya
doğasına özgü hayvanların yanı sıra düşsel yaratıklar da betimlenmektedir.
Göçebe hayvan stilinin konu anlatımlı ve tekil figürleri metal, bronz, kemik,
fildişi, ahşap ve tekstil üzerinde uygulanmıştır.

Günümüzde “Göçebe Hayvan Üslubu” olarak tarif edilen ve
Sibirya’daki kurganlarda yapılan kazılar neticesinde ortaya çıkarılan
arkeolojik materyal “Bozkır Kurgan Medeniyetleri” nin tipik kültür
ürünlerindendir. Bu sanat eserlerinin büyük çoğunluğu üzerinde çeşitli
hayvan mücadelelerine yer verilmiştir. İşte hayvan mücadelellerinin konu
olarak ele alındığı sanata “ Göçebe Hayvan Üslubu” adı verilmektedir. Motif
olarak yalnız hayvanlar ve hayvan uzuvları kullanılmıştır. Hayvanlardan da en
çok geyik, keçi, kedi, köpek, kurt, at, ayı ve yırtıcı kuşlar gibi ekseriyeti yabani
olanlardır.

1763 yılında General Melgunov ilk keşif seyahatini yapmış ve
Sibirya’da bulunan mezarları açmıştır. Bu durum bundan sonra yapılacak
olan araştırmaların hızlanmasına sebep olmuştur. Bu mezarlardan insan ve
at gömülerinin yanında bir çok metal obje de meydana çıkarılmıştır. 1865
yılında Radlof güney Altaylar’da bulunan Katanda’da kazılar yapmıştır.186
1924 yılında doğu Altaylar’da Pazırık vadisinde bulunan kurganlar, 1929
yılında antropolog Rudenko tarafından kazılmıştır. Güney Rusya’da yapılan
kazılar sonucunda çok sayıda arkeolojik buluntu elde edilmiştir. Bunlar
içerisinde Chertomlyk buluntuları önemli bir yer tutmaktadır. Burada bulunan
objeler çeşit olarak zengin olduğu gibi, sanat kalitesi bakımından da
mükemmeldir.

Kurganlardan at ve insan gömülerinden başka, bu kişilerin yanında
gömülen birçok değerli eşya da ortaya çıkarılmıştır. Bu eşyalar arasında
eyerler, koşum takımları, kazanlar, oklar, bıçaklar, kılıçlar, mücevherler,
mobilyalar, halılar, kilimler bulunmaktadır.

İskit sanat eserlerinin gün ışığına çıkmasıyla, İskit sanatı ve bu
sanatın özünü oluşturan “Hayvan Üslubu” nun doğuşu hakkında bir takım
görüşler ileri sürülmüştür. Bozkırda gelişen, Orta Asya ve Önasya’ya kadar
yayılan “Hayvan Üslubu” geniş bir coğrafyaya yayılmış insanların tabiatüstü
kuvvetlere karşı olan eğilimlerinden ortaya çıkmıştır.

İskit Hayvan Üslubu’nun doğuşu bunu meydana getiren toplulukların
inançlarıyla yakından alakalıdır. Bunu gerçekleştiren insanlar manevi
değerlere büyük ölçüde bağlıydılar ve bu değerlere sihir ve tılsımla
ulaşabileceklerini sanmaktaydılar. Bir insan ya da hayvan onlara kötülük
yaptığında, eğer ondan öç almak istiyorlarsa, düşmanına ait bir şeyi ele
geçirerek bununla bir şekil meydana getirirlerdi ve onu dini bir merasimle
imha ederlerdi. Sihrin kuvveti ile dini merasimin tabiatüstü unsurlarının
düşmanlarına gerçekten bir fenalık getireceğine inanıyorlardı. Hislere hitap
eden sihir, başlangıcından bugüne kadar avcıların hayatında önemli bir rol
oynamıştır. Bazı ilkel topluluklar, geyiklerin ve domuzların çene kemiklerini
evlerine asarlar ve böylelikle kemiklerin içindeki ruhların yaşayanları kendine
çekeceğini sanırlardı. Böyle bir uygulama İç Asya’nın “Hayvan Üslubu”
sanatının kökeni bakımından önemlidir. Sir James G.Fraser’in Hayvan
Üslubu’nun ilk defa kemiklerin kullanılmasında başladığı teorisini yukarıdaki
bilgiler desteklemektedir. Hayvan Üslubunun kendine has karakterini
incelemekten doğan bu sonuç aynı zamanda antropolojik tetkiklerle de
desteklenmiştir.

Atlı bozkır kültüründe, insanla savaş, hayvanla savaş, bozkırın sert ve
amansız mücadeleciliği desen temalarını mücadele esasına bağlamıştı.
Hayvan Üslubu’nun doğuşunun bir sebebini de burada aramak
gerekmektedir. Dokumalarda, keçelerde, kılıç saplarında, mızrak ve
bıçaklarda, kuşandıkları kuşaklarda, at koşumlarında, eyerlerde, maşrapa
kulplarında ve gövdelerinde hemen her tarafta hayvan figürleri yer
almaktadır.

İskit sanatının doğduğu coğrafya hakkında çeşitli fikirler öne
sürülmüştür. Bunlar arasında en yaygın olanları Sibirya, Orta Asya ve Güney
Rusya olduğu yolundadır. Bunların arasında en kuvvetli olan Hayvan
Üslubu’nun Orta Asya’da ortaya çıktığı ve sonradan batıda yaşayan Iskitler
arasında yaygınlaştığıdır.

İskit sanat eserlerinin yayıldığı coğrafyayı en açık şekilde İskit kurganları
göstermektedir. Bu kurganlar Sibirya’dan Avrupa içlerine kadar geniş bir
coğrafyaya yayılmıştır. İskit Hayvan Üslubu MÖ 7. yüzyılda Iskitya’da
bilinmektedir. Buranın kuzey ve güneybatı bölgelerine de yayılmıştır. Asya
istep kuşağı üzerinde Çin sınırına kadar ulaşmıştır. İskit kurganlarının
büyük bir kısmı Güney Rusya’da bulunmaktadır ve bu kurganlardan çok
sayıda eser çıkarılmıştır. Buradan doğuya doğru yönelindiğinde,
Kazakistan’da Alma-Ata’ya elli kilometre uzaklıkta Issık gölünün yakınında
Eşik Kuganında da yine aynı şekilde birçok eser meydana çıkarılmıştır.
Altaylara doğru gidildiğinde doğu Altay’da Balıklıgöl civarında Ulagan ırmağı
sahilindeki Pazınk yaylasında kurganlar kazılmıştır. İskitler’de görülen bu
sanat anlayışı Hunlar’ın ve daha sonraki Türk topluluklarının sanatlarında da
görülmektedir.

Buluntular içerisinde at koşum takımları önemli bir yer tutmaktadır.
Göçebe sanatının en belirgin özellikleri at koşum takımlarında görülmektedir.
Süslü at koşum takımlarının en güzel örnekleri Pazırık’ta bulunmuştur.
Atların bulunduğu kurganlarda çok ince işlenmiş ve çeşitli resimlerle
süslenmiş toka, levhacıklar, üzengi, gem gibi koşum takımlarından kalıntılar
elde edilmiştir. Yine bu mezarlarda bulunan eyerlerin etrafı daha çok
püsküllerle süslenmiştir. Üstleri ise, efsanevi hayvanlarla aplike yapılmak
suretiyle doldurulmuştur. Bunların dışında at ve geyik maskeleri de
önemlidir. Kurgan buluntularının yapıldığı malzemeler çeşitlidir. Daha çok
madenden, ahşaptan, yünden ve topraktan oluşmaktadır. Madeni
buluntuların büyük çoğunluğu bronz ve altındı. Topraktan ise çeşitli kap ve
küpler yapılmıştı. Yün ve keçeden yapılan eşya arasında halılar ve kilimler
önemli yer tutmaktaydı. Ahşap eşyayı ise daha çok mobilyalar meydana
getirmekteydi. Gerek yapıldıkları malzeme ve gerekse konuları bakımından
oldukça çeşitlilik gösteren kurgan buluntuları İskit sanat anlayışı hususunda
fikir vermektedir. Bunlar arasında Eşik,Kul Oba ve Pazırık kurgan buluntuları
önemli bir yer tutmaktadır.

İskit sanatkarları çoğu zaman ormanlardaki sarmaşıklar gibi, ölümüne
birbirleriyle mücadeleye girmiş hayvanları tasvir etmektedir. Uzuvların
bükülmesi, yırtıcı hayvanların, akbabaların veya ayıların pençelerinde
kıvranan geyikler ve atlar dramatik sanatta hoşlanılan konulan
oluşturmaktadır. En çok kaplar, vazolar, levhalar ve süs eşyaları üzerindeki
savaş sahneleri ve hayvan mücadelelerindeki ileri teknik dikkati
çekmektedir. Bu sanatın en belirgin özelliğini mücadele halinde olan hareketli
figürler oluşturmaktadır. Orta Asya Türk sanatının özünü oluşturan Hayvan
Üslubunu en çok Iskitler kullanmışlardır. Gerek seçilen konular ve gerekse
bunların işleniş tarzı bakımından, İskit ve Hun sanatı yakın benzerlikler
göstermektedir. Bu durum, Hun sanatının İskit sanatının bir devamı olduğunu
düşünmemizi mümkün kılar.

  1. BÖLÜM

KÎMMERLERİN ÖNASYA DÜNYASINDA SİYASİ FAALİYETLERİ

M.Ö. 800 yıllarında bugünkü Moğolistan ve Türkistan’da meydana
gelen ve uzun süren bir kuraklık, Orta Asya’nın ve Güney Rusya’nın bozkır
bölgelerinde, önemli bir nüfus baskısına neden olmuştur. Otlakların
kuraklıktan etkilenmesi, doğu bozkırlarında yaşayan Hun kabilelerinin Çin’in
kuzeybatı sınırına kaymalarına yol açmıştır. Çin kaynaklarından edinilen
bilgilere göre, MÖ. VIII. yüzyılın başlarında Hiung-nular Çinliler’le ve
Choular’la savaşmışlardır. Bu savaşların nedeni olarak Choular’ın her yerde
garnizonlar kurmaları ve Hiung-nular’ın otlaklarının küçülmesi
gösterilmektedir. Dönemin İmparatoru Suan’ın onlara karşı askeri güç
kullandığı kayıtlarda bulunmaktadır. Bunun sonucunda Hunlar Çin sınırının
batısına kadar çekilmişler ve orada bulunan komşularını yerlerinden
oynatmışlardır. Böylelikle diğer kabilelerin de batılarında bulunan kabilelere
hücum etmeleri, çok geçmeden bozkırda büyük bir göç hareketinin
başlamasına neden olmuştur. Her kabile yeni otlaklar elde edebilme
gayesiyle, batıdaki komşularına saldırmak zorunda kalmıştır. İşte
doğudan, batıya doğru kavimlerin birbirlerini sıkıştırmaları sonucunda Iskitler
bu tarihte Kimmerler’in ülkesine gelerek onları yerlerinden oynatmışlardır.

Kimmerler hakkındaki bilgiler oldukça kısıtlıdır. Elde bulunan az
sayıdaki yazılı kaynaklardan öğrendiğimize göre, İskitler doğudan batıya
doğru yöneldiklerinde, Karadeniz’in kuzeyinde bulunan ve Hazar Denizinden
Tuna nehrine kadar olan geniş coğrafyada Kimmerler’le karşılaşmışlardır.
Herodotos’un bildirdiğine göre, İskitler bahsettiğimiz coğrafyaya gelince,
Kimmerler büyük bir istila karşısında oldukları düşüncesiyle bir araya gelip
durumu görüşmüşlerdir. Kralları ve halkın bir kısmı yurtlarını olması
muhtemel bir saldırıya karşı savunmayı düşünürken, diğer bir kısmı ise,
İskitler’le savaşmaktansa, yurtlarını terk etmeyi uygun görmüşlerdir. Bu fikir
ayrılıkları Kimmer halkını ikiye bölerek kendi aralarında savaşmalarına ve
sonuçta bir grubun yurtlarında kalmasına, diğer bir grubun ise terk etmelerine
neden olmuştur. Yurtlarını terk eden Kimmerlerin göç merkezi
Karadeniz’in kuzeyinde bulunan bozkırlar olmuştur. Buradan da hareketle
Kafkasları geçerek Urartu sınırına varmışlardır. Buradan da Anadolu’yu istila
etmeye başlamışlardır. Kimmerleri yurtlarından eden İskitler, Yakın Doğu’ya
kadar onları takip ederek kovalamışlardır. Iskitlerin önünden Doğu
Anadolu’ya gelen Kimmerler, Urartulular’a saldırmışlardır. Kimmerler’in
Urartu’nun kuzeydoğu eyaletlerine, Urmiye gölünün batı kıyılarına kadar
yayıldığı, Urmiye gölünün güneydoğusunda oturan Işkuzular tarafından
Mannalar’ın ülkesine saldırdığı ve göçün batıya doğru yöneldiği kabul
ediliyor. Buradan da anlaşılacağı üzere, Kimmerler’i batıya gitmeye
zorlayan sebeplerin başında doğudan gelen baskı yer almaktadır. Ayrıca,
Kimmerler’i batıya, yani Anadolu’nun içlerine iten sebepler arasında
Kimmerler ve Anadolu’daki kavimler arasında daha önce gerçekleşmiş
ilişkiler ve böylece Kimmerler’in Anadolu’nun en azından bir bölümünü
tanımış olmaları düşünülebilir. Asur vesikalarında ilk olarak Kimmerler’in
ortaya çıkışı kral Sargon (MÖ 722-705) zamanına rastlamaktadır Bu tarih
Iskitler’in ilk grubunun Kimmer yurduna yerleşmelerine karşılık gelmektedir ve
Çin İmparatoru Suan’ın, Hiungnular’a karşı giriştiği cezalandırma tedbirleriyle
harekete geçen Asya kökenli kavimlerin batıya doğru yapmış oldukları
göçlerle doğrudan ilişkilidir.

Kimmmer’lerin Anadolu’ya girmeye başladıkları tarihte Anadolu’nun
siyasi manzarasına bakacak olursak; Asur devletinin, Sargon (721-705)
zamanında çok kuvvetlenmiş olup Fırat’ın doğusundaki güney Anadolu
bölgelerinden başka, bu hattın batısındaki Kargamış, Zincirli (Sam’al), Maraş
(Gurgum), Malatya (Milid), Adana, Tarsus (Que) ve Kayseri bölgelerini de
ele geçirdiği görülür. Yerine geçen Sanherib (704-682) çağında Tabal,
Hilakku ve Tamanu eyaletleri kaybedilmiştir. Daha sonra tahta geçen
Asarhaddon (681-669) devrinde ise Asur’un Anadolu’daki kuvveti gittikçe
zayıflamış ve bu arada Milid de kaybedilmiştir. Asurbanipal tahta geçtiği
zaman seleflerinden bu sınırları devr almış ve Kimmerlere karşı korumayı
başarmıştı.

A. Kimmer-Urartu İlişkileri

Kafkaslar Anadolu’ya açılan önemli kapılardan birisidir. Kafkas
ötesinden gelen topluluklar buradan Anadolu’ya geçmişlerdir. Anadolu’nun
doğusundaki Urartu, M.Ö. Vlll.yy’ın ortalarında bir taraftan Kuzey Suriye ve
Fırat’a kadar, diğer taraftan Kafkaslara kadar yayılan büyük bir devlet
olmuştur. Bunlar gerek Sargon ve haleflerinin, gerekse Kafkas geçitlerinde
gittikçe büyüyen Kimmer tehlikesi yüzünden Asur nüfuz bölgesinden
çekilmişlerdi. Kimmerler Kafkas geçitlerini aştıktan sonra doğrudan
Urartulularla karşılaşmışlardır.

LRusa’dan sonra Urartu tahtına geçen Argişti II devrinde (MÖ 714-
685) Urartu Krallığı, MÖ. Vlll.yy’ın ilk yarısındaki görkemiyle oranlanmayacak
kadar farklı durumdaydı. Ancak Urartu krallığı kuzey-batı İran’daki yenilgiye,
Kimmer istilasına ve Kuzey Suriye’deki olumsuz gelişmelere karşın ezeli
politikası “batı” dan vazgeçmek niyetinde değildi. Çalışmamızın esas
konusunu teşkil etmesi açısından Urartulu’ların sadece Kimmerlerle ilgili olan
siyasi tarihlerine değinecek olursak:

ILRusa devri Urartu tarihi içinde yeniden doğuş olarak nitelendirilir.
Bu devirde kültürel ve ekonomik atılımların yanısıra, askeri açıdan da belirli
bazı başarılar elde edilmiştir. Bu başarıların kazanılmasında en büyük etken
yıllarca süren Asur-Urartu kavgasına bir dönem bile olsa ara verilmesidir. Bu
iki ülke arasındaki kavganın başlıca nedenine bakacak olursak, Asur
Devletinin Demir Çağların başında Uruadri, Nairi ve Kuzey Suriye ülkelerini
egemenlik altına almak istemesinde ki amaç ile, Urartu’nun Mö. VIII.
yüzyılda Kuzey Suriye kent devletleri üzerinde siyasal egemenlik kurmayı
arzulamasındaki amaç birbirlerinden ayrı nedenlere dayanmıyordu. Bölgede
yer alan siyasi güçler çok iyi biliyorlardı ki, Kuzey Suriye geçitlerine egemen
olmak Mezopotamya ile Anadolu, Anadolu ile batı dünyası arasındaki
ticarette de egemen olmak anlamına geliyordu. Kuzey Suriye geçitlerinin
arkasında kümeleşen maden yataklarına ancak bu geçitler ele geçirilince
varılabileceği bilinci tüm siyasi güçlerce paylaşılıyordu.

Çağın savaş ekonomisinde ve gereksinmesinde başlıca etken olan
maden kaynaklarının önemi Demir Çağlara ulaşınca çok daha önemsenmeye
başlanmıştır. Demir cevherinin silah yapımındaki rakipsiz nitelikleri, Kuzey
Suriye topraklarının önemini birkaç kat daha arttırmıştır. İşte Urartu ve Asur
arasında süre giden mücadelenin esas kaynağı ekonomik açıdan ve maden
yataklarının zenginliği açısından sözü geçen bölgeye ve yollara sahip olma
savaşı idi. Yukarıda da belirtildiği gibi, ILRusa döneminde bu mücadeleye
kısa süreli de olsa ara verilmiştir. Asur ve Urartu’yu birbirine yaklaştıran etken
Yakın Doğu’daki “göçebe kavimler” tehlikesidir. Kimmerlerden gelebilecek
yeni saldırıların korkusu, bu iki gücü birbirine yaklaşmak zorunda bırakmıştı.
Bunun yanında, Asur’un kendi sorunları da vardı. Özellikle Babil, Judah ve
Mısır’daki durum Urartu’dan daha tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Ayrıca Urartu
krallığının güçlü olması, Kimmer saldırılarına karşı koyabilmesi Asur’un işine
geliyordu. Aksi durumda Asur’un kuzey sınırlarına göçebe kavimleri
durdurabilecek sayıda asker yığması gerekebilirdi. Fakat bu yakınlaşmanın II.
Sargon döneminde değiştiğini aşağıda göreceğiz.

Bu döneme ilişkin Urartu-Kimmer mücadelesini ve Kimmerlerin Urartu
için büyük sorunlar yarattığını ve Urartu ordusunu mağlup ettiğini Urartu
toprakları içinde faaliyet gösteren ve veliaht prens Sanherib’in yönettiği
Asur’lu casuslar, Sargon’a bildirirler. İstihbarat teşkilatlarının tarihteki ilk
örneği olan Asur gizli servisinin raporlarından anlaşıldığı gibi; Urartu’lu Rusa,
Kimmerlere karşı başarısız bir sefer yapmıştır. Seferin Kimmerlerin daha
yoğun olarak yaşadıkları kuzey ülkelerine karşı yapıldığı genellikle inanılan
öneridir. Ancak son yıllarda ortaya çıkan kısa bir mektup, bu önerinin
doğruluğunu sorgulayacak niteliktedir. Asur’a gönderilen mektupta “
Kimmerler gittiler. Manna ülkesinden Urartu topraklarına girdiler” ifadesi
vardır. Olasılıkla Kimmerler bu tarihlerde Kafkasya’dan Iran içlerine kadar
ilerlemişler ve buradan Urartu üzerine yürümüşlerdir. Urartu ordusu Uasi
ülkesinde yenilgiye uğramış, ordu büyük oranda tahrip edilmiş, ordu
komutanı ve eyaletlerdeki iki vali esir alınmış ve Urartu kralı Tuşpa’ya geri
çekilmek durumunda kalmıştır. Rusa, Tuşpa’ya varmadan başkentte isyan
başlamış ve bu durum Urartu kralını daha da zor durumda bırakmıştır.
Başkente varan kral, isyancı komutanları, ayaklanmaya katılan yirmi yüksek
memuru ve 100 askeri idam ettirmiş, ayaklanmayı bastırmıştır.

Kimmerler’in Urartu topraklarına saldırılarını ve buralara verdikleri
zararları gösteren arkeolojik buluntular da elde edilmiştir. Patnos yakınlarında
bulunan Giriktepe ya da Değirmentepe höyüğünde kazılar yapılmıştır. Burada
bulunan Urartu sarayının büyük bir yangın sonucu hasar gördüğü, kerpiç
duvarların pişerek, tuğlalaştığı ve günümüze kadar sağlam kaldığı
anlaşılmaktadır. Sarayda savaş sırasında yanmış olan insanların iskeletleri
bulunmuştur. MÖ. VIII. yüzyılın sonlarına doğru ani bir düşman saldırısı
sonucunda saray ve eklentilerinin yanarak çöktüğü ve içindekilerin
kurtulamadığı düşünülmektedir. Bu ani saldırıyı yapan düşmanın kuzeyden,
Kafkaslar üzerinden gelen Kimmerler olduğu sanılmaktadır.

Urartu ülkesinde gelişen bu olaylar Urartu’nun batı İran’daki
topraklarına göz dikmiş olan Asur Kralı II. Sargon’un, Manna ülkesindeki
Urartu varlığını ortadan kaldırması için kaçırılmayacak bir fırsatın doğmasına
neden olmuş, Asur’un sınır boylarındaki ülkeleri denetim altına alması ve
buralardan Urartu’ya hiçbir yardımın gelmemesinin sağlanması bu fırsatı
daha da değerli kılmıştır. Bu olay, Sargon’u harekete geçirerek ünlü sekizinci
seferini gerçekleştirmesine imkan vermiştir.

