SON DÖNEM OSMANLI DÜŞÜNCESİNDE İRADE HÜRRİYETİ (1908-1918)
BİRİNCİ BÖLÜM
SON DÖNEM
OSMANLI DÜŞÜNCESİNDE İRADE TARTIŞMALARINI
ETKİLEYEN AMİLLER
A.
İrade Meselesini Ele
Almayı Gerektiren Amiller
Devlet-i Âl-i Osmanî’nin haşmetli günlerinin devamını
engelleyen sebepler üzerine kafa yoran ve durumu düzeltme adına çeşitli
teşebbüslerde bulunan iradenin devlet mekanizmasının işleyişindeki aksaklıkları
izaleye yönelik giriştiği arayışlar “ıslah” ve “nizam” kavramları etrafında
döner. Islah kavramıyla karşılanan, mevcut hali herhangi bir yön tayin etmeden
düzeltmeyi ifade eden ve mevcut yapıyı benimseyip merkeze alan bu çabalar
ahlâkî düzelmeyi ıslahın esası kabul eder. Ahlâkın merkezî bir role sahip
olduğu İslâm-Türk nasihatnâme ve siyasetnâme geleneğine götürülebilen bu tavır
ve arayış, dünya-ahiret dengesinin de mihverini teşkil eder. Ahlâkî kaygılarla
birlikte kurumsal ve idarî düzenlemeler teklif eden ve tedbir merkezli bir
okuma yürüten bu çabalar, uzun zaman bir usûl olarak benimsenmiştir. İdarî ve
siyasî mekanizmanın sıhhatinin askeri neticelerle test edilmesi, daha ciddi
tedbirler ve düzenlemeler yapmayı zorunlu hale getirecek ve bu düzenlemeler
yapılırken referans çerçevesi, eski şaşaalı günlere telmihen söylenen ve
Tanzimat’a da tesir eden bir belirleyiciliğe sahip olan kanûn-ı kadîme dönme
fikri olacaktır.[1] Girişilen teşebbüslerin
ahlâkî ve idarî bozulmayı engelleyememesi ve askerî başarılar olarak geri
dönmemesi, problemin ciddiyetini artırdığı gibi artık “başarısı tescillenen”
karşı bir cephe olarak Batılıların ne yaptıkları meselesini gündeme
getirmiştir:
“Bâhusûs tavâif-i nasâra bir
millet-i pür-nekbet ve ahâli-i İslâma nisbet-i kıllet ve tıynet ve cibilliyetde
zaaf ve hakâret-evzen iken bir müddetden berü âleme intişâr ile nice nice
memâlike istilâ ve devlet-i âliye-i kâhire-i Osmâniye askerine dahi sûret-i
galebede göründüklerine dahi bâis u bâdi-i hâlât ve esbâb ve ilel ve âlât ne
idiğünü fehm ve idrakde ve bu hikmet-i garibeye intikâl ve ittilâ’da dâmin-i
gayret-i âcizâne meyân-ı sa’y ve ictihâda bende...”[2]
İbrahim Müteferrika’nın yaptığı tahliller, askerî bir
tanzim fikri etrafında döner. Islah fikrinden tanzim fikrine geçen Osmanlı
devlet ricali için artık Batı bir referans olma ehemmiyetini haizdir. Bu
düzenlemelerde mevkii muallâk olan kanûn-ı kadim yerini giderek askerî yapıyla
ilişkisi olması hasebiyle Avrupa’nın teknik kurumlarına bırakmıştır. Batının
tekniğini üstün kabul etmenin beraberinde idarî düzenlemeleri de icbar etmesi,
“medeniyet” denilen bir kavram etrafında Batılıların üstünlüklerini tescil ve
itirafla neticelenmiştir.[3] Askerî ve
idarî düzenlemelerin yetersizliği fikri, beraberinde kılık-kıyafet gibi daha
çok insanı ilgilendiren hususlarda yapılan düzenlemelerle devam ederken
neticesiz kalan her değişiklik yenisinin müsebbibi ve meşrûiyeti olarak mevcut
insan tipini değiştirmeye doğru giden bir silsilenin başlangıcı olmuştur.
Tanzimat’la birlikte devletin üst kademelerinde kendini kabul ettiren
Avrupalılara benzemek fikri, siyasî ve idarî düzenlemelerle ciddi mesafeler
alırken aynı zamanda Avrupaî tarzdaki eğitim müesseseleri, batının aynen taklit
edilip edilmemesi hususunda iki farklı tavrın gelişmesine sebep olmuştur.[4] XIX.
Asrın ikinci yarısı itibariyle insanı değiştirme fikrinde karar kılan Osmanlı
yöneticileri bir sürü teşebbüsle buna öncülük etmişlerdir.
Matbuatın yaygınlaşmasıyla birlikte gazete ve mecmuaların
da katıldığı bu yeni aydın dolayısıyla yeni insan tipi arayışı, ansiklopedik
kabul edilebilecek bilgiler etrafında dönen ve ilmi faaliyetler olarak da
değerlendirilebilecek bir çabaya şahit olacaktır. Bununla birlikte Sultan
Abdülaziz devrinde baş gösteren Yeni Osmanlıların muhalefeti hem Osmanlı
içindeki insan arayışlarının yönünü tayin eden hem de bu çabaların devlet
kontrolü haricinde şekillendiği bir yapı ortaya çıkaracaktır. Islah, tecdid,
tanzim gibi kavramlarla ifade edilen bu değişimin insana kadar uzanması,
kendini zayıf veya geri kabul edip Batının üstünlüğünü kabullenme ve Batının
mevcut halini yakalama arzusu olarak asrîleşme ve sonraları ifade edileceği
gibi batılılaşma denen topyekün bir arayışla birleşerek İslam-Türk tarihinin
tecrübe etmediği bir vadi açmıştır. Cevdet Paşa’nın “devlet bir asr-ı cedide
girmiş oldu”[5] dediği
Tanzimat’la girilen bu yolda devletin yürüttüğü siyasetin dışına çıkan bu yapı,
kendini belli kavramlarla ifade eden bir değişme ve değiştirme arzusunun
ifadesidir. Diğer taraftan Avrupa’da olup bitenleri medeniyet adı altında
ulaşılması gereken bir seviye olarak tespit ve tayin etmek zorunda kalan
Osmanlıların bu kavram etrafında belirlediği şey bir kurtuluş çabası olmuştur.
Bu çabanın dini bir zemine kavuşturulması ve felah ve necat çağrılarının aynı
zamanda şer’i bir zemin arayışına sahne olması ciddi bir zihni karışıklığa yol
açacaktır.[6]
Tanzimat siyaseti olan Osmanlıcılığın iflası sonrasında
ortaya çıkan İslâmcılık ve Türkçülük, Osmanlıların batıyı karşılamak ve alt
etmek için giriştikleri iki mühim çabayı gösterir. Kademe farklılıklarına
rağmen bu fikirlerin münşîlerinin aynı isimler olabilmesi bu seyyaliyetin
derecesini göstermek bakımından dikkate değerdir. Bunun yanında bu çabaların
devlet iradesi dışında ürettiği kavramlara hemen her fikrî akımın sahip çıkması
ortak hafızanın kaygı ve beklentilerinin benzerliğinden kaynaklanmaktadır. Yeni
Osmanlılar etrafında muhtevası tayin edilmiş birçok kavramın siyasî kopuşlardan
bağımsız olarak devlet ve milletin bekası fikri etrafında ve devlet merkezli
okunması, ortak zemine rağmen fikrî bir karmaşaya sebep olacaktır.
Batılı tarzda girişilen teşebbüslerin aynı zamanda bir
zihniyet dönüşümüne uzanması Osmanlı toplum ve insan yapısını derinden
etkileyecektir. Klâsik dönemin adalet ve şeriat üzerinden inşa ve ifade ettiği
muhalefet artık Fransız İhtilâli’nden mülhem hürriyet, müsâvât ve iktidarı
paylaşmak adına adalet üzerinden yürütülecektir. Siyasetnâme ve nasihatnâme
geleneğinin şekillendirdiği bir adalet anlayışı yerine Avrupa’dan mülhem
değerlerle içi doldurulan kavramların çerçevesini çizdiği siyasî mücadelede
birçok kavramın manası değişirken bambaşka manalara sahip “hürriyet” kavramı da
bu arzunun değişik bir veçhesi haline gelecektir. Adalet ve hürriyete yüklenen
bu yeni manalar hemen hemen bütün Osmanlı dünyasının iklimini değiştirirken
kapısından yeni girdiklerine inandıkları medeniyetin büyülü havasının etkisi
her adımda kendini hissettirecektir.
Osmanlı toplum hiyerarşisinin en tepesinde bulunan
Müslümanlar, Tanzimat’ın ilanıyla beraber bir arada yaşamak adına hukukî bir
süreç olarak başlayan müsâvât uygulamasıyla birlikte sahip oldukları bu konumu
paylaşmak hatta terk etmek zorunda kalmışlardır.[7] Osmanlı zihninde büyük
travmalara yol açan bu durum, dinî ve fikrî birçok meşrulaştırma teşebbüsüne
rağmen fiilî boyuta geç vakitlere kadar geçmemiştir. Hukukî olarak müsavî olma
manasına insan olması hasebiyle herkesin sahip olduğu hürriyet ve müsâvâtın
-kölelik kurumu istisna edilirse- literatür karşılığı hukukî yapıda mevcuttur.
Müsâvâtla bağlantılı din ve vicdan hürriyetinin mevcudiyeti özellikle İslâm
üzerinden bir savunma aracı olarak sık sık tercih edilen bir dil ve üslup
haline gelecektir. Ulema ve İslâmcıların da iştirak etmek zorunda kaldıkları bu
müsâvât fikrinin ne kadar siyasî ne kadar hakikî olduğunu tefrik etmek zor iken
aynı karede yer alan adalet ve hürriyet fikrini savunmak daha kolay
benimsenilir ve savunulur hale gelmiştir.[8] Fakat bütün bu çabalar
Müslüman’ın üstünlüğü fikrine zarar verecek ve bu his kaybı, yeni insan tipi
arayışlarında müessir bir amil olacaktır.
Bu kavramlarla beraber methi geçen bu hususların İslâm’ın
da emri olduğu fikri hatta ve hatta bu güzelliklerin Avrupa’ya İslâm yoluyla
geçtiği tezi esas ittihaz edilen müdafaalardan biri olacaktır.[9] Mesela
Osmanlı Modernleşmesinin mühim simalarından Ahmed Cevdet Paşa, Fransız
İhtilâli’nden bahsederken hürriyet fikrinin Avrupa’ya intikalini şu cümlelerle
izah etmektedir:
“Muhârebât-ı
Salîbiyye münasebetiyle Firenkler memâlik-i şarkiyyeye gelüb de millet-i
İslâm’da hürriyet ve serbesiyyetî gördükleri gibi gözleri açılarak insanda
ahvâl-i tabîiyyeden olan hürriyet sevdâsı cümlesinin efkârını sarmış olduğundan
bular evvelki halde kullanılamayub refte refte kendilerine bazı müsâ‘adât
i’tâsına mecbûriyet gelmiş idi.”[10]
Hıristiyanlığın başına gelenlerin İslâm’ın başına
gelmeyeceği, zaten İslâmiyet’in ilmi, bilimi teşvik ettiği vurgusu güvenle
korkunun iç içe geçtiği bir halet-i ruhiyeyi yansıtır. Buna göre bütün bu
medeniyet, terakki ve bunların neticesi olan ilim, fen ve sanayiyi emreden,
teşvik eden ve bugünkü Avrupa’nın ulaştığı neticenin müsebbibi olan bir İslâm
fotoğrafı karşımıza çıkmaktadır. Özellikle İslâm’ın ilme, fenne, sınaate mani
değil âmir olduğu ile ilgili iddialar beraberinde muazzam bir terakki ve
tekâmül edebiyatı meydana gelecektir.[11] Kurtuluş çaresi olarak
Avrupa’yı taklid etme fikrinde var olan yaygınlık zamanla müsellemât seviyesine
çıkarken diğer taraftan ikinci bir tavır gibi gözüken “İslâmiyet’in aslına
döner ve Avrupa’nın bilim ve tekniği alınırsa terakki ve tekâmül mümkün
olacaktır” kaziyesi ortaya atılacaktır.[12]
İslâm iyi olanı almayı teşvik eder. Bu iyi olan şeyi
-hikmet hadisi olarak da ifade edilir-mümin yitik malı olarak her nerede
bulursa alır.[13] İlmin
evrensel karaktere sahip olduğuyla ilgili kanaatlerin yaygınlık kazanmaya
başlaması ve ilme biçilen ‘tarafsız’ karakter,[14] batıkların ahlâkına dair
tereddütlere rağmen[15] ahlâkî
kaygıları izale
edecektir. Din-ilim, din-akıl arasında çatışma
yaşanmayacağı kabulü ve alınan şeylerin merkezinin akılla kurduğu münasebet,
alınacak şeylerin tek otoritesi olarak aklı ön plana çıkaracaktır. Özellikle
hikmet mefhumuyla ifadesini bulan bu anlayışa göre iyi olan şeyler şeriatla,
nakille çatışmaz. Bu kabul de ilim kabul edilen şeylerin aynı zamanda ahlâkî
olarak da iyi olduğu fikrini benimsemeyi kolaylaştırmıştır.37 [16] Yeni İlm-i
Kelâm cereyanının en çok etkilendiği saha olan bu akıl merkezli okuma çabası
irade meselesinde mühim tesirler meydana getirecek ve tavsiye edilen şeyin
batılı bir iş ve vazife ahlâkı olması sebebiyle Batının ahlâkını alma
hususundaki tahditler sadece ahlâkî olarak kötülenen ve zaten dinin yasakladığı
davranışlardan ibaret kalacaktır. İslâm- Müslüman ayrımına varan bir dil
geliştirerek İslâm’ın Müslümanları geri bırakmadığı, geri kalanın Müslümanlar
olduğu çağrıları ve İslâm’ın bugünkü medeniyetin ulaştığı ve ulaşmaya çalıştığı
bir seviyeye zaten sahip olduğu iddiaları birçok ahlâkî kaydı ortadan kaldıracaktır.
Özellikle irade ve ilim meseleleri etrafında cereyan eden
bu tartışmalar, hürriyetin çeşitli manalarıyla çatallanarak bugünkü medeniyet
seviyesinin gelmeye çalıştığı yerin ideal olarak İslâm’da mevcut olduğu
iddiası, beraberinde gerçek İslâm arayışına hız verdi.[17] Kaynaklara dönerek İslâm’ın
gerçeğini ortaya çıkarma ve modernleşmeyle intibak arayışları mevcut
problemlerin yanı başında birçok itikadî, felsefi ve ahlâkî problemi
beraberinde getirdi.[18] Bir taraftan
kaynaklara dönme fikrini işleyen modernist İslâm düşüncesi, diğer taraftan
“Doğru tektir o da İslâm’dadır” fikrini terk ederek yerini hikmet hadisi ile
ifadesini bulan “doğruyu nerede olursa olsun alınız” aşamasına geldi. Bir
paradoks olarak karşımıza çıkan bu tutum dinî olan hakkındaki itimadı
zayıflattığı gibi bir filtre olarak Batıdan alınanların tahlil ve tenkide tabi
tutulmasının önüne geçti.
Batı’da meydana gelen gelişmelerin din ve kurumlarına
yönelik tenkitlerini Hıristiyanlıkla mukayeseli olarak reddeden Müslümanlar’ın
ruhbanlık ve içtihad tartışmaları[19] muvacehesinde ulema
kurumu etrafında kopardıkları spekülasyonlar, otorite fikrini zaafa uğrattığı
gibi Osmanlı idarî ve siyasî hayatıyla birlikte her türlü arayış için İslâm ve
kendi kültür havzası dışında bir referans arayışına meşrûiyet sağlamıştır.[20] Eğitimde
baş gösteren ikiliğin körüklediği bu yapı sonucunda tamamen İslâm’dan ve o
referans dünyasından kopuk bir neslin yetişmesinin de yardımıyla farklı bir
referans çevresi otorite haline gelecektir:
“Ekser
mesâlik-i felsefiyye cebri kendilerine mebde' ittihaz ettikleri halde edille-i
semiyye ve akliyyeyi bir araya getiren, din ile felsefeyi barıştıran ulemâ-i
mütekellimînimiz irâde-i cüz'iyyeyi isbât ederek dâvayı bugünkü rasyonalist
ahlâkiyyunun matlûbu dairesinde halletmişlerdir”[21]
Bu kopuşun
başlangıcına dair Mehmed Arifin şikâyetleri II. Meşrutiyet’ten çok önce karşı
karşıya olunan vaziyeti göstermektedir:
“Ezcümle
Montesqu’nun Ruhu ’l-Kavânîn ismindeki kitabında (her kavim lâyık olduğu
hükümeti bulur) mealinde söylemiş olduğu bir söz, kaenne emsâline dünyada
destires olunması gayr-i kâbil bir düstur-ı mühim addolunarak Avrupalıların
kat’-ı nazar, ma’riz-i tahsîn ve istişhâdda Müslümanlarımız indinde dahi meclis
meclis nakl olunur da bu cümle-i asliyenin daha bin kat fevkinde parlak ve
ma’nidâr bir ta’bir ile îrâd buyrulan ‘Bulunduğunuz hâle göre tevelli ve idâre
olunursunuz’ hadis-i şerifi kâle alınmaz ve bu meale yakın olan ‘kavim
nefislerini tagayyur etmeyince Alah onları tagayyur etmez yani bozmaz’ âyet-i
kerimesi hiç bahse konulmaz. Böyle şeyler gayret-i dîniyye olmasa bile insanın
uluvv-i cenâbına dokunur.”[22]
Mehmed Arif, Avrupalı bir filozofa yapılan atfın Râzî’den,
Gazzâlî’den yapılan iktibaslara nazaran gördüğü ilgiyi izah ederken
zorlanmaktadır. Meselenin vahametini ve bir kesimin zihni yapısını gösteren bu
örnek aynı zamanda Osmanlı zihin dünyasında doğan çarpıklığı izale yollarının
kapandığı anlamına gelir. Mi’yar ve mihver olarak İslâm’ın veya şeriatın esas
olmaktan çıkmasıyla dinî olanın da ancak dünyevî olana referansla meşru ve
makbul hale geleceği bir süreç başlayacaktır.[23]
Devâsa meselelerin dinin ve devletin mevcudiyetini tehdit
ederek git gide çözümsüz hale gelmesi acil ve pratik kaygıları barındırmayan
meseleleri ikinci hatta üçüncü plana atarak bu ihtiyaçlara cevap vermesi
gerekenlerin hız ve itibarlarını tayin etmiştir.[24] Ulemanın giderek irtifa
kaybetmesinde en önemli amili olan bu durum, Tanzimat aydınlarının
dolduracakları bir boşluk doğuracaktır. Dönemdeki bu aciliyeti ifade için
birçok kişi tarafından kullanılan ve İsmail Kara’nın seyl-i hurûşan
kavramı ile formule ettiği[25] bu durum geriye doğru
Jön-Türklere kadar uzanan bir dilimde bütün bir devrin psikolojisini
belirlemiştir. Bu aciliyet fikri, problemlerin kâfi ve vâfi surette ele alınmasını
imkânsızlaştırmış ve ehliyeti ortadan kaldırmıştır.
Beka kaygısıyla irtibatlı şekilde çözüm arayışlarına
girişenlerin, Müslümanların olup bitenler ve tarih karşısında yeis halinde
seyirci kaldıkları hakkında kuvvetli bir kanaate sahip olmaları dikkatleri
irade meselesine çevirecektir. Mevcut haliyle kaza ve kader inancı, Müslümanı
pasif, tembel bir şekilde değişme ve değiştirme fikrinden uzak bırakarak kendi
geleceğine sahip çıkmaktan alıkoymaktadır. Mevcut durumla ve ıslah gayretleri
ile ilgili yapılan hemen her değerlendirmede görülen bu durum, bir taraftan
İslâmiyet üzerinde oluşabilecek istifhamları izale için ısrarla vurgulanırken
diğer taraftan artan kayıtsızlık üslup ve tavrı etkileyecektir.
Tanzimat’la birlikte Avrupa’nın ulaştığı seviyeyi terakki
mahsulü olarak medeniyet adı altında ideal kabul eden aydınlar nezdinde
terakki, fikr-i sabit haline gelmiştir. Bütün felah ve beka kaygılarının
arasında kurtuluş formülü olarak zuhur eden terakkinin nasıl ve hangi
vasıtalarla olacağı tartışmaları, mevcut halin yetersizliğinden yeni insan
tipinin aktivist karakterine kadar bütün bir insan telakkisini etkilemiştir.
Klâsik Osmanlı dünyasının dingin ve dengeli havasından her şeyi kendi tesir
sahasına alan bir gelişme ve değişme fikrine geçiş aynı zamanda herhangi bir
şeyin aksini düşünme ihtimalini ortadan kaldıracaktır:
“Cemiyet-i
medeniye denilen şahs-ı ma’nevi için sinn-i vukûf olamaz. Onun hayat-ı sahîhası
terakkîdir; vukûf değil! Şehrâh-ı terakkiyede zamanın müsâid olduğu menzileye
azçok uzak bulunmak, teaffüne başlamış emvât arasında kalmakla beraberdir ki o
halde bulunan cemiyet için bir zaman bekâ mümkün olsa da hiçbir zaman emrâz-ı
mühlikeden selâmet müyesser olamaz.”[26]
Terakkinin hız kesmeden devam etmesi, aynı zamanda bu hızın
neticelerini de zorlayacak, terakkinin hemen gerçekleşmesinin imkânsızlığını
geç fark eden Osmanlı münevverleri de bu kaynağın neresi olacağı ile ilgili
tartışmalarda batıyı örtük veya aşikâr birinci dereceden referans kaynağı kabul
edecektir.[27] Terakki etrafında değiştiği
kabul edilen zamanın yeni haline uyma adına dini referanslar bulunurken[28] diğer
taraftan terakkinin sebebi olarak hürriyet fikrini merkeze alan bir anlayışı
Avrupa görmüş devlet adamları vasıtasıyla benimseyeceklerdir.[29] Tanzimat
bürokrasisinin iktidarı paylaşma ve kendi haklarını koruma adına
sahiplendikleri bu kavram, ileride ele alacağımız gibi, bütün talepleri ifade
edecek şekilde katlanıp siyasî, dinî, fikrî ve içtimâî bütün alanları
kapsayarak Osmanlı’nın sahip olduğu devlet, din, ahlâk, örf ve adet gibi
geneksel yapıyı teşkil eden bütün müesseselerine karşı çıkışın ortak adı
olacaktır.
İslâm tarihi yazarları, peygamberler tarihi üzerinden
insanlık tarihini hak ile batılın, iyi ile kötünün mücadelesi şeklinde gören ve
ikbal ve idbarı bu ilişkiler çerçevesinde tayin eden bir tarih yazıcılığı ile
kaleme alırlar. Bu klâsik telakki yerini tekâmül fikri etrafında kendine
istikamet ve ufuk bulan bir anlayışa bırakacak bir sürece girecektir.[30] Bütün
her şeyin doğup geliştiği ile ilgili bir kanaatin dönemin genel telakkisi
olduğunu görüyoruz.[31] İrade meselesi
zaviyesinden baktığımızda terakki ve tekâmülü Avrupa’da meydana geldiği
şekliyle bir fikr-i sabit haline getirenler için bu arzu; ancak hür, irade-i
cüz’iyye sahibi, toplum karşısında kendini vazifeli hisseden, sa’y u amel
fikrini kendine düstur edinmiş bir insan tipiyle gerçekleşebilir:
“Cihad,
sa’y, gayret gibi kavramları öne çıkararak; tevekkül, fakr, dünya, zühd gibi
kavramları da muhtevalarını değiştirecek şekilde yeniden yorumlayarak aktif bir
insan tipi ve hareketli bir toplum modeli çıkarmak”[32]
Yukarıdaki iktibasta ifadesini bulan bu çaba terakki ve
tekâmül fikirlerinin esasını teşkil edecek ve tarihi, dini, toplumu bu fikir
etrafında okuma mecburiyeti dayatacaktır. Aynı zamanda tekâmül fikri, İslâm söz
konusu olunca tersten cazip hale geliyordu. Zira İslâm son dindi ve dinlerin
tekâmül etmiş son haliydi. Abduh’un Risâle-i Tevhid adlı eserine bir
bahis olarak aldığı bu mesele, Modernist İslâm düşüncesinin iştahla sarılacağı
ve bu yolla İslâm’ı daha kolay savunacağı zehabına kapılacağı bir kaçış
olacaktır.[33] İslâm’ın kanunlarının
mürur-u zamana mebni artık uygulanamayacağı iddialarını da destekleyebilecek bu
fikir problemli bir karaktere sahiptir.[34] Bu inanışa göre Batılılar
tekâmül sayesinde öyle bir seviyeye gelecekler ki her şeyin en mükemmelini haiz
olan İslâmiyet’e ittiba edeceklerdir.[35] Bir nev’i farklı yollardan iyi
olanda buluşma manasına okunabilecek bu zihniyetin meşrulaştırıcı etkisi
Japonya gibi örneklerle desteklenen Batılı manada çalışma ahlâkıyla İslâm
ahlâkını özdeşleştirerek ahlâkî kayd-ı itirazları muallel hale getirecektir.
Pratik ve acil
kaygılarla birleşen tekâmül fikri zecri bir baskı oluşturmaktaydı. Batıcı
aydınların tekâmül fikrinin dinde de geçerli olacağıyla ilgili iddiaları bu baskıyı artıracaktır.[36] Nitekim kısa
süre sonra “din tekâmüle mani değildir” fikri yerini “din tekâmüle mani
olmamalıdır” fikrine bırakacaktır.[37]
Medeniyet, terakki ve tekâmül adı altında farklı bir kulvardan ilerleyen
doğrular zamanla dinin, İslâm’ın etkisinin daralacağı bir seviyeye ulaşacaktır:
“Din
bütün hayati müesseseler gibi tekâmüle tabidir. Din doğar, büyür. Din terakki
ve tereddi eder. Din terakki ederek zevk, ahlâk, hukuk, iktisad gibi
müesseselere ayrılır. Din bidayet-i zuhurunda bu müesseselere mülasıkdır. Fakat
bir kere cemiyetin hayatı inkışaf etti mi, din bu müesseseleri dünyevî
vazifelerine terk ederek semavi mevkiini alır ve onları bütün manasıyla muhît
ve müfîd olur.”[38]
Mesela Dînî Dersler’de Aksekili Ahmed Hamdi dini;
devr-i fıtrat, devr-i felsefe ve devr-i ilim diye üçe ayırır. Comte
ekolünün devirler nazariyesinden bağımsız olmayan bu tasnif, tekâmül fikrinin
dine ve ahlâka teşmil edilmesinin garip bir örneğidir.[39] Hem
tekâmül fikrinin reddedilemez bir derekede takdim edilmesi hem de İslâm’ı
savunma aracı olarak kullanılması ulemayı bu işleyişe ayak uymaya
zorlayacaktır.[40]
Bu zaviyeden bakıldığında fertlerin tekâmül etmesi ancak
kendi azim ve iradeleriyle mümkündür. Böylece toplum da ilerleyecek,
meselelerin halli için şahsiyeti güçlü fertler yetiştirilecek ve onlar da
toplumu terakki ettireceklerdir.[41] İrade-i cüziyenin
içtimâî-ahlâkî tezahürü olan sa’y u amel çağrılarını tekâmül fikriyle
birleştirmek mümkün olacak hatta bekanın kayd-ı şartı olarak öne sürülen bu
çalışma fikri ancak tekâmül fikrinde ifadesini bulacaktır.[42]
Bu fikir sadece tekâmül ve terakki ile sınırlı kalmayarak
ulemadan İslâmî ilimlere kadar geniş bir yelpazeyi içine alıyordu. Mesela
selefî bir kafa yapısına sahip olan Hüseyin Kazım Kadri meseleyi İlm-i Kelâm’a
teşmil ederek bu çerçevede değiştirmeyi arzulamaktadır. “İlm-i Kelâm tekâmül
nazariyesine ta’bidir ve zamanın terakkiyâtını takibe mecburdur.”[43] Hüseyin
Kazım’ın alenen ve Kelâmda yenilik arayışlarına girişen isimlerde zımnen vaki
olan bu tavırda klâsik İlm-i Kelâm birikiminin ve istidlal biçimlerinin
yenilenmesi ve yeni devre uygun hale getirilmesi esas alınmaktadır. Nitekim bu
devirde kaleme alınan eserlerin mantığı, öncelikleri ve dili bu fikre mutabık
olarak şekillenecektir.
Devletin ve dinin elden gidiyor oluşunun zecri baskısıyla
oluşan bir havada herkesin her şeyi çözme istidadını kendinde görmesi büyük bir
karmaşa doğuracaktır. Dinin ve devletin mukadderatına sahip çıkma gibi
ehemmiyetli tarafları olan bu ilgi, meselenin bu veçhesinden haberdar olanların
giderek bu sorumluluğu millete yayma arzusunun körüklemesiyle, meselelerin
ciddiyetini, vuzuhunu ve nihayetinde hall u hamur edilmesini yavaşlatan hatta
engelleyen bir tesir icra edecektir.[44] II. Abdülhamid idaresine
kadar iktidarın Tanzimat bürokrasisinin tesirine girmesi kitlelerin muhalefet
etme fikir ve istidadını körüklerken özellikle padişah/halife ve ulema gibi
dini referansları çok güçlü olan kurumlar yerine nev-zuhur bürokratik iktidarın
işlerine karışmak kitleler için kolaylaşacaktır. Jön-Türk tecrübesinden sonra
II. Abdülhamid idaresi boyunca bir şekilde susmak zorunda kalmış kimselerin
kaleminin ve kelamının serbest kalması birçok problemi beraberinde
getirecektir.[45] Bu karmaşa meselenin
çözümünü zorlaştırdığı gibi aynı zamanda problem çözmeye yönelik olduğu için
doğrudan pratik ve acil çözümler getiren alanlara ve usullere yönelmeyi zorunlu
hale getirmiş ve aynı zamanda bir kolaylığı da beslemiştir.[46]
İrade meselesi çerçevesinde meseleyi ele alacak olursak
oryantalist iddiaları cevaplamaya ve insanları aktif hale getirerek devletin ve
dinin sahil-i selamete çıkması için çabaya sevk etmeye çalışan herkes irade
meselesi etrafındaki kavramlara müracaat edecektir.[47] Meselelerin çok farklı kademe
ve seviyeye ait metinlerde ve çok farklı isimler tarafından ele alınabilir hale
gelmesi tamamen bir kargaşa doğuracak ve metinleri kaleme alanların bilgi,
birikim ve üslupları meselenin çetrefilli hale gelmesine sebep olurken aynı
zamanda kaleme alınan metnin zaman, mekân ve kaleme alan zatın siyaseti,
samimiyeti ve niyeti devreye girerek iç içe geçmiş birçok problemi de
beraberinde sürükleyecektir. İrade meselesinin hemen her alanla olan irtibatı
ve hepsinden önemlisi tarih boyunca bu kültürle yoğrulmuş insan tipinin hamurunu
yapan ana unsur olması münasebeti meselenin irtibatlarını artırmış ve yeknesak
bir arayışı imkânsız hale getirmiştir. Özellikle hürriyet kavramı etrafında
örülen efsunlu mana ve bu mana etrafında şekillenmiş beklentiler karmaşayı ve
karışıklığı derinleştirmekten başka bir şeye yaramamıştır.
Osmanlı modernleşmesinin tek tek ele alınması gereken ve
başlı başına bir zihniyetin dönüşümünü gösteren bu meselelere bizim ilgimiz ele
aldığımız meseleye tesirleriyle sınırlı olacaktır. İrade meselesinin muhteva ve
istikametini etkileyen meselelerin başında tercümeler gelir. Bu tercümelerin
yaygın olanları genelde Avrupa’da popüler düzeyde vulgar-materyalizm denilen
zihniyetin ürünleridir.[48] Bu ürünlerin mektepliler
üzerindeki tesiri, meselenin telakkisini değiştirdiği gibi, ulemanın meseleleri
ele alış tarzını da etkilemiştir.[49] Fakat burada ikinci bir
tercüme faaliyetinin devreye girerek irade meselesinin mihverini değiştirdiğini
görüyoruz. Meseleleri halletme umuduyla yapılan bu tercümeler irade meselesinin
telakkisinde belli bir zihniyeti ve usulü kabul ettirecektir. İrade meselesiyle
bağlantılı olarak yapılan tercümelerin ilk elden nerelerden tevarüs ettiği
gözlenirse meselenin istikametini de anlama imkânı bulunur.
Mesela daha Mecmua-i Fünûn’da İbn Kemal’in çalışma
ile ilgili bir risalesi Ethem Pertev tarafından tercüme edilip Münif Paşa
tarafından yayınlanırken özellikle sonrasında bu topraklarda kaleme alınmış
eserler yerine modernleşme çabasını ifade eden ve selefî tavrın benimsenip
yerleşmesinde ehemmiyetli yeri olan eserlerin tercümesi yolu seçilmiştir.
Cemâleddin Efgâni, Muhammed Abduh, Hüseyin Cisr, Ferid Vecdî, Musa Cârullah
gibi kendi toplumlarının ve coğrafyalarının arayışlarıyla malul tercümeler
ulema ve İslâmcılara II. Meşrutiyet ortamında hazır cevaplar sunma imkânı
sağladığı gibi bazı meseleleri bu topraklara ait bir şekilde ele alma
imkânından mahrum bırakacaktır.
Bunun yanında matbuatın yaygınlaşmasıyla geniş halk
kitleleri üzerinde meseleyi müessir kılmak isteyenler meselenin içtimâî
cephesini ön plana çıkararak meselenin üslup ve muhtevasını büyük ölçüde tayin
edeceklerdir.[50] Özellikle
XIX. Asrın ikinci yarısından itibaren matbuat aracılığıyla insanları ilme,
çalışmaya, iktisadi hayata iştirake teşvik eden bir yayın politikası takip eden
gazete ve mecmualar tercümelerini de bu minval üzere yapmışlardır. Münif Paşa,
Namık Kemal, Ahmed Midhat Efendi gibi isimlerin öncülük ettiği bu teşebbüsler
batılı manada bir çalışma anlayışını ilim ve terakki ile birleştirmişlerdir.[51] II.
Abdülhamid Devri boyunca dinî muhtevası yoğun olmayan bir şekilde devam eden bu
çağrılar siyasi muhtevadan uzak olduğu ölçüde dinî referanslar da içerebiliyordu.[52] Bütün bu
içtimâî çabaların ve meseleleri çözme, halletme gayretlerinin bir taraftan da
dinî bir referansla meşru ve makbul hale gelmesi dinî olanın herkes tarafından
kullanıldığı bir dönemin başlangıcını ifade eder.[53] Avrupa’nın hürriyet
telakkisinin bir parçası olan bu serbestiyet özellikle Jön-Türkler sonrasında
değişim ve dönüşümün anahtarı havasına kavuşacak bir efsunlu mana etrafında
idarenin kısıtlamalarıyla da beslenerek bir özleme dönüşecektir.
Uzun süren askeri mağlubiyetler ve asırlara yayılan geri
çekiliş ve geri kalmışlık hissi aynı zamanda yapılan bütün tanzim ve ıslahlara
rağmen daha da kötü hale gelen gidişat insanlarda bir tür ye’s hali
doğurmuştur.[54] Tercüme
yoluyla Avrupa’dan tevarüs edilen edebî eserlerin ve takip edilen fikir ve
sanat cereyanlarının beslediği bu halet-i ruhiye uzun süren II. Abdülhamid
idaresiyle de birleşerek birçok tavrı etkileyecektir. Mevcut yapı ve telakkinin
karşı karşıya kalınan problemleri çözmekte yetersiz kalması toptan bir değişim
fikrini kuvvetli bir seçenek olarak gündeme getirmiştir.[55] Bu
zorunluluğu hisseden gerek ulema gerek diğer erbâb-ı tefekkür bu meselenin
doğrusunun anlaşılması için probleme eğilmektedir. Zira bu meselede sağlıklı
bir çözüme ulaşırlarsa hem oryantalist tarizler karşılanacak hem de pasif hale
gelmiş cemiyet ve ferd aktif hale getirilerek Osmanlı’nın ve bir adım
sonrasında İslâm dünyasının problemleri çözülebilecekti.[56]
Her modernleşme çabası aynı zamanda bir insan tipi
arayışıdır. Modernleşme devri boyunca Osmanlı toplumunun tutacağı istikametle
ilgili fikir serdedenler bunu idealize ettiği bir insan tipi etrafında ifade
ediyorlardı. Bu çabalar etrafında eskinin ve geçmişin nasıl bir ameliyeye tabi
tutulduğu ortadadır.[57] Toplumun ve
kültürün bütün cephelerinde başlayan bu değişim ve değişim etrafındaki
mücadelenin hikâyesi içerisinde edebiyat, sanat, siyasetle ilgili ürün ve
eserler meselenin ne kadar çetrefilliği olduğunu göstermeye yeter. Bu çabalar
içinde insan iradesini ve bu iradenin dinî cephesini referans alan arayışların
karakteristikleri üzerinden birkaç söz söylemek icab ederse yeni insan tipinin
bir cephesini kader inancı ve irade hürriyeti oluşturur. Hayatın merkezine
yerleşen insan artık farklı bir varlıktır.[58] Bu yeni insanın hür ve aklının
rehberliğinde bir şahsiyet sahibi olması aynı zamanda irade ve kader
meselelerinin de bu iki zaviyeden ele alınmasıyla neticelenecektir.[59] Avrupa’da
teşekkül eden felsefî akılcılığın her şeyin miyarı addedilmeye başlandığı bir
zaman diliminde bütün arayışlar aynı zamanda biraz daha aklîleşmeyi
destekleyecektir.
Klâsik devirlerin mütevekkil, elindekiyle iktifa eden ve
mahrumiyetleri ve mağduriyetleri kaderin bir cümlesigören insan tipinin
Avrupa’da meydana gelen değişimlerle beraber kendi ayakları üstünde duran,
tanrıyla, iktidarla, toplumla ilişkilerini kendi tayin etme selahiyyetini eline
alan yeni insan tipiyle değiştirilmesi arzu ediliyordu. Geçmişin meseleleri ele
alış tarzı ve özellikle meseleleri İlahî bir kudretin gölgesinde izah etme usül
ve imkânı reddedilecekti.[60] Bu ilcâatlar
çerçevesinde Allah’la, dinle irtibatını koparmadan hatta bu irtibatı
sıklaştırarak aynı zamanda muhatap olduğu olaylar karşısında münfail değil fail
olması arzu edilen bir insan tipi arayışı zuhur etmiştir. Özellikle
Jön-Türkler’in çabaları etrafında uyanan bir hürriyet anlayışının ve toplumdaki
medeniyet ve terakki çabalarının taşıyıcısı olacak bir insan tipi arayışı
vardır. Ö. Faruk Akün’ün Namık Kemal’in çabaları çerçevesinde söylediği şekilde
tekrar edersek yeni insan tipi; “toplumu ileriye götürmek ve değiştirmek
isteyen muktedir, ideal ve irade sahibi bir insan telakkisi” arayışıdır.[61]
Batıyla karşılaşma ve bu gidişatı tersine çevirme gayreti
içerisinde olacak bir insan tipinin en temel özelliği kendine güvenen ve
kendini tarihin öznesi sayan bir karakteri haiz olması arzulanmıştır. Özellikle
hürriyetle insan iradesinin birleştirilmesi insana sorumluluğun kendisinde
olduğunu hatırlatmaya yeterken, aynı zamanda hal-i hazırdaki hücumları
durdurmak ve ilânihaye yapılan tarizleri geri püskürtecek dinamizmi sağlama
imkânını da barındırmaktaydı. XIX. Asrın ikinci yarısında ilim, fen, sanat ve
bilgi etrafında kurgulanan bu insan tipi Jön-Türklerle beraber daha politik,
mücadeleci, hürriyet aşığı, istibdat düşmanı, kendi hak ve mesuliyetine daha
düşkün bir insan tipine dönüşecek ve batıya karşı mücadeleci bir kimlikle
mücehhez hale gelirken aynı zamanda kendi toplumuyla, devletiyle kavgalı bir
ferd resmi öne çıkacaktır. Elzem olan değişikliklere gerek fail gerek münfail
olarak katılacak kimselerin ahlâk ve tavırlarında arzulanan değişiklikler
sonucunda hasıl olacak karakter aynı zamanda batı düşüncesindeki insan tipinin
özellikleriyle mütecanis olmaktaydı. Bu sebeple gerek genel telakkide gerek de
farklı sahalarda bir zihniyet dönüşümü arzulanmaktaydı. Bu arzunun tetiklediği
arayışlar çerçevesinde ulema ve mütefekkirler irade meselesini gerek genel bir
şekilde gerek de farklı sahalarda bir çıkış yolu olarak gördüler. Ahlâk, fıkıh
ve Kelâm sahalarında müşahhas çabalara dönüşen bu arayışlar aynı zamanda irade
meselesinin uzandığı sahaları da göstermektedir.
Osmanlı hukuk sisteminin yetersizliği üzerinde daha Islahat
fermanı sonrasında başlayan tartışmalar Mecelle gibi İslâm Hukuk
Tarihi’nin ve modernleşme döneminin en ehemmiyetli ve vasıflı metnini ortaya
çıkarmıştır. Osmanlı zihniyetinde yavaş yavaş tebellür eden farklı bir hukuk
mantığı arayışları Münif Paşa’nın Hikmet-i Hukuk eseri gibi klasik İslam
hukuku formunun dışına çıkan teşebbüslerle farklı bir mecraya girecektir.[62] Bu nakisa
fikrinin açtığı vadide devam eden tartışma ve tanzimler Osmanlı
Modernleşmesinin hem ayırıcı vasfı hem de en canlı damarlarından birisidir.
Hukuk felsefesi ekseninde ve usul-i fıkıh bahisleri etrafında irade meselesi de
tartışılır, ele alınır olmuş ve bu zaviyeden modernleşmenin doğurduğu
problemlerin halli yolu seçilmiştir. Fransız devriminin tesir sahasına
girildiğinde hürriyet tartışmalarının mühim bir cephesini oluşturan hukukî tartışmalar
bir tarafıyla irade meselesini ele almayı ilzam etmiş ve büyük bir yekûn tutan
hürriyet tartışmalarının irade meselesinde yaptığı tesirler problemin gerek
tartışılma biçimini gerek muhtevasını etkilemiştir. Seyyid Bey usul-i fıkhı
irade meselesine istinad ettirerek yapılan usul tartışmalarının irade
meselesiyle irtibatını en üst düzeyde kurmaktadır:
“Kısmen
felsefe-i hukuk demek olan ilm-i usul-i fıkha ve ilm-i hukuka da doğrudan
doğruya taalluku vardır. Çünkü hukukun ve fıkhın müstenid olduğu umdelerin,
esasların mebni-i aleyhi, ilk temel taşı bu irade meselesidir. Bu kaza kader
meselesidir. Zira ukûd ve fusûhdan, insanlar arasındaki muamelât ve
münasebetten tevellüd edecek vaziyet-i hukukîyeyi ve medeni, cezâi, siyasî
mesuliyetleri tayin edecek olan esaslar, her şeyden evvel bu irade ve kader
meseleleridir. İnsanlarda irade denilen şey yoktur dersek hukukun, mesuliyetin
manası kalmaz...Ol vakit hak ve adaletin, mesuliyetin esas menşeini ve bir
fiilin meşruiyyet ve gayr-ı meşruiyyetini, iyilik ve kötülüğü, hulasa hukuk ve
ahlâkî düsturları tetkik ve tayin edebiliriz. Aksi takdirde bunların cümlesi
manasız, ruhsuz, kuru ve boş elfâz yığınından ibaret kalmış olur.”[63]
Bu tarife göre irade meselesi ile temellendirilen usul-i
fıkıhta cereyan eden her türlü tartışma bir tarafıyla hürriyeti
ilgilendirmektedir. Manayı teşmil edersek içtihad tartışmalarına kadar birçok
meseleyi bu çerçeveye yerleştirebilirsek de doğrudan irade meselelerini
ilgilendiren tartışmalar ve özellikle Kelâmın da mevzuu olan hüsün ve kubuh
meselesi etrafındaki arayışlar irade meselesiyle ilgili yeni açılımlara
sebebiyet verecek karakterdedir. Osmanlı idarî sisteminin aksaklıklarını izale
etmek kayıt ve kastıyla hukuk etrafında cereyan eden tartışmaların yekünü hayli
fazladır. Hukuk mektepleri tecrübelerini de göz önüne alırsak buralarda işlenen
ve çerçevesi çizilen hukukî hürriyetin ve bu çerçeve etrafında şekillenen hukuk
felsefesinde meselenin boyutları ciddi araştırmaya ihtiyaç duymaktadır. Aklın
şeriat karşısındaki durumu ve doğru ile yanlışın tayinin kime ait olduğu ile
ilgili serdedilen fikirler aynı zamanda bir irade tartışması olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Yeni İlm-i Kelâm dönemi olarak da isimlendirilen bu dönemde
özellikle batıdaki bilimsel keşifler neticesinde evren, insan ve tabiat
hakkındaki mevcut bilgilerin büyük ölçüde değişmesi ve bu değişimin kilise ve
inançlarının aksi istikamette bir düşünce doğurması üzerine Avrupa’da din-bilim
zıtlaşmasıyla başlayan ve tanrı, varlık, hayat üzerine birçok görüş ve fikir
akımı ortaya çıkaran yeni durum İslâm dünyasını ciddi şekilde etkileyecektir.
Özellikle mektepler ve tercüme eserler vasıtasıyla Osmanlı muhitine taşınan ve
bilimsel keşiflerden güç alan pozitivist, materyalist felsefelerin içtimâî ve
fikri hayatta akis bulmasıyla ulema ve mütefekkirlerin İslâm’ı müdafaa etmek ve
anlatmak gayesiyle İlm-i Kelâm’ın tarihi rolüne atfen bu ilim dalında
giriştikleri çabaların ortak adı olan bu arayışlar İslâm dünyasının her
tarafında fakat farklı tecrübeler olarak kendini göstermiştir.[64] Hint-alt
kıtasında, Mısır’da ve Osmanlı muhitinde girişilen bu çabalar etrafında ama
daha çok oryantalistlerin iddialarını cevaplandırmak ve kader inancının
hakikatini izah etmek adına girişilen bu çabaların irade meselesini de
etkileyen geniş bir tahlil ve tefekkür sahası açtığı bir döneme girilmiştir. Bu
dönemde ulema ve münevverler kendini daha çok din fikrinin müdafaasında
gösteren bir tavırla bu felsefelerin zamanla açtıkları gedikleri tıkamak ve
kendilerini din yerine kaim etmek arzu ve heveslerine karşı ilmî bir mücadele
başlatacaklardır.
Yeni İlm-i Kelâm tartışmalarında ve daha genel ifadeyle
çağdaş İslâm düşüncesinin şekillenmesinde Hıristiyanlığın başına gelenlerin ve
batıyla temas esnasında benimsenen dilin büyük tesiri vardır. Din-bilim
münasebetleri, akıl, irade hürriyeti, ruhbanlık, mucize, keramet, vahyin imkânı
gibi batıdaki tarihi mücadeleden miras kalan kavramlar ve batının
Hıristiyanlığı kaybetmiş olmasından münbais sahip olduğu dil, meseleyi
çetrefilli hale getirmektedir.
Kelâm’ın ilk devirlerde İslâm’ı müdafaa fikri etrafında bir
reddiye gelenek ve karakterine sahip olması modern dönemde batılı filozoflara
yönelik verilecek cevaplarda kelâma bir melce olma hususiyeti kazandırmıştır.
İlm-i Kelâm’ın tarihi seyri devrin şartlarına ve zamanın tegayyürüne binaen
farklı haller alarak İslâm’ı müdafaa tarikini seçmiş olup bu seçimi yeni
dönemde de sürdürecektir.[65] Musa Kazım’ın
Şeyhülislâmlığı zamanında resmi bir teşebbüs haline gelen bu arayışlar,
maddecilere yazılan reddiyeler, isbat-ı vacib ve peygamberlik müessesesi
etrafında cereyan eden tartışmalar bu geleneğin yeniden üretilmesi manasına da
anlaşılabilir.[66] Musa Kazım’ın pozisyonu
ve Şeyhülislâmlık müessesinin konumu itibariyle siyasî bir teşebbüs olarak da
okuma ihtimali bulunan bu meselede telfik-i mezahib arzusunun yattığını da
görmek mümkündür.[67] İrade
meselesinin bu çerçevede ele alınması söz konusu geleneğe intibak olarak da
okunurken bu tarzın ciddi sıkıntılar doğurduğu da ortadadır. Nitekim içtimâî ve
ahlâkî hatta siyasî karakteri baskın olan irade meselesinin İlm-i Kelâma ait
eserlerde yeni dönemle irtibatlı olarak geniş şekilde ele alınmaması ve
önceliğin isbat-ı vacib, nübüvvet ve materyalist felsefenin doğurduğu
problemlere ilgili mevzulara kayması bu reddiye geleneğiyle alakalıdır. İrade
meselesinin klâsik muhtevasını yansıtan ve irade meselesinin mütemmimi olan
içtimâî-ahlâkî kavramlar üzerinden kaba oryantalist tenkitlere verilen
cevaplarla sınırlı kalacaktır.
İlm-i Kelâm’ın yenilenmesi gerektiği ile ilgili kanaatler
ve batıdan gelen fikrî ve dinî hücumları karşılamak için bu teceddüdün elzem
görülmesi aynı zamanda İslâmcılığın karakteristiğini tayin eden hususların
başında gelir.[68] Tarihe referansla hal yolu
seçilen bu hususa göre nasıl ki ilk devirlerde ortaya çıkan aşırı fikirleri
reddetmek amacıyla daha sonra ise Eski Yunan düşüncesiyle karşılaşınca İlm-i
Kelâma ve müteahhirûn devri Kelâmına ihtiyaç duyulduğu gibi şimdi de yeni bir
İlm-i Kelâma ihtiyaç vardır.[69] Bu ihtiyaç özellikle
modern fen ve bilimle ilgili doğan problemleri halletmek ve din ile bilimin
tenakuz arz etmediğini ve neyin din neyin din olmadığını anlatacak eserler
kaleme alınmalıdır.[70] Sadece ulema tarafından
olmayıp genel bir kanaat halini alan bu yenileme ihtiyacı aslında her şeyin
yenilenmesi gerektiği ile ilgili kanaatin mütemmim cüzü olarak görülebilirse de
aynı zamanda bir arayışın neticesi olarak herkes tarafından paylaşılacaktır.[71] İslâm’ın
tek referans ve meşruiyet kaynağı olduğu inancının zedlenmesiyle neticelenen bu
süreç, bir çok meselenin örtük veya aşikar batıya referansla ele alınacağı bir
dönem olacaktır.[72] Çağdaş İslâm
Düşüncesinin selefi tavrından da etkilenen bu teşebbüslerin muhit ve mekânla
ilgili farklılıkları Osmanlı coğrafyasında bu tür teşebbüslerin tarihi ve
mantıki bir zaviyeye çekilmesi neticesini doğuracaktır.[73]
Osmanlı muhitinde yeni İlm-i Kelâm çalışması olarak bu
problemler etrafında fikir serdeden gerek ulema ve gerek mütefekkirler
zikretmek mümkün ise de İlm-i Kelâm adı altında topyekûn bu faaliyetlerin
lüzumdan öte teşebbüsünün ilk semeresini Harpûti verir. Filibeli’nin akaid
üzerinden giriştiği bu teşebbüsler İzmirli İsmail Hakkı ile bir isme kavuşur.
Farklı eser ve konularda birçok kişi tarafından mevzuu bahis edilen bu
çabalarda irade meselesinin çok geniş bir yer kaplamadığına şahit oluruz. Bunun
en önemli sebebi İlm-i Kelâm’ın esas gayelerinden birincisinin Allah’ın
varlığı, birliği ve sıfatları ile ilgili şüpheleri izale etmek olduğunu göz
önünde bulundurursak ulema ve mütefekkirlerin devrin en önemli problemlerinden
biri olan dinsizlik cereyanına karşı arayış içinde olmaları esas müessirdir.
Çağdaş İslâm Düşüncesi’nin karakterini oryantalist dilin
tesirinden uzakta ele almak mümkün değildir. Bugün başka evrelerini idrak
ettiğimiz oryantalizmin tarihi, karakteri, siyaseti, usulü ile ilgili çok şey
söylenebilirse de biz burada probleme etkileriyle sınırlı bir izahta
bulunacağız. Edward Said’in tadil ettiği oryantalizmin birinci dönemine ait bu
dilin irade meselesi etrafında uyandırdığı istifhamları vuzuha kavuşturmak
mevcut yapının anlaşılması kolaylaşacaktır. Doğuyla ve İslâm’la olan
mücadelesinde meşruiyet veya mahkûmiyet arasında değişen bir dilin etrafında
tahakkümlerini haklılaştırmak ve yerleştirmek için kader meselesini dillerine
dolayan oryantalistler bütün geriliğin müsebbibinin din olduğu daiyesiyle bir
propaganda başlatmışlardır.
İlk olarak Avrupa’da meydana gelen değişikliklerin siyasî
ve maddi bir tahakkümle neticelenmiş olduğunu kabulle karşı karşıya kalan
Osmanlı ulema ve aydınlarının meseleleri ele alışlarına tesir eden esas unsur
bu güç ve gücün tesirleridir. Mevcut durumdan çıkışı Avrupa’nın dinle ve
hayatla kurduğu ilişki şeklini benimseyerek gerçekleştirmek düşüncesine kapılan
daha çok batıcı mütefekkirlerin meseleye yaklaşımlarını ve tarihe, topluma ve
mevcut anlayışa bakışlarını bu kabul tayin edecektir.[74] İkinci saik ise bizzat
oryantalistlerin doğuya, kendi dışındakilere ve en önemlisi İslâmiyet’e
yönelttikleri tenkitler, suçlamalardır. İslâmiyet’in ‘mâni-i maârif ve terakki’
olduğu,[75] kaza ve
kader inancının insanı atalete sevkedip tembel bıraktığı, kadına yeterince
haklarını vermediği, köleliği kaldırmadığı gibi bir dizi suçlamayla Müslüman
ulema ve mütefekkirlerinin kendi tarih ve dinlerine bakışlarını etkilemişler
hatta savunmaya dayalı bir din dilinin vücut bulmasına sebep olmuşlardır.[76]
Kaza ve kader meselesiyle irtibatlı hemen her metinde bu
oryantalist telakkinin mevzu bahis edilmesi, tesirin derecesini göstermektedir.
Daha Jön-Türkler döneminden Osmanlı muhitine taşınan bu fikrin hemen hemen
bütün bir devri kapsayacak kadar genişlemesi sonraları vuku bulacaktır.[77] Mesela İslâm
Modernistlerinin öncüsü kabul edilebilecek Abduh’un kaleme aldığı ve Mehmed
Akif tarafından tercüme edilip İslâmcıların en önemli ve etkili yayın organı Sırat-ı
Müstakim dergisinde yayınlanan bir makalede oryantalist suçlamalar şöyle
dile getirilir:
“Yine
o garblıların itikadınca kaza ve kadere iman ile insanın bütün ef’âli ızdırarî
olduğuna kaail olan mezheb-i cebrî arasında hiçbir fark yoktur. Öyle tevehhüm ediyorlar
ki müslümanlar kaza ve kadere itikatları iktizasınca kendilerini havada muallak
tüy parçası gibi görüyorlar. Rüzgâr istediği tarafa sevk ediyor. Hâlbuki bu
kavim kendisinin kavilde, fiilde, harekette, sükûnda hiçbir ihtiyarı
olmadığına, bütün bunların bir kuvve-i Cebriyye tarafından vuku'a geldiğine,
elhasıl bütün harekâtının kasrî (gayr-i ihtiyarî) olduğuna iyice kanaat ederse
şüphe yoktur ki bütün kuvâsı âtıl kalır, kendisine mevhibe-i fıtrat olan bütün
havâss ve meşairin faidesi olmaz, kalblerde sa'y ve amele doğru bir hiss-i saik
kalmaz. Artık böyle bir kitle-i âtıl için bu âlem-i cidd ü cehitten adem-i
âbâd-ı sükûna doğru gitmek pek muhiktir.
İşte
garblıların bir kısmı müslümanlar hakkında şu zann-ı batılı beslediği gibi
şarkta da birçok beyinsizler onların bu sözlerini nefsi'l-emre mutabık olmak
üzere telakki ediyorlar. Ben, bî-pervâ "Erbab-ı zunûnun sözleri yalandır,
ashab-ı vehmin hataları zahirdir, bunların hepsi Allah'a, müslümanlara iftira
ediyorlar" demekten hiç geri durmam. Şu zamanda Sünnî, Şiî, İsmaîlî,
Vehhabî, Haricî... Hiçbir müslim yoktur ki cebr-i mahza kaail olsun da
nefsinden ihtiyar ve iradeyi küllîyen selbetsin.”[78]
İslâmcıların, batıcıların ve bunlarla aynı kefeye
konulamayacak birçok ismin kaza-kader meseleleri ve bu meselelerin hayata dönük
yüzü olan birçok ahlâkî ve tasavvufî kavramın ele alındığı, yeni problemler
çerçevesinde yeniden anlamlandırıldığı veya bazı manalarının öne çıkarıldığı
her metinde oryantalist suçlamanın reddine yönelik birkaç cümle zikretmeleri müsellemâttandır.
Oryantalist iddiaların belli başlı tezleri bu inancın cebri ve fatalist olduğu[79] ve
bu inanca sahip insanların hayatı ve olup bitenleri kabullenme duygularından
dolayı medeniyeti yakalayamayacakları, ataletten kurtulamayacakları, terakki için
gerekli şartları oluşturamayacakları ve mevcut durumlarına mahkûm oldukları
etrafında dönmektedir.[80] Oryantalist dilin tümüne
yayılmış bu suçlamalardan kendini uzak tutan yok gibidir.[81] İslâm
Dünyası’nda ciddi bir etki uyandıran Renan’ın da aynı minval üzere iddialarda
bulunduğunu göz önünde bulundurursak çok önceleri başlayan oryantalist iddialar
ve bu iddialara verilen yanıtlar meselenin II. Meşrutiyet’ten çok önce
konuşulduğunu göstermektedir.[82] Bu kanaatin
oryantalistler arasında yaygınlığını göstermesi açısından meselenin Kelâm
kitaplarında dahi mevzuu bahis edildiğini söylemek yeterli olacaktır.[83]
Oryantalist iddiaların meseleye tesirlerine geçmeden önce
bu iddiaların dolaylı bir tesirinden söz etmekte yarar vardır. O da batılı bir
eğitimden geçmiş kesimlerin aynı minval üzere İslâmiyet’i tenkit eden veya
mahkum eden bir fikriyata ulaşmalarında bu iddiaların etkili olduğudur.[84] Burada bir
parantez açarak şunu söyleyelim bu kesimler eğitimleri ve bilgi kaynakları
itibariyle sadece İslâm’a yöneltilen bu iddialardan değil batıda dine
yöneltilen ve bu arada kader inancına yöneltilen tenkitlerden ve inkârdan da
etkilenmişlerdir.[85] Bu tesirlerin gerek
yabancı dildeki eserlerin ve gerek farklı edebi eserler üzerinden yaptığı
tesirlerin izini sürme imkânımız yoktur fakat bu çevrelerin II. Meşrutiyet
devrinde nispeten kendilerini sansürleyerek öne sürdükleri iddialarından
öğrenebiliyoruz.
Oryantalist dilin kaza-kader inancının ve tevekkül
anlayışının Müslümanları geri bıraktığı fikrini ısrarla işlemesine son dönem Osmanlı
müelliflerinin iki tür tepki verdiğini görüyoruz.[86] Bir kısmı aynı fikre ram olup
kendilerini mülevves addettikleri geçmişten ve hâlihazırdaki mevcut yapıdan
tefrik etme yolunu tutarken[87] diğer bir
kısmı da meselenin aslında mevzu bahis edildiği şekilde olmadığı fikrini
savunmuşlardır.[88]
Oryantalistlerin bu fikri koro halinde ve ısrarla tekrarladıkları ve bu
tekrarın da Müslümanları dinlerinden ve İslâm tarafından şekillendirilmiş bir
hayat tarzından koparmaya yönelik bir siyasetin devamı olduğu ortadadır.
Özellikle cihat kavramı ile birlikte düşünüldüğünde mevcut kaza ve kader
anlayışının karşılarına ne tür bir müslüman şahsiyet çıkardığının idrakinde
olan oryantalistlerin hücumları bu inanç etrafında yoğunlaşmıştır.
Müslümanların gelecek telakkilerinin kendi durumları ve gelecekleri ile ilgili
tahminleri bir dizi suçlamayı beraberinde getirmektedir. Müslümanlar her şeyi
Allah’tan bekledikleri için ikbal ve kudret uğruna teşebbüste bulunmazlar.[89] Bunun
neticesinde İslâm’ın cebri manasına fatalist olduğu iddiasının sürekli
işlenmesi hatta “Fatalisme Musulman”[90] kavramsallaştırılmasına
gidilmesi ve bunun en güçlü argümanının mevcut durum olması Müslüman
mütefekkirleri zor durumda bırakmıştır. Bu durumdan müştekî olan Ahmed Naim
meseleyi şöyle özetler:
“Avrupada
her ne dense Müslüman denilince her şeyden evvel heman kadere iman, kadere iman
denilince de hemen cebr-i sırf mezhebi hatıra getirilmemek mümkün olamıyor.
Meşhur İktisâd Muallimi Bâstiya’ya varıncaya kadar: «Dünyada cebriyyü’l-akide
kimse yoktur. İstanbul’da bile» diyor. Ve bu ibâresi ansiklopedilere lügat
şâhidi olarak giriyor.”[91]
Oryantalistlerin İslâmiyet’e yönelttikleri bu iddialara
verilen en net cevap oryantalistlerin İslâmiyet’i bilmedikleri ve cebrîliğin
İslâmiyet’te olmadığı ile ilgili savunmadır.[92] Bu iyi niyetli savunmayı
yaparken onlara bu fotoğrafı verenlere karşı duyulan öfkeyle beraber
oryantalistlerin niyetlerini sorgulamayı genelde ikinci hatta üçüncü plana
bırakmışlardır.[93] Bu iddiaları
bilgisizlikle izah edenlerin başında Namık Kemal gelmektedir. Namık Kemal
oryantalistlerin İslâm’a bakışlarını analiz ettiği Müdâfaanâmesf inde
meselenin iki saikle şekillendiğini ifade eder. Buna göre bu iddia sahipleri ya
Hıristiyan olarak bir taassub-ı dînî ile bu işe kalkışmaktalar ya da bütün dinlere
düşman olan kimseler olarak din kurumunu reddederek bu meseleyi ele almaktalar.
Haklı olarak ulaştığı neticeye göre bu iki bakış açısından da sağlıklı bir
netice çıkması mümkün değildir. Daha sonraları oryantalistlerin bu tutumları
daha yumuşak bir üslupla bilgi noksanlığından kaynaklanmak gibi zayıf
iddialarla ele alınacaktır.[94]
İkinci savunma İslâmiyet’in nasslarından ve tarihinden
hareketle bu anlayışın yanlış olduğunun ifade edilmesi denilebilir. Burada
oryantalistlerin bilgi ve anlama yanlışlığı üzerinden kurgulanan bir mukayeseye
gidilmektedir.[95] Üçüncü olarak gerçek
kader anlayışının farklı olduğu ve şu anki manzaranın pek de paylaşılan bir
kanaat olmadığı ile ilgili İslâm-Müslüman ayrımına giden izahlardır. Bir
dördüncü izah şekli olarak bu meselenin felsefi bir problem olduğunu ve tarih
boyunca kimsenin tam manasıyla çözemediğini batı üzerinden referanslarla izah
etme denemesidir.[96] Cebr fikrine bu kadar
uzak olmasına rağmen İslâmiyet’e dil uzatanların kendi din ve muhitlerindeki
cebrî karakterli inançlara hiç bakmamalarına dikkat çekilmiştir.[97] Meseleyi oryantalistlerin İslâm’ı bilmemelerinden
kaynaklanan bir bilgi eksikliği problemi olarak görme arzusu ve temennisi
meselelerin ele alınış ve kavranışını da sakilleştirmiştir. Burada cahaletten
ziyade siyasetin hâkim olduğunu görmemek birçok mahzuru da beraberinde
getirmiştir. Mesela yıllarca İstanbul’da kalan Moltke’nin veba meselesi etrafında serdettiği fikirleri bir iyi niyet mahsulü veya
cehalet neticesine hamletmek mümkün değildir:
“Muhammed,
hemşehrilerine korkunç salgına karşı korumaktan ümitsizliğe düşünce onlara
vebaya karşı böyle bir küçümsemeyi telkinde şühesiz haksız değildi. Müslüman
için veba bir belâ değildir, aksine Tanrı’nın inayetidir ve bundan ölenlerin
şehit sayılacağı Kur’anda açıkça bildirilmiştir. Bu sebeple vebadan korkmak ve
ona karşı alınan tedbirler sadece lüzumsuz değil, aynı zamanda günahtır.
Büyükderedeki
kahvede geçen gün Molla, sakallı dinleyicilerine “Niçin” diyordu, niçin bu
kadar çok asker öldü? Çünkü çeşit çeşit budalaca tedbirlere girişildi; fakat
siz, vebadan korkmayanlar ve hiç, ama hiçbir tedbire başvurmayanlar, vebadan
öldünüz mü?” Burada ulema var oldukça veba da kalacaktır.”[98]
Ulema ve İslâmcılar meseleleri izah ederken artık sadece
oryantalistleri değil yerli olan oryantalistleri de dikkate almaları
gerektiğinin farkındadırlar.[99] Bu tavırlara
karşı tenkit ve üsluplarını sertleştirenler Avrupa’daki haliyle meselenin
sadece İslâm’la değil bütün dinlerle alakalı olduğunu ve bu inanç üzerinden
yürütülen politikanın dini ortadan kaldırmaya yönelik olarak anladılar.
Harpûti’nin bir Kelâm eserinde meseleye getirdiği yorum bütün bunları verir:
“Din-i
İslâm'a, bütün edyan-ı ilâhiyeye buğz ve adâveti i’tiyad eden ve fenlerine
hikmet namını veren hikmetten ârî, hâlî bulunan bazı garb mütefenninleri cebir
ve kader mes'elelerindeki hak ve hakikat gayet gamîz, hafî, müşkil olduğu
cihetle, kadere iman eden ve hâlk ve îcadın havass-ı ulûhiyetten olduğunu
itikadda bulunan dîn-i ilâhî ile mütedeyyin olan bütün ehl-i edyânı mezheb-i
cebre sâlik zannetmişler ve hikmetten ârî bu mütefenninlerin fenlerinde
san'atlarındaki maharetlerine aldanan fırından su almaya testi ile koşuşan
kimselere benzeyen, din ve âhireti ve umûr-i akîbeti düşünmeyen ve din ve
ahiret emrinde zulumât-ı cehl içinde pûyan, bununla beraber kendilerine efkâr-ı
münevvere, ashab-ı müfekkirîn nâmları veren asrımızın sefih ve sefilleri,
mütefenninlerin bâtıl fikrine taklîd ile insanların adem-i mükellefiyet, adem-i
mes'uliyet vazifesizlik gibi bâtılları, atalet, betalet gibi şeref ve
faziletlerden insanları mahrum eden fesadları, mezhebi cebre vârid olan bütün
ta'nları bütün dinlere tevcih ederler. Dinlere mâni-i terakkidir derler. Pek
büyük cehalette ve iftiralarda bulunurlar.”[100]
Oryantalist telakkinin yaygınlığını
ve bu yaygınlığın bizim okumuş aydınlarımıza yaptığı tesirin ne kadar
belirleyici olduğunu açıklayan Ferid Kam meseleyi ele alırken bu genel kabulü
ve yanlışlığını gözler önüne koymaktadır.[101] Müslümanların terakki ve
medeniyet yolunda yapmaları gereken şeyin dinlerini terk etmek olduğu
şeklindeki tarizlerin diğer kanallardan da besleniyor olması bu inancın vücut
verdiği hayat şekline karşı yürütülen tariz ve tenkitleri artıracak ve bu
inancın faydalarından çok zararları üzerinden bir dil benimsenmesine yol açacaktır.[102]
Oryantalist suçlamaların genel muhtevası, daha alt
katmanlara inildiğinde farklılaşmakta ve takip edilen siyasetin inceliklerini
de vermektedir. Nasıl ki Vehhabilik hareketi bir püriten hareket olarak lanse
edilebiliyorsa[103] benzer
şekilde Mu’tezile’nin de kader, irade ve hürriyet meselelerinin geçtiği
yerlerde aynı şekilde bir taltife tabi tutulduğu görülmektedir.[104] Bu
oryantalist ilgiyi fark eden Mustafa Sabri Efendi’nin şikâyetleri Müslüman
mütefekkirlerin ve modernistlerin zihninin ne tarafa sevk edildiği ile ilgili
kanaat verebilir. Meselenin bu şekilde oryantalistler tarafından kabul
edilebilir görülmesi modernistleri Mu’tezile’ye örtük veya aşikâr dönüşlere
sevk edecek; Mu’tezile de tarih boyunca mahkûm edildiği bir geleneğin
temsilcileri tarafından meşrulaştırılmaya veya taltif edilmeye başlanacaktır.
Benzer şekilde tasavvufa yönelik katı bir tavır takınan oryantalist dil
tasavvufun belli bölümlerini zaman içinde tebcil edecektir. Oryantalist
tarizlerin hedef aldığı iki ana yapı vardı. Bunlardan birincisi İslâm
dünyasının ana mihverini teşkil eden ehl-i sünnet çizgisi ve bu çizgi
içerisinde Eş’arî anlayışın vücut verdiği düşünülen yapıydı.[105] Batılıları
özellikle heyecanlandıran Mu’tezile-liberallik ilişkisi Eş’arîliğin mahkûm
edilmesinin başat faktörüdür. Oryantalist dilin İslâmiyet’in hürriyete imkân
vermediği ile ilgili tenkitleriyle karşılaşan ilk nesilde hürriyet mücadelesi
esnasında yapılan bu tarizlere cevap verilirken bile etkilenme mevcuttur.[106]
Farklı alanlarda yapılan birçok çalışmanın ana mihveri
Sünnî yapının yeknesak ve muayyen olmadığı fikri etrafında döner. Özellikle
Sünnîliğin çok sonraları tesis ettiği ile ilgili ısrarların altında yatan sebep
ise ilk nesillerden itibaren devam eden bir Sünnîliğin olmadığı fikri ve
Sünnîliğin böyle bir meşruiyetten yoksun bırakılma siyasetidir. Bu çerçevede
irade meselesinde de birçok tashih ve tadiller geçirmiş Sünnî yapıyı cebrilik
adı altında mahkûm etme siyasetinin ısrarla sürdürüldüğü görülmektedir.[107] Bir
taraftan Sünnîliği cebrîlik ile mahkûm etme siyaseti takip eden oryantalistler
diğer taraftan da bu yapıyı bozmaya yarayacak imkânların peşinde
koşmaktadırlar. Mu’tezile ilgisinin veya Vehhabiliğin uyandırdığı heyecanın
dikkate şayan olduğu ortadadır. Aynı şekilde irade meselesiyle irtibatlı olarak
Mâturîdîlik etrafında cereyan eden arayışlara tamamen bigane kalmaları sadece
Mâturîdîlikten bihaber olmalarıyla izah edilebilecek bir durum değildir.
Oryantalizmin bugün tebcil ve teşvik ettiği tasavvufa karşı o zamanlar
giriştikleri ve tasavvuf kavramlar etrafında kurulmuş bir hayat telakkisine
yönelttikleri tenkitler ikinci bir tesir alanıdır. Kader inancı etrafında
şekillenmiş bir hayat anlayışının yeni tip bir insana imkân vermediği gibi bu
insanı inşa edecek zihin dünyasından çok uzakta olduğunu keşfeden
oryantalistler eleştirilerini bu cepheye yöneltmişlerdir. Hemen hemen her
metinde karşılaştığımız kader inancının terakkiye imkân vermemesi fikri bu
hayat anlayışına yöneltilmiş bir tenkittir. Bu inancın Müslümanları daha
dirençli ve daha tahammülkâr yaptığının farkında olan oryantalistler İslâm
dünyasıyla giriştikleri mücadelelerde karşılaştıkları mukavemetlerin hangi
kanallardan beslendiğini hatta cihad kavramı etrafında şekillenen mücadele için
ihtiyaç duyulan insan tipine en uygun anlayışın bu telakki olduğunu fark
etmişlerdi.[108] Bu sebeple
tenkitlerini buraya yöneltmekteydiler.
Özellikle İslâm’ın mevcut telakkisiyle ilgili gerek İslâm
tarihine gerek İslâmi kaynaklara yönelik itiraz ve istifhamları alkışlama
yönünden hevesli görülen oryantalistlerin bu tip tercihleri bir hürriyet ve
özgürlük arayışı olarak alkışlamaları irade meselesinin hürriyet vurgusu
etrafında izah edilmesinin en önemli sebebidir. Efgânî ve Abduh’la ilişkileri
oldukça samimi ve dostane olan Mısır’daki İngiliz idaresinin iki önemli ismi
Lord Cromer ve W. S. Blunt’ın bu çabaları bir hürriyet arayışı ve liberallik
özlemi olarak alkışlamaları hürriyet yorumlarının istikametini tayin eden
saiklerin ne olduğunu da anlama imkânı verir.[109]
Oryantalist suçlamalar problemin ele alınışını hayli karmaşıklaştırmıştı^
Özellikle batının akıl merkezli hayatı ve dünyayı kurgulayışı meselelerin akıl
merkezli ele alınması zorunluluğunu doğurmuştur.[110] İzahatın yetersiz
bulunduğu yerlerde yabancı fikir ve felsefeler referans olarak kullanılmaktan
çekinilmemiştir. Müslümanların geriliğiyle bu inanç arasında kurulan ilişki
Müslümanlara ve halka yönelik suçlamaları beraberinde getirmiştir. Meseleyi ele
alış biçimi ve dili reddiye geleneği çerçevesinde şekillenmiştir. Bunun
özellikle İlm-i Kelâm için yeni bir şey olmadığını söyleyebiliriz.
İrade meselesinin muhteva ve usulünde büyük ölçüde
belirleyici olan bu iddialara rağmen meselenin diğer hususlardan ayrılan bir
tarafı vardır. İsbât-ı vâcib, isbât-ı nübüvvet gibi kelâmî meseleler Batı’nın
tesiriyle oluşmuş ve o tesirin etkisinde kalanlara yönelik bir cevap mahiyetini
haiz iken irade meselesi bu iddiları cevaplamak yanında İslâm’ın kendi iç
dinamiklerini kullanmak ve harekete geçirmek açısından farklı bir çabayı ifade
etmektedir. Oryantalist dilin irade meselesi ile irtibatlı olarak İslâm’a
yönelttiği eleştiriler ve Allah’ın mutlak iradesine yönelik inancın cebre yol
açtığı suçlamaları özellikle fiilleri Allah merkezli yorumlamaya tabi tutan
Eş’arî anlayıştan hikmet ve adalet merkezli yorumlayan Mu’tezile’ye ilgiyi
teşvik edecektir. Bu anlayışın Allah’ın mutlak iradesine yönelik tarizleri bir
kopuşu da tetikleyecektir.[111] Esaret
ve kölelik meseleleri etrafında vuku bulacak tartışmalar uzun süre boyunca
İslâmcıların ve ulemanın gündeminde olacak ve sonraki nesillere de miras
kalacak bu suçlamayı yapanların iddiaları irade meselesini etkileyecektir.[112]
Bu dönemde hemen her şeyin hürriyet kavramıyla
karşılandığını görürüz.[113] İyi ve güzel olduğu
varsayılan her şeye ulaşma aracı olan bu anka kuşu dönemde her zaman iyi olan
şeylerin ortak adı olmuştur.[114] Bir taraftan her şey
hürriyet adı altında talep edilir, meşrulaştırılırken diğer taraftan karşı
çıkışlar ve muhalefet de hürriyet karşıtlığıyla mahkûm edilmektedir.[115] Hatta
ironik bir şekilde ifade edersek II. Abdülhamid devrinde uygulanan sansür bu
devirde şekil değiştirerek herkesin kendi fikrine uygun olanı hürriyet,
karşısında olanları da hürriyet düşmanı ilan etme şeklini almıştır.[116]
Kavramın Osmanlı toplumuna girişi ve giriş yolları ile
ilgili birçok şey söylenebileceği gibi yaygınlık kazanması XIX. Asrın ikinci
yarısına denk gelmektedir.[117] II. Meşrutiyet’in
öncesinde ve başlarında kavram, sarih bir mana ile ifade edilebilecek bir şey
olmanın çok ötesinde bir muhtevaya sahiptir. Medeniyetin, terakkinin, tekâmülün
velhasıl iyi kavramlarla alakalı her şeyin kendisine mebni olduğu bu büyülü
sözcük bu esrarını II. Meşrutiyet’in ilk yıllarına kadar koruyacaktır.[118] Tarihi
tecrübe içerisinde olmadığı şekliyle içtimâî bir karakter kazanan kavram devrin
ihtiyaç ve taleplerine göre yeni manalarla hep iyi şeyleri ifade etmek için
siyasî-içtimâî manalara bürünecektir.[119] En basitinden Namık Kemal’in Rüya’
sında anlattığı ve bir kıza benzettiği hürriyetin Divan Edebiyatındaki
muhayyel sevgili tipini tasvir eder bir tarzda kaleme alınması kavramın ütopik
karakterini ortaya koyarken niçin sağlıklı bir tahlile tutulamayacağını da
gösterir.[120] II.
Meşrutiyet’in başlarında bu anlam arayışının pratik ihtiyaç ve isteklere bağlı
olarak farklılık arz etmiş olduğunu ve ihtirazî kayıtlarla beraber bütün
dertleri çözecek sihirli manasını devam ettirdiğini görüyoruz. Hürriyet-i
şer’iyeyi izah eden şu satırlara dikkat çekmek yeterli olacaktır:
“Kemâhüve
hakkahâ anlayan müeddâ-yı hakikisini idrak eyleyen kimse cezmen teyakkun eder
ki âlem-i Islâmiyenin şa’şa‘a-bahş-ı medeniyet, revnak-ı efzâ-yı ilm u marifet
olması ve bütün Osmanlıların her mahrûmiyetden necât bularak ülfet ve ittihâd
peydâ etmesi ancak bu sayede temin ve istihsâl olunmaktadır. Inkişâf-ı hakâyık
ve izmihlâl- i ebâtıl ile terbiye-i umûmiye tezkiye-i ahlâk-ı beşeriye
muhafaza-i hukuk ve ma’muriyet-i büldân gibi metâlib-i âliyenin kâffesini zâmin
olacak başka vâsıta yoktur. Hürriyet-i âmmeyi mahv u ifnâ eden nâire-i istibdâd
cihânı yakıp viran edeceğinden hiçbir şeyde eseri intizam bırakmayacağı
derkârdır.”[121]
Mevcut siyasî ve idarî işleyişten kurtulma manasına tahvil
edilen hürriyetin altında gizlenen mana herkese göre farklılık arzetmekteydi.[122] İlk olarak
yeni durumu meşrulaştıracak şekilde hürriyetin izahı yapılırken[123] diğer
taraftan kavram üzerinden toplumu belli bir yapıya sevk etmek ve olumsuzlukları
izale etmek çabası göze çarpmaktadır. Batı, sömürgecilik faaliyetlerini[124]
Jön-Türklerden beri iktidara muhalif olanlar da her yaptıklarını bu kavramla
ifade ederek yapmak istediklerini bu kavram altında gizliyorlardı. Cereyan eden
mücadelelerde bir tür kisve olarak kullanılan kavram batıda olup biten ve
batıyı bugünkü hale ulaştıran bütün vasıtaları elde etmeye yaracak bir araç
şeklinde tahayyül edilen hüdâ-yı nâbit bir mahiyeti haizdir.[125] Büyük
ölçüde siyasî sistem ve taleplerle alakalı olarak gündeme gelen ve bu
mücadeleye girişen ve girişmeyen herkesi vasfedici bir karaktere bürünen kavram
beklentileri de artıracaktır. Beklentilerle beraber efsunlu manasını
yitirdiğinde hürriyet, büyük ölçüde bir hayal kırıklığının adı olacaktır. Bu
talep ve hissiyatın siyasî, içtimâî ve ahlâkî manalara hâvi olmaktan ve aynı
zamanda yeni bir insan tipi inşa etmekten uzak olduğunu görmek için çok zaman
geçmeyecektir.[126]
Diğer taraftan kavramın etrafında döndüğü manaların başında
musâvât fikriyle de bağlantılı olarak Osmanlıcılık siyaseti etrafında ortaya
çıkan din ve mezheb hürriyeti tartışmaları gelir. Osmanlıcılık siyasetinin ana
tezlerinden birini oluşturan bu tercihler kendini hürriyet kelimesinin manaları
etrafında ifade etmiştir.[127] Serbestî-i
mezâhib, din ve vicdan hürriyeti adı ile dinde zorlamaya müsaade edilmediği ve
İslâm’ın kılıç dini olmadığı[128] üzerinden İslâm müdafaa
edilirken İslâm tarihinin müşahede etmediği şekilde Müslümanı kâfirle müsâvî kabul
etmek, fikrî olarak hem birçok iddiadan vazgeçmek hem de mağlubiyetleri
benimsemek manasına gelecektir.
İslâm Tarih tecrübesinde hürriyet kelimesinin manası iki
türlüdür. Birincisi hukukî bir manaya sahiptir ve hür klâsik literatürde
hür-köle ayrımını belirtmek için kullanılan
ve köle olmayanlara verilen bir isimdir.[129] İkinci
olarak tasavvuf klâsiklerinde, ahlâk kitaplarında, divan edebiyatında hemen
hemen geçtiği her metinde hürriyet kelimesi mâsivadan azade olmak manasına
dini-ontolojik bir mana etrafında döner. Dünyevî herhangi bir statü ve sınıfı
ifade etmeyen bu kavram, cehalet, dünya ve içindekilerden vazgeçerek nefsi
kendisine köle edecek her türlü arzu, heves ve şehvetten uzak durmak manasına
kalbi Allah’a adamaktır.[130] Tasavvuf
literatüründe mâsivâya teşmil edilen bu mana; İslâmiyetin gelişiyle birlikte
farklı bir insan telakkisine mebni bir şekilde siyasî veya içtimâî manada
yöneten-yönetilen veya efendi-köle ilişkilerinin üzerine çıkarak insana yeni
bir şahsiyet kazandırmıştır.[131]
Aşk, sevgili, esaret, kulluk gibi kelimeler etrafında dönen
ve tasavvufî, felsefi manalara bürünerek fedakârlığın sınır ve nihayetlerine de
uzanan ve meftûn olunan varlığa kendini adamanın adı halinde kullanılan
hürriyet kavramı tezatlar etrafında örülmüştür.[132] Özellikle bu tezatlı dilin
imkânlarından geniş bir şekilde yararlanan mutasavvıflar ulema ve geniş
kitlelerin inanışının dışında farklı bir yol ve üslup tutturma imkânı
bulmuşlardır.[133] Tasavvuf!
mananın modernleşme döneminde bu tarafıyla tedavüle sokulduğunu Namık Kemal’in
paradoks bir hava uyandıran Hürriyet Kasidesi’ndeki manada görmekteyiz.[134] Klâsik
manadan sıyrılmanın getirdiği gel-gitler olarak görülebilecek bu gerilimler
aslında yeni insan tipinin nelere ve nasıl esir olacağı ile ilgili kehanetler
olarak da okunabilir.[135] Fakat
içtimâ! değişiklikler ve beklentiler hürriyetin bu manasını tasavvuf! çevreler,
ulema ve İslâmcıların hususi tecrübeleriyle sınırlı bir alana hapsedecektir.[136]
Buna dair İzmirli’nin
söyledikleri bu ilişkinin şeklini ve ehlinin fikriyatında tekabül ettiği yeri
ortaya koymaktadır:
“Kalbde
ne nisbette Allah'a muhabbet artar ise o nisbette Allah'a karşı ubûdiyet ve
iftikâr, mâsivâya karşı hürriyet ve istiğna artar, Allah'a muhabbet ile
mâsivâya karşı hürriyet mebsûtan mütenâsibdir...Umuru olduğu gibi müşahede
eder. Mahlukâtın emr-i Bâr! ile kâim olduğunu, meşiyyet-i Bâr! ile tedbîr
olunduğunu müşahede eder.”[137]
Görüldüğü gibi İslâm tarih tecrübesinde hürriyet, tevhidin
bir mütemmimi olarak telakki edilirken modern dönemde, klâsik dönemde hürriyet
kavramının sahip olduğu bu iki manandan birincisinin izine rastlanmamaktadır.
Osmanlı’nın diplomatik ilişkileriyle de şekillenen ve tarihi olarak çok daha
geri giden kölelik meselesinin bir hürriyet meselesi olarak görülmesi çok
sonralarıdır.[138] Oryantalist
dilin ithamlarına cevap teşkil eden metinlerin ana meselelerinden biri olacak
olan esaret meselesinde ulema ve İslâmcılar daha güçlü argümanlara sahiptiler;
çünkü köleliğin Avrupa ve Amerika tarihindeki serencamı ortadaydı. Bu sebeple
tarihi referanslar ve İslâmiyet’in koruyucu ve ortadan kaldırıcı tedbirleri
hakkında girişilen mukayeseler üzerinden geliştirilen bir savunma dili
cevapların esasını teşkil edecektir.[139] Erken dönemde şekillenen bu
dil, meseleyi İslâm’ın esas gayesinin köleliği kaldırmak olduğunu teşvik eden
ahkâmın izahıyla hallederek meseleyi şahsi hürriyetten ziyade kölelik
müessesesi ile sınırlandırma yolunu tutmuştur.[140] Diğer taraftan dönemdeki
edebî eserlerde geniş şekilde işlenen bu husus, II. Meşrutiyet’in en esaslı
unsuru olacak şahsi hürriyet için altyapı sağlamıştır.[141]
İkinci mana ise, kendi mecrasında devam eden tasavvuf
hariç, bir paradoks olarak hürriyete yüklenen mana etrafında dönmektedir.
Tasavvufî manada hürriyet tariflerine başvuranlar mevcut ise de[142] bu
tercihler bir dönemi ihata edecek ve bir dönemin meselelerini halledecek kıvam
ve şümuldan oldukça uzaktır.[143] Hürriyet
vurgusu ile ferdin içtimâî-siyasî ve hukukî statüsü için ortaya koyduğu çaba ve
bu yapılardan talep ettiği şeyler aynı zamanda klâsik manada olduğu şekliyle
kişinin her şeyden istiğnasının önüne geçecektir. Bu adımlar insanı bu
sahalarda hürriyet sahibi kıldığı ölçüde iç dünyasında harici sebeplere karşı
direncini azaltacak, iç âlemde yaşanan bu kayıplar dış dünyada da makes bularak
Müslümanın mücadele güç ve azmini sekteye uğratacaktır.[144] Zira hürriyet
taleplerinin modern vechesi aynı zamanda statü ve hak manasına, kaybedilmesi
veya terki zor olan hususları içermektedir.
Yeni Osmanlılar tarafından klasik muhtevasından koparılan
ve Avrupa’daki gelişmelere ve değişmelere paralel olarak giriştikleri siyasi
mücadele ile farklı bir anlam dünyası kazanan hürriyet, bu kişilerin şahsi
tecrübeleriyle birleşince tasavvufî bir mana kazanmıştır. Yeni Osmanlıların
mücadelelerine esas ittihaz ettikleri hürriyet aşkının tasavvufi manada
hürriyet anlayışının özellikle dünyaya meyletmeme manasına fedakârlıkları
gerektirmesi bu mücadele içerisinde hürriyete tasavvufî bir karakter kazandırmıştır.
Namık Kemal ve Ziya Paşa’da gözlemlenen bu tasavvufî mana ile karışmış bir tür
aşk ve fedakârlık hissi özellikle İttihat Terakki etrafında toplanan vatansever
genç kadroları bu mana etrafında birleştirmiştir. Fakat aynı kadroların II.
Meşrutiyetle birlikte ütopik olan bu hissiyatlarını fiili olarak hayatla ve
toplumla test etme imkânı bulmaları hürriyetin kanun ve nizamlarla ilgili olan
ve Yeni Osmanlılar tarafından kavramda mündemiç hale gelen müteal manadan
sıyrılıp tedavüle girmesi kavramdaki bu tasavvufi boyutu veya ağyardan müstağni
olma manasına şahsiyet inşa eden anlayışın ortadan kalkmasına sebebiyet
vermiştir. Yeni Osmanlılarda görülen bu tasavvufi manaya meylin II. Meşrutiyet
devrinde İslamcılarda dahi görülmemesinin altında İslamcıların tasavvuf kurumu
ile aralarına koydukları mesafenin etkili olması yanında bu fiili durumun
meydana şekillendirdiği mana baskın çıkmıştır. İçtimai ve siyasi karakteri
tebarüz eden kavramdan tecrit edilen tasavvufi mana ancak I. Cihan harbi
şartlarında fiili durumla bağlantılı olarak tekrar Mustafa Sabri Efendi,
Elmalılı Hamdi gibi bazı İslamcılar arasında kendini gösterecektir.
Modern dönemde bunlara eklenen üçüncü mana; siyasî otorite
karşısında ya da sonraları dile getirilecek ve ferdi özgürlüğün anlam dünyasını
dolduracak şekilde batıdaki kişi haklarının tahakkuk etmesi manasına toplum
karşısında hür olmaktır.[145] Bunun
delaleti, toplumun temeli olan din, ahlâk, âdet, gelenek ve görenek ve
bunlardan müteşekkil hukuk gibi bağlayıcı şeylerden kurtulmaktır.[146] Burada dikkate
değer bir başka husus fert iradesiyle toplum iradesinin birbirine karışmasıdır.
Rousseau’nun ‘Toplumsal Sözleşme’ kuramıyla bu iki irade arasında kurduğu
ilişki toplum hayatının özel ve kamu alanlarıyla modern toplum ilişkilerinin
çözümlemesine giden bir seyir takip ederken[147] özellikle ferdin
toplumla ilişkisi ekseninde böyle bir geçmişi olmayan Osmanlı toplumunda bir
dizi karmaşaya yol açmıştır. Namık Kemal vasıtasıyla bir ideale dönüşen siyasî
hürriyet talepleri, felsefî bir muhtevaya kavuşmadan II. Meşrutiyet ortamına
miras kalarak ferd hürriyeti olarak söylenen şeylerin genel iradeden tam bir
tefriki yapılmadan ciddi bir kavram kargaşasına sebep olacaktır.
İslâm Tarihinde bu mana etrafında yapılanmış bir toplum
modeli doğmadığı için bu durumu başarısız olunan meselelerden biri telakki eden
oryantalist zihniyetin bu tavrı aslında batıda vuku bulduğu şekliyle bir
hürriyet anlayışının niçin doğmadığı fikri üzerinden Müslümanlara bir eksiklik
fikri telkin etmeye matuftur.[148] Münif Paşa’nın yeni
hürriyet telakkisini takdim ederken yaptığı ayrıma atıf yaparak söyleyecek
olursak siyasî hürriyet, klâsik muhtevada iktidarın gücü ile adalet arasında
kurulan ilişkide mevcuttur.[149] Burada yeni hürriyet
ihtiyacını kabul ettiren husus adalet merkezli bir anlayışın hâkim olup
olmaması ile ilgilenen dini emir ve yasakların ferdleri yok saydığı yönündeki
çıkarımdır.[150]
İçtimâî manada ferde gerek devlet gerek toplum tarafından
yapılan müdahaleleri bir özgürlük sorunu olarak görme arzusunda olan bir
anlayış hem Avrupa’da hem de Osmanlı’da modernleşmeyle alakalı bir meseledir.
Aslında meselenin zuhuru daha esaslı bir hususa müstenid idi. Tanpınar’ın Sadık
Rıfat Paşa’nın Avrupa Ahvâline Dair Risalesinde kullanılan hürriyet
kavramı ile ilgili söylediği gibi Paşa’nın hürriyeti kullanırken “cemiyet
hayatının merkezini ‘insana’ kaydırması” hem kavramın hem de cemiyetin farklı
bir safhaya girdiğini ifadeden başka bir şey değildir.[151] Hukuk üzerinden vuku bulan bu
talebin siyasî bir muhtevaya bürünmesi ve içtimâî karakter kazanması çok sonraları
olacaktır. Yeni Osmanlıların açtığı vadide konuşulan hürriyet taleplerinin
muhtevasının nerde başlayıp nerde bittiği ile ilgili sıkıntılar bir tarafa
adalet ve ihkâk-ı hak kavramlarıyla ifadesini bulan ve İslâm siyaset
literatürünün en mühim kavramları devreye sokularak yapılan muhalefet ciddi
kafa karışıklığı doğuracaktır.[152] Nitekim
klâsik manada şahsi hürriyetin mevcut olmadığı iddiası aslında hür-köle
ayrımında mevcut olan farklılığa ve siyasi iktidar karşısında sahip olunan
haklara telmihen söylenmektedir. Fakat insan -köle değilse- doğuştan hür doğar
ve İslâm o şahsın insan olma hasebiyle haiz olduğu bütün hakları teslim ve
muhafazasını garanti eder.[153] Burada
şahsi hürriyet taleplerinin makes bulduğu alan Osmanlı bürokrasisindeki
şahısların hakları olup padişahla aralarında mevcut olan kul ilişkisinin
Tanzimat’la başlayan süreçte değişimi ve dönüşümü ile ilgili taleplerin
ifadesinden başka bir şey değildir.[154] Kiliseye muadil bir kurumun
olmaması hasebiyle dinî ve fikrî hürriyet taleplerinin sadece siyasî
ototriteyle sınırlı kalması hürriyet kavramının anlam katmanlarındaki
farklılaşmayı ve manasındaki belirginliği ortadan kaldıracaktır.
Problemin bu cephesiyle II. Meşrutiyet ortamında karşı
karşıya gelen ulema dinî gerekçelere mebni olan itirazları, bir asra yakın bir
zaman diliminde kendinin de fail veya münfail iştirak ettiği bir hürriyet
mücadelesinin ardından yapmak durumunda kalacaktır. Serbestlik manasına
toplumda sonsuz hürriyetin olmadığı fikrinin modernleşme boyunca
tekrarlanmasına rağmen dinî mübâlatsızlıklar ulemanın karşı çıkışındaki başat
unsurdur. Batı tecrübesini teknik-ahlâk ayrımı ile almayı teklif eden
İslâmcıların bu hürriyet anlayışını da aynı çerçevede tenkide tabi tutmaları da
bu döneme rastlar. Musa Kazım ve Said Nursî gibi ulemanın önde gelen
isimlerinin bu çıkışlarının dini boyutu ön plandadır.[155] Zamanla
batı ahlâkının tezahürlerini müşahede eden ulema ve İslâmcıların giderek
batının bu yönünü hürriyetle irtibatlı olarak tenkit ettikleri görülür.[156]
Hürriyeti tahdid edici tanımlamaların Meşrutiyet İhtilali
sonrası oluşan havayla doğrudan alakası vardır.[157] Ulema ve İslâmcıların
hürriyeti dini sınırlara uyma şeklinde tarif etme gayretlerinin bir tarafında
dini mübalatsızlıklardan duyulan rahatsızlık yatarken diğer tarafta İttihat
Terakki iktidarını pekiştirme gayreti ilk dönem metinlerinde belirgindir.
Nitekim toplumda vuku bulan serbestlik havasının ve dini hassasiyetlere karşı
gösterilen laubali tavrın 31 Mart vakasını tetiklediği bilinen bir gerçektir.
İktidar tarafında yeralan İslâmcıların ve ulemanın hürriyetle ilgili
tahdidlerinin bir tarafında da bu kaygı vardır. Diğerlerine nispeten bu
muhalefetin uzanabileceği ve dayandığı zemini daha iyi bilen ulema ve
İslâmcılar yaptıkları neşriyatlarla ve vaazlarla daha önce İslâmiyetin, şeriatın
kurtarıcısı olarak halka takdim ettikleri İttihat Terakki iktidarını bu sefer
de tam tersi suçlamalara karşı korumaya çalışmışlardır. Bunu mevcut yapıyı
teskin ederek cemiyetin nizamını sağlama veya dini hassasiyetleri muhafaza etme
gibi hususlara tahvil etmek mümkün ise de ulemanın ve İslâmcıların yaşadığı
paradoksun büyüklüğü burada ortaya çıkmaktadır.[158] Muhalefeti devr-i sâbıkın bir
tezgâhı olarak anlatma yolunu seçerek kurtulmaya çalışırlarken diğer taraftan
meşihat makamını muhatap alan mektuplar ve yazılar yayınlayarak dinî
mübalatsızlıkların önüne geçmeye, en azından okurlarının hissiyatını
paylaştıklarını göstermeye dikkat etmişlerdir. Burada ulema ve İslâmcıların her
iki tavrı da dini gayelerle ve devletin bekası adına gösterdiklerinden şüphe yoktur;
fakat kendileri de bu paradoksun farkındadırlar. Asıl problem bu farkındalığın
meselenin halli ile ne kadar mütecanis olduğudur. II. Meşrutiyet dönemi bütün
bu tecrübeleri test etmeye yarayacak kadar uzun olmadığı için bu gerilimin her
ne olursa olsun 31 Mart hadisesinde kilit bir rol oynadığı ortadadır.[159] Özellikle
cihan harbi ve sonrasından hadiseye bakanlar II. Meşrutiyet tecrübesinde
hürriyet telakkisinin nereye oturduğunu daha net görebiliyorlardı.[160]
Hürriyet fikrinin bir diğer tezahürü fikrî cephededir.
Özellikle Avrupa’da cereyan eden şekliyle kutsalın tahlil ve tenkit edilmesi
sürecinde başvurulan ve bütün bu gelişmelerin mihverine yerleştirilen düşünce
hürriyetinin İslam modernizmi tarafından esas ittihaz edilen bir tarafı vardır.[161] İlk
etapta selefî düşünceyi yücelterek sonraki dönemlerle ilgili başlatılan ve
bütün bir literatürü kapsayan sorgulama ve yargılama ameliyesinin altında
batıdan gelen bu hürriyet anlayışı vardır. Kutsalı ve kutsala ait alanı tahrif
eden bu anlayışın bir hürriyet meselesi olması aynı zamanda İslam tarihinin
dönemlendirilmesi ve İslam felsefe-ilim geleneğinin tayin ve tahfif edilmesinde
başat faktördür.
İrade meselesi zaviyesinden bakarsak ilim, medeniyet,
terakki gibi meseleler etrafında cereyan eden ve içtihat tartışmaları gibi
birçok tartışmayı da beraberinde getiren bu anlayış klasik müdevvenatın
aşılması hususunda önemli bir rol icra etmiştir. Dinde ruhbanlık yoktur
kaziyesine sığınarak İslâm’ın akıl ve ilim hürriyeti verdiği iddiasının ciddi
neticeleri olacaktır.[162] Özellikle ulema ve
İslamcıların efkar-ı umumiyeye muhalefetlerinde ve iktidarla ilişkilerinde
gerilimlere yol açan dinî mübalatsızlıklar ve bu mübalatsızlıkların yanında
başını batıcı aydınların çektikleri dinî tartışmaların sebep olduğu şok ulema ve
İslamcıların hürriyeti anlama ve anlamlandırma hususundaki tavırlarını tayin
etmiştir.[163] II. Abdülhamid idaresi
altında dine hürmetsizlikle bile karşılaşmamış -İslamcıların yakılan dini
kitaplarla ilgili feryatlarını bir kenara bırakırsak- ulema, İslamcı ve
özellikle Müslüman halkın dinî mübalâtsızlıklar karşısında yaşadığı şok,
hürriyet kavramının anlaşılmasında belirleyici olmuştur.[164] Ütopik
hürriyet telakkisinden gerçek hürriyet kavramına geçiş yaparken yaşanan bu
kırılmanın yarattığı travmanın büyüklüğünü anlamak için Osmanlı tarihinin ve
İstanbul’un hilafet merkezi oluşunun bir arada düşünülmesinde fayda vardır.[165] Bu travmaya
rağmen ilim ve içtihat hususunda ve İslâmî literatürün ele alınışında bu dilin
giderek artan bir ivmeyle sürdüğünü görmekteyiz. İslam’ın üstünlüğüne duyulan
sonsuz güvenden veya bu tür mübalatsızlıkları bastıracak bir güçten çok uzakta
olduklarının idrakine varmalarındann kaynaklanması muhtemel tutum ve tavırlar,
düşünce hürriyeti etrafında cereyan eden felsefî ve içtimâî sorulara ve
yöneltilen tenkitlere verilen yanıtlar İslamcılığın dilini tayin edecektir.[166] İctihad
kapısının kapatıldığı ve bu sayede halkın uyutulduğu şeklinde ulema ve siyasi
güce yönelik tenkitlerin yanı başında bu usulün yolunun da kader ve tevekkül
inancı ile sağlandığı kabulü özellikle batıcı kesimler arasında revaç bularak
yaygınlık kazanacaktır.[167]
B.
İrade Meselesinin Ele
Alış Biçimine Tesir Eden Amiller
Osmanlı muhitinin insanla Allah arasında kurduğu ilişkinin
mahiyetini tayin eden esas unsurun tasavvuf olduğunu söylemek mümkündür.
Osmanlı toplum yapısının organizasyonunu ve bu yapıda tasavvuf ve tarikatların
merkezi rolünü göz önünde bulundurduğumuzda modernleşme döneminde cereyan eden
tartışmaları ve modernleşmenin dilini anlamamızı sağlayacak malzemeyi buralarda
görebiliriz. Efkâr-ı umumiyenin nasıl teşekkül ettiğine dair uzun bahisler
açmak bir tarafa, Osmanlı insanının varlık tasavvurunu görebileceğimiz eserler
tasavvufî-ahlâkî eserlerdir. Bu eserlerde irade meselesi yani Allah ile kulun
ilişkisi ahlâkın ve tasavvufun vücud verdiği teslimiyet fikri etrafında döner.
Hem tasavvufî-ahlâkî eserlerde hem divan ve halk edebiyatında hem de halk
düzeyinde yaygın olan ilmihal tarzı eserlerde hürriyeti tam teslimiyet şeklinde
anlayan ve insana, zahid, mütevekkil, kalender, rindane bir tavır bahşeden bir
tarz-ı telakki hâkimdir. Bu halin insana hayat ve toplum karşısında
kazandırdıkları bir tarafa, cihad gibi insanı aktif hale getiren fedakârlığı
bir düstur haline getirmeye yardımcı olması ve aynı zamanda kanaat, fedakârlık
gibi içtimâî hayatı imar eden, dünyaya ve ehline karşı insanı eyvallah etmez
bir mevkiye yükseltmek gibi cemiyetin mayasını oluşturan bir sürü ahlâkî
meziyeti insana bahşetmesi bu meseleyi Osmanlı’nın tarihinden bağımsız
düşünmeyi imkânsız hale getirmektedir. Genelde Türklerin, özelde Osmanlıların
kendilerini tarih karşısında konumlandırdıkları gazâ ve ilâ-yı kelimetullah
davasının bu tarz bir teslimiyet ve hürriyet fikrine yaslandığından şüphe
yoktur. Ayrıca bu ahlâkî meziyetleri kesb etmiş bir insan tipinin toplumun
birçok ihtiyacını karşıladığı, birçok problemini ortaya çıkmadan halletmiş
olduğu gerçeğini de bu faydalara eklersek işleyişin ne yönde seyrettiğini
görebiliriz.
Meydana gelen değişim ve dönüşümün ahlâkla irtibatlı olarak
yapılan açıklamaları bir tarafa klâsik yapının yeni durumu ve problemlerini
taşımaz hale gelmesi bu işleyişin ve yapının temelden sorgulanmasına yol
açmıştır.[168] Girişte ele
aldığımız saikler çerçevesinde mesele tartışılmaya başlanınca hem savunma
psikolojisi hem de modernleşmenin icbarları doğrultusunda hedeflenen
kazanımların elde edilmesi için irade meselesi hakkındaki yanlış telakkinin
giderilmesi ve doğrusunun geniş halk kitlelerine anlatılması arzusu doğmuştur.
Bizim konumuz açısından ulemanın problemi nasıl telakki ettiği daha önemlidir
zira problemi kelâmî düzeye taşıyacak, kelâmî metinlere dâhil edecek ve Kelâm
ilmi dairesinde kalarak veya kalmayarak çözüm arayacak olan ve şeriatın ve
kanunun sınırlarını tayin edebilecek kesim ulemadır. Ulema bir taraftan
oryantalist suçlamaların yanlışlığını izah ederken diğer taraftan Müslümanların
kaderi bir mazeret olarak kullanmaları meselesi üzerinden Müslümanları tenkit
edecek, aynı zamanda devletin ve dinin bekası için kitleleri harekete
geçirecektir. Bu tenkitlerin hem meselenin kavranmasında hem de çözüm
arayışlarında halk ve halka yakın olan tasavvufî yapı ciddi tenkitlere maruz
kalmıştır.
Oryantalistlerin ve yerli temsilcilerinin gözünde din ve
dinin temsilcisi olarak ulema meselenin müsebbibi olarak karşımıza çıkarılmakta
ve genel olarak İslâm’ın mahkum edilmesi hedeflenmektedir.[169] Bu
dilin giderek II. Meşrutiyet’in sonlarına doğru batıcı aydınlar tarafından daha
gürültülü şekilde kullanıldığı göz önüne alındığında genel olarak İslâm’ı,
İslâm’ın temsilcisi olarak ise ulemayı tenkit eden bir anlayış yerleşmiştir.
Bunun yanında ulemanın önde gelenlerinin veya İttihat Terakki iktidarıyla sıkı
irtibatı olanlarının daha alt kademelerdeki ulemayı ve halkı mevcut durumun
müsebbibi görme eğilimleri de aradaki kopuşu göstermektedir. Özellikle İslâmcı
mütefekkirlerin yönelttikleri tenkitler daha çok bu fikri halka benimseten alt
tabaka ulema kesiminedir:
“Tevekkül
ve kadere iman meseleleri ki, yanlış yorumlarla çığırından çıkarılmışlardır,
İslâm nazarındaki mevkileri bu yorumlarla hiç de münasebetdâr değildir. Kader
meselesini halka yanlış bir surette telkin ederek İslâm ümmetini atâletten
sefalete, sefaletten inkıraza sevk eden cahiller, tevekkülü de zillet ve
hakarete tahammül manasında anlatmışlardır.”[170]
Alt kademedeki ulema arasında özellikle vaizlerin ve
tasavvuf kurumunun alt kademelerinde bulunan sûfilerin tenkit edildiğine şahit
olmaktayız.[171] Niçin bizde
bu değişim ve dönüşümü sağlayacak bir tabaka yok fikrinden hareketle girişilen
bu tenkitler arayışın düzeyini de göstermektedir.[172] Mesela fakirlik
meselesiyle alakalı olarak Filibeli’nin hem Müslümanları hem de vaizleri
suçlayıcı cümleleri İslâmcıların halkla aralarını giderek açacak bir yol
tutturduklarını göstermesi açısından şayan-ı dikkattir:
“Maatteessüf,
ne söylediğini bilmeyenlerimizin, câhil ve hurâfâthân vaizlerimizin bu kâbil
erâcifi neşr edecek beyenâtı görülmüyor değilse de bundan din-i İslâm ve nebîsi
değil o câhiller mesuldür. Fakr-i ma’nevi ile dilenciliği şey-i vâhid zanneden
hakikat mukallidleri de bu hususda çok kabahatlidir.”[173]
İslâm-müslüman ayrımı yapan bu satırlar daha da ileri
giderek normal fakirlik, kanaat, riyazet, zühd gibi müslüman kimliğini hem
dünyevî hem de uhrevî yönde kavileştiren unsurlara da yönelecektir.[174] Tasavvuf
ise bu anlayışın hayat bulmasının müsebbibi olarak tenkit edilirken tasavvufu
tenkit etme konusunda ulemanın ve batıcı aydınların aynı karede birleşmeleri
modernleşme ile İslâmcılık fikrinin ilişkisini göstermesi açısından da
ilginçtir.[175] Özellikle İttihat
Terakki’nin II. Abdülhamid’e karşı yürüttüğü muhalefete gizli veya aşikâr
şekilde destek veren üst tabaka ulema ve aydınlar; halkın, mevcut durumu bir
kader olarak benimsemesinde alt tabakadan ulemanın rolüne dikkat çekerek
Abdülhamid idaresinin iktidarını bu sayede devam ettirdiğini iddia ediyorlardı:
“Zulm
ve sû-i idare dahi mur’ad-ı ilâhidir. Hicaza giden birkaç hoca efendi arasında
bir hocaefendi Abdülhamid’in seyyiâtından bahseden adama pek fena çıkıştı:
‘Mısır, Tunus, Bulgarya, Bosna ve falan yerler gavurlara geçdi ise padişahın ne
kabâhati vardır? Allah öyle takdir etmiş. Kim takdiri bozabilir? Kazaya rıza
müslümana lazımdır.”[176]
Acil değişim ve dönüşüm isteyenlere göre; kim oldukları
hakkında bir kanaatimiz olmasa da mevcut iktidarın devamını sağlayan bir kader
telakkisini halka telkin eden ulema ve tasavvufî teşekküller, halkı çalışmaktan
alıkoymaktadır. Halk ile doğrudan temas sahibi olan tarikatlerin çalışma,
gayret, dünyaya bağlanma hususlarında halka yaptığı telkinleri mevcut durumun
müsebbibi gören bu kimseler çözümü bu tesiri kırmakta görmektedirler:
“Evet,
biz öyle bir devirdeyiz ki dinimizin sa’y ve ictihad hakkındaki evâmirini
tekrar tekrar söylemek üzerimize farzdır. Biz bu farizayı eda etmezsek nüfusu
bağlayan zincir-i ataleti kıramayız. Hâsılı irşad iddiasında bulunanların telkîn
eyledikleri zunûn-ı bâtılayı zihinlerden çıkaramayız. Halk irşadât-ı dinîye
namına kendilerini çalışıp kazanmaktan tenfîr eden, fakr ve ihtiyaç içinde
yaşamayı hayat-ı mes'udâne suretinde gösteren miskinâne sözlerden başka bir şey
duymuyor. Allah'ı severseniz söyleyin: bu gibi sözlerin, kulûbu en muvafık ilaç
ile tedavi etmek suretinde hülâsa edilebilen hikmet-i nebevîye ile imkân-ı
telifi var mıdır?”[177]
İslâmcılarla Batıcılar arasında bu kanaatler hususunda
herhangi bir tefrik görülmezken bu dilin açacağı tahribat çok sonraları
anlaşılacaktır.[178] Modernist
fikrin halkla ilgili kanaatleri selefi tavrın bir gereği olarak karşımıza
çıkmaktadır. Osmanlı’da selefî düşüncenin temsilcisi olarak zikredilen
Birgivi’nin Ehl-i Sünnetin avamının çoğunu cebri olarak nitelediği göz önüne
alınırsa selefî düşüncenin genel karakteristiklerinden biri olarak bu
suçlamaları zikredebiliriz.[179] Aynı tavrın özellikle
Efgânî-Abduh çizgisi tarafından da takip edildiği göz önünde bulundurulduğu
zaman selefî tavrın her şeyin doğrusunu bilmek ve yapmak gibi bir iddiayı
barındırdığından bu elitist tavır ulema ile halkı birbirinden koparmıştır.
Nitekim Osmanlı modernleşmesinin hangi cephesinde yer alırsa alsın herkesin
aynı şekilde halk ve alt katmanlarda devam ede gelen din anlayışına yönelik
tenkitleri bu tarafıyla selefî bir karaktere sahiptir.[180]
Felsefî tasavvuf vadisini takip eden Filibeli[181] ile
Türkçü çizginin en önde gelen mensup ve müdâfilerinden biri olan Akçura’nın[182] biraz
da Abdülhamid devri şartlarına istinaden söylediği şeyler mevcut tenkitlerin
itikadî ve ilmî olmaktan ziyade siyasî ve içtimâî olduğunu gösterir.[183] Tasavvuf!
yapı içerisindeki farklılıklar üzerinden İslâm-Müslüman ayrımına benzer şekilde
tasavvufu tebcil fakat müntesiblerini mahkum ederek su-i tefsir izahıyla
meselenin halline çalışanlar temsilcisi olmayan bir tavra müsamaha
göstermektedir.[184] Tasavvufun
sahip olduğu katmanlı dilin giderek etkisini kaybettiği bir ortamda
genellemelerden sakınca duymayanlar giderek bu ince manaların kaybına sebep
olacaklardır.[185]
İçtimaî- ahlâkî kavramların mevcut manalarının müsebbibi
olarak gösterilen tasavvufî çevrelerin karşı karşıya oldukları durum daha
farklıdır. İlk etapta tasavvufun cebre varan anlayışıyla meselelere yaklaşmak
ve kulun iradesinin Allah’ın iradesi karşısında aczini idrak etmek şeklinde
anlaşılacak bir tavrın devam ettirilmesini temin etmeleri gerekmekteydi. Diğer
taraftan modernleşmenin icbarlarına göğüs germeleri ve tasavvufa bu ahlâkî
kavramların telakkisi üzerinden yöneltilen tenkitleri en azından cevaplamaları
hatta yalanlamaları gerekiyordu. İlerde de bahsedeceğimiz gibi Tasavvuf dergisinde
yayınlanmış makaleyi iktibas etmekten çekinmeyen Sırat-ı Müstakim dergisinin
tavrı, iki tarafın birbirine ne kadar yakın olduğunu anlatmaktan ziyade tekke-
tasavvuf çevrelerinin bu kavramları modern manasıyla doldurmaya ne kadar yatkın
ve istekli olduklarını gösteriyordu.
Bu çerçevede Ahlâk-ı Sufiyye başlığı altında
yayınlanan “Sanat ve Hirfat” adlı imzasız yazının çalışarak “vesâit-i diniyye
ile geçinmemeyi”, bir sanat ve meslek sahibi olmanın ve kendi eli emeğini
yemenin ehemmiyetini sahabe ve tasavvuf büyüklerinin sözlerinden hareketle bir
temele oturtmaya çalıştığı görülmektedir.[186] Tasavvuf! çevreleri bu
çizgiye çeken zecri hava, oryantalist iddiaları reddederken bile kabullenmeyle
neticelenecektir.[187] Meselenin avamın yanlış
anlaması üzerinden izale edilme yolunun tutulması aslında İslâm’a yöneltilen
tenkitleri bertaraf etmemekte, belki de bu iddiları ispatlamaktadır.
İrade Meselesinin hangi saiklerle tartışıldığına dair
yukarıdaki izahattan sonra sadece yöneltilen tenkitlerle ele alınan bir mesele
olmamasına rağmen meselenin esas sınırlarını tayin eden hususun bu tenkitler
olduğu söylenebilir. Gerek oryantalistlerden gerekse oryantalistlerden mülhem
mektepli, batıcı aydınlar tarafından yöneltilen tenkitler belli başlı şu
hususlarda toplanır.
İlk olarak Oryantalistlerin Müslümanların geri kalmaya
mahkûm olduklarına dair iddiaları kader ve ilim meseleleri üzerinden
temellendirmeleri ve mevcut durumu bir netice olarak takdim etmeleri kader ve
tevekkül gibi insanı hayat karşısında münfail kılan kavramlar etrafında bir
geri kalma edebiyatının doğmasına vesile olacaktır. Bu tarizler karşısında
farklı savunma biçimleri geliştirildiyse de oryantalist iddiaların paralelinde
ta’mik-i fikr edenler İslâm dünyasının ve Müslümanların geri kalmasında mevcut
haliyle kader inancının tesiri olduğunu ileri sürerler.[188] Ulema
ve İslâmcı kesimden kimse normal olarak oryantalistlerin iddia ettiği gibi
kader inancının bizzat kendisinin bu inhitata sebep olduğu iddiasına iştirak
etmeyecektir. Özellikle dini yapıya karşı girişilen uzun mücadeleyle irtibatlı
gelişen terakki düşüncesinin din hakkında beslediği olumsuz kabulün Avrupa’da
sahip olduğu yaygınlık derecesi ve pozitivist- materyalist fikirler din
aleyhindeki olumsuz kanaati derinleştirmişti. Dinin lüzumsuzluğu yanında İslâm
söz konusu olunca hem tarihi düşmanlıklar hem de bizzat sistematik bir tenkit
ve tahkir metodunun devreye sokulmasıyla İslâm’ın terakkiye, bilime mani olduğu
telkinleri kader meselesi ve ahlâkî-içtimâî tezahürleri üzerinden yürütülecek
ve bu da makes bulacaktır.[189] Ulema bir taraftan bu
iddiaları reddederken diğer taraftan geri adım atarak bu anlayışın sebebini
kader inancının yanlış telakkisinde görecek ve gösterecektir.[190] Bu tavır o
kadar yaygındır ki bu meselelerin geniş yekûn tuttuğu eserinde Mustafa Sabri
Efendi, Haşim Nâhid’in iddialarını çürütürken ve muhataplarının niyetlerini
sorgularkan bile bu geri adımı atmaktadır.[191] Bu noktada ulema ile
batıcı aydınlar arasındaki fark üsluptan ibaret kalacaktır. Mesela Abdullah
Cevdet, inhitat-ı müdhiş’in dört sebebinden biri olarak da “akîde-i kaderin
fehm-i galâtı”[192] maddesini saymaktadır.
Aynı paralelde Haşim Nâhid daha ağır ifadeleriyle bu inancı tenkit etmektedir:
“Kaza
ve kadere karşı boynu bükük ve kendinin mutlak bir acı içinde olduğuna inanan
halk, fazilet kadar, hayat içinde en müessir duygu olan bir korku altında
asırlarca yaşadıklarındandır ki ortaçağda, kırbaç altında titreyen esirler gibi
itaatli, alçak, riyakar, yalancı oldular.”[193]
Bu yanlış telakkinin milletin karakterini bozduğu kanaatini
destekleyen ve içtimâî yapıdaki hasarını derinleştiren yorumlara
rastlanmaktadır.[194] Selanik’teki İttihad
Terakki kongresinde geriliğimizi ahalimizin seviyesinin düşük olmasına bağlayan
Celal Nuri’de halkın inançları ve kader inancının yanlış anlaşılması içtimâî
geriliğin sebebi olarak takdim etmektedir:
“...menkûlâta
olan fart-ı inhimâkımız hürriyet-i fikriyeye bigane kalıp dimağımızın hurâfât
ve esâtirden müteşekkil bir kalıp içinde yuvarlandığı, kadere verdiğimiz
yanlış, pek yanlış mana, tarz-ı muaşeretimizin tutar yeri kalmaması, adâb-ı
kadîmemizi muhafazada, adâb-ı garbiyeyi kabulde gösterdiğimiz tereddüd ve
atalet bizim bugünkü tedenni-i ictimâiyemize sebeb olmuştur.”[195]
Özellikle batıcı aydınlar tarafından kaleme alınan bu
suçlamaları kabullenme temayülü İslâmcılar arasında da mevcuttur.[196] Ulemanın
dinin aslıyla uygulaması arasında fark olduğuna dair geliştirdiği en önemli
savunma biçiminin burada da devreye girdiği görülmektedir. Kaderin doğru
anlamıyla doldurulabilecek bu boşluk aynı zamanda İslâm’ın aslında bilimi
teşvik ettiği iddiasında olduğu gibi kaderin doğru anlamının arzulanan başarıyı
getireceğine dair inancı destekleyen müspet bir manaya bürünmüştür. Fakat
ileride ifade edeceğimiz gibi bu tefrik birçok problemi de beraberinde
getirecektir. İslâmcılar ve batıcı aydınlar mevcut telakkinin yanlışlığını
kabul ederek aynı karede yer alırken, çıkış yolu olarak tavsiye ettikleri
hususlarda ayrışacaklardır. Ulema ve İslâmcılar meselenin hallini İslâm’da
ararken batıcı aydınların muhayyilesinde kader meselesi halkı, dindar çevreleri
ve bir adım ilerisinde de dini tenkit etmenin ve dinin lüzumsuzluğunu ispat
etmenin aracı haline dönüşecektir.
İkinci olarak mevcut yapının ortaya çıkardığı insan ve
Müslüman tipinin fatalist, cebri olduğunu yani oryantalist dilin tayin ve
tavsif ettiği şekli ve yeri kabul eden İslâmcı ve batıcı mütefekkirler, bir
zamanlar kader inancının doğru telakkisinin mevcudiyeti iddiasıyla oryantalist
söylemden ayrılmaktadırlar. Mevcut durumu kabul etmek açısından aralarında fark
yoktur. Tıpkı onlar da mevcut telakki değişmezse terakkinin imkânsız olduğu
kanaatindedirler. İslâm’ın ilk birkaç asrından sonra kader anlayışına hâkim
olan telakki cebrîdir ve geri kalmışlığın sebebi kaderi yanlış anlamaktan
kaynaklanmaktadır.[197] Bu cebrî tavır tam da
oryantalistlerin fatalizmle kast ettikleri şeydir. Mevcut yapıyı savunmaktan
öte ahlâkî-içtimâî değişiklikler hedefleyen isimlerin mevcut telakkiyi cebrî
olarak nitelendirmede daha hevesli oldukları görülür.[198] Seyyid Bey,
Eş’arîliği Cebriyye ile özdeştirerek genelde cebr fikrinin hakim olduğu
kanaatini dillendirirken Filibeli de meseleyi aynı çerçeveye yerleştirmektedir.[199] Seyyid
Bey gibi Akçura da aynı aktivist çizgiye mensup olup doğrudan İslâmiyet’i
savunma saikiyle hareket eden isimlerden biri değildir. Bu isimlerin öncelikli
hedefi mevcut durumu değiştirmek ve insanları aktif hale getirmek üzerine
kuruludur. Nispeten İslâmcılarda da görülen bu tarzın ulemaya mensup isimler
nezdinde savunmaya daha çok merkezi bir yer verme şeklinde cereyan ettiği
görülür. Burada öncelikler devreye girmektedir. Batıcı bir çizgi ve dili
kullanan aydınların mevcut anlayışı cebrî olarak niteleme hususunda
oryantalistlerle aynı dili kullanabilme rahatlığı gösterdikleri ortadadır.[200] Ulema
ve İslâmcılarda yanlış anlama fikrini kabul ederken inancın ve daha ilerisinde
İslâm’ın doğruluğunu ve güzelliğini savunma gayretine girişeceklerdir.
Üçüncü bir iddiaya göre asırlar boyunca şekillenmiş cebrî
telakkinin her şeyden kaçan her şeyi Allah’tan bekleyen ve bütün olup bitenleri
kader böyleymiş diye karşılayan tembel, sefil ve başkalarına muhtaç bir insan
tipi ortaya çıkarmıştır. Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumla müsavi şekilde
kendini hissettiren yeis ve ümitsizlik halinin ve bu halden etkilenerek kendine
yer bulan ataletin yani olup bitenler karşısında münfail duruma düşen insanın
bu halini kader inancına yükleme çabası görülmektedir.[201] Bu telakki insanı olaylar
karşısında pasif ve atıl duruma düşürmekte siyasî ve içtimâî gidişatın
istikameti hususunda fikir ve çaba sahibi olmaktan kaçınmayı beraberinde
getirmektedir. Bu telakkinin her şeyi kabul etme ve sorumluluktan kaçmaya yol
açtığını savunanların bir diğeri Mehmed Şemseddin’le bu meselede aynı dili
kullanan Abdullah Cevdet’tir.[202] Bu insan tipinin dünyada
mal mülk kazanmaya ve servet biriktirmeye tevessül etmemesi, dünyanın
geçiciliği fikrine kapılarak münfail bir halde başına gelen şeylere razı bir
teslimiyet içerisinde bulunması asıl tenkit edilen husustur. Zira servet
biriktirmediği ve dünya ahvaline kıymet vermediği için olup bitenlerin ve
başımıza gelenlerin tek müsebbibi bu tavra sahip insan tipidir. Bu tip servet
ve bilgi birikimine sahip olmadığı için ticaretten de anlamaz ve elindeki
imkânları değerlendirmez. Bu da onu felaketlerimizin seyircisi haline getirir.[203]
Son olarak tenkitler yukarıdaki meselelerle bağlantılı
olarak mesuliyet fikri üzerinden yapılır. Klâsik Kelâm literatüründe
Cebriyye’ye doğrudan Eş’arîler’e de dolaylı olarak yöneltilen insan iradesini
inkar ederek insanın mesuliyetini inkar ettikleri yönündeki tenkitler
modernleşme ile beraber mevcut Müslümanın kader anlayışı için kullanılmaya
başlanmıştır.[204] İlk elden
insandaki iradenin mevcudiyetini isbata yönelik irade bahislerinde sıklıkla
başvurulan bu delil teklifi ortadan kaldırmak gibi uhrevî bir manaya atfen
tenkit edilirken modern dönemde hukukî ve ahlâkî temel üzerinden yapılmakta ve
tetkik edilmektedir.[205] Klâsik literatürde de
mevcut olan bu itirazların hukukî ve ahlâkî bir karaktere büründürülmesi
özellikle meşrutiyetle birlikte hürriyet ortamının kontrolü ve insanların vatan
ve milletin bekasına katılımları ile ilgili olarak ön plana çıkartılacaktır. Bu
çaba ahlâk bahsinde ele alacağımız gibi mevcut bozukluğu açıklama imkânı
verirken ciddi bir psikolojik avantaj da sağlamakta idi.
Yukarıdan beri zikrettiğimiz gibi klâsik kader anlayışının
insana yeis halinde tembel ve her şeyi kader diyerek kabullenen bir halet-i
ruhiye kazandırması sebebiyle ferdin şahsiyetini yok eden ve onu şahsiyetli
kılan bir terbiyeden mahrum bıraktığını savunan bir dil anlayışı yerleşmeye
başlamıştır.[206] Yeni terbiye metodu
arayışlarının arttığı, Batıdan yapılan tercümelerin bir hayat ve eğitim tarzı
olarak topluma empoze edilmeye başlandığı bir ortamda klâsik eğitim usullerine
ve bu usullerin araçları olan medrese ve mahalle mekteplerine, eski ahlâk
kitaplarına uzanan geniş bir yelpazedeki tenkit ve tahkirlerin altında verilen
terbiyenin ve ahlâkın mevcut yapıyı değiştirmeye ve dönüştürmeye yetmediği
üzerine kurgulanır.[207] Bu talim ve
terbiyenin en büyük suçu tembel, aciz, yeis halinde, olup bitenlere kayıtsız,
her şeyi Allah’tan bekleyen ve bütün olup bitenleri kader olarak açıklayan bir
ferd yetiştirmesinden kaynaklanmaktadır:
“...
Çocuğun zihnindeki tetkik ve tahlil hususiyetini Türk - Osmanlı ailesinde
kahredici ve cahil ellerle körletmeyen, öldürmeyen kimdir? insanın bir mutlak
acizlik içinde olduğuna, her şeyin ezelî yaratıcısı tarafından yapıldığına,
mezarların Allah ile insanlar arasında bir vasıta, bir şefaatçi olduğuna,
padişahın mutlak hâkim bulunduğuna inanan, dimağı küflenmiş bir takım hurafeler
ile karışmış, cinler, periler vampirlerin hayaletleri ile dolu rüyalar içinde
bo ğulan kara cahiller, çocukların bitmez tükenmez «niçin»lerine kat'î olarak
şu cevabı verirler. Allah yapıyor, Allah takdir etmiş, itiraz etme, sus
günahtır, küfürdür!”[208]
İçtimâî ve ahlâkî sahada bütün olup
bitenlerin sorumlusu olarak takdim edilen bu insan tipinin hamurunun kader
inancından olduğu ile ilgili kanaatin bu kadar kökleşmiş olması irade
meselesinin mana ve muhtevasını tayin edecek en esaslı faktör olacaktır.
İKİNCİ
BÖLÜM
SON DÖNEM
OSMANLI DÜŞÜNCESİNDE İRADE HÜRRİYETİ
TARTIŞMALARI ÇERÇEVESİNDE MEZHEPLER
İslâm’ı yeniden müessir bir güç haline getirmek isteyen
modernist çabanın ortak hususiyeti, Kur’an’a ve Sünnet’e yani kaynaklara dönüş
adına tarihi birikimi göz ardı etmesi, yok saymasıdır. Özellikle siyasî ve
içtimâî meselelerde daha bariz olan bu hususiyet dikkate alınırsa
modernleşmenin bu aşamasında mezhep meselesinin bir esas teşkil edip etmediği
sorusu bizi karşılar. Eğer mesele bir modernleşme problemi etrafında cereyan
ediyor ve aslolanın meseleleri çözmek olduğu dikkate alınıyorsa ortada
mezheplere dair bir tartışmanın varlığı tâlî bir mesele olarak kalmaktadır.
Aynı minval üzere devam edersek mezheplerin meseleleri nasıl çözdükleri veya
dönemde mezhep tartışmalarının varlığı/yokluğu meselesini devrin aktörlerinin
ciddiye almalarını bekleyemeyiz. Bir noktaya kadar içtimâî cephesi ağır basan
eserlerde gözlediğimiz bu tavır diğer taraftan ilmî eserlerde, özellikle halk
katmanlarına yönelik risalelerde ve ders kitaplarında meselenin mihverini
teşkil ettiğini görürüz. Özellikle selefî bir tavrın esas ittihaz edildiği
durumlarda mezheplerin yok hükmüne ircâ edildiği görülmektedir. Aşikâr bir
selefiliğin tebarüz ettiği durumlardaki -Hüseyin Kazım Kadri gibi- istisnâları
saymazsak Osmanlı için böyle bir tavırdan söz etmemiz mümkün değildir.
Özellikle Türkçülerin ve Batıcıların dini düşüncelerini etkiledikleri
söylenebilen Musa Cârullah ve Rızaeddin bin Fahreddin’de görüldüğü şekliyle bir
muhalefet Osmanlı zihin dünyasında ancak batıcı aydınlarda
gözlemlenebilmektedir.[209]
Bunun anlaşılabilir birkaç sebebi vardır. Öncelikle mevcut
yapıyı şekillendiren anlayışın temel dinamikleri, en azından ilmi olarak,
mezheplerdir. İkinci olarak oryantalist dilin mahkûm etmeye çalıştığı İslâm
kader anlayışını mezhepler üzerinden farklı katmanlara ayırma imkânını ve
gerçek İslâm tartışmalarının tutunabileceği gözden çıkarma selahiyetini
mezhepler üzerinden bulmalarıdır. Üçüncü olarak da gerek muhatap gerek muarız
ikna edilirken bu dairenin kullanılmasını gerektiren bir durumun
mevcudiyetidir. Nitekim bu icbar muhatapların arzu ve istikametlerine göre
dönüşleri gizli veya aşikâr yapacak en esaslı unsurdur. Bir dördüncü olarak da
gerek Seyyid Bey’de gerekse Mustafa Sabri Efendi’de görebildiğimiz şekliyle
muarızları mahkûm ederken hem bu daireyi kullanmak hem de muarızları bu
dairenin dışında bırakmaya imkân vermektedir.[210]
Osmanlı zihin dünyasının gerek ilmî gerek amelî noktada
kabul edip hayatında düstur edindiği Sünnîliğin vücut verdiği iklimde, ulema
tarafından zaman ve zemine göre değişen bir muamele ile desteklenen ve
denetlenen yapısı ile tasavvuf, neşve ve meşrebe göre farklılık arz eden bir
hayat dengesi ortaya çıkarmıştır. Ehl-i Sünnet vurgusunun özellikle “fırka-i
nâciye” esasına dayanarak kendini konumlandırmasından sonra hukukî yapısını da Hanefîlik
üzerine bina eden Osmanlı’nın, ulema ve medreseler düzeyinde hem Eş’arîliğe hem
Mâturîdîliğe ait eserleri okutarak ve bu eserlere şerhler, haşiyeler, tâlikler
yazarak kendine mahsus hale getirdiği ortadadır. Ehl-i Sünnet ve ’l- Cemaat
isimlendirmesi hem daha geniş bir çerçeveye kavuşmuş hem de mezheplerin kendi
aralarında, İslâm tarihinde olduğu şekliyle, bir tefrike imkân bırakmayacak
şekilde teşekkülüne önayak olmuştur. Bunda tasavvufî cephesi kuvvetli olan
gerilimin etkili olduğu söylenebilir. Zira Osmanlı için tasavvufun meşruiyeti
çevresinde cereyan eden tartışmalar ve Sünnî yapının diğer gayr-ı Sünnî
unsurlarla mücadelesi Osmanlı içinde bariz bir mezhep mücadelesine imkân
tanımamıştır denilebilir. İlmi çevrelere has bir tefriki ifade eden mezheplerin
halk nezdinde itikadî olarak pek bir karşılığının olmaması aralarındaki
problemleri görmezden gelmeyi gerektirecek bir aşamaya doğru tekâmül etmiştir.[211]
İslâm düşüncesinde Ehl-i Sünnet’in ısrarla vurguladığı şey,
Allah’la ilgili olarak saygılı bir dil kullanılması zorunluluğudur. Bu hem
selefin Allah hakkındaki kanaati hem de geniş kitlelerin Allah’la
münasebetlerini tayin ederlerken kullanacakları bir düsturu ifade eder.[212] Müslüman
zihninde Allah’ın müteal olan kudret ve azametini zedeleyebilecek imalardan
kaçınılmıştır. Bu zihnin ürünü olan dil, insanla mikyas ifade edebilecek
ıstılah ve ifadelerden kaçınılırken Allah’a -kendi iradesine bağlı olarak veya
olmayarak- herhangi bir mecburiyet atfetmekten dikkatli bir şekilde uzak
durulmuştur. Allah’la münasebetini bu denge üzerinden tesis eden Ehl-i Sünnet
çizgisinin gerek ulema ve meşayih gerek halk nezdinde tasavvufla olan irtibatı
cebr fikrinin müsbet veya menfi şekilde Osmanlı muhitinde neşvünema bulmasına
sebebiyet vermiştir. Cebriyye ile tasavvuf arasında kurulan ilişkinin[213] tarihî
olarak şikâyete bahis olduğu doğru ise de fatalizm manasına bir cebr
anlayışının, oryantalist iddialara karşı ulema ve mütefekkirler tarafından dile
getirildiği şekliyle, hicri dördüncü asırdan itibaren tarihe karıştığı
ortadadır. Mezhep olarak mevcut olmasa da tasavvufî yapının içinde farklı
varlık ve hâl telakkilerinde değişik manalara bürünmüş halde mevcut olan
teslimiyet fikri modernleşme döneminde Müslümanların mevcut halinin müsebbibi
olarak gündeme gelmiş ve tasavvufun tenkit edilmesinin en büyük belki de yegâne
sebebi olmuştur.
Modernleşmeyle birlikte tahlil ve tenkitlerin mezhep
düzeyinde bir hesaplaşmaya doğru gittiği zamanlara gelindiğinde mensup
bulundukları ananeye uygun arayışlara girişenler olmuştur. Mensup oldukları
mezheplere bağlı olarak ulaştıkları çözümler mezhebe ait önceliğin terk edildiği
bir zaman diliminde meselenin mezhepler düzeyinde ele alınmasının bir paradoks
olup olmadığı sorusu akla gelebilir. Selefî temayüllerin mezhep telakkisinde
ortaya koydukları tavır meselenin ele alınışına ve ulaşılan neticelere tesiri
eder. Felsefe Mecmuası"nda Eş’arîlik ve Mâturîdîliği kolaylıkla
diğer mezheplerle yan yana zikreden bir bakış açısının arz-ı endam ettiği göz
önünde bulundurulduğunda yukarıdaki soruyu tekrar edip meselenin mezhep
düzeyinde ele alınıp alınamayacağını tekrar sorabiliriz. Her ne kadar durum
bunu gösteriyorsa da meseleyi mezhepler düzeyinde ele alanların niyet ve
samimiyetleri bir tarafa bırakılarak şu hüküm verilebilir: Modernleşmenin
getirmiş olduğu problemleri kendilerine ait olan bir referans dairesi
içerisinde karşılamak, cevaplamak hatta bu daire içerisinden bir çıkış yolu
bulmak gayesini muhafaza edenler buralarda bir çıkış yolu aramaktadırlar.
Tehlikenin büyüklüğü oranında dinî olanın kullanımının arttığı bir durumla
karşı karşıya olmamıza rağmen arayışların nerelerde kesafet kazandığı meselenin
ehemmiyetli bir cüzüdür. Hangi mezhebe ait usül ve ananeyi kullanıyorsa
modernleşmeyi de o zaviyeden ele alıyor neticesine ulaşmak aynı zamanda
mezhepler üzerinden modernleşmeye tavır alışları da tayin etmeye yarayacaktır.
A. Eş’arîlik-Mâturîdîlik Tartışmalarının Yeniden Ortaya
Çıkışı
Osmanlı Kelâmcılarının Eş’arî olup olmadıkları ve
Eş’arîlik-Mâturîdîlik münasebetlerinin Osmanlı zihin dünyasının teşekkülünde ne
tür bir belirleyiciliğe sahip olduğu bugün hakkında kolayca hüküm verilebilecek
bir mesele değildir. Bu meseledeki zorluğunu görebilmek için birkaç hususa göz
atmak icap eder. Meselenin sarahate kavuşturulmasını zorlaştıran hususlardan
birisi; Osmanlı hukuk zihniyetinin Hanefî bir karaktere sahip olmasıdır.
Hanefîliğin Eş’arîlik-Mâturîdîlik gibi Sünnî itikadî mezheplerden çok önce
teşekkül etmesi ve aynı zamanda itikadî bir mezhep karakterine sahip olması
meseleyi karmaşık hale getirmektedir.[214] Hanefîliğin bu müstakil
karakteri, Mâturîdîliğin önünü açan bir yapıya sahiptir denilebilirse de
Osmanlı dışındaki coğrafyalarda Eş’arîliğin yanında zikredilmeye müsait olması
ve İrade-i cüz’iye risalesi kaleme alan ulemanın Hanefî usul geleneğiyle olan
irtibatı meseleyi karmaşıklaştırmaktadır. İzmirli’nin;
“Mâtürîdiyye
müstakil bir fırka değildir, fukuhâ-i Mâverâünnehir tarikatıdır.
Mütekellimînden ziyade fukahadan bir tâifedir... Nesefiler Mâtürîdiyye intişâr
etmekle Mâtürîdiyye lakabı şayi’ olmuş, artık Hanefiyye lakabı unutulmuştur”[215]
demesi Hanefî-Mâturîdî çizginin ne kadar iç içe olduğunu
gösterir. İzmirli’nin Hanefi'lerin Mâverâünnehir bölgesi fukuhasına Mâturîdîyye
denildiğini fakat Irak ve diğer bölgelerdeki Hanefi'lerin ise ‘Hanefî’ olarak
isimlendirilmeye devam ettiğine dair ifadesi Mâverâünnehir bölgesiyle kuvvetli
irtibatları olan Osmanlı’daki karışıklığı anlatmaya yardımcı olur.[216] Fakat
buradaki karışıklık Hanefîliğin Türk-Osmanlı tarihindeki ehemmiyetli mevkiiyle
tenakuz arzetmez. Tuğrul Bey’in Eş’arîlerle ilgili tasarrufları dikkate
alındığında itikadî olarak İmam-ı Azam’ın eserleri üzerinden cereyan eden bir
şerh geleneği farklı bir mecranın hesaba katılmasını gerekli kılar.[217] Hanefîliğin
itikadî olarak sahip olduğu belirleyicilik kendini daha çok halk katmanlarında
meşhur olan dinî-ahlâkî eserlerde ve ilmihâllerde göstermektedir.[218] Hanefîliğin
bu tarihî anane içinde haiz olduğu mevkii sadece hukukî bir ayrım veya itikadî
bir tercih değil aynı zamanda Türk-Osmanlı milletinin şahsiyetini tayin eden en
esaslı unsurların başında gelir.[219]
Öteden beri yapılan tariflerde Hanefî olanların Mâturîdî,
Şâfiî olanların Eş’arî oldukları tekrarlanır.[220] Klâsik müdevvenatta sık sık
rastladığımız bu benzeştirmeyi son devir Osmanlı ulemasının eserlerinde de
müşahade etmekteyiz.[221] Modernleşme
devrinde epeyce pekiştirilen bu kanaate rağmen Hanefîliğin müstakil karakterini
muhafaza ettiği de ortadadır.[222] Bu ayniyet
ve genellemelerin Osmanlı için ispatı müelliflerin mesele ve eser düzeyindeki
irtibatının ortaya konulmasıyla anlaşılabilecek bir husustur. Mesela
Eş’arîlerle Mâturîdîler arasındaki farkları ele alan bir eserin bu dönemde
yapılan tercümesinin en dikkat çekici özelliği bütün meselelerde Eş’arîlerin
karşısında isim olarak Hanefî'lerin zikredilmesidir.[223] Bu husus, bir taraftan
aradaki ihtilaflı mevzuların telif edilebileceği düşüncesine hizmet etmekteyken
ve İslâm tarihinde yer yer ciddi problemler doğuran mezhep farklılığının
Osmanlı için Sünnîlik içinde çözüme kavuşturulduğunu düşündürürken diğer
taraftan Mâturîdî kimliği benimseyen ve benimsetmeye çalışan isimleri zor
durumda bırakmaktadır:
“Gariptir
ki, İran Selçukilerinin mezheb-i resmisi olarak ilan edilen Eş’arîlik’ten maada
bilumum Türklerin, Horasan, Harzem ve Mâverâunnehir âlimlerinin, Türkistan ve
Şimâl Türklerinin ve bilhassa Osman Oğulları ile beraber bütün Türkistan’ın
resmi mezhebi Mâturidilik olduğu halde medreselerde okunan ilm-i haller ve
akaid kitapları Eş’arî mezhebine göre yazılmış ve onlar tarafından işlenmiş
olanlardır.” [224]
Klâsik metinlerde Mâturîdîliğin ismen zikri yaygın olmayıp Eşâire
kulanımına karşılık Mâturîdîliğin ismen telaffuz edilip edilmemesi
genellemelerde önem arz etmektedir. Mesela tercihini Mâturîdîler canibinde
kullanan fakat bu fikri savunanları Hanefîyye olarak isimlendiren ve
Eş’arîlikle alakası olmayan İzmirli’nin ‘sâid olanın şâki, şâki olanın ise sâid
olabileceği’ meselesini tartışırken Mâturîdîyye yerine Eş’arîlerin karşısına
Hanefiyye ismini yerleştirmesi meselenin bir başka yönünü ortaya koymaktadır.[225] Yine
hüsun-kubuh meselesiyle ilgili farklı görüşleri ifade ederken[226] İzmirli’nin
müstakil bir mezhep olarak zikretmediği Mâturîdîliği[227] Şeyhulislâm Musa Kazım da
hüsün ve kubuhun aklen mi nalken mi bilinebileceğini tartışırken Mu’tezile,
Eş’arîyye ve Hanefîyye arasında zikretmez.[228] Fıkhî ve kelâmî metinlerde
Mâturîdîlikle Hanefîlik arasındaki ince ayrım fıkıh ile kelâmın ortak mevzuları
söz konusu olduğunda ortadan kalkmakta ve Hanefîlik tercihe şayan hale
gelmektedir. Eş’arîliğin karşısına Hanefîlik yerleştirilmekte ve ulema Hanefî
geleneğe yaslamakta daha istekli görünmektedir. Osmanlı’nın gerek Mâturîdî gerekse
Eş’arî olduğunu iddia edenler bir tarafa meselede bir problem görmeyip de her
iki ismi kullanmadan genel olarak Ehl-i Sünnet’ten bahsetmeyi yeterli görenler
de mevcuttur.[229] Burada
medrese ilim geleneğinin işleyiş biçimini dikkate alarak söylersek medrese dışı
eserlerde tasavvufî bir telakkinin yaygınlığı ile Hanefî bir anlayış yaygındır.[230]
Modern döneme intikal ettiğimizde meseleye getirilen
izahların aynı zamanda modern tavır alışlarla irtibatlı olduğu görülmektedir.
İzmirli ve Mehmed Şemseddin’de müşahede ettiğimiz ve benzerine birçok metinde
rastlayabileceğimiz bir tavır olarak her
iki taifenin diğerleriyle münasebetine dair ortaya yapılan
izahlar bir ayrılık unsuru ihtiva etmemektedir.[231] Orta bir yol bulmaya çalışan
ve tarihte benzerleriyle karşılaştığımız bu üslubun Seyyid Bey’de değiştiğini
görmek meselenin aynı zamanda modern bir problem haline dönüştüğünü düşünmeyi
de gerektirmektedir.[232] Seyyid
Bey’in Eş’arî zihniyeti bu kadar yaygın göstermesinin hem ele aldığı metin
açısından hem de metnin siyaseti açısından dönemin kesif havası içerisinde
anlaşılabilir tarafları vardır.[233] Fakat
dikkat edilmesi gereken bir başka husus, belli bir siyaset doğrultusunda bu tür
bir zihniyet analizini tercih etmeyenler bile Osmanlı’yı pekâlâ Mâturîdî
addedebiliyorlardı.[234]
Osmanlı dünyasının irade anlayışının dayandığı temellere
gitmek için çok ihatalı çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Bununla beraber
Osmanlı dünyasının irade anlayışını tayin eden iki esaslı unsur kelâmî
eserlerin önüne geçmiştir diyebiliriz. Hanefîlik üzerinden kendini ifade eden
ve hukukî karakteri baskın olan bir tasavvurun gerek fıkhî gerek siyasî yapıya
hakim bir telakkiye sebebiyet vermiş olduğu ortadadır. Diğer taraftan içtimâî
hayatın bütün müesseselerine ve münasebet biçimlerine nüfuz etmiş bir tasavvufî
tarz ve telakkinin tesiri irade telakkisini tayin eden diğer mühim âmildir.
Nitekim bu iki cephe Osmanlı zihin dünyasında vücut bulan, dünyevî ve uhrevî
iki cepheyi de ihmal etmeyen ve aynı zamanda ilmi olarak Eş’arî-Mâturîdî
kaynaklardan beslenerek kendini ifade eden bir yapı ortaya çıkarmıştır.
İsimlendirmenin yaygınlığı ve dereceleri mezheplerin
hangisinin yaygın olduğunu anlamaya yardım edecek hususlardan birisidir. Bu
ilişkiyi dönem ve problemle sınırlı olmak kaydıyla hangi fikrin yaygın olduğunu
anlamada bir referans olarak ele almak mümkündür. Eşaire ismi yaygın
olarak Ehl-i Sünnet’i kapsayacak şekilde kullanılmıştır.[235] Fakat bu kullanım sadece
ehl-i bidat zıddına ehl-i sünnet hakkında kullanıldığında Mâturîdîliği de ihata
eden bir kullanıma sahiptir.[236]
Bu kullanım Eş’arîlerin modern dönemde tenkit edilmelerinin
de yolunu açan ve klâsik kader anlayışının itikadi-kelâmî cephesinin mesuliyetinin
ilmi düzeyde kendilerine yüklenmesine yol açmaktadır.[237] Fakat bunun karşısında dönemi
bütün bütün Mâturîdî görenler de vardır. Mesela Türkçüğün öncülerinden Yusuf
Akçura, Ehl-i Sünneti Mâturîdî olarak anlamakta ve sınırlamaktadır.[238] Yusuf
Akçura gibi çağdaş Türk düşüncesinde mühim bir mevkiyi haiz bir ismin Ehl-i
Sünneti Mâturîdîlikten ibaret sayması mühimdir. Burada zikredilen Mâturîdîliğin
halk katmanlarında isim olarak benimsenen ve halk nezdinde yaygın olan ilmihal
kitaplarında bahsi geçen Mâturîdîlik olması kuvvetle muhtemeldir.[239] Bu tercihi
yapanların dinî bilgi düzeylerinin dönem için düşük olmasıyla izah edilemeyecek
bu durum Akçura’nın Türkçü kimliğiyle doğrudan alakalı olmalıdır. Eş’arîliğin
ve tasavvufun vücut verdiği cebr-i mutavassıt kader telakkisinin genel olarak
Ehl-i Sünnetin anlayışı olarak kullanıldığını özelikle ulema ve
mutasavvıflardan duymak mümkün iken tersi bir isimlendirmeye bu kesimler
arasında tesadüf edilmemesi dikkate şayandır.[240] Buradaki ayrımın kökeninde
Ehl-i Sünnet’in anlayışını Mâturîdî veya Eş’arî görme konusunda herhangi bir
beis görmeyecek kadar meseleleri başka vadilerde ele alan isimlerin mevcudiyeti
zaten bütün bu tartışmaların aynı zamanda bir modernleşme çabası olduğu ile
alakalıdır.
Tabi bu genellemeler Hanefîlik-Mâturîdîlik ilişkisi
üzerinden Osmanlı’nın mezhebi ile ilgili tayin edici bir bilgi intibaı verse de
bunun karşısına tasavvufla Eş’arîliğin uyumunu yerleştirdiğimiz zaman mesele
daha karmaşık bir hal alır. Hanefî- Mâturîdî çizginin tasavvufla ilişkisinin
problemli olduğunu söyleyen veya bu ilişkinin problemli olduğunu gösteren
örnekler elimizde mevcut değildir. Ama Eş’arîlikle tasavvuf arasında irade
meselesi üzerinden belli bir uyum olması Eş’arîlikle tasavvufu birbirine
yaklaştırmaktadır. Tasavvufun Osmanlı zihin dünyasındaki belirleyicilik
vasfının daha baskın olduğu ortadadır. Klâsik dönemde mutasavvıf insan tipinin
farklı tezahürleri olan mütevekkil, rind, kalender insan telakkisinin içtimâî
hafızada sahip olduğu mevkii hiç de modernleşme döneminde tavsif edildiği gibi
değildir. Bu insan tipine has tavırları geriye doğru gidildiğinde bir tür
‘özgürlük’ olarak gören bir anlayış hâkimdir. Bu anlayış, klâsik dünyanın tam
da özgürlük olarak telakki ettiği şeydir ve içtimâî hayat bu özgürlüğü ve bu
özgürlüğün elde edilme şart ve usulünü belirleyen muhayyile tarafından
şekillendirilmiştir. Eş’arîlikle tasavvuf bu kudret ve ihtiyar telakkisi
üzerinden aynı zeminde buluşturulabilirse de bu ilişkinin Eş’arîliği aşan ve
daha alt katmanlara inildiğinde cebre varan taraflarının varlığı sadece modern
döneme has bir değerlendirme de değildir.[241] Birgivi’nin bu kanaatini
bambaşka saiklerle paylaşan son devir mütefekkirlerinden Filibeli Ahmed Hilmi
gibi İslâmcı isimler yanında Türkçülüğün önde gelen isimlerinden Akçura’nın[242] da aynı
satırlarla meseleyi ele alması problemin halkın mevcut kayıtsızlığından duyulan
rahatsızlığından kaynaklandığını gösterir. Modernleşme dönemi problemleriyle
malûl bu satırların hedefinde geniş halk kitleleri vardır ve aslında Cebriyye
dedikleri şey de tasavvufla neşvü nema bulmuş bir hayat tarzı ve telakkisidir.
Birgivînin bu tavrı ile modernist İslâm düşünürlerinin halk kayıtsızlığı
karşısındaki tutumlarının örtüşmesi modernist tavrın selefî karakteriyle de
örtüşmektedir. Cebriyye’nin fikrî olarak mümessili kalmamış olması ve
Cebriyye’den addetmenin Sünnî dairenin dışında saymayı da icbar edeceği gerçeği
meselenin Eş’arîlik üzerinden ele alınmasını gerekli kılmıştır.
Eş’arîlik-Mâturîdîlik meselesinde karar vermeyi zorlaştıran
bir başka husus Osmanlı ilim geleneği içerisinde şerh ve haşiyelerin bolluğu ve
bu metinlerin aidiyetleri meselesidir. Bilindiği gibi Eş’arîlik ve Mâturîdîlik
arasında cereyan eden tartışmalar Osmanlı ilim geleneğinin canlı damarlarından
biridir. Kaleme alınan şerh ve haşiyelerde bu meseleler daha karmaşık bir
vaziyet arz eder.[243] Eş’arî
eserler yaygın olsa da Osmanlı medrese geleneğinin Mâturîdî çizgisindeki
eserleri müfredatına aldığı, medreselerde okuttuğu, en azından Mâturîdî-Eş’arî
zihniyetinin aynı metinde buluştuğu, buluşturulduğu eserlerin Osmanlı ilim
geleneğinde muhalled eserler zümresinden olduğu cümlenin malumudur.[244] Bu mesele
Osmanlı’nın Eş’arîliğini veya Mâturîdîliğini tayin etmede başka bir problem
olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca yazılan şerh ve hâşiyelerin ana metinde
yaptıkları tashih ve tâdillerin Eş’arîlik- Mâturîdîlik açısından nereye tekabül
ettiği ve mezhep nitelemesini ne kadar değiştireceği bir tarafa Eş’arîliğin ve
Mâturîdîliğin kendi içlerinde ne kadar değiştiklerinin ve birbirlerine ne kadar
yaklaştıklarının tayin edilmesi bu meselenin halli için elzemdir. Zira
eserlerin yaygınlık düzeyleri üzerinden yapılacak değerlendirmelerde dikkatten
uzak tutulmaması gereken hususlardan birisi, seçilen eserlerin birden fazla
gayeye mâtuf olarak seçildikleri gerçeğidir. Medresede okutulan eserlerin
seçiminde dikkati çeken sebeplerden biri de talebenin o ilme ait bütün
problemleri ve tartışmaları görebileceği metinlerin tercih edilmiş olmasıdır.
Her iki mezhebin görüş ve istidlallerini bir arada görme imkânı veren Mâturîdî-
Eş’arî çizginin aynı metinde buluştuğu şerh ve haşiyeler bu özellikleri dikkate
alınarak seçiliyordu.[245] Bu sebeple
medrese geleneği içerisinde okutulan eserlerin seçimini mezhep nitelemesi için
genel bir kıstas kabul etmek sağlıklı değildir. Nitekim gerek kaza ve kaderle
ilgili gerek irade-i cüz’iyye ile ilgili kaleme alınan risaleler aracılığıyla
cereyan eden tartışmaların bu metinlerin dışına çıkılarak yapılması medrese
ders geleneğinin meselenin bu tarafını dikkate aldığını gösterir.[246] Şerh ve haşiye
düzeyinde Mâturîdîlikle Eş’arîliğin birbiriyle hesaplaştığı/çatıştığı
ortadadır. Yazılan şerh ve haşiyelerin bu tarafı dikkatten kaçırılmamalıdır.
Dâvûd-i Karsî, Sadrüşşerîa, Akkirmânî ve Esirîzade gibi isimlerin Mâturîdîliği
yücelten Eş’arîliği tenkit eden görüşlerinden haberdarız. Fakat bunun yanında
birbirlerinin görüşlerini benimseyen ve mezhep aidiyetinin ötesine geçildiği de
malumdur.[247] Nitekim iki
mezhep arasında usul dışında esasa dair bir fark görmeyenler hem irade
meselesini ele alırken hem de farklı meselelerde Eş’arî veya Mâturîdî geleneğe
mensup ulemaya atıflarda bulunabilmektedirler. [248] Ehl-i Sünnet şemsiyesi
altında İmam Mâturîdî ve İmam Eş’arî’yi aynı şekilde tazim eden bir anlayış
özellikle irade meselesini problem edinerek yazılmamış risalelerde daha
barizdir.[249]
Seyyid Bey’in ifadelerine dönerek Osmanlı zihin dünyasının
Hanefî, Mâturîdî veya Eş’arî olduğunu söylemek bu dili kullanan kimsenin
kullandığı dilini tasfiye edici bir genellemeyle mâlul hale getirir. Osmanlı
için hem Hanefî olup hem de Eş’arî olmayı bu açıklamalarla kâbil-i telif
göremeyeceğimiz gibi klâsik müdevvenatta rastladığımız ifadelere istinaden de
Mâturîdî demek çok sıhhatli görünmemektedir. Klâsik Osmanlı zihin dünyasının
ufkunu belirleyen itikadî mezhebin Eş’arîlik olduğu fikri modernleşme dönemi ve
problemleriyle malûldür. Cereyan eden tartışmaların, oryantalist hücumların bu
mütearifenin kök salmasında hatırı sayılır katkısı vardır.
İrade-i Cüz’iyye Risaleleri’nin XVIII. Asırdan itibaren
çoğalmaya başlamasının müsebbibinin genele hakim olmuş cebrî telakki olma
ihtimali kuvvetlidir.[250] Osmanlı son
döneminde kaleme alınan risalelerde Mâturîdî bir anlayış hâkim olurken asrın
başlarında yaşayan ve Osmanlı coğrafyasının en mühim şahsiyetlerinden birisi
olan Halid-i Bağdâdi’nin irade ile ilgili risalesinde Eş’arî-Mâturîdî tercihte
bulunmadan birleştirici bir üslupla meseleyi halletmeye çalışması kendi
meşrebinden çok muhatapları ile ilgilidir.[251] Esat Efendi’nin siyasî
muhtevaya sahip ve halk nezdinde oldukça yaygınlık kazanan eseri Dürr-i
Yekta"da Ehl-i Sünnet’i Mâturîdîlik olarak açıklaması
modernleşme-Mâturîdîlik ilgisini kurmamıza yardımcı olur. Devletin resmi
görüşünü yansıttığını düşünebileceğimiz Cevdet Paşa’nın tercihi bu ivmenin
giderek kuvvetlendiğini düşündürmektedir. Nitekim devrin mühim tasavvufî
simalarından Ziyâeddin Gümüşhânevi’nin Mâturîdî akaidini izah eden bir eser
kaleme alması yakınlaşmanın aynı zamanda tasavvufî cephesini verir. Nitekim
Cumhuriyet devrinin en mühim simalarından biri olacak Seyyid Bey’in meseleyi getirip
Mâturîdîlikte hitama erdirmesi bu ilginin neticesi kabîlindendir. Tabiî sonraki
aşamada bir Cumhuriyet projesi olarak Mâturîdîliğin ve Mâturîdî irade
anlayışının modern yorumu resmi din dili olarak kabul görecektir.
Osmanlı klâsik döneminde olup bitenler bir tarafa meselenin
son dönemde ele alınması tamamen modernleşmenin getirdiği problemler
çerçevesinde anlaşılabilir.
Mesela Osmanlı modernleşmesinin birkaç münekkidinden biri
olan Mustafa Sabri Efendi meselenin nerelerden geldiğini sarih şekilde beyan
etmektedir:
“Bu
durum gerek sanatlarda ve gerekse maddi ilimlerde Batılı Milletlerin terakkisi
karşısında Müslümanların akidelerinin bir bir sarsıldığı günlere ulaşıncaya
kadar devam etti. işte o günlerden beri kadere iman akidesi, Müslümanları tembelliğe
iterek onları sa’y u amelden alıkoymak ve dünya hayatında Müslümanların geri
kalmasına sebeb olmakla itham edildi. Kadere iman aleyhinde söz söylemekten
kaçınan kimse kulların fiilleri meselesinde Eş’arîyye mezhebinden olmakla itham
edilince ya Mâturîdîyye mezhebinin desteğini arzulamış ya da Mu’tezile
mezhebine yönelmiştir.”[252]
Sabri Efendi’nin ne
kadar haklı olduğunu göstermesi açısından D. B. Macdonald’ın şu satırlarına
bakmakta fayda var:
“Mısır Müftüsü ve islâmiyeti yeniden canlandırıp, ıslah
eden rahmetli Muhammed
Abdû,
Beyrut’ta verdiği bir seri konferansta (Risalat al-Tavhid: Expose...) İslâm
kelâmının inkişâfı ve aldığı son vaziyet hakkında görüşlerini bildirdiği zaman,
al-Mâturîdî’ye hiçbir telmihte bulunmadan, bizzat kendini Mâturîdî olarak göstermiş
idi.”[253]
Osmanlı’nın Eş’arî mi Mâturîdî mi olduğu sorusunun bir
cevabı olmadığı gibi bu sorunun klâsik dönem için kıymeti de yoktur. Klâsik
dönem Osmanlı dünyasında irade anlayışının hangi saikler ve dinamikler üzerine
kurulduğu ile ilgili mezhepleri aşan bir telakkiye sahip olmak gereklidir.
Eş’arîlik ve Mâturîdîlik üzerinden yapılan tartışmalar -her ne kadar tarihte
örmeklerine tesadüf etsek de- modern dönemin problemleriyle zuhur etmiş bir
ayrılığı ifade için anlamlı hale gelir. Modern dönemde Eş’arîlere yöneltilen
tenkitleri tarih boyunca Eş’arîlere yöneltilen tenkitlerden tefrik ettiğimizde
meselenin rengi daha net ortaya çıkacaktır.
1.
Modernleşme Döneminde
Eş’arîliğin Tenkit Edilme Sebepleri
1.1.
Eş’arîlik:
Geçmiş Zihniyetin Mümessili
Avrupa’da meydana gelen bilimsel keşiflerin ortaya
çıkardığı değişiklikler, Eş’arîliğin daha genel olarak İslâm Kelâm sisteminin
kurulu olduğu evren anlayışının yıkılmasına sebep olmuştur. Tabidir ki bir
düşünce sisteminin bir yerinde vuku bulunan yanlışlık/eksiklik bütün bünyeyi
etkileyecek ve sahip olunana karşı bir özgüven sorunu doğuracaktır. Eş’arîlik
için de durum böyle olmuştur. Varlığı tanımlama mevkiini elinde tutan bir
düşünce sisteminde zuhur eden problem bütün yapıyı malûl hale getirmiştir. Bu
malûliyet neticesinde usûle dair bu problem usûl mevkiine talip diğer düşünce
sistemleriyle aşılmaya çalışılmıştır. Eş’arîliğin modernleşme döneminde mahkum
edilmesinin asıl sebebi, geçmiş zihniyetin temel dayanaklarından biri olması
veya olmasının istenmesidir.[254]
Eş’arîliğin İslâm dünyasındaki yaygınlık derecesi,
kendisine yöneltilen tenkitleri açıklamaya yarayabilir. Eşâire isiminin
kullanımı, medreselerde okutulan eserlerin Eş’arî âlimler tarafından kaleme
alınmış olması ve Ebu Hasan el-Eş’arî’nin fikirlerinin geniş kitlelerce
benimsenmesi[255] mevcut
kötülüğün müsebbibi olmak, İslâm-Müslüman ayrımını yapma imkânı verecek
malzemeyi temin etmek ve geriliğin en büyük sebebi sayılan yanlış kader,
tevekkül, zühd inancının zeminini teşkil etmek vebali mahkûm edilmesinin
başlıca sebebidir. Nitekim mevcut zihniyetin teşekkülünde bir diğer amil olan
tasavvuf da modernleşme döneminde aynı tenkitlerden nasibini ziyadesiyle
almıştır. Eş’arîliğin yaygın olmasının Osmanlı için tartışılır tarafları olsa
da diğer coğrafyaların büyük bölümünde Eş’arîlik Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in
genelini temsil ettiğinden gerek oryantalistler gerekse mevcut durumu izah etme
gayretinde olan Müslüman mütefekkirlerin tenkitlerinin Eş’arîlere yönelmesi
tabiidir.[256] Oryantalist
literatürün fatalist olarak nitelendirdiği kader inancına yönelik tenkitleri
Sünnîliği temsil eden Eş’arîliğe yönelmiş ve muhatabı bulunmayan Cebriyye
yerine Eş’arîlik yerleştirilmiştir. Sünnîlik üzerinden gerçekleşen bu ameliye
İslâm’a yönelik tenkitlerin Eş’arîliğe yönelmesine sebep olmuştur ki bu da
Eş’arîliği yaygın göstermiştir.[257]
Batıdan mülhem fikirlerin bir an önce benimsenmesi ve
uygulamaya konulması için gerekli olan değişikliklerin âciliyeti bu fikirleri
sahiplenenlerin zamanla hiddete varan bir halet-i rûhiyeye bürünmelerine yol
açmıştır. Toplumu değiştirmenin, şekillendirmenin önündeki en büyük engel olan
mevcut zihniyetin dayanakları olan Eş’arîlik ve tasavvufa karşı tenkitler
artmış ve bu iki kurumu tasfiye edici bir yol ve üslup takip edilmiştir.
Eş’arîliğin İslâm dünyasında hakim olmaya başladığı devir olarak görülen
Gazzâlî’nin özellikle felsefeye yönelttiği tenkitlerle aynı döneme denk gelmesi
Eş’arîliği yaygın göstererek bu durumdan kurtulmayı hedefleyenler için de
kolaylık sağlamıştır.[258] Mevcut
yapıyı değiştirmek için aktif katılımı özellikle istenilen halk katmanlarının
bir türlü değişmeye yanaşmamaları bu tavrı beslemiştir. Ayrıca İslâm’la geri
kalmayı telif edemeyen ve bu problemleri bin yıldan fazla bir zaman diliminde
kendini ve kendinde olanı üstün olarak görmüş bir birikimle düşünen zihinler
vakayı açıklamak için bu iki kurumu mahkûm/feda etmişlerdir.
Osmanlı ulemasının dönemin icbarları çerçevesinde Ehl-i
Sünnet içerisinden bir mezhebi feda ettiklerini ve tıpkı İslâm-Müslüman
ayrımında olduğu gibi Eş’arîliği feda edip zaten mevcut yapıda mündemic olan
Hanefîlik-Mâturîdîlik üzerinden dinin esasını kurtarma yoluna gittiklerini
söyleyebiliriz. Bunun şekli ve düzeyi; şahısların fikriyatlarına ve problemi
telakki tarzlarına göre değişiklik arzetmektedir. Modernleşme döneminde geçmiş
zihiniyette Eş’arîliğin baskın olduğu fikrinin kuvvet kazanmasının bir diğer
sebebi geri kalmışlığı açıklama gayretidir. Mesela o dönemin mühim simalarından
biri olan Filibeli şunları söylemektedir:
“Müntesîbîn-i
İslâm’ın büyük bir kısmı tarafından İmam-ı Gazzâlî ve Eş'arî gibi zevâtın
muktedâbih tanınması basmakalıp bir şey değildir. Bi’l-aks onların fikirleri
ile kendilerine efkâr-ı rakîbe arasında bir cidâl-i müthiş başlamış ve en
sonunda Gazalî ve Eş’arî galebe etmişti”[259]
Eş’arîliğin Gazzâlî ve sonrasında siyasî iktidarla
yakınlaşarak kazandığı şöhretin aynı zamanda İslâm’da ilmin, felsefenin ve hür
düşüncenin durakladığı bir zaman dilimiyle örtüştüğü iddasının bir savunma
biçimi olarak benimsenmesi, yanlış kaza ve kader anlayışını da bu döneme bağlama
imkânı bahşetmektedir: “Gazzâlî ve Eş’arî’den sonra muhît-i İslâm’da inhitat
fikri başlamıştır.”[260] Nitekim
modernist düşüncenin ana tezlerinden biri olan Gazzâlî sonrasından ilim ve
felsefenin durduğu fikrinin bir ucunda da yanlış kaza ve kader anlayışının bu
dönemde başladığı fikri vardır.[261] Bu fikrin
en büyük müdafii aynı kulvarda yürüdüğü Renan’dan ilham alan Muhammed
Abduh’tur. Buna göre siyasî iktidarın Arapların elinden çıkması ile birlikte
İslâm memleketlerinde gücü eline geçiren diğer unsurlarla birlikte İslâm
acemleşmiş ve acem uleması da siyasî iktidara ram olarak bir taraftan da yanlış
kaza ve kader itikadını müslümanlar arasına sokmuşlardır.[262] Âkifin tercüme ettiği bu
satırlarda Abduh’un hedefinde Türkler ve onlarla İslâm siyaset üslubuna dahil
olmuş kavramlar vardır.[263] Abduh’un da
aynı şekilde şikayet ettiği tasavvuf ilişkisini Filibeli, Cebriyye üzerinden
kurmakta ve mutasavvıf olmasına rağmen tasavvufu suçlamaktadır:
“Tasavvuftaki teslim ve rıza meseleleri, nâehilleri yanında
ale’l-âde Cebriyye-i mutlaka fikirleriyle birleşmiştir. Hâsılı tasavvufda,
edvâr-ı i’tilâda ne kadar büyük hizmetler etmiş ise, edvâr-ı inhitâtta o kadar
fenalıklar müeddi olmuştur.”[264]
Modernleşme döneminde İslâm düşüncesi içerisinde tasavvuf
suçlanırken Kelâm düşüncesi içerisinde Cebriyye, Ehl-i Sünnet içinde de
Eş’arîlik[265] genel
ahvâlin müsebbibi olmak hasebiyle mahkûm edilmiştir.
1.2.
Eş’arîlik-
Tasavvuf Uyumu
Eş’arîliğin tasavvufla uyumlu olduğu genel kabul gören
meselelerden birisidir. Bunda Eş’arîye mensuplarının tasavvufa müsbet
bakmalarının katkısı büyüktür.[266] Modern
dönemde Eş’arîliğin mahkûm edilme sebeplerini tasavvufî zihniyetle olan
uyumunda aramak isabetli olacaktır. Her iki düşünce tarzının şiddetle tenkit
edilmiş olması bu uyum hakkındaki en büyük karinedir. Bu tenkitler Osmanlı
toplumundaki insan tipinin kadere rıza vermiş halinden kaynaklanmaktadır.
Terakkiyi sağlamak insanı ataletten, miskinlikten, boş vermişlikten kurtarıp
insana sa’y u amel/gayret prensibini benimsetebilmekle mümkün olacaktır. Bunun
önündeki en büyük engel de yanlış kaza ve kader telakkisidir. Bu telakki de
tasavvufun ve Eş’arîliğin tasvip ettiği irade anlayışının neticesidir.
Modernleşme döneminde felsefî tasavvufla amelî tasavvuf arasındaki ayrımın
bariz şekilde hissedilmesinin altında da meselelerin pratik kaygıları izaleye
yönelik karakteri yatar. Özellikle irade meselesi üzerinden bakıldığında mesele
sadece buraya gelip dayanır.
Mutasavvıfların tenkidi çerçevesinde Eş’arîlik-tasavvuf
uyumunun kıymetli tarafları vardır. Nitekim Mutasavvıfları cebr-i mahz’ı kabul
etmekle suçlayanlar tasavvufun Sünnî daire içinde değerlendirilip tenkit
edilebilmesi için Eş’arîlikle tasavvufun irtibatlı olmasına sıcak bakmışlardır.
Eş’arî olmadığını ifade eden[267] İzmirli’nin
Eş’arîlikle tasavvuf arasındaki uyumu irade meselesi üzerinden kurması yapılan
tenkitleri anlamaya imkân verir.[268] Bu uyumun kaza ve kader
telakkisiyle metafizik bir temele dayandırılması Eş’arîliğin evren anlayışıyla
da irtibatlı yapılan tenkitlerinden de cesaret alarak her iki anlayışı mahkûm
etme imkânı vermektedir:
“Sufiyye
mezhebi Eş’arîyye mezhebine muvafıktır, çünkü kaza feyz-i akdes, kader feyz-i
mukaddesdir. Feyz-i akdes ile âlem-i ezelîde âyân-ı sabite (mâhiyyât), âyân-ı
sabitenin isti'dadât-ı asliyyeleri hâsıl olur. Feyz-i mukaddes ile şu âyân-ı
sabit hariçte levâzımı ile, levâhıkı ile hâsıl olur. Zât-ı ilâhiyye zât-ı
ilâhiyye olması itibariyle istiğna-i tâmda olmakla hiç bir şeye taalluk etmez
fakat esmâ-yı İlâhiyye böyle değildir. Kendisi için ihtiyar ettiği esmâ-yı
ilâhiyye, Hayy gibi ism-i ilâhî hiç bir şeye taalluk etmez, fakat diğerleri
eşyaya taalluk eder.”[269]
İzmirli’nin de temas ettiği bu uyumun Osmanlı dünyasında
vücud bulmasının, belki de bu birliktelikten Osmanlı gibi bir tecrübenin
doğmasının birbirini tamamlayan tarafları incelemeye değerdir. Burada
Gazzâlî’nin siyasî irade ile ortaklaşa gerçekleştirdiği birlik fikrini ve bu
fikirle hayatı aynı iklimde buluşturmasını tarihi bir başarı olarak
görebiliriz.[270] Bu
birlikteliği Osmanlı muhitinde yaygın olan tasavvufî eserlerdeki cebr, irade,
kaza kader ve tevekkül kavramlarının anlaşılma biçimi üzerinden görme imkânı
vardır. Eş’arîliğin temelde teslimiyetçi ve insana fiillerinde bir muhtariyet
vermeyen irade telakkisi, tasavvufun iradeyi müteal olanla birleştirme ve
mutlak teslimiyetle ulaşılan bir hürriyet anlayışıyla örtüşmektedir. Tasavvufun
insanî alandan ilahi alana yükselmenin temeline yerleştirdiği teslimiyet,
Eş’arîliğin kadere rıza verme tavrıyla uyumlu hale gelmektedir. Baktığımız
zaman Mu’tezile’yle tasavvuf arasında göremediğimiz yakınlığı irade
çerçevesinde Eş’arîlikle tasavvuf arasında görüyoruz. Fakat burada dikkat
edilmesi gereken husus, bu tavrın mutasavvıflar tarafından esasta özgürlüğü
elde etmede başlangıç kabul edilmesidir. Nitekim modernleşme döneminde değişen
hürriyet telakkisi aynı zamanda bu uyum münasebetiyle her iki tavrın da
tenkidiyle neticelenmiştir. Diğer taraftan gerek İslâm felsefecilerinin
savunduğu illiyet prensibinin her şeyi bir sebebe bağlama arzu ve anlayışına
karşılık Eş’arîlerin sebeblilik ilkesini reddetmeleri tasavvufun esas aldığı
tevhid ve tevekkül anlayışıyla örtüşmektedir.[271] Allah’a icbar manasına
zorunlu bir sebeb-sonuç ilişkisine müsaade etmemek maksadıyla getirilen
istidlal belli bir telakkiye sebep olmakta ve bu telakkinin doğurduğu hayat tarzı,
âlem tasavvuru artık tenkit edilmektedir.[272]
Burada Mâturîdîliğin
tasavvufla uyumlu olup olmadığı sorusu gündeme gelebilir. Esasında Mâturîdî
olan birçok mutasavvıf mevcuttur.[273] Zira Mâturîdîlik de
bu uyuma imkân vermekte ve birçok Mâturîdî sufî bilinmektedir.[274] Fikrî uyumu bir tarafa
bırakarak tarihî realiteyi göz önünde bulundurduğumuzda Türk Dünyasının
tasavvufla ve Mâturîdîlikle uyumlu yapısı aralarında herhangi bir problem
varsaymayı ortadan kaldırmaktadır. Meselenin uyumdan öte bir anlamı vardır.
Modernleşme döneminde meselenin tasavvuf-Eş’arîlik uyumuna uzanması ve her
ikisinin de Cebriyye ile beraber anılması bu ilişkiler münasebetiyledir.
Dikkati çeken husus Osmanlı muhitinde Hanefîlikle Mâturîdîlik arasındaki
ayniyetle alakalıdır. Mâturîdîlerin Hanefîlikle ve oradan da hukukla olan iç
içeliği Eş’arîleri tasavvufla daha kolay yanyana getirmiştir. Tabi irade-i
cüz’iyye tanımlarının da hatırı sayılır katkısı vardır. Aslında meselenin bir
tarafı fıkıh-tasavvuf çatışmasına uzanmaktadır. Meselenin bir modernleşme
problemi[275] mi olduğu
yoksa bu münasebetin evvelki zamanlarda da aynı mı olduğu üzerinde durulması
gereken bir meseledir. Buradan hareket edersek gerek Eş’arîlikle diğer
mezhepler arasında gerek Mâturîdîlikle aralarında cereyan eden tartışmaların ehemmiyetli
bir kısmında siyasî mücadelenin tesiri vardır. Gerek Endülüs’te gerekse
Selçuklularla birlikte Bağdat’ta yaşananlar fikrî olmaktan çok devrin şartları
çerçevesinde bir mücadeleyi ifade etmektedir. Gerek Gazzâlî kimliğinde gerek
Eş’arî irade anlayışıyla tasavvufî irade anlayışındaki yakınlık veya ayniyet
çerçevesinde Eş’arîliğin bu tarz tenkidi modernleşme dönemi problemidir.
Zaten irade anlayışı çerçevesinde Ehl-i Sünnet Kelâmı
içerisindeki ayrışma Osmanlı coğrafyasında teknik bir tartışma olarak mevcut
olmasına rağmen esasta ayrışan husus tasavvufî irade anlayışıyla Hanefî fıkıh
anlayışının yani tasavvufla fıkıh arasındaki irade telakkilerinin mücadelesi
şeklinde okunabilir. Özellikle Osmanlı Devleti’nde zuhur eden idarî ve siyasî
aksaklıkların ahlâkla irtibatlı şekilde halli yolundaki çabalar fıkhî/hukukî
bir mesuliyet vurgusunu artırmaktadır. Nitekim irade-i cüz’iyye risalelerinin
bu dönemde artmaya başlaması bununla irtibatlıdır. Bu sebeple Eş’arîliğe
yöneltilen tenkitlerin yoğunlaşması daha çok geniş halk katmanları nezdinde
akis bulmuş tasavvufî irade anlayışının tenkit edilmesinden başka bir şey
değildir. Mâturîdîliğe yapılan vurgu da fıkhî/hukukî mesuliyete yapılan vurguya
mâtuftur.
1.3.
Eş’arîliğin
İrade Anlayışının Doğurduğu Problemler
Klâsik müdevvenatta Eş’arîliğin cebre yakın olduğu daha
doğru ifadeyle cebr-i mutavassıt bir karektere sahip olduğu genellikle dile
getirilen bir husustur. Bunun sebebi de kulun ihtiyârında irâde-i cüz’iyenin
veya kulun kudretinin mahluk olduğu fikrini benimsemeleri yatar. Bir nevi
ihtiyar suretinde mecbur olmak gibi anlaşılan Eş’arî irade anlayışı oldukça
cebri bir intiba bırakmaktadır. Oryantalist dilin İslâm’la fatalizm arasında
kurduğu irtibat, bu irtibatın Müslümanların bugünkü halinin müsebbibi olduğu
hususundaki telkinleri ve bu inancın terakkiye mani olduğu fikri dönemde ciddi
bir Cebriyye düşmanlığı doğurmuştur. Cebr-i mahz fikri klâsik Kelâm
kitaplarının reddettiği ve kimsenin benimsemediği bir fikir olarak literatürde
zaten mevcuttur. Nitekim bu ayrım yapılacak ve artık hicri IV. asırdan itibaren
İslâm âleminde Cebriyyenin mümessilinin kalmadığı fikri özellikle oryantalist
iddiaları reddederken işlenecektir.[276] Zira modernleşme döneminde
cebri çağrıştıran her şey mahkûm edilmiş, tenkide uğramıştır. Ayrıca değiştirmek
dönüştürmek istenen halkın cebrî bir tavırla olup bitenlere mesafeli durması da
bu fikrin tenkit edilmesinin mühim sebeblerinden biri olmuş ve cebrîlik hem
tasavvufu hem de Eş’arîliği mahkum etmek için ele alınmış, işlenmiştir.
Modernleşme dönemi boyunca coğrafi farklılıklarla da irtibatlı Mu’tezile ve
Mâturîdîliğe duyulan ilginin karşısına Eş’arîlik ve Cebriyye yerleştirilmiş ve
yeni insan merkezli telakkiye uymayan bu iki tavır tenkit edilmiştir.
Mezhepler arasında cebr-i mutlak olarak Cebriyye, cebr-i
mutavassıt olarak Ehl-i Sünnet dairesi içerisinde Eş’arîye, tefvîz-i mutlak
fikrine sahip olarak Mu’tezile ve tefvîz-i mutavassıt olarak da Ehl-i Sünnet
dairesi içinde Mâturîdîyye kabul edilir.[277] Son Şeyhulislâmlardan Mustafa
Sabri Efendi’nin[278] Eşaire adı
altında Eş’arîlik ve Mâturîdîliği her iki fikrin ortasında bir yerde kabul
etmesi ve devamında Eş’arîliği Cebriyye’ye, Mâturîdîliği Mu’tezileye
yaklaştırması kanaatin modern dönemde de muhafaza edildiğini gösterir.[279] Modernleşme
döneminde meselenin cebr-tefviz ikilemi içerisinde ele alınması Eş’arîlik ve
Mâturîdîlik üzerinden savunulan ve savunulacak olan zihniyetlerle ilişkilidir.
Bu dörtlü tasnifi yapan Seyyid Bey bir adım daha atarak taksimi ikiye indirir
ve Cebriyye ile Eş’arîyye’yi aynileştirir:
“Bu
dört fikir her ne kadar bazı ufak farklar itibariyle dört ise de, esas
itibariyle ikidir. Biri Cebriyye’nin zâhib olduğu (cebr), diğeri Mu’tezile’nin
kail olduğu (tefviz) fikridir. Eş ’arîyye ’nin fikri Cebriyye fikrine
karîbdir ve netice itibariyle onun aynıdır. Mâturîdîyye fikri de Mu’tezile
fikrine karîbdir.”[280]
Aslında var kabul edilen farkın hakikati yoktur.
Eş’arîlerle Cebriyye arasındaki fark lafzîdir, hakikî değildir.[281] Yukarıda
ifade ettiğimiz gibi Mâturîdîlerle Eş’arîler arasındaki farkı lafzî gören bir
çok ulemaya karşın Seyyid Bey Eş’arîliği mahkum etmek adına lafzîlik meselesini
buraya uygulamaktadır. Meseleyi cebr-tefviz ikiliğine inhisar ederek ele
alırken Cebriyye’yi sadece Allah’ın yaratıcılığıyla alakalı nassları dikkate
almakla suçlayıp ‘fatalist’ olarak nitelemesi, aynileştirdiği Eş’arîliğe de
nasıl baktığını göstermektedir.[282] Bu ayrımın
daha farklı yapılması gerektiği ile ilgili[283] dönemde ve
öncesinde yapılan taksim Eş’arîliğin, Mustafa Sabri Efendi’nin sonraları müsbet
olarak müdafaa edeceği şekliyle, cebr-i mutavassıt bir karaktere sahip olduğu
fakat kesinlikle cebr-i mahz manasında bir cebrîlikten uzak olduğu öteden beri
bilinen hususlardandır.[284] Meselenin
bu tarafının farkında olan Seyyid Bey Cebriyye ile Eş’arîlerin arasındaki lafzi
farkı önemsemeyerek Eş’arîleri fatalist değil determinist olmakla
suçlamaktadır.[285] Harpûti,
genellemeye girişmeden aradaki mümaseleti İmam Eş’arî’nin istidlalleri
üzerinden yapmaktadır:
“İmamın
kavli, Cebrîlerin kavlinden tefrik olunursa da, hâric-i zarurî kabilinde olan
kudret-i kadîme-i ilâhiyenin sabk ve galabe eden te'siri ile ibâdın hâdis
kudretleri bi’l-fiil tesir edemediğinden, ibâdda Bir şeyin yapıp yapmamanın
mümkün olması mânâ-yı hâssıyla kudret bulunmaz. İbâd, fiillerinde bir
insanın katlini kast eden ve başkaları tarafından tutulup katlden men ile
adem-i katle icbâr edilen kimse gibi mecbur olur. Ve İmam Eş'arî'nin efâl- ı
ibaddaki kavli, cebr-i mahz olmazsa da cebr-i mutavassıttan kurtulamaz.”[286]
İzmirli, İmam Eş’arî’nin cebre yaklaşmasını Mu’tezile’ye
karşı muhalefetindeki aşırılığına bağlamaktadır. Kesb kavramıyla Cebriyye’den
ayrılan İmam Eş’arî’nin tarifinde, kesbi cebrden ayıracak bir sarahat
olmadığına yönelik izah ve tenkitlerini geçmiş dönemdeki tenkitlerin devamı
olarak görebiliriz.[287] Kendisini
yakın bulduğu Selefiyye ile Eş’arîyye arasındaki farklara işaret ederken
Selefiyyeyi Mâturîdîlik tarzı bir konuma yerleştirirken Eş’arîliğin hikmet
sıfatını inkâr ederek Cebriyye’ye yaklaştığını savunmaktadır.[288] Seyyid Bey
gibi aradaki farkı önemsiz bulanlardan biri de Mehmed Vehbî’dir. Eş’arîlerin
irade-i cüz’iyye görüşünü ele alırken “bu mezhebin cebr-i mahzla farkı yoktur
ve bu mezheb abdin irade-i cüz’iyyesine delâlet eden nusus-ı celîleye muhalif
olmasıyla butlânı zâhirdir” hükmünü vererek dönemde Eş’arîleri Cebriyye ile
aynileştiren nadir yorumlardan birini yapmaktadır.[289]
Belki de dönemin bir
mezhep tartışmasını gerekli kılmayacak şartları haiz olmasından veya
taraflarının bulunmamasından kaynaklanmış olabilir. Eş’arîlerin insanı fiillerinde esas müreccih
olarak görmemeleri, onların mevcut durumun müsebbibi olarak algılanmalarını
kolaylaştırmış ve özellikle ulema tarafından tenkit edilmelerine sebep
olmuştur.[290] Tabiî ki Cebriyye ile
kurulan ilişki aslında dönemde örtük olarak tasavvufla kurulan ilişkidir.
Tasavvufun insanı tembelleştirici, sa’y u amelden/gayretten uzaklaştırıcı
karakterine yöneltilen tenkitler Cebriyye’ye dolaylı olarak da Eş’arîlere
yöneltilen tenkitlere dönüşmektedir.[291]
Nitekim ulema dışındaki mütefekkirlerin bu meselede tenkitleri cebr fikri
üzerine kurmaları çözümü Ehl-i Sünnet dairesinde arayan ulemayı Eş’arîleri
mahkûm etmeye sevk etmiştir.
Meselenin Cebriyye üzerinden ele alınması boşuna değildir.
İslâm tarihinde Cebriyye mezhebi kuldaki sorumluluğu ortadan kaldırdığı için
çokça tenkit edilmiş ve daire dışında sayılmış aynı şekilde modern dönemde
Eş’arîlik de aynı problemle karşı karşıya getirilmiş veya getirilmeye
çalışılmıştır. Zira insanı aktif hale getirmek ve insan merkezli bir anlayışı
benimseyebilmek için insanın mesuliyeti vurgulanmalıdır. Ayrıca Eş’arîleri
mahkum etmek isteyenler de Eş’arîlerin kulun kendi fiilindeki kesbini tekrar
Allah’ın tayin ve takdirine teslim etmelerini bir tür cebr olarak anlamışlar ve
bunun neticesinde de Eş’arîleri kula yapılan teklifi abes kılmakla
suçlamışlardır. Münekkitlerin kanaatine göre Eş’arîlerin irade telakkileri
teklifi anlamsız kılmaktadır. Bu Allah’ın fiilleri hakkında ciddi problemler
doğurur. Öncelikle Allah’ın abesle iştigali söz konusu olur ki bu Allah
merkezli bir bakış açısı için bile kabul edilemez; zira Allah’ın abesle iştigal
etmesi, teklifin neticelerinin adalete uygun olmaması manasına gelir. Bu
aynileştirmeyi bariz şekilde Seyyid Bey’de görüyoruz:
“Cebriyye
hakkında varid olan itiraz, Eş’arîler hakkında da variddir. Yani bu cebr-i
mutavassıt fikrine göre de tekâlif-i şer’iyyenin abes ve bâtıl olması lazım
gelir. Bu itiraz kuvvetlice bir itiraz olduğundan buna Ebu Hasan el-Eş’arî
cevap bulamıyor ve ‘Cenâb-ı Hak mâlik-i mutlaktır. Ona abes isnad olunamaz.
Mülk-ü mutlakında istediği gibi tasarruf eder. Böyle bir itiraz varid olamaz
diyor. Bu, kanaat-bahş bir cevab olmadığından diğerleri, ezcümle Fahreddin Râzi
gibi bazıları iradenin insanlardan olduğunu kabul ederiz, derler. Fakat bununla
cebrden kurtulunamaz, netice itibariyle bu da cebre varır.”[292]
Eş’arîleri, irade meselesini en ziyade karıştıran olarak
kabul eden Seyyid Bey, Eş’arîlerin insan sorumluluğunu temellendirme ve
Allah-kul arasındaki ilişkiyi adalet zeminine yerleştirme çabası olarak
görülmeye müsait, kendi iç tutarlılığını kuran çabalarını da bir kalemde
kolayca mahkum etmektedir:
“Maaheze onlar, kolayını bulmuşlar: teklif-i mâlâyutakı
tecviz etmek, ef’al-i beşeriyyede hadd-i zâtında iyilik, kötülük denilen
şeylerin vücudunu ve bir de ahkâm-ı şer’iyyede hikmet-i teşri’iyyeyi inkar
edivermekle işin içinden sıyrılarak çıkıp • 1 1
• 5,315
gitmişlerdir.
İbn Teymiyye’de de görüldüğü gibi Eş’arîlere hikmet
meselesi üzerinden yöneltilen eleştiriler yeni değildir, fakat Eş’arîlere
yöneltilen tenkitler yeni dönemde fiili durumla irtibatlandırılmıştır. Bu da
yöneltilen tenkitlere güç katmaktadır. Seyyid Bey’in Eş’arîleri tenkit ettiği
noktaların en mühimi Eş’arîlerin irade-i cüzîyeyi mahlûk ve insanın fiillerini
ıztırari kabul ederek hukukî ve ahlâkî temeli ortadan kaldırmalarıdır:
“onun için bütün esâsât-ı şer’iyye ve hukukîyyeyi ta
temelinden yıkmış oluyorlar. Mâturîdîler ise ‘hayır mahluk değildir, ıztırari
değildir. İnsanın kendi sun’udur’ diyorlar. Böylece dini ve bütün müessesât-ı
hukukîyyeyi yıkılmaktan kurtarıyorlar.”[293] [294]
Seyyid Bey’in Eş’arîleri yerleştirdiği bu konumda
kendisiyle aynı paralelde yer alan bir isim batıcı ve Türkçülerin dini
rehberlerinin başında gelen Musa Cârullah’tır. Diğer kişi de Eş’arîlere
yöneltilen bu tenkitlere katılan isimlerden birisi Cârullah’ı kendi kaleme
aldığı eserin merkezine yerleştiren Kılıçzade Hakkı’dır. Kılıçzade’nin bu
iştiraki anlamlıdır zira Batıcı ve Türkçü çevrelerin dini fikirleri konusunda
birinci referans kaynağı olan Cârullah’tan yaptığı uzun iktibasında onun
Eş’arîlerle ilgili söylediklerine aynen iştirak etmektedir. Eş’arîlerin ahlâkî
fesada yol açtığı ve bu tavırlarının siyasî iradenin emrine girmekte bir beis
görmedikleri yönündeki kanaate sahiptir.[295] Seyyid Bey’in aksine ulema ve
mütefekkirlerden Eşairlere yönelik bu cins tenkitlere tesadüf edemememiz hem
İslâmcı olarak nitelenen isimler arasında ciddi tefriklerin yapılması
zorunluluğunu hem de Seyyid Bey’in ortaya attığı fikirleri İslâmcı bir
arayıştan ziyade Türkçü-batıcı çizginin dini siyasetlerinin bir tezahürü
gözüyle bakmak daha sağlıklıdır.
Cemiyet hayatındaki yaygınlık, sosyal hayattaki birçok
eksikliğin müsebbibi olma külfetini kelâmî ve fıkhî olarak Eş’arîliğe
yüklemektedir. Özellikle husun ve kubuh bahislerinde Hanefîliğin karşısına
Eş’arîliğin yerleştirildiğini görüyoruz. Toplumdaki aksaklıkları düzeltmek,
terakki etmek ancak icitmai kaygıları ön planda tutan, ferdi kendinden ziyade
içinde bulunduğu toplum için çalıştıracak, gayret ettirecek bir halet-i
ruhiyeye ancak sosyal boyutu merkeze alan bir düşünce yapabilir. Eş’arîlerin
teklifi anlamsız kılmakla ahiret hayatı için yaptıkları tahribatı hukukî olarak
da bu dünyayla irtibatlandıran Seyyid Bey’in yönelttiği tenkitlerin temelinde
yatan saik Allah-insan ilişkisinden ziyade kavramın içtimâî boyutunu ihmal
etmeleridir. Seyyid Bey’in problemi Allah-insan ilişkisinden ziyade sosyal
boyutu ile ele alması, meselelerin modern dönemde hangi istikamete yöneldiğini
ve Eş’arîlerin niye tenkit edildiğini göstermesi açısından dikkate değerdir.[296] Eş’arîlerle
Cebriyye’yi aynı kefeye yerleştiren Seyyid Bey’in her ikisi mezhep için
kullandığı ve dönemin bütün sorumluluğunu onlara yükleyen ve hakaret-amiz
tanımlamalar yeterince açıklayıcıdır:
“işte
ruhları uyuşturan, kanları kurutan, i ’timad-ı nefsi ve azm u iradeyi
esasından yıkan, insanları atâlet ve betâlete sevk eden fikir, bu fikirdir.
Âlem-i beşeriyete bundan daha muzır bir fikir tasavvur olunamaz. Bu
fikre göre bütün zulemâyı ve bi’l-cümle ashâb-ı cinâyeti, heyet-i ictimâiyede
hâvi olan fenalıkları mâzur ve hatta meşrû görmek, ale’l- umûm insanları
hayvanlar gibi başıboş kendi hallerine terk etmek, mahkemeleri kapamak,
hükümetleri lağvetmek ve bütün müessesât-ı sınâiye ve fenniyeyi bile kaldırmak
lazım gelir. Vakıa Eş’arîye böle söylemiyor. insanların mükellefiyâtına kail
oluyor. Oluyorlar ama teklif-i mâlâyutak kâbilinden olmak üzere kail oluyor.”[297]
Bütün bu suçlamaların altında yatan saik, Eş’arîliğin
mahkum edilmesi ve istenen, arzulanan değişiklikleri gerçekleştirebilmek
kaygısıdır. Eş’arîlere bu cins ağır tenkitleri yönelten Seyyid Bey’in ve batıcı
çevrelerin Eş’arîliği bu fikir üzerinden mahkum ederken tarihi tecrübeyi
dikkate almamaları bir tarafa, Eş’arîlerin yaygın ve muktedir olduğu yerlerde
bu tür bir temel problemin yaşanmadığını ve ibahanın yaygın olmadığını tarihi
olarak görmüyor ve bilmiyor olmaları mümkün değildir. Eş’arî kimliğin daima
ilişkide olduğu Şâfî usul geleneği bir tarafa Osmanlı ilim geleneğinde takdim
edilen tarzda, dini ve hukukî müesseselerin tahrip edildiğine dair
söylenebilecek bir şey yoktur. Burada aslolan Eş’arîliğin bu zayıf tarafını
Mâturîdîlik adına malul hale getirmektir. Avrupa’dan tevarüs edilen fikirler
muvacehesince Eş’arîlik/tasavvuf anlayışının terk edilip yerine cemiyetin
ihtiyaçları merkezli bir fıkıh ve Kelâm telakkisinden hareketle modernleşmenin
icbar ettiği değişimi gerçekleştirmek istemektedir. Nitekim Seyyid Bey’in
usul-u fıkıh meselesi olarak kaleme aldığı meseleler daha çok içtihad, irade,
husun-kubuh gibi bu açılıma imkân verecek hususlardır. Ulema ve mütefekkirlerin
metinlerinde geleneksel kader anlayışına bu tür tarizler mevcut iken bunun bir
Eş’arîlik-Mâturîdîlik çatışmasına dönüştürülmemesi meselenin bu iktidarla da
sıkı bağları olan Seyyid Bey’in planlarıyla alakalı olduğunu düşündürmektedir.[298]
Eş’arîlerin tenkit edildiği bir diğer nokta insanın
iradesini temellendirmek için ileri sürdükleri “kesb” kavramının ne olduğu
meselesidir. Gerçekten de Eş’arîlerin kesb tariflerinin cebrden farklı
anlaşılmasını gerektirecek izahları Eş’arî’nin kendi istidlalleri arasında yok
gibidir. Tarihi müdevvenatta da bu mesele böyle anlaşılmıştır.[299] Mesela
manası ince olan bir mesele ile karşılaşıldığında ‘haza edakku min
kesbi’l-Eş’arT sözünü söylemek darb-ı mesel olmuştur. Sonraki devirlerde
yetişen Eş’arî ulema tarafından tashihe uğrayacak bir anlayışın biraz da
paradoksal bir ifadeye bürünmüş hali olan “kullar eflal-i ihtiyariyelerinde
muhtârdır amma ihtiyarlarında muztardırlar” izahı esasın küllî kader
penceresinden sarahete kavuşturulacağı yönünde daha vicdani ve tecrübî bir
bilgiye istinad ettirilerek hem kabul görmüş hem de esas ittihaz edilmiştir.
İçtimâî hayatta fiili durum oluşturmuş bu anlayışın bir izah olarak
kullanılması Eş’arîleri yaygınlık kazandırmaktan başka işe yaramamış ve
meselenin anlayışına hizmet etmemiştir. Fakat kaderin sır penceresinden izahı
hemen hemen bütün dini referansların başına yerleştirlirken böyle bir problemin
izahında tutulan bu yolun tamamen sağlıksız olduğunu iddia etmek de sıhhatten uzaktır.
Seyyid Bey, Eş’arîlerin kesb kavramının lafızdan ibaret
tesirsiz bir kuvvet olup bunun da anlamsız olduğunu ve bunun da cebr manasına
geldiğini ısrarla vurgulamaktadır.[300] Probleme Harpûti daha
tarafsız bir üslupla dikkat çekerek İmam Eş’arî’nin yaptığı açıklamaları
yeterli görmemektedir:
“İmamın
tahkikî kavlinde ibada isbat edilen hadis kudret, hadd-ı zatında müessir olduğu
cihetle ibadda Allah (c.c) dilediğini yapar, dilemediğini yapmaz mâna-yı
âmmiyle kudret bulunur. Ve ibadın fiilleri cemâdda zuhûr eden tabiî fiillerden
temeyyüz eder. Ve İmam’ın kavli, Cebrîlerin kavlinden tefrik olunursa da,
hâric-i zarurî kabilinde olan kudret-i kadîme-i ilâhiyenin sabk ve galabe eden
te'siri ile ibadın hadis kudretleri bil-fiil tesir edemediğinden, ibadda Bir
şeyin yapıp yapmamanın mümkün olması mâna-yı hâssıyla kudret bulunmaz.
İbâd, fiillerinde bir insanın katlini kast eden ve başkaları tarafından tutulup
katilden men' ile adem-i katle icbar edilen kimse gibi mecbur olur. Ve imam
Eş'arî'nin efâl-ı ibaddaki kavli, cebr-i mahz olmazsa da cebr-i mutavassıttan
kurtulamaz.”[301]
Bu İzmirli’nin de problem edindiği hususlardan biridir:
“kesb-i Eş’arî pek dakik olmakla ‘haza edakku min kesbi’l-Eş’arî’ sözü darb-ı
mesel olmuş idi. Çünkü aciz ile kâdir arasında kalmıyor, her ikisinde de tesir
bulunmuyor.”[302] [303] İzmirli bu
kavramın teklifi anlamsız kıldığını ve bu yüzden Eş’arîlerin ‘varta-i cebr’e
düştüğünü dile
325
getirmektedir.
Eş’arîlerin tesir fikrini yetersiz ve aslında yok kabul
eden Seyyid Bey, Eş’arîlerin yaptığı ayrımı da anlamsız bulmaktadır.[304] Eş’arîleri
“daha biraz mutaassıb”[305] kabul eden
Seyyid Bey’in daha sonra meseleyi ele aldığı satırlar Eş’arîliğe nasıl
baktığını gösterir:
“Kesb
sözü lafzî bir manadan ibarettir. Çünkü bir kere insanda kudretin, iradenin
tesirini inkar ettikten sonra ‘kesb’in manası kalmaz. Onun içindir ki
Eş’arîlere ‘kesb nedir?’ denilince mukni’ cevab bulmaktan izhâr-ı acz ederler.
Bunlar ‘kesb’e de kail olmayacaklardı. Fakat Kur’an-ı Kerim ef’al-i beşeriyeyi
insanlara isnad ediyor ve ezcümle ‘leha me kesebet ve aleyha mektesebet’ diyor
ve insanlar da kesbin vucudunu kabul eyliyor. Onun için Eş’arîler de kesbin
vücûdunu kabulde muztâr kalmışlardır.”[306]
İzmirli’nin tenkitleri bir tarafa, Eş’arîlere biçtiği rol
dikkate şayandır:
“Halk
ve emr-i Bârî'de esbâb ve hikmeti inkâr eden Cehmiyye ve Eş’arîyye kaderin
üçüncü derecesini inkâr etmiş sayılabilirler. Şirk korkusundan nâşi bazıları
kesbi de kaldırıyor. Hâlbuki kesbe îtikad şirk değildir.”[307]
Bu itirazlar ve tenkitler tarihi olarak geri götürülen ve
malum olan tenkitlerdir. Nitekim özellikle Mevkıfu’l-Beşer" de
Mustafa Sabri Efendi meseleyi Dini Müceddidler"de çözemediğini
itiraf ettikten sonra kesb kavramının ne kadar önemli olduğunu izaha girişir;
fakat uzun uzun yaptığı izahlar da meselenin içinden sıhhatli bir şekilde
çıkamadığını göstermektedir. Fakat bu dönemde insanın mesuliyetine, daha da
ötede dünya için gayret ve çabasına duyulan ihtiyaç ahirete dönük olan kesb
kavramını dünyevî vechesi ön plana çıkarılarak ele almayı istenilen
değişiklikler için gerekli kılmıştır. Ayrıca Eş’arîliği mahkum etme
potansiyelinden dolayı da dönemde kullanılmıştır.
Eş’arî evren anlayışının ve Allah-alem ilişkisinde mucize
ile bağlantılı olarak sebeblilik, nedensellik ilkesi karşısındaki tutumları her
şeyi sebepleriyle inceleme ve tahlil etme yönünde kendi başarısını takdim eden
batılı zihniyetin, araştırma ve çalışma metoduna ters oluşu büyük bir
handikaptır. Oryantalist ilginin de yöneldiği bu husus[308] özellikle bilimsel
keşifler ve bu keşiflerin neticelerinden güç alan sosyal teoriler nezdinde
dönem için ciddi bir tariz sebebi olacaktır.
1.3. Eş’ariliğin Geçirmiş Olduğu Fikri Değişiklikler
Mu’tezile’den ayrılması ve dönemindeki Selef mezhebi üzere
olanların kendine karşı tutumları İmam Eş’arî’nin düşüncelerinin şekillenmesinde
mühim bir tesir icra etmiştir. Kendisinden sonra mezhebe salik olan imamlar
Eş’arî çizgide birçok tashihte bulundular. Özellikle kesb kavramı etrafında
tarih boyunca devam eden tartışmalar ve her biri müstakil bir mezhep imamı
hüviyetinde birçok isim yetişmiş olması Eş’arîliğin kendi içinde özellikle
irade meselesinde ciddi farklılıklar ortaya çıkarmıştır. Son dönem Osmanlı
ulemasından bazılarının Eş’arî çizgideki değişikliklere dair takındıkları tavır
meselenin anlaşılması açısından ehemmiyete sahiptir. İrade meselesi açısından
çözüm arayışına girişenlerin Eş’arîlik içindeki değişiklikleri nasıl
değerlendirdikleri onların hem arzularını hem de yerlerini anlamaya imkân
verecek işaretler taşır. İmam Eş’arî sonrasındaki çizginin aldığı şekli müsbet
olarak görenler yanında menfi olarak görenler de vardır. Eş’arîliği tenkit
etmek isteyenler veya Eş’arîlik üzerinden herhangi bir çözüm ve muhatab
görmeyenler İmam Eş’arî sonrasını bir bozulma olarak görmüşlerdir. İmam
Eş’arî’nin zatıyla ilgili müspet kanaatler besleyen Mehmed Şemseddin,
Eş’arîleri, İmam Eş’arî’nin yolunu terk ederek Cehm b. Safvan’ı yani
Cebriyye’yi takip etmekle suçlamaktadır.[309] Benzer bir suçlamayı
Filibeli, İmam Eş’arî’yi alkışladıktan sonra[310] yapmaktadır:
“Heyhat
ki, bu aldatıcı bir manzara idi. Avdet eden dinî metanet değil, riya ve
şekilperestlikti. ilimler ve fenler terakki ve intişardan men'edilmiş; halbuki
ahlâk ve metanet edilememiş, demek ki, iki taraflı bir ziyan edilmiş oldu.
Diyebiliriz
ki, İslâm içtimâî topluluğuna yeni ve metîn bir unsur dâhil olmamış ve manevî
inhitatı yeni bir istilâ devresiyle durdurmamış olsaydı, ziyan müthiş ve serî
olurdu.”[311]
Eş’arî çizginin giderek cebri bir karaktere büründüğü ve
İslâm tarihi boyunca bu kaderci telakkinin yaygın olduğu kanaatiyle malul bu hükümlerin
meselelerin cereyan şeklini dikkate almadıkları görülmektedir. Nitekim İmam
Gazzâlî’nin şahsında yapılan tenkitler de bu fikriyata mâtuftur. Fakat ilmi bir
çerçevede ele alındığı zaman Eş’arîlik içerisindeki farklı görüşler Eş’arîliğin
geçirdiği evreleri ve Eş’arîlikle Mâturîdîliğin birbirlerine yaklaştıklarını
görme imkânı verir. Mustafa Sabri Efendi ise Ehl-i Sünnetle irtibatlı olarak
değerlendirdiği bu çizginin yeknesak bir karaktere sahip olmadığını
düşünmektedir. Hem cebre hem de Mu’tezile’ye giden tarafları olduğu
kanaatindedir.[312]
Bir eserde iki müessir kabul eden Bâkıllânî’ye yapılan
itirazlara Seyyid Bey, Mâturîdîlerin de aynı tarzda bir anlayışa sahip
olduğundan dolayı tasvibkâr bakmaktadır.[313] Kuldaki “kudret-i hâdisesinin
taallukunu kasd’a ve irade-i cüz’iyyeye, kudret-i ilahiyyenin mahall-i tesirini
ve taallukunu da insanın fiil ve hareketine irca ederek” bu sayede fiilin
yaratılış cihetinden Allah’a, kesb cihetiyle de insana nisbetini Mâturîdîlerle
aynı olduğu gerekçesiyle kabul etmektedir. Hüseyin Avni de Mâturîdîlerin
Bâkıllânî görüşüne itibar eden birçok isme sahip oldukları kanaatindedir.[314] Nitekim
dönemde birçok isim bu ayrım üzerinden meseleye yaklaşmaktadır. Eş’arîlerin
genelinin, Bâkıllânî’nin ve İsferâinî’nin görüşü olarak kulların fiilleri
konusunda mutedil üç görüş kabul eden Harputi, bu görüşler içerisinden Seyyid
Bey’in Mu’tezililerle aynı kabul ettiği İsferâini’nin görüşünü tercih etmiş ve
İsferâinî’yi, Mâturîdîleri bu üç gurubun dışında saymış ve Mâturîdîleri
İsferâinî’yle aynileştirmiştir.[315] Mâturîdî
görüşünü “Üstad Ebu Îshak'ın görüşüne irca etmek daha iyi ve daha uygundur.”[316] Aynı
şekilde Hüseyin Avni de Mâturîdîlerin birçoğunun İsferâinîn görüşüne
meylettiğini ifade etmektedir. Görüldüğü gibi Harpûti, Eş’arîlikle Mâturîdîlik
arasında bir çatışmadan ziyade Eş’arîlerle Mâturîdîler arasında bir nevi
yakınlaşma kabul edilebilecek bir şey yaparak Mâturîdîlikle Eş’arîliği
İsferâinî’nin şahsında buluşturmaya çalışmaktadır. Harpûtî, Seyyid Bey’in
aksine bu tarihi tecrübeyi bir çözümde buluşturmak
gayesindedir. Hüseyin Avni de Mâturîdî çizgiyi Eş’arî çizginin iki önemli
imamına irca ettirmektedir:
“Binâenaleyh
Ebû Mansur Mâturîdî Hazretlerinin irâde-i cüziye hakkındaki kelâm-ı mücmelini
ekser-i ulemâ üstaz Ebû Ishak Isferâini kavline, bazıları dahi Kadı Ebû Bekir
Bâkıllânî kavline tenzil ve irca idüb, müstakil başka bir kavil
additmemişlerdir. Lâkin sonraları bid'a ve ehva-ı şüyu bulunduğundan
müteahhırin Mâturîdîye mübahasat-ı kelâmiyeye dalub her meseleyi edille-i
akliyye ve nakliyye ile isbata kıyam ve bir çok kitablar telifine ihtimam
ittiler.”[317]
Eş’arîleri cebrî olmakla itham eden Seyyid Bey, İmam
Eş’arî’nin cebre mütemayil görüşlerini tashih ve takviye eden Eş’ârî imamlar
çizgisinin yapıp ettiklerini bu tarafıyla dikkate almamaktadır. Bu zatların
ortaya koydukları görüşleri sanki ayrı bir mezhep olarak değerlendirmek
mümkünmüş gibi takdim ederek Eş’arîliğin cebri çizginden uzaklaşmasına müsaade
etmemektedir. Özellikle Bâkıllâni, İsferâini ve Cüveyni tarafından yapılan ve
Eş’arî çizgi içinde büyük farlılıklara yol açan tespitleri Eş’arîlikten tefrik
ederek[318] bu
isimlerin Eş’arî çizgide yaptıkları değişim ve dönüşümü bir tür tashih olarak
okuma gereği duymamıştır.[319] Bunun
Seyyid Bey için anlaşılabilir tarafları vardır; zira bu uyum ele aldığı metnin
iddiasını ve tenkidini zayıflatacak niteliklere sahiptir. Seyyid Bey bu
meseleyi aradaki uyumu yakalamak için değil, Eş’arî çizgiyi temsil eden bu
isimlerin fikirlerinin Mâturîdîlerle uyumunun olmadığını ve Eş’arîliğin
kendisinin ısrarlarla peşinde olduğu hukukî ve ahlâkî temeli bulabileceği bir
yer olmadığını göstermek için ele almaktadır. Bâkıllânî’de bu temeli gördüyse
de onun Eş’arî çizgideki yerini dikkate almayıp Bâkıllânî[320], İsferâinî ve Cüveynî’nin[321] kulun
fiilinde iki müessir kabul ettiklerini belirterek bu isimleri birbirinden ayrı
olarak Mâturîdîlikle mukayese etme yoluna gider ve Bakıllâni’yi Mâturîdî
çizgiyle, Cüveyni’yi Mu’tezili çizgiyle aynileştirir.[322]
Görüldüğü gibi Eş’arîleri kula fiillerinde herhangi bir
ihtiyar ve irade-i cüz’iyye vermemekle suçlarken Eş’arî çizginin tadil ve
tashih edilmiş hali olan ve Eş’arî- Mâturîdî çizgiyi birbirine yaklaştıran bu
isimleri Eş’arî çizgiden ayırmakta ve Eş’arîlikle Cebriyye arasında ısrarla
irtibat kurmaya çalışmaktadır. Özellikle sebepler üzerinden zaman zaman Râzî’ye
uzansa da insanda cüz’i iradenin varlığına kail olan Râzî’nin söylediklerini
neticede cebre varmakla itham etmektedir.[323] Razi’nin görüşü ciddi şekilde
Cevdet Paşa tarafından dikkate alınsa da artık devrin şartları daha farklı bir
çerçeveyi gerekli kılmaktadır.[324] Herkesin
kendi zaviyesinden meseleye dâhil olduğu göz önünde bulundurulduğunda Eş’arî
çizgiyi irade meselesinde Selefiyye’den ayrılmakla itham eden İzmirli bu
tavrıyla Eş’arî-Cebriyye eşleşmesinden ziyade Eş’arîlerin Selef yolundan
ayrıldıklarını vurgulamak için bu yola başvurduğu ortadadır. Nitekim Eş’arî
çizgideki kopuşu İbn Furek’le birlikte tevil kapısının açılmasında görmesi
irade meselesindeki suçlamların da bu minval üzere olduğunu düşündürmektedir.[325] Fakat
görüldüğü gibi Bâkıllânî ve İsferâinî referans olarak benimsenirken
Mâturîdîliğe ve Mu’tezileye yakınlık ve uzaklıklarıyla dikkate alınmışlardır.
2.
Mâturîdîliğin Rağbet
Görme Sebepleri
Klâsik dönemin renginin tamamen Eş’arî olduğunu söyleme
imkânı olmadığı gibi Mâturîdîliğin belirleyici olmadığını da söylemenin imkânı
yoktur. Fakat modern döneme gelindiğinde Mâturîdî irade anlayışını merkeze alan
bir yaklaşımın benimsenmeye başladığını görürüz. Mâturîdîliğin Eş’arîliğin
yerini aldığı D. B. Macdonald tarafından öne sürülmüş bir iddiadır.[326] [327] Özellikle
modern döneme intikal ettiğimiz zaman İmam Mâturîdî ve Mâturîdîlik hakkında
oldukça müsbet takdimlere 349
rastlamaktayız.
Son Dönem Osmanlı uleması arasında Mâturîdîliğe olumsuz
bakan kimse yoktur.[328] Bu şunu
gösterir ki gerek klâsik kader anlayışına yöneltilen tenkitler yüzünden gerek
de insanları sa’y u amele, gayrete, devletin ve milletin geleceği için
çalışmaya sevk etmek için Mâturîdî irade anlayışına doğru artan bir ilgi
vardır. Burada herkesin Mâturîdîliği benimseyip benimsemediği sorusu akla
gelebilir. Buradaki dönüş usul üzerinden bir dönüştür. Zira dönemin problemleri
meseleleri mezhep üzerinden ele almayı ve tartışmayı gerektirecek incelik ve
derinlikten uzaktır. Burada istisna kabilinden bazı tasavvufî neşveye sahip
isimlerde meselenin bu tarafıyla uzak duran tavırlar görmekteyiz.[329] Bu daha çok
Mâturîdîlik-Eş’arîlik meselesi değil tasavvufî telakkiden münbais bir
meseledir. Hemen hemen herkesin Mâturîdî bir çerçevede konuştuğu ortadadır.
Bunun temel saikleri nelerdir önce ona bakalım:
Mu’tezile’ye duyulan ilgide de ifade edeceğimiz gibi modern
dönemde ferd ve cemiyet hayatı insanın çaba ve gayretini merkeze alan bir
anlayışı gerekli kılıyordu. Aydınlanma Dönemi kavramlarına baktığımız zaman hürriyet,
musavat, terakki gibi insanı merkeze alan telakki Allah-insan ilişkilerinin de
bu çerçeveye yönelmesi neticesini doğurmuştur. Bir taraftan ferdin varlığının
tanınması diğer taraftan bu ferde ait içtimâî bir temelin inşası çabaları
Eş’arîliğin ve tasavvufun şekillendirdiği kavramları gerilere itmeyi gerekli
görüyordu. Ehl-i meşiyyet olarak isimlendirilen Eş’arîliğin meseleleri Tanrı
merkezli ele alan telakkisi yerine yine meseleleri tanrı merkezli fakat
tanrının niyetini izah eder şekilde hikmet esaslı ele alan ve ehl-i hikmet
olarak tesmiye olunan Mâturîdî telakki tercih edilmiştir.
“El-hâsıl
Mütekellimîn bâb-ı hikmetde hayret içinde kalmışlardır. Eş’arîyye şurûr-ı
dünyevîye ve uhrevîyedeki hikmet-i ilâhiyeyi anlamadan ızhâr-ı acz etmekle
hikmetin manasını değişdirmeye, ilm ve meşiyyet-i mutlakaya ircâ’ etmeye,
Mu’tezile emr ve nehye ta’zimde guluvv ederek ‘asâtın hidayetine taalluk eden
kudret-i Bâri’yi kadhe mecbur oldular. Halbuki hikmeti de, kudreti de kadh
kemâl-i rubûbiyetde naksı müeddi olmakla Eş’arîyye’den maâda bi’l-umum ehl-i
Sünnet hikmeti, Eş’arîyye dahil olduğu halde kâffe-i ehl-i Sünnet bu kudreti
isbat etdiler. Bu nev’ kudreti kadh etmek hikmeti kadh etmekden ehvendir.”[330]
Vazife, mesuliyet vurgusu Tanrı ile bağlarını koparan batı
düşüncesinin hayatı tanzim etme çabasında insana verdiği rolün tezahürleriyle
alakalıdır. Klâsik dönemde irade meselesinde Mâturîdîye’ye olan ilginin daha
çok hukukî bir temel arayışıyla sınırlı olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda
modern dönemde Mâturîdîliğe olan ilgiyi daha kolay anlayabiliyoruz.[331]
Diğer taraftan Mâturîdîliğin ilgi görmesinin bir diğer
sebebi Mâturîdîliğin birçok meseleyi halletmede yardımcı olacak bir potansiyeli
barındırmasıdır. Her şeyden önce Mâturîdîlik kaza ve kader anlayışına
yöneltilen suçlamaların uzağında bir isimdir. Meselenin Ehl-i Sünnet içinde
halledilmesi için Eş’arîliğin feda edilmesi Mâturîdîliğin ayrılması dinin
muhafazası ve müdafası için işlevsel bir karaktere sahiptir. Selefi tavra uygun
şekilde, eski kader tartışmalarına dâhil olmamış ve felsefî problemlerle
ihtilat etmediğine inanılan Mâturîdîliğin bu hali dönem için iyi bir fırsattır.
Arapkirli Hüseyin Avni’nin Mâturidîlerin itikadî ve felsefî tartışmaların yoğun
şekilde yaşandığı Bağdat, Basra gibi bölgelere uzaklığından dolayı
Mâturidîliğin kelâmî tartışmalara dalmamalarını ve selef akidesine daha yakın
olmalarını ehemmiyetli bir unsur olarak takdim etmektedir.[332] İzmirli’nin de ısrarla
üzerinde durduğu bu mesele hem dönemdeki selefi tavırla örtüşmekte hem de
Mâturîdîliğin tarihi olarak yanlış telakki edilmiş kader anlayışından uzak
olduğu intibaı ve kanaati verilmek istenmektedir. Nitekim insan mesuliyetini
ifade eden hemen her metnin yanlış kaza ve kader anlayışını tenkit ettikten
sonra irade-i cüz’iyye kavramına başvurması bu ilişkilerin nasıl geliştiğini
izah etmeye yarar.
Ayrıca insanın sorumluluğunu ve çabasını ifade eden mezhep
olarak Sünnî dairede Mâturîdîliğe başvurulurken hem Sünnî daire içinde kalınmış
oluyor hem de Osmanlı coğrafyasında güçlü bir temele sahip olan bir kaynağa
dönüş sağlanmış oluyordu. İnsanı gayrete getirmek için Mâturîdî gelenek merkeze
alınırken Osmanlı’nın Hanefîliğe olan meyli aradaki irtibatı daha da
kolaylaştırmaktaydı. Osmanlı zihin dünyasında birbiriyle aynileştirilen
Hanefîlik ve Maturdilik değişimi kolaylaştıracak bir karaktere sahiptiler.
Nitekim Hanefîliğin Mecelle tecrübesinde olduğu gibi modernleşme için
esas ittihaz edilebilecek akıl, içtihad, maslahat gibi esaslara havi bir
karaktere sahip olması münasebetiyle gördüğü rağbet Mâturîdîliğin uyumunu
desteklemiştir. Mâturîdîlikteki akıl, husun ve kubuh, irade bahisleri bu
kolaylığı vermektedir.[333]
Modernleşmenin kurumsal olarak birçok hukukî adımlar üzerinden ilerlemesi aynı
zamanda insan mesuliyeti prensibinden hareket etmesi Mâturîdîliği merkeze
almayı gerekli kılmaktadır. Nitekim meseleyi tam bir Eş’arî-Mâturîdî çatışması
şeklinde takdim eden Seyyid Bey’in hukukçu kimliği ve eserinde esas alınan
konuların bu karektere sahip olması aradaki yakınlaşmayı açıklamaya yarar.[334]
Bilindiği gibi Eş’arîlik ehl-i meşiyyet, Mâturîdîlik de
ehl-i hikmet canibine denk gelmektedir. Oryantalistlere ve onların yerli
temsilcilerine karşı dinin müdafaası hikmet fikri üzerinden yapılmıştır.[335] Bu dönem
için hikmeti merkeze alan Mâturîdîlik ön plandadır. Allah- insan ilişkisinin
hangi esasa göre tanzim edildiğinin müminlere izahında Allah anlayışını
Mu’tezilî tarzda hayatın dışında kabul etmek yerine hikmet esasıyla izah etmek
daha açıklayıcıdır. Diğer taraftan bütün izahlara rağmen kaderin ve insan
iradesinin izah edilemez tarafları vardır. Bu taraflar için hikmet izahı ayrıca
tercih sebebi olmuş olabilir. Hikmet telakkisinin aslında olup bitenlere karşı
insanın kendi çaba ve gayretinin ötesinde yani kendi vüsatinin üstünde olanlara
tahammülle ilgili bir kapıyı aralama imkânı verdiği de ortadadır. Müslümanların
geriliğinin, üst üste gelen mağlubiyetlerin kader deyip cebri bir telakkiyle
tepkisiz kalınması yerine ya da Mu’tezilî bir şekilde “ben üstüme düşeni yaptım
gerisinin olması imkânsızdır” anlayışı karşılık olup biten karşısında gayret ve
çabasını göstermek fakat gücünü aşan şeylerde de hikmet aramak anlayışı dönem
şartlarında ehemmiyetli bir sığınaktır. Fakat meseleye Mâturîdîlik üzerinden
eğilenlerin meselenin bu tarafıyla çokça hemhal olmadıkları ortadadır. Ama burada
istisna edilmesi gereken bir durum vardır, zira nihayetinde hikmet merkezli bir
izahın muhatabı bellidir. İnananların zihinlerindeki ve kalplerindeki şüpheleri
izale için kullanılan bu yöntem oryantalist iddialar mucibince şekillenen
tenkitlerin göğüslenmesinde ve nakzedilmesinde herhangi bir fonksiyona sahip
değildir. İşte bu durumda Mu’tezilî telakki devreye girmektedir.
Bir başka sebep olarak psikolojinin yaygınlığını
zikredebiliriz. Modernleşme döneminde irade meselesinin psikolojik izahları
üzerinde batı kaynaklı ciddi çabaların Osmanlı toplumunda makes bulduğunu gerek
psikoloji gerek ahlâk kitaplarından takip edebiliyoruz. Özellikle iradenin bir
ruh hali olduğunun ön plana çıkmasında meseleyi ele alırken oryantalist etkinin
tesiri olmuştur. İşte imanı psikolojik olarak temellendiren İmam Mâturîdî’nin
bu yönü modern dönemde tercih edilmesine tesir etmiş olabilir.[336]
İmam Mâturîdî’nin kimliği Osmanlı coğrafyasında
Mâturîdîliğe gösterilen ilginin sebeplerinden bir diğeridir. Özellikle
meşrutiyetle ayyuka çıkan milliyetçilik düşüncesinin etkilediği zihin dünyası
içerisinde İmam Mâturîdî’nin Türk olduğuna dair var olan kanaat bu ilgiyi
beslemiştir.[337] Mesela bu
biyografik bilgiyi Seyyid Bey özellikle vurgular.[338] Aynı şekilde İslâmcılıkla
başlayıp bambaşka vadilere intikal eden M. Şemseddin Günaltay’da İmam
Mâturîdî’nin biyografisine “mütebahhir bir Türk âlimidir” bilgisini
eklemektedir.[339] Mâturîdînin
kimliğiyle ilgili Türk nitelendirmesinde bulunmasa da Yusuf Akçura’nın Ehl-i
Sünnet’i Mâturîdî olarak nitelendirmesi aynı paralelde anlamak gerekebilir.
Seyyid Bey’in ait olduğu çizginin siyasî kariyeri ve tercihleri Seyyid Bey’in
Mâturîdînin Türk kimliğine yaptığı vurguyu izah etmektedir. Benzer şekilde
Cumhuriyet döneminde İmam Mâturîdî ve Mâturîdîlik üzerine çalışma yapanların bu
tarafa meyli meselenin Türk kimliği vurgusunu anlamaya ve Mâturîdîliğin gördüğü
ilgiyi anlamaya yarar. Mâturîdîlik ve Hanefîlikle ilgili çalışmalarını
Cumhuriyet devrinde daha da yoğunlaştıran Yusuf Ziya Yörükan, İslâm dünyasının
farklı coğrafyalarındaki tecdid çabalarını değerlendirdikten sonra mevcut
durumda devam edebilen yapının Mâturîdî İlmihâli ve İlm-i Kelâmı olduğu
kanaatine ulaşması bu istikameti gösterir en önemli örneklerdendir.[340] Nitekim
resmi hüviyeti haiz Tarih Kongresi’nde Günaltay fikri gelişmenin durmasını
Eş’arîlikle izah ettikten sonra
Osmanlı medrese geleneğini de bu ananeye bağlarken
Osmanlı’nın resmi mezhebinin Mâturîdîlik olduğunu ifade ederek meselenin yönünü
gösterir.[341]
Bu sebepler çerçevesinde Osmanlı’nın son döneminde giderek
artan Mâturîdî ilginin bir imkân olarak yoklanacağı evrelere gelinmiştir. Bu
arayışlar arasında Mu’tezilî fikirlere ulaşma aracı olarak görüldüğü yerlerde
Mâturîdîlik bir meşrulaştırma aracına dönüşecektir. Bu saikle hareket eden
Seyyid Bey, Eş’arîliği mahkûm ederken Mâturîdîliği Mu’tezile ile Eş’arîye
arasında tam da Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın haiz olduğu mevkiye
yerleştirmektedir:
“Mâturidîler
gerçi Mu’tezile’ye pek ziyade takrib etmişler, aralarındaki fark zahiri ve
lafzi gibi görünüyor. Fakat bununla beraber aralarında pek açık ve hayli
farklar vardır. Cebriyye ile Mu’tezile arasında asıl tariki tavassutu takib
eden fırka Mâturidîyye fırkasıdır.”[342]
Mâturîdîliğin bahsettiğimiz saiklerle gördüğü ilgi
Mâturîdîlerin irade meselesindeki tavırlarıyla alakalıdır. Modernleşme
döneminde tercih edilen Mâturîdî görüş ve telakki nasıl ele alındığı meselenin
mühim tarafıdır. Özellikle Seyyid Bey tarafından dile getirildiği şekliyle bir
Mâturîdîlik anlayışı ile kendini Mâturîdî kabul eden Manastırlı İsmail
Hakkı’nın telakki ettiği Mâturîdîlik arasında ciddi farklar vardır. Bu dönemde
sonradan Eş’arî fikirleri ciddi şekilde savunacak olan Mustafa Sabri Efendi’nin
de onayladığı bir Mâturîdîliğin karşısına çok farklı bir karakterde hatta
Mu’tezilî bir evsafa bürünmüş Mâturîdîlik çıkarılmaktadır.
Mâturîdî çizgi içinde Sadrüşşerîa ve İbn Hümam vurgusunu
kendisine temel alan Seyyid Bey’in bu tavrı boşuna değildir. İrade-i cüziyyenin
mahlûk olmadığı fikrini merkeze alarak küllî-cüzi ayrımını farklı bir karaktere
büründüren Sadrüşşerîa’nın aynı zamanda Osmanlı muhitindeki konumu ve Hanefî ve
hukukçu kimliğe sahip bir âlim olması Seyyid Bey’in ilgisini açıklamakta
faydalı olur.[343] Özellikle
İbn Hümam’ın kulun fiiline mutlaka yaratıcı gerekmediği ile ilgili Allah’ın hâlıklık
sıfatında istisna yapılabileceği fikrine yakın durması, Seyyid Bey’in irade-i
cüz’iyyenin mahlûk olmadığı fikrini ileri sürmesine vesile olur. Bu ayrımlara
kimsede rastlamadığımız gibi irade-i cüz’iyyenin mahlûk olmadığını kabul eden
Mustafa Sabri Efendi ve diğer isimlerde bu istisna fikrine rastlayamıyoruz.
Seyyid Bey, İbn Hümam’ın azm-ı musammemden, kasd ve irade-i cüz’iyyeden maada
bütün ihtiyarî fiileri halk ve kudreti ilahiyenin daire-i şümulundan
çıkarmanın aklî bir manisinin bulunmadığını beyan ettiğini naklederek onun
istidlal biçiminden hareketle fiillerin Allah’ın halkından istisna
edilebileceğini savunmaktadır. Kulun sahip olacağı kudreti Allah’ın küllî
kudretinde ehemmiyetsiz olarak takdim edip Allah’ın bunu imtihan vesile kılarak
kendi rızasıyla verdiği bir nimet olarak görme taraftarıdır.[344] Harpûti bu
ilişkinin ancak Mâturîdî çizgide bu iki isim üzerinden İsferâinî’ye çıktığı
kanaatindedir.[345] Seyyid
Bey’in arzusu Mu’tezililerle aynı kabul ettiği İsferâini’nin görüşlerini
Sadrüşşerîa ve İbn Hümam üzerinden Mu’tezile’ye bağlanmaktır.[346] Nitekim
Seyyid Bey’in Mâturîdîliği Mu’tezilî bir karaktere bürünmüş Mâturîdîlik’tir.[347]
Diğer taraftan Harpûti, Mâturîdîlikle Eş’arîliği
İsferâinî’nin şahsında buluşturmaya çalışmaktadır. Hüseyin Avni de Mâturîdî çizgiyi
Eş’arî çizginin iki önemli imamına irca ettirmektedir.[348] Hanefîleri ve Mâtürîdilerin
çoğunu Bakıllânî üzerinden Eş’arîlikle buluşturan Harputi diğer çizginin
İsferâinî üzerinden ayrı bir hat olarak devam ettiğini söylemektedir.[349]
Mâturîdîliği Selefiyye ile buluşturan ve Eş’arîliğin geçirmiş olduğu devirleri
bu mercekle inceleyen İzmirli Eş’arîliği de bu çerçevede mahkum ederek
Mâturîdîliği selefe yakın göstermektedir.[350] Mâturidî görüşü İmam Azam’dan
Hz. Ali ve Hz. Ömer’e uzanan bir çizgi takip ederek savunan Seyyid Bey,
İzmirli’nin Selefîlik tarifini andırır bir tercihle modernist İslâm
düşüncesinin en çok dönüş yaptığı Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye nispet etmektedir.[351] Benzer
şekilde selef üzerinden meşruiyet arayışını Cumhuriyet Dönemi’nde Mâturîdîlik
üzerine ciddi çalışmalar yapan Yusuf Ziya Yörükan da görmek selefin meşruiyet
aracı olmasıyla alakalıdır.
Yeni dönemde insanı merkeze alan bir anlayışı benimseyen
düşünce tarzına merbut olan Osmanlı ulema ve mütefekkirleri insan iradesini ve
mesuliyetini daha merkeze alan Mâturîdîliği tercih etmişlerdir. Gerek Son
Şeyhulislâmlardan Mustafa Sabri Efendi,[352] gerekse Seyyid Bey tarafından
benimsenen ve İzmirli’nin ashâb-ı meşiyyet- ashâb-ı hikmet olarak yaptığı
tasnif bir ayrımı ve bir gerçeği göstermektedir. Dönemde Eş’arî fikirleri
açıkça savunan ve meseleyi Eş’arîlik üzerinden ele alan yok gibidir. Sonraki
dönemde Mâturîdîliğe ciddi tenkitler yöneltecek olan Sabri Efendi’nin bu tavrı
ele aldığımız dönem için geçerli değildir. Eş’arîliği Cebriyye’ye, Mâturîdîliği
Mu’tezileye yaklaştırarak klâsik tasnifi benimsemiş gözüken Mustafa Sabri
Efendi[353] irade
meselesi etrafındaki değerlendirmelerinde Mâturîdîleri ismen zikretmediği Dînî
Müceddidler"de kendini açıkça Eş’arîliğe nisbet etmez. Ehl-i Sünnet
üzerinden yaptığı savunmada insanın acziyetini ve teslimiyetini ihsas ettiren
ve Allah’ın ilmi üzerinden yaratıcılığını da teslim eden telakkisi Eş’arîlik
olarak anlaşılmaya müsaittir. Fakat ortaya koyduğu çerçeve, sonradan savunacağı
ve Cebriyye ile Eş’arîye arasındaki çizgiyi belirsizleştiren
fikirlerden uzak görünmekle birlikte insanın küllî kaderin tesiri altında
olduğunu kabul etmektedir:
“Şurası
var ki, insan ihtiyarının gerisinde kalan vakıalar hakkındaki kaza ve kaderin
insan ihtiyarı üzerinde tesiri olmasa da, ancak bu ihtiyardan önceki insanın
zihnî ve zihin dışı âmiller hakkında kaza ve kader insanın ihtiyarı yukarıda
izah edilen muhafaza edilmesinde şüphe bırakmadığımız mevkiini ihlâl ve
mes'eleyi hayli şekillendirmektedir. Meselâ ben bir işi yapmak isterim sizse
yapmamak istersiniz. Ve her birimizin düşüncesine başka başka amiller sebep
olur. Hareketlerinde hür olduğunu zanneden insanlar hep bu âmillerin tesiri
altında bulunurlar. Bunları bizim fikrimize ilkâ eden ve irademiz üzerinde
hükümran ettiren kimdir. Beni ehemmiyetine bağlayan fikir ve maksat niçin sizde
de hasıl olmuyor? Veyahut hasıl oldu ise, neden sizi cezbedemez? işte tayin ve
tebdili insanın kendi elinde olmıyan bir takım âmiller! Onun için her şeyin
Cenab-ı Hak'tan olduğunu kabul eden islâm âlimlerinden birçokları insanların
muhtar suretinde mecbur veyahut fiilleride muhtar fakat ihtiyarında mecbur
olduklarını söylerler. Evet insanîn fiil ve hareketlerinde ihtiyar ve iradeye
mâlik olduğu tereddüt götürmez bir apaçıklıkla malûm gibi görünürse de bu
ihtiyar ve iradede kendisine saik olan fikir gayri ihtiyarî bir şeydir.”[354]
Allah’ın meşietine yaptığı vurgu, daha sonra bu
fikirlerinden dolayı Mâturîdîleri Mu’tezileden daha şerli görecek olan Sabri
Efendi’yi Eş’arî fikriyata yaklaştırmaktadır.[355] Fakat burada asıl dikkat
çekici şey Mustafa Sabri Efendi’nin İstanbul’da iken Mâturîdî tarzda irade-i
cüz’iyyeyi yaratılmamış kabul etmesidir:
“Kulların
her hareketi, her işi Cenâb-ı Hakkın halk ve îcâdıyla ve teyid ve tenfîziyle
husûl- pezîr olduğunu kabul ediyoruz. Şu kadar var ki Allah’ın halk ve îcâdı,
insandan sâdır olan fiil-i ihtiyârinin eserine, (hâsıl-ı bi’l-masdar) yine
taalluk eder. Fiilin irâde-i cüz’iye ve (sa’y) nâmı verilen manâ-i masdarî
ciheti ise insana âid olub buna halk ve îcâd taalluk etmez çünkü bu izâfâttandır
ve bütün manâ-i masdarîler gibi mevcûdattan değildir, hâlbuki halk, ancak
hâricde mevcûd olanlara taalluk eder.”[356]
Bilindiği gibi bu,
Mâturîdîlerin savunduğu bir görüştür. Sabri Efendi’nin kulun iradesini kabul ve
isbat etmeye mâtuf bu fikirleri daha sonraki fikirleriyle tenakuz arz etmektedir.[357] Bunun farkında olan
Sabri Efendi, 1933’te kaleme aldığı Mevkıfu’l-Beşer Tahte Sultâni ’l-Kader
adlı eserinde şöyle bir izah yapacaktır:
“ilk
defa on sene önce kaleme aldığım ve Dini Müceddidler adını verdiğim
kitabımda bu meseleye dalmış ve ilaveten pek çok meseleyi de birlikte
işlemiştim. O kitabımı İstanbul’u terk etmezden kısa süre önce neşretmiştim.
Ancak itiraf edeyim ki, meselenin derinliğine ulaşamamıştım. Bugün meseleye
ikinci kez girdim.”[358]
Mustafa Sabri Efendi, Dîni Müceddidler’i kaleme
aldığında karşısında Haşim Nahid gibi Mu’tezilî bir muhtevadan konuşan bir isim
varken Mâturîdî ve Eş’arî arası bir çizgi takip etmektedir. Fakat Mısır
hayatında kaleme alacağı Mevkiu’l-Beşer Tahte Sultâni’l-Kader de
Mu’tezile ve Mâturîdîliği modernleşme çerçevesinde İslâm’a yöneltilen cebri
suçlamaları reddetmek için tutulan bir yol olarak gören Sabri Efendi,
incelediğimiz dönemde Mâturîdîlikle modernleşme arasında bu tür irtibatlar
kurmamaktadır. Sabri Efendi’nin alenen Eş’arîliği savunması 1930’lar ve
sonrasıdır. Bu dönem Mustafa Sabri Efendi’nin siyasî muhalefet başat olmakla
beraber topyekûn modernleşmenin tenkidini yaptığı yıllara da denk gelmektedir.
Mısırdaki Moderni stlerle yaptığı tartışmalar bir yana yeni Cumhuriyet’in
Mâturîdî çizgide attığı adımların ve kavileşen modernleşme karşıtlığının
giderek Mustafa Sabri Efendi’de üslup sertleşmesine yol açtığı görülmektedir.[359] Kendisine
bir reddiye de kaleme alan Zahid Kevserî Sabri Efendi’deki bu farklılaşmayı Trakya’da
yaşadığı hayata ve o süre zarfında millette gördüğü tavrı bir siyasî okumaya
tabi tutarak meseleleri icbar fikriyle halle çalıştığını ifade etmektedir.[360]
Bütün bu olup bitenlerin ne şekilde neticelendiğini
gösterir örneklerden birisi İmam Eş’arî hakkında M. Şemseddin’in ifadeleridir.
M. Şemseddin gerek Zulmetten Nura" da gerek Mutezilîn
başlığı altında Sebîlürreşâdda da yayınladığı yazılarda
Eş’arî’den övgüyle
söz etmektedir.[361] M. Şemseddin’in
fikirlerinin seyri dönemde sadece fikri değil farklı saiklerin de devrede
olduğunu gösterir:
“Eş’arî’nin
dehâ-i nizâmı yetişti. Meseleyi akıl ve nakil ile kâbil-i tevfik bir surette
izaha muvaffak olarak bu hususta akîde-i Islâmiyenin neden ibaret olacağını
tâyin eyledi. Vâ esefâ ki sonradan gelenler Eş’arî’nin açtığı şehrâh-ı hakikati
unuttular, daha doğrusu bulamadılar, anlayamadılar. Cehm b. Safvan’ın
sürüklediği dikenli ve çıkmaz yollara saptılar”[362]
M. Şemseddin kitabının üçüncü baskısında İmam Eş’arî ve
Eş’arîler hakkındaki takdir ve tebriklerinden vazgeçecek ve bu çizgiyi mahkûm
edecektir. Bu değişimi yeni dönemle ilgili olarak okumamızı gerekli kılacak bir
değişiklik de Mehmed Akif tarafından kaleme alınan takrizin bu baskıda kitaptan
çıkarılmış olmasıdır. Cumhuriyet İdaresiyle bambaşka vadilere gidecek Günaltay
İkinci tarih Kongresi’nde Eş’arî için çok daha farklı şeyler söyleyecektir:
“Fakat
tab’an mağrur ve kindar olan bu zat günün birinde üvey babası ve
rasyonalistlerin reisi olan Ebu Ali Cübbai’ye kızarak bu mektepden
ayrıldı. Ananecilerin sıfatiye mezhebiyle ekseriyetin tarafdar olduğu Cebriyye
mezhebi esslarında cüzî tadilât yapmak suretiyle yeni bir mektep kurdu.”[363]
Mu’tezile’yi rasyonalist, bütün Ehl-i Sünnet’i cebrî kabul
eden ve ebediyen minnettarı olduğunu iddia ettiği Eş’arî hakkında ağız
değiştiren Şemseddin Günaltay’ın bu tavrı yaşanan sürecin ne tarafa doğru
evrildiğini göstermesi açısından öğreticidir. Hatta Mustafa Sabri Efendi’nin
muhalefetini de açıklayabilecek taraflara sahip olan bu satırlar, Eş’arî bir
kaza ve kader tarifini benimsemekte beis görmeyen Akseki’nin daha sonraki
yıllarda kaleme aldığı eserlerde Mâturîdî bir kullanımı tercih etmesiyle de
irtibatlıdır. Mâturîdîliğin yeni dönemde sahip olduğu ehemmiyeti gözler önüne
seren bu tavır ‘Türk Müslümanlığı’ projelerine de kaynaklık edecektir.
3. İki
Mezhep Arasındaki Farklar ve İrade Meselesi
Tarihte müstakil bu mevzuları ele alan telifler olduğu gibi
günümüzde de Eş’arîlikle Mâturîdîlik arasındaki farklarla ilgili yapılmış bazı
indeks çalışmaları elimizde mevcuttur.[364] Geriye doğru İslâm ilim tarihinde
bu meseleleri mevzu bahis eden hilafiyyat türü eserler kaleme
alınmıştır. Fakat bu tür bir ilişkinin mahiyetine dair yapılmış ayrıntılı
tahlillerden mahrumuz. Bizim bu konuya ilgimiz, modernleşme döneminde bu
farkların irade meselesi üzerinden nasıl telakki edildiği hususuyla kayıtlıdır.
Eş’arîlerle Mâturîdîler arasında ihtilaflı olan meseleler sadece irade bahsiyle
sınırlı değildir.[365] Fakat son
dönem Osmanlı ulemasının bu meseledeki tasniflerine baktığımızda temel farkın
irade meselesi olduğu fikrine bir rağbet görebiliriz. Mesela Osmanlı
modernleşmesinin mühim simalarından Ahmed Cevdet Paşa, “aynek-i ayneyn- i
hidâyet” gördüğü Eş’arî ve Mâturîdî arasındaki temel farkın irade-i cüz’iyye
meselesi olduğunu söylemektedir. Gerek Cevdet Paşa gerek Büyük Haydar Efendi
için bu fark telfîk edilemeyecek bir mesele değildir.[366] Bu farkı mevcut fakat önemsiz
kabul edenlerden biri de Manastırlı İsmail Hakkı’dır:
“Ehl-i
Sünnet eimmesi olan Eş'aire ile Mâturîdîye beyninde şu meselede dahi esaslı bir
mübayenet yoktur. Cemi’-i ahvâl-i âlem ve kaffe-i benî adem bi’l-ittifak Allahu
Teâlâ’nın ilim ve irâde ve kudretiyle vücûd bulur. Yani kable’l-îcâd zevât ve
ahvâlin mekâdir ve ezmânını ale’t-tafsîl bilir ve kudret-i ilâhiyesi eseri
olarak zuhûr eden halât hep ezelde taalluk eyleyen ilim ve irade ve fıkınca
zuhûr eder. Bu cihetle ihtilâf-ı vâki’ mahzâ tefsîru’l-elfâza râci’dir.”[367]
Bu meselenin sadece nizâ-i lafzîden ibaret olduğu meselesi
problem çıkarmak değil arayı bulmak isteyenlerin tercih ettiği bir kullanımdır.[368] Aralarında
temel farklılığın irade meselesinden kaynaklandığını söyleyen Seyyid Bey’in
meseleyi detaylandırdığı ve fakat aynı minvalden ayırmadığını görürüz.[369] Seyyid Bey,
farkların tek bir farka irca edilebileceğini söylemektedir:
“Eş’arîyye
itikadına göre kudret-i beşeriyenin tesiri olmadığından onların indinde ef’al-i
beşeriye, yalnız kudret-i ilahiye ile vaki’ olur. Mâturîdîyye indinde ise iki
kudretin mecmuu’yla vaki’ olur.”[370]
Seyyid Bey’in farklılığı bire indirirken yaptığı tasnif
aslında onun Eş’arîleri Cebriyye ile aynı kefeye koyma ameliyesinin bir
parçasıdır. Cevdet Paşa ve Manastırlı gibi isimler irade anlayışındaiki mezhep
arasındaki farkın esasa müteallik olmadığını söylerken Seyyid Bey’in bu farkı
meselenin tam merkezine yerleştirdiği görülmektedir. Eş’arîlerin taassubuna
bağladığı bu fark Seyyid Bey için mühimdir.[371] Bu farklılık Ehl-i Sünnet’in
iki kolunu bir araya getirmek için değil, Eş’arîliği mahkûm etmek için ele alınmıştır.
Sadece irade bahsini
meselenin merkezine yerleştirmeyenler de vardır. Mesela Harpûtî temel
farklılığın marifetullah konusunda olduğunu iddia etmektedir:
“Fırka-i
Naciye-i Ehl-i Sünnetin Matüridîleri ile Eş'arîleri arasında vuku' bulan bütün
niza' yalnız ma'rifetullahtadır. Ahkâm-ı saire-i şer'iyede değildir. Sair
ahkâmı ma'rifette aklın gayr-i kafi bulunduğu, irsal-i rusül, inzâl-ı kütübde
hikmet, akıl ile bulunamayan rusûm-ı ibadât ve hudud gibi ahkâm-ı şer'iyeyi
beyan ve ta'lim olduğu muttefekun aleyhdir. Da'vet-i Nebi vasıl olmayan
kimseler üzerine nebiye imanın adem-i vücûbu zarurîdir.”[372]
İzmirli ise irade meselesini farklılıklardan sadece birisi
olarak zikreder; “irade-i cüz’iyye, ta’zib-i muti’, vucûb-u mârifet-i ilahiyye,
sıfat-ı tekvîn, teklîf-i mâlâ yutak, ef’âl-i ilâhiyyedeki hikmet vesâire”[373] Yeni
îlm-i Kelâm'da ise aradaki farka dair 15 mesele zikreder. Bunların 5’i
irade ile alakalıdır. Ama bu meselelerden dolayı bidat nisbetinin gerekmediğini
vurgular.[374] Meseleye
bambaşka bir zaviyeden bakan Hüseyin Kazım Kadri de irade meselesini aradaki
farklardan biri olarak zikretmektedir.[375]
Bu meselelerin iradeye indirgenip indirgenmemesinin dönemin
icbarları zaviyesinden anlaşılır tarafları vardır. Âciliyetler, öncelikler
meselenin derinliğine ve incelikle ele alınmasını imkânsız hale getirmiştir.
İkinci olarak da meseleler bir problemi halletmek veya insanların önünü açmak
için ele alındığından meselenin ebâdı ve evsâfı zuhur ettiği sahayla
sınırlandırılmıştır. Manastırlı gibi isimler bu meseleyi bir farklılığa
dönüştürmeyip kaza ve kader inancını temellendirerek ama insanın sorumluluğunu
da ortadan kaldırmadan bu inancı kuvvetlendirme gayreti güderlerken Seyyid Bey,
Eş’arîliği mahkum etmek için meseleyi irade bahsine indirgeyerek insanın
sorumluluğunu temellendirmede Eş’arîliğin yetersiz olduğunu ortaya koymaya
çalışmıştır. Ne olursa olsun elliden fazla olarak telaffuz edilen farkın
dönemde teke inmesi hatta bu tek farkın lafzî kabul edilmesi dönemin icbarları
mucibince Kelâm ilminin inceliğinin, derinliğinin kaybolduğunu göstermekle
beraber tefrike yol açan bir çok meselenin paranteze alınabileceğini de
göstermektedir.
İrade tanımı, kulun fiilinde sahip olduğu kudretiyle
alakalı tercihlerine göre şekillenir. İrade’nin tanımı Eş’arîlerle Mâturîdîler
arasındaki ihtilaflı mevzuların başında gelir. Eş’arîler küllî iradenin de
cüz’i iradenin de mahlûk olduğu kanaatindeyken Mâturîdî gelenek bu ayrımda
cüz’i iradenin mahlûk olmadığı yönünde tercihte bulunur. Fakat Mâturîdîlerin bu
tercihi Allah’ın kudreti ve yaratıcılığı haricinde bir güce yaratıcılık vasfı
verdikleri sonucunu doğurmaktadır. Bu, Mâturîdî geleneğin problemli olduğu ve
cevaplamakta müşkil duruma düştüğü bir husustur. Fakat diğer taraftan insanın
fiilleri için bir irade-i cüz’iyye tayin edip bunun da yaratıcısının Allah
olduğu fikrini savunmak neticede cebre varan bir açıklama biçimi olarak kabul
edilmektedir. Dönemde herkesin irade-i cüz’iyyeyi kabul ettiği ve savunduğu
görülmektedir. Mesela kaza ve kader tanımında Eş’arî tasnifini kabul eden Akseki,
irade tanımında tamamen Mâturîdî bir çerçeve ortaya koymaktadır.[376]
Bu açıklamaların benzerlerine dönemde hemen hemen herkeste
rastlamak mümkündür.[377] Kendi
biyografisiyle birlikte düşünüldüğünde daha dikkat çekici bir uyumu Sabri
Efendi’nin tarifinde görmekteyiz:
“kulların
her hareketi, her işi Cenâb-ı Hakkın halk ve îcâdıyla ve teyid ve tenfîziyle
husûl-pezîr olduğunu kabul ediyoruz. Şu kadar var ki Allah’ın halk ve îcâdı,
insandan sâdır olan fiil-i ihtiyârinin eserine, (hâsıl-ı bi’l-masdar) yine
taalluk eder. Fiilin irâde-i cüz’iye ve (sa’y) nâmı verilen manâ-i masdarî
ciheti ise insana âid olup buna halk ve îcâd taalluk etmez çünkü bu
izâfâttandır ve bütün manâ-i masdarîler gibi mevcûdattan değildir, halbuki
hâlk, ancak hâricde mevcûd olanlara taalluk eder.”[378]
Herkes irade-i cüz’iyyenin varlığına ve fiilerde müessir
olduğuna kail iken aradaki fark, yaratılmış olup olmaması meselesine yapılan
vurgudadır. Bu meselede Seyyid Bey’de belirgin şekilde görüleceği gibi,
Mâturîdî çizginin belirli bir tarafına yönelerek irade-i cüz’iyyenin mahlûk
olmadığı fikrini savunma eğilimi baskındır. Bu izah tarzı için özellikle
Sadrüşşerîa ve İbn Hümam’a gidiş-gelişler yoğundur.[379]
Bilindiği gibi Eş’arîler ve Mâturîdîler arasındaki
farklardan biri de kaza ve kader kelimelerini birbirlerinin zıddı bir manada
kullanmalarıdır. İzmirli de buna dikkat çeker: “Cumhur-ı Matüridîyece ‘kader ve
kaza’, cumhur-ı Eş’arîyyece ‘kaza ve kader’ denir.”[380] Bu kavramların tercihine göre
dönemdeki isimlerin Eş’arî mi Mâturîdî mi olduklarını tayin etmek imkânı
bulunabilir. Bu ayrımda dikkat edilmesi gereken mutasavvıfların da kaza ve
kader tanımını Eş’arîler gibi yaptığı gerçeğidir.[381] Meselenin mezhepten ziyade
ait olduğu meşreble alakası vardır.[382] Mesela Manastırlı, Mâturîdî
bir tarzda yapmaktadır: “Kader; Allahu Teala’nın olacak şeylerin vakt ve
zamanını ve sair tafasilini bilmesinden, Kaza; dahi ilm ve iradenin vafkınca
eşya ve ahvali icad buyurmasından ibarettir”[383] şeklide yaptığı tarif hemen
hemen bütün dönemin tercih ettiği bir tarzdadır. İzmirli kaza ve kader
tanımında da kendini Eş’arîlerin zıddına yerleştirmektedir.[384] Kaleme alınan irili ufaklı
risalelerin ve ders kitaplarının birçoğu da Mâturîdî tanımı benimsemişlerdir.
İlmihal literatürünün tesiri olması muhtemel bu durum[385] yeni dönemde artan bir ivme
göstermiştir.[386]
Buna karşılık dönemde kaza ve kaderin tanımını Eş’arî bir
çerçevede yapanlar da vardır.[387] Efgânî,
Mâturîdîlikle coğrafi olarak uzak olduğu bu ayrıma bigâne kalarak kaza-kader
tanımında Eş’arî çerçevede kalırken Osmanlı Coğrafyasındaki ayrımların
Eş’arîlikten mi yoksa tasavvuftan mı kaynaklandığı net değildir. Mesela
Çerkeşşeyhizade Mehmet Tevfik Efendi, kazayı ilm-i İlahînin maluma tâbi olması
şeklinde anlarken kaderi de fiilin vukuu şeklinde Eş’arî bir çerçeveye
yerleştirir.[388] Sûfi olan
İsmail Fenni Ertuğrul daha geç bir tarihli eserde kendisine sorulan kaza ve
kader tanımını Eş’arî çerçevede yapmaktadır.[389] Bu mutasavvıfların tarifine
uygundur. Meseleyi bu zaviyeden gören biri de daha sonraki tariflerinde
değişiklikler yapacak ve Cumhuriyet devrindeki eğilimleri verebilecek
tercihleri olan Aksekili Ahmed Hamdi’dir:
“Kazâ
demek, ilm-i ilâhinin bir şeye taalluku, ta’bir-i diğerle cemi’-i mümkinâtın
ilm-i ilâhi-i ezelîdeki vücûdu demektir. Yani Cenâb-ı Allah’ın, vücûd bulmak
şânından olan, her şeyi- nasıl ve ne suretle olacak ise- evvelâ; o şeyler
bi’l-fiil olmazdan sayısız zamanlar evvel; öylece bilmesi kazâdır. Şerâitin
husûlünden sonra, ilm-i ezelîde mevcûd olan şeylerin-ilm-i ezelîye mutâbık
surette, yani nasıl biliyorduysa öylece- ale’l-infirâd zuhûr etmeleri de
‘kader’dir. Tâbir-i âhirle kader demek, irâde-i ilâhiyenin evkât-ı mahsûsasında
eşyaya taalluku, ve eşyânın da kazâya ilm-i ezelî-i ilâhiye mutâbık sûrette
ketm-i ademden sâha-i hurûcu demektir.”[390]
Akseki’nin bu tarifi daha sonra değişecektir. Akseki’nin
Eş’arîlerce yapıldığı şekliyle bir ders kitabında yaptığı bu tercihin
tasavvuftan kaynaklanması mümkün gözükmüyor. Özellikle modernist ve selefi bir
çizgiye ait eserlerle oldukça fazla meşgul olan ve Reşid Rıza’dan tercümeler
yapan Akseki’nin tasavvufa karşı mesafeli olduğunu biliyoruz. Fakat Akseki gibi
bir ismin Eş’arî kullanımı tercih etmesi muhtemelen ilim geleneği içindeki
eserlerin yaygınlığı ve bu eserlerin Eş’arî çerçeveye ait olmasıyla alakalıdır.
Muhtemel bir sebep olarak da Cumhuriyeti kuran iradenin Mâturîdîlik yönünde
bilinçli bir tercihte bulunmuş olmasını sayabiliriz. Özellikle Diyanet
teşkilatında yılarca üst düzey görevlerde bulunmuş bir ismin bu siyasetin
uzağında olması beklenemezdi. Nitekim Akseki daha sonra tercihini Mâturîdî
ayrıma uygun olarak değiştirecektir. Dönemde Eş’arî kullanımdan ziyade Mâturîdî
kullanım tercih edilmekte olup bu da yeni Cumhuriyetin genel entelektüel
havasına uygundur. İstisnalar da zamanla Mâturîdî çizgiyi bulacaklar ama
sûfilerden meseleye mesafeli olanlar kendi meşreblerince tarife devam
edeceklerdir.
Eş’arîlik-Mâturîdîlik arasında belirleyici olan
meselelerden biri de husun ve kubuhun durumudur. Eş’arîler husun ve kubhu, emir
ve nehyin mucibi olarak kabul ederler. Husun ve kubuhun tayin edicisi şeriat;
akıl ise bu hitabı anlamaya yarayan bir alettir. Mu’tezile ise husun ve kubhu
emir ve nehyin medlulü olarak anlamış ve hüsun ve kubuhun tayininde aklı hakem
kabul ederek şeriatın mevcudiyetinin önemli olmadığını bir şeyin husun veya
kubuh olup olmadığını insan aklının tayin edeceğini savunmuşlardır.
Mâturîdîlerin husun ve kubuh nokta-i nazarında akla kısmî de olsa bir rol
vermiş olmaları, dönemde aklı merkeze alan telakkiyle uyumlu şekilde Mâturîdî
tarife yakın bir telakkinin hakim olmasına vesile olmuştur. Fakat fakihler daha
çok husun ve kubuh üzerinden meseleyi Hanefîliğe irca etmişler ve Maturdiliği
zikretmemişlerdir. Hatta meselenin ele alınışında aidiyetin ötesine geçip
farklı neticelere ulaşanlar da vardır.[391] Daha geriye gidildiği zaman
Eş’arîlik benzeri bir hüsun ve kubuh telakkisinin baskın olduğu ve Mâturîdîliğin
nisbeten geri planda kaldığı Kelâmî metinlere de yansımıştır.[392] Burada
söylenebilecek bir husus Osmanlı ilim dünyasının yeknesaklığından söz edememek
olsa da bir diğer taraftan hüsun kubuhun vurgulanmasının modernleşmeyle sıkı
irtibatlarının olduğudur.
Eş’arî çizgideki ulema tarafından kaleme alınmış ve uzun
süre medreselerde ders kitabı olarak okutulmuş eserlerin büyük bir yekün
tutması Eş’arîliğin kolayca tenkit ve tasfiye edilmesini engellediği gibi
modern dönemin meselelerini çözme gayretinde olanların daha çok ilmî havzanın
dışındaki muhataplara yönelik bir dil kullanmaları, irade meselesini bu
tartışmalardan farklı bir konumda ele almayı gerekli kılmıştır. Eş’arî
fikriyatı muhafaza ve müdafaa edenler, özellikle Allah’ın ilmi ile kulun
fiilleri arasındaki ilişkiyi izah ederken, Allah’ın takdirini öne çıkaran bir
yöntem tayin etmişlerdir. Meselelerin halli esnasında Eş’arî gelenek içerisinde
yetişmiş Bâkıllânî, Cüveynî, Gazzâlî, Râzî gibi isimlerin göz ardı edilmemesi
aradaki yakınlığı ve tarihi süreçte vuku bulan geçişgenliği göstermektedir.
Genel olarak İslâm düşüncesi içerisinde tasavvuf, itikadi mezhepler içerisinde
Cebriyye, ehl-i sünnet ve’l-cemaat içinde de Eş’arîlik geleneksel kader
anlayışıyla irtibatlı olarak mahkûm edilmiş, tenkide tabi tutulmuştur.
Eş’arîlik adı altında suçlanan/tasfiye edilen şey tasavvuf ve tasavvufun şekil
verdiği insan tipidir. Aslında Eş’arîlik-Mâturîdîlik üzerinden yapılan tartışma
örtük veya aşikar şekilde Kelâm zihniyeti ile tasavvuf zihniyetinin mücadelesi
sayılabilir. Diğer ifadeyle söylersek irade bahsini ve hukukî mesuliyetin
temellendirilmesini öne çıkaran ve genelde hukuk formasyonuna sahip isimlerin
dile getirdiği irade tartışmalarında kısmî ve bazılarınca mahzi bir şekilde
cebre varan tasavvufî düşünce, buna imkân veren Eş’arîlik üzerinden tenkit
edilmiştir. Bu meselenin bu şekilde cereyanın sebeplerinden biridir.
Aslında verilmek istenen mesaj, tasavvuf-Eş’arî/Mâturîdî
çizginin şekillendirdiği insanlarla ilişki biçimi, hayatla ve öbür dünyayla
kurulan münasebet ve bu insan tipinin servetten cihada hayatta karşılaştığı her
şeye karşı takındığı tavrın artık yeni dönemde yeri olmadığıdır. Nitekim
problemlerin hemen her meselede hukukla, ahlâkla irtibatlandırılmasının altında
yatan şey, bu insan tipinin yeni dönemi için yeterli olmadığı düşüncesiyle
alakalıdır. Eş’arî’nin kesb teorisi yerine Mâturidilerin irade-i cüz’iyye
kavramı, insanı hürleştiren ve hayat karşısında, alem-i İslâm nezdinde sorumlu
kılınan bir mahiyeti haiz olduğu ümidiyle öne çıkarılmıştır.
Mâturîdî irade anlayışının dönemin kelâmî rengi olduğunu
söylemekte beis yoktur. Fakat gerek Mâturîdîlik içindeki farklı fikirlere
duyulan ilgi gerek de meseleleri izah tarzındaki farklılıklar detaya
inildiğinde farklılıklar ortaya çıkarmaktadır. Dönemde problemleri ele alan
isimlerin içtimâî-ahlâkî meselelere istinaden kaleme aldıkları gazete ve dergi
yazıları, vaazlar gibi doğrudan muhatapla karşı karşıya geldikleri metinlerde
Mâturîdî tarzda mesuliyet vurgusu hissedilmektedir. Diğer taraftan meselelerin
hikmetine dair yapılan izahlar Mâturîdîliğe ilgiyi artırmaktadır. Eş’arîliğin
Allah’ın dilemesine bağlı olarak gerek “teklif-i mâlâyutak” gerek husun-kubuhla
ilgili tavırları modern insanın hürriyet telakkisiyle bağdaşmamakta ve
Eş’arîliğin tercihe şayan olmasını ihtimal dışı bırakmaktadır.
Yaşanan sürecin, karşı karşıya bulunulan vakanın sorumlusu
olarak mahkum edilen Eş’arîliğin yerine ikame edilecek düşünce sistemi, Osmanlı
muhiti dışında Mu’tezile’ye ve İbn Teymiyye’ye istinaden kurulmaya
çalışılırken, Osmanlı muhitinde bakılacak ufuk olarak genelde Mâturîdîlik
görülmüştür. Bu da Mâturîdîliğin coğrafi olarak o bölgelerde mevcut olmamasıyla
alakalıdır. Nitekim modernleşmenin en büyük sorunlarından biri olan meşruiyet
arayışı Mâturîdîlik üzerinden daha kolay yol bulmuştur.
Eş’arîlik mahkum edilirken bazı Eş’arî imamların yer yer
tercih edildiğini görüyoruz. Diğer taraftan Mâturîdîlik içerisinde iki ana
çizgiden sözedilirken özellikle modernleşme çerçevesinde meseleyi ele alanların
Sadrüşşerîa, İbn Hümam çizgisine yakın durdukları görülmektedir. Ayrıca selefi
tavra yakın isimlerin Mâturîdîliği selefe yakın bulması, dönemde Mâturîdîliği
savunanların kendi fikriyatlarına muvafık bir Mâturîdîlik arzuladıklarını
gösterir. Kaynaklara dönüş iddialarının ayyuka çıktığı bu dönemde selefi tavra
tamamen râm olmamış isimler haricindeki ulemanın özellikle tarihi miras içinde
kendi fikriyatına uygun isimlere yöneldikleri görülmektedir. Burada geri
dönüşten ziyade problemleri en kullanışlı şekilde nasıl çözebiliceğinin cevabı
aranmaktadır.
Bir mezhebin küllî savunması veya müdaafası yerine
meseleler üzerinden müdafaa veya tenkidin tercih edilmesi aynı zamanda yeni
selefî tavrın pragmatist karakteriyle de irtibatlıdır. Bu meseleyi genele
teşmil etme hususunda dönem itibariyle Seyyid Bey’in ve daha sonraları Mustafa
Sabri Efendi’nin tutumları ön plana çıkmaktadır. Bu dönemdeki insanlar adres
belirtmeden, genellikle bu mezhepleri suçlamadan problem çözecek adreslere,
kendilerini destekleyecek yerlere yönelmişlerdir dersek iddialı bir söz etmiş
olmayız. Buradan Seyyid Bey’in Cumhuriyet döneminde meclis başkanlığı yaptığı
Sabri Efendi’nin memleketi terk ettiği göz önünde bulundurulduğunda meselenin
siyasî bir hesaplaşma olduğu açığa çıkar. Hukukî süreçlerin içinde bulunan ve
idarî yapının merkezinde duran Seyyid Bey’in yaptığı bir tarafıyla
modernleşmenin müdafaası iken Sabri Efendi’nin yaptığı ise Modernleşmenin
tenkididir.
B. Mu’tezile’nin Ön
Plana Çıkması
Batı’da vukua gelen değişikliklerin ortaya çıkardığı insan
tipinin belli başlı özelliklerinden birisi hürriyet sahibi olmasıdır. Bu
hürriyet sadece siyasî ve içtimâî sahayla sınırlı olmayıp siyasî ve içtimâî
alanı klâsik dönemde tayin eden dinin ve Tanrı’nın karşısında insanı hür kabul
eden bir anlayışa ulaşmıştır. Bu manada bütün iyi şeylerin adı olan hürriyeti
ve Avrupa’da olup biten şeyleri aklın ürünü olarak anlatan ve anlayan zihniyet
kendine İslâmî bir referans çerçevesi arayan müslüman mütefekkirlerin aklı ön
plana çıkaran Mu’tezile’ye yönelmelerine sebebiyet vermiştir. İslâm tarih
tecrübesinde Mu’tezile’nin sahneye çıkışını ve mevcudiyetini borçlu olduğu
yerin ve kendisine biçilen rolün İslâm’ın Yunan felsefesi ve Hıristiyan
ilahiyatıyla karşılaştığı, onlara cevaplar ürettiği ve İslâm’ı müdafaa ettiği
zaman dilimiyle sınırlı olduğunu söylersek yanlış bir şey söylemiş olmayız.[393] Modernleşme
hadisesiyle birlikte Yunan Felsefesi ve problemleriyle, Hıristiyan ilahiyatı
menşeli telakkilere karşı durmuş olan Mu’tezile’ye, yeni bir imkân olarak
özellikle Hind-alt kıtasında, açık dönüşler olmuştur.
Watt’ın açıkça itiraf ettiği gibi bütün bir ondokuzuncu
asır boyunca oryantalistler Mu’tezile’nin kendi liberal düşünceleriyle olan
yakınlığına hatta aynîliğine istinaden kendi düşüncelerinin Mu’tezile
tarafından dile getirildiğini hararetle savunarak gerekli irtibatları kurmada
yardımcı hatta yönlendirici olmuşlardır.[394] Batı ile karşılaşmasında
İslâm dünyasının kullandığı dillerden birisi de aslında ortaya atılan bu
düşüncelerin İslâm’ın özünde mevcut olduğu görüşünü bir üstünlük iddiasını dile
getirmektir. Mu’tezile’nin biraz siyasî ve daha çok tevhid merkezli olarak ele
aldığı adalet prensibi[395] ve dönemin siyasî ve
içtimâî yapısından kaynaklanan olumsuzluklarla din arasına mesafe konulurken
tercih edilen mesuliyet fikrinin insan merkezli savunmasına imkân veren irade
anlayışı ilgiyi artıracaktır. Özellikle hürriyet merkezli bir takdimle
Mu’tezileye olumlu bakan hatta onları hürriyetçi olarak takdim eden oryantalist
gelenek bu telakkide bariz şekilde tesir sahibi olmuştur.[396]
Mu’tezile muhatap olduğu fikirleri ve teolojik argümanları
karşılayabilmek ve muarızlarını susturabilmek için aklı merkeze almış ve akılla
naklin tearuz ettiği durumlarda aklı tercih etmiştir.[397] Bu
husus Mu’tezile’nin rağbet gördüğü dönem ve o dönemin ihtiyaçları ile sınırlı
idi. Bu tartışmalar ve yapılan mücadeleler esnasında akla yaptıkları vurgu,
oryantalistlerin teşvikleriyle beraber modern dönemde Mu’tezile’nin rağbet
görmesini anlamaya yarayacak saiklerden biridir. İnsanın mesuliyeti ve
hürriyeti; kelâmî metinlerden ziyade içtimâî-ahlâkî metinlerde özellikle de II.
Abdülhamid idaresine karşı isyan bayrağını açmış ve İttihat Terakki yanında yer
almış isimlerin kaleme aldıkları metinlerde tebarüz etmiştir.[398] Burada
Mu’tezilî tavra yaklaşan ulema ve mütefekkirlerin nihai kertede “insanı
fiillerinin hâlıkı” olarak nitelendirmek değil insana ait mesuliyeti hürriyet
telakkisinin merkezine yerleştirilmek ve istenilen değişiklikleri
gerçekleştirmek hedeflenmektedir.[399] Meseleyi mezhepler
düzeyinde ele alanların örtük bir şekilde başvuracağı bu tavır[400] mezhepleri
takdim, ele alış ve irade bahislerinde istidlal şekillerini kullanış biçimiyle
tebarüz edecektir.[401] Aklı merkeze alan yeni
dönem için Mu’tezile’nin tarihi rolü insanı ve tarih ve toplum karşısında
insanın mesuliyetini izah etmede yardımcı olma ihtimalini barındırır.[402] Nitekim
insanın mesuliyeti fikrini batı tarzı bir telakkiyle ele alan Abdullah Cevdet,
Celal Nuri, Hâşim Nâhid gibi batıcı aydınlarda bu vurgunun çok daha fazla ön
planda olması bu ilişkiyi açıklamak için yeterlidir.
Mu’tezilî bakış açısının modernleşmeyle irtibatları
açısından metodolojik kolaylığına rağmen bu ilişkiyi kurmanın önünde
sosyo-psikolojik birçok engel mevcuttu. Bu sebeple öncelikli olarak
Mu’tezile’ye karşı ulemanın ve erbab-ı tefekkürün tarz-ı telakkilerinde meydana
gelen değişiklikler Mu’tezile’ye dönüşün tarz ve usulünü de anlama imkânı
verecektir. Klâsik yapı içerisinde özellikle Eş’arîlik, başka sebepler yanında
Mu’tezile karşıtlığı üzerine de bina edildiği için kaleme alınan eserlerin
-özellikle ilk dönem için bunu rahatlıkla söyleyebiliriz- yapısı içerisinde
Mu’tezile’ye bakış oldukça sert ve bazen tekfir edecek kadar da keskindir.
Gerek Eş’arîliğin gerek Hanefî-Mâturîdî geleneğin yani Ehl-i Sünnet Kelâmının
özellikle Mütekaddimûn devri temel hususiyetlerinden birisi Mu’tezile
karşıtlığıdır. İşte bu bakış tarzının ne ölçüde muhafaza edildiğinin ortaya
konulması, değişimin yön ve adımlarını görme imkânı bahşedecektir.
Bu bakışı muhafaza edenlerden biri olarak Manastırlı İsmail
Hakkı, Mevaid de Mu’tezile’yi takdim ederken klâsik muhtevada sıkça
karşılaştığımız bir takdim formu kullanmaktadır.[403] Mu’tezile’yi tefrite
kaçmakla suçlayan Harpûtî de Arapgirli Hüseyin Avni gibi klâsik muhtevaya uygun
olarak tavsif ettiği Mu’tezile’nin irade bahislerindeki konumunu klâsik Kelâm
geleneği çerçevesinde ele alıp tefrite kaçan Mu’tezile’nin itiraz ve
istidlalleri cevaplamakta ve Mu’tezile’yi bildik kalıplarla tenkit etmektedir.[404] Özellikle
Kaderiyye’yi ‘bu ümmetin Mecûsileri’ olarak vasfeden hadisi zikretmekten geri
durmayan Harpûti[405] “Mezheb-i kadere zahib
olanlar da İslâm fırkaları Mu'tezile ve gayrilerinden dahi din-i semavî ile
mütedeyyin olmayan feylesoflar ve münkir-i ilâh olan tabiîlerin gulatı
maddîlerdir”[406] diyerek Mu’tezile
konusunda klâsik üslûbu devam ettirmiştir. Terkedilmeye başlanan bir üslubun
devamı olan bu satırlara risale düzeyinde rastlanabilirse de ekalliyetten
sayılır.[407] Arapgirli
Hüseyin Avni de Mu’tezile’yi Ehl-i Sünnet’in karşısına yerleştirerek
Mu’tezile’nin kulların fiilleri ile ilgili istidlallerini klâsik Kelâm
kitapları usulüyle tek tek ele alıp eleştirmektedir.[408]
Kaderiye ile Mu’tezile arasında yapılan ayrımı dikkate
almayanlar daha çok kaleme aldıkları eserlerde Ehl-i Sünnet vurgusu yapan
isimlerdir. Ehl-i Sünnet karşıtı olarak zikredilen Mu’tezile’nin tarihi
göndermelerle ele alındığı ve irade meselesinde yeni döneme dair tercihlerin
asıl kabul edilmediği metinlerde bu ayrıma mesafeli durulmuştur.[409] Mu’tezile’ye
karşı klâsik bakışı muhafaza eden isimlerden Said Nursî, İsmail Fenni ve Mehmet
Ali Aynî’nin değerlendirmelerine baktığımız zaman Mu’tezile’ye fikri
uzaklıkları tasavvufî neşvelerinin fikriyatları üzerinde tayin edici olmasından
kaynaklanmaktadır.[410] Bunun en temel sebebi
irade meselesi esas olmak üzere meselelere yaklaşım tarzı konusunda taban
tabana zıt geleneklere dayanmalarıdır.
Mu’tezile’ye ilgi gösterenlerin içtimâî ve hukukî kaygıları
ön planda iken tarihi olarak cebrî geleneğe yakın olan mutasavvıflar için
Mu’tezilîlik tercihe şayan değildir. Bu çizgiye ait addedilebilecek bir isim
olan Filibeli’nin tavrı ise daha farklıdır. Ashaba dil uzatmaları sebebiyle
Mu’tezile’ye karşı klâsik bakışı muhafaza eden edenler arasında saf tutarken
Mu’tezile’nin kurucusu Vâsıl bin Atâ’yı Hâricilerle irtibatlandırmaktadır.[411] Fakat
Mu’tezile’nin kader meselesindeki telakkilerine nispeten müsamahakâr yaklaşan
Filibeli’nin tenkidi klâsik suçlamalardan uzak bir haldedir.[412] Filibeli’nin bu tavrı daha çok bu meseleler etrafında aradığı
çözümlerle irtibatlıdır. Onun eserlerinde kaza ve kader meselelerine mühim bir
yer verdiği ve bu meseleler üzerinden problem çözme arzusu içinde olduğu
aşikârdır. Bu ilgi Filibeli’yi irade meselesinde insan hürriyetini vurgulamayı
gerekli kılarken aynı zamanda Mu’tezile’nin yaptığını yeni şartlar mucibince
değerlendirdiğini düşündürmektedir. Hatta terakki, tekâmül fikirlerinin İslâm
tarihinde Ehl-i Sünnet tarafından dondurulduğu şeklindeki iddiaya kapılan
Filibeli’nin Mu’tezile’yi bir imkân olarak görmesi yeni dönemle Mu’tezile
arasında ne tür yakınlık kurulduğunu da gösterir.[413] Mu’tezile’nin felsefe
geleneğiyle olan münasebetinin Mu’tezile için bir referans olması[414] kader
meselesi de dahil olmak üzere felsefî tartışmaları İslâm’a dahil eden
Mu’tezile’nin bu tavrını bir sapma olarak değerlendiren ve Kelâm ilmini Selefî
bir tavırla tenkit eden Hüseyin Kazım Kadri’nin tutumuyla daha net anlaşılır:
“Felsefe
ile kelâmiyyâtı birbirine karıştıran ve bu yüzden Müslümanları mesâil-i
itikâdiyyede muhalefetlere düşüren Ebû'l-Hüzeyl el-Allâf ve İbrâhîm en-Nazzâm
gibi adamların bir hüsn-i kasd ve taviyyetle böyle bir şeye teşebbüs
ettiklerine inanabilmek için insanın, âlem-i İslâm'da Müslüman kardeşleri
arasında asırlardan beri hüküm süren hâdisât- ı elîme ve hissiyyât-ı
mütedâddeden gâfil olması lâzım gelir.”[415]
Kaleme alınan eserlerde Mu’tezile, irade bahislerinde bir
taraf olarak zikredilirken kelâmi eserlerin çoğunda Mu’tezile’yi tavsif eden
klâsik ifade ve üslubun terk edildiğine şahit oluyoruz.[416] Mesela Yeni İlm-i Kelâm
döneminin en mühim siması olan ve bu isimle bir eser de kaleme alan İzmirli
İsmail Hakkı’nın bu eserde irade bahsini ele alırken Mu’tezile ismi çok az
zikrettiği ve tercih ettiği kullanımların birçoğunun bîtaraf olduğu görülür.
Mu’tezile’nin tefrikini gerektiren yerlerde de Kaderiye ismine başvurur ve bu
ismi de genel olarak nötr manada kullanır.[417] Sadece bir yerde
“Gulât-ı Kaderiyye”den bahsetmekte ve münkariz olduklarını ifade ettiği bu
grupla da Mu’tezile arasını ayırmaya gayret etmektedir:
“Gulât-ı Kaderiyye bu birinci dereceyi, kader-i sabıkı,
ilm-i sâbıkı kitab-ı sâbıkı inkâr ederler. Kaderiyye kader-i sâbık ile beraber
bunlara îmanı mümteni’ sanırlar idi. Emir ve nehy-i Bârî'ye, va'd ve vaîyd-i
Sübhaniyye'ye inandıklarından «Cenâb-ı Hak emirden evvel mutî ve âsîyi bilmez,
ezelen tâat ve ma'siyyeti takdir için ilm-i Sübhânisi bunu sebk eylemez»
derlerdi. Zuumlarına göre olacağı bilen zâtın emri hüsn olmuyor, me'murun asî
olacağını bilen bir zât bir şeyi ona emr edemiyor idi. Fakat bu mezhep çok
geçmeksizin münkariz olmuştur.”[418]
Onun Mu’tezile’ye biçtiği konumu Kaderiyye içinde yaptığı
taksimden bulabiliriz. Kaderiyeyi ikiye ayırarak tarihi olumsuzlukları “Gulât-ı
Kaderiyye”ye isnat ederken “Mu’tezile-i Kaderiye”yi daha çok fikri bir çaba
kabul etmektedir. [419] Bu tavır İzmirli’nin
yayınladığı manifestosuna uygun olduğu gibi değişen şartlar ve tutulan
istikametle de ilgilidir. Kendini daha çok selefi çizgiye yakın gören
İzmirli’nin Mâturîdîlik üzerinden uzandığı Selefîliğiyle Mu’tezile arasında
tearüz görmemesi farklı bir Selefîlik arayışını temsil etmektedir. Hatta
Eş’arîlikle Mu’tezile arasında tercih yapacağı zaman Mu’tezile’yi tasvip
etmektedir:
“El-hâsıl
Mütekellimîn bâb-ı hikmetde hayret içinde kalmışlardır. Eş’arîyye şurûr-ı
dünyevîye ve uhrevîyedeki hikmet-i ilâhiyeyi anlamadan ızhâr-ı acz etmekle
hikmetin manasını değişdirmeye, ilm ve meşiyyet-i mutlakaya ircâ’ etmeye,
Mu’tezile emr ve nehye ta’zimde guluvv ederek ‘asâtın hidayetine taalluk eden
kudret-i Bâri’yi kadhe mecbur oldular. Halbuki hikmeti de, kudreti de kadh
kemâl-i rubûbiyetde naksı müeddi olmakla Eş’arîyye’den maâda bi’l-umUm ehl-i
Sünnet hikmeti, Eş’arîyye dahil olduğu halde kâffe- i ehl-i Sünnet b ukudreti
isbat etdiler. Bu nev’ kudreti kadh etmek hikmeti kadh etmekden ehvendir.”[420]
Mu’tezile hakkında ilk kez modern tarzda ilmî bir makale
kaleme alan M. Şemseddin makalenin sonunda Mu’tezile’nin yaptığı hizmetleri
sayarken Cebriyye’nin karşısına Mu’tezile’yi yerleştirerek İslâmiyet’e
yöneltilen cebri/fatalist suçlamaların karşı koymakta ve İslâm tarihindeki kötü
şöhretinin aksine Mu’tezile’ye mühim bir rol vermektedir.[421] Tavırlarını
müfrit olarak kabul etmesine rağmen modern tartışmaları hatırlatır mahiyette
Cebriyye’nin karşısına yerleştirmesi hem öne sürülen iddiaları cevaplamaya
yaramakta hem de modernleşmeyle uyuşma kapasitesini göstermektedir.[422] Câhız
müstearıyla muhtemelen Şerafettin Yaltkaya tarafından kaleme alınan bir başka
makalede; İslâm tarihinde aklın kullanımını ancak Mu’tezile gibi bazı
teşebbüslerle açıklayıp bütün İslâm ve Osmanlı tarihini töhmet altında bırakan
yoruma başvurulmaktadır:
“Bu
zulmetler içinden sıyrılanlarımız meatteessüf pek azdır. Tarih kitaplarında
zulmetler arasındaki şihâblar gibi eserleriyle, ilhâmlarıyla ve irşâdlarıyla
câbecâ süreksiz parlak devirleri vücuda getirenlerin hırândîş «Mu’tezilî»ler
olması davamızın birinci şıkkını isbata medâr olur delillerdendir.”[423]
Mu’tezilî âlimlerin dindarlıkları oryantalist metinlerde görmeye
alıştığımız bir takdim biçimidir.[424] Geriye doğru gittiğimiz
zaman Mu’tezilî alimlerle ilgili biyografi kitaplarında bu tür bilgiler
bulunmasına rağmen Sünnî literatürde gerek topluca gerek şahıs olarak takdim
şekillerinin pek de parlak olduğu söylenemez. Özellikle Mütekaddîmîn devri
Kelâm kitapları büyük ölçüde bu şahıslara ve bu şahısların fikirlerine
reddiyeden ibarettir. Oryantalist tesirin etkisiyle Mu’tezili âlimlerin
dindarlıkları, abid ve zahid halleri son dönem eserlerinde de rastlamaktadır.[425] Modern
dönemde Mu’tezilî alimlere bakış açısında meydana gelen bazı değişikliklerin
Mu’tezilî düşünceye bakışla irtibatlı olduğu ortadadır. Gerek oryantalist
literatürde gerek başka coğrafyalardaki modernist İslâmî düşüncede meydana
gelen bu farklılık değişik şekillerde Osmanlı muhitine de yansımıştır.[426] Mesela
Seyyid Bey’in bakış açısı bu şahıslarla fikirleri
arasında müsbet irtibatların kurulmasına yönelik bir karaktere sahiptir:
“içlerinde
gayet cerbezeli ve pek değerli büyük âlimler vardır. Elde mütedâvil
“tefsir”lerin en kıymetlisi olan “Tefsir-i Keşşaf’ın müellifi, “Muhammed
Zemahşerî” de Mu’tezile ulemasındandır. Ekserisi, edebiyât-ı arabiye’de, ilm-i
belağatta, felsefede ve ulûm-u akliyede vüsa’t-ı mâlumâta mâlikdir.”[427]
Aynı şekilde İzmirli İsmail Hakkı Mu’tezililerin tarihi
rollerinin ve gösterdikleri çabanın dini müdafaa fikrine istinad ettirilmesi
kanaatini desteklemek için Mu’tezilî alimlerin zühd ve takvalarını mevzu bahis
etmektedir.[428] Mu’tezile’nin özellikle
felsefeyle ilgili meselelerde zikredildiği zaman müspet takdim edilmesi tarihi
rollerine atfendir. M. Şemseddin:
“Erbâb-ı i’tizal arasında
ilmen, fazîleten pek büyük mütefekkirler, pek muktedir mütecerri[d]rler
yetişmiştir. Bu büyük sîmalar âlem-i islâmın terakki-i fikriyesine pek çok hizmet
etmiş oldukları gibi ehl-i sünneti akâid-i esâsiyenin müdafaa ve muhafazası
için bezl-i mesâ‘iye mecbur bırakmışlardır.”
diyerek Mu’tezile’yi müsbet şekilde takdimi seçenlerden
biridir.[429] Mesela Mu ’tezile ve
Husun ve Kubuh adlı geç tarihli bir makalesinde M. Şerâfeddin de Mu’tezilî
imamların dindar ve zâhid kimliklerine vurgu yapmaktadır.[430] Benzer
ifadeleri Filibeli Mu’tezile’nin mevcudiyetinin Sünnî düşüncenin gelişimine
yaptığı katkılar zaviyesinden ele alarak Mu’tezili âlimlerin varlıklarının
İslâm düşüncesi açısından ehemmiyetine dikkat çekmektedir.[431] Burada
akla bir soru geliyor: Mu’tezili âlimlerinin şahıslarına yapılan bu vurguyla
Müslüman çoğunluk nezdinde bu zatların dindar kişilikleri üzerinden bu anlayışa
bir sempati uyandırmak ve bu sempatiyle birlikte akıl, kader gibi hususlarda
Batı’dan tevarüs eden fikirler arasında kurulan benzerlik sebebiyle Mu’tezili
fikirlerin benimsenmesine çalışılması muhtemeldir.
Ayrıca buradan kendilerine de bir yol bulup akıl, irade
gibi klâsik telakkide hoş karşılanmamış kavramları teklif edenlerin kimlik ve
şahsiyetlerinden veya dindarlıklarından şüphe duyulmamasını istemektedirler.
Halk muhayyilesinde yargılanmış olmanın sıkıntısından kendilerini ve
fikirlerini kurtarmayı hedeflemiş olabilirler. Yeni dönem için Mu’tezile
muhatap olmaktan çıkınca bakış açısında bu tür değişiklikler olmuştur. Mesela
batıcı Osmanlı aydınlarının savundukları fikirlerle Mu’tezile arasında irtibat
kuran ve 1933’de kaleme aldığı Mevkıfu’l-Beşer’de Mu’tezile’nin
modernleşmeyle olan irtibatını fark eden Mustafa Sabri Efendi’nin,[432] Dini Müceddidler"de
Mu’tezile’ye bakışının oldukça müsbet olduğunu görmekteyiz. Fikri olarak tenkit
ettiği yerler bulunmasına rağmen Haşim Nahid’e karşı Mu’tezile’yi
kollamaktadır:
“Fakat
bazı hakikat ehlî biraz yukarıda söylediğimiz veçhile (halikiyet) tabirini
Mu’tezile aleyhtarlığından ileri gelen mübalâğaya bağlarlar. Bu mezhep âlimleri
insanların fiil ve hareketlerinde hür olduğunu önce apaçık bir hisse istinad
ettirirler.”[433]
İleriki sayfalarda Mu’tezile’ye katılmadığı hususları
belirtmesine rağmen[434] bu tutum biraz da tenkit
ettiği Haşim Nahid’in durduğu yer ve İslâm’ın genel bir müdafaasını yapma
düşüncesinden kaynaklanmıştır denilebilir. Nitekim Mustafa Sabri Efendi bu
dönem meselelerini ele alırken önceliği mevcut problemlere yönelik acil çözüm
arayışlarıyla alakalıdır. Gerek Mu’tezile’ye gerek Mâturîdîliğe olan müsbet
bakışı daha sonra değişecek ve her ikisine karşı muhalefet edecektir.
Mu’tezile’nin hürriyetle irtibatlı bir seçenek olduğuna
dair oryantalist yorumlar aslında ilişkinin nerelerden kurulduğunu
göstermektedir.[435] Osmanlı muhiti dışında
Mu’tezile’nin mazhar olduğu ilgi modernleşmeyle Mu’tezile arasındaki sıkı
irtibatlara dair Watt’ın söyledikleri ilişkinin boyutlarını göstermektedir:
“Mu’tezile,
batılı araştırmacıların dikkatini ilk olarak XIX. Asır liberal düşünceleriyle
olan benzerliğiyle çekti. Bu benzerlik o kadar çoktu ki Mu’tezile’nin temelde
müslüman olduğunu unutup onları liberal düşüncelerin tam bir benzeri olarak
görme eğilimi mevcuttu.”[436]
Hint alt kıtasında Yeni-Mu’tezilîlik cereyanı ve Mısır’da
Mu’tezileye gösterilen teveccüh Osmanlı’da bu tür bir dönüşün olup olmadığı
meselesini daha önemli hale getirmektedir. Nitekim örtük olarak Mâturîdîliğe
döndüğü iddia edilen Muhammed Abduh’un, arayışlarının müşahhas örneklerini
görebildiğimiz Risaletü’t-Tevhidinin birinci baskısında Mu’tezili görüşü
kabul ederek Kur’an’ın mahlûk olduğunu öne sürdüğü; fakat ikinci baskıda bu
tercihinden vazgeçtiği bilinmektedir.[437] Abduh’un özellikle Risaletü’t-Tevhidde
olduğu gibi tevhidle ilgili konulara girmeksizin yalnız adaletle ilgili olarak
Mu’tezile düşüncesine eksik bir dönüş yaptığı iddiası[438] Abduh’un
arayışlarına misal olabilir. Çağdaş İslâm düşüncesi söz konusu olduğunda fikri
düzeyde Osmanlı muhitiyle de ilgili ilk akla gelen isimlerden biri olan
Abduh’un bu tavrı aslında bu yeni tavrın genel karakteristiğini vermektedir.
Abduh’un temas ettiği düşünce ve bu düşüncenin İslâm dünyasının problemlerine
çözüm olarak kullanılabilecek yönlerinin usül olarak veya tavır olarak
Mu’tezililikle uyumlu olduğu söylenebilir.[439] Akıl-nakil ilişkisi, kader
telakkisi, adalet prensibi[440], insanın
yapıp-edebilirliği gibi meselelerde yeni zihniyet Mutezilî tavırla örtüşürken,
bu dönüşün İslâm dünyası için problemli olduğunu düşündüğünü görmekteyiz.
Abduh’un Mu’tezili tavırdan Mâturîdî çizgiye dönüş yapması Mu’tezile’nin tarihi
olarak sahip olduğu kötü şöhretten kaçış olarak değerlendirilebilir.[441] Fakat
Mu’tezile’den kaçan Abduh’un Mâturîdîliğe isim olarak değil ama usul olarak
dönüş yapması o coğrafyalarda Mâturîdîliğin yaygın olmamasıyla izah edilebilir.[442] Çağdaş
İslâm düşüncesi için kötü bir tecrübe olan bu dönüşün kabul görmemesinin
altında yatan saiklerden birisi Mu’tezile’nin sahip olduğu kötü şöhrettir.
Nitekim Mu’tezile’nin irade merkezli değil de daha çok tabiat felsefesi ve
Kur’an’a yaklaşım tarzı olarak esas alınması modernleşmeyi farklı şekilde
karşılayan Efgânî- Abduh çizgisi tarafından tenkit edilmiştir.[443] Hint-alt
kıtasındaki modernleşme teşebbüsleri çerçevesinde ortaya çıkan bu dönüşümün
kötü tecrübesi üzerine Abduh’un örtük olarak Mâturîdîlik üzerinden aradığı bu
dönüşüm zahiren Selefî bir renkteyken Reşid Rıza ile birlikte tamamen selefî
bir karaktere bürünmüştür. Osmanlı muhitinde Mâturîdîlik üzerinden yapılan
teşebbüslerin daha sağlıklı ve temkinli bir tecrübe doğurduğu söylenebilir.
Mustafa Sabri Efendi’nin bir tür modernleşme tenkidi olarak kabul
edebileceğimiz Eş’arîlik savunmasında Mu’tezile ile Mâturîdîliği aynı kefeye
koyması yapılmak istenen ameliyenin mütecanisliğiyle alakalıdır.
Osmanlı fikir muhitinde bu örtük dönüş Seyyid Bey’de bariz
şekilde kendini gösterirken özellikle batıcı aydınların metodik bir Mu’tezilî
dönüşe yakın oldukları görülebilir. Abduh’un aidiyet atfetmeden yaptığı dönüşe
benzer şekilde Seyyid Bey’in irade konusunda yaptığı tasnifler Mu’tezilî
anlayışı tasvip ettiğini gösterir. Mu’tezilenin kötü şöhretinden dolayı fikri
olarak müspet tarafa denk düşse de yine ehl-i bid’at ve dalalet
fırkaları arasında sayılmaktan kurtulamamıştır.[444] Mu’tezile’ye sempatisi
aşikâr olan Seyyid Bey’in bu ilgisini Hanefî usul geleneğine olan yakınlığıyla
irtibatlandırmak mümkündür.[445] Dönemin hürriyeti
merkeze alan karekteri Eş’arî-Mu’tezile mukayesesinde de kendini
göstermektedir. Seyyid Bey, mezhepleri karakterleri itibariyle tasnife tabi
tutup ikiye indirerek Mu’tezile’yle Mâturîdîliği aynileştirirken Eş’arîlikle de
Cebriyye’yi aynileştirmektedir:
“Bu
dört fikir her ne kadar bazı ufak farklar itibariyle dört ise de, esas
itibariyle ikidir. Biri Cebriyye’nin zâhib olduğu (cebr), diğeri Mu’tezile’nin
kail olduğu (tefviz) fikridir. Eş ’arîyye ’nin fikri Cebriyye fikrine
karîbdir ve netice itibariyle onun aynıdır. Mâturîdîyye fikri de Mu’tezile
fikrine karîbdir.”[446]
Seyyid Bey’in Mu’tezile ile Mâturîdîliği aynîleştirmeden
yakın kabul ettiğini ihsas ettirir cümlelerle örtmeye çalıştığı bu ilgi
Mu’tezile isminin kötü şöhretinden Mâturîdîliği uzak tutma arzusuyla izah
edilebilir. Zira irade meselesinde Seyyid Bey’in tasavvurundaki Mâturîdîlik,
Mâturîdî çizginin tarihi geleneğinden ziyade Mu’tezili çizgiye daha yakındır.
Nitekim gerek Harpûtî’nin gerek Arapgirli Hüseyin Avni’nin tasnifine göre
Seyyid Bey’in ilgi duyduğu tavır Mâturîdîlik içindeki Mu’tezilî çizgiye yakın
durmaktadır.[447] İzmirli, fiil-hikmet,
fiil-kudret ilişkisi ekseninde Eş’arîlerin fiilde hikmetin aranmayacağı
fikriyle tevhidi esas alan düsturlarına karşılık Mu’tezile’nin emir ve nehye
aşırı önem vererek kudreti zedelemede ileri gittikleri düşüncesindedir. Burada
İzmirli’nin yaptığı tercih Seyyid Bey’le birbirine yakın düşmektedir: “Bu nev’i
kudreti kadh etmek hikmeti kadh etmekten ehvendir”[448] diyerek Mu’tezilî
tercihi daha makul gördüğü ortadadır. Her ne kadar ayrı bir sınıfmış gibi
takdim etse de Mu’tezile’nin savunduğu bu görüşlere yaklaşımı klâsik dönemde
kabul edildiği şekliyle meseleleri Mu’tezile zıtlığı üzerine bina etmeyi tercih
etmediğini gösterir. Özellikle bu çerçevede Yeni Ilm-i Kelâm"da kul
için aslah olanı yaratmanın vucubiyeti meselesinde olduğu gibi reddiye
olarak anlaşılacak meselelerde de Mu’tezile’yi isim olarak zikretmekten
kaçınmaktadır.[449] Muarız olarak
Mu’tezile’yi görmemesi yani Mu’tezile’nin rakip olmaktan çıkması bu değişimin
ana nedenidir.
Mu’tezile’ye dönüşün temel karakteristiği Mu’tezilî bir
savunmanın yapılmayıp belli icbarlar etrafında isim zikredilmeden yapılmasıdır.[450] Dönem
problemlerini ele alan ve özellikle önceliği içtimâî-ahlâkî kaygılara veren
eserlerde, gazete ve mecmua yazılarında Mu’tezilî tavır alışları görmek
mümkündür. Bilhassa batıcı aydınların bu tercihleri dönüşün ihtiyaçlarla izah
edilmesini gerekli kılmaktadır. Mu’tezile’nin ortaya çıktığı dönem Yunan
Felsefesinin İslâm dünyasına girişiyle ilişkilidir. Mu’tezili âlimlerin aklî
olarak bu fikrî taarruzlara mukabele etmeleriyle alakalıdır. Bu yüzden İslâm
toplumunun kendi içyapısına hitap etme imkânı bulamamış ve inkıraz kaçınılmaz
olmuştur.[451] Aynı
şekilde Avrupa felsefesi ve akıl yürütme biçimiyle karşı karşıya gelen ulema ve
aydınların farklı saiklerle de olsa bu aklî izahlara başvurması bu yakınlık
hissini uyandırabilir. Bu akliliğin Mu’tezile’yi İslâm toplumundan kopardığı
gibi modern dönemde benzer şekilde ulema ve aydınlar da bu kopuşu
yaşayacaklardır. Mu’tezile’nin hikmet anlayışı faide üzerine kuruludur. Nitekim
modernleşme boyunca arayış ve çabaların fayda prensibine dayalı olması
Mu’tezile ile modernist zihniyetin örtüştüğü yeri göstermesi açısından
ilginçtir.
Tarihte Mu’tezile’nin ve Mâturîdîliğin Hanefî usul geleneği
içerisinde buluştuğunu ve fıkhî olarak aynı geleneğe mensup olduklarını göz
önünde bulundurduğumuzda bu ilişkinin nerelerden kurulduğunu görürüz. Özellikle
Cebriyye- Eş’arîye-Mâturîdîye-Mu’tezile arasında yapılan bu tür bir taksim
belli konular üzerinden bu iki geleneği birbirne yaklaştırmaktadır. Burada
Mâturîdî ve Mutezilî gelenek içindeki değişimler üzerinden bu yakınlaşmaya
bakmakta fayda vardır; zira İmam Mâturîdî’nin meselelere Mu’tezilî karşıtlığını
göz önünde bulundurarak çözüm aradığı ortadadır. Fakat gerek iman meselesi,
gerek akıl-nakil münasebeti gerek de hüsün ve kubuhun akılla bilinip
bilinemeyeceği ve en nihayetinde insanların fiillerindeki hürriyet vurgusu iki
mezhebi birbirine yaklaştırmaktadır.[452] Nitekim Mustafa Sabri
Efendi’nin tenkitlerine bu iki mezhebi yerleştirmesi iki mezhebin modernleşme
şartlarına daha elverişli olduğu içindir.
Allah tasavvurunu adalet merkezli bir temele oturtan
Mu’tezile ile hikmet merkezli bir esasa bina eden Mâturîdîliğin kader
meselesinde insan sorumluluğunu temellendirme gayesi güttüğü, buna karşılık
Eş’arîliğin ise Allah’ın kudretini öne çıkarıp meseleyi meşîet merkezli ele
aldığı genel olarak kabul edilir. Bu mesele bir tarafı hukukî bir karekter de
taşıması hasebiyle Osmanlı modernleşmesinin kendine has hususiyetlerini de
barındıran bir yapıya sahiptir. Bu ilişkinin dönem içinde anlaşılabilir yönleri
vardır. Birincisi bu ilişki, yeni dönemde benimsenmesi istenilen Mu’tezilî
yolun toplum ve klâsik müdevvenat nezdinde sahip olduğu şöhrete bağlıdır.
Nitekim bu, daha önce Abduh’ta da gördüğümüz ve Mu’tezile isminin açmazlarından
dolayı Mâturîdîliğe yapılan metodolojik ve sloganik bir dönüş şeklinde tezahür
etmiştir. Fakat Abduh bunu alenen yapamazken -zira o muhitlerde Mâturîdîlik
tarihi olarak yoktur- Osmanlı’da bunun en müşahhas örneğini sergileyen Seyyid
Bey için Mâturîdîlik elverişli bir araçtır. Öncelikle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat
içinde yer alan Mâturîdîlik akaid düzeyinde toplumda yaygın bir kabul
görmüştür.[453] İkincisi de Hanefî usul
geleneğinin Mu’tezile ve Mâturîdîliği buluşturabilecek imkânı içermesidir.
Mu’tezile’nin aklanması için -burada aklanan Mu’tezili
istidlal biçimidir- Seyyid Bey, Sünnî çizgi tarafından kaderi inkâr etmekle
itham edilen Mu’tezile’nin kaderi mutlak anlamda reddetmediği ve onların karşı
çıktıları şeyin Cebriyye ve Eş’arîyye’nin telakki ettiği şekliyle ‘mübrem ve
mütehattim’ yani icbar ifade eden bir kader anlayışını inkar ettiğini
savunmakta ve Mu’tezile ile Mâturîdîliği aynı kefeye koymaktadır.[454] Aralarında tek fark Mu’tezile’nin insana ait fiillerin yine
insan tarafından yaratıldığına kail olmalarıdır. Burada irade-i cüz’iyyenin
mahluk olmadığı şeklinde Mâturîdîler arasında yaygın olan kabulle Mu’tezile’nin
kul fiilinin hâlıkıdır iddiasının örtüşmesi bu yakınlığın en önemli vasıtası
olmaktadır.[455]
Mâturîdîlerin irade-i cüz’iyyeyi yaratılmamış kabul etmesiyle Mu’tezile’nin hem
kasdı hem de fiili mahlûk kabul etmemesini netice itibariyle bir görmektedir.
Mu’tezile’nin kaderi red değil Cebriyye ve Eş’arîyye tarzı bir kader
telakkisini reddettiklerini savunması bu yaklaşımını açıklamaya yetmektedir.[456]
Seyyid Bey’i heyecanlandıran bu ilişkilere İzmirli’nin
bakışı bu yakınlığı oldukça tahdid edici mahiyettedir.[457] Aslında
aklın rolüne dair husun-kubuh meselesinde kurulan Mâturîdîye-Mu’tezilî
yakınlığı[458] modern dönemde
kendilerine gösterilen ilginin sebebini de göstermektedir. Gerek iradenin varlığı
gerek Husun-Kubuh’la ilgili tasniflerde Mâturîdîliğin Eş’arîyye ile Mu’tezile
arasında bir yere yerleştirilmektedir.
Bu kavramların aynı zamanda modernleşmenin önemli gördüğü
kavramları izah etmeyi ve benimsemeyi kolaylaştıran bir karaktere sahip olmaları
Mâturîdîlik-Mu’tezile yakınlığını kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Mâturîdîliğin Mu’tezile’yle aynı olduğunu zımnen savunmak kastıyla hem İmamiyye
üzerinden Tûsî’nin Tecridine uzanmakta hem de diğer taraftan
Zemahşerî’nin savunduğu görüşlerin Mâturîdîlerle örtüştüğünü iddia etmektedir.[459] Fakat
Seyyid Bey, Eş’arîlerin eserlerinde görülen Mâturîdîliği Mu’tezile ile aynı
kefeye koyma arzusunu reddettiği satırlarda iki mezhep arasındaki benzerliğin
sadece irade ve kader meselelerinden ibaret olduğu diğer sahlarda ciddi farklar
bulunduğunu beyan ederek Mu’tezili kader anlayışının kendi fikri için ne kadar
kullanışlı olduğunu da ibraz etmiş olmaktadır.[460] İzmirli’nin bu
münasebete ilgisiz kalması hatta Mustafa Sabri Efendi’nin bu yakınlığı
tenkidinin esasına yerleştirmesi Seyyid Bey’in Mâturîdîlik üzerinden yaptığı
arayışları anlama imkânı bahşeder.