M.Ö. 714 yılının Haziran ayında Asur ordusu başında İL Sargon
olmak üzere Manna topraklarındaki Urartu hedeflerine saldırıya geçer. Bilim
dünyasında “Sargon’un Sekizinci Seferi” olarak bilinen sefer sırasında
gelişen olaylar ve tableti kaleme alan Asur’lu katip Nabu-şallim-şunu
tarafından aktarılan gözlemler, sefer sonunda Sargon tarafından “tanrıların
babası Assur”a sunulan bir mektupta ayrıntılı olarak anlatılır. Şu anda
Louvre Müzesinde bulunan tabletin bir köşesi kırıktır. Fakat daha sonraki
Alman kazılarında bu parça da bulunarak tablet tamamlanmıştır. Assur’a
yazılan bu mektup yalnızca tarih ve tarihi coğrafya bilgisi vermesinin yanında
Batı Iran ve Urartu ekonomisiyle, yaşam şeklini göstermesi yönünden de
önemlidir.

Asurlu katip sadece sefer sırasında yapılan savaşları, kalelerin
muhasarasını ve ele geçirilen ülkeleri vermekle yetinmemiş, güzergah
üzerindeki bir çok ülkenin coğrafi yapısı, bitki ve hayvan örtüsü, sulama ve
tarım faaliyetleri, ülkelerde inşa edilen bazı kalelerin inşaa teknikleri ve
mimari özelliklerini de vermiştir. Yazıttan anlaşıldığına göre Sargon,
ordusunu topladıktan sonra askeri kampını hazırlamış ve Kalah kentinden
hareket etmiştir. Sekizinci seferin en önemli aşaması, Asur ordusunun,
Manna’nın bir bölgesi olan Uişdiş’e ilerlemesi ile başlar. Urartu ordusu ve
yandaşları, olasılıkla Urmiye Gölü’nün güneydoğusunda bulunan Uauş
Dağı’nda Asur ordusunu beklemekte idi. Aynı yazıtta Urartu kralı Rusa için
“... hayatını kurtarmak için savaş arabasını terk etti, bir kısrağa binip
ordusunun başından kaçtı” denilmektedir. Sekizinci seferle Urartu
egemenliğinin Kuzeybatı İran’dan tamamıyla atıldığını söylemek mümkün
değildir. Ancak bu egemenlik önemli ölçüde Asur lehine el değiştirmiştir.
Sekizinci sefer ile ilgili yapılan bütün önerilerde ortak olan nokta, Sargon’un
Urartu Krallığı’nın başkenti Tuşpa’ya kadar gelmediği ve bu kente
saldırmadan seferini tamamladığıdır. Urartu Kralı Rusa’nın akıbeti de kesin
olarak bilinmemektedir. Seferin kayıtlarında Rusa’nın mağlubiyet haberi
üzerine hastalandığı bildirilirken, aynı yılın yıllıklarında “Rusa kendi demir
kaması ile kendini kalbinden bir domuz gibi bıçakladı ve yaşamına son verdi”
denilmektedir. Bu görüşün yanında Rusa’nın aynı tarihlerde kuzeyden gelen
Kimmer saldırıları karşısında uğradığı başarısızlıklar sonucu intihar etmiş
olabileceği fikri daha fazla kabul görmektedir.

Rusa’nın Sargon karşısında aldığı bu yenilgi veya Kimmerler
karşısındaki başarısızlığı nedeni ile yaşamına son verdiği düşünülebilir. Kesin
olan durum şudur ki; MÖ 714 yılı I.Rusa’nın Urartu tahtındaki son yılıdır. Bu
tarihte yeni bir kral Rusa oğlu Argişti(ll), Urartu tahtında hüküm sürmeye
başlayacaktır.

II.Argişti dönemine ait yazılı belgeler bir hayli sınırlıdır. Bu kralı
saltanatı boyunca en çok uğraştıran Kimmerler olmuştur. II.Argişti her ne
kadar onlara karşı harekete geçtiyse de, daha çok savunmaya yönelik kaleler
inşa ettirmiştir. Bunlardan en önemlisi Altıntepe’de çok korunaklı olarak
yapılmış olan sınır kalesidir. Bu kale Erzincan ovasında yükselen doğal bir
tepe üzerine kurulmuş ve etrafı da surlarla çevrilmiştir. Altıntepe'nin bu
korunaklı durumundan dolayı diğer Urartu merkezleri gibi bir yağmaya maruz
kalmadığı anlaşılmaktadır.

H.Argişti’nin yerine geçen oğlu II.Rusa (MÖ 685-645)göçebe kavimlere
karşı akılcı bir politika uygulamıştır. Göçebe kavimler ile yeni Urartu kralı
arasında bir ittifakın olabileceğini gösteren bazı yazılı belgeler vardır.
Bunlardan en önemlisi Toprakkale’de bulunan ve üzerinde "... Işgigulu
kralı’nın oğlu Saga-dumu-tar’ın Argişti’nin oğlu Rusa’nın kentinden Manna
ülkesine gittiği yıl..” yazılıdır. Bu kayıtlar bize göçebe kavimler ile Rusa
arasında ittifakın var olduğunu göstermektedir. Asur Kralı Asarhaddon’un
Şupria Bölgesi’nde muhtemel bir Urartu-Kimmer ortak saldırısından korkması
da bu işbirliği için bir ipucu niteliğindedir. Ancak, Asarhaddon’un MÖ 673/672
yılında gerçekleştirdiği Şupria seferi, bu anlaşmanın Asur yararına
sonuçlanmasını sağlamıştır. Diğer yandan, Kimmerler’le anlaşan
II.Rusa’nın Asur’a karşı bir bağlaşma yaptığı; olasılıkla bazı Kimmer boylarını
Urartu topraklarında bırakıp ana göç kolunun batıya ilerlemesini sağladığı da
kabul edilir.

  1. Kimmer- Asur İlişkileri

Asur tarihinde Sargonidler devri denen MÖ 722-626 yıllan arasındaki
zamanda Asur krallarını mütemadiyen uğraştıran olaylardan birisi
Kimmerlerin Anadolu’ya girerek, kısa zamanda Asur sınırlarına ulaşmış
olmalarıdır. Bu dönemin başlarında kral olan Sargon (MÖ 721-705)
zamanında Asur devleti çok güçlenmiş, Fırat’ın doğusunda Güneydoğu
Anadolu coğrafyasından başka, bu hattın batısında Kargamış, Zincirli
(Sam’al), Maraş (Gurgum), Malatya, (Milid), Adana, Tarsus (Que) ve Kayseri
bölgelerini de ele geçirmiştir. Kendisinden sonra ki kral Sanherib (MÖ 704-
682) zamanında Tabal, Hilakku ve Kammanu eyaletleri kaybedilmiş, daha
sonra kral olan Asarhaddon (MÖ 681-668) devrinde ise, Asur’un
Anadolu’daki gücü gittikçe azalmıştır.

Kimmerlerin adından ilk kez Asarhaddon zamanında, yani Asur
devletinin güç kaybetmeye başladığı dönemde bahsedilmektedir.
Kimmerlerin Asur’un kuzey sınırlarına inerek, Asurlularla mücadeleye
girişmiş oldukları anlaşılmaktadır. Asarhaddon zamanında Kimmerler Hilakku
ile de ittifak yapmışlardır. Fakat, Kimmerler tarafından buranın zapt edildiğine
dair her hangi bir bilgi bulunmamaktadır. Que için bir Kimmer tehlikesi
gerçekleştiyse, ancak Hilakku’dan ve Kimmerlerin istilasından dolayı
olmuştur. Fakat, Asarhaddon Kimmerleri olduğu gibi, Hilakku’yu da mağlup
etmiştir. Asarhaddon devrindeki durum Asurbanipal zamanında da devam
etmiştir. Hilakku ve Tabal’de onun devrinde bazen Kimmerler, bazen de
kendisiyle birleşen güçlü ülkelerden oluşmuşlardır. Asurbanipal tahta geçer
geçmez Kimmerlere karşı ilk savunma tedbirleri alınmıştır. Anadolu’da Asur
devletinin de dahil olduğu bir koalisyon oluşturulmuştur. Buradan da
Kimmerlerin gücünün ne kadar fazla olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, Kimmer
tehlikesi büyük boyutlarda olmasaydı, Asur ve çevresinde bulunan diğer
topluluklar ittifak etmek zorunda kalmazlardı.

Asur ülkesine Kimmer saldırıları hakkında Asurbanipal zamanında
önemli bilgiler verilmektedir. Bu bilgilere göre, Kimmerler kralları
Tugdamme’nin önderliğinde Asur sınırına ulaşmış ve orada karargahlarını
kurmuşlardır. Fakat Kimmer kralı Tugdamme Asurbanipal’in verdiği bilgiye
göre, Asur sınırına saldırdığı sırada hastalanarak ölmüştür. Krallarının
ölümü üzerine Kimmer baskısı daha fazla devam etmemiş ve geri
çekilmişlerdir. Fakat, Asurbanipal zamanında Kimmerler’le Asurlular
arasında bir anlaşma yapılmıştır. Bu anlaşmanın önemi, Ön Asya hukuk
anlayışına göre Asurlular’ın Kimmerleri kendileri ile aynı seviyede
görmeleridir. Fakat bu anlaşmadan sonrada Kimmerler’le Asurlular
mücadeleye devam etmişlerdir. Kimmerler Asur üzerine ikinci kez
saldırmışlardır. Ancak Kimmerler’in kendi aralarında olan mücadeleleri de
onların gücünü azaltmıştır. Yine de Asur sınır bölgesinde henüz sebebi
bilinmeyen büyük bir bozgundan sonra Kimmer gücü birdenbire son
bulmuştur. Şüphesiz, onların bu şekilde adı geçen bölgede güç
kaybetmelerinde bazı göçlerin etkili olduğu düşünülebilir. Özellikle, Kilikya’ya
kadar inerek, Tarsusu ve Anhiale şehirlerini zapteden Kimmerler’in Akdeniz’e
kadar uzandıklarını ve orada Iskitler tarafından dağıtıldıklarını düşünmek
mümkündür.

  1. Kimmer-Frig İlişkileri

M.Ö. VIII. yüzyılda güçlü bir devlet halinde tarih sahnesine çıkmış olan
Frigya esas olarak Orta Anadolu yüksek yaylası, Kızılırmak ve Konya ile
Niğde bölgelerine değin uzanan yöreyi içine almaktaydı. Frig devletinin
yayılım alanı hakkında kesin bilgi yoktur. Buna karşılık eskiçağ yazarları
Yunan-Roma dönemlerinin Frigya bölgesi üzerine hayli bilgi vermektedirler.
Örneğin, Strabon Frigya bölgesinin sınırları için şunları yazar: “Bithynialıların
güney sınırında Mysia Olympus’u denen dağın etrafında oturan Mysia ve
Frigyahlar vardır ve bu kabilelerin her biri ikiye ayrılmıştır. Frigya’nın bir
kısmına Büyük Frigya denir, ki burada Midas hüküm sürmüştür ve bir bölümü
Galatyalılar tarafından işgal edilmiştir. Oysa Hellespontos(Çanakkale
Boğazı) üzerindeki ve Olympos’un (Uludağ) etrafındaki kısım Küçük Frigya
yani Frigya Epiktetos denen yerdir. Bu tanımlamadan Anadolu’da küçüğü
batıda, büyüğü ise daha doğuda olmak üzere iki Frigya Bölgesi’nin varlığı
anlaşılır. İçinde Midas’ın hüküm sürdüğü Büyük Frigya, bölge olarak doğuda
Halys (Kızılırmak) ve Kappadokia Bölgesi ile sınırlanıyordu; batıda Lidya
Bölgesi ile komşuydu. Herodotos Lidya ile sınırın Kydrara adlı bir kent
olduğunu bildirmekteyse de, bugünkü Denizli ili içinde yer aldığı anlaşılan
kentin yeri saptanmamıştır. Ksenofon’a göre, Büyük Frigya’nın batı
sınırındaki en önemli yerleşim yerleri Kolossai ve daha kuzeyde Mysia
sınırındaki Keramon Agora (Susuz) idi. Güneyde ise sınırı Ikonion (Konya)
oluşturuyordu. Plinius, Frigya’yı güneyden Lykaonia, Pisidia ve Mygdonia
bölgelerinin sınırladığını yazar. Kuzey sınırını saptamak daha güçtür.

Frigya Anadolu’nun en eski yollarının kavşak noktasında kurulmuştur.
Örneğin Ege Denizi kıyılarından Doğu Anadolu, Suriye ve Kuzey
Mezopotamya’ya uzanan büyük anayollarla bağlantıyı Frigya’dan geçen
yollar sağlarlar. Nitekim Pers egemenliği döneminde kurulan ve Sardes’ten
Sus’a kadar uzanan Kral Yolu da Frigya’dan geçmekteydi. Bu yollar Frigya’ya
komşularının gözünde özel bir önem kazandırmaktaydı. Bu konumuyla
Frigya, ulaşım ve ticaret bakımından Ege ile Ön Asya ülkeleri arasında bir
düğüm noktasını oluşturmaktaydı.

Urartu ve Asur topraklarından sonra Orta Anadolu’ya doğru ilerleyen
Kimmerler burada Kummuh, Meliddu, Tabal, doğuda Şupria’ya (Diyarbakır)
ve batıda Hubuşna’ya (Konya Ereğlisi) kadar yayılmışlardır. MÖ VII. yüzyıl
başlarında da Kızılırmağ’a kadar ulaşmışlardır. MÖ. 676 yılında da
Friglerin hakimiyetinde olan toprakları istila ederek, başkentleri Gordion’u ele
geçirmişlerdir. En kuvvetli döneminde bulunan Frig devletinin Kimmerler
tarafından ortadan kaldırılışı Kimmer istilasının ne kadar etkili olduğunu açık
bir şekilde ortaya koymaktadır.

Kimmerler’in Frigya üzerine gerçekleştirmiş oldukları sefere ilişkin
bilgiler, daha çok gözlemlere dayalıdır. Gordion kazılarında saptanan tahrip
tabakası, kuşkulu da olsa, Kimmer yıkımıyla ilişkili görülür. Bu saldırının
izleri özellikle Büyük Megaron ve Teras Kompleksi Yapılarının yanısıra,
savunma birimlerinde de gözlemlenmiştir. Ayrıca Megaronlarda ve
yönetimsel yapılardaki yangın izleri de bu saldırının diğer bir kanıtı olarak
görülür. Gordion’da Kimmerlerin kalıcı olduklarına ilişkin kanıtların olmayışı
ise, bu yağmacı göçebelerin kenti sadece yağmalayarak gittikleri yönünde bir
görüşün ileri sürülmesine neden olmuştur.

Strabon, Midas’ın Kimmer saldırısı ardından duyduğu acı yüzünden
canına kıydığını aktarır. Bu anlatım, Gordion’a yapılmış bir Kimmer
saldırısının tek tarihsel kanıtıdır.

Midas’ın böylesi bir yenilgi karşısında boğa kanı içerek intihar
etmesinin doğruluğu kuşku götürür olmasına rağmen, arkeolojik bulgularla
varlığı saptanan tahribin tarihinin belirlenmesinde ölçüt oluşturmaktadır.
Midas’ın ölümü ve Gordion’daki Kimmer istilasıyla bağlantılı olarak Eusebios
231 M.Ö. 696/95; Julius Africanus ise M.Ö. 676 yılını bildirir. Arkeolojik
verilerle de desteklenen genel eğilim Eusebios’un verdiği bilgilerin doğruluğu
yönündedir. Tahrip tabakasının tarihi için MÖ 700 yılları önerilmektedir.

MÖ VII. yüzyılın ilk çeyreğinde Kimmerler’in akınlanna karşı
direnemeyen Frig devleti çökmüştür. Friglerin başkenti olan Gordion’da
yaşayan halk evlerindeki eşyalarını bile kurtaramadan kentlerini terk etmek
zorunda kalmışlardır. Her ne kadar belirli bir süre Frigler tekrar Gordion’a
yerleşmişse de, devlet Kimmer akınları sonucunda tarih sahnesinden
silinmiştir.

Tüm bu saptamalara son yıllarda yayınlanan bazı çalışmalarda karşı
çıkılmaktadır, olayları objektif bir açıdan ortaya koymamız gerektiği için bu
görüşlere de yer vermemiz gerekmektedir. Mary M. Voigt ve R.C.
Henrickson Kimmer istilasının M.Ö. 700 yılına tarihlenmesi konusunun,
De Vries tarafından reddedilerek, Kimmerlerin Orta Anadolu’ya girme
tarihlerinin M.Ö. 670'den önce olmadığını söylediğini ifade ediyorlar. Kimmer
saldırısının bir spekülasyon olduğu da daha önce R.Young tarafından
belirtilmiş daha başka arkeologlar tarafından da bu fikirler desteklenmiştir. De
Vries’in incelemelerine göre, yangın çıktığı zaman savunma sistemi yeniden
yapılmıştı, bu geçişin ortasına yerleştirilen büyük taş depodan
anlaşılmaktadır. Ayrıca kapının girişinde bulunan 1 ve 2 numaralı
megaronların yangın esnasında boş olduğunu Friglerin kaçarak şehri
yağmacılara bıraktıklarını söylemektedir. Young’ın görüşüne göre de istiladan
sonra şehir bir yüz yıl kadar o şekilde kalmış, daha sonra yeniden
yapılandırılmıştır. Yeniden yapılanma işinin son derece gelişmiş bir teknikle
yapıldığını, yangın tabakasının üzerine 4-6 m. kalınlığında kil tabakasının
koyulduğunu, Orta Frig dönemi denilen bu yeniden yapılanmanın Cyrus ya
da Alyattes gibi çok güçlü yöneticiler zamanında yapılmış olduğunu
belirtmektedir. De Vries’in iddiasına göre, şehri yağmalayan Kimmerler değil,
M.Ö. 710 yılında Anadolu’yu istila eden İL Sargon’dur. Kimmer istilasının
sadece çok kısıtlı yazılı kaynaklarda belirtildiğini eğer bu olay gerçekten
olmuş ise daha fazla yazılı ve arkeolojik kanıtının bulunması gerektiğini de
eklemektedir.

  1. Kimmer-Lidya İlişkileri

Bugünkü Gediz ve Küçük Menderes Vadileri’ni kapsayan bölgeye eski
çağda Lidya adı verilmekteydi. Lidya ülkesi içinden, doğudan batıya doğru
üç ırmak akar; bunlardan kuzeydeki Kaykos (Bakırçay), ortadaki Hermos
(Gediz) ve güneydeki Kaystros (Küçük Menderes) adını taşıyordu. Ülkenin
güney sınırını Aydın dağları (Messogis) oluşturuyor, bu dağların güneyinde
ise Karia bölgesi uzanıyordu. Bölgenin en güneydeki kenti Tyrha (Tire) idi.
Batı sınırını Magnesia (Manisa) kenti oluşturmaktaydı ve bunun batısında da
lonia bölgesi uzanmaktaydı. Kuzey sınırı ise, Temnos(Demirci Dağ) ve
Dindymos (Murat dağ) değin uzanan kesim oluşturmaktaydı. Herodotos’un
Lidya ile doğuda Karrura’da, Lidya’ya bitişik olarak uzanan Frigya arasındaki
sınırı saptamış olmasına karşın, Lidya topraklarının doğuda nereye değin
uzandığı ve Karrura’nın yeri kesin olarak bilinmemektedir.

Bunun dışında Lidya ülkesinin sınırlarını Lidce yazıtlar ve yığma mezar
tepelerinin (tümülüs) dağılımıyla saptama yoluna gidilmiştir. Buna göre,
doğudaki sınırın Kütahya’nın güneyindeki Emre’ye değin vardığı kabul
edilebilir. Ancak bu sınırlar, özellikle MÖ.VI. yüzyılın ilk yarısından itibaren
hızla gelişmiş, kral Alyattes zamanında doğuda Kızılırmak’a değin uzanmıştı;
oğlu Kroisos’un Miletos dışında İonya’nın tüm Yunan kentlerini egemenliği
altına aldığı dönemde Lidya, batıda Propontis (Marmara Denizi) kıyılarından
Likya Bölgesi’ne değin yayılan uzun bir kıyı şeridine sahip olmuştu.

Grek ve Asur yazılı kaynaklarından anlaşıldığına göre, Kimmerler
Gordion’u istila ettikten sonra buradan Lidya üzerine yönelmişler ve farklı
tarihlerde başkent Sardes’e saldırılar düzenlemişlerdir. Lidya Kralı Gyges,
kendi döneminde baş gösteren Kimmer tehdidi nedeniyle, çağdaşı Asur kralı
Asurbanipal ile diplomatik ilişkilere girer. İlk Lidya-Kimmer karşılaşması
başkent Sardes dışında gerçekleşir ve Kimmerlerin yenilgisi ile sonuçlanır.
MÖ 667-644 ve MÖ 657 olmak üzere iki farklı tarih önerilmektedir.

Asur yazılı kaynaklarından öğrendiğimize göre, Kimmerler Lidya
krallığı üzerine bir kez daha saldırmışlardır. Bu kayıtlarda “Gimmiriler
(Gyges’in) tüm ülkesini ele geçirip çöle çevirdiler” ifadesinden ikinci
Kimmer saldırısında Lidya’nın yenildiği anlaşılmaktadır. Lidya Kralı Gyges’in
ölümü ile sonuçlanan bu saldırının ardından, atlı göçebelerin Sardes’e
ulaştıkları; ancak, akropolü ele geçirmeden aşağı kenti yağmaladıkları
arkeolojik olarak kavranabilmektedir. Kimmerlerin bu saldırısı için de iki
farklı tarih önerilmektedir, buna göre ilki MÖ 652 , diğeri ise MÖ 657’dir.
244

Gyges sonrasında başa geçen Ardys, Kimmer yıkımının yarattığı
olumsuz etkileri ortadan kaldırmak, aynı durumun tekrarını önleyebilmek
amacıyla, Asur’a yönelir ve Asurbanipal’den yardım ister. Liderleri
Dugdamme başkanlığındaki Kimmerler’in Boğazlar yoluyla kuzeyden gelen
Trerler’le birleşerek Lidya krallığı üzerine MÖ 654 yılında üçüncü kez
saldırmaları ise, bu girişimlerden bir sonuç alınmamış olduğunu
düşündürmektedir. Kazı verileriyle de desteklendiği üzere, bu saldırıya da
direnen Sardes’te akropol ele geçirilememiş, daha çok aşağı kent zarar
görerek yağmalanmıştır.

Frigya ve Lidya dışında, Kimmer varlığı, Batı Anadolu’da da
kavranabilmektedir. Bölgede lon kentleri üzerine yaptıkları saldırılar yine
yakıp yıkma ve yağmalamaya dayalıdır. Bunun arkeolojik açıdan en
belirgin izleri, MÖ 644/43 dolaylarında Efes’e gerçekleştirilen saldırılarda ve
Magnesia ile Klazomenia’da yapılan tahribatlarda saptanabilmiştir.
Strabon’un anlattıklarından, Kimmerler’in daha sonra Kilikia’da yenilgiye
uğratıldıkları ve liderleri Dugdamme’nin öldüğü anlaşılmaktadır. Asur
kayıtlarından öğrenilebildiği kadarıyla, daha sonra başa Dugdamme’nin oğlu
Sandakşatru geçer. Bu dönemde neler olup bittiği konusundaki bilgilerimiz
eksik olmakla birlikte, Kimmerler’in Asur sınırında ve Anadolu’da etkinliklerini
yitirdikleri; Lidya kralı Alyattes’in onları yenilgiye uğratıp Kızılırmak ötesine
sürmesiyle birlikte Anadolu’daki baskılarının sona erdiği düşünülür. Böylece
Lidya Devleti doğu sınırlarını Halys ırmağına kadar genişletmiştir. Bu sırada
İran’da Medler, Kyaxares’in önderliğinde siyasal ve askeri örgütlenmelerini
tamamlamışlar, MÖ 612 yılında Iskitler ile birleşerek Asur Imparatorluğu’na

son vermişlerdi. Böylece Ön Asya dünyasının en kudretli siyasal
örgütlerinden biri olan Asur Devleti ortadan kalkmış, Batı Asya’da 28 yıl süren
İskit egemenliği başlamıştır. Bu dönemin sonlarına doğru, Iskitlerin Mısır’a
doğru yöneldikleri bir sırada, Medler batıya doğru genişleyerek Kapadokia
bölgesine girdiler ve Lidya’lılar ile sınır komşusu oldular. Böylece Ön
Asya’nın o zamanki iki süper gücü yüz yüze gelmişti.

Olaylardan anlaşıldığı üzere, Kimmer siyasi tarihinin büyük bir bölümü
Anadolu topraklarında geçmiştir. Bununla beraber, Demir Çağ’da
Anadolu’nun siyasal ve kültürel hayatında tek etkili göçebe halkın Kimmerler
olmadığı bilinmektedir. Yukarıda kültürel özelliklerine, yaşam biçimlerine
değindiğimiz Iskitler’de Yakındoğu ve Anadolu tarihinde etkili olmuşlardır.

  1. BÖLÜM

İSKİTLERİN ÖNASYA DÜNYASINDA VE YAKIN ÇEVRESİNDE SİYASÎ
FAALİYETLERİ

A. İskit-Urartu ilişkileri

Iskitlerin Anadolu’daki varlığına ilişkin ilk bilgiler Urartu yazıtlarından
edinilmektedir. LArgişti’nin (MÖ 786-764) Horhor kayalıklarındaki kroniğinde,
Iş-gi-gu-lu ülkesine kadar ilerlediği yazılıdır. benzeri isimle kralın Kanlıca
Yazıtı’nda da karşılaşılır. Iskitler’le özdeşleştirilen bu topluluğun yaşadığı
topraklar, Kanlıca yazıtı’nın konumu da dikkate alınarak, Gümrü’nün
kuzeyine lokalize edilmektedir. Iş-gi-gu-lu ismine Toprakkale kaynaklı
II.Rusa dönemine ait bir mühür üzerinde de tekrar tanık olunmaktadır.
Mühürde okunabilen “Iş-gi-gu-lu kralının oğlu Saga-dumtar’ın Argişti oğlu
Rusa’nın kentinden Mana ülkesine gittiği yıl” ifadesinden hareketle, adı
geçen topluluğun Urartulularla bağlarının olduğu ve krallıkla ilişkilerde
bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu düşünceden yola çıkarak, II.Rusa ile sağlanan
bir anlaşma gereği, Iskitler’in Urartu topraklarını savaşmaksızın geçip Manna
ülkesine yerleşmelerine izin verilmiş olabileceği kabul edilir. Ayrıca,
II.Rusa’nın, doğudan gelebilecek saldırılara karşı önlem almak amacıyla,
Işgigulu ülkesinden aldığı Iskitler’i Kuzeybatı İran’a yerleştirerek, Asur’la
arasında bir tampon bölge oluşturduğu da düşünülmektedir. II.Rusa’nın
Van Gölü çevresinde, Çavuştepe, Adilcevaz ve Ayanis kalelerinde yaptırdığı
bazı ekler ve sur duvarlarını güçlendirmeye yönelik inşa hareketleri de,
Urartu topraklarında baş gösteren İskit tehdidine karşı alınmış önlemler
olarak yorumlanır.


II.Rusa’nın akıllıca bir politika izleyerek yapmış olduğu anlaşmadan
sonra Iskitlerle Urartuluların dostlukları çok uzun sürmemiş ve M.Ö.VIL
Yüzyılın başlarında Iskitler Urartu yerleşim merkezlerini yakıp yıkmışlardır257
Iskitlerin Urartu topraklarına yapmış oldukları saldırılar arkeolojik çalışmalarla
da kanıtlanmıştır.

Bunun en belirgin kanıtları Çavuştepe’de ortaya çıkarılan Iskitlere özgü
savaş aletleri ve koşum takımlarıdır ki, bunlar Iskitlerin Urartu’ya yaptığı
saldırıyı kanıtlayan bulgulardır 258 Benzeri bir saldırının izleri, Urartu’nun
Kafkas ötesindeki merkezleri olan Karmir Blur’daki Teişebaini’de 259 ve Armir
Blur’daki Argiştihinili’de de saptanmıştır.260 Iskitler’in Urartu topraklarına
yönelik bu geniş kapsamlı saldırılarının diğer bir kanıtı da MÖ 609 yılına
tarihlenen Babil Kronikleridir. Diğer belgeleri doğrular nitelikteki bu kroniklere
göre, Iskitler iç bölgelere kadar ilerlemiş ve Yukarı Dicle Vadisi’ndeki Urartu
toraklarını egemenlikleri altına almışlardır.

Urartulular tarih sahnesine çıktıktan sonra, Asurlular ile münasebette
bulunmuş ve onlarla savaşmışlardır. MÖ. VIII. yüzyılın sonlarına doğru
Kafkaslardan inen Kimmerlerle de mücadele eden Urartulular, onları takip
ederek gelen Iskitlerle zaman zaman anlaşmalar yapmalarına rağmen,
Iskitlerin MÖ. VI. yüzyılın başlarında gerçekleşen istilalarına karşı
koyamayarak, yaklaşık olarak MÖ. 585 yıllarında tarih sahnesinden
çekilmişlerdir. Böylelikle Iskit-Urartu münasebetleri Iskitler’in Medler’le birlikte
Urartu devletini ortadan kaldırmalarıyla son bulmuştur.

R.D.BARNETT-W.WATSON: “Russian Excavation in Armenia”, Iraq, XIV/2, 1952, s. 134-147.;
K.OHENESIA:, Karmir Blur IV, 1955 ; B.B. PIOTROVSKY: Urartu ,1969, s.178.

  1. R.ROLLE: “Urartu and Reitemomaden”, Saeculum XXVIII-3, 1977, s.33R -

  1. İskit - Asur İlişkileri

Kimmerleri bulundukları yerden oynattıktan sonra, onları takip eden
Iskitler Kafkasları aşarak Urartu devleti üzerinden Asur devletinin kuzey
sınırlarına kadar ulaşmışlardır. Kimmerlerle birlikte Asur kaynaklarına
geçmişlerdir. Asarhaddon zamanında Asur devletinin kuzey ve kuzeydoğu
sınırları Kimmer ve Iskitler’in istilasına uğramıştır. Asarhaddon İskit kralı
Bartatua ile anlaşarak ona kızını vermiştir. Asur ve İskit dostluğu
sonucunda Asur kralı Asarhaddon Hubaşna’ya kadar giderek, Kimmer
başbuğu Teuşpa’yı ve müttefiki olan Hilakku devletini mağlup etmiştir.
Diğer taraftan da Iskitler Kimmerleri batıya doğru sıkıştırarak, onları Anadolu
içlerine itmişlerdir, iskitlerle anlaşma yaparak batıya doğru Kimmerler’in
üzerine yürüyen ve onlara karşı zafer kazanan Asarhaddon, bu zaferinden Til
Barsib stelinde de bahsetmektedir. Bu belgeye göre, Hilakkular İskit
ordularını yenen Mannalar’la birleşerek, Asur devletine karşı isyan etmişler
fakat Asur kralı bu isyanı bastırmıştır.

Bu devre ait vesikalardaki bilgileri antik Yunan tarihçileri de
desteklemektedir. Herodotos’ta Prototeus oğlu Madyas idaresinde büyük bir
İskit ordusunun Avrupa’dan kovduğu Kimmerleri takip etmek üzere, Asya’ya
girdiklerine ve Med topraklarına vardıklarına dair bir kayıt vardır.
Herodotos’ta Prototeus şeklinde adı geçen İskit kralının Asur vesikalarında
geçen ve Asur kralı Asarhadon ile anlaşan kral Bartatua olduğu genelde
kabul edilmektedir. Urartu devletinin Azerbaycan tarafındaki eyaleti
parçalanınca, Iskitler kralları Bartatua ve oğlu Madyes idaresinde, bizzat
Urartulular’ın ülkesini işgal etmek ve oradaki Sakız’ı kendilerine başkent
yapmak ve de buradan Kızılırmak’a kadar uzanan batı istikametindeki bölgeyi
kontrol altında tutmak maksadıyla kuzey Persia’da kalmışlardı. Onlar bu
dönemde çok güçlü görünüyorlardı. Gerçekten de MÖ 626’da Asurlular
onların yardımı ile Medler’in yaptığı Ninive kuşatmasını kırmışlardı.
Başarılarından dolayı zafer sarhoşluğuna kapılan İskitler, MÖ 611 yılında,
Filistin’e ulaşıncaya kadar Suriye ve Yuda’yı tazyik etmişler, Mısır’a karşı her
hangi bir ileri hareket ise kral Psametik tarafından haraç ödenmek suretiyle
önlenmişti. Bu süre içerisinde, Med’ler Babillilerle ittifak yapmışlardı. Onların
birleşik orduları, Asur’lulara karşı yürümüşler ve bu defa müttefik kuvvetler,
bir zamanların bu güçlü İmparatorluğunu tahrip etmeyi başarmışlardı.
Asur Imparatorluğu’nun başkenti Ninive’nin düşmesinin, esir kavimlerde
uyandırdığı sevinç ve heyecan Tevrat’ın Nahum bölümünde geçmektedir.
Asur şehirlerinin düşman eline geçmesini kutlayan Yahudi peygamberi
“Dikenler gibi birbirlerine sarılı olarak sanki içki ile sarhoş imişler gibi, kuru
saman gibi tamamen yandılar. Kamçı sesi, tekerlek gürültüsü, koşan atlar,
sıçrayan, devrilen cenk arabaları, saldıran atlılar, yalınkılıç ve parıldayan
mızraklar... vurulmuşlar alayı, büyük ölüler yığını ve sonsuz leşler.... Ey Asur
kralı, çobanların uyuyor, Asillerin kımıldamıyor, kavmin dağların üzerine
dağıldı. Haberi duyanların hepsi senin için el çırpıyor” demek suretiyle şehrin
düşmesini öyle canlı bir şekilde tasvir eder ki, bu müthiş felaket gözlerimizin
önünde adeta canlanmaktadır.

Ninive’nin düşmesinden sonra Medler, vakit geçirmeden İskitler’i
memleketlerinden çıkarabilmek ve hiç durmaksızın bu nomadları, Persia’yı
istilaya başladıkları noktadan Asya içlerine geri itinceye kadar gerekeni
yapmak için, yeniden kuvvetlerini toplamışlardı. Medlerin baskısı
karşısında, Batı Asya’nın büyük bir bölümüne yirmisekiz yıl hükmeden
İskitler, tekrar Urartulular’ın yaşamış olduğu coğrafyaya çekilmişlerdi. Belki
de bu tarihte onların bir kısmı üç asır sonra Partlar’ı meydana getirecek olan
akrabaları Dahailer’le karışarak, Hazar Denizi ve Aral Gölü arasında yer alan
istep bölgesini işgal etmek için yeniden doğuya doğru dönmüşlerdi. Diğerleri
Skytho-Dravidler içerisindeki İskit karışımını göz önünde bulunduracak
olursak, Hindistan’a kadar itilmiş olabilirler. Bu arada başka bir grupta Urartu
bölgesinde kalmıştır. Böylece büyük çoğunluğu batı isteplerinde kalan
Iskitler, orada refah içerisinde yaşayan akrabalarını görmüşler ve Güney
Rusya’nın verimli topraklarına yerleşmişlerdir. MÖ VIII. yüzyılın sonlarına
doğru Asur kaynaklarında adları geçen ve daha sonraki Asur kaynaklarında
da adlarından bahsedilen ve Asur kralı Asarhaddon’un anlaşmak zorunda
kaldığı İskitler’in Asur devleti ile ilişkileri yaklaşık olarak bu coğrafyaya
ulaşmalarından bir asır sonra, Asur devletinin ortadan kaldırılması
neticesinde son bulmuştur.

  1. İskit- Pers İlişkileri

Iskit-Pers ilişkilerinin Eskiçağ tarihi içerisinde önemli bir yeri olup, bu
ilişki uzun bir süre devam etmiştir. Medyalıların yerine geçen Akamenitler
sülalesi döneminde Iskitler büyük bir güç kaybetmelerine rağmen, siyasi bir
kuvvet olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. Iran destanlarına bakılırsa
bunlar Afrasyap’dan sonra tekrar büyük bir devlet haline gelerek, bir aralık
tekrar İran’ı kendi nüfusları altına almışlardır. Büyük Kirus (MÖ 555-528)
zamanında Sakalar’ın Babil ve Asurlulara karşı düşmanca hareketleri ve
Hazar denizi’nin güneybatı sahilinde yaşayan Herkanlılarla bir olarak
Asurlular’a karşı asker gönderdikleri ve sonuçta Kirus ile birleştikleri
zikredilmektedir. Fakat Sakalar’ın Türkistan’daki esas zümreleri Kirus’a tabi
değildir. Babil, Lidya gibi Önasya devletleri ile uzun savaşlar yapan Kirus
kendi yanında Saka devleti gibi kuvvetli bir devletin bulunmasını tehlikeli
bulduğundan bunları kendi idaresine tabi kılmak için uğraşmıştır Kirus bu
arada Anadolu’ya bir sefer düzenlemiştir. MÖ 547 yılına doğru Lidya kralı
Kroisos harekete geçerek, İran’ın nüfuz bölgesinde olan Kapadokya’ya
girmiştir. Bunun üzerine Kirus Lidyalılar’ı yalnız Kapadokya’dan çıkarmakla
ve eski sınır olan Kızılırmak’ın batısına sürmekle kalmayarak, Lidyalılar’ı
izleyerek başkent Sardes kapılarına dayanmış ve onları o yörede büyük bir
yenilgiye uğratmıştır. Sardes kısa bir kuşatmadan sonra zapt edilmiştir. Bu
suretle Lidya krallığı yıkıldıktan sonra Pers’ler Harpagos ve Mazares adında
komutanlarının idaresinde Batı Anadolu’ya girerek, orada bulunan şehirleri
teker teker ele geçirmişlerdir. MÖ 539 yılında Kirus Babil’i zapt etmek ve
büyük bir törenle şehre girmek suretiyle Babil devletini krallığına katmıştır.
Kirus ömrünün son yıllarını İran’ın kuzeydoğusunda oturan istep kavimleri ve
en çok Sakalarla savaşmakla geçirmiş ve aşağı Oxus bölgesinde MÖ 529
yılında ölmüştür.

MÖ VIII .yüzyılın sonlarında Kimmerler’in Anadolu’ya akınları, onları
takip eden Iskitler’in de Anadolu’nun içlerine doğru yaptıkları seferler,
Anadolu’nun siyasi gücünü iyice zayıflatarak, Anadolu’da Pers hakimiyetinin
tesisi de önemli bir rol oynamıştır. Pers kralları Anadolu’nun batısına kadar
kısa zamanda ulaşma imkanını bulmuşlardır

Pers hakimiyeti Kirus’un oğlu Kambiz’in yerine geçen I.Darius
zamanında da devam etmiştir. Darius da hem doğuya hem de batıya seferler
düzenlemiştir. İlk seferini MÖ 518-517 yıllarında Orta Asya Sakalarına
yapmış ve savaşarak, sonunda savaşın galibi olmuştur. Behistun
kitabesinde sivri başlıklı Sakalar’ın ülkesine sefer yaptığını, onların bir
kısmını yendiğini, bir kısmını öldürdüğünü, liderlerinden birisi olan
Sakunkha’yı esir ettiğini bildirmektedir. Darius Sakalar ile yaptığı savaşta
kendi askerlerine Saka askeri kıyafeti giydirerek, hile ile hareket etmiştir.
Bundan dolayı Saka reisleri yenilerek çöllere çekilmiş, Şırak isminde bir
çoban Darius’un ordusuna kasten yanlış yol göstererek, onları çöl ortasına
sokup memleketini kurtarabilmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere
Darius’un Saka reislerinden Sakunkha’yı esir etmesine rağmen, diğer Saka
reisleri memleketlerini bütünüyle esarete düşmekten kurtarabilmişlerdir.

Pers kralı Darius, Deniz’in ötesindeki Sakalar’a karşı da sefer yapmayı
planlamıştır. MÖ 513 yıllarına doğru Batı Anadolu’da Ege denizi kıyısında
bazı kaynaşmalar olduğunu haber alan Darius dikkatini Anadolu’ya
çevirmiştir. Aynı yıl Trakya üzerinden Karadeniz İskitlerine karşı harekete
geçmiştir. Anadolu üzerinden sefere başlayan Darius, Samos’lu Mandrosle
tarafından inşa edilen bir köprü üzerinden İstanbul Boğazı’nı geçerek, Trakya
içlerine doğru yönelmiştir. Batıya doğru ilerlemeye başlayan Darius,
Iskitler’in, kendisinin mezar yazıtında bildirdiği üzere “Deniz’in, ötesindeki
Sakalar” ’ın üzerine yürümüştür. Darius Iskitya içlerine doğru yavaş yavaş
ilerlemeye başlamıştır. Bu arada iskitler de komşu kabilelerden yardım
isteyerek Darius’a karşı kalabalık bir ittifak kurmak istemişlerdir. Gelon, Budin
ve Sarmat kralları Iskitler’e yardım etmeyi uygun görmüşler fakat kuzeyde
oturan kabileler Iskitler’in bu teklifini kabul etmemişlerdir. Darius yoluna
devam ederek, Don nehrini geçmiş ve Volga’ya doğru ilerlemiştir. İskitler ise,
onun önünde geri çekilmiştir. Pers kralının, Tuna nehri üzerindeki köprüyü
savunmaları için lonyahlar’a verdiği altmış günlük süre hızla dolarken,
askerleri bu kovalamadan bıkmaya başlamışlardır. Ancak İskitler doğuya
doğru çekilmeye devam etmişlerdi. Sonunda daha fazla dayanamayan
Darius, İskit kralı Idanthyros’a bir haber göndermiştir. İskit kralına, kendine
güveniyorsa , kaçmayarak savaşa girmesini, eğer kendisinde o gücü
görmüyorsa, huzuruna çıkarak haraç olarak toprak ve su getirmesini
istemiştir. Buna karşılık İskit kralı ondan korkmadığını, kendilerinin kentleri
ve dikili ağaçları olmadığından dolayı savaşa girmek istemediğini; fakat
atalarının mezarlarını bulurlarsa, o zaman savaşacaklarını bildirmiştir.

Iskitlerle savaşma imkanı bulamayan Darius geri çekilmeye karar
vermiş ve askerlerini köprüye kadar getirerek, Tuna nehrini geçirmeyi
başarmıştır. Böylece Darius felaketten kurtulmuştur. Belki de Iskitlerin
Kafkasya üzerinden İran üzerine akın yapmalarına karşı bir tedbir olarak
genellikle Iskitler’i doğudan olduğu gibi batıdan da kuşatmak fikrinde olan
Darius, Iskitlerin oyalama taktiği karşısında gün geçtikçe daha da güç
durumda kalarak, geri çekilmesinin kendisi ve ordusu için daha akılcı
olduğunu düşünmüştür. Böylece Darius Iskitler’e karşı yapmış olduğu seferde
herhangi bir başarı sağlayamamıştır.

George Vernadsky , Darius’un yapmış olduğu Iskitya seferinin
büyük bir başarısızlık olduğu kanaatindedir. M.l. Rostovtzeff ise, Darius’un
İskitya seferi hakkında değişik bir yorum ortaya koymuştur. Bu görüşe göre,
Darius aslında İskit Imparatorluğu’nu fethetmek ve ona boyun eğdirmek
amacında değildi. Bunun en büyük amacı, Pers gücünün bir delili olarak İskit
krallığına unutulmaz bir sefer düzenlemek ve İskit ordusuna ağır bir darbe
indirmekti. Rostovtzeff, Darius’un bu girişiminde başarılı olduğuna da
inanmaktadır. E. Memiş, ise Rostovtzeffe katılmayarak, eğer Darius başarılı
olmuş olsaydı, hiç şüphesiz daha içerilere gitmekten kaçınmazdı demektedir.

  1. BÖLÜM

ARKEOLOJİK BULUNTULAR IŞIĞINDA İSKİT VE KİMMERLERİN
YAYILDIKLARI BÖLGELERDEKİ KÜLTÜREL İZ VE ETKİLERİ

Çalışmanın daha önceki bölümlerinde ortaya koyulmaya çalışılan
bilgilerden de anlaşılacağı gibi Anadolu’nun kültürel ve siyasi tarihinde ,
yerleşik uygarlıkların yanısıra, Demir Çağ’da yağmacı nitelikleri ile tanınan
Kimmer ve İskit göçebe toplulukların da etkisi olmuştur. Bu konudaki
birikim, yazılı kaynakların yanısıra, az da olsa , kendi göçebe sanatlarına
özgü bazı arkeolojik bulgulara dayanmaktadır ki, bunlar söz konusu göçebe
toplulukların Anadolu’daki varlıklarını algılamada ve sanatsal etkinliklerini
tanımlayabilmede yol gösterici niteliktedir.

Yazılı kaynaklardan elde edilen Kimmer ve İskitler’in Anadolu’daki
varlıklarına ilişkin bilgiler, bu göçebe toplulukların maddi bırakımlarıyla da
doğrulanmaktadır. Bunlar daha çok yağmaladıkları kentlerde ortaya çıkarılan
bulgulardan oluşmaktadır.

İskit adı Ön Asya’da ilk kez Urartu kralı Argişti l’in yıllıklarında Işkigulu
Ülkesi coğrafi terimiyle karşımıza çıkmaktadır. Işkigulu Ülkesi terimi büyük
olasılıkla Iskitlerin görülmeye başladığı Manna topraklarını işaret etmektedir.
Manna toprakları Assur ile Urartu arasında politik bir sorun olmuş ve zaman
zaman bu iki büyük devletten birine bağlanmıştır.