Mu’tezile’ye olan ilgisinin siyasî kültürdeki karşılığı
Mu’tezile’nin insanın “kendi fiillerinin yaratıcısı olduğu” ile ilgili
iddiasının milletlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin edeceği fikri ile
örtüşmektedir. Bu irtibatın dönemde hemen hemen herkes tarafından kurulduğunu
ve dönemdeki bu tarz okumanın Mu’tezilî kader anlayışıyla müteradif
sayılabileceğini fark eden isimlerin başında Seyyid Bey gelir.[461] İnsanın
kendi mukadderatına sahip çıkması ile ilgili Sünnetullah kavramı üzerinden
yapılan izahlar biraz ileri götürüldüğünde Mu’tezilî bir yaratma anlayışı
ortaya çıkar. Burada Mu’tezilî tarzda toplumun kendini değiştirmesi şeklinde
bir vurguyu batıcı aydınlarda ve Seyyid Bey’de görmekteyiz. Aynı şekilde
kendini değiştirme fikrine sahip fakat bunun için harici tesirleri de dikkate
alarak terakki arzusu gösteren ulemanın tavrı farklılaşmakta fakat değişim
fikri esas ittihaz edilmek üzere aynı yöne doğru bakmaktadır. Mu’tezile’nin
savunduğu yaratmayla dönemde içtimâî bir mesuliyet üzerinden yapılan vurgu
arasındaki fark barizdir.
Klâsik literatürde karşılaşmadığımız ve
karşılaşamayacağımız benzerliklerin kurulduğunu görüyoruz. Bu benzerliklerin
kurulduğu yerlerde farkların tamamen ortadan kaldırıldığı veya görmezden
gelindiği de ortadadır. Malzemesini Mu’tezile’de bulduğu ve Mâturîdîlikle
meşrulaştırdığı meseleler; modernleşmeye imkân veren meselelerdir.[462] Nitekim
modernleşmeyle beraber Mu’tezile-Mâturîdîyye yakınlığını fark eden Mustafa
Sabri Efendi, Seyyid Bey’in imkân olarak gördüğü bu ilişkiyi bir tenkit
unsuruna dönüştürmüştür.[463] Mu’tezile’nin
sorumluluğa vurgu yapan söylemi, Sünnetullah kavramı çerçevesinden toplumu
sorumlu kılan bir ahlâkî ve siyasî duruşa imkân verecek olmasına
dayandırılırken[464] modernleşmenin esasını
teşkil eden toplum mefhumuna yol aranmaktadır.
Tanzimatla birlikte eğitimde baş gösteren çift başlı yapı
II. Meşrutiyet’e gelindiğinde Osmanlı modernleşmesinin her sahasında tesirini
iyice hissettiren ikili bir yapı ortaya çıkarmıştı. Bir tarafta batılı tarzda
bir eğitimle yetişmiş ve hayata batı zaviyesinden bakmaya alışmış bir nesil
diğer tarafta klâsik kurum ve muhayyilenin varlığını bir şekilde sürdürdüğü
müesseselerde yetişmiş nesiller farklı eğilimlere sahip olmuşlardır. İşte bu
şartlar içerisinde kurtuluşu batının her şeyini almakta bulan Osmanlı aydınları
arasında Mu’tezilî bakış açısının benimsendiği görülmektedir. Bu isimlerin
Mu’tezilî fikre ram olmalarının bile isteye bilinçli bir şekilde olup olmadığı
meselesi tâli bir meseledir ve büyük ihtimalle birçoğu savundukları fikirlerin
Mu’tezile’yle irtibatının farkında değildir.[465] Bu irtibatın farkında
olmadıklarını Mustafa Sabri Efendi’nin Haşim Nahid’le alakalı söylediği şu
sözlerde de görebiliriz:
“Ondan
da kat'î nazarla Haşim Bey'e tavsiye ederiz ki, bu noktada Mu’tezile Mezhebini
fena göstermeye çalışmasın. Çünkü o mezhep, esas itibariyle ve belki bütün
münevverlerimiz gibi münazaracımın kalemine de yabancı olmayan halikiyet tabiri
ile beraber kendisinin mezhebidir.”[466]
Gerçekten de bu isimlerin meseleyi ele alış ve çözümleme
şekilleri Mu’tezile ile aynileşirken kendilerinin de Mu’tezile ismi ile
aralarına mesafe koyduklarına şahit oluyoruz.[467] Mesela Sabri Efendi’nin
tenkit ettiği Haşim Nahid’in Ehl-i bid’at ve dalalet içerisinde taksim ve
takdim ettiği Mu’tezile ile ilgili söyledikleri klâsik bir Sünnî eserde yapılan
takdim biçimlerinden farksızdır.[468] Haşim Nahid’in kendi öne
sürdüğü telakki biçimiyle olan tearuzunu görmeyecek kadar bu meselelerden uzak
olma ihtimali yüksektir. İkinci bir ihtimal Mu’tezile isminin efkâr-ı amme
nezdinde neye tekabül ettiğinin farkında olmasıdır. Mezhepleri mevzu bahis
etmeden bir dönem yolu Darulfünûn’a da uğrayan Abdullah Cevdet’in şu satırları
aslında meselenin çehresini göstermesi açısından öğreticidir:
“Hayat ve nûr olan ve hayat ve nûr veren i’tikadımızca
hayat ve nûr-u mahz olan Allah’tan ‘titan’ların anladığı, ‘titan’ların taptığı
ve bir ‘titan’ın:
Her yaptığı hayr, her hayra kâdir
Gündüzleri güneş, geceleri mâh İnsanların gözü, gözlerin
nuru İşte ‘titan’ların taptığı Allah!
nağmesinde terennüm, tebcîl, tasvîr ve taabbüd ettiği
Allah’tan ancak hayr sâdır olur. Allah, şerri arzu etmez, arzu etmediği şeyin
hâlıkı olmaz. Binâenaleyh her şer bizim amelimiz veya netice-i amelimizdir.
Alna yazı olsa olsa amelimiz icra olunduktan sonra yazılabilir.”[469]
Sünnî Kelâm kitaplarından ilmihal eserlerine kadar her
yerde kolaylıkla rastlanabilen ve kulluğun ifadesi olan bu tanımlamalar için
“titan” tabirini kullanmaktan imtina etmeyerek bu ilişkiyi Mu’tezile’nin ifade
ettiği zaviyeden halletme arzusundadır. Allah’tan şerrin sadır olmayacağı
fikriyle Mutezilî fikriyata yaslanan bu anlayışın temel iddiası içtimâî ve
ahlâkî olarak vukua gelen hadiselerde insanların meseleyi Allah’a dayandırıp
buradan bir bahane üretemeyecekleridir.[470] M. Şemseddin ilginç şekilde
Mu’tezile ile ilgili bir makalede Nazzam üzerinden meselenin modern felsefede
optimizmle aynı karelere denk düştüğünü[471] ifade etmesi batıcı
aydınların varmak istedikleri yeri göstermektedir.
Bu isimlerin ısrarla üzerinde durdukları husus Allah’ın
şerri yaratması ile ilgili yaygın kader telakkisinin dönemdeki meseleleri
değerlendirmede bir usul olarak kullanılamayacağı idi. Bu anlayışın asırlardır
süregelen problemlerin kaynağı ve özellikle toplumun olup bitene bigâne
kalmasının sebebi idi. Mu’tezile ile batıcı aydınların fikirlerinin örtüştüğünü
gösteren bu ilginç eşleşmeden de anlaşıldığı gibi bu isimler, yaptıkları
şeylerin İslâm düşüncesi içerisinde nereye tekabül ettiği ile ilgili ya çok
bilgisizlerdi ya da bunun onlar için bir ehemmiyeti yoktu. Aslında her ikisini
de birlikte düşünebileceğimiz bu saikler tüm bir modernleşme hadisesinin
karakteriyle alakalıdır. Muhatabın ikna olacağı malzemeyi muhatabın zihin
dünyasından devşirmek ve bu zihin dünyasının iyi ve kötülerini yeni döneme
uyarlamak şeklinde vuku bulan modernleşme hadisesidir.
Cenab-ı Hakk’ın insanlara yardımı, onlara bir akıl ve zekâ
vermekten ibaret olup bundan ilerisini, akıl ve iradeye malik bulunan
insanların kendi çalışmalarına bırakmış olduğu iddiasındaki Mu’tezilî
karekterini fark eden Mustafa Sabri Efendi’nin itiraz ettiği satırlar modern dönemde
başat yere sahip ferd kavramına ilişkin tartışmalarda geçmektedir.[472] Celal
Nuri’nin de bir nevi fikir serbestiyeti olarak takdim ettiği Mu’tezili akıl
yürütme biçiminin merkezi konumunu takdir etmektedir.[473] Haşim Nahid ve reformcuların
Mu’tezile ile aynı fikriyatı paylaştıkları, aynı dili kullandıkları[474] yönünde
Mustafa Sabri Efendi’den sâdır olan tenkitler bu irtibatın dönemde de fark
edildiğini göstermektedir.[475] Mu’tezili bakış açısıyla
modernist bakış açısı arasında irtibat kuran ilk isim Filibeli Ahmet Hilmi
Bey’dir:
“Mezheb-i
i’tizâl, mesâil-i dîniyye ile tetebbuâta başladığı halde son kararı, sırf
felsefî bir şekilde vermiştir. Müfrit Mu'tezile, akâid-i Islâmîyeyi tenkid ede
ede hiçe indirmiş ve nihayet ortada «Fikr-i mutlak, tenzîh-i mutlak, Zât-ı Mutlak»dan
ibaret bir fikr-i mücerret bırakmıştır.
Mu'tezile,
usûl ve esas itibariyle felâsife-i «Akliyyun» demektirler. Ilk nokta-i
hareketleri «vücûd» hakkında vahdet değil, seneviyyet olduğundan, akâidi akıl
ile terdîf imkânını bulamamışlar, akideyi akla feda etmişlerdir.
Aynı
maksad ve suretle hareket eden bi’l-cümle akliyyûnun vâsıl olacağı netice-i
zarurîyye hep budur. Birinci cildimizde Protestan münekkidîn-i akliyyesinin dîni
‘Iseviyye’yi ne suretle tahrip ettiklerini ber-tafsil yazmış idik. Mu'tezile
dahi aynı sûretle akâidi tahrip etmiştir.
Kur'ân'ın
mahlûkiyyeti iddiası, inkâr-ı vahy ile neticelenmiştir. Avrupa
rasyonalistlerinden çok evvel Mu'tezile, mûcizâtı te'vile kalkışmış ve fakat bu
te'vilâtda maneviyâta ve vahdet-i vücûda müracaat etmediğinden bi’n-nihaye
mu’cizâtı inkârda muztâr kalmışdır.”[476]
Bu dönemde Mu’tezileyi rasyonalist manasına ‘akliyyûn”
addetmek yaygın bir telakki tarzı olmaya başlamıştır.[477] Burada
Mu’tezile’nin akılla olan irtibatının bir imkân olarak kullanılıp
kullanılmadığı dikkate değerdir. Öncelikle Mu’tezili akılcılığının modernist
İslâm düşüncesinde mazhar olduğu ilgiyle benzer bir ilginin herkes tarafından
kurulmadığını görmekteyiz. Bu ilgiyi kuranlardan birisi Câhız müstearıyla
kaleme alınmış bir makalede karşımıza çıkmaktadır. Bilinçli şekilde Mu’tezile
tecrübesini öven bu satırlar Müslümanların geri kalmasını irade ve kader inancı
çevresinde değerlendirmektedir.[478] Batıcı
aydınların akılcılığı modern batı akılcılığıdır. İlim, terakki, fen konularında
kendini belirgin kılan bu akıl vurgusunun modern batı tarzı bir akılcılık
olması bu isimlerin eğitim durumları, bilgi seviyeleri ile alakalı olduğu gibi
bu mesele üzerinden bir meseleyi ele alma arzu ve mecburiyetlerinin olmamasıyla
alakalıdır. Nitekim kısmî şekilde Mu’tezilî medhiyelerinde gördüğümüz tavır
genelde ulema ve İslâmcılara ait olup tarihin yeniden üretilmesinde bir araç
olarak kullanılmıştır.[479] Nitekim aynı tavra yakın
duran Seyyid Bey’in Eş’arîlik tenkitlerinde de Mu’tezilî usulün kendini tebarüz
ettirdiği ortadadır: [480] Mu’tezili tavrı açıkça
benimseyen ve bu tavır üzerinden Sünnî siyaset teorisini adalet fikri üzerinden
tenkit eden ve Mu’tezile prensiplerini bu çerçevede yorumlayan Hoca Kadri’nin
Mu’tezile’yi açıkça benimseme taraftarı olduğu söylenebilir.[481] Benzer şekilde
bir muhalefet dili benimseyen fakat aynı zamanda Osmanlı saltanat ve hilafetini
savunan Ubeydullah Efgâni’nin mevcut kader ve ecel anlayışı ile ilgili
depğerlendirmelerinin bazısını İzmirli İsmail Hakkı, Mu’tezile’ye muvafık
bulmaktadır.[482]
Hepsinden öte insan hürriyetini ve özgürlüğünü savunduğu
oryantalistler tarafından da tescil edilen Mu’tezile’yle bu kavramlara
yaslanarak hem Avrupaî tarzda bir fert teşekkülüne çaba gösteren hem de dinî ve
ananevî olan şeylere karşı çıkan bu kimselerin tavırları bir şekilde Mu’tezili
tavırla örtüşmektedir.[483] Özellikle
yeni bir ahlâk arayışı içine girenlerin aklı ve aynı zamanda insanı mesul bir
ferd olarak telakki eden bir ahlâk arayışı içerisinde hayır ve şerrin hüsun ve
kubuhun Allah tarafından belirlendiği şeklinde Eş’arî bir anlayışı
benimsemeleri mümkün değildi. Hatta ahlâkın kaynağını bile Allah’a isnad
etmekten kaçınan bu insanlar Mu’tezilî bir ayrımı kolayca benimsemişlerdir.[484]
Mu’tezile’ye refaransla bir mesele çözme arayışı içinde olmayan batıcı
aydınların meseleleri batı akılcılığıyla ele almalarının altında bir meşruiyet
arayışı yoktur. Tabi bu tarz bir telakkinin iki tesiri vardır. Birincisi
ulemanın muhatap olduğu bu isimler tarafından serdedilen tenkitlerin ulemayı
meseleyi ele alırken tarz ve üslup değişikliğine yönlendirmiştir. İkinci olarak
Mu’tezilî bir telakkinin bu isimler tarafından usul olarak takip edilmesi bu
fikriyatın batılı olan fikriyatla uyumlu olduğunu görme imkânı bahşetmektedir.
Netice olarak söylersek; Mu’tezilî kader anlayışı Batı’dan
alınan yeni hayat telakkisinin ruhuna en uygun anlayış olduğundan ön plana
çıkarılmıştır. Mu’tezile’yi doğrudan referans alan çok az olsa da gerek dolaylı
referanslar gerek de muhatabın değişmesi Mu’tezile’ye bakışı oldukça
yumuşatmıştır. Bunun bir sebebi Mu’tezile’nin bir çıkış imkânı olarak görülmesi
olabileceği gibi bir diğer sebebi de Mu’tezile’nin doğrudan problemin muhatabı
olmamasıdır. Bu tartışmalar ve yapılan mücadeleler esnasında akla yaptıkları
vurgu, oryantalistlerin teşvikleriyle beraber modern dönemde Mu’tezile’nin
rağbet görmesini anlamaya yarayacak saiklerden biridir. Çünkü mahiyeti hakkında
çok fazla malumata sahip olmadıkları ve terakki, tekâmül gibi daima iyi şeyleri
çağrıştıran kavramlara sahip bir düşüncenin aklı merkeze alması, ister istemez
Mu’tezile’nin akıl vurgusuyla irtibat kurulmasına sebebiyet vermiştir.
Özellikle insanın fiillerinde iyiyi ve kötüyü belirlemede aklı merkeze alan
yaklaşımı Mu’tezile’nin yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir
potansiyele veya en azından bu imkânları bahşedecek bir metodolojiye ulaşmaya
aracılık edebileceği düşüncesi ve oryantalist dilin bu yöndeki telkinleri
Mu’tezile’ye olan ilgiyi açıklamaya yarayabilir.
Diğer taraftan Mu’tezile’yi meşrulaştırmanın zorluğunu
farkında olan son devir Osmanlı uleması onunla alenî bir irtibat kurmaktan
kaçınmıştır. Kelâmî metinlerde Mu’tezile’yi merkeze alarak kader meselesini ele
alan ulema çoğunlukta olmasına rağmen Kelâm ilminde yenilenme ihtiyacını dile
getiren ve bu meseleler üzerinden modernleşmenin problemlerine çözüm bulmaya
çalışan isimlerin üstü kapalı bir şekilde Mu’tezile’ye yaklaştıkları
söylenebilir. Mütekaddimûn dönemi Kelâm geleneğinin Mu’tezile karşıtlığı
üzerine bina edilmesi ve klâsik literatürün temel eserlerinin bir reddiye
mantığı çerçevesinde kaleme alınması derin bir problem olarak karşı karşıya
kalınan halli zor bir meseledir. Bu durumda klâsik literatürün ve tarihi
mirasın inkârı yolu seçilmiştir. Bu ulema metinlerinde Mu’tezile’yi yargılayan
ifadelerin büyük ölçüde terk edilmesiyle aşılırken, daha genel manada klâsik
müdevvenatın aradan çıkarılması ameliyesi bunu desteklemiştir. Bu dönemdeki
literatürde Mu’tezilî istidlal biçiminin konuyu ele alış tarzının izlerini
bulmak mümkündür. Zira Mu’tezile meseleyi insanın hürriyeti merkezli olarak ele
almış ve mesuliyeti merkeze yerleştirmiştir. Ulema da mesuliyet vurgusunu ve
dünyadaki mevcudiyetin hikmetini öne çıkarırken bunu Mâturidilik üzerinden daha
kolay yapmıştır. Mu’tezile’nin tarihte denediği ve insanın bu dünyada
bulunuşunu kendi ellerine terk eden anlayışın tarihte gördüğü aksülamel bu kez
gösterilmemiş ve Mu’tezile’nin sahip olduğu usul çerçevesinde Allah-kul
ilişkisine dair kurulmuş olan yapı modernleşmeyle beraber zaafa uğramıştır.
Bilhassa batılılaşmış ve problemleri o zaviyeden görmeye
başlamış aydın/mütefekkir takımı, irade meselesini Mu’tezili bir çerçevede ele
almıştır. Bu irtibatı kurarken farkındalık meselesi ikinci dereceden bir
problemdir. Bu isimler de Mu’tezile’yi aleni olarak savunmamışlar ve onu bir
çıkış imkânı olarak takdim etmemişlerdir. Fakat irade meselesini metodolojik
olarak klâsik literatürde Mu’tezile’nin sahip olduğu telakki tarzına
yaklaştırmışlardır. Klâsik problemler üzerinden bakıldığında gerek insana ait
fiillerin yaratılması, gerek fiillerin bilgisi hususlarında açıkça Mu’tezile
mezhebi, müdafaa edilmeden mantık olarak benimsenmiştir. Kulun mesuliyetinin
merkeze alınması, fiillerin ahlâkî ve siyasî cephesinin öne çıkarılması,
hürriyet fikri için mehaz arayanların bu ilişkiyi kurmada istekli davranmaya sevk
etmiştir. Bu eğilimde herhangi bir fikri akımın veya ulema aydın ayrılığının
tebarüz ettiği görülmemektedir. Mu’tezile’yi imkân olarak yoklayan fakat daha
sonra bu tavrından çarkeden Abduh’ta bariz şekilde görüldüğü gibi bu ihtiyacı
karşılama açısından Mâturîdîlik daha uygundur.
Bir mukayese olarak söylersek
Mu’tezile’nin meseleyi ele alırken adalet
prensibini merkeze çekerek tevhid
ilkesini kökleştirmeyi hedeflemesiyle modern
dönemde Mu’tezilî metoda ilgi
duyanların hedefleriyle örtüşmemektedir. Adalet
meselesi üzerinden tevhid ilkesini
kökleştirmeyi değil modern insanın yapıp
edebilirliğini öne çıkarmayı hedefleyen bu çabalar bize iki
arayış arasındaki farkı verir.
Aslında bu Mu’tezile ile modern İslâm düşüncesindeki
farklılığın hedefler üzerinden okunmasıyla anlaşılabilecek bir husustur. Mevcut
durum ilahi adaletinin nasıl telakki edileceği meselesini gündeme getirmiştir.
Mu’tezile’nin insanın mesuliyetini temellendirmek amacıyla insanı fiillerinin
hâlikı kabul etmesinden hareketle mevcut durumun insanların kendi yapıp
ettiklerinin neticesi olduğunu açıklamak fiillerdeki sorumlulukla irtibatlıdır.
Bu açıklama biçimi, metodolojik olarak Mu’tezile’ye uzanmaktadır. Mu’tezile’nin
kulun sorumluluğu ve Allah’ın adaleti ve beraberinde tevhid ilkesiyle irtibatlı
olarak ele aldığı mesele bu dönemde ferdin sorumluluğu ve bu sorumluluğun
içtimâî-ahlâkî ve hukukî cephesinden ele alınmıştır.
Modernist İslâm düşüncesinin genel karakterinin Selefîlik
olduğunu söylersek abartılı bir ifadeye başvurmuş olmayız.[485] Bu
kanaatin vukuunu göz önüne aldığımızda Selefiliğin modernleşme dönemi
problemlerini çözme ve modernleşme ile uyumlu hale gelebilme noktasında
modernist İslâm düşünürlerine hareket alanı açtığı ya da zaten devrin şartları
mucibince oluşan alanı genişlettiği söylenebilir. Selefin genel İslâm düşüncesi
içerisinde haiz olduğu mevkii göz önününde bulundurulduğunda modernist İslâm
düşünürlerinin selefe olan ilgisini anlamak kolay hale gelir. Ashâb, tâbiîn,
tebe-i tâbiîn ve müçtehid İmamlar bu grup içerisine dahil edildiği zaman
modernleşmeyle beraber halline çalışılan meselelerde bu zümreyi ahlâk, tarz-ı
hayat ve samimiyet cihetiyle referans alanına yerleştirmek efkâr-ı umumiye
nezdinde meşruiyetten öte itibar sağlamaktadır.[486] Bu sayede Çözülmek istenen
meselelerde modernist İslâm düşünürlerinin savundukları fikre sağlanabilecek en
büyük dayanak bu tarihî malzemeden devşirilecektir. Tabidir ki bu referans
çevresi, hâlihazırdaki bozukluğun zıddı olan bütün iyi şeylerin bir arada
bulunduğu bir zaman dilimini ifade eder.[487] Bu yöntem birçok din ve
mezhepte sonradan meydana gelen ayrılmaların kendilerini ifade etmek ve
meşrulaştırmak için sıklıkla başvurdukları bir usuldür.[488]
Adalet, ahlâk, tekâmül, terakki gibi kavramlar yeni dönemin
kavramları olarak müspet manalarla ama aynı zamanda ait olunan ananeye merbut
şekilde ifade edilmeyi gerektirmektedir. İslâm’ın ilk devirlerinde müspet
manaları bulunabilen bu kavramların ördüğü ihtişamlı devirlerin mevcudiyeti
çaresiz ve günden güne mevkii ve mevzî kaybeden Müslümanlar için hem bir çıkış
yolu hem de ümit olacaktır.[489] Bu ilgi
neticesinde bugünle ilk devirler arasında kalan zaman diliminin, tarihin,
tecrübenin, birikimin reddi sonucunu doğuracak ve bu durumda Selef dönemindeki
metinlere direkt yapılacak müracaatlar modern dönemde arzulanan şeylerin daha
kolay ve çabuk yapılmasına imkân verecektir.[490] Bin yıla yakın bir
birikimin, tecrübenin meseleleri âcil ele almayı müsaade etmemesi ve aynı
zamanda İslâm’a müracaatla halledilecek meselelerde bu tarihi mirasla hesaplaşmayı
gerektirmesi mevcut yapıyı değiştirmeyi zorlaştırmaktadır.[491]
Özellikle iman-amel ilişkisi, emir bi’l-maruf ve nehiy
ani’l-münker prensibi ve cihad kavramını merkeze çekmesi Selefî düşünce ve
tavrın modern dönemde gördüğü ilgiyi açıklamaya yardımcı olabilir.[492] Bu saikler
aynı zamanda irade meselesinin merkezi konuma gelmesinde başat amildir. Belli
kavramları geri plana itmek ve belli kavramları ön plana çıkarmak için ve en
önemlisi tasavvuf kurumunu tenkit edebilmek için Selefilik ve Selefi metod benimsenmiştir.
Zira tasavvuf! kavramların vücud verdiği bir hayat telakkisi mevcut durumun
müsebbibi olduğu gibi mevcut durumdan çıkmayı engelleyen yegâne mânidir.
Özellikle sonraki devirlerin tasavvuf anlayışından kaynaklanan mistik eğilimler
ve felsefî mülahazalar yeni hürriyet telakkisi zaviyesinden tenkit edilirken
malzemesi yine selefe referansla temin edilecektir. Nitekim bu eğilim
tasavvufun kendi içinden yapılan tenkitlerde de kendi seleflerine dönüşle
kendini göstermektedir.[493] Selefîliğe
dönüş ayet ve hadislerden hüküm istinbâtına imkân verdiği için öncelikle ilmi
bir birikimi gerekli kılıyor gibi gözükse de ulema dışında ortaya çıkan
mütefekkir/aydın tipinin dini konularda hüküm vermesini kolaylaştırmaktadır.
Zira ilmi bir hiyerarşi gözetmeyi gerektirmediği gibi klâsik müdevvenattan
haberdar olma zorunluluğunu ve bunun da ötesinde otoriteyi ortadan
kaldırmaktadır. İlimlerin ve usullerin kılı kırk yaran lügat, mantık ve usul
kaidelerinin ötesine geçme kolaylığı sağlamaktadır.[494]
Nitekim meseleleri teolojik olarak tartışmanın
gereksizliğinin İslâm tarih tecrübesinde selef tarafından dile getirilmiş ve
fiili olarak da uygulanmış olması, yeni dönemin problemlerinin teolojik değil
sosyolojik olarak okuma isteği Selefîliğin hem bir meşruiyet imkânı olarak telakki
edilmesine hem de usül olarak benimsenmesine vesile olmuştur. Selefiliğe
meyleden bu tavrın müntesibleri batılı fikirlerin tesiriyle İslâm’a sonradan
dâhil olan bidat ve hurafelerden İslâm’ı arındırma şeklinde tecessüm eden
reform teşebbüsünün imkân bulabileceği bir tecrübeye kalkıştılar.[495] Modernist
din dilinin tek tipçi yapısı göz önüne alındığında İslâmcılığın siyasî
cephesine tekabül eden ittihâd-ı İslâm fikrinin başarı şansı bulabilmesi için
dini ve akidevi birliğin de sağlanması ve akaid ihtilaflarının giderilmesi
gerekmektedir. Zira bu ihtilaflar siyasî ihtilafları da birlikte getirmekte ve
İslâm dünyasını tefrik etmeye sebeb olmaktadır.[496] İrade meselesi özelinde
söylersek bu çaba kaza ve kader anlayışının ilk devirlerden istinbat edilen
hükümlerle yeniden üretildiği bir aşamaya geçilmesine sebeb olmuştur. İnsan
hürriyetini merkeze alan ve insan sorumluluğunu özellikle içtimâî manada
vurgulayan bu tanım tek hakikat haline getirilmeye çalışılmış ve aradaki
farklılıkların ve mana derinliklerinin kaybolmasında asli unsur olmuştur.
Selefilik tartışmalarında İbn Teymiyye hususi bir yer
tutar.[497] Sık sık
dönüşlerin yapıldığı İbn Teymiyye’ye gösterilen ilginin arkasında bu tarihi
birikime yönelttiği tenkitlerde yeni neslin geçmişi tenkit edebilme
selahiyetini kendilerinde görme imkânını bahşetmesinde yatmaktadır. Nitekim
aynı şekilde kendi ilmî ve mezhebî geleneklerini de bu çerçevede tenkide tâbi
tutabilmişlerdir. Yeni durumla ilgili meşruiyet krizini aşarken İbn Teymiyye
önemli bir tutamak noktası olmaktadır. Özellikle İslâm dünyasına dışarıdan
gelen Moğol ve Haçlı saldırılarına bir tür aksülamel olarak okunabilecek bu
tepki modern dönemde batıyla karşılaşmanın meşruiyeti ile tarihe, geleneğe ve
yerleşik ananeye yöneltilecek tenkitler için esaslı bir mehaz vazifesi ifa
edecektir. Selef düşüncesi denilince akla ilk gelen isim İbn Teymiyye’nin son
dönemde temel alınmasının birçok sebebi arasında akıl-nakil çatışması ile
ilgili yazdıklarına duyulan ilginin ehehmmiyetli bir yeri vardır. Zira akl-ı
sarihle nakl-i sahihin çatışmayacağı fikri; İslâm’ın yanlış anlaşıldığı fikrini
beslediği gibi, İslâm-Müslüman ayrımına da imkân verecek bir karaktere
sahiptir. Bu kavrayış şekli de kaza ve kader inancının yanlış anlaşıldığı ile
ilgili yaygın kabulün meşruiyetini sağlamaktadır. Ayrıca modern bilimin akl-ı
sarihin ürünü olduğu şeklindeki yaygın kanaat ve İslâm’ın bu gelişmelere engel
değil, bizatihi emreden olduğu şeklindeki bütün modern dönemin fikriyatına
hâkim olan istidlal biçimine bu yoldan varmak daha elverişlidir. Çağdaş İslâm
dünyasında dönüşün Selefîliğe ve daha doğru bir şekilde İbn Teymiyye’ye
muharref bir dönüş olduğu[498] göz önüne alındığında
son dönem Osmanlı düşüncesinde İbn Teymiyye’ye duyulan ilgi ve sempatinin
sebebi daha kolay anlaşılır.[499]
İrade meselesinde Selefiliğe dönüşün metodik olduğunu
söylersek aslında modernleşme problemleri çerçevesinde ulemadan veya diğer
kalem erbabından Selefîlik üzerinden sadır olan bir fikir veya çözüm şeklinin
modernleşmenin icbarıyla vukua gelmiş bir arayışa mâtuf olduğunu söylemiş
oluruz. Tıpkı Mu’tezile’ye bakışta gördüğümüz gibi mesele klâsik problemlere
indirgenerek ve aynı kavramlar etrafında deveran eden bir tartışma değil,
tamamen ilcaât-i zamâniye mucibince her türlü usul ve esası terk ederek
problemi çözmeye yönelik serdedilen çabalardan ibarettir. İzmirli’nin ifade
ettiği gibi mesail kabilinden selefin yakın durmadığı ve dalmadığı meselelerde
tartışmak ve zaman ve enerji kaybına sebebiyet vermek devrin aciliyeti için pek
de tercih edilecek bir durum değildir. Özellikle -gereksiz- görülen meselelerle
vakit ve mesai harcamak istemeyen ulema ve münevverler için bu durum iyi bir
seçenek olmuştur.[500] Fakat
burada Selefiliğin akılla ilgili tutumuyla modernist İslâm düşünürlerinin
akılla ilgili tutumları arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerekir.
Aklîleşmenin boyutları ve girişilen teşebbüsler bir yönüyle selefin sadeliğine
ve saflığına dönüşü ifade etmektedir.
Burada Selefîlik ile
selef arasındaki ayrımın ne kadar esasa müteallik olduğu ehemmiyet kazanır.
Selef, içine ashab ve tabiîni dahil edildiği zaman İslâm tarihi içerisinde siyasî veya ilmî
otorite olarak mevkiînin nerelere kadar uzandığını hatırlatmaya lüzum yoktur.
Fakat burada esas ittihaz edilen Selefîlik Ahmed b. Hanbel’in öncülüğünü
yaptığı ve İbn Teymiyye’ye uzanan nakilci Hanbelî çizgiyi ifade etmektedir. Bu
çizginin Osmanlı için problemli olan Vehhâbilik’le irtibatlı olması da bu
çizginin zayıf tarafını teşkil etmektedir.[501]
Özellikle Efgânî, Abduh ve Reşid Rıza çizgisinin mihverini tayin ettiği
selefiliğin İbn Teymiyye kanalından beslenmesi bütün bir tarihî tecrübeyi
muallel hale getirme potansiyeli dolayısıyla selef üzerinden kurulmaya
çalışılan ve İzmirli’nin ısrarla vurguladığı ayrıma imkân tanımamaktadır.
Tekrar irade meselesine dönecek olursak; “selefin yolundan
sapmak, İranî ve Yunanî etkinin İslâm dünyasına girmesi Kelâm ilmi üzerinden
olmuştur” kanaati ve Müslümanlar arasında zuhur eden akaidle ilgili ilk
problemin de kader problemi olması İslâm’ın özünden sapmanın ilk olarak kader
meselesiyle bağlantılı olarak gerçekleştiği iddiasını gündeme getirmiştir.[502] Klâsik
müdevvenâtın reddine imkân veren bu durumun bariz şekilde hissedildiği yerler
meseleleri içtimâî-ahlâkî düzlemde ele alan metinlerdir. İslâm-Müslüman
ayrımından mütevellit addedilebilecek ve kader anlayışını savunabilmek için
başvurulan bu yöntem aynı zamanda çağdaş İslâm düşüncesi ve de son dönem
Osmanlı düşüncesi için Selefe dönüşü gerekli kılmıştır. İbn Teymiyye’ye dönüşün
bahşettiği en önemli imkân tasavvufun toptan tenkit ve reddine yol aranmasında yatar.
Kaza-kader, tevekkül, zühd, fakr gibi tasavvufî hayatın kavramları etrafında
örülen hayatın İslâm Dünyasını felaha kavuşturamayacağı inancı Selefî tavrın
benimsenmesi yolundaki en önemli saiktir.
Bütün bir modernist İslâm düşüncesinin kaza ve kader meselesine
bakışında görülen bu tavrın Osmanlı’da da kendini göstermesi tarihte tasavvuf
ve kuramlarına yönelik tenkitlere mehaz kabul edilecek bir malzemeye
Selefîliğin sahip olmasındandır. Fakat bu dönüş metodiktir ve Selefilik de
şemsiye bir kavram olarak insanı pasif kılan telakkiye duyulan tepkiyi ifade
biçimidir. Bu dönüşü selef döneminin psikolojik şartlarına dönüş olarak okuyan
bir çok ismin aksine gizli veya aşikar şekilde meseleleri İbn Teymiyye ve
Hanbeliliğe götürenlerin modernleşme karşısında esas ittihaz edinilebilecek bir
çözüm ve talepleri yoktur. Bu sebeple selefiliğe dönüş irade meselesinde selefe
dönüşe doğrudan bir talep olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat içtimâî ve ahlâkî
alana intikal edildiğinde İbn Teymiyye çizgisinin tasavvuf ve kurumlarına
yönelttiği tenkitler ve Müslümanları pasifleştirdiği şeklindeki telakki bütün
bir modernleşme dönemi nesli tarafından benimsenmekten geri kalmamıştır.[503] Takınılan
bu tavır, İbn Teymiyye çizgisinin ana hususiyetinin teklif değil tenkit olduğu
gerçeğini görme imkânı vermektedir.
İbn Teymiyye çizgisini esas alan isimlerin başında gelen ve
modernist İslâm düşüncesinin fikri olarak en büyük mümessili Abduh’un Mehmed
Akif tarafından çevrilip Sırat-ı Müstakim dergisinde yayınlanan
tahlilinde görüldüğü şekilde ilk devirler haricindeki dönemi cebrî olarak
niteleme bu selefi tavrın mirasıdır:
“Müslümanlara
gelince, bunlar dinin bidayet-i zuhurunda bu kadar muzafferiyyâta nail olmuş,
bütün akvâm-ı dünyaya ihrâz-ı galebe eylemiş iken sonraları içlerinden din
kisvesine bürünmüş birtakım herifler türedi; bunlar dine birçok bidatler soktu,
dinden olmayan şeyleri usûl-i diniyye meyânına idhal etti... Artık Cebriyye
mezhebinin esasları müslümanlar arasında intişar eyleyerek zihinleri
zehirlemeye başladı. Bu mezhep bir taraftan halkı sa'y ve amelden alabildiğine
tenfîr etmekte iken diğer taraftan üçüncü, dördüncü karn-ı hicrîde türeyen bir
alay zındıkların mezâhir-i vücûdu inkâr ile hayâle nisbet eden sofustaîlerin
zuhuru, hususiyle birtakım müfterilerin kalblerde şehâmetten, himmetten eser
bırakmayacak, ruh-ı gayrete semm-i kâtil gibi tesir edecek bir yığın hadisler
uydurarak sahib-i şeriata nisbet cinayetinde bulunması işi büsbütün çığırından
çıkardı.”[504]
İlk dönemin bu telakki açısından yüceltilip sonrasının
mahkûm edilmesi bu zaman aralığında neşvü nema bulmuş mezhep ve metodları
tenkit etmeyi mümkün kılmıştır.
Bu tarafıyla kader meselesini ele alan ve ilk dönemlerdeki
telakkiyi medhederek esas alan hemen hemen bütün isimlerin bu tavrı selefî
kabul edilebilir.[505]
İlmî-Kelâmî eserlerde mesele bu kadar bariz değildir. Hatta
İzmirli’nin teşebbüsü dışındaki Kelâmî eserlerde bu meyil yok denecek kadar
azdır. İrade meselesinde Selefiyye’yi Kaderiyye ile Cebriyye’nin ortasına
yerleştiren[506] ve kendisini selefi
olarak niteleyen[507] İzmirli’nin Selefi
merkeze alan tasnifleri bir tarafa, ilmî metodunu ortaya koyduğu metnin
delaleti usûlünün tamamen selefi bir tarza sahip olduğunu düşündürmektedir.[508] Hâkeza
eserlerinde Selefin mevkii ile ilgili söylediği; “tarîk-i eslem budur” kanaati
onun tavrını anlamaya imkân verir.[509] Selefiye tarîkini takdim
ederken Selef yolunun inkırazına da karşı çıkması dikkate şayandır:
“Eş’arîyye
ve Mâturîdîyye’nin zuhuruna kadar Ehl-i Sünnet Selefiyye mezhebinde idi. Hatta
Eş’arîyye ve Mâturîdîyye mensûbîninden de Selefiyye mezhebine sâlik olanlar
vardır. Elyevm Hanefîyye ve Malikiyye ve Şâfii’yye ve Hanâbileden Selefiyye
mezhebinde olanlar eksik değildir. Meattessüf ekser Türkçe yazılan kitaplarda
Ehl-i Sünnet ikiye hasr olunuyor, bu ise doğru değildir. Fi’l-vâki’ meşhur olan
böyledir, fakat mezheb-i meşhur başka mezheb-i tahkîk başkadır. Muhammed
Es-Sefâri’nin ‘Levâihi’l-envâr-ı ilâhiyye’sinde ehl-i sünnet böylece üç fırkaya
ayrılmıştır. Selefiyye mezhebi bir şahsa mensub değildir.”[510]
İzmirli’nin satır aralarında karşı çıktığı ve devamından
yana tavır koyduğu Selefîliğin sadece ilk devir selefiyle sınırlı olmadığını da
şu beyanından anlıyoruz:
“Selefiyye
mezhebi müstakil ve müttahit bir mezhebtir. Ancak icmâl ve tafsil itibariyle
iki nev’e ayrılabilir, mütekaddimîn-i selefiyye icmâl ile iktifa ettikleri
halde
Müteahhirîn-i
Selefiyye tafsile itina etmişlerdir. Selefiyye mezhebi üzere ilk maruf olan
eser ânifen beyan olunduğu üzere imam Hümâm Ebu Hanîfe’nin Fıkh-ı Ekber’idir.
Tafsile itinâ edenlerin başında Şeyhül-İslâm İbn Teymiyye bulunuyor.”[511]
İzmirli’nin İbn Teymiyye’yi Ebu Hanife çizgisine
yerleştirmesi boşuna değildir ve kendini yakın hissettiği iklimi de
vermektedir. Nitekim bu ilgisinde İzmirli yalnız değildir. Akseki, Reşid
Rıza’nın Menar’da “Emâli-i Dîniyye” adıyla neşrettiği derslerden yaptığı
iktibaslardan derlediği ve Sebilürreşadda “Akaid-i İslâmiye” başlığıyla
müteselsil makale halinde yayınladığı yazılarda Selefîliği savunmaktadır. Reşid
Rıza, Gazzâlî’nin îlcâm'ına referansla selefiliği yedi madde üzerinden
temellendirerek: Selefiliğin “burhan-ı aklî ve sem’i” olarak hak olduğunu isbat
etmektedir.[512] Tamamen selefi bir
tevhid, sıfat ve ibadet anlayışına sahip bu müteselsil makalelerin zaman ve yer
olarak ve hangi siyaset çerçevesinde tercüme edilip yayınlandığı dikkate
alındığında Akseki’nin selefi eğilimi tebarüz etmektedir. Burada ilginç şekilde
Hüseyin Kazım Kadri ile tartışan İzmirli, Yeni îlm-i Kelâm'ı kaleme
alırken takip ettiği usul ve niyetini tartıştığı Hüseyin Kazım Kadri’ye izah
ederken aslında kendi yaptığının da ilmi bir çerçevede Kazım Kadri Bey’in
savundukları olduğunu ifade etmesi tek bir selefi tavırdan söz etmeyi imkânsız
hale getirmektedir.[513] Nitekim Yusuf Ziya Yörükan, İzmirli’nin Yeni İlm-i Kelâm
teşebbüsünden ve Türkçülerle Batıcılar arasındaki Cârullah ilgisinden
kaynaklanması muhtemel olan kanaatinde İslâm dünyasındaki dönüşlerin
İstanbul’da kendini İbn Teymiyyecilik üzerinden gösterdiğini iddia etmektedir.[514]
Mâturîdîliği Ehl-i Sünnet-i Hâssa çizgisine çekerek
savunmak arzusunda olan İzmirli’nin bu tavrı coğrafî olarak herhangi bir
karşılığı olmayan Selefîliğin modernleşme çerçevesinde bir usul olarak
benimsenmesi arzusuyla alakalıdır. Nitekim İzmirli kaleme aldığı Yeni îlm-i
Kelâm"da meselenin bu tarafına vurguyla bu dönüşünü irade meselesiyle
alakalı bölümlerde de göstermektedir.[515] Farklı bir tavır olarak
selefin içtimâî-ahlâkî eserlerde yoğun şekilde referans olarak kullanılması da
bu ikinci manayla irtibatlıdır. Ulemada Müslümanların ilk devirlerinin kader
anlayışını doğru mananın ispatı olarak delil getirirken[516] aslında
selefi merkeze almaktadır. İslâm memleketlerinin genişlemesi, Müslümanların
çoğalması ve kâfirlere galebe çalmaları kader anlayışı doğru olan yani ilk
Selef dönemlerine denk gelmektedir. Bu da onların kavrayışlarının doğruluğunu
gösterir. Yeni dönem için yapılacak şey yüceltilen bu kader anlayışına dönerek
mevcut hali hemen tersine çevirmek olacaktır. Bu da kader inancına tarih
boyunca bulaşmış hurafe ve batıl inançların temizlenmesiyle yani Selef
itikadına dönüşle mümkün olacaktır:
“Cebr
ile meşûb olan akide-i kaderin bazı akvâm-ı müsliminin şu son asırlrda düçar
oldukları mesâibe sebeb olmuş olması da ihtimaldir. Ulemâ-yı asırdan ve
bilhassa erbâb-ı rüsuhtan rica ederiz ki bu akide-i mukaddeseye karışan
bidatlerden kurtarsınlar, selef-i sâlihin keyfiyet-i itikad ve tarîkat-ı
amellerini âmmeye tebliğ etsinler”[517]
Selefiliğin yegane âşikar temsilcisi sayabileceğimiz
Hüseyin Kazım Kadri kaza ve kader meselesini dinî ve akîdevî olarak dinden
kaynaklanan itilafların ilki olarak görmektedir.[518] Bu kanaatinden hareketle
mevcut yanlışlıkları izale için doğrudan dinin aslına dönmeyi teklif
etmektedir:
“biz, va’z-ı ilâhiye müstenid bir din olan Müslümanlığı,
Eş’arî ve Mâturîdî, Şii veya Rafızî herhangi bir şekilden ayırmak ve onu ilâhi
ve Muhammedî tarzına getirilmiş görmek istiyoruz. Çünkü selamet İslâm’ın bu
şeklinde olduğuna inanıyoruz.”[519]
Selefî zihniyetin temsilcilerine karşı tebcilkâr bir dil
kullanan ama aynı zamanda felsefî tasavvufla münasebeti ortada olan Filibeli
her şeyiyle kaderciliği reddeden bir dinin mensuplarına hatta Müslüman halkın
tümüne kadercilik ve atalet hastalığının gelmiş olmasına anlam verememekte ve
tavır ve metod olarak selefî bir telakkiye sığınmaktadır.[520] Türkçü-
batıcı çizginin mühim siması Akçura’nın da sahip olduğu bu kanaat İslâm
tarihinin büyük bölümünü yanlış kader anlayışıyla malul kabul edip bu
çerçevenin ötesine geçmeyi teklif etmektedir. Modernist İslâm Düşüncesi’nin en
bariz hususiyeti olan bu teklif irade meselesinin ele alışında da kendini
tebarüz ettirir. Bunun sebeplerine dair söylediklerimiz bir tarafa Selefîlik
bir tavır olarak ve kaybedilen güzel ve iyi şeylerin ortak adıdır. Bunların
haricinde Selefiliğe bilinçli bir dönüş yapan Hüseyin Kazım Kadri’nin
metinlerinde meseleleri takdim ve takrir şekli Selefi metinlerde görülen tarza
benzer.[521] İlm-i Kelâm’ı yenileme
teşebbüsünde bulunan İzmirli’nin gerek Hüseyin Kazım Kadri’ye verdiği
cevaplarda ihsas ettirdiği gerek kendi metodunu ortaya koyarken başvurduğu
metodla kendini yakın bulduğu bu tavrı, Mezhepler hakkında bilgi verdiği Muhassal
da özellikle selef tarîkini “tarîk-i Kur’an” olarak nitelemekte ve ehl-i Kelâm
dediği Kelâmcılarla karşılaştırmalarda bulunmaktadır.[522] Fakat
İzmirli’nin bu tavrı, selefî dönüşün ilmî bir muhtevaya sahip olması gerektiği
ile ilgilidir.[523]
Modernist İslâm düşüncesinin Selefi karekterini gösterir
bir örnek olarak M. Şemseddin’in Zulmetten Nura adlı eserinde kader
meselesine ayırdığı başlığa bakabiliriz. Kaza ve kader meselesini Muhammed
Abduh’un tefsirleri eşliğinde tamamen Kur’an’daki ayetlerle izah etmesi ve kaza
ve kaderle ilgili tanımların sonradan çıktığını ve meselenin anlaşılmasında bir
faydasının olmadığını beyan etmesi selefî okumanın örneklerini barındırır.[524] Nitekim
iradeyle alakalı hemen her metinde gördüğümüz ve selefin hayat veya kavillerine
istinaden başvurulan izah denemeleri metod olarak bir dönüşün olduğunu
göstermektedir.[525]
Aslında içtimâî-ahlâkî ve siyasî metinlerin birçoğunda ayet
ve hadislerin sık sık kullanımı bu metodun bir devamı olarak kabul edilebilir.[526] Herhangi
bir ilmî esas üzerine istinad ettirilmeyen ve bir ilmin disiplini içerisinde
ele alınmayan ayet ve hadislerin İslâm Tarih tecrübesinde hangi bağlamda
kullanıldığına dair atıflardan kaçınılması ve bu tecrübe içerisinde
rastlanılmayan yorumlara başvurulması bu usulün müsaadesi veya neticesi olarak
karşımıza çıkmaktadır. Fakat modernist İslâm düşüncesinin nasslarla ilgili
tutumlarında görülen ve giderek Kur’an merkezli bir okumaya yol açan usul ve
tavırlara İstanbul merkezli olarak müşahede etmek mümkün değildir. Özellikle
II. Meşrutiyet döneminde aciliyetler zaviyesinden bakıldığında bu tür bir
tartışmaya ve metodik ayrımlara başvurulmadan doğrudan esasa müteallik ayet ve
hadislerin kullanımı tercih edilmektedir. Hadislerin sıhhati çok fazla dikkate
alınmadan maksada muvafık diğer hadisler ve sünnet devreye sokulma yolu
tutulmuştur.[527]
Modern meseleleri ele alırken zuhur eden problemlerin
selefî yapıya sirayet etmeyeceği ve bu selefî yapının meseleleri halletmede
istinadgah edinilebileceği inancı, cazibeyi arttıran unsurların başında gelir.
İzmirli selefî metodun kullanımından öte modernleşmenin tesirlerinden uzak bir
alan olarak da selefilikten söz etmesi tam da meselenin bu tarafıyla
alakalıdır: “Felsefe-i cedide, ulûm-u asriye selefiyyenin usûl ve mesâiline
hâiz-i tesir olamaz. Selefiyye mezhebi gıda, mütekellimîn mezhebi deva
menzilesidir.”[528] Kendini bu çizginin bir
parçası gören İzmirli’nin Mâturîdîlik telakkisi aslında kendini ait gördüğü
yeri de vermektedir. Daha sonraları selefî olduğunu ızhar eden İzmirli,
Mâturîdîliği Selefiyye’ye yakın görür ve gösterir.[529] Mâturîdîliğin coğrafi
olarak bozulmanın olduğu düşünülen merkezlere uzak olması Mâturîdîlikten
Osmanlı muhitinin de kabullenebileceği bir selefilik çıkarma imkânı
bahşedebilir.[530] Bu sebeple tarif ettiği
Selefiyyeyi Eş’arîliğin karşısına yerleştiren İzmirli, Hüseyin Kazım tarzı bir
selefiliğe müsbet bakmayarak selefiliği -irade bahsi merkezli söylersek-
Hanefîliğin ilk dönemlerine irca etmektedir:
“Eş’arîyye’nin
Selefiyye’den farkı ise efâl-i bâri ile hikmet-i bâri ve irade hususundadır.
Eş’arîyye meşiyyet-i ilahiye ve kudret-i sübhâniyyenin taalluk ettiği ef’alin
Cenâb-ı hak ile kıyâmını, hikmet sıfatını inkar ediyor, irade hususunda
Selefiyye’den ayrılarak Cebriyye’ye yaklaşıyor. Buna mebni Eş’arî, İbn
Küllab’dan daha iyade Selefiyye’ye uzaktır. İbn Fûrek’ten itibaren mezheb-i
Eş’arîyye’de bâb-ı te’vil açılmakla Eş’arîyye gitikçe Selefiyye’den uzaklaşmış
oluyor.”[531]
Ayrıca Mâturîdîliği savunanların dönem içinde
vurguladıkları bir husus vardır. Mâturîdîliğin merkeze olan uzaklığı tarihi
süreçte bir dezavantaj iken yeni dönem için avantaj olarak görülmüştür.
Özellikle bitmez tükenmez kabul edilen ve dönem için Müslümanları aktif hale
getirmeye yarayacak hıza uygun bir yapı arz etmeyen ince tartışmalardan
kurtulma imkânını bahşetmektedir.[532] Mesela Türkçü-batıcı
çizginin metot olarak Selefi çizgiye yakın olmasının sebebi yukarıda saydığımız
maddeler neticesinde kendilerine alan açacak müsaade ve malzemeyi buradan
bulacaklarına olan inançlarında aranmalıdır. Mu’tezile ile irtibatlandırılacak
fikirlere mütemayil olan bu isimlerin metodik olarak Selefiliğe yönelmeleri
Selefiliğin bu imkânı bünyesinde barındırmasıyla alakalıdır.[533] Selefîlik
mevcut durumun suçlusunu bulma imkânı vereceği gibi yeni zihniyetin küllî
maksatlara uygunluğu iddiasını gündemde tutmaya da imkân tanımaktadır. Diğer
taraftan Selefîliğin ameli imandan sayan düsturu modern dönemde insanın
fiillerinden sorumlu olması manasına bir mesuliyet vurgusunda ve de özellikle
siyasî içerikli adalet tartışmalarında kendini göstermektedir.[534]
Batı modernleşmesinde görülenin benzer bir şekli olan bu
tavır modernleşme ile Selefî anlayış arasında görülen yakınlığı açıklama imkânı
verir. Tasavvuf, ilmi müesseseler, halk inançları zaviyesinden daha bariz
şekilde görülen bu benzerlik kaza ve kader meselesinde de kendini tebarüz
ettirmektedir. Meselenin dindarlıkla ne kadar alakalı olduğu sorusu ikinci
dereceden kıymeti haiz olan bir soru olarak kalması gerektiğini izah eden bir
örnek olarak Osmanlı modernleşmesinin diğer bir ucunda görülen Tevfik Fikret’in
Hüseyin Kazım’a Hak ve Hakikat adlı eserini kaleme alırken eserini
tamamen Kur’an ayetlerine dayandırarak yazmasını tavsiye etmesi yeterince
açıklayıcıdır.[535] Nitekim ilmî bir
hiyerarşi ve gelenekten uzak olarak İslâmi meselelere yaklaşan isimlerde selefî
metodun daha kolay benimsendiğini görmekteyiz. Özellikle Türkçülerin ve batıcıların
bu meselede tuttukları metodun arkasında önemli bir isim olarak Musa Cârullah’ı
görüyoruz. Türkçülerin biraz da köken itibariyle merkeze aldıkları Cârullah’a
ilginin yoğunluğu okuma biçiminin nerelerden beslendiğini göstermesi açısından
önemlidir. Mesela Mustafa Sabri Efendi’nin hem kendisine ve hem de Cârullah’ı
merkeze alan Haşim Nâhid’i tenkit etmesine sebep olan Türkiya için Necât ve
İ’tilâ Yolları adlı eserde geçen bir Cârullah Bigiyef iktibasında ilmî
geleneğin telakki şekli her türlü hiyerarşiyi ortadan kaldıran bir karaktere
haizdir:
“İslâmiyet hakkı için
söyleyiniz, akıl sağ iken, gönül pâk iken, öyle hezeyanları oylamak, söylemek,
yazmak mümkün(mü)dür? Oku(yu)nuz Molla Celal gibi kitaplarda en büyük
mağruriyetle beyan kılınmış ‘vucûh-ı hamse’ leri, okuyunuz sıfât, ef’alullah,
halku’l- ef’al gibi Eşâire kalemiyle yazılmış sözleri, Şiilik, Sünnîlik
ihtilaflarında söylenmiş edebsizlikleri, mukaddes diyanet namına söyleyiniz var
mıdır o şeylerin cunûndan, hamâkattan farkları?”[536]
Türkçü çevrelerin fikri olarak en kuvvetli dergisi olan islâm
Mecmuası’nda Rızaeddin bin Fahreddin tarafından hazırlanan uzun soluklu bir
İbn Teymiyye biyografisi Cârullah’la irtibatlı olarak düşünüldüğünde bu
çevrelerin dinî meselelere bakışındaki selefi tavrı resmetmektedir.[537] Bu
sebeple kaza ve kader konusunda yapılan tartışmaları gereksiz bulan ve doğrudan
Kur’an’dan hareketle meseleleri ele alma arzusuna sahip bir zihniyet mevcuttur.
Hüseyin Kazım Kadri, bütün klâsik müdevvenatı ortadan kaldıracak metodu şöyle
dile getirir:
“İslâmiyet’in
bu ilâhi ve Kuranî şeklinde Eş’arîlik, Mâturîdîlik, Rafz ve İ’tizal yoktur;
fakat kâbil-i red ve inkâr olmayan bir hak ve hakikat vardır.”[538]
İrade meselesi çerçevesinde bu ilişkilere baktığımız zaman
karşımıza farklı neticeler çıkmaktadır. Öncelikle irade meselesinde
oryantalistlerin iddiaları gölgesinde kaleme alınan ve Sırat-ı Müstakim
dergisinde Mehmed Akif tarafından tercüme edilen Abduh’a veya Afgani’ye
aidiyeti net olmayan ve Urvetü’l-Vuska"da neşredilen “Kaza ve
Kader” başlıklı bir makalenin gerek içtimâî gerek ahlâkî metinlerde kaleme
alınan irade meselesiyle büyük ölçüde aynileştiği görülür. Bu örnek bizi
içtimâî-ahlâkî düzlemde selefi tavrın makes bulduğu sonucuna götürür.[539] İlm-i
Kelâmın mevcut halini yetersiz bulan telakkinin batıcı aydınlar tarafından da
desteklenmesi selefi tavırla modernist düşüncenin buluştuğu düzlemi göstermesi
açısından mühimdir. Bu zümre üzerinde inkârı mümkün olmayan bir tesir icra eden
Musa Cârullah’ın klâsik müdevvenata bakışı bu zümreler tarafından benimsenmiştir.[540] Fakat
nazarlarımızı ilmi ve özellikle Kelâmî eserlere yönelttiğimiz zaman meselelerin
hallinde gösterilen selefi tavrın muhteva değiştirdiği ve isim düzeyinde bir
iki istisnayı hesaba katmazsak klâsik müdevvenatın kendi dairesi içinde ele
alındığına şahit oluruz. İlmi manada selefi tavrın Kelâmcılar nezdinde
Mâturîdîliğin ilk zamanlarına ve Ebu Hanife’ye dönüş manasına anlaşılabilecek
ve sonraki dönem tartışmalarından kurtulma isteğini ifade etmektedir. Klâsik
selefilikten farklı olarak bu eğilimin ne kadar müessir olduğu farklı alanların
ele alınmasından sonra ortaya çıkacaktır. İslâmcıların ve batıcı aydınların
selefi tavırları arasındaki fark Osmanlı modernleşmesindeki metodik
farklılıklardan ibarettir.
Osmanlı muhitinde kendini daha çok tasavvuf karşıtlığında
idrak eden Selefîliğin irade meselesine bakışındaki en bariz tavrı tasavvufî
fikir ve kurumların vücud verdiği teslimiyet ve bağlanma gibi tutumları
reddetmesinde yatmaktadır. Teklifi ortadan kaldıran vahdet-i vücud düşüncesi,
tevekkül anlayışı ve teslimiyet fikri gibi tasavvufî yapının tasvip ve teşvik
ettiği durumların rubûbiyet tevhîdi çerçevesinde şirkle ilişkilendirilebilmesi
hem İbn Teymiyye ilgisini izah eden hem de insan mesuliyetini merkeze alırken
aynı zamanda insanı ferdileştiren modern tavırla selefilik arasındaki irtibatı
vermektedir.[541] Tasavvufun
özellikle felsefî dönemine ait bölümünü ahlâkî kayıtları ortadan kaldırmakla
suçlayan modernist İslâmcıların bu bakış açısının Selefi/Vehhâbî çizgiyle
münasebeti ortadadır.[542] Tasavvuf
sebeplere başvurmayı tevhide aykırı görürken selefi çizgi sebeplere başvurmayı
hayatın ve iradenin tek kuralı haline getirmiştir. Fakat paradoks olarak
nitelenebilecek husus, tevhid merkezli bir okumayı esas alan ve tabir-i caizse
her şeyi tevhide feda eden selefî düşüncenin insan iradesini merkeze alan ve
insanı tabiat karşısında bir Tanrı tavrı takınmasına aracılık eden modenist
düşünceyle aynı paralele gelebilmesidir.
Tarihte selefî çizginin benimsediği ve modernist İslâm
düşünürlerinde de gördüğümüz kader-i mübrem kader-i muallâk tasnifinin
özellikle sebepler ve sebeplerin hangi hallerde gerçekleşecebileceği ile ilgili
yorumları göz önünde bulundurulduğu zaman aralarında bir benzerlikten söz
edilebilir. Bilindiği gibi kader-i mübrem bir şart ve sebebe bağlı olmaksızın
Allah’ın kâinat ve kişi ile ilgili tasarrufunu ifade etmek için kullanılır.
Kader-i muallâk ise Allah’ın belli şart ve sebebe bağladığı hususları ifade
için tercih edilen bir tabirdir.[543] Son devir Osmanlı ulema ve
mütefekkirlerinin yakın durduğu bu ayrım bir esas olarak metinlerde görülmezken
hayatı ve hayatın işleyişini kabulleniş biçimlerinde kader-i mübrem ve muallâk
ayrımının izleri net olarak görülebilir. Fakat burada sebeplere başvurma
fikrinin ne kadarı Avrupa’da meydana gelen gelişmelerin Sünnetullah
çerçevesinde izahının neticesidir, ne kadarı da hayatın işleyişinde kader-i
muallâkla ilgili tercih dilen tasarruflarla irtibatlıdır, bu net değildir.
Daha açık ifade edersek İbn Teymiyye-Vehhâbilik çizgisinin
benimsendiği alan daha çok içtimâî alandır. Teorik ve fikrî planda irade
meselesi etrafında bu kadar keskin dönüşlere rastlamak mümkün değildir. Nitekim
metinlerde rastlamadığımız kader-i mübrem-muallak ayrımının içtimâî sahada ve
devlet ve milletin mukadderatı hakkında sahip olunan fikirlerde tebarüz etmesi
bu durumla ile ilgilidir. Kader-i mübrem-muallak ayarımında gördüğümüz ve
aslında İbn Teymiyye çizgisinin tevhid vurgusundaki ısrarın gölgelediği esas
husus, dinin bütün hayata teşmil edilen bir yapı olmasının göz ardı edilmesidir.
Netice olarak söylersek; Selefiliğin bütün bu çerçeve içine
giren tenkid ve tazirlerinin şekilci ve ruha nüfuz edememiş olması Osmanlı
modernleşmesinin hususi cephesini verir. Bu dil üzerinden hareket eden çizginin
ilerleyen aşamada iki farklı çerçeveye sahip olduğu görülür. İlki batıcılar da
denilen ve dini batılı bir filozofun adesesinden teşrih masasına yatıran bu
zevatın dine bakışlarındaki selefi tutumun içtimâî ve siyasî icbarlarla müsavi
olarak aks değiştirdiği ve modern Türkiye’de vücut bulan din diline kolayca
intibak ettiği görülür. İkinci olarak İslâmcılar üzerinden ilerleyen bu hat,
özellikle Vehhâbiliğe benzer bir tavrı destekleyecek ne siyasî ne de içtimâî
dayanak bulamamış ve kontrollü bir yapı kuramamıştır.[544]
İkinci olarak irade meselesinde de olduğu gibi içtimâî
hayatın şekillenmesinde ve Osmanlı’nın Allah’la ve hayatla münasebetinde
tasavvufun haiz olduğu mevkii dolayısıyla bu kavramların geniş halk kitleleri
tarafından farklı bir çerçevede sahiplenilmesiyle alakalıdır. Modernleşmeyi bir
tür dinden uzaklaşma ve devleti kaybetme gibi anlayan geniş halk kitleleri
modernleşmeyle paralel fikirler serdeden selefi tavrı mahkum etmiş ve halk
nezdinde makes bulmasına imkân vermemiştir. Modernist fikirleri bu çerçevede
anlayan zümreler selefiliğin modernleşmeyle olan irtibatı münasebetiyle
karşısında yer almışlar ve karşı cephede olan kavramlara dini bir tavır alışla
da ihtilat etmiş bir beka korkusu zaviyesinden değerlendirmişlerdir.
Osmanlı muhitinde felsefî tasavvuf geleneğine mensup isimlerin
modernleşmeyle ilgili tavır alışları bu Selefîliğin irade meselesi etrafında
tasavvufa yönelttiği ahlâkî itirazlara kısmen ittiba ederek fakat
Selefî/Vehhâbî çizgiye çok farklı bir istikamette modernleşmeye cevaplar
vermişlerdir. Vahdet-i vücud ve teslimiyet fikrini selefî itirazlar karşısında
vahdet-i vücud fikrini panteizmden ayırarak savunan bu zümrelerin kurumsal bir
tenkide girişmedikleri ve dil olarak bu selefi taraftan ayrıştıkları görülür.
Bu çevrelerin irade meselesiyle bağlantılı olarak söylersek özelikle referans
düzeyinde geçmişe daha bağlı oldukları görülür. Buradan hareketle şunu söylemek
konusunda mütereddit davranmama hakkımız vardır: Özellikle tasavvufî katmaları
dikkate almadan matbuatın ve basının yaygınlığıyla da paralel olarak tasavvufî
çevrelerin içtimâî-siyasî yelpazeye yakın bir dil tutturmalarını yeknesak bir
selefî tavır olarak görmek mümkün değildir.
Sonuç olarak son devir Osmanlı düşüncesinde mezhepler
etrafında cereyan eden tartışmalara baktığımız zaman tartışmaların cereyan şekli
ve yönüyle ilgili birçok şey söylenebilirse de burada dikkatten kaçırılmaması
gereken husus; bu tartışmayı yapanların cevabı kendi içlerinde arıyor
olmalarıdır. Bunun geniş halk katmanlarında makes bulacak bir karşılık için
yapıldığı da söylenebilir; ama kendi ilmi ve zihni dünyasında böyle bir
potansiyel bulmak ve öne çıkarmak dikkate değerdir. Tabi içtimaî- ahlâkî
eserlerde ve yukarıda bahsettiğimiz çerçevede çözüm arayışlarının ürünü olan
kitap ve gazete ve dergi yazılarında meselenin kelâmî yönünün zayıfladığı ve
mezheplerin ve bir mezhep içinde hangi tarafa denk düşüldüğünün kaygısının
ötesinde daha pratik hedeflere yönelindiği görülmektedir. Bu tip eserlerde
gözetilen husus Ehl-i Sünnet’e ait olma ve Cebriyye ile aynı çizgide
görülmemektir.
Mezhepler arasında tekfir ve fırka-i nâciye tartışmalarının
irtifa kaybetmiş olduğu görülür. Kendine güven duygusunun zayıflaması bu iki
müesseseyi zayıflatmıştır. Doğrunun başka kaynakta olabileceği ihtimalini kabul
eden bir anlayış bu tartışmaları geri plana iterek kendinde olanın bütünü
savunma duygusuyla hareket edecektir. İkinci olarak meselenin muhatap ve
muarızlarının değişmiş olmasıdır. Bu sebeple birkaç istisna dışında mezhepler
arasında bir uyum arandığı ve arlarındaki meselelerin abartılmaması gerektiği
esas alınmıştır. Özellikle İttihad-ı İslam çağrılarının yapıldığı bir zamanda
tefrik değil ittihad esas olacaktır.
Mu’tezile’yi bir imkân olarak görenler hem oryantalistlerin
beğenisini kazanmış hem de Avrupa’daki hürriyet, akıl gibi kavramlarla irtibatı
kurulmuş bir dayanak arayışı olarak Mu’tezile’ye yönelmişlerdir. Sünnî çizginin
iki ana damarı olan Eş’arîlik, Mâturîdîlik arasında zaten derinden derine devam
eden tartışmanın gün yüzüne çıkması, hem de Mu’tezile gibi Sünnîliğin taban
tabana zıt olduğu bir çizginin bir imkân olarak yoklanması ve modern İslam
düşüncesinin genel karakterine dönüşecek Selefiliğin isim veya fikir üzerinden
bir metoda dönüştürülmesi, hem süreci gösterecek hem de bir çok vechesi olan
modernleşme hadisesidir.
Osmanlı muhitindeki arayışlar göz önünde bulundurdulduğu
zaman ve genelgeçer ahlâkî ve içtimaî kaygıların tayin ettiği bakış açısının
biraz daha derinine inildiğinde özellikle batıcı aydınlar ve Türkçüler arasında
Mu’tezilî tavrın bir usul olarak benimsendiği görülür. Diğer taraftan ulema ve
İslamcılar olarak zikredilebilecek isimler arasında selefi bir tavrın irade
meselesi etrafında tebarüz ettiği görülür. Fakat burada ilk etapta selefi
tavrın İbn Teymiyye-Vehhâbilik çizgisinden ibaret olduğunu söylemek zordur.
Zira kendini sahabe, tabiin ve ilk devrin büyük âlimlerine yaslayan bir dilin
mevcudiyeti klâsik müdevvenatta da kendini gösterir. Burada Ebu Hanife ve
Mâturîdîliğin selefe yakınlığının bir vurgu olarak tebarüz ettiği göz önüne
alınmalıdır. Özellikle Selefi çizginin irade meselesini merkeze alan ilmî bir
tavrın içine girmemiş olması meseleyi istediği şekilde yorumlama imkânı
verirken diğer taraftan tasavvuf karşıtlığını bina ettiği içtimaî kavramlar
etrafında bu meselede mehaz kabul edilmesine sebebiyet vermiştir.
Nitekim modernist İslam düşünürlerinin bir taraftan ısrarla
tevhid adı altında değişmeyen bir hakikate vurgu yapıp hayatın diğer alanlarını
boş bırakmaları modernleşmenin bu alanlarda kolaylıkla ve filtresiz
yerleşmesine sebep olacaktır.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
SON DÖNEM
OSMANLI DÜŞÜNCESİNDE İRADE HÜRRİYETİ
TARTIŞMALARI
Genel olarak Allah-insan ilişkisinin mahiyetine dair dinin,
hukukun, ahlâkın hatta kısaca hayatın istinatgâhının tespiti manasına
okunabilecek bu kavram insanlık tarihi içerisinde kendine has macerasının
yanında İslâm tarihinde sahip olduğu veya yüklendiği mana itibariyle içtimâî ve
siyasî hayatın kuvvetle tesir ettiği bir kavram olmuştur.[545]
Peygamberimize sağlığında yöneltilen soruların kader
meselesinin ve Allah ile insan arasındaki ilişkisinin mahiyetine yönelik
olduğunu biliyoruz. Bu ilişkiye dair sorulan sorulara karşı peygamberimizin
tavrı meselenin sır olduğu hakikatini teyid edici mahiyettedir. Bu sır
vurgusuna rağmen insanın mesuliyeti ve kendi tasarrufu konusunda hadislerin ve
sahabelerin açık tavırlarından söz edilebilir.[546] Peygamberimizin vefatı
sonrası cereyan eden siyasî hadiselerde kader meselesi daha farklı bir
zaviyeden ele alınarak yaşanan olayların akîdevi, ahlâkî neticeleri
araştırılmış ve ideal olanla reel olan arasında vuku bulan kavrama
güçlüklerinin etrafında şekillenmiştir.[547] Allah’ın muradının ne
tarafta olduğu ile ilgili istifhamların siyasî literatürde kullanımı İslâm
tarihi için bir miras olarak kalacaktır. Emeviler’in iktidarı elde ediş ve
muhafaza biçimleriyle alakalı olarak geniş kitleler nezdinde vuku bulan
istifhamlar irade meselesinin bu çerçevede kullanıldığını gösterir.[548] Siyasî
tavırlarla birlikte okunması gereken bu tavır alışların ve bu tavırların siyasî
tezahürleri olan itaat ve isyan telakkilerinin meselenin şekillenmesindeki
ehemiyeti inkar edilemez. Nitekim daha Cemel ve Sıffın savaşlarının etrafında
doğan istifhamların ve izahların siyasî pozisyonla irtibatı önemlidir. Aynı
şekilde Kaderiyye’nin, Mürcie’nin ve Cebriyye’nin siyasî tavırları fikriyatının
benimsenmesinde etkili olmuştur.[549] Bu tavır alışları fikri
tartışmalarla irtibatını kurarken oryantalist bir bakışla bütün fikrî ve hissî
tavırları siyasî okuma yanlışlığına düşmeden söylersek doğru bir mikyas ortaya
koymuş oluruz. Zira ilk savaşlar neticesinde akla gelen istifhamların ne
kadarının siyasî ne kadarının uhrevî kaygılar olduğunu izaha gerek yoktur.
Emeviler’in kader meselesinde yaptıkları izaha karşılık Hasan Basri’nin
“Allah’ın düşmanları yalan söylüyorlar” tepkisi ise meselenin siyasî
karakterine işaret eder. Aynı şekilde modern dönemde kader meselesinin
yelpazesinin din ve devletin geleceği ile itaat kültürünün mahiyeti arasında
gidip gelirken aynı siyasî ve hissi tesire maruz kaldığını dikkatten kaçırmamak
gerekir.
Oryantalistlerin iddialarına göre kader meselesinin İslâm
düşüncesindeki varlığı Hıristiyan kaynaklı ve Yunan düşüncesiden yapılan
tercümelerle alakalıdır.[550] Yine oryantalistlerin
eski cahiliye inançları üzerine yaptıkları çalışmalarla destekledikleri bu menşe
arayışı oryantalist niyetlerle malüldür.[551] Fakat Yunan düşüncesinin
tercümesi üzerine doğan fikri ortamda irade meselesi ve mütemmimi olan diğer
hususlar tartışılmaya başlanmıştır.[552]
Özellikle Allah’ın sıfatları ile irtibatlı yapılan
tartışmalara Mu’tezile’nin dahil olması farklı bir mihverin doğuşuna öncelik
eder. Ehl-i Sünnetin doğuş tarihine dair tereddütlere aldırmadan söylersek
irade ve kader meseleleri bu felsefi faaliyetlerin dışında da devam ediyordu. Fıkh-ı
Ekbef de, İmam Buharî’nin bizzat kader meselesiyle alakalı kaleme aldığı
eserde Allah-müslüman ilişkisinin mahiyetine dair ilginin tezahürü mevcuttur.
Eski Yunan düşüncesi ve yeni fethedilen coğrafyalardaki düşünce ve dinlerle
karşı karşıya gelen İslâm’ın büyük siyasî çalkantılarla da irtibatlı olarak
geliştirdiği tavır ortaya belli bir irade anlayışı çıkardı. Ehl-i Sünnet çatısı
altında bu tavır, geniş bir zaman ve coğrafyada Eş’arîlik ve Mâturîdîlik olarak
cebir ve tefviz arasında bir dengeye kavuştu.[553] Kelâmî ve itikadî düzeyde
yükselen bu fikrî zeminin yanı başında tasavvuf kültürünün vücut verdiği ayrı
bir kaza ve kader telakkisi vücut bulmuş ve birbiriyle yan yana devam eden bu
telakki siyasetten cemiyete bu coğrafyadaki insan şahsiyetini yapan bir unsura
dönüşmüştür. İrade meselesinin bu şekilde tahlili neticesinde toplum için dikey
ve yatay şekliyle bütün hayata teşmil edilmiş bir yapı ortaya çıkarılarak
Allah’ın varlık âleminde bu şekilde müessir kılınmasıyla birlikte bütün bütün
siyasete, ticarete, hukuka ve sosyal hayata tesir eden bir inanç ortaya
çıkacaktır.
Eş’arî anlayışın Klâsik İslâm siyaset üslubuna uygun olduğu
ve bu mütekabiliyetin kader telakkisi üzerinden daha manidar göründüğü
söylenebilir. Gazzâlî’nin Eş’arî olmadığı ama Eş’arî göründüğü şeklinde M. M.
Şerif tarafından dillendirilen bir iddiayı göz önünde bulundurursak geniş
kitlelerin iradî olarak kaderci bir telakkiye yakın durmaları istikrar ve
sekinet açısından daha tercihe şayan bir husustur. Nitekim Gazzâlî tecrübesinin
gösterdiği zaviyeden bakarsak Selçuklu ve Osmanlı gibi iki mühim tecrübenin
vücut bulmasından söz edilebilir. Burada özellikle Selçuklu ve Osmanlı şahsında
tebellür ettiği şekliyle Türklerin gaza ve cihad anlayışlarının, devlet ve
itaat telakkilerinin bu tarz bir kader anlayışıyla örtüştüğü meselesi tebarüz
eder.
Modernleşme ile beraber batıda meydana gelen her türlü
değişikliğin tesir ettiği Tanrı anlayışının yeni durumda aldığı mana ve bu mana
etrafında vuku bulan tartışmalar İslâm Dünyasında akis bulacak ve gerek
oryantalist tarizlerin etkisiyle gerek batılı bir eğitimle yetişen kesimlerin
din etrafında duydukları şüpheler ve bunların neticesinde vuku bulan
cereyanlarla halli zor bir safhaya girecektir. Modernleşmeyle beraber yeni
insan tipi çerçevesinde arayışlara konu olacak olan irade hürriyeti meselesi
bir taraftan yeni İlm-i Kelâm arayışlarının esaslı mevzularından biri olurken
diğer taraftan yeni insan tipinin din merkezli bir arayışa konu olması gibi
ehemmiyetli bir çaba olarak müracaat edilecektir.
1.
Allah’ın İlmi, İradesi ve
Takdiri
Batı düşüncesi içerisinde yüzyılları bulan siyasî ve fikrî
mücadelelere konu olmuş Tanrı-insan münasebetinin Osmanlı dünyasına intikaliyle
beraber isbât-ı vâcib meselesi ciddi bir ilgiye mazhar olmuştur. Pozitivist ve
materyalist felsefelerin tesirine açık eğitimli sınıfın zuhuruyla birlikte bu
fikriyatın yerli temsilcilerinin tercüme ve telif olarak ortaya koydukları
malzeme meselenin isbât-ı vâcib tarafına kaymasına sebep olmuştur. Musa Kazım
Efendi’nin de dikkat çektiği bu değişim klâsik terminoloji ile meselelerin ele
alınmasını veya bu tarizlere karşı Allah inancının savunulmasını imkânsız hale
getirmiş ve yeni İlm-i Kelâm arayışlarının ehemmiyetli bir rüknü olmuştur.
Varlığı, sıfatları ve evrenle münasebeti hakkında Batı’da çetin tartışmalar
yapılan Tanrı inancının tabiata, hayata müdahil karekteri ciddi şekilde
yıpranmıştır. Evrenin ve insanın fizyolojik, biyolojik hayatına dair
bilinmeyenlerin geçmişe kıyasla büyük ölçüde çözülmeye başlanması ve Aydınlanma
tecrübesiyle beraber insanın kendi gücünü idrak etmesi, dini ve dolayısıyla
Tanrı’yı belli bir alanda tasarruf sahibi bir varlığa dönüştürmüştür. Bütün bu
olup bitenler Allah’ın ilminin ve iradesinin insanın fiilleriyle münasebetini
yeni dönemin netameli konularından biri haline getirmiştir.
Klâsik muhtevada her şeyi yaratan, bilen, takdir eden güç
ve kudret sahibi, her şeyi kontrol eden ve her şeye müdahil bir Tanrı inancı
vardır.[554] Modern dönemde bu bu
inancın zayıfladığı vâkidir. Batıda olup bitenlerin yanı sıra böyle bir Tanrı
anlayışının olup bitenlerden sorumlu olma ihtimali meselenin Müslümanlara bakan
cephesine denk gelmektedir. Bu sebeple Müslümanların başına gelenler ve olup
bitenlerle ilgili Allah hakkında müslüman zihninde oluşabilecek istifhamların
izalesi gerekmektedir. Zira yukarıda zikrettiğimiz vasıflarla tavsif edilen bir
Allah inancına sahip zihinler tarafından Allah, hayatın işleyişine müdahalesi
beklenen ve istenen bir inançla telakki ediliyordu. Bu beklentiler ulema ve
İslâmcıları insanı hayatın işleyişinde mesul kılmak için hayatın işleyişini Batıda
olduğu gibi Tanrı’nın müdahalesinden
ayıracak bir çabaya yönlendirecektir. Bu da Eş’arîliğin
savunduğu ve her an âleme müdahale eden ve dilediğini yapan bir tanrı
anlayışını savunmayı imkânsızlaştırmaktadır. Terakkinin, tekâmülün ve hayatın işleyişinin
Sünnetullah çerçevesinde belli bir kurala bağlanması, Allah’ın tesir ve
tercihini de belli kurallara indirgenmeye sebep olacak ve her an hayata müdahil
bir ilah anlayışı yerine Mâturîdîlik çerçevesinde hikmetle, Mu’tezilîlik
çerçevesinde adaletle irtibatlı bir Allah inancı tasavvuru ön plana
çıkartılacaktır.
İrade meselesi, Allah’ın ilim, irade ve kudret sıfatlarının
zaruri bir neticesidir. Mu’tezile de dâhil bütün İslâm mezhepleri arasında
ittifakla sabit olan bu meselede ihtilaf kaza ve kaderin ne suretle telakki
edileceği hususunda düğümlenir.[555] Allah’ın ilminin
mahiyetine dair yapılacak izahların doğrudan tevhidle alakalı olması irade
meselesinin mahiyetini etkilemiştir. Allah’ın ilminin insan fiilleriyle olan
ilişkisine dair söylenecek şeyler insanın mesuliyeti ile Allah’ın gücü ve
takdiri arasındaki ilişkinin tayininde müessir olacağından denge Allah’ın
adaleti ve yaratıcılığı üzerinden kurulmaktadır.[556] Zira modernleşme dönemi
aynı zamanda din dilinin de tahrifata uğradığı bir zaman diliminin adıdır.
İnsanın, hayatın merkezine yerleşmesi beraberinde kullanılan dili ve meseleleri
ele alış şeklini sekülerleştirmeye başlamış ve Allah hakkında kullanılan
dildeki tazim vurgusunu da zayıflatmaya başlamıştır.[557]
Bilindiği gibi
problem Allah’ın bilgisinin icbar manasına olup olmadığı meselesi etrafında
döner. Herkes tarafından paylaşılan “ilmin maluma tâbi olması”[558] bir düstur olarak dönemde kabul
edilmekle beraber bu ilişkinin mahiyeti meselenin etrafında döndüğü zaviyeyi
gösterir. Zira klâsik muhtevada savunulduğu biçimiyle Allah’ın her şeyi bildiği
ve ilk olarak da kalemi yaratıp kıyamete kadar olup bitecekleri yazdığı[559] inancının
modern dönemde insan hürriyeti açısından kabulünün mahzurlu olduğu ve insanın
mesuliyetini problemli hale getirdiği düşünülmektedir. Fakat burada aslolan
mesuliyet, Müminlerin uhrevî hayatları için elzem olan bir mesuliyet değildir.
Ehl-i Sünnet açısından meselenin hassas oluşu, Allah’a
nispet edilebilecek bilmeme halinin Allah’ın ilahlığı için nakisa manasına
gelecek olmasındandır. Diğer taraftan Mu’tezile’nin savunduğu şekliyle böyle
bir bilginin kulu icbar altında bırakacağı ve bunun da Allah’ın adaletiyle
bağdaşmadığı fikri meseleyi halli imkânsız hale getirmektedir. Allah’ın ilminin
maluma tâbi olması fikrini Allah’ın bilgisinin cebre yol açmayacağı şeklindeki
Sünnî telakki üzerinden cevaplama alışkanlığı dönemde yaygın olarak devam
ederken asıl problem alanı Allah’ın önceden fiil ve neticelerini takdir etmiş
olması etrafında dönmektedir.[560] Hemen her metinde asıl
üzerinde durulan şey, Allah’ın ilminin ve takdirinin kula kaderle ihticac edip
dünya hayatını ve vazifelerini terk etme imkân ve müsaadesi vermediği
yönündedir.[561] Giderek içtimâî- ahlâkî
bir problem haline gelen bu meselese kaderle ilgili gerek tenkitlerin gerek savunmanın
ana mihverini teşkil eder.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in meseleyi çözüme kavuşturma
biçimi olan bu tavır karşısında imanlı kimseler görmeye mâtuftur.[562] Allah’ın
iradesinin keyfi değil hikmete müstenid olduğu şeklinde Mâturîdî hikmet fikrine
vurgu olarak değerlendirilebilecek bir dilin ciddi şekilde revaç bulmasına
rağmen[563] Allah’ın
takdirin tesirinin olup olmadığı ve bu tesirin mahiyetinin ne olduğu gündeme
gelir. Modernist fikre merbut ve Mutezilî okuma şeklini usul ittihaz edinenler
tesir fikrini reddederken diğerleri ise bu tesiri kısmî veya nötr olarak
görürler.[564] Allah’ın ilminin kulun
fiili işlemesinde müessir olmadığı Sünnî literatürde haiz olduğu şekilde
savunulmaya genel olarak devam edilir.[565] Ehl-i Sünnet’in
Mu’tezile’ye karşı serdettiği bu delilin yanında Allah’ın geleceği mümkünler
olarak bildiği şeklinde İkbal tarafından ciddi şekilde kullanılan süreç
felsefesinin ana tezini hatırlatır biçimde Seyyid Bey’de gördüğümüz farklı
telakkiler de mevcuttur. Bütün bu izah çabalarına rağmen Allah’ın ilminin
tesiri olmadığı ve kulların kesbleri neticesinde fiilin sevap veya günah, iyi
veya kötü vasfı kazandığı izahı aydınların müşteki olduğu şekliyle devrin
hadiselerini Allah’ın takdiri olarak telakki eden geniş halk katmanlarının
tavrıyla örtüşmeyecektir.[566]
Ulemanın genel olarak benimsediği telakkiye göre Allah
bütün fiillerin yaratıcısıdır ama kullar sevap ve günah cinsinden insana
aittir. Özellikle yaratma konusunda kullara dair herhangi bir istisna ve ima
mümkün değildir.[567] İnsanın bilgisi
zaviyesinden meseleyi ele alırken dönemde daha çok batıcı aydınlar tarafından
dile getirilen bu problem ulemayı konuyu açıklamaya zorlayacaktır. Mustafa
Sabri Efendi’nin de başvurduğu şekliyle Allah’ın kulun iradesi canibinde
davrandığı meselesi bu tür itirazlara karşı cevap olarak kullanılan bir
açıklama biçimi olarak benimsenmiştir:
“Allah'ın
takdiri mutlak surette yerini bulacağı gibi takdirinin istinad ettiği ilmi de
yanlış çıkmaz. Ve binâenaleyh o fiilin vukuu zaruret haline girer. O halde kul,
mecbur ve muztar bir halde mi bulunmuş olur? Hayır, Allah'ın o ezelî ilminde ve
takdirinde adı geçen fiilin faili de ve failin o fiili kendi ihtiyarı ile
yapacağı da dâhildir. Binâenaleyh, o fiil mutlaka vaki olacak hem de mutlaka
kulun kendi ihtiyarı ile meydana gelecektir. Demek ki, ezeldeki ilim ve takdir,
yani kaza ve kader vakıanın vukuunu teyid ve tesbit ettiği gibi kulun o vakıaya
sarf edilen ihtiyar ve iradesini de teyid ve tesbit eder, onu kaldırmaz ve yok
etmez. Ve belki, kulun ihtiyarı ezeldeki kaza ve kaderin sebebi ve taallûk
mercii halinde bulunur. Yani Cenab-ı Hak o işin vaki olacağını bildiği ve
öylece takdir ettiği için kul onun icrası tarafına ihtiyarını sarf edecek
değil, belki kulun ihtiyar ve iradesini o işin icrası tarafına sarf edeceği
Allah katında malûm olduğu için vukuuna ilim ve takdiri ilâhi taallûk
etmiştir.”[568]
Seyyid Bey, kulun iradesine tâbi bir ilahi iradeyi ezelî
ilim üzerinden açıklamaktadır. Allah’ın ilminin kudret gibi tesiri hâiz
olmadığı ve sadece kulun kendi azmiyle seçtiği fiilde halk sıfatının devreye
girdiği açıklaması yapılır.[569] Burada Allah’ın
dilemesinin mahiyeti ne olacaktır? Meseleye Allah canibinden yaklaştığımızda
ilâhî irade kulun cüz’i iradesine tâbi olmaktadır. Mâturîdî telakkiye uygun ve
fakat yaratma ve bilme yönleri hariç tutulursa Mu’tezilî bir okumaya da
sebebiyet verecek bu hal ulema nezdinde farklılıklar arz etmektedir. Mustafa
Sabri Efendi, Allah’ın kulun iradesinin ne yönde cereyan edeceğini bilmesi
üzerinden Allah’ın takdirinin kul için problem teşkil etmediğini izah ederken[570] Arapkirli
Hüseyin Avni, âdetullah gereği şart-ı âdî kabul ettiği kulun iradesine tâbi bir
ilahî irade anlayışıyla çözüme ulaşmaktadır.[571] İzmirli, meseleyi
Hıristiyanlara karşı izah ederken ilimle takdir arasındaki ilişkiyi Allah’ın
ilminin icbarla irtibatı olmaması üzerinden kurmaktadır. Meseleyi insanların
hayata yön vermelerinde vasıtalara başvurup vurmamalarıyla irtibatlandırarak
muhataplarının zihnindeki sorulara cevap bulmanın peşindedir.[572]
Klâsik dönemde de başvurulan bu yöntemin açıklayıcı tarafı
olsa da bu yöntem, itirazlara mukabil problemi çözmekten uzaktır. Zira burada
tevhid açısından Allah’ın kulun iradesine tabi olması gibi Allah’ın meşiet ve
iradesiyle bağdaşmayan bir vaziyet ortaya çıkmaktadır. Takdir ve iradeyi
Allah’a bağlayan ve Allah’ın yaratıcılık vasfına halel getirmek istemeyen,
fakat aynı zamanda kulun kendi fiilini tayin ettiği ile ilgili fikri güçlü
şekilde vurgulamak isteyenler bu durumda fiillerle ilgili küllî kaideler olan
Sünnetullah ve Âdetullahı Allah’ın küllî bilgi ve takdîri olarak görme yolunu
tuttular.[573] Fakat bu alana intikal
edilmesiyle meselenin halli daha zor bir hale dönüşmekten kurtulmaz. Zira
Sünnetullah üzerinden tabiatta ve devamında beşer hayatında kabul edilen
mekanik anlayış Allah’ın meşieti ve kudreti açısından nakisa ifade eder duruma
gelmişti. Kasik muhtevada insanın iradesiyle Allah’ın iradesi arasında kurulan
ilişkiyi ifade ederken kullanılan dil, ta’zîmden uzaklaşacaktır.[574] Sünnetullah’ın
içtimâî ve hatta siyasî hayatta şümul ve katiyetinin sadece harikulade olarak
tesmiye olunan mucizenin ihlal edebileceği bir kesinliğe hapsedilmesi[575] her
daim Allah’la kulun kuracağı münasebeti ortadan kaldırdığı gibi hayatın
işleyişindeki mekanik yapı Allah’ın müdahalesini zımnen imkânsız kılıyordu.
Takdir iradeye, irade ilme, ilim de maluma tâbi olduğundan Allah’ın iradesi
dolaylı olarak kulun iradesine tâbi olacak şekilde bir devir tasavvur edenler[576] bir
harikuladelik olmadığı zamanlarda Allah’ın iradesinin tamamen kulun iradesine
tabi olmasını adetullah gereği kabul etmeleri bu ilişkiyi mekanik hale
dönüştürmektedir. Mu’tezilî irade anlayışından Allah’a zorunluluk atfetmeme
noktasından ayrılan bu anlayış, insana hayatın işleyişindeki kurallara sıkı
sıkıya uymakla ancak gidişatı değiştirme imkânı vermek gibi bir usul önerirken
diğer taraftan Allah’ın müdahalesini imkânsız kılmaktadır.
Allah’ın ilmi kudreti gibi değildir. Bilginin icbar
gerektirmemesi ilahî teklif ve emirlerin sıhhati için elzemdir. Bu, meselenin
savunulduğu en temel dayanak noktasını oluşturur. Çünkü ilim sıfatı fiiller
üzerinde müessir değildir.[577] Kulun iradesine yer
vermek isteyen fakat bunu bir ilâhi tenzih çerçevesinde yapanlar şart-ı âdî
açıklamasıyla mesuliyeti temellendirme eğiliminde olup aradaki ilişkiyi bir
mukarenet ilişkisi olarak anlatmak istemişlerdir.[578] Devrin şartları
mucibince birçok kez büyük sıkıntılarla karşı karşıya gelen geniş halk
katmanları için geleneksel telakkide olduğu şekliyle her şeye hâkim ve müdahil
bir Allah anlayışı, meseleleri çözmede ve zorluklara tahammül etmede ehemmiyetli
bir rükün olmaktaydı. Fakat selefî akide anlayışıyla meşbû modern İslâm
düşüncesinin tevhid üzerinde yaptığı vurgu diğer taraftan bu yapıyı
zayıflatacak bir hale bürünmüştür. Geleneksel anlayış içerisinde de tartışılan
ve selefî anlayışın tevhid anlayışı çerçevesinde tenkit ve tekfirine konu olan
Allah dışında bir varlıktan yardım isteme yani istiane gibi tasavvufî yapının
üzerine kurulu olduğu yapıya yönelik tenkitler geniş halk kitlelerinin Allah’la
olan münasbetlerini zayıflatacak bir neticeye yol açmıştır.[579]
Allah’ın yaratıcılığı ise hiçbir zaman problem
edilmemiştir. Mu’tezile’nin yaptığı gibi kula fiilinin yaratıcılığı vasfı
verilmemiş ve hilkate ortaklık manasına gelebilecek bir yaratmaya ulemadan ve
İslâmcılardan kimse yanaşmamıştır.[580] Ama Allah’ın şerri
yaratıp yaratmamasının gelip dayandığı yer, adalet, mesuliyet ve uhrevî
mücazattır. Bütün bunlardan öte Allah şerri yaratırsa Müslümanların başına
gelen şerri de yaratmış olacaktır. Ulemanın ve İslâmcıların dillendirmeye
yanaşmadıkları bu problem batıcı aydınlar nezdinde makes bulmuştur:
“Allah,
şerri arzu etmez, arzu etmediği şeyin hâlıkı olmaz. Binâenaleyh her şer bizim
amelimiz veya netice-i amelimizdir. Alna yazı olsa olsa amelimiz icra
olunduktan sonra yazılabilir.”[581]
Yaratma ve bilmenin mahiyetine dair Mutezilî telakkiyi
paylaşmayan ulema meselenin daha çok insan iradesinin belirleyiciliği yönünden
Mu’tezili bir tavır içine girmişlerdir. Bunu yapabilecek imkân da Mâturîdîlikte
mevcuttur. Allah’ın kulun hangi fiili seçeceği ile ilgili bilgisine dair
Mu’tezilî yaklaşımı benimsemeyen ulemanın Allah’ın ilminin her şeye şâmil
olduğu ile ilgili kanaatine ortak olmayan batıcı aydınların meseleleri bu
zaviyeden ele aldıklarını gösterir bir karine yoktur. Onlar muhatap oldukları
meselelerin halli için bu konuları ele aldıklarından söylediklerinin o
çerçeveye yerleştirilip yerleştirilmemesine dikkat etmemişlerdir.
Seyyid Bey’in fiillerin tercihinde insan iradesine verdiği
rol, kulun hangi fiili işleyeceğiyle ilgili Mu’tezilî tavrı andırmaktadır.
Seyyid Bey, Allah’ın fiiller hakkında belli kurallar koyduğunu ve Allah’ın
bilgisinin bu kuralların yani Sünnetullahın nasıl işlediği hakkında olduğunu
ifade ederek Allah’ın kulun irade-i cüz’iyyesinin o fiile taallukuyla ilgili
bilgisi hakkındaki kanaati muallâkta bırakmaktadır.[582] Fakat açıkça kulun
fiilin işlemesini Mu’tezilî manada bir yaratma ile münasebet kurmamakta ve nihai
olarak bütün fiilleri Allah’ın yarattığını ifade etmektedir.[583]
Hâlık sıfatına yapılan vurgu daha genel olarak Ehl-i
Sünnet’ten olduğunu ibraz manasınadır.[584] Fiiller bahsinin hayır
ve şerrin yaratılmasının Allah’a ait kılınması Mu’tezile’den ayrımın esasını
teşkil etmekteydi. Bu sebeple dönemde meseleyi ele alan ve insan iradesine
Mutezilî bir karakter veren isimler bile fiillerin yaratılması bahsinde
Allah’ın yaratıcılığına vurgu yapmaktadırlar.[585] Özellikle dönemde
yazılan risalelerde bu husus mutlaka vurgulanmaktadır.[586] Sıfatların
Allah merkezli okunmasının manaca ifadesinde kullanılan dilde bazı
değişikliklerden söz edilmelidir. Burada kullanılan dilin muhtevası önemlidir.
Zira önceliğin nereye kaydığını görebiliriz.[587]
Yaratma ile irtibatı itibariyle Allah’ın şerri yaratıp
yaratmaması meselesi gündeme gelmektedir. Özellikle Mu’tezile’nin itirazlarına
gerek Kelâmî eserler çerçevesinde gerek ders kitapları çerçevesinde dahil olan
ulema diğer taraftan batıcı aydınların olup biten kötülükleri Allah’la irtibatlandırma
biçimlerine dair yaptıkları tenkitler üzerinden bu meselenin cevaplandırılması
yolunu tutmuşlardır. Allahın şerri yaratmadığı ile ilgili düşüncelerini
doğrudan açığa çıkartacak beyandan kaçındıkları görülen[588] ulemanın
bu iddiaların önünü alabilmek ve yanlış düşünceleri izale etmek için şerri bir
kaç manaya ayırma yolunu tutmuşlardır.[589] İlki metafizik manada
varlıklarla ilgili noksanlıklardan tevellüt eder. Buna muhtaçlık-Hâlıklık fikri
üzerinden itiraz edilmiştir. Kainattaki nizamın mütemmim bir cüzü olarak şerrin
mevcudiyetine ihtiyaç duyulmaktadır ve bu durum bir noksanlık değil bilakis
varlığın şartı kabilindendir.
İkinci şer bu kâinatın düzenine uymamaktan kaynaklanır.
Bunun müsebbibi de Cenab-ı Hak değil, insanın irade-i cüz’iyyesi, kendi
işlediği fiillerdir.[590] Varlığı nizama uymamakla
açıklanabilen bu şer, insanın kendi eliyle kesbettiği şeyler yüzünden
olmaktadır. Üçüncü şer “şerr-i cismanî”dir. İnsanın iradesiyle meydana gelen bu
şerrin olmamasını insan ve hayat için aslah kabul edersek, insanın yapıp
edeceği iyilikleri ve faziletleri de yok saymamız gerekir. Aslında imtihan
olabilmek için hayır ve şer gereklidir ve Allah’ın kulların şerri işlemesine
müsaade etmesi iddia edilenin aksine irade-i cüz’iyyeyenin ortadan
kaldırılmamasına yönelik insanlara verilmiş bir hayırdır.[591] Allah’ın
fiillerle ilişkisi fiilin herhangi bir tesirden uzak halde bulunmasıyla izah
edilmektedir. Allah’ın hilkatinde fiil için hüsun veya kubuhluk vasfı yoktur.
Şer kula göre mevcuttur; Allah’a göre şerrin mevcudiyeti yoktur.[592]
İzmirli’nin de paylaştığı bu kanaat hem tarihi olarak
Mu’tezile’ye cevap olmakta hem de mevcut durumu izah etmektedir: “Şerrin hepsi
ademe, adem hayra râcidir; ona musîl olan esbâb ve cihetten şerdir, vücud-ı
mahz cihetinden onda şer yoktur.”[593] Bu tarz bir açıklama
şerrin Allah için olmadığını ifadeye mâtuftur.[594] Mülk sahibi Allah’ın
nehyi ile şer vasfını kazanmış bir fiil kul için bu ilahi emirlerin neticesinde
şer olmuştur. Yoksa mülkünde tasarruf sahibi olan Allah için fiili halkederken
bir mani ve nâhi yoktur.[595] Fakat Eş’arîlerin şerrin
Allah’ın makduru olmadığı yönündeki kabulüne Bâkıllânî üzerinden itiraz eden
İzmirli şerrin Allah’ın makduru olduğu yönündeki cumhura ittiba ederek şer-fiil
ilişkisinde hikmet yönünde bakarak tenzihi savunur.[596] Kullar için takip edilen yol, kulun şerri bilmesi, Allah’ın
bildirmesi ve hayatta insanın muhatap olduğu nesnelerin hüsün veya kubhunun
tayini gibi insan akıl ve havassının tercihinin ne olduğunu bilmek üzerinedir.[597] Mu’tezilî
çizgiye yakın olan batıcı aydınların Allah’ın şerri yaratmayacağı vurguları
siyasî, içtimâî karaktere bürünerek kuvvetli hale gelmiştir.[598]
Kulların fiillerinin Allah tarafından yaratıldığı genel
kabulünden sonra fiillerin Allah’a nisbeti gündeme gelmektedir. Bilhassa
Mâturîdî geleneğin ısrarla üzerinde durduğu iyilik ve kötülük açısından ahlâkî
hususiyetler taşıması fiilin kula nisbetini gerekli kılmaktadır. Modernleşme
dönemi metinlerinde tefrike imkân bırakmayacak kadar umumi bir kanaat olan bu
anlayış dönemin en çok vurguladığı ve fiilleri izah etme konusunda en önemli
argümanı olmuştur. Şerrin mahiyetini tartışmanın ihtiva ettiği bu mana İslâm
dünyasının içinde bulunduğu durumla irtibatlı olarak güçlü bir irade vurgusu
doğuracak özellikle içtimâî metinlerde Allah’ın fiillere tesiri ve İlâhî meşîete
çekilen dikkat Sünnetullah üzerinden Allah’ın tarafsızlığı fikrine doğru
evrilecektir. Akif’in şiirlerinde, M. Şemseddin’in metinlerinde, Manastırlı’nın
vaazlarında, Abdullah Cevdet’in yazılarında aynı minval üzerinden işlenen
mesuliyet fikri şerrin bu şekilde anlaşılmasına imkân sağlamaktadır. Hayrın ve
şerrin Allah’tan olduğuna inanan kitleleri ikna etmek adına girişilen bu çaba
birçok kopuşu da beraberinde getirecektir.[599] Bunların aralarında
ciddi derece farkı mevcut olsa da Allah’ın muradının dünyevî terakkiyle
birleştirilmesi ve insan iradesinin buna hâdim olması yönündeki kanaatleri
ortaktır.
Hâşa bu kötülükleri bize Allah mı yapıyor? Başımıza
gelenler kendi yüzümüzdendir diyerek mevcut durumu tenkit edenlerin teknik
manada şerri Allah’ın yaratıp yaratmama meselesi üzerinden değil de bu şerlerin
Allah’a atfedilmesi üzerinden ahlâkî-hukukî ve içtimâî itirazlar olarak
görülmelidir. Bir fiil veya nesneye hayır ve şer vasıfının verilmesini menfaat
ve zarar çerçevesinde[600] görmek şerri
tartışmaktan öte geleceği tartışma manasına gelmektedir. Mülkün sahibi olan,
dilediğini yapan Allah’ın tevhid sıfatına ve Hâlıklık vasfına istinaden
yapılmış telmihler devam eden satırlarda insanın hürriyetine, iradesine ve
kendi geleceğine sahip çıkması telkinlerine dönüşmektedir.[601]
Zaten birçok fiil birçok kişi tarafından şer olarak
nitelendirilmektedir. Bunu kabul ettiğimiz zaman Allah’ın irade, kudret, halk
ve icadı olmadan kainatta bir çok şeyin vukuuna işarettir ki bu kabul edilmez;
çünkü sonuçta Allah’a acz istinadı tevhidle bağdaşmaz. Bu sebeple âlemin
nizamında ve işleyişinde şer yoktur. İnsanın künhüne vakıf olmadığı durumları
şer olarak nitelemesi hikmeti bilmemesinden kaynaklanmaktadır.[602] İslâm
dünyasının başına gelenler bu tabi nizama uyulmaması ile alakalı olup İslâm’ın
bilimi teşvik ettiği, dinî olanla aklî olan arasında herhangi bir muarızlığın
bulunmadığına dair modern dönemde tedavülde olan anlayışın bir uzantısıdır.
Allah’ın fiillerle ilişkisine dair herkesin benimsediği açıklama biçimi olarak
Allah’ın şerri yarattığı fakat şerre razı olmadığıdır. Bu da yaratıcılık
vasfının Allah dışında bir varlığa nispetinden kaçınma ve Mu’tezile’nin
Allah’ın kula ait şer fiilleri yaratmasından dolayı Allah’a şer isnadı neticesi
doğacağına dair öne sürdükleri itiraza karşı çıkma imkânı verecektir. Hayır
olan fiilin gerçekleşmesi için Allah imdâd eder, şer için bunu yapmaz:
“Evvelce
beyan olunduğu veçhile mevcudat mütefâvit olmakla Cenâb-ı Hak hepsini icad
eylemiş ise de hepsine imdad etmemiştir. İmdadı terk ettiği mevcudat şerdir.
Hikmet-i Sübhaniyye hangi şeyin icad ve imdadını icab etmiş ise o şeyi icad ve
imdad eylemiş; icadı iktiza etmiş, fakat imdadı iktiza etmemiş ise icad etmiş,
fakat imdadı terk eylemiştir. Şerrin hepsi zulümdür.”[603]
Yapılan bir diğer izah şekli şerrin mevcudiyetinin imtihan
için gerekli olduğudur.[604] Tabiatta şer denilen
şeyler hayrın gerçekleşememesinden mütevellittir:
“Medeniyet
ve terakkiyâtın bu faciaya tamamen çaresâz olacağı şâirane bir hayaldir. Şu
halde şerrin esâsâtını fıtrat-ı beşerde aramak îcab eder. Hâricî bir fikre
mahkûm olmayan hür bir mütefekkir, gaye-i tahlilde elde eder ki, şer bir
hâlet-i menfiyedir. Yani şer, hayrın tamamen vâki’ olamamasından münbais bir
mahrumiyettir. Daha açık bir tabirle denilebilir ki bu mahrûmiyetler, bu şerler
"hayat ve zevk-i hayatın" bedelidir.”[605]
Şerrin mevcudiyeti karşımıza insanı insan yapan esas unsur
olarak çıkar.[606] Zira şer veya musibetin
varlığını mahz-ı şer olarak değerlendirmek İslâm anlayışıyla ve özellikle
tasavvufî anlayışla uyuşmaz.[607] Fakat imtihan için var
olan şer, yeni dönemin ilerlemeci ve mutlu soncu telakkisiyle ve medeniyetin
vaatleriyle örtüşmez. Tekâmül ve terakki fikirlerinin vaad ve tahayyülleri ile
zıt olan bu mana yeni insan tipiyle de uyuşmaz.
Burada şu soru akla gelebilir: Sıfatlar üzerinden böyle bir
şeyin yapılmasına gerek var mıydı? Buna girmeden önce şunu hatırlatalım:
Mütercimliğini Akseki’nin yaptığı Reşid Rıza’nın Abduh’a çok sık atıf yaparak
beslediği metinde irade sıfatı ve bu sıfatın kullarla ilişkisi üzerinde
durulması, meselenin bir yöntem olarak fark edildiğini gösterir.[608]
Modern dönemde problemle ilgilenenlerin bu meseleyi hangi
sıfata yaklaştırdıkları, problemi nasıl telakki ettikleri ve hangi tarihî
kökene irca ettikleri ile de irtibatlıdır. Mesela Seyyid Bey, kaza kader
meselesinin suret-i telakkisine istinad ettirdiği farklılığı kendisi ilim
sıfatı üzerinden çözmektedir. İbnü’l-Hümam üzerinden meseleyi Mâturîdî çizginin
bir tarafına irca ederken ilim sıfatına yaklaşması bu tarihi geleneğe
dayanmaktadır.[609] Manastırlı’nın kudret sıfatına
yaptığı vurguyu burada görmememiz aradaki tavır farklılığındandır. Meselenin
ilim sıfatına irca edilmesinin ehemmiyeti kudrete yapılan vurgudan daha çok
kula hareket alanı bırakacak bir sıfat olmasındandır. Zira kudret-takdir
ilişkisinin müsaade ettiği hareket alanı “maluma tabi ilmin” belirleyiciliğiyle
kabil-i kıyas olmayacak bir hareket serbestîsi demekti. Aslında yukarıda
bahsettiğimiz dil meselesiyle de alakalı olarak okunabilecek ve ilim-malum
ilişkisini işleyen ve Seyyid Bey’e paralel şeyler söyleyen Harpûtî’nin
söyledikleri ise meseleyi Allah merkezli okumanın değişik şeklidir:
“Ezelde
ilim ile temeyyüz ve taayyün eden nefs-i mahiyete ve isti'dadlarına irade,
kudret taalluk etmediğinden, ezelde mertebe-i ilimde sabitler, hâsıllar ise de,
gayr-i mec'ûl, gayr-i mevcûdlardır. Gayr-i mec'ûl, gayr-i mevcûd olan mahiyat,
suver-i ilmiyesinin ve isti'dadlarımn birbirinden temeyyüz ve taayyünleri "Bilinmeyen
nice hazineler ve görünmeyen gayb âleminin anahtarların Onun yanındadır. Onları
kendisinden başkası bilemez..." (Enam,6/59) kabilindendir. Maa-haza
suver-i ilmiye-i ezelîye fiil ve vücûdlarından mukaddem tasavvur ettiğimiz efâl
ve a'mâlımızın suver-i zihniyeleriyle tanzir olunabilir. Gayr-i mec'ûl, gayr-i
mevcûd olan mahiyât suver-i İlmiyesinde cebir tasavvur olunamadığı gibi,
mahiyât süver-i ilmiyesine isti'dadları veçhile tefaddulen vücûd ifazasında
dahi cebir tasavvur olunamaz.”[610]
İzmirli İsmail
Hakkı, kader tarifinde sıfatların ilişkisini izah ederken tahdid ve tayin
şeklindeki klâsik manaya sâdık kalmaktadır:
“Cenâb-ı
Hakk'ın ezelde sıfât-ı mahlûku bilmesidir ki sıfât-ı zâtiyyeden ilim, irâde
sıfatlarına râcidir, kadimdir. Cenâb-ı Hakk'ın herşeyi ezelde hüsn ve kubh,
zarar ve nef’ hallerine dâir kendisinde ne bulunacak ise, zaman ve mekandan
neyi hâvî olacak ise, sevab ve ikabdan kendisine ne terettüb edecek ise öylece
tahdîd eylemesidir. Eşyayı iradesine mutabık olarak takdir etmektir de denir.”[611]
Aslında problemin ele alındığı ahlâkî-içtimâî ve siyasî
metinlerde sıfatların tezahürleri olan meseleler ele alınırken farklılıklar
görülebilir. Fakat bu mesellerin sıfatlara indirgenip tartışıldığını görmüyor
ve sıfatlara yüklenen manaların değişimine dair tekliflere sıkça rastlamıyoruz.
Bunun sebebi, daha önce de söylediğimiz gibi, doğrudan içtimâî-ahlâkî-siyasî
meselelere cevaplar bulmak arzusudur. İkincisi de bu meselelerin bu yapı içinde
bu imkânı vermeyecek olmasında yatmaktadır. Modernist İslâm düşüncesinin tanrı
anlayışının Mu’tezilî karakterde olduğunu ifade eden Gibb’in kurduğu bu ilişki[612] özellikle
Selefi çizgiye yakın İslâmcılar nezdinde daha çok makes bulmuşa benzemektedir.
Fakat meseleyi kelâmî bir disiplin etrafında ele almaya çalışan Kelâm eseri
yazarlarının klâsik kelâm kitapları muhtevasına uygun olarak kaleme aldıkları
eserlerde yönlerini daha çok geleneğe döndürmektedirler.
Mesuliyet fikri dinî bir vecibe olmaktan çok öte
Müslümanların geri kalmışlığıyla, din ve devletin yaşatılması gayretleriyle,
milletin selameti ve kurtuluşu için çalışma, fedakârlıkta bulunma çağrılarıyla
alakalıdır. Dinî ve ahlâkî cephesi çok kuvvetli olan bu vurgunun tehlikeli
sayılabilecek taraflarından birisi insanın hayata, tarihe ve toplumun
hafızasında yer ettiği şekliyle kadere müdahalesinin teşvik edilmesidir. Klâsik
Ehl-i Sünnet telakkisinde fiillerin küfür, taat, iman ve isyan gibi vasıflarına
bakılmaksızın fiiller Allah’ın iradesine, meşiyetine ve takdirine bağlanır.
Dönemde fiillerin yaratılış olarak Allah’a aidiyeti
hususunda klâsik muhtevada da kullanılan ‘kulun fiillerinin tafsilini bilmediği’
şeklindeki aklî delilin tekrar edildiği vakidir.[613] Naklî delillerin yanında bu
aklî delil insanın acziyle beraber insanın fiilerinin hâlıkı olamayacağı
gerçeğine atfen ileri sürülür. Fiillerin Allah’a nisbeti meselesine gelince
dönemde batıcı aydınlar hariç ilk elden herkes şunu ifade etmekte tereddüt
etmez: Her ne olursa olsun itaat, küfür, hayır, şer bütün fiiller Allah’ın
iradesiyle vukua gelir. İnsan ise azmini, iradesini bir fiile sevkeder ve Allah
da bu fiili yaratır. Allah’ın hâlkı kulun kesbi fiil için kullanılabilecek
tabirlerdir. İkisi arasındaki fark ise hâlkın âletsiz, kesbin âletle vukua
gelmesinden dolayıdır. Sadece Allah’ın kabih fiillerde rızası yoktur.[614] Fiillerin
bilgisinin önceden insanda bulunmamasından dolayı insanın herhangi bir bahaneye
sığınamayacağı esas olarak benimsenir. Allah’ın kulun iradesini sarfettiği
yönde fiili yarattığı ve bu yaratmanın neticesinde fiil ibadet ve taat
cinsinden bir hususa mutabık olursa Allah’ın rızası fiile taalluk eder, yoksa
ceza taalluk eder.[615]
Fiilde kabul edilen bu iki yön bir taraftan fiilin
yaratıcısı olarak Allah’ın her şeyin yartıcısı vasfına binaen teslim edilirken
diğer taraftan insanın mesuliyeti ve ahiret hayatının mantıkî zarureti
mucibince kulun fiildeki kesbi teslim edilmiştir.[616] Bu zaviyeden Eş’arîler ve
Mâturîdîlerin ortak telakkisi karşımıza Sünnî bir tavır çıkarmaktadır.
Modernleşme döneminde batıcı aydınlar tarafından istisnaya uğratılan bu
hassasiyet, Sünnî gelenek içinde fiillerin halk cihetinden Allah’a kesb
cihetinden kula nispetiyle münasiptir.[617] Eş’arîlerin kulu ihtiyar
sahibi bir mecbur olarak görmeleri meseleyi izahta ciddi sıkıntılar
doğuracaktır.[618] Fiillerde
esas ittihaz edilecek meselenin mezhepler arasındaki farkı doğurduğu ortadadır.
Mâturîdîlerin hikmetle muallel kabul ettikleri gaye Eş’arîlerde kudret,
Mu’tezilede adalet merkezli idi.
Allah’ın yaratıcılık vasfının vurgulanması, ilmî eserlerde
ve dönemdeki itikadî, ahlâkî risalelerde sıkça karşılaştığımız bir durumdur.[619] Batıcı
aydınların Allah’ın şerri yaratmadığı şeklindeki istisnaları bir tarafa
bırakıldığında meselenin iki yönü vardır. Birincisi Allah’ın fiillerin hâlıkı
olması, kulun fiillerinin sorumluluğundan bigane kalmasına imkân vermediğidir.
Zira Allah’ın ilmi kulun iradesine tâbidir, kulun iradesinin ne şekilde
tahakkuk edeceğini Allah ilm-i ezelisiyle bilir. Yukarıda da temas ettiğimiz
gibi bilginin icbar manası yoktur.[620] Hemen hemen her metinde
rastladığımız bir durum, kulun sorumluluğunu temellendirmek, içtimâî, ahlâkî ve
hukukî bir temel bulmak için önemlidir. Nitekim Seyyid Bey’in Eş’arîliği tenkit
ettiği noktaların başında meselenin bu tarafı gelmektedir.
Meselenin ikinci vechesi hayatta mevcut olan şerrin
Allah’la olan münasebetinin niteliğidir. Mu’tezile’nin insan iradesini izah
yöntemi olarak başvurduğu ve tarihi olarak kabul görmeyen bir ayrımın modern
dönemde tedavüle sokulabilmesinin ilmî ve zihnî zorluklarla muallel olduğu
ortadadır. Bunu aşmak için doğrudan bir yaratma polemiğine girilmemiştir.
Mutezilî itirazın “Allah şerri yaratır mı?” dan öte Allah yaratmışsa o fiilin
gerçek faili olması gerekeceği şeklindeki biçimi örtülü olarak “olan biten
şerlerle Allah’ın alakası nedir?” sorusuna dönüşmüştür. Kelâm literatüründe
sıkça karşılaşılan bir soru olmasına rağmen Müslüman olarak, tarihi boyunca kayda
değer bulunmayan kâfirlerden geri kalmanın anlaşılmasına doğru uzatılınca soru
farklı bir hal almaktadır.
Şer, Allah’ın yaratıcılığı ve kudretiyle alakalıdır. Bu
alaka mucibince fiilin kula nispetinin hilkat açısından Allah’ın yaratıcılık
vasfına ortak koşma manasına geleceği Sünnî çizginin en büyük çekincesidir.
Nitekim Eş’arîler fiilin aslında hüsün ve kubuhun bulunmadığını fiilin Allah’a
nisbet açısından ele almış ve reddetmişlerdir. Bu manada modern dönem Osmanlı
uleması arasında Allah’a ortak manasında bir yaratıcılık fikri üzerinden
meseleyi çözmeye kalkışana rastlamıyoruz. Burada Geleneksel Sünnî telakki
doğrultusunda hiçbir zaman Allah’ın yaratıcı vasfından vazgeçilmemiş ve
Allah’ın hayır- şer, iyi-kötü her fiilin yaratıcısı olduğu inancı muhafaza
edilmiştir.[621]
Klâsik sıfat tartışmalarda Mu’tezilî çizginin Allah’ın
adaletini öne çıkarmasına karşılık Sünnî ulema Allah’ın yaratıcılığı hususunda
ısrar etmiştir. Bu tavır genel itibariyle dönem uleması arasında korunmasına
rağmen Eş’arî anlayışta mevcut olduğu gibi Allah’ın kudretine telmihen teklif-i
mâ-lâyutâkın caiz olduğunu iddia eden yok gibidir.[622] Allah’ın fiilleriyle
ilgili tasarruflarında Allah’ın kudretini tahdid edecek hususlardan
sakındıkları gözlemlenen ulemanın aslah olanı yaratma hususunda Allah’a bir
icbar iddiasında da bulunmaması dengenin bu ilişki üzerinden muhafaza
edildiğini gösterir.[623]
Devrin etrafında döndüğü kavramlardan biri de irade-i
cüz’iyye kavramıdır. Kavram Mâturîdî literatürde irade meselesinin Sünnî bir çerçevede
ve insanın fiillerinde tercih sahibi ve fiillerinin neticelerinden mesuliyetini
ifade etmek için ihdas edilmiştir. Modernleşme döneminde kavramın merkezi bir
konuma gelmesi daha çok Osmanlı muhiti ile irtibatlıdır.[624] Zira
diğer coğrafyalarda Mâturîdîliğin yaygın olmaması bu kavram üzerinden mesele
çözme ihtimalini ortadan kaldırdığı için Mutezilî yorumlara kayan bir hürriyet
telakkisine başvurulurken Osmanlı’da hürriyet vurgusunun dini zemini irade-i
cüz’iyye kavramı etrafında örülmüştür. Devrin icbarları mucibince insan
hürriyetini mesuliyet merkezli açıklama mecburiyetinin temel hareket noktası
irade-i cüz’iyye kavramı olmuştur. Bütün ilahi emirlerin, hukukun hatta ahlâkın
bu irade-i cüz’iyye üzerinden bir anlama kavuştuğunun düşünülmesi veya gösterilmesi
kavramın dönemde gerçekleştirilecek hukukî, ahlâkî ve içtimâî değişikliklerde
anahtar bir role sahip olacağını göstermektedir.[625]
Yeni-Osmanlıların siyasî muhtevayla dolu hürriyet kavramı
etrafında başlattıkları muhalefetin esas aldığı faal ve aynı zamanda mesul
insan tipi için son dönem Osmanlı düşüncesinin irade-i cüz’iyye kavramını esas
aldığını söylecek kadar karineye sahip değiliz.[626] Efgânî-Abduh çizgisinde
sorumluluk ve gayret merkezli ve kader meselesinin telakkisinde var olan
aksaklıkları mevzu bahis eden yazılara daha Urvetü ’l- Vüskada
rastladığımız gibi benzer şekilde çalışma ve gayret fikrinin Osmanlı ulema ve
mütefekkirleri tarafından da kurulduğunu görmekteyiz. Fakat Osmanlı muhitinde
özellikle çalışma fikri etrafında kurgulanan bu yapı için daha çok batılı
tarzda bir anlayış esas alınmıştır.
Kavramın ahlâkî ve hukukî yapının temeline oturtulması
aslında klâsik devirlerin uzak olmadığı bir durumdur. İrade-i cüz’iyye kavramı
etrafında insan mesuliyetini ihsas ettiren bir telakki hukukî-kelâmî eserlerin
dışında ahlâkî eserlerde de yagın şekilde kullanılmaktadır.[627] Fakat Seyyid Bey’de daha
bariz müşahade ettiğimiz şekliyle meseleyi bu kadar merkezi hale getirmek salt
sorumluluğu temellendirmekten öte ileri doğru Eş’arîlik-tasavvuf hattının tenkidini
ve yeni hayat için lüzumlu görülen hukukî düzenlemelere imkân verecek yolu açma
çabasıdır. Bu çaba da XIX. Asrın başlarından beri belirgin hale gelen Mâturîdî
ilgi ile alakalıdır.
Mâturîdî aidiyeti ön plana çıkaran veya çıkarmayan herkesin
kolaylıkla benimsediği kavram insanlara mesul olduklarını hatırlatma şeklinde
klâsik yapıda da mündemiç olan bir mana etrafında kullanılmaktadır. Kavramı
cazip kılan ise artık hemen hemen bütün güzel şeyleri ihtiva eden bir manaya
bürünen hürriyet kavramının Sünnî bir çerçevede dinî zeminini burada bulma
imkânını barındırmasında yatmaktadır. Yukarıdan beri bahsettiğimiz biçimiyle
modern insan tipinin aktivist karakterine uygun bu telakkiyi reddeden hemen
hemen kimse yoktur. Fakat kavramdan anlaşılan mana ve etrafında dönen
tartışmalar kulun tesirinin derecesi hususunda farklılık arz etmektedir.
Kavramın ne şekilde tarif edildiği aynı zamanda hürriyet telakkisinin dini
zeminin ne şekilde tebarüz ettirileceğini de tayin edecekti. Batılı tarzda bir
hayata katılım talebinin özellikle Weberyân bir anlayış üzerine bina
edilebilmesinin dini mesuliyet üzerinden temellendirileceği aşamaların başında
kavram, kabaca müslümanın dinin ve devletin bekası doğrultusunda bütün gayret
ve çabasını sarf etmesi yönünde şekillenen bir manayla tarihi manasından
uzaklaşacaktı.
Eş’arîlerin daha çok kesb, Mâturîdîlerin de irade-i
cüz’iyye kavramı üzerinden izaha çalıştıkları husus kulun fiillerinde kudret ve
tasarrufunun kendi elinde olduğu meselesidir.[628] Ehl-i Sünnet’in inancına
göre “Her şeyi hâlk eden vâcibü’l-vücûd te‘âlâ hazretleridir, lâkin efâl-i
ihtiyâriyyede insanın irâde-i cüz’iyyesi vardır.”[629] Tarifi ve ne olduğu ile
ilgili tartışma ve farklılıklar meseleye bakışla doğrudan alakalı olduğundan
daha çok fiille faili arasındaki ilişkiyi anlatmak için tercih edilen bu kavram
mezheplerin irade anlayışına göre farklı manalarda kullanılmaktadır.[630] İrade-i
cüz’iyye kavram olarak Mâturîdî geleneğin kulun fiillerinde Allah’ın fiiller
için kula verdiği küllî iradenin belli bir zaman ve mekânda belli bir fiil için
kullanılması prensibi çerçevesinde kulu fiillerinde ihtiyar sahibi kılmak için
kullanılan bir tabirdir.
İrade-i cüziyye ve kesb kavramları ile ilgili kastın ne
olduğuna baktığımızda genel olarak kulun dünya ve ahirette kendi faydasına olan
fiillere sarf edeceği kudretle alakalı bir mana anlaşılmaktadır.[631] Sünnî
kelâm anlayışı içerisinde Allah fiillerin hâlıkı kul ise bu fiilerin kâsibidir.[632] Kulun kâsib
olması sorumlu olmasının temel şartıdır. Hilkat hususunda Mu’tezile’den ayrılma
hassasiyetini canlı tutan ulema bu ayrımı korumaya özen göstermişlerdir. Kulun
ancak irade ve ihtiyarını fiil tarafına sevk etmesiyle fiil vuku bulur.[633] Nitekim
kulun mesuliyeti de özgürlüğü de bu mana etrafında şekillenir. Kul hayır ve şer
canibinden hangisini dilerse Allah insanda o fiil için bir kudret yaratır.[634] Bu
kudreti bir yöne sarf eder işte bu sarfa irade-i cüz’iyye denir.[635] İşte bu
noktada yaratılan bu kudretin mahiyeti ve izahı hususunda farklılıklar vardır.
Küllî ve cüz’i olarak ikiye ayrılan bu kudret Mâturîdîlerin büyük bölümünün
esas alıp benimsediği ve irade-i cüz’iyyenin mahlûk olmadığı fikrine merbut
olan telakkiye göre küllî kudret insanda mevcut olan Allah’ın mahlûku olan
kudrete denir. Bu kudretin genel ve insanda mevcut olmasının ehemmiyeti cüz’i
iradenin mahlûk olmadığı tezini ispata yarayacak olmasındadır. İrade-i
cüz’iyenin mahiyeti konusunda dört farklı görüş gelişecektir. Birincisi irâde-i
cüz’iyeyi mevcûd-ı hârici ve Allah’ın mahlûku sayan Eş’arîler, ikincisi irâde-i
cüz’iyeyi mevcûd-ı hârici ve kulun mahlûku sayan Mu’tezilîler, üçüncüsü irade-i
cüz’iyyeyi kulda yok bulunmadığını savunan Cebrîler ve dördüncüsü irade-i
cüz’iyyeyi mevcud ve ma’dum olarak değil hal kabilinden bir vasıta kabul eden
Mâturîdîlerdir.[636]
İrâde-i cüz’iyeyi Allah’ın fiili yaratmasında sebeb-i âdi
gören telakkiye karşı irade-i cüz’iyyenin yaratılmamış olduğunu savunmak
Allah’ın insanın tercihlerini önceden belirlediği şeklinde anlaşılabilecek
cebrî bir anlayıştan kurtulmaya imkân verecektir.[637] Cüz’i kudret ise kulun
muayyen bir fiil için kendi irade ve ihtiyarıyla sarf ettiği kudrettir.[638] Mâturîdî
bir ayrımı benimseyenler bu kudretin fiilden sonraki son aşama olan azm-i
musammem halinde kulun kendi arzu ve iştiyakı doğrultusunda kullandığı bu
kudretin mahiyetini Allah’ın yaratmasından ayrı düşünmek arzusunda değildir.[639] Fiilin
asıl sebebi kasd olup[640] harici avamil ve
devâi’nin fiilin sebebi olarak gözükmesine karşı olan Seyyid Bey’in[641] bu
tavrına karşılık Hüseyin Avni, fiili terk ve işlemek arasında müsavi bir
uzaklıkta addettiği bu kudreti yaratılmış kabul etmesi Sünnî muhteva içinde
Mâturîdîlere yöneltilen itirazlardan uzak bir tanıma ulaşma imkânı verir.[642] Sonraları
Mâturîdîliğin şiddetli bir muarızı olacak Mustafa Sabri Efendi’nin de Allah’ın
kulda yarattığı ve belirli bir fiil için müşahhas hale gelen kudrete irade-i
cüz’iyye diyerek[643] kavramın dönem için ne
kadar ehemmiyetli olduğunu ortaya koymaktadır.
İzmirli’nin emr-i itibârî kavramı üzerinden ele
aldığı ve Mâturîdî gelenek içinde var olan ve ciddi itirazlara uğrayan irade-i
cüz’iyyenin mahlûk olup olmadığı meselesini bu kavram üzerinden aşmak
çabasındadır.[644] Nitekim
istinat ettireceği fikirlerin tarihi miras içinde tenkit edilmiş olması hem
aciliyet hem de hedef açısından arzu edilen bir durum değildir. Kudret
konusunda Eş’arîlerle Mâturîdîler aynı düşünürken Eş’arîler, hakiki kudretin
fiilin her iki ihtimali için de geçerli olamayacağını her birisi için ayır ayrı
kudret olduğunu kabul ederlerken Mâturîdîler ise aynı kudretin hem işlemeye hem
terke taallukunu doğru bulmaktadırlar. Her an yaratmakta olan bir ilah
anlayışının şekillendirdiği Eş’arî telakki fiilin her anı için Allah’ın
yaratmasını ve müsaadesini esas aldığı için insan hürriyetini tahdid edici
olarak anlaşılmakta ve insanın sorumluluğunu güçlü şekilde vurgulamaya imkân
bırakmamaktadır. Fiilden önce kulda fiilin işlenmesi ve terki yönünde bir
kudretin varlığına inanma çerçevesinde bunu reddeden Eş’arîler insanın zımnen
hürriyetini kabul etmelerine rağmen esasta kulun icbarına ulaşırken Mâturîdîler
de insanın ihtiyarına yol bulmaktadırlar. Meseleyi cebr ve tefvizden kurtuluş
olarak telakki edersek hakiki kudretin her iki taraftan birine taallukunun
insanın yed-i tahtında olması gerektiği inancına dayanmaktadır.[645] Vurguyu
irade-i cüz’iyyenin kuldan olduğu meselesine inhisar ettiren ve Allah’ın kudret
ve iradesinin tenzih zaviyesinden ele alınmasını ikinci planda gören ulema ve
mütefekkirler sıfatlarla ilgili bahislerde Allah’ın ilim, kudret ve irade
sıfatlarına yaptıkları vurguyu irade meselesinde ikinci plana atmışlar ve kulun
mesuliyetini güçlü biçimde vurgulamışlardır:
“Bizde
irâde de vardır. Irâde-i küllîyye yani mümkün olan bütün fiil veya terkden
birini tercih etmek şânından olan irâde Allah tarafından mevhubdur. Irade-i
cüz'iyye yani irade-i küllîyyenin muayyen ve mahsus bir canibine, bir fi'le
teveccühünden ve sarf-ı isti'malinden «Azm-i musammem» den ibaret olan irâde
bizdendir. Emr-i itibarîdir. Irâde-i ilâhiyye irâde-i cüz'iyye-i beşeriyye'ye
tabidir. Ta'bir-i ahar ile irâde-i abd, irâde-i Hakk'a vesile ve sebebdir.”[646]
İzmirli’nin Hakk’ın iradesine vesile ve sebep kabul ettiği
irade-i cüz’iyyeyi ele alırken takındığı tavır Mâturîdî geleneğin farklı bir
vechesine tekabül etmektedir. Allah’ın mahlûku olduğunu ifade etmekten kaçındığı
gibi yaratılmamış olduğunu da ifade etmeyen bu ifadelerin aksine Seyyid Bey ise
Mâturîdî gelenekte Sadrüşşerîa üzerinden temellendirdiği anlayışında insan
tercihini merkeze almakla kalmayıp bunu hakkın iradesi üzerinde bir güce
dönüştürmüştür.[647]
Allahın kulda yarattığı ve genel olarak insanda var olan
kudreti anlatan irade-i küllîye insanda genel olarak mevcut olan kudrete denir.[648] Fakat
bu kudretin mahiyetini tayin ederken fiil üzerindeki belirleyiciliğin kime ait
olduğu önemlidir. Sünnî telakkiyi fiilin “bidayetinde irade-i cüz’iyyeye,
nihâyetinde irade-i küllîyeye” inhisar ettirilerek meselenin halli yolunu tutan
Bediüzzaman’ın tasnifinin aksine[649] Seyyid Bey için, irade-i
küllîye herhangi bir fiil için taalluk etmemiş ve insanda bi’l-kuvve olarak
bulunan fiile çıkmamış kuvve-i iradedir. Bu kudretin her iki nev’i de
mahlûktur. Herkesin ortak kanaati olan bu meselede ayrım irade-i cüz’iyyenin
nasıl anlaşıldığı ile ilgilidir. İrade-i cüz’iyye ise bu irade-i küllîyenin ya
da irade kuvvet ve sıfatının muayyen bir fiilin iki tarafından birine taalluk
etmesi yani kudretin o yönde sarfı manasınadır. Kasd, azm, niyet, ihtiyar
kelimeleriyle ifade edilen mana da budur.[650] İzmirli, kudretin kula ait kısmı için ise fiilden evvel ve
fiil anında diyerek irade-i cüz’iyye manasına olan fiilden önceki kuvvet ve
diğer şartların sıhhatiyle beraber taayyun eden fiilin gerçekleşme anındaki
istitaattir.[651]
Bu ayrım hayatta
olmayan şeyler için açılmış bir parantezdir. Seyyid Bey meselenin bu tarafıyla
fazla ilgilenmemiştir. Burada irade-i cüz’iyyenin bir kasd-ı musammemle harekete geçtiği
üzerinden iki kuvvetin tesiri gibi Eş’arî gelenekte tartışılan bir mevzuyla da
irtibatlı olarak kasdı kasdetmeyi gerektirecek bir sebebin olup olmaması
meselesi devreye girer. Fiil insanın kasd denilen irade-i cüz’iyyesi ve Cenab-ı
Hakk’ın halki ile vâki’ olur.[652] Fakat kulun
kudretini esas ittihaz etmek meselenin tam da tartışıldığı yerdir. Seyyid Bey
gibi Mu’tezili bir tarzda meseleyi ele alma arzusundan uzak duran Hüseyin Avni,
kulun iradesini fiil için sebeb-i âdi olarak görmekte ve Allah’ın iradesinin
fiil yönünde gerçekleşmesini de Allah’ın cari olan âdeti olarak
değerlendirmektedir.[653] “Kasd”ın fiilin
hâlk edilmesi için gerekli olan beş mertebenin sonuncusu olan azm-i musammele
sınırlı olduğunu düşünen Harpûtî’nin yaptığı ayrım, daha çok ilahî güce yapılan
bir vurguyu anımsatmaktadır.[654] Eş’arî gelenek
içerisinde İsferâinî üzerinden Mâturîdîlikle buluşan Harpûti’nin fiile tesir
eden irade konusundaki esas telakkisi irade-i cüz’iyyenin hal olduğu
gerçeğidir.[655] Kasdın ihtiyarî
olmasını sebepler üzerinden yine insanın kasdına bağlama yolunu tutan Seyyid
Bey’in yaptığı ayrım aslolanın irade-i cüz’iyyeyi serbest kabul etmek olduğunu
ortaya koymaktadır.[656] Bu kadar
net bir şekilde vurgulanan husus kulun istediği şeyi elde etmesinin önünde mani
olmadığıdır. İrade-i cüz’iyyenin de Allah’tan bir dilek manasına sahip bir
konumda olduğunu görmeye alışkın ulema geleneği içinde bu tavır ileri bir
durumu ifade etmektedir.[657]
Mutasavvıfların mesafeli durdukları küllî-cüz’î ayrımının
tercih sebebi tenzih ve tevhid açısından bir yanlışlığa düşme korkusudur.[658] İrade-i
küllîyenin her zaman mevcut ve mahlûk kabul edilmesi Mu’tezili bir tenzih
yanlışlığına düşmeyi engellerken bu iradenin bir fiile taalluk etme halini
irade-i cüz’iyye kabul ederek -cüz meselesinin kelime karşılığından da istifade
ile- kulun kudretini esas alma çabasıdır.[659] Cüz’i iradenin sadece o
fiil için fiil anında vukuunu yaratılmamış kabul etme eğilimi Mâturîdî gelenek
içerisinde İbnü’l-Hümam ve Sadrüşşerîa tarafından savunulmasına rağmen kavramı
ayrı da olsa bütün de olsa sadece kulluğa ait meselelerle sınırlayanlar da
vardır.[660] Meselelere
âlemin işleyişi ve Sünnetullah zaviyelerinden bakan ve tekvini- teşrii ayrımına
yakın olanlar insanın mesuliyetini belli alanlarda sınırlayarak problemi çözmek
istemişlerdir. Bunu da insanın kulluk vazifelerini yerine getirmenin
gerektirdiği yükümlülükleri nefsine uygun görmediği için bu meseleyi münakaşa
konusu etmeğe bir tutamak bulmuş, oradan münakaşayı ilerletmişlerdir.[661] Sünnî
literatürün Mu’tezili karşıtı olarak ıztırari-ihtiyari ayrımına başvurmasını
andırır şekilde meseleyi sadece sorumluluğu gerektiren fiillerle sınırlandırmak
farklı bir telakki tarzıdır.
Cevdet Paşa ve Sırrı Girîdi gibi isimler tarafından
Mâturîdî bir izaha tutulan bu husus dönem itibariyle geniş bir kabule mazhar
olacaktır.[662] İzmirli’nin benzer izah
biçimini kullandığından hareketle[663] kasdın re’sen ve
ibtidaen Cenab-ı Hak tarafından yaratılmasıyla bu kasdı bir fiil için
yaratılmamış olarak kabul etmeyi bir birinden ayıran Seyyid Bey’in[664] [665] mahlûk
olmadığını savunmasının altında Mâturîdî çizgide İbnü’l- Hümam ve Sadrüşşerîa üzerinden
açılan ve Mâturîdî çizgiyi insan iradesi noktasında Mu’tezile’ye yaklaştıran
bir anlayışın dönem itibariyle neşv ü nema bulduğunu göstermesi açısından
önemlidir. İrade-i cüziyyenin yaratılmamış olduğuna yapılan vurgunun kuvvetini
içtimâî, ahlâkî, hukukî bütün sonuçlarını göz önüne alarak yapan Seyyid Bey’in
bu tavrı Allah’ın adaleti için meseleyi bu zaviyeye çeken Mu’tezile’yi
hatırlatır:
“İnsanın
her şeyi, nefsi, dâhili ve hârici bi’l-cümle a’zâsı, umum kuvva-i cüsmaniyye ve
ruhaniyyesi, hulasa her şeyi mahlûkdur. Fakat yalnız bir şey mahlûk değildir ki
o da, bu kasd dediğimiz ‘irade-i cüz’iyye’dir. Bu, insanın kendi eser-i
sun’udur. Eğer bu da Cenab-ı hak tarafından mahlûkdur denilecek olursa, ol vakt
insanın kasdı da, ef’ali de cebri ve ıztırari olmuş olur. Ve artık insanları
teklif-i şer’i ile mükellef tutmak, teklif-i ma la yutak olur ki bâtıl ve
abestir. Ve atık ortada medar-ı teklif olacağı bir şey yok demek olur. Hâlbuki
medar-ı teklif, işte bu kasddır. Bütün mükellefiyetler ve mesuliyetler hep bu
kasd 687
üzerine mübtenidir.
Mükellefiyet için mecbur olmak başka bir vecheye tekabül
ederken dönemde meseleleri Mâturîdî bir zaviyeden ele almayı elzem kılan bir
açıklama tarzı iki ayrı Mâturîdîlik olduğu fikrini de kuvvetlendirirken diğer
taraftan meseleyi Allah’ın bir lütfu ve kullarını fiillerine ortak etmesi
hikmetinden yaklaşmak başka bir vecheye tekabül etmektedir:
“Mevcûdât-ı
saire gibi efâl-ı ibadın da halk ve icadında kudret-i kadîme-i ilâhiye kafi ise
de, ibadın fiillerinde dahl ve taallukları bulunmak ve fiilleri ile sevap ve
ikaba müstahak olmak hikmetine mebnî, ibada hadis irade ve kudret verilmiş ve
kudret-i kadîme-i ilâhiye ile fiillerinin icadında kudret-i kadîme-i ilâhiyenin
kudret-i hâdise-i ibada mukareneti üzre adet-i ilâhiye carî olmuş, mukarenet-i
mezkûre efâl-ı ibadın halk ve icadında kudret-i kadîme-i ilâhiyenin tesirine
şart-ı âdî kılınmıştır.”[666]
Kendini Mâturîdî çizgide konumlandıran fakat Mu’tezilî bir
fikir arzulamayanlar ise irade-i cüz’iyyenin mahluk olup olmamasını insanın
sorumluluğu temelinde ele almışlardır.[667] Mesela eserini kaleme
alırken Efgânî ve Abduh çizgisini esas aldığını ifade eden Ezherî bu
iddaları cevaplandırırken teklifin muradı olarak irade-i cüz’iyyeyi hayatın
merkezine yerleştirmektedir:
“Bi’l-cümle
tavâif-i Islâmiyye amellerinde cüz-ü ihtiyârileri olduğunu isbat ederler, ona
kesb adını verirler. Onu menât-ı sevab ve ikâb bilirler. Onunla muhasebe
olacaklarını itikad ederler...yani o cüz-ü ihtiyâriyi murâd-ı teklif bularak
onunla adl ve hikmet-i tam oldu derler.”[668]
İrade-i cüz’iyyenin takdirle olan ilişkisi üzerine Ahmed
Naim, bugünkü rasyonalistlerin delillerine benzer bulduğu delilleriyle ulemanın
bu problemi hallettiği kanaatindedir.[669] İradenin yaratılmamış
olduğu ile ilgili iddianın ciddi sonuçları vardır. Mesele Allah’ın hilkate
ortağının olup olmadığı meselesine gelip dayanmakta ve klâsik tartışmalara
davetiye çıkarmaktadır.[670]
Seyyid Bey’de gördüğümüz şekliyle Sadrüşşerîa’dan mülhem
irade-i cüz’iyyenin ne mevcud ne de madum ikisi arası bir hal olduğu şeklindeki
izah irade-i cüz’iyyenin mahluk olmamasının, onun müstakil bir varlık ve tercih
sahibi kılınmasının itikadi sonuçlarını önlemeye yöneliktir. [671] Benzerini
Arapkirli Hüseyin Avni’de de gördüğümüz bu ayrımı Seyyid Bey daha farklı
yapmaktadır. İnsanın irade-i cüz’iyyesi kendi sun’u olduğu açıkça ve zaruret-i
akliye ile sabit olunca Allah’ın her şeyi yarattığı hakikatiyle bu meselenin
telif edilmesi gerekir. İbn Hümam üzerinden Allah’ın her şeyin yaratıcı olması
ile ilgili ayetteki genel manayı tahsis için başvurduğu delil ise şudur:
“Allah’ın
her şeyin yaratıcısı olduğunu beyan eden ayetlerde Allah’ın Zâtının istisnası
aklî olarak yapılır. Âm olan kelimeler nasıl hâs olan kelimelerle tahsis
edilebiliyorsa akıl ile de tahsis edilebilir.çünkü Kur’an nasıl bir delil-i
şer’i ise akıl da bir delil-i şer’idir. Hatta edile-i şeriyenin en kuvvetlisi
akıldır. Binaen aleyh akıl ile nakil taarruz ederse akıl tercih edilir.”[672]
Seyid Bey gibi böyle bir istisnanın peşinde koşanlar fazla
değildir. Çünkü meselenin bu şekilde izah edilmesiyle doğabilecek problemlerle
uğraşmanın önünde bir çok engel vardır. Bu sebeple ulema ve mütefekkirler
irade-i cüz’iyyenin mahluk olmadığını kabul edip emri itibarî olarak izah
etmektedirler.[673] Bu manayı tercih eden ve
savunanlardan biri de amansız bir Mâturîdî münekkidi olacak Sabri Efendi’dir:
“Kulların
her hareketi, her işi Cenâb-ı Hakkın halk ve îcâdıyla ve teyid ve tenfîziyle
husûl-pezîr olduğunu kabul ediyoruz. Şu kadar var ki Allah’ın halk ve îcâdı,
insandan sâdır olan fiil-i ihtiyârinin eserine, (hâsıl-ı bi’l-masdar) yine
taalluk eder. Fiilin irâde-i cüz’iye ve (sa’y) nâmı verilen manâ-i masdarî
ciheti ise insana âid olub buna halk ve îcâd taalluk etmez çünkü bu
izâfâttandır ve bütün manâ-i masdarîler gibi mevcûdattan değildir, halbuki
hâlk, ancak hâricde mevcûd olanlara taalluk eder.”[674]
Yukarıdaki satırlarda Allah’ın ilmi ile ilgili açıklamaları
bir düzeye kadar muallel hale getiren ve Mâturîdîlerin izahta zorlandıkları
irade-i cüz’iyyenin mahlûk olup olmadığı meselesinde bir çıkış yolu olarak
emr-i itibari açıklamasına gidilmiştir.[675] Aynı şekilde İsmail Fenni’nin de tercih ettiği bu izah
şekli[676] sadece
Mâturîdîler değil problemi aklî olarak izah etme arzusu güden isimlerin ortak
kanaati gibi görünmektedir. Kuldaki irade-i cüz’iyyenin varlığını kabul ve
isbat etmek birçok soruyu ve iddiayı da cevaplamak manasına gelmektedir.
Özellikle oryantalistler ağzından yayılan kaderle ilgili suçlamalara cevap
olmakta ayrıca içtimâî-ahlâkî bir zemin temin etmektedir.
Dönem itibariyle irade-i cüz’iyyeye yapılan vurgunun önemi
inkar edilemezken bu vurgunun bu düzeyde yapılması, alemde Allah’ın ilk sebeb
gibi bir rolden ibaret gücü varmış sonucunu doğurabilecek bir anlayışı
beslemiştir. Nitekim bunun farkında olan bir isim olarak Mâturîdî bir çerçevede
kaleme aldığı Tefsir’inde Elmalı bu fikri tahdid etme yoluna gitmiş ve bu tür
bir anlayışın şirke çıkan bir yol olduğunu ifade etmiştir.[677]
Gerek Eş’arîlerin gerek Mâturîdîlerin irade-i cüz’iyye ve
kesb kavramıyla ifade ettikleri şey ahirette insanın fiillerinden sorumlu
olacağı gerçeğiydi. Bu mesuliyet fikrinin ahiretle bağlantılı olarak dünyadaki
ahlâki ve hukukî düzenlemelerin de esasını teşkil etmekte ve kanun ve nizam
fikri bu esasa dayanmaktaydı. İslâm’ın ilk devirlerinde kader meselesinin yoğun
olarak tartışıldığı siyasî olaylar etrafında örülmüş bir mesuliyet ve hürriyet
fikrinin çok gerilerde kaldığı bir zaman diliminde insan mesuliyetini bu
dünyaya ait kılacak yeni bir teşebbüsle karşı karşıya gelinmiştir. Modern
Dönemde mesele ahlâkî ve hukukî sahada suç fikri etrafında dönen bir kavram
olmaktan çıkarak içtimâî bir vazife karakterine büründürülmeye çalışılmıştır.
Ahmed Muhiddin’in ifadesiyle söylersek hürriyeti hak olarak değil vazife olarak
tanımladılar.[678] Tabii ki kavramın hukukî ve ahlâkî faydaları göz ardı
edilmiş değildir; zira bu taraflarıyla kavram sadece bir serbestîlik manasını
haiz hürriyet kavramı olarak yorumlanma risikinden de arındırılmış oluyordu. Bu
faydalarının yanı sıra siyasî katılım için özellikle Jön-Türklerin iktidara ortak
olma arayışlarında hürriyet kavramının dini zemini insan iradesinin öne
çıkarılması fikrine istinat etmekteydi. Toplumu harekete geçirmenin başka
vasıtası olarak görülen bu hürriyet anlayışının dini muhtevayla doldurulması
daha geç dönemlere kalan bir husustur. Özellikle Hoca Kadri’nin Mu’tezile’nin
adl prensibi çerçevesindeki Allah’la ilgili telakkilerini kulların fiillerinde
kaderin inkarı şeklinde anlayıp buradan siyasî bir muhalefet çıkarma çabaları
hem taraftar bulmamasına rağmen insanın mesuliyetini vurgulayan bir yapıyı
beslemiştir.[679]
Dini referanslar kullanarak bu siyasî kabullenişi ortadan
kaldırma fikri etrafında klâsik muhtevada olmadığı şekliyle insanın
fiillerinden sorumlu olduğu anlayışı siyasî ve dünyevî bir muhtevaya büründü.
İnsanların din ve devletlerini kurtarmak için yapmaları gerekenler hususundaki
gayretlerinin amir unsurunun bu sorumluluk hissi olduğu kanaati irade-i
cüz’iyyeyi merkezi hale getirmiştir. Hem insanları çalışmaya ikna edecek hem de
kurtulma arzusu gösteren insanların yeni değişimleri gönüllü ve acil
benimsemelerine yardımcı olacak bu telakki bütün bir modernleşme dönemi boyunca
başvurulan bir araç olacaktır. Nitekim aynı arzu Cumhuriyetin kuruluş
aşamasında irade ile ihtiyarı birbirinden ayırarak içtimâî hayatı, alelade işleyişi
mefkûreler doğrultusunda değiştirme idealini bu kavramlara yüklemek isteyen[680] Ziya
Gökalp tarafından dile getirilmektedir. Nitekim Cumhuriyet’in ilk kadrolarının
tasvip ettiği din anlayışının Mâturîdî-Hanefî karakterli olmasında bu kavrama
duyulan ihtiyacın büyük payı vardır.
İslâm dünyasının mevcut durumunun sebeplerini araştırırken
ulaşılan neticelerden biri, tarihi süreçte hayatın işleyişinin kavranmasında
yanlışlığa düşüldüğü fikridir. Uzun bir tarihi tecrübe ve mücadeleye dayanan
fikirler, batılılara evrene ve maddeye tahakküm için küllî kaidelere ulaşma
imkânı vermiştir. Hayatı ve evreni bilim sayesinde mekanik bir işleyiş olarak
izah eden batılıların bu işleyişi belli küllî kaidelere istinaden ulaştıkları
yıkıcı gücle karşı karşıya gelen Müslümanlar bu işleyişi İslâm’ın da onayladığı
hatta onaylamakla kalmayıp emr ettiği düşüncesine kapıldılar. Bu mekanik
yapının tabiat ve hayattaki karşılığı olan determinist yapıyı tasvip
ettiklerini gösteren bir kavram olarak Sünnetullaha başvurdular. Batılı kafanın
bilime dair kazanımlarını topluma ve insana uygulaması neticesinde bu başarıyı
elde ettiği fikri Osmanlı mütefekkirlerinin asıl ilgi sebebiydi.
Bütün dönemi izah eden anahtar bir kavram olarak kullanılan
Sünnetullah kavramının dönemde kullanılışını kavrayabilmek için klâsik
manasının ne olduğunu görmekte fayda vardır. Bilindiği gibi kelime farklı
şekillerde Kur’an-ı Kerim’de geçmekte ve Sünnetullah, âdetullah, âdet-i
İlahiye, sünnet-i İlâhiye olarak tesmiye olunmaktadır. Kavramın Allah- tabiat
ilişkisini izah eden bir tarafı mevcuttur.[681] Kavramın Kur’an’da
geçen yerlerde kullanıldığı mananın hangi zaviyede olduğunu görmek dönemde
yapılan tanımların bir kırılma mı kopma mı olduğunu anlama imkânı verecektir.
Kur’an’da geçtiği yerler dikkate alındığında kavram geçmiş milletlerin başına
gelenlerle ilgili hatırlatmalarda bir ikaz olarak kullanılmakta ve bu usulün
değişmeyeceği vurgulanmaktadır. Modern İslâm Düşüncesinin en çok başvurduğu bu
şekliyle ahlâkî vurgunun ön planda olduğu görülmektedir. Fakat mesele tam da
burada çatallanmakta ve ahlâkî vurguyu merkeze alan Modernist İslâm Düşüncesi
diğer taraftan bu kavramla birlikte hayatın işleyişinde bir mekanik yapı
tasavvur etmektedir.[682] Avrupa’da
da benzer bir tecrübe üzerinden yaşandığı gibi Allah’ın genel kaideler koyduğu
ve bu kaidelere uygun hareket ettiği şeklinde güçlü bir mesuliyet vurgusunu da
barındıran bu anlayışın bilimsel ilerlemelerle ortaya çıkmış bir tasavvur şekli
olarak ciddi bir kırılmayı da beraberinde getirecek[683] ve İslâm düşüncesinde irade
ve kader meselelerinin tabiat kanunları zaviyesinden ele alınması yeni bir
mesele olarak karşımıza çıkacaktır. Kaderi küllî ve cüz’î şeklinde ayırma
yolunu seçecek olan bu düşünce tabiatta farzettiği bu nedenselliği içtimâî ve
ahlâkî hayata uygularken aynı yöntemi takip edecektir. İnsanı olabildiğince hür
kabul ederek hayatın karşısına yerleştiren bu telakki aynı şekilde tabiatı da
mutlaklaştırarak insanın karşısına dikmektedir. Bu çatışmadan Avrupai tarzda
bir hâkimiyet beklerken çabucak gerçekleşmeyen beklentiler aynı zamanda ferdi
umutsuzluğa ve bedbinliğe sevketmek gibi olumsuz tesirler icra edecektir.
Tekvini Şeriat- Teşrii Şeriat ayrımı üzerinden Allah’ın
mevcut durumla ilgili tercihini izah etme yolunu tutan son dönem İslâm mütefekkirlerinin
tekvîni şeriatla ilgili kanaatleri aynı zamanda irade meselesinin alanına
girmektedir. Teşrii şeriatın mevcudiyeti insanların fiillerinde kendi
tercihlerini anlatan ve insan irade ve hürriyetinin tezahür ettiği bir alan
olarak anlamak aynı zamanda bu hassaların insanda mevcut olduğunu isbat
yoludur.[684] İslâm
filozofları sebep-sonuç ilişkisini ilahi ilim, hikmet ve kudret için bir delil
olarak görüp illiyet prensibine yaslanmışlardır.[685] Tanrı- âlem münasebetine dair
yürütülen bu tartışmanın fiziki alana intikali ve Eş’arî anlayışın teklifi
anlamsız kıldığı ve içtimâî ilkeler çıkarmaktan uzak olduğu ile ilgili
itirazlar Eş’arî irade anlayışının modern dönemde tenkid sebeplerinin başında
gelir.[686] Mu’tezile
karşıtı bir tavır takınan İmam Ebu Hasan el-Eş’arî’nin irade ve kesb kavramı
ile ilgili fiillerin sebebe bağlı olmadığı şeklindeki anlayışı[687] Eş’arî
gelenek içinde ciddi tashihe tabi tutulmuştur.
Eş’arî irade anlayışının tashihi manasına okunabilecek ve
hayatın işleyişi ile ilgili kaide ve kurallar çıkarmaya yarayacak bir
sebep-sonuç ilişkisi kurulması zarureti, hususen Fahreddin Râzi ile Eş’arî
gelenek içinde farklı bir yer bulmuştur. Allah’ın kulların iradesi üzerinde
icbarı anlamına gelebilecek nitelendirmelerden kaçınmayı öngören fakat aynı zamanda
fiilleri Allah’ın tasarrufuna bırakan bir yaklaşım benimsenmiştir. Buna göre
Allah’ın iradesiyle vukua gelecek bir fiilin sebeplerini Allah yaratmakta ve
kul fiilin bu sebepler vasıtasıyla faili olmaktadır.[688] Allah eğer sebepleri
yaratırsa fiili de yaratır, bir fiili hâlk etmeyecekse o fiilin sebeplerini
yaratmaz.[689] Allah’ın
tekvini şeriat olarak vazettiği kanunlarda değişiklik olmayacağı ile ilgili
ilkeler çıkaran ulema ve mütefekkirler buradan hareketle ahlâkî prensipler
vazetme yolunu tutarlarken tabiat kanunlarında herhangi bir değişikliğin
olmayacağı fikrine sahiptiler.[690]
Eş’arî evren anlayışının ve her daim yaratmakta olan bir
ilah anlayışının hem tekvini hem teşrii şeriatla ilgili bakışının modern
dönemde reddedildiğini görüyoruz. Bu red aynı zamanda Eş’arî irade anlayışının
Allah’la kul arasında kurmaya imkân verdiği ilişki biçimini ciddi şekilde zaafa
uğratmakla neticelenmiştir. Diğer taraftan ulema dışında kalan kesimler
tarafından müsellemâtdan addedilen bir hususun zecri baskısı çok daha etkilidir.
Buna göre pozitivist bir evren telakkisi ile bu fikir örtüşmektedir. Nitekim
batıcı aydınların bir kaide haline getirdiği bu husus Allah-insan ilişkisini
zayıflatacak bir karaktere bürünecektir.[691] Modern dönemin evren ve
hayatın işleyişinde varsaydığı mekanik yapının bu tür bir izini bulmak mümkün
hale gelmekteyken diğer taraftan irade-i cüz’iyye üzerinden kulun fiillerinin
faili veya yaratıcısı olma durumunun önüne geçilmektedir. Bir taraftan her
şeyin Allah’ın elinde olmasını kabul etmek vardır, diğer tarafta ise Allah’ın
yapıp ettiklerinde bir sistem aranmaktadır.[692] Cevdet Paşa’dan Seyyid Bey’e
kadar meseleyi hukukî ve içtimâî bir zaviyeden Hanefî-Mâturîdî ekseninde
çözmeyi düşünen kimselerde gördüğümüz ve yağmur bulut ilişkisi üzerinden bu
sebep sonuç ilişkisini izah eden Râzî’nin yaklaşımı, tohum toprak ilişkisi
üzerinden bütün dönemde yaygın olarak kullanılan bir metafora dönüşmüştür.[693]
Ahlâkî-içtimâî göndermelerin oldukça fazla olduğu bu sahada gayret, sa’y u
amel, idad-ı kuvvet gibi tekâmül ve terakkinin temel prensiplerine riayet
edilmediği müddetçe Allah tarafından doğrudan doğruya bir müdahalenin vukua
gelmeyeceği fikri işlenmektedir. Allah’ın güç ve kudretini kabul edip Eş’arî
tarzda bir müdahale fikrine de imkân tanımayan bir anlayış meseleyi Allah’a
farklı bir şekilde bağlamaktadır.[694] Eğer Allah bu duruma müdahale
ederse öncelikle bunun sebeplerini yaratır. Bu sebeplere başvuran insanlar
ancak bir değişikliği gerçekleştirebilirler.[695]
Daha çok tarihi bir realiteye gönderme yapan Cevdet
Paşa’nın sebepleri Allah’a irca etmek suretiyle kurduğu dengeyi II. Meşrutiyet
dönemi şartlarında yetersiz görerek meseleyi Mu’tezilî bir anlayışa çekenler
olmuştur.[696] İnsanın
evvela bir şeyi düşünüp arzu ederek sonra da yaptığı ile ilgili hükme göre
fiili işlemezden evvel kişide oluşan arzu ve iştiyakın insandan değil Cenâb-ı
Hak’tan olduğunu iddia eden Eş’arîlerin bu fikrine Seyyid Bey karşı
çıkmaktadır.[697] Harici
tesirlerin varlığını inkâr etmeyen Seyyid Bey bu tesirleri Allah’ın kudretine
bağlayıp daha çok Eş’arî telakkiye yaklaşan ve sebepleri Allah’a isnad eden
telakkiyle uyuşmaz.[698] Seyyid
Bey’in itirazına sebep, Eş’arîlerin neticeyle irade-i cüz’iyyenin ihtiyari
zannedilen kısmının da ‘devâi’nin taht-ı tesirinde zebun ve makhur ve binaen
aleyh insan ef’al ve hareketinde muztar ve mecburdur’ kaziyesi yatmaktadır.[699] Diğer
isimlerden bu şekilde farklılaşan Seyyid Bey’in genel kanaate zıt düştüğü
ortadadır. Zira bir tarafıyla determinist bir telakkiyi andıran bu ilişkinin
kainatta mevcut olduğuna dair genel bir kabul vardır.[700] Bu problemi aşmak için
sebeplerle fiil arasındaki ilişkide iki kudretin mevcudiyeti manasına
anlaşılabilecek bir yöntem takip eden Abduh’un tezlerine yakın bir anlayış
vardır. Harici esbabı insanın iradesini sınırlayan ilahi iradenin mahdut bir
tertibi ve mekanik bir yapısı şeklinde yorumlamak hem Sünnetullahın kâinattaki
varlığını kabul edip cebri küllî iradenin kâinattaki tecellisi görmek hem de
insanın sınırlarını tayin etmek imkânı vermektedir.[701]
Ashâb-ı meşiyyet olarak da isimlendirilen Eş’arîlerin meşiyyet
düsturunu esas ittihaz edinmeleri Allah’ın âlemde sebebsiz tasarrufunu esas
almak içindir.[702] Fakat bu
ilişkinin kader-i mübrem üzerinden insan tercih ve sorumluluğuna bakan bir
cephesinin açılması Cebrilikle Eş’arîliği uzlaştırmayı gerektirmez. Eş’arî
telakkinin dayandığı yer ve neticesinin ne olduğu ile ilgili Mâturîdî çizgiye
ait bir isim olan Harpûtî’nin söylediklerine göre Allah’ın evrene koyduğu bu
ilişki biçimi kulun fiillerine de tatbik edilebilir:
“Hatabın
ihtirakı (odunun yanması), fiilinin şart-ı adîsi olan hatabın ateşi messetmesi
şartı bulunmaksızın hatabın ihtirak fiilinin husul ve vücûdu harîk-i âde olduğu
gibi, kudret-i kadîme-i ilâhiyenin efâl-ı ibadda icad ile te'sirinin şart-ı
adîsi bulunan kudret-i hâdiseye mukareneti şartı bulunmaksızın kudret-i
ilâhiyenin efâl-ı ibadda icad ile te'siri ve efâl-ı ibadın mevcûd olması dahi
harik-i âde olur. imamın kavl-i meşhurundan ibadın hadis irade ve kudretlerinin
mevcûd ve kudret-i kadîme-i ilâhiyenin tesirine şart-ı âdî olması, imamın
kavlini ibadın kudretlerini bi'l-küllîye nefyeden Cebrîlerin kavlinden tefrik
ve temyiz eder.”[703]
Meselenin Eş’arî gelenek içindeki kabul tarzını[704] yetersiz
bulan Harputî cebrilikle arasına mesafe koysa da sebep-netice ilişkisinin
varlığında musırdır. Sebeplere bağlı olarak yapılacak bir izahın diğer taraftan
tehlikeli bir açılımı da vardır. Bu tehlikeyi fark eden ve deterministlerin bu
telakkisini batıl bulan Ferit Kam; “olaylar zincirini birbirine bağlayarak
kainat hadiselerinin bir ucunu ta ezele kadar çıkarmak” mümkün[705] olsa da
sebepler arasından en kuvvetli sebebin tesir ettiğine dair determinist iddianın
iradenin inkarına uzanmasını reddeder. Bu telakkinin yanlışlığını ifade ederek
deterministlerin ifrata düştükleri kanaatindedir.[706] Sebeplerin tesirleri inkar
edilemese de bu sorumluluğun ortadan kaldırılması için bahane olamaz.[707] İnsanın
neticeyi bilmediğinden dolayı ki bu durumda Allah’ın kaza ve kaderine tam bir
teslimiyet gereklidir, insan sebeplere tevessül etmelidir.[708] Yoksa modern dönemde
anlaşıldığı şekliyle bir determinizm mevcut değildir. Bir taraftan da Eş’arî
sebep-netice ilişkisine dair yöneltilen itirazların meseleyi determinist bir
evren anlayışına götürmesi ihtimaline karşı Allah’ın kudret ve takdirine vurgu
yapılmakta ve sebeplerin aslını Allah’a irca etme hassasiyeti sürdürülmektedir.[709] Sebepleri
son kertede Allah’a irca etme hassasiyetinin ehl-i sünnet prensiplerinden
olduğu ortadadır. Fakat insan kader-i mübrem olarak tercihlerinin neticelerini
kendisi elde edebilir. Böylece muhatap olunan veya olunabilecek neticelerden
kaçınmak imkânı doğacaktır.[710]
Bilindiği gibi Eş’arîler Allah’tan başka herhangi bir
varlıkta gerçek kudret bulunduğuna inanmadıkları için determinist bir evren
anlayışından kurtuluyorlardı. Modernist İslâm Düşüncesinin determinist bir
karaktere bürünmeye yol açan telakkisi evrende ve insanda varlığında kail
oldukları kudretlere istinadendi. Çağdaş İslâm düşüncesinin karakteristik
hususiyetlerinden biri olan Sünnetullahla ilgili Allah’ın kainata koyduğu kanun
ve nizamları bizim kendi tasarrufumuza bırakmadığı, sadece kendi fiil ve
tercihlerimizi bizim taht-ı tasarrufumuza verdiği şeklindeki anlayış
determinist bir anlayışı beslemektedir.[711]
Bütün bunlara rağmen tabiat kanunlarının mahiyeti ve bu
ilişkideki durumuna ilişkin serahata kavuşturulması gereken hususlar vardır.
Öncelikle sebepleri kabul edip onları da Allah’ın fiilleri olarak kabul ederek
tekvîni şeriatı Allah’a dayandırırken bunları sünen-i ilahiyyenin bir parçası
görmek bu ilişkiyi meşrulaştırmayı gerektirmektedir.[712] Devirdeki bir takım kimseler
Eş’arî telakkiyi terk ederek bu işleyişin bozulmasını ancak mucize gibi özel
durumlara hasrettiler.[713] Mucizenin
imkânı meselesinin modern dönemde uyandırdığı etkiyi bir tarafa bırakırsak
meselelerin konuşulmasında mucizenin bir ihtimal olarak ortada olmaması
sebebliliğin konuşulma şeklini etkileyecektir.[714] İradenin mevcutiyet ve
tesirini isbat etmek için ateş-odun misali üzerinden uzandığı meselede Allah’ın
tasarrufunu determinist bir çerçeveye yerleştiren ve insan merkezli okumanın
değişik bir cephesini ortaya koyan Harpûti’nin bu tasarrufu kulun hâdis
iradesini esas almaktadır. Benzer şekilde İzmirli’nin Razi’yi andırır şekilde
kul bir şeyi irade ederse Allah hemen o muradını yaratır, fikriyle kendini daha
çok kulun failliğine dönük bir yorumu benimsemesi iradeyi isbat etmekten öte
işleyişi mekanikleştirecektir.
Kâinatta bir düzen fikrine sahip olmak, insan-Allah
ilişkilerinin, insan-insan ilişkilerinin bir usul ve kaide dairesinde
cereyanına mâtuf olarak da sebeplere ve Sünnetullaha vurgu yapan ulemanın
tavırları bu ilişkiyi Allah’a irca ederken takındıkları tavırda ortaya
çıkmaktadır.[715]
Manastırlı’nın bu işleyişi sebepler zincirine bağlaması aynı zamanda
modernleşmeyle kurulan ilişkiyi de göstermektedir:
“Böyle
iken hala bir çoğu: “Mikroplara inanmak günahtır, hatadır, diyorlar; her şey
Allah’ın kudretiyle olur” âmennâ! Onu kim inkar eder? Fakat sebebsiz ne olur?
Hastalık da, sağlık da birer sebebledir. Her şey esbaba merbuttur. (ve en-leyse
lilinsanî illa ma sea) ama bir takım şeyler var vüsûmuz haricinde, Allah
sebebleri halk etmeksizin kudret-i sübhaniyesiyle ân-ı vâhidde halk eder; ona
‘keramet’ derler, mucize derler.”[716]
Görüldüğü gibi sebepleri Allah’a isnad etmede hemfikir olan
ulemanın mekanik bir ilişkiye dönüştürdüğü bu sebep-netice ilişkisinde mucize
-bazılarında keramet- dışında determinist bir telakkiyi andırmaktadır. Nitekim
İzmirli’nin delaletiyle Icâbiyye olarak[717] karşıladığı determinizmi
Cebriyye muadili gören Ahmed Naim, ehl-i sünnetin tavrının “îcâbiyye-i müsbete”
olarak tesmiye edilebileceği fikrindedir.[718] Tabiat kanunlarını da
Allah’ın sünnet-i ilahiyyesine bağlayan bu anlayışın yapıp ettikleri,
Sünnetullah olarak anlaşılan tekvinî ve teşriî şeriatın modern bilimle
kurulacak ilişkisinde yatmaktadır.[719] Tabiat üzerinde tahakküm
kurma imkânına kavuşan insanın tekvîni ve teşrii ayrımını ne ölçüde yapacağı ve
devletin ve dinin hangi tarz bir yol ile kurtulabileceği meselesi Osmanlı ulema
ve mütefekkirlerinin önünde durmaktaydı.[720] Baktığımız zaman
Sünnetullah kavramının tabiat kanunları ile ilgili kısmına modernleşme
çerçevesinde mekanik bir evren anlayışı ve bu anlayışın neticesinde evrenin
işleyişini bilme ve bir adım sonrasında kontrol etme gibi modernleşmenin
esasını veren bir ameliye gözüyle baktıklarını hatta tabiatla şeriat arasında bir
ayniyet arayışı olduğunu görüyoruz.[721]
Avrupa’da meydana gelen bilimsel gelişmelerin insanın
tabiat üzerindeki denetim ve tahakkümünü artırması insanda bir yeterlilik
duygusu kazandırdı. Bu duygunun kazanılmasında tabiatta var olan ve Allah’ın
koyduğu düzene muvafık olmak manasını anlayan Osmanlı mütefekkirleri küllî
manada insanı kuşatan cebirden bu sayede kurtulup hürriyetlerini kazandıkları
düşüncesine ulaştılar:
“Kavânîn-i
tabiiye;(buna lisan-ı şeri’de sünnet-i ilâhiye denir) tabiatta cari olan bu kanunlar
görünüşte bizim hürriyetimizi tahdit etmektedir. Fakat biz ilim ve fenle o
kanunları kendi hizmetimizde kullanabilir ve hürriyetimizi tahdid edici bu
kanunlardan kurtulabiliriz.”[722]
Klâsik veya modern tekvini-teşrii ayrımının çok ötesine
geçen bu yaklaşımla Avrupa’daki bilimsel keşiflerden örnekler veren Emrullah
Efendi, keşifler sayesinde insan hayatında meydana gelen değişiklikleri bu
sünet-i ilahiye denen ve insanı tahdit edici olan bu kanunlardan kurtulmak gibi
bir arayışa konu olmaktadır. Tabiata karşı kazanılmış zaferin sosyal hayata
uygulaması ve buradan tarihin zorladığı icbarları tersine çevirme imkân
dâhiline girmektedir.[723] Görüldüğü
gibi bu ayrımı ortadan kaldıran yaklaşım için asıl mesele tekvini ve teşrii
şeriatın kazanımlarının nerede olacağından ibaret bir anlayışla
neticelenecektir.[724]
Gerek ulema gerek İslâmcılar gerekse batıcı aydınlar her
iki durumun da karşılığını bu dünyada almakta kararlıdırlar. Burada kurulan
ilişkinin temelinde sebep- sonuç ilişkisi üzerinden hayatın ve sosyal işleyişin
kural ve kaideleri dönemin problemleri ile irtibatlı olarak ele alınması
vardır. Meseleyi içtimâî usul-u fıkıh tartışmaları çerçevesinde ele alan Ziya
Gökalp’in Durkhiem üzerinden tabiatta cari olan kanunlarla ilgili hükümleri
sosyal hayata uygulamakta hevesli olduğu görülmektedir.[725] Özellikle
sosyolojinin bir ilim hüviyeti kazanmasıyla birlikte tabiatta cari olan
kanunlar gibi içtimâî hayatta da aynı kanunların geçerli olduğu düşüncesi
ağırlık kazanmıştır.[726] Bu
ilkeye yaslanarak Sünnetullah üzerinden örfü meşrulaştırma aracı olarak gören
Gökalp’in ferdi iradeden meseleyi müstakil hale getirmesi dönemde toplumu
değiştirme fikriyle irtibatlıdır.[727]
Sünnetullah’ın tabiat kanunları olduğu şeklindeki
telakkinin din-bilim ilişkilerine, aklın otoritesine doğru uzanan birçok
cephesi vardır. Farklı bir cepheden aynı şeyleri söyleyen Ahmed Naim’in
söyledikleriyle[728] Seyyid
Bey’in söyledikleri örtüşse de çıkarımları bambaşkadır. Seyyid Bey
Sünnetullahın işleyişini tabiatçıların kavanin-i tabiiye dedikleriyle aynı şey
kabul ederek Tabiatçıların “tabiat” olarak adlandırdıkları şeylerin aslında
eşyada mevcud olan kuvvet, kabiliyet, istidat, eşya arasındaki münasebet ve
zaruretler olduğu fikrine zahib olarak bunu Sünnetullah ve oradan da kader
olarak okumaya tabi tutmaktadır:
“arazi
kuvve-i inbatiyeyi haiz olmak şartıyla hiraset edilir, tohum atılır, matlub
derecede yağmur yağar veyahut arazi sahibi tarafından kafi derecede sulanırsa,
olvakit mahsul istihsal olunur. Ve hangi tohum atılırsa ancak onun nev’inden
mahsul alınır. Aksi takdirde matlub olan mahsulât husule gelmez. Çünkü takdir-i
ezeli bu suretle tekarrur etmiştir. Bir çiftçi, tarlasını ziraat etmeyip de dua
ile ibadet ile ondan mahsul almak fikr ve itikadında bulunursa, kıyamete kadar
intizar etse eline mahrumiyetten başka bir şey
geçmez.
Çiftçinin bu intizar ve itikadı, hakayık-ı ezeliyeye ve sünnet-i ilahiyeye
münâfidir.
Sünnet-i
ilahiye tebeddül etmez.”[729]
Mehmed Şemseddin’in de iştirak ettiği bu telakki bütün
hayata teşmil edilerek içtimâî ve ahlâkî bir düstur haline getirmek
istenmektedir.[730] Burada
ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır: Maddecilere karşı meseleleri Allah
merkezli okumak zorunda olan ulema ve müneverler diğer taraftan yeni hürriyet
telakkileri bağlamında insan merkezli bir okuma yapmak zorunda idiler. Klâsik
yapının kendi içinde kurduğu dengenin hangi taraf lehinde bozulduğunu gösteren
bu izahlar esbab müsebbebât ilişkisindeki determinist kavrayışı net biçimde
göstermektedirler:
“Müslümanlıktaki
(kader akîdesi) Islâmların kâinatta bir kanun-u muhkem, bir sünnet-i muttaride
hükümran olduğuna ve nevâmis-i mezkûreye göre esbabın müsebbebâta merbut
bulunduğuna, hilkât-i ilahîyede halel ve tefâvüt olmadığına iman etmeleri
demektir.”[731]
Benzer şekilde tevekkülün manası üzerinden meseleye dahil
olan Ahmed Naim’in bütün Müslümanlara teşmil ederek söylediği bu telakki şekli
sebepsiz hiçbir şeye ulaşılamayacağı fikrinin ne kadar yaygın olduğunu
gösterir.[732] İlk etapta
iman sahibi herkesin rahatlıkla benimsediği bu satırların arkasında kaderi
insana sunulmuş seçenekler olarak gören bir zihniyetin hayatı ne kadar
determenist bir yapıya kavuşturduğunu, bir müminle Allah’ı arasında oluşacak
veya oluşabilecek her türlü yakınlığı engelleyen ve aradaki ilişkiyi mekanik
bir hale sokan cümlelerle doldurduğunu görebiliriz. Gelinen noktada
tabiatçılarla aradaki tek fark, tesiri onların tabiattan Müslümanların ise
Allah’tan bilmesinden başka bir şey değildir.[733] Meselenin ahlâkî açıdan sahip
olabileceği mahzurların önüne geçmek için insan iradesinin ‘tabi saikler’ olan
bu sünen-i İlahiyenin ötesinde bir belirleyiciliğe sahip olduğunun vurgulanması
doğrudan mesuliyet için elzemdir.[734]
İrade tartışmalarının klâsik muhtevasında herhangi bir
şekilde kurulmamış bu ilişkiyi Seyyid Bey’i kurmaya iten şey, Avrupa’daki
bilimsel keşiflerle meydana gelen değişim ve terakkinin nasıl elde edileceği
ile ilgili bir metot arayışıdır. Zira “Sebebi keşfeden sonucu da bilir” diyen
Seyyid Bey; “muhteriyat ve keşfiyat-ı fenniye’nin hep bu suretle vaki’
olacağından hareketle hüs-i tedbir olarak nitelendirdiği bu durumu neticeleri
kestirmek istemektedir.[735] Takdir
konusundaki ilişkinin mekanikleştirilip mekanikleştirilemeyeceği ile ilgili bu
yaklaşım Allah-insan ilişkileri açısından ciddi problemler doğuracaktır. Kulun
mesuliyeti ve çabası üzerinden meseleye uzanan Ahmed Naim gibi isimlerin böyle
bir muradları yoktur.[736] Burada
Allah-kul ilişkisini mekanikleştirmesi bir yana Allah’ın müdahalesini dışlayan
kavrayış matlub olan şeyin esbabına tevessül eden insanın Allah’ın takdirine
tevfîk etmiş olacağından ibaret bir irtibat bırakmaktadır.[737] Burada sebeplere başvurmanın
mutlak bir mecburiyet olduğu fikrine intikal etmek tamamen farklı bir alana
intikal anlamına gelmektedir. Bu endişeyi ilim meselesi üzerinden ve
Sünnetullahın değişip değişmeyeceği meselesine uzanarak tartışan Naim Bey,
meselenin uzanabileceği tehlikelere işaret eden çıkarımlarda bulunmaktadır.[738] Sebeplere
başvurmanın meşruluğu gerek Sünnî anlayışın gerek de Eş’arî kader telakkisinin
muhtevasına uygun ve aynı zamanda tasavvufî kader, tevekkül anlayışının ahlâkî
olarak müsaade ettiği bir durumdur.[739] Fakat modern dönemde
meselenin mihveri sebeplere tevessülün meşruluğundan mecburiyetine doğru keskin
bir şekilde dönecektir.
Temel alınan mesele, câri olan bu Sünnetullahın asla
değişiklik kabul etmeyeceğidir. Bu değişiklik kabul etmeme fikrinin mantığı
tekâmül nazariyesinden desteğini de ayetlerden temin edilerek tabiattan sosyal
hayata sebep-netice ilişkisi arasında determinist bir telakki merkeze
alınıyordu.[740] Bu mekanik
ilişkinin içtimâî hayat için çok farklı olduğunu düşünenler de vardı.[741] Bu ayrımı
yapmanın irade hürriyeti için gerekli olduğunu düşünenler diğer taraftan irade
hürriyetiyle ilgili ahlâkî vurguları da bu kanuna bağlamak gibi bir gariplikle
karşı karşıyadırlar.[742] Teşrii
şeriatın değişmezliği ve bu kaidelerde var olan cebr fikrinden çıkış yolunu
gösteren bir ayrım için Kur’an’daki kaderle ilgili ayetleri bu alana hasr kılma
gayretine girenler de vardır. Bu izah, Filibeli’nin tercih ettiği gibi sosyal
hayat üzerinden insan hürriyetinin temellendirilmesi meselesi değil,
tabiat-sosyal hayat ayrımı üzerinden hürriyete muhalif görünen ayetleri izah
etme zorunluluğundan kurtulma gayretidir. Mazharuddin Sıddıkî’nin determinizm-
insan hürriyeti ilişkisi minvalinde modernist İslâmcılara yönelttiği önemli
itiraz bu ikilemi yansıtmaktadır:
“Müslüman
modernistlerin dinî ve reformist dürtülerinin ağır bastığı her zaman hür
iradeye inandıkları söylenebilir, çünkü insanın harketlerinde hür olmadığı
inancını temel alarak herhangi bir reform yapmak mümkün değildir. Bununla
birlikte, bilimsel motif ağır bastığında Müslüman modernistler determinizme
meylederek, hür iradenin mevcudiyetini inkar etmektedirler.”[743]
Abduh’un insanın hürriyetini temellendirmek için insanın
fiillerinde mecbur olduğunu ihsas ettiren ayetleri izah şekli tabiatta bir
determinizm kabul etmeyi gerektiriyordu. Zaten ulema ve İslâmcıların tabiatta
cebri bir işleyişin olduğunu kabul etmeleri geri kalan ayetleri insanın
fiillerine tatbiki mümkün kılma şansı vermekte idi. Ayrıca Mâturîdî bir
telakkiyle bu icbarı bertaraf etme imkânı aranmıştır ki o da Allah’ın hikmetine
yaslanarak tabiat kanunlarının hikmet-i ilahiye kanunlarına merbut olduğunu
savunmaktır.[744] Yeknesak
bir modernist tepkiden bahsedemeyeceğimiz gibi bu minvalde görüş serdeden
Osmanlı ulema ve mütefekkirlerinin gerek değişim gerekse sebep-sonuç zinciri
ilişkisinde tabiata dair konuştuklarında determinist bir dil kullanmaları
zannedildiği gibi kendilerinin determinist bir fikre zâhib olmalarından
kaynaklanmamıştır. Bu dilin arkasında öncelikle terakki ve tekâmül için
tabiatın belli kurallarını keşfetmek gerektiği kanaatine sahiptiler ki bu da
bilimi merkeze almayı hatta kutsamayı gerektiren modern tavrın devamıdır.
İkinci olarak yukarıda ifade ettiğimiz gibi cebre ait olan gerek nass gerek
anlayışı tabiata hasrederek cebri telakkiden tamamen kurtulma arzusu hâkimdir.
Son olarak da bu determinist yapıyı içtimâî hayata uyarlayarak insanların
terakki ve tekâmül için ilim elde etmek, sa’y u amel, idad-ı kuvvet gibi var
olmak için gerekli olan içtimâî kanunlara uyma zorunluluğunu isbat gayesine
mâtuftu.
Hatta hayata uyguladıkları bu determinist tavrı Allah-kul
ilişkisinin en önemli rüknü olan duaya ve peygamberliğin şiârı olan mucizeye
teşmil ettikleri görülür. Burada kastedilen bunların ilmi gelişmeler karşısında
izah zorluğu yanında kalabalıkların Allah’tan beklentilerinin tabiat kanunları
ve içtimâî kanunlar zaviyesinden düzenlemesiyle alakalıdır.[745] Râzî üzerinden yaratmayı
vasıtasız ve vasıtalı olarak ikiye ayıran Seyyid Bey, vasıtalı yaratma
hususunda; Allah, “bu dünyada eşya ve hâdisâtın vücud ve hudûsunu, bir takım
muayyen ve malum esbabın hususuna muallak kılmıştır” diyerek kim bu dünyada
esbaba tevessül etmeden doğrudan Allah’tan isterse, Seyyid Beye göre netice
almak bir tarafa “Cenâb-ı Hakka hikmetinde münazaa ve takdirinde muhalefet
etmiş” olacaktır. Böylece Allah’ın ezelde o eşya hakkındaki takdirine münafi
bir şekilde Allah’tan istemek gibi bir yanlışa düşer.[746] Bu fikriyatın Allah-insan
ilişkisinde, müminlerin samimiyetinde, gayretinde ne tür bir tahribata yol
açacağı açıktır. Bu kanaatlerin matematiksel karekteri ve pozitivist yapısı
dönemin meseleleri ele alırken sahip olduğu metoda uygundur.[747]
Klâsik dönemde mucize meselesi üzerinden cereyan eden
tartışmaların bir uzantısı olarak Allah’ın aleme müdahalesi fikrinin dışına
çıkan bir telakki olarak kaderin sebep- sonuç şeklinde anlaşılması dönemin
ruhuna daha uygundur. Sünnetullahla iritbatlı olarak mucizeye yapılan izahlar
bir zihni durumu göstermektedir. Buna göre mucize olup bitmiş, aklî olarak izah
edilmesi gereken ve tarihte kalmış bir hadisedir. Hristiyanlığın yaptığı gibi
mucizeleri izah edebilme gayreti, akla ve bilime muvafık olduğunu izah edebilme
gayreti bir taraftan mucizenin isbatına mâtuf iken bir taraftan da
Sünnetullahın değişmezliğine mâtuftur.
Allah’ın kuluyla ilişki biçiminin merkezine yerleştirdiği
duanın bu süreç içinde tarz-ı telakkisi meselenin nerelere uzandığını gösterir.
Kadere, hayata Allah’ın müdahalesi, kula yardımı gibi Allah-kul ilişkisinin
minveri olan bu kavram Sünnetullah çerçevesinde mekanik bir işleyişin rüknüne
dönüşmüştür. Allah’ın işleyişe müdahalesini yani Sünnetullahı değiştirmesini
hikmet zaviyesinden mümkün görmeyenler bir taraftan da insanlara felah için
çalışmaktan çabalamaktan başka çare yok mesajını veriyorlardı.[748] Belirli
şartları yerine getirmeyen bir kimsenin Sünnetullaha uymadığı için istek,
beklenti ve arzularının gerçekleşmeyeceği ile ilgili bu statik yapı tersten
okunduğunda bu rükünleri yerine getirmeyen bir müminin Allah’tan dilemesi,
istemesi ve beklemesi gibi meselelerini Allah vasıtasıyla çözme imkânını kulun
zihninden kaldırmaktadır. Bu imkânsızlığı Allah’a hikmet üzerinden isnat etmek
ilk başta garip görünmesine rağmen gayenin insanı harekete geçirmek olduğu göz
önüne alındığında anlaşılabilir hale geldiği görülecektir.[749]
Bu hükmün devrin şartlarının ne kadar zorlayıcı olduğunu
gösterecek imkânları barındırdığını söyleyebilir hatta bunun gerekliliğini dair
birçok izahatta bulunabiliriz. Devrin şartları bu tür bir çalışma ve gayret
etme ameliyesini mecbur kılmakta ve gerekli tedbirleri almadıklarında dua ve
dileklerin kabul edilmeyeceğini telkini gerktirebilir. Fakat klâsik literatürde
kurulan dengenin her iki canibi de dengede götürtmeyi öğütleyen dilinden
uzaklaşıldığını gözden kaçırmamak gerekir.[750] Bütün bu şartlar, Allah’la
kul arasındaki ilişkinin sağlıklı bir şekilde cereyanını imkânsız hale
getirmekte ve bu tedbirlere başvurmayanların kendi elleriyle kendilerini
tehlikeye atma durumuyla karşı karşıya getirmektedir.[751] Ama bu hükmün aşağıdaki
hükümlerle birleştiğinde ortaya çıkan Sünnetullah anlayışının ve bu anlayışın
vücud verdiği irade anlayışının Allah’ın müdahalesinden ne kadar uzak ve
Mu’tezilî irade anlayışına uzanan taraflar ihtiva ettiği hususunda şüphe
yoktur:
“Herkesçe malum olan bu hakaiki tekrardan maksadımız
okumakla, üflemekle hastalık müdâvâtına kalkışmak zannedildiği gibi dindarane
bir usûl olmadığını, bizim dinimize asla böyle bir şey sığmayacağını
söylemektir.”[752]
Bu tür bir zihniyete karşı özellikle ulemanın alt
katmanlarına ait olan ve İslâmcı tanımlamasının dışında olan ve mevcut
zihniyete ve işleyişine karşı muhalefete geçen ulemanın ele aldığı metinlerde
geri adımlarla beraber[753] duanın ve
manevi yardımın ve insan hayatına Allah’ın müdhalesinin savunulduğu metinlere
rastlanmaktadır.[754] Mucizenin
dinî literatürdeki mekiine nazaran Sünnetullah çerçevesinde yapılan tartışmalar
zımnen keramet inancıyla alakalıdır.[755]
Dinî olanın aklîleşme süreci olarak da okunabilecek bu
çabalar Modernist İslâm düşüncesinin hürriyet-determinizm ikilemine düşmesiyle
neticelenecek ve bir taraftan hürriyet ve irade çağrısı yapanların diğer
taraftan tabiatta ve hayatta determinist bir işleyişi kabul etmeleri telif
edilmesi zor bir mesele olarak kalacaktır. Bu handikaptan kurtulmak için
takınılan tavrın başında hürriyet-mesuliyet-vazife denleminde gördüğümüz
şekilde insan sorumluluğunu ifade eden alanlarda hürriyet ve irade vurgusuyla
Sünnetullah denilen kanunlara tabi olmayı esas alınacaktır. Böylece insan
hürriyetinin tahdid edici bir şekilde karşısında duran insanın kendi iç
halleri, tabiat, cemiyet gibi unsurlarla Sünnetullah çerçevesinde mücadelesini
bir hürriyet olarak takdim etme şansı yakaladılar.[756]
Bu çabalara rağmen determinist yapının tabiata ve içtimâî
hayata hatta ferdin hususî hayatına teşmil edilmesi diğer taraftan da insanın
kendi fiil ve davranışlarında hür olduğunun ısrarla vurgulanması yapıcı ve
kurucu bir hürriyet izahının zuhrunu imkânsızlaştırmaktan başka bir şeye
yaramamıştır. Bu tarz bir hürriyet yorumu mesuliyetin vurgulanmasından çok
Mu’tezilî bir sorumluluk anlayışına kayacaktır.
Kelâm, ahlâk ve usul-ü fıkıh
sahalarını ilgilendiren hüsün ve kubuhun bilinmesi, modern dönemde önemli bir
problem haline gelmiştir. Bir tarafı yaratma ile ilgili olan bu kavramın diğer
tarafı iyi ve kötünün, doğru ve yanlışın bilinmesiyle alakalıdır ve modern
dönemde gündeme gelmesinde asıl saik de bu cihetidir. Hukukun temeli olan bu
kaide aynı zamanda ahlâkın hem nazarî hem de amelî cephesini aynı şekilde
alakadar eder.[757] Bu
ilim dallarından daha geniş bir sahada kullanımı olan bu terim,[758] Kelâm
ve usul-u fıkhın mühim meselelerinden biri olarak yeni dönemde problem çözme
vasıtası olarak düşünülmüş ve incelenmiştir.[759]
Genelde klâsik kitaplarımızda dörde ayrılan hüsün ve
kubuhun asıl tartışılan yönü; dünyada övgüye ve kınamaya, ahirette sevaba ve
günaha hangi fiillerin duçar olduğu hususudur. Ahlâkın ve hukukun temeli olan
bu meselenin değişen şartlar ve arayışlar mucibince ilgiye mazhar olduğu
ortadadır. İrade meselesiyle de irtibatlı olan bu bahiste derinliğine
tartışılan husus, bilgi problemidir. Klâsik İslâm bilgi teorisinin yerine yeni
bilgi vasıtaların konulması gerektiğine duyulan inanç ulema ve mütefekkirlerin
bu meseleye ilgi duymalarına sebep olmuştur. Mesele doğru ve yanlışı kimin
tayin edeceği etrafında dönerken insan iradesinin mesuliyet fikriyle
irtibatından dolayı devrin şartlarında daha ehemmiyetli hale gelmiştir. Gerekli
değişiklikleri yapabilecek ve yeni iyi ve doğruların yolunu açabilecek bir
istinadgaha ihtiyaç vardı. Bunun için sadece naklin değil aklın da devreye
girmesi gerekiyordu. Naklin boş bıraktığı alanlarda başlayan bu ameliyenin
yetersizliği ortaya çıkınca akıl doğrudan nakle dönerek onun yorumu üzerinden
de arzu ve isteklerini gerçekleştirebileceği bir yol tuttu. Bu ameliyelerin
gerçekleştirilebilmesi için aklın bir referans kaynağı ve giderek tek otorite
haline dönüşeceği bir model benimsenmişti.[760] İslâm tarihi için karşılığını
Sünnî gelenek içinde bulma imkânı olmayan ve hayatın bütün alanlarında bir
şekilde tenkit edilen bir akıl anlayışının arayışına girişilecektir.[761] Bu da hüsün
ve kubuhu iyi ve doğruyu aklın bilebileceği fikri üzerindendir. Özellikle
hukukî düzenlemelerle yakından ilgilenenlerin daha heveskâr olması örf
tartışmalarında hüsün ve kubuh meselesinin merkezi bir yer tutmasından
anlaşılmaktadır.
Klâsik muhtevada doğru ve yanlışın mutlak yaratıcı kaynağı
vahiy/şeriattır. Allah’ın emir ve nehiyleri çerçevesinde Müslüman, hayatın
doğru ve yanlışlarını öğrenir ve kendi hayatı ile birlikte içtimâî hayatı da bu
prensiplere göre düzenler. Bu kabul aynı zamanda Müslümanın İslâm’a ve onun
üstünlüğüne duyduğu inancın da merkezini teşkil eder. Özellikle alt düzey ulema
ve halk nezdinde kuvvetli bir inanç halinde bütün bir modernleşme dönemi
muhalefetini besleyen bu kabul için esas mihver Allah’ın doğruyu ve yanlışı
bildirdiği gerçeğidir.[762] Özellikle
oryantalistlerin yanlış takdimleriyle bambaşka bir hale bürünen Mu’tezilî
akılcılığın klâsik dönemde bu tür problemlerden dolayı itibar görmediği
ortadadır. Mâturîdîlerin meseleyi akılla irtibatlı olarak açıklamaları da
modern dönemde iddia edildiği gibi aklın belirleyici bir otorite olması değil
aklın marifetullah hususunda ölçü kabul edilmesiyle alakalıdır.[763] Mâturîdîlerin
ilahî hitabın ulaşmadığı durumlarla ilgili olarak kabul ettikleri ve İmam
Mâturîdî’nin yaşadığı dönem ve mekânla da alakalı akla dair bu yaklaşım kendini
hikmet kavramı etrafında da gösterir. Şeriatın vürudundan evvel ve
vürudun olmadığı zaman ve mekânlarla sınırlı bu müsaade veya iznin bir
modernleşme projesine dönüşüp dönüşmeyeceği tereddüdü hukukî zeminde
Hanefîlikle buluşturularak yeni arayışlar için yoklanacaktır.
Eş’arîler marifetullah konusunda akla yer vermedikleri gibi
Allah’ın emir ve nehiylerini izah ederken de Allah’a kısmî bir cebr ifade eden
hikmet kavramından da kaçınmışlardı. Hüsün ve kubuhun bilgisinin Allah
tarafından insana bildirildiği ile ilgili genel hükmün yeni karşılaşılan şeyler
hakkında aklın tasarrufuna yer açma imkânı tanımaması, hüsün ve kubuhun tayinin
bazı alanlarda insana bırakılmasını sağlayacak her türlü dinî referansı cazip
hale getirecektir. Özellikle İslâm dünyasının öncü ve önderi olan Osmanlı’nın
Hanefî-Mâturîdî usul geleneğine yaslanmasının altında da bu tercih önemli bir
faktördür. Modern dönemde akla ve Mâturîdîlerin hüsün-kubuh konusunda akılla
ilgili tercihlerine yapılan vurgu, bazı istisnalara rağmen aklı doğrudan
bilginin değerini tayin eden tek ölçü olarak kabul etme çabası olarak
anlaşılmaya müsaittir. Aklın bilgi edinme vasıtası olma vasfı zaten klâsik
İslâm bilgi teorisinde de teslim edilirken bilginin değeri hususunda otoriteye-
giderek tek otoriteye- dönüşmesi modern bir telakkidir. Aklın ve tecrübenin
ürünü olan ilmin (bilim) otoriteye dönüşmesi ameliyesinin Osmanlı
mütefekkirleri nezdinde aldığı mesafenin ulema nezdinde de alınmaya başladığını
görmekteyiz.[764] Namık Kemal ve Münif
Paşa gibi Osmanlı modernleşmesinin en önemli simalarının bu kavram etrafında
hürriyetin sınırlarına dair bir arayışa giriştikmeleri bu ilişkinin ilk
habercileridir.[765] İlim ve
ilmin ürünlerinin hikmet, maslahat gibi kavramlarla girişilen bu arayış hüsün
ve kubuhla hukuki bir zemin bulmaya başlayacaktır.
Ulemanın ilmi gelişmeleri İslâm’ın emrettiği şeyler olarak
ve hakikatini tahlil etmeden yegane gerçek kabul etmeleri aslında zihni olarak
bir başka gerçeklik aracı kabul ettiklerini gösterir. Bilginin akıl vasıtasıyla
test edilmesi bu aklın konumu ile ilgili dinin ne söylediği meselesine intikal
etmektedir. İslâm’ın emrettiği şeylerin hepsinde hikmet arama düşüncesi
Mâturîdî bir kavrama biçimi olan hikmetle açıklama yolunu bir modernleşme aracı
olarak kullandıkları söylenebilir. Diğer taraftan her şeyin hayır ve şerrini
tayin hususunda Eş’arî bir metot benimseyerek şeriatı tek ölçü alan yaklaşım,
doğruyu da teke indirmekte ve insanî ve içtimâî hayatta
teslimiyeti/imanı/kabulü merkeze almaktadır.[766] Bazı Hanefî Usulcülerinin
alanını genişletmelerine rağmen Mâturîdîlerin akıl dedikleri şey bu hikmeti
arama çabasıdır. Aydınlanma ile birlikte her şeyin ölçüsü olan akıl, aynı
zamanda dönem için de bir yargılayıcı ve tayin edici konuma yükselince[767] bunun
İslâm Düşüncesi içerisindeki muadili aranmaya başlanmıştır.[768] İlim, hikmet, terakki,
içtihad tartışmalarının bir takım içtimâî ve hukukî düzenlemeleri de
beraberinde getirdiği düşünülürse özellikle usul-ü fıkıh sahasında hüsün ve
kubuha gösterilen ilgi daha iyi anlaşılabilir.
Aklın batıda vuku bulduğu şekliyle tek bir otoriteye
dönüşmesi Mâturîdîliğin klâsik yorumlarının yol vereceği bir şey olmadığı gibi
Mu’tezile’nin de aynı işleve sahip olmadığı çok sonraları anlaşılacak bir
oryantalist yanılgıdır.[769]
Mâturîdî-Hanefî geleneğin ilahi vahye muhatap olma üzerinden ele alıp
tartıştıkları bir mesele modern dönemde bambaşka bir tartışmanın zemini
olmuştur. Akıl vahiy olmadan doğru ve yanlışı tayin edebiliyorsa bu ameliye
Marifetullah’tan yeni döneme uyabilmek adına yeni şeylerin iyi veya kötü
olmasına karar verebilme aracına dönüştürülmek istenmiştir. Hayır ve şerri,
hüsün ve kubuhu bilen ve tayin edenin şeriat olduğu ile ilgili Eş’arî yorumun
oldukça geride kaldığı bu zaman diliminde nasıl bir akıldan söz edildiği
meselenin nirengi noktasını oluşturmaktadır.
Klâsik kelâm ve fıkıh kitaplarında hüsün ve kubuhla ilgili
dört manadan üçünde aklın belirleyici olduğuna dair mezhepler arasında bir
fikir ayrılığı yoktur.[770] Şeriatın dahli olsa da
olmasa da akıl ilk üç manada otoritedir. Fakat “dâr-ı dünyada medih ve senaya,
âhiretde ecir ve sevaba taalluk ve terettüb eylemesi” bakımından belirleyici
olanın ne olduğu hususunda tartışma vardır.[771] Usulcüler ve Kelâmcılar
açısından emir üzerinden görülebilecek bir farklılığın mevcudiyeti modern
dönemde meselenin daha çok hukukî bir ilgiye mazhar olmasını açıklar
mahiyettedir.[772] İzmirli’nin hüsün ve
kubuhun aslında Kelâmın konusu olması gerektiği kanaatine karşılık meselenin
hukukî karakteri, hüsün ve kubuhu bir usul kaidesi olarak yeni şartlar
çerçevesinde ehemmiyetli hale gelmiştir. Kelâm ilmi açısından ilk etapta
kulların işlediği şer fiillerin ne derece şer olduğu ve bu fiillerin
yaratıcısının Allah olup olmadığı meselesi etrafında cereyan etmektedir.
Allah’ın hayır ve şerrin yaratıcısı olduğu fakat hayrı rızasıyla yaratırken
şerde rızasının olmadığı Sünnî ulemanın bu meseledeki klâsik yaklaşımıdır. Bu
telakkinin dışına çıkmanın tevhid açısından doğuracağı mahzurlar Sünnî tavrın modern
dönemde de muhafaza eden ve Allah’ın yaratıcılık vasfına halel getirecek tanım
ve tariflerden dikkatle kaçınan bir tavır görmekteyiz.[773]
Dönemde “Bir şey emredildiği için mi hüsündür yoksa hüsün
olduğu için mi emredilmiştir?” sorusunun kritik bir anlamı vardır. Klâsik
olarak bu soru şu manaya geliyordu: Bir şeyi şeriat emredince o şey iyi,
yasaklayınca kötü olmaktadır. O zaman şeriatın/vahyin ulaşmadığı yerlerde ve
vahyin ulaşmadığı zamanlarda insan davranışlarının değeri nedir? Emrin olmadığı
yerlerde hüsün kubuh tayin edilmediğinden o insanların davranışlarının
yaratılmasının Allah için abes olup olmayacağı gibi çoğaltılabilecek sorular
etrafında marifetullah, ehl-i fetret, adalet, hikmet gibi meseleler
tartışılmaktaydı. Modern dönem için soru bir daha sorulursa, denilebilir ki bir
şey zatında var olan hüsün dolayısıyla emredilmişse emir haricinde mutlak bir
hüsnün varlığını kabul etme ve ettirme imkânı da zuhur eder. Bu durumda hüsün
olduğuna inandığımız şeyleri emredilmemiş olsa bile benimsemekte ve hakikat
kabul etmekte muhtarız demektir. Bunun modernleşme için ne anlama geldiği
ortadadır. Dönemle alakalı olanlar İslâm’ın terakkiye mani olduğunu iddia
edenlere karşı hemen her metinde görmeye alıştığımız şu savunmanın yapıldığını
anımsayacaklardır. İslâm zaten bu iyi, faydalı olan(hüsün) şeyleri müsaade
etmekle kalmamış bizzat emretmiştir. Bu istidlal biçimleri gizli olarak
Mu’tezile’nin, aşikar olarak Mâturîdîliğin gördüğü ilgiyi açıklamakta ve hüsün
ve kubuhla ilgili aklın otorite kabul edilip edilmemesi ile ilgili tartışmaları
izah etmektedir.
Mu’tezile’ye mensup olanlar şeriata aklı teyid ve tekid
eden bir rol yüklerken Eş’arîler fiilin emre istinaden hüsün ve kubuh vasfının
kazanıldığını dile getiriyorlardı. Bir bakıma görecelilik olan bu durum sabit
bir hayır ve şerrin mevduiyetine karşı çıkış manasına gelir. Nitekim Subhî
Paşa’nın hüsün ve kubuhun her millete göre değiştiği şeklindeki izahı tam da bu
ayrıma denk gelmektedir.[774] Buraya bir
parantez açarak şunu ifade edelim ki eğer iyi ve kötü eşyanın özünde kabul
edilmezse farklı modernlşemlere imkân tanıma imkânı mevcuttur. Fakat
modernleşmeyle beraber tek bir doğru vardır ve o da batıdakidir fikrine zâhib
olunursa o zaman hüsün ve kubuhun eşyanın özünde mevcut ve tek olduğuna inanmak
gereklidir.
Bu durumda Avrupa’da cereyan eden şeylerin iyiliğini ve
güzelliğini iddia edip bunu dinin bir rüknü gibi takdim etmenin usul açısından
imkânsız hale geleceği durumlarla karşı karşıya kalınacaktır. Mâturîdî-Hanefî
usul geleneğine bağlı olan Osmanlı için hukukî düzenlemeler daha kolaydı.
Nitekim Eş’arîlerin ve Mu’tezilenin haricinde bir yol olarak özellikle usul-u
fıkıh metinlerinde Hanefîlik merkeze alınarak Mâturîdî çizginin belirlediği bir
üçüncü yol tutulmuştur.[775]
Aklın bu kadar ön plana çıktığı bir ortamda Sünnî literatür
içinde aklın otorite olmasına imkân sağlayacak referans arayışlarının arttığını
görmekteyiz. Mâturîdî gelenek içerisinde geçmiş dönemde Molla Hüsrev ve İbn
Kemal’e uzanarak aklın vacib ve haram kılma salahiyetine haiz olduğu şeklindeki
izahlar daha çok yeni şeylere imkân bulmak içindir. Yeni şeylerle ilgili aklın
bu iyidir bu çirkindir manasına bir kelâm-ı ihbâri cinsinden ortaya koyacağı
hükümleri hüsün ve kubuhun ilk üç manasına istinaden kabul etme eğilim de bu
arzuya göredir.[776] Özellikle burada
şeriatın emrettiği şeyler hakkında hüsün ve kubuh tartışması yapılmamaktadır.
Çünkü İslâmcıların ve tabiî ki ulemanın zaten iyi şeyleri İslâm’ın emrettiği
şeklinde bütün bir modernleşmeyi kuşatan bir savunma dili olarak bu hususu
vurgulamaktaydılar. Mesela hukukî bir meselede bu problemi vazeden ve Gökalp’i
destekleyen Halim Sabit’in verdiği örnek dikkat çekicidir:
“Çünkü
fiiline taleb tealluk eden her işin ma'rûf olması lâzım geldiği halde, bütün
ma'rûfların ayrı ayrı mansus olması lâzım gelmez. Bazı ma'rûfların fiiline
taleb taalluk ettiği halde, bazılarının fiili böyle hususi bir talebin
mütealliki olmaya da bilir. Meselâ cuma namazı kılmak... hem memurun bih, hem
ma'rûftur. Yabancılar ile alışveriş etmek meselesi... bu şu zamanımızda
ma'rûftur. Fakat bi'1-husus bu madde hakkında bir nass mevcud olduğu
bilinemiyor.”[777]
İbadetler gibi teabbüdî bir konunun yerine yabancılarla
alış veriş gibi modern vechesi hayli mühim olan bir meselenin seçilmesi aklın
tasarruf alanının nereler olduğunu göstermesi açısından dikkate değerdir. Aynı
dönemde olması hasebiyle Mâturîdî-Hanefî çizgiye mensup Usûl-i fıkıh eseri
sahibi bir müellifin şer’ilik vasfıyla ilgili kanaati tartışmanın genel olarak
şeraitin belirlediği alanın dışında kalan hususlarla alakalı olduğunu düşündürmektedir.[778] Geriye
doğru gidildiği zaman şeriatın serbest bıraktığı veya ulaşmadığı alanlara dair
yapılan tartışmalar Kelâmî metinlerinde yer almışken, modern dönem kelâm
metinlerinde bu meselenin hususi olarak problem çözme arzusuyla merkeze
alındığına şahit olmuyoruz. Fakat usul-i fıkıh metinlerinde ve içtimâî usul-i
fıkıh tartışmalarında merkezi bir yer tutmasının altında yatan saik akla
açabileceği geniş saha ve daha önemlisi akla açtığı bu sahada otorite
kazandıracak olmasıdır. Bu durumda hüsn ve kubuh meselesinin bir tarafıyla
estetiğin de mevzuu olan güzellik ve çirkinlikle ilgili olan kısmı değil; “nîk
u bed, hayr ve şer, hak ve bâtıl gibi fazâil ve rezâil-i beşerî, mehâsin ve
müsâvi-i ahlâkiyyeyi ifade eden ne kadar kelimeler varsa cümlesinin medlülleri,
bu hüsn ve kubh tabirlerine dahil”[779] olduğu bir alandan
bahsedilmektedir.
Özellikle içtimâî usul-ü fıkıh tartışmalarının cereyan
ettiği zaman diliminde meselenin ön plana çıkması hukukî düzenlemelerle alakalı
olsa da akla tayin edici bir vasıf verilip verilmemesi meseleye kelâmi bir yön
katmaktadır. Seyyid Bey’in Darulfünûn’da usul-ü fıkıh dersleri verdiği yıllarda
İttihat ve Terakki iktidarının fikri kanadını temsil eden isimlerin başlattığı
bu tartışmaya özellikle 1917’de Hukuk-u Âile Kararnamesini de çıkaran Ziya
Gökalp’in öncülük etmesi bir İttihat ve Terakki siyaseti olarak da okumayı
mümkün kılmaktadır. Fakat meselenin bizimle ilgili asıl önemli olan tarafı
hüsün ve kubuh meselesinde yeni bir alan açmak isteyenlerin bu kavramların
tanımlarını nasıl yaptıklarıdır. Gökalp’in hüsün ve kubuh için yaptığı fayda ve
zarar ayrımı içinde şer’iliği barındırmayan veya bu şer’iliğin oldukça geri
plana itildiği bir vaziyeti temsil etmektedir. Hüsün ve kubhu maddi ve manevi
olarak ikiye ayırıp manevi nef’ ve zarar üzerinden içtimâî hayat için bir tür
fedakârlık arayışına giren Ziya Gökalp’in[780] nef ve zararın fıkıh
tarafından incelenilip tayin edilmesine muhalefet etmesine İzmirli, Ebu
Hanife’nin tanımından hareketle karşı çıkmıştır.[781] İslâmcılarla Türkçülerin
din ve modernleşme anlayışlarının da ilmî bir mukayesesi kabul edilebilecek bu
tartışmada Ziya Gökalp hüsün ve kubuhun içtimâî vicdanla tayin edileceği[782] fikrine
ulaşmak için maddede mevcut fayda ve zararın hüsün ve kubuh manasına
gelmeyeceği iddiasını ortaya attı. Hüsün ve kubuhun içtimâî vicdan tarafından
tayin edilmesinin Mu’tezilî manada bir taksim olduğunu ve kendilerinin de
Mu’tezile’ye müşabih olacaklarını İzmirli daha başta ifade etti:
“Mu'tezile'ye göre hüsün ve kubuhda akıl hâkimdir.
Mu'tezile'nin bu mezhebi Ebu Ali Cübbâî ile oğlu Ebu Haşim'den itibaren revaç
buldu. Bunlar hüsün ve kubhu marifet vücûb-i aklî ile vaciptir, demekle
şeriat-ı aklîyi isbât ettiler. Şeriat-ı Nebeviyyeyi aklın varamayacağı
mukadderât-ı ahkâm ve muvakkatât-ı tâatı reddettiler.
Eğer şeriat; ilâhî şeriat, içtimâî şeriat diye iki kısma
taksim olunursa Cübbâî ile Ebu Hâşim'in mezhebine müşabih bir mezheb ihdas
edilmiş olur. Çünkü Cübbâî ve Ebu Hâşim; "aklî şeriat, nebevî şerîat"
diyorlar. Taksim aynı taksimdir, fakat dâire-i şümulleri ayrı olacaktır.”[783]
İzmirli’nin Mu’tezile’yle kurduğu bu ilişki önemlidir zira
bu durum şeriatın merkeziliğini ilga ettiği gibi bir modernleşme projesine
imkân vermektedir: “Asr-ı hâzırda rasyonalist -akliyyûn- denilen fırkanın
mezhebi olmuş olur. Bu fırkalara göre vahye, şer’a lüzum yoktur. Akıl kâfidir.”[784] Seyyid
Bey’in dahi Hanefi, Mâturidi ve Mu’tezile tarafından hüsün ve kubuhu tayin
etmede akla rol verilmediğini ifade etmesi Ziya Gökalp’in aradığı türden bir
imkânın dinde bulunmadığını gösterir.
Modernleşmeyle meydana gelen değişikliklerin tayini için
iyi ve kötünün belirleyicisinin değişmesi gerekmektedir. Akıl etrafında
estirilen olumlu hava gerek Mu’tezili bir tavrı savunan gerek de daha çok Ehl-i
Sünnet çizgisinde fikir serdedenlerde hüsun ve kubuh meselesinin akıl merkezli
ele alınması sonucunu doğurmuştur.[785] Şeriatın sabit ve değişmezlerine yapılacak vurguyla kendini
daha çok modernist İslâm düşüncesi nezdinde yer bulacak bu vurgu, aklın
otoritesini şeriatın her rüknüne yayacak kadar genişleyecektir. Meselenin gelip
dayandığı yer yapılan vurgunun, şeriatın yüceliğinden ziyade problem çözmeye
yönelik olduğunu ortaya koymaktadır.
Ziya Gökalp’in ve onu destekleyen isimlerin sosyolojiyle
karıştırarak ve örfü devreye sokarak yapmaya çalıştıkları bu ameliyenin bir
benzerine Seyyid Bey farklı bir şekilde teşebbüs etmektedir. Mâturidilerin ve
Mu’tezile’nin -Seyyid Bey için pek farkı yoktur- şeriatın emir ve nehyi
haricinde iyi ve kötünün var olduğuna dair kabul ettikleri delillerinden
hareketle yeni bir yöntem denemektedir. Mâturidi telakkinin vahyin ulaşıp
ulaşmadığı durumlara hasrederek ele aldığı hüsün kubuh meselesinin Mâturidi
gelenek içinde fiillerin vasfı hakkında akla bir takdir imkânı vermektedir.[786] Buna
göre Seyyid Bey Eş’arilerin hüsün ve kubuhun kavme, çevreye ve topluma göre
değişmesi itirazını Mâturidiler ağzından cevaplandırırken insanlığın bir garaz-ı
aslisinin bulunduğunu ve beşeriyetin o gayeye müteveccih olduğunu ifade
ederek dinlerin ve şeraitlerin de o gayeye mâtuf olduğunu beyan etmektedir.
Nitekim bu değişim genel olarak ahlâkının dinî yapısına karşı Baha Tevfik
tarafından da ileri sürülmektedir. Hüsun ve kubuhu tefrik etme meziyetini bir
‘mevhibe-i Rabbâni’ gören Ali Kemal’e itiraz ederken bu farklılığa değinerek
şerrin Allah’a isnâdı sonucuna ulaşmaktadır.[787] Mu’tezilî tarzda bir itiraz
olarak düşünebilecek bu hayır şer tefriki fiillerin Allah’a nisbeti meselesini
de gündeme getirmektedir. Batıcıların genel bir itirazı olarak görülen bu tavır
yeni ahlâk arayışlarının bir neticesidir. Bu gaye zamanın mekânın ve insanların
durumların değişmesiyle değişmeyecek bir prensiptir. Hiçbir zaman değişmeyen bu
gaye de “beşerin haiz olduğu istidada göre matlub olan müntehâ-yı kemâle
vusûlüdür. Yani tam bir medeniyet-i fâzılaya vusûlüyle hakiki saadet-i
beşeriyenin husûlüdür.”[788] Burada zikredilen
medeniyet-i fâzılanın vusul edeceği yer Avrupa’nın ulaştığı seviye olduğundan
zımnen ifade ettiği şey de o gayeye ulaşma yoludur:
“Binaen
aleyh bu gayeye muvafık ve ona muvassal olan her nev’i ef’al ve harekât, her
yerde ve her zamanda mehasinden ve bi’l-aks bu gayeye muhalif ve onu muhal olan
bi’l-cümle harekât da kabâyıhtan ad olunur.”[789]
Böylece bütün düzenlemeler ve yenilikler bu gayeye mâtuf
olarak tanzîm ve tensîk edilebilir. Zira insanlarda ortak bir terakki arzusu
vardır. Bu arzuyu gerçekleştirecek her fiil hüsün, engelleyecek her fiil
kubuhtur. Aklı “fehm-i hitâba alet” olarak[790] görmekten çok öte İzmirli’nin
veya diğer birçok usul-ü fıkıh eserinin doğru veya yanlışı belirleme kriteri
olarak aldığı şeriat ve şeriatın ulaşmadığı yerlerde akıl şeklindeki tasnifin
çok ötesine geçilmekte ve insan bu doğrunun merkezine yerleştirilmektedir.[791] Seyyid
Bey’in hukukî manada söyledikleri de tabii hukuk çerçevesine yerleşmektedir ve
tam da modernleşeme için gerekli olan bir şeydir.
Hatta Seyyid Bey
müşterek doğrulardan hareketle istinbat edeceği kaidelere yol bulurken bunu da
şeriatın asıl gayesi kabul etmekten çekinmemektedir:
“Bütün
nusus-u diniye ve ahkâm-ı şer’iyye birer birer tahlil edilecek olursa görülür
ki bu esas, şeriatın da aslı’l-usûlüdür. Dinin de şeriatın da hedef ittihaz
eylediği gaye budur.”[792]
Eş’arî geleneğin, aklı şeriattan münbais görme arzusuna da
Gazzâlî üzerinden karşı çıkmakta ve mütedeyyin veya gayr-ı mütedeyyin bütün
erbab-ı ukûlun müttefik olduğu hüsünlerin bulunduğunu belirtmektedir.[793] Bu
tavrıyla İslâmcılar içinde çok farklı bir yerde durmaktadır.
Akla duyulan ilginin çok daha erken devirlerde başlamasına
rağmen meselenin hüsün ve kubuh zaviyesinden akla istinad ettirilmesi çok daha
geç dönemlere ait bir teşebbüstür. İslâmcılığın ilk mübeşşirlerinden Namık
Kemal’in “bizde hüsn ve kubhu şeriat tayin eder”[794] diyerek kendini nisbet ettiği
yerin çok ötesinde II. Meşrutiyet’e gelindiğinde farklı arayışlar
görülmektedir.[795] Avrupaî
fikirlerin tesirinin beslediği bu aklîlik eğilimi[796] giderek hüsün ve kubhu aklın
mı şeriatın mı bileceği hususunda ulemayı tavır ve üslup açısından ait
oldukları yere bakmaksızın Mâturîdî bir anlayışa sevkedecektir. Fakat
birleşmenin görüldüğü bu noktada ayrılık da başlamakta ve Mâturîdîlerin
marifetullah ve etrafındaki meselelerle ilgili akla bahşettikleri mevkii farklı
telakkilere yol açmaktadır:
“Mâturîdîye ise, yalnız mârifetullahın vücûbu meselesinde
mu'tezileye muvafakat itmiş yani mârifetullahın vücûbuyla hüküm iden akıldır
demiş ve hatta sabî-i akıl üzerine imanın vücûbuna kail olmuşdur. Bu meselenin
maadasında eşyanın hüsün ve kubuhda hâkim şer' ise de aklın dahi medhâli
vardır. Hüsün ve kubuh sırf şer'i olmayub bazı eşyanın hüsün ve kubhunu kable
vurud'uş-şer' tevfık-i ilâhî ile akıl müdrikdir. Mücerret hitabı idrâk için
akıl bir alet kabilinden değildir. Belki bazısının hüsnünü semi'den evvel
bazısını da semi'den sonra bilir. Ahkâm-ı şeriyenin çoğu bu kabildendir.”[797]
Osmanlı hukuk geleneği Hanefî-Mâturîdî çizgide iken Kelâmî
geleneğin özellikle medrese ders kitapları çerçevesinde büyük ölçüde Eş’arî
çizgiye yakın olması bir denge unsurudur. Hüsün ve kubuhun şer’i olduğunu
savunanlar bulunduğu gibi[798] hayır ve şerrin
bilgisinde akla rol veren Mâturîdî anlayış yan yana yaşaya gelmiştir. Hüsun ve
kubuhun/hayır ve şerrin tamamen akılla bilinemeyeceği hususundaki kanaat aynı
zamanda modern dönemde çokça tartışılan nübüvvet kurumuyla da alakalı olması
hasebiyle mesele kritik bir noktaya gelmekteydi.[799] Eş’arî anlayışı
hatırlatır biçimde meselenin bu noktaya gelmesinde en önemli saik din kurumunun
tartışmalı hale gelmesi ve nübüvvet, mucize, keramet gibi alemin mekanik
işleyişiyle ilgili aklın otoritesi altına girecek ve bilgiyi tamamen insana
bırakacak bir anlayışı barındırmasında yatmakta idi. Nübüvvet meselesi
üzerinden insan iradesinin mevcudiyetini de temellendirme imkânı bulanlar hüsün
ve kubuh hakkında akla verilen rolün bu imkânı ortadan kaldıracağını fark etmiş
olmalıdırlar.[800] Kendilerini
Mâturîdîyye’ye nisbet veya tevsik eden Manastırlı İsmail Hakkı, Arapgirli
Hüseyin Avni gibi isimler tehlikenin farkında olarak aklı tek hakim kabul
etmeye yanaşmamışlardır:
“Fi'1-hakika
akıl, şer'-i şerifin tevekkuf ittiği bazı mesailde mesela mârifetullahda hüsün
ve kubhu idrâk ider lâkin teklifi mucib olan bi'1-cümle umurda aklı hâkim
itibâr itmek caiz olamaz. Zîrâ akıl âlât-ı sâire gibi kendi kendine fâilsiz iş
görmekden âciz bir aletdir. Bu hâlde ânı hâkim-i mutlak itibâr itmek sahih
olamaz. Bir de mebde-i fıtratda menat-ı teklif olan akıl mevcud değildir. Nice
esbabdan naşi hava-ı nefsâni galibdir. Akıl mağlub olarak tehaddus ider. Bu
sûretde aklı bî-nefsihi hâkim kılmak galibe mukabil malûbu âmil ve müessir
kılmak dimekdir, bu ise caiz değildir.”[801]
Bu satırların sahibi Hüseyin Avni, bu mesele üzerinden
dinin faydası, İslâm’ın emir ve nehiylerinin insanlar için faydalı olması
neticesine ulaşmaktadır. Din ve İslâm savunması yaptığı yerlerde hüsün ve kubuh
konusunda şer’iliği öne çıkardığı hissi verse de asıl mesele toplumda dinin
mevkiiyle alakalıdır. İslâm’ın emir ve yasaklarının kişi ve Osmanlı toplumu
için faydası üzerine yaptığı izahlarla akla kayıtsız şartsız verilecek rolden
doğacak problemlerden kaçış ve doğacak neticelerden duyulan tedirginlik gerek
kelâmî eserlerde gerek içtimâî ahlâkî eserlerde göze çarpmaktadır.[802] Bu tarz bir
rol verme ameliyesinin tarihi tecrübeye istinaden savunulamayacağı tezi
problemin farkında olunduğunu düşündürmektedir.[803] Ulema bu durumda hüsün ve
kubuhun ferd ve cemiyet hayatında ne kadar faydalı olduğu yönünde izahata
girişerek vahyin toplum hayatında mihver olarak kalması fikrini savundular.
Eş’arî bir çerçevedeki vurgularına rağmen Mâturîdî bir istidlalle eşyanın
özünde hüsün ve kubuhun bulunduğu fikrine yakın durarak yaptılar. Çünkü hüsün
ve kubuhun ele alındığı nokta Eş’arîlerin değerlendirdiği gibi Allah’a şer
nisbet edilemeyeceği meselesi değil doğru ve yanlışın herkese göre
değişebileceği şeklinde anlaşılabilecek bir rölativizmden kaçmak içindir.[804]
Hüsün ve kubuhta fert ve cemiyet için mutlaka fayda
gözetildiğine dair hikmeti vurgulayan muhakeme şeklini bir tarafa bırakan
Harpûtî ise Mâturîdî bir çerçevede Eş’arîlik-Mâturîdîlik arasında cereyan eden
tartışmalara istinaden meseleye yaklaşmaktadır.[805] Maturidî bir anlayışı
tasvip eden Harpûtî Eş’arî-Mâturîdî arasındaki nizanın marifetullah
meselesinden kaynaklandığını şeriatla ilgili hususlarda akla böyle bir
selahiyetin verilemediğini beyanla şeriatın hukukî ve itikadi yönünü güçlü
biçimde vurgulamıştır.[806] Aklın
otorite olmasının yolunu açmanın mahzurlarını fark edenler Avrupa misalinde
olduğu gibi yaşanacak bir fikrî ve ahlâkî karmaşanın yol açacağı problemleri
kestirebilmektedirler. Özellikle bu tavır kendini ahlâkın kaynağı ile ilgili
izahlarda ve hak ve hakikat denen esasın nereye istinaden kurulacağı meselesinde
göstermektedir.
İslâmcıların ve ulemanın ahlâkî olarak Batıyı taklit
etmekten kaçınmaları ve yönünü Batıya dönenleri tenkit etmeleri dini ve ahlâkî
herhangi bir otoritenin kalmamasının neticelerini kestirmekten
kaynaklanmaktadır.[807] Fakat meselelerin aklî bir
zemine kayması ulema ve İslâmcılar tarafından aklı ön plana çıkarmayı
gerektiren bir seyir izleme zorunluluğunu doğurmuştur.[808] Meselelerin
ahlâkî metinlerde ele alındığı yerlerde farklı izahlara girişildiği ve vicdan
meselesinin geniş şekilde mevzubahis edildiğine şahit oluyoruz.[809] Akla
yüklenen mananın farklı bir şekilde fakat yine aynı biçimde vicdana
hamledilmesi aynı zamanda vicdana tesir eden saiklerin neler olduğu fikrinden
âri olarak ele alınamaz. Vicdanî ahlâk fikrine yaslananların hüsün ve kubuhu
vicdanî ahlâka istinad ettirmesi İslâm Tarihinin yeni karşı karşıya olduğu bir
durumdur.[810] Her ne kadar hüsün ve
kubuhun yukarıda bahsettiğimiz ilk üç manasını kapsar şekilde bu izaha girişmek
mümkün ise de bir tür rölativizm demek olan bu kavramlara yaslanmanın
mahzurlarına vâkıf ulema ve İslâmcıların şeriat ısrarları boşuna değildir. Zira
ahlâkî telakkinin Avrupa’da tesadüf edildiği şekliyle haz, menfaat, vazife gibi
mehazlerden ziyade merkezinde Allah’ın olduğu bir rıza ve mesuliyet
çerçevesinde şekillenmiş olması nihayi manada hayrı ve şerri tayin eden şeyin
şeriatın rehberliği olarak esas alınması durumunu doğurmuştur.[811]
Ferdî ve içtimâî hayatta tebarüz eden bu husus Batı’dan
neyi ne kadar alma konusunu gündeme gelecektir. İslâm’ın yenilenmesi veya çağa uygun
tefsir ve tevilinin yapılması mecburiyetini idrak eden ulema ve İslâmcılar
Batı’dan alınacak şeyleri süzgeçten geçirecek ve batının içine düştüğü
maddî-manevî ikilemi izale edecek bir aklın rehberliğinde doğru ve yanlışı
ayırt etmeye yarayacak bir ölçü kurmak isterler. Çok fazla zaman ve tecrübeye
sahip olmayan bu teşebbüsün yaslandığı en önemli dayanaklardan biri her asırda
İslâm’ın yenileneceği fikridir. İçtimâî pratiklerin, hurafe bidat
tartışmalarının, din-ilim çatışmaları ile ilgili izahların etrafında döndüğü bu
arayışın ortaya çıkacaracağı bir ölçü ve usul görme imkânı yok ise de meselenin
mahiyetine dair izahlar mevcuttur.[812]
İçtimâî fayda ve menfaatin sağlanması hem siyasî iktidar
için elzem ve hem de devletin bekası endişesinin bir gereğidir. Modernleşme
dönemi boyunca yapılan değişiklikleri bu çerçeveye göre ele alan bu telakkinin
hüsün ve kubuhu toplumun faydasıyla ve zararıyla açıklama yoluna girmektedir.
Özellikle Jön-Türklerin muhalefetlerinin merkezine toplumu yerleştirme
ameliyeleriyle beslenen bu telakki dini istinadgahlar da bularak fayda ve
zararı toplum faydasına irca ederken bunun tayinini de akla bırakmaktadır. İşin
fayda ve zarara indirgenmesi bunun tayinini problemini de doğurmaktadır. Ziya
Gökalp’in insan fiillerini “tedbir” adı altında klâsik fıkıh ve Kelâm ilminin
inhisarından ayırması aslında meselelerin bu dönemde alacağı yönle ilgilidir.[813]
Hanefî-Mâturîdî gelenek içinde sadece marifetullah ile
sınırlı kalmayıp “aklın hüsnünü idrak edeceği" iman, adl, ihsan ve
ibadetlerin şeklini değil ama aslını, aklın şeran memur olmasa da bilebileceği
noktasında Mu’tezile’ye yaklaşanlar da olmuştur.[814] Fakat bu çabalar gerek usul geleneği içerisinde gerek de
dönemin akıl merkezli hayata ve topluma yaklaşımında görülebilecek temayüllerle
sınırlı olmalıdır. Mesela vicdan- ahlâk zemininde dini telkin ve murakabenin
zarureti bahsinde meseleleri izah ederken Abdülaziz Çâviş, Mu’tezileyi ayırıp
ehl-i sünnete aidiyetini vurguladıktan sonra aklın eşyanın hüsün ve kubuhunu
bilebileceği noktasına gelemektedir.[815] Gerek Haydar Efendi gerek
Çâviş tarafından ısrarla vurgulanan şey aklın hayatın bütününü ihata edecek
küllî kaideler va’z etme selahiyetine hâiz olmadığı gerçeğidir. En iyi
ifadesini Hanefî- Mâturîdî gelenekde idrak eden bu usul hem akla hayata dair
alan açmakta hem de hayatla ilgili küllî kaideleri şeriata bağlayarak bir tür
küllî irade- cüz’i irade şeklinde anlaşılabilecek bir çözüm imkânı vermektedir.
Fakat Ziya Gökalp’in fıkhı bir taraftan vahye bir taraftan içtimâîyyâta
dayandırmak isteme arzusunun bir modernleşme çabası olduğuna ve bu çabanın
tehlikeli neticelere varacağına hükmeden İzmirli, vahiy ve vahiyden münbais
reyi mehaz alınması gerektiği fikriyle bu geleneğin akıl ve insan lehine
bozulmasına karşı çıkmıştır.[816] Allah’ın muradının kendi
ulaştıkları veya ulaşmak istedikleri hüküm olduğu iddiasıyla ve değişen
şartlara şeriatın uyum sağlayabilmesi gayesiyle bu zemini sağlamlaştırmaya ve
bir ilcaât-ı zamaniyeyle karşı karşıya getirmeye gayret etmektedirler.[817] Ahkâmın
değişmesiyle ilgili Mecelle kaidelerini de bu çerçevede izah etmesine
rağmen[818] yetersiz
görüldüğü bir devrede bu çabalara zemin teşkil etmesi için akla vereceği rolün
tek başına manasız olduğunu fark eden Gökalp “Amellerin nef ve zararını tayin
ve takdir eden (tecrübeye müstenid) akıldır”[819] şeklindeki fikre karşı çıkarak aklı kendi ilgi sahası olan
sosyolojiyle de irtibatlı olarak farklı bir mevkiiye yerleştirmektedir:
“Akıl,
ilmî tecrübelerin yardımıyla keyfiyetlerin ve kıymetlerin muadil-i kemmîlerini
biri birine irca ederek bunların kemmî münasebetlerinden sabit kanunlar
çıkarır; fakat ne keyfiyetleri, ne de kıymetleri temyiz ve
takdir edemez. Keyfiyetlerin
temyizi ferdî şuura, kıymetlerin takdiri içtimâî vicdana
yani örfe aittir.”[820]
Bu ayrım daha sonraları Fazlur Rahman’ın da alkışlayacağı
evrensel- yöresel ayrımına da imkân verecek bir takdir ölçüsü geliştirme
çabasıdır.[821] Buradan
Kıymet meselesine intikal eden Ziya Gökalp buna millet hayatının sembolleri
üzerinden ulaşmak isterken[822] fayda ve zararı ne
Eş’arî ne de Mâturîdî gelenekte görülmediği şekilde yorumlamaktadır:
“iyi faydalı
olduğu için iyi değildir, belki iyi olduğuna inanıldığı için iyidir. Vakıa iyi
aynı zamanda —cemaat nokta-i nazarından— faydalıdır da. Fakat iyinin faydalı
olması, iyiliğine inanılmasının sebebi değil; neticesidir. iyi menfaatle meşrut
olduğu zaman iyilikten çıkar.”[823]
İlk başta makul gibi gözüken bu ayrım, iyi ve kötünün akıl
tarafından tayin edilmiş hali üzerinden yapılan yorumlara göredir. Kendisinin
millet hayatında fedakarlığa müstenid kıldığı tavırların doğruluğuna dair
yaptığı izahlar aslında iyi ve kötünün, fayda ve zararın esas hakiki manasının
örften iktibas edecek akla dayandırmaktadır. Örfün belirleyiciliğine itiraz
eden İzmirli, Gökalp’in örf telakkisinin İslâm tarihinde ve usül geleneğinde mevcut
olmadığını ilan ederek bu çabaya en güçlü itirazı yöneltti.[824]
Emr-i bi’l-ma’rufu da
bu çerçevede anlayan Gökalp[825] belirleyiciliği içtimâî
vicdana bırakarak kendine yol açmaya çalışmaktadır.[826] Fakat emr-i bi’l-maruf
prensibinin toplumun uhdesine verilmesi fikrine hüsün ve kubuhun
belirleyicisinin şeriat olması gerektiği için İzmirli reddetti.[827] Özellikle
Ziya Gökalp’in savunduğu içtimâî vicdan kavramı etrafında tayin hakkını topluma
veren bu yaklaşımda içtimâî vicdan tartışmaları geniş bir tesir uyandırmıştır. Daru’l-Hikmeti’l-Islâmiyye
Nizamnamesi etrafında Islâm Mecmuası çevresinin dahil olduğu
tartışmalarda içtimâî vicdan meselesi merkezî bir yer işgal etmektedir.[828] Buradan
hüsün ve kubuhun fevka’l-akl ve içtimâî olduğu neticesi kabul edilmesinin[829] toplum
için bir felaket demek olduğunun farkına varan Said Halim Paşa aklın tek başına
belirleyici olması hakkındaki kabulün yanlışlığına dikkat çekerek meseleyi
keyfilikten kurtarma çareleri aramaktadır.[830] Toplumların insanlık
tarihi boyunca meseleleri iyi ve doğru üzerinden değil elem ve lezzet
canibinden değerlendirmeye meyyal oldukları gerekçesini öne süren Elmalılı’nın
itirazları, toplum mefhumu üzerinden meselenin hallinin mümkün olmadığı
gerçeğine dönüktür.[831] Efkâr-ı umûmiyenin her
zaman isabet edemeyeceği gerçeği ortadadır zira efkâr-ı nâs zevâhire aldanmaya
müsait ve ifrat ve tefrite meyyaldir.[832]
Aslında İkbal tarafından da takdirle karşılanan
yerellik-evrensellik ayrımına imkân veren bu anlayış Said Halim Paşa’nın teklif
ettiği İslâm’ın evrensel ilkeleri etrafında şekillenmiş bir yapıdan ibaret olan
anlayışla örtüşmez.[833] Çünkü böyle
bir yöntem takip ederek hayır ve şerrin tayinini şeriata veya mahdut olmasına
rağmen akla değil de toplumun kendi vicdanına bırakmak doğrunun
değişebilirliğini kabul etmek manasına gelir. Zamanın değişmesiyle ilgili kaide
esas ittihaz edildiğinde mesele daha kolay anlaşılır. Çünkü meselenin mihverine
toplum denilen ve muhtevası tam tayin edilmemiş bir yapı yerleştirildiğinde
doğrular da bu yapıya istinad ettirilirse istenen arzulanan değişim
gerçekleştirilebilir.[834] Gökalp, şeriatı naklî ve
içtimâî olarak ayırarak toplumun da Allah’ın koyduğu içtimâî kanunlara tâbi
olduğu gerçeğinden hareketle bütün bir değişimin şer’i kabul edilmesi gerektiği
neticesine ulaşmaya çalışmıştır.[835] İzmirli nassî ve örfî
kabih olarak iki kabih ihdas edilmesi fikrini şeriatın dışında bir ölçü
getirilmek olarak kabul edip karşı çıkmıştır.[836] Ziya Gökalp için,
yapılması gereken- hukukî hüküm istinbatının nasıl olacağından ziyade- küllî
kaidelere toplum üzerinden ‘örf adıyla da meşrulaştırarak gerçekleştirmektir.
Bizi ilgilendiren tarafı hüsün ve kubuhun tayininin topluma
verilmiş olmasıdır. İslâm hukukunun örf adı altında kabul ettiği şeylerin
toplumda İslâm’dan önce cari olan ve İslâm’ın tasvip ettiği şeyler olduğunu
örfle ilgili izahatlardan anlıyoruz. Ziya’nın tevessül ettiği yöntemde böyle
bir tefrik olmadığı gibi toplumda yeni üretilen şeyler ilcaat-ı zamaniye adı
altında bir örf haline dönüştürülmekte ve bir referans olarak kabul
edilmektedir. İzmirli bu problemin farkında olduğu için nassa aykırı olan örfün
bir kıymeti olmadığını savunmuştur. Burada değişimin şeriat açısından doğru
olup olmadığı kıstas alınmamakta ve paradoksal olarak yeni vücud bulan şeyleri
örf olarak kabul etmekte ve yine bu örf adı verdiği şeyleri de bir referans
çerçevesi haline dönüştürmektedir.[837] Nitekim klâsik usul
geleneğinde örfün şeriat katında güzel görünen şey olarak yapılan tanımlarına
Halim Sabit, “cemaatın vicdanında makbul olan şey” manasını verdiği
“vermürselât-ı örfe” ayetinin medlulü olarak itiraz etmektedir. Ziya Gökalp’in
kaçıyor göründüğü manayı Halim Sabit net olarak ifade etmektedir.[838] İçtihad
tartışmaları esnasında da gündeme gelen ve içtihadın alanı ile sınırları tayin
eden tahditler en son kertede nassın bulunmadığı durumlarda insanın vicdanına
danışması ile ilgili hükme istinaden bu yolu seçerken asla içtimâî bir vicdan
fikrine uzanmamaktadırlar.[839] Mesele
şeriatın değil cemaatın vicdanının güzel gördüğü şeydir, modern dönem için de
gerekli olan budur. Bu tehlikenin farkında olan İzmirli, hüsün ve kubuhun bu
şekilde tefrik edilmesine bu tür bir metodla yapılan şeyin şeriatın emir ve
müsaade ettiği bir şey olmaktan ziyade “bir re’y-i mahsustan ibaret” ve şeriata
muhalif bir yöntem olduğu için kabul etmez.[840]
Nasslarda açıkça emredilen şeyler hususunda ciddi
itirazların yükselmeye başladığı bir zaman diliminde cereyan eden tartışmalar
arasında ulemayı tedirgin eden şey şeriatın doğruluğu hakkında zihinlerde
meydana gelen istifhamların izale edilemiyor oluşudur. Mesela kadınlarla ilgili
mevzularda bu problem kendini aşikâr etmektedir. Bu problemin farkında olan
Musa Kazım, umumun kanaatinin makbul olmasını “tabâyi’-i selime nezdinde
müsellem ve nüfûs-u zekiyyede müstekîr bir âdet” olmasında aramaktadır. Bu
şartları taşımayan bir bilgi aracının otoriteye dönüşmesi sakıncalıdır. Nitekim
burada çoğunluğun veya halkın ne dediği değil, İslâm’ın emrettiğinin insanlar
için faydalı olduğunun tescil edilmesi gerekliliğinin yattığı kabul
edilmelidir:
“İşte
din-i İslâm böyledir. Çünkü bu dinde emr olunan şeylerin kaffesi insanlar için
bilâ-şek nâfi’ olduğu gibi nehy edilen şeylerin cümlesi dahi bütün insanlar
hakkında muzır olduğu mertebe-i bedâhettedir. Bugün bu hakikat bütün ukalânın
taht-ı tasdikindedir. Bazı sebekmağzân bu din-i mübinin taaddüd-ü zevcât ve
tesettür-ü nisvân ve talak gibi bazı mesâiline itiraz ediyorlarsa da... ”[841]
Musa Kazım ve diğer ulema toplum gibi ne olduğu belirsiz
bir mevhuma bu hakkın verilmesinin hayatın, ahlâkın ve adaletin devamı
noktasında ciddi sıkıntılar doğuracağına kâniydiler. Ayrıca yeni dönemin ruhuna
uygun olan cumhuriyet ve meşrutiyet gibi -daha sonraları demokrasi- hususların
tek başına şeriatten azade bir belirleyicilik makamında bulunmalarının dini ve
ahlâkî mahzurları, hürriyetle ilgili kayd-ı itirazlarında çokça rastladığımız
bir kaygıya dönüşmüştür. Akseki meselenin bu tarafıyla ilgili ahlâkî
çözümlemeleri tenkit ederken şöyle demektedir:
“Menfaatin şahsi değil, içtimâî olduğuna kail olanların,
yani “hayr”ı, “heyet-i içtimâiye nâfi’ olan”, “ekseriyetin saadetini temin eden
şey” diye tarif edenlerin nazariyeleri de bir çok noktalardan mûcib-i
tenkittir. Bu nazariye de hata-âlûddur.”[842]
Birçok isim aklın hüsün ve kubuhu bilebileceği konusunda
isteklidir. Bu arzu ilerleyen yıllarda doğrudan aklî olanın dîni olacağıyla
ilgili geniş bir konsensüsün ilk adımlarıdır.[843] Hayır ve şerri bilmenin bir
hürriyet meselesi olduğu ile ilgili Filibeli Ahmed Hilmi’nin telakkisi[844] usul
kaidesi gibi vazedilmesine rağmen akla gösterilen teveccühü anlatmaya
yetmektedir. Fakat aklın yine de tek otorite olduğuyla ilgili Mu’tezilî bir
yaklaşımı benimsemeye yanaşmayan ulema ve mütefekkirlerin asıl kaygıları
akıl-din çatışması olduğu şeklinde oryantalist ve batıcı aydınların ileri
sürdüğü ithamlara yöneliktir.[845] Tam olarak Eş’arî veya
Mâturîdî bir çerçeveye yerleştirilemeyen bu tanımlar, meselenin kelâmî zeminden
koptuğunu da göstermesi açısından dikkate şayandır.
Bir ilmin çerçevesinde konuşulan, tartışılan meseleler,
konunun ilmî bir disiplin ve tarih çerçevesinde tartışılmasını mümkün kılarken
aynı isimler bu çerçevenin dışına çıktığı zaman başka bir muhtevaya sahip
şeyler söyleyebilmektedirler. Hanefî-Mâturîdî bir çerçevede konuyu ele alan
İzmirli, selef tarikini anlatırken kendisini de dahil ederek kaleme aldığı
satırlarda doğrunun ne olduğu ile alakalı selefî bir ölçü ortaya koymaktadır.[846] Benzer
şekilde selefi bir tavra sahip olan Hüseyin Kazım Kadri’nin ilim ve marifetin
ancak Allah’ın Kitâb’ında bildirdiği ve Peygamberin anlattığından ibaret olduğu
şeklindeki izahı selefilerin modernist tavırlarla olan uyumsuzluklarına
işarettir.[847] Abduh’un
ismen zikretmeden Mâturîdî tarzda aşmaya çalıştığı bu problem Selefilikle
modernleşmeyi uyumlu hale getirmeye çalışanlar için ciddi bir açmaz demektir.
Hüseyin Kazım’ın içtimâî- siyasî meselelerdeki tavırları ve çözümleri birlikte
düşünüldüğünde, modernistleri de teşmil edecek şekilde söylersek akıl, bilim,
terakki ve tekâmül konularında ortaya attığı fikirlerle yukarıda İbn Teymiyye
atfıyla ulaştığı hükümler arasındaki tezat dini olanla olmayan gibi İslâm
tarihinin tecrübe etmediği bir tasnife öncülük etmiş ve bu ayrım sekülerleşmeyi
kolaylaştırmıştır.
Aklın her şeyin ölçüsü olmaya başladığı bir zamanda dini
olanın aynı zamanda aklî olması gerektiği fikrine ulaşmak hüsün ve kubuh da bu
çerçeveye sokmayı beraberinde getirmiştir. Birçok ismin aklın hüsun ve kubuhu
bilebileceği konusunda istekli olması aklın doğru bulduğunu dinin de doğru
bulacağı şeklinde tehlikeli bir noktaya varmıştır.[848]Ahlâk eserlerinde vicdani
ahlâk bahislerinin ele alınması ve vicdana iyi ile kötüyü tayin etme
salahiyetinin verilmesi dönemde meselenin daha farklı yöne evirildiğini
gösterir. Hayır ve şerrin farklı felsefi eğilimler tarafından ne anlam ifade
ettiği ile ilgili tartışmalarda[849] vicdani ahlâkı bir bilgi
kaynağı olarak kabul etme eğilimi ahlâk meselesini ele alan eserlerde yaygın
bir kanaat olmuştur. Gökalp’ın Felsefe Dersleri çerçevesinde ele aldığı
ahlâk meselesini dini bir zeminden koparan tavrına karşılık meseleyi şeriatın
çizdiği çerçeveye çekmeye çalışan ahlâk müellifleri mücadelenin sadece hukukî
saha da değil, ahlâkî-içtimâî sahada da cereyan ettiğini göstermektedir. Hüsün
ve kubuhun her topluma göre farklı olduğu ile ilgili topluma ait kıymetler
cetvelini esas alma arzusunda olan Gökalp bu tavrıyla modernleşmeyi ve batıdan
gelenleri olduğu gibi almama fikrine yakın durmaktadır. Gökalp’in sonraki
dönemlerde terk ettiği bu tavrın bir tarafında Türkçülüğü bulunmaktadır.
İçtimaî hayatı modern bir şekilde tefsir ettiği eski Türk tarihine râm ederken
örfe dayandırdığı hüsün ve kubuh ciddi açılımlar sağlayabilecekti.
Eş’arîlerin ve genel olarak Hanefîler hariç diğer
usulcülerin bir şeyin iyiliğinin ve kötülüğünün fiilin aslından değil vasfından
olduğu ile ilgili hükümlerinin yeni dönemin tek doğru, tek hedef prensibiyle
uyuşmadığı ortadadır. Zira toplumun belli şeyleri benimsemek için belli
kavramların bütün seçenekleriyle kötü olduklarını kabullenmesi gerekmekteydi.
İstibdâd, taassub, zühd, tevekkül, kadere rıza gibi kavramların manaları teke
indirilerek karşısında hürriyet, terakki, müsâvât, sa’y, gayret, i gibi
kavramların manalarının hep güzel olduğu fikri yerleştirilirken iyilik ve
kötülüğün vasıfta değil özde olduğu fikrinden hareket edilmiştir.
Her şeyi aklın tayin ettiği şeklinde anlaşılabilecek batı
düşüncesinin bu tavrına karşı batılılaşmayı belli bir çerçevede ve belli
sınırlar dahilinde alma arzusunda olan Osmanlı ulema ve mütefekkirleri için bu
yol Mâturîdî- Hanefî usul geleneğinin ilkelerinden geçer. Nitekim şeriatın açık
ve kesin olan hususlar dışındaki sahalarda hüsün ve kubuhun akılla
bilinebileceği düsturu içtimâî ve hukukî alandaki düzenlemelerde bu yolun
tutulmasına izin vermiştir. Kanunlaştırma hareketlerinde ve Mecelle
tecrübesinde Hanefî bir usul tercih edilmesinin altında bu saikin önemli bir
tesiri vardır. Ama aynı zamanda bütün bir modernleşme hadisesi boyunca ulema ve
İslâmcıların meseleler karşısında takındıkları tavır bu çerçevenin dışına
çıkmamıştır denilebilir.
Hüsün ve kubuhun ne sadece akılla ne de sadece toplum
tarafından tayin edilmesine razı olmayan Osmanlı ulema ve mütefekkirleri bu
tavrın dini ve İslâm’ı tartışılabilir bir hale getirdiğini ve doğrular içinde
bir doğruya indirgediğini yaklaşık olarak tespit etmiştir. Yeni devrin her şeyi
akla istinad ettirmesiyle paralel şekilde akla mühim bir mevkii vermeye istekli
görünen ulema ve mütefekkirler, her şeyi aklın ürünü olarak takdim eden
oryantalistlere ve batıcı aydınlara karşı aklı savunurken bunu dinin hikmetini
izah yönünde kullanmaya özen göstermişlerdir. Diğer taraftan akıl-din ilişkilerine,
İslâm-bilim ilişkilerine dair İslâma yapılan tarizleri göğüslemek isterken
aklın tek başına hakikatin miyarı olmasına karşı çıkmışlardır. Zira akla bu
şekilde verilebilecek bir rol ölçünün şeriate değil akla tevdî edilmesini
gerekli kılacak ve başka hakikatlerin ve güzelliklerin mevcudiyetini kabulle
neticelenecek bu süreç İslâm’ı seçeneklerden biri haline getirecektir.
Ehl-i Sünnet’in ‘lâ-cebre ve lâ-tevfîz’ anlayışıyla çözüme
kavuşturduğu irade hürriyeti meselesinin Osmanlı uleması arasında genel olarak
II. Meşrutiyet devrine kadar muhafaza edildiği görülür.[850] Hukukî
ve siyasî manada kaza ve kaderin herhangi bir hukuksuzluğa sebebiyet vermesine
müsaade edilmezken içtimâî ve ahlâkî sahada teslimiyeti ve kaderin mübrem
halini telkin eden bir yapı esas alınmıştır.[851] Özellikle hürriyet fikri
etrafında Osmanlı toplumunda vuku bulan tartışmalar, bu tartışmaların Osmanlı
efkar-ı umumiyesine dâhil ettiği fikirler kader inancının tasdik edilmesini bir
iman meselesi etrafında ele almayı imkânsız hale getirmiştir. İnsanın hür
olduğunu izah ederken ilmi ve felsefi olarak izahında müşkil görülen kader
inancını problemsiz şekilde halletmek ve insanın kendi davranışlarından, tavır
alışlarından sorumlu olarak hayatın ve tarihin karşısında münfail değil fail
hale gelmesini sağlamak gibi bir vazifeyi deruhte etmişlerdir.[852] Bir
taraftan Müslümanları muhatap alan dini-ahlâkî eserlerde kaza ve kader
inancının bir iman meselesi olduğu prensip olarak vurgulanırken[853] diğer
taraftan yeni dönemde hem cereyan eden tartışmalar hem de batıcı aydınlar
eliyle Osmanlı toplumunda yayılmaya başlayan dine karşı lakaytlığın karşısında
meselenin imanî boyutu öne çıkarılacaktır.[854]
İkinci olarak mesele irade mevzuunun hallinin tarih boyunca
mümkün olmadığı fikri etrafında dönmektedir. Kaderin ilahî bir sır olduğu ve
tarih boyunca birçok âlim ve filozof tarafından hallinin mümkün olmadığı ve
zımnen de olmayacağı fikrini merkeze alan bu anlayış[855] örtük olarak kadere
dalma konusunda Hazret-i Peygamber’den rivayet olunan hadis-i şerifin
delaletidir.[856] Özellikle
şahsî tecrübeleriyle ve kendi iç dünyalarına yönelmiş halde meseleye baktıkları
zaman daha çok tebarüz eden bu husus aynı zamanda cereyan eden hadiseler
boyunca bir türlü gerçekleşmeyen idealin de izahı olabilmektedir.[857] İnsanın
hürriyetini mesuliyet çerçevesinde ısrarla vurgulamalarına rağmen ulemanın ve
mütefekkirlerin meselenin aklî olarak çözümünün müşkil hatta imkânsız görmeleri
nazarî ve felsefi olarak bir netice elde etmenin imkânsızlığıyla alakalıdır.
Tasavvufî alana intikal edilince kendini hissettiren ve teslimiyeti esas alan
bu anlayış, hayata ve hayatın işleyişine dair kurallar hususunda gösterdikleri
ihtiramla klâsik cebr fikrinden ayrı bir yerde durmaktadırlar.[858] Modernleşme
döneminde irade meselesi etrafında çeşitliliğini yitiren anlamlardan biri olan
ve kendisi olmadan müslüman tipinin izahının yapılamayacağı bu anlayış giderek
şahsî ve hissî olarak kalmak durumunda kalacaktır. Fazla derinleştirmeden,
insan hürriyet ve mesuliyetine zarar vermeden kazaya, kadere ve aynı zamanda
insanın hürriyetine inanmak gerekmektedir. Ulema ve İslâmcıların son kertede
döndükleri yer olan bu nokta birçok farklı meşrep ve tavra sahip isimde makes
bulur.
İrade meselesi etrafında Mu’tezili bir anlayışa vücut
verecek yorum ve izahlara kalkışan Seyyid Bey meseleyi İbn Rüşd’e kadar
uzatarak ayetler arasında zahiri olarak var gözüken tenakuzu halletmek için
iman meselesine sığınmaktadır.[859] Bu sırra vakıf olmanın
aciz olan insan tarafından mümkün olmadığını ifade eden Mustafa Sabri
Efendi:
“Bir
işi yapıp yapmamakta hür olan insan iki taraftan birini seçmek için mutlaka bir
sebep düşünür. O sebebi fikrinde husule getiren Cenab-ı Hak'tır. Sonra bu
sebebe tabi olmak insan için mecburiyet haline gelmedikçe yapmak ve yapmamak
taraflarından biri kat'î surette belirip ortaya çıkmaz. Çünkü yeteri derecede
mecburiyet tamamlanmayıncaya kadar hep: «Niçin yapmış?» suali sorulur. Ve
suallerin zincirlenmesine nihayet vermek üzere en sonuncu sebebin mecburiyet
husule getirmek hususunda kifayeti ve bunun üzerine fiilin vukuu kabul edilmek
lâzım gelir. Demek ki, fiilin meydana geliş şekli hakkındaki fikrî inceleme ve
mantıkî delillerine göre cebirden kurtuluş yoktur. Felçlinin hareketi ile
sağlamın hareketini birbirinden ayırt eden bedahet hissi de insanın kudret ve
iradesine ve ihtiyarına hükmettirir. Binâenaleyh bu meselede adeta nazarî ilim
ve zarurî ilim karşı karşıya gelir. Bir hayli numunesi arz edilen naklî
deliller de bu hususta birbirine karşıdır. Sonra cebir Cenab-ı Hak'kı tazim
esasına kader de tenzih esasına dayanır. Ve bütün bu birbirine karşı gelişlerin
hulâsası şunu gösterir ki, insan kendisinin kadir veya âciz olduğuna karar
vermekten acizdir. Ve bu meseleye kadar hayli müşkil bir mesele daha Dünyada
bulunmaz dense yeridir.”
Sabri Efendi’nin kaderin bir sır olduğu ile ilgili savunma
yapmasına rağmen insanın sorumluluğu vurgulamaktan kaçınmaması dönemin
icbarlarıyla mütecanis olarak okunabilir. İnsan hürriyetinin sınırlılığını
ifadeye yönelik bu satırlara eşlik eden bir diğer isim tasavvufî-felsefî müktesebâtı
hayli fazla olan Filibeli Ahmed Hilmi’dir. Sahip olduğu tasavvufî neşve ona
meseleyi imana bağlamayı gerekli kılmaktadır.[860] [861]
Kader meselesinin hallini çözümü imkânsız bir sır olarak
görme tavrı dönem için bir zaaf gibi görünse de bu çaba aynı zamanda kutsal
alanın muhafazasıyla ilgilidir.[862] Modernleşmeyle beraber büyük ölçüde kaldırılacak olan bu
sır perdesini savunmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Kutsal olanın sırrını
ve mistik yapısını kaybederek bu günlere gelen batı düşüncesinin tesirinde ele
alınan meselelerde sır fikri ancak felsefî çözümsüzlük argümanı altında
savunulabilecektir. Özellikle Sabri Efendi ile Ferid Kam’da daha net görülen bu
tavır aklîleşmenin boyutlarını göstermesi açısından dikkat çekicidir.[863]
Klasik dönemde aklî izahların ahkamla desteklendiği veya
ahkam üzerinden doğrudan aklî izahlara girişlidiği görülür. Modern dönemle
birlikte özellikle ayet ve hadisler üzerinden kaza ve kader meselesinin ele
alınması geleneğinin terk edildiğine şahit oluyoruz. Bu ahkâmdan uzaklaşma
meselenin ne kadar aklîleştiğini gösterdiği gibi aynı zamanda bir paradoks da
doğurmaktadır. Zira içtimâî-ahlâkî hatta siyasî meselelerde ahkâmın kullanımı
artarken kelamî çerçevede meseleleri işleyen metinlerde referanslar
azalmaktadır. İstidlal biçimi olarak bazı selefî metinlerde görülen referans
bolluğuna rağmen kaza ve kader meselesinin aklî bir yöne kayması her şeyin
aklileştiği bir ortamda normal görülebilir. Buna rağmen içtimâî-ahlâkî
metinlerde artan referansların bolluğu ahkâmın kullanımı ile ilgili dikkatli
olmayı gerektirmektedir.
Normalde Müslümanın Allah’ın adaletine güvenip meselenin
yukarısını Allah’a bırakması konusunda gösterilen ısrar, ahiret hayatıyla
ilgili bir tavır alışı, meselenin Müslümanlık zemininde hallini göstermektedir.[864] II.
Abdülhamid idaresine karşı amansız bir muhalefete girişmesine rağmen siyasî
faaliyetlerinin akim kalmasını kaza ve kadere bağlamak düşüncesine sahip Hoca
Kadri’nin bu tavrı Müslüman zihninin aynı zamanda meseleleri karşılama ve
kabullenme düzeyini de gösterir.[865] Çağdaş İslâm
düşüncesinin küllî manada kaderci olduğu ile ilgili tespite atfen söylersek
Osmanlı ulema ve mütefekkirlerinin, ifade ve üslup olarak tam tersi bir
istikamet tutturarak olup bitenleri kader inancıyla izah etme ve onları
meşrulaştırma yani kaderle ihticac fikrini şiddetle reddetmelerine rağmen,
kader meselesinde birinci olarak teslimiyeti, ikinci olarak mesuliyeti esas
aldıkları söylenebilir.[866]
Yukarıdaki örneklerden sonra ulaştığımız neticeye göre
şahsi hayatla ilgili teslimiyet, içtimâî hayatla ilgili mesuliyet zeminini esas
almak gibi bir dengenin kaybolmaya başladığını görüyoruz. İçtimâîleştikçe
aklileşmek zorunda olan irade meselesinin giderek daha fazla aklî izahlarla
halledildiğini görünce irade meselesinin manasının niçin teke indiğini de
anlayabiliyoruz. Yukarıda değindiğimiz sır meselelesine atfen söylersek sır
fikrine en yakın olan tasavvufî çevrelerin gerek felsefi tasavvufun temsilcilerinin
irade meselelesini ele alırken takındıkları tutum içtimâîleştikçe aklileşmenin
zorunluluğunu ortaya koymaktadır.[867] Dönemde bu çevrelerin hiç
olmadığı kadar aklî izahlara başvurmaları hürriyet ve vazife fikrinden ne kadar
etkilendiklerini göstermesi açısından dikkate değerdir.[868] Filibeli Ahmed Hilmi’nin
yaptığı bir ayrım bize meselenin hangi yönde halledildiğini görme imkânı
vermektedir. Filibeli meselenin çözümünün yapılamadığını ve bunu iki vechede
çözmek gerektiğini düşünüyor:
“İslâmî
ekseriyet demek olan Ehl-i Sünnet'in hepsi için bu babta selâmet çâresi nedir?
Bize kalırsa, bu mes'elenin felsefî ve metafizik mâhiyetinin halli gayr-i kâbil
ve bin türlü münakaşaları mucip olduğundan onu iki kısma taksim etmekle işe
güzel bir mecra vermekten başka çâre yoktur. Filvâkî bu bahsin iki safhası
vardır: Birisi nazarî ve felsefî, diğeri amelî ve tecrübî.”[869]
Filibeli’ye göre irade meselesini ve insan hürriyeti
problemini nazarî ve felsefî olarak çözmek veya çözmeye çalışmak yerine amelî
ve tecrübî olarak izah ederek istenilen insan tipine uygun davranışların
benimsenmesi ve uygulanması hedeflenmelidir. Özellikle içtimâî-ahlâkî kavramlar
etrafında sa’y u amelin, gayretin, idâd-ı kuvvetin vurgulanması gereken
yerlerde bu amelî-tecrübî metoda uygun izahlar ön plandadır. Bu noktada Hz.
Ömer ve Ebu Ubeyde arasında Şam’a girip girmeme arasında cereyan eden ve Hz.
Ömer’in fikrinin daha sonra rivayet edilen bir hadisle de desteklendiği
hadiseyi referans göstererek kadere imanla teslimiyet arasındaki ilişkinin
sağlıklı kurulması gerektiğini sıkça dile getiren metinlerle karşılaşmaktayız.[870] Hz.
Ömer’in fiili uygulamasından hareketle Müslümanın olaylar ve hayat karşısında
kaderle ihticac edip sorumluluktan kaçması engellenmek istenmiştir.
Kaza ve kaderin hürriyetle ilişkisinde insana alan açmak
için kazanın kadere, kaderin ilme tâbi’ ve ilmin de mâluma tâbi’ olduğu
üzerinden dairevî şekilde insana ulaşmanın yolunu tutmuşlardır.[871] Ayrıca
muhatapların iman zemininde bir iknaya imkân vermeyecek çeşitlikte olması, en
azından Müslüman zihinlerin dahi yeni şartlar muvacehesinde aklî olarak da ikna
edilmeye muhtaç hale gelmiş olması muhtevayı değiştirmiştir. Özellikle İslâm
tarihinin bir örnek ve tecrübe olarak ısrarla ortaya koyulması bu amelî-tecrübî
cepheyle alakalıdır. Bir taraftan bu amelî-tecrübî izah yolu tutulurken diğer
taraftan kader meselesini aklî olarak izah etme gayretinin ulema yanında
mutasavvıflar nezdinde de itibar görmesi dönem icbarlarının şiddetini
göstermesi açısından ehemmiyetlidir.[872]
Allah’ın adil olduğu ve kullarına zulmetmeyeceği gerçeği
hem nasslarla sabittir hem de Allah inancına sahip her müminin kabul edeceği
bir husustur. Mu’tezile’nin adl prensibi Allah’ı adil olma hususunda zorlamayı
esas alırken buradaki adalet Allah’ın kullarına zulmetmeyeceği ile ilgili imanî
bir garanti manasınadır. Modernleşme döneminde kader meselesini ele alan
metinlerde bu vurgunun giderek azaldığı görülmektedir. Bazı ulemanın tercih
ettiği bu istidlal biçiminin terk edilmeye başlanması yeni dönemin değer
ölçülerinin de nereye doğru evrildiğini göstermektedir.[873] Bir
istidlal biçimi olmaktan çok bir izah tarzı olarak kullanılan bu adalet vurgusu
kişinin iradesi üzerinden saadet ve şekavetin aidiyeti hususunda kula yapılan
vurgu ile sınırlı iken[874] içtimâî,
siyasî hayatta bu adalet fikri bütün bir geri kalmayı anlayacak ve anlatacak
şekilde kullanılmaya başlamıştır. Müslümanların geri kalması hatta kaza ve
kader inancı yüzünden geri kalması Müslümanların kendi yapıp ettiklerinin
neticesi olup Alllah’ın Müslümanlara bir haksızlık yapması düşünülemez.[875]
Harpûtî bir Kelâm metninde kısa bir istidlal olarak buna
başvurma gereği duymuştur. Yine ulemadan Mehmed Rüşdi daha erken bir dönemde
irade meselesine has bir risalede bu istidlal biçimini kullanırken muhatabı
müslümanlardır.[876] Filibeli, Oryantalist
iddialar çerçevesinde meseleyi Allah’ın adaleti zaviyesinden ele almakta ve
Allah’ın adaletini vurgulamaktadır.[877] [878] Görüldüğü
gibi daha çok ilmi ve Kelâmî eserlerde tercih edildiği şekliyle Allah’ın
adaleti üzerinden insan hürriyeti temellendirilirken içtimâî-ahlâkî metinlerde
bu istidlal biçiminin tercih edilmediği görülmektedir. Bunun sebebi de
meselenin salt bir iman hadisesi olmaktan öte ahlâkî ve içtimâî bir problem
olarak görülmesiyle alakalıdır.
İnsan hürriyeti konusunda kadere imanı bir inanç meselesi
olarak kabullenmek gerektiği yönünde izahlar ve meselenin bir teslimiyet
içerisinde anlaşılması gerektiği kanaati, hem tarihi hem de psikolojik olarak
kuvvetli bir arka plana sahiptir. İlk etapta İslâmcı bir çizgi üzerinden
modernist bir anlayışa ram olmuş isimlerde de görme imkânı bulduğumuz bu fikrin
tarihi arka planı ve nazari-felsefi cephesi kuvvetlidir. Modernleşme ile
beraber terk edildiğine şahit olduğumuz hürriyetin tasavvuf! yorumuna ait izah
şekillerine, tasavvufî neşveye sahip isimlerin hürriyete bakışlarında hatta
fikir ve hayat olarak tasavvufa mesafeli duran ulema ve İslâmcılarda tesadüf
etmek mümkündür. Mâsivayı terk edenin hürleştiği, tevhidin manasını
keşfettiğini daha da ileri giderse vahdeti sağlayıp “fenâ” hâsıl olacağına
inanan ve bunu Kelâm kitabında dile getiren ve aynı zamanda kendini selefi
olarak nitelendiren İzmirli İsmail Hakkı’dır:
“Kalbde
Hakk'ın ilâhiyyetini isbat, mâsivânın ilâhiyyetini nefy etmektir ki nefy ile
isbât beynini cem eylemektir nefy-i fena isbat-ı bekadır. Bü tevhidin hakikati
Hakk'a ibâdet ile mâsivâya ibâdetten, Hakk'a muhabbet ile mâsivâya muhabbetten,
Hak'tan haşyet ile mâsivâdan haşyetten; recâ ve tâat ve müvâlât ile mâsivâya
recâ ve tâat ve müvâlâttan, sual ve istiâzeden, tevekkül ve inâbe ile mâsivâya
tevekkül ve inâbeden, tehaküm ile mâsivâya tehakümden kısası kasd ve irâde ile
mâsivayı kasd ve irâdeden vaz geçmektir: «Lâ maksûde illâ hû» Kemâl-i tevhîd
kalbde Allah'dan başka birşey kalmamaktır. Kemâl-i muhabbet"' kalbde
mâsivayı yakar.”
Özellikle savaş yıllarında bu meselelere eğilirken kader
inancının barındırdığı mana farklılıklarına ve bu farklılıkların insan
hayatında ve şahsiyetinde kazandırdığı güzelliklerin farkına
varanlardan biri olarak İzmirli ile aynı minval üzere Elmalılı da gerçek hürriyetin
Allah’a tam teslimiyetle gerçekleşeceği kanaatindedir:
“İnsan
kimin lütuf ve muavenetine tâlib olursa ona cevher-i hürriyetini vermek
ihtiyacındadır. Demek ki bir kimseden muavenet talebinde bulunmayıp da yalnız
Cenâb-ı Allah'a, Hak Teâlâ'ya hasr-ı îtimâd eden kimse bütün insanlara karşı
îlân-ı hürriyet etmiş olacak ye yalnız Cenâb-ı Allah'a karşı hürriyetinden
fedâkârlık eylemiş bulunacaktır.”
İrade meselesinin halli konusunda hem imkânları çoğaltan
hem de meselenin anlaşılmasını zorlaştıran bu izahlar, şahsi olanla içtimâî
olan arasında yaşanan derin paradoksu göstermektedir. Namık Kemal de esiri
olduğu hürriyetten bahsederken benzer bir paradokstan söz etmekteydi. Tasavvufî
manada mâsivayı terk etmekle elde edilen ve devrin şartları mucibince cereyan
eden hadiseleri paranteze almayı, görmezden gelmeyi gerektiren bir anlayışa
sahip olup teslimiyet fikrine sahip olmak dönem için pek tercih edilen bir yol
değildir.
Tasavvufî neşveye sahip olanların devrin geçiciliğine
telmihen yaptıkları tarifler tasavvufî bir mana etrafında döner.[879] [880] Tasavvufî
çevrelerin tercih ettiği ve her şeyin kendi mecrasında devam ettiği yerlerde
tesadüf etme imkânı bulduğumuz bu izah şekli insanların bir tercihi olmasına
rağmen teklifi olmaktan genelde uzak kalmıştır.[881] Dönemde çıkan tasavvufî dergilerin içtimâî-ahlâkî mevzulara
hasredilmiş makalelerinin satır arlarında bu manaya dair çağrışımlar görmek
mümkünse de bu çevrelerin dergilerinde de meseleyi aklî bir zemine çekme
gayretini müşahede etmemek mümkün değildir.[882] Teslimiyeti esas alan
tasavvufî ananenin bile hürriyeti mesuliyet çizgisine çekerek bir şeyleri
değiştirme ve dönüştürme peşinde olmaları II. Meşrutiyet’in şartlarını verdiği
gibi aynı zamanda değiştirme ve dönüştürme arzusuyla hareket edenlerin ne kadar
değişip dönüştüklerini de görme imkânı verir. II. Meşrutiyet’in hararetli
zamanlarında hürriyet tarifleri yapan Said Nursî’nin devrin sonlarına doğru
giriştiği tariflerde takındığı tavır ve üslup neyin ne kadar değiştiğini
anlamanın aracı olmaktan öte mana ifade etmez.[883]
Bir taraftan olabildiğince insanın hürriyetine vurgu yapan
bir anlayış benimsenirken diğer taraftan hayatta, tarihte, tabiatta câri olan
kanunlarla determinist bir işleyişin ısrarla vurgulanması ikinci bir
paradokstur. İrade meselesine çekerek söylersek insanın irade-i cüz’iyyesini
Mu’tezilî bir çerçevede yorumlarken küllî kaderle ilgili cebrî bir tutum esas
ittihaz edilmiştir. Bunun muhtemel sebepleri olarak hürriyet kavramının sahip
olduğu efsunlu mana ve bilimin neticeleri ile beraber kendini kabul ettiren
determinist işleyişi saysak bile bunun ötesinde söylememiz gereken şeyler
olmalıdır. İlk olarak ulema ve İslâmcılar için kulun mesuliyeti ve vazifesi
irade-i cüz’iyyeden hareketle vurgulanmalıydı. İkinci sebep olarak da bu
meselelerle uğaşanlar, pratik hayatın içinde ve olup bitenlerin birinci
derecede muhatapları olarak küllî işleyişi değiştirmelerinin mümkün olmadığının
farkında olmaları gelir. Batıda vücut bulduğu şekliyle bir hürriyet anlayışını
savunmak ve bu anlayışın fert ve cemiyet için yeni imkânlar ve idealler
doğurmasını beklemek gibi bir imkândan mahrumdular. Zira önlerinde İslâm kâmil
manasıyla duruyordu. İdeal olan zaten İslâm tarafından ortaya konulmuştu.
Yapılıp edilecek şeyler sadece bu tam olanın ortaya çıkarılması veya ulaşmayı
engelleyen hususların ortadan kaldırılması şeklinde olabilirdi. Bu sebeple
ulema ve İslâmcılar için hürriyet etrafında kopan heyecanın kısa sürmesi
normal, normal olduğu kadar da dinî bir rükundur.
İrade, kaza ve kader meselelerinin modernleşmeyle beraber
anlam alanlarını paylaştıkları kavramların seyriyle irtibatlı olarak farklı
değerlendirmelere uğradıkları görülür. Kaza ve kader inancına yöneltilen
itirazların ana mihverini teşkil eden pasif ve her şeyi kabullenen insan
tipinin hürriyet kavramı etrafında girişilen siyasi mücadeleye konu olduğu
görülecek ve bu inanç giderek siyasallaşacaktır. İleride ele alacağımız gibi
insanı aktif hale getirmek adına iradeye yapılan vurgunun siyasi cephesi
problemi etkileyecek ve yeni hürriyet telakkisiyle arasındaki gerilim aynı
zamanda siyasi bir mücadelenin önemli rükunlarından biri olacaktır.
Kaza ve kader meselesinin siyasî tartışmalarda kullanımının
tarihi, Hz. Ali’nin hilafeti zamanlarında yapılan tartışmalara kadar uzanır.
Meselenin Allah-insan ilişkisinden hareketle insan hayat ve diğer insanlarla
kurduğu münasebeti doğrudan ilgilendirdiği için olup bitenlerin anlaşılması
hususunda kader meselesine müracaatların yapıldığını biliyoruz. Emeviler
döneminde gerek Emevi siyasetinin kendi lehine gerek de Emevi saltanatına karşı
muhalefet edenlerin meseleyi kader üzerinden ele almaları meselenin siyasî
karakterini anlamaya yardımcı olur. Özellikle iktidarların itaati sağlama adına
kader inancından faydalandıkları ile ilgili muhaliflere ait iddialar
modernleşme döneminde halkın pasif tutumuyla özdeşleştirilerek bir tenkit
aracına dönüştürülmüştür.[884] İslâm
dünyasında düşüncenin ortadan kaldırıldığı ve bunun da siyasî iktidarlar eliyle
yapıldığı ve bu iktidarların da bekalarını kader inancında mündemiç olan
teslimiyet fikri üzerine bina ettikleri iddiası her ne kadar bütün dönemleri
şamil bir manada kullanılsa da gerek İslâm’ın ilk devirlerinde gerek
modernleşme devrinde kader meselesi siyasallaştırılmıştır. Osmanlı muhitinde
ise mesele daha çok II. Abdülhamid iktidarıyla alakalı olarak gündeme
gelecektir. Jön Türklerin hürriyet kavramı etrafında yürüttükleri siyasî
muhalefetin dini cephesi kader inancının siyasî olarak ne manaya geldiği
üzerine kurgulanmaktadır. Ziya Paşa’nın siyasî mücadele esnasında söyledikleri
bu işin siyasî bir hesaplaşmada ne tür bir istikamet alacağı ile ilgili fikir
verir.[885] Özellikle
Hoca Kadri’nin kader meselesini bu zaviyeden ele alarak geniş halk kitlelerinin
mevcut durumu bir kader olarak kabullenmesini eleştirmesi halk katmanlarına
yönelik bir öfkeyi açığa vurmakla birlikte meselenin siyasallşmasının
boyutlarını da gösterir. Hoca Kadri’nin siyasî bir çehre kazandırdığı bu
telakki, aynı çizgiyi takip eden ve giderek İslâm ve din kavramlarının uzağına
düşecek olan Yusuf Akçura, Abdullah Cevdet ve Ziya Gökalp gibi isimlerin
yazılarında karşımıza çıkmaktadır. Tarih olarak Abdülhamid iktidarı zamanına
denk gelen bu yazılar padişahın mevcudiyetinin kader olarak anlaşılması
fikrinin muhalefete imkân vermeyecek hale gelmesinden duydukları rahatsızlık
etrafında döner:
“Osmanlı
devleti dâhilindeki ecnâs ve mezâhib-i muhtelife ashâbından ekseriyeti teşkil
eden Müslümanların çoğu bu hâdise ve hâle pek basît ve yegâne sebeb
bulmaktadırlar: Kader... ”[886]
Bir taraftan kader fikrinin bu halini işleyerek kitlelerin
boyun eğmelerine karşı çıkarlarken diğer taraftan ise II. Abdülhamid iktidarına
yakın olanların söz kader meselesine geldiğinde takındıkları tavır tamamen
teslimiyet fikrine müteveccihtir. Mesela II. Abdülhamid’e yakın olan ve onun
hilafetini savunan Ebu’l-Hüdâ es-Sayyâdî hilafetle ilgili kaleme aldığı
risaleye kader ve teslimiyet fikirleriyle başlar.[887] Ulema ve İslâmcıların halk
katmanlarını cebri kabul ederek katıldıkları bu suçlamanın II. Meşrutiyet
öncesi atmosferde kullanılan siyasî muhteva II. Meşrutiyet sonrası değişecek ve
yerini çalışma çağrılarına bırakacaktır.[888]
Mevcut yapıyı bir kader olarak telakki etme, bu durumun
değiştirilebileceği şeklindeki inanca zarar vermekte ve siyasî, askeri
yenilgiler neticesinde yaşanılan kayıpları kabullenmeye yol açmaktadır. Bu
anlayış geriye doğru gidildiğinde siyasî iktidarın uygulamalarını kapsayacak
şekilde özellikle de II. Abdülhamid idaresinin şeklinin beslediği bir anlayışla
padişaha, saltanata doğru gerilere götürülen bir zorbalığın, zulmün
kabullenilmesine yol açtığı suçlamasıyla karşı karşıya gelir. Eskiden her şeyin
müsebbibi kader olarak telakki edilirken bunun son zamanlarda padişaha
dönüştüğü ile ilgili II. Meşrutiyet öncesi pasifliği kadere bağlayan zihniyet o
dönemde bunu kadere bağlar.[889] Nitekim II.
Meşrutiyet sonrası hürriyet ortamını ulema ve İslâmcıların Allah’ın bir lütfu
olarak görmesi meseleleri bu zaviyeden ele alma konusundaki isteklerini
gösterir. Özellikle itaat anlayışı ile hürriyet arasında kurulan ilişki
Abdülhamid idaresine karşı girişilen mücadelede hürriyet, Allah’tan başkasına
kul olmamak manasına gelirken II. Meşrutiyet sonrası ise değişecektir. Hoca
Kadri’nin Ziya Gökalp’in İttihat Terakki’yle bağlantılı olarak ele aldığı bu
husus tasavvufî manaları kuvvetli olan ve İslâm tarihinin tebcil ettiği bir
hürriyet anlayışı çerçevesine çekilen siyasî muhalefet davetidir.[890]
İnsanın fiili işlemeden önce kendini hür hissetmesi insan
hürriyetini temellendirmeyi arzulayanların sıklıkla başvurduğu bir delildir.[891] Hürriyet
etrafında yapılan tartışmaların, içtimâî, siyasî, hukukî karakterleri yanında ve
belki de bunlarla meczolmuş şekilde insanın hür olduğu vurgusu modernleşme
döneminin bariz hususiyetlerinden birisidir. Avrupa’da cereyan eden
gelişmelerin, medeniyet, terakki, tekâmül etrafında işlenen fikirlerin
hürriyetin mahsulü olduğu ile ilgili kanaat hürriyete ütopik bir mahiyet
kazandırmıştır. II. Meşrutiyet’ten çok önce bu hürriyet tariflerinin bir
muhtevaya kavuşturulması ve hayalî karakterden kurtarılması yönünde çabalar
vardır.[892] Burada da
garip şekilde hürriyeti bir yandan teşvik ederken, her şeyin ideali olarak
yüceltirken diğer taraftan hürriyeti manasından saptırmadan doğru anlamak gibi
vaat edilen manayı sınırlayan bir ameliye içine girilmiştir.[893] Özellikle
ulemanın ısrarla vurguladığı gibi hürriyeti sınırsız ve mutlak kabul etmek hem
eşyanın tabiatına hem de hayatın işleyiş mantığına terstir.[894] Zira
insanın yaradılış gayesi ve dünyada bulunuş sebebi bir gayeye mâtuftur. Bu
sebeple serbestlik veya azadelik manasına her türlü kayıttan insanın masun
olduğu fikri yanlış ve batıldır. Özellikle içtimâî uygulamalar çerçevesinde bu
meseleye dâhil olan ulema ve İslâmcıların liberal bir anlayışa karşı
çıkışlarının altında hürriyetin manasının dinî mübâlâtsızlığa kaydırılması
tehlikesi yatmaktadır.
Ulema ve İslâmcılar bir taraftan hürriyetin bu cephesini
sınırlandırırken diğer taraftan insan hürriyetini kader inancıyla da
bağdaştırarak izah etme çabasına giriştiler. Bu hususta başvurdukları en mühim
delillerden birisi insanın bizzat kendisini hür hissetmesidir. Bu delil klâsik
Kelâmî metinlerde daha çok Mâturîdîlerin tercih ettiği bir istidlal biçimi
olarak kullanılmaktadır.[895] Modernleşme döneminde
gerek kelâmî metinlerde gerekse içtimâî-ahlâkî ve hukukî metinlerde insan
hürriyeti insanın bizzat kendisi üzerinden temellendirilmeye çalışılırken İmam
Mâturîdî’nin bu istidlal şekli psikolojinin de devreye girmesiyle mühim bir
istidlal biçimine dönüşmüştür.[896] İrade-i cüz’iyye kavramı
etrafında Mâturîdî bir irade vurgusuna meyleden ulema ve İslâmcılar aynı
zamanda insanın kendi hissiyatını da bu işin delili olarak ortaya
koymaktadırlar. Mesela Harpûtî kişinin ıztırari-ihtiyari fiil ayrımında kendi
vicdanının hakem olduğunu belirterek bu meselenin bir cephesine işaret
etmektedir.[897] Kasd ve
irade-i cüz’iyyenin aklî olarak temellendirilmesi hususunda ehl-i sünnetin de
Mu’tezileye karşı kullandığı iztırarî, ihtiyarî ayrımını benimseyerek insanın
şuur olarak kendisi tarafından bu farkın tefrik edilebileceği üzerinden insan
hürriyetini insanın hissiyatıyla temellendirmektedir:
“Abd'in
batş ve ahz ile hareketi irade ve kudretine makrun ve kast ve ihtiyarı ile
mesbûk olduğu, abd kendisini temasükle hareket-i mezkûreyi terketmeye
mütemekkin ve muktedir olduğu ve ra'de ve ra'şe (titreme) ile hareketi irade ve
kudretine makrun va kasd ve ihtiyarıyla mesbûk olmadığı, abd kendisini
temasükle mezkûr hareketi terketmeye mütemekkin ve muktedir bulunmadığı, vicdan
ile ma'lûm olan ahkâm-i zaruriyedendir.”
İhtiyarî fiillerde insanın tercihinin kendisi tarafından
fark edildiğini ifade ederek irade meselesinin hallinde çokça başvurulan psikolojik
delilin varlığı üzerinden aklî bir saha açanlardan biri de Seyyid Bey’dir.[898] [899]
[900] Sonra kaleme aldığı
metinlerde cebre kail olmaya meyyal olan Mustafa Sabri Efendi’nin
içtimâî-ahlâkî sahayla ilgili bir reddiyesinde insanın sorumluluğunu insanın
kendini hür hissetmesi üzerinden temellendirmesi meselenin ne kadar iknaya
imkân verdiğini de göstermektedir:
“Bununla
beraber insanın hareket ve iradelerinin kaynağını derinliğine inceleme
konusunda açılan yolun faraza cebre varmaktan kurtulmamasına rağmen insanın
amellerinin neticesinden mes'ul olması lâzım gelecek surette fail-i muhtâr
olduğu hakkındaki apaçık his daima mevcuttur. Bu açık his ile dünyanın hiçbir
adalet mahkemesi ve belki hiçbir kimsenin vicdan mahkemesi cebir ve kader
münakaşasına istinaden teklif mertebesinden düşmeyen bir caninin bir zalimin
mazur sayılmasını kabul edemez. Mezhebinde aşırılık ile mutaassıp bir
Cebriyyeci bile haksız olarak kendisine tecavüz eden adama kızmak ve belki
karşılık vermekte nefsini haklı görür.”
Bunun fark edilme derecesiyle ilgili kaygılara rağmen Sabri
Efendi insanın psikolojik saiklerle hayata tutunmasını buna örnek olarak
göstermektedir.[901] Ahlâkî olarak ön plana
çıkarılan bu delil, hareketin kontrol edilebilir olanıyla kontrol dışı olanının
mukayesesinde insanı referans alan tavrı gösterenlerden biri de aynı zamanda
ahlâka dair bir eser de kaleme alan Akseki’dir. Bu psikolojik delili meselenin
merkezine yerleştirirken hürriyeti onunla temellendirmektedir:
“Bedihî
bir hakikattir ki: Her insan, bu mânaca kendisinin sahib-i hürriyet olduğuna
îman eder. Bana iki lira gösterilerek bunlardan birini ihtiyar etmekliğim tâyin
olunursa ben de diğerini ihtiyar edebilmekte hür olduğumu biliyorum. Hayatta
a'mâlimin hepsi lâşek isbât ediyor ki ben hürriyetime inanıyorum. Zihnime bir
fiil tasavvuru gelince, devâîyi de tasavvur ediyorum. Sonra esbabı muvazene
etmek suretiyle tarefeynden birini tercih edebiliyorum. Yapmış olduğum bir
fiilin neticesi iyi olursa memnun olurum. Fena olunca bunun karşısında
sıkılırım, kalben azab ve halecân duyarım. Başkalarının fiili iyi ve fena
olduğuna göre de onları takdir veyahut nasihat ve tevbîh ederim. Demek ki hürüm
ve buna îmanım var. Elhâsıl, söylediğim her kelime, işlediğim her iş bu
hürriyete açık bir delildir. Ayrıca dünyada cari olan hayat, insan ilişkileri,
adalet ve ahlâk kanunları bu meselenin aklî olarak mevcuduna izahtır.”
Ahlâkî, hukukî bir temel olarak insanın kendini hür
hissetmesini insan hürriyetinin mevcudiyetinin bir delili olarak gören
Abdülaziz Çâviş, İbn Rüşd’ün ağzından oryantalist suçlamalara cevap olarak
kaleme aldığı ve resmî savunma metni de kabul edilen eserinde bu dengeyi
kurarak cevaplamaktadır. Özellikle Allah’ın kudretini bu çerçeveden izah
ederken insanın fiillere karşı iştiyâkını meselenin merkezine yerleştirir.[902] [903] Sadece
ulemanın değil ulema dışında kendini felsefi tasavvufta idrak eden İslâmcıların
bu imani-psikolojik delili kullandıkları hatta bunu aklî bir zeminde yaptıkları
görülür. Felsefi tasavvuf geleneğine yakın olan Ferit Kam’ın bu istidlal
biçimine yabancı filozoflar üzerinden başvurması hem istinadgah açısından hem
de yeni bir referans çerçevesini göstermesi açısından önemlidir.[904] [905] Benzer
şekilde vahdet-i vücud düşüncesine yakın duran ve meseleleri böyle bir felsefi
zeminde ele alan Filibeli’nin de bu delile başvurması aynı zamanda felsefi
tasavvufun dönem şartlarında ne kadar aklileştiğini de gösterir:
“İnsan,
kendini çevreleyen ve hissettiği eşyanın hakikatine vâkıf değildir. Lâkin,
hissini hakikat gibi kabul etmek zorundadır. Bugün ilmen sâbitdir ki, tabiat
sahasında ziya, hararet, sadâ, renk vesaire gibi vicdanî mazbutât yoktur.
Bunlar yalnız bizim hissimiz, bizim vicdanımız itibariyle vardır. Lâkin; bizim
hissimiz, itibariyle var demek, bu nev'i varlığın bir hakikat olduğuna delâlet
eder mi? İhtimâl ki, hayır; ihtimâl ki evet. Ancak işin kat'î olan ciheti,
bizim, hissimize itikad etmeğe ve aksini edememeye mahkûm oluşumuzdur. Bir
insan, hararet yoktur, diye nazarî bir iddia serdedebilir. Lâkin elini ateşe
soktuğu gibi bu iddiasında sebat edemez.
İşte,
kulların mes'uliyeti ve irâde hürriyeti meselesine bu nokta-i nazarla bakmak
lâzımdır. İnsan, vicdanınca kendisini irâde hürriyetine ve irâdelerinin icrası
mümkün olan kısımlarını yapma iktidarına sahib görüyor. Bu kadarı, vazife ve
mes'ûliyetin tesisi için kâfidir. Şu halde Cebrîye mezhebinin içtimâî
topluluklarda amelî olarak, yeri olmadığı ve tamamen reddedilmesi lâzım geldiği
sabit olur.”
Gerek ulema gerek İslâmcı mütefekkirler tarafından insanın
hür olduğunun bu yolla ispatı aynı zamanda onların içtimâî-ahlâkî problemler
karşısında ve gidişat hakkında tasarruf sahibi olmaları için bizzat
kendilerinden hareketle bir çıkış yolu arayışıdır. Özellikle içtimâî bir kurum
haline getirilen dinin iç derinliğe ve manevi ilişkiye müsaade eder bir izaha
izin vermeyeceği ortadadır.[906]
Benzer şekilde psikolojik ahlâkî delile müstenid olarak
insandaki utanma duygusunun delil olarak gösterilmesi tasavvufî bir hat
üzerinde kullanılan delillerden birisidir.[907] Mevlana’dan mülhem söylenmiş
olan bu delile Kelâmcı kimliği ön planda bir isim olan Şerafeddin Yaltkaya’da
çok sonraları rastlıyoruz. Psikolojik cephesi ön planda olan bu delil insanın
hür olduğunu ispata çalışanlara yardımcı olmaktadır.[908] Bu durum insanı hür
kabul eden genel bir atmosferde hem meselenin izahına yardımcı olmakta hem de
mücavir alanlarda istidlal olarak tercih edilmektedir. Nitekim Şemseddin
Günaltay insan iradesini isbât-ı vâcib delili olarak kullanır:
“Esasen
ihtiyâr-ı beşeriye de Zât-ı Bâri’nin bir nişâne-i mevcûdiyetidir. Filhakika
irâde-i beşeriyenin tabiatın eseri olması mümkün değildir. Çünkü tabiatdaki
bütün hâdiselerin mihâniki sûretde yekdiğerini icâb ettiklerini görüyoruz.
Halbuki ihtiyâr ve irâde-i beşeriyenin bütün kâinatda hükümrân olan (icâba le
determinizme) tâbi’ olması mümkün değildir. Demek ki insandaki ihtiyâr ve
irâde, mâfevka’t-tabiî’ ve mutlak olarak muhtâr bir sebebden münbaisdir. Bu
sebeb ise Allah’tır.”[909]
İradenin mevcut olmaması durumunda insanın ve toplumun
hayatında vukua gelecek hadiselerin ve doğacak neticelerin anlamsızlığı ve
hayatın işleyişindeki nizamın bozulması esasına müstenid olarak hemen hemen her
metinde bu istidlal biçimi görülebilir. Görmeğe alışkın olduğumuz bu istidlal
biçimi hak, vazife, sorumluluk, ceza ve mükâfat gibi hem bu dünyaya hem de
ahirete müteallik hususlar iradenin mevcudiyetini kâinattaki anlam fikrine irca
etmektedir. Özellikle içtimâî-ahlâkî hayatın düzenlenmesinde ve hayatın
işleyişinde bir kontrol mekanizmasın gerekliliğine vurgu yapanlar, bu ilişkiler
ağının işleyişindeki cari kanunların aynı zamanda hürriyetin varlığını tasdik
ettiğini de gösterdiği kanaatindedirler. Dinin, şeriatın, ahlâkın velhasıl her
şeyin esasının irade fikri olduğu gerçeği en önemli argüman olarak
kullanılmaktadır.[910]
Özellikle insanı belli bir gaye etrafında din ve devletin
bekası yönünde çabaya sevk etmek için tercih edilen bu usûl insanın hür
olmasını Allah’ın insanı teklife muhatap kılmasıyla anlaşıldığı fikri etrafında
döner. Oryantalist iddiaları cevaplarken de başvurulan bu delil, meseleyi
cebr-hürriyet ikileminde mesuliyet üzerinden hürriyete tahvil etme
taraftarıdır.[911] Özellikle mesuliyet
inancı etrafında insana yerleşecek olan inanç ve iman hem hürriyetin yanlış
tefsiri olan dilediğini yapma serbestliği düşüncesini insanın kendisi
vasıtasıyla engelleyecek hem de toplum için elzem olan her türlü maddi ve
manevi kuvveti elde etmenin aracı haline gelecektir.[912] Sahip olunan irade kuvvetinin
ahlâkı ve mesuliyeti mevcut kılan bir role sahip olduğu fikri hem ahlâkî temeli
hem dini temeli mümkün kılmaktadır.[913] Hayatın manası
kabilinden teklif ve bu teklifin neticesi olan rızâ-yı Bâri ancak bu irade ve
ihtiyar kuvvetiyle mümkün olabilir.[914] Farklı metinlerde gördüğümüz
bu istidlal biçimi bir taraftan iradenin var olmasını aklî olarak gerekli
görmeyi gerektirirken diğer taraftan gerekli toplumsal altyapıyı sağlamaktadır.
Mesela Eş’arîliğe karşı Mâturîdîliği tercih eden Seyyid Bey, Mâturîdîliği
tercihinin temeline Mâturîdîliğin irade hürriyetine verdiği önemi yerleştirerek
izah etmektedir:
“işte
(irade) bahsinde Mâturîdîlerin fikri budur. En doğru fikir de budur. Vaziyet-i
hukukîyeyi tayin ve tashih edecek olan fikir de budur. Çünkü vaziyet ve
mesuliyet-i hukukîyeyi tayin eden şey, iradenin hürriyetidir. irade hür ve
serbest olmayacak olursa vazife ve mesuliyet-i hukûkiyenin manası kalmaz.”[915]
Bir taraftan
sorumluluğun anlamına vurgu yapılırken diğer taraftan bu sorumluluğun hayattaki
mevcudiyetini hürriyet için bir delil olarak kullanmak ulemanın genel tercihidir.[916] Esbâba tevessül
etmekle de bağlantılı olarak insanın hayatta muvaffakiyet denilen şeye ulaşması
ancak belli sebeplere başvurmasıyla mümkün olmaktadır. Allah’ın hayatın
işleyişine koyduğu bu sebepler ve Sünnetullah, âdetullah gibi farklı isimlerle
tesmiye edilen işleyişin kuralları bizzat insanın irade sahibi olduğuna ve
amellerinde hür olduğuna delildir.[917] Ulemanın ve
İslâmcıların esas ittihaz ettikleri mesele bütün hak, vazife, hukuk gibi
cemiyeti yapan ve ferdi cemiyet hayatı içinde yaşatan esasların mesnetsiz ve
kuvvetsiz kalma korkusu ve tedirginliğidir.[918]
Ferid Kam, irade
meselesinin bir sorumluluk olmaktan öte ontolojik bir anlam olduğunu ifade
ederken meselenin bu tarafına dikkat çeker. Eğer irade inkâr edilirse;
“dünyada ne hak, ne vazife, ne ahlâk, ne mesuliyet, ne cürm
ne ceza hülâsâ hiçbir
şey
kalmaz... Onun yerine bir herc u merc-i fesâd kâim olur.”[919]
Bu yüzden iradenin temellendirilmesi her şeyin temeline
yerleştirilecek bir anlayışın hâkim kılınmasıyla mümkündür ve zaten din de bu
temelsizliğe müsaade etmemektedir.[920] Özellikle ahlâkî
eserlerde dini referanslarla da bezenerek ahlâkı bu zemin üzerinde inşa etme
arzu ve gayreti aynı zamanda hürriyeti de mutlaklıktan kurtarıp mahdud hale
getirme imkânı bahşetmekteydi.[921] Bir nevi
mesuliyeti hayata dair bir anlam olarak takdim eden bu çabanın yeni ahlâk
arayışlarına da en büyük itirazı bu yolda idi.[922] İnsanı hür kabul eden
ahlâk anlayışının ehemmiyetinin farkında olan sadece ulemâ değildir.[923]
Mesuliyet fikrinin kader inancıyla irtibatı ve bu fikrin
tarihî boyunca bütün insanlarda mevcudiyeti, tıpkı din hakkında başvurulduğu
gibi, hürriyetin varlığının delili olarak kabul edilmiştir.[924] Mesuliyet fikri etrafında
şekillenen bu kader inancı aynı zamanda Osmanlı toplumunda hürriyet fikrinin ve
bu fikir etrafında II. Meşrutiyet’in getirdiği ortamda görülen başıbozukluğun
izalesi için vazife fikrine temel teşkil eden bir yapıyla birleşecektir.
Bilhassa ulema ve İslâmcılar için hak, vazife ve hürriyet arasında kurulacak
sağlıklı bir ilişki, toplumun aynı fikir ve ideal etrafında birleşmesini
sağlayacak bir imkânı da barındırmaktadır.[925] Tarih boyunca farklı bir
ideal etrafında birleşmiş toplum için bu teşebbüs yeni ve muhataralı olacaktır.
Diğer taraftan hürriyet kavramının batıdaki seyriyle zıt
bir şekilde klâsik hayat nizam ve düsturları çerçevesinde ahlâkın merkezi bir
role sahip olması mesuliyet meselesinin merkeziliğini anlamamıza yarar.
İslâmiyette ve onun şekillendirdiği Osmanlı zihin dünyasında insanın hayatla
ilişkisinin mihverini ahlâk tayin eder. Özellikle siyasî iradeyle ilişkilerin
de bu ahlâk anlayışının şekillendirdiği muhtevada cereyan etmesi vazife fikri
yerine mesuliyet fikrinin daha merkezi bir role sahip olmasında başat amildir.
Batıda toplum arasındaki ilişkilerin bir sözleşme etrafında muayyen hale
gelmesine rağmen Osmanlı idarî yapısında böyle bir işleyişin vuku bulmaması
sözleşme etrafında ferdin topluma karşı vazifelerinin değil kulun Allah’a karşı
irade-i cüz’iyyesi ile mesuliyeti üzerinden kurulmuş olmasından kaynaklanır.
II. Meşrutiyet devri hürriyet tartışmalarının ve serbestlik
manasına içtimâî hayatta meydana gelen dini mübalatsızlıkların doğurduğu
muhalefet bu iki anlayışın çatışmasının ürünüdür. Klâsik Osmanlı nasihat ve
layiha geleneğinin yozlaşmayı veya inhitatı ahlâk merkezli okumasını XIX. Asrın
sonlarında ve II. Meşrutiyet devrinde İslâmcıların sebeblerden birine
indirgeyerek zikretmeleri aynı zamanda vazife- mesuliyet dengesinin değişmeye
başladığını göstermektedir. Manastırlı İsmail, Mehmet Akif gibi isimlerde
belirgin şekilde görülen bu vurgunun batının ilmini ve fenni almak şeklinde
sa’y u amel, idâd-ı kuvvet gibi vurgularla desteklenmesi vazife- mesuliyet
arasındaki ayrımın vazife lehine neticelenmesine sebebiyet vermiştir. Kriz
dönemlerinde bu dilin halk katmanlarında daha etkili olması ve halka daha kolay
ulaşabilmesi halk zihninde mesuliyet temelli bir anlayışın din ve devlete
bakışta esas muharrik olduğu ortadadır. Bu manada batıcı aydınların ve İT
kadrolarının hürriyeti anlayışları ve bütün olup bitenler karşısındaki çabaları
hissi bir vazife fikrinden kaynaklanmaktadır. Mesuliyet fikrinin haiz olduğu
ontolojik ve ahlâkî derinlikten yoksun olan bu telakki, savrulmaları
kolaylaştırdığı gibi hayal kırıklıklarının da izalesini imkânsız hale
getirmiştir.
3.
Kaza-Kader İnancının Müdâfaası
İrade ve kader meseleleri ile ilgili doğrudan veya dolaylı
yöneltilen tenkitler ulemanın ve İslâmcıların, iradeye ve insanın hür olduğuna
dair izahları irade-i cüz’iyye kavramı etrafında ifadesini bulan insan
mesuliyetine dairdir. İslâmiyet’te hürriyetin olmadığı ile ilgili tali
tenkitlere İslâm’ın ilmi teşvik etmemesi, fikir hürriyeti, içtihat imkânı,
kadınlara ve kölelere bahşedilen hakların insanlık tarihi açısından ehemmiyeti
gibi hususlar üzerinden yapılmıştır. Her şeyin doğrusu ve iyisi İslâm’da olduğu
için asıl hürriyet anlayışının İslâm’ın bidayetinden beri mevcut olduğunu ve
batılıların bunu yeni bulduklarından bir şey zannettikleri şeklindeki telakki
vardır.[926] Buna
karşılık kader inancının tarih boyunca Müslümanları geri bıraktığı fikrini
ısrarla işleyen oryantalist literatürün ve onların açtığı vadiden işleyen
batıcı aydın tipinin yönelttiği tenkitlere karşı ise iki tip tavır
sergilenmiştir. Birincisi; Mevcut kader anlayışının İslâmiyet’in emrettiği
kader anlayışı olmadığı, Müslümanlar tarafından yanlış anlaşıldığı, ikincisi
de; birincisiyle irtibatlı olarak asıl kader anlayışının Müslüman’ı hayat
karşısında dirençli ve aktif kıldığı fikridir.[927]
Her iki şekilde de gerçekleştirmek istenilen hedef
doğrultusunda ya kavramların mevcut telakkileri reddedilmiş veya kavramların
manaları İslâm tarih tecrübesinde Hz. Peygamber’e ve ashabına kadar gidilerek
oralardan devşirilen malzemeyle bugünün ihtiyaçları ölçüsünde mevcut şeklinden
farklı olarak anlamlandırılmıştır. Bununla beraber mevcut şeklin olumsuz anlamlarla
alakalı olduğu fikri bir savunma biçimi olarak benimsenmiştir. Kader ve onun
uzantısı olan ahlâkî kavramlarla ilgili hemen hemen her metinde gördüğümüz bir
savunma biçimiyle mevcut karamsar, ümitsiz tablonun değiştirilmesine yönelik
manalar tercih edilirken hem de yöneltilen tenkitlere cevap verilmiş
olmaktadır.[928]
Mevcut kader anlayışının İslâmiyet’in emrettiği kader
anlayışı olmadığı iddiası hemen hemen bütün dönemin dili olarak karşımıza
çıkar. Bu konuda İslâmcı, Türkçü, Batıcı zaviyesinden bir ayrım yok gibidir.
Modern dönemin problem çözme biçimlerinden biri olan İslâm’la Müslüman arasına
ayrım koymak öncelikle mevcut telakkinin gerçek İslâm’ın emrettiği inançla
alakası olmadığı yönündeki savunmak hem oryantalist iddialara ve yerli
temsilcilerine karşı hem de aktif katılımı arzulanan Müslümanları harekete
geçirmek kastıyla başvurmaktır.[929] Mesela ulemadan
Manastırlı bunu tevekkül, zühd gibi kavramlar üzerinden yapar:
“Bir
çok efrâdımız ise gece gündüz iltizâm-ı atâletle pek ziyade miskinâne, gayet
zelilâne yaşıyorlar, bunlar bir takım telkînât-ı fâsideye kapılarak bu hâl-i
zillet ve sefâlete zühd ve tevekkül unvânını veriyorlar. Halbuki şer’-i pâk ve
envarımızın sena ettiği zühd ve kanaat ve terğîb eylediği tevekkül ve
teslimiyet hiçbir suretle atalet ve mezellet içinde yaşamağa bâdi olacak
manalara mahmûl olamaz.”[930]
Dönemde mevzu ile ilgili hemen her metinde kolaylıkla
rastlayabileceğimiz bu hükümler İslâm-Müslüman ayrımı üzerinden yapılmaktadır.
Bu tarz bir ayrım öncelikle inancın savunulmasını mümkün kılarken, bir çıkış
yolu da göstermektedir.[931] Bu çıkış yolu, meselenin
aslına dönerek ve metinlerin devamında mütefekkirlerin doldurduğu şekliyle bu
kavramların anlamlarını bilip ona göre davranarak çözüm bulma ameliyesidir. Bu
şekilde söz konusu kavramları bu şekilde tarif edenlerin yakın ve uzak
hedeflerini gerçekleştirecek bir zemin oluşturulmaktadır. Bu telakkiye göre ilk
devirlerde doğru anlaşılmış ve Müslümanların görkemli devirlerine şahitlik
etmiş bir doğru kader telakkisi vardır. Fakat bu mana zamanla değişmiş ve bu
kadar faydalı bir inanç Müslümanların geri kalmasına sebep olan bir anlayışa
bürünmüştür.[932]
Kaderin yanlış anlaşıldığını savunmak, İslâm Dünyasının
niçin geri kaldığı ile ilgili bütün bir dönemin zihninin arka planında mevcut
olan soruyla alakalıdır. İslâm’ın geri kalmışlığının yanında bu imrenilen ve
peşinden koşulan terakkiyi elde etmekte kader inancının mani teşkil ettiğine
dair oryantalist söylemin reddedilmesi gerekmektedir. Mevcut kader anlayışının
İslâm’ın emrettiği kader anlayışı olmadığı izahı niçin geri kaldık sorusuna
verilen cevaplardan birisi iken İslâm’ın insan hürriyet ve mesuliyetine verdiği
önemi vurgulamak da ‘İslâm mâni-i terakkidir’ iddiasını çürütmek için
vurgulanmıştır. Özellikle din-bilim zıtlığı çerçevesinde dinin geri bıraktığı
ile ilgili suçlamalara verilen cevapların bir benzeri kader inancıyla alakalı
yapılmış ve tıpkı dinin bilimi teşvik ettiği iddiası gibi kader inancı ve onun
içtimâî yansıması olan kavramların böyle bir işe hizmet edeceği tezi
işlenmiştir. Ulema veya Müslüman mütefekkirleri oryantalist suçlamaların asıl
rahatsız eden yönü bu kader anlayışından hareketle İslâmiyet’in terakkiye mani
olduğu fikrine ulaşmaları ve bu maniliğin ilim canibinden başka bir de
Müslümanların bu kötü hal ve anlayışları yüzünden kaderin terakkiye engel
olduğu suçlamasıdır.[933]
Oryantalist suçlamalara karşı ve İslâm’ın kendi içyapısını
kullanarak İslâm toplumunda bir hareket meydana getirebilmek için ulema ve
İslâmcı mütefekkirler tarihi tecrübeye atıflarla beraber bu inancın Müslümanlar
için faydasını ortaya koydular. İlmî olsun içtimâî-ahlâkî metinlerde olsun bu
fikir bir taraftan insan hürriyetiyle irtibatlandırılırken diğer taraftan
insana gerekli olan teslimiyet ve cesareti temin edici mühim bir amile dönüşür.