Iskitlerin gelecekte Urartu krallığı için önemli bir tehlike olabileceğini
düşünen Rusa II söz konusu bu politik girişimlere ek olarak, özellikle Iskitlerin
yoğunlaştığı bölge olan Kuzeybatı İran’da savunmaya yönelik inşa
faaliyetlerine girişmiştir. Örneğin, Bastam/Rusa-i URU.TUR Iskitlere karşı
savunma amacıyla kurulmuş olan kale tipi bir yerleşimdir. Bastam’da ele
geçmiş olan İskit tipi ok uçları bu durumu kanıtlar niteliktedir. Urmiya Gölü
civarında M.Ö. VII. yüzyılda inşa edilmiş olan Kale Siyah, Kız kalesi, Danalu,
Kaleoğlu ve Sangar gibi çok sayıda kale de bu inşa faaliyetinin bir devamı
olarak değerlendirilmektedir. Kuzeybatı’da Agrap-Tepe’de, batı’da Zendan-ı
Süleyman ve Kuzey İran’da Turgeng Tepe’de bulunan Demir Çağı
yerleşmelerinde ele geçmiş olan İskit tipi okuçları , İskitlerin söz konusu bu
bölgelerde ne kadar etkili olduklarını açıkça ortaya koyan arkeolojik
buluntulardır.

Yazılı belgelerde yöredeki varlıkları bilinen İskitlerin bu dönemde
Manna’nın neresinde ikamet ettikleri konusunda çeşitli fikirler ileri
sürülmüştür. Bazı araştırmacılar İskitlerin Manna’nın sınırları içinde olan
Urmiya Gölü’nün kuzey veya kuzeybatısında, bazı araştırmacılar ise güney
ve güneydoğusunda yerleştiklerini ileri sürülmektedirler. Bu dönem için
Manna ülkesinde Sakız yöresinin İskitlerin siyasi yönetim merkezi olabileceği
düşünülmektedir. Urmiya Gölü’nün güneyindeki Sakız Kasabası’nın 19 km.
doğusunda yer alan Zivviye’de gerçekleştirilen arkeolojik kazılar burasının
büyük olasılıkla İskit krallığı’nın oturduğu ve çok güçlü bir şekilde tahkim
edilmiş bir kale olduğuna işaret etmektedirler. Sakız kasabasının
yakınlarında ortaya çıkarılan bir İskit kralına ait mezarda ele geçmiş olan ve
M.Ö. VI. yüzyıla tarihlendirilen zengin metal buluntular ile İskit tipi okuçları,
İskitlerin Ziwiye yöresindeki varlıklarını güçlü bir şekilde desteklemektedir.
Bunlara ek olarak yine Urmiye Gölü’nün yaklaşık 15 km. güneyinde yer alan
Hasanlu yerleşmesinde ortaya çıkarılmış bir insan ve dört at iskeleti içeren bir
mezar İskit savaşçısı bezemeli tunç bir kap parçası , hayvan stili
geleneğinde süslü kemikten iki at koşum takımı parçası ile kemikten bir at
koşum takımı parçası, Iskitlerin Manna’daki güçlü varlıklarına bir kez daha
işaret etmektedir.

Urartu krallığı’nın İskitler tarafından yıkıldığını ya da bunda Iskitlerin
önemli bir rolü olduğunu Urartu yerleşim merkezlerindeki İskit buluntuları
açıkça göstermektedir. Örneğin, Erivan yakınlarında yer alan önemli bir
Urartu yerleşimi olan Karmir Blur /Teişebaini’nin İskitler tarafından tahrip
edilmiş olduğu burada ele geçmiş olan çok sayıdaki İskit tipinde ok
uçlarından anlaşılmaktadır.

M.Ö. VILyüzyıla ait Urartu şehirleri olan Karmir-Blur ve Çavuştepe’de
yapılan kazılarda bulunan at koşum takımı, demir savaş aletleri ve
gerdanlıklar incelendiğinde şekil ve stil açısından Dinyeper nehri ve Kuzey
Kafkasya’da bulunan objelerle büyük benzerlik içerdikleri anlaşılır. Ayrıca
Van nehri civarında ki buluntulardan üç-kenarlı ok başlarının tamamen İskit
tipinde olduğu anlaşılmaktadır. Iskitlerin antik Doğu kültürü ile olan ilişkisini
gösteren daha başka kanıtlarda bulunmaktadır. 1947 yılında kuzey-batı
İran’da Ziviye civarında yapılan kazılarda bulunan objeler de İskit stili ile
yakın benzerlikler içermektedir. Iskitlerin ilişki içerisinde bulundukları
toplulukları gösteren kanıtlar daha da yayılarak Altay dağlarında Kazak
steplerine kadar gitmektedir. Pazırık bölgesinde yapılan kazılarda ele geçen
kemik, tahta, deri ve metal gibi objelerin buzuldan dolayı çok iyi korunmuş
olduğu dikkat çekicidir. Burada ele geçen buluntuların da Iskitlere ait olduğu
söylenebilir. İskit topraklarında yapılan arkeolojik araştırmalar onların Doğu
Avrupa, yakın ve Uzak Doğu’ya kadar yayılan bölgelerle ilişki içerisinde
bulunmuş olduklarını göstermektedir. Doğu ve Batı arasındaki bu kültürel
köprü M.Ö. Birinci bin yılına kadar başarı ile devam etmiştir, hatta daha sonra
da Piotorvsky’nin deyimi ile bu işlev ünlü “ipek yoluna” devredilmiştir.

Bu kazılarda ele geçen maddi buluntuları şekil içerik ve teknik
açısından inceleyecek ve karşılaştıracak olursak; koşum takımları
kapsamında ele alınabilecek ilk örneği, Çavuştepe’den bir yanaklık (psalia)
oluşturmaktadır. Geme bağlantı sağlama işlevli kemik yanaklıktaki
biçimselleştirilmiş hayvan başı göçebe hayvan stilinin özelliğini
yansıtmaktadır. Öne doğru uzatılmış boynuzuyla bir koç ve kıvrık gagasıyla
da bir kuş karışımından meydana gelen figür fantastik bir yaratığı temsil
etmektedir. Yine aynı yerden bir başka yanaklık örneği de arka kısmı kırık
olmakla birlikte, benzer özellikler sergilemektedir. Farklılık alt kesiminde iki
adet yuvarlak çıkıntının var olmasında gözlemlenmektedir. Ayrıca boynuz
sarmal biçiminde yuvarlak verilmiştir.

Koşutlarını İskit kurganlarında bulan Çavuştepe örneklerinin genel
yapıları göçebe hayvan stiliyle bağdaşmaktadır. Yanaklıkların Anadolu
dışındaki yakın benzerleri irdelendiğinde, genelde ve ayrıntılarda Poltava
Bölgesin’deki Akjutinsk Kurganı, Ukrayna’da Kirovograd yakınındaki
Zhurovka 432 no’lu mezar ve Smela bölgesindeki kurgan bulgularıyla yakın
benzerlikler içerdikleri görülür.Farklı bölge ve merkezlere ait bu bulgularla
Çavuştepe örnekleri arasında saptanan benzerlikler, söz konusu Anadolu
eserlerinin tamamıyla göçebe sanatı karakteri taşıdıklarını, özellikle İskit stili
yansıttıklarını ortaya koymaktadır. Eserlerde kanıtlanabilen bu kültürel kimlik,
Çavuştepe’nin Iskitler tarafından yağmalanmasında olduğu gibi, tarihsel
olaylarla da doğrulanabilmektedir.

Yanaklıkların yanısıra, hayvan betimli kayış dağıtıcıları da göçebe
sanata özgü koşum takımı akşamları arasında ayrı bir yere sahiptirler.
Anadolu’da örnekleri ortaya çıkarılan bu akşamların en çarpıcı olanları,
buluntu durumları açısından da önemli veriler sunan, Norşuntepe’deki
gömütte bulunanlardır. İçinde üç adet at iskeleti bulunan gömütten ortaya
çıkarılan iki tunç örnekten birincisi grifon biçimindedir. Oldukça aşınmış
olmasına karşın, figürdeki bazı ayrıntılar korunabilmiştir. Göz çevresini
dolaşarak yukarı doğru bükülen boynuzlar ve bunun hemen altında yer alan
aşağıya kıvrık verilmiş gaga ile üzerinde belirginleştirilen oluklar figüre etkili
bir görünüm kazandırmıştır. Betim açısından Çavuştepe grifonu ile çok
benzer olan eserin bütün özellikleriyle göçebe sanatı ürünü olduğu belirgindir.
İkinci örnek , malzeme, biçim ve figürün işlenişi bakımından öncekiyle benzer
olmakla beraber, yüz batlarındaki ayrıntıların işlenişinde, boynuz ve gaganın
biçimlendirilişinde ve kayış geçme deliğinin formunda farklılıklar içerir. Bu,
her ikisinin farklı koşum takımlarına ait olduklarına kanıt oluşturmaktadır.

Çavuştepe örnekleri ile stil açısından benzerlikler gösteren Norşuntepe
bulguları, MÖ VII. ve VI. yüzyıllara ait İskit mezarlarından ele geçen koç veya
kuş başı betimli kayış dağıtıcılarıyla da yakın benzerlikler sergilemektedirler.
Boynuz ve gagaların işlenişi bakımından Norşuntepe örneklerinden birincisi ,
Krasnador Bölgesi’ndeki Kelermes I Kurganı’ndan gelme kayış dağıtıcısı ile
özde benzerdir. Yine aynı kurgan kaynaklı diğer bir örnek , yapım tekniği
ve figür işlenişi bakımından Norşuntepe bulgularıyla koşutluk gösterir.

Bu kapsama, konu ve biçim olarak Norşuntepe örnekleriyle
benzerlikler içermesinden dolayı, Karmir Blur’da 4 no’lu odada bulunmuş
grifon başı betimli kayış dağıtıcısını da almak gerekir. Söz konusu
benzerlikler göz önüne alındığında yaklaşık aynı döneme ait olması gereken
Norşuntepe gömütü ve bulguları, Çavuştepe örekleriyle beraber göçebelere
özgü sanat eserleri arasında sıklıkla karşılaşılan grifon betimlerinin
Anadolu’da da var olduğunu göstermeleri yanısıra, Iskitlerin bölgedeki
varlığında ve bir süre de olsa kalıcı olduklarında yol göstericidirler.

At koşum takımları arasında kuş başı betimli kayış dağıtıcıları diğer bir
kümeyi oluşturur. Bu türün kazı bulgusu durumundaki yırtıcı bir kuş biçiminde
(olasılıkla kartal) işlenmiş tunç örneği Sardes’ten gelmedir. Stilize kartalın
sivri gagası üzerindeki ayrıntılar kabartma çizgilerle verilirken, göz bebekleri
ayrıca vurgulanmıştır. Sardes örneği Anadolu’daki kuş başı betimli kayış
dağıtıcılarının tek temsilcisi değildir. Samsun’dan geldiği belirtilen ve İstanbul
Müzesi’nde korunan kartal başı biçimli örnek gerek gözleri, gerekse gaga
yapısı ve boynundaki işlevsel deliklerin varlığıyla Sardes ve koşutlarına
benzerdir. Bu tür bulguların özgün stillerinin Anadolu’daki yansıması
durumunda, geliş yerleri bilinmemekle birlikte, yine İstanbul Müzesinde
korunan iki örnek daha bulunmaktadır Tunç olan bu örnekler de yırtıcı
kuşlar şeklinde olup, boyun kesiminde kayışın geçmesine yönelik donanım
içerirler. Daha yalın olmalarına karşın, koşutlarıyla ortak özellikler
sergilemektedirler.

Iskitler’le ilişkili bulunan ve MÖ 600 civarına tarihlenen Sardes
bulgusunun bu kültürel kimliğinde yol gösterici iki örnek Boston Fine Arts
Museum’da korunmaktadır. Bunların yanısıra, Sardes örneği yine tür,
biçim ve baş ayrıntılarında yakın koşutlarını Karmir Blur ve Kalarmes
Kurganı bulguları arasında bulur. İstanbul Müzesi’nde korunan kayış
dağıtıcıları da, Sardes bulguları ile içerdikleri stilistik benzerlikler dolayısıyla,
bu değerlendirme kapsamına dahildirler.

Biçim açısından farklı olsalar da, tür olrak kayış dağıtıcıları sınıfında
ele alınması gereken bir diğer örnek yine Sardes’te bulunmuştur. Eserin
gaga benzeri uzantısı, yivli ve kabartmalar içermektedir. Parçanın alt
kesiminde toplam beş delik bulunmaktadır ki, bu özellikler eserin at koşum
takımına ait bir kayış dağıtıcısı olduğunu gösterir. Bu nedenle Sardes kuş
başı betimli kayış dağıtıcısıyla türdeş bulunarak aynı döneme
tarihlendirilmiştir. Anadolu’daki koşutlarından ilki İstanbul Müze’sinde korunan
Van civarından bulunmuş bir örnektir. Biçim açısından gagadan çok
domuz dişine benzeyen dağıtıcının altında, sardes örneğine benzer şekilde,
dördü yanda biri tabanda olmak üzere beş işlevsel delik bulunmaktadır. Bu
türe özgü son Anadolu örneğini geliş yeri belirsiz olan ve yine İstanbul
Müzesinde korunan bir diğer kayış dağıtıcısı oluşturur.

Domuz dişi biçimli yapıtın gagaya benzer olan kesimi farklı olarak
daha dik biçimde uzamaktadır. Bu örneklerin Anadolu dışındaki yaklaşık
benzerlerine, özellikle Karmir Blur’da ele geçmiş olan İskit eserleri
arasında tanık olunmaktadır. MÖ VII. yüzyıl ortalarına tarihlendirilen Karmir
Blur örnekleri ışığında sağlanabilen ilişkiler, bu grupta irdelenen eserlerin
kaynağında göçebe sanat üslubunun belirgin bir biçimde bulunduğunu
kanıtlamaktadır.

Koşum takımı akşamları olarak Çavuştepe’den gelme iki yalın yanaklık
parçası , biçimsel olarak domuz dişine benzer bir yapı sergiler. Diğer
Çavuştepe örneklerinde olduğu gibi , akşamların uç kesimlerinin hayvan başı
biçiminde sonlandırılmadığı ve yalın bırakıldığı dikkat çekmektedir. Uçları
kıvrılarak sivri biten akşamların her ikisi üzerinde de işlevselliklerine yönelik
üç delik bulunmaktadır. Göçebe sanatında hayvan başı betimliler kadar
yaygın olmayan bu tipteki yanaklıklar, koşutlarını Güney Rusya ve
Kazakistan’daki kurgan bulguları arasında bulurlar.

Koşum takımları akşamlarının diğer bir grubunu da gemler oluşturur.
Norşuntepe at gömütünde kayış dağıtıcıları ile birlikte ele geçen üzengi
biçiminde dizgin bağlantısı içeren ve ağızlık kesiminde birbirine zincir gibi
geçmiş iki halka ile birlikte korunmuş olan bir tunç gem grubunun ilk
örneğini oluşturmaktadır. Bu tür gemlerin Anadolu’daki örneği Norşuntepe
bulgusu ile sınırlı değildir. Amasya’nın Imirler Köyü kuzeyinde saptanan
yağmalanmış gömütten ele geçen bir diğer gem de bu grup içine
girmektedir. Norşuntepe örneği ile benzerlikler boyut, malzeme, biçim
açısından yoğunlaşmaktadır. Söz konusu Anadolu örneklerinin kültürel
kimliklerinde yol gösterici koşutları, göçebelere özgü at koşum takımları
kapsamında değerlendirilen ve gelişim evreleri belirlenebilen Güney

Rusya’daki İskit kurganlarında ortaya çıkarılmıştır. Dolayısıyla, yukarıda
irdelenen bütün akşamlarla birlikte bunların da göçebe sanat unsurları
oldukları bir kez daha açıklık kazanmaktadır.

İşlevleri kesin olarak belirlenememekle birlikte, içerdikleri figürleriyle
göçebe hayvan stilinin belrigin özelliklerini taşıyan hayvan betimli plakalardan
ilkini Gordion’da bulunmuş olan kemik bir bulgu oluşturmaktadır.
Arkasındaki bağlantı amaçlı eklentiden hareketle çapraz kayış süsü olarak
nitelendirilen örnek, Kartal-tavşan İkilisinden oluşmaktadır. Ana tema güçlü
olan kartalın tavşanı avlaması esasına dayandırılmıştır. Ait olduğu döneme
sunulan öneriler tartışmalı olmakla birlikte, özellikle konu içeriği açısından
göçebe etkili olduğunda genel görüş birliği vardır. Eserin bu özelliği,
benzerlerini Güney Rusya’daki çeşitli kurgan bulguları arasında bulmasıyla
da doğrulanabilmektedir Dolayısıyla, göçebe sanatındaki benzer örnekler
dikkate alındığında, kemikten üretilmiş Gordion örneğinin işlev ve içeriği
konusuyla göçebe sanatı özelliği taşıdığı açıkça anlaşılmaktadır. Bununla
beraber, onun yerel üretildiğinde yol gösterici bazı ayrıntılarda dikkat
çekmektedir. Özellikle kartal figüründe ayrıntıları vurgulamaya yönelik tarama
çizgilerin Frig seramiğinde yaygın kullanımı bu konuda önemli bir kanıt
oluşturmaktadır ki, bu da eserin göçebe etkili olarak yerel üretildiğini
göstermektedir.

Gordion bulgusuyla benzer şekilde yine işlevi tam olarak
belirlenemeyen diğer bir örnek de Sardes kazılarında ortaya çıkarılmıştır.
Sarmal formlu vahşi hayvan gövdeli bir grifon betimi şeklindeki MÖ geç VII-
erken VLyüzyıla tarihlendirilen aksam, konu, biçim ve işlenişiyle göçebe
özellikler yansıtmaktadır. Sanat eserinin bu özelliği, malzemeleri tunç da
olsa, Doğu Kazakistan, Arzhan Kurganı, Chilikta Kurganı , Kırım
Akburun Kurgan 52’te ele geçen eserlerle yakın benzerlikler
göstermesiyle de kanıtlanabilmektedir. Sonuçta, uzunca bir süre İskit, Sarmat
ve Saka sanatında geleneksel yapıyla varlığını sürdüren bu türdeki betimler
dikkate alındığında, Sardes örneğinin de göçebe sanatı kapsamında, bir
Anadolu türevi olarak değerlendirilmesi gerektiği kaçınılmaz olarak ortaya
çıkmaktadır.

Göçebelerin Frigler üzerinde bırakmış oldukları kültürel etkiye ilişkin
tarihçiler ve arkeologlar arasında fikir ayrılıkları vardır. Bunlardan G.K. Sams
326 1900 yılında Gordion’da Korte kardeşler tarafından yapılan kazılarda
bulunan ve üzerinde hayvan üslubu bulunan on beş adet vazonun Kimmer
istilası öncesine tarihlendiğini diğer bir deyişle hayvan üslubunun Frigler
tarafından Kimmerlerden önce bilinmekte ve kullanmakta olduğunu öne
sürmektedir. Çok gelişmiş bir teknikle yapılmış olan bu stilin Kimmer istilası
sonrasında kaybolduğunu da belirtmektedir. Sams , Gordion kazılarında
bulunan örneklerle Konya’da Alaettin Tepesi kazılarında bulunan örneklerin
büyük ölçüde örtüştüğünü, ayrıca bunların tarihlerinin de büyük bir paralellik
gösterdiğini söyleyerek M.Ö.VIII. yüzyılın sonu ve M.Ö.VII yüzyıl başı olarak
tarihlendirmektedir. Gordion ve Alaettin Tepe örneklerinin özellikle
hayvanların hilal-biçimli omuz şekilleri bakımından benzerlik gösterdiklerini,
temalarda aynı hayvan figürlerinin benzer stillerde kullanıldığını söyler.
Sams’e göre hayvan stili Gordion’a batı Anadolu etkisi ile gelmiştir.
Göçebelerin, Friglerin kültürleri üzerindeki etkisini ise böylesine gelişmiş bir
uygarlığı ve sanatlarını yapmış oldukları istila ve yangın neticesinde büyük bir
kesintiye ve tahribe uğrattığını ifade etmektedir. Yani Kimmerlerin Frigler
üzerindeki kültürel etkisinin olumsuz olduğunu ifade etmektedir. Diğer
taraftan R.Young ‘da aynı şekilde M.Ö. VII. yüzyılın başında Kimmer
istilası neticesinde Friglerin kültürel ve sanatsal gelişmelerinin kesintiye
uğradığını belirtiyor. Bu noktaya kadar göçebelerin Frigler üzerindeki etkisinin
yıkıcı olduğunu söylüyor. Bizimde yukarıda belirttiğimiz gibi Kimmerleri takip
ederek onların ardından Anadolu’yu istila eden Iskitlerin gömü tarzı ve
tümülüsleri arasında yakın benzerlik olduğunu, özellikle de güney Rusya’da
bulunan İskit kurganları ile Frig tümülüslerinin benzerliklerine dikkat çekerek,
her ikisinde de tahta mezarların inşaa ediliş ve üzerine toprak yığılma şeklinin
büyük paralelik gösterdiğini söylüyor. Young, Frig tümülüslerinin daha eski
tarihli olduğunu da özellikle belirtiyor. Sadece göçebe adeti olan at kurban
etme ve bu at cesetlerinin mezarın dışına gömülmesi adetinin Friglerde
göçebe istilası sonrasındaki dönemde başladığına da dikkat çekiyor.
Anadolu’ya yabancı olan bu türde ölü-gömme göreneği, M.Ö. IX.yüzyılın
sonlan ya da VIII. yüzyılın başlarında, gelişmiş bir biçimde birdenbire ortaya
çıkar; V. Sevin bu durumda tümülüs mezarların Frigya’ya dışarıdan, Trakya
ve Makedonya’dan gelmiş olabileceğini söylemektedir.

  1. Kohler’in , Frigler üzerindeki göçebe hayvan üslubu etkisi
    hakkındaki görüşleri ise diğerlerinden daha farklıdır. Kohler, Friglerin
    sanatları ve kültürleri üzerinde göçebe hayvan üslubunun etkisi olduğunu,
    Friglerin göçebe ve diğer doğu tekniklerini adapte ederek kendilerine özgü bir
    sanat stili geliştirdiklerini belirtmektedir. Kohler, Gordion’da yapılan kazılarda
    çok sayıda fildişi ve tahtadan yapılmış objelerin bulunduğunu, bu objelerin
    hem göçebe hayvan üslubu, hem de minyatür çalışmalarının büyük ölçüde
    etkisinde bulunduklarını söyler. Göçebe sanatını anlamak için onların yaşam
    tarzlarını iyi bilmek ve anlamak gerektiğini, onların sanatlarının bu yaşam
    biçiminden oldukça etkilendiğini söyler. Göçebeler yerleşik bir hayat
    sürmedikleri için, yanlarında taşımaları kolay olacak ufak, minyatür ve ağır
    olmayan materyalden yapılmış objeler üretmişlerdir. Bu objelerin üretiminde
    kullanılan materyaller başlıca kemik, tahta ve fildişidir. Bunun dışında yine
    Kohler’in belirttiğine göre, Frig sanatı göçebelerin olduğu kadar Pers etkisini
    de taşımaktadır.