Özellikle Osmanlı toplumunun içtimâî yapısıyla da ilişkili olarak meydana gelen
askerî kayıpların uzun süren savaşların ve ekonomik neticelerinin toplum
hayatında meydana getirdiği tahribatlara tahammül edecek, sabredecek ve bunun
da ötesinde din ve devletin felahı ve bekası için fedakârlığı talep edilecek
kitleler için bu telakkinin hayatî olduğu ortadadır. Kitleler bu sayede olup
bitenleri açıklama yanında değiştirme imkânlarına da kavuşmuş olacaktır:
“Kader... Evet, mukadder böyle imiş, doğru bir söz, ciddî
bir tesellî... Filhakika büyük büyük beliyyelerin tutuşturduğu elem ateşleri
içinde yanan yürekler, heyecandan
ızdırabdan
şaşırır; aküm, fikrini, kendini toplayamaz, toplayamayınca da kendini ateşten
ateşe atar. Halâs mümkün iken cayır cayır yanar. Bir belâya uğrayan kimse bir
belâya daha girmek istemezse -aası ne kadar büyük olursa olsun-basîrete, sabr u
sekînete alışmalıdır.
Âlemde
vak'alar ekseriya birbirine benzerler, benzemekle beraber her vak'a yine bir
vak'adır, bir kere olmuştur. Olanın başka türlü olmasına imkân yoktur. Emr-i
vâkî, emr-i vâkîdir. Meselâ sen dünyâya gelmişsin, hem de gideceksin, fakat ne
yapsan gelmemiş olamazsın. Başın yarılmışsa yarılmıştır. înşâallah ileride
kolayca iyi olur. Fakat iyi olmakla yarılmamış olmaz, yarılmamış gibi olur.
Bunun için başın yarılmadan düşün, yarılmamasına çalış. Yarılınca mümkün olduğu
kadar kendini toplamaya bak, bak ki tedâvî edesin. Mademki yarıldı, ilk işin
kaderi görmek, kaderde bu da varmış deyip kendi içinden, kendi ruhundan kendine
bir metanet ilacı vermek olsun. Bu ilacı ver ki acılar devam ederken sen
şaşırmadan tedaviye bakabilesin.”[934]
Kader meselesinin bu yönü özellikle oryantalist metinlere
verilen cevaplarda görülen ve Mutezilî bir kabulü değil tevekkül ve teslimiyet
üzerinden gücünün son haddini kullanma ve bunun da fevkine çıkma gayretini
ifade eden tarihi örnekleri tercih edilmiştir.[935] Bu inancın Müslüman’ı
çaresizlikten, acizlikten kurtaracağı ve tevhidin bir mütemmim cüzü olarak
hayatın akışını yine hayatın sahibine müracaat ederek değiştirmeyi mümkün kılmaktadır.[936] Bir
şekilde eski telakkiyi andırır bu kabulü tespit eden ve irade meselesinin geçer
tek çözümü olarak bu durumu gören bir yabancının değerlendirmeleri dengenin ne
şekilde kurulduğunu ve kurulması gerektiğini de ifade etmektedir:
“Yalnız
kader inancı Müslümanı çok etkisi altında bırakır. İnsanın bir alın yazısı
olduğu, ne yaparsa yapsın bunu silemeyeceği inancı Müslümanlarda derin bir yer
tutar. Kur’an ve hadislerde bu mesele açık bir şekilde belirtilmiş olduğundan
herkes bu inançta birleşir. Bu inancın bir kısım halk tabakasında menfî
düşüşlere yol açtığı doğrudur. Ama meseleyi iyi anlayan Müslümanlara kader
inancı köstek olmak yerine destek ve kuvvet olmaktadır. Bir müslüman, kaderin
ne olduğunu bilmediği için var gücü ile muvaffakiyet yolunda çalışır, elinden
geleni yapar muvaffak olursa Allah’a hamdeder, olmazsa kendini yerden yere
vurmaz, ne isyan eder, ne de diz çöküp ağlar. Kader buymuş diyerek Allah’ın
emrine boyun eğer. Zaten şimdiye kadar ne Doğu ve ne de Batı âlimleri ve filozofları
kader ile hür irade ilişkisini açık ve kesin bir şekilde izah edemedikleri
için, sağlam bir müslüman yukarıda anlatıtğımız basit, sade ama o kadar da
tatmin edici bir felsefe içinde hayatını ,,959
devam
ettirir.
İnsanın hayatın işleyişine müdahalesinin sınırlılığını
gören ulema ve özellikle felsefî tasavvuf geleneğine yakın isimler insanın
başına gelenlere tahammül için bu inancın ehemmiyetinin farkındadırlar.[937] [938] Faydalarını
ön plana çıkararak bu kavramları savunma dönemde yaygın olarak görülmektedir.
En önemli faydası da her ne kadar insan bütün tedbirleri alsa da bazı
durumlarla karşılaşabileceğidir. Bu durumda koruyucu bir unsur olarak kader
anlayışı devreye girer ve insana kalp huzuru ve acılara tahammül gücü bahşeder:
“Bu
i’tikad insanı şahrâh-ı hakk ve istikâmetde sâbit etmeye, mevcûd ve mechûdîni
bezl eylemeye, cud ve sühâ ile ittisâfa, şedâid ve mehâlikden yılmamağa bâis
olur. Rızk ve ecelin münkasim ve mahdud olduğuna i’tikâd eden kimse hak ve
hakîkat uğrunda çalışırken, limetnî a’lâ ile uğraşırken ölüm korkusunu,
milletin binâ-yı saâdet ve şevketini teşyîd için bezl-i emvâl ederken fakr u
selfalet vehmini zihnine uğratmaz.[939]
Kader meselesinin doğru telakkisi insanı hürleştirdiği gibi
muhtaçlık fikrini de ortadan kaldırdığından yabancı ve yerli oryantalistlerin
iddialarının aksine ferde şahsiyet kazandırır. Osmanlı toplumu için
içtimâî-ahlâkî birçok problemi halleden bir şahsiyet sahibi ferdin yetişmesine
yardımcı olur.[940] Kaderin insanın
hürriyetini elinden aldığı, şahsiyetini yok ettiği şeklinde yöneltilen
suçlamalara insanı asıl hürleştirenin bu inanç olduğu ile ilgili verilen
cevaplar dönem için önemlidir. Fakat burada bir garabet bizi karşılamaktadır ki
o da bu cevapların daha çok oryantalistlere verilirken tercih edildiğidir.
Hedef ve muhatap müslümanlar olduğu zaman bu teslimiyet fikri etrafında işlenen
hür ve ideal insan tipinin yerini daha çok bu halet-i ruhiyeyi tenkit eden
kavramlarla örülü çalışma ve gayret fikri almaktadır.
Elmalılı Hamdi, tasavvufun klâsik dönemde yaptığı özgürlük
tanımını hatırlatır biçimde tevekkülün iddia edilenin zıddına insanı
hürleştirdiğini savunmaktadır. Elmalılı’nın tercih ettiği ve Namık Kemal’in bir
beyitiyle kuvvetlendirdiği bu mana cereyan eden siyasî, içtimâî hayata da
mâtuftur. Bu, hem muarızları ters yüz etmeye hem de kendi canibinden meseleyi
dönemin revaçtaki kavramlarına istinad ettirerek cevaplama gibi önemli bir
hücum aracına dönüştürmektedir.[941] Her şeyden önce bu cevap
bir tarafıyla asıl İslâm vurgusuna mâtuf olduğu gibi aynı zamanda hürriyet
meselesinin felsefî bir çözümüne işaret etmektedir.
Kader inancının hayat karşısında Müslüman’ı güçlü kıldığı
fikri aslında klâsik kader anlayışının kuvvetli taraflarına denk düşmekte ve bu
telakki tarzını tenkit edenlerin bu telakkiyi örtülü olarak benimsedikleri bir
şekle dönüşmektedir. Bu inancın insanı hayat karşısında güçlü kıldığı ile
ilgili iddialar dönemde tenkit edilen tevekkül, zühd, kanaat, fakr gibi
kavramların şekillendirdiği bir hayatı işaret etmekte ve bu kabullenmeyi
reddetmektedirler.[942] Nitekim insanı Allah
dışındaki diğer güç ve otoritelerden kurtardığı şeklinde kader anlayışını
savunma biçimleri diğer taraftan özellikle tasavvufî bir cebr anlayışında
mündemiç olan mananın aynısıdır. Fakat mevcut yapı ve kuramların tenkidi dönem
için elzem olarak görülmüştür.
Elmalılı’nın savunduğu çerçevede insan dışında hayatın
işleyişinde müessir olan yapının insan iradesini sınırladığı ile ilgili İbn
Rüşd’e benzer tarzda mevcut yapıyı kabullenerek kitleleri kendi sorumluluğu
çerçevesinde gidişatı değiştirmeye gayret etme ameliyesine ortak etme gayreti
vardır. Determinizm çerçevesinde Ferid Kam’ın da kabullendiği ve insanın
tamamen hür olmadığı ile ilgili istidlallerde kullanılan izahlar sorumluluğa
mani bir manaya yol açmamak içindir.[943] Bu noktada özellikle
insan iradesine vurgu yapan, içtimâî sorumluğu vurgulayan, dünya hayatı için
çalışıp çabalamayı teşvik ve emreden nasslara herhangi bir fikri ayrım
olmaksızın hemen hemen her metinde başvurulması meselenin içtimâî karakteri ile
ilgilidir.
Kader telakkisine yöneltilen suçlamaları kısmî olarak kabul
eden ve bu fikrin bu haliyle Müslüman hayatında ve Müslüman tarihinde ciddi
faydalar sağladığından bahseden Ferid Kam, yanlış tevekkül anlayışı diyerek
tahdit ettiği anlayışın determinist bir hayat telakkisiyle de örtüşen
taraflarından ancak meselenin bir iman meselesi olduğu ısrarıyla kurtulur.[944] Bu
savunma biçiminin ne kadar ehemmiyetli olduğunu çok geçmeden anlayacak olan
ulema ve İslâmcılar arasında bu inancın yapıcı tarafının baştan beri farkında
olanlar da vardır.[945] Burada kader inancının
kazandırdıkları üzerinden yapılan savunmaların genel olarak karşı tarafın niyet
ve neticeleri üzerinden sürdürülmediğini ifade etmiştik. Aslında meselenin
özüne dair Mustafa Sabri Efendi’nin yapmış olduğu itiraz modernleşme hadisesinin
uzandığı ve uzanacağı vadileri göstermesi açısından ehemmiyetlidir:
“Şu
kadar var ki, kendi çalışmasına kalan nefse itimad sahibinin kimsesizliğine
karşılık tevekkül edenin kendi çalışmasından başka Allah'ı var, manevî kuvveti,
böyle bir tükenmez kaynaktan feyiz alıyor. Sonra, tevekkül eden hem bütün
kuvvetiyle çalışıyor, hem de kerameti kendinden bilmek gibi bir bencilliğe
düşmüyor.”[946]
Kader böyleymiş tepkisinin bir emr-i vaki karşısında ne
kadar doğru olduğu ve müslümana kazandırdıklarıyla beraber düşünmeyi tavsiye
eden[947] anlayışın
faydasını Sabri Efendi’nin koyduğu ve bu dilin ileride yol açacağı tahribatı
ifade eden ve Batı’da vuku bulduğu şekliyle “kerameti kendinden bilen” insan
tipinin zararlarına işaret etmektedir. Burada İslâmcıların tasavvufî manalarına
doğru yaptıkları tercih aynı zamanda İslâmcıların içindeki farklı kategorilerin
mevcudiyetini de görme imkânı vermektedir. Tasavvufî neşveye sahip ulema ve
İslâmcıların tasavvufu paranteze alan tasavvufu kurumsal olarak tenkit eden
İslâmcılarla bu noktada aynileşmesi batıcı tutum ve tavırlara duyulan ortak
paydada buluşma ve savaş yıllarında bu telakkinin millet ve devlet için ne mana
ifade ettiğini idrak etmeyle irtibatı vardır.
Asıl kader anlayışının önemini ahlâk üzerinden anlatma
eğiliminin pratik hayatla desteklenebilen ve İslâm ve Osmanlı geleneğinde
inhitat, ihtilal, inkıraz, idbar gibi halleri, ahlâkî bozulmayla ilan etme
tarzı kader-ahlâk ilişkisinde mevcut kader anlayışını tenkit etme imkânı
vermekteydi. Ulema ve İslâmcıların kader inancını savunurken meselenin bu
tarafından ziyade kader inancında mündemiç olan teslimiyet fikrinin ve olup
bitenleri açıklama şeklinin ahlâkî faydaları üzerine yoğunlaşmayı tercih
etmeleri siyasî veya içtimâî bütün meseleleri ahlâk merkezli okumak gerekliliği
telkin eden inançlarıyla irtibatlıdır.[948] Ulema ve İslâmcıların
farkında oldukları bu faydaları ön plana çıkarma hususunda II. Meşrutiyet’in
ilk yıllarındaki perhizkâr tutumlarını ancak hürriyet kavramının efsunlu
manasının tesirini sürdürmesiyle izah edebiliriz. Bu kavramlarla mücehhez bir
Müslüman ferdin gerek Osmanlı için gerek ümmet için haiz olduğu ehemmiyeti
takdir etme aslında baştan beri kaderle ilgili izahlarda görülen bir husustur.
Fakat bunun ehemmiyet derecesi bu heyecanın geçmesiyle daha ciddi ve esaslı
şekilde fark edilmiştir:
“Eceli
mahdûd bilen, rızkı mekfûl tanıyan bütün kâinat ve hâdisatı kader-i ilahiye
müstenid gören niye ölümden korksun? Hakkını korumaktan ümmetinin, milletinin
mevkiini yükseltmekten, bu husutaki fariza-i zimmetinden neden geri kalsın?
Hakkı takviye ve i’zâz yolunda evâmir-i ilahiye mucibince usul-u içtimaîyyeye
riayetle mecd ve şeref-i milliyeyi teyid uğrunda malını infak etmekten ne için
çekinsin? Fakr u zarurete düşeceği vehmine neden kapılsın?” [949]
Görüldüğü gibi ulema bir taraftan irade-i cüz’iyyenin
isbatı yönünde çaba sarfederken diğer taraftan teslimiyet fikirinin güçlü
taraflarına yaslanmayı ehemmiyetli görmektedir. Nitekim bu tespitler Sabri
Efendi, Elmalılı, Said Nursî ve Ezherî gibi siyasî tavırlarıyla mütecanis
olmayan bir şekilde muhafazakâr olan ulema tarafından Osmanlı’nın son demlerini
yaşadığı ve büyük savaşların neticesinin ortaya çıktığı tarih dilimlerinde
kaleme alınmıştır. Bir nevi II. Meşrutiyet’le başlayan heyecanın kaybolduğunu
ifade eden bu tavır ulemanın kendini bu işin uzağında görmeye başladığını
gösterir.[950]
Hazret-i Peygamberin hayatı ve ilk Müslümanların söz ve
uygulamaları bu ret dilinin önemli bir argümanıdır.[951] Tarih bu yanlış
anlamanın şahidi ve kadere yüklenen geri bırakıcılık vasfının en büyük tekzibi
niteliğindedir. Dinî metinler ve bu dinî metinlerin ilk yorumcuları olan ve
peygamberimizin etrafında bulunan kimseler hem yorumlarıyla hem de
yaşantılarıyla bu iddiaları çürütmektedirler.[952] Özellikle herhangi bir
kültürel ve siyasî gücü elinde bulundurmayan ve dönem şartlarında medeniyetten
uzak toplulukların kısa sürede büyük bir güç haline gelmelerinde kader
inancının ehemmiyetine vurgu vardır.[953] Bu büyük başarı aynı
zamanda doğru bir kader anlayışının neticesidir ve eğer bu anlayışa dönülürse
bütün bu kötü tablo kısa zamanda tersine çevrilebilir mesajını da içermektedir:
“Bunca harikaları, azîm mucizeleri yegane kaza ve kadere iman ve onun taht-ı
emr ve kıyâdatında hareketle gösterdiler.”[954] Yöneltilen tenkitlerin arızi olduğunu anlatmak için ortaya
konan bu geri gidişler kendilerini aranılan şeyin cinsine göre tebarüz
ettirmekteydi. İlim din veya akıl din münasebeti üzerinden tarihi miras
rahatlıkla kullanılıyordu. Aynı şekilde fikir hürriyeti ile ilgili geri
dönüşleri görmek mümkündür.[955]
Kökeni İslâm-Müslüman ayrımına varan, İslâm tarih tecrübesi
atlama ve ilk devirlere uyma gayretlerine varıp dayanan bu ret ve tefrik dili,
kadere imanı savunurken de kullanılmıştır. İslâm tarihinin ilk devirlerinde
yaşanan fetih hareketleri ve daha sonraki asırlarda artarak devam etmiş ilmi
faaliyetler örnek olarak gösterilmektedir.[956] İlmi faaliyetlerin mevcut olması hem kader anlayışının
savunulması hem de modern dönemin evveliyetli meselesi olan ve İslâm’ın mani
olduğu terakkiyi sağlayacak tek vasıta olan ilim üzerinden bu savunmanın
yapılması hem de sürdürülmesi daha kolaydır. Ayrıca irade meselesi üzerinden
yoklanan ve kader inancının gerçek şekli olarak takdim edilen anlayışın ilmi
gelişmeleri sağlayabileceği iddia ve teminatı, meselenin bu hattı takip etmesini
gerekli kılıyordu.[957] Özellikle içtimâî-ahlâkî
ve siyasî metinlerde tercih edilen bu istidlal biçiminin ilmi eserlerde tercih
edilen bir metod olmadığı görülmektedir.[958] Oryantalistlere karşı
İslâm’ın mani-i terakki olmadığını göstermek Müslümanlara karşı da psikolojik
destek sağlamak amacına mâtuf bu istidlal biçiminin İslâm-Müslüman ayrılığı
açısından dönemde kullanılan genel metodun bir cüzü olduğu aşikârdır.
Oryantalist metinlerin başvurduğu bu aynileştirme
ameliyesinin ciddiyeti sorgulanmadan yanlışlığı ortaya konulurken en çok
başvurulan yöntem, fatalizmin İslâm tarih tecrübesindeki muadilinin Cebriyye
fırkası olduğu ve bunun da uzun zaman önce inkıraza uğradığının beyan
edilmesidir.[959] Fakat geniş halk
kitlelerinde cebr fikrinin hâkim olduğu şeklinde İslâmcı ve batıcı
mütefekkirler indinde de kabul görmüş bir itham olduğu metinlerde görülmekte[960] ve
aslında batılıların iddialarını cevaplandırma kasdıyla çıkılan yolda onların
kullandığı dile yenik düşme vardır.
Fatalizm ve Determinizmin olmadığıyla ilgili ilk öne
sürülen iddia bugünkü uygulamanın yanlışlığı iddialarını destekleyen
İslâm-Müslüman ayrımının İslâm tarihi üzerinden cebr fikrinin mevcudiyetini
kabule dönüşmektedir. İkinci cevap olarak tercih edilen ve fatalist ve
determinist telakkinin sadece İslâm’la alakalı olmadığı fikri de bir tarafıyla
yapılan suçlamaları kabul manasına gelmektedir.[961] Metinlerde yabancı
isimlere referanslara izahına çalışılan bu mesele farklı doğrular ve farklı
mehazler kabul etmenin ilk adımıdr. Ulemadan Mustafa Sabri, İzmirli gibi
isimler felsefî bir problem olarak meselenin sadece İslâm’la alakasının
olmadığı fikrini savunmaları icbar ve kabulün düzeyini anlama imkânı verebilir.[962] Burada
bir çıkış yolu olarak tercih edilen Cebriyye fırkasıyla aynileştirilen cebr
inancının bu mezhebin ortadan kalkmasıyla İslâm Tarihinde sönüp gitmesine sebep
olmuştur, iddiası genel tavırdır.[963]
Özellikle modernist İslam düşüncesinin bariz hususiyeti
olan aklileştirme, irade meselesi etrafındaki arayışların istikametini de tayin
edecektir. İradenin ve kader anlayışının şekillendiği bu zaviyede giderek irade
ve kader tanımları aklî bir zemine kavuşurken diğer taraftan hürriyeti esas
ittihaz eden bir anlayış benimsenecektir. Tarihe yapılan dönüşlerin ve tarihin
değerlendirilişinin de bu zaviyeden ele alındığı göz önüne alınırsa bu
zihniyetin ne kadar belirleyici olduğu da ortaya çıkacaktır. Artık bu durumda
modern insana Allah’ın adaletine inanıp tam bir teslimiyetle olup bitenleri
karşılaması teklif edilemezken hürriyetiyle beraber yeryüzündeki bulunuşunu da
kendisinin kontrolünde olduğu telkin edilecektir.
Kaza ve Kader Bahsiyle Alakalı Olan Diğer Meseleler
Klâsik Kelâm literatüründe rızık meselesinin
tartışılmasının iki yönü vardır. Birincisi, haramın rızık olup olmadığı;
ikincisi de haram rızkı yaratmanın mahiyetidir. Bilindiği gibi bu meseleler
Mu’tezile’nin haramın, kabih olması hasebiyle Allah’a isnadını kabul etmemesi
ve haramı Allah’ın rızkı saymamasından kaynaklanır. Bunun sebebi de kabih olan
şeylerin Allah’a isnad edilemeyeceği ile ilgili meşhur itirazlarıdır. Ehl-i
sünnet de rızkın haramlığı meselesini tıpkı kabih fiilleri yaratmada olduğu
gibi rıza yönünden izah etmişler haramlığın halk cihetinden değil kesb
cihetinden olduğu itirazında bulunmuşlardır.
Bu dönemde rızık meselesi yine klâsik usûllerde ele alınıp
aynı şekilde klâsik çerçevede cevaplanmıştır.[964] Klâsik metinlerde
meselenin çalışıp kazanmayla kurulmuş bir ilişkisi yoktur. Sadece ahlâkî
metinlerde insanın dünyaya meylini, hırsını dizginlemek için herkesin rızkıyla
birlikte yaratıldığı meselesine atıflarda bulunulmakla birlikte bu tavrın
sahipleri yalnız kalacakalrdır.[965] Modern dönemde rızk,
servet aynı zamanda sosyal bir hadisenin mevzuu olarak bambaşka bir sahaya
intikal edilmiştir.[966] Çalışmak kazanmakla ilgili yapılan tartışmaların Kelâmî
eserlere dahil edilmemesi aslında güncelleşmesinin imkânını tüketmesi olarak
okunabilir.
Ecel meselesi de Mu’tezile’nin itirazıyla ele alınmış
meselelerden biridir. Ecelin vakti ve tayini gibi hususlarda Ehl-i Sünnet
tamamen Allah’ın takdirini esas alırken, katl gibi hadiselerde Mu’tezile ecelin
vaktinin değiştiğini ve ecelin ikiye ayrıldığı gibi Allah-insan ilişkisine dair
söylediklerinin paralelinde şeyler söylemişlerdir. Bu zaman diliminde aynı
kanaatler yeni kaleme alınan İlm-i Kelâm eserlerinde tekrar edilmiştir.[967] Hacı Reşid Paşa eceli gelmekten dolayı eceli kader olarak
takdim edilip sorumluktan kaçma fikrine karşı çıkmaktadır. Ecelin ertelenmesi
tartışmasına girerek burada Allah’ın men ettiği fiili işlemek ve işlemeye
kalkmak açısından irade-i cüz’iyye üzerinden insan mesuliyetini temellendirerek
farklı bir metod izlemektedir.[968] Fakat bu teşebbüslerin
meseleyi içtimâî- siyasî bir karakter kazandırmadığı ortadadır.
Sünnetullah çerçevesinde bir milletin kendini değiştirme
fikri üzerinden ümmetlerin ecellerine oradan da Osmanlı’nın devlet-i
ebed-müddet fikrine uzanan bir fikri çaba göremiyoruz. Bunları içtimâî-siyasî
eserlere bırakan kelâm alimlerinin aksine bu dönemde ortaya çıkmaya başlayan ve
daha çok insanın kader anlayışının tenkit edildiği yerlerde bir ahlâkî problem
olarak insan sağlığının muhafazası ve bunun ecele tesiri üzerinden meseleye
dahil olan isimler mevcuttur. Mesela Celal Nûri, Kılıçzade Hakkı gibi isimlerin
işleyişle vülgarize düzeyde sorguladıkları görülür. Neden Avrupa’da bebek
ölümlerinin az olduğu, neden bir hastalıkta birçok insanımızı kaybederken bunun
başka yerde az olduğu sorularıyla farklı bir mecraya kavuşan bu sorular
Cumhuriyet devrinde sıkça sorulan sorulara dönüşecektir.[969]
Ulemanın meselenin bu taraflarıyla ilgili tereddütleri daha
çok içtimâî problemlerle sınırlı kalmıştır. Kolera gibi meselelerin irade
üzerinden tartışıldığı dönemler geride kalırken meselenin sosyal tarafıyla
ilgilenilmediğini iddia etmeden önce şunu söyleyelim ki ulemanın, her bir lafız
ve ıstılahı kılı kırk yararak ilmî bir hüviyet kazandırmasından hareketle,
içtimâîliği kadar siyasîliği, siyasîliği kadar da ahlâkîliği farklılık arz eden
meseleleri bilâ-teklif bu eserlere dahil etmeleri beklenemezdi. Ayrıca birçok
yönü siyasî olan bu yorumların esas muhatabı siyasetname, nasihatname geleneği
içerisindeki eserlerdir. Tedahüllerin geniş olduğu bir devrede bu tür bir
kuşatıcılık beklemek zorlamadır.
Hidayet ve dalaletin mahiyeti, faili, insanın ihtiyarının
durumu gibi klâsik müdevvenatda birçok tartışmaya bahis olmuş ve kulun
iradesinin varlığının, Allah’ın adaletinin mevcudiyetinin tartışıldığı bir
zemin olmuş bu meselenin modernleşme döneminde sadece Kelâmî eserler çerçevesinde
ele alındığını görüyoruz. Klâsik muhtevasını herhangi bir şekilde değiştirmeden
ele alınan bu meselenin bir bahis olarak geçildiğini görmekteyiz.[970] Klâsik
muhtevadaki delillerle Ehl-i Sünnetin fikrini müdafa eden çabaların en
nihayetinde gösterdiği şey Sünnî bir çerçevenin muhafaza edildiği ve
modernleşmeyle beraber zihniyette yer bulan Mu’tezilî tarzdaki bir Allah-insan
ilişkisinin benimsenmediğini görmekten başka bir işe yaramaz.[971] Sadece
Allah’ın dilemesi meselesinden oryantalistlerin tarizlerine karşı her şeyi
yapan-eden ama “Lâ-yüs’el” olan bir ilah anlayışının dönemdeki muhatapları ikna
etme konusunda problemli olduğu fark edilmiştir.
Allah’ın dilediğini hidayete, dilediğini dalalete sevk
ettiğini beyan eden ayetin Avrupalılarca İslâm’daki fatalizme delil olarak öne
sürüldüğünü ifade eden Filibeli, bu ayetin manasını, Allah’ın din, kitap,
peygamber göndermesi, vicdana merdud ve makbul şeyleri tefrik hassası vermesi
ve aklı da hayır ve şerri tefrik aleti olarak tayin etmesi şeklinde
anlamlandırmaktadır.[972] Mesele Allah’ın gücü
noktasından ele alındığında gerek ulema gerek İslâmcılar için mevcut olan
teslimiyet kendini burada ortaya çıkarmaktadır. Özellikle tevhidle bağlantılı
ele alındığında büyük bir hassasiyetle karşılanan bu durum daha sonra insan iradesi
ile ilişkilendirilmektedir.[973] Hidayet ve dalaletteki
mana keyfilik değil, hidayete eren kişinin kibir ve enaniyete düşmemesine
müstenittir. Hidayet bu manayadır. Dalalet için de yine hidayete eren kimsenin
o kimseyi küçümsememesi, ayıplamaması manasınadır.[974]
Tasavvuf! olduğu kadar imanı da barındıran bu ifadeler
Allah-insan ilişkisinin mekanik bir yapıya doğru kaydırıldığı bir devirde
yapılmaktadır. İçtimâî-ahlâkî hatta siyasî mevzularda alabildiğine insan
hürriyeti ve irade-i cüz’iyyeyi merkeze çeken ulemanın hidayet-dalalet gibi
savundukları çerçevenin dışında kalan bir ilişkiye dair söyledikleri aslında
dini olanla içtimâî ve siyasî olan arasında yapılan bir ayrımın o zamanlar
kökleşmeye başladığını gösterir. Buradaki ayrım aynı zamanda her iki mananın da
dini delil ve gerekçelerle yapılmasına rağmen ayrımın tam tersi istikamette
cereyan etmesidir. Dinin sadece tanrı ile insan arasında bir mesele olduğuna
dair modern batılı kabulün kökleşmesine yarayacak şekilde bir ayrım
yapıldığının farkında olmadıkları ortadadır. Zira klâsik dönemde de bu şekilde
tasnif edilmiş bir muhtevaya sahip olan Kelâmî eserlerin bıraktıkları boşluğu
tasavvufî ve ahlâkî eserler üzerinden insanı Allah’a teslim eden bir yapı
doldurmuştur. Bu noktadan sonra Kelâmî eserlerde bırakılan bu boşluğun yerini
Kelâmî eserlerin müsaade ettiği bir irade-i cüz’iyye ve hürriyet anlayışını çok
çok ileriye götüren ve zımnen insanı yarı-tanrı ilan eden bir ferdileşmenin
yolu açılacaktır. Farkında olunmadan insanın olması ile yapması arasında yaptıkları
değişim bütün bir hayat telakkisini değiştirecektir. Hidayete eren, doğruyu
bulan, teslim olan ve masiva ile ilişkilerini bu çerçevede düzenleyen insan
tipi, yerini hür bir şekilde gidişatı değiştiren, hayata kendisi yön veren bir
insan tipine bırakacaktır.
İslâm dünyasında bu karşı koyuşu ifade eden çabalar
meseleyi kader ve irade etrafında kurgulamaktadırlar. Farklı tepkilerin
görüldüğü bu sahada selefî tavrın Osmanlı fikir dünyasında başat karaktere
sahip olan tasavvufî yapıya dair bakışı göz önünde bulundurulursa
modernleşmeyle beraber aranan insan tipiyle mevcut hal arasındaki gerilim
meselenin en mühim cephesini oluşturur. Nitekim bu tavır mevcut ye’is halinin,
tembel ve kaderci insan tipinin izalesi için gerekli dinamizmi İslâm tarihinin
ilk devirlerinden ve ulema ve İslâmcılar tarafından ‘doğru kabul dilen kader
anlayışından’ istihsale çalışarak ciddi bir kopuşa sebep olmuştur. Burada ilk
elden irade-i cüz’iyyeye ve Mu’tezilî tarzda bir irade anlayışına varan
yorumların selefi çizgide bariz olan kader telakkisiyle inkıtaya uğradığı ve
âlemde cari olan küllî kaderle insan iradesi arasındaki çatışma arasında
sıkışan bir anlayışa vücut verdiği görülmektedir. Bu insan tipinin dışında
kalan ve kaybettikleri oranında daha çok bu kavramlara yaslanan geniş
kitlelerin mevcudiyeti tavrıyla ve tarzıyla bu yeni insan tipinin sınırlarını
tayin eden en başat aktör olacaktır. Nitekim bu anlayış gerek mücadele gerek
sabır ve sebat zamanlarında kolayca klâsik anlayışa müracaat edecek ve bu
kavramların kökleştiği zihin dünyasına ve halet-i ruhiyeye dönüşler yapacaktır.
Bu aydınlanmacı ve dünyevîleşmeye meyyal anlayışın yanında
yine modernleşmenin ve batı ile irtibatlı şekilde vücud bulan farklı bir tepki
ve insan tipi arayışı ile karşı karşıyayız. Özellikle İkbal’in denediği ve
Bergson mistisizminin izlerini taşıyan bu teşebbüs tasavvufun vücut verdiği
iklimi hesaba katarak ve gücünü buradan alarak yeni bir insan tipi arayışına
girmiştir.[975] Cumhuriyet
döneminde Nurettin Topçu tarafından bir hareket felsefesine dönüştürülen bu
arayışın Niçe’nin ideal insan tipini irade sahibi bir varlık olarak yorumlayan
İkbal’de ideal insan tipi arayışı olması ciddi bir teşebbüstür. Süreç
felsefesine bağlanarak ve birçok felsefi izaha tabi tutulan bu anlayışın kader
inancıyla insan hürriyeti arasındaki dengeyi kurmadaki başarısı bir tarafa bu
çabanın geniş bir yelpazeye yayılması mümkün olmamıştır. İlk teşebbüs olarak
ifade ettiğimiz selefi/modernist çizginin insan tipi arayışlarında kader
meselesini ele alışları ve kadere yükledikleri anlam etrafında insanın irade-i
cüz’iyyesinin onu batı karşısında ve tarih karşısında özne olmaya ikna etmede
ne kadar başarılı olduğu aynı zamanda bu çizginin bugün geldiği nokta ile
anlaşılabilir. Selefî kader telakkisinin kader-i mübremle kader-i muallak
telakkisi etrafında şekillenen ve Sıddıkî’nin de ifade ettiği gibi Sünnetullah
kaidesince ve determinist felsefenin rükünlerine duyulan ilgiyle beslenen bir
anlayışın sınırlarında gezinmekle yetinmiştir. Bu insan tipinin sadece Kelâmî
bir çerçevede kalma zorunluluğu ve manevi cephesinin ihmal edilmesi hatta
bilerek ve isteyerek yok sayılması “elinden geleni yapıp ötesine karışmamak”
gibi garip bir anlayış vücuda getirmiştir. İhtimaller arasında olabildiğince
hür ve hareketli fakat tahammül-fersa veya imkânsız/çok zor durumlarda hiçbir
şey yapmama manasına teslimiyete ram olan bu insan tipinin dengeyi kuramadığı
ortada iken bu anlayışın tersten dünyevileşmeye imkân tanıması ayrı bir garabet
olarak karşımıza çıkar. Kaynaklara dönme fikri etrafında sadece İslâm’ın ilk
dönemlerindeki başarılara telmihen kurgulanan ve ayet ve hadislerle desteklenen
bu izah şeklinin aciliyetle mutabık fakat felsefi derinlikten uzak olduğunu
dikkate alırsak ikinci teşebbüsün kıymetinin nerden tevarüs ettiği daha kolay
anlaşılabilir.
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
SON DÖNEM
OSMANLI DÜŞÜNCESİNDE KELÂM-AHLÂK
İLİŞKİSİNİN
İÇTİMÂÎ-AHLÂKÎ TEZAHÜRLERİ
Osmanlı Devletinin tarih sahnesindeki ihtişamını kaybetmeye
başlamasıyla birlikte bu durumun sebepleri üzerine kafa yoran ulema ve devlet
ricalinin gerek teşhis gerek tedavi ile ilgili ortaya koydukları malzemede
ahlâk mühim bir yer tutar.[976] Yüzyılları
kapsayan bu süreçte vuku bulan aksaklık ve bozukluklar için çare olarak görülen
ahlâkın kaynak ve mahiyetine dair esaslı bir kuşku yoktur. Kendine ve kendinde
olana duyulan güvenin aşınmaya başlaması, Osmanlı ulema ve mütefekkirlerinin
ahlâkın nazarî/teorik boyutuna ilgi duymalarıyla neticelenmiştir. Ahlâkın
uygulanması ile ilgili nasihatname ve siyasetname geleneğinin idare ile tebaa
arasındaki ilişkileri bu çerçeveye oturtması hem halk hem idare nezdinde ahlâk
merkezli bir dikkati her zaman canlı olmuştur.[977] Değerlerin kurumlaşması
süreciyle de irtibatlı olarak tartışmalar sadece kelâm ilminin değil felsefe,
hukuk ve Osmanlı efkâr-ı umûmiyesi nezdinde yeni yeni arz-ı endam eden
sosyolojinin de irtibatlı olduğu irade meselesine olan ilgiyi artırmıştır.
Ahlâk meselesinin irade meselesiyle olan ilişkisi, birçok saha ile irtibatlı
ahlâk meselesinin modern dönemdeki tezahürlerine bakmayı elzem hale
getirmiştir.[978]
Kader meselesi üzerinden İslamiyet’e yöneltilen oryantalist
tenkitlerin irade-ahlâk ilişkisi çerçevesinde yürüdüğü ve ahlâkî-içtimâî bir
sürü kavramın bu zaviyeden tenkit edildiği malumdur. Ahlâk eserlerinin
girişinde tartışılan ahlâkın hüsün-kubuhla irtibatı, terbiyenin ahlâkı
değiştirip değiştirmediği ve hilkatin hayır ve şer üzere olup olmadığı gibi
meseleler ve yukarıda izah ettiğimiz ahlâkın mesuliyet fikri için lüzumu
ahlâk-irade ilişkisini ispat etmekte yeterlidir.[979] Ahlâkın kaynağı hakkında
alevlenen tartışmaların mesuliyet fikri üzerinde yoğunlaşması, Batı’da ahlâkla
ilgili tartışmalarda ahlâkın kaynağının tanrı mı yoksa toplum mu olduğu ile
ilgili yoğun tartışmalarla ilişkili olduğu kadar Osmanlı’nın içinde bulunduğu
durumla da bir o kadar alakalıdır.
Dönemde kaleme alınan ahlâk eserlerinin tercüme edilen
eserlerle büyük ölçüde benzeştiği görülmektedir. Tercüme eserler tesirinde
kaleme alınan eserlerin tasnifi büyük ölçüde Kantçı ahlâk anlayışının tasnifine
uygundur.[980] Baha Tevfik,
Ali Kemal’in Ilm-i Ahlâk adlı kitabını tenkit ederken Kant tarzında
yazılan ahlâk kitaplarının Abdurrahman Şerefin Ilm-i Ahlâk adlı eseriyle
başladığını ifade ederek mevcut ahlâk telakkilerinin bu çerçeveye uygun
olduğunu belirtir.[981] Pratik/amelî ahlâkın
konusu olan meselelerin ele alınışında nasslara müracaatların tamamen terk
edildiği ve aklî bir çerçeveye dönüldüğü şeklinde bir hükme ulaştığımızı ifade
etmiyoruz. İçtimâî ve bunlar paralelindeki siyasî metinlerde kendi fikriyatını
destekleyen nasslara sıkça müracaat edildiği ortadadır. Hatta bu müracaatlar
II. Meşrutiyet öncesine ve sonrasındaki Cumhuriyet dönemine nazaran oldukça
fazladır.[982] Bu tavır bizim
Meşrutiyet dönemine nasıl bakmamız gerektiğini de gösterir. Buna rağmen
amelî/pratik ahlâkın malzemesini teşkil eden nassların seçimi ve kullanımı,
Jön-Türk siyasî muhalefetinin merkezi konuma yerleştirdiği toplumun
belirleyeceği ahlâkî bir çerçeveye doğru seyretmektedir. Mesuliyetin icbarına
yenik düşen bu taksim giderek belirleyicilik vasfını muhayyel bir varlığı olan
topluma tevdi edecektir.
Osmanlı toplumunda görülen içtimâî-ahlâkî problemlerde
gerek oryantalistlerden gerekse ulema ve mütefekkirler tarafından irade
meselesiyle irtibatlı olarak Müslümanlara, halka ve tasavvufa yöneltilen
suçlamaların temelinde irade-ahlâk ilişkisi vardır. İrade meselesinin diğer
dönemlerden daha fazla olarak teorik cephesi pratik ahlâk üzerinden yapılan
içtimâî, siyasî ve hukukî tartışmaların aktüel karakteriyle şekillenmiştir.
İçtimâî-ahlâkî dönüşüm hedefiyle örtüşen bu çaba, insanı aktif hale getirip
tembellikten, özellikle ahlâkî tefessühün neticesinde vuku bulan zevk ve
sefadan ve bütün hayatiyetiyle cereyan eden işleyiş karşısındaki kayıtsızlıktan
Müslümanları, İslâmî referanslar yoluyla kurtararak yerli ve yabancı
oryantalistlerin suçlamalara cevap verebilmek gayesine mâtuftur.[983]
Said Halim Paşa, ahlâkın mevcudiyeti için ilk şart olarak
şahsî hürriyeti görmektedir.[984] Ahlâk-hürriyet
ilişkisini İslâm tarihi perspektifinde ele alan Said Halim Paşa’nın gerilemenin
esas sebebini de insanı içtimâî hayata karşı mükellef kılan şahsi hürriyetin
yokluğunda görmesi hürriyetle ilgili genel çerçeveyi Jön-Türklerle başlayan
siyasî gelenekle irtibatlı bir şekilde vazife fikrinin ontolojik cephesine
yöneltmektedir.[985] Fakat bütün
bu çabalar aynı zamanda gerek Jön-Türkleri gerekse II. Meşrutiyet devri
aydınlarını problemlerden arındırılmış bir hürriyet telakkisi için ahlâkın
kaynağı meselesiyle karşı karşıya getirmiştir.
Ahlâk meselesinin Allah’a ve dine referansla çözülmesi
ulema ile İslâmcılar için tarihî mirasın tekrarı ile mümkündür.[986] Diğer
taraftan ahlâkın kaynağı din olduğuna göre Müslümanların ahlâkında görülecek
eksiklikler buradan dine yüklenme tehlikesini barındırmaktadır.[987] Özellikle
ahlâkî eserlerde kutsanan vazife fikri üzerinden ulema ve İslâmcılar mesuliyeti
merkeze alan bir anlayışa imkân bulmaktaydılar. Vazife fikrine sıcak bakmanın
altında hürriyet fikrinin içtimâî olarak faydaya dönüşmesi ancak insanların
kendi istekleri ile kendilerini toplum karşısında vazifeli addetmeleriyle
mümkün olabilirdi. Özellikle Kant ahlâk anlayışının noksanı olan vazife
fikrinin hangi merciye göre meşrulaştırılacağı problemini ahlâk üzerinden
Allah’a istinad ettiren ulema bu sayede hürriyet anlayışını Allah’a irca etme
teşebbüsüne girişeceklerdir.[988] Toplumu ahlâkî bir mesuliyet üzerine bina ederken de bu
yapıyı temin etmede birinci şart olarak hürriyet devreye girecektir.[989]
Kant’ın tesirinde kaldığı aşikar olan Akseki’nin meseleyi
Allah’a dayandırma hususunda Kant’ı yetersiz bulması, vazife fikrini Allah’a
bağlama arzusunun dönemde yaygınlığını göstermektedir.[990] Osmanlı
âlim ve mütefekkirleri için Avrupa’da vuku bulduğu şekliyle bir vazife
anlayışının yetersizliği uhrevî manada bir mükâfat ve mücâzâtı barındırmaması
yüzündendir.[991] [992] Bir müslümanın
zihninde mükâfat ve mücâzâtı bu dünya ile sınırlı tutacak bir telakki olmadığı
gibi teklif edilen ve bu dünya ile sınırlı tutulan bir karşılık anlayışı daha
geniş halk kitlelerinde karşılık bulmak yerine tam tersi bir durum ortaya
çıkarmıştır. Özellikle tasavvufî gelenekte ve nasihat ve ahlâk literatüründe
kuvvetli bir şekilde sadece bu dünya için çalışmanın zemmedilmesi vazife fikri
üzerinden bir toplum anlayışı tesis etmeyi imkânsız hale getirmiştir.
Burada farklı bir problem gündeme gelmektedir: Ahlâkı
Allah’a isnad ettirme çabası aynı zamanda Eş’arîler’in bir şeyin Allah
tarafından emredildiği için güzel veya çirkin olduğu görüşünü zımmen kabul
manasına gelmekteydi. Nitekim tasavvufî cephesi kuvvetli olan Mehmed Ali Aynî
bu hissiyatı izhar etmekten çekinmeyerek yapılan tartışmaların esasa ne kadar
mutabık olduğu ile ilgili fikir vermektedir. Bir şeyin emredildiği için
yapılması aslında ulemanın ve İslâmcı mütefekkirlerin kendilerini yakın
buldukları bir fikirdir. Osmanlı toplumu meselelerini ele alırken özellikle
Sünnetullah adı altında bu fikre oldukça yakın durmuşlardır. Çünkü bu fikir
aynı zamanda ahlâkın kaynağının Allah’a ve onun emrine döndürülmesini gerekli
kılmaktadır:
“Şu
izahtan açıkça anlaşılır ki eski üstadlarımız insanın hareket ve fillerine saik
olan muharrik nedir? Bu muharrik hissiyat mıdır? Menfaat mıdır? Hodkâmlık
mıdır? Yoksa lezzet midir? Gibi aklî araştırmaları zaid ad etmişlerdi. Tanrının
‘yapınız’ dediği şeyi yapmak ve ‘yapmayınız’ dediği şeyleri yapmamak lazımdı ve
bu kadarı insan için kafi ■■■ „1014 idi.
Bu vurgulara rağmen ulema ve İslâmcılar için öncelik
mesuliyetin temellendirilmesinde yatmaktaydı. Bunun için vazife fikrinin
ehemmiyeti de dönemde ahlâkî kavramlar üzerinden yapılmaya çalışılan insanları
aktif hale getirme faaliyetinin teorik zeminini teşkil edebilme potansiyeline
sahip olmasında yatmaktadır. Kant’ın da merkeze almasının sebebi olan bu
çabanın ontolojik zeminini vazife ahlâkı sağlayacaktır.[993] Vazife
fikri İslâm cemiyetinin istikbal ve imarının İslâmi referanslarla kurulmasına
imkân verebilecek yönlere sahiptir. Bu fikri ahlâkın kaynağı olarak Allah’ı
gören anlayışa bağlamak daha kolaydır. Hem böylece Kant ahlâk anlayışının eksik
yönünü ahlâkın mebdeinin Allah olduğundan hareketle tamamlamış ve batıda sahip
olunanın çok ötesinde bir esas ittihaz edilmiş olacaktı:
“Demek
ki ahlâk ancak "Vazife" fikri üzerine bina edilebiliyor. Vazife fikri
ise "Cenâb-ı Bâriye itikad ve meveddetten başka bir esasa bağlanamaz. Şu
halde yine tekrar ederiz ki bir dinsizin ahlâk sahibi olması bir gariblik,
olmaması ise pek tabiî bir neticedir.”[994]
Ahlâkın kaynağı üzerinden Tanrı-toplum ikileminde merkeze
Allah’ı yerleştiren ve kaleme aldıkları eserlerde bu fikre nasslardan temel de
bulan ahlâk eserlerinin müelliflerinin bu çabası aslında klâsik ahlâk
eserlerinde mündemiç olan bir meselenin tevarüs edilen yeni ahlâk anlayışının
eksiklerini izaleye yönelik yeniden üretilmesi gayretinden ibarettir.[995] Meselenin
dinle ahlâk felsefesi bağlamında kurulan irtibatının ehemmiyetini fark eden
Mehmet Aydın’ın Akseki üzerinden yaptığı değerlendirmeye atfen söylersek klâsik
döneme yöneltilen bir tenkidin de dönemde cevap bulmuş ve Kelâm-ahlâk ilişkisi
güçlü şekilde kurulmuştur.[996] Burada ahlâkî eserlerle
sınırlı olmayan bir yaklaşımdan söz edersek Kelâm ilminin ahlâkla irtibatsız
olduğu ile ilgili Fazlur Rahman’ın kanaatinin özellikle modern dönem için
kesinlikle geçersiz olduğunu ifade etmemiz gerekir.[997] Her ne kadar itikâdî
mezheplerin irade ve husun-kubuh üzerinden meseleye tedahülünü nakzederek bu
kanaate ulaşıyor gözükse de irade bahislerinde ortaya konulan mesuliyet fikri
ve insan hürriyetini merkeze alan izahlara göre bu iddiaların geçersizliği
ortadadır.[998]
Modern dönemde klâsik manada irade tartışmaları devam
ettiği gibi eski dönemden farklı olarak irade meselesinin içtimâî
tezahürlerinden olan tevekkül, kanaat gibi meselelerin Kelâm kitaplarına
taşınması, bu dönemde pratik ahlâkın da kelâma dahil olması neticesini
doğurmuştur. Materyalist ve panteistlerin ortaya attığı iddiaları ele alırken
İzmirli’inin ahlâkî meselelere girişi[999] ve dinin lüzûmu
meselesinde ahlâkla irtibatlı yapılan temellendirmeler gibi[1000] tevekkül
meselesine yer ayıran tutumları ahlâkî meselelerin daha çok ele alındığını
gösterir.[1001]
İslâmcıların materyalist ve panteist bir telakkiye müsaade
etmeyen önermelere sıcak bakmalarının altında mesuliyet kaygısı yatar. Zira
Avrupa’dan gelen felsefi disiplinler içinde bütün bu problemlerden âri bir
şekilde görüneni vazife fikridir. İlmi metinlerde de rastlayabileceğimiz bu
ayrım, dönemin genel problemi olan materyalist telakkiye karşılık verme arzusu
baskındır. Materyalist telakkiye cevap verirken kullanılan Kant önermelerinin
tercihe şayan olmasının sebebi, bu önermelerin içtimâî karakterde olmasıdır.
Nitekim Son devir Osmanlı ulema ve mütefekkirlerinin bu tercihlerinin İslâmi
literatürdeki biçimiyle dini ve uhrevî referans çerçevesinin hukukî- dünyevî
yöne doğru süratle kaydığı gerçeğidir. Nitekim vazife fikrinin İslâmcılara
sıcak gelen tarafı, II. Meşrutiyet ortamında hürriyetin toplum nezdindeki dengesinin
bu fikir etrafında kurulabileceği inancıdır.[1002]
Mu’tezilî manada bir insan-Allah ilişkisinden daha çok
içtimâî bir mesuliyet altında vurgulanan hürriyet anlayışı İslâm tarihinin yeni
müşahade ettiği bir durumdur. Zulüm fikri etrafında kurgulanan muhalefet
düşüncesi, kıyam, isyan kültürü hem de gaza, cihad fikri etrafında şekillenen
mücadele biçimlerinin son devirde karşılaştığımız manada beka kaygısıyla
kurulan irtibatı yeni bir tecrübeyi andırır niteliktedir. Bu duygu bir taraftan
insanın ferdi hürriyetine ısrarla vurgu yaparken Müslümanların bir cemaat ve
ümmet olarak bir ve birlik oldukları fikrini de zaafa uğratarak Müslüman ferde
yalnızlık hissi verecektedir. Nitekim devasa problemleri halledemeyen ve
gittikçe çevresinde olumsuzluklarla karşılaşan Müslüman ferd giderek ye’se
kapılacak ve ümitsizliğe düşecektir.
Modernleşme döneminde içtimâî-ahlâkî tezahürleri üzerinden
ciddi tenkitlere uğrayan tasavvufun felsefi cephesinin de iradenin mevcudiyeti
üzerinden ahlâkî tenkide tabi tutulduğunu görmekteyiz. Batıdaki panteist
telakkiye yöneltilen tenkitlerle Vahdet-i vücud düşüncesi arasında benzerlikler
kurulduğunu ve yöneltilen ahlâkî eleştirilerin benzerinin panteist fikirlere de
yöneltildiğini görüyoruz.[1003] Ulema
ve İslâmcıların materyalist-panteist anlayışlara yönelttikleri tenkitlerde
mevcut olan suçlamaların bir taraftan felsefi tasavvufa da yöneldiği
görülmektedir. Bu anlayışın ahlâkı mesuliyetten vareste bıraktığı şeklindeki
telakki bir taraftan felsefî tasavvuf geleneğine yakın olan isimlerin cevaplaması
gereken sorular doğururken diğer taraftan ciddi bir ikilem oluşturmaktadır.
Felsefî tasavvufun zayıf taraflarından biri olan irade
meselesiyle ilgili tenkitlere verilen cevaplarda mesuliyet vurgusu dönemde
kendini bariz şekilde hissettirmektedir.[1004] Cebr-i
zarurî ve cebri keyfi ayrımıyla bu problemi aşan Filibeli’nin tavrı dönemde
felsefî tasavvufla irtibatlı hemen herkeste vardır. Böyle bir cebri zaten
mevcut olan hürriyet manasıyla karşılayan Filibeli, fatalizm manasına
kullanılan cebr-i keyfî için; bu fikirle, ahlâk demek olan vazife ve
mücahedenin fazilet olamayacağı ve hak sahibi olmanın kuru bir davadan ibaret
kalacağını belirterek mesuliyete zemin bulmaktadır. Bu ayrımı “din-i İslâm’da
cebr-i keyfi ve cebr-i müfrid yoktur”[1005] diyerek
yapan Filibeli’nin tasavvufun pratik cephesine bakışı müspettir. Panteizme
yöneltilen tenkitleri, meşrebine uygun olan vahdet-i vücut düşüncesi için
görmek istememesi tıpkı İslâm-Müslüman ayrımında olduğu gibi
tasavvuf-mutasavvıf ayrımına giden bir kapıya çıkmaktadır.[1006] Tasavvufî
yönü olan isimlerin tasavvufta makbul olduğu şekliyle hürriyetin birinci
manasına yani küllî bir teslimiyete uzanırken dönemin icbarları içerisinde
mesuliyet vurgusuna sahip oldukları görülür. Her şeyin aklileştiği bir ortamda
felsefi tasavvufu savunan isimlerin aklı kullanmaları tasavvufî istidlallerin
aklileşmesi neticesini doğuracaktır.
Ahlâkın kaynağı tartışmalarının hem teorik hem pratik
boyutu ilk olarak içtimâî nizam için sonra da hürriyetin kullanıcısı olarak
insanı bağlayan otoritenin tayin edilmesi sorunu çerçevesinde önem kazandı. II.
Meşrutiyet dönemi ile birlikte ulema ve İslâmcıların dönemin icbarları
çerçevesinde ortaya çıkmış telakkilerden doğan yanlışlığı beyan etmek için
takip ettikleri bir izah denemesi olarak ahlâkın kaynağının Allah olduğu
gerçeğini vurguladıkları görülür. Bu vurgu ve kişinin hürriyeti kullanma
biçimini tayin için dini referanslara dönmek ve bu referansların bir
oto-kontrol sistemine dönüşmesini beklemek şeklinde kendini gösteren bu tavır,
özellikle modern eğitim kurumlarından geçmiş kimseler tarafından yeterince
kabullenilmez. Ulema ve İslâmcıların ahlâkın kaynağı ile ilgili giriştikleri
izah denemelerinin kendi metafizik dünyalarında karşı karşıya oldukları bir
meseleyle alakalı olmayıp hürriyet talep eden ve bu hürriyete kavuşan
kesimlerin dini emir ve yaşantıya muhalif bir hayat tarzını benimsemelerinden
kaynaklanmaktadır. Birçok umudun ortak adı olarak hürriyetin içtimâî hayatta ve
efkar-ı umumiyede sahip olduğu itibar ulemanın ve İslâmcıların meseleyi ele alış
biçimini ciddi şekilde etkileyecektir.
İnsan hürriyetini merkeze alan ve bu
hürriyeti tahakkuk ettirerecek şekilde bir ahlâk telakkisi takdim eden
anlayışın aynı zamanda bu ahlâkın kaynağını Allah inancı olarak tayin etmesi
mevcut hürriyet telakkisiyle karşı karşıya gelmeyi gerektiren bir paradoks
ortaya çıkaracaktır. Mesuliyeti kişinin hürriyeti ile temellendirilen bu ahlâk
anlayışı, müdahale fikrini maksimize ettiği hatta ortadan kaldırmayı
gerektirdiği âşikardır. Ulema ve İslâmcıların çözmesi gereken birinci gerilim
noktası budur. İslâm’ın gerek hukuk eliyle
gerekse içtimâî hayata dair vaz ettiği ilkelerle müdahaleci bir karaktere sahip
olması, meseleyi çetrefilli hale getirmektedir.[1007] Bir
taraftan siyasî mülahazalarla hürriyet fikrini savunan ulema ve mütefekkirler,
diğer taraftan farkında olmadan ferdin iradesini dilediği gibi kullanma fikrine
alan açmış oluyorlardı. Ulemanın ve devletin haiz olduğu mevkii iradenin bu
şekilde kullanımına karşı çıkmayı gerektirerek kulun sorumluluğunun sadece
uhrevî değil dünyevî hatta giderek daha çok dünyevî bir şey olduğunu
hatırlatmayı gerekli kılıyordu. Burada İslâm’ın önemli prensipleri devreye
girmektedir. Emir bi ’l-ma ’ruf ve nehiy ani ’l-münker prensibi gibi
daha ileri noktada kadınların sosyal hayatta görünümlerinden giyim-kuşamlarına,
içki tüketiminin yasaklanmasına kadar yeni dönem hürriyet telakkisine muhalif
olan uygulamalarla insanın irade hürriyetinden hareketle savunulan bir hürriyet
anlayışıyla uzlaştırılması gerekmektedir.[1008] Bu
uzlaşmanın yanında ütopikleştirilen bu hürriyet telakkisinin içtimâî ahlâka
zarar vermeyecek hatta içtimâî yapıyı besleyecek şekilde temellendirilmesi
gerekmektedir.
Ulema ve İslâmcılar, ahlâkî yapının zaafa uğramasını izale
için dinî referanslarla İslâm-ahlâk-toplum ilişkisini izaha giriştiler.[1009] II.
Abdülhamid idaresi çerçevesinde şekillenen hürriyet kavramı ile ilgili
toplumdaki büyük beklenti, ulema ve İslâmcılar tarafından da hürriyetin hem
ahlâkî bir üstünlüğü hem de sa’y u amel, gayret gibi ferdin toplum için
çalışmasının temelini teşkil edecek bir yapıyı ortaya çıkaracak zannını
doğuracaktır.[1010] Fakat
özellikle II. Meşrutiyet’in ilanıyla baş gösteren ahlâkî başıbozukluk hem
felsefî hem de amelî ciddi problemler doğurdu.[1011] Mevcut
telakkinin hürriyetin doğru manası olmadığı söylemiyle ulema meseleyi içtimâî
ve uhrevî mesuliyet duygusu zeminine çekmeye çalıştı. Bu yapılırken ve ahlâkî
önermelerin içtimâî faydalarına müracaatta bulunulurken bir taraftan Avrupa’nın
bilimini teknolojisini alıp ahlâkından uzak durma fikrine uzanan izahlara
girişildi, diğer taraftan da içtimâî-ahlâkî kavramlar yeniden bu minval üzere
tanımlandı.
A. Uhrevî
Mesuliyetten Dünyevî Terakkiye Yönelme
Modernleşme öncesinde İslâm’ın ilke ve prensiplerinin
uhrevî ve dünyevî anlamları arasında bir denge kurulmasına yönelik bir çabanın
olduğunu ve bu çabanın özellikle tasavvufî çevrelerce uhrevî yönde bozulduğuna
dair şikâyetlere rastlamaktayız.[1012] Diğer
taraftan dengenin dünya lehine bozulduğu durumlarda toplumların ahlâkî
istikametleri problemli hale gelmiştir. Özellikle ıslah layihalarının
çerçevesinde bunu görmek mümkündür. Modernleşme dönemine gelindiğinde ahiret-
dünya dengesi bambaşka bir şekle bürünecek ve özellikle İslâmcı sayılabilecek
literatürde bunu müşahade etmek mümkün olacaktır.[1013]
Modernleşmenin zaruretleri çerçevesinde ihtiyaç duyulan
aktif insan tipinden ya da tarihin öznesi olan insan tipinden beklenen
değişimleri gerçekleştirebilmek için atacağı adımlar, sahip olacağı halet-i
ruhiye, hissedeceği mesuliyet duygusu başat öneme sahiptir. Bu durumda yeni
insan tipi irade sahibi, fiilleri hakkında mesuliyet sahibi hür bir ferd
olmalıdır. Bu beklenti birçok şeyi irade-i cüz’iyye çerçevesinde değerlendiren
ve insanın fiillerinde hür olduğunu ısrarla vurgulayan Matûrîdî geleneğe ve bu
gelenek içinde farklı bir mesuliyet vurgusuna sahip Sadrüşşerîa çizgisine ayrı
bir önem atfetmeyi beraberinde getirmiştir. Mâturîdî çizginin sahip olduğu
dünya-ahiret dengesinin dünyaya doğru bozulması gerektiğine dair hâsıl olan
ihtiyaç ve giderek belirleyicilik vasfı kazanan modernist telakki Mu’tezilî
tarza yakın bir mesuliyet vurgusuna kaymıştır. Fakat Mâturîdî ve Mu’tezilî
tarzın dışında bir mesuliyet fikri içtimâî-ahlâkî sahayı yönlendirirrek başka
bir vadi açmıştır. Modernizmin karakterinde var olan bu tavır birçok kavramın
geleneksel manasını değiştirecektir:
“Reform,
tüm laik yaşamı Tanrının bir daveti olarak gösterdi. Bu, laik dünyanın vaftiz
edilmesi gibi bir şeydir. Bu sayede papaz sınıfına ahlâksal anlamda bir prens
ya da ayakkabı tamircisinden daha yüksek bir mertebe ile hitap etme düşüncesi
reddedilmetkedir. Hıristiyan enerjisi, sessizlik ve dinginlikten hareketliliğe
doğru bir yönelim kazanmıştır. Dünyayı terk edecek insanoğlu da dünyayı
değiştirecek insanoğluna dönüşmüştür. Ayinler üzerine merkezlenen din, etik üzerine
merkezlenen dine dönüşümüştür. “Olmak” eskiden en iyiyi ifade ederken, artık en
iyiyi “Yapmak” ifade etmektedir. Eskiden Yeni Kudüs’ün gökyüzünden inmesini
beklerken artık bu yeşil ve mutluluk verici bölgenin kurulması için çaba
sarfetmelerini gerektiğini düşünmektedirler.”[1014]
Bu ameliye esnasında İsmail Kara’nın ifade ettiği gibi
kader, tevekkül, kanaat gibi içtimâî-ahlâkî kavramların anlamları bu yönde
değiştirilip dönüştürülürken İslâm’ın çalışma, gayret etme, kuvvet hazırlama
yönündeki emir ve tavsiyeleri bütün döneme teşmil edilerek sa’y ve gayret fikri
işlenmiştir. “İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olanıdır” hadisinde
ifadesini bulan mana II. Meşrutiyet şartları içerisinde halk için çalışma
manasına ucu açık mana etrafında ısrarla işlenmiş ve içtimâî olanın herhangi
bir ahlâkî kayda imkân tanıyacak şartlardan azade ele alınmasını gerekli
kılmıştır.[1015] İrade
meselesinin kul sorumluluğu ekseninde yeniden ve daha güçlü bir yorumu olan bu
hal dünya hayatının merkezileşmesine sebep olmuştur.[1016] Bu
dilin kullanımında İslâmcı-Batıcı-Türkçü gibi farklı tavırları temsil
ettiklerine inanılanlar arasında temelde bir fark yoktur.
Pek Uyanık Bir Uyku
adlı 22 maddelik Kılıçzade’nin isteklerinden dördüncü madde kendisiyle bambaşka
vadide duran Akif’in “Azimden Sonra Tevekkül” adlı şiirinin muhtevasıyla
örtüşmektedir.[1017] Yine aynı
şekilde Abdullah Cevdet’in sa’y u amel hakkında söyledikleri, istidlal
biçimleri ve daha da önemlisi kullandığı ayet ve hadisler ve bu ayet ve
hadisleri yorumlama biçimi ile[1018] Tasavvuf dergisinin yayınladığı[1019] ve
Sırât-ıMüstakimdin de alıntı yaptığı Haydarizade İbrahim’e ait Âlem-i
Islâmiyette Sa’y u Amel ve Teşebbüs-i Şahsî adlı makalenin hemen hemen aynı
olması meselenin ahlâkî ve dini olmaktan ziyade pratik ve içtimâî önceliklerin
ne kadar belirleyici olduğunu göstermesi açısından ve modernleşmenin
karakterini göstermesi açısından dikkate şayandır.[1020] Bu
benzerliğin farklılaştığı noktalar Cumhuriyet Devrinde gün yüzüne çıkacaktır.[1021] Her
iki dilin de Cumhuriyet’le birlikte bir sekülerizm ideolojisi potasında devam
ettiğini Akif çizgisinin dilini resmî metinlerde görmek mümkün olacaktır.[1022]
Modernist çizginin en güçlü damarı olan Efgânî-Abduh
çizgisinin takipçisi Reşid Rıza’nın dünya-ahiret dengesinde istikamet ve ufkun
ne olması gerektiği ile ilgili ve daha çok müslümanın kanaatini, sabrını,
tahammülünü çağrıştıran “Dünya onlar için ahiret bizim için” anlayışına
yönelttiği tenkitler, bu anlayışın dinin yasakladığı bir inanç olduğu
neticesine varan bir anlayışa vücut vermektedir.[1023] Dünyadan
da ahiretten de nasibini unutmayan insan tipinin değişime ve değiştirmeye
yatkın yapısı batı kültür ve ahlâkıyla birleşince dünyevileşme kaçınılmaz
olmuştur.[1024] Modernleşme
döneminin belli başlı ve çok güçlü kavramlarından biri olmuş bu fikrin irade
zaviyesinden mesuliyeti tamamen insana yükleyen ve Mu’tezilî bir karekteristiği
çağrıştıran tarafları vardır. Avrupa’dan mülhem terakki fikrini besleyen ve
modernizmin her şeyin tekâmül ettiğine ve atılan her adımın daha iyi olduğuna
duyulan inancıyla da mutabık bu anlayış kendinde olanı değiştirme üzerinden ele
alınmıştır. Bu kadar çok müsbet manayla bezenmiş değiştirme fikri, değiştirilen
şeylerde bir keyfiyet arama ihtiyacı gözetmemek modernleşme hadisesinin genel
karakteridir. Kader meselesinin tartışılmasında örtük biçimde de olsa var olan;
Allah’ın Müslümanları bu ‘keferelere’ karşı korumasının gerekli olup olmadığı,
Allah bu Müslümanları bırakıp da bütün bu güzellikleri niçin kâfirlere verdiği,
Allah’ın takdirinin Müslümanların yanında olması gerekip gerekmediği sorularıdır.
Bu soruların doğurduğu sorunların çözümüne; değişerek ulaşılacağı inancı kötü
olanı değiştirme ile her şeyi değiştirme arasında İslâmcı ve Batıcı denilen iki
kategori doğurmuştur. Batıcıların bu kavramların dinî-ahlâkî cepheleriyle
ilgilenmedikleri ortadadır.[1025] Hatta
felah ve necatın bu kavramlarla olacağına inanan ulema ve İslâmcıların
tezlerine karşı mesafelidirler.[1026]
Seyyid Bey’in kurtulma saikiyle kader meselesini bu ilişki
üzerinden açıklaması mesuliyetin topluma yayılması gayretidir:[1027]
“Hakikaten
de fertler de milletler de mukadderâtını kendi tayin eder. Çünkü herhangi bir
zevat, herhangi bir işe sülûkunda o işin esbâbına tevessül ederse hârici bir
mani’ bulunmadığı surette her halde o iş ve o vücuda gelir. Çünkü onun bu
suretle husule gelmesi takdir-i İlahîdir. Esbâbına tevessül etmezse o iş, o
maksat husûle gelmez. Bu da takdir-i İlahîdir. O da bu da kaderdir.”[1028]
Meseleyi ele alan metinlerin meseleyi vazediş biçimleri,
kullandıkları argümanlar, İslâm tarih tecrübesinden seçtikleri örnekler
meselenin bu tarafıyla ilgilidir. Ahiret hayatı ve nimetleri metinlerde ancak
ikinci ve üçüncü dereceden referans olabilmekte hatta ahireti merkeze alan,
önceleyen ahkâm ve misallerin anlaşılma biçimi tenkide tabi tutulmaktadır.[1029] Uhrevî
cepheyle ilgili kaygıların bile dünyevî beklentiler üzerinden ifade edildiği
bir durumla karşı karşıya kalınmıştır.[1030] İslâm’ın
dünyevî cephesi ön plana çıkarılırken ferdî ve uhrevî mananın dinin lüzumu ve
gayesi zaviyesinden savunulan bir tarafı kalmamıştır.[1031]
Özellikle çalışmayı, servet biriktirmeyi teşvik eden ahkâm
öne çıkarılırken Müslümanın dünya hayatıyla olan münasebetini dünya hayatının
fâniliği üzerinden ele alan tarz ve üslup terk ve tenkit edilmeye başlanmıştır.[1032] Dünyayı
ve içindekileri istemeyi kötüleyen anlayışın el etek çektiği bir hayatta artık
bu tip değerlendirmeler ikinci, üçüncü dereceden tasavvufî çevrelerin
eserlerinde ve bu kanallar vasıtasıyla halka ulaşan ve tarihi gelenek içinde
büyük ilgiye mazhar olmuş eserlerde devam etmektedir.[1033] Hatta
ibadet fikri bile dünyevî çaba ve gayretin bir tamamlayıcısı gibi görülürken,[1034] hangi
saiklerle servet sahibi olmak gerektiği ve bu serveti kazanma yolları
ehemmiyetini kaybedecektir.[1035]
Hukukî ve içtimâî sahada hak sahibi olmanın İslâm’ın kendi
içyapısıyla alakalı olduğu ortada iken, mücadele fikrini andırır şekilde hak,
çalışma ile mahdud hale getirilmeye başlanmıştır.[1036] Fakat
sonuçta çalışma ve gayretin dinle ve beka arzusuyla irtibatı ve yapılacak
şeylerin uhrevî karşılıkları tamamen protestan bir servet anlayışı ve çalışma
motivasyonuna doğru gidildiği fikrine imkân vermez. Ahlâkî-tasavvufî çerçevede
tayin edilen servet ve kazanç anlayışı, geçmişte sahip olduğu manayı büyük
ölçüde yitirecektir. Daha önce belli niyet ve ölçülerle müsaade edilen çalışma
ve kazanç fikri, tek geçer hakikat haline gelerek farziyet derecesine
çıkarılacaktır.[1037] Buna
rağmen İslâm ahlâkının başarı merkezli değil hayır merkezli uhrevî cephesi bu
kopuşu geciktirecektir. İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır manasına
olan Enfal Suresindeki ayetin medlulünün siyak ve sibakından anlaşılan uhrevî
öncelik artık çok gerilerde kalacaktır. Mesele o derekelere düşecektir ki beden
sağlığı ve spordan bahseden bir yazıya bile mevzuu bahis olabilecektir.[1038]
Bu yönelişin zaman zaman İslâm’ın çizdiği daire ve
anlayışın uzağına düştüğünü görmek mümkündür. Lakin burada aslolan
gerçekleşmesi gereken değişimdir. Seyyid Bey’in bir memleketin bekasının
adalete, ahalisinin hukuka hürmet ve riayet etmesiyle kaim olduğunu, o
memleketin küfr ile değil, zulüm ve itisaf ile mahv ve münkariz olacağını iddia
etmesi[1039] her
ne kadar bir memleketin huzur ve kuvvetine dair klâsik siyasetname literatürüne
ve ahlâkî, siyasî muhtevaya sahip adalet dairesine uygun gibi gözükse de küfür
ve şirk gibi İslâm’ın zıddına olan kavramlarla adaletin ve saadetin yan yana
anılması ve kabul edilmesi yeni bir şeydir.[1040] Kelâm-ı
kibar olan “mülk ve saltanat küfür ile baki kalır, fakat zulm ile baki kalmaz”
kaziyesi, adaletin ehemmiyetini vurgulamak içindir.[1041] Bu
ilişkinin vardığı yeri göstermesi açısından Abdullah Cevdet’in Allah’ın ma’bud
sıfatı yerine Gâlib ismine uygun olarak bilim ve fen sahasında çalışmak
gerektiğini teklif eder. Cevdet’in Müslümanların Allah’ın Gâlib ismine
uygun şekilde çalışmayıp sonra da ibadetle Allah’tan yardım beklemelerini abes
ve şaşkınlık olarak göstermesi, iki farklı dünya arasındaki zihnî bölünmüşlüğü
göstermesi açısından ilginçtir.[1042] Bütün
bu çabalar zımnen de olsa niçin Allah’ın kâfirlere bu nimetleri verdiği
sorusuyla alakalıdır. Bu konuda rahat olan ulemanın Sünnetullah çerçevesinde
verdikleri cevaba nazaran asıl zor olan soru arkada idi. Ahlâkî olarak düşüklük
gösteren bu topluluklara Allah niçin ceza vermiyor ve nimetlerin kapısı onlara
ardına kadar açıyor?[1043]
Müslümanlık, dindarlık ve ahlâk gibi şartların Seyyid Bey
tarafından suhuletle göz ardı edildiği ve adalet gibi iktidarı ilgilendiren bir
şarta bağlandığı, ayrıca ferdin vazifesi olarak da hukuka hürmet ve riayet gibi
tamamen bu dünyayı ilgilendiren ve II. Meşrutiyet’in siyasî ortamından
etkilendiği açıkça belli olan siyasî kavramlara dönüşmesi dünyevîleşmenin
boyutlarını gösterir. Müslümanlık ve adalet gibi Müslüman zihninden kolayına
tefrik edilemeyecek bir ilişkinin devlet ve halka vazifesini bildiren ve her
ikisine de ilerleme yolunda adil olmak ve hukuka riayet etmek gibi kendisi
İslâmiyet’e, muhtevası Avrupa siyasî tecrübesine giderek anlaşılabilecek toplum
sözleşmesini hatırlatan tercihlerde bulunmasının bilinçli olup olmadığı tâli
bir meseledir.[1044] Müslümanların
karşı karşıya oldukları problemleri dinî innçların dünyevî sorumluluğu
etkilemesi üzerinden izah edenlere karşı Mustafa Sabri Efendi, bu çevrelerin
temsilcisi olarak seçtiği Hâşim Nâhid’i tenkidinde samimiyet davetiyle bu
kimselerin
niyetlerinin dünyevî terakki için zemin bulmak olduğunu ortaya koymaktadır:
“Şimdilik
şu kadar söyleyelim ki, bu akîdelere hasım olan müceddidlerin fikrince, hâl-i
atâlette görülen Müslümanlar mezkûr akidelere bir hiss-i dinî ile bağlanmış
olacaklar değil mi? Hâlbuki eğer o dinî akîdeler Müslümanı mesâiden
alıkoyacaksa âhirete ait vazâif ve mesâiden, yani ibadât ve taâtdan alıkoyar.
Çünkü insanın elinden hiçbir şey gelmemek ve her hususta Cenab-ı Hakk’ın hükm ü
takdîri yerini bulmak kânunu ibâdın gerek dünyaya ve gerek âhirete ait
vazifelerinden her ikisine de aynı suretle temas eder ve birisine karşı insanın
elini, kolunu ihtiyar ve iradesini bağlı tutuyorsa öbürüne karşı da bağlı
tutar.”[1045]
Sabri Efendi’nin dikkati dengenin nasıl ve hangi saiklerle
bozulduğunun en iyi örneklerinden biridir.[1046] Özellikle
“Dünya için hiç ölmeyecekmiş gibi, âhiret için de yarın ölecekmiş gibi çalışın”
hadîs-i şerifi üzerinden formüle edilen bu anlayışın çalışmanın ibadet olduğu
fikriyle daha çok desteklendiği dönemlere gelindiğini göstermektedir.[1047]
“Evet,
İslâmiyet hayat-ı bakîye için çalışmaya ne kadar sevk ediyorsa aynı teşvîki
fânî hayat hakkında da derîğ etmiyor: Cenab-ı Peygamber: “Dünya için hiç
ölmeyecekmiş gibi, âhiret için de yarın ölecekmiş gibi çalışın” diyor. Diğer
bir hadisinde de bizi "Din ile dünyayı birlikte ıslâha dâvet ediyor. Şu
iki hadîs-i şerif bedâheten gösteriyor ki dünyayı imar etmek Rızâ-ı ilahîye
muhâliftir, vehm-i bâtılıyla sa’y u amele veda ederek ibadet namına vücûdu
riyazet altında ezmek, müfekkireyi atâlete mahkum bırakmak şer'an merduttur. Bu
gibi harekâtın meşruiyetine zahib olanlar bilmiyorlar ki dünya bir meydan-ı
hîcâdır; burada saldıran, elleri kolları bağlı durana daima galebe çalar. Galip
mağlubu kendine esir eder, bütün hukuk-i hayâtîyesinden mahrum bırakır, kanun-ı
tabiat umûr-ı dünyayı ihmal edenleri âkıbet mahveder. Artık onların şu mevhum-ı
ibadetleri vebal, köşe-i miskîn-i inzivâda besledikleri âmal ise bütün pâyimal
olur. Bu bir emr-i bedîhidir ki dini yanlış anlayarak dünyaya ait mesâil-i
istihfafta ifrata varan, hâcât-ı hayatı istihsâl hususunda tefrite düşen
milletlerin tarihi gösterip duruyor.”[1048]
Dünyevî birçok tehditlerle bezenen bu hitap devrin
âciliyetleri zaviyesinden problemsiz hatta lüzumlu görülebilirken ahiret
hayatının hatta kader rızâ göstermek fikrinin tamamen meselenin dışında kaldığı
ve insanı çalışmaya teşvik için muhafaza edilmiş bir irade-i cüz’iyyenin
varlığıyla iktifa edildiği gerçeği ortadadır.[1049] Bu
durumda artık insan batıda olduğu gibi din, ibadet, dua, mucize gibi harici
âmilleri dışarıda bırakarak sadece kendine güvenmelidir. “Necât ve saadet
kendimizdedir!”[1050] şeklinde formüle edilebilecek tavrın nefse itimada
dönüştüğü ve bu dönüşümün batıda vücud bulduğu şekliyle hayatı insan merkezli
hale getirdiği ve Allah-insan münasebetini ortadan kaldırıp insanı dünyada
sadece kendine güvenen bir varlığa dönüştürmesi ve teşvik edilen çalışmanın,
kendine güvenin nefse itimada yönelmesi demektir.[1051] Hayat
karşısında ön plana çıkarılan ferdin iradesi hatta bütün bir kaza ve kader
anlayışı da bu çerçeve üzerine kurulmalıdır.[1052]
Müslümanın din ve devlet için mevcut gidişatta sorumluluk
alması, devletin mukadderatına sahip çıkması adına merkezi otoritenin
zafiyetini hatırlatır şekilde yapılan bu vurguların uhrevî cephesi hayli fazla
olan bu meseleyi dünyevîleştirdiği görülmektedir. Fakat bu, vurgunun
dünyevîleşmesidir. Zira bu vurguyu sağlayan malzeme ekseriyetle nasslardan
temin edilir. Her şeyin dinîleştirildiği bu ortamda bir taraftan da
dünyevîleşmeyi gözlemlemek garip bir tecellidir.[1053] Yepyeni
bir şey olarak sa’y u amel çağrısıyla insanlara devlet ve milleti yüceltmeyi
teklif eden bu tavır klâsik devirlerde ilâ-yı kelimetullah, gaza, cihad ve
tebliğ için geçerli olan bu çağrının alanının çokça genişletildiği bir zaman
dilimine girildiğini göstermektedir. Nitekim çalışmayı, kazanmayı klasik manada
rızık, alın teri, helâl kazanç gibi kavramlarla ifade etme yolunu tutan
geleneksel yapının vazife meselesinde olduğu gibi toplum merkeze çekilerek
dünyevî hayat için çalışma manasına dönüştürülmesi yeni bir şeydir.
Bu aynı zamanda insanların zihninde fiillerinin
muhataplarını değiştirme olarak da anlaşılmaya müsaittir. Namık Kemal’in
hürriyeti toplum için veya hürriyet için yorumlayarak karşı karşıya kaldığı
açmazla ulema ve mütefekkirlerin meseleyi toplum ve devlet için fedakarlığa
çekerek yorumlamaları arasında benzer bir handikap bulunmaktadır. Ziya Paşa,
Abdulhak Hamid, Mehmet Akif gibi şahsi hayatında ve şiirlerinde tasavvufî
manada bir teslimiyet ve belkide mevcut durumun düzeleceğine dair duyulan
inancın zayıflığından bedbin bir hal alan halet-i rûhiyelerinin içtimâî ve
dünyevî meseleler mevzu bahis olunca -kullandıkları malzemenin dinî olup
olmaması çok önemli değildir- hürriyet, gayret ve mesuliyet tarafında
takındıkları tavır meselenin içtimâîleşmesinin boyutlarını gösterir.[1054]
Ulema ve mütefekkirlerin hürriyetin sadece dünyevî
sorumluluk cephesine vurgu yapmaları Allah’la olan münasebete sekte vurmuştur.[1055] Nitekim
sa’y u amel fikri etrafında Mecmua-i Fünûn’daki yazılardan II. Meşrutiyet’e
kadar hemen hemen bütün değerlendirmelerde nasslar ve dinî ideal geri planda
iken bu zaman dilimiyle birlikte dini muhtevada görülen yoğunluk da bu durumu
değiştirmeyecektir. Fakat yaşanan musibetler esnasında din ve devlet ayrımı
gözetmeyen Müslümanlar için mesuliyet fikri uzun müddet Allah’la aralarındaki
münasebetle sınırlı olmaya devam etmiştir.
Meselenin uhrevî zemininin kaybolmakta olduğunu fark eden
ve bu anlayışı eleştiren yaklaşımlar yok denebilecek kadar azdır.[1056] Özellikle
uzun yıllara yayılan ve acı neticeler doğuran savaşlarla ilgili
değerlendirmelerde kaleme alınan yazılarda cihad ve cihadla ilgili çabayı ifade
eden her türlü ameliyeyi merkeze alan Modernist İslâm düşünürlerine yöneltilen
aktivist bir tavra sahip olarak uhrevî hayatı önemsemedikleri eleştirisi ilk
olarak haklılık payına sahip bir fikirdir.[1057] Fakat
İslâm dünyasının problemleriyle irtibatlı olarak fikir serdeden bu isimlerin
tavrını dünyevî ve aktivist bir fert arayışı üzerinden değerlendirirsek
aralarındaki fark daha çok kazanımların hangi vasıtlarla olacağı meselesinde
ortaya çıkar.[1058] Modernist
İslâm düşünürleri içtimâî çaba ve faydayı uhrevî hayatın olmazsa olmaz şartı
addederken klâsik tavrı sürdürenlerde de bu kazancın daha çok ibadet ve taatler
üzerinden gerçekleşeceği fikri yaygındır. Bu husus bize aynı zamanda batıcı ve
seküler aydınlarla Modernist İslâm düşünürleri arasında bir ayrım yapma imkânı
verebilir. Nitekim her şeyin içtimâîleşmesi, dünyevîleşmeyi de beraberinde
getirirken asıl mesele olarak makasıd merkeze çekilmektedir. Hal böyle olunca
maksada ulaşma adına farklı yollar bulma ve kullanma meşruiyeti de beraberinde
gelecektir. Zuhur eden problem batılı tarzda bir ahlâkı benimsemenin teşvik
edilmesine rağmen bir taraftan da batılı ahlâkın kötülenmesi aynı zamanda
ahlâkın dünyevîleşmesi manasına garip bir tecellidir. Japonya ve Almanya gibi
ülkelerle örneklendirilen ve milletlerin ikbal ve idbarını ahlâk üzerinden
okumayı adet edinen İslâmcıların ve ulemanın bu tavırları ahlâkı
dünyevîleştirmeye yardımcı olacaktır.[1059]
1.
Tevekkül, Kanaat, Zühd ve Takva
Dönemde hangi fikrî akıma yakın olursa olsun, içtimâî
meseleleri kaleme alan hemen herkeste vurgu ve üslubu farklılık arz etse de bu
kavramlarla ilgili benzer satırlar görmek mümkündür:
“Birçok
efrâdımız ise gece gündüz iltizâm-ı atâletle pek ziyade miskinâne, gayet
zelilâne yaşıyorlar, bunlar bir takım telkînât-ı fâsideye kapılarak bu hâl-i
zillet ve sefâlete zühd ve tevekkül unvânını veriyorlar. Hâlbuki şer’-i pâk ve
envarımızın sena ettiği zühd ve kanaat ve terğîb eylediği tevekkül ve
teslimiyet hiçbir suretle atalet ve mezellet içinde yaşamağa bâdi olacak
manalara mahmûl olamaz.”
II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte yayın hayatına atılan
birçok dergi ve gazetede benzerlerine yüzlerce kez rastlayabileceğimiz[1060] [1061] bu
satırlar bütünüyle ele alındığında Osmanlı modernleşmesinin farklı ve aynı
yönleri tahlil ve tesbit imkânını barındırır.
İrade meselesinin içtimâî-ahlâkî cephesine denk düşen tevekkül,
kanaat, sabır, zühd, takva ve fakr hatta cebr gibi
felsefî-tasavvufî manalarının yanında ahlâkî telkinler ihtiva eden ve kendi
bütünlüğü içerisinde vücut verdikleri hayata ontolojik bir zemin temin eden bu
kavramlardan azade bir insan ve hayat telakkisi tasavvur etmek zordur.[1062] Tasavvufî
hayatın kendi içyapısı içerisinde manevi makamları ifade eden bu kavramların
aynı zamanda cebrî bir karaktere sahip oldukları aşikârdır.[1063] Kadere
rıza fikrini ve olup bitenleri hoş karşılama kültürünü benimseyip bu cebrî
havayı, hürriyetin tasavvufî görüş zaviyesinden yapılan tariflerinde mevcut
olan ve insanı mâlayanî olan her şeyin esaretinden hatta mâsivâdan kurtarıp
yalnız Allah’a bağlayan telakkinin mütemmim cüz’ü olarak anlamak gerekmektedir.[1064] Kendi iç
manaları etrafında insan iradesine ve mesuliyetine kapı açan ve hatta kendi
icbarlarını benimseten bu anlayışın dışarıdan bakıldığında tamamen cebrî
göründüğünü söylemek mümkündür.[1065]
Klâsik literatürün özellikle tasavvufî-ahlâkî metinlerinde
dünyadan el etek çekmeyi, fakirliği, dünyaya önem vermemeyi merkeze alan bir
anlayış güçlü bir şekilde mevcuttur.[1066] Bu
meselelerin din kelimesinin manasında mündemiç olduğu göz önünde bulundurulursa
kapladığı alanın genişliğini tahmin etmek zor değildir.[1067] Klâsik
dönemde tasavvuf tenkitlerinin mühim kısmını teşkil eden bu pratik cephe,
mevcut bir gerilimden söz etme imkânı vermekteydi. Modernleşmeyle beraber
kaderin, tevekkülün anlamında yapılan değişikliklerde ulema ve mütefekkirlerin
karşısına çıkan asıl problem klâsik müdevvenatta inkârına imkân vermeyecek
şekilde çok yaygın olan kavramlar üzerinde yapılacak tashih ve tahditlerin ne
şekilde olacağıdır. İkinci problem olarak da mevcut ahkâmın nasıl anlaşılması
gerektiği meselesidir. Bütün bu ameliyeler tevekkül, kanaat, fakr gibi tasavvuf
tarafından tanımlanmış ve farklı manalara büründürülmüş kavramları aklî bir
zeminde insanı toplum karşısında mesul hissettirecek bir manaya büründürme
çabasıdır.[1068]
Bunun yanında kaza ve kader anlayışının, tevekkülü kavrama
biçiminin modern İslâm düşüncesi tarafından tenkit edilen yönlerini öven bir
yapı tarihte mevcut olmasına rağmen aynı şekilde tasavvufî- ahlâkî eserlerde bu
kavramlara dair yapılan uyarılara rastlamak mümkündür.[1069] İçtimâî
ahlâkî manada özellikle tasavvufun kurumsal yapısının bir neticesi olan
tevekkül, kanaat gibi hususların yanlış manalarının tenkit edildiği vâkîdir.[1070] Klâsik
literatürde daha Hazret-i Peygamber’le istikameti tayin edilen bu telakkinin
hata-alûd olduğu ile ilgili Hz. Ömer’e atfedilen itirazların bütün bir İslâm
tarihi boyunca tenkit edile geldiğini ifade edelim.[1071] Dönemde
tercih edilen örneklerden hareketle ifade edersek mesela Bereketzâde’nin kendi
anlayışını desteklemek için zikrettiği örneklerde, Hz. Ömer’in
mütevekkil-müteekkil ayrımını yaparken Fahreddin er-Razi’den yaptığı nakilde ve
Mevlâna’nın Mesnevf sinden yaptığı iktibasta görüldüğü gibi tevekkül
konusunda cebrî anlayışı tenkit eden bir yapı mevcuttur.[1072]
İlk olarak yapılan tenkitleri karşılama düşüncesi, sonra da
mevcut kayıtsızlığın, ümitsizliğin ve bozukluğun bu kavramlarla izalesine
çalışılması hangi fikri savunursa savunsun herkesi kolaylıkla nassların ve
İslâm tarih tecrübesinin kendi fikriyatına uygun olanlarını seçmeye
sevkediyordu. Klâsik dönemde tevekkülden veya cebirden bahseden bu manaları ele
alanlar, dünyevî bir arzu ve hevese kapılmadan tenkitleri uhrevî çerçevede
ortaya koyarak teslimiyet fikrini kavramların ilk manası olarak alıyorlardı.
Yapılan yorumlar ve vurgular yeni dönem için oldukça yetersiz kalınca bu sefer
birinci manada esas alınan teslimiyet en son mana olarak karşımıza çıkar hale
gelecektir.[1073]
Osmanlı’nın modernleşme dönemi boyunca meselelerini hallederken kurduğu kavram
halitası İsmail Kara’nın tayin ettiği şekliyle ikbal ve idbâr arasında
paylaştırılmıştır. Herhangi bir cepheye düşen bir kavramın gerek tarihi
manaları gerek kendi anlam hiyerarşisi hiçe sayılarak tasnife tabi tutulması
ciddi bir zaaf sayılmalıdır.
Mesela tevekkül, kanaat, zühd, fakr gibi kavramlar idbar
literatürü arasında zikredilirken sa’y u amel, idâd-ı kuvvet, kesb-i servet
gibi kavramlar da ikbal literatürü cephesine denk düşmektedir. Terakki, teali,
intibah gibi kelimelerle yan yana anılan kavramlar bir çabayı, gayreti
gösterirken tevekkül, kanaat, zühd hatta kader gibi kavramlar inhitât,
tefessüh, atalet, ye’s gibi kavramlarla yan yana zikredilerek bu manaya mahkum
edileceklerdir.[1074]
Ulemanın savunduğu şekliyle tevekkülün esbaba ve kesbe mani
olmadığı gibi daha mutedil bir izah denemesi, yeni insan tipinin gerekleri olan
dinamizmi sağlama adına geçmişle yapılan bir hesaplaşmaya doğru evirilmektedir.[1075] Tabiî ki
tevekkül, kanaat gibi kavramların geçmiş tecrübede bu tür manaları mevcuttur.
Fakat modernleşmeyle beraber bütün metinlerde tercih edilen vurgu bu manaların
önüne çıkartılması gayretidir. Klâsik yapıda kesbe ve sa’ye mani olmayan
tevekkül yeni dönemle beraber icbara dönüştürülecektir.[1076] Bu izah
denemesi, her şeyi yaratanın Allah olduğu fakat kulun da kesb ettiği şeklindeki
Ehl-i sünnet telakkisine daha yakındır. Fakat sebepler konusunda takınılan
tavır ve Allah’ın takdir ve iradesine biçtikleri rol bu kavramlara mana
verenleri Mu’tezilî bir irade anlayışına yaklaştıracaktır. Diğer taraftan esbab
ve kesb savunması yabancı ve yerli oryantalistlerin iddialarına cevap niteliği
taşımaktadır. Ulemanın birçoğunda ortak olabilecek bu tavrın derinliklerine
inildiğinde referans düzeyinde farklılıklara rastlamak mümkündür.[1077]
Tanzimatla birlikte mihver değiştirme yolunu seçen Osmanlı
münevverleri ilk elden halkın çalışması ve gayret etmesi arzusuyla bu
kavramları tembelliğin yanıbaşına yerleştirerek kavramların müsbet manalarını
daha baştan savunulmaz hale getirmişlerdir.[1078] Bu tercih, mesuliyeti geri
plana iten her şeyin reddedilmesiyle neticelenecektir.[1079] Referans
düzeyinde tamamen belirleyici olanın Avrupa olduğu zehabına kapılmamak gerekir.
Her şeyden önce kendisi de referans olarak Avrupa’nın alınmasını tenkit eden
Mehmed Arif Bey diğer taraftan i’dâd-ı kuvvet ve terakki çağrıları arasında
kanaatin manasında tasrihlere gitmektedir:
“Kanaat
iyi şeydir! Lakin cemiyetimizin emniyet-i hâliye ve istikbâliyesi husûlünden sonra!
Yoksa zamanın saat be-saat ileri sevk ettiği akvâmın ahvâlinden gaflet edib de
kanaatkârlık ediyorum diye kûşe-i humûl ve uzlete çekilmek. İhvân-ı dînini
vücudundan müstefid ettirmemek ve o hâl-i meskeneti muvâfık-ı Rızâ-yı Bâri
bilerek ondan da bir meded-i ma’nevî ve feyz-i ruhâni beklemek, tutuşmuş bir
hâne içinde tebe’uden ihtiyar-ı i’tikâf ile cayır cayır yanmağa benzer ki bu
hâle bir emr-i te‘abbüdi demekden ise, şer’an ve aklen menfûr ve mezmûm olan ve
fesâd-ı akıldan neş’et eden intihar nâmını vermelidir.”[1080]
Yeknesak bir anlam halitası yerine irade-i cüz’iyyenin
içtimâî ve ahlâkî kavramlar üzerinden müdafaası olarak anlaşılabilecek bu
ameliyenin hemen hemen herkesin ortak tavrı olduğunu ifade edelim.
Müslümanlığın nasıl bir kader, tevekkül, kanaat, zühd ve fakr anlayışı
öngördüğü meselesine intikal edince İslâmcı, batıcı, ulema, aydın gibi
kategorilerin üst bir tarifte buluşabildiklerini görebiliyoruz. Fakat zıtlıklar
da bu tariflerin derinliklerinde yatmaktadır. Ortak bir kavram tanımı aslında ortak
bir niyetin ifadesi olarak da okunabilir. Bu noktadan sonra ortaya çıkan
çatallaşma Osmanlı toplumunun zihni bölünmüşlüğünü ve ortak bir zeminde konuşma
imkânını kaybetmeye başladığının göstergesidir.
Diğer taraftan
kavramların manalarında yapılan değişikliklerle klâsik manada mündemiç olan
halin tam zıddı bir mana ile doldurulma çabasına kadar uzanmaktadır.[1081] Bununla yetinilmediği
durumlarda kavramın mevcut anlamında tahsise gidilir. Mesela fakr
kavramında anlam değişikliğini hem mevcut telakkinin yanlışlığı üzerinden
gerçekleştirilirken hem de bunun karşısına zenginliği ve gücü öven ahkâm
çıkarılmıştır. Birçok müsbet manayı barındıran kavram İslâm dünyasının ve
devletin içinde bulunduğu durumla irtibatlandırılarak gerekli destek ve gayreti
gösteremeyeceğinden dolayı fakirlik küçümsenmektedir.[1082] Diğer taraftan
tasavvufî manasıyla fakirliği iyi kabul edip bunun toplumun fakirliğine yol
açmaması gerektiği üzerinde durularak toplum için çalışma fikrinin esas
alındığı protestan bir dünya anlayışının benimsenmesi yönünde bir beklenti
içine girilecektir:
“Hazret-i
Peygamber’in; “el-Fakru fahrî” buyurmuş olmasına gelince “Behey ğâfil dikkat
etsen a!” “el-Fakru fahrî” buyuruluyor, "el-Fakru fahri ummetî
buyrulmuyor. Fakr, o ezkâ'n-nüfûs için medâr-ı fahr olabilir. Çünkü o kişver-i
ma'neviyât hükümdarıdır. Fakr onda burhân-ı sehâ keremdir. Netîce-i in'âm u
ihsandır.”[1083]
Abdullah Cevdet örneğinde görüldüğü gibi mana verilirken
İslâmcılar ve Batıcılar arasındaki fark bariz şekilde ortaya çıkmaktadır.[1084]
Batıcılarda da görülen bu dil manaları teke indirirken muhataplarına da ahkamın
kendi fikriyatına uygun lanlarıyla hücum etmektedirler. Mesela Mehmed Şemseddin
[Günaltay] tevekkülü savunanları cebrî suçlamasıyla ve onların savundukları
manaların zıddına anlaşılabilecek ayet ve hadisler eşliğinde tenkit ve tahkir
etmektedir:
“Tevekkülcülerin
dine iftira ettiklerine "Bir kavim kendilerinde olan mezayâ ve seciyyeleri
bozmadıkça Allah da onların huzur ve saadetini bozmaz." ve "Allah bir
kavme ihsan ettiği bir nimeti, o kavim kendilerinde olan mezayâ ve seciyyeleri
bozmadıkça, tegayyür etmez." gibi âyet-i celilelerden büyük burhan olur
mu?
Hele
"Her kim bir zerre miktarı hayır işlerse onu bulur, her kim bir zerre
miktarı şer işlerse onu bulur" ve "İyi amelde bulunan kendi nefsine, kötü
amelde bulunan da kendi zararına çalışmış olur." gibi âyetlerin mes'uliyet
ve ihtiyar hakkındaki sarahatlerinde şüphe olabilir mi? Mesuliyet-i şahsîyyeyi
tayin ve beyan eden âyât ve ehâdis şu saydıklarımıza da münhasır değildir. Bu
hususta tedkîkât zahmetini ihtiyar edenler tevekkülcüleri ilzâm edecek daha pek
çok delâil-i şer’i bulabilirler.”[1085]
Oryantalist iddialar çerçevesinde kelâm metinlerine de
taşınan bu kavramlar[1086] ulema ve İslâmcı kimliği daha baskın olan ve meseleleri
içtimâî-ahlâkî düzlemde alan isimler tarafından yanlış anlaşıldığı gerekçesiyle
tashihe tabi tutulmuştur.[1087] Yanlış
anlaşılma vurgusundaki farklılıklar kendini daha sonraları daha belirgin
kılacak ve bu kavramların faydasına inananların uzağında kalanlar, aynı zamanda
Cumhuriyet dönemindeki farklılaşmanın da habercisi olacaklardır.[1088] Tasavvufî
kavramlar üzerinde özellikle ulema klâsik dönemlerden gelen bir muhalefet
dilinin verdiği rahatlıkla tasarrufta bulunmuş, kendilerini bu kavramlarla
değil dinle aynileştirmiş, bu sebeple rahat tenkitlerde bulunmuş ve bu
kavramları yeniden tarif etme yoluna gitmişlerdir.[1089] İslâm’ın
emrettiği ve yaşanan inanç arasındaki ayrımın bariz görüldüğü bu ilişkide zühd
ve takva gibi tasavvuf! kavramların irade çerçevesinde insanı sadece ahiret
için değil dünyaya karşı da sorumlu olduğunu ihsas ettirir şekilde tarif etme
gayretine girildiğini görüyoruz. Normal olarak kaderin ve tevekkülün
tariflerini mesuliyet çerçevesinde irade-i cüz’iyye anlayışı içinde dolduran bu
telakki zühd, vera gibi tamamen bu anlam dünyasından uzakta olan kavramların
içini yeni manalarla doldururken gerek ahkâm açısından gerek tarihi tecrübe
açısından yetersiz kalmışlardır.[1090]
Ulema bir taraftan hakiki mana bu değil derken[1091] diğer
taraftan meselenin hem teknik izahını yapmış hem de tarihte bugünkü anlaşıldığı
şekliyle bir kader telakkisinin olmadığını, olanların da reddedildiğini
gösterme yoluna gitmişlerdir. Tevekkülün anlamını ayırarak, tevekkül ile
ittikal arasında tevekkül ile teveggul arasında
yapmaktadır.[1092] Bu
tavırla birlikte hem dışarıdan hem içeriden yöneltilen tenkitler göğüslenmiş
olmakta hem de muhataplar ve muarızlar İslâmi referans sahasına çekilmek
istenmektedir. Fakat bu gayret tevekkül, kanaat tariflerinin gerek ulemayı
gerek de İslâmcıları kavramların uhrevî mana ve getirilerini ikinci plana
attığı hatta terke yönelttiğini görüyoruz:
“Kaza
ve kader akidesi İslâm’ın gösterdiği veçhile cebrîlik şenâatından, tevekkül de,
atâletten tecerrüd ederse azm, cür'et, istihkâr-ı hayat ve şeceat gibi
sehâyâ-yı fâzılanın kâffesi bu akidenin etrafında pervane gibi dönmeye başlar.”[1093]
Akseki örneğinde görüldüğü gibi ulemanın, İslâmcıların
hatta batıcıların meseleyi ele alış tarzında görülen ortak tavır, bu kavramlar
çerçevesinin uhrevî değil dünyevî cephesini öne çıkarmış olmalarıdır.[1094] Batıcıların
savunmalarını bekleyemeyeceğimiz bu tavrı ulemanın ve İslâmcıların metinlerinde
görmek aynı zamanda dönemin icbarlarını dikkate almayı gerektirir. Modernleşme
yanında dönemin siyasî mülahazlarının da çok etkili olduğu bu telakkinin bize
gösterdiği şey II. Meşrutiyet’le birlikte kader, tevekkül, kanaat gibi
kavramlar siyasî muhteva kazanıp II. Abdülhamid dönemiyle özdeş hale
getirilmişlerdir.[1095] Nitekim
Sabri Efendi ve Elmalı gibi isimlerin Birinci Cihan Harbi sonlarında
savunacakları manaların çok ötesinde klâsik kullanımın aksine dönemin genel
karakteristiğine uygun biçimde atalet karşıtı olarak mana teke
indirilmektedir.[1096] İcbarlar o
kadar ileri gidecektir ki tasavvufî çevrelerde manevi bir makam olarak görülen
kaza ve kadere rıza gösterme fikrinin yer yer terk edildiği müşahade
edilecektir.[1097]
Ziya Gökalp gibi kimlik olarak ulema ve İslâmcılarla yan
yana zikredilemeyecek bir ismin II. Meşrutiyet öncesinde dinin lüzumu ve
tevekkülün ehemmiyetine dair serdettiği görüşler aslında bu mananın teke inmesinin
II. Meşrutiyet ortamıyla doğrudan alakalı olduğunu göstermektedir.[1098]
Kavramların manalarını tayin ederken meseleyi daha da ilerilere götürenler
vardır.[1099] Mana
teke indirildiği gibi bu manayı paylaşmayan ve farklı yorumlara girişen veya bu
mana mucibince hareket etmeyen kitlelere karşı dil sertleşmekte hatta bunlar
sırat-ı müstakimden yani dinden çıkmaya/çıkarılmaya kadar gitmektedir.[1100]
Bu kavramların ahlâkî ve içtimâî olarak bir karşılığının ve
getirisinin olabilmesi için öncesinde birçok şartı yerine getirmek gerektiği
kanaati kemikleşmiştir. Özellikle azimle ilgili ayetin etrafında örülen mana
çerçevesinde kavramların manaları birçok ön şarttan sonra gerçekleşecek mekanik
bir yapı gibi düşünülmüştür. Sebebler meselesinde gerek Eş’arî gerek Mâturîdî
anlayışın çok ötesine giden ve nerdeyse Mu’tezilî bir tarzda vucub
ale’llah'ı hatırlatan bir dil, Allah-insan ilişkisini mekanik bir hale sokmaktadır.[1101] [1102] Akseki’nin tevekkül
edinceye kadar yerine getirilmesini zorunlu gördüğü sebeplerin hayatı
sekülerleştirme potansiyeli dikkat çekicidir:
“Mademki
tevekkül, azimden sonra olacaktır şu halde biz müslümanlar öyle kuru bir
tevekkül ile memur değiliz. Evvelâ işimizi düşünüp taşınacağız; menfeat ve
mazarrat cihetlerini iyice tedkîk ve muhakeme edeceğiz. Bilcümle esbaba
tevessül edip de yapmaya karar verildikten sonra mütevekkilen alellâh azmimizde
sebat edip yürüyeceğiz. işte hakikat-i tevekkül budur. Gücünün yettiği kadar
bütün esbabı hazırlayıp karar-ı kat'î verdikten sonra kendine mağrur olmayıp
Allah'a tevekkül etmek, Allah'a iltica etmek ve ondan ilerisini Allah'a
bırakmaktır. Ekini eker, biçer, demet yaparsın. Bütün esbabı hazırlarsın,
başka yapacak bir şeyin kalmaz, ondan sonra da tevekkül edersin. Ekip
biçmeden tevekkül olmaz. Emrolunduğumuz tevekkül, işte böyle bir tevekküldür.”
Bu kavramlar üzerinden Müslümanlığa ve Müslümanlara
yöneltilen tenkitlere cevaplar verilirken tevekkülü ancak çalışma ve azim ile
beraber kabul eden tavrı[1103] hemen hemen her muhit ve metinde görmekteyiz.[1104] Fakat
yukarıdaki iktibasta ifadesini bulan tavır ise tohumu ekip sonra tevekkül etmek
üzerinden yürüyen izahların çok ötesine geçmektedir. Tevekkülü, her şeyi
hallettikten sonra takınılacak bir tavır olarak gören bu anlayış, sebep-netice
üzerinden Müslümanları belli bir çabaya sevketme adına hayatı
mekanikleştirmekle kalmayacak ve hayatın işleyişine dair Müslüman zihninde
varolan Allah-kul ilişkisini zayıflatan bir fonksiyon icra edecektir.[1105]
Sebeplere tutunmak tarihî olarak da müsbet manalara sahip
iken tevekkülü sadece sebeplere başvurmaktan ibaret görenler, irade meselesinin
sosyal hayattaki tezahürlerinde sebeplere yeterince başvurup vurmamayı tek ölçü
kabul etmektedir.[1106] Burada örtük veya aşikar olarak Müslümanların ve kitlelerin
olup bitenleri kaderle açıklayıp tevekkülle sabır ve sebat gösterip olup bitene
seyirci kalmalarının önüne geçme arzusu vardır ve bu arzu dönem şartları
mucibince ehemmiyetlidir.[1107] Aynı
zamanda İslâm’ın kuvvetli bir rüknünü gösterir. Fakat bu tavrın tevekkülün
esbaba tevessülü meselesinde bir ikilik ortaya çıkardığı da vakidir. Nitekim
modernleşmenin getirdiği determinist telakkileri andıran ve Müslüman’ın iç
dünyasını, Allah’la kurduğu ilişki şeklini ihmal eden hatta sınırlayan bir
anlayışın neşv ü nema bulacaktır. Hatta esbâba tevessülü modernleşmenin gerektirdiği
şeyler olarak anlamaya da imkân tanınacaktır.
İlk olarak esbaba tevessül ederek ve bütün sebepleri
tahakkuk ettirerek tabir yerindeyse Allah’ı o işi gerçekleştirmek durumunda
bırakmak olarak anlaşılabilecek Mu’tezili yoruma ulaşır gözükseler de sebeplere
tevessül etmeyi bir zorunluluk görmekle beraber sünnet-i ilahiyyenin câri
olduğu şekliyle hayatta bazen bütün sebepler tahakkuk ettiği halde istenilen
arzulanan amacın hâsıl olmayabileceği noktasında ihtiyat payı bırakanlar
mevcuttur.[1108] Özellikle
ulema, sebeplere tutunmayı merkeze çekerken matematiksel bir kesinlik ve
ilişkinin kurulmaması yönünde zayıf da olsa bir çaba içine girmektedir.[1109] Fakat
yapılan vurgunun bütün metinlere şamil olması ve sebeplere tutunmadan bir
yardım ve beklentinin imkânsız olduğu ile ilgili çıkarımlar tevekkül kelimesini
bütün gücüyle sebeplere tevessül manasına indirgemek demektir.[1110]
Diğer taraftan Ulema ve İslâmcılar sebeplere tutunma
meselesinin gerek kader inancını gerek de hayatın işleyişini kuşatmadığının
farkındadır. Meselenin geri kalan kısımlarına dair izahlara başvurarak, insanın
kendini yeterli görmesi gibi İslâmî literatürde çokça levmedilmiş edilmiş bir
tavrı tenkit edeceklerdir. Ulemada ve kısmen de İslâmcılarda gördüğümüz bu
tavır, irade meselesinde batıcılarla ve Türkçülerle aralarında görülen temel
farklılıklardan biridir. Fakat bu vurgunun zayıf olduğunu ve metinlerde bir
istisna cümlesi kabilinden yer aldığını ifade edelim.[1111]
Kader inancıyla ilgili tenkitlere verilen cevaplar arasında
ele aldığımız Hazret-i Peygamberin hayatı ve ilk Müslümanların söz ve
uygulamalarının bu iddiları çürüttüğü gerçeği, tevekkül kavramının müsbet
manasıyla ilgili savunmalarda tekrar karşımıza çıkar.[1112] Bu
inancın Müslüman’ı çaresizlikten, acizlikten kurtaracağı ve tevhidin bir
mütemmim cüzü olarak hayatın akışını yine hayatın sahibine müracaat ederek
değiştirmeyi mümkün kılmaktadır.[1113] İnsanın
hayatın işleyişine müdahalesinin sınırlılığını gören ulema ve özellikle felsefî
tasavvuf geleneğine yakın isimler insanın başına gelenlere tahammül için bu
inancın ehemmiyetini vurgulama gereği duydular.[1114] Çünkü
Sünnî dairede insanın hayat karşısındaki durumu hukukî ve ahlâkî temeli
sağladıktan sonra neticede acizlikle yakın ilişki içindedir. Hayatta
karşılaşılan zorluklar için bu inancın faydasının farkında olan ulema meseleyi
ele aldıkları metinlerin bir tarafında tashih kabilinden insanın gücünün
sınırlarına dikkat çekerler. Bu durumda koruyucu bir unsur olarak kader
anlayışı devreye girer.[1115]
Oryantalist dilin insanı pasifleştirdiği iddialarına karşı
tıpkı kader inancında olduğu gibi ulema ve mütefekkirler, karşımıza tevekkülün
insanı hayat karşısında kuvvetli kıldığı fikriyle çıkar. Tevekkül sayesinde her
şeyin sahibi olan Allah’a güven ve hayatta karşılaşılan dert ve ızdıraplara
karşı gösterilen tahammül ve sabırın ne büyük bir kuvvet olduğu vurgusuyla
oryantalistlerin ve yerlilerinin geri bırakıcı, pısırıklaştırıcı kabul
ettikleri telakkiler tam tersine çevrilmeye çalışılmıştır.[1116] Kader ve
tevekkül inancının tecessüs fikrini yok ettiği, insan iradesini zayıflattığı,
insanın cüretini kırdığı, ferdi hayat ve olaylar karşısında mütereddit ve
mücadeleden uzak, her fikre inanıp kabule açık bir halet-i ruhiyeye soktuğunu
iddia eden[1117] yerli
ve yabancı iddialara karşı özellikle ulema bu fikrin yanlışlığını savunurken
meselenin tam da bunun zıddı olduğu ile ilgili tarihi referanslara
başvurmuşlardır. Ulema içinde de bu vurguyu ciddi şekilde merkeze alan İslâmcı
çizgide muhafazakar olarak da tasnif edilen grup içinde sayılan Mustafa Sabri
Efendi’dir. Aynı şekilde Elmalı’nın I. Cihan Harbi sonlarında kaleme aldığı
yazılarında meselenin bu tarafı ön plandadır. II. Meşrutiyet’in siyasî
ortamında farklı şeyler kaleme almış olsa da bu kavramların yapıcı tarafının
farkında olanlardan biri de Said Nursî’dir.[1118] Meselenin modernleşme
döneminde aldığı şeklinin dini savunmak değil dinden uzaklaşmak olduğu fikrine
ilk kapılan ve bunu açıkça savunanlardan biri olan Mustafa Sabri Efendi
meselenin din olmadığını ve tartışılan şeyin batıcıların kendi hevesleri olduğu
neticesine ulaşmaktadır.[1119] Gerekli
alanlarla sınırlı tutulan bu kabul giderek kendine güçlü bir destek bulacaktır.[1120]
Ulema özellikle klâsik literatürde ahlâkî ve tasavvufî
sahada ehemmiyetli bir yere sahip olan Allah’tan başka bir güce boyun eğmeme ve
kul olmama fikrine müstenid olarak bu kavramların faydasına vurgu yapmıştır.
Kavramların bu manalarının ilim ve terakkiye mani olmadığı ile ilgili fikre
içtimâî vazife üzerinden ulaşan ulema için vazifeye yönelecek ferdin
tahammülünü besleyecek bu tür telakki elzemdir. Tabiî ki bu vurgunun altında
bir daha istibdad altına girmeye yanaşmayacak kadar kendisi ve menfaatleri için
kaygı taşımayan bir insan tipine duyulan ihtiyaç da yatmaktadır. “Bütün kalbini
Allah'a, Hakk'a rabt edip kâinata karşı îlân-ı hürriyet ve istiklâl edebilecek
bir ruhun vazîfesindeki azameti düşününüz.”[1121] Aynı
kanaati paylaşan Mustafa Sabri Efendi de hem içtimâî hem de dinî olarak
hürriyetin bu faydasına vurgu yapmaktadır.[1122]
Efgânî’de de görülen bu savunma dilinin önemini fark eden
İslâmcılardan Elmalılı Hamdi meselenin tasavvufî manasına dönüş yapmaktadır.[1123] Bu
durumun pratik sonuçlarını da gören Mustafa Sabri Efendi’nin meseleyi gündemle
ilişkili olarak ele alıp mevcut durumun idaresi için elzem görmesi de ilginç
bir tavırdır.[1124] Ulemanın
ve İslâmcıların sufileşmesi de diyebileceğimiz bu tavır modrnleşme açısından da
ilginçtir.
M. Sabri Efendi ve Elmalılı gibi isimlerin bu vurgularına
meselelere pek az dahil olan mutasavvıflar tarafından aynı derecede
girilmediğini görmekteyiz. Gerçi tasavvuf çevrelerinin bu meselelerle ilgili
kaleme aldıkları yazılar genel olarak II. Meşrutiyet’in heyecanının devam
ettiği zaman dilimine aittir. Önceki dönemde bu vurgunun çok daha kuvvetli
yapılması II. Meşrutiyet’den duyulan beklentilerle alakalıdır.[1125]
Çalışmanın, servet biriktirmenin zıddına bir ahlâkî tavır alışı simgeleyen bu
kavrama yönelik eleştirilere karşı kanaatin tükenmez bir hazine olması ve bu
kabulün insan ve toplum hayatında sağladığı faydalar muvacehesinden savunmaya
girişilmesi bu isimlere aittir. Nefse itimat fikrinin modernleşmenin getirdiği
bir hayat telakkisi olduğu ile ilgili kanaatini metinlerinden anladığımız M.
Sabri Efendi bu tehlikeye karşı tevekkülü ön plana çıkarmaktadır.[1126] Kanaat
gibi ahlâkî-tasavvufî bir mesele ele alınırken hemen güncel, pratik meselelere
intikal edilip örnekler günlük hayattan iktibas ediliyordu. Mesela kanaatle
ilgili olarak Haşim Nahid’in suçlamalarına Mustafa Sabri Efendi, halkın
gerçekten kanaatkâr olmadığını ama eksik dahi olsa kanaatkârlığın milletin
mukavemetindeki faydasını öne çıkararak cevaplandırmaktadır. Nitekim bu
kavramların Devlet-i Âli Osmânî’nin içinde bulunduğu durumlarda ne gibi
faydalara müncer olduğunu fark ederek meselenin bu tarafına vurgu yapmıştır.[1127] Uzun
süren savaş yıllarında fiili olarak teslim olunan bu anlayış ve fikrin bir
savunma aracı olarak kullanılması ve meselenin bu cephesinin işaret edilmesi
mühimdir.[1128] Mustafa
Sabri Efendi gibi pratik olarak birebir problemlerle karşı karşıya gelen Said
Halim Paşa’nın kapitalist ahlâk anlayışıyla olan münasebetlerinin farkında
olduğunu ihsas ettirir şekilde Osmanlı’yı dolayısıyla Müslümanları kâfire karşı
tutan unsurun bu ilkeler olduğuna dair tesbiti meselenin ne kadar mühim
olduğunu gösterir:
“Avrupalıları
bizlere karşı endişe-nâk bir tehâlükle ızhâr-ı şiddet ve i’tisâfa teşvik eden
fikir, tesânüd ve tevekkülle mücehhez bu şahsiyet-i maneviye hakkındaki kîn-i
zevâl- pezîrdir.”[1129]
Meselenin ahlâkî zemin üzerinde mesuliyete
dönüştürülmesinin hem iddialara cevap vermek hem de ihtiyaç olan dinamizmi
sağlamak için elzem olduğunu fark eden ulema hürriyetten ziyade iradenin
mesuliyet üzerine bina edildiği fikrine yakın duracaklardır.[1130] Mesuliyetin
bir diğer taraftan hürriyet olduğu ise ancak klâsik manada tasavvufta görülen
teslimiyet fikrinin Allah’tan başka bir varlığa muhtaç olmamak manasında
anlaşılmasıyla sağlanabileceğini fark ettiler. Namık Kemal’in toplum üzerinden
ortaya attığı hürriyet tanımını dinî, akidevî bir çerçeveye çeken Elmalılı,
tasavvufun klâsik dönemde yaptığı özgürlük tanımını hatırlatır biçimde tevekkülün
iddia edilenin zıddına insanı hürleştirdiğini savunmaktadır. Bu, hem muarızları
ters yüz etmeye, hem de kendi canibinden meseleyi dönemin revaçtaki
kavramlarına istinad ettirerek cevaplama gibi önemli bir savunma aracına
dönüştürmektedir. Ulemânın meseleleri şahsileştirdikleri ölçüde iç manalara
döndükleri ve klâsik literatürün sıklıkla tercih ettikleri tanımlara rücû
etmeleri meselenin içtimâî karakteriyle alakalıdır.[1131] Mesele
şahsileştiği ölçüde müslüman şahsiyetini, iç dünyasını tanzîm eden kavramlar gün
yüzüne çıkar.[1132] Bu
telakkinin insanı fail durumda olmaktan alıkoyacak bir teslimiyet ve tevekkül
anlayışına yol açmış olması halinde bunun ahiret için daha çok tercih edileceği
delilini ortaya atan Mustafa Sabri Efendi, yapılan suçlamaların iyi niyetli olmadığı
kanaatindedir. M. Sabri Efendi’nin yönelttiği tenkitler meselenin özüne
yöneliktir.[1133] Özellikle
oryantalist suçlamaların esas kabul edilip bunların tedavülde olması bu
iddiaları dile getirenlerin asıl niyetlerini geri plana itmekte ve ulema ve
İslâmcıların metinlerinde görülen ifrat ve tefriti açıklamaktadır. Sabri
Efendi, yapılması gerekenin Müslümanların kader ve tevekkülü dillerine dolamak
yerine bunun makul şekilde tashihi yapmak ve bu inancı dile dolamanın karşı
tarafa koz vermek manasına olduğunu beyanla tutulan yolun yanlışlığını ifade
etmektedir. Bu ifadeler artık meselelerin Osmanlı toplumu için derin ayrımlara
sahip zaviyelerden ele alındığını ve Müslümanların leh ve aleyhinde olan
şeylerin Osmanlı içinden insanlar ayrıştırılarak yapılmasını gerekli kılacak
bir derekeye ulaştığını göstermesi açısından hayli dikkat çekicidir.
Bu kavramların bir yönüyle hürriyet problemiyle ilişkisi
diğer yönüyle de mevcut siyasî hayatın anahtar kavramı olan hürriyetle
münasebeti, ulemayı siyasî pozisyonları ile irtibatlı olarak bu kavramlara
yöneltmiştir. Mesela tevekkül kavramının açıklandığı bir tefsirde başvurulan
anlam değişikliği meselenin nasıl bu yolda kullanıldığını ve nerelere
götürülebileceğini anlamaya imkân vermektedir:
“Ulemâ
hâmuş, meşâyih hâmuş, üdebâ hâmuş, hutabâ hâmuş, bütün millet hâmuş idi.
Nihayet bir fırka-i hamâset, kahramanân-ı ümmet “kul len yusîbene illâ mâ
kitâbullahi lena hüve müvellîne ve ale’llâhi fe’l-yetevekkeli’l-mü’minîn”
nazm-ı celîlini kendine düstûr-ı hareket ittihaz eyledi. Mütevekkilen ale’l-lah
silah-ı bedest olarak zulemâya meydan okudu, ekâbir ve ahyâr-ı ümmet mecmâ-ı
teavüne çağırıldı, ümmet kâmilen lebbeyk zen icabet oldu, nur subh-i hürriyette
infilâk eyledi. İşte tevekkül: atalet, meskenet değil. Faaliyet,
hamiyyet, uluvv-i himmettir.”
İttihat Terakki ihtilaline cesaret edilmesinin tevekkülün
doğru anlamı olduğu ile ilgili Bereketzâde’nin bu kanaati, hem tevekkülün
anlamını göstermesi açısından hem de bu kavramın dönemin siyasî şartlarında
nasıl okunduğunu/okunabileceğini göstermesi açısından ilginçtir. Benzer bir
okuma biçiminin farklı bir şeklini Hüseyin Kazım Kadri’de görürüz. Kader ve
tevekkül gibi kavramların mevcut siyasî iktidarı halk nezdinde bir kader olarak
anlama ve anlatma şekline dönüşmesi kader meselesinin ne kadar siyasallaştığına
dair fikir verebilir.[1134] [1135]
Bu kavramların anlam dünyasına sahip halkın II. Abdülhamid
idaresi altında uygulanan baskılara karşı sahip oldukları tavra yönelik
tenkitlerde kullanılan dil ve üslup oryantalist dilin paraleline düşmektedir.
Nitekim mevcut halet-i ruhiyeden şikâyetçi olan Yusuf Akçura aynı şekilde
halkın meseleleri eskiden ‘kader’ diyerek izah ettiklerini şimdi ise bu kaderin
yerini ‘padişah’ın aldığını söyler. Özellikle İttihat Terakki iktidarıyla yakın
ilişkilerde bulunan bu isimler geçmiş dönemde bu kavramlar üzerinden takınılan
tavrın zulüm ve istibdadı uzattığı fikrine zahib olarak meselenin İslâm
tarihinde çokça makes bulduğu şekliyle siyasî okumasını yapmaktadırlar. Diğer
taraftan özellikle İttihat Terakki iktidarına ve beraberinde batılılaşmaya
muhalefet edecek olan ulemadan bu kavramların müspet manalarına dair izahlar
görmekteyiz.[1136] Halkın bu tavırlarının bir direnç unsuru olduğunu fark eden
Mustafa Sabri Efendi de siyasî olarak bu fikre yakın olanların zıddında yer
alacak ve hürriyeti bu kavramların temin ettiği bir teslimiyet fikrinde
bulacaktır.
2.
İnsana Ancak Çalıştığının Karşılığı Vardır: Sa’y u Amel
İslâmiyet’in insanın çalışmasına ve bu çalışmanın maksat ve
muhtevasına yönelik bakışı ayet ve hadisler muvacehesinde tayin edilmiş ve
insanın kendi emek ve çabasını teşvik eden hatta cihada muadil sayan bir
anlayış tebarüz etmiştir. İnsanın yalnız çalıştığını karşılığını alacağı ile
ilgili ahkâmın manası sarihtir. Bu mananın tarih içinde vurgulana geldiği de
malumdur. Özellikle izzet-i nefs, şahsiyet, onur gibi kavramlarla ifade edilen
ve insanın maişetini helal yollardan temin etme gayretini nafile ibadetten daha
mühim sayan bir anlayış zaten mevcuttur. Hatta başkalarına muhtaç olmamak
manasına teşvik edilen çalışma aynı zamanda klâsik manadaki hürriyet fikrini de
destekleyen mühim bir araçtır.[1137] Bu
sebeple fakirliği öven, rızık peşinde koşmayı yeren tasavvufî eserlerde bile
mesele çalışmaya gelince dünyevî arzular barındırmadığı müddetçe matlub bir
husus olarak şahsiyet inşasının en mühim amili olmuştur.[1138]
Çalışmanın ihtiva ettiği mananın içtimâî-ahlâkî erdem
açısından durduğu yerle modern dönemde ele alınış şekil ve muhtevası aynı
zamanda dinle irtibatın düzeyiyle mütecanistir. Tanzimat’tan beri süregelen ıslah
gayretlerinin arasında bir fikir olarak felah ve necatın anahtarı olarak sa’y u
amel/gayret düşüncesinin yattığı hemen hemen her layihada müşahede edilir.[1139] Fakat
bu devir sa’y u gayret çağrılarının özellikle seyahatler ve vazifeler
çerçevesinde batıyı görme ve oradaki fen ve ilim gelişmelerini görme imkânı
bulmuş rical ve zevat tarafından batı tarzı bir çalışma daveti şeklinde takdim
edildiği görülmektedir.[1140] Tanzimat
sonrasında iktisadi yapıda görülen değişiklikler muvacehesinde yeni bir insan
tipiyle beraber yeni bir anlayış tebarüz ederek batılı manada bir çalışma ve
servet biriktirme edebiyatı oluşmuştur. Devletin ve milletin mukadderatına
sadece iş ve meslek üzerinden yapılması istenilen katkı manasına okunabilecek
bu çalışma fikrinin örnekleri genel olarak batıdan seçilmiştir.[1141] Avrupa’daki iktisadî faaliyetlerden bir şekilde haberdar
olan münevverlerin bu teklifleri sermaye birikimi sağlama fikri üzerine
kuruludur. Özellikle II. Meşrutiyet’e gelinceye kadar dini muhtevadan uzak bir
şekilde batılı normlarda bir iktisadi işleyiş vücuda getirme ve çalışma ahlâkı
tesis etmede girişilen bu çaba ferdin hürriyeti fikri etrafında şekillenmiştir.[1142] Hürriyeti
de tamamen bu çerçeveye oturtan bu davetler yegâne çıkış yolu olarak görülmekte
ve gösterilmektedir.[1143]
Ekonomik kazançları elde etmenin servet biriktirmenin
önünde kader ve tevekkül anlayışından neşet eden hayat telakkisinin
mevcudiyetini gören batıcı aydınların sürdürdüğü bu çizgi İslâm’ı tenkit
etmenin en önemli argümanlarından biri olarak sonraki nesillere miras
kalacaktır.[1144] Avrupa’da
fikr-i sabit halini almış “din terakkiye mânidir” kaziyyesinin oryantalist
ağızda “İslâmiyet terakkiye mânidir” fikrine bürünerek terakkiye İslâmiyet’in
bizzat kendisinin engel olduğu fikrine karşı kuvvetli bir talep olarak ve çok
fazla dini muhtevaya bürünerek ilim, marifet, kesb kavramları bu çerçevenin
içine dâhil olmuştur.[1145] Hürriyet
tartışmalarının da merkezine yerleşen ve topyekün bir gayreti ifade eden bu
fikrin dini bir muhtevaya sahip olduğu ve dinden bağımsız olmadığı ortadadır.
Fakat özellikle II. Meşrutiyet ortamında ayet ve hadislere referanslarda
muazzam bir artış olacaktır.[1146]
Hürriyet tartışmalarına dini bir muhteva katan bu teklif
hürriyeti yanlış tevekkül, kanaat ve kader anlayışının karşısına yerleştirerek
meseleyi geleneksel din- devlet ilişkilerini tayin eden muhayyilenin dışarısına
çıkarmayı teklif etmektedir. Bunu da batılı manada ama dini referanslı bir
muhtevaya büründürerek yapmaya çalışır.[1147] İrade, kaza ve kader meselelerini mevzuu bahis edenlerin
meselenin bu tarafını öne çıkardıklarını daha önce müşahede etmek mümkün iken[1148] II.
Meşrutiyet’le birlikte bu vurgu kuvvetlenir.[1149] İnsanı
aktif hale getirme, tembellikten ve ahlâkî düşüklüğün sebep olduğu ataletten
İslâm yoluyla Müslümanları kurtarma[1150] ve
bunun yanında oryantalistlerin kader inancı üzerinden İslâm’a yönelttikleri
suçlamaları cevaplandırma gayesiyle irade-i cüz’iyye üzerinden yapılan
temellendirmelerin başında İslâm’ın çalışmaya verdiği önem ve bu önemi gösteren
teşvik edici ahkâm gelmekte ve bu vurgu dönemdeki metinlerin hemen hemen
hepsinde yer almaktadır.[1151]
Hürriyet merkezli bir sa’y u amel anlayışının döneme miras
kalmış olması bu ilişkinin irade üzerinden kurulmasını kolaylaştırmıştır. Bu
ilişkiyi kuran öncü isimlere örnek olarak Münif Paşa’yı zikredebiliriz. Münif
Paşa dinî muhtevadan uzak bir şekilde yaptığı hürriyet ve terakki tariflerini
sa’y fikrine bağlamaktadır: “Hür olmayan adamın terakki ihtimali yoktur. Çünlü
hür olmalı sa’y etmeli, esbâbına teşebbüs eylemeli ki terakki olsun.”[1152] Nitekim
hürriyet merkezli çalışma fikri II. Meşrutiyet’le birlikte istibdad fikri ile
birleştirilerek daha güçlü bir hale getirilecektir:
“Milel-i
Islâmiye ise rüesâ ve hükümdarlarının istibdâdlarına serfürû edip atâlet üzere
kalmışlar ve muktezâ-yı dinleri olan say u ictihâdı terk etmeleri hasebiyle
kendileri zillet ve meskenete ve devlet ve hükümetleri de zaaf ve inhitâta
düçar olagelmişlerdir.”[1153]
II. Meşrutiyet’in hemen ertesinde yayınlanan bu makaledeki
vurgu döneme rengini verecek bir hal alacaktır. Cumhuriyet döneminde bu vurgu,
istibdad söylemlerinden ve dinî referanslardan uzak bir şekilde Cumhuriyet’in
kuruculuk vasfıyla da birleşerek daha merkezî bir hale gelecektir: “Sa’y
hürriyet demektir.”[1154]
Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu durumla münasebetdâr
şekilde yapılan sa’y u amel vurgusu[1155] kendinde
olanı küçük ve değersiz görme şeklinde tezahür eden bir anlayışın zamanla irade
üzerinden sa’y u amel ve gayretle izalesine gidilmesi teklifi İslâm
beldelerinin sefalet içinde tasvir edilmesiyle oluşan bir telakkinin neticeleridir.[1156] II. Meşrutiyet’ten çok önce başlayan ve İslâmcılığın
doğuşuna kadar uzanan bu vurgu herkese irade ve çabasıyla memleketin istiklal
ve istikbali için cehd ve gayret içinde olma çağrısı aynı zamanda yaşanan
kayıpların bir izahı olarak da tercih edilen bu fikir bütün durumu tersine
çevirme arzusuyla birleşmektedir. [1157] Fakat
burada sarahatini kaybeden bir mesele vardır. Özellikle kitlelerin ve ulemanın
alt kesimlerinin duçar olduğuna inanılan atalet ve yeis halinin acil ve pratik
çözümler arayan mütefekkirlerin halet-i ruhiyeleriyle birleşmesi ve bu halin
II. Abdülhamid idaresi döneminde pekişmesi iradenin hiç olmadığı kadar ön plana
çıkarıldığı bir dönemle taban tabana zıt bir halet-i ruhiye ortaya
çıkaracaktır.[1158]
Meşrutiyet dönemine gelindiğinde hürriyetin önündeki
engellerin kalkmasıyla birlikte İslâm- Müslüman ayrımına varan savunma dilinin
gerektirdiği bir şekil olan İslâm’ın hakiki emir ve tercihinin çalışma,
çabalama üzerine olduğu vurgusu İslâmcı, Türkçü veya batıcı herkesin paylaştığı
ortak kanaattir. II. Meşrutiyet’le birlikte girişilen yayın furyasında ve
iktidarla bağlantılı şekilde gerçekleştirilen vaaz ve nasihatlerde belirgin bir
yön ve karakter kazanacak olan bu vurgu daha çok dinîleşecektir.[1159] Özellikle
Akif’in şiirlerinde tebarüz eden bu vurgu[1160] ahlâkın merkezine vazife
fikrini yerleştirirken diğer taraftan bütün felah ve necat çabalarının
etrafında döndüğü sa’y fikrine ahlâkî, siyasî ve dini bir karakter
kazandırmıştır.[1161] İslâm
tarihini buna göre okumak hâkim bakış açısına dönüşmüş ve bu kavramların zıddı
gibi gözüken kader, tevekkül, kanaat, fakr gibi kavramlar bu manaya göre
şekillenmiştir. Buna göre insanlar dinin gerçek emri olan çalışmak fikrinden
vazgeçip tembelleşmişler ve her şeyi herhangi bir gayret göstermeden Allah’tan
beklemeye başlamışlardır.[1162]
Müslümanların inhitatını açıklama vasıtası olan bu anlayış
doğru kader anlayışı şekline büründürülerek kader inancının öncelikle sa’y u
amel önünde bir engel teşkil etmemesi arzusu üzerinden cereyan eder.[1163] Bir
taraftan kader meselesi etrafındaki kavramalar bir engel olmaktan çıkarılırken
diğer taraftan çalışmayla ilgili ahkâm merkeze alınarak farz derecesine
çıkarılan çalışma fikrinin manası oldukça genişleyecektir.[1164] Müslümanların
her şeyi Allah’tan beklemelerini tenkit eden İslâmcılar gibi batıcılar da
Allah’ın çalışana gayret edene yardım edeceğini sık sık dile getirdiler. Hatta
işi Allah yalnız güçlü olanlara yardım eder noktasına vardıranlar bile
çıkacaktır.[1165]
Tıpkı tevekkül, kanaat gibi sa’y u amel konusunun da
oryantalist iddiaları reddetme ve Müslümanları mesuliyet sahibi kılma arzusuyla
kelâm metinlerine dâhil edilmesi aynı zamanda irade meselesinin amelî
cephesinin de kelâma dahil olduğunu göstermektedir.[1166] Burada
irade-i küllîye ile irade-i cüz’iyye arasında sebep-sonuç ilişkisi üzerinden
kurulacak ilişki sa’y u amelin işleyişi ne ölçüde değiştireceği meselesini de
gündeme getirmekte ve Kelâmî, siyasî, içtimâî, ahlâkî birçok metinde kullanılan
“ve en-leyse li’l-insâni illâ mâ-seâ” ayeti ile insan mesuliyetine yaslanan bir
anlayışın bu işi ne ölçüde çözebileceği fikrine uzanmaktadır.[1167]
Sebeplere başvurarak ya da Sünnetullaha uyarak elde
edilebilecek bir çalışma sistemi uygun görülmüştür.[1168] Kazanmak
için hayatta câri olan kanunlarına ittibayı zaruri gören satırlara imza
atanların bunu nerelere vardırdıkları tecrübe ile sabittir.[1169] Bir taraftan sa’y u ameli tek çıkar yol olarak görmek[1170] [1171] diğer
taraftan Sünnetullaha ittibayı zaruri kabul etmek aslında küllî-cüz’i
arasındaki münasebeti aşmakta görülen zorluklarla alakalıdır. Nitekim bir taraftan
şiddetle yapılan vurgunun diğer taraftan bir Sünnetullaha çıkması ferdi çabanın
sınırlarını kabul etmek demektir:
“Zira
mebde' ve müntehâsı havârik ile muhât olan şu âlem-i vücudda beşerin terakki ve
tekâmülü ve hayvanât içinde yegâne vech-i imtiyazı kudret-i mevdûası
nisbetinde idrâk ve ihtiyarına merbut bulunan sa’y u kesbinde mündemicdir.
insanlık istihlâk için değil, sa'y u kesbiyle istihsâl-i meâlî için doğmuştur. Sa’y
u kesbimiz ise ancak ıttırad ve intizam kanunlarının himâyesi altında icrâ-yı hüküm
edebilir’’1123
Gerek oryantalist suçlamaları cevaplandırırken[1172] gerek
de içtimâî çaba gözetilirken meselenin insanın ancak çalıştığının karşılığını
alacağı ile ilgili ayete getirilip dayandırılması bir taraftan kendinde olanı
değiştirme fikri ile de irtibatlı olarak içtimâî mesuliyet çerçevesine
çekilmekte diğer taraftan bu çalışma fikri içtimâî karaktere
büründürülmektedir.[1173] İnsanın
fiillerindeki sorumluluğun bu şekilde yorumlanması İslâm tarih tecrübesi için
yenidir. Nitekim bu ayet üzerinden yapılan izahlarla meselenin dini zemininden
koparıldığını fark eden Mustafa Sabri Efendi, reformist olarak nitelendirdiği
batıcılara yönelttiği şu tenkitlerinde yalnız kalacaktır:
“Bu
âyeti tecdid-perverlerimiz pek çok okurlar, velâkin manasını pek az anlarlar...
Sure-i Necm’de vâki olan bu ayet-i kerîmenin evvelini mâkablini ve mâba’dini
bilenler, âhirete ait bir hükm-i mübîn olduğunu anlamakta güçlük çekmezler.
Eğer dünyaya ait mesâi murad olunsa ayetin hâvi olduğu (kasr) da sahih olmamak
lazım gelirdi. Çünkü dünyada insanlar sa’yleri lâhik olmadığı şeylerden de
istifade edebilirler.”[1174]
Tarihî tecrübeden ve siyak ve sibakına muhalif olarak
yapılan izahlar irade-i cüz’iyyenin de aynı zamanda yüzünün dünyaya
döndürüldüğünü göstermektedir. Mesele dinlerin ve kader inancının insanlığı
daha özelde ise Müslümanları geri bıraktığı ile ilgili oryantalist iddiayla
irtibatlandırıldığında çalışmayı hayatın gayesi haline getirmeyi İslâm’la
uyumlu görmek arzusu baskındır.[1175] Burada
devreye tekâmül ve terakkinin ancak çalışmakla olacağı ve çalışmanın dini ve
milliyeti olmayacağı fikri girer.
Müslüman olmanın ayırıcı bir vasfını geride bırakmayan bu
izah, Allah’la müslüman ilişkisini de vasıfsız hale getirmektedir.[1176] Kafir
ama âdil- Müslüman ama zalim devlet mukayesesiyle II. Abdülhamid dönemini örnek
göstererek Allah’ın sadece çalışana yardım ettiği telkinleri Sünnetullah adı
altında izah edilmiştir. Olacakları sadece insanın kendi çabasına hasreden bu
anlayış Mu’tezilî bir tarzda kader anlayışını insanın iradesiyle sınırlandırarak
insanın daha fazlasını yapabilme imkânını ortadan kaldırmaktadır. İslâm’ın
çalışmakla ilgili emrini Hind veya Tibet gibi uzak doğu düşüncesinden ziyade
Anglo-Sakson ve Alman geleneğinde olduğu gibi dünya saadetini elde etmenin
vasıtası olarak gören Akçura’nın bu tavrı, İslâmcı ve ulemanın vurguladığı
fakat adını koyamadıkları bir tasniftir:
“İslâm
‘Leyse li’l-insâni illa mâsea’ buyurarak, saadet-i dâreyn için ‘sa’y’i emr
eder. Nazar-ı akl ve muhakeme, dünyada saadeti, Hind veya Tibetlilerden ziyade
Anglo-Sakson ve Cermenlerde görmek zannında bulunduğundan saadet-i dünyevîyeye
ancak sa’y ve terakki ile imkân-ı vusûlü kabule mecbur olur.”[1177]
Akçura’nın ait olduğu yeri gösterecek şekilde yaptığı bu
yorum aslında irade meselesinin mistik bir çerçevede mi yoksa aydınlanma
aklının ortaya koyduğu şekliyle tanrı-insan anlayışıyla mı ele alınacağı
hususundaki tercihinin meselenin iki tarafı gibi göstermesi aslında Osmanlı
modernleşmesinin en büyük handikaplarından biridir.[1178] Ulema ve İslâmcı herhangi bir ismin de aynen Akçura gibi
bir tasnife yanaşacağını düşünürsek pragmatik bir hayat felsefesinin teşekkül
edilmekte olduğunu söylemek abes olmaz.[1179]
Tasavvuf kültürünün şekillendirdiği insan tipinin Uzakdoğu
tarzında bir mistisizme terk edilmesini sağlayan oryantalist dile teşne olmak
İslâmcı geleneğin en büyük zaafıdır.[1180] Nitekim bu ayrımı geç
tarihlerde reddeden Peyâmi Safa çok şey değiştikten sonra bunu ifade
etmektedir:
“Çok
yayılmış ve çok yaşamış bir kanaate göre şark fatalist “kaderci”dir; onu
garbtan ayıran, lâplaştıran ve hımbıllaştıran bu kafadır. Osmanlı garbçıları da
böyle düşünüyorlar, şarkın kaderci görünüşü yerine garbın iradeci görünüşünü
koymak istiyorlardı. Fatalizm, akide olarak değil, hareket tarzı olarak şarka
aksiyon nefreti getiren Brahmanizmin ve Budizmin yakın akrabasıdır.
Uzakşarktan
büsbütün ayrı bir dünya olan İslam şark, dinî akidesinde ve mistik felsefesinde
ne Budist ne fatalisttir. Kadercilik ona sonraları, bir düşünce sistemi halinde
değil, inhitat devrinin irade sarsılışından doğma bir ümitsizlik duygusu
halinde musallat olur.”[1181]
Diğer taraftan yeknesak bir İslâmcı kategoriden söz
edemememize rağmen tasavvufî çevrelerin Anglo-Sakson bir anlayışa merbut
olmaları da anlaşılabilir değildir. İrade anlayışının Anglo-Sakson çizgisinde
yorumlanmasına gönüllü bir şekilde katılan İslâmcıların Müslüman tevekkül ve
kader anlayışını, tasavvuf anlayışını mistik sınırlarda görmeleri ve ahkâmı bu
yolda kullanmaları önce kendilerinin sonra da tedricen halk kitlelerinin ne
doğu mistisizmi ne de batı hümanistliği çizgisiyle alakası olmayan İslâm’ın
kader anlayışını telakki tarzını derinden etkilemiştir.
Sa’y u amel, idâd-ı kuvvet, servet biriktirme çabalarının
aynı zamanda dini emrin dışında batıyı taklid etme vasıtasına dönüşmesi batıdan
tevarüs edilen şeylerin bir filtreye tabi tutulmasını da zorlaştırmaktadır.
İslâmcıların batının fen ve tekniğini alıp ahlâkından uzak durma şeklinde
hulasa edilebilecek batı tahayyüllerinin ötesine geçen bir durumla karşı
karşıya kalmaktayız. Batılıların gayret ve çabalarıyla ulaştıkları mevcut durum
için onlar gibi çalışmak, servet biriktirmek ve ticaret yapmak yönündeki talep
ve tavsiyeler batılı ahlâka konulan narhın kaldırılmasından başka bir şey
değildir.[1182] Niçin
onların sahip olduklarına Müslümanların sahip olamadıkları ile ilgili
istifhamlarda çalışma ve gayret üzerinden yapılan izahların ötesinde yorum
yapan yok gibidir.[1183] Taklid
kavramı etrafında dini, felsefi, tarihi bir sürü güçlüklerle uğraşmak zorunda
kalan ulema ve İslâmcıların ahlâk konusunda yaptıkları istisna bambaşka bir
şahsiyet teşekkülüne, tarih boyunca şekillenmiş insan ilişkilerinin değişimine
kapı açacaktır.[1184]
Ulemanın, özellikle İttihat Terakki iktidarıyla münasebeti
bulunanlarında baskın olarak görüleceği şekliyle, çalışmaya teşvik etme
konusunda istekli olmasına rağmen batıcı güruh tarafından bu işte yeterince iyi
olmadıkları suçlamalarıyla karşılaşmaları ulemayı tavır ve üslup olarak
etkileyecektir. Nitekim bu durumu izah etmeye çalışan Mustafa Sabri Efendi,
çalışmanın zaten tabi bir hususiyet olarak telakki edilip ifa edilmesi
gerektiği savunmasıyla ulemanın vazifesini her iki dünyayı da dikkate alan bir
tavsiye ve eğitim metodu benimsemekte görür.[1185] Bazı
tasavvufî meşrepler hariç[1186] İslâm
tarih tecrübesinde gerek itikadî gerekse fıkhî manada çalışma ile ilgili
herhangi bir sıkıntı yoktur. Bu sebeple Mustafa Sabri Efendi’ye göre kaza ve
kader inancı bütün bu tedbir ve gayret arasında doğabilecek hayal
kırıklıklarını izale etmek için elzemdir. İnsan küllî kadere telmihen hem
doğabilecek zorluklara sabır ve sebat eder hem de gücünün fevkinde teslimiyetle
küllî iradenin yardımını bekler.[1187]
Kaderin geleneksel manasıyla Osmanlı toplumunda çalışmayı
ve devamlılığı devrin icbarları altında sürdürme imkânı yoktur.[1188] Geleneksel
kader anlayışı ancak sa’y ve gayreti teşvik eden ayet ve hadislerle ve tarihi
tecrübe içinden seçilen referanslarla yeni durumu meşrulaştırma ve tahkim etme
aracı olarak kullanılabilir.[1189] İlk
elden kader manası etrafında örülmüş tevekkül, kanaat, zühd, takva, fakr gibi
tasavvufî-ahlâkî kavramların sa’y u amel için bir mani teşkil etmediği bazı
metinlerde kısmî bir vurguyla ifade edilir.[1190]
Sa’yin sıkça
vurgulandığı alanlardan birisi de ilim kesbidir.[1191] Zira ilim bütün manasıyla
batının ilerleme şeklidir ve bu alınırsa her türlü geri kalmışlık çözülecek hatta insanın hürriyetini -burada
aynı zamanda devletin hürriyetini de ihtiva eden bir manada- kazanması mümkün
olacaktır.[1192] Ayrıca
Avrupa’dan alınacak şeylerin de ilimle ilgili olarak sınırlandırılması
İslâmcıların ve ulemanın ehemmiyetle üzerinde durdukları bir konudur.[1193]
Yeni bir tarz-ı hayat benimsemeye başlayan Osmanlı
toplumunda geleneksel kader anlayışının şekillendirdiği bir terbiye usulünün
terkiyle beraber ferdi ön plana çıkaran ve ona hayat karşısında azim ve irade
sahibi kılmayı hedefleyen bir terbiye metodu benimsenmesini savunan birçok isim
ortaya çıktı. Mill tarzı bir şahsiyet yorumuna başvuranlar cemiyeti
oluşturan fertlerin şahsiyet sahibi kılınması için kaza ve kaderi tevekkül
prensiplerinden önce azim sahibi olma ilkesinden daha başka teşvikkâr bir şeyin
olmadığını ısrarla işleyerek bu yolla dini bir gerekliliğe de cevap verdikleri
iddiasında bulunmaktaydılar.[1194] Canlılar
aleminde bütün hayatın çalışma ve gayret fikri üzerinden cereyan ettiği
inancıyla hayatın tek kuralı haline getirilmekte ve sosyal Darvinizmin formüle
ettiği bir hayat ve mücadele şekli tek çıkar yol olarak ortaya konulmaktadır.[1195] Dinin de hayatı bu şekilde idame etmeyi emrettiği vurgusuna
dini bir referans da eklemeyi ihmal etmeyip[1196] hayatın
işleyişinde Allah’ın kurduğu düzeni bir mücadele biçimine dönüştürme vardır.
Tabiî ki bu Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumla ilgili ve tamamen beka
korkusuyla alakalı bir şeydir. Fakat dinin emirlerinin bu şekilde yorumlanması
ve mücadele ve rekabet fikrinin hayatın merkezine yerleştirilmesi irade sahibi
bir Müslüman portresinin devlet ve milletin/ümmetin mukadderatına sahip
çıkmaktan öte kapitalist bir halet-i ruhiyeye bürünmenin ilk aşamasıdır.
Nitekim Cumhuriyet dönemine bu dil devleti ve milleti kurtarma ve koruma
fikriyle iktidar ve idare karıştırılmadan miras kalacaktır.[1197] Allah’ın
murad etmediği zaman sebepleri yaratmayacağı şeklindeki anlayıştan Allah’ın
kulda yarattığı bir kudrete istinaden kulun dilediğini yapacağı şeklinde kulu
fiiline mütemekkin ve muktedir kılan izaha ulaşmak kısa sürede modernleşemenin
geldiği yeri göstermektedir.
B.Tarihte Kaza ve
Kader: Sünnetullah
Kur’an’da zikri geçen geçmiş kavimlerin hikâyelerinden
tedris edilen ve insanların kendi dalalet ve sapkınlıklarının neticesi olarak
dûçar olduğu hallerle ilgili izahlar kaderle ihticac fikrini ortadan
kaldırmaktadır. Osmanlının geri kalmasıyla ilgili izahlarda başvurulan ahlâk
unsuru genel olarak birinci sıraya yerleştirilir. Bu rüknün etrafında örülen
mesuliyet fikri aynı zamanda irade-i cüz’iyyenin fiili olarak kabulü manasına
gelmektedir. Fakat bununla ilgili cüz’î-küllî ayrımı esaslı bir izah şekli
olarak benimsenecektir.
Her şeyden önce Osmanlılar, bozulmayı kendi yapıp
etmelerinin bir neticesi olarak görür ve Allah’ın da kendi yaptıklarına muvafık
olarak neticeyi takdir ettiği hususunda klâsik ananeye merbut kalarak
meselelere bakarlar.[1198] ‘Kul kesb,
Allah halk eder’ düsturuna muvafık bu izah bir taraftan İslâm’ın izzetini
muhafaza etmeye diğer taraftan çıkış yolu arayanlar için de istikamet tayinine
yaramaktaydı. Özellikle uzun savaşlar neticesinde mevcut ye’s halini izaleye
yönelik daha kuvvetle dillendirilen bu izahlar bir taraftan ilahi adalet
anlayışını da tahkim etmekteydi.[1199] Cebrîlik manasına bir
kaderciliğin vücud bulduğu bir ortam ve cemiyetle karşı karşıya kalan Osmanlı
aydınlarının ciddi şekilde tutundukları irade-i cüz’iyye vurgusunun sadece
içtimâî karakteriyle sınırlı olduğunu dikkate alırsak meselenin nasıl görüldüğü
ve gösterildiği ile ilgili fikir sahibi oluruz.
Mevcut durumun şekillendirdiği halet-i ruhiyeye göz
attığımızda Akif Paşa, Abdülhak Hamit ve Tevfik Fikret gibi şairlerde daha
belirgin olan bedbin ve karamsar bir dil dikkati çeker.[1200] Uzun
zamana yayılmış ve katmerlenmiş çözümsüzlük fikrinin ve her teşebbüsün biraz
daha muvaffakiyetsizlikle neticelenmesiyle birleşen bu bedbin ve karamsar dile
II. Abdülhamid’in tarz-ı idaresi eklenince bütün dönemin halet-i ruhiyesini
saran karamsar bir hal almıştır. Bir nevi şart-meşrut ikileminde izah edilen bu
durum üslup olarak değil ama hissiyat olarak daha zecri bir hava oluşturmuştu.
Teorik planda “değişim için kendini değiştirmeyi” esas kabul eden ayetde
belirtilen manaya sadık olarak belki de Batı kaynaklı hareket ve aksiyon
fikrine yakın duranların şahsi hayatlarında ve özellikle devam eden süreçler
sonunda muhatap oldukları şahsi ve içtimâî zorlukların vücud verdiği bir
ikilemle karşı karşıya kaldıkları görülür. Osmanlı’nın başına gelenleri kendi
başına gelenlerle aynı kefeye koyabilenlerin daha kolay kapıldıkları bu halet-i
ruhiye giderek Osmanlı münevverlerine bir yeis ve ümitsizlik halini miras
bırakacaktır.[1201] Meselenin
bu tarafını kötülüğü yaratanın Allah olduğu düşüncesi ile birleştirme
teşebbüsünde bulunanlar çıksa da kelâmî manada meseleyi bu ilişkide ele alma
veya görme durumunda kalan kimse yoktur.[1202] Kader etrafında örülen bir
ye’s halinin gerek ferdi gerek içtimâî tezahürlerinde edebi faaliyetlerin ve bu
edebiyat etrafında oluşmuş dilin tesiri yok sayılamaz. Neyin ne kadar edebiyat
ne kadar inanç olduğu ile ilgili kanaate ulaşabileceğimiz karineler ancak bu
metinlere sahip insanların hayatlarında saklıdır.
Her ümmetin bir eceli olduğu ile ilgili nassları görmezden
gelen Osmanlı ulema ve mütefekkirleri, İbn Haldun’un tarihin işleyişi ile
alakalı izahını irade-i cüz’iyyenin müessir olduğuna dair inancın bir devamı
olarak reddetmişlerdir.[1203] İstikbale
dair bir umudun yaşatılması ve devlet-i ebed-müebbed fikrinin devamı için
Osmanlı ulema ve aydınlarının karşı çıktıkları bu fikir insan iradesine yapılan
ve Sünnetullaha duyulan inançla alakalıdır.[1204] İbn Haldun’u da aşar
şekilde, tarihi böyle anlamanın yanlışlığı zımnen kabullenilirken modernleşme
teşebbüslerinin ya akim veya neticesiz kalması hasebiyle, ulema ve
mütefekkirlerin küllî işleyişle ilgili bir kabullenmeye doğru gittikleri
muhakkaktır. Daha önceki dönemde Katib Çelebi, Nâimâ, Cevdet Paşa ve Namık
Kemal tarafından daha güçlü şekilde dile getirilen bu karşı çıkış, kendini
ıslah tedbirleri ve ahlâkî reçetelerle açığa çıkmaktadır. Yeni dönemde ise bu
hissiyat yavaş yavaş yerini, tarihin işleyişini Sünnetullah çerçevesinde izah
eden bir bakış açısına terk edecektir. Ahlâkî okumaya tabi tutulan bu anlayış
aslında klasik manada da mündemiçtir. Fakat ulema ve mütefekkirlerin tarih
sahnesini terk eden devlet ve milletlerin bu duruma kötü ahlâkları yüzünden
düştükleri kanaatine sahip olmaları[1205] ahlâkî olarak iyi olunan zamanlarda problem teşkil etmezken
ahlâkî bozulmanın yaşandığı son dönemlerde aynı zamanda inkıraz fikrini
kabullenmeyi de beraberinde getirecektir. Buna karşılık tarihin işleyişine dair
ahkâmın kullanımında son dönemle birlikte insan mesuliyetine vurgu yapan
ayetler daha ön plana çıkacak ve tarihî mirasta da göz ardı edilen ümmetlerin
eceli meselesi daha merkezi bir hal alacaktır. Beka fikrini dinî bir zemin
üzerinden inşa eden Osmanlı zihin dünyası için İbn Haldun’a itirazlar şeklinde,
devamlılık için merkeze alınan devlet-i ebed-müddet fikri, bu kopuşla birlikte
yerini kavimler ve fikirlerin nöbetleşe değişimi fikrine bırakacaktır.[1206] Aynı
zamanda ittihâd-ı İslâm düşüncesinin de bir aksülameli olan bu bakış açısı,
bekayı devletle sınırlı olmaktan çıkarıp ümmetle alakalı hale getirecektir.
Sünnetullah demek aynı zamanda Osmanlı ulema ve
mütefekkirlerinin değişimi ve şartlarını konuşmaları demektir. Sünnetullah
kavramının son dönem Osmanlı düşünürleri arasında tedavülde olmasının hem
batının icbarıyla hem de kendi cemiyetinin pratik ihtiyaçlarıyla doğrudan
alakası vardır.[1207] Allah’ın
hayata dair kanunlarını Sünnetullah olarak gören ulema ve mütefekkirlerin zihinlerinde
devletlerin tekâmül ve inkıraz halleri ile ilgili âlemde mevcut işleyiş
zaviyesinden Osmanlı’nın hali ortadadır.[1208] Sünnetullah kavramı ile
ahlâkî-içtimâî eserlerde, İslâm tarihinde de mevcut olan bir gayret, çaba,
hazırlık ameliyesinin lüzumuna dair izahlar yapılırken Müslümanlara da mevcut
durumundan kurtulmak için Sünnetullaha uymak şart koşulacaktır. Bir taraftan
milletlerin ve ümmetin kurtuluşu için bu işleyişin kaçınılmazlığı fikri
işlenirken[1209] diğer
taraftan “ve en-leyse li’l-insâni illâ mâ-seâ” ayeti etrafında işlenen fikir ve
müsaade edilen hissiyat, çalışma fikri üzerinden insan iradesine yapılan
vurguyla desteklenecektir.[1210]
Modern İslâm düşüncesinin önemli bir açıklama biçimi olarak
tercih ettiği Sünnetullah kavramı, İslâm dünyasının niçin geri kaldığı sorusuna
cevap olarak verilecek ve örtük olarak bütün meselelerde mevcut olan “niçin
geri kaldık?” sorusuna verilen cevaplar İslâm dünyasının ve Müslümanların
Allah’ın hayatın işleyişine dair koyduğu birçok içtimâî-ahlâkî kanuna
uymamalarının neticesi olduğu etrafında döner.[1211] Özellikle II. Abdülhamid
idaresiyle ilgili olarak siyasî bir muhteva kazanan bu durum, kitleleri başka
suçlu aramaktan alıkoymakta ve bütün olup bitenleri Sünnetullahın ihlali olarak
göstermektedir.[1212] Buna
göre irade meselesi çerçevesinde baktığımızda kadere yanlış mana vererek
insanın sorumluluğunu unutup her şeyi Allah’tan beklemekle hayata dair câri
olan kanunların hilafına hareket edilmiştir.
Allah’ın insanlık camiası için koyduğu “herkesin layık
olduğu şekilde idare olunacağı” düsturu siyasî bir mana olmaktan çıkıp
mesuliyet zaviyesinden insanlara mevkilerini hatırlatan bir konuma gelecektir.[1213] Doğrudan
müdahale fikri yerine sebepler üzerinden başvurulan bu izahlar ilginç yorumlara
da yol açacaktır. Tevfik Fikret’in II. Abdülhamid idaresi için Allah’tan
beklediği yardımı Allah’ın sünneti gereği dolaylı yoldan verdiğini ifade
ederken Mehmet Ali Aynî’nin doğrudan müdahale fikrinin yanlışlığını ve
imkânsızlığını ortaya koyduğu satırlar her iki tavrı da açıklayıcı
niteliktedir.[1214]
Sünnetullah kavramı Kur’an-ı Azimü’ş-Şân’da daha çok
Allah’ın azgın kulları hakkındaki azab ve gazabını anlatmak için kullanılan ve
daha çok dini bir muhtevaya sahip bir kavramdır. Fakat son dönem metinlerinde
karşılaştığımız Sünnetullah kavramının mana ve mefhumunun nerelere kadar
uzandığı aynı zamanda modernleşmenin dini zihniyet ve dili ne kadar
değiştirdiğini de göstermesi açısından ibretliktir. Bu gidiş gelişlerin
ayrıntısına geçmeden önce kaderin Sünnetullah olarak anlaşılması meselesine
değinelim. Eş’arîleri irade meselesinin toplumsal boyutunu ihmalle suçlayan
Seyyid Bey, kaderin tarifini Sünnetullahla aynileştirerek kendi düşüncesine
geniş bir hareket alanı açmaktadır. Buna göre kaderi maddi manevi her hadisede
cari olan sebepler zinciri olarak açıklarken bunu kanun-i ilahîye oradan da
Sünnetullaha bağlamaktadır.[1215] Bu
telakkinin normal şekilde sebeplere başvurmayı gerekli gören genel telakkiden
ayrılan tarafları vardır.[1216] Zira
Râzî’nin “Allah murad etmediği şey için sebepleri yaratmaz” murad ettiği şey
için sebepleri yaratırsa o şey vukua gelir düsturu ile açıkladığı ve Cevdet
Paşa’nın tarihin işleyişine dair mevzu ettiği bu ilişki, Eş’arî düşüncenin
tadili olarak sebepleri ilk müsebbibe bağlayan anlayışın daha pratik cephesine
dek düşmektedir. Allah’ın iradesi ve kudreti merkezli bir bakış açısının
neticesi olan bu tavır, “sebepleri Allah’ın yaratması” meselesinden “Allah’ın
sebepleri kul için kolay ve mümkün kılması” şeklinde ayrı bir ifade biçimine
dönüşmüştür.[1217]
Modernleşme döneminde Allah-kul ilişkisi mekanik bir yapıya dönüştürülünce
mesele insan iradesinin merkezi bir role bürüneceği bir hale dönüşecektir.
Seyyid Bey’in; “ef’al-i ihtiyariyenin sebebini hariçte tahakkuk ettirmek
insanın elindedir” hükmünü vermesi değişen insan telakkisinin tarihi mirasla
irtibatını kurma çabasıdır.[1218]
Burada temel vurgu uzun yıllara yayılan bir süre zarfında
insanların zihninde oluşmuş ümitsizlik ve yeis halinin terki meselesidir.[1219] Kaderle
ihticac edip bu durumu bir kader olarak görmenin imkânı olmadığı fikri yaygın
bir kanaattir. Kelâm kitaplarına da akseden bu kaygının irade, kaza ve kader
meselelerinin mevzu edildiği her metinde vurgulandığı görülmektedir:
“Din-i
Mübin-i İslâm ile mütedeyyin ve mezheb-i hak Ehl-i Sünnet’e salik olanlar ise
insanların ef âl ve a'mâlının kudret-i kadîme-i İlâhiyye ile hâlk ve icâdı
insanların kesb ve ihtiyarları ve irade-i cüz’iyyeleri, yani kendilerine mevdu'
bulunan irade-i külliye-i hâdiseyi, kudret-i külliye-i hâdiseyi sarf ve
isti'malleriyle meşrut bulunduğunu ve kesb ve ihtiyarları ve sa'y u amelleri
bulunmadan ef âl ve amellerini Halık-ı Hakîm icad etmeyeceğini, şartsız meşrut
ve sebepsiz müsebbeb vücûd bulamayacağını, tezevvüc etmeden velede intizar ve
zer' etmeden hasada hazırlamak muhâl-ı âdî, abes olduğunu ve sa'y u amel ile de
mukadder olduğu derece müstefıd olacağını itikad ettiklerinden sa'y u amele
devam ile ve sa'y u amelde noksan etmemekle beraber sa'y u amellerinin
semeresini eltaf-ı İlâhiyeden beklerler. Sa'y u amelleri vazifelerini bilirler.
Sa'y u amel vazifelerinden asla feragat etmezler. Allah takdir eder, kul tedbir
eder dahi tedbirde ihmal edip de takdire bühtan etmemelidir. Meşhur kavillerini
tekrar ederler. Vaki' olmuş, vuku’ bulacak bütün umûra ilmi muhit olan Hâlık-ı
kâinatın ibaddan kesb ve ihtiyarları sa'y u amelleriyle südûr edecek mahsûl ve
ma'mullerine ezeldeki ilim ve takdiri, ibadın amellerinde mecbur olmalarını
icab etmeyeceğini de bilirler. Bize mukadder olan bizi bulur sözüyle, sa'y u
amellerini terketmezler. Hülâsa edyan itlakıyla, mezheb-i Ehl-i Sünnet
hususuyla zannettikleri gibi mezheb-i cebir değildir. Mezheb-i cebre lazım
gelen ta'nlar, zemler umum edyana, hususuyla mezheb-i Ehl-i Sünnete lazım
gelmez.”[1220]
İrade hürriyeti etrafında şahsî olarak dile getirilen bu
mesele yeni dönemle birlikte umuma teşmil edilen bir düstura dönüşmüştür.
Kelâmî eserlerde, itikadi-ahlâkî risalelerde ve dergi yazılarında meselenin bu
yönde işlenmesi hatta cebri telakkiye uzanabilecek bir tavır ve dil benimseyen
zevat nezdinde de kaderle ihticaca karşı çıkış meselenin içtimâî karakteriyle
alakalıdır.[1221] Devletin
ve milletin bekası söz konusu olduğunda bu şekilde bir yol ve usül takip ederek
meselenin kader olarak telakki edilmesi kesinlikle reddedilmiştir. Burada
meselenin şahsi ve içtimâî cephesinin farklılaştığı yere intikal edildiği
görülür.
Özellikle Yeni Osmanlılar’ın politik mücadelesi zamanında
şekillenen bu dilin daha sonraki dönemde dini bir muhtevaya bürünerek
İslâmcıların ve bütün dönemin ortak kanaati haline gelmiştir.[1222] Kaleme
aldığı şiirler ve bütün bu süreç boyunca takındığı tavırla ve irade meselesi
ile irtibatlı yazıp çizdikleriyle Mehmet Akif’in imanlı, mücadeleci kimliği
şahsıyla ilgili hissiyatı söz konusu olduğunda rahatlıkla bedbin bir hale
dönüşebiliyordu.[1223] Bunun sebeplerinin
arandığı yerlerden biri de Fransız tarzı bohem bir edebiyatın roman, şiir ve
bir zevk olarak bizim dünyamıza yerleşmesi ve bu mirasın memleketin içinde
bulunduğu durumla imtizaç etmesidir. Fakat bütün bu tavır alışlar iki yönlü bir
netice doğurmuştur. Buna göre bir grup tamamen mekanik bir yapı ile meseleleri
çözmeyi arzularken bu mekanik yapıyı Sünnetullah üzerinden delillendirmeye
kalkmışlardır. İkinci grup ise dinin geri bırakıcı olduğuna ikna olup tamamen
materyalist ve pozitivist bir ilerleme fikrine kapılmışlardır. Bu garabete
dikkat çeken Seyyid Abdullah Cemaleddin Efendi, birinci grubun tavrının
maneviyatı ve vasıtayı ortadan kaldırarak insanı yalnız bıraktığı
kanaatindedir. Meşrutiyet öncesi yapılan bu yorum giderek tesirini
yitirecektir.[1224]
Kaderin Sünnetullahla aynileştirilmesi, dönemdeki irade
meselesinin Mâturîdî- Mu’tezilî çizgiye kayan irade-i cüz’iyye kavramının
içtimâî hayata uygulanmış şekli olan bir kader anlayışını ifade etmek için
başvurulmaktadır. Nasıl kişi yaptıklarında mesul ve muhayyer ise bunun muadili
olan toplum da-burada Müslümanlardır- kendi hür iradesini kullanarak mevcut
durumu aşabilecek ve geleceğini tayin edecek bir çaba içine girmelidir. Burada
toplumun kendi mukadderatına sahip çıkması gerektiği şeklindeki temel vurgunun
Sünnetullah kavramı üzerinden de yapıldığını görüyoruz. Fakat meselenin diğer
bir vechesine baktığımızda Sünnetullah kavramında mündemiç olan tabiatın
işleyişi ile ilgili mananın içtimâî hayata uygulanmasının ne tür mahzurlar
doğurduğuna bakmak modernleşmenin karekterini anlamak adına da önemlidir.
Kainatta cari olan Sünnetullahın hayata da teşmil edilip
asla değişiklik kabul etmeyeceği yönündeki ısrar aynı zamanda farklı bir
işleyişe kapı aralamaktadır.[1225] Sünnetullah’ın
değişiklik kabul etmemesi fikrini tekâmül nazariyesinden destekleri de
ayetlerden alanların açtığı vadide Sünnetullah adı altında tekâmül nazariyesine
muvafık bir kader ve hayat telakkisinin güç-hak arasında düştüğü ikilem en
esaslı meselelerdendir.[1226]
İçtimâî hayata intikal edildiğinde farklı bir işleyişin
idrakinde olanlar için ahlâkın da bu işleyişe dayandırılması zorunlu hale
gelmiştir. Toplumun değişmesi için sebepler zincirini bir realite olarak kabul
edenler için mevcut işleyiş ve halet-i ruhiye ciddi bir handikaptır.[1227] Sünnetullah’ın
mekanik bir işleyiş olması düşüncesinin yanlışlığını fark edenler Allah’ın
koymuş olduğu düzeni Allah’ın kudreti istikametinde anlama niyetini daha bariz
savunur hale geleceklerdir. Nitekim devletin bekası ve bu kurtuluşun ani ve
acil değişmelere imkânı gerektirecek olması bu işleyişin aynen kabulünü zora
sokmaktadır. İbn Haldun nazariyesinde istisnalar yapıldığı gibi burada da
istisnalara gidilmekte ve imkân aranmaktadır.[1228]
Allah’ın kullarına nimet verirken tercih ettiği ve hayatta
cari olan işleyişin esbaba başvuranlar Allah’a bir vücûb yüklediği şeklindeki
telakkinin Mu’tezilî prensiple uyuştuğu ortadadır. Bu dilin yanlışlığını ilim
ve hikmet üzerinden Mâturîdî bir tarzda reddetmek ulemanın ulaştığı yegâne
çözümdür.[1229] Tabiî
ki bu işleyişin dilini bilmek ve ondan müstefid olabilmek için bir ahlâkî
istikamet tutturmayı gerektirir. Burada dönemde yaygın olan ahlâkî eleştirilere
hak verirken diğer taraftan Sünnetullahı iradetullah üzerinden tekrar Allah’a
döndürmek ve meseleyi ahlâkî istikamet noktasından izaha kalkışmak mekanik bir
yapının ahlâki bir izahından öte hikmeti merkeze alan bir açıklama biçimidir.
İnsanın sadece aklını rehber edinerek bir ilahî kanunlar manzumesi üzerinden
kendi işleyişini tesbit ve tayin etmesi fikrinin ahlâkî bir karşılığı yoktur.[1230]
“Bir millet kendinde olanı değiştirmedikçe Allah da onları
değiştirmez” ayetini merkeze almak insanın fiillerinin kendi yapıp etmesinin
neticesi olmasının içtimâî bir tezahürüdür. Modern döneme kadar İslâm
toplumlarının sorumluluk düzeyinde meseleyi bu şekilde vazettiklerine dair
sarih nakillerden haberdar değiliz. Burada dikkati çeken en bariz hususiyet
toplumun irade sahibi olarak telakki edilmesi ve toplumdan iradesini
kullanmasını isteyen bir dilin gelişmesi söz konusudur. Hürriyetin ve iradenin bu
cephesi İslâm tarih tecrübesi için yeni bir şeydir. Özellikle Hoca Kadri’nin
dini muhtevası yoğun yazılarında II. Abdülhamid’e karşı arzulanan isyanın
gerçekleşmesi için geniş kitleleri bu işe sevk kasdıyla kaleme alınan ve
hilafet, iman, emr-i bi’l-maruf prensibi etrafında insanların kendi kaderlerine
kendilerinin sahip çıkması gerektiği düşüncesinin telkin edildiği bir süreç
içtimâî iradenin öncelikle siyasî muhalefet çerçevesinde kurulmaya başladığını
göstermektedir. Kavramın muhtevasının genişletilerek hükümetin siyasetinin
nasıl olması gerektiğinin de Sünnetullah kavramı üzerinden açıklanabildiği ve
hürriyet karşıtı olarak görülen II. Abdülhamid idaresinin bu tutumuna
Sünnetullahın neticeleri üzerinden karşı çıkılmaktadır.[1231] Bu
siyasî muhtevalı içtimâî irade çağrılarının II. Meşrutiyetle birlikte siyasî
iradenin uzağında içtimâî faydalar uğrunda vatan ve millet yolunda sarf
edilmesi gayretleri görünmektedir. Fakat Jön-Türklerden beri siyasî muhtevası
yoğun olan bu çağrı gerek Balkan Harbi münasebetiyle gerek I. Cihan Harbi
boyunca kendini kurtarma düşüncesine yoğunlaşmaktadır. Bu mesele geniş manada
Müslümanların çalışıp terakki etmelerinin kendi üzerlerine bir vazife olduğu
fikrinin geniş şekilde ümmete teşmil edilmesi ile alakalıdır. Müslümanların geri
kalmalarının ve düşman zulmüne uğramalarının sebebi olarak kendi yapıp
ettiklerinin merkeze çekilmesi hem
Müslümanlara sorumluluk kazandırdığı gibi hem de
Müslümanların zihinlerinde Allah’la ve dinleriyle ilgili oluşabilecek
istifhamlara yönelikti. Burada takdir-i ilahîyenin devreye girerek mevcut
durumu açıklamasının karşısında durulduğu görülmektedir.[1232]
İnsan iradesinin merkezi konuma gelmesinin başat sebebi
Müslümanlara devletin/dinin ve bir sonraki halkada bütün İslâm aleminin
kurtuluşu için her türlü gayreti göstermeye mecbur ve mesul olduklarını izah
etme gayretidir. Bu durumda mesuliyet fikrinin ve hürriyet düşüncesinin
temellendirilmesi ahlâkî bir zorunluluk halini alıyordu. Bu ahlâkî zorunluluğun
temelinde yatan saik hiç şüphesiz Müslümanların İslâm alemini, devleti
kurtaracak bir çabaya girişmeleri gerektiğinin anlaşılması düşüncesidir. Ahlâkî
mesuliyet insanı ihtiyar sahibi yaparak temellendirilebilirdi. Nitekim bu
temellendirmenin yapılamadığı yerde mesuliyetten, mesuliyetin olmadığı bir
yerde İslâm dünyasının geleceğinden, din ve devletin bekasından bahsetmek
mümkün değildir. Hürriyet fikri ise bu mesuliyeti paylaşmak demektir.[1233] Bu
irtibatın kurulmasının dinin ayakta kalması neticesini doğuracağı ümidi[1234] hürriyetin
içtimâî hayatta başı-bozukluğa yol açma tehlikesinin önüne geçip insanları
gelecekle ilgili sorumlulukları paylaşmaya da ikna edecekti. Ulema ve
İslâmcılarda dinin ayakta kalmasına yönelik olan çözüm teklifleri II.
Abdülhamid devrinde muhalefet yapmanın ve saadete erişmenin yani devletin ve
milletin kurtulması adı altında gerçekleşiyordu.[1235] Hatta
yaptığı irade yorumlarıyla felsefi olarak cebr fikrine yakın duran Ferid Kam,
söz konusu meselede gayretten uzaklaşmayı küfürle karşılamaktadır: “Esbâba
tevessülden keff-i yed ederek kûşe-i atâletde oturmak hezeyân-ı mahz, belki
cebre vardığı için küfürdür.”[1236]
Meselenin içtimâî karaktere büründüğü durumlarda ulema ve
İslâmcıların olabildiğince hür irade taraftarı oldukları görülmektedir.[1237] Bunun
asıl sebebi insanların mesuliyetlerini fark ederek bir çaba içine girmeleri
arzusudur. Bu gayeyle bütün ahlâkî kavramlar bu iradenin gösterilmesi üzerinden
tanımlanmaktaydı. İçtimâî-ahlâkî kavramlar üzerinden yürütülen irade
tartışmalarının daha pratik bir anlamı; bir insanın kendi yapıp ettiklerinin
neticesi olan şeylerle karşılaşacağı ile ilgili hükmün bir millet kendini
değiştirmedikçe Allah onu değiştirmez fikrine ulaşmak, diğer taraftan da bu
değişimi yaşamazlarsa yok olacaklarını anlatma gayretidir. Bu yok oluşun önüne
geçmek için yapmaları gerekenleri sıralamak ve benimsetmek gerekiyordu. Bundan
daha önemli bir şey vardı o da; Millete ve ümmete kendilerine sahip çıkacak bir
merciin olmadığını örtülü veya açık bir şekilde anlatmaktı.[1238] Bütün
bu kavram tartışmalarının altında yatan şey, ümmeti-devleti koruyacak bir
sultanın ve ulemanın olmadığını zımmî olarak söylemekti. Bu çerçevede bütün
içtimâî-ahlâkî kavramlar kitleleri mesul kılacak şekilde tanımlanacaktır.[1239]
II. Meşrutiyet’le birlikte meydana gelen iktidar
değişikliği II. Abdülhamid idaresi sonrasında halkın sorumluluğu paylaşma
fikriyle çalışmalarını arzulamıştır. Bu arzu, iktidar değişikliğini isteyen
kesimlerin memleketin kurtuluşuna katılımı sağlamak için bu içtimâî-ahlâkî
kavramların yanlış telakkisinden doğru kavranmasına ve bunun neticesinde de halkın
geniş katılımını sağlama amacına yönelik olarak iradenin bu tür bir yorumunu
destekleyen vaaz, hutbe ve yazılara ağırlık vermişlerdir. İttihat Terakki’nin
hazırlattığı vaazlarda ve bu fikre mukarîn olan isimlerin kaleme aldığı
yazılarda II. Abdülhamit sonrası insanların kendi mukadderatlarına sahip
çıkmaları fikri üzerinden dini referansları bol birçok metin halkı
ahlâkî-içtimâî sorumluluğa katılmaya ikna etme derdindedir. Jön-Türklerle
beraber devlete ve millete rağmen devlet ve milletin mukadderatına sahip çıkma
eğilimi devlet ve din geleneği içerisinde karşılaşılmadığı şekilde kendine yer
bulmuştur. Bu temayül II. Meşrutiyet’le birlikte iktidarı da zora sokmayacak
şekilde mesuliyet fikriyle çalışma ve bu çalışmanın varlık- yokluk
mücadelesiyle münasebeti ve dünyevî vechesinin ehemmiyeti üzerinden cereyan
etmektedir.[1240] Nitekim
bu vurgu meselenin dünyevîleşmesi için mühim bir basamak olacaktır.
Müslümanlara kendi geleceklerine kendilerinin sahip çıkacağı ile ilgili içtimâî
bir irade tevcih eden telakkinin güçlü şekilde vurgulanması özellikle İttihat
Terakki iktidarı ile alakalıdır. Bu fikriyatla irtibatlı olanların içtimâî
iradeye yaptıkları vurgunun ilim ve çalışma ile sınırlandırılması aynı zamanda
iktidar ilişkilerini de açıklar bir karakterdedir ve hürriyetin ve iradenin ne
şekilde kullanılacağına dair resmi sayılabilecek bir telkindir.[1241]
“Sebeplere başvurmak, tedbir almak, kuvvet hazırlamak bu
gidişatı durdurabilir mi?” sorusunun ulema ve mütefekkirlerin zihnini meşgul
ettiği ortadadır. Daha da öteye gidildiğinde “bu sonuç kader midir?” sorusunun
gerek Jön-Türkler gerek sonraki dönem İslâmcıları arasında bulduğu cevabın
muhataplarını meseleyi kavramaktan uzak bıraktığı söylenebilir. Kendi şahsî
hayatları ve iç dünyaları söz konusu olduğunda takındıkları tavır oldukça
farklı olmasına rağmen tutturulan aktivist tavır gerek gidişata ve gerek
vaziyetin alacağı hale açılan kapıdır. Buna rağmen İslâmiyet’in vazettiği kaza
ve kader anlayışına ram olanlar, bütün çabaların neticesinde felah ve bekanın
sağlanacağı yönünde kesin bir üslup tutturmaktan sakınır. Bu, bütün
tartışmaların üzerinde akan bir inancın tezahürüdür. İnsanların daha genel
olarak milletin neticeyi kabullenmesi zaviyesinden meseleye bakanlar tamamen
insanı bu süreçte sorumlu olmaya davet etmekten öte bir şey teklif
etmemişlerdir. Bütün çabaları da hülasa edebilecek bir hükmü tarih anlayışını
da ihtiva eden ve en nihayetinde Allahına bağlılığı birinci düstur ittihaz
edinmiş bir coğrafyanın insanlarının bakışını hülasa edecek çerçeve
Hersekli’nin şu sözlerinde mündemiçtir:
“Şu içinde bulunduğumuz âlem âlem-i imkândır. Husuli icâb
etdirecek esbâb istihdâr edilince her şey mümkündür. Uluvv-u himmet ve ma’rifet
neler vücuda getirir o muhâldir o mümkündür dememeli suri ve ma’nevi kesb-i
kemâlât ile terakkiyâta sa’y etmelidir.”[1242]
Halet-i ruhiyenin ne tarafa meylettiği meselesinden
bağımsız olarak tebarüz eden bir başka husus daha vardı. O da gerek terakki ve
tekâmül fikrinin gerek zecri baskıların doğurduğu halet-i ruhiyenin neticesi
olarak herkes için müsellem olan bir mehaz olacaktır: Kuvvetli olmak.[1243]
İçtimâî-ahlâkî kavramların irade ve kader meselesinin mütemmim bir cüzü olarak
okutan bu telakki, ahlâkî kavramları dahi meşruluğu mahiyetini belirler hale
gelecektir. Özellikle azim, sa’y u amel, sa’y u gayret, idad-ı kuvvet fikirleri
gücü merkeze alan bir ahlâkî telakkiyi de beraberinde getirecek ve devletin ve
ümmetin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş reçetesi olarak kuvvete yapılan
vurgu kuvvet-ahlâk ilişkisini adalet zemininden koparacaktır.[1244] Özellikle
güce ulaşma yollarının aynı zamanda toplumu ifsat eden yollar da olabileceği
ihtimali dikkaten kaçmış ve klâsik yapı içinde yerilmiş olan usul ve anlayışlar
herhangi bir tahlile tabi tutulmamıştır.
Özellikle Batı ahlâkına mesafeli duran İslâmcıların II. Meşrutiyet
ortamında hürriyetle ilgili yaptıkları izahlar dışında ahlâkî kavramlarla
ilgili ciddi tahlillere başvurmaması güç fikirinin sağlıksız bir şekilde
toplumda yerleşmesine sebep olmuştur. Çalışmak, servet biriktirmek, kuvvet
sahibi olmak, tevekkül, sabır, fakr gibi içtimâî hayatın dengesini muhafaza
eden kavramların birbirleri aleyhine ölçüsüz şekilde anlam kaymalarına sebep
olacak bu tavır dini olanın ehemmiyetini de ortadan kaldıracak bir aşamaya
geçişe yardımcı olacaklardır.
Aslolanın kafir-Müslüman devlet ayrımı değil adil-zalim
devlet ayrımı olduğu fikrinde tebcil edilen adaletin modern dönemde kuvvet
manası kazanması, bir müddet sonra dinle ve dinî olanla çözüm arayışlarının
sadece ulema ve İslâmcılar için bir seçenek olarak kalacağını göstermektedir.
Mesela Musa Cârullah’ın bütün hüküm ve kanunları şeriat ve hulafa-i raşidin
devrinden teşkil etme teklifine karşı çıkan Zeki Velîdi, İbn Haldun’dan
hareketle dini ve dünyevî olanı ayırdıktan sonra dinin tek başına bir işe
yaramadığını anlatmak için Buhara ve Hive hanlıklarını ve başına gelenleri
misal getirir:
“Hâlbuki
Buhârâ’nın dervişlerle barbar bağırarak tesbih çekip gezen Şah Murâd Hanları
vardı. Orada namazı terk etmiş adamların darağacında sallandıkları görülmemiş
bir şey değildi.”[1245]
Osmanlı modernleşmesinin bilgi-ahlâk ilişkisinde giderek
bilgi yönünde bilinçli bir tercihte bulunduğunu ifade eden Said Halim Paşa bu
yönüyle meseleyi çok öceden görmüştür.[1246] Bu
tercihi yapanların ahlâkı tamamen dışladıklarından söz edilemez. Ahlâkın insanı
sorumlu ve aktif kılacak şekilde dönemin icbarları mucibince zorlandığını bir
taraftan müşahede ederken diğer taraftan sonuçlarıyla anlaşılabilecek yeni
bilgi ve teknolojinin kullanımına dair ahlâkî kaygıların göz ardı edildiği
vakasıyla karşı karşıyayız. İçtima-ahlâkî kavramların bu şekilde kullanımını
giderek Modern
Türkiye’ye miras kalacak ve birçok şeyin meşruluğu ve
müsbetliğinin aracı olan bu fikrin insan-Allah ilişkisinde açtığı rahneler bir
tarafa karşı güç olarak kabul edilen Batı’nın üstünlüğünü bütün alanlarda
kabullenmeyi kolaylaştıracaktır.
1.
Tekâmül ve Terakki: Bir Millet Kendinde Olanı
Değiştirmedikçe Allah Onları Değiştirmez
Değişim, Sünnetullah olarak tespit edilen adımları takip
etmekten geçmektedir. Allah, bu tekâmül ve terakkinin gerçekleşebilmesi için
koyduğu belli kuralları[1247] herhangi bir şekilde-mucizeler hariç- bozmaz.[1248] İrade
meselesinin tekvini şeriat üzerinden cereyan ettiğini söyleyen Modernist
telakkiye göre Müslümanların terakkisi için bu kanunlara uymak zorunludur.
Zikrettiğimiz gibi bu kanunlar, Avrupa’nın medeniyet olarak algılanan yapıya
ulaşma keyfiyetini belirleyen ilkelerdir.[1249] Bu sebeple insanın kendini
bu Sünnetullaha uygun olarak düzeltmesi gerekmektedir. Allah’ın “bir kavim
kendini değiştirmedikçe o kavmi değiştirmeyeceği” fikri[1250] değişim çabalarının merkezine yerleştirilerek değişimin
istikametini meşrulaştırıcı en önemli meşruiyet aracı olacaktır.
Klâsik müdevvenatta Osmanlı ıslah ve nizam arayışları
çerçevesinde gündeme gelen bu ayetin ve ayet üzerinden kurgulanan mananın devre
ve şartlara göre değişim göstermesi ahkâmın modern kullanımı karşısında
dikkatli olmayı gerektirir. Mesela Osmanlı’nın ihtişamlı devirlerine tanıklık
etmiş bir müellif, ehliyetsiz kimselerin makam ve mevkii sahibi yapılmasıyla ve
idarî aksaklıklarla alakalı olarak bu ayeti merkeze çeker ve ayeti bozulma
manası üzerinden ele alır.[1251]
Modernleşme döneminde ise ayet, insanları harekete geçirmek arzusuyla
geçmişteki kullanımından farklı şekilde bozulma değil düzelme manasına alınır.[1252] Adaletin,
ahlâkın ve liyakatin yerine terakki ve tekâmül fikirleri almış ve her şey
toplumun faydasına râci olarak anlaşılma yoluna gidilmiştir:
“Buna
göre ancak nâsa nâfi’ olan bir şey yeryüzünde bâki olabilir. Filhakika her
şeyde aranılan gâye menfaat-i âmmedir ve bunu temin etmeyen ahkâmın hakk-ı bekâ
ve hayâtı yoktur.”[1253]
Burada mihverin ne kar değiştiğini izah etmeye lüzum
yoktur. Ferd ve toplum faydası gibi oldukça muğlak bulunan şeylerin bir varlık
şartı olarak takdimi Sünnetullahın nerelere vardığını ve toplumun bir varlık
olarak merkezileştiğini göstermesi açısından dikkat çekicidir.[1254] Hatta
burada mesele akıl-nakil çatışmasına intikal etmekte ve cari olan tekâmül
kanunlarıyla Allah’ın vazettiği kanunlar arasında herhangi bir tenakuz zuhur
ederse yapılacak şeyin insanların faydası adı altında bu genel tekâmül
kaidelerine uydurmak olacağına dair kanaatler vardır.[1255]
Sünnetullaha muvafıklık fikrinin yerini Sünnetullah olarak
anlaşılması arzu edilen medeniyet, fen, ilim, terakki gibi kavramlarla ifade
edilen batı düşünce ve ahlâkının alması, İslâmiyet’in doğru ve yanlışın
belirleyicisi olduğu fikrinin içini boşaltmak demektir. Özellikle tekâmül
fikrinin menşei olan Darvinist telakkinin tekâmüle yüklediği manada herhangi
bir ahlâkî normun olmaması ve aslolanın türün devamı ve güçlülerin ayakta
kalması mantığının hakim olduğu göz önünde bulundurulursa Sünnetullah denilen
kanunların İslâm Tarihinde sahip olduğu mananın tamamen ahlâkî bir düzlemde
yükseldiği gerçeğiyle taban tabana zıttır. Fakat İslâmcıların meseleye sahip
çıkmalarının arkasında yatan bir saik vardır. Zira asırlara varan dönemde vuku
bulan bozulmanın, gerilemenin müsebbibi olarak ahlâkî problemleri ve şeriatı
yaşamamayı görmek dinin, ahlâkın savunulması için sağlam bir zemin tesis etmek
manasına gelir. Tanzimat Fermanı’nda makes bulan bu kabul[1256] ve
modernleşme boyunca birçok ameliyenin bu prensibe yaslanarak, şeriatın
muradının yapılmak istenen olduğunu iddia ederek meydana getirilen telakki
İslâmcıları bu fikre yakın kılmıştır:
“Şu halde bir müslümanın hayatta ve hayat-ı ictimâiyede
takip edeceği gayenin tekâmül ve teâli olması lazım gelir ve ancak böyle bir
tekâmül ile bugün dünden daha hayırlı ve fâideli olur.”[1257]
Batıcıların kolaylıkla benimsedikleri[1258]
İslâmcıların ve ulemanın zımnen kabul etikleri bu tekâmül anlayışı bütün
meseleleri ele alırken hem psikolojik bir zemin hem de bir usul ortaya
koyuyordu. Nitekim bu fikir bir taraftan Avrupa’daki mevcut medeniyetin
ulaşılması gereken son nokta olmadığı ile ilgili İslâmcılar ve ulemadan
yükselecek ahlâkî itirazlarla birleşme istidadına sahipti.[1259] Özellikle
çalışma, gayret, Allah’ın yalnız çalışana vereceği ve bunların da mevcut
medeniyet denilen şeyleri yapmak ve uygulamakla olacağı şeklindeki inançla
birleşince tekâmül fikri cazip hale geliyor, müminin yitik malı olarak
meşruiyet kazanıyordu.[1260] Terakki
ve tekâmülün “emr-i kahhâr-ı ilâhi” olarak takdim edilmesi mevcut telakkilerin
dini veya felsefi olarak karşı çıkılmasını imkânsız hale getirmekteydi.[1261]
Kader meselesinin tartışılmasında örtük biçimde de olsa
mevcut bulunan; Allah’ın Müslümanları bu keferelere karşı korumasının gerekli
olup olmadığı, Allah bu Müslümanları bırakıp da bütün bu güzellikleri niçin
kâfirlere verdiği, Allah’ın takdirinin Müslümanların yanında olması gerekip
gerekmediği sorularıdır. Metinlerde milleti değiştirmek ve neticede milleti
kurtarmak fikriyle sa’y u amel çağrıları bu işin mümkün olduğu esasına dayanır.[1262] Başımıza
gelen şeylerin kendi kusurumuz neticesinde olduğu gerçeği hem büyük bir
savunmayı hem de büyük bir imkânı barındırmaktadır. Zira Müslümanın dinle,
İslâm’la ilgili olarak zihninde oluşabilecek istifhamları aşacak bu ameliyenin
yanı başına bu işlerin çalışarak ve çabalayarak olabileceği fikrini
yerleştirir. Musa Kazım ve Elmalılı Hamdi gibi zevâtın kuvvetle ve ısrarla
dillendirdikleri Japonya imgesi bu işin olabilirliği ile ilgili en mühim
karînelerdendir.[1263]
Seyyid Bey, “her millet kendi mukadderatına hakim
olmalıdır” demek; “her millet şu zikr olunan esbab-ı ikbal ve idbardan her
hangisini dilerse kendisi ona tevessül etmelidir demektir” fikrindedir:[1264]
“Hakikaten
de fertler de milletler de mukadderâtını kendi tayin eder. Çünkü herhangi bir
zevat, herhangi bir işe sülûkunda o işin esbâbına tevessül ederse hârici bir
mani’ bulunmadığı surette her halde o iş ve o vücuda gelir çünkü onun bu
suretle husule gelmesi
Takdir-i
İlâhidir. Esbâbına tevessül etmezse o iş, o maksat husule gelmez. Bu da
takdir-i ilahidir. O da bu da kaderdir.”[1265]
Müslümanların alacağı tavra göre kaderin şekilleneceğini
ifade eden ve daha çok İkbal’in kaderi ihtimaller olarak gören yorumunu
hatırlatan bu mesuliyet ve hürriyet vurgusu başımıza gelen şeylerin kaderin
zorlamasıyla vuku bulduğuna ilişkin kabülü reddeden bir açıklamadır. Burada
ulemanın genelinde görülen ve oryantalist iddialara cevaplar verilirken de
kullanılan “kaderle ihticâc olunmaz” kaidesinin fevkinde bir mana tasarrufu
bulunmaktadır.[1266]
Siyasî sahada iktidara ortak olmayacak ve iktidar talebi
barındırmayacak şekilde kurtuluş çabalarına ortak edilmek istenen kitlelerin
konumlandırılış biçimi aynı zamanda uhrevî bir zemini de gerekli kılmaktaydı.[1267] Kitlelerin
dünyevî isteklerde bulunmadan sadece fedakarlığa ve çalışmaya yönlendirilmesi
hususunda ulema ve İslâmcıların toplum için ve toplumun geleceği için
çalışmanın dinin emri olduğu yönündeki beyanlarına karşılık batıcıların bu
yönde bir çabası olmamıştır. Devrin sonlarında Said Halim Paşa bu fikri içtimâî
vazife kaidesi üzerinden iyi bir Müslüman tarifinin yanı başına hürriyetin
mütemmim bir cüzü olarak yerleştirir:
“Kendisinin
vazife-i içtimâisi haiz olduğu kuvvâ-i kemâl-i hürriyetle i’mal ve tatbik
sayesinde seviye-i ahlâkiye ve ruhiyyesini beşikten mezara kadar muttasıl
yükselerek tekemmüle olan kabiliyetini tevsi’ etmekten ibarettir.”[1268]
Burada bir diğer problem alanına intikal edilmektedir.
Ferdin gayreti külli işleyişi değiştirebilir mi? Abduh’un karşı çıktığı bu
anlayış aslında dönemde irade kavramına biçilen fonksiyonla da örtüşmez. Küllî
işleyişi değiştirme konusunda istek olarak eksiklik çekmeyen modernist bakış
açısı iddia olarak hem itikadi hem hissi manada geri duracaktır.[1269] Özellikle
eğitim merkezli bir dönüşüm arzulayan Abduh’un genel gidişata ferdin tesir
edemeyeceği ile ilgili kanaati Modernist yorumun realiteyle ne kadar yakın
olduğunu gösterirken diğer taraftan da iradenin Allah’la irtibatının modern
dönemde zayıfladığını göstermektedir.
Bir diğer manaya göre Sünnetullah özellikle içtimâî manada
ele alındığında hayatın işleyişinde mevcut ahkâm-ı ilahiyyenin keşfedilmesidir.
Burada Çağdaş İslâm Düşüncesinin batı bilim ve tekniğini telakki tarzı devreye
girmektedir. Müslümanlar ilerlemek için Allah’ın hayata yönelik olarak koyduğu
düzen ve işleyişi tespit etmekle işe başlamalıdır. Burada bir diğer aşama
olarak bu tesbiti Avrupalılar’ın yaptığı kanaati vardır.[1270] Onların
takip ettiği bu yol, hayata dair Allah’ın koyduğu Sünnetullahı göstermektedir.
Özellikle çalışma üzerinden ve ilim üzerinden yapılan bu istidlal biçimi cari
olan Sünnetullahın batılılarca benimsenmiş şekli olduğu ile ilgili genel kabule
yöneltilen itirazların cılız kaldığı görülmektedir. Said Halim Paşa ve Mustafa
Sabri Efendi gibi bazı istisnalar dışında mevcut yapının neticeleri gerçekten
tahlil edilmeden kabul edilmiş görülmektedir. Metod açıktır: Bu Sünnetullahı
keşfedip tekrar güçlü olmak ve gerilemeyi durdurmak. İçtimâî ve ahlâkî
tezahürleri bir tarafa bu mekanik işleyişi Sosyal Darvinizm ekseninde bir tür
zorunluluk olarak takdim etmek genel bir tavır halini almıştır. Mesela M.
Şemseddin’in organizmalardan başlayıp bunu topluma uyarlaması tam da bu
determinist işleyişin Sünnetullah olarak takdimi ve Sünnetullah kavramının Sosyal
darvinizmle buluşmasının ilginç bir örneğidir.[1271] Bu
anlayışın beslediği bakış açısı Sünnetullah vurgusunu Müslümanın ve genel
olarak halk katmanlarının ahlâkî yapılarına yöneliktir.
Devrin insan telakkisine mâtuf olarak tercih edilen bu
sebepler izahı daha çok Allah’ın dilediği zaman, dilediği şekilde evrene ve
hayata müdahalesinin mekanik bir yapıya kavuşturulması gayreti vardır. Cevdet
Paşa gibi hukukçu kimliği baskın olan Seyyid Bey’in mevcut işleyiş içinde bir
tutamak noktası aradıkları ihtimalinden söz edilebilir. Bu tenkitler, mevcut
durumdaki bozuklukların ve aksaklıkların giderilmesi ve Müslümanların eski
şaşaalı devirlerine geri dönebilmeleri için Allah’ın yardımı ve takdiri gibi
hayatın işleyişine dair Müslüman inancının mütemmimi olan tesir sahalarının
devreye gireceği veya girmesi gerektiği ile ilgili inanç ve kanaatlerine
yönelik itirazlar olarak da okunmaya müsaittir. Aynı zamanda irade ve ihtiyar
fikri etrafında kendine mesuliyet ve vazife yüklenen ferd, sahip olduğu
hürriyetle uzvî temayüllerini aşarak içtimâî bir rol üstlenebilir.[1272]
Burada Sünnetullah vurgusu yapanların karşı karşıya
kaldıkları bir problem vardır. Eğer klâsik metinlerde olduğu gibi sebeb-netice
ilişkisi açısından bir kader anlayışının içtimâî cephesi olarak Sünnetullah kavramına
başvurma gereği duysalar, Eş’arî kader anlayışının tadil edilmiş bir vechesine
denk düşeceklerdir.[1273] Aynı
zamanda modern dönemde bu tarz bir okuma biçimi hürriyet kavramının rengini
verdiği bir insan-merkezli telakkiye muvafık düşmeyecektir. Bu durumda kader
denilen Sünnetullah tabirinden anlaşılan mana bizi, Allah’ın sebep ve neticeler
zinciri şeklinde belirleyip sürecin herhangi bir yerinde müdahil olmadığı ve
İslâm filozoflarının telakkisine yaklaştırdığı bir tanrı anlayışına doğru yol
alacaktır.
Sünnetullah kavramı, bir taraftan Allah’ın hayatı adil
şekilde düzenlediği ile ilgili Mu’tezilî telakkiye çıkarken, diğer taraftan bu
işleyişinin temel parametrelerini Allah’ın belirlediği bir yapıyla insanı karşı
karşıya bıraktığını anlama zorunluluğu getirecektir. Buna göre bütün bu
süreçlerin belirleyicisi Allah olduğu halde süreçlerin işleyişine müdahil
olmaz. Seyyid Bey’de bariz olarak gördüğümüz bu telakki özellikle İslâmcı
çizgiye ait isimlerin içtimâî-ahlâkî metinlerinde daha barizdir. Burada irade-i
küllîyenin genel adet- sünnet çerçevesinde bir işleyişe dâhil edilmesi problemi
ile karşı karşıyayız. Eğer irade-i cüz’iyye tek bir fiil ve davranışla mahdut
ise bu isimlerin savundukları görüşün muhtevası irade açısından ‘kul
fiillerinin hâlıkıdır’ fikrine yakındır. Tabi hilkat açısından bu düşünceyi
savunmaları mümkün olmayan ve kendilerini Ehl-i Sünnet çizgisinde gören bu
isimlerin Mu’tezile’nin hilkat fikrini değil Allah’ın adaleti çerçevesinde
fiilleri yaratma biçimini esas aldıkları ortadadır.[1274] Bu
durum itikadi eserlerde savundukları ve Allah’ı kulun iradesine tabi bir
yaratma memuru pozisyonunda gören telakkiye karşı çıkışlarını içtimâî-ahlâkî
sahada geri almaları anlamına gelmektedir.
Tabi burada ilahî yardımın da Sünnetullahın bir gereği
olarak telakki edildiği ve Allah’ın belirlediği çerçevede gerçekleştiği
şeklinde bir itiraz yükselebilir. Özellikle dua ve çalışma ile ilgili
bahislerde sık sık gördüğümüz bu mukayese, Allah-kul ilişkisinin boyutlarını
oldukça daraltan ve mekanikleştiren bir hale dönüşmesine yol açmıştır.[1275] Bu durum
devletin içinde bulunduğu ahval, terakkinin, sa’y u gayretin varlık ve beka ile
ilgisi üzerine kurulan ve gerçekten klâsik İslâm literatüründe de yerilmiş bir
çalışma ahlâkı, kader ve tevekkül anlayışının mevcudiyetini inkâr etmeyi
gerektirmez. Burada dikkatlerden kaçan husus, meselenin Allah’la kul arasındaki
bir ilişkinin müsavi taraflar arsındaki ilişkiye dönüşme riski taşımasıdır.
Tabiî ki hayatta bir ahlâkî-içtimâî işleyiş vardır ve bu, inkâr edilen bir şey
değildir. Asıl problem, insanın kendi başının çaresine bakmaya kalkışması
problemidir.
2.
Kendinde Olanı Değiştirmek: Tedbir ve İ‘dâd-ı Kuvvet
Mesuliyet duygusuna sahip olan insanın olup bitenlere
seyirci kalmaması fikrinin yanısıra Müslümanın kendinin, devletinin, milletinin
dönemle irtibatlı olarak ümmetin mukadderatına sahip çıkmak için her türlü
fedakârlığı, hazırlığı yapması gerektiğine dair hemen hemen her metinde
rastlayabileceğimiz vurgu irade meselesinin değerlendirilme biçimiyle doğrudan
irtibatlıdır.[1276] Tarih önünde
kaderle ihticac yapmayı kesinlikle reddeden bir anlayışa başvurulurken
Müslümanın her şeyi Allaha bırakan tavrı eleştirilmekte, öbür taraftan olanlara
ve olabileceklere hazır olması, tedbir alması yani sebeplere başvurması
sıklıkla vurgulanmaktadır. Klâsik dönemde özellikle cihad kavramı etrafında
serdedilen fikirler çerçevesinde din ve devletin bekası için, ilâyı
kelimetullah vazifesinin ifası için bu hazırlık fikrine önem verilmiştir.
İdâd-ı kuvvet fikrinin esasını teşkil eden düşmana karşı hazırlık yapmak ve
devletin ve milletin bekası için çalışmak gibi manalar etrafında yeni bir
problemle karşı karşıya kalınıyordu. Düşmanın silahıyla silahlanmak olarak
formüle edilen bu anlayışın bir sonraki aşamasında Batıdan neyi ne kadar
alabiliriz fikrine gelmektedir.
Sünnetullah anlayışı etrafında kulların fiillere teşebbüs
ve tevessülleri neticelerinde Allah’ın o fiili yaratacağı ve bu fiillerin
ahlâkî manaları çerçevesinde Allah’ın bir kavmi veya milleti değiştirmek için
onların tasarruflarını esas alacağı ile ilgili mesuliyeti esas alan bu
tanımlamalar, idâd-ı kuvvete dinî ve ahlâkî bir zemin teşkil etmektedir. Seyyid
Bey’in süreç felsefesini andırır tarzda temellendirdiği ve Allah’ın bütün
sonuçları seçenekler halinde ortaya koyduğu ve bu seçeneklerden hangisine
tevessül edilirse neticesinin kader olacağı ile ilgili teorik izahının pratik
hayata uygulanış biçimine yapılan vurgu idad-ı kuvvettir. Ayrıca idâd-ı
kuvvetin Kur’an’da geçtiği şekliyle[1277] yorumlanmaya
müsait yapısı ilahi emir ve nehiylerin hikmeti meselesini gündeme getirecektir.
Modernist İslâm düşüncesinin ahkâmla ilgili tasarrufta
bulunmak için ortaya attığı makâsıd-ı ilâhiyye tartışmalarını andırır şekilde
“silah”ın değişmesi fikri siyasî ve dünyevî olanın sınırlarını da
ilgilendirmektedir. Kur’an’da geçen bu kavramın düşmanla ilişkileri düzenliyor
olması dönemde daha cazip hale gelmiş ve düşmanın silahıyla silahlanma fikri
genel düstur halini almıştır. Burada devreye giren bir mesele olarak “düşmanın
silahıyla silahlanmak” fikri aynı zamanda modernleşme ile beraber “düşmanın
ilmini, tekniğini, fennini alma” etrafında yeni bir boyut kazanmıştır.
Osmanlı modernleşmesinin başlarında vukua gelen ıslahatlar
çerçevesinde i‘dâd-ı kuvvet fikri modernleşmenin veya daha doğru bir ifadeyle
ilcaât-ı zamaniye mucibince yapılması gerekenler ve bunların dinî çerçevesini
izah denemesinde karşımıza çıkmaktadır. III. Selim’in katliyle nihayete eren
Nizâm-ı Cedid teşebbüsünü savunanların idâd-ı kuvvet rüknunü bir müdafaa ve
izah yolu olarak seçmesi modernleşmeyle beraber bu yolun nasıl kullanılmaya
başlandığını görmeye de yarar.[1278] Aynı şekilde
Yeniçeriliğin ilgası hadisesine şahitlik yapan Esad Efendi’nin Üss-i
Zafer"de kaleme aldığı istidratta idâd-ı kuvvetin mahiyet ve
yeniliklerle ilişkisi ele alınır.[1279] [1280] Aynı şekilde oldukça yaygın
olan Dürr-i Yekta adlı eserin son bahsi olarak seçtiği cihad konusunu Konevi
İmamzade Mehmed Esad Efendi bu çerçevede izah eder. Ona göre ecnebilerin alât-ı
harbiyeleri ve bununla ilgili sanatlarını almanın dinî bir mahzuru olmadığı
gibi bir vecibe olduğu izahları hem yeni ıslahatların meşrulaştırması hem de
modernleşmenin dini olarak izahı için ilk örneklerdendir. Esad Efendi düşmanın
silahıyla silahlanmayı Peygamberimizin Taif’te mancınık kullanmasından
hareketle delillendirir. Çünkü mancınığı ilk icad eden Nemrut’tur ve Nemrut’a
bu fikri veren ise şeytandır. Bunları almaktan muradın ne olduğunu ise şu
cümlelerle ifade eder:
“Nitekim barut, top, humbara ve
bunun emsâli alât-ı harbiye ibtidâ millet-i ecnebiyede zuhûr edib sonra ehl-i
İslâm dahi teallüm ve isti’mâl etmedikçe a’dâ-i dîne mukâbele olunamadığından
şer’an teallümü ve isti’mâli lâzım olmuştur ve bunların külliyesinde maksad
kahr-ı a’dâdır yoksa kefereye teşebbüh asla hayâl ve hâtıra gelmez.” 1302
Burada gördüğümüz tavır idad-ı kuvvet adı altında
modernleşmeye açılan geniş bir kapının aralanmaya başladığının da ilk
habercileridir. Nitekim ayette vurgulanan silahların manasının yeni döneme
uyarlanması gerektiği fikri mananın tamamen genişletilmesine ve gerekli olan
her ne ise onun alınması şeklinde bütün bir hayatı kapsayan değişikliklere kapı
aralayacaktır. Bu şartlarda kuvvet olarak telakki edilebilecek her şeyin
alınması cevazdan farziyete doğru evrilecektir.[1281] Özellikle savaş
zamanlarında ve sonrasında cihad fikri etrafında yapılan ve
felah ve necat arzusunu ifade eden çağrıların meseleyle birebir irtibatını
kurmak çok doğru olmasa da cihadın ve cihadla ilgili hazırlıkların bir
Sünnetullah olarak takdim edilmesi meseleyi daha farklı hale koymaktadır.[1282]
İçtimâî düzeyde bu tedbir fikri daha çok sebeplere başvurma
düşüncesi üzerinden desteklenmektedir. Klâsik manada kendi maişeti etrafında
manalandırılan tedbir fikrinin[1283] içtimâî bir karakter
kazanması aynı zamanda devlet ve saltanat etrafında birleşen Müslümanların
kendi hallerinin çarelerini aramaları manasına bir umumi çağrıdır. Çalışma
fikrine müstenid olarak terakki etmek ve onların hızına yetişecek bir süratle
düşmanlara karşı hazırlık yapmak manası dini bir vecibe altına alınmış
oluyordu.[1284] Küllî
kadere rıza göstererek mevcut durumu düzeltme ve mevcut durumdan kurtulma
üzerine kafa yoranların Osmanlı için kurtuluşu bu çabalarda gördükleri
söylenebilir.[1285]
Dönemdeki metinlerde güçlü bir argüman olarak i‘dâd-ı
kuvvet vurgusunun mevcut olması beka korkusuna düşmüş bir milletin topyekun
hazırlığını ifade eden içtimâî-siyasî yönleri kuvvetli bir kavramsallaştırma
olarak karşımıza çıkmıştır. Bizim ilgilendiğimiz taraflarıyla idad-ı kuvvet
irade-i cüz’iyye sahibi bir insanın kendi işi için bütün sebeplere başvurarak
Allah’ın takdirinin o yönde tecellisini temin etmek şeklinde anlaşılan mananın
daha çok içtimâî bir karaktere büründürülmüş şeklidir.[1286] İslâm
âleminin mevcut durumu zaviyesinden kendi istikbaline sahip çıkma arzusunu
kuvvetle hissettiren ve cihad kavramında billurlaşan bir çağrının mütemmim cüzü
haline gelen i‘dâd-ı kuvvet prensibi tedbir ve tevekkülün kazandığı yeni manaya
uygun şekilde gelişmektedir.[1287] Bu
vurgular etrafında dini kavramların manaları üzerinde yapılan tasarruflar
artmış ve insanların bu işe gönüllü katılımı arzulanmıştır. Tarihi olarak
mesuliyet üzerinde bulunan ümera ve ulema sınıflarının şeriata muvafık olarak
üzerine düşen vazifeleri yapmamaları bugünkü ümmetin halinin müsebbibidir. Bu
vazifeyi yapmayarak bugünkü neticenin müsebbibleri onlar olduğu gibi İslâm
ümmeti de bu durumdan mesuldür.[1288] Dönemde herhangi bir
başarının ve kazancın esbaba başvurmadan gerçekleşmesi mümkün olmadığı fikri[1289] tarihi
referanslarla desteklenir:
“Bu
esâs-ı metîni tatbîk ve mevki’-i icrâya va’z ise insanların kendi gayret ve
faâliyetine menût bir keyfiyetdir. Bunun içindir ki sadr-ı İslâm’da atâlet asla
görülmüyor idi. Bütün Müslümanlar mütemâdiyen çalışıyorlar, yaşamak ve yaşatmak
için ale’d-devam uğraşıyorlar idi. Senede iki bayram günlerinden maâda onların
eyyâm-ı ta’tileleri yok idi.”[1290]
Meselenin bir tarafı içtimâî iradenin harekete geçirilmesi
cihetiyle ilgiliyken ikinci ve daha belirleyici olan tarafı, bu kavramların II.
Meşrutiyet’in ilanı ve İttihat ve Terakki’nin yönetimi devraldıktan sonra
herkesi vatanı ve milleti kurtarma seferberliğine ortak etme gayretlerine
ulemanın ve İslâmcıların destekleri çerçevesinde daha çoktur.[1291] Bu
çabalar, kulun iradesinin dinî-uhrevî sahadan içtimâî sahaya yönlendirilmesine
sebep olurken uhrevî kazanımları da içtimâî çabalara mâtuf hale getirmektedir.
Cari olan Sünnetullahın bu yolda olduğuna dair yorumlar teşrîi şeriatın bu
yönde olduğu ile ilgili kanaatle desteklenir. İçtimaî manada yapılması gereken
hazırlıkların dini zeminini teşkil eden meselelerde başvurulan bu irtibat irade
meselesinin dönemdeki ulema, mütefekkir nezdindeki hayatiyetiyle
anlaşılmaktadır. Aşağıdaki metnin “Kayd ve Tevekkül” başlıklı bir yazıya ait
olması çözümün nerede arandığını göstermektedir:
“Ne vakit rahat uyku
uyuyabiliriz suali varid-i hâtır olsa buna balâdaki (kayd ve tevekkül!)
düstûr-i peygamberîsi bugünkü hâlimize tatbik ederek evet elimizde kalan
toprağın denizle muhît olan kısmının kapılarını son biçimde onbeş kadar yılmaz
zırhlı...hudud kapılarına dahi memleketin bir ucundan öbür ucuna süratle nakl
ve sevki mümkün olabilecek 600.000 kişilik uyanık ve hiss-i intikam ile bağrı
yanık muallem bir ordu-i müsellah. ”[1292]
Bir taraftan dini, fikri bir zemin aranırken diğer taraftan
felahın, ikbalin anahtarı irade meselesinin içtimâî mesuliyet şeklinde vücut
bulmasıyla imkân sahasına çıkacağına duyulan inançta gizlidir.[1293] Avrupa’daki
medeniyetin mehazlarına telmihen her vesileyle gündeme gelecek olan ilim
öğrenmek bu hazırlığın ilk aşaması olarak görülmektedir.[1294] Bilhassa
din-bilim tartışmalarının XIX. Asrın ikinci çeyreğinden bu yana tartışıla
gelmiş olmasının meseleyi ne kadar ehemmiyetli kıldığı ortadadır. İdad-ı kuvvet
düsturu çerçevesinde tedbirin ilk şartı olarak ilim nasslarla desteklenirken bu
ilmi Müslümanlığın bir emri olarak görmek en yaygın telakkidir. İdad-ı kuvvet
ise bu çabanın tezahüründen başka bir şey değildir. Özellikle ilim öğrenme
hususunda gösterilen bu hassasiyet Müslümanın kadere sığınıp eli kolu bağlı
beklemesi değil bütün gücünü bu yolda sarf etmesi esasına dayanırken modern
bilimi meşrulaştırmanın en önemli aracı haline geliyordu.
Diğer taraftan bu hazırlıkların içtimâî tezahürlerine sahip
çıkma fikrinin ulema ve İslâmcılar arasında ağırlık kazandığını görüyoruz.
Mesela ulemanın da katılımıyla efkarı umumiyyece tartışılan meselelerin
başında donanma için iane toplanması meselesi vardır. Bu iane tartışmalarının
kurban paraları üzerinden yapılması dini olanın içtimâî olanla münasebetinin
modernleşme boyunca ne şekilde tersyüz olduğunu göstermesi açısından da dikkate
değerdir.[1295] İslâmcıların
yardım meselesine yaptığı bu vurgu, aynı zamanda zımnen Müslümanlara kendi
mukadderatınıza kendiniz sahip çıkın fikriyle mutabıktır.[1296] Burada
vurgulanması gereken hususlardan birisi de batıcı çevrelerin irade meselesine
bakış açısının dini karakterini vermesi açısından iane meselesinin ehemmiyeti
haiz olmasıdır.[1297]
Kader meselesinin tartışmaya açıldığı meselelerden biri de
kolera meselesidir. Mesele gelip tedbire dayanır. Bir taraftan Allah’ın
takdirinden kaçıp kaçmamaya uzanan bu meseleye dair yapılan yorumlar
modernleşmenin kabulü ve benimsenmesiyle de doğrudan alakalıdır. Berkes’in de
iktibas ettiği bir anekdotta Tahtâvi, garblı güvenilir ilim adamlarından
duyarak naklettiğine göre XIX. Asrın başlarında bir kolera salgını esnasında
karantina meselesi etrafında Mâlikî ve Hanefî iki alim arasında kaza ve kaderin
tedbirle ilişkisi üzerine yürütülen tartışmada Hanefî alimin tedbirden yana
tavır koyması Hanefî-Mâturîdî geleneğin modernleşmeyle ilişkisini izah eder bir
örnek olması yanında tedbir meselesinin önemini göstermesi açısından da
mühimdir.[1298] Kolera meselesine oryantalistlerin özel bir ilgisi olduğuna
dair Babanzâde Ahmed Nâim’in bir lügate istinaden yaptığı nakil farklı
kanallardan desteklenmektedir.[1299] Nitekim bir müddet İstanbul’da kalan Moltke’nin de veba
meselesi üzerinden Müslümanların kader anlayışına dair ipuçları yanında
oryantalist dilin yargılayıcı hükümlerine rastlanır:
“Korkunç
vefeyat, her gün görülen misaller, sirayetin açıkça görülen delilleri bu adamları
itikatlarından vazgeçilmiyor: “Allah Kerim”, kaderden kaçılmaz! Bataryanın
gavurlarla temas yüzünden bozulmuş olan binbaşısı türlü tedbirler almıştı.
Askerler son derece isteksizlikle bunlara boyun eğdiler, fakat çok geçmeden
kışlanın kapısına bir ayet asmakla yetinildi.”[1300]
Aynı tenkitlerin çok sonraları II. Meşrutiyet devrinde
yapılan tartışmalarda Mehmet Akif tarafından da dile getirilmesi modernleşmenin
seyri açısından da manidardır. Özellikle Abdülhamid idaresinin dini içerikli
tedbirlerine sert tenkitler yönelten Akif, tedavi ve önlemin tıbbî gerekçelere
dayandırılması gerektiği kanaatindedir.[1301] Akif’in kolerayı tedavi
etmek için sadece tıbbî tedbirlerden ibaret gördüğü bu yöntem hayatın
sekülerleşmesinin önünü açan bir karaktere sahiptir. Özellikle İslâmcı çizgiden
olanların bu tür yaklaşımları mesafenin nerelere geldiğini gösterir. Fakat bu
tavır herkesin ortak paydası değildir. Akif’in Abdülhamid idaresini tenkit
ederken takındığı tavrın bir tezahürü olarak da görülebilecek bu yaklaşıma
karşı ulemadan bazıları daha mutedil bir yol önerirler. Daha geri planda olan
ulema ve tasavvufî çevrelerin istisnaları daha dengeli bir çözüm arayışıdır.[1302]
Hâsıl-ı kelâm tarihî tecrübede mühim bir içtimaî fonksiyon
icra eden ve pek çok manayı ihtiva eden tevekkül, kanaat, fakr gibi kavramların
anlamları daraltılarak toplumsal hiyerarşinin ve sınıfların ayrılıkları
dikkatten kaçırılmış veya görmezlikten gelinmiştir. İrade meselesinin
hürriyetle kurulan ilişkisinden hareketle insanların mesuliyeti fikri hemen
hemen içtimaî sorumluluk derekesine indirilmiştir. Bu münasebetle kavramların
teslimiyet fikriyle başka düzey ve ilişki biçimlerindeki anlamları İçtimaî
sahaya indirgenerek mahkum edilmiştir. Bu durum kavramların dini literatür ve
tarihi tecrübe içerisindeki müspet telakkilerinin etki alanını daraltmış ve
kavramların sahip oldukları müsbet manalar ferdin kendisiyle sınırlı bir alana
hapsedilmiştir.
Yeni İlm-i Kelâm dönemi eserlerinde kader bahislerinde
özellikle oryantalist suçlamalar çerçevesinde ele alınan bu mesele daha genel
manada tasavvuf kurumunun tenkidine dönüşmektedir. Klâsik müdevvenatta olmadığı
şekliyle İslâm dünyasının inhitatıyla irtibatlandırılan bu telakkiler ve
kuramların kendi içyapısından kaynaklanan ahlâkî ve içtimaî faydaları konuşma
imkânı modenleşmenin hızıyla beraber kaybolup gidecektir.
İslâmcı, Batıcı ve Türkçü aydınların kader ve tevekkülün
içtimaî pozisyonuyla ilgili üst bir tanımda buluştukları görülür. Oryantalist
iddiaların şekillendiği ortak dilin daha derine inildiğinde derin ayrılıklara
dönüştüğünü görmek mümkündür. Öncelikle batıcı aydınlar tarihi tecrübenin önemi
üzerinden meselenin sahiplenilmesi fikrine sıcak bakmamaktadırlar. Ulema ve
İslâmcıların kader ve içtimaî tezahürleri olan kavramlar hususunda anlam
değişiminden öte kavramların doğru manalarını sahiplendikleri ve bu manaların
tarihi tezahürlerine başvurdukları görülür. Kavramların içtimaî-ahlâkî
faydalarını batıcı aydınların metinlerinde görebilmek mümkün değildir.
Yukarıda bahsettiğimiz zaviyeden meselenin bu cephesini
ihmal eden ulema ve İslâmcıların yaşanan büyük içtimaî hadiselerden sonra bu
kavramlara daha çok yaslandıklarının görülmesi hükümlerinin devirleriyle
muallel olduğunun da delilidir. Burada birinci gaye dinin muhafazası fikridir.
Çünkü dinin muhafazası her şeyin muhafazası manasına gelmektedir. Özellikle
batıcı aydınlar tarafından meselesinin din menşeli olduğu ile ilgili
oryantalist tezlerin devamı olan suçlamalara şiddetle karşı çıkılmasının
altında da bu yatar.
Daha da önemlisi bu anlayışın ve hayat tarzının İslâm
dünyasının bitmez tükenmez dert ve sıkıntılarını engellemede haiz olduğu
mevkiidir. Zira modernleşmenin ahlâkî referanslarının gelip dayandığı yer aynı
zamanda İslâm dünyasını yapan unsurların ortadan kalktığı yerdir. İslâmcıların
ahlâk üzerinden yaptıkları müdafaanın altında da bu yatmaktadır. Özellikle bu
ahlâkî meselelerin var olan mücadelede neye tekabül etiğini görmek açısından
kavramların icra ettikleri fonksiyonlar önemlidir. Nitekim bu kavramlar uzun ve
meşakkatli savaş yılları boyunca Osmanlı’nın tekrar sığınacağı bir kale
olacaktır.
İçtimâî-ahlâkî kavramlarla çerçevesi çizilen irade
meselesinin mezhepler düzeyinde değerlendirilmesine geçtiğimizde telaffuz
edilmemiş bir Mu’tezilî-Mâturîdî fikrinin baskın olduğu görülür. Özellikle
Eş’ariliğe karşı ve daha genel olarak tasavvufa karşı yöneltilen tenkitler
irade meselesinin içtimâî cephesinde Mâturîdîlik şemsiyesi altında insan
sorumluluğunu merkeze alarak din ve devletin problemlerini çözme peşinde
koşarken içtimâî manada insan-Allah ilişkisinin muhtevasını değiştirmiştir.
Eşarliğin sebepleri inkâr ederek bütün fiilleri Allah’a tevdi eden anlayışına
yönelik eleştiriler ahlâkî ve içtimâî manada Allah-insan ilişkisinde Allah’ın
her daim insanla olması ve insana yardım etmesi fikrini zedelemiştir. Sünnetullah
bahsinde değindiğimiz gibi mekanik bir ilişkiye dönüşmüş bir Allah-kul
münasebetlerine evrilen yapı Allah- kul arasındaki münasebeti zedeleyici ve
ayırıcı bir tesir görmüştür. Özellikle toplumun değiştirme iradesini göstermesi
için insanın mesuliyeti fikri merkeze çekilirken bu mesuliyeti yerine
getirirken karşılaşacağı zorluklar karşısında onu Allah’a bağlayacak ve azmini
muhafaza etmeye yarayacak bir kader anlayışından tevekkül, kanaat, sabır
telakkisinden uzaklaşmayla neticelenmiş anlayışın vücut bulduğu söylenebilir.
Nitekim Balkan Harpleri ile başlayan ve Birinci Dünya Savaşıyla birlikte iyice
gün yüzüne çıktığı şekliyle söyleyecek olursak teorik olarak yönelinen bu yolda
pratik olarak geniş kitlelerin meseleye yine bu kavramlar üzerinden sahip
çıktığı görülmektedir.
Beka fikrini dinî bir zemin üzerinden inşa eden Osmanlı
zihin dünyası için İbn Haldun’a itirazlar şeklinde devamlılık için merkeze
alınan devlet-i ebed-müddet fikri, bu kopuşla birlikte yerini kavimler ve
fikirlerin nöbetleşe değişimi fikrine bırakacaktır. Tarihi olarak kaza ve
kaderi bu biçimde okumak aciliyetler mucibince kaleme alınan ilmî, içtimaî ve
siyasî eserlerde irade meselesine eğilen ve meseleyle ilgilenen hemen herkesi
bu mesele üzerinden kendi önünü açacak malzemeyi devşirme yolunu seçmekle
neticelenecektir. Modern İslam düşüncesinin en bariz karakteri olan bu tavrın
kendi içinde anlaşılır sebepleri mutlaka vardır. Fakat atılan her adım, icraya
konulan her ameliye bu çerçevede ele alındığı için yapılan düzenlemeler ve
fikri meşrulaştırmalar Batılı bir hayat tarzının benimsenmesi yolunu açmaktan
öte bir netice doğurmamı ştır.
SONUÇ
Son dönem Osmanlı düşüncesine hakim olan geri kalmışlık
hissi ve bu hissin getirdiği terakki, tekâmül gibi fikirlerin icbarları
çerçevesinde girişilen arayışlar irade, kaza ve kader meselelerini merkezî bir
konuma yükseltmiştir. Oryantalistlerin İslâm’a ve kader inancına yönelik
tenkitlerine verilen cevaplar ve Müslüman çoğunluğun sahip olduğu kaza ve kader
inancını yanlış kabul edip doğru olduğu kabul edilen şeklini geniş kitlelere
izah gayretleri meselenin karakterini tayin etmiştir. Aynı zamanda çok cepheli
ve çetrefilli hürriyet meselesinin son dönem Osmanlı düşüncesindeki seyri,
irade meselesi etrafındaki kavramların mana ve muhtevalarını etkilemiştir.
Bu çerçevede arayışa girişen Osmanlı ulemasının Mâturîdî
aidiyeti ön plana çıkardığı görülür. Hanefîlik üzerinden hukukî bir dönüşüm
tecrübesi yaşayan Osmanlı, itikadî olarak da Maturîdî bir renge bürünmüştür.
Oryantalist dile teşne olarak Eş’arîliği aşikar şekilde tenkit edenler bulunsa
da genel olarak Ehl-i Sünnet vurgusu altında mutedil bir dil hâkimdir. Klasik
dönemde Osmanlı’nın Eş’arî mi Mâtürîdî mi olduğunu söylemek mümkün değilken
modern dönemde Osmanlı’nın Mâtürîdî olduğunu söylemek mümkündür. İrade
meselesine dahil olan konuları bu çerçevde yorumlamakta istekli görülen Osmanlı
ulema ve mütefekkirleri için Mâtürîdîlik hem modernleşmeye imkan verecek
kavramsal çerçeveye sahiptir hem de Eş’arîlik gibi özellikle oryantalistler
tarafından tenkit ve mahkum edilmiş değildir. Mâtürîdîliği selefî çizgiye
çekerek savunma gayreti güden ulema genel olarak İslâmî yapılar içerisinde
tasavvufu, mezhepler arasında Cebriyye’yi, Ehl-i Sünnet içinde Eş’arîliği feda
ederek İslâmiyet’i savunma yolunu seçmişlerdir. Bunların karşısına insan
iradesini ve hürriyetini merkeze alan akla önemli roller veren kurum ve
yapıları çıkarmışlardır. Mâtürîdîliğin tercihe şayan olamasının altında başta
insan iradesine merkezi bir yer vermesi yanında akla alan açması ve hikmeti
esas alarak gerekli değişim ve dönüşümü sağlamaya imkan tanıyan yapısı
yatmaktadır. Özellikle İmam Mâtürîdî’nin Türklüğü, Türkçülük çerçevesinde ayrı
bir ilgiye mazhar olmuştur. Osmanlı ile sınırlı olan bu dönüşler diğer
coğrafyalarda Mâtürîdîliğin mevcut olmamasından kaynaklanmaktadır.
Eş’arîlik mahkum edilirken bazı Eş’arî imamların yer yer
tercih edildiğini görüyoruz. Diğer taraftan Mâturîdîlik içerisinde iki ana
çizgiden sözedilirken özellikle modernleşme çerçevesinde meseleyi ele alanların
Sadrüşşerîa, İbn Hümam çizgisine yakın durdukları görülmektedir. Ayrıca selefi
tavra yakın isimlerin Mâturîdîliği selefe yakın bulması, dönemde Mâturîdîliği
savunanların kendi fikriyatlarına muvafık bir Mâturîdîlik arzuladıklarını
gösterir.
Bunun yanı sıra birçoğu örtük olmak kaydıyla Mu’tezile’ye
dönüş yapıldığı da görülmektedir. İslam Tarihi’nin daha önce müşahede etmediği
bu durum, Mu’tezile’nin Kelam ilmi geleneğinde sahip olduğu mevkiiden dolayı
ulemâyı aşikar dönüşlerden uzak tutmuştur. İçtimâî ve ahlâkî meselelerde daha
belirgin olan Mu’tezîlî istidlal biçimi, geniş kitlelerde revaç bulmamıştır.
Özellikle tasavvufî çevrelerin mesafeli durduğu bu yorum, geriye doğru tasavvuf
kurumunun akla bakışıyla alakalıdır. Diğer coğrafyalarda Mu’tezîle’ye daha
aşikar dönüşlerin görülmesi o coğrafyalarda Mâturîdîliğin yaygın
olmamasındandır. Mâturîdîliğin Mu’tezîlî yorumu denebilecek bu durum, Osmanlı
dini modernleşmesinin en bariz hususiyetlerindendir. Nitekim bu anlayış ve dil;
modern Türkiye’ye miras kalmış ve Modern Türkiye’nin din dilinde kaza ve kader
meselelerini ele alış biçimini tayin eden en esaslı unsur olmuştur.
Mu’tezile’nin tarihî olarak arz-ı endam ettiği devirlerden sonra ciddi bir
Ehl-i Sünnet tepkisinin doğduğu ve Mu’tezilî tavrı ortadan kaldırdığı görülmektedir.
Benzer şekilde modern dönemde, ilmî düzeyde ciddi bir Mu’tezile karşıtlığı veya
Mâturîdîliğin Mu’tezilî tarzda yorumlanmasına tepki duyan fikrî bir çaba
olmamıştır. Mustafa Sabri Efendi’nin siyasi tercihleriyle muallel hale gelmiş
tepkisi haricinde böyle bir tecrübeye şahit olmayışımız çağdaş Türk düşüncesi
açısından bir kayıptır.
Osmanlı muhitindeki arayışlar göz önünde bulundurulduğu
zaman batıcı aydınlar ve Türkçüler arasında Mu’tezilî tavrın bir usul olarak
benimsendiği görülür. Diğer taraftan ulema ve İslamcılar arasında selefî bir
tavrın özellikle içtimâî ve ahlâkî meseleler etrafında tebarüz ettiği görülür.
Fakat ilk etapta bu selefî tavrın İbn Teymiyye-Vehhâbilik çizgisinden ibaret
olduğunu söylemek zordur. Ebu Hanife ve Mâturîdîliğin selefe yakınlığının bir
vurgu olarak tebarüz ettiği göz önüne alındığında özellikle ilmî eserlerde
farklı bir tavrın mevcudiyeti göze çarpmaktadır. Selefî çizginin tarihte irade
meselesini merkeze alan ilmî bir tavrın içine girmemiş olması modern dönemdeki
tavrı yeni selefîlikten ayrı tutmayı gerekli kılmaktadır. İzmirli ve Harpûtî
gibi isimlerin tavırları yeni selefîlikten farklı bir yerde durmaktadır.
Osmanlı tecrübesini de içine alarak girişilen bu farklı Selefîlik tecrübesinin
özellikle İzmirli İsmail Hakkı üzerinden derinlikli incelemesine ihtiyaç
duyulmaktadır.
Ulemanın ve mütefekkirlerin irade meselesini ele alırken
ilk olarak karşılarına hürriyet fikri çıkmaktadır. Sosyo-psikolojik birçok
sebeple birlikte ulemanın Müslümanın hürriyet telakkisini vazife fikriyle
birleştirecek bir zemini bulmuş olmaları hürriyete olan ilgilerini artırmıştır.
Bir taraftan kader anlayışının Müslümanları atalete, zillete sevk ettiği ile
ilgili iddialara bu kavramların hakiki manalarıyla cevaplar verilirken diğer
taraftan Müslüman’ı fedakârlığa sevk edecek bir zemin inşa etme arayışına
girilmiştir. Özellikle Allah’a teslimiyet üzerinden hürriyet fikrine ulaşarak
siyasî tezahürlerinden farklı olarak hürriyeti vazife fikriyle irtibatlı hale
getirmişlerdir.
Ulemâ ve mütefekkirlerin kaza ve kader meselesini ele
alırken öncelikleri, iradenin mevcudiyetini ispata yöneliktir. Özellikle
Mâturîdî irade-i cüz’iyye kavramı etrafında yaptıkları izahlar daha çok insanın
mesuliyetinin içtimâî cephesini ispat etmek içindir. Siyasî mücadelelerle
birlikte siyasîleşen kader inancı özellikle II. Meşrutiyet öncesinde II.
Abdülhamid idaresine karşı yürütülen muhalefet tarafından ciddi şekilde
kullanılmıştır. II. Abdülhamid’e muhalif olan İttihat ve Terakki
taraftarlarının bir türlü harekete geçmeyen halka yönelik dil ve muhteva olarak
ağır sayılabilecek ithamları II. Meşrutiyet’le birlikte toplum için çalışma
fikri etrafında ifadesini bulmuştur. Devlet ve milletin mukadderatına sahip
çıkma adına kitlelerin siyasî taleplerden uzak bir şekilde çalışma ve
ilerlemeye katkıları istenirken kaza ve kader inancının siyasî ve içtimâî
talepler çerçevesinde aklîleştiği görülmektedir. Kelâm ilminin yabancı olmadığı
bu durum İslamî ilimler arasındaki farklılıkları ortadan kaldıracak kadar
baskın bir hal almıştır. Kader meselesi, içtimâîleştiği ölçüde aklileşen veya
aklileştiği ölçüde de içtimâîleşen bir karaktere bürünmüştür.
İrade, kaza ve kader meselelerini II. Abdülhamid devrinde
ve II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında hürriyet merkezli yorumlamada istekli
görünen ulema, özellikle Balkan Savaşları ve I. Cihan Harbi’nin etkisiyle bu
kavramları klasik manaya yakın bir şekilde teslimiyet fikrine yaklaştırarak ele
almıştır. Yeni Osmanlılardan başlayıp İttihat Terakki kadroları tarafından
yüceltilen “hürriyet” anlayışının ütopik manasını kaybetmesiyle birlikte I.
Cihan Harbi boyunca irade meselesi etrafında şekillenen içtimâî-ahlâkî
kavramların geniş halk kitlelerinin mukavemet ve mücadelesinde ehemmiyetli bir
mevkii haiz olmuştur. Özellikle ulema bu kavramların teslimiyet yönünden
faydalarını görmüş ve kavramları geçmiş döneme nazaran daha çok klasik manaya yakın
şekilde anlamlandırma yolunu seçmiştir.
Ahlâkın, klasik dönemde irade bahsi içinde mündemiç olan
genel ilkelerinin bu dönemde daha pratik hale getirilmesi çabasına girildiğini
görüyoruz. İrade meselesinin modern dönemde tam bir sorumluluk çerçevesinde işlenmesi
kelâm-ahlâk yakınlığını sağlamaktadır. Bu aynı zamanda Osmanlı’nın bozulmanın
sebebi olarak gördüğü ahlâkî tefessühün ferd bazında değil daha çok içtimâî
cephesiyle yeniden üretilmesi denemesidir. Ahlâk vurgusunun irade meselesi
üzerinden üretilmesi, kelâm ilmi açısından yeni olduğu gibi İslam düşüncesi
açısından da bir tarafıyla yenidir.
Kader meselesinde oryantalist bakış ve iddiaların
yanlışlığının kelâmî eserlere taşınması, kelâm-ahlâk ilişkisinin daha çok
merkezileştirilmesine yol açmıştır. Oryantalistlerin ve Batıcıların iddialarını
cevaplamak için İzmirli İsmail Hakkı ve Abdüllatif Harpûtî gibi isimler
tarafından Yeni İlm-i Kelâm eserlerine dahil edilen içtimâî-ahlâkî kavramlar
kelâm ilmi açısından yeni bir tecrübedir. Fakat mesele, tıpkı Mütekaddîmûn
devrinde olduğu gibi kelam kitaplarına reddiye mantığı çerçevesinde girmiş ve
Müteahhirûn devri kelâmında yapıldığı tarzda daha derinlikli ve ihatalı
neticelere uzanan teşebbüslere girişilmemiştir. Bir şahsiyet inşası olarak
görülmesi gereken bu çaba, yine klasik usûlde olduğu gibi sadece irade
bahislerinden ibaret kalmıştır.
Canlılar âleminde bütün hayatın çalışma ve gayret fikri
üzerinden cereyan ettiği fikrini hayatın tek kuralı haline getiren ve sosyal
darvinizmin formule ettiği bir hayat ve mücadele şeklini tek çıkar yol kabul
eden bir anlayış bu dönemde doğmuştur. İslâm’ın âlem ve hayat telakkisinin bu
şekilde olduğu vurgusunu, dinî referanslarla Sünnetullah kavramı ile ifade eden
ve kuvveti esas alan bir anlayış doğmuştur. Beka korkusuyla alakalı bu durum,
batıdan alınan şeylerin mahiyetine ve nelere yol açtığına, hangi kavramların
manalarının değişmesine sebep olduğuna dair dikkatleri ortadan kaldırmıştır.
Dinin emirlerinin bu şekilde yorumlanması ve mücadele ve rekabet fikrinin
hayatın merkezine yerleştirilmesi, devlet ve millet/ümmetin mukadderatına sahip
çıkan irade sahibi bir Müslüman portresinden öte kapitalist insan tipinin ilk
habercisi olacaktır.
Tanzimat’la birlikte zuhur eden aydın-halk ayrışmasının
Osmanlı toplumunun problemlerini, eğilimlerini, imkanlarını tesbit ve tayin
etmede ciddi zaafla malul olduğu ortadadır. İrade meselesinin içtimai karakteri
üzerinde tasarrufta bulunan mütefekkirlerin aynı şekilde geniş halk
katmanlarıyla tenakuza düştükleri görülmektedir. Fakat burada asıl problem
sahip olduğu mevkii itibariyle halkla daha yakın olması gereken ulemanın
meseleleri ele alırken halkın durumunu göz önüne alacak bir tavra sahip
olmadıkları görülür. Problem ve imkanlar açısından ve meselelere yaklaşırken
takındıkları tavır ulemanın özellikle de İslamcı olarak vasfedilebilecek
ulemanın halktan kopuk ve halkın durumundan bîhaber oldukları görülür. Geniş
kitlelerin tasavvufla olan münasebeti, vaazlar, nasihat literatürü ve halkın
Allah’la kurdukları münasebetin muhtevası ile ilgili sahip oldukları malumatın
eksik olduğu görülürken halkın farklı kanallardan beslendikleri görülmektedir.
Yaygın şekilde devam eden ilmihal kitapları, nasihat kitapları ve
ahlaki-tasavvufi eserler bambaşka bir dünyanın yaşandığını göstermekte ve
Osmanlı’dan Cumhuriyete devam eden halk muhafazakarlığının temellerinin farklı
yerlerde olduğunu göstermektedir.
Modernleşme döneminde tasavvufa yöneltilen itirazlar
tasavvufun pratik/amelî cephesiyle ilgilidir. Nitekim Eşarilik de aynı
meseleler üzerinden benzer tenkitlere maruz kalmışlardır. Özellikle Avrupa
felsefesinden muadili efkarı tetkik ve tetebbu imkanı bulanlar felsefi
tasavvufu savunma yolunu seçmişlerdir. Filibeli’den, Musa Carullah’a, Ferid
Kam, İsmail Fenni ve Mehmet Ali Ayni’ye kadar felsefi tasavvufa sıcak bakan
insanların tasavvufa yöneltilen tenkitleri irade meselesinin pratik sonuçları
üzerinden değerlendirdikleri görülmektedir. Yani tasavvufa yöneltilen tenkitler
irade meselesinin pratik tezahürlerinden ibarettir. Bunun dışındaki konularda
İslamcıların ve ulemanın irade meselesine yönelttikleri tenkitler klasik
muhtevada var olan tasavvuf karşıtlığının makes bulduğu sahalardır.
İslam ümmetinin kendi mukadderatına sahip çıkması gerektiği
ile ilgili kanaatin geniş kitlelere yayılma arzusu özellikle XIX. asrın son
çeyreğinde ve XX. asrın başlarındaki mücadele ve fikirlerin mihverinde yer
alır. Kendi mukadderâtına sahip çıkma hususundaki çağrı ve telkinler; halife,
ulema ve bütün bunlarla ilgili olan devlet fikrinin geniş kitlelerin zihninde
zaafa uğramasına sebep olmuştur. İrade hürriyeti ve şahsın mesuliyeti üzerinde
yapılan vurgular din-devlet ilişkilerinde klasik muhtevada mevcut olan yapıyı
etkilerken bu fikirle irtibatlı bir hadise olarak bakılamayacağı aşikar olan bu
ilişkinin zaafa doğru evirilmesi beraberinde toplumsal kurguyu zayıflatmıştır.
I.
Cihan
Harbi tecrübesi göstermektedir ki ne irade-i cüz’iyyenin Mu’tezilî şekilde
yapılan yorumune de modernleşme çerçevesinde sahip olunan insan merkezli yapı
Türk insanı için yeterlidir. Tam teslimiyetçi bir telakkinin içtimâî hayatta
yaygın olmasının son dönem tecrübesi çerçevesinde savunulabilecek bir yanı
olmadığı gibi batılı manada hür bir insanın bencilleştiği ölçüde fedakârlıktan
ve vazife fikrinden de uzaklaşacağı ortadadır. Klasik manada kurulduğu şekliyle
idarî ve hukukî zihniyette insan hürriyetine yaslanan fakat hissî ve içtimâî
manada insanı fedakâr yapan bir anlayışın terki, içtimâî- ahlâkî hatta siyasî
neticeleri ile araştırılmaya muhtaçtır. Yaşanan bu tecrübe göstermiştir ki
gerek teslimiyet fikrinin gerekse hürriyet fikrinin dünyaya meylinin kontrol
altında tutulması gerekir.
II.
Meşrutiyet
devrinde İslamcı, batıcı, ulema, aydın gibi kategorilerin üst bir tarifte
buluşabildiklerini görmek mümkündür. Fakat zıtlıkların da bu tariflerin
derinliklerinde yattığı gerçeği meselelerin takibini zorlaştırmaktadır. Ortak
bir kavram tanımı aslında ortak bir niyetin ifadesi olarak da okunabilirken,
ortak niyet için farklı usuller de diyebileceğimiz bu fikrî ayrılıkların
sanıldığından daha derin tasnifleri kaldırabileceğini söyleyebiliriz. Bunun
için özellikle kavramların son dönem Osmanlı düşüncesindeki seyrini izlemek,
modernleşmenin ve bugünkü meselelerin anlaşılması için önemlidir. Yeni
Osmanlılar, II. Abdülhamid ve II. Meşrutiyet Dönemi, farklı arayışlar ve kavramlar
doğurduğu gibi kavramların izlerini sürerken şahıs biyografilerinden bağımsız
herhangi bir meseleyi çözüme kavuşturmak mümkün gözükmemektedir. Bunun yanında
bu isimlerin birçoğu II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerini
idrak etmiş kimselerdir. Bahsi geçen her üç devri ve etkilerini hesaba katmadan
yapılan değerlendirmelerin birçoğu hükümsüz kalmaya mahkûmdur.
KAYNAKLAR*
Abdullah Behçet, Behçetü'l-Ahlak, Dersaadet: Mahmud
Bey Matbaası 1314.
Abdullah Cevdet, Asrımızın Nusûs-u Felsefiyyesi: Ifade-i
Meram, İstanbul: Matbaa-i İctihad 1913.
, Müslümanlar Uyanın: Ikâz-ı Müslim, trc. Abdullah
Cevdet, Kahire: Matbaa-i İctihad 1907.
, Cihân-ı Islâm’a Dair, İstanbul: İctihâd Evi 1922.
Abdullah Güvilyam, Dîn-i İslam ve Islâmiyetin Başlıca
Kavâid-i Esâsiye-i I’tikadiyesi Hakkında Ma’lumât-ı Mücmele, müt. Mahmud
Esad bin Emin Seydişehrî, İzmir: Hizmet Matbaası 1311.
Abdullah Şevket b. Mahmud Hamdi, Necâtü'l-Mükellefn,
İstanbul: Şirket-i Mürettibiye Matbaası 1317.
Abdullatif Harpûtî, Tenkihü’l-Kelam f Akâid-i Ehl-i
İslam, İstanbul: Necm-i İstikbal Matbaası 1330.
_______ , Tekmile-i
Tenkihü’l-Kelam, İstanbul: Necm-i İstikbal Matbaası 1330.
_______ , Târih-i
İlm-i Kelâm, İstanbul: Necm-i İstikbal Matbaası 1332.
Abdurrahman Sami Paşa, Rumûzü'l-Hikem, İstanbul:
Şeyh Yahya Efendi Matbaası 1287.
, Hediyyetü'l-Âşıkîn, Dersaadet: Necm-i İstikbal
Matbaası 1330.
_______ , Mi’yârü’l-Evliya,
İstanbul: Necmi İstikbal Matbaası 1339.
Abdurrahman Şeref, İlm-i Ahlak, İstanbul: Matbaa-i
Amire 1314.
_______ , Tarih
Musâhabeleri, İstanbul: Matbaa-i Amire 1340.
Abdülaziz Çâviş, Anglikan Kilisesine Cevap, müt.
Mehmed Akif, İstanbul: Evkaf-ı İslamiyye Matbaası 1341.
Abdürreşad İbrahim, ed-Dînü'l-Fıtrî, İstanbul:
İstikbal Matbaası 1340.
* Dönemde yayınlanan dergi ve gazetelerde bulunan makalelerin
tam künyeleri dipnotlarda belirtilmiştir. Ayrıca künyeler “Kaynaklar” arasında
zikredilmemiştir.
Abidin Paşa, Tercüme ve Şerh-i
Mesnevi-i Şerif, Dersaâdet: Mahmud Bey Matbaası 1305.
, Saâdet-i Dünya, Rodos:
Matbaa-i Vilayet, 1312.
, Meâli-i Islâmiye,
Kostantiniye: Tahir Bey Matbaası 1316.
Ahmed Cevdet Paşa, Târih-i
Cevdet, İstanbul: Dârü’t-Tıbaati’l-Amire, 1257.
, Mukaddime: Osmanlı Tercümesi, İbn Haldun, müt.
Ahmed Cevdet Paşa, hazırlayanlar Y. Yıldırım, M. Cüneyt Kaya, İstanbul: Klasik,
2008, III, 50.
, Ma'lumat-ı Nâfia, [y.y.,
t.y.]
,Ma‘rûzât, haz. Yusuf
Halaçoğlu, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1980.
Ahmed Cûdî, Yeni Ilm-i Hâl:
AkâidDersleri, Dersaadet: Şems Matbaası 1328.
Ahmet Hamdi Akseki, Dînî Dersler,
2.b., Dâru’l-Hilâfeti’l-Âliye: Evkaf-ı islamiye
Matbaası 1339-1341.
, Ahlak Dersleri, Ankara:
Öğüd Matbaası 1340-1342.
_______ , Dînî Dersler, Birinci
Kitab: Zarûriyyât-ı Dîniyye, 2.b. Dâru’l-Hilâfeti’l-Âliye:
Evkâf-ı İslâmiye Matbaası 1339-1341.
_______ , Islam, Ankara: Diyanet
İşleri Reisliği Yayınları 1943.
_______ , Askere Din Kitabı, 2.b.
İstanbul: Ebuzziya Matbaası, 1945.
_______ , Islam:
Fıtri, Tabii ve Umumi Bir Dindir, yay. haz. Hasan Tahsin Feyizli, Ankara:
Nur Yayınları, 1981.
Ahmed Lutfi Efendi, Vak'anüvis
Ahmed Lütfi Efendi Tarihi, yay. haz. M. Münir Aktepe,
Ankara: Türk Tarih Kurumu 1989.
Ahmed Midhat Efendi, Müdâfaa,
İstanbul, 1302.
_______ , Mufassal Târih-i Kurûn-ı
Cedîde, İstanbul: Tercüman-ı Hakikat, 1303.
, Avrupa’da Bir Cevelân,
İstanbul: Tercüman-ı Hakikat, 1307.
Ahmed Muhiddin, Modern Türklükte Kültür Hareketi,
trc. Suat Mertoğlu, İstanbul: Küre Yayınları 2004.
Ahmed Muhyiddin b. Mirza Said Paşa, Sirâcü’l-Hidâye,
Dersaadet: Mahmud Bey Matbaası 1305.
Ahmed Rıfat, Bergüzâr, 2.b. İstanbul, 1292.
Ahmed Sami, Hulasatü’l-Kelam fi Measiri’l-Islam,
İstanbul: Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye Matbaası 1286.
Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî, Câmiü'l-Mütûn f Hakk-ı
Envâi's-Sıfâti'l-Ilâhiyye ve'l- Akâidi’l-Mâtûridiyye ve’l-Elfâzi’l-Fikrî ve
Tashîhi’l-A’mâli’l-Acîbe, İstanbul: Dârü’t-Tıbaati’l-Amire 1273.
Akgün, Mehmet, Materyalizmin Türkiye'ye Girişi ve İlk
Etkileri, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1988.
Akpınar, İsa, “Ziyâ Paşa’nın Şiirlerinde İnsan Hürriyeti”,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü, 2008.
Akün, Ömer Faruk, “Namık Kemal”, DİA, XXXII, 361-78.
Ali İrfan, Rehber-i Ahlak, İstanbul, 1318.
Ali Seydî, Terbiye-i Ahlâkiyye veMedeniyye, 2.b.
Dersaâdet, 1329.
, Ahlâk-ı Dînî, Dersaadet: Kanaat Matbaası, 1329.
Ali Vâhid, Türkçe Hutbeler, İstanbul: Âmidî Matbaası
1928.
Arapgirli Hüseyin Avni, Ilm-i Kelam, nşr. Eşref
Edib, İstanbul: Sırât-ı Müstakim Matbaası, 1328.
Aydın, Mehmet S. “Ahmed Hamdi Akseki” [Ahmet Hamdi
Akseki Sempozyumu (1994: Antalya)], Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
2004.
Aydın, Ömer “Sadrüşşerîa es-Sânî’ye Göre İnsan Hürriyeti ve
Fiilleri”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi SBE, Erzurum 1996.
, Kur’ân Işığında Kader ve Özgürlük, İstanbul: Beyan
Yayınları 1998.
Aziz Ahmed, Hindistan’da İslam Kültürü Çalışmaları,
çev. Lütfi Boyacı, İstanbul: İnsan Yayınları, 1995.
Babanzâde Ahmed Naim, Ahlak-ı İslâmiye Esasları,
İstanbul: Matbaa-i Amidi, 13401342.
, L. Fonse Grive, trc. Ahmed Naim, Mebadi-i Felsefeden
Birinci Kitap İlmü'n- Nefs, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1331.
Baha Tevfik, Muhtasar Felsefe, İstanbul: Artin
Asaduryan ve Mahdumları Matbaası 1331.
Barbier, Maurice, Modern Batı Düşüncesinde Din ve
Siyaset, çev. Özkan Gözel, İstanbul: Kaknüs Yayınları 1999.
Bektaş, İhsan, “Esîrîzâde Abdülbâki Efendi ve İrâde-i
Cüz’iyye Risâlesi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi SBE,
İstanbul, 2007.
Bereketzade İsmail Hakkı, Metâlib-i
Âliye, Kostantiniye: Matbaa-i Ebüzziya 1314.
, Necâib-i Kur’âniye,
İstanbul: Tevsi-i Tıbaat Matbaası 1331.
, Tefsir-i Şerif Envâr-ı Kur'an,
İstanbul: Selânik Matbaası 1331.
Bereketzade Seyyid Abdullah Cemaleddin Efendi, Âsâr-u
Cemaleddin, trc. Esmaî, Mısır: Matbaatü'l-Maârif, s.
________ , İslamda
İdare ve Siyaset, haz. E. Bayraktar, A. K. Kabakçı, 2.b. İstanbul: Kayıhan
Yayınevi 1995.
Berkes, Niyazi, Türkiye ’de
Çağdaşlaşma, Ankara: Bilgi Yayınevi 1973.
Birinci, Ali, Tarih Yolunda,
İstanbul: Dergâh Yayınları 2001.
Blunt, Wilfrid Scawen, Secret History of the English
Occupation of Egypt, London: Chiswick Press, 1907.
Bursalı Mehmed Tahir, Nazar-ı İslamda Fakr,
İstanbul: Osmanlı Şirketi Matbaası 1330.
Büyük Haydar Efendi Usûl-i Fıkıh Dersleri, der. Hacı
Âdil, Dâru’l-Hilâfeti’l-Âliye: Matbaa-i Amire, 1326.
Büyükkara, Mehmet Ali, Ihvan’dan Cüheyman’a Suudi
Arabistan ve Vehhabilik, İstanbul: Rağbet Yayınları 2004.
, “Biz Artık O Sapkınlardan Değiliz”: Selefîlerin
Selefîlerden Teberrileri Üzerine Değerlendirmeler, İslâmiyât, (2007),
X/1, s. 57-76.
Celal Nûri, 1327 Senesinde Selânik’te Müna’kit ittihat
ve Terakki Kongresinde Takdim Kılınan Muhtıra, İstanbul: Osmanlı Şirketi
Matbaası 1327.
, Târih-i İstikbâl: Mesâil-i
Fikriyye, İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaası 1331.
_______ , Ilel-i Ahlakiyemiz,
İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi 1332.
Cemaleddin Efgâhî, er-RedAle
’d-Dehriyyûn, Mısır 1935.
Chadwick, Owen, 19. Yüzyılda Avrupalı Aklın
Sekülerleşmesi, çev. Murat T. Aslan, İstanbul: Birey Yayınları, 2004.
Çelebi, İlyas “Mu’tezile’nin Klâsik İslâm Düşüncesindeki
Yeri ve Modern Döneme Etkileri”, Kelam Araştırmaları Dergisi(KADER),
cilt 2 sayı 2 (2004), s. 3-24.
, “Klasik Bir Kelâm Porblemi: Hüsün-Kubuh”, MÜİFD,
1999, sayı:17, s. 5590.
, “Hüsün ve Kubuh”, DİA, XIX,
57-62.
, “Mu’tezile”, DİA, XXXI,
392-7.
Çelebi, İ. ve Z. Yılmazer, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
İslam Düşüncesinde Arayışlar, İstanbul: Rağbet Yayınları 1999.
Çerkesşeyhizâde Mehmed Tevfik Efendi, Meziyyet-i
İslâmiyye, Dersaadet: Mahmud Bey Matbaası 1306.
, el-İtkanfi Tahkiki'l-İman,
İstanbul: Âlem Matbaası 1311.
Çubukçu, İbrahim Agah, Mezhepler, Ahlak ve İslam
Felsefesi ile ilgili Makaleler, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi, 1967.
Davutoğlu, Ahmet, “İslâm Düşünce Geleneğinin Temelleri,
Oluşum Süreci ve Yeniden Yorumlanması” Divan, 1996/1, 1-44.
De Amicis, Edmondo, İstanbul, trc. Beynun Akyavaş,
2.b. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1986.
De Boer, T. J., The History of Philosophy in İslam,
Delhi: Cosmo Publications 1903.
, İslâmda Felsefe Tarihi, trc. Yaşar Kutluer,
Ankara: Birlik Yayınları 1960.
Demir, Ahmet İshak, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslam
’a Bakışı, İstanbul: Ensar Neşriyat 2004.
Devvânî, Ebû Abdullah Celaleddin Muhammed b. Esad b.
Muhammed Mukayyed-i Celâl, İstanbul: Servet-i Fünun Matbaası 1327.
Düzdağ, M. Ertuğrul, Şeyhülislam Ebusuud Efendi
Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İstanbul: Enderun Kitabevi 1972.
Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtü'l-Kulûb, çev. Muharrem Tan,
İstanbul: İz Yayıncılık, 1999.
Ebu'l-Hüda Muhammed b. Hasan Vadi b. Ali Sayyâdi, Ukudü
’l-Elmas, Kahire, 1315.
, Dâi'r-Reşâd li Sebîli'l-İttihad ve'l-İnkıyâd, ter.
Halebli Kudsi Efendizâde Abdülkadir, İstanbul: Matbaa-i Amire, t.y. Eserin
Latin harflerine aktarımı için bkz. Hilafet Risaleleri: İslam Siyasî
Düşüncesinde Değişme ve Süreklilik: II. Abdülhamit Devri, haz. İsmail Kara,
İstanbul: Klâsik Yayınları 2002, s.165-201.
_______ ,
En-Nefhatü’n-Nebeviyye fî Hilâfeti’l-Hamidiyyeti’l-Osmaniye, Haz. İsmail Kara, Zeynep Süslü, Hilafet Risaleleri:
İslam Siyasi Düşüncesinde Değişme ve Süreklilik: II. Abdülhamit Devri, I,
içinde, haz. İsmail Kara, İstanbul: Klasik Yayınları 2002.
, Tarîku’s-Selâme, [y.y. : y.y.], 1389.
Elmalılı M. Hamdi(Yazır, mütercim); Paul Janet, Gabriel
Seailles, Tahlîlî Tarih-i Felsefe Metâlib ve Mezâhib, trc. Elmalılı M.
Hamdi, İstanbul: Matbaa-i Amire, 1341.
_______ , Hak
Dini Kur’an Dili, İstanbul: Matbaa-i Ebuzziya 1935.
Emil, Birol, Türk Kültür ve Edebiyatından Şahsiyetler,
Ankara: Akçağ Yayınları, t.y.
Emir Ali, Ruhu’l-İslam, trc. Ömer Rıza Doğrul,
İstanbul: Sebilürreşad Kütüphanesi 1341.
Erdem, Hüsamettin, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak:
(Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar), [y.y.], 1996.
Erdem, Sami, “Tanzimat Sonrası Osmanlı Hukuk Düşüncesinde
Fıkıh Usulü Kavramları ve Modern Yaklaşımlar”, Basılmamış Doktora Tezi, Marmara
Üniversitesi SBE, İstanbul 2003.
Esad Efendi, Mehmed Esad Konevi İmamzade, Dürr-i Yekta,
İstanbul: Matbaa-i Amire 1294.
, Dürr-i Yekta Şerhi,
İstanbul: Cemal Efendi Matbaası 1315.
Esad Efendi, Sahaflar Şeyhizade, Üss-i Zafer:
(Yeniçeriliğin Kaldırılmasına dair), haz. Mehmet Arslan, İstanbul: Kitabevi
2005.
Erzurumlu Mehmed Nusret, Nazariyyât-ı Fıkhiyye ve
‘Adât-ı Milliyye, Dersaâdet: Tanin Matbaası 1340.
Fatma Âliye, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife, İstanbul,
1317.
Fazlur Rahman, İslam, trc. M. Dağ, M. Aydın, Ankara:
Selçuk Yayınları 1981.
, İslam ve Çağdaşlık, çev. A. Açıkgenç, M. H.
Kırbaşoğlu, Ankara: Ankara Okulu, 1996.
_______ , İslâmî
Yenilenme: Makaleler, çev. Adil Çiftçi, Ankara: Ankara Okulu
Yayınları 2002.
Ferid[Kam], Dînî, Felsefî Musâhabeler,
Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye: Sırat-ı Müstakim Matbaası 1329.
_______ , Mebâdi-i
Felsefeden İlm-i Ahlak, Ankara: Şer'iye ve Evkaf Vekaleti, 13391341.
Fevzi Numan, İzhâr-ı Hakîkat, İstanbul: Tevsi-i
Tıbaat Matbaası 1331.
Gardet, Louis, “Reformizm ve Sosyal Gelişme”, çev. Adem
Efe, Süleyman Demirel İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1997, sayı:4, s.
243-254.
Gencer, Bedri, İslam ’daModernleşme 1839 - 1939,
Ankara: Lotus Yayınevi 2008.
Gibb, H. A. R. İslam Medeniyeti Üzerine Araştırmalar,
trc. Kadir Durak ...[ve öte.], İstanbul: Endülüs Yayınları 1991.
,İslam’da Modern Eğilimler, çev. M. Kürşad Atalar, Ankara: Çağlar Yayınları 2006.
Goldziher, Ignaz İslam’da Fıkıh ve Akaid, çev. İlhan
Başgöz, Ankara: Ardıç Yayınları 2004.
Hacı Reşid Paşa, Dîn-i Mübîn-i
İslam, Dersaadet: Matbaa-i Hayriye 1328.
Hafız Kamil, Cevâhirü'l-Kelâm fi Beyân-i Akâidi'l-İslam,
Kastamonu: Matbaa-i Vilayet 1334.
Halid el-Bağdadî, Ebü'l-Baha Ziyaeddin Mevlana Halid b.
Ahmed, Risale fi Tahkikı'l- İradeti'l-Cüz'iyye, İstanbul: Matbaa-i
Amire, 1259.
, Ferâidü’l-Fevâid, müt. Kemahlı Fazıl Hacı
Feyzullah Efendi, Kahire: Matbaatü’l-İlmiyye 1313.
Halil Hâlid, The Diary of a Turk,
London: Adam and Charles Black, 1903.
, Hilal Sâlib Münazaası,
Mısır, 1325.
Halim Sâbit [Şibay], Amelî
İlmihal, İstanbul: Sıratı Müstakim Matbaası 1329.
Hamamizade Mustafa Âsım, Tavzîhu ’l-Kelâm fi Akâid-i
İslam, Selânik: Osmanlı Asır Matbaası 1312.
Hamdi, Hikmet-i Siyasiye,
Dersaadet: Edeb Matbaası 1328.
Hanioğlu, M. Şükrü, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor
Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul: Üçdal Neşriyat, t.y.
, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet Siyaset ve Tarih,
İstanbul: Bağlam Yayınları 2006.
Hasan Hanefi, İslami Araştırmalar; trc. A. Durusoy,
İ. Aydın, İstanbul: İnsan Yayınları, 1994.
Hasan Kâfi Akhisarî, Ravzâtü'l-Cennât fi Usuli'l-İ'tikad,
trc. Mahmud Esad b. Emin Seydişehri, İstanbul: Cemaleddin Efendi Matbaası,
1316.
Hasan Tevfik Efendi, Ravza-iMuhavere,
İstanbul: Matbaa-i Amire, 1296.
Hâşim Nâhid, Türkiyâ için Necat
ve I’tilâ Yolları, Şems Matbaası., t.y.
Hâzık, Hürriyetin Dinî Esasları,
İstanbul: Matbaa-i Kader, 1328.
Hatiboğlu, İbrahim, “Osmanlı Aydınlarınca Dozy’nin Târîh-i
İslâmiyyet’ine Yöneltilen Tenkitler”, Islâm Araştırmaları Dergisi, 1999,
I/ 3, s. 197-213.
Hilmi Ziya Ülken, Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları,
Tahir H. Balcıoğlu, Kanaat Kitabevi, 1940.
Hulûsî, I’tikâdât ve I’tiyâdât-ı Islâmiye,
Dersaadet: Hocapaşa’da 33 Nolu Matbaa, 1328.
Hüseyin Cisr, Tercümetü'r-Risaletü’l-Hamidiye, trc.
Manastırlı İsmail Hakkı, İstanbul 1307.
Hüseyin Kazım Kadri, Hak ve
Hakîkat, İstanbul, 1288.
, [Şeyh Muhsin-i Fânî], Istikbâle Doğru, İstanbul:
Ahmed İhsan ve Şürekâsı 1331-1129.
_______ ,
[Muhsin-i Fani ez-Zâhirî], Yirminci Asırda Islamiyet, İstanbul: Evkâf-ı
İslamiyye Matbaası 1339.
, Dîni Makaleler, TDV İSAM
GNL FTV no. 013245.
İbnülemin Mahmud Kemâl, Ahlak,
Dersaadet: Mahmud Bey Matbaası 1308.
_______ , Ravzatü’l-Kemâl,
İstanbul: Mahmud Bey Matbaası 1308.
_______ , Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar, XII,
Ankara: Maarif Vekâleti 1951.
İbnü'l-Fâni Zeynelâbidîn, Müslümanlık,
Kostantiniye: Matbaa-i Ebüzziya, 1328.
İbrahim Hilmi, Türkiye Uyan,
Dersaâdet: Kütübhane-i İslam ve Askeri, 1329.
İbrahim Müteferrika, Usûlü’l-Hikem fi Nizâmi’l-Ümem,
Kostantiniyye: Darü’t- Tıbaati’l-Âmire, 1144.
İbrahim Nâtıkî, Risale-i
Akâidi'l-Islam, Dersaâdet: Matbaa-i Osmaniye, 1293.
İbrahim Nureddin Kastamonilî, Tercüme-i Vasiyyetname-i
Imam-ı Azam, İstanbul: Dârü't-Tıbaati'l-Âmire, 1264.
İskilipli Atıf Efendi, Mir’atü’l-Islam,
İstanbul: Şems Matbaası 1332.
, FrenkMukallidliği ve Şapka,
İstanbul: Kader Matbaası 1340.
İsmail Fenni Ertuğrul, Lügatçe-i
Felsefe, İstanbul Matbaa-i Âmire 1341.
, MâddiyûnMezhebininIzmihlâli,
İstanbul: Orhaniye Matbaası 1928.
, Büyük Mevzular, Milli
Mecmua Matbaası 1934.
, Hakikat Nurları, İstanbul:
Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye 1949.
İsmail Ferid, İbtâl-i Mezheb-i Mâddiyyûn, İzmir:
Ahmed Celâdet ve Şürekası Matbaası 1312.
İsmail Hakkı[Baltacıoğlu], Terbiye
ve İman, İstanbul: Yeni Turan Matbaası 1330.
, Din ve Hayat, İstanbul:
Kader Matbaası 1334.
İsmail Hakkı İzmirli, Usûl-i Fıkh
Dersleri, Dersaadet: Matbaa-i Hukukiye 1329.
, Muhassalu’l-Kelam ve’l-Hikme,
Daru’l-Hilâfeti’l-Âliye: Evkâf-ı İslâmiyye Matbaası 1336.
, MulahhasIlm-i Tevhid,
İstanbul: Kanaat Matbaası 1338.
, el-Cevabü's-Sedid fi Beyâni
Dini't-Tevhid, Ankara: Tedkikat ve Te'lifat-ı İslamiye 1920.
, Yeni Ilm-i Kelam, Birinci
Kitab, İstanbul: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası 13391341.
_________ ,Yeni Ilm-i Kelâm, İkinci Kitab, İstanbul: Matbaa-i Amire, 1340-1343.
, Mutasavvife Sözleri mi Tasavvufun Zaferleri mi: Hakkın
Zaferleri, İstanbul: Evkaf-ı İslamiyye Matbaası 1341.
İşcan, Mehmet Zeki, Muhammed Abduh’un Dini ve Siyasi
Görüşleri, 2.b. İstanbul: Dergâh Yayınları 1998.
Kara, İsmail, Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi: Metinler,
Kişiler, İstanbul: Risale Yayınları, 1986.
, İslamcıların Siyasi Görüşleri, I, Genişletilmiş ikinci baskı, İstanbul: Dergâh Yayınları
2001.
, “Türkiye’de Din ve Modernleşme”, Modernleşme İslam
Dünyası ve Türkiye, İstanbul: Ensar Neşriyat 2001.
, Hilafet Risaleleri: İslam Siyasi Düşüncesinde Değişme
ve Süreklilik: II. Abdülhamit Devri, I-II, İstanbul: Klasik, 2002.
_________ , Din İle
Modernleşme Arasında: Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, İstanbul: Dergah Yayınları, 2003.
________ , Cumhuriyet
Türkiyesinde Bir Mesele Olarak İslam, İstanbul: Dergah Yayınları 2008.
Kara, Mustafa, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri,
2.b., İstanbul: Dergah Yayınları 2003.
Kastamonulu Babalıklı Efendizade Ahmed Mahir Efendi, el-Muhkem
fi Şerhi'l-Hikem, İstanbul: Ahmed İhsan ve Şürekası 1323.
Keskin, Halife, İslam Düşüncesinde Kader ve Kaza,
İstanbul: Beyan Yayınları 1997.
Kılıçzade Hakkı, İtikadât-ı Batılıya İlan-ı Harb,
İstanbul: Sancakciyan Matbaası 1329.
, Son Cevab, İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaası 1331.
Korkmaz, Dilek, “Hoca Kadri Nâsıh’ın Hayatı Eserleri ve
Görüşleri”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi SBE,
İstanbul 2006.
Korlaelçi, Murtaza, Pozitivizmin Türkiye'ye Girişi ve
İlk Etkileri, İstanbul: İnsan Yayınları, 1986.
Köksal, M. Fatih, “Osmanlı Müelliflerinden Ahmed Asım
Efendi’nin İrade-i Cüz’iyye Risalesi ve Probleme Yaklaşımı”, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi SBE, İstanbul 2003.
Köprülüzade Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, İstanbul: Matbaa-i Amire 1918.
Kuntay, Mithat Cemal, Mehmed Akif: Hayatı, Seciyesi,
Sanatı, Ankara: Türkiye İş Bankası 1990.
Kutluer, İlhan, “İslam Felsefesi Tarihinde Ahlak İlminin
Teşekkülü”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniveristesi SBE, İstanbul
1989.
Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1998.
Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, çev. Kasım
Turan, İstanbul: Ayışığı Kitapları, 1998.
, İslam Felsefesi Kelâmı ve Tasavvufuna Kısa Bir Giriş,
çev. Şahin Filiz, İstanbul: İnsan Yayınları, 1999.
Manastırlı İsmail Hakkı, Tercüme-i Risâletü’l-Hamidiye,
Dersaadet, 1308.
________ , Metâlib-i
İrfâniyye ve İzahât-ı Nûniyye, İstanbul: Şirket-i Sahafiye-i Osmaniye
Matbaası 1312.
________ , Mevâidü’l-İnam
fi Berâhîn-i Akâidi’l-İslam, İstanbul: Şirket-i Sahafiye-i Osmaniye
Matbaası 1330.
________ , Telhisü'l-Kelam
fi Berâhin-i Akâidi'l-İslam, İstanbul: Mahmud Bey Matbaası, 1322.
,Mevâiz, yay. haz. Eşref Edib, İstanbul: Matbaa-i
Ahmed İhsan 1324.
Mardin, Şerif, The Genesis of Young Ottoman Thought: A
Study in the Modernization of Turkish Political İdeas, Princeton: Princeton
University, 1962.
________ , Türk
Modernleşmesi: Makaleler, IV, İstanbul: İletişim Yayınları 1991.
________ , Türkiye'de
Toplum ve Siyaset Makaleler: I, der. Mümtaz'er Türköne, Tuncay Önder, 2.b.
İstanbul: İletişim Yayınları 1991.
________ ,
“Türkiyede İktisadi Düşüncenin Gelişimi”, Siyasal ve Sosyal Bilimler:
Makaleler II, der. Mümtaz'er Türköne, Tuncay Önder, İstanbul: İletişim
Yayınları 1990, s. 45-98.
Mardinîzâde Ömer Fevzi, Dînî Hasbihâl, İstanbul,
Evkâf-ı İslâmiye Matbaası 1339/1342.
Mâtürîdî, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud, Kitâbü't-Tevhid,
thk. Fethullah Huleyf, İstanbul: el-Mektebetü'l-İslâmiyye 1979.
Mehmed Akif, Safahat, Tertip
eden: Ömer Rıza Doğrul, 5.b. İstanbul: İnkılab Kitabevi 1956.
Mehmet Ali Aynî, Huccetülislam
imam Gazzâlî, İstanbul: Matbaa-i Amire, 1327.
, Şeyh-i Ekberi Niçin Severim,
İstanbul: Evkaf-ı İslamiye Matbaası 1339.
, Ahlak Dersleri, İstanbul:
Evkaf-ı İslamiye Matbaası 1343.
, Reybilik, Bedbinlik, Lailahilik
Nedir: Tevfık Fikret ’in Tarih-i Kadîmine Bir Cevap, İstanbul: Kitabhane-i
Sudi, 1927.
, Türk Mantıkçıları,
İstanbul: İktisad Matbaası 1928.
, Türk Ahlakçıları, hz.
İsmail Kara, Kitabevi, 1992.
Mehmed Arif Bey, Binbir Hadis,
2. b. Kahire: Cerîde Matbaası 1325.
Mehmed Emin Feyzi, ilim ve irade,
İstanbul: Necm-i İstikbal Matbaası 1342.
Mehmed Esad Erbîlî, Kenzü'l-irfân
fi Ehâdis-i Nebiyyi'r-Rahman, İstanbul: Mahmud Bey Matbaası 1327.
, Mektubat, Dersaadet:
Matbaa-i Ahmed Kamil, 1341/1343.
Mehmed Fehmi, Hikmet-i Hukûk-i
İslâmiye, İstanbul: Matbaa-i Kütübhane-i Cihan, 1329.
Mehmed Fevzi Efendi, Kenzü'l-Feraid,
İstanbul: Matbaa-i Amire, 1305.
Mehmed Hilmi, Mir'at-ı Vazâif-i
İnsaniye, İstanbul: Matbaa-i Nefaset, 1327.
Mehmed Kadri Nâsuh [Hoca], Zulm
ve Adl, İstanbul, 1326.
Mehmed Lütfi, Tuhfe-i Lütfi,
İzmir: Keşişyan Matbaası 1324.
Mehmed Midhat, Umdetü'l-İslam,
3.b. İstanbul: Mahmud Bey Matbaası 1301.
Mehmed Rüşdi, Hallü’l-İşkâl fi
Mebâhisi’l-Cüz’i’l-İhtiyâr, İstanbul: Mahmud Bey Matbaası 1321.
Mehmed Sadık Rıfat Paşa, Risale-i
Ahlak, İstanbul: Takvimhane-i Amire 1275.
_________ , Zeyl-i Risale-i Ahlak,
İstanbul: Takvimhane-i Amire, 1275.
_________ , Avrupa Ahvâline Dâir Risâle,
İstanbul: Takvimhane-i Amire, 1275.
Mehmed Şemseddin[Günaltay], Zulmetten Nûra, 2.b.
İstanbul: Tevsi-i Tıbaat Matbaası 1331.
, Felsefe-i Ûla: Isbât-ı Vâcib ve Ruh Nazariyeleri,
İstanbul: Evkaf-ı İslamiyye Matbaası 1339/1341.
, Hurâfâttan Hakikate, Tevsi’ Matbaası 1332.
, Tarih-i Edyân, Dersaâdet: Kanaat Kütübhanesi,
1338.
_________ , Mâziden
Âtiye, Dersaâdet: Kanaat Matbaası 1339.
, “İslâm Dünyasının İnhitatı Sebebi Selçuk İstilâsı
mıdır?”, ikinci Türk Tarih Kongresi, [Türk Tarih Kongresi (II: 1937:
İstanbul)] Ankara: Türk Tarih Kurumu 1943, s. 350-66.
Mehmed Şerafeddin [Yaltkaya], Dinî Makaleler,
Ankara: Diyanet İşleri Reisliği 1944.
Mehmed Şükrü b. Ata, Âsâr-ı Nur, Dersaadet: Matbaa-i
Osmaniye, 1329.
Mehmed Vehbi, Ahkâm-ı Kur'aniye, İstanbul: Ahmed
Kamil Matbaası 1341-1343.
________ , Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, İstanbul: Ahmed Kamil Matbaası 1340-1343.
Mehmed Zihni, Ni ’met-i İslam, İstanbul, 1320.
Mert, Nuray, Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış:
Cumhuriyet Kurulurken Laik Düşünce, İstanbul: Bağlam Yayınları, 1994.
Mertoğlu, Suat, “Osmanlı’da II.
Meşrutiyet Sonrası Modern Tefsir Anlayışı: (Sırat-ı Müstakim/ Sebilürreşad
Dergisi Örneği: 1908-1914)”, Marmara Üniversitesi SBE, 2001.
Mızraklı İlmihal, hz.
İsmail Kara, Dergah Yayınları, 2001.
Milaslı Durmuşzâde Mehmed Sadık, Mevâiz-i Diniyye ve
Fevâid-i İslâmiye Mecmuâsı, Cild-i Sâni’, İzmir, 1329.
_________ , Âlem-i
İslam Cihad-ı Ekber, İstanbul: Amidi Matbaası 1339-1342.
Milaslı İsmail Hakkı, Din-i İslam ve Ulum ve Fünûn,
Dersaadet: Numune-i Tıbaat, 1327.
_________ , Hakikat-ı
İslam, İstanbul, Hilal Matbaası 1341-1343.
Mill, John Stuart, Hürriyet,
müt. Hüseyin Cahid, İstanbul: Akşam Matbaası 1927.
Moltke, Helmuth Von, Moltke'nin
Türkiye Mektupları, çev. Hayrullah Örs, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1969.
Muallim Erşed, MuvazzahMa’lumât-ıDiniyye,
İstanbul: Matbaa-i Şems, 1333.
Muhammed Abduh, Risaletü't-Tevhid,
Kahire, 1960.
Muhammed Haşim, Zübdetu Akaidi
'l-Islamiyye, İstanbul: 1319.
Muhammed İkbal, İslam ’da Dini
Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, çev. Sofi Huri, İstanbul: Kırkambar Yayınları
1999.
Muhammed Mahzumî Paşa, Cemaleddin
Afgani’nin Hatıraları, çev. Adem Yerinde, İstanbul: Klasik Yayınları 2006.
Muhammed Mekkî b. Azûz, el-Akidetü
’l-İslâmiyye, trc. Rıfat Efendi, İstanbul 1328.
Muhammed Şükrü b. Ahmed Ata, Tuhfetü'l-Fevaid
ala Cevahiri'l-Akaid, İstanbul: Ali Raif Matbaası 1329.
Musa Kazım Efendi, Safvetü'l-Beyan
fi Tefsiri'l-Kur'an, İstanbul: Matbaa-i Amire, 1335.
, Külliyât-ı Şeyhülislam Musa
Kazım: Dinî, İctimâîMakaleler, İstanbul: Evkâf- ı İslâmiye Matbaası 1336.
Mustafa Âsım, AkâidDersleri,
Dersaadet: Hilal Matbaası 1324.
Mustafa Sabri Efendi, DînîMüceddidler
Yâhud:(Türkiyâ İçin Necât ve İ’tilâ Yolları)nda Bir Rehber, İstanbul: Evkaf
Matbaası 1338-1340.
, Mevkıfu ’l-Beşer Tahte Sultâni
’l-Kader, Kahire: Matbaatü’s-Selefiyye, 1352.
Mustafa Sait Yazıcıoğlu, Mâtürîdî
ve Nesejî'ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, Ankara: Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi, 1982.
Mustafa Sami Efendi, Avrupa
Risalesi, İstanbul: Takvimhâne-i Âmire, 1256.
Mustafa Şekip Tunç, Terakki
Fikri: Menşei ve Tekâmülü, İstanbul: İstanbul Darülfünunu Edebiyat
Fakültesi, 1928.
Münif Paşa, “Hukuk-ı Hürriyet”, Müntehabât-ı Bedâyi ’-i
Edebiyye: Mensur Kısmı, der. Bulgurluzâde Rıza, 2. b. İstanbul: Dersaadet
Kütübhanesi, 1327.
Nâimâ Efendi, Mustafa, Târih-i Na‘îmâ: (Ravzatü'l-Hüseyn
fi Hulâsati Ahbâri'l- Hâfikayn), haz. Mehmet İpşirli, Ankara: Türk Tarih
Kurumu, 2007.
Namık Kemal, Bin iki Yüz Seksen Dokuz Senesi Saferinin
On Dördüncü Gecesi Görülmüş Bir Rüyadır, İstanbul, 1326.
, Osmanlı Tarihi, İstanbul:
Mahmud Bey Matbaası 1326.
, Renan Müdâfaanâmesi, hz.
Fuad Köprülü, Ankara, 1962.
_________ , Külliyat-ı
Kemal: Makalât-ı Siyasiye ve Edebiye, İstanbul: Selânik Matbaası 1327.
, Osmanlı Modernleşmesinin Meseleleri, 1840-1888,
haz. Nergiz Yılmaz Aydoğdu, İsmail Kara, İstanbul: Dergâh Yayınları 2005.
Nizâmü’l-Mülk, Ebu Ali Kıvamüddin Hasan b. Ali b. İshak
et-Tusi, Siyâset-nâme, haz. Mehmet Altay Köymen, Ankara: Kültür ve
Turizm Bakanlığı, 1982.
Neumann, C. K. Araç Tarih Amaç Tanzimat: Tarih-i
Cevdet’in Siyasî Anlamı, çev. Meltem Arun, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları 2000.
Okay, Orhan Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat
Efendi, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 1991.
Osman Nuri Ergin, Türkiye Maarif
Tarihi, İstanbul: Eser Neşriyat 1977.
Ömer Faruk, Bafralı, Necm-i
Hürriyet, Dersaâdet: Kütübhane-i Saadet 1324.
Ömer Nasûhi [Bilmen], Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri,
İstanbul: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası 1339-1342.
_________ , Nazari
ve Amelî Ahlak-ı İslamiye Dersleri, İstanbul: Ahmed Kamil Matbaası 1347.
Öz, Mehmet, Osmanlı’da “Çözülme” ve Gelenekçi Yorumları,
İstanbul: Dergâh Yayınları 1997.
Özervarlı, M. Sait, Kelamda Yenilik Arayışları: (XIX.
yüzyıl sonu XX. yüzyıl başı), İstanbul: İSAM Yayınları 1998.
Özsoy, Ömer Sünnetullah: Bir Kur'an İfadesinin
Kavramlaşması, Ankara: Fecr Yayınevi 1994.
Peyami Safa, Türk İnkılâbına
Bakışlar, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi 1988.
Renan, Ernest Nutuklar ve Konferanslar, çev. Ziya
İhsan, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı 1946.
Reşid Rıza, Mezâhibin Telfîki ve İslam’ın Bir Noktaya
Cem'i, trc. Ahmed Hamdi Akseki, Darü’l-Hilafe: Amidi Matbaası 1332.
, Tefsirü'l-Kur'âni'l-Hakîm,
Dârü'l-Menar 1954.
Rıfat, Fazâil-i Ahlâk,
Dersaadet: Mekteb-i Sanayi Matbaası 1311.
Rıza Tevfik [Bölükbaşı], Felsefe
Dersleri, İstanbul: Kader Matbaası 1330.
, Mufassal Kâmus-u Felsefe’nin “Kader” Maddesi,
yayınlayan: A. Uçman, Tarih ve Toplum, Ocak 1995, sayı: 133,
Ringgren, Helmer, İslam
Kaderciliği, ter. Resul Öztürk, Van: Bilge Adamlar, 2008.
Safranbolulu Hasan Hilmi b. Osman
Nuri, Dürr-i Sencîde, Dersaâdet, 1327.
, Mirkât-i Akâidyâhûd Vâzıh-ı
İlmihâl, Dersaadet: 1331.
Said Halim Paşa, Buhranlarımız,
İstanbul: Şems Matbaası 1328/1330.
,Buhrân-ıİçtimâimiz, İstanbul: Ahmed İhsan ve Şürekâsı, 1332.
, Taassub, Taassub, 2.b.
İstanbul: Ahmed İhsan ve Şürekâsı 1333.
________ , İnhitât-ı
İslam Hakkında Bir Tecrübe-i Kalemiyye, İstanbul: Matbaa-i Âmire 1334.
________ , İslamlaşmak,
Dârülhilâfetilaliyye: Hukuk Matbaası 1338.
Said-i Nursî, Bediüzzaman, İki
Mekteb-i Musibetin Şehâdetnâmesi yahudDivân-ı Harbi Örfî: ve Said-i Kürdî,
İstanbul: İkbal-i Millet Basımevi 1327.
________ , Münâzarât, Âsâr-ı
Bedîiye içinde, tarihsiz.
, Işaretü ’l- İcaz, Yeni Asya
Yayınları, İstanbul, 1985.
, Sünûhat, İstanbul: Sözler
Yayınevi, 1977.
, Lemalar, İstanbul: Sözler
Yayınevi, 1990.
, Hutbe-i Şamiye Namındaki Arabî Risalenin Tercümesi,
Antalya: Işık (İleri) Basımevi, 1957.
, Muhâkemât, İstanbul: Sözler
Yayınevi, 1977.
Serbestzade Ahmed Hamdi, Ilm-i Kelamdan Akaid-i Adudiyye
Şerhi Celal Tercümesi, Trabzon: Serasi Matbaası 1311.
Seyyid Ali Haydar Zühdî, Hadîkatü’l-Ukalâ fî İddihâri
Ezhâri’l-Fudalâ, İstanbul: Bosnevî Hacı Muharrem Efendi Matbaası 1293.
Seyyid [Bey] Mehmed, Usulü'l-Fıkh Dersleri Mebahisinden
İrade, Kaza ve Kader, İstanbul: Kader Matbaası 1338.
Seyyid Şerif Ali b. Muhammed Cürcânî,
et-Ta'rifât, Kahire: Matbaat-i Vehbiyye 1283.
Sıddıkî, Mazharuddin, İslam Dünyasında Modernist
Düşünce, trc. G. Korkmaz, M. Fırat, İstanbul: Dergâh Yayınları 1990.
Sırrı Girîdî, Nakdü'l-Kelam fi
Akâidi'l-Islam, Kostantiniye: Matbaa-i Ebüzziya 1302.
, Ârâu’l-Milel, İstanbul: A. M. Şirket-i Mürettibiye Matbaası 1303.
Subhi Paşa, Hakâikü'l-Kelâm fi
Tarihi'l-İslam, İstanbul: Matbaa-i Âmire 1297.
Hafız Nûri, Akâid-i Islamiyeden Amelî Ulûm-i Dîniyye,
2. b. Dersaadet: Vezir Hanında 48 Numaralı Matbaa 1331.
Süleyman Sırrı, Risale-i
VazifetiMüminîn, Selânik: Selânik Vilayet Matbaası 1303.
________ , Kenzü'l-Akâid,
Dersaâdet: Mahmud Bey Matbaası 1315.
, Vesiletü'l-Felah,
Dersaadet: Vezir Hanında 48 Numaralı Matbaa 1328.
Şânî-zâde Mehmed Ataullah Efendi, Şânî-zâde Tarihi:
(1223-1237/1808-1821) neşre hazırlayan Ziya Yılmazer, İstanbul: Çamlıca
Basım Yayın 2008.
Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Tarih-i İslam,
Kostantiniye: Hikmet Matbaası 1326.
, Allah’ı İnkâr Mümkün müdür? Yâhûd Huzûr-u Fende
Mesâlik-i Küfr, İstanbul: Hikmet Matbaası 1327.
, Huzur-u Akl ve Fende Mâddiyyûn Meslek-i Dalâleti,
Darü'l-Hilâfe: Hikmet Matbaa-i İslamiyesi 1332.
_______ ,Üss-i
İslam: Hakâik-i İslâmiyeye Müstenid Yeni İlm-i Akaid, İstanbul: Hikmet
Matbaa-i İslamiyesi 1332.
, Hikmet Yazıları, haz. Ahmet Koçak, İstanbul: İnsan
Yayınları 2005.
Şeker, Fatih M. Osmanlılar ve Vehhâbilik: Hüseyin Kazım
Kadri’nin Vehhâbilik Risalesi, İstanbul: Dergâh Yayınları 2007.
Şeker, Şemsettin, “İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın Tarihi
Romanı: Sabih”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul 2009.
Şemseddin Sami, Kâmus-i Türkî, İstanbul: Çağrı
Yayınları 1978.
Şirvanlı İbrahim Nâtıkî, Risale-i Akaidü'l-İslam,
Dersaadet: Matbaa-i Osmaniye 1883.
Taftazânî, Sa'deddin Mesud b. Ömer b. Abdullah Kelam
İlmi ve İslam Akaidi: Şerhü'l- Akaid, haz. Süleyman Uludağ, 2. b.
İstanbul: Dergâh Yayınları 1982.
Tanpınar, Ahmed Hamdi, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi,
2.b. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat fakültesi Yayınları 1956.
Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmine Giriş, 2.b. İstanbul:
Damla Yayınları 1985.
Topçu, Nurettin İsyan Ahlâkı, trc. Mustafa Kök, Musa
Doğan, İstanbul Dergâh Yayınları 1995.
Tunuslu Hayreddin Paşa, Mukaddime-i Akvemü'l-Mesâlik fi
Ma'rifet-i Ahvâli'l-Memâlik Tercümesi, trc. Abdurrahman, İstanbul: Elcevâib
Matbaası 1879.
Tüccarzade İbrahim Hilmi [Çığıraçan], Milletin Kusurları
Felaketlerimizin Esbâbı, Dersaâdet: Kütübhane-i İslâm ve Askerî 1328.
, Avrupalılaşmak Felaketlerimizin
Esbâbı, İstanbul: Matbaa-i Hayriye ve Şürekâsı 1332.
, Türk Çocuğunun Din Kitabı,
İstanbul: Kitabhane-i Hilmi 1928.
Ubeydullah Efgânî, Kavm-i Cedid:
Kitâbü'l-Mevaiz, Dersaâdet: Şems Matbaası 1331.
Ubeydullâh Kuşmânî, Zebîre-i
Kuşmânîfi Ta’rîf-i Nizâm-ı Îlhâmî, haz. Ömer İşbilir, Ankara: Türk Tarih
Kurumu 2006.
Ubeydullah Kuşmânî, Ebubekir Efendi,
Asiler ve Gaziler: Kabakçı Mustafa Risalesi, haz. Aysel Danacı Yıldız,
İstanbul: Kitap Yayınevi 2007.
Ubicini, J. H. A. Türkiye 1850:
Tanzimat - Ulema - Basın, trc. Cemal Karaağaçlı, İstanbul: Tercüman
Gazetesi 1977.
Uryanizâde Ali Vâhid, Asker
Îlmihali, İstanbul: Türk Matbaası 1927.
Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye'de
Çağdaş Düşünce Tarihi, 2.b. İstanbul: Ülken Yayınları 1979.
Watt, Montgomery, Free Will and
Predestination in Early İslam, London: Luzac and Company 1948.
________ , Îslam Düşüncesinin Teşekkül
Devri, trc. E. Ruhi Fığlalı, Ankara: Umran Yayınları 1981.
Yağlıkçızade Ahmed Rifat Efendi, Tasvîr-i
Ahlak, Dersaâdet: Mahmud Bey Matbaası 1305.
Yavuz, Yusuf Şevki, “Eş’ariyye”, DÎA,
XI, 448-456.
, “İlliyyet”, DÎA, XXII,
121-2.
, “Kader” DÎA, XXIV, 56-60.
, “Mâtürîdiyye”, DîA, XXVIII, 164-74.
Yeprem, M. Saim, Îrade Hürriyeti
ve Îmam Matüridi, İstanbul: Şamil Yayınevi 1980.
Yılmaz, Nergiz, “Namık Kemal’de Siyasi Kavramlar”, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü,
İstanbul 2000.
Yusuf Akçura, “Kader”, Eski Şûra-yı Ümmette Çıkan
Makalelerimden, İstanbul: Tanin Matbaası 1329.
, Üç Tarz-ı Siyaset,
2.b. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları 1987.
Yusuf Ziya [Yörükan] İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler:
Imam-ı Azam Ebu Hanife ve imam Ebu Mansur-i Mâturîdî yay. Haz. T. Yörükan,
İstanbul: Ötüken Yayınları 2006.
, Kur'an-ı Kerim'den Ayetler: İslam Esasları,
Ankara: MEB 1953.
________ , Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İlmi Kelam Dersleri Ders Notları, y-y-,
t.y.
, İslâm Dîni Târihi, İstanbul: Ötüken Yayınları
2006.
, İslâm Dîni, İstanbul: Kanaat Kütüphanesi 1927.
Zahid el-Kevserî, Muhammed Zahid b. el-Hasan b. Ali, el-İstibsâr
fi’t-Tehaddis ani’l- Cebr ve ’l-İhtiyâr, Kahire: Dârü’l-Envar 1951/1370.
Ziya Gökalp, Makaleler I, haz. Şevket Beysanoğlu,
Ankara: Kültür Bakanlığı 1976.
, Makaleler IX, haz. Şevket Beysanoğlu, Ankara:
Kültür Bakanlığı 1980.
, Felsefe Dersleri, haz. Ali Utku, Erdoğan Erbay,
Konya: Çizgi Kitabevi Yayınları 2005.
Ziya Paşa, Endülüs Tarihi, İstanbul: Tercümân-ı
Ahvâl 1280.
Ziyâeddin Ezherî, Tabîi’yyûn Da’va ve Gâyeleri,
Şumnu: Terakki Matbaası 1342.
Mevâiz-i Dîniyye,
İstanbul, İstanbul: İttihad ve Terakki Cemiyeti Şehzadebaşı Kulübü Heyet-i
İlmiyesi, Birinci Kısım 1328; İkinci Kısım 1329.
Türkçe Hutbe, Diyanet
İşleri Reisliği, İstanbul: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası 1927.
[1] Islah layihalarından Islahat Fermanı’na daha
sonraları II. Meşrutiyet’in hararetli meselelerinden biri olan Islâh-ı Medâris
tabirine kadar ‘ıslah’ kavramının geniş bir kullanımı vardır. Kânun-i Kadîmle
ilgili Osmanlı ıslah düşüncesinin bakışını ve değişimini Mehmet Genç şöyle
ifade etmektedir: “Osmanlı literatüründe ıslahat diye bilinen ve çok eski
tarihlere kadar çıkan faaliyetlerle reform çağı arasındaki temel fark,
amaçlanan model bakımındandır. Geçmişteki ıslahat faaliyetlerinde amaç, hep
mükemmel olduğu düşünülen eski modeli ihya etmekti. Oysa 18. Yüzyılın
sonlarında başlayan reform çağının modeli; daha başından itibaren artık eskide
ve geçmişte değildi.” Mehmet Genç, “19. Yüzyılda Osmanlı İktisadî Dünya
Görüşünün Klâsik Prensiplerindeki Değişmeler”, Divan, 1999/1, s. 5.
[2] İbrahim Müteferrika,
Usûlü’l-Hikem fi Nizâmi’l-Ümem, Kostantiniyye: Darü’t-Tıbaati’l-Âmire,
1144, s. 3.
[3] Tunuslu Hayreddin Paşa, Mukaddime-i
Akvemü'l-Mesâlikfi Ma'rifet-i Ahvâli'l-Memâlik Tercümesi, trc. Abdurrahman,
İstanbul: Elcevâib Matbaası, 1879, s. 3. Tunuslu Hayreddin Paşa Avrupa’nın
ulaştığı seviyeyi iki nedene bağlar: “Şecere-i hürriyetin kökleşmesi ve
tanzimât-ı siyâsiyeye müradif olan «Constitution»un tesis etmesi” s. 130.
Medeniyet kavramının Osmanlı zihin dünyasındaki seyrine dair bkz. Ruhi Güler, Tanzimat’tan
II. Meşrutiyet’e “Medeniyet” Anlayışının Evrimi, Basılmamış Doktora Tezi,
2006, s. 83 vd.
[4] Özellikle Mecelle tartışmalarında
tebarüz eden bu durum çözüm arayışlarında iki farklı tutumun devlet zihniyetine
yerleştiğini göstermektedir. Ahmed Cevdet Paşa, Ma‘rûzât, haz. Yusuf
Halaçoğlu, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1980, s. 199. “sırf alafıranga efkâra
tâbi‘ olan mütefernicîn ise...”
[5] Ahmed Cevdet Paşa, Ma
‘rûzât, s. 238.
[6] Bu arayışların ilk
örnekleri için bkz. Ubeydullâh Kuşmânî, Zebîre-i Kuşmânî fi Ta ’rîf-i
Nizâm-ı İlhâmî, haz. Ö. İşbilir, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2006, s. 22 vd.
Konevî İmamzade Mehmed Esad Efendi, Dürr-i Yekta Şerhi, İstanbul: Cemal
Efendi Matbaası, 1315. II. Meşrutiyet öncesinde çalışmanın ve terakki etmenin
şer’an gerekli olduğu ile ilgili bkz. Sâmi Paşazâde Sezâi, “Terakki”, Sami
Paşazade Sezai: Siyasî ve Sosyal Makaleler, s. 5.
[7] Örnek olarak bkz. Abdurrahman Sami Paşa, Rumuzü'l-Hikem,
İstanbul: Şeyh Yahya Efendi Matbaası, 1287, s. 125. Gayr-ı Müslimlerin
mahkemede şahitlikte eşitliği, mirastaki kadın-erkek eşitliği ve Müslüman bir
kadının ehl-i kitapla evlenmesine izin verilmemesi gibi hususlarda İslâm’ı
müdafaa eden bir örnek için bkz. Ahmed Muhyiddin b. Mirza Said Paşa, Sirâcü
’l-Hidâye, Dersaadet: Mahmud Bey Matbaası, 1305, s. 18-26.
[8] Ubicini daha 1851’de bu fikirlerin gerçek
müslümanın hayatında zaten yerleşmiş bir esas olduğunu ve eksik olanın sadece
“kendi anladıkları manada” siyasî hürriyetten ibaret olduğunu ifade etmektedir:
“Paranın üzerine yazılan Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik. Türk bunu bir haykırışla
ve bir tek kelimeyle ifade etmeye muktedirdir: Allah kerim, Allah büyüktür!” J.
H. A. Ubicini, Türkiye 1850: Tanzimat - Ulema - Basın, trc. Cemal Karaağaçlı,
İstanbul: Tercüman Gazetesi, I, 80. İslâm’da ve Osmanlı’da zaten mevcut
olduğuna dair bkz. Mehmed Sadık Rıfat Paşa, Avrupa Ahvâline Dâir Risâle,
İstanbul: Takvimhane-i Amire, 1275, s. 5-6. Siyasî muhtevalı eserlerde adalet
fikrini klâsik kaynak ve referanslarla temellendirmeye devam eden bir eser için
bkz. Bereketzade Seyyid Abdullah Cemaleddin Efendi, İslâm ’da İdare ve
Siyaset, haz. E. Bayraktar, A. Kadir Kabakçı, 2.b. İstanbul: Kayıhan
Yayınevi, 1995, s. 109 vd.
[9] Avrupa’nın terakkisini Endülüs üzerinden
İslâm’a bağlayan bu bakış açısı bütün bir İslâmcılık tarihinin savunma dili
olacaktır. Misal olarak bkz. Ziya Paşa, Endülüs Tarihi, İstanbul:
Tercümân-ı Ahvâl, 1280, II, 510 vd. Abdurrahman Sami Paşa, Rumuzü’l-Hikem,
s. 122-3. Seyyid Abdullah Cemaleddin Efendi, İslâm ’da İdare ve Siyaset,
s. 95. Avrupa’daki gelişimi İslâm’a bağlayan erken bir telaki için bkz. Mustafa
Sami Efendi, Avrupa Risalesi, İstanbul: Takvimhâne-i Âmire, 1256, s.
36-7.
[10] Ahmed Cevdet Paşa, Târih-i Cevdet,
İstanbul: Dârü’t-Tıbaati’l-Amire, 1257, VI, 159. II. Meşrutiyet’in ilanıyla
beraber hürriyeti savunan ve bunu halka benimsetmek isteyenler de aynı yola
başvuracaklardır. Seksen ayet kırk hadisle bu işe koyulan Hâzık, hürriyetin
batıya İslamiyet sayesinde geçtiğini ve orada münbit bir zemin bularak
yeşerdiğini anlatmaktadır. Hürriyetin Dinî Esasları, İstanbul: Matbaa-i
Kader, 1328, s. 3-4.
[11] Namık Kemal, Renan Müdâfaanâmesi, hz.
Fuad Köprülü, Ankara, 1962, s. 21 vd. Tasavvufî neşvesi olan, Mesnevî şârihi Abidin
Paşa çalışma fikrini varlık temeline oturtmaktadır. Saâdet-i Dünya,
Rodos: Matbaa-i Vilayet, 1312, s. 60. II. Meşrutiyet’le birlikte bu husus
kelamî bir esere de yansıyacaktır. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam,
Birinci Kitab, İstanbul: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, 1339-1341, I, 11. Bu durum
devam edecektir. Mesela bkz. Mardinîzâde Ömer Fevzi, Dînî Hasbihâl,
İstanbul, Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, 1339/1342, s. 64-72.
[12] Bunu mümkün görmeyip bu daireyi inkâr edenler
de vardır: “Şark şarkdır, garb garbdır. Şark garb olmaz. Garbın usûl ve âdâtı
şarka gelmez.” Fakat o da bazı şeyleri alma konusunda muknî olmuştur: “Afât-ı
semâviye ve arziyeden tarz-ı tahfiziyyesi ve bekâ-yı mevcûdiyetlerinin usul-i
müdâfaa ve idâmesi ne ise yalnız onun bizim medeniyetimize muvâfık olan
yerlerini alarak şekl-i mahsus ve kadîmimizi muhâfaza edelim.” s. 6. Mehmed
Arif Bey, Binbir Hadis, 2. b. Kahire: Cerîde Matbaası, 1325, s. 6.
[13] Mehmed Arif Bey, Binbir Hadis, s. 3. Bu
kabul giderek yaygınlaşacaktır. Said Nursî; “Mehâsin-i medeniyet denilen
emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş birer mes’elesidir.” Muhâkemât,
İstanbul: Sözler Yayınevi, 1977, s. 39. Celal Nuri, “Her ne ki fennen doğru ve
müsbettir, işte o din-i İslâm’dır.” Tarih-i İstikbâl: Mesâil-i Fikriyye,
İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaası, 1331, I, 107.
[14] Münif Paşa, “Mâhiyet
ve Aksâm-ı Ulûm”, Mecmuâ-i Fünûn, İstanbul, İkinci Sene, No:13, Muharrem
1280, s. 3. Ekmeleddin İhsanoğlu, ondokuzuncu asrın ikinci yarısına kadar
Osmanlı entelektüel çevrelerinde batı bilimi ile İslâm dini arasında müşahhas
bir çatışmanın söz konusu olmadığı
kanaatindedir.
E. Ihsanoğlu, “Osmanlı imparatorluğunda Bilim, Teknoloji ve Sanayide
Modernleşme Gayretleri”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, II, İstanbul,
1998, s. 10.
[15] Batılı manada bir
serbestliğin zararlarını medeniyet ve terakki fikri ile birlikte tenkit eden
bir değerlendirme için bkz. Ahmed Lütfi Efendi, Lütfi Efendi Tarihi, XI,
136-7.
[16] Şinasi’nin tavrını İbn Rüşd’ün din ile
felsefeyi uzlaştırma çabasının bir devamı olarak gören bir değerlendirme için
bkz. Bedri Mermutlu, Sosyal Düşünce Tarihimizde Şinasi, İstanbul: Kaknüs
Yayınları, 2003, s. 189-90.
[17] Islahat
hareketlerinin geneli için Kur’an ve Sünnet’e dönmek fikri ile ilgili bkz.
Fazlur Rahman, İslâm, s. 268-9.
[18] İsmail Kara, Türkiye'de
İslâmcılıkDüşüncesi: Metinler, Kişiler, İstanbul: Risale Yayınları, 1986,
I, 5860.