Son olarak Frig sanatı üzerinde göçebe hayvan üslubunun etkisine
ilişkin M.J. Mellink, Friglerin ölü gömme adetleri ile göçebelerin ki arasında
büyük bir benzerlik olduğunu, özellikle tahta mezarın yapılış biçimi, ölünün
yanına konulan eşyalar ve hediyeler ve daha sonra mezarın üzerinin
topraktan yığılı bir tepe şeklinde örtülüşü ile yakın benzerlikler içerdiğini
belirtiyor. Ayrıca Herodotos’tan öğrendiğimiz Iskitlerde adet olan ölüye at
kurbanı sunma adeti Friglerin ki ile tamamen örtüşmektedir. Fakat Mellink’te,
Young gibi, Herodotus’un vermiş olduğu tarih, Pazırık buluntularının tarihi ve
Gordion’daki büyük Tümülüs’ün tarihleri kıyaslandığında M.Ö. sekizinci
yüzyılda yapıldığı anlaşılan Midas Tümülüsünün daha eski olduğu sonucuna
varıldığını belirtiyor. Friglerin bu tarz ölü gömme adetlerinin Batı-
Anadolu’dan almadıklarını, tam tersine bu tarzın yakın doğu kökenli
olduğunu, güney Rusya ve Sibirya steplerinden ve Kafkasya’dan gelmiş
olabileceğini de ekliyor.

Göçebe toplulukların Anadolu’daki varlıklarını kanıtlayan somut
arkeolojik veriler arasında ok uçları, savaş baltaları ve kılıçtan oluşan savaş
aletlerini de incelemek gerekir. İki veya üç kanatlı, mahmuzlu ve yuvarlak sap
delikli olmak üzere biçimsel zenginlik gösteren tunç ok uçları sayısal çokluk
açısından ilk sırayı alırlar. Çavuştepe, Maşathöyük, Imirler Gömütü,
Taşova Ladik’te ortaya çıkarılanların yanısıra, Sivas Müzesi’nde korunan
ok uçlan bunların en güzel örnekleri arasında yer alırlar. Biçimsel
özellikleriyle Anadolu topraklan dışındaki göçebe bulgularıyla benzerlik
gösteren bu ok uçlarının kültürel kimlikleri de bu çerçevede
belirlenebilmektedir. Köken olarak Kimmer ve Iskitlerle ilişkili görülen bu
türdeki savaş aletlerinin, daha sonra, uzun bir süre farklı coğrafyalarda
değişik kültürlerce kullanıldığı bilinmektedir. Anadolu’da da benzeri
şekilde farklı coğrafi alanlarda yaygın kullanım görmüş olan bu türdeki ok
uçlarının tamamını göçebelerle açıklamak beraberinde bazı olumsuzlukları
da gündeme getirmektedir.

Savaş baltalarının kültürel kimliği, ok uçlarından farklı olarak, daha
açık bir şekilde belirlenebilmektedir. Imirler , Muş ve İstanbul Müzesi
örneği de biçim ve donanımıyla Imirler baltasıyla koşutluk göstermektedir.
Ayrıca kovanın ağız kenarı altında ahşap sapın tutturulmasına yönelik perçin
delikleriyle beraber kovanlı kabzası da korunmuştur.. Bu türdeki kabzanın
Anadolu’daki bir diğer örneği Imirler Gömütü bulguları arasında karşımıza
çıkar ki bu da olasılıkla ahşap sapıyla birlikte aynı gömütte bulunan savaş
baltasıyla ilişkilidir. Söz konusu bu Anadolu bulgularına biçimi, namlusu,
perçin delikli sap kesimi ve stilize edilmiş olan kuş betimiyle benzerlikler
gösteren göçebe sanat örnekleri , bunların göçebe kimliklerinin
belirlenmesinde önemli çıkış noktaları vermektedirler.

Savaş aletleri grubuna ait diğer bir bulgu da yine İmirler Gömütü’nde
ele geçmiş bir kılıçtır paslanmış olması nedeniyle ayrıntıları pek belirgin
olmamakla beraber, kabzanın düz sonlandığı, altının ise kelebek şeklinde
biçimlendirildiği belirlenebilmektedir. Benzeri türdeki kılıçların İskit ve
Sarmatlarda uzunca bir süre kullanıldığı bilinmektedir. Bu gömütte göçebe
kimlikleri belirlenebilen diğer bulgularla birlikte ortaya çıkarılması, kılıcın da
bir göçebe bırakımı olduğunu doğrulamaktadır.

Günümüze kadar yapılan arkeolojik araştırmalar sonucunda
Anadolu’da Iskitlere ait herhangi bir yerleşme saptanmamıştır. Ayrıca,
bugünkü arkeolojik veriler ışığında Iskitlerin Anadolu’da hangi bölgelerde
nerelere kadar ilerlemiş oldukları da tartışmalıdır. Demir Çağı’nda Anadolu’ya
Kimmerler ve Iskitlerin hemen hemen aynı güzergahları kullanarak girmiş
olmaları, bu her iki ulusunda Avrasya göçebe atlı ulusları grubunda yer
almaları ve bununla doğru orantılı olarak da benzer uygarlık ve kültürel
öğeleri taşımaları nedenleri hangi buluntunun Kimmerlere hangisinin Iskitlere
ait olduğunu tespit etmek zor olmakla beraber yazılı kaynaklardaki bilgiler ve
İskit tümümlüslerinde bulunan benzer materyaller karşılaştırıldığında bu
zorluk biraz olsun aşılabilmektedir. Çalışmamızın genelinde verilen bilgilerin
ışığında İskit ve Kimmerlerin izlemiş oldukları yönü tayin etmek için arkeolojik
verileri takip ederek genel bir yol izleyecek olursak:şöyle bir yol çizebiliriz:

Kimmerlerin Batı Anadolu ve Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesi
kıyılarına kadar ilerlemiş oldukları hatta batıda Karadeniz
Ereğlisi/Herakleia Pontika’dan doğuda Trabzon/Trapezus’a kadar olan kıyı
kesiminde egemenlik kurmuş bulundukları bilinmektedir. Buna karşılık
İskitlerin Anadolu’da büyük ölçüde Urartu Krallığı ile uğraştıkları ve bu
nedenle daha çok Doğu Anadolu’da görüldükleri anlaşılmaktadır.

Bu bağlamda Sardes ve Yassıhöyük/Gordion’da ele geçen Avrasya
savaşçı atlı göçebelerine ait arkeolojik kalıntılar Kimmerlerle
eşitlenebilmektedir. Arkeolojik bulgular açısından Kimmerlerin Gordion’da
bırakmış oldukları başlıca iz, geniş çaplı bir yangın ve tahrip tabakasıdır. Frig
kentini ele geçiren Kimmerler kenti yağmalamış ve daha sonra da
gitmişlerdir. Kazılarda Kimmerlerin Gordion’a yerleştiklerine dair bir ize
rastlanmamıştır. Gordion’da bulunan Kimmerlerle ilgili çeşitli küçük buluntular
içinde İskit tipi ok uçları ve iki at gömüsü dikkat çekmektedir.
Yassıhöyük/Gordion’la aynı bölgede, yani Batı Anadolu’dan Orta Anadolu’ya
geçiş bölgesinde, Eskişehir ili sınırları içinde yer alan Demircihöyük-Sarıket
Mezarlığı’nda ortaya çıkarılmış olan bir tümülüsteki at gömüsü ile İskit tipi
bir ok ucu bu yöredeki Kimmer varlığına ait diğer önemli arkeolojik
bulgulan oluşturmaktadır.

Erzincan ili, Üzümlü ilçesi yakınlarındaki ünlü Urartu merkezi
Altıntepe’de ele geçmiş olan tunçtan yapılmış kuşbaşı biçimindeki at gemi
parçalarının step hayvan stilinde yapılmış olması nedeniyle Iskitlere ait
olabileceği düşünülmektedir.

Bugün Keban Barajı göl alanında kalmış olan Norşun Tepe’de ortaya
çıkarılmış at gömülerinin ise Iskitlere ait olma olasılığı yüksektir. Bu at
gömülerinde ele geçen buluntular olarak, demirden kovanh mızrak ucu, sapı
delikli 1 balta ve bir hançer ile tunçtan 2 at gemi parçası, 1 at koşum takımı
parçası, 1 bilezik ve 1 kesici dikkati çekmektedir.

Van ili Gürpınar ilçesi yakınlarında yer alan önemli bir Urartu merkezi
olan Çavuştepe / Sardurihinili’de surlar önünde ve kale içinde ele geçirilen
İskit tipi tunç ok uçlan ve step sanatının hayvan stiliyle işlenmiş kemikten
koç başı şeklinde 2 at koşum parçası İskit tahribatının arkeolojik kanıtlarını
oluştururlar. Urartu’nun ikinci başkenti olan ve Van şehir merkezi yakınındaki
Toprakkale/Rusahinili Qilbani-kai, Van’ın 11 km. kuzeydoğusunda yer alan
Yukarı Anzaf Kalesi ile Van’ın 35 km. kuzeyinde, Van Gölü’nün doğu
kıyısında yer alan Ayanis / Rusahinili Eiduru-kai’de İskit tipinde ok uçlarına
rastlanmış olması, bu merkezlerin de Iskitler tarafından tahrip edilmiş
olduğunu göstermektedir.

Bunlara ek olarak Muş ili Varto ilçesi .yakınlarındaki önemli Urartu
merkezlerinden Kayalıdere’de ele geçmiş olan İskit tipi tunç bir ok ucu
Iskitlerin Muş yöresindeki, Malatya-Değirmentepe’de bulunmuş olan İskit tipi
bir ok ucu ise, Malatya yöresindeki varlıklarına işaret etmektedir.

Güneydoğu Anadolu’da Sultantepe Zincirli/Samal ve
Cerablus/Kargamış’ta ele geçmiş olan İskit tipi bir ok ucu, Iskitlerin bu
bölgede de etkili olduklarını göstermektedir.

Batı Anadolu ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri arasında kalan
geniş Anadolu toprakları içinde özellikle Orta Anadolu ile Orta Karadeniz
bölgelerinde ele geçmiş olan Avrasya atlı savaşçı göçebelerine ait arkeolojik
kalıntıların kimlikleri günümüz arkeolojik bilgileri ışığında tartışmalıdır.
Amasya ili, Gümüşhacıköy ilçesi, Imirler köyü, yedi Pelitler mevkii’nde
yasadışı kazılar sonucunda açığa çıkarılmış olan kurgan tipindeki bir mezarın
buluntuları, demir bir kılıç demir ve tunçtan bir kazma-balta ile bunun tunç
kabzesi, tunç bir at gemi parçası ile 7 adet tunç İskit tipi ok ucudur. Söz
konusu bu buluntular Amasya Müzesi tarafından yasadışı kazılardan sonra
müsadere edilmiştir. Bunlara ek olarak, mezardan hayvan figürleriyle süslü
altın bir bileziğinde çıkmış olduğu ve bilinmeyen bir kişiye satıldığı
söylenmektedir. Mezardan toplanan kemik parçalarının incelenmesinin
sonucunda hem insan hem de at kemiklerine rastlanması ve buluntular
arasında görülen gem parçası, bu kurganın atıyla birlikte gömülmüş olan bir
Avrasya savaşçı atlı göçebe komutanına ait olduğuna işaret etmektedir.
Imirler kurganından ele geçmiş olan en önemli buluntulardan biri olan
kazma-baltanın koşutlarına Orta Asya’nın yanısıra Anadolu’da da
rastlanmaktadır. Bu kazma-baltaların benzerlerinden birisi İstanbul
Arkeoloji Müzesi’nde bulunmaktadır ve nereden gelmiş olduğu
bilinmemektedir. İkinci benzer örnek ise Muş yöresinde bulunmuştur.
Amasya ili Taşova ilçesi ile Samsun ili, Ladik ilçesi arasındaki bir vadide
soyulmuş bir mezarın içinden toplanan 250 adet tunç ok ucu bu tip
kurganların özellikle Amasya ili sınırları içinde yaygın olduklarını
göstermektedir. İskit tipi ok uçlarından küçük bir koleksiyonun Samsun
Müzesi’nde yer alması ve Samsun yöresinden İstanbul Arkeoloji

Müzeleri’ne gelmiş bir at koşum takımı parçası Avrasya atlı savaşçılarının
Orta Karadeniz Bölgesi’nde oldukça geniş bir alanda faaliyet gösterdiklerine
kesin olarak işaret etmektedir.

Tokat ili, Zile ilçesi yakınlarında yer alan Maşat Höyük’ün Demir Çağı I.
Yapı Katı’nda ortaya çıkarılan bir at gömüsü ile İskit tipi okuçları
Avrasya atlı savaşçılarının Orta Karadeniz Bölgesi’ndeki güçlü varlıklarını bir
kez daha gözler önüne sermektedir. Yine Maşat Höyük’te Demir Çağı’nın II.
Yapı Katı’nda ele geçmiş olan bir çömlek parçası üzerinde yer alan stilize bir
atlı savaşçı figürü, arkaya doğru uzanan ince ve büyük olasılıkla örülmüş saçı
ve elinde tuttuğu çubuk şeklindeki silahı ile yerli Anadolu insanından çok bir
step savaşçısına benzemektedir. Çorum ili sınırları içindeki Pazarlı’da
bulunmuş olan İskit tipi bir ok ucu Orta karadeniz Bölgesi’nden Orta
Anadolu’ya geçiş bölgesinde ele geçmiş bir buluntu olarak, bu yöredeki
Avrasyalı atlı savaşçıların varlıklarını ve Pazarlı gibi kale tipi yerleşmelerin
kuruluş nedenini ortaya koymaktadır.

Orta Karadeniz Bölgesi’nde arkeolojik kalıntıları gün geçtikçe artan
Avrasya atlı savaşçılarına, bölgeden bahseden yazılı kaynaklarda da
rastlanmaktadır. Örneğin, Strabon, Zile/Zela ve çevresini istila eden İskitlerin
bir gece baskını sınucunda Pers (Akhaimenid) komutanlarınca mağlup
edildiklerini bildirmektedir. Persler bu zaferin anısına Zela’da tanrıça Anaitis
için bir tapınak yaptırmış, Zela halkı da bu zafer gününü her yıl Sakai adını
verdikleri kutsal bir festival ile kutlamaya başlamışlardır.

Yozgat ili , Sorgun ilçesi yakınlarında yer alan ve güçlü savunma
sistemi ile dikkati çeken bir dağ kenti olan Kerkenes Dağ ile Alişar’da,
Çorum ili Boğazkale ilçesi yakınında yer alan ünlü Hitit başkenti
Boğazköy/Hattuşaş Büyükkale ile Alaca ilçesi sınırları içindeki Alaca
Höyük’te Kırşehir ili Karaman ilçesi sınırlan içindeki Kamankale Höyük
Ankara’nın Haymana ilçesi yakınlarındaki Gavur Kalesi ile Kayseri
yakınlarındaki Sultanhan’da ele geçmiş olan İskit tipi ok uçları, Avrasya atlı
savaşçılarının Orta Anadolu Bölgesi’ndeki, Tarsus Gözlükule’de bulunmuş
İskit tipi ok uçları ise, Güney Anadolu’daki varlıklarına işaret etmektedir.

Sivas Müzesi’nde korunmakta olan bir grup İskit tipi ok ucu
Avrasyalı atlı savaşçıların Orta Anadolu ile Doğu Anadolu bölgeleri arasında
geçiş bölgesi olan Sivas ili sınırları içindeki arkeolojik kalıntıları olarak dikkati
çekmektedir. T.Tarhan Avrasya atlı savaşçılarından özellikle Kimmerlerin iki
yüz yıla yakın bir süre içinde Anadolu’da kaldıklarını ve bu uzun sürede Orta
Anadolu’da, Kapadokya Bölgesi’nde bir Bozkır Devleti kurmuş olduklarını
belirtmektedir. Çünkü, T.Tarhan’a göre, söz konusu bu süre içinde
Kimmerlerin siyasi bir organizasyon olmadan varlıklarını sürdürmeleri
oldukça zordur. Tarhan ayrıca, Sinop yerleşmesini Kapadokya’da bir
Bozkır Devleti kurmuş olduğunu ileri sürdüğü Kimmer egemenliğinin bir
uzantısı olarak kabul etmektedir.

M.Ö. 300 yıllarında yine bir Avrasya atlı savaşçı ulusu olan
Sarmatların etkisi ile Iskitler önce Kırım yarımadasına çekilmişler, daha
batidakiler ise güneye doğru inerek daha çok Tuna vadisine yayılmışlardır.
M.Ö. 250’den sonra bütün Karadeniz steplerine Sarmatlar egemen

olmuşlardır. M.Ö. 250 civarında Iskitlerin tarih sahnesinden çekilmesinden
sonra küçük bir grup Iskitli komşuları olan Sarmat, Trak, Galat kabilelerine ve
Pontus Kralı Mithridates’e karşı mücadele etmişlerdir. M.S. II. yüzyıla kadar
zayıf da olsa varlıklarını sürdüren Iskitler, bu dönemde Güney Avrupa’ya
doğru ilerleyen Gotlar tarafından ortadan kaldırılmışlardır.

Sonuçta göçebe İskit ve Kimmerler yayılmış oldukları coğrafyada
savaş, istila ya da siyasi anlaşmalar yoluyla temasta bulundukları devletlerin
siyasi ve kültürel gelişiminde etkide bulunmuşlardır.Bunlardan en önemlisi
uzun bir gelişim süreci geçiren, Avrasya göçebelerinin yaratısı durumundaki
sanat ve bu kapsamdaki “hayvan stili” MÖ VIL yüzyıldan sonra özgün şeklini
alarak; başta İskit olmak üzere Sarmat ve diğer göçebe kültürlerde bazı
farklılıklarla uygulandığı gibi göç, savaş ve diğer etkenlerle geniş bir
coğrafyaya yayılmıştır. Bu sanat akımından özellikle İskit ve Kimmerlerle
belirlenebilen ilişkilerinden dolayı Anadolu’da payını almış ve bundan
etkilenmiştir ki, bunu gerek yazılı kaynaklar gerekse arkeolojik veriler
doğrulamaktadır.

A. KURGAN YAPMA GELENEĞİ VE TÜMÜLÜSLERLE BAĞLANTISI

Moğolların aksine Iskitler ve Türkler ölen kişinin yerinin belli olması
için mezar odası üzerine geniş bir daire biçiminde toprak veya taş yığarak,
piramit biçiminde tümsek yapmaktaydılar. Bu tümsek ölen kişinin önemine
göre çok yüksek veya alçak olabiliyordu. Mezar üzerine yapılan bu tür
tümsek, kurgan olarak adlandırılmaktadır. Her ne kadar kurgan sözcüğünün
anlamı için çok farklı görüşler öne sürülmüşse de kanımızca bu sözcük
mezarı koruyan anlamında kullanılmaktadır. Kurgan üzerine yığılan toprağın
akıp gitmesini önlemek amacıyla çevresi daire biçiminde taşlarla (krepis)
çevrelenmekte idi. Kurganlar daire biçiminde yapıldığı gibi, kare biçiminde
olan ve bir giriş çıkış yolu olanları da bulunmaktadır. Bazı kurganlar ise,
mezar odası üzerine toprak yerine, irili ufaklı taşların yığılmasıyla
oluşmaktadır.

Bozkır kültüründe bu tür kurganların kökeni, Kimmer ve Iskitlere
uzanmaktadır. Herodotos’un verdiği bilgilerden, İskit krallarının kurganlarının
nasıl yapıldığını öğrenmekteyiz.”...Kralları öldüğü zaman ceset
imparatorluğun en uzak ülkesi olan Gerrhos ‘a araba ile götürülür... o bölgede
eni ve boyu dörtgen biçiminde olan büyük bir mezar kazılır ve hazır olduğu
zaman ölü getirilir... mezarın içine çimen yayılır, kral üzerine konur, sazlarla
örtülür., bu tören tamamlanınca herkes mezarın üzerine kürekle toprak atar
ve en yüksek tümseği yapmak için birbirleriyle yarışırlar..”

Kurganlar genellikle toplum tarafından kutsal sayılan yerlere
yapılmaktaydı. Bu tür yerler dağ tepeleri ve etekleri, yaylalar, ormanlık
alanlar, ırmak yatakları ve göl kenarı olabilmekte ve yerleşim bölgelerine
uzak ve oldukça zor ulaşılabilen yerlerde bulunmaktaydı. Bu yüzden ceset
gömülmek üzere gerektiğinde çok uzaklara taşınabilmekteydi. Büyük bir
özenle seçilen kutsal alanlara yapılan kurganlara, büyük bir saygı
gösteriliyordu. Herodotos Iskitlerin ata mezarlarına duyduğu saygıyı şöyle
anlatmaktadır. Darius İskit hükümdarına elçi göndererek kendisine karşı
koyabilecek gücü varsa, karşısına çıkarak savaşmasını ister. İskit hükümdarı
ise, hiç kimseden korkmadığını, hiçbir kentleri ve dikili ağaçlarının
olmamasından dolayı savaşa girmediğini belirtir. Ancak, Persler atalarının
mezarlarını bulup onlara zarar verirlerse, o zaman savaşacaklarını bildirirler.

Atalarından gelen bu geleneği Türklerde aynen devam ettirmişlerdir. Eserini
951 yılında yazan Arap coğrafyacı El İştahri, Türklerin mezarlarına karşı
duyduğu derin saygıyı “...Hazar Kralı uyruklarının mezarının önünde atından
inip eğilmeden hiçbir zaman geçmemektedir..” sözleriyle aktarmaktadır.

Eskiçağ’da cenaze törenlerine katılan gezginler, kendilerine yabancı
olan ilginç gelenek ve görenekleri en ince ayrıntısına kadar gözlemlemiş ve
aktarmışlardır. Örneğin İslamiyet! kabul eden Bulgar Hükümdarı lltebir
Almuş’a 920-21 yılında elçi olarak giden heyette katiplik yapan İbn Fadlan,
ırmak yataklarına yapılan mezarlar konusunda şu ilginç bilgiyi
vermektedir:” Hazarlar Hakanlarının mezarlarını Etil Irmağı’nın yatağında

yaparlardı ve mezarın üzerinden de ırmağı geçirirlerdi. Ayrıca ırmak yatağı
altındaki bu mezar insanları yanıltmak için birçok bölüme ayrılmaktaydı.
Hakan bu bölümlerden birine gömülür, gömenler ve mezarı yapanlar
öldürülürdü....”