[19] Fransa büyükelçisi ile giriştiği mükâlemede
Ahmed Cevdet Paşa İslâm’da ruhbanlığın olmadığını Hıristiyanlıkla mukayeseli
olarak anlatmaktadır. Ulema sınıfının ehemmiyetini ve kıymetini de takdir eder
şekilde yaptığı bu izah sonraları çok büyük problemlere yol açacak bir muhavere
biçiminin uzağındadır. Ma‘rûzât, s. 107-9. Özellikle Avrupa’dan tevarüs
edilen, dinin bir vicdan meselesi olduğu iddiası selefî anlayışın ısrarla
tutunduğu “Allah ile kul arasında vasıta yoktur” kaziyesiyle birleşince gerek
ulema gerek de tasavvufî hiyerarşinin üst katmanlarında bulunanların otoritelerine
yönelik bir hücuma dönüşecektir. Bu kabul çok sonraları ders kitaplarına dahi
yansıyacaktır. Tüccarzâde İbrahim Hilmi [Çığıraçan], Türk Çocuğunun Din
Kitabı, İstanbul: Kitabhane-i Hilmi, 1928, s. 20-2.
[20] Avrupa’yı yakından görmüş biri olarak Midhat
Efendi’nin tahlilleri dikkate değerdir: “Hele bunların asıl arayıp taradıkları
şey bizim ilm-i kelam ile min-cihetin de ilm-i tasavvuf olmak lazım geldiği
halde bunların zevkine vusûlden büsbütün baîd oldukları onlara dair hangi bahis
açılsa ilk işittikleri mebâhisten imişcesine etvâr-ı müteaccibâne ile telakki
eylemekte bulunmalarından anlaşılır.” Ahmed Midhat Efendi, Avrupa’da Bir
Cevelân, İstanbul: Tercüman-ı Hakikat, 1307, s. 225.
[21] Yukarıdaki satırlar Ahmed Hamdi Akseki’ye
aittir. Ulemadan, İslâmcı kimliğiyle mümeyyiz ve Cumhuriyet Dönemi’nde dinî
hayatın mühim simalarından biri olan Akseki’nin meseleyi takdim edişi referans
çerçevesinin ne kadar değiştiğini göstermesi açısından ibret vericidir. Nitekim
bu, Akseki’den çok önce başlamış ve giderek yaygınlaşan bir anlayış olmuştur.
Akseki, Ahlâk Dersleri, s. 61. Aynı şekilde Akseki şöyle demektedir:
“Şimdi bu akîdenin ne dereceye kadar sağlam ve ilm ile kâbil-i te’lif olduğunu
tedkik edelim.” Aksekili Ahmed Hamdi, Dînî Dersler, Birinci Kitab:
Zarûriyyât-ı Dîniyye, 2.b. Dâru’l-Hilâfeti’l-Âliye: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası,
1339-1341, s. 278.
[22] Mehmed Arif Bey, Binbir
Hadis, s. 5.
[23] Mesela çalışmanın, servetin ne kadar
ehemmiyetli olduğunu anlatmaya çalışan bir müellifin değerlendirmeleri dinî
olanın fail değil münfail olduğunu görmek için güzel bir örnektir: “Eğer
insâniyet hayat-ı şahsiye ve içtimâiyede sa’y u amelin vucûbunu iktizâ ediyorsa
İslâmiyet “leyse li’l- insâni illâ mâ-seâ” diye lisân-ı acz-i beşerin
varamayacağını buyuruyor ki sa’y u amel, servet-i milel ilminin en mühim
kısmını teşkil eder.” Binbaşı Salih İhsan, “İnsâniyet Neyi İstilzâm Ederse
İslâmiyet Onu Emr ve Tavsiye Eder”, SM, IV/81, s. 47.
[24] Filibeli Ahmed Hilmi, ulemayı tenkit ederken
bu aciliyeti merkeze alır: “«Siz ictihad buyurunuz» denilse iktidarımız yok
demek gibi gayr-i memûl bir büyüklük gösteriyorlar. O halde nasıl edelim?
Yahudilerin azîri, bizim mehdiyi beklediğimiz gibi ile yevmi’t-tenâd müçtehid
mi bekleyelim? Din ile fenni, hıfz-ı iman ile terakkiyi terdif etmek emelinde
olan millet-i İslâmiye ne yapsın? Aç bir adama ne vakte kadar «Hele bekle ekmek
yapmasını bilen yok, öyle bir usta ele geçerse sen de açlıktan ölmezsin»
diyeceğiz? Ve yahut «Asırlarca evvel yapılmış ve artık tehaccur etmiş olan şu
peksimeti yemene bak» mı söyleyeceğiz?” Tarih-i İslâm, Kostantiniye:
Hikmet Matbaası, 1326, I, 9.
[25] Kavram ile ilgili
değerlendirme için bkz. İsmail Kara, İslâmcıların Siyasî Görüşleri,
genişletilmiş ikinci baskı, İstanbul: Dergâh Yayınları 2001, I, 19 vd.
[26] Namık Kemal, Osmanlı
Tarihi, İstanbul: Mahmud Bey Matbaası, 1326, I, 4-5.
[27] Ahmed Midhat Efendi terakkiyi gökten düşen bir
taşın hızına benzetmektedir: “Dünyada terakki denilen şey semâdan düşen taşın
gittikçe hızlanması gibi bizim zamanımıza yaklaştıkça kuvvet ve süratini
arttırmıştır.” Mufassal Târih-i Kurûn-ı Cedîde, İstanbul: Tercüman-ı
Hakikat, 1303, I, 17. Benzer bakış açısı için bkz. Mehmed Arif Bey, Binbir
Hadis, s. 17. Benzerlerine çokça tesadüf ettiğimiz bir telakki tarzına
Filibeli Ahmed Hilmi de rastlarız: “Avrupa medeniyetinin sıfat-ı kâşifesi
«sür’at-i terakkî», «sür’at-i teşebbüs», «sür'at-i icrâ» olduğuna bakılırsa hiç
olmazsa tedâfii’ bir vaziyet alabilmek için seri’ ve amelî tedbirler ittihâzı
lâzımdır, zarurîdir.” Tarih-i İslâm, Kostantiniye: Hikmet Matbaası,
1327, II, 663.
[28] Namık Kemal, Osmanlı
Tarihi, I, 7-8. Namık Kemal bu durumu farklı bir zaviyeye
yerleştirmektedir: “Şer’i ilâhiyede ahkâm tebeddül-i zaman ile mütegayyir iken
yine âdet muhkemdir.” s. 8.
[29] Sadullah Paşa
neslinin Avrupa telakkisini çok güzel ifade eden satırlarında meseleyi
hürriyetle irtibatlandırır: “Âgah ol ki burası nazar-ı ehl-i hakikate göre
teşhîrgâh-ı masnû’ât değil belki dâru’l- imtihân-ı mevzûatdır; meşhûdun olacak
âsâr-ı nefise kânun-u hürriyete tâbi’ memâlikin mahsûl-u terakkiyâtıdır.” 1878
Paris Ekspozisyonu, YTEA II içinde, s. 638. Tunuslu Hayreddin Paşa, hangi
hürriyeti kasdettiğinin farkında olarak Avrupa’daki hürriyet fikrine medhiyeler
düzmektedir: “Hürriyet olmayınca terakki olamaz. Refah ve saadetin, terakki ve
medeniyetin üssü’l-esâsı hürriyettir.” Mukaddime-i Akvemü’l-Mesâlikfi
Ma’rifet-i Ahvâli’l-Memâlik Tercümesi, s. 125.
[30] Osmanlı modernleşmesinin mühim simalarından
Hoca Tahsin Efendi’nin insanlık tarihini bu kurgu üzere tasnif ettiğini
görmekteyiz. Bu anlayış ileriye doğru bir tarih, hayat ve istikbal tasavvuru
doğuracaktır. Hoca Tahsin, Târîh-i Tekvin yâhud Hilkat'de şöyle der:
“Vicdân ve idrâkin terakkîsi, terakkiyâtın akvâsı ve insâniyet derecesi
bildiğimiz mir’ât-ı mükevvenâtın eşref u â‘lâsı olduğuna hükmedebiliriz.”, R.
Demir, B. Yurtoğlu, “Unutulmuş Bir Osmanlı Düşünürü Hoca Tahsin Efendi'nin
Tarih-i Tekvin Yahud Hilkat Adlı Eseri ve Haeckelci Evrimciliğin Türkiye'ye
Girişi”, Nüsha, I/2, Yaz 2001, s. 192. İnsalık tarihini bir tekâmül
süreci olarak telakki eden bir değerlendirme için bkz. Ahmed Midhat Efendi, Mufassal
Târih-i Kurûn-ı Cedide, I, 13. Cevdet Paşa ise meseleyi daha çok İbn
Haldun’un tasnifi üzerinden klâsik muhtevaya uygun şekilde ele almıştır. Ahmed
Cevdet Paşa, Târih-i Cevdet, İstanbul: Dârü’t-Tıbaati’l-Amire, 1257, I,
7-8. Kâtib Çelebi tarzını takip eden bir tarih için bkz. Yağlıkçızade Ahmed
Rifat Efendi, Nakdü’t-Tevârih, İstanbul: Şeyh Yahya Efendi Matbaası,
1296, s. 15.
[31] Darwin’in tekâmül Nazarîyesinin Osmanlı’da
gördüğü ilgiyi izah eden bir makale için bkz. Ülker Öktem, “Charles Darwin’in
Evrim Kuramı”, Araştırma Dergisi, 14(1992), s. 242-53. Gibb, tekâmül
fikrinin vahiyle ve İslâm’la uyumlu olduğuna dair inancın modernleşmenin
benimsenmesi için bir araç olduğunu belirtmektedir. H. A. R. Gibb, İslam ’da
Modern Eğilimler, çev. M. Kürşad Atalar, Ankara: Çağlar Yayınları 2006, s.
47.
[32] İsmail Kara, İslâmcıların
Siyasî Görüşleri, I, 21. Bu fikrin geliştirilmiş hali için bkz. İsmail
Kara, “Çağdaş Türk Düşüncesinde Bir Tenkit/Tasfiye Alanı Olarak Tasavvuf ve
Tarikatlar”, Din İle Modernleşme Arasında: Çağdaş Türk Düşüncesinin
Meseleleri, İstanbul: Dergah Yayınları, 2003, s. 372-7.
[33] Modernist İslâm
düşüncesinin kendine alan açma arzusu olarak da görülebilecek bu mesele Osmanlı
muhitinde de benimsenmiş bir telakki idi. Muhammed Abduh, Risaletü’t-Tevhid,
Kahire, 1960, s. 16782. Tekâmül fikri iyi geliyordu zira İslâm son dindi. Bu
bölümünü kabul ediyorlar fakat dine gerek yoktur fikrine karşı çıkıyorlardı. Bu
tekâmül fikrini irade meselesiyle de irtibatlandıran bir metin için bkz.
Hulûsî, İ’tikâdât ve İ’tiyâdât-ı İslâmiye, Dersaadet: Hocapaşa’da 33
Nolu Matbaa, 1328, s. 16. Bu kabülün II. Meşrutiyet devrinde yaygınlığını
görmek için ulemadan İskilipli Mehmed Atıf’ın söyledikleri mühimdir:
“Binâenaleyh Kur’an-ı Kerim insanların her hususta tekâmüllerini üstlenen büyük
bir kânun-u esasidir, anayasadır.” “İnsanların Bir Kanuna İhtiyaçları” BH,
I/9, s. 187. Rıza Tevfik, “Mufassal Kâmus-u Felsefe’nin “Kader” Maddesi”
yayınlayan: A. Uçman, Tarih ve Toplum, Ocak 1995, sayı:133, s.
10-1.[Bundan sonra bu makaleden sadece “Kader” olarak sözedilecektir] Câhız,
“İslâmiyetin İnhitâtının Bazı Sebebleri”, Bilgi Mecmuası, 3 Kanunievvel
1329, I/2, s. 167. İnsanlığın ilk devrlerini kolaylıkla behimiyyet olarak dile
getiren sûfi-meşrep bir isim için bkz. Mehmed Ali Aynî, Ahlâk Dersleri,
İstanbul: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, 1343, s. 137.
[34] Nitekim tekâmül Nazarîyesine inananlar dinin
bugünkü halinin yetersizliği meselesini görmezlikten gelme yolunu
seçeceklerdir. Allah’ın gönderdiği peygamberlerle her şeyi insanlara ilettiğini
ve daha iyisinin olamayacağını ifadeyle bu fikre karşı çıkan nadir örneklerden
biri olarak bkz. Ahmed Muhyiddin b. Mirza Said Paşa, Sirâcü ’l-Hidâye,
s. 5.
[35] Mesela bkz. Musa
Cârullah, “İslâmiyetin İstikbâli”, İslâm Dünyası, 15 Cemaziyulâhir 1331,
sayı:6, s. 84.
[36] Kılıçzâde Hakkı, Son
Cevab, İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaası, 1331, s. 14.
[37] Celal Nuri, Tarih-i
İstikbâl: Mesâil-i Fikriyye, I, 107. Hatta daha da ileri giderek
İslâmiyet’in yaşamasını tekâmülüne müsaade edilmesine bağlamaktadır. s. 67.
[38] İsmail Hakkı, Din ve Hayat, İstanbul:
Kader Matbaası, 1334, s. 29. Akif İslâm’dan önceki dönemi sinn- i tufûliyet
olarak isimlendirmektedir. Mehmed Akif, “Vaaz ve Mev’iza” SR, IX/49-231,
s. 391. Ferid Vecdi aradaki inkırazı kabul ederek son devri; “Beşerin Fıtrat-ı
Ulyâya Ric’ati: İslâm Dîn-i Fıtrîdir” olarak nitelendirmektedir. Ferid Vecdî, Hadîka-i
Fikriyye, müt. Mehmed Akif, SM, II/45, s. 299.
[39] Aksekili Ahmed Hamdi, Dînî Dersler,
Birinci Kitab: Zarûriyyât-ı Dîniyye, s. 264-6. Bu fikri tenkit eden Ömer Nasuhi
tekâmülü ahkâm-ı ameliye açısından mümkün görmektedir. Ömer Nasûhi, Muvazzah
İlm-i Kelam Dersleri, İstanbul: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, 1339-1342, s.
53.
[40] Filibeli Ahmed Hilmi, ulemayı bu konuda
uyarmaktadır: “Ulemâ ve meşâyih, hey’et-i içitmâiyemizde bir vazife-i mühimme
ile mükellefdirler. Artık burasını anlamaları lazımdır. Bir insanın, bir
hey’etin arzu ve iradesi bir seyyârenin devrini nasıl men edemezse, beşeriyetin
tekâmülünü öylece durduramaz.
Kavânin-i tekâmül, bî-insaf ve kahhar bir hazf u itrâh ile
kendine mâni’ ve hâil olan avâmili ref’ u def’ eyler. Şâyed mukâvemet, bu tarh
u hazfe mümâne‘at edecek bir derecede vâki’ olursa işte o vakit bir «tekâmül-i
ma'kus» zuhûra gelir ki, netice-i seriası «indirâs ve inkırâz»dır.” Üss-i
İslâm, s. 81.
[41] Mâhir Sâid, “Fikr-i
Şahsiyet”, İstişâre, 28 Kânunisâni 1324, no:20, s. 913.
[42] İbnü’r-Rahmi Ali
Tayyar, tekamülü sa’y u amele bağlamaktadır: “İnsanın tekâmülât-ı maddî ve
ma’nevisi ancak sa’y ile pâyidârdır.” “İslâm’da Sa’y u İ’mâr”, Cerîde-i
Sûfiye, no.13-24, s. 3.
[43] Şeyh Muhsin-i Fânî, İstikbâle
Doğru, İstanbul: Ahmed Ihsan ve Şürekâsı 1331-1329, s. 11.
[44] Tanzimat öncesinden başlayıp devletin ve bunun
yanında dinin elden gittiğine dair kanaatlerin kesinleşmeye başlaması herkesin
meselelerin içine dâhil olmasıyla neticelenmiştir. Klâsik dönemde işlerin nasıl
cereyan ettiğiyle ilgili Koca Sekbanbaşı’nın naklettiği şu anekdot yeni dönemde
zuhur eden problemlerin bir çoğunu izah eder mahiyettedir: “Bir müddetten beri
alay nas kendi üzerlerine hiç lâzım olmayan sözlerle kahvehane ve berber
dükkânları ve meyhanelerde Devlet-i Âliyye’yi fasl u mezemmetle âlûde olup
lâyıkı üzere tedip olunmadıklarından, istediklerini söylemeğe ceri ve cesur
olmuşlardır. Ve devletin nizamı ve intizamı bozulmasına ekseriya bu keyfiyet
sebep olmuştur.” Koca Sekbanbaşı, Hulasatü’l-Kelam fi Reddi’l-Avam: Koca
Sekbanbaşı Risalesi, İstanbul: Hilal Matbaası, 1332, s. 31.
[45] Filibeli bu durumu meşrulaştırır şekilde izah
etmektedir: “Yıllardan beri Mutlakiyet idaresi altında yaşayan, ezilen,
hürriyetten ve hürriyet fikrinden uzak bırakılan bir milletin orta tabakasını
ve halka rehber olan sınıfını teşkile koyulmuş olanlar, o baskının altından
kurtulunca ilk anda iyiliği ve kötülüğü anlayamayan; düşünce ve hareketlerinde
serbest olmayan çocuklara benzer. Bu gayet, normaldir. Bu her zaman böyle
olacaktır. Demek ki, başlangıç devrelerinde, derin düşünürlerden, ciddi
araştırıcılardan, gerçek ilim ve teknik adamlarından çok, sahte bilgiçler, yarı
âlimler, lakayt ve sathi düşünürler yetişecek. Öyle bir hal ki; biraz düzgün
konuşabilenler kendilerini her konuda konuşmaya yetkili hatip, biraz yazı
yazanlar, yazar ve edip, üç beş kitap okuyanlar iktisat âlimi zannedecekler. Ve
millete de böyle zannettirmeğe kalkışacaklardır. Bunlara bir de şöhret ve
geçimi de ilâve edersek ve hele bunlarla geçinme imkânı da olursa, bu yarı
aydın sınıfının ne kadar kalabalık olacağı anlaşılır. Bunların hepsi çalakalem
yazacak.” Filibeli Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?
Yâhûd Huzûr-u Fende Mesâlik-i Küfr, İstanbul: Hikmet Matbaası, 1327,
Mukaddime, dal-zel. Meselenin aldığı şekille ilgili tasvirler için bkz.
Ali Birinci, “Siyasîleşmenin İlk Evresi”, Tarih Yolunda, Dergah, 2001,
s. 132-6.
[46] Burada dinin kullanımı meselesi devreye
girmektedir. Özellikle siyasî tartışmalarda tebarüz eden bu tavır kullanılan
dildeki sarahati ortadan kaldırarak dîni olanı muğlaklaştıracaktır. Dini
Jön-Türklerin kullanımı ile ilgili olarak bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Bir
Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul: Üçdal
Neşriyat, s. 141.
[47] Mehmed Akif’in tavrı
için bkz. Ahmed Muhiddin, Modern Türklükte Kültür Hareketi, s. 58-9.
[48] Pozitivis-materyalist fikirlerin intikali,
naturalist ve realist romanların tercümeleri İslâm toplumuna yeni bir bakış
açısı yeni bir hayat tarzı dikte etmekteydi. Mehmet Akgün, Materyalizmin
Türkiye’ye Girişi ve İlk Etkileri, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı,
1988, s. 56. Vulgar-materyalizmi son dönem Osmanlı düşüncesindeki batıcı
eğilimlerin fikirlerinin ana mihverini teşkil ettiğine dair bkz. M. Şükrü
Hanioğlu, Osmanlı ’dan Cumhuriyet’e Zihniyet Siyaset ve Tarih, İstanbul:
Bağlam Yayınları, 2006, 435.
[49] Filibeli’nin veya
Ferit Kam’ın irade ile ilgili meseleleri ele alışı göz önünde bulundurulduğu
zaman klâsik bir kelam veya felsefe eserin muhteva ve üslubundan çok farklı
biçimde tamamen tercümeler neticesinde Osmanlı aydın ve mekteplileri arasında
intişar eden telakkilere reddiye kabul edilecek eserler olarak vücuda
getirildikleri görülecektir. Misal olarak bkz. Ferid[Kam], Dînî, Felsefî
Musâhabeler, Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye: Sırat-ı Müstakim Matbaası, 1329, s.
121.
[50] Matbuatın yeni tarz bir hayat anlayışının ve
batılı kültürün benimsenip yerleşmesindeki önemine dair bkz. Hilmi Ziya Ülken,
“Tanzimattan Sonra Fikir Hareketleri”, Tanzimat II, 758-9. Tanpınar, XIX.
Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 2.b. İstanbul, îstanbulÜniversitesi Edebiyat
fakültesi Yayınları, 1956, s. 224-6. Matbuat hürriyeti ile ilgili bkz. Hamdi, Hikmet-i
Siyasîye, Dersaadet: Edeb Matbaası, 1328, s. 31.
[51] Mehmed Şeref, “Lüzûm-ı Sa’y u Amel”, Mecmuâ-i
Fünûn, no:8, Şaban 1279, s. 333-7. Namık Kemal, “Sa’y”, Külliyat-ı Kemal:
Makalât-ı Siyasiye ve Edebiye içinde, İstanbul: Selânik Matbaası, 1327, s.
2733. Ahmed Midhat Efendi Sevdâ-i Sa ’y u Amel, İstanbul: Kırk Ambar
Matbaası, 1296.
[52] Mesela dini muhtevalı bir makale için bkz.
Vassaf, “Sa’y u Amel”, Hazîne-i Fünûn, no:26, s. 206. Matbuat âleminin
siyasî karaktere sahip telkinlerden uzak durarak batılı manada bir çalışma
kültürü yerleştirmeye çalıştığı ile ilgili bkz. Nuray Mert, Laiklik
Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış: Cumhuriyet Kurulurken Laik Düşünce,
İstanbul: Bağlam Yayınları, 1994, s. 56-7.
[53] Sahaflar Şeyhizade
Esad Efendi, Üss-i Zafer: (Yeniçeriliğin Kaldırılmasına dair), haz.
Mehmet Arslan, İstanbul: Kitabevi, 2005, s. 34.
[54] Halet-i ruhiyeyi
yansıtan bir izah için bkz. Sami Paşazâde Sezâi, “Ye’s”, Müntehabât-ı
Bedâyi’-i
Edebiyye: Mensur Kısmı, der. Bulgurluzâde Rıza, 2. b. İstanbul: Dersaadet
Kütübhanesi, 1327, s. 183.
[55] Celal Nuri, bu
ihtiyaca her şeyi dâhil eder: “Toptan hava değişimine ihtiyacımız var.” İlel-i
Ahlâkîyemiz, s. 18.
[56] Osmanlı zihin dünyasının şekillendirdiği insan
tipinin dingin yapısını bir tür kayıtsızlık olarak gören ve yaşanan bütün bu
felaketleri bu hareketsizliğe bağlayan bir yorum için bkz. Tüccarzade İbrahim
Hilmi [Çığıraçan], Avrupalılaşmak Felaketlerimizin Esbâbı, İstanbul:
Matbaa-i Hayriye ve Şürekası, 1332, s.
10. Kaza ve kader meselesi ile
ilgili bu hususun merkeze alındığı ile ilgili bkz. Suat Mertoğlu, Osmanlı
’da II. Meşrutiyet Sonrası Modern Tefsir Anlayışı: (Sırat-ı Müstakim/
Sebilürreşad Dergisi Örneği: 1908-1914), Marmara Üniversitesi SBE, 2001, s.
116-7.
[57] Sadullah Paşa, Safvet Paşa’ya cevabî mektubunda
Rüşdiyede verilen eğitimi değerlendirirken geçmişe yönelttiği tenkitler ciddi
bir kopuşu da beraberinde getirecektir: “Terbiye bahsine gelince ilm-i hal diye
okudukları risâlelerdeki mebâhis ve kısm-ı a’zamı mahbub, dostluk efkarından
ibaret olan Gülistan ve divanlardaki makalât ile mi tehzib-i ahlâk
edecek? Tenvir-i efkâr hususuna i’lâl ve idgamları ve softalar ağzına layık
kelamları mı hizmet edecek? İşte efendim böyle mekteplerden çıkanlardan ne
beklenir?” Servet-i Fünûn, nr. 79-1553, 20 Mayıs 1926, s. 1, YTEA
I içinde, s. 157.
[58] Hürriyeti telakki
tarzıyla alakalı bu insan tipinin müşirliğini Tanpınar, Namık Kemal’e nisbet
etmektedir: “Fikret insan için Rabbi mümkinat demeden evvel o mucizei
kudret demiştir.” Tanpınar,
XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 413. Emrullah Efendi, ilim, akıl ve
hürriyet tarifleriyle yeni tip
arayışını hürriyet etrafında yeni bir pencereden ele almaktadır. “Terbiye ve
Esasları” SM, I/16, s. 248.
[59] İkbal, inhitatın engellenmesini kuvvetli
şahsiyet sahibi fertler yetiştirmede bulur. Muhammed İkbal, İslam’da Dini
Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, çev. Sofi Huri, İstanbul: Kırkambar
Yayınları, 1999, s. 173.
[60] Ahmed Mithat Efendi geçmiş tarihçileri
eleştirirken meseleyi tarihçilerin yaşanan olumsuzlukları izah biçimine
getirir: “Bir mağlubiyetin esbâbını muhakeme edeceklerine bir «bi-hikmetihi
Teâla» ile geçiştiriverirler. Bir galibiyetin esbâbına girişmeyüb bunu ya bir
zâta veyâhud mahzâ hükm-i tâli’-i mes‘ûde haml eylerler.” Ahmed Midhat Efendi, Mufassal
Târih-i Kurûn-ı Cedîde, İstanbul: Tercüman-ı Hakikat, 1303, I, 4.
[61] Ömer Faruk Akün,
Namık Kemal”, DİA, XXXII, 376.
[62] Mesela bu kopuşu
gösteren güzel bir örnek için bkz. Mişon, Felsefe-i Hukuk, İstanbul, Hukuk
Matbaası, 1330. Bu eserden bizi haberdar eden Ali Adem Yörük Bey’e teşekkür
ederiz.
[63] Seyyid Bey, Usûl-i
Fıkıh Dersleri Mebâhisinden İrade, Kaza ve Kader, İstanbul: Kader Matbaası,
1338, s. 125. [Bu eserden bundan sonraki atıflarda sadece İrade, Kaza ve
Kader olarak bahsedilecektir]
[64] Bu akımların ve
temsilcilerin fikri kaynakları ve tesir sahaları ile ilgili bkz. Hilmi Ziya
Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, 2.b. İstanbul: Ülken Yayınları,
1979.
[65] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam,
I, 11. Musa Kazım, “Şimdi biz kalkar da mâlumât-ı hâzıramızla müdâfaaya
yeltenirsek gülünç oluruz. Çünkü bilmiyoruz. Evvelen o fenleri tahsil edelim.
Sonra müdafaa edelim” “Kütüb-i Kelâmiyyenin İhtiyacât-ı Asra Göre Islâh ve
Te’lifi” SM, II/52, s. 405. Daha sonra kitap haline getirilirken Musa
Kazım son cümleyi; “Sonra o fenlerin esasâtı dairesinde İslâmiyeti müdafaa
edelim” şeklinde değiştirecektir. “Kütüb-i Kelâmiyyenin İhtiyacât-ı Asra Göre
Islâh ve Te’lifi”, Külliyât-ı Şeyhülislâm Musa Kazım: Dini, İçtimai Makaleler,
İstanbul: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, 1336, s. 293. Abdüllatif Harpûtî, Târih-i
İlm-i Kelâm, İstanbul: Necm-i İstikbal Matbaası, 1332, s. 114.
[66] Yenileme fikrini
benimseyenlerin bu dile ne kadar mübtela oldukları ayrı bir tedkik mevzuudur.
Mesela Meşrutiyet’in önemli simalarından biri olacak olan Bereketzâde İsmail
Hakkı’nın kaleme aldığı Metâlib-i Aliye isbat-ı vâcibi modern felsefeye
yaslanmadan yapmaktadır. İsmail Hakkı, Metâlib-i Aliye, Kostantiniye:
Matbaa-i Ebüzziya, 1314.
[67] Hüseyin Kazım, şeyhülİslâma yazdığı mektupta bu
teşebbüsün farklı mezhepleri barındıran bir devlette yeni ayrılıkları
tetiklemekten başka bir işe yaramayacağı kanaatiyle uyarılarda bulunduğunu
haber vermektedir. Şeyh Muhsîn-i Fâni ez-Zâhiri, “Yeni İlm-i Kelam Yazılmalı
mı? Yazılmamalı mı?”, SR, XXI/532-3, s. 92.
[68] Seyyid Ahmed Han
erken dönemde bu ihtiyaca dikkat çekmiştir: “Önceleri olduğu gibi bugün de yeni
bir Kelam ilmine ihtiyacımız var. Bu Kelâmla ya modernizmin doktrinlerini
reddeder, onların temellerini sarsar, yahud da onların İslâmla uzlaştıklarını
gösteririz.” Seyyid Ahmed Han, Letters kâ Mecmû’a, 1980, s. 2101’den
naklen Fazlur Rahman, İslâm, s. 273. Ahmed Han’ın yeni-Mu’tezilîlik
olarak ileri sürdüğü fikirlerin arkasında İslâm şeriatının akılla izah edilmesi
zorunluluğundan bahseden Şah Veliyullah’ın olduğu ile ilgili bkz. Aziz Ahmed, Hindistan
’da İslâm Kültürü Çalışmaları, çev. Lütfi Boyacı, İstanbul: İnsan
Yayınları, 1995, s. 287.
[69] Müdafaa fikri ön
planda olan bir değerlendirmede Harpûti felsefe-i hâzırayı merkeze alan üçüncü
ilm-i kelam devri arzulamaktadır: “Akâid-i İslâmiyyede vakt vakt tehaddüs eden
bid’ u dalâl ve küfrün red ve izâlesi zarûret ve ihtiyacına göre mukaddem mezheb-i
selef üzere edille-i nakliye-i şer’iyye ile bahse edille-i akliye kavânîn-i
felsefe-i kadîme ile bahs ve kelâma, kudemâ kelâmına, sonra müteahhirîn
kelâmına intikâl olunduğu gibi şimdi de felsefe-i hâzıra kavânîni üzere bahs u
kelâma zarûret ve hâcet tahakkuk ettiğinden o vechile üçüncü bir ilm-i kelâm
tedvîni devri gelmiştir.” Harpûtî, Târih-i İlm-i Kelâm, s. 114. Her
asırda olduğu gibi “asrımızdaki ulemâ-i İslâmiye dahi bu zamanın ezhân-ı
umûmiyesini iz‘âc eden bir takım fâsid fikirleri, bir takım yeni yeni
Nazarîyât-ı felsefiyeyi nazar-ı tenkîde alarak bu nokta-i nazardan ilm-i
kelâmda bir teceddüd eseri göstermek mecbûriyetinde bulunmaktadırlar.” Ömer
Nasûhi, Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri, s. 21-2. Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, İstanbul: Ahmed Kamil Matbaası, 1340-1343, s. 4. Kelam
İlmindeki yenilik arayışları ile ilgili olarak bkz. M. Sait Özervarlı, Kelamda
Yenilik Arayışları: (XIX. yüzyıl sonu XX. yüzyıl başı), İstanbul: İSAM
Yayınları, 1998, s. 45 vd.
[70] Ziya Paşa ahfâdından Halil Fahreddin, “Din
Mâni’-i Terakki Değildir”, SR, VIII/21-203, s. 407. Hatta bu fikri
hürriyet ortamında zuhur eden ateizm, pozitivizm gibi fikri cereyanları dini
savunanların tekâmül ve terakkisinde katkı sahibi olarak gören bir değerlendirme
için bkz. “Hürriyet, Musâvât, Uhuvvet, Adâlet -Hürriyet ve İstiklâl-”, Hikmet,
24 Cemâziyulevvel 328 no:7, s. 4.
[71] Celal Nuri bu
ihtiyacı dile getirir: “Fıkıh ve akaid muhtâc-ı ta’dildir.” Târih-i
İstikbâl: Mesâil-i Fikriyye, İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaası, 1331, I, 119.
[72] Değişen zaman ve
şartların meseleyi getirip dayandırdığı yer Yeni İlm-i Kelam eseri olarak
kaleme alınan bir eserde referans olarak batılı filozofların fikirlerine
müracaat ve müdafaa edilmesidir. Bunu savunan satırlar için bkz. İzmirli İsmail
Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, I/17-8. Özellikle madde ile ilgili
meselelerdeki referansları için bkz. Yeni İlm-i Kelâm, ikinci Kitab,
İstanbul: Matbaa-i Amire, 13401343, II, 264 vd.
[73] Selefi tavrın bir
tezahürü olarak İzmirli İsmail Hakkı’nın İlm-i Kelam’la ilgili teşebbüsüne
Hüseyin Kazım Kadri tarafından yöneltilen eleştiriler için bkz. Şeyh Muhsîn-i
Fâni, “Yen-i İlm-i Kelam Hakkında”, SR, XXII/549-50, s. 30-2.
[74] Burada Osmanlı veya Islâm dünyasında vücut
bulan herşeyin batı kaynaklı olduğunu söylemiş olmuyoruz. İslâm dünyasında
ortaya çıkan modernleşme çabalarının, fikri akımların esas kaynağının yine
Müslüman toplumu olduğu ile ilgili erken bir değerlendirme için bkz. H.A.R.
Gibb, İslâmda Modern Eğilimler, s. 108. Bundan kasdımız şudur: Osmanlıda
cereyan eden nizam ve ıslah çalışmalarının seyri ve seviyesi ile ilgili
tasnifler içinde batıcılık diye bir kategorinin varlığı şüphelidir. Batıcılık
öyle veya böyle genel manada bütün hareketlerin ortak karakteridir. Burada
gerek Osmanlıcılık gerek İslâmcılık gerek de Türkçülük Batı hegomanyasına karşı
girişilen üç kurtulma projesidir. Burada vurguladığımız husus meselelerin
tartışılma düzeyini etkileyen bir ilgidir.
[75] 1851 de yayınladığı İstanbul Mektuplarında
Ubicini, dinin terakkiye mani olduğu fikri ile ilgili oryantalist kanaatlerin
yaygın şekilde dile getirildiğinden bahsetmektedir. J. H. A. Ubicini, Türkiye
1850, I, 75. Ahmed Sami, Şeriatın ve fıkhın uygunluğu savunarak bu iddiaya
karşı çıkar. Hulâsatü’l- Kelâm fi Meâsiri’l-İslâm, İstanbul: Cemiyet-i
İlmiye-i Osmaniye Matbaası, 1286/1869, s. 75. Renan’ın büyük yankı uyandıran
konferansı “İslâmiyet ve Maarif’ başlığını taşır. Namık Kemal’in cevabı bu
minval etrafında döner. Namık Kemal, Renan Müdâfaanâmesi, s. 25 vd.
Babanzade Mustafa Zihni, Hüseyin Cisr’den yaptığı tercümenin girişinde
meselenin bu cephesine değinir. Savâbu'l-Kelâm fi Akâidi’l-İslâm, s. 7.
Hatta “mâni’-i ulûm ve medeniyet” olduğu iddiasını sürdürmesini Hıristiyanlık
için anlamsız bulur. s. 8. Elmalılı’ya göre Avrupa terakki tartışmalarını din-i
İslâm’ın “hassa-i tahfiziyesini kırmak ve terakkiyi kendilerine temessül
suretinde tefsir etmek” için yapmaktadırlar. Elmalılı Hamdi, “Dibâce”, Tahlîlî
Tarih-i Felsefe Metâlib ve Mezâhib, Paul Janet, Gabriel Seailles, trc.
Elmalılı Hamdi, İstanbul: Matbaa-i Amire, 1341, s. 37.[Bu eserden bundan sonra
sadece Metâlib ve Mezâhib olarak söz edilecektir]
[76] Kader inancıyla ilgili araştırmaların seyri ile
ilgili bir değerlendirme için bkz. Helmer Ringgren, İslâm Kaderciliği,
ter. Resul Öztürk, Van: Bilge Adamlar, 2008, s. 17-8. Bu iddiaların Müslümanlar
yüzünden olduğunu savunan bir değerlendirme için bkz. Aksekili Ahmed Hamdi,
“Müslümanların Uğradıkları Felâketler Kendi Nefislerindendir”, SR,
XI/282, s. 282.
[77] Mustafa Fazıl Paşa, Avrupa gezisine çıkan
Sultan Abdülaziz’e takdim ettiği arizada bu suçlamalara değinir: “Şevketli
Efendim, burada Avrupalılar bizim hem milletimizden ve hem de mezheblerimizden
şikâyetten hâli olmuyorlar. Diyorlar ki, bizim milletimiz askerlikten başka bir
şeye elvermez, tevekkül itikadı çalışkanlığımıza mâni oluyor!.. Bizim
mezhebimize gelince, irâde-i ezeliye-i ilâhiyeye teslim- gerde-i mutâva’at
olmak bahsinde sair mezheplerden farklı değildir.” Mustafa Fazıl Paşa,
“Paris’ten Bir Mektub”, YTEA, II, içinde s. 5.
[78] Muhammed Abduh, “Kaza ve Kader”, çev. Mehmed
Akif, SM, II/35, s. 134-5. Aynı paralelde M. Şemseddin ifadeleri için
bkz. M. Şemseddin [Günaltay], Zulmetten Nûra, İstanbul: Tevsi-i Tıbaat
Matbaası, 2.b. 1331, s. 355-6. Benzer cümleleri Mehmed Fehmi tekrar etmektedir.
Hikmet-i Hukûk-i İslâmiye, İstanbul: Matbaa-i Kütübhane-i Cihan, 1329,
s. 38.
[79] Filibeli durumu şöyle vasfeder: “Lâkin cebr-i
müfrit bir hakikat-i İslâmiye değildir. Yakın zamana kadar, bazı Avrupa
mütefekkirleri(ez-cümle Hıristiyanlığını muhafaza edenleri) dîn-i İslâmı
"kaderiye, fatalizm" ile itham ederlerdi.” Üss-i İslâm, s. 59.
Abdullah Güvilyam, Dîn-i İslâm ve İslâmiyetin Başlıca Kavâid-i Esâsiye-i
İ’tikadiyesi Hakkında Ma’lumât-ı Mücmele, tercüme: Mahmud Esad bin Emin:
Seydişehri, İzmir: Hizmet Matbaası, 1311, s. 89. Guvilyam bu fikri İngiliz
kamuoyuna kimlerin telkin ettiği hakkında bilgiler de vermektedir. s. 90.
Mehmed Ali Aynî, Ahlâk Dersleri, s. 46.
[80] Mösyö Rinye Milye’nin Kuzey Afrika ile ilgili
bir toplantıda İslâmiyetle ilgili verdiği bir konferansta Batılılar nezdinde bu
fikrin yaygınlığını şu cümlelerle ifade etmektedir: “Müslümanlar; tevekkül,
kazâ ve kader hakkındaki i’tikadları hasebiyle atâletten kurtulmak ihtimalleri
yoktur.” müt. Küçük Hamdi[Elmalılı] “İslâmiyetle, Medeniyyet-i Cedîde
Birleşebilir mi” BH, I/20, s. 443. Abduh’un cevap yazacağı ve Akif’in
tercüme edeceği bir makalede Fransız Hariciye Bakanı Hanoto bunun sebebi olarak
tevhid inancını gösterir. “Hanoto’nun Makalesi”, müt. Mehmed Akif, SR,
III/59, s. 103. Muhammed Abduh da bu fikrin yaygınlığından dem vurur: “İşte
garbliler, ümmet-i İslâmiye'ye bunun gibi daha birçok evsaf ve âdât isnad
ediyorlar da cümlesinin menşe'ini kaza ve kadere iman olmak üzere gösteriyorlar
ve müslümanlar bu akidede sabit oldukça ebediyen ihraz-ı şevket
edemeyeceklerini, şeref ve mecd-i kadimlerini hiçbir zaman istirdat
edemeyeceklerini, sonunda da bu zaâf-ı müterakkî ile mahvolup gideceklerini,
zaten birçoğunun kendi aralarındaki muhasemât yüzünden mahvolarak bakiyesinin
hayatına ise ecanib tarafından hatime çekileceğini söylüyorlar” “Kaza ve Kader”
trc. M. Akif, SM, II/35, s. 134. Benzer şekilde bkz. Ahmed Zeki Velîdî,
“İbn Haldun Nazarında İslâm Hükûmetlerinin İstikbâli”, Bilgi Mecmuası,
Haziran 1330, II/7, s. 734.
[81] Filibeli Ahmed Hilmi, meselenin yaygınlığını
şu cümlelerle ifade eder: “İslâm’a tecvîz edilen en çirkin iftiralardan biri ve
feylosoflardan itibaren romancılara kadar bin türlü sû-i istimâle uğrayanı,
İslâm’ın fakr ve sefalet taraftarı, zillet ve meskeneti mürevvic ve i’mâr-ı
bilâda düşman olduğuna dair ekâzibdir.” Tarih-i İslâm, I/261.
[82] 1872 yılında İstanbul’u ziyaret eden İtalyan
seyyah De Amicis, Türklerin kadere razı olmuş bu hallerini bir taraftan
medeniyeti kabullenmeyi, yeni olan şeylerin peşinde koşmayı men eden unsur
olarak takdim ederken diğer taraftan Türklüğü yapan şey olarak da tavsif
etmektedir. Edmondo De Amicis, İstanbul, trc. Beynun Akyavaş, 2.b.
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1986, s. 424-5. Ahmet Mithat Efendi, İstibşar
’da şöyle der: “İslâmiyete dair nâkıs mâlûmât almış bulunan Avrupalılar
Ehl-i İslâm’ın her nefesde yad-ı ism-i Celâl ile umûru ve hususât-ı
dünyevîyelerince tevfîkât-ı Sübhaniyeye tevekkülü tam göstermelerinden dolayı
zannederler ki Müslüman olanlar hiçbir iş görmeyip kuvveti lâ-yemûta miskinâne
kanaatle her şeyi yalnız Hak Teala’dan beklerler. İşte kaza ve kadere iman ile
beraber ehli İslâm’ın sarf-ı mesâi-yi makdûreye mecburiyetlerini beyan etmesi
bu zanna karşı bir cevab-ı savabtır.” s. 71-72.
[83] Abdullatif Harpûtî,
Tekmile-i Tenkîhü’l-Kelam, İstanbul: Necm-i İstikbal Matbaası, 1330, s.
105-6. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, II, 207.
[84] Mehmed Emin [Erişirgil] tercümeye düştüğü
dipnotta Avrupalıların ekseriyetinin bu kanaatte olduğunu fakat bunun mevcut
durum için kabul edilebileceğini oysa eskiden böyle bir durum olmadığını ifade
etmektedir. Emile Boirac, Felsefe yahud Hikmet-i Nazarîye: Birinci Kitap
İlm-i Ahvali Ruh, trc. Mehmet Emin, İstanbul: Ârâkis Matbaası, 1330, s.
303-4; 1 nolu dipnot.
[85] Mac Farlane, 1847 yılında Tıbbiyeyi ziyareti
esnasında gördüğü manzarayı tasvir ederken zikrettiği kitaplar arasında bulunan
Diderot’un Jacques le Fataliste et Son Maitre ’si kader, alın yazısı
gibi kavramlarla alay eden bir muhtevaya sahiptir: “Mac Farlane kitaplığı
incelediğini, kitapların çoğunun Fransızca olduğunu söyler; ancak bu kitaplar
arasında hiç sevmediği Fransız Devrimini hazırlayan ünlü materyalist
filozofların kitaplarının bulunduğunu ve okunduğunu gördüğü zaman büsbütün
şaşırmıştı «Çoktan beri bu kadar düpedüz materyalizm kitaplarını toplayan bir
koleksiyon görmemiştim» der. «Genç bir Türk oturmuş dinsizliğin elkitabı olan System
de la Naturü okuyordu (Baron d’Holbach’ın ünlü eseri), bir başka öğrenci
Diderot’un Jaques la Fataliste"inden, Le Compere Mathieu’den
parçalar okuyarak marifetini gösteriyordu...” Berkes, Türkiyede Çağdaşlaşma,
s. 205.
[86] Oryantalist
literatürün kader ile ilgili fikir ve düşüncelerini temel alan bir teşebbüste
bulunmayacağız. Bu literatürün genel karakteristiği ve bu dilin dönemdeki
Osmanlı ulema ve aydınları tarafından nasıl görüldüğü ile sınırlı bir ilgi
etrafında şekillenmektedir. Oryantalistlerin bu mesele etrafındaki düşünceleri
ayrı bir çalışma konusudur. M. Blanqui’nin 1841 tarihli seyahatini anlattığı Voyage
en Bulgarie"de dile getirdiği ithamları nakleden Ubicini meselenin
eski ve yaygın durumunu göstermektedir: “Eğer İslâmiyet kadercilikten,
taassubtan ve çok evlilikten kendini kurtarabilseydi, Osmanlı İmparatorluğu’nun
bir kurtuluş şansı olabilirdi.” J. H. A. Ubicini, Türkiye 1850, I, 85.
Ahmed Sami, Hulâsatü ’l-Kelâm fi Meâsiri ’l-İslâm, s. 27-8. Ahmed Naim,
Kâmus-ı Felsefe gibi en ciddi eserde bile bu durumun aynı olduğunu ifade ile
yaygınlığın düzeyini anlamaya yardımcı olur. Ahmed Naim, Mebadi-i Felsefeden
Birinci Kitap İlmü'n-Nefs, L. Fonse Grive, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1331,
s. 441.[Bundan sonra bu eserden sadece İlmü ’n-Nefs olarak
sözedilecektir] “Birçok Avrupa Müdekkikleri İslâm Milletlerindeki «fatalizm»i
İslâmiyet’de irâde-i cüz’iyye telakkisinin mevcud olmamasına hamlederler ki,
tamamiyle yanlıştır. Bu hususda «Gobineau»nun şu meşhur eserine mürâcaat
ediniz: [Les religions et les philosophies dans l’Asie Centrale, Didier 1866,
p. 72]” Köprülüzade Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
İstanbul: Matbaa-i Amire, 1918, s. 182, 2 nolu dipnot.
[87] Hürriyet ve serbest fikir ameliyesinin
ortadan kaldırıldığını ve içtihad kapısının kapatılarak halkın uyutulduğunu
iddia eden Tüccarzâde İbrahim Hilmi kader ve tevekkül üzerinden halkın
uyutulduğunu savunmaktadır: “Her İslâm kader ve tevekkül hikâyeleriyle ve
hayatını boşu boşuna öldüren i’tikâdât-ı sathiye ile düşüncesiz, kaygusuz,
hissiz, intizamsız bir hayât-ı miskînâne ve mütevekkilâneye kapılıp gitti.” Avrupalılaşmak
Felaketlerimizin Esbâbı, s. 25.
[88] Osman Nuri Ergin, bu
fikri iyi niyetli bir şekilde Avrupa’da Hıristiyanlığa yöneltilen tenkitleri
bir din olması hasebiyle İslâmiyet’e yöneltmeleri olarak izah eder. Türkiye
Maarif Tarihi, İstanbul: Eser Neşriyat, 1977, I, 283. Gibb meselenin sadece
Müslümanlıkla alakalı olmadığını, aynı şeylerin Hıristiyanlar için de
söylenebileceğini geç kalmış bir hak olarak teslim etmektedir. H.A.R. Gibb, İslâmda
Modern Eğilimler, s. 22.
[89] Namık Kemal, Renan
Müdâfaanâmesi, s. 24.
[90] Filibeli Ahmed Hilmi, Allah’ı Inkâr Mümkün
müdür? s. 73. İsmail Fennî yapılan tercümelerde fatalisme karşılığı olarak
mezheb-i Kaderiyye ve mezheb-i kaza ve kader karşılamalarının Kaderiyye olarak
kaderi inkar eden Mu’tezile’yi ifade ettiğinden dolayı mezheb-i Cebriyye olarak
çevirmeyi uygun görmektedir. İsmail Fennî, Lügatçe-i Felsefe, İstanbul
Matbaa-i Âmire, 1341, s. 273.
[91] Ahmed Naim, bu bahsi cevaplandırmak için
tercümeye ara verip izahatta bulunuyor. Ilmü'n-Nefs, s. 441. Bu dilin
Meşrutiyet’ten günümüze devam eden bir kabule dönüştüğünü ifade edelim. Mesela
bkz. Hüsamettin Erdem “Sondevir Osmanlı Toplumunda Ahlâkın Bozulma Sebepleri”, SÜIFD,
5/1994, s. 88-9.
[92] İzmirli İsmail Hakkı da gaflet eseri olarak
görmektedir: “Akîde-i nâciye-i İslâmiyye'yi bazı Avrupa müelliflerinin Cebriyye
mezhebi bilmeleri tamamiyle gaflet eseridir.” Yeni Ilm-i Kelam, II, 207.
Meseleye daha yakından bakmaya muvaffak olan Abdullah Guvilyam oryantalistlerin
niyeti konusunda daha sarih kanaatlere sahiptir: “Böyle bir iddiaya kalkışmak
müddeîlerin hayret-fezâ olan taassub ve cehâletlerine delildir.” Abdullah
Güvilyam, Dîn-i Islâm, s. 89. Bu noktada İkbal, Spengler’i eleştirir.
Muhammed İkbal, İslam ’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, s. 172-3.
[93] Ahmed Sami, “câhilâne taassuba” bağlar. Hulâsatü’l-Kelâm
fi Meâsiri’l-İslâm, s. 29. M. Şemseddin, Zulmetten Nûra, s. 355-6.
Ayrıca bkz. M. Şemseddin [Günaltay], “Mu’tezilîn”, SR, X/246, s. 124;
“Avrupalılar İslâmiyeti Cebriyye-i dîniyye (predestinatons) ile itham ederler.
Fatalizmden bahseden hiçbir kitab bulunmaz ki bu mesleki İslâmiyete istinâd
etmiş olmasın!”
[94] Oryantalistlerin bilgi düzeylerini
sorgulayan değerlendirmeler için bkz. Namık Kemal, Renan Müdâfaanâmesi,
s. 13 vd. Namık Kemal’de görülen oryantalist niyetlere yönelik dikkat ve
üslubun zamanla kaybolduğunu müşahede etmekteyiz. Bu dikkatin kaybolmasına
örnek olarak bkz. Rıza Tevfik, Kader, s. 9.
[95] Misal olarak bkz.
Muhammed Ferid Vecdî, “Sa'y ve Amelin Nazar-ı Islâm'daki Mevkii”, çev. Sâdi[M.Akif],
SM, I/11, s. 170-72. Filibeli Ahmed Hilmi, Üss-i İslâm, s. 69-70.
Babanzade Ahmed Naim, Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s. 39. Babanzâde fahiş
bir hata ve haksızlık olarak nitelendirmektedir. Ahmed Naim, İlmü’n-Nefs,
s. 442. Ziyâeddin Ezherî, Tabîi’yyûn Da’va ve Gayeleri, Şumnu: Terakki
Matbaası, 1342/1923, s. 74. Ferid, Dînî, FelsefîMusâhabeler, s. 146-7.
M. Şemseddin, Zulmetten Nûra, s. 357. Rıza Tevfik, Kader, s. 10.
Abdullah Güvilyam, Dîn-i İslâm, s. 89-90. Mehmed Fehmi, Hikmet-i
Hukûk-i İslâmiye, s. 37.
[96] Mesela bkz.
Babanzade Ahmed Naim, Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s. 20-1.
[97] Ömer Nasûhi,
Avrupalıların kendilerien bakmalarını tavsiye eder: “Ne garibtir ki bu
ecnebiler kendi muhitlerinde “İcabiyye=determinizm” mezheb-i sakîminin ne kadar
revaç bulmuş olduğunu hiç düşünmezler.” Ömer Nasûhi [Bilmen], Nazarî ve
Amelî Ahlâk-ı İslâmiye Dersleri, İstanbul: Ahmed Kamil Matbaası, 1347/1928,
s. 20.
[98] Hatta Moltke vebayı engellemenin ancak kanlı
bir şekilde alınacak tedbirlerle gerçekleşebileceği kanaatindedir: “Sağlık
zabıtasının düşünülebilmesinden önce de muhakkak kanlı bir reaksiyon olacak.”
Helmuth Von Moltke, Moltke'nin Türkiye Mektupları, çev. Hayrullah Örs,
İstanbul: Remzi Kitabevi, 1969, s. 90. Oysa bu iddiaları Moltke’den çok önce
Şâni-zâde yalanlamaktadır. Şânî-zâde Mehmed Ataullah Efendi, Şânî-zâde
Tarihi: (1223-1237/1808-1821) neşre hazırlayan Ziya Yılmazer, İstanbul:
Çamlıca Basım Yayın, 2008, I/540-3.
[99] Kılıçzâde Hakkı, İtikadât-ı
Bâtılaya İlan-ı Harb, İstanbul: Sancakciyan Matbaası, 1329, s. 104 vd.
[100] Abdullatif Harpûtî, Tekmile-i
Tenkîhü’l-Kelam, s. 105-6.
[101] Avrupa’daki Tıp Kongresine
katılmış Osmanlı temsilcilerine şu yolla mukabele edildiğini ifade etmektedir:
“Siz kaza ve kadere i’tikad ediyorsunuz. Şu halde tıb ile ne alakanız olabilir?
Sizin i’tikadınızca âlemde her şey kaza ve kader neticesidir. İ’tikâdınız bu
merkezde iken size fenn-i tıbbın ne lüzûmu var?” Ferid, Dînî
FelsefîMusâhabeler, s. 126-7.
[102] Kendini
konumlandırış biçimine bakarak meselenin icbar düzeyini görebiliriz. M.
Şemseddin, Zulmetten Nûra, s. 57-8 ve 87.
[103] Mesela Osmanlı
başkentinin en önemli yabancı simalarından biri olan Canning’in söyledikleri
işin rengini verir şekildedir: “Bizim püritenleri andırır bir inancın yolcuları
olan Vehhâbiler Mısır ile Arabistan’da yeni bir din sancağı açmışlardı.”
Stanley Lane-Poole, Lord Stratford Canning’in Türkiye Hatıraları, çev.
Can Yücel, 2. b. Ankara: Yurt Yayınları, 1988, s. 6.
[104] Duncan B. Macdonald, 1902 de
kaleme aldığı eserde Mu’tezile’nin insana hürriyet verdiğini ifade etmektedir. Development
of Muslim Theology Jurisprudence and Constitutional Theory, London: George
Routledge & Sons, 1903, s. 192. Ernest Renan, Nutuklar ve Konferanslar,
çev. Ziya İhsan, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 1946, s. 198. H. A. R. Gibb, İslâm
Medeniyeti Üzerine Araştırmalar, İstanbul, Endülüs Yay, s. 222-3.
Montgomery Watt, Free Will and Predestination in Early Islam, London:
Luzac and Company, 1948, s. 61.
[105] Watt, oryantalistlerin tavrını
şöyle özetler: “Korkunç olan şudur; son asırdaki batılı ilim adamları ta
başından beri El-Eş’arîye’ye sempati duymamaya eğilimliydiler.” Montgomery
Watt, Free Will and Predestination in Early Islam, s. 168.
[106] Namık Kemal, Renan
Müdâfaanâmesi, s. 51-2.
[107] Harpûtî bu iddilara cevap verme
gayreti içerisindedir. “Hülâsa edyan itlakıyla, mezheb-i Ehl-i Sünnet hususuyla
zannettikleri gibi mezheb-i cebir değildir. Mezheb-i cebre lazım gelen ta'nlar,
zemler umum edyana, hususuyla mezheb-i Ehl-i Sünnete lazım gelmez.”, Tekmile-i
Tenkîhü ’l-Kelam, s. 105-6.
[108]1874 yılında İstanbul’u ziyaret eden İtalyan Seyyah Edmondo
De Amicis bu insan tipinin güçlü taraflarına işaret etmektedir: “Bu dünya
tiyatrosunun işsiz güçsüz seyircisi olmak, işte Türk’ün büyük arzusu. Düşünmeyi
seven, ağır, yavaş eski çoban tabiatı, her şeyi Allah’a bırakarak insanın elini
kolunu bağlayan dini, imanı için dövüşüp galebe çalmak kadar büyük ve lüzumlu
bir şey tanımayan, muharebe bitince bütün vazifelerin bittiğine inanan İslâm’ın
askerî geleneği ile böyle olmuştur. onun için her şey mukadderdir; insan
kaderin elinde sadece oyuncaktır; beşerî şeylere yazıldığından başka bir
istikamet vermek için çırpınması faydasızdır; dünya bir handır.... Ne öğrenme
açgözlülüğü, ne kazanç ateşi, ne seyahat iptilâsı, ne aşk ve sevdanın müphem ve
doymamış ihtirasları vardır. Zihnî ve bedenî birçok ihtiyacımızı tatmin etmek
için devamlı olarak yaptığımız mücadele karşısında, Türk niçin böyle
yaptığımızı anlamaz bile.” Edmondo De Amicis, İstanbul, trc. Beynun
Akyavaş, 2.b. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1986, s. 424-5.
[109] Bu ilişkiler ve mihveri ile ilgili
değerlendirmeler için bkz. M. Muhammed Hüseyin, el-İslâm ve ’l-
Hadâretü’l-Garbiyye, s. 74-6. Abduh ve talebeleri için “liberal school of
theaching” tabirini kullanır. Wilfrid Scawen Blunt, Secret History of the
English Occupation of Egypt, London: Chiswick Press, 1907, s. 121.
[110] Babanzade Ahmed Naim’in Ahlâk-ı
İslâmiye Esasları adlı ahlâk kitabının -biraz da Batılılar için kaleme
alınmış olmasından kaynaklanabilir- meseleleri akıl merkezli ele alışı bu
hususa güzel bir örnektir.
[111] Ahmed Naim, İlmü’n-Nefs,
s. 440.
[112] Emir Ali, Ruhu’l-İslâm,
trc. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul: Sebilürreşad Kütüphanesi, 1341, s. 217-24;
Halil Hâlid, Hilal ve Sâlib Münâzaası, Mısır, 1325, s. 134-49. Hüseyin
Cisr, Risaletü’l-Hamidiye, trc. Manastırlı İsmail Hakkı, s. 401-2.
Mehmed Fehmi, Hikmet-i Hukûk-i İslâmiye, s. 24-5. Edebiyata yansıması
için bkz. İsmail Parlatır, Tanzimat Edebiyatında Kölelik, TTK Yay.,
1987. Meselenin farklı bir yansıması için yapılan bir değerlendirme için bkz.
Ali Şükrü Çoruk, “Oryantalizmin Sergüzeşti”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi; Yıl: 2007, XXXVI, s. 79-100.
[113] Bu durumu Yusuf Hikmet Bayur şöyle
özetler: “Hürriyet bütün sorunları çözecek büyülü bir kelime olmuştu” Yusuf
Hikmet Bayur, “II. Meşrutiyet Üzerine Bazı Düşünceler” Belleten
XXI-II/90, Ankara, 1959, s. 267-8. Ahmed Ağaoğlu da bu durumu şöyle özetler:
“Serbest fikir ve serbest hareket”, “Yaşa ve başkalarının yaşamasına mani
olma”, “şahsiyetini geliştir ve başka şahsiyetlerin gelişmesine mani olma” işte
yeni yüzyılın dayandığı esaslar.” Üç Medeniyet, s. 29. Hürriyet
kavramının Osmanlı toplumundaki seyri ile ilgili bkz. Nergiz Yılmaz, Namık
Kemal’de Siyasi Kavramlar, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2000, s. 5 vd.
[114] Münif Paşa, bütün bir XIX.
Yüzyılın ikinci yarısında hürriyeti bu ifadelerle anlatır: “Âlem-i hisside
zâtiyyet veya cevheriyyet-i beşeriyenin fiili âsârı ve haysiyet-i insanîyenin
bir şâhid-i pertev-nisârı ve her türlü terakkiyâtın sâik-i zî-iktidârı olan hürriyet”
“Hukuk-ı Hürriyet”, Müntehabât-ı Bedâyi ’-i Edebiyye: Mensur Kısmı, der.
Bulgurluzâde Rıza, 2. b. İstanbul: Dersaadet Kütübhanesi, 1327, s. 363.
Sadullah Paşa, bütün terakkiyi, tekâmülü bu kavrama bağlar: “Ey züvvâr-ı
hoş-yâr! Nazar-rübâ-yı hayretin olan bu nümûne-gâh-ı terakkiyât-i beşeri temaşa
ederken gafil olma ki, bu kemâlât bütün hürriyet eseridir.” 1878 Paris
Ekspozisyonu, YTEA, II içinde, s. 638. İzmirli de aynı havada devam eder:
“Hürriyet haysiyet-i insâniyenin şahididir, terakkiyât-ı beşeriyenin sâikidir.”
İsmail Hakkı, “Vazâif-i Medeniyye ve İnsâniyye”, Mevâiz-i Dîniye,
İstanbul: İttihad ve Terakki Cemiyeti Şehzadebaşı Kulübü, 1329, 2. Kısım, s.
24. Filibeli şöyle der: “Hürriyet bir ni’mettir, hürriyet bir zînettir,
hürriyet cevher-i insâniyetdir, hürriyet insanlığını bilen her insanın nâmusu,
haysiyeti, rûhu ve illet-i mevcûdiyetidir.” Ahmed Hilmi, “Yaşasın Hürriyet!”, Hikmet,
14 Nisan 327, sene:2, no: 54, s. 2. Milaslı Durmuşzâde Mehmed Sâdık,
“Medeniyyetin nâmus-ı a’zamı” olarak nitelendirmektedir. Âlem-i İslâm
Cihad-ı Ekber, I, 109.
[115] İlmiyeden M. Hilmi kavramların
hangi seviyeden ve ne amaçlı kullanıldığı veren ifadelerinde şöyle diyor: “Şu
son günlerde efkâra hizmet etmeyen kimselerin her hareketine isnâd edilmesi
moda hükmüne girmiş olan irtica', hürriyet aleyhine, istibdada ric'at,
meşrûtiyeti ihlâl gibi muhtelif şekildeki iftiralar elde hazır bulunan yağlı
karalar millet-i İslâmiyenin mebusan-i kirama takdim ettikleri mazbataya da
sürülmek isteniliyor.” M. Hilmi, “Şeriat İsteriz Ünvânı Altında İstemeyiz
Fikri” Volkan, n.70, 18 safer 1327, 26 Şubat 1324, s. 338.
[116] Bu durumdaki ironik vaziyeti ifade
için Said Nursî şöyle der: “Vaktâ ki hürriyet divânelikle yâd olunurdu.
İstibdâd tımarhâneyi mekteb eyledi. Vaktâ ki i’tidâl irtica’la iltibas olundu
«meşrutiyet de» hapishaneyi mekteb yaptı.” İki Mekteb-i Musibetin
Şehâdetnâmesi yahud Divân-ı Harb-i Örfî: ve Said-i Kürdî, İstanbul: İkbal-i
Millet Basımevi, 1327, s. 2. Mesela hürriyet ortamı denilerek birçok dini
mübalatsızlıkların işlendiği zaman tesettür meselesine dair bir yazı kaleme
alan Mehmed Fahreddin, tesettürle ilgili şöyle der: “Tesettür, nisvânın ridâ-i
hürriyeti, nikâb-ı ismeti, cilbâb-ı nâmus ve iffetidir. Tesettüre adem-i riâyet
istihkâr-ı hürriyet, kabûl-i esâretdir.” M. Fahreddin, “İkinci Hata”, SM,
VI/138, s. 120. Aynı yazının tesiri ile kaleme alınan diğer bir yazı için bkz.
M. Muhyiddin, “Mekâtib”, SM, VI/139, s. 138-9.
[117] A. Midhat durumu
şöyle izah eder: “Felsefe ki “feylosofluk” demek olmak lazım geliyor. Bizce
yani şarkiyyûn indinde serbestî ve hürriyet mesaili gibi henüz yeni işidilmeye
başlamış bir şey değildir.” “Felsefe ve Felâsife”, Dağarcık, cüz: 3,
1288, s. 81. Ahmed Mithat Efendi’nin eserlerinde hürriyet fikriyle ilgili kafa
karışıklığına ve belirsizliğe işaret eden bir değerlendirme için bkz. Orhan
Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, Ankara: Milli
Eğitim Bakanlığı, 1991, s. 272-6. Halil Hâlid, bu siyasî mücadeleyi “national
liberalism” olarak nitelendirmektedir. The Diary of a Turk, London: Adam
and Charles Black, 1903, s. 193. Kavramın yaygınlaşmaya başladığı dönem ve
siyasî ortamla ilişkisi ile ilgili bilgiler için bkz. Ömer Faruk Akün, “Namık
Kemal” DİA, XXXII, 365. Kavramın Osmanlı’ya girişi ile ilgili bkz.
Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara: Türk Tarih Kurumu
Yayınları, 1998, s. 129-35.
[118] Mustafa Fazıl Paşa, “Milletler
maddeten dahi hürriyet ile muammer olurlar.” “Paris’ten Bir Mektup”, YTEA,
II içinde, s. 4. Şinasi meseleyi şöyle izah eder: “Kader dedikleri halkın
murâd-ı haktır kim/Ezelde etti bizi her umurda tahyîr” II. Meşrutiyet’in
ilanına müteakib yaşanan heyecanı ifade eden bir risale için bkz. Bafralı Ömer
Faruk, Necm-i Hürriyet, Dersaâdet: Kütübhane-i Saadet, 1324.
[119] Mesela İstikal Harbi
yıllarıyla birlikte hürriyet artık yabancı işgal ve tasallutundan kurtulma
manasına istiklal manası kazanacaktır. Bkz. “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın
hürriyet/Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal.” Bolşevik İhtilaliyle ortaya
çıkan durumu kazanılmış bir hürriyet olarak gören Musa Bigiyef’in Birinci
Müslüman Kongresi’nde yaptığı konuşmada hürriyet çarlık rejiminden kurtulmanın
adıdır. Musa Bigiyef, “Birinci Oturum”, Rusya ’da Birinci Müslüman Kongresi,
hz. Ihsan Ilgar, Kültür Bakanlığı Yay. 1990, s. 43-5. Fakat hürriyet ile
istiklal kelimeleri arasında ciddi fark gören bir makalede; “Hürriyet insana,
istiklali hayvana mahsustur. Hürriyetin nâzım ve menşei akıl ve temyiz,
istiklâlin âmir ve menbaı ise sevk-i tabîîdir.” Filibeli’nin kaleme almış
olması muhtemel olan bu makale için bkz. “Hürriyet, Musâvât, Uhuvvet, Adâlet
-Hürriyet ve İstiklâl-”, Hikmet, 24 Cemâziyulevvel 328 no:7, s. 3.
[120] Namık Kemal fikir ve hayallerini
etkileyeceği sonraki neslin hürriyete bakışını şöyle özetleyecektir: “O zaman
bildim ki bu cism-i latîf fikirde hayâlini, levhada tasvîrini temâşâ iderek
cemâl-i hâtır-firîbine meftûn olduğum hürriyetin timsâl-i semâvisidir.” Bin
İki Yüz Seksen Dokuz Senesi Saferinin On Dördüncü Gecesi Görülmüş Bir Rüyadır,
İstanbul, 1326, s. 10.
[121] Muhammed Mekkî b.
Azzûz, “İslâmiyetin Bahş Ettiği Hürriyet-i Âmme”, müt. Manastırlı İsmail Hakkı,
SM, II/27, s. 2.
[122] Kemal Tahir, kavramın gücünü ve
neticelerini şöyle özetler: “İttihatçıların yapısı, her düşünceden adam yıkmak
için toplandı. Bu yıkılma işi (hürriyet) ile birbirine bağlanıyordu. Meclis
açılınca beraberce yıkanların beraberce yapacak bünyede olmadığı hemen
görüldü.” Notlar: Batılılaşma, İstanbul: Bağlam Yay. 1992, s. 17.
İskilipli Mehmed Atıf, Avrupa’nın esaretinden kurtulmayla elde edilecek halin
tam bir hürriyet olacağını düşünmektedir. “İnsanların Bir Kanuna İhtiyaçları” BH,
I/9, s. 188.
[123] Emrullah Efendi, hürriyeti şu
şekilde tarif eder: “Hürriyetin mahiyeti nedir? Hürriyet; aklın muktezası olan
kavânîne itaattir. Acaba akl ve hikmet-i kavâninin menşei nedir? Şüphe yok ki
menşe-i kavânîn ve hâdisât Cenâb-ı Hak’tır.” “Terbiye ve Esasları” SM,
I/16, s. 248.
[124] Halil Hâlid, Hilal Sâlib
Münazaası, Mısır, 1325, s. 173. Buna dikkat çeken bir metin için bkz.
Seyyid Abdullah Cemaleddin Efendi, İslâm ’da İdare ve Siyaset, s. 180.
[125] Cevdet Paşa, Fransız
İhtilalinden bahsederken durumu “serbestîlik” olarak tavsif etmekte ve kavramı
kötülemektedir. Tarih-i Cevdet, I, 20.
[126] Beklentilerin büyüklüğüne karşın
yaşanan hayal kırıklığı da aynı şekilde büyük olacaktır. II. Abdülhamid’e karşı
ızhar edilen pişmanlıkların bu beklentilerle alakalı olduğunu ifade edebiliriz.
Abdülhamid muhalifi olan Mehmed Akif’in pişmanlığını ortaya koyan bir yazı için
bkz. Şemseddin Şeker, “Mehmed Âkif ve Sultan Abdülhamit”, Kültür, Ocak
2006, sayı:2, s. 65-7. Devrin heyecanını yakından müşahade etmiş Hüseyin Kazım
Kadri’nin Türk Lügatine yazdığı hürr maddesinde hürriyetle ilgili
seçtiği beyitlerde bu pişmanlığı görmek mümkündür. Hüseyin Kazım Kadri, “Hürr”,
Türk Lügati: Türk Dillerinin İştikâki ve Edebî Lügatleri, İstanbul:
Devlet Matbaası, 1928, II, 507.
[127] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı
Siyaset, 2.b. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1987, s. 19. Fakat
Akçura İslamcılık siyasetiyle birlikte II. Abdülhamid devrinde bu tavrın terk
edildiğini iddia etmektedir. s. 23.
[128] Renan’ın “İslâm zayıf olduğu zaman
hürriyet, kuvvetli olduğu zaman şiddet gösterir” şeklinde ifade ettiği
suçlamaya karşılık İslâm’ın kılıç dini olmadığı ile ilgili uzun tartışmaları da
havi olacak bir mesele için bkz. Namık Kemal, Renan Müdâfaanâmesi, s. 53.
Bu tekrarlanan bir cevap olacaktır. Tahiru’l- Mevlevi, “İslâmiyet Garazkâr
Müverrihlerin Dediği Gibi (Kılınç Dini Değildir)”, İ’tisam, no 64, 28
Cemaziyulevvel 1338, s. 802-4.
[129] Klâsik literatürde hürriyet
tabiri hiçbir şekilde modern manasıyla kullanılmamaktadır. Kelamî eserlerde
Allah-kul ilişkisini ifade etmek için irade, ihtiyar, irade-i cüz’iyye, kesb,
istitaat gibi kavramlara başvurulurken özgürlük manasına hürriyet kelimesine
rastlanmamaktadır. Modernleşmeyle beraber İslâm’a yöneltilen tenkitlerin biri
de kölelik meselesidir. Bu mevzuu da geniş şekilde tartışılmıştır. Şemseddin
Sami, ilk olarak “hürriyyet” kelimesini köle olmayan manasıyla karşılar. İkinci
olarak da hürriyetin yeni manasını çağrıştırır şekilde “kendine mâlik ve
müstakil olma, azâdelik: mezheb-i şahsiye ve hürriyet-i mezhebiyye” mansına
yeni hürriyet anlayışına uygun biçimde tarif eder. Şemseddin Sami, Kâmus-i
Türkî, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1978, I/542. Şahsi hürriyeti nizâm-ı
âlemin devamı ve emniyet-i ammenin esası olarak değerlendiren bir İslâmcının
yorumları için bkz. Abdürreşad İbrahim, ed-Dînü’l-Fıtri, İstanbul:
İstikbal Matbaası, 1340, s. 5.
[130] Misal olarak bkz.
Ebü'l-Kasım Zeynülislâm Abdülkerim b. Hevazin Kuşeyri, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye
fi İlmi’t-Tasavvuf, Kahire: Dârü’l-Kütübi’l-Arabiyyeti’l-Kübra, 1330, s.
100. Kuşeyri’nin hürriyet tarifi Sırat-ı Müstakim’de başmakale olarak
yayınlanan ve Manastırlı tarafından tercüme edilen hürriyetle ilgili mühim bir
yazıda şu şekilde tercüme edilir: “Hürriyet-i kâmile mahlûkâtdan birinin taht-ı
rıkkiyyetde olmamak, mükevvenâtda bir şeyin hükm ü tesirine mağlub bulunmamak
ve daima hak ve hakîkata tâbi’ olmak demektir.” Muhammed Mekkî b. Azzûz, müt.
Manastırlı İsmail Hakkı, “İslâmiyetin Bahş Ettiği Hürriyet-i Âmme”, SM,
II/27, s. 1. Seyyid Şerif Ali b. Muhammed Cürcâni, et- Ta'rifât, Kahire:
Matbaat-i Vehbiyye, 1283, s. 59. İsmail Rusûhî Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ,
hz. Safi Arpaguş, İstanbul: Vefâ Yayınları, 2008, s. 304-5. “Hür olmak eğer
ister isen, olma cihanın zevkinde, safâsında, gamında, kederinde.” Safer Baba, Tasavvuf
Terimleri: Istılâhât-ı Sofiyye fi Vatan-ı Asliyye, İstanbul: Heten Keten
Yayınları, 1998, s. 122. Tanzimat’ın hemen öncesinde kaleme alınan bir tasavvuf
sözlüğünde de aynı mana üzere tarif olunur: “rakabe-i ağyârdan ve kayd-ı
mâsivâdan ve şehevât-ı hevâdan âzâd olmaktır.” Seyyid Mustafa Rasim Efendi, Tasavvuf
Sözlüğü: Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, haz. İhsan Kara, İstanbul: İnsan
Yayınları, 2008, s. 399.
[131] Ahmet Davutoğlu,
“İslâm Düşünce Geleneğinin Temelleri, Oluşum Süreci ve Yeniden Yorumlanması” Divan,
1996/1, s. 3.
[132] Bu
tezatların sarih biçimde görüldüğü bir beyit için bkz:
“Yâre kul olmakla buldum, devlet-i hürriyeti
İhtiyârımla esâret geldi kendimden bana!”
Hersekli Arif Hikmet
[133] Mesela Köprülü bu
durumu tekkelerin ve tarikatların müsbet bir cephesi olarak görmektedir:
“Filhakîka İslâm Âleminin o devirlerini nazar-ı i’tibâra alırsak zâhidlerin
haşin ve bârid taassubları karşısında edebiyâtın, mûsikinin geniş ve serbest
fikirlerin ancak tekyelerde barınabileceğini görürüz; tekyeler ve tasavvuf,
İslâm Âlemi için asırlarca bir fikir ve sanat menba’ı, ilticâgâhı oldu.”
Köprülüzade Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 378-9.
1 nolu dipnot.
[134] Ziya Paşa’nın da şiirlerinde bu
tasavvuf! mananın kuvvetli olduğunu ifade eden bir değerlendirme için bkz. İsa
Akpınar, “Ziyâ Paşa’nın Şiirlerinde İnsan Hürriyeti”, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, MÜ Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2008, s. 75. Şiirin tabiatı
ve imkânlarıyla bağlantılı olarak bu ifade tarzını ve klâsik hürriyet
telakkisini andırır şekildeki teslimiyet- hürriyet ilişkisinin sonraki dönemde
de yaygın şekilde gözlemek mümkündür. Mesela bunu ifadeye yaracak bir beyit
için bkz: “Âşık-ı hürriyetiz peyveste vuslat bekleriz/Yâre dilbent olmuşuz
kayd-ı esâret bekleriz.” Hammamizâde Ihsan.
[135] Mesela Ahmed Midhat, herkesin
kendi istediği gibi yaşayamamasını medeniyet-i hazıranın muktezası olarak görüp
kimsenin mevcut halden memnun olmadığı ile ilgili gözlemini hürriyetle ilgili
bir garabet olarak izah etmektedir. Ahmed Midhat, Cellad, s. 157’den
naklen M. Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, s.
275.
[136] Mesela felsef!
tasavvuf geleneğine yakın Gazzal! biyografisi yazarı ve İbn Arab! muhibbi
Mehmed Ali Aynî’nin Eş’arîleri tebcil ettiği, İbn Arabî’yi merkeze çektiği bir
irade ve ihtiyar tanımının (Mehmed Ali Aynî, Şeyh-i Ekberi Niçin Severim,
İstanbul: Evkaf-ı İslâmiye Matbaası, 1339-41, s. 57) hemen birkaç yıl
sonrasında kaleme aldığı bir metinde hürriyetle ilgili şu satırları yazacaktır:
“Terakkiyât-ı insâniye hürriyeti git gide mevki’-i fi’ile çıkarmakla
mükelleftir. İnsan birbiri ardınca tabiatın cevr u tazyîkinden, ecdâdın
şiddet-i mevrusasından, muhîtinden, ‘an’anâtından halâs olmuştur; siyâseten de
istibdâddan kurtulmuştur. Kendi şeref ve tabiat-ı zâtiyesinden habîr olan hür
ve necib her Türk aklın kânunlarından başka bir şey’e itaat etmek
istememektedir.” Aynî, Ahlâk Dersleri, s. 157-8.
[137] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, II, 174. Aynî, İbn Arâbi’den hareketle bu manayı
savunurken aynı zamanda İbn Arâbi’nin ihtiyârı(liberte) kabul etmediğini bunu
da şart-ı ubûdiyet olarak gördüğünü belirtmektedir. Mehmed Ali Aynî, Şeyh-i
Ekberi Niçin Severim, s. 57. Benzer yorumu çok sonraları Elmalılı da
yapacaktır. Hak Dîni Kur’an Dili, I, 103.
[138] Moltke kölelerle ilgili
değerlendirmelerinde aradaki farkı güzel şekilde ortaya koyar: “herhangi bir
Avrupa devleti Şarktaki bütün esirlerin azad edilmesini sağlasa, buna esirler
pek az müteşekkir kalacaklardır”. Helmuth Von Moltke, Moltke'nin Türkiye
Mektupları, s. 26. Köleliğin hukuki süreciyle ilgili değerlendirmeler için
bkz. Ehud R. Toledano, Osmanlı Köle Ticareti: 1840-1890, trc. Y. Hakan
Erdem, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994.
[139] Ali Suavi, El-Cevâib gazetesinin
talebi üzerine kaleme aldığını beyan ettiği yazıda ulemanın devreye sokularak
halkın ikna yolunun tutulmasını talep etmektedir: “Esir ve Cariye Alım Satımı” Hürriyet,
n. 28, 4 Kânûnisâni 1285, s. 3-4. İslâmiyetin izin verdiği esaret ve köleliğin
Avrupa’daki ile ayrı tutulması gerektiği fikri bu dönemden tayin edilmiş bir
husustur. Bunu itiraf eden bir oryantalist değerlendirme için bkz. J. H. A.
Ubicini, Türkiye 1850, II, 461.
[140] Hüseyin Cisr, Risaletü’l-Hamidiye,
s. 401-2. Cisr meseleyi nerelere çekerek savunmaktadır: “Fakat İslâm dininin
esirler ve köleler hakkındaki tavsiyelerini incelemeyi merak edenlerce
anlaşıldı ki, arzedilen faydalar sebebiyle gerçi İslâm dininde kölelik kabul
edilmişse de esir düşmüş olanların rahatlarını korumak ve geçim hususunda
efendileriyle eşitliklerini sağlamak şeklinde kesin tebliğlerde
bulunulmuştur.”s. 409-12. Bu çerçevenin öncesi de vardır. Bkz. Emir Ali, Ruhu
’l-İslâm, trc. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul: Sebilürreşad Kütüphanesi, 1341,
s. 217-24. Ahmed Muhyiddin b. Mirza Said Paşa Sirâcü’l-Hidâye, s. 28-30.
Halil Hâlid, Hilal ve Sâlib Münâzaası, Mısır, 1325, s. 134-49. Mehmed
Fehmi, Hikmet-i Hukûk-i İslâmiye, s. 25. Meselenin farklı zamanlarda
canlılığını sürdürdüğü ile ilgili olarak bkz. Muhammed Mekkî b. Azzûz, müt.
Manastırlı İsmail Hakkı, “İslâmiyetin Bahş Ettiği Hürriyet-i Âmme”, SM,
II/27, s. 1. Tâhirü’l-Mevlevî, “islâmiyetin Esirler Hakkında Şefkatkârane
Muamelesi”, İ’tisâm, C. Ahir 338, no.65, s. 721-5; “İslâmiyetin Köleler
Hakkındaki Ahkâmı ve İbâdet Meselesi”, 6 C. Ahir 1338/26 Şubat 1336, no:65,
833-5. Ömer Nasûhi, Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri, s. 83-4. Mehmed Ali
Aynî, Şeyh-i Ekberi Niçin Severim, s. 62-3. Aynî, Ahlâk Dersleri
adlı eserinde esaret meselesini İslâmi refernaslara başvurmadan ele almaktadır.
Hatta esaret müessesinin yanlışlığını izah ederken Aristo’dan şu şekilde
bahseder: “Aristo gibi bir hakîm-i bâri’ bile serbest insanlar ile esir
insanlar arasında fıtraten bir fark olduğuna zâhib olmuşdu.” s. 159-60.
[141] Tanpınar “bu ilk yenilenme
devrinin tek fikri kımıldatıcısı olan hürriyet fikrine en rahatça yanaşabilmek
imkanı, romancılarımızı işin sadece teessüri tarafına sevk etti” diyerek bu
imkanın kullanılamadığından şikayet eder. Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı
Tarihi, s. 270. Meseleyi kölelik üzerinden edebi eserlerde ele alınışını
değerlendiren bir çalışma için bkz. İsmail Parlatır, Tanzimat Edebiyatında
Kölelik, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1987.
[142] İbnülemin Mahmut Kemal,
“Hürriyet”, BH, II/36, s. 830-2. Erbîlî Mehmed Esad Efendi, Mektubât,
Dersaadet: Matbaa-i Ahmed Kamil, 1341/1343, s. 43. Ayrıca
Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiye tarafından yayınlanan beyannamede gerçek hürriyet
masivadan kurtulma ve Allah’a kul olma esasına bağlanmaktadır. “Beyanname: Ud’û
ile Sebîl-i Rabbike bi’l-hikmeti...” İslâm Mecmuası, IV/63, s. 1177.
Dönemde çıkan Bektaşi meşreb bir tasavvufî dergide yapılan derviş tarifi:
“Derviş: şahsı hür, vicdanı hür, ef’ali hür, efkarı hür; kayd-ı mâsivâdan âzâde
insan demektir.” Abdal Musa, “Dervişin Ayarı” Muhibban, sayı:4, 27
Rebiülahir 1327. Cengiz Gündoğdu, “Osmanlı’nın Son Döneminde Yayınlanan
Tasavvuf Muhtevalı Muhibban Dergisi ve 1327/1911 Yılı 4. Sayısında Yer Alan
Bazı Makaleler”, Tasavvuf, s. 300’den naklen.
[143] Mesela Abdülhamid devrinde kaleme
alınmış bir ahlâk risalesinde hürriyet: “Afif olan zât kesb ve sarfını güzel
bir yolda icrâ ve idâre edib evlâd u i’yâliyle serbestçe ve rahatça yaşar.
Filhakîka bir kimsenin kesb ve sarfı bu yolda olmaz ise ol kimsenin türlü türlü
felaketlere uğrayacağında şüphe yoktur.” Ahmed Rıfat, Bergüzâr, 2.b.
İstanbul, 1292, s. 15-6. İslâmcı bir kimliğe sahip olan Abdürreşid İbrahim
kelime-i tevhidi hürriyetin esası olarak ve mabud ittihaz eylememek manasına
anlamaktadır. Abdürreşad İbrahim, ed-Dînü'l-Fıtri, İstanbul: İstikbal
Matbaası, 1340, s. 6. Kızına Hürriyet ismi verecek kadar devrindeki mana
ile meşbu olan Ziya Gökalp ilk zamanlarda hürriyeti “Allah’tan başka hiçbir
kimsenin kulu olmamaktır" çizgisinde alıp nefse kul olmamak manasına
tasavvufî manaları ihtiva eden bir tarife götürmektedir. Ziya Gökalp,
“Hürriyetin Menbalarına Doğru”, Makaleler, I, 58.
[144] Nurettin Topçu, İsyan Ahlâkı,
trc. Mustafa Kök, Musa Doğan, İstanbul Dergah Yay., 2.b. 1998, s. 175. Topçu bu
kopuşun ilk üç asırdan sonra gerçekleştiğini düşünmektedir. Ayrıca bkz. “İç
kuvvetlerin zorbalığından kurtulan insan, evrensel sorumluluk yüklenir ve
insanlar arasındaki pasif dayanışmaya karşı, zorbaların hâkimiyetine karşı
isyan eder.” s. 178.
[145] Sezai Karakoç, Namık Kemal’in
hürriyet anlayışını bu minval üzere yorumlar. Çıkış Yolu I, Diriliş
Yayınları, 2.b. 2003, s. 22-3. Bu dil kendini daha çok yeni Osmanlılar’la
birlikte siyasî iktidar karşısındaki mücadelede kendini göstermeye başlamış II.
Meşrutiyet’le birlikte bütün Osmanlı tarihini kapsayacak şekilde bir istibdad
edebiyatının özellikle batıcılar tarafından dillendirilmesine sebep olmuştur.
Misal olarak bkz. İbrahim Hilmi, Türkiye Uyan, Dersaâdet: Kütübhane-i
İslâm ve Askeri, 1329, “Biz Osmanlılar da her millet gibi asırlarca hukuk-ı
tabiiyye ve hürriyet-i şahsiyemize sahip olamayarak esaretle yaşadık.
Hürriyet-i fikriye, hürriyet-i vicdâniye, hürriyet-i siyasîyeden mahrum kalarak
istibdâd ile ezildik.” s. 102-3. Hürriyetin manasında görülecek çeşitlilikler
için bkz. Hüseyin Kazım Kadri, yedi farklı hürriyetten bahsederek tasavvufî
manadaki hürriyeti de kendi içinde üçe ayırır: Hüseyin Kazım Kadri, Türk
Lügati, II, 507. Mardin, ferdin bu şekilde tebcil edilmesini Şinasi
üzerinden Aydınlanma devrine ve romantizme bağlamaktadır. Türk
Modernleşmesi: Makaleler, IV, İstanbul: İletişim Yayınları, 1991, s. 86.
[146] Hürriyetin muhteva ve kapsamını
genişleten bu durum insanın ferd olarak kendini bu dünyada bir güç şeklinde her
şeyin karşısına yerleştirmesi manasına bir ferdileşmedir. Bunun en bariz
tezahürlerinden biri olan insanın tabiata hükmetmesi onun ferdiliğini ve aynı
zamanda hürriyetini fark etmesinin aracıdır. İnsanın tabiata hükmetmesini
hürriyet olarak anlayan bir değerlendirme için bkz. Mehmed Ali Aynî, Ahlâk
Dersleri, s. 137. II. Meşrutiyet’le tebarüz eden bir tavır olarak otorite
karşıtlığı; din, toplum, adet, örf, gelenek görenek, aile, hoca gibi kavramlara
teşmil edilecek bir yapının temelleri manasınadır. Hatta kavramın sınırları o
kadar genişler ki eğitim sistemlerindeki hoca merkezli uygulamanın
kaldırılmasını bile hürriyet olarak alkışlamaya başlarlar. Ahmed Münir Reşid,
“Hür Terbiyeden Bir Yaprak”, Teârif-i Müslimîn, s. 327. Sanâyi’-i Nefise
talebeleri çıplak bir Çingene karısının resmini yapmak isteyince Okul Müdürü bu
talebi çirkin bularak reddeder. Bunun üzerine talebeler bu davranışın hürriyete
muğâyir ve terakkiye mâni’ olduğu” iddiasıyla yürüyüş yaparak Maarif Nazırı’na
başvururlar. “Hürriyet-i Sû-i Tefsir”, BH, I/26, s. 617-8.
[147] Lucien Goldman, Aydınlanma
Felsefesi, çev. Emre Arslan, Ankara: Doruk Yayınları, 1999, s. 38.
[148] Bu iddiayı dile getiren Rosenthal
siyasî manada hürriyet beklentisinin karşılanamadığı inancıyla farklı bir idare
sisteminin niçin doğmadığı üzerine yoğunlaşır: “Ayrıca, özgürlüğün metafizik
boyutu ile toplumsal boyutu arasındaki bağlantıyı kurmada da başarısız
olmuşlardır.” Rosenthal, s. 140. Kavramın İslam siyasî düşüncesinde telakki
tarzı ile ilgili bir değerlendirme için bkz. İsmail Kara, “Çağdaş Türk
Düşüncesi Nasıl Ele Alınabilir?”, Din ile Modernleşme Arasında, Din İle
Modernleşme Arasında: Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, İstanbul: Dergâh
Yayınları, 2003, s. 64.
[149] Münif Paşa, Hukuk-ı Hürriyet,
s. 364-5. Nitekim Said Halim Paşa, İslam toplumunun müsâvat ve hürriyet esası
üzerine kurulduğunu söylerek içtimai yapının adil yapısını vurgulamaktadır.
“İslam’da Teşkilât-ı Siyâsiyye”, müt. Mehmed Akif, SR, XX/495, s. 2.
[150] Nitekim Ali Suavi, kanun önünde
eşitlik manasına “Avrupalıların serbâzlık veya hürriyet dedikleri mesele, İslâm
lisanında adalet ve insaf olunmak demektir” diyerek bu manada bir hürriyet
probleminin İslâm tarihinde olmadığını ihsas etmektedir. Ali Suavi,
“Serbâzlık”, Muhbir, Şevval 1283, n.26, s. 25. Paralel şekilde
Abdülhamid idaresinin uygulamlarına telmihen söylendiğine yorularak sansür
tarafından Sabih romanından çıkarılan bölümlerde İbnülemin hürriyetin
ancak adaletle sağlanabileceği fikrini savunur: “Zulüm için de bir kanun
yapıldığını, hükûmetin de ona vâsıta-i icrâ olduğunu hiç de bilmezdim. Hürriyet-i
siyâsiyeden ve şahsiyeden bahse neden lüzum görüyorsunuz? Adalet olmayan bir
yerde hürriyet aranır mı? Hürriyeti muhafaza eden de adalettir. Adaletin
hüküm-fermâ olduğu memâlikte esîr addedilen eşhâs ile hür olanların kat’â farkı
yoktur.” Şemsettin Şeker, “İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın Tarihi Romanı:
Sabih”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, s. 48/107 nolu dipnot.
[151] Tanpınar, XIX.
Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 90.
[152] Hürriyet kavramından duyulan
rahatsızlığın benzerinin adalet kavramı etrafında duyulmaması tarihi tecrübeyle
alakalı olmalıdır. Ahmed Mithat Efendi, Abdülhamid devrinin şartlarını da
dikkate alarak hürriyet, müsavat, uhuvvet kavramlarının karşısına ihkâk-ı hak,
adalet kavramlarını çıkarmaktadır. Ahmed Midhat, Müdâfaa, İstanbul,
1302, III, 517-9. Midhat Efendi’deki hürriyet fikrinin seyri ve çeşitleri ile
ilgili olarak bkz. M. Orhan Okay, Batı Medeniyeti Karşısında AhmedMidhat
Efendi, s. 2726. Diğer taraftan bir müdaafa metni olan risalesinde
hürriyeti de kapsayacak şekilde adalet vurgusu Abdülhamid iktidarını savunmak
için tercih edilecektir. Ebu’l-Hüdâ Es-Sayyâdi, Dâi’r-Reşâd li Sebîli’l-
İttihadve’l-İnkıyâd, ter. Efendizâde Abdülkadir, İstanbul: Matbaa-i
Amire,t.y., s. 61-2.
[153] Muhammed Mekkî b.
Azzûz, müt. Manastırlı İsmail Hakkı, “İslâmiyetin Bahş Ettiği Hürriyet-i Âmme”,
SM, II/27, s. 1. İsmail Hakkı, “Vazâif-i Medeniyye ve İnsâniyye”, Mevâiz-i
Dîniye, İstanbul: İttihad ve Terakki Cemiyeti Şehzadebaşı Kulübü, 1329, 2.
Kısım, s. 24. Abdürreşid İbrahim “Muhammedün Resûlullah” başlığında İslâm’ın bu
düsturunu “hürriyet-i şahsiyenin mütemmim ve mükemmili” olarak izah eder.
Abdürreşad İbrahim, ed-Dînü’l-Fıtrî, İstanbul: İstikbal Matbaası, 1340,
s. 9-12. Hürriyet-i şahsiye için bkz. Hamdi, Hikmet-i Siyasîye,
Dersaadet: Edeb Matbaası, 1328, s. 28-9.
[154] Bununla ilgili yanlış anlamaları
ve siyasî yapıyı izahla ilgili olarak bkz. Abdurrahman Şeref, Tarih
Musâhabeleri, İstanbul: Matbaa-i Amire, 1340, s. 50-2. Nitekim Tunuslu
Hayreddin Paşa’nın Avrupa’daki iki hürriyetten biri olarak zikrettiği
hürriyet-i şahsiyye daha çok İslâm Hukukunun ortaya koyduğu şahıs hakları ve
hukuki müsâvâta tekabül etmektedir. Tunuslu Hayreddin Paşa, Mukaddime-i
Akvemü’l-Mesâlikfi Ma’rifet-i Ahvâli’l-Memâlik Tercümesi, s. 125-6.
[155] Musa Kazım, “Hürriyet-Musâvât”, SM,
I/1, s. 2. Bereketzâde İsmail Hakkı, Necâib-i Kur’âniye, SM, I/18, s.
276. Said Nursî, Muhâkemât, İstanbul: Sözler Yayınevi, 1977, “Asya’nın
bahtını, İslâmiyet’in talini açacak yalnız meşrutiyet ve hürriyettir. Fakat
şeriat-ı garrânın terbiyeseinde kalmak şartıyla...” s. 39. Ahlâk kitabında
yapılan uyarı için bkz. Ali Seydî, Terbiye-i Ahlâkiyye ve Medeniyye, s.
8.
[156] Abdülaziz Çâviş,
“Hıristiyanlık Nazarında İslâm”, SR, XV/373, s. 182. Mehmed Emin Feyzi, İlim
ve İrade, İstanbul: Necm-i İstikbal Matbaası, 1342, s. 139-42.
[157] Bu havadan ve doğan karmaşadan
şikayet eden batıcı bir gazeteci-yayıncının yazdıkları için bkz. İbrahim Hilmi,
Türkiye Uyan, Dersaâdet: Kütübhane-i İslâm ve Askeri, 1329, s. 104-5.
Hürriyet kavamının sahip olduğu mücerret karakterin Osmanlı idarî zihniyetini
hürriyete mesafeli durmaya sevkettiği ile ilgili Âli Paşa üzerinden yapılan bir
değerlendirme için bkz. Şerif Mardin, Türkiye'de Toplum ve Siyaset Makaleler:
I, 2.b. İstanbul: İletişim Yayınları 1991, s. 232-3.
[158] Mesela Ceride-i Sûfiyye’de
yayınlanan bir makalede hürriyet: “İnsanın bi’l-cümle hasâis ve kuvvâsını
hudud-ı dîniyi tecavüz etmeksizin istikmâl ve tasarruf edebilmesi” olarak tarif
edilmektedir. Sabri Cemil, “İslâmiyet ve Medeniyet”, Ceride-i Sûfiyye,
no.114, s. 191. Ulemadan bir zat olan Mehmed Lütfi, hürriyeti tarif ederken
bütün Osmanlı teb’asının can, mal, ef’al, akvâl, ticaret, sanat, seyahat
serbestîsini haiz olduğunu ifade ettikten sonra başkasının malına, canına,
namusuna, haysiyetine zarar vermeden ahkâm-ı şer’iyyeye riayet ederek
hürriyetin sağlayabileceğini ifade eder. Mehmed Lütfi, Tuhfe-i Lütfi,
İzmir: Keşişyan Matbaası, 1324, s. 11-3. Filibeli’nin çıkardığı ve muhtemelen
kendisi tarafından kaleme alınan imzasız makalede hürriyet ve istiklal ayrımı
üzerinden maddi sebeplerle sınırlanan hürriyeti istiklal olarak adlandırıp
hayvanlara mahsus bir hal, manevi manilerle (ahlâk, din ves.) sınırlandırılan
hürriyeti de hürriyet olarak tanımlayıp içtiami başıbozukluğu hayvanlıkla
eşdeğer hale getirerek sınırlandırma yolunu seçmektedir. Ortaya çıkan durumu da
hürriyet-i mu’tedile olarak vasfetmektedir. “Hürriyet, Musâvât, Uhuvvet, Adâlet
-Hürriyet ve İstiklâl-”, Hikmet, 24 Cemâziyulevvel 328 no:7, s. 4.
[159] Mesela İslâmcıların en önemli
yayın organı Sırât-ı Müstakîm, 31 Mart hadisesinden sonraki iki hafta
suskun kaldıktan sonra hal fetvasını yayınladıktan sonra ardından yaptıkları
açıklamada 31 Mart hadisesini Abdülhamid’in bir komplosu olarak takdim etmekte Volkan
Gazetesi’ni ve İttihâd-ı Muhammediye Cemiyetini şiddetle eleştirmekte ve
hürriyetin Rumeli’den gelen Allah’ın bir lütfu ve yardımı ile hallolduğunu ve
saltanatla ve hilafetin kurtulduğunu zehir zemberek ifadelerle açıklamaktadır.
İslâmcıların İttihat Terakki iktidarını ve onun politikalarını ne zaman
desteklemekten vazgeçtikleri ile ilgili çalışmalara ihtiyaç duyulmakla beraber
Cihan harbi zamanında getirilen matbuat yasaklarına kadar hürriyet meselesiyle
bağlantılı olarak söyleyecek olursak ulemanın ve İslâmcıların hürriyet
yorumları İttihat ve Terakki iktidarını ve uygulamalarını savunmaktan daha çok
dinî mübalatsızlıklara karşı girişilen ve baştaki hürriyet tariflerinin
genişliğine sığmayan kısıtlamaların daha yüksek sesle talep edildiği safhalara
geçişi göstermektedir. Buna dair özellikle kadınlarla ilgili yazılan yazılara
bakılabilir. 31 Mart Hadisesi ile ilgili değerlendirme için bkz. SM,
II/34, s. 113-5. İlerleyen yıllarda bu dil daha da sertleşecektir. Ahmed
Şirâni, “Kadınlığın Hayat-ı İçtimâiyesine İndirilen Darbeler”, İ’tisam,
no 14, 26 Cemaziyülevvel 1337, s. 1-4.
[160] Mesela ulemadan
İskilipli Âtıf Efendi şöyle der: “Müfrid garb mukallidi bir şerzime-i kalîle
medeniyet, hürriyet, milliyet nâmına gayr-i meşru’ ve muzır cihetlerden mesela
hürriyet, fuhşun, içkinin, dansın, ahlâksızlığın, dinsizliğin ta’mim
tevsî’inden başlayor. Avrupa’dan yüklenip getirebildikleri levsiyyât ile
ahlâk-i Islâmiyeyi tahrîbe, efkâr-ı milleti telvîse çalışıyorlar.” İskilipli
Mehmed Âtıf, Frenk Mukallidliği ve Şapka, s. 14. Mesela geç tarihli bir
hürriyet tarifinde Milaslı Mehmed Sadık sınırları şu şekilde çizer:
“İslâmiyetde hürriyet, kânun-ı ilâhiyye ve şerîât-i Muhammediyye ahkâmına
ittibâ’ etmekle meşruttur.” Milaslı Durmuşzâde Mehmed Sâdık, Âlem-i İslâm
Cihad-ı Ekber, I, 108. Elmalılı hürriyeti insanın iki yönünü kabul etmek
olarak izah ettikten sonra insanın fıtarının iyiye ve kötüye meylini tercihi
olarak anlamaktadır. Elmalılı Muhammed Hamdi, “İlhad Ne Büyük Bir Cehâlettir!”,
SR, XXV/630, s. 82.
[161] Meselenin bu tarafına dikkat çeken
bir değerlendirme için bkz. M. Muhammed Hüseyin, el-İslâm ve ’l- Hadâretü
’l-Garbiyye, Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 1985, s. 54. Tercümesi için bkz. Modernizmin
İslam Dünyasına Girişi, trc. Sezai Özel, İstanbul: İnsan Yayınları, 1986,
s. 61. İslam modernizminin en önemli isimlerinden biri olan Abduh’un birçok
şeyini borçlu olduğu Lord Cromer, Abduh’u “hür fikirli” olarak takdim eder. s.
74. Benzer şekilde Fazlur Rahman da Vehhâbiler’in içtihad hakkındaki
ısrarlarının ve taklidi yermelerinin hür düşünceye yol açan bir güç olduğunu
düşünmektedir. Fazlur Rahman, İslam, ter. Mehmet Aydın, Mehmet Dağ,
İstanbul: Selçuk Yayınları,1981, s. 249. Şinasi’nin fikir serbestliği ile
ilgili düşünceleri için bkz. Bedri Mermutlu, Sosyal Düşünce Tarihimizde
Şinasi, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2003, s. 213 vd.
[162] Bu fikri geç dönemde savunan bir
değerlendirme için bkz. Ömer Nasûhi, Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri, s.
83. Zira ilmi teşvik etmekle ilim adı altında her şeyi konuşmak ve düşünmek
arasındaki farkı idrak zaman alacaktır.
[163] Müslümanın fikir
hürriyeti ve serbestîsi olmadığını bunun da günah ve bid’at gibi kavramlarla
etrafına örülen duvarlardan kaynaklandığını ifade eden Kılıçzâde’nin İctihad’da
yazdığı yazılar bu zincirlerden kurtulmayı telkin etmektedir. Ictihâd’ı
kapattıran bu süreç özellikle medrese çevrelerinde çıkan dergilerde makes bulan
bu suçlamaların düzeyi ve hakaretten ibaret olması gelinen noktayı
özetlemektedir. Bununla ilgili olarak bkz. Kılıçzâde Hakkı, İtikadât-ı
Bâtılaya İlan-ı Harb, s. 14. Benzer bir çizgi olarak mektep kitapalarında
ifade bulacak olan hurafeleri ve bu hurafelerin müsebbibi olan cahil, mutaassıb
ulema ve dervişlerle bu hurafelerin altında ezilen zavallı halk fotoğrafı bir
din dili olarak benimsenecektir. Tüccarzâde İbrahim Hilmi [Çığıraçan], Türk
Çocuğunun Din Kitabı, İstanbul: Kitabhane-i Hilmi, 1928, s. 8-9.
[164] Din ve vicdan hürriyeti, matbuat
serbestliği gibi başlıklar altında konuşulan, tartışılan hatta yasaklanan bu
durum II. Meşrutiyet boyunca devam edecektir. Abdullah Cevdet bir tercümesinin
girişinde hürriyeti vidâniye asrı olarak tavsif ettiği yeni dönem için şunları
söyleyecektir. “herkesin i’tikâd ve içtihâdını ızhâr, müdâfaa ve neşr etmekte
hür olması ve bundan dolayı hiçbir muâ’taba ve mümânaa’ta ma’ruz olmaması demek
olan hürriyet-i vicdâniye asrında yaşâyoruz.” Voltaire, Râhib Meslier’in
Vasiyetnâmesi Hakkında, İstanbul: Necm-i İstikbâl Matbaası, 1924, Çevirinin
mukaddimesi, s. 4.
[165] Özellikle Dozy’nin
Peygamberimiz ile ilgili yazdıklarının tercüme edilebilmesi ve bu tercüme
etrafında yaşanan tartışmalar bunun güzel bir örneğidir. Bununla ilgili
değerlendirme için bkz. İbrahim Hatiboğlu, “Osmanlı Aydınlarınca Dozy’nin
Târîh-i İslâmiyyet’ine Yöneltilen Tenkitler”, İslâm Araştırmaları Dergisi,
1999, I/ 3, s. 197-213.
[166] Hürriyet tartışmalarında İslam’ın
bahşettiği hürriyetin çeşitlerine göz atmak yeterli olacaktır: “Dîn-i Celîl-i
İslâm hürriyet-i vicdâniye, hürriyet-i nefsiyye ve şahsiyye, hürriyet-i akliyye
ve fikriyye, hürriyet-i ilmiye, hürriyet-i kelâmiyye, hürriyet-i fi’liyye,
hürriyet-i içtimâiyye, hürriyet-i mesâkin, hürriyet-i ukûd gibi her nev’i
hürriyeti bahş etmiştir.” Milaslı Durmuşzâde Mehmed Sâdık, Âlem-i İslam
Cihad-ı Ekber, İstanbul: Amidi Matbaası, 1339-1342, I, 110 vd.
[167] Mesela bkz.
Tüccarzade İbrahim Hilmi, Avrupalılaşmak Felaketlerimizin Esbâbı, s.
24-5.
[168] Bu sorgulamaların
tasavvuf kurumu ve bu kurumun vücut verdiği irade, kaza, kader, teslimiyet ve
rıza meseleleriyle akalı olarak ortaya koyan mühim bir kaynak için bkz. İsmail
Kara, “Çağdaş Türk Düşüncesinde Bir Tenkit/Tasfiye Alanı Olarak Tasavvuf ve
Tarikatlar”, Din İle Modernleşme Arasında: Çağdaş Türk Düşüncesinin
Meseleleri, s. 365-9.
[169] Oryantalistlerle ilgili
yazdığımız bölümde meselenin İslâm’la ilgili olan irtibatlarına değinmiştik.
Mesela Moltke veba üzerinden İslâm’ın kader anlayışını tenkit ederken meseleyi
ulemaya bağlamaktadır: “Burada ulema var oldukça veba da kalacaktır.” Helmuth
Von Moltke, Moltke'nin Türkiye Mektupları, s. 90. Benzer yargıları
sürdüren ifadeler için bkz. Kılıçzâde Hakkı, İtikadât-ı Bâtılaya İlan-ı
Harb, s. 104-5. Tüccarzade İbrahim Hilmi, Avrupalılaşmak
Felaketlerimizin Esbâbı, İstanbul: Matbaa-i Hayriye ve Şürekası, 1332, s.
17-8.
[170] M. Şemseddin, Zulmetten
Nûra, s. 329. İskilipli vaizleri suçlamaktadır: “Esbaba tevessül ile
tevekkülün nazar-ı şeriatta ne demek olduğunu bilmeyen ve bu iki mesele-i
mühime beynini tefrik ve temyize muktedir olmayan câhil vâizler...” Mehmed
Atıf, “Esbab-ı Zahireye Teşebbüs Tevekküle Mâni’ Değildir”, BH, V/126,
s. 2284. Suçlu dini yanlış öğretenlerdir. Ömer Fevzi, Dînî Hasbıhâl, s.
65.
[171] Mehmed Arif Bey, Binbir Hadis,
s. 178. Musa Cârullah, “Musa Carullah Efendinin Makâlâtı Münâsebetiyle”, müt.
H. Fevzi, İslâm Dünyâsı, 29 Cemaziyulâhir 331, no:7, s. 107. Buna karşılık
tasavvufî neşvesi olanlar irade meselesinde mutasavvufları ehl-i Sünnetle
birlikte mutedil çizgide görmektedirler: “Hürriyet hakkındaki mezâhibi şu
suretle telhîsen tasnif edebiliriz: Müfritler: Mu’tezile, bir kısım Şia ve bu
iki mezhebin ekser şuûbâtı. Mu’tediller: Ehl-i Sünnet [Mutasavvıfın] hakiki
Şiiler. Müfritler: Cebriyye ve tevâbi’i” “İslâm ve Hürriyet”, Hikmet, 30
Cemâziyulâhir 328 no:12, s. 6.
[172] Said Halim Paşa, Osmanlı milleti
içerisinde Avrupa’daki burjuva tarzı bir memurlar sınıfının teşkil etmesi
yönündeki kanaate karşılık olarak memur sınıfının pasif yapısını göz önüne
alarak karşı çıkmaktadır: “Halbuki memurluğa has olan kayıtsızlık ve tevekkül
ve teslimiyet ve mesuliyetten tevakkî gibi memurları her türlü hiss-i fedakârı
ve teşebbüs-i şahsînden mahrum eden hâlet-i ruhiye hasebiyle memurîn-i
Osmânî’nin Avrupa’da asilzadegân ile burjuvazinin ifa ettikleri vazifeyi ifa
edebilmeleri mümkün değildir.” Said Halim Paşa, Buhranlarımız, İstanbul:
Şems Matbaası, 1328/1330, s. 16.
[173] Filibeli Ahmed Hilmi,
Tarih-i İslâm, I, 261.
[174] İsmail Kara, “Çağdaş
Türk Düşüncesinde Bir Tenkit/Tasfiye Alanı Olarak Tasavvuf ve Tarikatlar”, s.
358-85.
[175] İskilipli Mehmed Atıf, Mehmet Akif
ve Kılıçzâde Hakkı’nın ortak kanaatleri olan bu dil kendini tasavvuf karşıtlığında
idrak eder. Mesela İskilipli dervişleri suçlarken oldukça şedid bir dil
kullanır: “Ahkam ve kavâid-i şer’iyeye vukufu bulunmayan, malumatları şunun
bunun kerâmetini nakle münhasır kılan sâika-i atâletle kesb ve ticaretten
mahrum olan dervişler tarafından verilmiş olduğunu zan ediyorum.” “Esbab-ı
Zahireye Teşebbüs Tevekküle Mâni’ Değildir”, BH, V/126, s. 2284. Mehmed
Akif; “Eh kader böyle imiş. Ölümlü dünya. İşte bizim sufiler böyle söylüyor.”
“Vaaz ve Mev’iza” SR, IX/49-231, s. 394. Kılıçzâde de tekkelerin tembel
yuvası olmasından dem vurmaktadır. Kılıçzâde Hakkı, İtikadât-ı Bâtılaya
İlan-ı Harb, s. 51. İslamcıların tasavvuf ve kurumlarına dair bakışını
veren bir değerlendirme için bkz. Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf
Hareketleri, 2.b., İstanbul: Dergah Yayınları, 2003, s. 61-2.
[176] Hoca Kadri Nâsuh, Zulm
ve Adl, İstanbul, 1326, s. 185.
[177] M. Şemseddin, Zulmetten Nûra,
s. 90-1. Abduh’un çalışma ile ilgili makalesini aynen tekrar eden satırlarda M.
Şemseddin daha sert bir üslubla şöyle devam diyor: “Kisve-i irşâd bürünen, her
söz başında utanmadan vüresâ-i enbiya olduklarını ortaya sürerek hakikî
âlimlerin hakkını gasp eden kara cahil ve hakâik-i İslâmiyeden bî-haber bir
takım herifler de kalkmışlar: “Bu hal müslümanlığa pek muvafıktır, çünkü müslümanlar
âhiret adamıdırlar, dünya onlara gerekmez” gibi hezeyanlarda bulunuyorlar.
Esasen müslümanları bugünkü sefalet ve felâkete sürükleyen de bu gibi canîler
değil midir?” s. 97.
[178] Kılıçzâde Hakkı
benzer suçlamaları daha ağır bir üslupla dile getirecektir: “Dünyanın asla
ehemmiyeti olmadığı, yalnız ahiret için çalışmak lazım geldiği zenginliğin
muzır olduğu, ahiretde bütün o paraların sahiplerinin vücudlarına ateş halinde
yapışacağı tasaddukun sûret-i mahsûsada dervişlerle softalara elzem bulunduğu
fakrın [yani züğürtlüğün] bir fazilet olduğu, aza kanaat etmek lâzım geldiği,
hemen her şeyin günah olduğu ilh.gibi vaazlar biçare avâmı büsbütün insanlıktan
çıkarmış ve âdeta kapana tutulmuş gibi kıvranmaktan ve titremekten başka bir
şey yapdırmamıştır.”, İtikadât-ı Bâtılaya İlan-ı Harb, s. 105. H. Nâhid
ise bütün İslâmi kurumları kapsayacak şekilde daireyi genişletmektedir: “Üçüncü
olarak; İslâm cemaati arasında bir suru müstehlik yaşatıyor. İnsanın
çalışmasından başka bir şeyi olmadığını beyan buyuran Şâri-i âzamın emrine
aykırı olarak medreseler, imaretler, tekkeler, tembel, atıl ve Müslim cemaatine
faydasından ziyade zararı olan yüz binlerce, milyonlarca kimselerle doluyor.” Türkiyâ
İçin Necât ve İ’tilâ Yolları, Şems Matbaası, t.y., s. 46. Batıcıların
özellikle tasavvufî kurumlarla ilgili kanaatlari için bkz. Mustafa Kara, Metinlerle
Günümüz Tasavvuf Hareketleri, s. 53-7.
[179] Aynî’nin Birgivi’ye istinadla
verdiği “ve bu mezheb-i bâtıl ehl-i sünnetin avâm-ı nâsı mabeyninde gayet
çoktur” bilgisi bize suçlamaların geriye doğru götürülme imkânını bahşedebilir.
Mehmet Ali Aynî, Türk Ahlâkçıları, hz. İsmail Kara, Kitabevi, 1992, s.
115.
[180] Bir istisna olarak halkın inanç ve
itikadını İngiliz filozof Bacon’a karşı savunan Abidin Paşa, özellikle bizim
halkımızın inanç ve itikadının Peygamberlerden tevarüs edilen “esâs-ı metîn ve
zû-reşâda müstenid” olarak görmekte ve savunmaktadır. Abidin, Meâli-i
İslâmiye, s. 269.
[181] Filibeli Ahmed Hilmi’nin de
oryantalistlerin Ehl-i Sünnet’e yönelik tenkitlerine teşne olduğu
görülmektedir: “Dîn-i İslâm’a hücum eden münekkidîn-i gayr-i müslimenin de en
ziyâde ele aldıkları mebhasler bunlardır. ‘Âmme-i Ehl-i Sünnet irâde-i külliye
ile irâde-i cüz'iyeyi, kaderle hürriyet-i irâdeyi terdif edemediklerinden
amelen ve icmâlen Cebrîyye mezhebine sâlik addolunabilirler.” Tarih-i İslâm,
II, 457. Mensub olduğu tasavvufî iklim ve muhit dolayısıyla yerdiği şeyin
nerelere gelip dayandığının farkında olan Filibeli işi halk katmanlarıyla
sınırlandırarak meselenin İslâm’a uzanmasını engelleme derdindedir: “Cebrîye
mezhebi, bilhassa avam arasında yayılırsa, felâkete ve redâete sebep olur.
Diyebiliriz ki, İslâm âleminin izmihlaline sebep olan âmillerin başlıcası
Cebrîyye mezhebinin Ehl-i Sünnet'in avamı arasında yayılmasıdır... Bu meş'ûm
mezheb, yalnız Türk Sünnîleri arasında değil, bütün Sünnîler arasında intişar
etmiştir.” Tarih-i İslâm, II, 457. Hikmet’te yayınlanan imzasız bir
makalede havâssın irade-i cüz’iyeyi esbab ve vesâili terke etmek olarak
anlamalarını doğru kabul etmekle birlikte bu anlayışın kanûn-ı âm haline
gelemeyeceğini ifade eder. “Hürriyet, Musâvât, Uhuvvet, Adâlet -Hürriyet ve
İstiklâl-”, Hikmet, 24 Cemâziyulevvel 328 no:7, s. 4.
[182] Yusuf Akçura da aynı ithamları
tekrar ederek siyasi bir hıncı dile getirmektedir: “Devlet-i Osmâniye
dâhilindeki Müslümanlar, i’tikâdât-ı zâhireleriyle Ehl-i Sünnet ve Cemâatten
iseler de hakikatte ‘mezheb-i Cebriyye’ye mensubdurlar, denilebilir. Çünkü
irade-i cüz’iyye ile onun neticesi olan ihtiyâr ve iktidâr-ı şahsiden ziyade
Cebriyyûn’un kabulü vechiyle kaderin, bütün irade, ihtiyâr ve iktidâr-ı
şahsiyeye mahal bırakmayacak suretteki kudret-i tâmmesine itikâd ederler.”
Yusuf Akçura, “Kader”, Eski Şûra-yı Ümmette Çıkan Makalelerimden,
İstanbul: Tanin Matbaası, 1329, s. 4. [Bundan sonra bu makaleden sadece “Kader”
olarak bahsedilecektir]
[183] Kavm-i Cedidçi Ubeydullah Efgâni
de aynı şekilde Balkan mağlubiyetleri sonrası meseleyi kaderle izah edenlere
karşı aynı tavrı göstermektedir. Ubeydullah Efgâni, Kavm-i Cedid:
Kitâbü’l-Mevaiz, Dersaâdet: Şems Matbaası, 1331, s. 9. Bu eser etrafında
yaşanan tartışmalar ve İzmirli İsmail Hakkı ile Ubeydullah Efendi arasında
kaderle de ilişkili olarak yapılan tartışmalar için bkz. “Kavm-i Cedidçi
Ubeydullah Efgâni ile Sebilürreşâd İdârehânesinde bir Muhâvere”, SR,
XI/277, s. 257-8. İctihad ile Sebilürreşad arasında tartışmalara neden olan bu
muhavereye istinaden İzmirli yeni bir makale kaleme alacaktır. İzmirli İsmail
Hakkı, “Müdâfât-ı Dîniyye”, SR, XI/280, s. 306-8.
[184] M. Şemseddin İslâm-Müslüman
ayrımının verdiği rahatlıkla Kılıçzâde’yi aratmayacak satırlara imza
atmaktadır: “Müslümanları tahrib eden meskenet ve atalet marazlarının menba-ı
intişârı mazînin çürümüş ve kemirilmiş inkırâz-ı mütebâkiyesi kovuklarında
müstakbele intikal eden bu gibi sû-i tefsir ve ifrâtdan mütevellit buzûrâtdan
başka bir şey değildir.” “İslâm’da Fen ve Felsefe”, SR, VIII/9-191, s.
156.
[185] Hürriyet, cebr, tevekkül, fakr
gibi hemen hemen bütün kavramlarda görülen bu ayrım Abdülaziz Mecdî Efendi’ye
atfedilen bir ifadeyle vuzuha kavuşabilir: “İradeyi inkar avam için, ikrar ise
havas için küfürdür.” İsmail Fennî Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 46.
[186] “Sanat ve Hirfat” Tasavvuf,
27 Teşrinievvel 1327, no:33, s. 2-3. Ayrıca bkz. Haydarizade İbrahim, “Âlem-i
İslâmiyette Sa’y u Amel ve Teşebbüs-i Şahsi”, Tasavvuf, 7 Nisan 1327,
no:5, s. 4-5.
[187] Rıza Tevfik hemen hemen her kelam
kitabında ve ilmihalde görülebilecek ifadeleri cühelâ-yı avâma nisbetle
reddetmektedir: “Kaderin antropomorfik bir tasavvuru vardır ki cühelâ-yı
avâma mahsustur. Bu itikada göre Allah her şeye kadir-i mutlaktır: "Ve
hüve alâ külli şey'in kadir." İlm-i muhit-i ilâhisi iktizâsından olarak
kâffe-i mahlûkatın âlem-i vücûd ve harekât-ı vukuatını takdir etmiş ve arşı da
levh-i mahfuz üzerine yazmıştır. Hiçbir şey, hiçbir zerre harekâtında bu
takdir-i İlâhi'nin hâricine çıkamaz ve mahrek-i muayyeninden kıl kadar
ayrılamaz, "el-mukadder lâ-yete-gayyer" düstûru feyezân-ı hilkatten
evvel (yani henüz kuvvede iken) mâlik olduğu ilme " âlem-i emr"
veyahut " âlem-i kaza" diyorlar. Âlemi emrden sûret-pezir-i vücûd
olarak tecelli etmesi âlem-i kaza oluyor.” Kader, s. 8.
[188] Said Halim Paşa, “Yahut taassub-u
diniyemizde ve yahud kadere mutâveatımızda bulanlar da oldu.” İnhitât-ı
İslâm Hakkında Bir Tecrübe-i Kalemiyye, s. 6. Câhız müstearıyla yayınlanan
bir yazıda Müslümnaların geri kalması ile ilgili zikredilen dört sebepten üçü
bu konularla ilgilidir: “1-Avâm sınıfından olup Fukuhâdan geçinenlerin
tazyikâtı. 2-Mütekelliminin irâde-i insâniye hakkında kararsızlıkları. 3-
Kadere edilen bühtân. 4- yanlış tekye fikirleri” Câhız, “İslâmiyetin
İnhitâtının Bazı Sebeleri”, Bilgi Mecmuası, 3 Kanunievvel 1329, I/2, s.
169. Mehmed Fehmi, “Dirler ki bu vechile kaza ve kadere iman bir kavmin
vicdanında yer tutarsa artık o kavimde izzet ve kuvvetden eser kalmaz. Ve
onların yerine zaaf ve meskenet kâim olur. Buna binaendir ki Müslümanlar bu
akideleri sebebiyle fakr u zaruret ve zillet ve felaket içinde kalmışlardır.” Hikmet-i
Hukûk-i İslâmiye, s. 37. Tüccarzade “Cehâlet yayıldı. Muhit unuduldu.
Taassub belirdi. Asya’nın hâlet-i rûhiyye ve hayât-ı mütevekkilânesi bütün
tabakât-ı ictimâiyemize nüfûz etti.” İbrahim Hilmi, Avrupalılaşmak
Felaketlerimizin Esbâbı, s. 22. Milaslı İsmail Hakkı, “Geri Kalmaklığımızın
Sebebi Din midir? Daha Başka Bir Şey midir?”, SR, XVII/30-429, s. 102.
[189] Yaygınlık
derecesini göstermesi açısından Elmalılı’nın tercümesi önemlidir. Küçük Hamdi,
“İslâmiyetle Medeniyyet-i Cedîde Birleşebilir mi ” BH, I/20, s. 443. Ziya
Paşa, Terkib-i Bend’de bu durumu şu beyitle izah eder: "İslâm imiş devlete
pa-bend-i terakki/Evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı"
[190] Avrupa’nın taklid edilmesinden
ciddi rahatsızlık ızhar eden Mehmed Arif Bey durumu dünyevi ilimlerin terkine
bağlayacaktır: “Şu halde inkırâzât-ı mütevâliyenin cümlesi akıl ve tedbire
müstenid olmayarak mücerred bir kuru dindarlık davasıyla ulûm-ı dünyevîyenin
terk olunmasından....” Binbir Hadis, s. 178.
[191] Mustafa Sabri Efendi,
Dînî Müceddidler Yâhud:(Türkiyâ İçin Necât ve î’tilâ Yolları)nda Bir Rehber,
İstanbul: Evkaf Matbaası, 1338-1340, s. 97.
[192] Abdullah Cevdet,
"Cihan-ı İslâm'a Dâir", İctihâd, No: 26, s. 761-767. Bu yazı daha
sonra biraz genişletilerek risale hâlinde de basılmıştır: Cihan-ı İslâm’a
Dâir, İctihâd Evi, İstanbul 1922.
[193] Hâşim Nâhid, Türkiyâ İçin Necât
ve î’tilâ Yolları, s. 98. Tüccarzâde, Hâşim Nâhid’le aynı şekilde muhtaçlık
fikrinden uzaklaşarak refah ve saadete erme fikrine karşı çımaktadır: “Şarkda
atalet ve rehâvet sebeb-i refâh ve saadet telakki ediliyor. Atâletin hüküm
sürdüğü bir yerde ise şetâret-i hayât, refâh ve saadet aranamaz. Orada
mütevekkilâne ve kanaatkârane geçen bir hayat-ı miskînâneden başka bir şey
görünmez.” Tüccarzade İbrahim Hilmi, Avrupalılaşmak Felaketlerimizin Esbâbı,
s. 46.
[194] Yusuf Akçura, “irade-i cüz’iyye
ile onun neticesi olan ihtiyâr ve iktidâr-ı şahsiden ziyade Cebriyyûn’un kabulü
vechiyle kaderin, bütün irade, ihtiyâr ve iktidâr-ı şahsiyeye mahal
bırakmayacak suretteki kudret-i tâmmesine itikâd” Kader, s. 4.
[195] Celal Nuri, 1327 Senesinde
Selânik’te Müna’kit İttihat ve Terakki Kongresinde Takdim Kılınan Muhtıra,
İstanbul, Müşterekü’l-Menfea’ Osmanlı Şirketi Matbaası, 1327, s. 33-4. Abdullah
Cevdet de aynı durumdan müştekidir: “İşte memlekette hüküm süren eğlabiyetle bu
kafadır. Bu kafa hüküm sürdükçe yaşamak, sürünmekten yüksek bir şey
olmayacaktır.” Asrımızın Nusûs-u Felsefiyyesi: İfade-i Meram,
İstanbul: Matbaa-i İctihad, 1913, s. 14.
[196] Filibeli’ye göre yanlış kader
anlayışı, “Tembellik, cinayetler, sefalete rızâ, yanlış bir kanaat, zillet gibi
müessif haller, hep "Kader meselesi’nin yanlış telâkki edilmesinden
mütevellid şeylerdir. Bu nâzik akîdenin hakkiyle avam tabakasına anlatılabilmesi
zor olduğundan, yanlış anlaşılması mekruh bir "Cebrîye = Fatalisme"
mesleğini taammüm ettirmiştir.” Ahmed Hilmi, Tarih-i İslâm, II, 613.
Bediüzzaman Said Nursî de aynı çerçevede görmektedir: “Hem zâlime karşı
miskinliği esas tutan Hıristiyanlık, nihayet tecellüd; cabbarlıkta ve zâlime
karşı cihad, izzet-i nefsi esas tutan İslâmiyet - eyvah!..- nihayet miskinlikte
karar kıldı.” Sünûhat, İstanbul: Sözler Yayınevi, 1977, s. 27. Aksekili
Ahmed Hamdi, “Müslümanların Uğradıkları Felâketler Kendi Nefislerindendir”, SR,
XI/282, s. 282.
[197] Yusuf Akçura, Kader,
“Bi’l-cümle hâdisât-ı kâinât gibi devletlerinin inkirâzını kendilerinin
saadetsizliğini de kadere, mücerred kadere isnâd ederler. İ’tikâtta mezhebi
ehl-i sünnet ve cemaat olan bir Müslim için bu yolda bir i’tikad caiz
değildir.” s. 4-5. Abdurrahman şeref bu iddiaları cevaplandırmaktadır.
Abdurrahman Şeref, İlm-i Ahlâk, İstanbul: Matbaa-i Amire, 1314, s. 35.
[198] Bu nitelemeler
arasında İslâm’ın cebrî olmadığı vurgusu esastır. Aksekili Ahmed Hamdi, Dînî
Dersler, Birinci Kitab: Zarûriyyât-ı Dîniyye, s. 278.
[199] Oryantalistlerin bu cihetten
yaptıkları tenkidi haklı bulan Filibeli, Sünni anlayışı cebri görmektedir:
“İslâm dinine hücum eden gayr-i müslim tenkidcilerin en ziyâde ele aldıkları
bahisler bunlardır. Ehl-i Sünnet imamları, küllî irâde ile cüz'î irâdeyi,
kaderle irâde hürriyetini terdif edemediklerinden amelen ve icmâlen 'Cebrîye
mezhebine sâlik addolunabilirler.” Tarih-i İslâm, II, 457. Ayrıca bkz.
Yusuf Akçura, Kader, s. 4.
[200] Hâşim Nâhid, aynı şeyleri tekrar eder:
“Bu muhtelif nazar ve istidlâl tarikleri ile Türk - Osmanlı kütlesinin ve iddia
edebilirim ki aktar cihanda mevcud ehl-i İslâm’ın akîdesini karşı karşıya
getirdiğimiz zaman bunlar -Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’dan olmalarına rağmen -
dalâlet ve bid'at addolunan akîde-i Cebriyye’ye mu’tekid ve ef’al ile de buna
müyyeddirler. Müminler içinde, Türk - Osmanlı Milletinin kıymet-i şahsiyesini
işte bu akidesine nazaran tedkik edelim: İnsan Cenab-ı Hak'kın mahlûkudur.
İnsanın elinden hiçbir şey gelmez, hayrı ve şerri de Allah hâlk etmişdir. İnsan
bunlardan birini yapmakta mukadderât-ı ilâhiyeye tâbidir. Takdir ne yolda ise
insan da onu yapar: Allah hidayet verirse abd hayrı, vermezse şerri işler.
Şimdi, hayır ve şer, kaza ve kader cüz'-i ihtiyar gibi Islâmiyetin ebedî
meselelerini burada münakaşa edecek değilim. Yalnız şunu söylemek istiyorum ki,
Islâm’ın şimdiki akîdesine göre insanın hayat sahasında kıymeti, işte bu
vechile bir acz-i mutlaktan ibarettir!” Türkiyâ İçin Necât ve İ’tilâ
Yolları, s. 90-1.
[201] Bu yeis meselesi özellikle Akif’in
şiirlerinde karşımıza çıkar. Benzer olarak bkz. Said Nursî, Hutbe-i Şamiye
Namındaki Arabî Risalenin Tercümesi, Antalya: Işık (Ileri) Basımevi, 1957,
s. 39. Boyunoğlu V/105, Mehmed Zeki, “Meslek”, BH, s. 1944.
[202] Filibeli Ahmed Hilmi, cebrî
telakki için şöyle der: “Bu mezhep, ne mes'ûliyet-i ibâd, ne fazileti ve ne de
hubb-i sa’y ve takdir-i ahlâk fikirlerini bırakır. Mademki, hayır ve şer
insanın elinde değil, mademki insan ne yapıyorsa iktizâ-yı kaderidir; yani
yapmamak elinden gelmez, mademki iş olacağına varır; şu halde vazife ve
mes'ûliyete, fazilet ve gayrete ne lüzum kalır?” Tarih-i İslâm, II,
457-8. M. Şemseddin, Zulmetten Nûra, s. 71. Aynı şekilde devam eden
ifadeler için bkz. Aksekili Ahmed Hamdi, “Müslümanların Uğradıkları Felâketler
Kendi Nefislerindendir”, SR, XI/282, s. 282. Abdullah Cevdet, bu
telakkiyi dönemin siyasî-içtimaî atmosferinde şöyle bir olayla tasvir eder:
“Geçen gün, Bağdatlı Hasan Rıza Paşa isminde Almanya’da
ikmâl-i tahsil etmiş, birkaç lisana vâkıf, güzide bir topçu livasıyla Istanbul
muhafızlığında görüştüm. Bu zat hikaye ediyordu:
“Son harb ve hezimet esnasında bir Müslüman Arnavut neferi
Garb ordusunda düşmanla bir müsâdemede firar etmiş, bu neferin babası dahi
asker olarak yanımda idi; firarî nefer babasının yanına geldi. Baba oğluna
hitaben:
“Be Mûrî! Sen utanmaz mısın? Erkek adam muharebeden kaçar
mı?” dedi.
Izbandud gibi oğlu kafasını kaldırdı ve başındaki keçe
külahı alnının üzerinden kafasının arkasına doğru itti, şahâdet parmağını
alnının üzerine koydu, “Baba bu, alnıma yazılıdır, alın yazısı! Alın yazısı!”
diye cesaretle bağırdı. Ihtiyar peder bu cevabın siklet-i lâhûtisi altında
ezildi, kaldı, sustu.” Abdullah Cevdet, Asrımızın Nusûs-u Felsefiyyesi: İfade-i
Meram, Istanbul: Matbaa-i Ictihad, 1913, s. 12-4.
[203] Bir mutasavvıfın
kaleminden bu tenkitlerin hülasasını okumak için bkz. Sâdık Vicdânî, “El-Kâsib
Habîbullah”, Ceride-i Sûfiyye, no. 117, s. 217-8.
[204] Ubeydullah Efgani, Kavm-i
Cedid: Kitâbü'l-Mevaiz, s. 42. İzmirli bu duruma itiraz ederek hayır ve
şerrin Allah’tan olmasının mahzurunun olmadığını ifade eder. İzmirli İsmail
Hakkı, “Müdâfa’ât-ı Diniyye”, SR, XI/280, s. 307.
[205] Filibeli Ahmed Hilmi,
Tarih-i İslâm, II, 457-8. Seyyid Bey’e göre; “Cebrîyye fikrinin
hükümfermâ
olduğu içtimaî bir toplulukta namus ve ahlâkın teessüsü imkânsızdır.” İrade,
Kaza ve Kader, s. 125.
[206] Özellikle Akif’in şiirlerinde ve
vaazlarında kendini hissettiren bu hal aynı zamanda batıcı aydınların - çok
farklı saiklerle- kader inancı üzerinden İslâm’a yönelttikleri tarizlerde
kendini göstermektedir: Hâşim Nâhid, Türkiyâ İçin Necât ve İ’tilâ Yolları,
s. 98. Bu eserden hareketle benzeri fikirleri tenkit eden bir eser kaleme alan
Mustafa Sabri Efendi bu itirazları cevaplamaktadır. Mustafa Sabri Efendi, DînîMüceddidler,
s. 121-2.
[207] Bunun dışında kalan
bir tavır için bkz. İbnülemin Ahmed Tevfik, “Esâs-ı Terbiye”, BH, I/20,
s. 453-5.
[208] Hâşim Nâhid, Türkiyâ
İçin Necât ve İ’tilâ Yolları, s. 101
[209] Misal olarak bkz.
Kılıçzâde Hakkı, Son Cevab, s. 29 vd.
[210] Fıkhî mezhepler de
dâhil edildiğinde İslâm modernistleri için kullanılan ve ciddi bir muhatabı
olan mezhepsizlik ithamının bütün modernleşme boyunca cereyan eden
tartışmalarda kullanıldığını söyleyebiliriz.
[211] Birgivi
Vasiyetnamesi’ne şerh yazan Kadızade’nin hem İmam Mâtürîdî’yi hem de İmam
Eş’arî’yi aynı şekilde taltif ve takdim ederek Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat
dairesini esas alması bu ayrımın mühim olmadığını gösterir. Kadızade İstanbûli
Ahmed b. Muhammed Emir, Cevhere-i Behiye-i Ahmediye fi Şerhi’l-Vasiye-i
Muhammediye, İstanbul: İzzet Efendi Matbaası, 1290, s. 13. İbrahim
Kasapbaşızade, Risale-i İ’tikâdiye, Darü'l-Hilafe: Tabhane-i Amire, 1258,
s. 3. Ahmed Sami, Hulâsatü’l-Kelâm fi Meâsiri’l-İslâm, s. 30. Kilisli
Halebi Uryani Osman Efendi, Hayrü’l-Kalâid Şerh-i Cevâhiri’l-Akâid, İstanbul:
Mehmed Esad Kitâbhanesi, 1301, s. 73-4. Mehmed Rüşdi, Hallü’l-İşkâl fi
Mebâhisi’l-Cüz’i’l- İhtiyâr, İstanbul: Mahmud Bey Matbaası, 1321. Sadece
ehl-i sünnetle iktifa eden bir tasnif için bkz. Ahmed Cevdet Paşa, Ma’lumat-ı
Nâfıa, [y.y., t.y.] s. 10-1. Süleyman Sırrı bin Halil Dihlevî, Risale-i
Vazifeti’l-Müminîn, Selânik: Selânik Vilayet Matbaası, 1303, s. 4. Çocuklar
için kaleme alınış bir ilmihalde de aynı şekildedir: Hafız Nûri, Akâid-i
İslâmiyeden Amelî Ulûm-i Dîniyye, 2. b. Dersaadet: Vezir Hanında 48
Numaralı Matbaa, 1331, s. 51. Abdullah Şevket b. Mahmud Hamdi, Necâtü’l-
Mükellefîn, İstanbul: Şirket-i Mürettibiye Matbaası, 1317, s. 78. Milaslı
Durmuşzâde Hafız Mehmed Sadık, Mevâiz-i Diniyye ve Fevâid-i İslâmiye
Mecmuâsı, cild-i sâni’, İzmir, 1329, s. 122-3.
[212] Harpûtî, Tarih-i
İlm-i Kelam, s. 62-3. Ehl-i Sünnet’in karekteristiği olarak Allah’ın
fiillerinde O’na cevr ve zulüm isnad etmemelerini zikreder.
[213] Tasavvuftaki cebr
fikrinin ilk etapta dikkatten kaçırılan tarafı manevî makamlarla alakalı
olmasıdır. İkinci olarak cebr fikri insanlardan ve ağyardan müstağni olmak
manasına bir şekilde hürriyet olarak anlaşılıp şahsiyet inşasına katkı
yapmaktadır. Kelâm eserinde meseleye dair bir değerlendirme için bkz. İzmirli, Yeni
İlm-i Kelam, I, 129.
[214] Son dönem
metinlerinin bazılarında Hanefîlik kelamî bir mezhep olarak takdim edilir.
Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm İmam Gazzâlî, İstanbul: Matbaa-i Amire,
1327, s. 12. İmam Âzam’ın görüşleri doğrultusunda kaleme alınan bir eser için
bkz. Hamamizade Mustafa Âsım, Tavzîhu ’l-Kelâm fi Akâid-i İslâm,
Selânik: Osmanlı Asır Matbaası, 1312.
[215] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelam, I, 107. Ayrıca bkz. Mulahhas İlm-i Tevhid, İstanbul:
Kanaat Matbaası, 1338, s. 29. Buna karşılık İzmirli daha mutedil bir dil
kullanır: “Hanefiyyenin kâffesi Mâturidiyye değildir. İçlerinde Mu’tezile,
Mürcie, Kerramiye de vardır fakat Mâturîdiyyenin kâffesi Hanefîdir. Mu’tezile,
Mürcie, Kerramiye ilhâk suretiyle Hanîfeden addolunmuştur.” Bununla birlikte;
“yalnız Ebu’l-Hüseyn es-Semnânî Eş’arîyyü’l-i’tikâd ve Hanefiyyü’l-mezhebdir”
diyerek Eş’arîlerin hiç Hanefî olmadıklarını zikreder ki bu Osmanlı’da
Eş’arîlik meselesini daha da karmaşık bir hale getirir. İzmirli İsmail Hakkı, Usûl-i
Fıkıh Dersleri, Dersaadet: Matbaa-i Hukukiye, 1329, s. 21.
[216] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelam, I, 107. İzmirli Mâturîdî-Nesefî çizgisini mütekellimden daha
çok fukuhâ taifesinden görmektedir. Muhassalu’l-Kelâm ve’l-Hikme,
Daru’l-Hilâfeti’l-Âliye: Evkâf-ı İslâmiyye Matbaası, 1336, s. 75.
[217] Fıkh-ı Ekber şerhleri
buna iyi bir örnektir. Mesela bkz. Ebü'l-Münteha Ahmed b. Muhammed Hanefi
Mağnisavî, Şerhu Fıkhi'l-Ekber, y.y. 1288.
[218] Pruşçak Hasan b. Turhan b. Davud
Hasan Kâfi Akhisarî, Ravzâtü'l-Cennât fi Usuli'l-İ'tikad, trc. Mahmud
Esad b. Emin Seydişehri, İstanbul: Cemaleddin Efendi Matbaası, 1316, s. 10-3.
Mahmud Esad eseri İmam Birgivi’ye nisbet ederek tercüme etmiştir. Bu yanılgı
muhtemelen 1305 yılında yapılan baskının Birgivi’ye nisbetinden
kaynaklanmaktadır.
[219] Meselenin nerelerden
kaynaklandığını görmek için bkz. Nizâmü’l-Mülk, Siyâset-nâme, s. 115.
Yaygınlığı Cevdet Paşa şöyle ifade eder: “Memâlik-i Devlet-i Aliyye-i
Osmâniyye’nin ekseri Hanefî ve hilâfet-i İslamiyye dahî onun üzerine cârî
olduğundan şimdiki halde dahi mezheb-i Hanefî sâirlerine gâlibdir.” Mukaddime:
Osmanlı Tercümesi, İbn Haldun, müt. Ahmed Cevdet Paşa, hazırlayanlar Y.
Yıldırım, M. Cüneyt Kaya, İstanbul: Klasik, 2008, III, 50. Bu role dikkat çeken
bir değerlendirme için bkz. Köprülüzade Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, s. 22. Bu yaygınlığı ifade eden satırlara Ahmed Naim’de de
rastlıyoruz: “aktar-ı âlemin her cihetine münteşir olan Hanefiyye.” Ahmed Naim,
İlmü’n-Nefs, s. 448.
[220] Mesela Osmanlı zihin dünyasında
yetişmiş bir isim olan Esirizâde 18. asırda meseleyi bu minval üzere tasnif
eder. Esirizâde ile ilgili yaplmış bir çalışma için bkz. İhsan Bektaş, Esîrîzâde
Abdülbâki Efendi ve İrâde-i Cüz’iyye Risâlesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, İstanbul, 2007. Dönemde kaleme alınmış bir risalede irade-i cüz’iyye ve
irade-i kesbiyye tabirlerinin kullanımı ile ilgili olarak iki taraf zikredilir.
Biri uzmâ, diğeri Şâfii’dir. Abdullah Şevket b. Mahmud Hamdi, Necâtü’l-Mükellefîn,
s. 64 ve 81.
[221] Ahmed Cevdet Paşa, Mukaddime:
Osmanlı Tercümesi, III, 72. Benzer ifadeler için bkz. Büyük Haydar Efendi Usûl-i
Fıkıh Dersleri, der. Hacı Adil, Dârü’l-Hilâfeti’l-Âliye: Matbaa-i Amire,
1326, s. 85. Sırrı Girîdî, Ârâi'l-Milel, İstanbul: A. M. Şirket-i
Mürettibiye Matbaası, 1303, s. 192. Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, s.
119. Arapgirli Hüseyin Avni, “İlm-i Kelam”, Ceride-i İlmiye, Şevval
1337, V/47, s. 1437.
[222] Meseleyi Eş’arî-Mâturîdî
mücadelesi haline getiren Seyyid Bey’in bu uyumu yukarılara çekmesine rağmen
Hanefiliğin ayrı bir itikadî usulünün olduğu yönünde kanaat sahibi olanlar da
vardır. Mesela çok sonraları bile Akseki, akıl, iman meseleleri çerçevesinde
mezhepler arasında mukayese yaparak bu meseleelrde en mutedil bulduğu
Hanefiliği tercih etmektedir. Seçenekler arasında Mâturîdîliğin de bulunması
aradaki ayrımı gösterir. Ahmet Hamdi Akseki, İslâm: Fıtrî, Tabiî ve Umumî
Bir Dindir, yay. haz. Hasan Tahsin Feyizli, Ankara: Nur Yayınları, 1981, s.
93.
[223] Mâturîdîlik yerine Hanefîlikten
bahsedilmesi ve İmam Mâturîdî’nin isminin sadece birkaç yerde geçmesi
Osmanlı’da mezheplerin durumuyla ilgili hüküm vermenin mahzurlu taraflarını
gösterir. Abdürrahim b. Ali, Îzâhu’l-Akâid Nazmü'l-Feraid Tercümesi,
trc. Hacı Ali Efendizade Mehmed Emin, İstanbul: Müştereki’l-Menfe’a Osmanlı
Matbaası, 1338.
[224] Yusuf Ziya Yörükan bu
durumdan müştekidir: İslâm Akaid Sisteminde Gelişmeler: İmam-ı Azam Ebu
Hanife ve İmam Ebu Mansur-i Mâturîdî yay. Haz. T. Yörükan, İstanbul:
Ötüken, 2006, s. 170. Bazı kelâmî meselelerde Mâturîdîlik isim olarak ve bir
önem atfedilerek zikredilirken diğer bazı meselelerde dikkate alınmaması mezhep
telakkisinin bu yönüyle zayıfladığını göstermektedir. Özellikle hüsün ve kubuh
noktasında Eşaire kullanımı yaygın iken Mâturîdîlik pek dikkate alınmaz. Bu
meseleye misalen bkz. Şirvanlı İbrahim Nâtıkî, Risale-i Akaidü’l-İslâm,
Dersaadet: Matbaa-i Osmaniye, 1883, s. 39.
[225] İzmirli İsmail Hakkı, said-şakî
meselesini ele alırken bu ayrımı kullanır: “Bu mes'elede Hanefîyye ile Eş
’arîyye arasındaki niza', nizâ-ı lafzîdir. Hanefiyye kavl-i evvel üzere
saîd bazı kere şakî, şakî de bazı kere saîd olur diyor. Eş’arîyye ise kavl-i
sânî üzere saîd şakî, şakî saîd olmaz îtikâdında bulunur.” Yeni İlm-i Kelam,
II, 196-7
[226] İzmirli İsmail Hakkı,
Matûrîdîleri zikretmez: “Bu hususta başlıca üç mezheb vardır: Mezheb-i Eşâire,
Mezheb-i Mu’tezile, Mezheb-i Muhtâr-ı Hanefiye” Usûl-i Fıkıh Dersleri,
s. 9
[227] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelam, I, 107. Mâturîdîliğin ilk dönemlerindeki muğlâklıkla ilgili
bir değerlendirme için bkz. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül
Devri, trc. E. Ruhi Fığlalı, Ankara: Umran Yayınları, 1981, s. 384-7.
[228] Musa Kazım, “İnsan Nedir?” Külliyat-ı
Şeyhülislâm Musa Kazım: Dini İçtimâi Makaleler, s. 90. Mehmed Ali Aynî de
kulların fiillerinden bahsederken Mâturîdîliği bir taraf olarak zikretmez.
Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm İmam Gazzâlî, İstanbul: Matbaa-i Amire,
1327, s. 19-20.
[229] Misal olarak bkz.
Muhammed Haşim, Zübdetu Akaidi'l-İslâmiyye, İstanbul: 1319, s. 73-9.
[230] Hasan Kâfi Akhisarî,
İmam Eş’arî’nin görüşünü naklettikten sonra “bizim imamlarımıza göre...”
diyerek Hanefî geleneğe yaslanmaktadır. Ravzâtü’l-Cennatfi Usûli’l-İ’tikad,
s. 82.
[231] İzmirli İsmail Hakkı, bidat
nisbeti olmadığını beyan eder: “Hanefiyye itikadda Mâturîdiyye, Şâfi’iyye ve
Mâlikiyye itikadda Eş’arîyyedir. Ferîkayn yekdiğerini bid’at nisbet
etmemiştir.” Usûl-i Fıkıh Dersleri, s. 12. Aynı şekilde bkz. M.
Şemseddin [Günaltay], “Mu’tezilîn”, SR, X/237, s. 40.
[232] Seyyid Bey de aynı durumdan
müştekîdir: “Memleketimiz ahalisinin kısm-ı âzamı Mâtürîdî olduğu halde
maatteessüf zihinleri E’şariyye fikriyle doludur. Bunu tashih etmek, hakayık-ı
şer’iyyeyi olduğu gibi görüp öylece anlatmak, zamanımızda en büyük farizâdır.” İrade,
Kaza ve Kader, s. 152. Burada şunu ifade etmeden geçmeyelim ki tarihte
mezhepler arasındaki ilişkilerin öncekiler tarafından dile getirildiği şeklinde
bir ifadeye başvurmuyoruz. Aksine tarih boyunca gerek siyasî gerek fıkhi birçok
mücadele vukua gelmiş ve birçok içtimaî hadiseye sebebiyet vermiştir.
[233] Mesela Cevdet Paşa Osmanlı’yı
Mâturidi çizgi ve geleneğe dayandırırken o dönem mütekellimlerinden olan Sırrı
Girîdi’nin kaleme aldığı “Nakdü’l-Kelam fi Akaidii-İslâm” da Mâturidilik
irade meselesi çerçevesinde bir mezheb olarak dahi zikredilmemektedir. Nesefî
gibi Mâtürîdî çizginin ehemmiyetli isimlerine yapılan atıflar bulunmasına
rağmen irade bahsinde bir taraf olarak Mâturidilik’ten söz edilmez. Girîdi’nin
zemin olarak Hanefiliği ön plana çıkardığı görülür. Diğer bir eserinde
Hanefîler için irade meselesinde Mâtürîdîyye yolunun en doğru yol olduğunu
ifade etmektedir. Sırrı Girîdî,Ârâu'l-Milel, s. 194.
[234] Hacı Reşid Paşa’nın eserinde
Eş’arîlikten bahsetmemesi bile döneminde dikkat çekicidir: “Binâenalâzelik
i’tikadda Mâturidi olanlar amelde Hanefî ve ta’bir-i diğerle amelde Hanefî
olanlar i’tikadda Mâturîdî mezhebini ihtiyar etmeleri îcâb edeceğinden bu kitab
müşarun ileyhimânın mezhepleri üzerine göre yazılıp mezâhib-i sâiredeb
bahsedilmedi.” Hacı Reşid Paşa, Dîn-i Mübîn-i İslâm, Dersaadet: Matbaa-i
Hayriye, 1328, I, 6.
[235] Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam
fi Akâid-i Ehl-i İslâm, İstanbul: Necm-i İstikbal Matbaası, 1330, s. 200.
“Eşâire ismi, Eş’arîyye gibi Eş'arî'den me'hûzdur. İmam Ebu'l-Hasan Eş'arî'nin
etbâına itlak olunur. Ve tağlib tarikiyle Eş'arîyye ve Mâtürîdiyye taifelerine
ve belki bütün fırka-i naciye-i Ehl-i Sünnet'e dahi itlak olunur.” Seyyid Bey
de aynı minvalde şöyle der: “bunun içindir ki Eşâire ta’biri bazen ehl-i sünnet
müradifi olarak isti’mal olunur. Ve bu surette bitarîki’t-taklîb Mâturîdiyye’ye
dahi şâmil olur.” İrade, Kaza ve Kader, s. 121.
[236] Ahmed Cevdet Paşa, Mukaddime:
Osmanlı Tercümesi, III, 71. Sırrı Girîdî, Ârâi’l-Milel, s. 193;
Arapgirli Hüseyin Avni, “İlm-i Kelam”, Ceride-i İlmiye, Şevval 1337,
V/47, s. 1437. Sebebi ise tağlib tarihiyle ilgilidir. Harpûti, Tarih-i İlm-i
Kelâm, s. 62. Fakat Eş’arî gelenek içinde Eşâire fırka-i nâciye muadili
olarak kullanılır. Özellikle Îcî eseri Eşâire’nin Eş’arîlikten ibaret olduğunu
isbat niyetiyle kaleme almıştır. (Yusuf Şevki Yavuz, “el-Akâidü’l-Adudiyye”,
DİA, II/216) Mâtürîdîliğin müstakil mezhep olmadığını bu teşmile delil gösteren
bir kaynak için bkz. Ebû Abdullah Celaleddin Muhammed b. Esad b. Muhammed
Devvânî, Mukayyed-i Celâl, derleyen ve neşreden: Ali Rıza Efendi,
İstanbul: Servet-i Fünun Matbaası, 1909, s. 5. Elmalılı her iki simi yan yana
kullanmaktadır: “Eşâire ve Mâturidiyye gibi...” Tahlîl-i Tarih-i Felsefe
Metâlib ve Mezâhib, s. 22.
[237] Seyyid Bey, bu yaygın kullanımı ve
Eş’arîliğin Mâturîdîliği kapsayacak şekilde bu isimle anılmasını bir problem
olarak telakki ettiği için meseleyi tahfife çalışmaktadır. Seyyid Bey’in bu
meseleyi Eş’arîlerin nüfus olarak çok olmaları ve bu yüzden Eşâire isminin
Mâturîdiliği de ihata edecek biçimde kullanılması olarak izah eder. Seyyid Bey,
İrade, Kaza ve Kader, s. 121.
[238] Yusuf Akçura, “Ehl-i Sünnet
yani Mâturîdî Mensûbîni bu iki iddiayı red ile vasatî bir hâli, mahlukda
‘irade-i cüzîyye’nin vücûdunu kabul eylediler: insan bir fiilin icrâsını irade
eder ve Cenâb-ı Hâlık, o fiili halk eder.” Kader, s. 5.