Bir genelleme yapacak olursak vadiler, yaylalar ve dağ doruklan ile
eteklerine yapılan kurganların, ırmak yatakları ve göl kenarlarına yapılan
kurganlardan çok daha fazla olduğu anlaşılmaktadır. Yani bu olgu oldukça
geniş bir coğrafi bölgeye yayılan Türklerin, komşu bölgelerin kültürlerinden ne
denli etkilendiğinin açık bir şekilde göstergesidir. Nitekim büyük Türk önderi
Bilge Kağan’ın gömüldüğü yer, Moğolistan’da Orhun ırmağı’na yakın Orhun
Vadisi’dir. Bunun dışında kurganların yapımında en çok tercih edilen yerlerin
başında, kutsal sayılan dağların doruklan ile etekleri gelmekteydi. Büyük
olasılıkla o dönemdeki yaygın olan inanca göre dağların dorukları ile etekleri,
sonsuza kadar huzur içinde uyunacak yerlerin başında olmalıydı. Örneğin
tarihçi Vassaf, Argun Han’ın Moğolların kutsal ormanlarıyla kaplı olan Sincar
Dağı’na gömüldüğünü yazmaktadır. Eserini 1355 yılında yazan Faslı gezgin
İbn Batuta da, bir kağanın gömü töreninde şu ilginç bilgileri vermektedir:

“...Ölü Kağan için kazılan mezar odası büyük bir ev gibiydi. Kağan silahları ile
birlikte buraya yerleştirildi Sonra evin kapısını kapatıp, üzerine toprak

yığdılar. Öyle ki, yığılan toprak çok yüksek bir tepeye benzedi " Hatta İbn

Battuta’nın Kağan mezarınan içini anlatırken vermiş olduğu bilgiler, sanki
arkeolojik kazıya katılan bir arkeologun gözlemi kadar
gerçekçidir.”....Yeraltındaki mezar odası, çok güzel halılarla döşenmiş bir eve
benzemektedir...”

B. SANAT ESERLERİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Iskitlerin tarih ve kültürlerini öğrenmek için en değerli kaynaklar,
arkeolojik kazılarda bulunan mezarlar, kaya resimleri ve eşyalardır.
Sakalardan kalan altın ve bronz işlemeli arkeolojik buluntular dünya
müzeciliğinde önemli bir yer teşkil etmektedir. Kazakistan’da bulunan
kurganlardan en ünlüsü Alatav (Aladağ) eteklerinde, Almatı’nın 50 km.
doğusunda bulunan Issık kurganıdır. Bu kurgan çapı 60 metreyi bulan ve
toprak zemin altında, biri ortada diğeri yanda olmak üzere iki mezardan
oluşmaktadır. Önceden orta mezar açılıp soyulmuş, ancak yan mezara
dokunulmamıştır. Mezarın üstü kerestelerle kaplıdır. Yerde ise, altın
boncuklarla süslenmiş olarak ölünün yatırıldığı taş durmaktadır.

Antropologların tanımına göre, Issık kurganında bulunan ceset, 17-18
yaşlarında ve 165 cm boyunda bir gençtir. Güney duvarında ağaçtan
yapılmış dörtgen tabak, kepçe ve çorba çanakları vardır. Batı duvarında ise,
toprak çömlek ve çanaklar, bunların yanında sapına balıkçı kuşu kafesi şekli
verilmiş gümüş kaşık, dibinde sekiz yapraklı ve resimli gümüş kase, üzerinde
26 harf ya da karakterden oluşan gümüş bir obje bulunmaktadır. Ölünün sol
eline, sapı altın kaplamalı ve altın tepelikli bir ok tutturulmuş, yanı başına da
sapı altın olan bir kamçı bırakılmıştır. Altınla işlenmiş deri çantanın içinde ise,
bronz çerçeveli bir aynaya rastlanmıştır. Ölüye, altın üçgenlerle nakışlı, zırhı
andıran kırmızı güderi ceket giydirilmiştir. Paçaları çizmelerinin içine
sokulmuş, pantolonu altın işlemelerle süslenmiştir. Deri çizmelerinin dizleri
ise, üçgen pullarla çevrelenmiştir. Ölünün başındaki kalpak , vahşi hayvan ve
kuş figürleri ile donatılmıştır. Sağda belinde ahşap kırmızı kılıç kını takılıdır.
Demir kılıcın sapı orak şeklindedir. Solunda hançeri takılıdır. Bu kurgandaki
ölü, Saka topluluğunun ileri gelenlerinden birine aittir.

Issık kurganından elde edilen bulgular Sakaların giyim, kalpak, ayak
giyimi (çizme) el sanatlarıyla ilgili detaylı bilgiler vermektedir. Issık
kurganındaki altın adam elbisesi hiyerarşik bir düzende yapılmış olup, Saka
altın işlemeciliği ve giyim sanatının, aynı zamanda ahiret inancının ileri
derecede geliştiğini göstermektedir. Issık kurganının bulunması Sakaların
kültürü, sanatı, yazısı, ve o dönem dünya medeniyeti içindeki yerinin
anlaşılmasını sağlaması açısından oldukça önemlidir.

1924 yılında Altay’da antropoloji etnografya araştırmaları yapan bilim
topluluğu tarafından keşfedilen bir kurgan’da 1929 yılında Rus Devlet
Etnografya Müzesi tarafından kazılar başlatılmıştır. Bu kurgan doğu Altay’da,
Balıklıgöl civarında, yani Ulagan ırmağı sahilindeki Pazınk yaylasındadır.
Sibirya, Altay ve Orta Asya’da bugüne kadar tetkik edilen kurganlar gibi
Pazınk kurganının da mezar hırsızları tarafından soyulmuş olduğu
görülmüştür. Bununla beraber, Sibirya ve Orta Asya da tesadüf edilmeyen
bir çok kıymetli eşyalar burada meydana çıkarılmıştır. M.Ö. IV veya III.
yüzyıla ait olduğu tahmin edilen bu kurgan, ilk defin gününden itibaren, buz
tabakası ile örtülü kalmış olduğundan, bulunan eşyalar ve at gömüleri
konulduğu günkü halini muhafaza etmiştir. Bu konuyu L.Marsadolov şöyle
açıklamaktadır: “Tümülüsler yığma taştan yapılmıştır. Taştan oluşturulmuş
tepeler, ısıyı çok az iletirler ve bu da havadaki ve yağışlardan kaynaklanan
nemin yoğunlaşmasına neden olur. Tümülüs zemininden sızan su daha
sonra mezarlık odasının içine de sızar. Suyun donması, yığma taş tepenin
altında cam gibi buzdan bir permafrost tabakasının oluşmasını sağlar.
Tümülüslerin eski devirlerde soyulduğu gerçeği de mezarlık odasının donma
sürecini etkilemiştir. İşte bu yüzden, buzlanmanın oluşumunu iki aşamaya
ayırmak gereklidir. Doğal olan (buz temiz ve şeffaftır) ve yağmadan sonra
oluşan, yapay olan (buz sarı ve bulanıktır). Bütün bu faktörler, bulundukları
mekanda atların ve insanların mumyalarının ve çeşitli nesnelerin korunması
için benzersiz koşullar oluşturmuşlardır”.

Mezardan çıkarılan eşyalar arasında kuş resimleri ve altın yaldızla
kaplanmış oyma tahta tabut, duvarlarında halıyı andıran ve üzerinde pars
resimleri bulunan keçe ve benzeri altın yaldızlı tahta parçaları vardır. Mezarın
güney tarafındaki bir odasına hırsızlar tarafından dokunulmamıştır. Bu
odada, bugün ölmüş gibi taze ve tam eyer takımlarıyla beraber on adet at
ölüsü, iki tane geyik maskesi bulunmuştur. Eyer takımları ve geyik
maskelerinin çok iyi bir tarzda yapılmış olduğu gözlenmiştir. Madeni
buluntuların hepsi bronzdandır. Demir devrine ait eser görülmemiştir. On atın
rengide kırmızıdır. Hepsi aygır olup, kuyruk, yele ve tırnak saçakları
kesilmiştir. Kulaklarında, kesmek suretiyle yapılan, nişanlar vardır. Her
aygırın nişanı ayrıdır.

Bu kazıya ait ilk ayrıntılı bilgiler, antropolog Rudenko tarafından
verilmiştir. Fakat Rudenko Pazınk kurganına ilişkin yazmış olduğu bilgiler
gerçekleri yansıtmamaktadır. Rudenko, “her halde bu mezar Türk veya
Moğol ırkına ait değil, aryani ırktan olan Iskitlerindir” demektedir. Iskitler’in
türk ırkına ait bir kavim olduğu isbat edilmiştir ve çalışmamızın Iskitlerin
kökeni bölümünde de ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır. A.lnan, Rudenko’nun
bunları Türk saymaması ve Pazınk kazılarında bulunan kültür eserlerini Türk
olmayan Iskitler’e mal etmesini eleştirmektedir.

Kuban grubu olarak adlandırılan kurganların içerisinde en fazla
materyali içeren “Yedi Kardeşler” kurganı 1875-76 yıllarında Baron B.G. von
Tiesenhausen tarafından kazılmıştır. Kazılar neticesinde kurgandan on üç at
iskeleti, boynunda hayvan motifleri ile işlenmiş altın bir kolye 399 bulunan
insan iskeleti gün ışığına çıkarılmıştır.

Altay bölgesindeki Pazırık tümülüslerinden elde edilen materyallerle,
Kuban nehir bölgesinde bulunan Yedi Kardeş tümülüslerinden elde edilen
materyallerin karşılaştırılmasını yapacak olursak, Pazırık ve Yedi Kardeş
tümülüsleri arasındaki benzerlik, herşeyden önce kendisini, koşum takımları,
araç-gereç gibi nesneler üzerindeki motiflerin üslubunda ve
kompozisyonunda göstermektedir. Yalnızca başka başka motifler değil,
Pazırık ve Yedi Kardeş tümülüslerinde bulunan levhalarda hayvanların
birbirlerine uyguladığı işkenceyi veya birbirlerine karşı geliştirdikleri
savunmayı resmeden kompozisyonlar arasında farklılıklar bulunmakla
beraber aynı motife sık sık rastlanılmaktadır. Kanatlı bir kaplan, arkaya kıvrık
uzun boynuzları olan bir dağ keçisine veya uzun boynuzlu bir geyiğe işkence
yapıyor, “kedi” bir karacaya ya da geyiğe saldırıyor. Hayvanların çoğu, otçul
hayvanların sırtından sıçrarken ve onların boyunlarına, kürek kemiklerinin
ortasına saldırırken resmediliyor. Hayvan motiflerinin dış hatlarının ortak
oluşu ve daha küçük ayrıntıların resmedilmesi-başın, bacakların, kolların
dururmu gibi- bakımından da benzerlikler vardır.

Pazırık tümülüsleriyle Yedi Kardeş tümülüsleri arasındaki bazı
benzerlikler, mezar odalarının inşa biçimi, ölülerin ve atların gömülmesinde
takip edilen metotta da gözlenebilir. Altay ve Kuban nehri civarındaki
bölgelerde atlar, ölülerden demir ya da tahta çubuklarla ayrılıyorlardı fakat
her ikisi de aynı mezar odasına konulmuşlardı. Ölen kişi sırt üstü uzatılıyor,
ölenin başıda doğuya döndürülüyordu. Mezar odaları ağaçtan kirişler veya
kirişlerle kaplanmıştı. Mezarlık tepesinin altında, büyük taşlar’dan oluşmuş ve
tepeyi ayakta tutma amacına yönelik yapılar da vardır. Ne yazık ki, çok fazla
yerel özellikler de var. Yedi kardeş tümülüslerinde görülen yapı tarzının
kökeni, kısmen daha erken dönemdeki Kuban tümülüslerinde, Pazırık
tümülüslerinde ve erken dönemdeki Tuekta tümülüslerinde bulunabilir. Tüm
bu benzerliklerden, M.Ö. V. yüzyılda Avrasya topraklarında birleşik bir
etnokültürel sürecin yaşandığını söyleyebiliriz.

Altay ve Gordion Tümülüsleri de gerek içerdikleri materyaller, gerekse
inşa tarzları bakımından karşılaştırıldığında büyük paralellikler taşıdıkları
anlaşılmaktadır. 1950-1969 yılları arasında, Gordion’da bulunan farklı
boyutlarda, farklı yapılış tarzında ve farklı ölü gömme biçimine sahip 21
tümülüste kazı çalışmaları yapılmıştır. Ölülerin başlarının batıya çevrilmesi
eğilimi, MÖ 750 ile 710 olarak tarihlenen en eski tümülüsler arasında hakim
bir karakterdir. Ölülerin başlarının, kuzeye hafif bir sapmayla doğuya doğru
çevrilmesi (MÖ 696 olarak tarihlenen NN-MM, KY; MÖ 680-650 olarak
tarihlenmiş olan N: MÖ 650 olarak tarihlenmiş olan H; MÖ 630 olarak
tarihlenmiş olan B ve MÖ 620-600 olarak tarihlenmiş olan J) hakim bir
karakterdir. Bu son tümülüs grubu ile, MÖ 6. yüzyıla ait Altay tümülüsleri
arasında bir çok paralellikler vardır. NN, KY,B ve Z olarak adlandırılan
tümülüslerin çapı 60 metre ve yüksekliği de yaklaşık 3.5 ile 7.5 metre
arasındadır. Gordion tümülüsünde ölünün hangi tarafa döndürüldüğü
bilinmiyor çünkü tümülüs tamamen yağmalanmıştır. Son tümülüs grubu MÖ
600 ile 540 olarak tarihlenmiştir. (NN,S-3,S-2,K-II,C) ve ötekilerden
tümülüslerin daha küçük boyutta olması ile ayrılıyor.

Amerikalı araştırmacılar Gordion’daki tümülüs yapma tarzını, özellikle
de Z tümülüsünün yapılış tarzını, Pazırık tümülüsleriyle karşılaştırıyorlar. Şu
noktayı belirtmek gerekir ki, Gordion’daki MÖ 750-600 yıllarına tarihlenen
tümülüs geleneğinin paralellerine Altay’daki büyük tümülüslerde de (MÖ 585-
500) rastlanmaktadır.

Mezar Odalarının Mimari Özellikleri: Genellikle tümülüsün ortasında,
derin kazılmış dikdörtgen biçiminde geniş bir mezar çukuru açılır (mezar
odası) ve bu çukurun tabanı ve tavanı ahşaptan bir çerçeve ile kaplanır.
Mezar odasının tabanına ve odanın duvarlarıyla ahşap çerçeve arasına
taşlar konur. Bazen bu mezar odasının köşelerine ve ortasına, ahşap
çerçevenin tavanını desteklemek için düşey olarak dikmeler konur. Ölünün
konduğu bu odanın üzerine kilden ve taştan bir tepe yığılır.

Gömme biçimi: Erkek cesedi, ahşaptan bir lahit içinde, odanın güneye
bakan duvarı boyunca uzanan ahşap çerçevenin yanına konur. En temel
özelliklerden birisi, ölünün başının doğuya doğru döndürülmesidir.

-Atlar: Atlar ölüyle birlikte aynı mezar odasına konur ve odanın üzeri taşlarla
örtülür.

-Kilden çanak çömlekler: Gordion tümülüsünde uzun boyunlu ve yuvarlak
gövdeli kilden çanak-çömlekler bulunmuştur. Vysokaya mezarlığında ve öteki
mezarlıklarda bulunan Kimmerlere ait çanak çömlekler de bu üsluba
sahiptir.

-X ve öteki tümülüslerde bronz at nalları ve yular ve gemler bulunmuştur. MÖ
620-600 olarak tarihlenen J tümülüsünde demir ve bronzdan yapılmış
yuvarlak gem uçlarının kalıntıları bulundu. MÖ VI. yüzyıl olarak tarihlenen
Altay tümülüslerinde de benzer gemler bulunmuştur.

-Hayvan Motifleri: Ahşap nesneler hayvan üslubunda yapılmıştı. Örneğin
Gordion ve Altay’da geyik, aslan, griffon ve geometrik figürlü motifler
bulunmuştur.

-Küçük tahta tabletler: Altay’da bulunan ve MÖ Vl.ve IV. yüzyıl olarak
tarihlenen küçük tahta tabletlerin, Altay’daki daha erken dönemlere ait
tümülüslerde bir örneği daha yoktur, fakat bunlara Gordion tümülüslerinde de
rastlanır.

Bu paralellikler Altay ile Gordion halkları arasında derin bağlantılar
olduğunu gösteriyor. Gordion’dakiler gibi bu tarzda yapılmış Kimmer
tümülüsleriyle (Ukrayna’daki Vysokaya Mogila mezarı) Altay’dakiler arasında
şu benzerlikler vardır: Ölünün başının doğuya döndürülmesi; mezarlıklarda
ahşap yapıların mevcudiyeti; kilden çanak-çömleklerin biçimi ve üzerindeki
süsleme tarzı, ölünün hançer, içinde okların bulunduğu kemikten yapılmış ok
uçları ile birlikte gömülmesi, duvarların kille kaplanması ve mezarlıkların
diğer önemli görünümleri arasında benzerlikler bulunmaktadır.

Altay bölgesinde “Iskitler” döneminde, ölünün gömülmesi bakımından
tümülüs içindeki mezar odasının güney tarafının önemi, birçok durumda
kuzey tarafına nazaran daha karakteristiktir. Hem büyük hem de sıradan
tümülüslerde ölüler, mezarlık odasının güney tarafına, atlar ise kuzey tarafa
gömülmüşlerdir. İşte yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız bu
kurganlardan bulunan materyallerle, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunmuş
olan buluntular karşılaştırırldığında İskit ve Kimmerlerin izleri ve etkiledikleri
alanlar tespit edilebilmektedir.

SONUÇ

Eskiçağ tarihinde, Orta Asya kökenli “Bozkır Göçebelerinin yaratmış
oldukları “Atlı Kavimler Medeniyeti” veya “Bozkır Kurgan Medeniyetleri”,
Türklerin ön tarihlerini, daha genel bir deyimle “proto-Türkler” kavramını
yansıtması bakımından çok önemlidir.

Bu toplumların büyük bir kolunu teşkil eden ve M.Ö. II. Bin
başlarından, M.Ö. VIII. Yüzyıla kadar Karadeniz’in kuzeyinde, Doğu Avrupa
bozkırlarında ve Kafkasya yöresinde yaşamış olan Kimmerler, yazılı
kaynaklar aracılığı ile isimleri zamanımıza kadar gelmiş olan ilk bozkır
sakinleridir. M.Ö. VIII.-M.Ö. V. Yüzyıllar arasında, Iskitlerin baskısı ile göç
eden bu göçebe kavim Avrupa içlerine kadar yayılmış ve iki yüzyıla yakın bir
zaman Anadolu’yu istila etmişlerdir.

Kimmerleri yurtlarından çıkardıktan sonra onların arkalarından aynı
yolu takip ederek ilerleyen İskitler, M.Ö. I. Binyılın başlarında Çin’in batı
sınırlarına yakın sahalarda yaşayan, fakat M.Ö. VIII. yüzyılın başlarında
meydana gelen kavimler göçü sonucunda batıya doğru itilerek, M.Ö. VI.
yüzyılda Güney Rusya’yı kendilerine yurt edinmişlerdir. İskitler M.S. II.
yüzyıla kadar tarih sahnesinde kalmayı başaran uzun ömürlü nadir
milletlerden biridir.

Iskitlerin kökenlerinin hangi ırka ait olduğu konusunda bilim adamları
tarafından farklı görüşler ortaya koyulmuştur. Bu görüşler arasında bu
göçebe kavimlerin Iran ya da Slav kökenli oldukları yer almaktadır. Bunların
dışında ortaya koyulan ve delillerle desteklenen en kuvvetli görüş ise onların
Ural-Altay kökenli oldukları yolundadır. Antik Grek, Pers ve Çin yazılı
kaynaklarından edinilen bilgiler, arkeolojik buluntular ve antropolojik
incelemelerin neticeleri de bu son görüşü destekler niteliktedir. Zira,
günümüzde İskit ve Kimmerlerin Proto-Türkler, yani Türklerin ataları oldukları
çoğu bilim çevrelerince kabul edilmiş durumdadır. Zaten bütün veriler de
bunu desteklemektedir. Türklerin ve Iskitlerin dilleri, dini inançları, ölü gömme
adetleri, sanatları, gelenek ve görenekleri incelenip karşılaştırıldığında
aradaki paralellik dikkat çekmektedir.

Atlı kavimler göçebe olmalarına karşın kendi dönemlerinde önemli bir
uygarlık yaratmışlardır. İskit eserleri günümüzde dahi onların binlerce yıl
evvel yaşamış oldukları bölgelerde görülebilmekte, bazıları ise müzelerde
izlenebilmektedir. Özellikle İskit vazosu Batı dünyasında çok tanınmıştır.
Arabalarda yaşayan Iskitler, kendi yaptıkları eşyalarını da beraberlerinde
taşıyorlardı. Mücevherlerden başlayarak çeşitli süs eşyası yapan Iskitler,
yepyeni bir sanat yaratmışlardı.

Iskitler M.Ö. VII. yüzyılda Ön Asya’ya akınlar yaptıkları sırada bronz
çağını bırakarak demir çağına geçmişlerdir. İskit sanatının başlangıcı, Kelt-
Tuna bölgesindeki Hallstat demir tekniğinden de geniş ölçülerde
yaralanmıştır. Bronz tekniği konusunda ise kendilerinden evvel aynı bölgede
yaşamış olan Kimmerlerin İskit sanatı üzerinde geniş etkileri olmuştur. Kuban
bölgesinde bulunan İskit dönemi sanat eserlerinin bir kısmında ise Asur ve
Babil sanatının yansımaları görülmüştür. İskit hayvan sanatı, Asur ve Yunan
naturalizminin süsleme amacına dönüştürülmesiyle meydana gelmiştir.
Bozkır estetiği Iskitler aracılığı ile Güney Rusya’ya Göçebe yaşam biçimleri
nedeniyle, resim, heykel ve kabartma gibi sanat alanlarına yabancı kalan
Iskitlerin sanatında ağırlık noktasını mücevherler, koşum takımları, kemer
kopça, kılıç tasmaları, eyer halkaları, araba süsleri, bayrak direkleri, halılar
oluşturmaktadır. İskit sanatında süsleme amacına yönelik sistemli bir
geometri içinde hayvan biçimleri görülmektedir. Sanatta hayvan biçimlerinin
stilleşmesine Iskitlerin katkısı büyük olmuştur. Uzuvların ve organların
ezilmesi, yırtıcı hayvanların diğer canlıları parçalaması, ayıların pençelerinde
kıvranan geyikler sıkça işlenen konular arasında yer almaktadır.