[239] Mesela halk
katmanlarında hayli şöhrete sahip bir eserde Mâturîdîlik, Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat olarak zikredilmektedir. İmamzade Esad Efendi, Dürr-i Yekta
Şerhi, s. 31. Aynı şekilde II. Meşrutiyet döneminde yazılmış bir ders
kitabında Osmanlı memleketinde yaygın olan mezhebin Mâturîdîlik olduğu beyan
edilmektedir: “Osmanlı memleketlerinde Müslümanların çoğu İmam Mansur Mâturîdî
mezhebini kabul etmiş olduklarından bu kitabda bilinmesi lazım gelen meseleler bu
mezhebe göre anlatılacaktır.” Ahmed Cûdî, Yeni İlm-i Hâl: Akâid Dersleri,
Dersaadet: Şems Matbaası, 1328, s. 7. Hafız Kamil, Cevâhirü’l-Kelâm fi
Beyân-i Akâidi’l-İslâm, Kastamonu: Matbaa-i Vilayet, 1334, s. 8. “Bizim
itikadda mezhebimiz Ebu Mansur Muhammed Mâturîdî hazretleridir.”
[240] “Eş’arîler cebr-i
mutavassıtı kabul etmişlerdir ki âmme-i ehl-i İslâmca mu’teber olan bu
i’tikattır.” Mehmed Ali Aynî, Şeyh-i Ekberi Niçin Severim, s. 57.
[241] Mehmet Ali Aynî, Türk
Ahlâkçıları, s. 115. Cebriyyeden bahsederken Birgivi, “bu mezheb-i bâtıl
ehl-i sünnetin avâm-ı nâsı mabeyninde gayet çoktur”
[242] Yusuf Akçura, Kader, s. 4.
“Devlet-i Osmâniye dâhilindeki Müslümanlar, i’tikâdât-ı zâhireleriyle Ehli
Sünnet ve Cemâatten iseler de hakikatte ‘mezheb-i Cebriyye’ye mensubdurlar,
denilebilir. Çünkü, irade-i cüz’iyye ile onun neticesi olan ihtiyâr ve
iktidâr-ı şahsiden ziyade Cebriyyûn’un kabulü vechiyle kaderin, bütün irade,
ihtiyâr ve iktidâr-ı şahsiyeye mahal bırakmayacak suretteki kudret-i tâmmesine
itikâd ederler.”
[243] Fırka-i Nâciye’nin kim olduğu ile
ilgili Akâid-i Adûdiye" de Eşaire'dir şeklinde yapılan tanımlamaya
gerek Gelenbevî gerek Mercâni tarafından yapılan itirazlar için bkz. İlm-i
Kelamdan Akaid-i Adûdiyye Şerhi Celal Tercümesi, trc. Serbestzade Ahmed
Hamdi, Trabzon: Serasi Matbaası, 1311, s. 31-2.
[244] Günaltay medrese geleneğini
Eş’arî olarak gösterdikten sonra bunu Eş’arî-Gazzalî çizgisinin bütün İslâm
dünyasında bir sultaya dönüşmesine bağlamaktadır: “Osmanlı İmparatorluğu resmen
Mâturîdî mezhebinde olduğu halde bütün İstanbul ve Türkiye medreselerinde son
güne kadar tedrisat tamamiyle Eş’arî sistemine göre yapılmış, yüksek tahsil
olarak Eş’arî mektebi metedolojisi takip edilmiştir.” Şemseddin Günaltay,
“İslâm Dünyasının İnhitatı Sebebi Selçuk İstilâsı mıdır?”, s. 362.
[245] Mesela imamet bahisleriyle ilgili
olarak Nâsuriddîn Tûsî’nin Tecrid’inin tercih edilmesi de bu tür bir gayeye
mâtuftur. Şii bir çizgiye mensup olan Tûsi’nin eseri Sünni kelam dairesinde
bulunan şerhlerle okutulmaktadır.
[246] Tartışmalara dâhil olanların Mâtürîdîliği
savunanları meseleyi ele alırken daha çok İrade-i cüz’iyye risalesi kaleme
alırken Eş’arîliğe yakın duranlar meseleyi daha çok kaza ve kader risaleleri
olarak telif etmişlerdir.
[247] Arapgirli Hüseyin Avni, bu durumu
şöyle ifade eder: “Binaen aleyh bazı Eş’arîye makâlât-ı Mâturîdîyyenin bazısını
ve bazı Mâturîdîyye dahi makâlât-ı Eş’arîye’nin bazısını ihtiyar ve tercih
etmişlerdir.” “İlm-i Kelâm” s. 1438.
[248] Razi’nin gerek Cevdet Paşa gerek
Seyydi Bey tarafından referans olarak kullanıldığı görülmektedir. Mesela Eş’arî
kaza-kader ayrımını benimseyen Mehmet Tevfik, referans olarak Tevali’ye,
İsfehâm ye gitmektedir. Çerkesşeyhzade Mehmed Tevfik Efendi, Meziyyet-i
İslâmiyye, Dersaadet: Mahmud Bey Matbaası, 1306, s. 21-2.
[249] Mesela
İbrahim Kasapbaşızade şöyle der: “Bir kimse bu iki imamdan birine iktidâ eylese
ol kimse ehli necâtdan olub saâdet-i uhrâya nâil olur.” Risale-i
İ’tikâdiye, Darü'l-Hilafe: Tabhane-i Amire, 1258, s.
3.
[250] İrade-i Cüz’iyye
risaleleri için bkz. M. Fatih Köksal, Osmanlı Müelliflerinden Ahmed Asım
Efendi ’nin
İrade-i Cüz’iyye Risalesi ve Probleme Yaklaşımı, Yayınlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, 2003, s. 14-25.
[251] Ziyaeddin Halid
el-Bağdadî, Risale fi Tahkiki'l-İradeti'l-Cüz'iyye, İstanbul: Matbaa-i
Amire, 1259.
[252] Mustafa Sabri Efendi,
Mevkıfu’l-Beşer Tahte Sultâni’l-Kader, Kahire: Matbaatü’s-Selefiyye,
1352, s.
6.
[253] D.
B. Macdonald, “Mâtürîdî” İA, MEB, VII, 406. Abduh’taki Mâturîdî etkiyi
ifade eden satırlar için bkz. A.K.M. Eyub Ali, “Mâturîdîlik”, İslâm
Düşüncesi Tarihi, Ed. M. M. Şeref, çev. A. Ünal, İstanbul: İnsan Yay.,
1990, s. 310. Süleyman Uludağ, Kelam İlmi ve İslâm Akaidi(Şerhu’l-Akâid),
Taftazânî, Giriş Bölümü, s. 53. Fethullah Huleyf, Abduh’un Ezher’de tevhid
derslerinde Nesefî Akâidi okuttuğunu ifade ederek bu etkiyi normal
karşılamaktadır. Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud Mâtürîdî, Kitâbü't-Tevhid,
thk. Fethullah Huleyf, İstanbul: el-Mektebetü'l-İslâmiyye 1979, s. 9m, dipnot
4.
Bizim
Abduh’un Mâturîdîliğiyle yakından ilgilenmemizin sebebi Abduh çevirilerinin Osmanlı
muhitindeki yeri ile alakalıdır. Abduh’un Mâturîdî etki için bir değerlendirme
için bkz. Yusuf Şevki YAVUZ, “Mâtürîdiyye”, DİA, XXVIII, 174. Abduh’un
Mâturîdî değil eklektik bir anlayışa sahip olduğu ile ilgili değerlendirme için
bkz. Zeki İşcan, Mehmet Zeki İşcan, Muhammed Abduh ’un Dini ve Siyasî
Görüşleri, 2.b. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1998, s. 137-47. Bedri Gencer, İslâm’da
Modernleşme 1839 - 1939, Ankara: Lotus Yayınevi, 2008, s. 741-2.
[254] Kendisi de alenen Mu’tezile’yi
savunacak olan Hoca Kadri bu yaygınlığı şöyle anlatmaktadır: “Türkiyede tedris
olunan ve mezâhibi saire aleyhinde akvâl ve mutâlaâtla dolu görünen ilm-i kelâm
veya akâid kitabları Ebu Hasan el-Eş’arî ile ona tabi’ bulunan ulemânın efkâr
ve akvâline müstenittir. Ehl-i sünnet ulemâsından İmam Mâtürîdî nâm zâtın da
bazı asâr-ı husûsi gibi tedris olunmakta ise de Eş’arîye muhalefeti cüz’iyyât
kâbilindendir.” [Hoca] Mehmed Kadri Nâsuh, Zulm ve Adl, s. 100.
[255] Fatma Aliye, Terâcim-i Ahvâl-i
Felâsife, İstanbul, 1317, s. 155. Hoca Kadri Nâsuh, Zulm ve Adl, s.
97. Şemseddin Sami, “Mezâhib-i sâire ashâbı ekalliyetde kalmıştı.” “Eş’arî”, Kamûsü’l-A’lâm,
İstanbul: Mihran Matbaası, 1322, II, 986. Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm
İmam Gazzâlî, s. 13.
[256] Eş’arîliğin yaygın olmasını ve
niçin yaygın olduğunu tenkitlerle izah eden bir metin için bkz. Rızaeddin bin
Fahreddin, “İslâm Dünyasında Mezhebler”, Rızaeddin bin Fahreddin: Kazan ’la
İstanbul arasında bir Âlim içinde, Ömer Hakan Özalp, İstanbul: Dergâh
Yayınları, 2001, s. 334-7. Eş’arî üzerinden kadercilik suçlamasını yönelten ve
bunu cahiliye dönemine bağlayan değerlendirmeler için bkz. H. Austryn Wolfson, Kelam
Felsefeleri: Müslüman-Hristiyan-Yahudi Kelamı, çev. Kasım Turhan, İstanbul:
Kitabevi, 2001, s. 466. Eş’arîlere yöneltilen tenkitlerin oryantalist kaynaklı
olduğunu beyan eden ve Eş’arîliğe yöneltilen tenkitleri reddeden bir
değerlendirme için bkz. İbrahim Agah Çubukçu, “Eş’arîliğe Yöneltilen Haksız Hücumlar”,
Mezhepler, Ahlâk ve İslâm Felsefesi ile İlgili Makaleler, Ankara: Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1967, s. 135-6. Eş’arîleri nedenselliği inkar
ettiği için Sünniliği doğmatik hale getirmekle suçlayan satırlar için bkz.
Ignaz Goldziher, İslâm ’da Fıkıh ve Akaid, çev. İlhan Başgöz, Ankara:
Ardıç Yayınları, 2004, s. 152-3. İmam Mâturîdî’nin coğrafî uzaklığını teslim
eden bir değerlendirme için bkz. Ahmed Cevdet Paşa, Mukaddime: Osmanlı
Tercümesi, III, 72.
[257] Watt, ondokuzuncu asır boyunca
batılı oryantalistlerin kendi düşünceleriyle aynı kabul ettikleri Mutezili
düşüncesi sayesinde İslâm’la Hıristiyanlık arasında kardeş gibi bir ilişkinin
devam edip geleceği şeklinde bir neticeye vararak bunun tek sorumlusunun
Eş’arîlik olduğunu zehabında olduklarını haber verir. Montgomery Watt, Free
Will and Predestination in Early Islam, s. 61. Daha erken bir genellemeler
için bkz. T. J. de Boer, İslâmda Felsefe Tarihi, Ankara: Birlik
Yayınları, trc. Yaşar Kutluer, 1960, s. 41. Ignaz Goldziher, İslâm’da Fıkıh
ve Akaid, çev. İlhan Başgöz, Ankara: Ardıç Yayınları, 2004, s. 138.
[258] Şemseddin Günaltay, İbn Rüşd’ün
teşebbüslerinin işe yaramadığını ve Eş’arî- Gazzâlî sultasının bütün kuvvetiyle
devam ettiğini ifade etmektedir. “İslâm Dünyasının İnhitatı Sebebi Selçuk İstilâsı
mıdır?”, İkinci Türk Tarih Kongresi, [Türk Tarih Kongresi (II: 1937:
İstanbul)] Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1943, s. 361.
[259] Filibeli Ahmed Hilmi,
Huzur-u Akl ve Fende Mâddiyyûn Meslek-i Dalâleti, Darü'l-Hilâfe: Hikmet
Matbaa-i İslâmiyesi, 1332h, s. 117.
[260] Filibeli Ahmed Hilmi, Huzur-u
Akl ve Fende Mâddiyyûn Meslek-i Dalâleti, s. 118. Eş’arîliğin İslâm
Dünyasında serbest düşüncenin gelişmesini engellediği ile ilgili yaygın kanaat
hala devam etmektedir. Misal olarak bkz. M. Abdul HAYY, “Eş’arîlik”, İslâm
Düşüncesi Tarihi, Ed. M. M. Şeref, çev. A. Ünal, İstanbul: insan Yay.,
1990, s. 276.
[261] Fazlur Rahman
Mâtürîdî kelamının Eş’arîlik tarafından silinip ortadan kaldırıldığı
kanaatindedir. İslâm ve Çağdaşlık, çev. A. Açıkgenç, M. H. Kırbaşoğlu,
Ankara: Ankara Okulu, 1996, s. 95.
[262] Mehmed Akif’in
rahatlıkla tercüme ettiği bu satırlarda Muhammed Abduh bütün geriliği bu
iktidar değişimine bağlamaktadır: “Tuttular, akîde-i kaderi kalbleri bütün azim
ve himmetten alıkoyacak, elleri kolları sa’y ve amelden bağlı bulunduracak bir
derece-i ifrâta vardırdılar.” Abduh, “Bugünkü Müslümanlar yâhut Müslümanlığa
Müslümanlarla İhticâc”, müt. Mehmed Akif, SM, I/25, s. 397. Abduh gibi
Şibli Numani’nin de Türklerin İslâm dünyasına dahil olmalarının fikir
hürriyetini söndürdüğü şeklindeki iddialarını Yörükan redetmektedir. Yusuf
Ziya, İslâm Akaid Sisteminde Gelişmeler ve İmamı Azam, s. 71. Aynı
şekilde Abduh’un bu inancın İslâm dünyasına Hind ve İran üzerinden sirayet
ettiği yönündeki düşüncesine Peyami Safa, Şemseddin Günaltay’ın bu fikirlere
Roma ve Yunan’ı da kaynak göstermesinden hareketle karşı çıkar: Peyami Safa, Türk
İnkılâbına Bakışlar, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1988, s. 87.
[263] Bu fikre Selçuklular üzerinden
cevap veren Şemseddin Günaltay meseleyi Türklük üzerinden ayırarak Eş’arîliği
ve Gazzâlî’yi mahkum etmektedir. Mesela Gazzâlî için “âdeta bir enkizisyon
reisi kesiliyor”, “felsefe ve laik ilimlerle uğraşanları tenkil için kendisine
zahîr ve yardımcı olarak...” Şemseddin Günaltay, “İslâm Dünyasının İnhitatı
Sebebi Selçuk İstilâsı mıdır?”, s. 350-66.
[264] Filibeli Ahmed Hilmi,
Tarih-i İslâm, II, 494.
[265] Gazzali biyografisi kaleme alan
Mehmed Ali Aynî, belki de dönemde tek olarak İmam Eş’arî’nin müdafasını
yapmaktadır. Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm İmam Gazzâlî, s. 11-9.
Mâturîdîlerin İmam Eş’arî’yi şöhret için ehl-i Sünnete rücu’ ettiği iddialarını
reddeder. s. 12.
[266] Yusuf Şevki Yavuz,
“Eş’ariyye”, DİA, XI, 448.
[267] İzmirli İsmail
Hakkı, Mutasavvife Sözleri mi Tasavvufun Zaferleri mi: Hakkın Zaferleri,
İstanbul: Evkaf-ı İslâmiyye Matbaası, 1341, s. 6
[268] İzmirli aynı uyumu
Eş’arînin zatı üzerinden de yapar: “Eş’arî ilm-i kelam ve esnâf-ı ulûmda mâhir
ve mütebahhir olduğu gibi tasavvufta da mâhir ve mütebahhir idi.” Yeni İlm-i
Kelam, I, 109.
[269] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, II, 209. Bu uyumun cebr-i mahza düşmemek için olduğunu
ifade eden bir yorum için bkz. Mustafa Çağrıcı, “Ahlâk”, DİA, II, 8.
[270] İmam Gazali’nin İslâm Tarihi’nde
düşünceyi dondurmakla suçlanmasını ve modern dönemde çokça tenkit edilmesini bu
zaviyeden değerlendirebiliriz. Meselenin bu tarafıyla da alakalı şekilde Mehmet
Ali Aynî Gazali biyografisi kaleme almıştır. Huccetülislâm İmam Gazzâlî,
İstanbul: Matbaa-i Amire, 1327. Eş’arî’yi felsefi düşünceyi dondurmakla
suçlayan ifadeler için bkz. M. Şemseddin Günaltay, Antik Felsefenin İslâm
Dünyasına Girişi, sdl. İrfan Bayın, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2001, s.
85-6.
[271] Yusuf Şevki Yavuz, “İlliyyet”,
DİA, XXII, 122. İlletleri inkar eden sufiler ilk devir sufileridir.
[272] Elmalılı Hamdi, İmam
Eş’arînin illet-i gaiyeyi inkar sebebini izah eder ve kendisi de Allah üzerinde
illetin gaiyetini kabul etmez. Metâlib ve Mezâhib, s. 286, 1 nolu
dipnot.
[273] Misal olarak dönemde tasavvufla
alakalı metinler de kaleme almış olan, Mecelle şârihi ve sufî-meşrep
Hacı Reşid Paşa’nın Din-i Mübin-i İslâm adlı eserinin girişinde
Mâturîdîlik’le ilgili yazdıkları: “Üçyüz senesine doğru Müslümanlar beyninde
bir takım fırak-ı dâlle zuhur ederek akâid-i ehl-i İslâm’ı hurâfât-ı bâtıla ve
kıyâsât-ı zanniye ve vehmiyye ile teğayyüre kalkıştıklarından... İmam Mâturîdî
radiyallahu anh fırak-ı dâlleye muhâlefet ve İmam-ı Azâm Hazretlerinin
i’tkâdiyâtta olan mesleklerine sülûk ile usûl ve furû’-u i’tikâdiyyâtı
mufassalan izhar ve i’lam ve muhaliflerini ifhâm eyledi.
Binâenalâzelik i’tikadda Mâturidi
olanlar amelde Hanefî ve ta’bir-i diğerle amelde Hanefî olanlar i’tikadda
Mâturîdî mezhebini ihtiyar etmeleri îcâb edeceğinden bu kitab müşarun
ileyhimânın mezhepleri üzerine göre yazılıp mezâhib-i sâiredeb bahsedilmedi.”
Hacı Reşid Paşa, Dîn-i Mübîn-i İslâm, I, 6. Kâdiri Muhammed Ziyaeddin
Efendi b. Şeyh Yahya Efendi, Miftahü’s-Saade fî Seati’l-Ömr ve’r-Rızk
ve’z-Ziyade, Dersaadet: Matbaa-i Osmaniye, 1309, s. 83 vd. Ayrıca son dönem
Osmanlı tasavvufî hayatının en mühim simalarından biri olan Gümüşhânevî de
Mâturîdîdir. Ahmed Ziyâeddin Nakşîbendi Gümüşhânevi, Câmiü’l-Mütûn fî Hakk-ı
Envâi's-Sıfâti'l-İlâhiyye ve’l-Akâidi’l-Mâtûridiyye ve ’l-Elfâzi ’l-Fikri ve
Tashîhi ’l-A ’mâli ’l-Acîbe, İstanbul: Dârü’t-Tıbaati’l-Amire, 1273, s. 17
vd.
[274] Mesela illiyet
meselesinde Eş’arîyeye yakın bir anlayışı benimserler. Yusuf Şevki Yavuz,
“İlliyyet”, DİA, XXII, 122.
[275] Fazlur Rahman
Eş’arîlik-tasavvuf uyumundan bahseder. İslâm ve Çağdaşlık, s. 95. Niçin
söylendiğini
ifadeye gerek olmadan belirtelim ki Hasan Hanefi de bu uyumun Memlüklüler ve
Türklerin
hakimiyetleri döneminde yaygın görüldüğü kanaatindedir. Hasan Hanefi, İslâmi
Araştırmalar, s. 33-4.
[276] Misal olarak bkz.
Ahmed Naim, İlmü ’n-Nefs, s. 441.
[277] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 126. Eş’arîliğin Cebriyye ile ilişkisi ve arasındaki fark
için bkz. Mehmed Vehbi, Akâid-i Hayriyye Tercümesi, s. 26.
[278] Süleyman Uludağ,
Sabri Efendi’nin önceden Mâturîdî olup sonradan Eş’arî olduğunu Şerhu’l-Akâid
tercümesine yazdığı mukaddimede ifade etmektedir. Sabri Efendi’nin bu
ilgisini S. Uludağ; “Muhammed Abduh ve onu takip edenler Eş’arîliğin kader ve
irade anlayışını İslâm cemiyetinin geri kalış sebeblerinden biri olarak
görmekte, bunun için Mâturîdîlerin kader ve irade anlayışına yönelmekte idiler.
Mustafa Sabri’nin fikirleri bu harekete gösterilen tepkiden başka bir şey
değildir. Fakat içinde büyük hakikat payı vardır” diyerek izah eder. Taftazânî,
Sa'deddin Mesud b. Ömer b. Abdullah, Kelam İlmi ve İslâm Akaidi:
Şerhü’l-Akaid, haz. Süleyman Uludağ, 2.b. İstanbul: Dergâh Yayınları, 1982,
s. 53.
[279] Mustafa Sabri Efendi, “Ehl-i
Sünnet Mezhebi, cebr ile tefvîz arasında mutavassıt olmakla beraber bu vasatın
Eşâire mezhebine ve ulema-i Ehl-i Sünnetten bir takım nâmdâr zevâtın nikât-ı
nazarına göre muhtelif derecâtı vardır ki bazısı Mu’tezilenin ve bazısı
Cebriyye’nin tarafına doğru temâyül eder” der. Dînî Müceddidler, s. 127.
[280] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 126.
[281] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 136.
[282] Seyyid Bey, fatalizm dediği
Cebriyye ile Eş’arîliği kolaylıkla yan yana getirecektir: “İşte Cebriyye
fırkası, şu iki mukaddimeden birincisini nazar-ı itibara alıp ikincisini külliyen
iskât ediyor. Onun için cebre kail olarak kudret ve irade-i beşeriyeyi insandan
inkar ile insanlarda kudret ve irade namına hiçbir şey yoktur. İnsanların
ale’l-umum ef’al ve harekâtı, cemadâtın hareketi gibi cebri ve ıztırâridir
diyor ve her şeyi doğrudan doğruya kaza ve kadere haml ve isnad ediyor. Bu
mezhep Avrupalıların ‘fatalizm’ dedikleri mezheb-i felsefînin aynıdır.” İrade,
Kaza ve Kader, s. 127.
[283] Ehl-i sünnet diye bahsettiği
sınıfı Eş’arîler olarak nitelendiren İsmail Fennî, Mâturîdîleri zikretmez:
“Kulun fiilinde kesbine kail olanlardır ki bunlara (Cebriyye-i mutavassıta)
tesmiye edilir. Eş’arîler bu mezhebe mensubtur.” “Fatalisme”, Lugatçe-i Felsefe,
s. 273.
[284] irade meselesi
etrafında Cebriyye ile Eş’arîye arasındaki farkları ifade eden değerlendirmeler
için bkz. Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm İmam Gazzâlî, s. 79-81.
[285] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 135.
[286] Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü
’l-Kelam, s. 238. Mesela Eş’arî analayıştan bahseden bir mutasavvıf şöyle
der: “İmam Eş’arî ef’âlde abdin ihtiyârı asla medhali yokdur demiştir.” Ali
Fuad, “Kaza ve Kader”, Cerîde-i Sûfiyye, no.99, s. 29.
[287] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelam, I, 111. Ehl-i bidat ve dalaletten bahsederken Cebriyye fırkası
içinde Cebriyye-i mutavassıta başılığı ile Ehl-i Sünnete muhalif gördüğü
Eş’arîler hakkında şunları söyler: “onlar indinde abdde kudret var ise de
tesiri yoktur, abddeki kudret-i hâdise makdûra mukârin olur. Eş’arînin zâhib
olduğu mezheb budur.” I, 129. Aynı şekilde meseleye yaklaşan bir izah için bkz.
Fatma Aliye, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife, s. 169
[288] İzmirli’nin tasniflerinde esas
ittihaz ettiği mesele Eş’arîyenin nereye tekabül ettiği değil Selefiye’nin
neresine düştüğü meselesidir. “Eş’arîye, Selefiye ile ehl-i bid’at arasında bir
mezheb-i mutavassıttır. Eş’arîye mezhebinin yerleşmesi ile iki büyük mezheb
geride kaldı. Selefiyye, Kelâmiye-i Bid’iyye.” İzmirli İsmail Hakkı, “İslâm’da
Felsefe”, SR, XIV/341, s. 20.
[289] Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 27-8.
[290] Bu telakkinin devam
ettiğine dair bkz. Muahmmed Ammara, el-Mu'tezile Müşkiletü'l-Hürriyyeti'l-
İnsaniyye, Kahire,1988, s. 34-42.
[291] Cebriyye’nin Eş’arîye
olarak telakki edilmesi ile ilgili bakınız: Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu
’l-Beşer Tahte Sultani ’l-Kader, s. 38.
[292] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 11.
[293] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 140.
[294] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 131-2. Benzer satırlar için bkz. s. 10.
[295] Kılıçzâde Hakkı, kitabının bir
bölümü olarak iktibas ettiği İman başlıklı yazıda Carullah, Eş’arîler
için şunları söylemektedir: “Her halde, İman mezhepleri, hususen Eş’arîlerin
talimleri ahlâk fesadını, siyaset müfsidelerine en müsait suretlerde va’z
kılınmıştır.” Son Cevab, s. 30.
[296] Seyyid Bey’in
Eş’arîleri suçladığı satırlarda üslubunun sertleşmesi, hatta zaman zaman
hakarete varması dikkate değerdir. Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, s.
131.
[297] Seyyid Bey cümlelerinin
sonunda yaptığı istisnanın usulen olduğunu kendi de ifade etmektedir. İrade,
Kaza ve Kader, s. 176.
[298] Meselenin bu tarafıyla ilgisiz
olan Abdülaziz Çâviş’in vicdanı ve ahlâkı dine, şeraite bağlarken pekala
Eş’arîlerin ortaya koyduğu hüsun-kubuh anlayışını ehl-i sünnetin anlayışı
olarak öne sürmketedir. Abdülaziz Çâviş, “Hıristiyanlık Nazarında İslâm”, SR,
XV/373, s. 183.
[299] Örnek olarak bkz. Külliyât-ı
İbn Teymiyye, İstanbul: Tevhid Yayınları, 2003, VIII, s. 141.
[300] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 132.
[301] Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam,
s. 238.
[302] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, I, 110-1.
[303] “Ez cümle Eş'arî indinde kudret-i
abd bil-fiil müessir değildir, bir fiili meydana getireceği, o fiile mukareneti
sırasında daha evvel kudret-i kadime-i ilâhiyye teveccüh ederek o fi'li halk
eder, abdin kudreti onda bilfiil değil, bilkuvve te'sir eder. Vücuda gelen
fi'lin tâat veya masiyyet ile ittisafına bâdî olur ki o mukârenete «kesb»
derler, kesb-i Eş'arî pek dakîktir. Çünkü kudretin yalnız iktiranından başka
bir te'siri olmazsa aciz ile kadir arasında ne fark vardır?” İzmirli İsmail
Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, II, 203-4.
[304] “Eş’arî irade anlayışını şevk-i
müteekkidin yani nefs-i insanîyenin bir işin işleyip işlememek cihetinden
birine nuzu’ı iştiyakından ibarettir. Şevkin de cebren ve bi’l-ıztırar meydana
gelmesi devâi diye isimlendirilen avamil ve savaike tâbidir. Fiilin vukuna
kadar şevk, kasd, ihtiyar safhalarında insan kudretinin dahli yoktur. İnsan
kudreti bunların taht-ı kahr ve cebrinde makhûr ve külliyen tesirden sakıttır.”
Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 135
[305] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 9
[306] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 11.
[307] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, II, 206.
[308] Ignaz Goldziher, İslâm
’da Fıkıh ve Akaid, çev. İlhan Başgöz, Ankara: Ardıç Yayınları, 2004, s.
150-1.
[309] “Eş’arî’nin dehâ-i nizâmı yetişti.
Meseleyi akıl ve nakil ile kâbil-i tevfik bir surette izaha muvaffak olarak bu
hususta akîde-i islâmiyenin neden ibaret olacağını tâyin eyledi. Vâ esefâ ki
sonradan gelenler Eş’arî’nin açtığı şehrâh-ı hakikati unuttular, daha doğrusu
bulamadılar, anlayamadılar. Cehm b. Safvan’ın sürüklediği dikenli ve çıkmaz
yollara saptılar” M. Şemseddin, Zulmetten Nûra, 2.b. Tevsi’i Tabâa’t
matbaası, 1331, s. 354. Üçüncü Baskıda bambaşka minvalde şeyler söyleyecektir.
[310] “Vaktâ ki, allâme-i bî-nazîr
Eş'arî, İ'tizâli terk ile Ehl-i Sünnet'e iltihak ve ulemâ-i Ehl-i
Sünnetilivâ-yı zaferî altında cem’ etti, Ehl-i Sünnet, meydân-ı ilimde
Mu'tezile'ye galebe çaldı. Ve Abbasîler'in ahîren Ehl-i Sünnet'e temayül
etmesiyle, mezheb-i resmî olarak, mezâhib-i rakîbeye şiddet ve savletle, seyf-i
nekametle mukabele etti.” Filibeli Ahmed Hilmi, Tarih-i İslâm, II,
512-3.
[311] Filibeli Ahmed Hilmi,
Tarih-i İslâm, II, 512-3.
[312] Mustafa Sabri Efendi,
Dînî Müceddidler, s. 127.
[313] Bâkillâni, fiilde kudret-i abd ile
kudret-i ilahinin ortak olduğunu fakat kudret-i ilahinin fiilin aslına,
kudret-i abdın ise fiilin vasfına taalluk ettiğini ve bu sayede kulun asi veya
muti’ olduğunu kabul emişken, Isferâini, kudret-i abd ile kudret-i ilahiyi
fiilin aslında müşterek kabul etmiştir. Burada kudret-i abdın fiili meydana
getirmede kudret-i ilahiyenin ianesine muhtaç olduğu fikri yatmaktadır. Seyyid
Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 151. Bakıllânî’nin yetim çocuğa atılan
tokatın mahiyeti üzerinden izaha çalıştığı meseledeki çözümünü Fatma Aliye
hanım yetersiz bulmaktadır. Fatma Aliye, Terâcim-i Ahvâli Felâsife, s.
170.
[314] Arapgirli Hüseyin Avni, İlm-i
Kelam s. 76. Nitekim Mehmed Vehbi de irade hususnda altı görüş zikrettikten
sonra Bakıllâni’nin görüşünü “bu mezhebler içinde muhtâr olan budur” diyerek
tercihe şayan bulduğunu belirtmiştir. Akâid-i Hayriyye Tercümesi, s. 27.
[315] “Üstad'a göre fiiller özde etkili
olan her iki kudretin birleşimiyle meydana gelir. Kadîm kudret hadis kudret
aracılığıyla, hadis kudret de zatıyla değil kadîm kudretin yardımıyla te'sir
icra eder. Bunun hikmeti de kötülük yapanların yaptıklarının karşılığını, iyilik
yapanların da yaptıklarının mukâfâtını görmesidir. Üstad'ın görüşünde hadis
kudret te'sirde bulunduğu için cebir, bizzat tesir edemeyeceği için de
kadercilik (fatalizm) yoktur. Aksine cebir ve kadercilik arasında orta bir
durum söz konusudur.” Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam, s. 239.
[316] Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam,
s. 241-2. Harpûti, bunun açıklamasını şöyle yapar: “İmam Mâturîdi zamanında
cebr ve kader naire-i fesadı sönmüş ve cebr ve kadere ittiba'dan nehye nâs
tamamiyle iktida etmiş ve ulemaya müracaattan vazgeçmiş olduğu cihetle, İmam-ı
muşarunileyhin halk-ı efâl-ı ibad meselesinde kader ve cebri reddetmekte
kelâmını gayet icmal ve ihtisar etmiştir. Mes'ele-i mezkûrede İmam-ı
muşarileyhin gayet mücmel ve muhtasar olan kelâmını ulema-ı Hanefi'ye ve
Mâtürîdiye'den ekserisi Kâdî (Ebubekr el-Bakıllânî) kavline tenzil ve
Sadrüşşerîa ve muhakkik İbn-i Hümam işaretle ve üstadü'l-Esatize Ebu Said
Hâdimî de sarahatle Üstad (İsferâyinî) kavline tenzil etmişlerdir...İmam-ı
muşarileyhin kavli Kadî ve Üstad kavillerinden birisine tenzil olunduğu cihetle
başka müstakil bir kavil addolunmamıştır.” Tenkîhü’l-Kelam, s. 242.
[317] Arapgirli Hüseyin
Avni, İlm-i Kelam, s. 71.
[318] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 151.
[319] Mâturîdîlerin İmam
Eş’arî üzerinden yaptıkları spekülasyonların doğru olmadığı ile ilgili bkz.
Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm İmam Gazzâlî, s. 12.
[320] Bâkillâni, fiilde kudret-i abd ile
kudret-i ilahinin ortak olduğunu fakat kudret-i ilahinin fiilin aslına,
kudret-i abdın ise fiilin vasfına taalluk ettiğini ve bu sayede kulun asi veya
muti’ olduğunu kabul emişken, İsferâini, kudret-i abd ile kudret-i ilahiyi
fiilin aslında müşterek kabul etmiştir. Burada kudret-i abdın fiili meydana
getirmede kudret-i ilahiyenin ianesine muhtaç olduğu fikri yatmaktadır. Seyyid
Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 151. Bir eserde iki müessir kabul
etmeyerek Bakıllânî’ye yapılan itirazları Seyyid Bey, Mâturîdîlerin de aynı
tarz bir görüş kabul ettiğini bildiğinden, abdın kudret-i hâdisesinin
taallukunu kasd’a ve irade-i cüz’iyyeye, kudret-i ilahiyyenin mahall-i tesirini
ve taallukunu da insanın fiil ve hareketine irca ederek bu sayede halk
cihetinden fiilin Allah’a, kesb cihetiyle de insana nisbetini Mâturîdîlerle
aynı olduğu gerekçesiyle kabul etmektedir. Fakat Bâkillânî’yi niçin Eş’arî
çizgiden ayrıştırdığını açıklamaz.
[321] Ebu’l-Meali’yi ise tamamen
Eş’arîlikten ayırıp Mu’tezile’ye isnad ederek iki görüşü de aynı kabul
etmektedir. Zira Ebu’l-Meali fiilin meydana gelmesinde iki kudreti müşterek
kabul etmektedir. Seyyid Bey’e göre Ebu Meali’nin tercih ettiği anlama göre;
kul fiilinin hâlıkıdır. Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 152.
[322] Serbestzade Ahmed Hamdi, İlm-i
Kelamdan Akâid-i Adudiyye Şerhi Celal Tercümesi, Trabzon: Serasî Matbaası,
1311, s. 435; 2 nolu dipnot. Serbestzade ise Felsefecilere yakın bulmaktadır.
Buna karşılık Ayni, felsefecilere değil Ehl-i Sünnet’e yakın olduğunu vurgular.
Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm İmam Gazzâlî, s. 20. İzmirli ise
Bakıllânî’yi hüsun-kubuh konusundaki tavrından dolayı eleştirmektedir. İzmirli
İsmail Hakkı, “Ebu Bekir Bâkıllâni”, Darü'l-Fünun İlahiyat Fakültesi
Mecmuası [DİFM], 1927, sayı:5, s. 160.
[323] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 11.
[324] Cevdet Paşa’nın Razi ile ilgili
tasarrufları için bkz. Christoph K. Neumann, Araç Tarih Amaç Tanzimat:
Tarih-i Cevdet’in Siyasî Anlamı, çev. Meltem Arun, İstanbul: Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, 2000, s. 162. Bedri Gencer, İslâmda Modernleşme, s. 746.
[325] İzmirli İsmail Hakkı,
“İslâm’da Felsefe”, SR, XIV/341, s. 20.
[326] D. B. Macdonald,
“Mâtürîdî” İA, MEB, c.7, s. 406. Nitekim Şerif Mardin muhtemelen buradan
hareketle Jön-Türklerin aktivist tavırlarıyla Mâturîdîliğin irade-i cüz’iyye
kavramı arasında ilişki kurar. The Genesis of Young Ottoman Thought: A Study
in the Modernization of Turkish Political İdeas, Princeton: Princeton
University, 1962, s. 408. Benzer şekilde M. Zeki İşcan, Abduh’un Weber’e benzer
şekilde yorumladığı kader inancıyla iradeci-aktif bir bakış açısıyla
manalandırma yolunu seçtiğini belirtir. Mehmet Zeki İşcan, Muhammed Abduh’un
Dini ve Siyasî Görüşleri, 2.b. İstanbul: Dergah Yayınları, 1998, s. 147.
[327]Mesela Akaid-i Adudiye Celal tercümesinde Ahmed Hamdi, İmam
Mâturidî için; “... meyân-ı halkda ihtilâfât peydâ olmağla Cenâb-ı Rabb-i İzzet
bu dîn-i mübînin nusretini ve sünnet-i resûlün takviyetini murâd buyurarak
ser-mezhebimiz İmam-ı âzam Ebu Hanîfe’den 200 sene sonra Mâverâunnehir’de
müşârun ileyh Ebû Mansûr Mâturidî hazretlerini vücûda getirmiştir.”Serbestzade
Ahmed Hamdi, İlm-i Kelamdan Akaid-i Adudiyye Şerhi Celal Tercümesi,
Trabzon: Serasi Matbaası, 1893/1311, s. 34.
[328] Mustafa Sabri
Efendi’nin tenkitleri daha sonra kaleme aldığı Mevkıfü ’l-Beşer tahte
Sultani ’l-Kader adlı eserinde ve 1933 gibi geç bir tarihtedir.
[329] Mesela bu tavra misal
olarak Aynî zikredilebilir. Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm İmam Gazzâlî,
İstanbul: Matbaa-i Amire, 1327.
[330]Izmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, II, 152. Hikmet merkezli
olduğu ile ilgili bkz. Devvâni’nin Hafız’ın beytine yazdığı şerh, Muhâdarât
Muktetafât, 15 Rebiulâhir 1300, I/4, s. 51, dipnot.
[331] “Aydınlanma döneminin
etkileri karşısında müslüman kitleleri bilgilendirmek amacıyla önemli bazı
Mâtürîdî kelâm kitaplarının Türkçe'ye çevrilmesinin ardından kelâm ilmini
yeniden inşa etme faaliyeti büyük ölçüde Mâtürîdiyye kelâmcılarınca
başlatılmış, bu arada inkarcı akımlara karşı İslâm'ı savunan ve materyalizmi
reddeden eserler telif edilmiştir.” Yusuf Şevki YAVUZ, “Mâtürîdiyye”, DİA,
XXVIII, 167.
[332] Arapgirli Hüseyin Avni selefe
nisbetle savunmaktadır: “Gelelim Mâturîdîye'ye; Îmam Ebû Mansur Mâturîdî
Hazretleri Mavera'unnehir'de bulunub fırak-ı dâlleden uzak olduğundan mubahasat-ı
kelâmiye ile o kadar iştigale ihtiyacı olmadığına binaen eser-i selefe iktifa
iderek sahabe ve tabiinden beri müselselen vârid olan mezheb-i selefi ve usûl-ü
akâid-i ehli sünneti mücerret tâlim ve takrir ile iktifa itmiş ve ilm-i kelâma
Ebû'l-Hasan el-Eş'arî kadar dalmamış idi.” İlm-i Kelam, s. 71. Ayrıca
bkz. Yusuf Ziya, İslâm Akaid Sisteminde Gelişmeler: İmam-ı Azam Ebu Hanife
ve İmam Ebu Mansur-i Mâturîdî, s.
172.
[333] Yusuf Ziya Yörükan
hüsün ve kubuh meselesinde Mâturîdîlerin aklı esas almalarını Mâturîdî
sisteminin kıymeti olarak görmektedir. İslâm Akaid Sisteminde Gelişmeler ve
Ebû Mansur-i Mâturidî, s.
173.
[334] Seyyid Bey’de bariz
şekilde görülen bu tavrı eleştiren bir düşünce için bkz. Hüseyin Nâci, “Usul-ü
Fıkıh Nasıl Tedris Edilmeli?” Daru ’l-Fünûn Hukuk Fakültesi Mecmuası,
sene 3, sy. 18, 1341, s. 70 vd.
[335] Harpûtî batıda vuku
bulan gelişmelerin muadili bir çabanın bizde meydana gelmemesini din ile hikmet
arasındaki irtibatın koparılmasında görmektedir. Abdüllatif Harpûtî, Târih-i
İlm-i Kelâm, s. 112.
[336] imam Mâturîdî’nin bu
yönünün orijinal tarafı olduğu ile ilgili bkz. Saim Yeprem, “irade Hürriyeti ve
imam Mâturîdî” Üzerine M. Saim Yeprem’le Bir Konuşma, hz. İsmail Kara, Hareket,
Mart 1981, s. 34.
[337] İmam Mâturîdî’nin
Türk olduğu vurgusunu yapan ilk isim Ali Suavi’dir. Türk başlıklı meşhur
makalesinde Mâturîdî’nin Türklüğünü vurgulaması ilerleyen yıllarda dini ve ilmi
geleneğe katkı yapan Türkler vurgusu giderek güçlenecektir:
“İmâmü’l-Mütekellimîn Ebu Mansur Maturîdî Türkdendir.”; “Türk”, Ulûm,
nr. 2, 1 Rabîulâhir 1286, YTEA içinde, II, s. 498.
[338] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 8 ve 118.
[339] M. Şemseddin,
“Mu’tezilîn”, SR, X/237, s. 40; Nitekim M. Şemseddin önceleri müsbet
şeyler kaleme aldığı Eş’arîlik’le ilgili fikirlerini eserinin sonraki
baskılarında değiştirecektir.
[340] Yusuf Ziya Yörükan, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İlmi Kelam Dersleri Ders Notları, y.y.,
t.y., s. 3; “Son zamanlarda Efganlı Cemaleddin, Mısır Müftüsü şeyh Abdüh,
Kiyefli Musa Carullah ve İzmirli İsmail Hakkı kelam sahasına yeni görüşler
getirmek istediler ve bilhassa garp tefekküründen faydalanmak lüzumunu ileri
sürdüler fakat yazdıkları eserler bu arzudan ileri geçmedi. Bütün bu az çok
tahavvüllere rağmen bu gün devam eden yine Mâturîdî ilmi hali ve ilmi
kelamıdır.”
[341] Günaltay, “İslâm
Dünyasının İnhitatı Sebebi Selçuk İstilâsı mıdır?”, s. 362.
[342] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 149-150.
[343] Tarihi mirasta
Mâturîdîlerin de tenkit edildiğini görmekteyiz. Geriye doğru gidildiğinde Islâm
tarihinde karşılaştığımız bu tenkitlerin bu dönemde hız kestiği veya hiç
dikkate alınmadığı görülmektedir. Klâsik Eş’arî itirazları cevaplandıran Seyyid
Bey, eğer irade-i cüz’iyenin Allah’ın hâlkıyla vukua gelmemiş olmasının başka
bir hâlıkı gündeme getireceği ve “ Her şeyin halıkı Allah’tır” gibi nusûs-u
Kur’aniyeye münafi olacağı itirazına karşı ilk olarak irade-i cüz’iyyenin ‘şey’
olmadığı fikrini savunmaktadır. Fiilin vukunu masdar manası üzerinden izaha
çalışan Seyyid Bey’in izahıyla Mustafa Sabri Efendi’nin izahı örtüşmektedir.
Mâturîdilerin izahta zorlandıkları çelişkiyi halkın, vücudu harici ile
hâricden mevcud olan eşyaya taalluk edeceği ve irade-i cüz’iyyenin varlığının
ispat edileceği kanaatindedir. Seyyid Bey bu yolla Mâturîdi fikriyatın en zayıf
tarafını tahkim etmeye çalışmaktadır. Nitekim Mustafa Sabri Efendi daha sonra
bu noktada Mâturîdîleri Mu’tezile’den daha şerli olmakla itham edecektir.
[344] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 147.
[345] Abdullatif Harpûtî,
“Sadrüşşerîa ve muhakkik Ibn-i Hümam işaretle ve üstadü'l-Esatize Ebu Said
Hâdimî de sarahatle Üstad (İsferâyinî) kavline tenzil etmişlerdir. İmam
muşarileyhin kelâmını Üstad kavline tenzilin daha evla ve enseb olduğunu
üstad-ı Mealî mu'tadım Sarih Zade Abdulhamid Efendi (v.1902) İrade-i Cüz'iye
Risale-i Halidiyesi şerhinde zikir ve beyan buyurmuş, İmam-ı muşarileyhin kavli
Kadî ve Üstad kavillerinden birisine tenzil olunduğu cihetle başka müstakil bir
kavil addolunmamıştır.” Tenkîhü’l-Kelam s. 242.
[346] Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü
’l-Kelam, s. 239.
[347] Bunlardan biri de
Şihabeddin Mercânî ‘dir. Mercânî, insan fiilleri konusunda Sadrüşşerîa’dan
etkilenmiştir. Şihabeddin Mercâni, Haşiye ale’l-Celâl, 1: 10, 19, 208,
252, 258. 2: 208.’den naklen Ömer AYDIN, “Sadrüşşerîa es-Sânî’ye Göre İnsan
Hürriyeti ve Fiilleri”, yayınlanmamış doktora tezi, Erzurum-1996., s. 17.
[348] Arapgirli Hüseyin
Avni, İlm-i Kelam, s. 71.
[349] Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam,
s. 242.
[350] Ömer Nasûhi, Muvazzah
İlm-i Kelam Dersleri, s. 18.
[351] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 24-5.
[352] Sabri Efendi’nin
önceden Mâturîdi olup sonradan Eş’arî olduğunu S. Uludağ ifade etmektedir.
Süleyman Uludağ, Kelam İlmi ve İslâm Akaidi(Şerhu’l-Akâid), Taftazânî,
s. 53. Sabri Efendi’nin bu ilgisini S. Uludağ; “Muhammed Abduh ve onu takip
edenler Eş’arîliğin kader ve irade anlayışını Islâm cemiyetinin geri kalış
sebeblerinden biri olarak görmekte, bunun için Mâturîdîlerin kader ve irade
anlayışına yönelmekte idiler. Mustafa Sabri’nin fikirleri bu harekete
gösterilen tepkiden başka bir şey değildir. Fakat içinde büyük hakikat payı
vardır. (Abduhda Mâturîdî etkisi k.tevhid önsözs. 10) Yaşşadığı siyasî
hadiselerle bağlantılı olarak kendisinin cebr-i mutavassıta meylettiğini
nakleden bir sözü için bkz. Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar-2, s. 175.
Mustafa Sabri Efendi’nin Eş’arîliği ile ilgili bir değerlendirme için bkz.
Muhammed Zahid b. el-Hasan b. Ali Zahid el-Kevseri, el-İstibsâr fi
’t-Tehaddis ani ’l-Cebr ve ’l-İhtiyar, Kahire: Dârü’l-Envar, 1951/1370, s.
3.
[353] Mustafa Sabri
Efendi, Dînî Müceddidler, s. 127. “Ehl-i Sünnet Mezhebi, cebr ile tefvîz
arasında mutavassıt olmakla beraber bu vasatın Eşâire mezhebine ve ulema-i
ehl-i sünnetten bir takım nâmdâr zevâtın nikât-ı nazarına göre muhtelif
derecâtı vardır ki bazısı Mu’tezilenin ve bazısı Cebriyyenin tarafına doğru
temâyül eder”
[354] Mustafa Sabri Efendi,
Dînî Müceddidler, s. 132
[355] Mustafa Sabri Efendi,
DînîMüceddidler, s. 133. ayetleri anlama şekliyle ilgili olarak bkz. “Bu
âyetler ve bilhassa birinci bahsin bu noktasına gelinceye kadar kulun ihtiyar
selâhiyetini muhafaza hususunda geçen incelemelerimizi sarsmak noktası
bakımından o derece önemlidir ki, bunun üzerine kulun ihtiyar ve cüz'i
iradesinin haricinde mevcut olmayan asıl maksadından ibaret olduğunu ileri
sürerek mahlûkatı ilâhî âdedlerinden çıkarma ile kula bağlanmasının tashihi
hakkındaki tevcihin de faydası kalmaz. Çünkü mahlûk olmamak suretiyle Cenab-ı
Hakkın tesirinden kurtulan kul ihtiyarı, ilâhi ihtiyara bağlanmak suretiyle
yine tesir altına girmiş olur.” Ayrıca; “Siz dileyemezsiniz, ancak Allah'ın
dilediğini dilersiniz (Dehr 30) âyetine: Cenab-ı Hak'kın dilemesi sizin
dilemenizle beraberdir. Siz bir kere iradenizi sarf ediniz. İlâhi iradeyi hazır
bulursunuz, şeklinde mana vermek istiyordu. Fakat bence bu tevcih mananın
ahengini aksine çevirecek derecede uzak göründü. Çünkü âyeti kerime üslûb
iradesi ile ilâhi iradeyi bizim irademize bağlamıyor. Belki bizim irademizi
Allah'ın iradesine bağlamaktadır. Binâenaleyh bu cümleyi âyetin başında
insanlar tefekkür ve doğruluk gibi şeyleri iradeye davet edildikten sonra
onların iradeleri de ancak ilâhi iradeden kuvvet iktibas edebileceğini ve kulun
her fiili gibi iradesi de Cenâb-ı Hak'kın infaz ve müsaademesine muhtaç
olduğunu beyan şeklinde telâkki etmek daha uygundur. Bütün kul fiillerinin
Cenab-ı Hak tarafından infaz olunmasında ise hiçbir suretle cebir düşünülmesine
yer olmadığı yukarıda arz edilmiştir.” s. 138.
[356] Mustafa Sabri Efendi,
Dînî Müceddidler, s. 131.
[357] İrade-i cüz’iyeyi
mahlûk kabul ettiğini ifade eden satırları için bkz Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu’l-
Beşer Tahte Sultâni’l-Kader, s. 57-8.
[358] Mustafa Sabri Efendi,
Mevkıfu ’l-Beşer Tahte Sultâni ’l-Kader, s. 31.
[359] Sabri Efendi
Eş’arîyye ve Mâturîdîyyeyi septikler arasında zikrettiği için Mevkıfül Akl
de Elmalılı Hamdi Yazır’ı eleştirmektedir. Yusuf Şevki “Elmalı” c.11 Sabri
Efendi’nin Elmalılı seçimi de tesadüf değildir. Yeni Cumhuriyet’in müfessiri
olarak Elmalılı ve yakın durduğu Mâturîdîlik fikiryatın yönü hakkında müessir
olmuştur: “İtikatta ehl-i sünnet mezhebine ve amelce Hanefi mezhebine riayet
olunarak...” Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I, İstanbul:
Matbaa-i Ebuzziya 1935, s. 19.
[360] Muhammed Zahid
el-Kevseri, el-İstibsârfi’t-Tehaddis ani’l-Cebr ve’l-İhtiyar, Kahire:
Dârü’l-Envar, 1951/1370, s. 3.
[361] M. Şemseddin,
“Mu’tezilîn”, SR, X/237, s. 41; “Âlem-i Islâm ve bi’l-hassa ehl-i sünnet
müntesibîni ebediyen kendisinin minnetdârıdır.” Aynı şekilde; “Eş’arî gibi
eâzım, akide-i ehl-i sünneti şu ifrat ve tefritten kurtararak hadd-ı i’tidal ve
tarîk-i sâlimi bulmamış olsalardı muhtelif cereyanların vahamet- engîz sefahât
tevlîd edecek bir renk iktisâb etmesi muhtemeldi.” SR, X/242, s. 126.
[362] M. Şemseddin, Zulmetten
Nûra, 2.b., tevsi’i Tabâa’t matbaası, 1331, s. 354. Bu şekilde ilk iki
baskısında muhafaza ettiği bu saygılı dili eserin üçüncü baskısında bir çok
tadil ve tensiklerle beraber bu ifadeleri şu hale sokmaktadır: “(Eş’arî yeni
bir mezhep tesis etti. Meseleyi akıl ve nakil ile kâbil-i tevfik bir surette
izah etmeye çalıştı. Fakat Eş'arî de (cebr)den tamamıyla kurtulamadı. Sonradan gelenler
ise Eş'arî'nin Nazarîyesini evire çevire Cehm bin Safvan’ın sürüklediği dikenli
ve çıkmaz yollara saptılar. " M. Şemseddin, Zulmetten Nûra, 3. b.
İstanbul: Evkâf-ı Islâmiye Matbaası, 1341, s. 262.
[363] Şemseddin Günaltay,
“İslâm Dünyasının İnhitatı Sebebi Selçuk İstilâsı mıdır?” s. 359.
[364] Meselenin sınırlarını ve
tartışmalı mevzuların listesini, ayrıca meseleye dair literatürü Taftazânî’nin
Şerhu’l Akâid’ine yazdığı girişte ele almaktadır: Süleyman Uludağ, Kelam
İlmi ve İslâm Akaidi(Şerhu ’l-Akâid), s. 40-56. Mestcizade, al-Hilâfıyyât...
hz. Ülker Öktem, basılmamış doktora tezi, Ankara 1993, s. 247-265. Osman
Fergânî, Merahü’l-Meâli fi şerhi'l-Emali, Mütercim Asım Efendi,
İstanbul: Matbaa-i Osmaniye, 1304, s. 15-9. Şeyhizâde 40 mesele zikretmektedir.
Şeyhizâde Abdürrahim b. Ali, Îzâhu’l-Akâid Nazmü'l-Ferâid Tercümesi,
trc. Hacı Ali Efendizade Mehmed Emin, İstanbul: Müştereki’l-Menfe’a Osmanlı
Matbaası, 1338. M. Şemseddin, “Mu’tezilîn”, SR, X/237, s. 40; “kırk
kadar meselede ihtilaf varsa da mesâil-i mezkure fer’iyâta aid olduklarından
her iki mezheb taraftarânı yekdiğerlerine ızhâr-ı hürmetten geri kalmamışlar.”
Aradaki farklarla ilgili bir değerlendirme için bkz. Montgomery Watt, İslâm
Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 387-90.
[365] Abdürrahim b. Ali, Îzâhu’l-Akâid
Nazmü'l-Feraid Tercümesi, trc. Hacı Ali Efendizade Mehmed Emin, İstanbul:
Müştereki’l-Menfe’a Osmanlı Matbaası, 1338. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam,
I, 113-5 ve Usul-i Fıkh Dersleri, s. 11-2. M. Şemseddin, “Mu’tezilîn”, SR,
X/237, s. 40. Mehmed Vehbi, Akâid-i Hayriyye Tercümesi, s. 142. Aradaki
farklarla ilgili bir değerlendirme için bkz. Montgomery Watt, İslâm
Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 387-90.
[366] Cevdet Paşa durumu
şöyle izah eder: “Eğerçi ba‘z-ı cüz’iyyât-ı mesâil-i kelâmiyyede ihtilâfları
var ise de usûl-i i’tikâdiyâtta müttefik olduklarından ve ihtilâf ettikleri
mesâilin ekserinde beynlerini tevfîk kâbil olduğundan birbirinden ayrılacak ve
yek-dîğeri bid’at ü dalâlete nisbet edecek kadar beynlerinde ihtilaf yokdur.” Mukaddime:
Osmanlı Tercümesi, III, 71. Sırrı Girîdî, Ârâi’l-Milel, s. 173.
Fatma Aliye, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife, s. 158. Abdullah Şevket b.
Mahmud Hamdi, Necâtü'l-Mükellefîn, s. 80. Büyük Haydar Efendi tevfiki
mümkün görür: “Hatta ihtilaflarının bazısını tevfîk mümkündür. Mesela irâde-i
cüz’iyye bahsinde Eşaire ve Mâturîdiyye’nin ihtilâfı vardır. Fakat bu ihtilaf
öyle Cebriyye ile Mu’tezile arasında olduğu gibi usulde bir ihtilaf değildir.
Abdin ef’al-i ihtiyâriyyesinde irâde-i cüz’iyyesi vardır. Fakat o fiil mahluk
mudur, değil midir? Bize göre değildir. Eş’arîyyeye göre mahlukdur bunların
beynini tevfîk kâbildir. Irade-i cüz’iyyenin sebebi olan sevk mahlûkdur deyince
ihtilaf tevfîk edilmiş olur.” Usûl-i Fıkıh Dersleri, s. 85. Sırrı
Girîdî, Ârâi'l-Milel, s. 193. Muhammed Şükrü b. Ahmed Ata, Tuhfetü’l-Fevâid
ala Cevâhiri’l-Akaid, İstanbul: Ali Raif Matbaası, 1329, s. 60. “Ehl-i
Sünnetin imam-ı mükremîni olan Eş’arî ve Mâturidi radiyallahu anhuma
mezheplerindeki ihtilaf mebhûs-u anh nizâ-i lafziye karîb olduğu...” Bu farka
dair tefrik dili daha muhtasar ve halka dönük eserlerde, ders kitaplarında
iyice ortadan kalkmaktadır. Mesela bkz. Ahmed Ziyaeddin, Vesîletü’n- Necat,
4.b. Dersaâdet: Şirket-i Mürettibiyye Matbaası, 1319, s. 6. Hafız Kamil, Cevâhirü’l-Kelâm
fi Beyân-i Akâidi’l-islâm, s. 8. Milaslı Mehmed Sadık, Mevâiz-i Diniyye
ve Fevâid-i Islâmiye Mecmuâsı, s. 123. “cüz’i ve sûrîdir”
[367] Manastırlı İsmail
Hakkı, Tercüme-i Risâletü ’l-Hamidiye, Dersaadet, 1308, II, 146-7.
[368] Ahmed Naim, aradaki fark için;
“Eşaire ile Mâturidiye beynindeki ihtilaf da gayet cüz’i ve sûrîdir. Her ikisi
de haktır.” Babanzade Ahmed Naim, “İlm-i Tevhidin Tarifi, Sûret-i Tedvîni,
Gâyeti” SM, I/4, s. 56. Safranbolulu Hasan Hilmi b. Osman Nuri, Dürr-i
Sencîde, Dersaâdet, 1327, s. 25.Arapgirli Hüseyin Avni, “İlm-i Kelam”, Ceride-i
ilmiye, V, Şevval 1337, sayı:47, s. 1437. Ömer Nasuhi de önemsiz
görmektedir. Ömer Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri, s. 24.
Mehmed Vehbi, Akaid-i Hayriyye Tercümesi, s. 12.
[369] Farkları detaylı
olarak le alan Seyyid Bey, meseleyi 4 maddede toplamıştır. İrade, Kaza ve
Kader, s. 150.
[370] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 150-1. Benzer ifadeler için: “Eş’arîlerle Mâturidîler arasındaki
temel farklılık, kesb denen ve kulun fiil ile ilgili ihtiyarını ifade eden
kudretinin ne olduğu meselesidir. Kulda böyle bir kudretin varlığını kabul eden
her iki ehl-i sünnet mezhebi, bu noktadan sonra cebr ve tefviz hususunda başka
başka tarikler takip etmişlerdir.” s. 129.
[371] Seyyid Bey’in
meseleyi taassuba bağlaması aynı zamanda taassub kelimesinin modernleşme
boyunca yerleştirileceği yerle de alakalıdır. îrade, Kaza ve Kader, s.
9. Meselenin mühim olduğuna dair bkz. s. 17.
[372] Abdullatif Harpûtî, Tekmile-i
Tenkîhü’l-Kelam, s. 110-1.
[373] İzmirli İsmail Hakkı,
Usûl-i Fıkıh Dersleri, s. 11.
[374] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni îlm-i Kelam, I, 113-4.
[375] Şeyh Muhsîn-i Fâni,
“Sebîlürreşad Ceride-i İslâmiyesine”, SR, XXI/546, “Ehl-i Sünnet ve Cemâat'ın
istinâd ettiği mebâhis-i kelâmiyyede Eş’arîyye ve Mâtüridiyye'nin ittifak
etmedikleri muhakkaktır: Kelâmın Hak'tan sûret-i südûru, yani kelâm-ı nefsî
meselesinde; imanın tasdikten ibaret olup olmadığı bahsinde; esma ve sıfat ve
ef'âl-i ilâhiyyeye aid istidlâlât-ı kelâmiyyede, ef'âl-i ibâdın ihtiyarî veya
ıztırârı olup olmadığı davasında; husn ve kubh; sıfât-ı ilâhiyyenin zât-ı
Bârînin aynı addedilip edilemeyeceği meselesinde... Ehl-i Sünnet ve Cemâat'ın
sâlik oldukları Eş'arî ve Mâtürîdî mezhebleri arasındaki ihtilâfât-ı Nazarîyye
ile kütüb-i kelâmiyye doludur.” s. 209.
[376] Ahmet Hamdi Akseki, Ahlâk
Dersleri, Ankara: Öğüd Matbaası, 1340-42, s. 63.
[377] Örnek olarak bkz.
İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, II, 202-3.
[378] Mustafa Sabri Efendi,
Dînî Müceddidler, s. 131.
[379] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 147.
[380] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, II, 208. İsmail Fennî, mütekkelimin ve hükemânın
Allah’ın ilm-i ezelideki takdirine kaza, vukuuna kader dediğini ifade eder.
İsmail Fennî, Lugatçe-i Felsefe, s. 272. “Selefiyye âlimleriyle Mâtürîdî
ve Şiî kelâmcılarının ekseriyeti bu tanımları benimser. Eş‘arî kelâmcılarının
çoğunluğuyla İslâm filozofları sözü edilen tanımları tersine çevirerek kazâya
kader, kadere de kazâ anlamını yüklemişlerdir.” Yusuf Şevki Yavuz, “Kader” DİA,
XXIV, 58.
[381] Seyyid Mustafa Rasim
Efendi, Tasavvuf Sözlüğü: Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, s. 894.
[382] İrade-i cüziye ile
ilgili bir risale kaleme alan ve Hâlidi Nakşîliğin kurucusu Hâlid-i Bâğdâdi
kaza ve kader tanımını Eş’arî veya tasavvufî şekilde yapar. Mevlana Hâlid-i
Bağdâdî, Ferâidü’l-Fevâid, müt. Kemahlı Fazıl Hacı Feyzullah Efendi,
Kahire: Matbaatü’l-İlmiyye, 1313, s. 51-2. Ayrıca dönemde çıkan tasavvuf! bir
dergide aynı şekilde tanımlanma yoluna gidilmiştir. Ali Fuad[Türkgeldi],
“Vücûd”, Ceride-i Sûfiye, No:56, s. 86.
[383] Manastırlı İsmail
Hakkı, Mevâidü ’l-İnam fi Berâhîn-i Akâidi ’l-İslâm, İstanbul: Şirket-i
Sahafiye-i Osmaniye Matbaası, 1330, s. 85. Nitekim Manastırlı kendisinin
Mâturîdî olduğunu ifade etmektedir. Manastırlı İsmail Hakkı, Metâlib-i
İrfâniyye ve İzahât-ı Nûniyye, İstanbul: Şirket-i Sahafiye-i Osmaniye
Matbaası, 1312, “Cemî-i’ efâl-i ibâdın hüsn ve kubhu emr-i şer’i yani şeri’n
hükmüne binaen sâbit ve mer’i oluyorsa da bizler (Mâturîdîler) bazı ef’alde
şer’in vürûdundan evvel de hüsn ve kubh sübûtu akl ile bilinir deriz.” s. 50.
[384] İzmirli İsmail
Hakkı, “Zeval kabul etmeyen, ahkam ve ıtkan-ı tâm ile (külliyyen halelden masun
olmak ile) beraber fiilden ibarettir. İcad demektir ki sıfat-ı fi'le, tekvin
sıfatına râcidir, kadimdir. Eş’arîyye indinde Allahı'n eşyayı lâ-yezâlde nasıl
olacak ise öylece ezelde irade etmesidir ki sıfât-ı zâta râcidir, kadîmdir.” Yeni
İlm-i Kelam, II, 208. Mâturîdî tanımı benimseyenlerden bir diğer isim
Osmanlı muhitine tercüme edilen Cisr’dir. Babanzade Mustafa Zihni, Savâbu
’l-Kelâm fî Akâidi ’l-İslâm, s. 242. Mehmed Fehmi, Hikmet-i Hukûk-i
İslâmiye, s. 37. Ali Seydî, Ahlâk-ı Dînî, Dersaadet: Kanaat
Matbaası, 1329, s. 156. İskilipli Atıf Efendi, Miratü’l-İslâm, s. 20;
Ömer Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri, s. 315-6.
[385] Örnek olarak bkz. Abdullah Şevket
b. Mahmud Hamdi, Necâtü'l-Mükellefîn, s. 65. Mustafa Âsım, Akâid
Dersleri, Dersaadet: Hilal Matbaası, 1324, s. 37; Ahmed Cûdî, Yeni Ilm-i
Hâl: Akâid Dersleri, s. 25. İbnü'l-Fâni Zeynelâbidîn, Müslümanlık,
Kostantiniye: Matbaa-i Ebüzziya, 1328, İlmihal tarzı olan bu eserde muhtemelen
sehlen “bizim itikadda mezhebimiz İmam Azam Ebu Hanîfe amelde mezhebimiz Ebu
Mansur Mâturîdî Hazretleridir” denilmektedir. Fakat ilave edilen cümle ait
olduğu gelenekle pek mütecanis değildir: “Bundan başka pek çok mezâhib varsa da
cümlesi bâtıldır.” s. 55. Şemseddin Sami de Mâturîdî tarzda yapmaktadır, Kâmus-i
Türkî, II, 1057 ve 1084.
[386] Misal olarak bkz.
Yusuf Ziya Yörükan, Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim ’den Ayetlerle Islâm
Esasları, yay. haz. Turhan Yörükan, Ankara: Kültür bakanlığı, 1998, s. 59.
Tüccarzâde İbrahim Hilmi, Türk Çocuğunun Din Kitabı, s. 44.
[387] Muhammed Mahzumî
Paşa, Cemaleddin Afgani’nin Hatıraları, çev. Adem Yerinde, İstanbul: Klâsik,
2006, s. 296.
[388] Çerkesşeyhzade Mehmed Tevfik
Efendi kaza ve kaderi şöyle tarif eder: “Malum ola ki Kaza eşyanın lâ-yezâlde
ne vechile olacak ise ol vechile olmasına irade-i ilâhiyenin ezelde
taallukundan ve kader dahi eşyanın kader-i mahsus üzere vakt-i muî’nesinde
ânifen feânen îcâdından ibarettir.” Meziyyet-i Islâmiyye, s. 20. Ayrıca
bkz. el-Itkan fi Tahkiki'l-Iman, İstanbul: Âlem Matbaası,1311, s. 26.
Arapçası için bkz. Aynı eser, s. 70. II. Meşrutiyet öncesinde kaleme alınmış
bir risalede mesele şu şekilde ilişkilendirilmiştir: “Kader kazâya, kazâ
irâdete, irâdet kudrete, kudret meşîete, meşîet ilm-i Hudâya nâzırdır.” Hasan
Tevfik Efendi, Ravza-i Muhâvere, İstanbul: Matbaa-i Amire, 1296, s.
27-8. Yağlıkçızade Ahmed Rifat Efendi, Tasvîr-i Ahlâk, Dersaâdet: Mahmud
Bey Matbaası, 1305, s. 295. Aynı şekilde II. Meşrutiyet öncesinde ele alınmış
bir kelam risalesinde Süleyman Sırrı Eş’arî tasnif ve telakkiyi
benimsemektedir. Süleyman Sırrı, Kenzü’l-Akâid, Dersaâdet: Mahmud Bey
Matbaası, 1315, s. 105. Konyalı Mehmed Vehbî Efendi de tarifini Eş’arî tarife
muvafık yapmaktadır. Mehmed Vehbi, Ahkâm-ı Kur'aniye, İstanbul: Ahmed
Kamil Matbaası, 1341-1343, s. 60.
[389] İsmail Fennî
Ertuğrul, Büyük Mevzular, Milli Mecmua Matbaası, 1934, s. 63-4. Hüseyin
Kazım Kadri de bu ayrımı kullanmaktadır. Türk Lügati, III, 779.
[390] Aksekili Ahmed Hamdi,
Dînî Dersler, Birinci Kitab: Zarûriyyât-ı Dîniyye, s. 144. Fakat
Akseki’nin irade ile ilgili tanımının muhtevası Mâturîdî bir çizgidedir:
“«Alelitlâk fiilleri tercih» demek mânasına bir irâde-i külliyye vardır. Bütün
mümkin olan fiilleri tercih etmek bu irâde-i külliyenin şânındandır, İrâde-i
cüz'iyye, irâde-i külliyyenin muîn ve mahsus bir canibe, bir fiile tevcihinden
ve sarf ve isti'mâlinden ibarettir. Tevcih ile sarf ve isti'mâle «azm-i
musammem» derler. Bu böyle olduğu gibi, insanda bir de «Mümkün olan fiillerin
husul ve vücudunda te'sir şânından olan kudret» mânasına kudret-i külliyye
vardır.” Ahmet Hamdi Akseki, Ahlâk Dersleri, s. 63. Nitekim Akseki daha
sonra kaleme aldığı İslâm Dini adlı eserinde Mâturîdî ayrımı tercih
edecektir. Ahmet Hamdi Akseki, İslâm Dini, Ankara, 1983, s. 93; hatta
amel-iman ilişkisini ele aldığı bir yerde “İmamımız Ebu Hanife ile Ebu Mansur
Mâturîdî...” demektedir. İslâm, s. 33. Askere Din Kitabı,
Ebuzziya Matbaası, s. 107.
[391] Büyük Haydar Efendi, Usûl-i
Fıkıh Dersleri, s. 87-8. Marifetullah bahsinde ; “hanefiyyeden bazısı -
şeyh Ebi Mansur ile Meşâyıh-ı Iraktan bir çoğu- yalnız marifetullahın vücûbu
babında Mu’tezileye muvafakat etmişlerdir....
Fakat bunların kavli sahih değildir.”
[392] Şirvanlı İbrahim
Nâtıkî, Risale-i Akaidü'l-İslâm, s. 39.
[393] Mu’tezilenin ortaya
çıkışı ile ilgili amillerin değerlendirmesi için bkz. İlyas Çelebi,
“Mu’tezile”, DİA, XXXI, 392 ve 397.
[394] Montgomery Watt, Free Will and
Predestination in Early İslam, s. 61. Mu’tezile ile Modernleşme
ilişkilerine dair bkz. İlyas Çelebi, “Mu’tezile’nin Klâsik İslâm Düşüncesindeki
Yeri ve Modern Döneme Etkileri”, Kelam Araştırmaları Dergisi(KADER), cilt
2 sayı 2 (2004), s. 3-24.
[395] Mu’tezili okumanın
tevhid merkezli bir okuma olduğu ile ilgili bir değerlendirme için bkz. Nasr
Hamid Ebu Zeyd, “Şeraitin Külli Maksatları(Yeni bir okuma)”, İslâmî
Araştırmalar, 8/2, s. 142.
[396] Bu sıfatı ilk kulananın Heinrich
Steiner (ö.1865) olduğunu ve “İslâm’ın hür düşünürleri” yakıştırmasına
Mu’tezile’nin sonraki dönemi için iştirak eden Goldziher’dir. Ignaz Goldziher, İslâm
’da Fıkıh ve Akaid, çev. İlhan Başgöz, Ankara: Ardıç Yayınları, 2004, s.
115. Goldziher tahlilleri neticesinde Mutezililere özgür düşünceli kimseler
hükmünü verme taraftarı değildir. s. 134.
[397] Bu beklentinin
tenkidi için bkz. Ahmet Davutoğlu, “İslâm Düşünce Geleneğinin Temelleri, Oluşum
Süreci ve Yeniden Yorumlanması” Divan, 1996/1, s. 16-7.
[398] Manastırlı İsmail Hakkı, “Vucûb-u
İntibâh” SM, VI/136, s. 85-6. Hoca Kadri, Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp
ve Yusuf Akçura gibi isimlerin kader meselesini siyasallaştırdıkları metinleri
bu duruma uygun misallerdendir.
[399] Zira fiillerle ilgili Mutezilî
izahı yaratma meselesinde hatalı bulan genel Sünni tavrı esas olarak muhafaza
eden ulemanın bu hassasiyeti Allah’ın yaratıcılığı ile sınırlıdır. Arapgirli
Hüseyin Avni, “İlmi Kelam”, Ceride-i ilmiye, V, Şevval 1337, sayı:47,
s. 1442; “Abdin hâlık olması esbâb ve âlât ile ve cenâb-ı hakkın kulda îcad
buyurduğu kudret vâsıtasıyla olduğuna Cenâb-ı Hak ise bizzat hâlık olduğuna
kail olmaları cihetiyle her ne kadar küfre nisbet olunmazlarsa da...”
[400] Seyyid Bey’in İrade meselesinde
İslâm mezheplerini ikiye ayırıp Mu’tezile’yi cebr-tefviz zıtlığında
Mâturîdilikle beraber tevfiz tarafına yerleştirerek meseleyi Mu’tezili bir
çerçeveye indirgemesi ve bunu Ehl-i Sünnet çizgisiyle problemli hale gelebilecek
düzeyde yapması insanın sorumluluğunu ve yeni telakkinin insan merkezli
karakterini bilmekle alakalıdır. İrade, Kaza ve Kader, s. 126.
[401] Seyyid Bey’in Eş’arîliği
sorumluluğu temellendirmekten uzak olmakla itham etmesi ve içtimaî-ahlâkî
boyutu eksik olarak takdim edip Eş’arîlere karşı Mu’tezili istidlal biçimini
kullanması tam da bu problemin doğurduğu bir neticedir. İrade, Kaza ve
Kader, s. 136-7.
[402]M. Şemseddin, “Mu’tezilîn”, SR, X/237, s. 41. Eş’arî
bir anlayışa yakın duran Mehmed Ali Aynî, Cumhuriyet devrinde farklı bir bakış
açısına sahip olacaktır. Türk Mantıkçıları, İstanbul: İktisad Matbaası,
1928, s. 5-6.
[403] Manastırlı İsmail
Hakkı, Mevâidü'l-İn'âm f Akâidi'l-İslâm, s. 155-6. Daha eski bir tarihte
hayır ve şerri Allah’ın yaratması ile ilgili olarak Mu’tezile’yi tekfir eden
metinlere rastlamaktayız. İbrahim Nureddin Kastamoniliî, Tercüme-i
Vasiyyetname-i İmam-ı Azam, İstanbul: Dârü't-Tıbaati'l-Âmire, 1264, s. 7.
Subhi Paşa, kadere ve kaderin hayrıyla şerrini inanmanın ne demek olduğunu
hakkıyla anlayamayan iki fırkadan biri olarak gördüğü Mu’tezile’yi “İslâmın
mecûsileri” hadisine atfen tarif eder. Hakâikü’l- Kelâm fi Tarihi'l-İslâm,
İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1297, s. 136-7. Türk modernleşmesinin en mühim
simalarından Namık Kemal, Renan’ın Mu’tezile’ye Protestanlık tarzı bir rol
vermesini tenkit ederek Mu’tezile’nin mutedil olduğu fikrine karşı çıkar. Renan
Müdâfaanâmesi, s. 50. Cevdet Paşa ehl-i bid’at ve dalâletten olarak ehl-i
nâr arasında görmektedir. Mukaddime: Osmanlı Tercümesi, III, 71. Benzer
şekilde Mu’tezile’ye bakışını muhafaza eden biri olarak bkz. Fatma Aliye, Terâcim-i
Ahvâl-i Felâsife, s. 80-5. Mesela Nazzam için; “Şeyâtîn-i Kaderiye’den
olan...” tabirini kullanır. s. 83. Ayrıca irade meselesindeki hatalarıyla
ilgili değerlendirmeler için bkz. s. 164-6. Fiiller bahsinde Mu’tezile’yi
Devvani tercümesiyle birlikte tenkit eden satırlar için bkz. Muhâdarât
Muktetafât, 15 Rebiulâhir 1300, I/4, s. 51, dipnot. Büyük Haydar Efendi Usul-i
Fıkıh Dersleri, s. 84. Aynı şekilde irade meselesini ele alan Abidin Paşa
Cebriyye ile beraber Mu’tezile’yi dalaletde kabul etmektedir. Abidin Paşa, Tercüme
ve Şerh-i Mesnevî-i Şerif, Dersaâdet: Mahmud Bey Matbaası, 1305, I, 389.
Ahmed Rıfat, Bergüzâr, s. 60. Mehmed Fevzi Efendi, Kenzü’l-Feraid,
İstanbul: Matbaa-i Amire, 1305, s. 18. Ebü'l-Hüda Muhammed b. Hasan Vadi b. Ali
Sayyâdi, Ukudü’l-Elmas, Kahire, 1315, s. 8-9. Mehmed Rüşdi, Hallü’l-İşkâl
fi Mebâhisi’l-Cüz’i’l-İhtiyâr, s. 8. Muhammed Haşim, Zübdetu
Akaidi’l-İslâmiyye, s. 74. Abdullah Şevket b. Mahmud Hamdi, Necâtü’l-Mükellefîn,
s. 65. Abdurrahman Sami, Mi’yârü’l-Evliya, İstanbul: Necmi İstikbal
Matbaası, 1339, s. 18. Milaslı Durmuşzâde Hafız Mehmed Sadık, Mevâiz-i
Diniyye ve Fevâid-i İslâmiye Mecmuâsı, s. 122. İsmail Fennî kaderi inkar
edenler olarak görmektedir. İsmail Fennî, Lugatçe-i Felsefe, s. 273.
[404] Girîdî Sırrı Paşa, Nakdü'l-Kelam
fi Akâidi'l-İslâm, Kostantiniye: Matbaa-i Ebüzziya, 1302, s. 205 vd.
Daru’l-Fünun Derslerini kitap haline getirilen Hüseyin Avni’nin konu
başlıklarından biri şöyledir: “Mu’tezileye Göre Kul Fiilinin Hâlıkı Olduğu ve Bizim
Cevâbımız”, Arapgirli Hüseyin Avni, İlm-i Kelam, İstanbul: Sırât-ı
Müstakim Matbaası, 1910, s. 61. Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam s.
235. Nitekim Mezhepler tarihi şeklinde kaleme aldığı Tarih-i İlm-i Kelam’ında
Mu’tezile’yi klâsik mezhepler tarihi kitaplarında mevcut olduğu şekilde tasnif
ve tavsif etmiştir. Tarih-i İlm-i Kelam, İstanbul: Necm-i İstikbal
Matbaası, 1332, s. 14-29. Ali Fuad, “Kaza ve Kader”, Cerîde-i Sûfiyye,
no.99, s. 30. Benzer şekilde Ali Seydî de Mu’tezile’yi Hz. Ali’nin ağzından tan
etmektedir. Ali Seydî, Ahlâk-ı Dînî, s. 155. “Hürriyet-i mutlaka iddia
eden mezheb-i i’tizâl...” “Hürriyet, Musâvât, Uhuvvet, Adâlet - Hürriyet ve
İstiklâl-”, Hikmet, 24 Cemâziyulevvel 328 no:7, s. 5. Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 25. Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm İmam Gazzâlî,
s. 83-9.
[405] Abdullatif Harpûtî, Tekmile-i
Tenkîhü ’l-Kelam, s. 101. Sırrı Paşa da daha erken bir tarihte klâsik bakış
tarzına uygun olarak Mu’tezile’yi bu hadis çerçevesinde takdim etmektedir.
Sırrı Girîdî, Ârâi'l-Milel, s. 83-4. Mehmed Vehbi, Akâid-i Hayriyye
Tercümesi, s. 6.
[406] Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam,
s. 243. Şöyle devamın eder: “Bunlar kendi iktidarları ve sa'y ve amelleriyle
her şeyi vücûda getirmek ve elde etmek fikrinde bulunurlar. Feyyazda buhl
olmadığından bazı sa'y ve amelleriyle bir hayli menafi' elde ederlerse de bazı
sa'y ve amelleri müsmir olmayınca kendilerini levm ve ta'nda bulunurlar.
Dünyada nar-ı teessüf ile yanarlar ve elem-i vicdan ile müteellim olurlar.
Bazıları helâk-ı intihara kadar sevk olunurlar helak olurlar. Ve ahiretteki
hüsran ve helâklerinin pek büyük olduğu dahi su-i itikadları cerimesiyle sabit
ve zahirdir.” s. 243
[407] “Mu’tezile kul fiilinin hâlıkı
olub bu kârgâh-ı âlemde hiçbir kayd ile mukayyed olmadığından keyfemâyeşâ ve
hasbemâ ihtiyar-ı hareket eder diyerek lâ-ye’id ve lâ-yehsâ hâlık isbâtına sa’y
etmeleri kavm-i nasârânın ekânim-i selâse isbâtına çalışub Allah üçtür diye
ettikleri dava ve za’m-ı bâtıldan daha ziyâde merdud olduğu.” Abdullah Şevket
b. Mahmud Hamdi, Necâtü'l-Mükellefîn, s. 79.
[408] Arapgirli Hüseyin
Avni, İlm-i Kelam, s. 61-2. Arapgirli tekfir etmeye yanaşmaz. Arapgirli
Hüseyin Avni, “İlm-i Kelam”, Ceride-i İlmiye, V, Şevval 1337, sayı:47, s. 1442.
[409] Mesela Bedîuzzaman Said Nursî,
“Mu’tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i
dâlleye girersin” der. İşaretü’l-‘İcâz, Yeni Asya Yay., İstanbul, 1985,
s. 1164. Ayrıca bkz. Said Nursî, Muhâkemât, İstanbul: Sözler Yayınevi,
1977, s. 114.
[410] “Husûsan Mu’tezile
nâm fırka-i gayr-i nâciye ile cereyan eden hilâfiyyâttır. Çünkü bâb-ı i’tikadda
sahâbe-i kirâmın
zâhir-i hâl ve tarîklerini inkâr ile en evvel kavâid-i hilâfı tesis eden
Mu’tezile fırkasıdır.”, Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm İmam Gazzâlî, s.
10. Fakat Aynî 1928’de yayınlanan Türk Mantıkçıları adlı tebliğinde Mu’tezile’den bahsederken;
“Mu’tezile biliyoruz ki bizim
akliyecilerimizdir....”
diyecektir. Mehmed Ali Aynî, Türk Mantıkçıları, s. 5-6. İsmail Fennî;
“Kul fiilinin hâlıkıdır, keyfe mayeşa hareket eder. Küfr, şer, zulm vesair
meâsî Hudâ’nın takdiriyle değildir” diyen yani kaderi inkar eden (Mu’tezile)
mezhebine ıtlak edildiğinden ve Cebriyyenin zıddı olup...”“Fatalisme”, Lugatçe-i
Felsefe, s. 273. Filibeli tarafından kaleme alınması muhtemel olan makalede
Mu’tezilenin hürriyet-i mutlaka iddiasını “hakâik-i âleme ve tahavvülât-ı
rûhiye-i insanîyeye vakıd olmadıkları için” savunmaktadırlar. “İslâm ve
Hürriyet”, Hikmet, 30 Cemâziyulâhir 328 no:12, s. 6.
[411] Filibeli Ahmed Hilmi: “Vâsıl bin
Atâ, İslâm'ın fetret-i İslâm’da vazifedâr olan ashabı tahtie etmekle, mezheb-i
Haricî’nin mürevviçlerinden ma’dud bulunmuştur. Maamafih Mezheb-i İ’tizâl ile
Şia çok noktalarda birleşir. Ezcümle şerri, hakka atfetmemekte ve irâde-i
cüz'îye hususlarında her iki tarafın nukât-ı nazarı birdir.” , Tarih-i
İslâm, II, 448. Aynı şekilde Vâsıl’dan bahseden Haydar Efendi, “Kaderiyye
Mezhebinin reisi (Vâsıl bin Atâ) isiminde biridir. Dehât-ı ulemâdan cin gibi
bir herif idi.” diyerek İslâmiyet’te ehl-i hakka muânide eden Kaderiyye taifesi
olarak Mu’tezile’yi görmektedir. Büyük Haydar Efendi Usul-i Fıkıh Dersleri,
s. 84.
[412] Filibeli Ahmed Hilmi,
Tarih-i İslâm, II, 450.
[413]Filibeli Ahmed Hilmi, Tarih-i İslâm, “Şu halde dîn
âlimlerine teveccüh eden vazife, iki şekle münhasır kalıyordu: Ya bu
medeniyetleri, bu ilimleri ve felsefeyi tamamıyla red ve takbîh, yâhud da
onlardaki hakikatlerle, dinî düstûrları terdif.
Mu'tezile, bu son şıkkı ihtiyara mütemayil idi, ne çâre ki,
Aristo felsefesinin taht-ı tesirinde kaldıktan sonra Ehl-i Sünnet'den bütün
tebâüde başladığından felsefeyi dine değil, dini felsefeye kalbediyordu.
Her hususta Mu'tezile ve Şia’nın rakibi olan Ehl-i Sünnet
ise, birinci şıkkı ihtiyar etti. O, terakki ve tekâmülü ortadan kaldırmak,
insanları düşündürmemek ve dini, bilâ-muhakeme kabul ettirmek istiyordu.” II,
512. Benzer bir yaklaşım için bkz. “Islâm ve Hürriyet”, Hikmet, 30
Cemâziyulâhir 328 no:12, s. 7.
[414] Bu geleneğe telmihen
Mu’tezile’yi zulmet devirlerinde parıldayan yıldızlara teşbih eden satırlar
için
bkz. Câhız, “İslâmiyetin İnhitâtının Bazı Sebeleri”, Bilgi Mecmuası, 3
Kanunievvel 1329, I/2, s. 175.
[415] Şeyh Muhsîn-i Fâni,
“Sebilürreşad Ceride-i İslâmiyyesine”, SR, XXI/546, s. 208-9.
[416] Abdülaziz Çâviş, Mu’tezile’ye
karşı oldukça sıcaktır: “Mu’tezile-i Müslimîn her ne kadar hüsün ile kubuhu
ta’yin hususunda mizân akıl olduğuna kâil olmuşlarsa da başlı başına aklın
hüsün ile kubhu keşf, salah veya fesâdı mûcib halleri temyîz kudretine hâiz
olduğunu iddiâya cesâret edememişlerdir ve bu cesâretsizlik ilcâsıyladır ki
hüsün ve kubuh ile hüküm aklın selâhiyeti dâhilinde olduğuna, yalnız bu bâbda
keşşâflık vazifesi şer’a müteveccih bulunduğuna zâhib olmuşlardır. Onlar bu
nazarîyeleriyle demek istiyorlar ki şâri’in hüsün itibar ettiği her şey aklen
de hüsün, kabih gördüğü aklen de kabihdir.” “Hıristiyanlık Nazarında İslâm”, SR,
XV/373, s. 183.
[417] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, II, 206
[418] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelam, II, 201. Mu’tezilî çizginin İslâm tarihindeki mevkiini
“kavâid-i kelâmiye haricine çıkmak”tan ibaret görmektedir. “Islâm’da Felsefe”, SR,
XIV/340, s. 10. Bu ayrımda Gulât-ı Kaderiye için Mabed el-Cühenî’yi esas almakta
ve Ümmetin Mecusileri suçlamasıyla Mu’tezile’nin arasını ayırmaktadır:
“Mu’tezile mezhebi kaderiye mezhebındendır...iiç bidat-i i’tikadiye ile fırak-ı
saireden temayüz etmiştir: kader, i’itizal, inkâr-ı sıfat” İzmirli İsmail
Hakkı, Mülahhas İlm-i Tevhîd, İstanbul: Kanaat Matbaası, 1338, s. 36.
[419] “Gulat-ı Kaderiyye bu birinci
dereceyi, kader-i sabıkı, ilm-i sâbıkı kitab-ı sabıkı inkâr ederler. Kaderiyye
kader-i sabık ile beraber bunlara îmanı mümteni’ sanırlar idi. Emir ve nehy-i
Bârî'ye, va'd ve vaîd-i Sübhaniyye'ye inandıklarından «Cenâb-ı Hak emirden
evvel mutî ve âsîyi bilmez, ezelen tâat ve ma'siyyeti takdir için ilm-i
Sübhânisi bunu sebk eylemez» derlerdi. Zuumlarına göre olacağı bilen zâtın emri
hüsn olmuyor, me'murun asî olacağını bilen bir zât bir şeyi ona emr edemiyor
idi. Fakat bu mezhep çok geçmeksizin münkariz olmuştur.” İzmirli, Yeni İlm-i
Kelam, II, 201-2.; Ehl-i bid’atten saydığı Mu’tezile için husun kubuh
meselesinde yaptığı hikmet tasnifinde kullandığı vasıflar dikkate değer. Beşe
ayırdığı hikmet gurubu arasında Mu’tezile’den ‘hikmet-i kelâmiye mezhebi’
olarak bahsetmektedir: “ilm-i hikmet ile ilm-i kelamı yani usul-ü...”;İzmirli
İsmail Hakkı, Usul-u Fıkıh Dersleri, Dersaadet: Matbaa-i Hukukiye, 1329,
s. 32. Muhassalu’l-Kelam ve’l-Hikme"de; “ehl-i bidati temsil eden
Cehmiyye ve Mu’tezile.” diyerek ehl-i bid’atden sayar. s. 4. Aynı satırların
devamında mihne hadisesini Cehmiyye’ye nisbet etmesi ilginçtir.
[420]İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, II, 152.
[421] M. Şemseddin; “Bunların kat’i ve
metîn mantıkları olmasaydı (Cebriyyûn) âlem-i islâmı daha o vakitlerde
baştanbaşa bir at’aletgedeye bir sefâlethaneye çevireceklerdi.”, “Mu’tezilîn”,
SR, X/242, s.
125. Nitekim ilerleyen zamanlarda
İslâm düşüncesini ikiye ayıracak olan Günaltay, Ananeciler karşısına
oryantalistlerin dediği gibi rasyonalistler olarak Mu’tezile’yi
yerleştirmektedir. Şemseddin Günaltay, “İslâm Dünyasının İnhitatı Sebebi Selçuk
İstilâsı mıdır?” s. 358-9.
[422] M. Şemseddin,
“Mu’tezilîn”, SR, X242, s. 126.
[423] Câhız, “İslâmiyetin
İnhitâtının Bazı Sebebleri”, Bilgi Mecmuası, 3 Kanunievvel 1329, I/2, s.
175.
[424] Goldziher Mu’tezile
kelimesini inzivaya çekilenler, zahidler manasına almıştır. Bkz. Ignaz
Goldziher, İslâm ’da Fıkıh ve Akaid, çev. İlhan Başgöz, Ankara: Ardıç
Yayınları, 2004, s. 115-6.
[425] Kendisi Selefî olan
Hüseyin Kazım Kadri bu dindarlık meselesini tahfifle gündeme getirerek
eleştirilerini yöneltmektedir. Hüseyin Kazım Kadri, “Din ve Mezheb”, Dîni
Makaleler, yazma, s. 7.
[426] Mehmed Akif’in kalemiyle Türkçeye
kazandırılan bir yazısında Abduh’un Amr bin Ubeyd hakkında söyledikleri
muhataplarını nasıl bir Mu’tezilî kimlikle karşı karşıya getirdiğini
göstermektedir: “İşte Mu'tezile'nin reisi Amr bin el-Ubeyd, kibâr-ı Tâbiînden
Şeyh Hasan Basrî'nin huzurunda kemâl-i hürmetle oturmuş, ondan tederrüs ediyor.
[Hatta Hasan Basrî'ye Amr'i sormuşlar, şöyle demiş: Öyle bir adamı soruyorsun
ki gûyâ terbiyesine melekler, te'dîbine nebîler me'mur edilmiş. Etvârında,
ahlâkında zerre kadar ıttırâdsızlık yok, emrettiği şeye herkesten ziyade kendi
imtisal eder; nehy ettiği şeyden en ziyade kendi ictinâb eyler. Zâhiri
bâtınına, bâtını zâhirine bu kadar çok benzeyen adam görmedim.]” Abduh “Din Ne
Kadar Müsait İmiş” terc. Akif, SM, II/37, s. 165.
[427] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 109
[428] İzmirli İsmail Hakkı,; “Gerek
Ehl-i Sünnet gerek Ehl-i Bid'at olsun hangisi kasden ihtilâf ihdas etmişler,
dinin zevaline, tereddîsine çalışmışlardır. Zühdleriyle meşhur olan Şer'a
ta'zîm eden va'îd-i Sübhânî'de ifrâd edip fâsıkı mü'min tanımayan Mu'tezîle
mi?” “Yen-i İlm-i Kelam Hakkında”, SR, XXII/551-2, s. 38-40. Bir başka
yerde İzmirli, Mesâlik-i sitte arasında saydığı Mu’tezile’nin de taharri-i hak
için çalıştığını ifade etmektedir: “İslâmda Felsefe”, SR, XIV/340, s.
11.
[429] M. Şemseddin,
“Mu’tezilîn”, SR, X/237, s. 41.
[430] Mehmed Şerâfeddin[Yaltkaya],
“Mu’tezile ve Husun ve Kubuh”, Daru’l-Fünûn İlâhiyat Fakultesi Mecmuası,
sene:1, sy:2, Mart 1926, s. 103-4; Bütün kelam ilmini tenkit eden Selefî
Rızaeddin bin Fahreddin’in Eş’arîliği zemmettiği yazısında Mutezili öve öve bitirememekte
ve Mutezili ulemanın müsbet taraflarına vurguda bulunduğunu görmekteyiz:
“Haricilerin aksine Mu’tezileler ilim sahibi, basiretli, akıllı ve sabırlı
kimseler olup müslümanlar arasında savaşlar, çatışmalar, ihtilaf ve fitneler
çıkmasına rıza göstermezlerdi..."Rızaeddin bin Fahreddin, “İslâm
Dünyasında Mezhebler”, s. 344.
[431] Filibeli Ahmed Hilmi, Tarih-i
İslâm, II, 452-3. “Mezheb-i Î'tizal, çok büyük mütefekkirler
yetiştirmiştir. Bu mezheb erbabının Din-i Îslâm’a dolayısıyla büyük hizmeti
sebk etmiştir. Zira Ehl-i Sünnet'i usûl ve hikmet cihetiyle tekâmüle icbar eden
avâmilden en mühiminin Mu'tezilîler olduğunu unutmamalıdır. Şurası da şâyân-ı
dikkatdir ki, mezâhib-i mu’terizânın tâziyâne-i tenkîdi altında kaldığı
müddetçe mezheb-i Sünnî dâima terakki ve tekâmül etmiş ve itirazdan hâli
kaldıktan sonra ise, ilim ve ulemâ itibariyle, bir devre-i müessif-i tevakkufa
girmiştir.”
[432] Mustafa Sabri Efendi, Mevkîfu’l-Beşer
Tahte Sultâni’l-Kader, Kahire: Matbaatü’s-Selefiyye,1.b., h.1352, s. 6. “Bu
durum gerek sanatlarda ve gerekse maddi ilimlerde Batı Medeniyetinin ilerlemesi
karşısında Müslümanların inançlarının bir bir sarsıldığı günlere kadar devam
etti. İşte o günlerden beri kadere iman akidesi, Müslümanları tembelliğe iterek
onları sa’y u amelden alıkoymakla ve dünya hayatında Müslümanların gerilemesine
sebeb olmakla itham edildi. Kadere iman aleyhinde söz etmekten kaçınan kimse
kulların fiilleri meselesinde Eş’arîyye mezhebinden olmakla itham edilmek
suretiyle aşağılanınca, neticede Mâturîdiyye mezhebine veya Mu’tezile mezhebine
yönelmeyi istemiştir.”
[433] Mustafa Sabri Efendi,
Dînî Müceddidler, s. 125.
[434] Mustafa Sabri Efendi,
DînîMüceddidler, s. 130-4.
[435] Mehmed Şerâfeddin, kısmen iştirak
eder: “1865’te herkesten evvel garpta Mu’tezile mektebi hakkında bir monoğrafi
yazmış olan Prof. H. Stanier’in bunları umûmen Islâm’da hür mütefekkirliler
ünvanı vermesi ancak nihâî inkişâfında birkaçı hakkında doğru olabilir.”
“Mu’tezile ve Husun ve Kubuh”, s. 103-4. Büyük tesir uyandıran Ernest Renan’ın
hücumlarından masun olan sadece Mu’tezile’dir: “İlk devirde tarikatlar
tarafından za’fa uğratılan ve bir nevi Protestanlık(mutezilik denilen nesne)
tarafından yumuşatılan İslâmlık...” Ernest Renan, Nutuklar ve Konferanslar,
s. 198. Mu’tezile’nin makul bir seçenek olduğu ile ilgili oryantalist teşvikler
hep devam edecektir: “Biraz daha felsefi olan Mu’tezile, Yunan rasyonalizminin
makul bir öğesini sunmaya teşebbüs etmiştir; ancak bunlara tepki gösteren Sünni
doktrin, Allah’ın iradesi ve kudreti üzerine herhangi bir kısıtlamayı ve insan
deneyiminden çıkan terimlerin O’na uygulanabilirliğini reddetti.” H. A. R.
Gibb, İslâm’da Modernist Eğilmler, s. 222-3. Nitekim oryantalist bakıştaki
bu tanımlamalar zamanla İslâm dünyasında makes bulacak ve Hint-alt kıtasında
Neo-Mutezilian denilen Yeni-Mutezililik zuhur edecektir. Osmanlı dışındaki bu
ilginin giderek arttığı ile ilgili irade meselesiyle alakalı bir örnek için
bkz. Muahmmed Ammara, el-Mu'tezile Müşkiletü'l-Hürriyyeti'l-İnsaniyye
Kahire,1988. Türkçeye Mu’tezile ve İnsanın Özgürlüğü Sorunu (Ekin,1998)
olarak tercüme edilen eser Mu’tezile ve diğerleri tasnifinde yazılmış mühim bir
örnektir. Oryantalistlerin Mu’tezile ilgisiyle ilgili farklı bir değerlendirme
için bkz. İlyas Çelebi, “Mu’tezile’nin Klâsik İslâm Düşüncesindeki Yeri ve
Modern Döneme Etkileri”, s. 22.
[436] Montgomery Watt, Free
Will andPredestination in Early Islam, s. 61.
[437] Nasr Hâmid Ebu’z-Zeyd, En-Nas,
es-Sulta, el-Hakika: el-Fikrü'd-Dînî beyne İrâdeti'l-Ma’rife ve
İdareti’l-Heymene, Beyrut: el-Merkezü's-Sekafi El-Arabî, 1995, s. 29.
Abduh’un Mu’tezile ile olan ilişkisini reddeden bir değerlendirme için bkz.
Özervarlı, “Muhammed Abduh”, DİA, XXX, 483
[438] Hasan Hanefi, İslâmi
Araştırmalar; trc. A. Durusoy, I. Aydın, İstanbul: insan Yayınları, 1994.
s. 15. Hanefi Osmanlı son dönem ıslahat arayışlarıyla ilgili çabayı Abduh’un
tevhid değil adalet merkezli olarak yaptığı arayışla uyuşturmakta ve eksik
bulmaktadır. S. 33-4.
[439] Selefe metodik dönüşten de öte
dönemin genel karekteristiği olması açısından dönemin yakın müşahidlerinden
Yusuf Ziya Yörükan’ın şu satırları dikkat çekicidir: “işte ilmi durum bu
vaziyette sürüp gitmekte olduğundan dolayı, büyük bir eser ve yeni bir anlayış ortaya
koymadığı halde, son zamanlarda Cemaleddin Afganî’nin dinde uyanış hareketi
için ufak tefek hamlelerine kıymet veriyoruz. Bu hareketten sonradır ki, Şeyh
Muhammed Abduh, İsmail Hakkı İzmirli ve Musa Carullah gibi mütefekkirler, yeni
ilm-i kelam fikriyle ortaya çıktılar. Ancak bu bilginler tarafından yapılan
hamle, kuvvetli bir iz bırakmamıştır. Çünkü yenilik isimde kalmış, ruha
işlememiştir. Mısır’da yapılan İtizâl’e dömüş gibi bir şeydi.” Yusuf Ziya
Yörükan, İslâm Dini Târihi, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2006, s. 19.
[440] Hoca Kadri Nâsuh, Zulm ve Adl,
s. 101. II. Abdulhamid’e muhalefetini her şeye aracı eden Hoca Kadri, gerek
imanı amelle birlikte kabul eden bazı Mu’tezili ulemaya istinaden gerek de
adalet ilkesini istibdat karşıtlığı olarak telakki edip Mu’tezile’yi
övmektedir. Hatta Mu’tezile’nin el-menzile beyne’l- menzileteyn görüşünü zulm
işleyenlerin durumuyla ilgili olarak kullanmayı teklif etmektedir. s. 103.
[441] Nitekim Mahzumî Paşa,
Efgânî’nin İstanbul hayatında Mu’tezilî töhmetine uğradığını ifade ederek bu
kelimeden kaçışın güzel bir örneğini vermektedir. Mahzumî Paşa, Cemaleddin
Afgani ’nin Hatıraları, s. 290.
[442] Nitekim Mu’tezileyi özgürlük ve
serbest fikir taraftarı olarak gören Muahmmed Ammara’nın kaleme aldığı el-Mu’tezile
Müşkiletü’l-Hürriyyeti’l-İnsaniyye (Kahire,1988) de Mâturîdîlik bir taraf
olarak zikredilmez. Aynı şekilde Hind alt-kıtasında çıkan Yeni-Mu’tezililik
hareketi Mutezili fikriyata dönüşün o coğrafyada akis bulmasıdır. Osmanlı
dışında Mu’tezile’ye olan ilgiyi inceleyen bir makale için bkz. Detlev Halid,
“Neo-Mutezilizm’in Bazı Tezahürleri”, AÜİFD (2003) XLIV/1, s. 423-51.
[443] Afgani’nin tek eseri
bu fikriyata karşı yazdığı bir risaledir. Hind Mu’tezilesinin İslâm
tecrübesinden ziyade Avrupa ve Hıristiyan Üniteryanizminden kaynaklandığı ile
ilgili bkz. Duncan B. Macdonald, Development of Muslim theology jurisprudence
and constitutional theory, London: George Routledge & Sons, 1903, s. 286.
[444] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 106
[445] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 110. Ekseri Mu’tezile’nin Hanefi oldukları mâlumdur.
[446] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 126.
[447] Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü
’l-Kelam, s. 241-2. Arapgirli Hüseyin Avni, Ilm-i Kelam, s. 71.
[448] İzmirli, Yeni
İlm-i Kelam, 2, s. 152
[449] İzmirli, Yeni
İlm-i Kelam, 2, s. 195.
[450] Mesela Mu’tezile’yi öven
satırlardan sonra Rızaeddin bin Fahreddin şöyle demektedir: “Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaatin büyük âlimlerinden sayılan ve zâhirde Mu’tezilelerle
taraftarlıkları sezilmeyen pek çok kimsenin çoğu esasta Mu’tezilelere muvafakt ettikleri,
özellikle de Hanefî ve Mâturidilerin pek çok kaidelerinin Mu’tezilelerle
müttefik oldukları malumdur.” Rızaeddin bin Fahreddin, “İslâm Dünyasında
Mezhebler”, s. 350.
[451] Bununla ilgili bir
değerlendirme için bkz. Tahsin Görgün, “Hüsun Kubuh Meselesi”, İslâm
Araştırmaları Dergisi, sayı 5, 2001, s. 73-4.
[452] Bu yakınlığı Hüsün ve
kubuh meselesi üzerinden gösteren bir değerlendirme için bkz. İlyas Çelebi,
“Hüsün ve Kubuh”, DİA, XIX, 62. Ayrıca bkz. “Mu’tezile”, DİA,
XXXI, s. 397.
[453] Osmanlı muhitinin yaygın ilmihal
eselerinden Mızraklı İlmihal de itikadî mezhep olarak Mâturidîlik
zikredilir: “Ve dahi mezhep deyü yola derler. Bizim iki yolumuz vardır; biri
itikad yolu ve biri amel yolu. İtikad yolunda kulağuzumuz Ebu Mansur Matüridî,
amel yolunda kulağuzumuz İmam-ı Azam Ebu Hanife.” Mızraklı İlmihal, hz.
İsmail Kara, Dergah Yay., 2001, s. 81.
[454] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 153. Bu yakınlığa dair bkz. M. Watt, İslâm Düşüncesinin
Teşekkül Devri, s. 388.
[455] Oryantalistlere karşı
Hanefi-Maturdiler üzerinden irade meselesini savunan Ahmed Naim şöyle
demektedir: “Aktar-ı âlemin her cihetine münteşir olan hanefiyye umuman cebrden
müteberrî olub bugün mütekellimlerin çoğu «kulun irade-i cüz’iyesi mahluk
değildir» diyerek Kaderiyye mezhebine bile muvafakat ediyorlar” Ahmed Naim, İlmü
’n-Nefs, s. 448. Benzer irtibatı bu yakınlığı tenkit ederken de Mustafa
Sabri Efendi kuracaktır.
[456] Seyyid Bey, şöyle der: “Bu inkar
değil insanın kendi akıllarıyla hüsn-i tedbir olan sebeblere tevessül etmektir.
Yoksa ezelde vuku’ bulan takdir-i ilahiyeyi inkar etmiyorlar. Kadere
kaildirler.” İrade, Kaza ve Kader, s. 161-2.
[457] İzmirli İsmail
Hakkı, “Ebu Mansur Mâturîdi ile Meşâyih-i Irak’ın birçoğu yalnız marifetullahın
vücubu babında Ehl-i İ’tizâle muvâfakât etmişlerdir.” Usul-u Fıkıh Dersleri,
s. 35.
[458] Serbestzade Ahmed
Hamdi, İlm-i Kelamdan Akaid-i Adudiyye Şerhi Celal Tercümesi, Trabzon:
Serasi Matbaası, 1311, s. 432; 1 nolu dipnot.
[459] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 162.
[460] Seyyid Bey, irade
meselesindeki örtüşmeyi; “yalnız kaza ve kaderde birleşirler” sözleriyle ifade
etmektedir. İrade, Kaza ve Kader s. 9.
[461] Seyyid Bey, “her millet kendi
mukadderatına hakim olmalıdır” demek; “her millet şu zikr olunan esbab-ı ikbal
ve idbardan her hangisini dilerse kendisi ona tevessül etmelidir demektir”
fikrindedir. Bu kanatın akabinde Seyyid Bey, “Mu’tezile ulemasının “insan kendi
mukadderatını kendi tayin eder” demesi de, bu manaya göredir. Mesele bu nokta-i
nazardan mülahaza edilince bu gibi tabirlerde bir mahzur-u şer’i olmadığı
görülür.” İrade, Kaza ve Kader s. 164.
[462] “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin büyük
âlimlerinden sayılan ve zâhirde Mu’tezilelerle taraftarlıkları sezilmeyen pek
çok kimsenin çoğu esasta Mu’tezilelere muvafakat ettikleri, özellikle de Hanefî
ve Mâturidilerin pek çok kaidelerinin Mu’tezilelerle müttefik oldukları
malumdur.” Rızaeddin bin Fahreddin, “İslâm Dünyasında Mezhebler”, s. 350.
[463] Mustafa Sabri Efendi,
Mevkıfu ’l-Beşer, s. 6.
[464] Seyyid Bey yakınlığı bu çerçeveye
oturtur: “hukuk ve mesuliyet nokta-i nazarından bir hukukçu için ya Mâturîdiyye
fikrini ve yahud Mu’tezile fikrini kabulden başka çare yoktur. Zaten aralarında
pek o kadar büyük fark yoktur.” İrade, Kaza ve Kader s. 175.
[465] Mehmed Vehbi Efendi zamanında
fırka mücadelesi olmadığından bu fikirlere zahip olup da o mezhebe ait
olduğunun farkında olmayan kimselerin bulunduğunu ifade eder. Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 10.
[466] Mustafa Sabri
Efendi, Dînî Müceddidler, s. 125. benzer şekilde bu felsefeleri
Mu’tezileyle irtibatlandıran bir isim de Ahmed Nâim’dir. Ahmed Naim, İlmü
’n-Nefs, s. 447.
[467] Celal Nuri, ortada
Mu’tezile’nin olmadığını söyler. Tarih-i İstikbâl: Mesâil-i Fikriyye, I,
120.
[468] Bunları söyleyen Haşim Nâhid bir
taraftan da Mu’tezile’yi tanımlarken klâsik tasnif biçimini muhafaza eder
görünmektedir : “Bunların birincisine Ehl-i Sünnet vel cemaat, ikincisine Ehl-i
Bid'at ve dalâlet derler Bid'at ve dalâlet ehlî dahi esasen yedi kısma ayrılır:
1- Kaderiyedir, bunları kaderi inkâr ederler ve Cenabı- Hak'kı takdis ve tenzih
etmek için Allah'ın sıfatlarını inkâr etmektedirler: Cenab-ı Hak birdir, vahid,
kadimdir sıfatlar olursa onların da kadim ezelî olması lâzım gelir. Bu ise
çeşitli ezelî varlıkları icab ettirir derler. Cenab-ı Hak'kı Ehlî Sünetten çok
tenzih etmiş olmak için bir vartadan kaçarlar diğer vartaya düşerler. Çünkü
onların zannı gerçek olsa çeşitli ilâhın mevcut olması lâzım gelir, çünkü kul
fiilinin yaratıcısıdır, demekle kula halikıyet isnat etmiş oluyorlar.” Hâşim
Nâhid, Türkiyâ İçin Necât ve İ’tilâ Yolları, s. 88.
[469] Abdullah Cevdet, Asrımızın
Nusûs-u felsefiyyesi: İfade-i Meram, İstanbul: Matbaa-i İctihad, 1913, s.
11-2. Abdullah Cevdet’in Cumhuriyet sonrasında bu fikirleri tamamen değişecek
ve meseleyi Allah’a inkar yolunda kullanacaktır. Değerlendirme için bkz. Ahmet
İshak Demir, Cumhuriyet Dönemi Aydınlarının İslâm ’a Bakışı, İstanbul:
Ensar Neşriyat, 2004, s. 183-5.
[470] Celal Nuri de bu çerçevede ele
alır: “Alemde her ne (iyi) varsa Allah’a isnad olunabilir; çünkü Allah bunları
irade eder. (fena) her ne ise O’nun irâdâtından uzaktır ve irâdât-ı ilâhiye
haricinde ve âmâl-i Rabbâniye’nin muvâcehe-i tenâkuzunda (madde)nin bir
netice-i mukadderesidir!” Tarih-i İstikbâl: Mesâil-i Fikriyye, I, 95.
[471] M. Şemseddin,
“Mu’tezilîn”, SR, X/238, s. 60-62.
[472] Mustafa Sabri Efendi, DînîMüceddidler,
s. 117-8; Hâşim Nâhid: “Ferd bu veçhile düşünmelidir: Ben varım, benim de
hevâssım, idrakim, muhakemem, şahsiyetim, vazâif ve hukukum var. Ben de heyet-i
ictimâiyenin bir ferdi, bir ‘rüknü’yüm. Binâenaleyh başlı başına haiz-i
kudretim. Hakk-ı hayatımı, vazifemi, hukukumu kendi kudretimle muhafaza etmeliyim
ve ederim!” Türkiyâ İçin Necât ve İ’tilâ Yolları, s. 239. Bu manada
ferdi keşfedenin Namık Kemal olduğu ile ilgili değerlendirme için bkz.
Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 412-4.
[473] Celal Nuri, Tarih-i
İstikbâl: Mesâil-i Fikriyye, I, 87.
[474] Mustafa Sabri Efendi,
Dînî Müceddidler, s. 130.
[475] Mustafa Sabri Efendi,
DînîMüceddidler, s. 118.
[476] Filibeli Ahmed Hilmi, Tarih-i
İslâm, II, 451-2. Ahmed Naim Avrupalı filozofların bazısının fikirleriyle
Mu’tezile’yi örtüştürmektedir: “Mu’tezile’ye pey-rev olan bugünkü birçok
felâsifenin efradından... ” Ahmed Naim, İlmü ’n-Nefs, s. 447.
[477] M. Şemseddin, “Mu’tezilîn”, SR,
X/237, s. 41. “Mütefekkirîn-i Mu’tezile usul itibariyle felsefe-i akliye
(rationalisme) tarafdârı ad olunabilirler.” Bu telakki oryantalistlerin teşvik
ettiği bir dilin devamı niteliğindedir. II. Meşrutiye öncesinde kaleme alınmış
bir metinde Mu’tezilenin sistemini rasyonalist kabul eden bir görüş için bkz.
T.J. De Boer, The History of Philosophy in İslâm, Delhi: Cosmo
Publications, 1903, s. 43. Hatta mu’tezile’nin bu yapısını bir tür tabii din
olarak (naturel ve rational religion) tavsif eden De Boer’in Mu’tezile’ye
yüklediği anlam tabii din tartışmalarıyla da mukayeseli düşünüldüğünde modern
dönemle mu’tezile arasında varsayılan uyumun dercesini yukarılara çekmektedir.
s. 49. Bu telakkinin Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde de benimsenmeye başladığı
ile ilgili bkz. Yusuf Hikmet, “Şarkta İnhitat Sebepleri”, Birinci Türk
Tarihi Kongresi, Ankara: Maarif Vekaleti, 1932, s. 499-500.
[478] Yaltkaya
olabileceğinden bahsettiğimiz bu müstearın önemli bir Mu’tezilî alim olan Cahız
olması bu fikriyatı ne kadar çok paylaştığını gösterir. Câhız, “İslâmiyetin
İnhitâtının Bazı Sebebleri”, Bilgi Mecmuası, 3 Kanunievvel 1329, I/2, s.
175.
[479] Filibeli Ahmed Hilmi, Tarih-i
İslâm, II, 452-3. Mu’tezile’nin faydası üzerine: “Î'tizal mezhebi, çok
büyük mütefekkirler yetiştirmiştir. Bu mezheb erbabı İslâm dinine, dolayısıyle,
büyük hizmette bulunmuştur. Zira Ehl-i Sünnet'i usûl ve hikmet cihetiyle
tekâmüle icbar eden âmillerden en mühiminin Mu'tezile olduğunu unutmamalıdır.
Şurası da dikkate şâyândır ki, itiraz eden mezheblerin tenkidleri altında
kaldığı müddetçe Sünnî mezhebler dâima terakki ve tekâmül etmiş ve itirazdan
uzak kaldıktan sonra ise, ilim ve âlimler itibariyle, müessif bir duraklama
devresine girmiştir.”
[480] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 14.
[481] Hoca Kadri Nâsuh, Zulm ve Adl,
s. 97-104. Meselenin bu tarafına dikkat çeken bir çalışma için bkz. Dilek
Korkmaz, Hoca Kadri Nâsıh’ın Hayatı Eserleri ve Görüşleri, İstanbul,
basılmamış y.lisans tezi, 2006, s. 88-92.
[482] İzmirli İsmail Hakkı,
“Müda’âfât-ı Dîniyye”, SR, XI/280, s. 307. Cihad çağrıları etrafında
şekillendirdiği kader anlayışını bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.
Ubeydullah Efgani, Kavm-i Cedid: Kitâbü'l-Mevaiz, s. 42.
[483] Mesela Rıza Tevfik, Tevfik
Fikret’in tavrını irade fikri üzerinden Mu’tezile’yle irtibatlandırmaktadır:
“Merhum, bu bahiste “Mutezilî” idi. “tefelsüf” unvanıyla Rübâb-ı Şikeste’de
münderic manzumesi bu hususta hiç şüphe bırakmıyor. Büyük irâdet sahibi bir
adam olduğuna şuuru hatta gururu vardı. “Nasîb-i ömrüm olan nekbet ü saâdeti
ben kedd-i ihtiyarımla/vücuda getirdim! Benim elimde, benim benliğim de
bâzice!” diyordu. Rıza Tevfik Bölükbaşı, Tevfik Fikret, hz. Abdullah
Uçman, İstanbul: Kitabevi, s. 64.
[484] Baha Tevfik,
“Tenkîd-i Felsefî”, Felsefe Mecmuâsı, s. 55.
[485] Modernist İslâm
Düşünürlerinin selefiliği ile ilgili bkz. Louis Gardet, “Reformizm ve Sosyal
Gelişme”, çev. Adem Efe, Süleyman Demirel İlahiyat Fakültesi Dergisi,
1997, sayı:4, s. 43-4.
[486] Sağlam bir menşe ve değişmez bir
referans olarak selefin mevcudiyeti tartışmadan uzak bir halde tavsif edilmektedir.
“Mezheb-i selef tağayyurdan ma’sûndur” İzmirli İsmail Hakkı, “İslâm’da
Felsefe”, SR, XIV/342, s. 28. Selef kavramı içerisinde Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat’in kendilerini Hz. Peygamber’e bağlama ananelerinin yeni bir şey
olduğunu söylemiyoruz. Modern selefilik bu silsileyi ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat
şeklinde formule edilen dönemle sınırlı görmelerinden kaynaklanmaktadır.
[487] Mesela Kur’an’ın ruhuna dönmeyi
savunan Akseki’nin kendi zamanıve eski mesut devirlerle ilgili yaptığı mukayese
için bkz. Aksekili Ahmed Hamdi, “İslâm’ın Hayât-ı Sâbıkını İâde”, SR,
XI/283, s. 363-4.
[488] Aydınlanma düşüncesiyle karşı
karşıya gelen Hıristiyanlığında benzer bir tavır gösterdiğini görmekteyiz:
“Luther ve Calvin’in öncelikli kaygısı Hıristiyanlığı başlangıç dönemlerinin
hakikati ve saflığı uyarınca ihya etmekti.” Maurice Barbier, Modern Batı
Düşüncesinde Din ve Siyaset, çev. Özkan Gözel, İstanbul: Kaknüs Yayınları,
1999.
[489] Hoca Kadri Nâsuh, Zulm ve Adl,
s. 174. Hoca Kadri, hem ilk dönemlerin iman tariflerinin insanları adalete sevk
etmede ehemmiyetini vurgularken ilk devirdeki İmamların hayatlarını örnek
vererek siyasî muhalefete meşruiyet ve esas bulmaya çalışmaktadır.
[490] İsmail Kara, Türkiye
’de İslâmcılıkDüşüncesi, I, s. 57.
[491] “Zira tarih-i İslâm bilmeyen bir
zât Sünnilik ve Şiilik, Eş’arî ve Mâturîdilik taassubundan kurtulamaz.” Âlimcan
İdrîsî, “Islah-ı Medâris Hakkında”, SM, V/123, s. 310. İzmirli de
meseleyi icbarlar zaviyesinden ele alır: “Bugün altıncı asırda zuhur eden ilm-i
kelâmın yeri yoktur.”, SR, XIV/342, s. 30.
[492] Bu kavramlar etrafında değişim ve
dönüşüm geçiren selefiliğin modern seyri ile ilgili bkz. Mehmet Ali Büyükkara,
“Biz Artık O Sapkınlardan Değiliz”: Selefilerin Selefilerden Teberrileri
Üzerine Değerlendirmeler, İslâmiyât, (2007), X/1, s. 57-76. Hasan Hanefi
bu değişimin merkezine Reşid Rıza’yı yerleştirmektedir. İslâmî Araştırmalar,
s. 15 ve 33-4.
[493] Fazlur Rahman bu
çizgiyi “yeni-Tasavvuf” olarak adlandırmaktadır. İslâm, s. 259.
[494] Hüseyin Kazım Kadri, “Din ve
Mezheb”, Dîni Makaleler, yazma, s. 2. Meselenin ne kadar genel geçer bir
hale büründüğü ile ilgili medreselerin mevcut durumundan şikayet eden bir
medrese talebesinin ağzından yayınlanan mektupta bu istek bariz şekilde ifade
edilir. “İştirâk-i Efkâr”, SR, X/243, s. 146. Said Nursî üç farklı tür
okuma önermektedir. Arzusu ise doğrudan Kur’an’ı okumak yönündedir. Bediüzzaman
Said Nursî, Sünûhat, s. 32-3.
[495] Hilmi Ziya Ülken,
Mukaddime, Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları, Tahir H. Balcıoğlu, Kanaat
Kitabevi, 1940, s. 7.
[496] Bu çerçevede gündeme
gelen telfîk-i mezâhib tartışmları da bu minvalde döner. Hüseyin Kazım Kadri,
fırkalaşma ve hizipçilik aleyhine gördüğü ayetleri zikrettikten sonra şu yorumu
yapar: “vahdet-i islâmiyeyi temin gayesine ma’tuftur ki bu da vahdet-i akîde ve
îmâna mütevakkfıdır. Görülüyor ki akâid-i îmâniyede ihtilafa düşenler vahdet ve
ittihâd-ı Islâm’ın zevâline bâdî olmuşlardır. “Din ve Mezheb”, Dîni
Makaleler, yazma, s. 6.
[497] Macit Fahri, İslâm
Felsefesi Kelâmı ve Tasavvufuna Kısa Bir Giriş, çev. Şahin Filiz, İstanbul:
İnsan Yayınları, 1999, “Kelama olduğu kadar felsefeye hücumunda da oldukça
sertti ve ısrarla selef-i sâlihinin yoluna dönülmesi gerektiğini vurguladı. Bu
çağrı, günümüze dek, İslâm topraklarında bütün reformist ve fundemantalist diye
bilinen sloganın oluşumuna kaynaklık etti.” s. 138. Henry Corbin, İslâm
Felsefesi Tarihi, çev. Ahmet Arslan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000,
II/56. İbn Teymiyye tenkidi sayılabilecek bir değerlendirmeyi Şeyh Saffet
yapmaktadır: “İbn Teymiyye ipiyle kuyuya inilecek zevattan değildir”, Şeyh
Saffet, Tasavvufun Zaferleri, İstanbul: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, 1343,
s. 45.
[498] Fatih M. Şeker, Osmanlılar
ve Vehhâbilik: Hüseyin Kazım Kadri’nin Vehhâbilik Risalesi, İstanbul:
Dergah Yayınları, 2007, s. 114.
[499] Mesela Ahmed Hamdi
Akseki’nin İslâm adlı eserini yazarken kullandığı kaynaklar arasında;
İbn Teymiyye, İbn Kayyım, Abduh, Reşid Rıza, Ferid Vecdi’nin eserlerinin
yoğunlukta olduğu göze çarpmaktadır. Bu ilginin diğer coğrafyalarda daha baskın
olduğunu da ifade etmiş olalım. Ayrıca İzmirli’nin Reşit Rıza’dan yaptığı
çeviriye yazdığı takrizde Akseki’nin başarısını İbn Teymiye ve İbnu’l-Cevzi’yi
genç yaşta okuyor olmasıyla izah etmesi tesadüf değildir. Muhammed Reşid Rıza, Mezâhibin
Telfîki ve İslâmın Bir Noktaya Cem'i, trc. Ahmed Hamdi Akseki, İstanbul:
Matbaa-i Amidi, 1914. Ayrıca bkz. İlm-i Kelamdan Akaid-i Adudiyye Şerhi
Celal Tercümesinde İbn Teymiyye’yi öven Mercâni için Serbestzâde’nin
itirazı; s. 98-9. Rızaeddin bin Fahreddin, “İslâm Dünyasında Mezhebler”, s.
334. mensub olduğu anane itibariyle İbn Teymiye’ye mesafeli olması gereken
Filibeli Ahmed Hilmi İbn Teymiye için; “Ehl-i Sünnet rüesâ-yı müctehidîninden
meşhûr İbn Teymiye gibi bir takım ulemâ-yı akâid ...” Huzur-u Akl ve Fende
Mâddiyyûn Meslek-i Dalâleti, Darü'l-Hilâfe: Hikmet Matbaa-i İslâmiyesi,
1332h, s. 15.
[500] İzmirli İsmail Hakkı, Muhassalu’l-Kelâm
ve’l-Hikme, s. 73-4. Bu meselerden şikayetçi ve İslâm dünyasının geri
kalmasını bu meselelere dalınmasında gören Musa Carullah’ın değerlendirmeleri
için bkz. Cârullah, “Medeniyet Dünyası Terakki Etmiş iken İslâmiyet Âlemi Niçin
İndi?”, İslâm Dünyası, 6 Rabiulâhir 331, sayı:1, s. 5-6.
[501] Fakat meseleleri ele alırken
Vehhâbiliğin de yaptığı şeyin bir tür dinin sadeleştirilmesi ve safi hale
getirilmesi ile ilgili bir ameliye olduğu ve bu tavrın Luther’in
Hıristiyanlıkta yaptığına duyulan bir özenti olduğunun farkında olan yok
gibidir. Bu tarz bir değerlendirme için bkz. İbnü’r-Râmi, “inkar ve Medeniyet”,
Ceride-i Sûfiye, no.53, s. 53. Vehhâbiliğin Osmanlı’da telakki tarzı ile
ilgili bkz. Fatih M. Şeker, Osmanlılar ve Vehhâbilik, s. 133 vd.
[502] İzmirli İsmail Hakkı, Usul-u Fıkıh
Dersleri, Dersaadet: Matbaa-i Hukûkiye, 1329, s. 4. İzmirli’nin problem
için tercih ettiği bidat kavramının selefi literatürdeki ehemmiyetine
dikkat edilmelidir. Bu telakkiye sahip isimlerden biri olarak İzmirli İsmail
Hakkı’yı zikredebiliriz: “Asr-ı evvel-i hicrinin nihayetlerine doğru bid’at-ı
itikâdiye-yi ilmiye başladı, bu da kader bid’ati idi.” Kader meselesini ilk
ayrılık sebebi olarak gören ve bütün İslâm tarihindeki mezheplerin zuhurunu
bununla irtibatlandıran bir değerlendirme için bkz. Fatma Aliye, Terâcim-i
Ahvâl-i Felâsife, s. 79. Hüseyin Kazım Kadri, “Din ve Mezheb”, Dîni
Makaleler, yazma, s. 6.
[503] Tasavvufa yöneltilen tenkitlerin
insanî ve içtimaî hayatta neleri yerlerinden ettiğinin farkında olan bir çok
İslâmcı tasavvuf kurumu etrafında insanı şekillendiren manevi derinliğe
uzanacak imkanı aramaktadırlar. Tasavvufî neşveye sahip olanların gerek felsefi
tasavvufa gerekse tasavvufî geleneğin ilk devirlerine yaptıkları sahihlik
vurguları buna müstenittir. Tasavvufa mesafeli duran İslâmcıların tevhid
tarifleri içerisinde ve selef itikadına dair yaptıkları izahlarda bu tasavvufî
neşvenin izleri görülür. Misal olarak bkz. İzmirli İsmail Hakkı, “Islâm’da
Felsefe”, SR, XIV/352, s. 107.
[504] Muhammed Abduh,
“Hıristiyanlık ve Müslümanlık” çev. Mehmet Akif, SM, II/51, s. 391-2.
[505] M. Şemseddin; “İslâmiyeti daha
iyi telakki etmiş olan ilk asır ricalinin fiil ve halleri hakkında tedkikattâ
bulunulacak olursa buna benzer pek çok hakikatlere muttali olmak mümkün olur.
Az çok bir araştırma, az çok bir tefekkürle anlaşılabilecek birçok meseleleri
zanlar perdesinin arkasına atarak kendileriyle beraber bütün İslâm milletini de
içinden çıkılmaz bir ağa tıkanların idraksizliği yüzünden, yazık ki, bütün
Islâm ümmeti yandı gitti!..” Zulmetten Nûra, s. 333.
[506] “Selefıyye...ef’al
hususunda irade-i âmme-i ef’al-i bâriyi nefyeden Kaderiyye ile irade ve
kudret-i abdi nefyeden Cebriyye arasında..” İzmirli İsmail Hakkı, “İslâm’da
Felsefe”, SR, XIV/341, s. 20.
[507] Bekir Topaloğlu, şifahî olarak
Celal Hoca’dan nakleder: “Merhum Celal Hoca’mız da (Celaleddin Öktem)
kendisinin ve üstadı İzmirli İsmail Hakkı’nın selef akidesini benimsediklerini
ifade ederdi.” Kelam İlmine Giriş, İstanbul: Damla Yay. 2.b. 1985, s.
117. Bunun mahsurlarının farkında olan İzmirli kaleme aldığı metinde; “İbn
Teymiyye’nin şiddetli taraftarı olmadığım gibi Gazzali’nin de şiddetli
taraftarı değilim. Hanbelî değilim” demiştir. İzmirli İsmail Hakkı, Mustasvife
Sözleri mi? Tasavvufun Sözleri mi? Hakkın Zaferleri, İstanbul: Evkaf-ı
İslâmiyye Matbaası, 1341, s. 6-7.
[508] Mesela; İzmirli
İsmail Hakkı, Mustasvife Sözleri mi? Tasavvufun Sözleri mi? Hakkın
Zaferleri, s. 6-8.
[509] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, I, 98.
[510] İzmirli İsmail Hakkı, Usul-u
Fıkıh Dersleri, Dersaadet: Matbaa-i Hukukiye, 1329, s. 10. Ehl-i Sünneti
ikiye ayırıp irade meselesinde söz söylemekten imtina eden bir tavrı öven ve
sahiplenen ilk dönem için Ehl-i Sünnetin aslı kabul etme telakkisi üzerine bu
çizgiyi devam ettirenlerin selefi olması selefilerin kendilerini nasıl
dönüştürdüklerini gösterir. Örnek olarak bkz. Rızaeddin bin Fahreddin, “İslâm
Dünyasında Mezhebler”, s. 334.
[511] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
îlm-i Kelam, I, 105. İzmirli’nin İbn Teymiyye’ye olan ilgisi Şeyh Safvet
ile girdiği tartışmada da kendini gösterir. Bkz. İzmirli İsmail Hakkı, Mustasavvife
Sözleri mi? Tasavvufun Zaferleri mi? :Hakkın Zaferleri, s. 70-5.
[512] Aksekili Ahmed Hamdi,
“Akaid-i İslâmiye”, SR, X/247, s. 214; Akseki’nin eserlerini kaleme
alırken ciddi şekilde selefi çizgiye ve İbn teymiye’ye ilgili olduğunu ifade
edelim.
[513] Şeyh Muhsîn-i Fâni,
“Yen-i İlm-i Kelam Hakkında”, SR, XXII/549-50, s. 30-2.
[514] Yusuf Ziya Yörükan muhtemelen
yaşadığı devrin şartları mucibince bu çabaları yargılamaktadır: “Şeyh Muhammed
Abduh, İsmail Hakkı İzmirli ve Musa Carullah gibi mütefekkirler, yeni ilm-i
kelam fikriyle ortaya çıktılar. Ancak bu bilginler tarafından yapılan hamle,
kuvvetli bir iz bırakmamıştır. Çünkü yenilik isimde kalmış, ruha işlememiştir.
Mısır’da yapılan İtizâl’e dömüş gibi bir şeydi; İstanbul’da ise İbn
Teymiyyecilik yoluna gidilmek istendi...” , İslâm Dini Târihi, s. 19.
[515] İzmirli İsmail Hakkı,
“Efâl-i ilâhiyye Cenâb-ı Hak ile kâimdir. Emr-i i'tibârî değil, emr-i
hakikidir, hepsinin birer hakikatları vardır. Nitekim mezheb-i Selef böyledir.”
Yeni İlm-i Kelam, II, 164
[516] Ömer Adil, “Din-i İslâm Saadet-i
Beşeriyyeye Kâfildir” Mevaiz-i Diniyye, İstanbul, 1328, s. 10. Yine İlk
Müslümanların ve onların cihad anlayışından söz eden Daru’l-Muallimîn Müdürü
Hakkı; “kazâ-i Bâriye razı olurlar idi. Mukadderât-ı ilahiyeye karşı
kerden-dade-i itaat ederler...” Hakkı, “Sadr-ı İslâm’a Bir Nazar”, SM,
I/10, s. 153.
[517] Ziyâeddin Ezherî, Tabîi
’yyyun Da ’va ve Gayeleri, s. 77.
[518] Hüseyin Kazım Kadri, Yirminci
Asırda İslâmiyet, s. 32-3.
[519] Hüseyin Kazım Kadri, Yirminci
Asırda İslâmiyet, s. 49. Kelam ilminin bu problemleri ortaya çıkardığı ile
ilgili bir kanaat için bkz. Hâşim Nâhid, Türkiyâ İçin Necât ve İ’tila
Yolları, s. 34.
[520] Filibeli Ahmed Hilmi, Üss-i
İslâm, s. 69-71. “İslâmîn devr-i intişâr ve kemâlatı, fikr-i cebrin merfu’
ve fikr-i sa’y ve vazifenin makbul olduğu zamanlardır. Nasıl olmasın ki din-i
Islâm’ın nebisi bile mesul ve muâtib tutulmuş ve mazhar-ı hitâb ‘vestakim kemâ
umirte’ olmuştur. Kezâ islâm’ın inhitât, sefahat ve sefalet devreleri, cebr-i
keyfînin bir şekl-i müfritte akîde-i havâs ve avâm olduğu sıralardır.” Allah
’ı İnkâr Mümkün müdür? s. 75.
[521] Misal olarak Yirminci
Asırda İslâmiyet, Hak ve Hakikat, İstikbale Doğru isimli doğrudan İslâm’la
alakalı eserlerinde bu metod barizdir. Hürriyetle ilgili olarak bkz. Yirminci
Asırda İslâmiyet, s. 205-215.
[522] İzmirli İsmail Hakkı,
Muhassalu ’l-Kelam ve ’l-Hikme, s. 49 vd.
[523] İzmirli’nin yayınlandığı dönem
etrafında gürültü koparan kavm-i Cedid’çi Ubeydullah Efgâni’nin sadece Kur’an
ve Sünnet’ten başka bir şey tanımayan ve kendisinin yazdığı da şaibeli olan
eserle ilgili Efgani’yle Sırat-ı Müstakim dergisinin yazıhanesinde
gerçekleşen münakaşada metodolojiden uzaklaşmadığı görülmektedir.
[524] M. Şemsettin, Zulmetten Nûra,
s. 337-41; “Kader akîdesi Müslümanların ilerleme sahasında geri kalmalarını
değil, her gün daha sağlam bir adım ile, tekâmül gayesine koşmalarını netice
verecekti. Ne çare ki, dinî akîde Kur'ân ve sahih hadislerden çıkarılacağına
kim oldukları belirsiz adamların ortaya atmış oldukları hurafe mecmualarından
alınmakta, bu suretle mağz-ı hikmet olan bir fıtrat dini, akıl ve fen erbabının
idrâk havsalasına sığamayacak acaip bir şekle sokulmaktadır.” s. 341.
[525] Mesela bkz. Seyyid
Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 24-5.
[526] Mesela Yusuf Ziya
Yörükan çok sonraları kaleme aldığı bir eserde meseleyi sadece ayet ve
hadislerden ibaret olarak izah etmeye kalkışmıştır. Kur’an-ı Kerimden
Ayetler: İslâm Esasları, s. 18-9.
[527] Yoğun şekilde
kullanılan hadisleri bir arada görmek için bkz. Milaslı Durmuşzâde Hafız Mehmed
Sadık, Mevâiz-i Diniyye ve Fevâid-i İslâmiye Mecmuâsı, s. 57-73.
[528] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, I, 106.
[529] İzmirli İsmail
Hakkı, Muhassalu’l-Kelam ve’l-Hikme, “Mâturîdiyye, Eş’arîden ziyade
Selefiyye’ye yakındır.” s. 94
[530] Arapgirli Hüseyin Avni, İlm-i
Kelam, s. 71. “Gelelim Mâturîdîye'ye; Îmam Ebû Mansur Mâturîdî Hazretleri
Mavera'un-nehir'de bulunub fırak-ı dâlleden uzak olduğundan mubahasat-ı
kelâmiye ile o kadar iştigale ihtiyacı olmadığına binaen eser-i selefe iktifa
iderek sahabe ve tabiinden beri müselselen vârid olan mezheb-i selefi ve usûl-ü
akâid-i ehli sünneti mücerret tâlim ve takrir ile iktifa itmiş ve ilm-i kelâma
Ebû'l-Hasan el-Eş'arî kadar dalmamış idi.” Ayrıca bkz. Yusuf Ziya, İslâm
Akaid Sisteminde Gelişmeler: İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam Ebu Mansur-i
Mâturîdî, s. 172.
[531] İzmirli İsmail Hakkı,
“İslâm’da Felsefe”, SR, XIV/341, s. 20
[532] “Mâturîdî bunlardan
kamilen akla istinat etmiştir. Onun verdiği hükümler tamamen aklın kabul ve
teemmül ettiği şeylerdir. Bu böyle olmakla beraber o, selef esaslarına daha
ziyade sadık kalmıştır.” Yusuf Ziya Yörükan, İslâm Dini ve Mezhepleri Tarihi
2: İslâm Akaid Sisteminde Gelişmeler: İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam Ebu
Mansur-i Mâturîdî, hz. Turhan Yörükan, İstanbul: Ötüken, 2006, s. 172
[533] Başlıkta bile aklın konumunu
selefi bir şekilde tahdid eden M. Şerafeddin Mu’tezile ve Eş’arîlerin fikirlerinin
kur’an’dan değil Yunan felsefesinden alındığını ifade ederek kendini selefi bir
çizgiye yerleştirmektedir. M. Şerafeddin, “Din Aklî Değil Mâkuldur”, İslâm
Mecmuası, III/28, s. 653.
[534] Hoca Kadri Nâsuh, Zulm
ve Adl, s. 99.
[535] Hüseyin Kazım Kadri, Hak
ve Hakikat, İstanbul, 1288, s. 3.
[536] Musa Carullah
Bigiyef, Türkiye İçin Necât ve İ’tilâ Yolları, içinde s. 35
[537] Rızaeddin bin
Fahreddin, “İmam İbn Teymiyye” İslâm Mecmuası, I/6, s. 166-9; “İbn
Teymiyye” I/8, s. 230-3.
[538] Hüseyin Kazım Kadri, Yirminci
Asırda İslâmiyet, s. 163. Aynı ifadeleri bir başka selefide görmekteyiz:
“Ehl-i Sünnet mezhebine intisâb edecekler için Kur’an-ı kerim’den yedi-sekiz
ayeti güzelce bilmek kâfidir. Kelam kitaplarıyla ömür geçirmeye, Eş’arî veya
Mâturîdî olmaya gerek yoktur.” Rızaeddin bin Fahreddin, “İslâm Dünyasında
Mezhebler”, s. 340.
[539] Kendi ilmi gelenek
içerisinde bir eser kaleme alan İzmirli’nin ilm-i kelam ilm-i tevhid arasında
yaptığı ayrım tam da bu paralele yerleştirilebilecek hususlar barındırır. SR,
XIV/342, s. 30.
[540] Celal Nuri, kelâma bakışını
Cârullah’a dayandırmaktadır: “Kelam, hâl-i hâzırada, Hıristiyan teolojisi gibi
bir şeydir ve bi’t-tab’ Musa Bigiyef’in dediği gibi vâhî birtakım sözlerden
ibarettir.” Tarih-i İstikbâl: Mesâil-i Fikriyye, I, 85.
[541] Vadet-i vücut
fikrinin teklifi ortadan kaldırdığıyla ilgili bkz. İzmirli, Yeni İlm-i
Kelam, II, 193-4.
[542] Bu ahlâkî eksiklik fikri için
tenkitler yönelten Fazlur Rahman İbn Arabî takipçilerinin sufizm kisvesine
bürünerek ahlâkîliği ortadan kaldıran salt bir felsefeye dönüşmekle
suçlamaktadır. Fazlur Rahman, s. 122-3.
[543] İzah için bkz. Ahmed
Şemseddin Edirnevî Rûmî Kadızade, Ferâidü’l-Fevâid fi Beyâni’l-Akâid, Kostantiniye:
Dârü’t-Tıbaati’l-Amire, 1223, s. 316-7.
[544] Vehhâbiliğin
Osmanlı’ya karşı girişilmiş bir hareket olması ve bu hareketin gerek zuhurunda
gerekse de Cevdet Paşa eliyle kuvvetle zemmedilmesi Vehhâbiliğin alenî ve
pratik bir ilgiye kavuşma ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Fatih M. Şeker, Osmanlılar
ve Vehhâbilik, s. 133-4.
[545] “İrade Hürriyeti” modern bir tabir
olup Kelam Literatürü içerisinde tedavülde olan bir terkip değildir. Ele
aldığımız dönem içerisinde Seyyid Bey’in ‘iradenin hürriyeti’, Ahmed Nâim’in
“hürriyet-i ihtiyâr” (Ahmed Naim, İlmü’n-Nefs, s. 424), İsmail Fennî’nin
de ‘hürriyet-i irade’ şeklinde (Lügatçe-i Felsefe, 182) kullanımı söz
konusudur. Bu kullanım özellikle Necati Öner, Saim Yeprem ve Sait
Yazıcıoğlu’nun mevzu ile ilgili çalışmalarından sonra kavramsallaşmıştır.
[546] Hz. Ömer’in veba
hadisesi ve tevekkül kavramı ile ilgili yorumları modernleşme döneminde insan
iradesine vurgu yapan herkesin tercih ettiği örneklerdir.
[547] İslâm’da “üzerinde kelamî
tartışmaların yapıldığı ilk mücerred meselenin irade hürriyeti ve kader
olduğunda” ittifak vardır. Macit Fahri, İslâm Felsefesi Tarihi, çev.
Kasım Turan, İstanbul: Ayışığı Kitapları, 1998, s. 61.
[548] Macit Fahri, İslâm Felsefesi
Kelâmı ve Tasavvufuna Kısa Bir Giriş, s. 30. Meselenin siyasî tavırlarla
ilişkisine dair yapılan değerlendirmeler için bkz. Mustafa Sait Yazıcıoğlu, Mâtürîdî
ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, Ankara: Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi, 1982, s. 5.
[549] Mürcie’nin çıkışını
Emevviler karşısındaki güçsüzlükten neşet etmiş bir tavır olarak
yorumlamaktadır. Fazlur Rahman, İslâm, s. 107.
[550] T. J. de Boer, İslâmda Felsefe
Tarihi, s. 31-2. Eseri tercüme eden Kutluay, bu iddiayı tenkit eden bir
dipnot kaleme almıştır. S. 32-3. Watt, Teşekkül Devri, s. 103. Şemseddin
Günaltay ise Keldâniyye ve Mecûsilere dayandırmaktadır. M. Şemseddin, Mâziden
Âtiye, Dersaâdet: Kanaat Matbaası, 1339, s. 138. Fazlur Rahman bu tesirleri
Stoacılara bağlamaktadır. İslâm, s. 111.
[551] Helmer Ringgren, İslâm
Kaderciliği, s. 17. Bu fikre cevap olarak Şemseddin Günaltay,
“Mütefekkirîn- i İslâmiye arasında ilk defa kurcalanan meselenin kaza, kader ve
irade-i cüz’iyye gibi mebâhis-i dakîka olduğu anlaşılır. Bu devrin mütefekkir
dimağları üzerinde felsefe-i Yunâniyenin hiçbir tesiri olmamıştır.”,
“Mu’tezilîn”, SR, X/236, s. 19.
[552] İnhitat başlangıcı
olarak gördüğü bu dönem için Ahmed Sami, “kadercilik mezhebini” de bu
bozulmanın neticesi görmektedir. Ahmed Sami, Hulâsatü ’l-Kelâm fı Meâsiri
’l-İslâm, s. 30.
[553] İslam düşüncesinde
irade, kaza ve kaderle ilgili meseleleri bir arada görmek için bkz. Ömer Aydın,
Kur’ân Işığında Kader ve Özgürlük, İstanbul: Beyan Yayınları 1998.
Halife Keskin, İslam Düşüncesinde Kader ve Kaza, İstanbul: Beyan
Yayınları, 1997, s. 27-57.
[554] Dönemde bu vurguyu
güçlü şekilde yapan bazı metinler için bkz. Abdullah Şevket b. Mahmud Hamdi, Necâtü’l-Mükellefm,
s. 64. M. Ali Aynî, Eş’arî bir muhtevada Allah’ın fiilleri yaratıcılığını
savunmaktadır. Dönemde Allah’ın yaratıcılığını ifade etmeyen yoktur ama vurgu
açısından Aynî ehemmiyetli bir yerde durmaktadır. Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm
İmam Gazzâlî, s. 80.
[555] Bu sıfatların irade
meselesiyle ilişkisine dair bkz. Mehmed Rüşdi, Hallü ’l-İşkâl fi Mebâhisi
’l-Cüz ’i ’l- İhtiyâr, s. 14. Ahmed Naim, İlmü ’n-Nefs, s. 446.
Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 172.
[556] II. Meşrutiyet öncesinde kaleme
alınmış bir risalede mesele şu şekilde ilişkilendirilmiştir: “Kader kazâya,
kazâ irâdete, irâdet kudrete, kudret meşîete, meşîet ilm-i Hudâya nâzırdır.”
Hasan Tevfik Efendi, Ravza-i Muhâvere, s. 27. Modernist İslâm Düşüncesinin
de bir esas olarak vurguladığı bu hususun giderek zayıfladığı görülebilir. İlk
devrelerinde kuvvetli bir vurgu için bkz. Cemaleddin Efgani, er-Red Ale
’d-Dehriyyûn, Mısır, s. 70.
[557] Mesela sıfatların
Allah merkezli okunmasının derece kaybına uğradığını görüyoruz. Ta’zîm merkezli
bir dilin her ne kadar Kelâm kitaplarında ve dönemde kaleme alınan risaleler
çerçevesinde meseleye girilirken ifade edilse de bu dilin artık geride kalmaya
başladığını görüyoruz. Kelâm metinlerinin dışında içtimâî-ahlâkî saiklerle
kaleme alınan eserlerde ise bu dilin uğradığı değişim artmaktadır.
[558] Manastırlı İsmail
Hakkı, Telhîsü'l-Kelam fi Berâhin-i Akaidi'l-İslâm, İstanbul: Mahmud Bey
Matbaası, 1322, s. 95. Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam, s. 245.
Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 175. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelam, II, 201. Elmalılı Muhammed Hamdi, “Tevbe”, Cerîde-i İlmiye,
sayı: 41, 1337, s. 1210. Hacı Reşid Paşa, Dîn-i Mübîn-i İslâm, I, 126-7.
Benzer itirazlara aynı istidlal biçimiyle cevap veren satırlar için bkz. Ferid,
Dînî, Felsefî Musâhabeler, s. 139. Muhammed Haşim, Zübdetu
Akaidi'l-İslâmiyye, s. 76. Ayrıca meselenin sonraki dönemde de değişmeyen
şekli ile ilgili bkz. Ismail Fennî Ertuğrul, Büyük Mevzular, y.y., 1934,
s. 63. Âyân-ı Sâbite üzerinden cevaplayan bir yazı için bkz. Ali Fuad, “Vücûd”,
Ceride-i Sûfiye, No:56, s. 87.
[559] Babanzade Ahmed Naim klasik ananeye bağlı olarak şöyle
başlar: “Levh ile kalem-i âlâyı icad etti. Yevm-i haşre kadar mahlukâtında ne
olacaksa kâffesini ilm-i sâbık-ı ezeliyesine, irade-i fa’ale-i sübhaniyyesine
muvafık olarak terkîm ve tesbit eyledi.” “İlm-i Tevhidin Tarifi, Sûret-i
Tedvîni, Gâyeti” SM, I/5, s. 75. Aynı şekilde bkz. Muhammed Mekkî b.
Azûz, el-Akidetü’l-İslâmiyye, trc. Rıfat Efendi, İstanbul, 1328, s. 11.
Mehmed Fehmi, Hikmet-i Hukûk-i İslâmiye, s. 37.
[560] Teklif meselesi üzerinden fıkhî
bir mesele olarak konunun incelenişi için bkz. Büyük Haydar Efendi, Usûl-i
Fıkıh Dersleri, s. 111-2. Ehl-i Sünnetin bu meseleyi irade-i cüziye
üzerinden çözdüğü ile ilgili bir izah için bkz. İsmail Fennî, “Fatalisme”, Lugatçe-i
Felsefe, s. 271. Ayrıca bilginin ihticaca imkan vermediği ile ilgili bkz.
Ali Seydî, Ahlâk-ı Dînî, s. 157. Abdurrahman Sami’ye göre İlim malumda
müessir olmayıp kuvvete müessir olmakla mahiyeti gayr-ı meçhul olsa bile cebr
yoktur. Miyarü ’l- Evliya, s. 15. Mehmed Vehbi, Akâid-i Hayriyye
Tercümesi, s. 29.
[561] Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i
Cevdet, III, 94. Abidin Paşa şeytanla Hz. Adem’in günah işlemeleri
karşısında tavırlarından hareketle kaderle ihticac edilemeyeceği fikrini
işlemektedir. Abidin Paşa, Tercüme ve Şerh-i Mesnevî-i Şerif, I, 388.
Hüseyin el-Cisr’e göre öncesinde mümkün olmayan bu isnâd vukuundan sonra da
mümkün değildir. Savâbu’l-Kelâm fi Akâidi’l-İslâm, s. 242-3. Manastırlı
İsmail Hakkı, Telhîsü’l-Kelam, s. 95. Dönemde derlenen bir ilmihalde de
aynı hassasiyete vurgu yapılmaktadır. “Cenâb-ı Hakkın ezelde bizim için takdir
ettiği şeyleri biz bilmediğimizden kadere bahane bularak günah işlemekten ve
kaderimde var ise kaşığımda çıkar diyerek tenbellikden vaz geçmeliyiz.”
İbnü'l-Fâni Zeynelâbidîn, Müslümanlık, s. 15.
[562] Mesela Rüşdiyelerde
okutulmak için kaleme alınmış bir ders kitabında bu tavır daha nettir. Ahmed
Cûdî, Yeni İlm-i Hâl: AkâidDersleri, s. 25. Ayrıca bkz. Ali Seydî, Ahlâk-ı
Dînî, s. 157.
[563] Ahmed Naim, dönem itibariyle mühim
bir istidlal şekli olan hikmeti her şeyin merkezine yerleştirir: “Ehl-i Sünnet
Hak Teâlâ’nın hiçbir iradesi hikmetden hâli değildir ve olmaz derler.” İlmü’n-Nefs,
s. 449. Aksekili de aynı kanaattedir: “Evet fa’âli limâ yüriddir. Fakat her işi
hikmete müstenid, iradesi hayra masruftur.” Ahmed Hamdi, Dini Dersler,
2.b, 1339/1341, s. 40.
[564] Kısmî olarak geri adım atma olarak
görülebilecek bu ifadeler icbarın derecesini göstermesi açısından Mustafa Sabri
Efendi’nin şu satırları dikkate değer: “Cenabı hakkın bir şeyi vukuu'dan öne
meydana geleceği şekilde bilmesi ve o bilgi üzerine takdir ve irade buyurması
kulları hareketlerinde cebire sokmaz. Çünkü ilâhî ilimde kulların kendi ihtiyar
ve iradeleri de mevcut olduğundan, bu bilmek ve bu takdir etmek kulların
arzularına zıd ve onlara musallat olmuş bir halde değildir. Belki Cenab-ı
Hak'kın bu ezelî ilmi vak’alar üzerinde müsbet veya menfi bir tesir yapmamak
üzere sadece onlara meydana gelecekleri veçhile taallûk eder. Zaten ilim
ilim olmak hassiyetiyle taallûk ettiği şeyde yalnız inkişaf husule getirir. Ve
başka suretle tesir yapmak şânından değildir ki, bundan dolayı kulun fiillerine
cebir musallat olsun.” Dînî Müceddidler, s. 129. Doğrudan insan fiilini
vukuundan önce Allah’ın bilmesinin o fiil için cebr manasına gelip gelmediği,
medrese çevrelerince çıkarılan İ’tisam dergisine gönderilen bir soru ve
buna verilen cevapta ele alınır. İ’tisam, 19 Cemaziyulevvel 