İskit ve Kimmerlerin siyasi tarihleri incelendiğinde birçok yerleşik
kültürle gerek istila gerekse anlaşma ve ticaret yoluyla ilişki içerisinde
oldukları anlaşılmaktadır. Atlı-göçebeler istila ettikleri devletlerin kültürlerinde
ve siyasi tarihlerinde olumlu ya da olumsuz birçok izler bırakmışlardır.
Arkeolojik kazılarda gün ışığına çıkarılan buluntularla da her geçen gün bu
izler daha da ispatlanmaktadır.

M.Ö. VIII. yüzyılın başlarında meydana gelen ve oldukça uzun süren
bir kuraklık Orta Asya ve Güney Rusya bozkırlarında önemli bir nüfus
baskısına neden olmuştur. Otlakların kuraklıktan büyük zarar görmeleri
karşısında, sürüleri için yeni otlaklar ve su bulmak zorunda kalan kavimler
Çin’in kuzeybatı sınırına doğru kaymaya başlamışlardır. Çin kaynaklarında
verilen bilgilere göre, Chouların çeşitli yerlerde garnizonlar kurarak, Hiung-
nuların otlaklarını küçültmeleri aralarında savaşa neden olmuş, bunun
sonucunda Hiung-nular Çin sınırlarının batısına kadar çekilmişler ve batıda
bulunan komşularını yerlerinden oynatmışlardır. Diğer kabilelerinde batıda
bulunan kabilelere hücum etmeleri bozkırda müthiş bir göç hareketinin
başlamasına zemin hazırlamıştır. Her kabile yeni otlaklar elde edebilmek
amacıyla batıdaki komşularına saldırmak zorunda kalmıştır.

Kavimlerin doğudan batıya doğru birbirlerini sıkıştırmaları sonucunda
İskitler Ön Asya’ya yönelerek ilk olarak Kimmerleri yurtlarından çıkarmışlar,
daha sonra da onları takip etmişlerdir. O halde Iskitlerin önünden ilerleyen
Kimmerlerin takip ettikleri güzergah ve Anadolu’da gösterdikleri etkinlikler
kronolojik açıdan incelendiğinde, öncelikle Urartulular’la ilişkileri gündeme
gelmektedir. Buradan sonra Kafkas geçitlerini aşarak ilk olarak Urartulu’larla
karşılaştıklarını görmekteyiz. Daha sonra Kimmerlerin Frig başkenti
Gordion’a saldırdıkları anlaşılmaktadır. Bazı Kimmer boylarının ise,
Paphlagonia üzerinden Karadeniz kıyıları üzerine ulaştıkları ve Sinope’yi
tahrip ettiklerini yazılı kaynaklardan öğrenmekteyiz. Gordion’dan sonra
Kimmerlerin Lidya üzerine yöneldikleri ve başkent Sardes’e farklı tarihlerde
saldırılar düzenledikleri anlaşılmaktadır. Frig ve Lidya dışında Kimmer varlığı
Batı Anadolu’da da kavranabilmektedir. Kimmerleri takip eden Iskitlerin aynı
güzergahta ilk olarak Urartu ülkesine girmiş olduklarını buradan da
hareketle Asur ve Perslerle karşılaşarak bu devletlerin siyasi tarihlerinin
kaderinde önemli değişikliklere sebep olmuşlardır. Zaman zaman bu
devletlerin krallarının Kimmer ve İskit hükümdarlarıyla, kimi zaman da büyük
devletlerin göçebelere karşı kendi aralarında güç birliği yapmış olmalarından
o dönemde İskit ve Kimmerlerin ne denli güçlü oldukları anlaşılmaktadır.
Nitekim Urartu kralı II. Rusa ile yapılan fakat uzun süreli olmayan anlaşma
veya Kimmer tehdidi nedeniyle Lidya kralı Gyges’in Asur kralı Asurbanipal ile
diplomatik yakınlaşması bu konuda önemli örnekler oluşturmaktadır.

İskit ve Kimmerlerin istila ettikleri yerleşik uygarlıklar üzerindeki izleri
ve bu bölgelerdeki varlıkları yazılı kaynakların dışında arkeolojik buluntularla
da ispatlanmıştır. Gordion kazılarında saptanan tahrip tabakası ile yazılı
kaynaklarda belirtilen Kimmerlerin bölgeye girişleri arasındaki tarihlerin
paralelliği onların bölgedeki varlıklarını ve etkinliklerini ispatlar niteliktedir.
Aynı şekilde Kimmerlerin Batı Anadolu’da ki izleri İon kentleri üzerine
yaptıkları saldırılar Efes, Magnesia ve Klazomenia’da yapılan arkeolojik
araştırmalar sonucu saptanabilmektedir.

Iskitlerin izlemiş oldukları güzergah ve işgal ettikleri bölgeler yine aynı
şekilde yazılı kaynaklarla beraber arkeolojik buluntular ve bu kaynakların
karşılaştırılması sonucunda ortaya çıkan paralelliklerle ispat edilebilmiştir.
Van Gölü çevresinde Çavuştepe, Adilcevaz, Ayanis bölgesinde ve Karmir
Blur’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan ve Iskitlere ait olduğu anlaşılan ok
uçları ve savaş aletleri de yazılı kaynaklarda bildirilen Iskit-Urartu faaliyetleri
ve bölgedeki saldırılarına ilişkin bilgileri doğrulamaktadır.

Poltava Bölgesin’deki Akjutinsk Kurganında, Ukrayna’daki Kirovograd
ve Zhurovka Kurganlarından , ayrıca Pazırık ve diğer İskit kurganlarından
çıkarılan buluntularla Anadolu’da adı geçen bölgelerde yapılan kazılar
sonucu bulunan materyaller karşılaştırıldığında bu objelerin İskit ve

Kimmerlere ait oldukları anlaşılmaktadır. Yine aynı şekilde Norşuntepe,
Maşathöyük, Imirler Gömütü’nde gün ışığına çıkarılan bulgular diğer
bulgularla stil, teknik ve üslup açısından karşılaştırıldığında benzerlikler
tespit edilebilmektedir.

Netice olarak, günümüze kadar ulaşmış fililojik ve arkeolojik kaynaklar
değerlendirildiğinde ve karşılaştırıldığında Kimmer ve Iskitlerin Ön Asya
dünyasında önemli izler bıraktıkları ve burada bulunan yerleşik uygarlıkların
siyasi ve kültürel hayatları üzerinde önemli değişiklikler yaptıkları söylenebilir.

KAYNAKÇA

AKIŞEV, K.A. Kurgan Issık, Moskova, 1978.

AKURGAL, E. Phrygische Kunst, Berlin, 1955.

AMANCALOV, A.’The VVords of Ancestors”, Erdem, 5/15, (1989), 17-24.

AMANCALOV,A.”Runopodopnaya nadpis’is Sakskago Zakhoroneniya”,
Bestnik AN Kaz.USSR,12, (1971), 14-33.

ARRIANUS. Taktika, Çev. P.l. PROZOROVA, Moskova, 1948.

ANDERSON, J.G. “Hunting Magic in the Animal Style”, Bulletin of the
Museum of Far Eastern Antiguities, Stockholm, 1932.

ARSAL, S.M. Orta Asya, Ankara, 1933.

ARTMONOV, M.L Treasures from Scythian Tombs, London, 1969.

ARTMONOV, M.L Kımmeriyçı i Skifı, Leningrad, 1973.

AŞAN, M. “Yesi ve Çevresinde Sakalar”, Türkler, I, Ankara 2002, s.628-631.

AYDA, A. Türklerin İlk Ataları, Ankara, 1987.

AYTBAYEV, A. “Massagetler Hakkındaki Eski Kaynaklar”, Çev.K.ACAR,
Türkler, I, Ankara 2002, s.632-636.

BARNETT, R.D. “Phrygia and the Peoples of Anatolia in the Iron Age”,
Cambridge Ancient History, II, XXX, 1967.

BARNETT, R.D.-W.WATSON. “Russian Excavation in Armenia”, Irag, XVI/2,
1952, 134-147.

BARTHOLD, V.V. Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Ankara, 1975.

BAŞKAN, S. “Eski Türklerde Sanat”, Türkler, IV,Ankara, 2002.

BAYKARA, T. “Türklüğün En Eski Zamanlan”, Türkler, I, Ankara, 2002, 277-
307.

BELLİ, O. “Urartular”, Anadolu Uygarlıkları I, İstanbul, 1982.140-208

BELLİ, O. Anzaf kaleleri ve Urartu Tanrıları, İstanbul, 1998.

BERNARD.P. ve F.GRENET. Histoire et Cultes de l’Asie Centrale
Prelslamigue, Paris, 1991.

BİLGİ, Ö. “Orta Karadeniz Bölgesi Protohistorik Çağ Maden Sanatının
Kökeni ve Gelişimi”, Belleten, LXV,242, (Ekim 1991), 1-35.

BOEHMER, R.M. Die Kleinfunde von Boğazköy, Berlin, 1972.

BOKIY, N.G.-V.OTRESHENKO. “Kimmeriyskie Zahoroneniya na
Kirovogradtsine”, SA, I, Moskova, 1978.

BOKOVENKO, N.A. “The Tagar Culture in the Minusinsk Basin”, Nomads of
the Eurasian Steppes in the Early Iron Age, Berkeley, 1995,296-314.

BOKOVENKO, N.A. “Tagar Kültürü”, Çev.Alesker ALESKEROV, Türkler, I
Ankara 2002, 518-525.

BOKOVENKO, N.A. “Asian Influence on European Scythia”, Ancient
Civilizations from Scythia to Siberia,3/1,1996, 97-119.

BOROVKA, G. Scythian Art, London,1928.

BULUÇ, S. “Şaman”, İslam Ansiklopedisi, XI, 1979,310-335.

BURNEY, C. “A First Seasons of Excavation at the Urartian Citadel of
Kayalıdere”, Anatolian Studies, XVI, 1996.

CARTER, D. The Symbol of the Beast, New York, 1957.

COGAN, M.- H.TADMOR. “Gyges and Asurbanipal, A Study in Literary
Transmission”, Orientalia 46, 1977.

CZEGLEDY, K. Bozkır Kavimlerinin Doğudan Batıya Göçleri, Çev..E.Çoban,
İstanbul, 1998.

ÇETİNDAĞ, Y. “ Türk Kültüründe Hayvan ve Bitki Motifinin Seyri”, Türkler, IV,
Ankara, 2002, 171-181.

ÇİLİNGİROĞLU, A. “Tanrı Assur’a Bir Mektup”, Tarih İncelemeleri Dergisi,
11,1984.

ÇİLİNGİROĞLU, A. “Sargon’un Sekizinci Seferi ve Bazı Öneriler, Anadolu
Araştırmaları,

ÇİLİNGİROĞLU,A. “Van Ayanıs Kalesi Kazıları, KST, XXII, İstanbul, 1992.

ÇİLİNGİROĞLU, A. Eski Çağlardan Urartu Krallığının Sonuna Kadar Van,
İstanbul, 1995.

ÇİLİNGİROĞLU, A. Urartu Krallığı Tarihi ve Sanatı, İzmir, 1997.

ÇİLİNGİROĞLU, A. Urartu ve Kuzey Suriye Kültürel İlişkileri, İzmir, 1984.

ÇİLİNGİROĞLU, A. “Urartu’da Toplu Nüfus Akımları”, An.Ar, IX,(1983), 42-
61.

DERİN, Z. ve O.VV.MUSCARELLA. ”lron and Bronze Arrows”, Ayanis L Ten
Years Excavations at Rusahinili Eidurukai 1989-1998, Der. A.Çilingiroğlu ve
M. Salvini, (Roma, 2001), 189-217.

DE VRIES K. “Greeks and Phrygians in the Early Iron Age”, From Athens to
Gordion. The Papers of Memorial Symposium for R.S. Young,
(Philadelphia,1980), 33-48.

DE VRIES, K. “The Gordion Excavation Seasons of 1969-1973 and
Subsequent Research”, AJA, 94, (1990), 371-406.

DE VRIES, K. “The Assyrian Destruction of Gordion?” Paper delivered at the
Annual Meeting of the Archeological Institute of America. Chicago, 1997.

DIAKONOV, LM. “Media”, The Cambridge History of Iran, The Median and
Achaemenian Periods, Cambridge, 1985, 36-148.

DIAKONOV, LM.-S.M. KASHKAL Geographical Names According to Urartian
Texts, Cambridge, 1981.

DİYARBEKİRLİ, N. Hun Sanatı, İstanbul,1972.

DİYARBEKİRLİ, N. “Pazırık Halısı”, Türk Dünyası Araştırmaları, Ekim 1984,
31-52.

DİYARBEKİRLİ, N. Kazakistan’da Bulunan Eşik Kurganı, Cumhuriyetin 50.
Yılına Armağan, İstanbul, 1973.

DREWS, R. “The Earliest Greek Settlements on the Black Sea”, Journal of
Hellenic Studies, XCVI, London,18-31.

DURMUŞ, I. “Iskitlerin Kimliği”, Türkler, I, Ankara 2002, s.620-627.

DURMUŞ, I. “Sarmatlar”, Türkler,!, Ankara 2002, s.637-647.

DURMUŞ, I. Iskitler (Sakalar), Ankara, 1993.

DURMUŞ, I. “Saka Adı Üzerine”, Milli Folklor, 3/9, (1993), 33-34.

DURMUŞ, I. “Sakalar Iskitler mi?”, Kırım, 5, (1993), 29-33.

DURMUŞ, I. “Bozkır Kültür Çevresinde Runik (Oyma) Yazının Doğuşu ve
Gelişimi”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi,1,(1997),87-100.

DURMUŞ, I. “Bozkır Kültürünün Oluşumu ve Gelişiminde At”, GÜFEFSB
Dergisi, 2, (1997).

DURMUŞ, I. “Sarmatlar’da Sosyal ve Ekonomik Hayat”, GÜFEFSB Dergisi, I,
(1996).

DURMUŞ, I. “Iskitler”, Genel Türk Tarihi, I, Ankara 2002, 473-510.

EBERHARD, W. “Çin Kaynaklarına Göre Orta ve Garbi Asya Halklarının
Medeniyeti”, Türkiyat Mecmuası, Vll/I, (1942), 125-141.

EBERHARD, VV.Çin Tarihi, Ankara, 1987.

EBERHARD, W. Çin’in Şimal Komşuları, Ankara, 1942.

ELIADE, M. Shamanismi Arkana, New York, 1988.

EMRE, K. “Sultanhanı Höyüğü’nde 1971-1972 Yıllarında Yapılan Kazılar”,
Anadolu, XV,(1971),87-138. '

ERZEN, A. Çavuştepe I, Ankara, 1978.

ESİN U.-S. HARMAN KAYA, “1984 Değirmentepe (Malatya) Kurtarma Kazısı”,

  1. Kazı Sonuçları Toplantısı, (Ankara, 1986), 53-85.

ESİN, E. “”lç Asya’da Milattan Önceki Bin Yılda Türklerin Atalarına Atfedilen
Kültürler”, Türkler, I, Ankara 2002, 494-517.

ESİN, E. İslamiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslam’a Giriş, İstanbul,
1978.

From the Lands of the Scythians, Ancient Treasures From the Museums of
the U.S.S.R. 3000 B.C.-100 B.C. Der. Kohn RICHARDSON, NewYork, 1975.

FRYE, R.N. The Heritage of Central Asia, Princeton, 1998.

FRESSEL, J. Die Skyho-Saken die Urvaeter der Germanen, München, 1886.

GALANINA, L.K. “Frühskkythissche zaumzeug garnituren”, AMI 18, 1985, 87-
119.

GOLDMAN, H. Tarsus III, Princeton, 1963.

GRAKOV, B.N. Die Skythen, Berlin, 1978.

GREENEVVALT, C.H. “Sardes Campaign of 1986”, BASOR, 26,1990, 173-
177.

GRIAZNOV, M.P. “The Pazırık Bunal of Altaı”, AJA, XXXVII, (1933), 30-44.

GRISMAN, R. Iran, from the Earliest Times to Islamic Conguest, New York,
1954.

GROUSSET, R. Bozkır İmparatorluğu, İstanbul, 1980.

GÜNALTAY, Ş.’Türk tarih Tezi Hakkındaki İntihaların Mahiyeti ve Tezin Kafi
Zaferi”, Belleten, II, 1938, 337-365.

GÜVENÇ, B. Kültürün ABC’si, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,1997.

HANGAR, F. “The Eurasian Animal Style and the Altai Complex”, Artibus
Asiae, NewYork, 1952.

HANFMANN, G.M.A.-A.H. DETVVEILER. “Report on the Third Campaign at
Sardis”, Türk Arkeoloji Dergisi, Xl/L, 1961.

HARTMANN, L.G. “The Date of the Cimmerian Threat Against Asurbanipal
According to ABL 1931”, JNES, XXI, 25-37.

HAUSSIG, H.W. İpek Yolu ve Orta Asya Kültür Tarihi, Çev.M.Karayerli,
Kayseri, 1997.

HAUPTMANN, H. “Norşuntepe kazıları 1970”, Keban Projesi 1970
Çalışmaları, 1972.

HAYİT, B. Sovyetler Birliği’ndeki Türklüğün ve Islamın Bazı Meseleleri”,
İstanbul, 1987.

HENRICKSON, R.C. “Continuity and Discontinuity in the Ceramic Tradition at
Gordion during the Iron Age” Ed. A. Çilingiroğlu, D.H. French, Anatolian Iron
Ages 3, Ankara: 1994, 95-129.

HENRICKSON, R.C.- M.M. VOIGHT. “The early Iron Age at Gordion: the
evidence from the Yassıhöyük Stratigraphic Seguence” Ed. N. Tuna, Z.
Aktüre, M.Lynch , Thracians and Phrygians: Problems of Paralellism.
Ankara:1998,79-107.

HENRICKSON, R.C - M.M. VOIGHT. “Formation of the Phrygian State: The
Early Iron Age at Gordion”, Anatolian Studies, 50, 2000, 37-52.

HERODOTOS. Herodotos Tarihi, Çev. Müntekim ÖKMEN, Ankara,1991.

HERMANN, A. “Sakai”, Revue Pes Etudes Islamıgue, II, 1921,1770-1806.

HOMEROS. Odysseia, Çev. Azra ERHAT, İstanbul, 1984.

HOMEROS. Ilyada, Çev. Azra ERHAT, İstanbul, 1984.

Ibn BATUTA, Voyages d’lbn Batuta l-V, Çev. C.DEFREMERY-
B.R.SANGUİNETTI, Paris ,1858.

Ibn FADLAN, Ibn Fadlan’s Reiseberciht,(çev.Z.V.Togan), Leipzig,1939.

İNAN, A. Türk Tarihinin Ana Hatları, İstanbul, 1930.

İNAN,A. Tarihte ve Bugün Şamanism, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1995.

lNAN,A.“Altay Pazırık Kazısında Defin Törenleri”, Makaleler ve İncelemeler,
ll.cilt., Ankara 1991.

İNAN, A. “İkinci Pazırık Kurganı”, Belleten Dergisi,, XVI/61,1952.

İNAN, A.“Altay’da Pazırık Harfiyatında Çıkarılan Atların Vaziyetini Türklerin
Defin Merasimi Bakımından İzah”, İL TTK, İstanbul, 20-25 Eylül, 1937, 142-
145.

JACOPSEN, E.The Art of the Scythians. The Interpretation of Cultures at the
Edge of Hellenic World, Leiden, 1996.

JETMARR, K. Art of the Steppes, New York, 1964.

JETMARR, K. “Cross-dating in Central Asia.The Chronology of the Karasuk
and the Skythian Periods”, Central Asiatic Journal, V.XIV,4, 1970.

JETMARR, K. Body-painting and the Roots of the Scytho-Siberian Animal
Style. The Archeology of the Steppes. Methods and Stratejies,Napoli,
1992,3-15.

JETMARR, K. Die Frühen Steppenvolker-Kunst Der Welt, Holle Verlag
Baden, 1964.

JUNGE, J. Saka-Studien, Leipzig, 1939.

KAFALI, M. “Türkler’in Anayurdu”, Tarihte Türk Devletleri, I, Ankara, 1987.

KAFESOĞLU, I. Türk Milli Kültürü, İstanbul, 2002.

KALAÇ, M. “M.Ö. 745-620 Yükseliş Çağı’nda Büyük Asur Imparatorluğu’nun
Anadolu’ya Yayılışı”, Sümeroloji Araştırmaları Dergisi, I, 1941.

KALETSCH, H. “Zur Lydischen Chronologie”, Historia VII, 1958,1-47.

KHAZANOV, A.M. Nomads and the New World, Cambridge, 1984.

KINAL, F. Eski Anadolu Tarihi, Ankara, 1991.

KISELEV, S.V.Drevnyaya Istoriya Yujnoy Sibiri, Moskova, 1951.

KOCA, S. Türk Kültürünün Temelleri, İstanbul, 1990.

KOCA, S. “Türklerin Göçleri ve Yayılmaları”, Genel Türk Tarihi, c.l, Ankara
2002, s.453-474.

KOHLER, Ellen L. 1964 “Phrygian Animal Style and Nomadic Art”, Park Ages
and Nomads, Leiden, s.58-62.

KONYALI, I.H. “Mumya ve Türklerde Mumyacılık”, Tarih Konuşuyor, III/5,
1969, 1196-1199.

KOSSACK, G. “Gechichte und Aufgaben der archöologischen arforschung
Mittelasiens ander Schwelle zur erahen Eisenzet Eurasia Antigua I, 1995,
232-246.

KOŞAY, Z. Türk Tarih Kurumu Tarafından Yapılan Alaca Höyük Kazısı 1937-
1939’daki çalışmalar ve Keşiflere Ait İlk Rapor, Ankara, 1951.TTKY.

KOŞAY, Z. Türk Tarih Kurumu Tarafından Yapılan Pazarlı Harfiyatı Raporu,
Ankara, 1941, TTKY.

KROLL, S. “Die Kleinfunde”, Bastam II, Ed. W. KLEISS, Berlin, 1988.

KSENOPHON, Anabasis ,Çev. F. DURBACH, Paris, 1944.

KUBAN, Doğan. Batıya Göçün Sanatsal Evreleri-Anadolu’dan Önce Türklerin
Sanat Ortaklıkları, İstanbul, 1993.

KUDEYBERDIULI, Ş. Kırgız-Kazak Hem Hanlar Şeceresi Türk-, Alma-Ata,
1991.

KURACHIN, G. “Hasanlu Und die Skythen”, Iranica Antigua XVII, 1982.

KURAT, A.N. Türk Kavimleri ve Devletleri Tarihi, Ankara, 1972.

KURAT,A.N. IV.-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve
devletleri, Ankara, 1992.

KURT,H. “Orta Asya’nın Etnik ve Kültürel Kimliğinde Türklerin Rolü”,

NIEBUHR, B.G. A discertation on the geography of Herodotos and
Researches in to the history of Scythians, Getae and Sarmatians,
Oxford,1930.

LANDSBERGER, B. “Ön Asya Kadim Tarihinin Esas Meseleleri”, ILTürk
Tarih Kongresi Bildirileri, 1987, 98-114.

LANDSBERGER, B. - T. BAUER. “Zu neuveröffentlichten Geschichtsguellen
aus der Zeit von Asarhaddon bis Nabionid”, Zeitscrift für Assyriologie, 3/37,
Berlin-Leipzig, 1927.

LIGETI,L. Bilinmeyen İç Asya,Çev.S.KARATAY, Ankara, 1989.

LLOYD, S. “Sultantepe”, Anatolian Studies IV, London, 101-110.

LUCKENBILL.D.D. Ancient Records of Assyria and Babylonia, II, New York
1968.

MANSEL, A.M., Ege ve Yunan Tarihi, Ankara, 1971.

MARSADOLOV, L. “Altay’da Pazınk Kültürü”, Türkler, Cilt III, Ankara 2002.

MELIKISHVILI, G.A. Urartskie Klinoobraznye Nadpisi, 1960, Moskova.

MELIKISHVILI, G.A. Nairi-Urartu, Tiflis, 1955.

MELLINK, M.J. 1991: “The native kingdoms of Anatolia” The Cambridge
Ancient History, Vol III, 619-65.

MELLINK, M. J. “Postcript on Nomadic Art”, Park Ages and Nomads, Leiden,
1964.

MELYUKOVA, A.L “Scythians of Southeastern Europe”, Nomads of the
Eurasian Steppes in the Early Iron Age, Berkeley,1995,(Ed. J.D.Kimball-
V.A.Bashilov-L.T.Yablonsky)

MEMİŞ, E. Iskitlerin Tarihi, Konya, 1987.

MERİÇBOYU, Y.A. “At Koşumlarında Kayış Dağıtıcıları”, Arkeoloji ve Sanat
Dergisi, 19/76, 1997,2-9.

MENGHIN, O. VVeltgesch. Der Steinzeit. Wien,1931.

MINNS, E.H. The Scythians and Greeks, Cambridge, 1913.

MINNS, E.H. “The Scythians and Northern Nomads”, CAH, IX, 1970,s.187-
205.

MINNS,E.H. “Art of the Northern Nomads”, Proceedings of the British
Academy ,28, 1942.

MONGAIT, A.L. Archeology in the USSR, Pelican Books, 1961.

MORDTMANN, A.D. “Über die Keilinschrift en zweiter Gattung”,
ZDMG,XXIV,1870.

MUSCARELLA,O.W. 1995: “The Iron Age background to the formation of the
Phrygian State”, BASOR, 299/300: 91-101.

MUSCARELLA, O.W. Bronze & Iron, Ancient Near Eastern Artifacts,
Metropolitan Museum of Art, 1988.

MLILLER, V.-KARPE. “Atlı Göçebelerden Kalma Anadolu’daki Kovanlı Savaş
Kazma la rı ”, İn Memoriam/I.Metin Akyurt-Bahattin Devam Anı Kitabı. Eski
Yakın Doğu Kültürleri Üzerine İncelemeler/Studies for Ancient Near Eastern
Cultures, İstanbul, 1995,s.233-238.

NEMETH, G. “Türklüğün Eski çağı”, Ülkü, XV, 1940, 299-306.

NIEBUHR, B.G. A Discertation of the Geography of Herodotos and
Researches in to the History of the Scythians, Getae and Sarmatians,
Oxford, 1830.

ODLADNIKOV, A.P. Tarihin Şafağında İç Asya, Erken İç Asya Tarihi, Ankara,
2000.

OHENESIAN, K. Karmir-Blur IV, Moskova, 1955.

OLKHOVSKY,V.S. “Scythian Culture in the Crimea”, NESIA, Berkeley,
1995,(Ed. J.D. Kimball-V.A.Bashilov-L.T.Yablonsky)

OMURA, S. 1987 Yılı Kaman Kalehöyük Kazıları, X.KST-I,
Ankara, 1989,s. 153-168.

OSTEN, V. D. Discoveries in Anatolia 1930-31, Chicago, 1934.

OSTEN, V. D. The Alishar Höyük Seasons of 1930-32, Part II, Chicago,
1937.

ÖĞEL, B. Türk Mitolojisi I: Kaynakları ve Açıklamaları ile Destanlar,
Ankara, 1971.

ÖĞEL, B. Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, I, Ankara, 1981.

ÖĞEL, B. İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi-Orta Asya Kaynak ve
Buluntularına Göre, Ankara, 1991.

ÖKSE,T. “Sivas’ta bulunan İskit Tipi Ok Uçları”, Arkeoloji ve Sanat Dergisi,
sayı 64, 1994, s. 24.

ÖZER, Y.Z. “Son Arkeolojik Nazariyeler ve Subarlar”, II, TTKB, 1937, 115-
125.

ÖZGÜÇ, T. Maşat Höyük Kazıları ve Çevresindeki Araştırmalar,
Ankara, 1978.

ÖZGÜÇ,T. Maşat Höyük İL Boğazköyün Kuzeydoğusunda Bir Hitit Merkezi,
Ankara, 1982.

ÖZGÜÇ, T. “Horsebit from Altıntepe”, Archeologica Iranica et Orientalis,
Miscellania in honorem Louis vanden Berghe, Gent, 109-419.

ÖZKAYA, V. İ.Ö. Erken Birinci Binde Frig Boyalı Seramiği, Erzurum, 1995.

PARKER, E.H. A Thousand Years of the Tatars, New York, 1924.

PARPOLA, S. The Correspondance of Sargon II, Part I, Letters from Assyria
and the West, Vol.l, Helsinki.

PETRENKO, V.G. “Nomads of the Eurasian Steppes in the Early Iron Age”,
NESIA, Berkeley,1995, (Ed.J.D.Kimball-V.A.bashilov-L.T.Yablonsky)

PHILIPS, E.D. The Royal Hordes. Nomad Peoples of the Steppes,
London,1969.

PIOTORVSKY, B.B. “İskitlerin Dünyası”, Unesco’dan Görüş, XII, 1976, 4-8.

PIOTORVSKY, B.B. Scythian Art, Cambridge, 1982.

POISSON, G. Avrupa’nın iskan Tarihi, 1950.

POLOSMAK.N. “Siberian Mummy Unearthed”, National Geographic,
vol.186,no.4, October 1994,s.80-103.

POTRATZ, J. Die Skythen in Südrussland, Basel, 1963.

PRAYON, F. Phrygische Plastik, Berlin, 1987.

PYANKOV, I. “Sakalar”, Türkler, 1, Ankara 2002, s.611619.

PYANKOV/’LThe Ethnic History of the Sakas”, BAI, Vol.VIII, 1994,
Bloomfield Hills, 1996.

RADLOFF, R. Sibirya, Çev. A.Temir, Ankara, 1954.

RASONYI, L. Tarihte Türklük, Ankara, 1971.

RAVVLINSON, H.C. “The Persian Cuneiform Inscription at Behistun”,JRASx
X, 1847.

RICE, T.T. The Scythians, London, 1958.

RICE, T.T. Ancient Arts of Central Asia, New York, Frederick A. Praeger
Publishers, 1965.

ROLLE, R. “Urartu and Reiternomaden”, Saeculum, XXVIII-3, 1977.

ROLLE,G. Totenkult der Skythen, Berlin, 1979.

ROSTOVTZEFF, M.L Skythen und der Bosphorus, Berlin, 1931.

ROSTOVTZEFF, M.L Iranians and Greeks in South Russia, New York, 1969.

ROUX, J.P. Eskiçağ ve Ortaçağ’da Altay Türklerinde Ölüm, Çev.
A.KAZANCIGİL, İstanbul,1999.

RUDENKO, S.l. Kultura Naselleniya Gornogo Alfaya v Skifskoe Vremya,
Moskova, 1953.

RUDENKO, S.l. Frozen Tombs of Siberia. The Pazyryk Burials of Iron Age
Horseman. (trans, by VV.Thompson), University of California Press, Berkeley
and Los Angeles, 1970.

SAMS, G.K.“Phrygian painted animals: Anatolian Orientalizing Art”, Anatolian
Studies 24, 1974, 169-96.

SAMS, G.K.The Phrygian Painted Pottery of Early Iron Age Gordion and it’s
Anatolian Setting, 1971,23-29, 247; Gordion Excavation 1950-1973; Final
Reports IV, 1994.

SAMS, G.K. 1988: “The Early Phrygian period at Gordion: toward a cultural
identity”, Notes in History of Art ,7 (3/4), 9-15.

SAMS, G.K. 1995: “Midas of Gordion and the Anatolian kingdom of Phrygia”
Notes in History of Art, 9 (4/5), 12-21.

SAMS, G.K.-VOIGHT, M.M. “Work at Gordion in 1988”, KST 11(2), 1990,77-
105.

SAMS, G.K.-VOIGHT, M.M. “Work at Gordion in 1989”, KST, 16(1),
1991,369-92.

SAMS, G.K.- VOIGHT, M.M. “Gordion archeological activities 1993”, KST
16(1), 1995,369-92.

SAN, Oya, “Bazı Bulgular Işığında Anadolu’da Kimmerve İskit varlığı Üzerine
Gözlemler”, Belleten Dergisi, 239, LXIV, Nisan 2000, 1-23.

SASSON.K. Civilizations of the Ancient Near East l-ll,New York: 147-59.

SCHMİDT, E. “Test Excavation in the City of Kerkenes Dağ”,
AJSL,XLV,1929.

SCHMOKEL, H. Kulturgeschichte des Alter Orients, Stutgart, 1961.

SEEHER, J. “Die Necropole von Demircihöyük-Sarıket im 7,bis 4”, Istanbuler
Mitteilungen 48, Berlin, (1996), 135-155.

SEMENTSOV, A.A.; ZAITSEVA.G.I; GORDSDORF.J.; NAGLER, A.;
PARZİNGER, G.; BOKOVENKO, N.A.; CHUGUNOV, K.V.; LEBEDEVA, L.M.
“Chronology of the burial finds from the Scythian monuments in Southern
Siberia and Central Asia/Radiocarbon”, Archeologiçeskiy sbornik
Gosudarstvennogo Ermitaja. v.40,no.2, (1999), 713-720

SEVİN, V. “Frigler”, Anadolu Uygarlıkları II,İstanbul, 1982.

SEVİN, V. “Lydyalılar”, Anadolu Uygarlıkları I, İstanbul, 1984, 276-308.

SEYİDOF, M. “Altın Muhabirin Soy-Etnik Talihi Hakkında”, Kardaş
Edebiyatlar, V, 1983, s.30-39.

SKOBELEV, S.G. “Eski ve Çağdaş Türklerde Umay Tanrıçası Görüntüsünün
Parçaları ve İkonografisi” Çev.S.UCHGUL, Türkler, III, Ankara: Yeni Türkiye
Yayınları, 2002, 922-926.

SMIRNOV, A.P. Die Skythen, Moskova, 1966.

STRABON.Coğrafya (Geographika) Çev. A.PEKMAN, İstanbul, 1969.

STRECK, M. Asurbanipal und die letsten Assyrischen Könige bis zum
Umtergange Ninihev’s, Leipzig, 1975.

SULIMIRSKI,T. “The Scythian Age in USSR”, Bulletin of Archeology of
London X, 1977.

SULIMIRSKI, T.-T.TAYLOR. “The Scythians”, CAH, III/2, 1991.

SULIMIRSKI.T. “Cimmerian Problem”, Bulletin of the Instıtu of Archeology of
London II, 1959.

SÜLEYMANOV,O. “Ceti Sudin Köne Cazbaları”, Kazak Edebiyatı, 1994.

TADMOR, H. - COGAN, M. “Gyges and Asurbanipal, A Study in Literary
Transmission”, Orientalia, 46, 1977, 65-85.

TANSUĞ, K. “Kimmerlerin Anadolu’ya Girişleri ve M.Ö. 7. Yüzyılda Asur
Devleti’nin Anadolu ile Münasebetleri”, DTCF Dergisi, VII/4, 535-550.

TARHAN, M.T. “İskitlerin Dini İnanç ve Adetleri”, Edebiyat Fakültesi Dergisi,
23, 1969, 145-170.

TARHAN, M.T."Eskiçağda Kimmerler Problemi”, VIII, TTKB, 1,1979,s.355-
369.

TARHAN, M.T. “Eski Anadolu Tarihinde Kimmerler”, AST, I, Ankara, 1984,
109-120.

TARHAN, M.T. “Ön Asya Dünyasında İlk Türkler: Kimmerler ve iskitler”,
Genel Türk Tarihi, I, Ankara, 2002, 511-532.

TARHAN, M.T. “Bozkır Medeniyetleri’nin Kısa Kronolojisi”, Tarih Dergisi, 24,
(1970), 21-32.

THUKYDIDES. Peloponnessoslularla AtinalIların Savaşı, II, Ankara, 1975.

TOGAN, Z.V. Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi, I, İstanbul, 1981.

TOGAN, Z.V. Umumi Türk Tarihine Giriş, I, İstanbul, 1981.

TOGAN, Z.V. “Sakalar”(l) BTTD, 17, 1986, 20-24.

TOMASCHEK, W. Kritik Der Aeltesten Nachrichten über den Skythischen
Norden, I, Wien, 1988.

TOYNBEE, Arnold. A Study of History, Cambridge, 1984.

ÜNAL, V. “Zwei Graber eurasischer Reiternomaden im Nördlichen
Zentralanatolien”, Beitrage zur Allgemeinen und Vergleichenden. Archaologie
4, 1982, s.65-82.

VVALDBAUM, N.B.C. Metalvvork from Sardis, Finds Through 1974,
Cambridge, 1983.

VVATERMAN, L.W. Royal Correspondance of the Assyrian Empire, Ann
Arbor, 1930.

WELLS, H.G. An Outline of History, I, New York, 1956.

VVILSER, L. Investigations in the Province of Gotho-Slavonic Relations, St.
Petersburg, 1899.

WRIGHT, F.M. “The Eighth Campaign of Sargon II”, JNES 2,1943.

VERNADSKY, G. A History of Russia, I, New Haven, 1943.

VOIGHT, M.M. 1997: “Gordion”, The Oxford Encyclopedia of Archeology in
the Near East Vol.2. New York:426-31.

VOIGHT M.M. - HENRICKSON.R.C. “Formation of the Phrygian State: The
Early Iron Age at Gordion”, Anatolian Studies, 50, 2000, 37-54.

YABLONSKY, L.T. “The Material Culture of the Saka and Historical
Reconstruction”, NEŞlA.Berkeley.igOö.Ed.J.D.KIMBALL-V.A.BASHlLOV-
L.T.YABLONSKY, 201-235.

YILMAZ, A. “İskit Sanatı”, Türkler, IV, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002,
26-32.

YOUNG, R.S. “The 1963 campaign at Gordion”, AJA ,68, 1964, 279-92.

YOUNG, R.S. Three Great Early Tumuli. The Gordion Excavations Final
Reports,I, Pensylvania ,1989.

YOUNG, R.S. “ The Nomadic Impact: Gordion”, Park Ages and Nomads,
Leiden, 1964, s.52-57.

YOUNG, R.S. A Guide to the Excavation and Museum, Cambridge, 1968.

ZABELIN, I.E. İstoria Ruskoy Jizni, Moscovv, 1876.

ZEDER, M.A- ARTER, S.R.“Changing patterns of animal utilization at ancient
Gordion”, Paleorient 20(2), 1994, 105-18.

ZELENINE, D.K. Kült Ongonov v Sibiri, Moskova-Leningrad, 1936.

ZEUS, K. Die Deutschen und Nachbarstaemme, München, 1837.

ZIMANSKY, Paul. “Urartian Geography and Sargon’s Eighth Campaign”,
JNES, vol.49, January-October 1990, s. 1-23.

ZVELEBIL, M. “Der Aufstieg der nomaden im

Zentralasien”,CEA,München, 1980.

EKLER

HARİTA VE RESİMLER CETVELİ

Harita 1: Saka İmparatorluğu ( Türkler,c: III, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları,
2002)

Harita 2: İskitler ve Kimmerlerin Ön Asya’ya giriş güzergahları (Koca, S.
“Türklerin Göçleri ve Yayılmaları”, Genel Türk Tarihi, c.l, Ankara, 2002)

Harita 3: İskitler ve Kimmerlerin Etkilediği Dönemde Ön Asya ( Koca, S.
“Türklerin Göçleri ve Yayılmaları”, Genel Türk Tarihi, c.l, Ankara, 2002)

Resim 1: İskitler Dönemi Altın Geyik Figürü (Kastromskaya Kurganı)
(Türkler, c:III, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 2: Pazırık Kurganından Keçe Örtü ( Diyarbekirli, N. “Pazırık Halısı”,
TDA, 1984)

Resim 3: Pazırık Kurganından Keçe At Haşası ( Türkler, c:lll, Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 4a: Pazırık Kurganı’ndan Keçe Eyer (M.Ö. V-IV. yy.) ( Türkler, c:lll,
Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 4b: Bronz ve ağaçtan yapılmış at başı figürlü gem ve koşum süsleri
(M.Ö. V-l11. yy.)(Türkler, c: III, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 5: İskitler Dönemi dağ keçisi figürlü çadır tepeliği (Türkler, c: II,
Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 6a: At figürlü altın tokalar (Issık Kurganı, M.Ö. V-IV yy.) (Türkler, c: III,
Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 6b: Bronz ve ağaçtan yapılmış at koşumları (M.Ö. V-l11 yy.) ( Türkler,
c:III, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 7a:İskitler Dönemi Altın Kolye ( Türkler, c: I, Ankara: Yeni Türkiye
Yayınları, 2002)

Resim 7b:İskitler Dönemi Altın Baltadan Simetrik Keçi Figürleri (Türkler, c:l,
Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 8: Kurt Figürlü at koşumu süsü, Pazırık II Kurganı (M.Ö. V-IV yy.)
(Türkler, c: I, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 9a:İskitler Dönemi Demir-Gümüş Karışımı kuş figürü (Yedi Kardeşler
Kurganı) (Türkler, c:I, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 9b: İskitler Dönemi üzeri fantastik yaratık figürlü ayna arkalığı (Türkler,
c:I, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 10a: İskitler Dönemi savaş sahnesi figürlü altın tarak (Solako Kurganı)
(Türkler, c:I, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 10b: İskitler Dönemi kadın tacından ayrıntı (Türkler, c:l, Ankara: yeni
Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 11a: Pazırık Kurganı’ndan ağaç ve altın kaplamalı at koşum süsleri
(M.Ö. V-IV yy.) ( Türkler, c: II, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 11b: Bronz Gemler, Orta Kazakistan Tamola Kurganı (M.Ö. VII-VI yy.)
(Türkler, c:ll, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 12: Kurgan buluntularına göre çizilmiş İskit süvarisi (Türkler, c:ll,
Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 13a: Leopar figürlü süs plakalr semireciye V-IV.yy., Issık Kurganı.
(Kazakistan Arkeoloji Müzesi) (Türkler, c: III, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları,
2002)

Resim 13b: İskit hayvan üslubu etkisinde antik Yunanistan’dan yaka iğnesi
(Türkler, c: III, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002)

Resim 14: İskit ok ve ok başlıkları. Karmir-Blur (Piotrovsky, B. Vanskoe
Tsarstvo, Moskova, 1958.

Resim 15: İskit Kadın baş giyimleri ( Miroshina, T. “ Nekotorıe Tipi Skifskih
jenskih Golovıh Uborov IV-III vv. Do n.e.”, Sovatskaya Arheologiya, c.lV,
Nauka Yayınevi, Moskova)


Saka İmparatorluğu


Harita 2: İşkiller ve Kimmcrlcrin Ön Asya’ya Giriş Güzergahtan (Murzin 199i. Abb. 5)


Harita I: Iskicter ve Kimmericrin Etkilediği Dönemde Ön Asya


İSKİTLER DÖNEMİ ALTIN GEYİK FİGÜRÜ
(KASTROMSKAYA KURGANI)


PAZIRIK KURGANINDAN KEÇE
DUVAR ÖRTÜSÜNDEN DETAY
M.Ö. V-IV. YY.

Keçe, Pazirik kurganindan keçe örtü

M.Ö. V-IV. YY.

PAZIRIK KURGANINDAN KEÇE
AT HAŞASI, M.Ö. V-IV. YY






































Pazirik kurgani’ndan keçe eyer

(M.Ö. V-IV. YY.)
















Bronz ve ağaçtan yapilmiş
AT BAŞI FİGÜRLÜ GEM VE KOŞUM SÜSLERİ
(M.Ö. V-II1. YY.)





Ar FİGÜRLÜ ALTIN TOKALAR

(IŞIK KURGANI, M.Ö. V-IV. YY.)

Resim 6a


Bronz ve ağaçtan yapilmiş at koşumlari

(M.Ö. V-III. YY.)



Kurt figürlü at koşumu süsü,
Pazirik II. Kurgani, (M.Ö. V.-IV.yy.)

ÎSKİTLER DÖNEMİ DeMİR-GÜMÜŞ KARIŞIMI

Kuş Figürü (yedî kardeşler kurgani)

Resim 9a

İskİtler Dönemi
ÜZERİ FANTASTİK YARATIK
Figürlü Ayna Arkaliği

(/ t, û ,«










































İSKtTLER Dönemi Savaş Sahnesi Figürlü Altin Tarak (ön yüz)
(SOLAKO KURGANI}

Resim 1 Oa

İSKİTLER DÖNEMÎ I<ADIN TACINDAN AYRINTI

















P AZIRIK K URGAN l’N D A N

AĞAÇ VE ALTIN KAPLAMALI AT KOŞUM SÜSLERİ
(M.Ö. V-IV. YY.)





Bronz gemler, orta Kazakistan

TAMOLA KURGANI (M.Ö. VII-VI. YY.)
















Kurgan buluntularina göre çİzîlmîş îsktt süvarisi



LeOPEAR FİGÜRLÜ SÜS PLAKALAR SeMİRECİYE V-IV.

1SS1K KURGANI

Kazakistan akkioioh müzfsi

Resim 13a


ÎSKİT HAYVAN ÜSLUBU ETKİSİNDE
ANTİK YUNANİSTAN’DAN YAKA İĞNESİ

Resim 14






















Resim 15









Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar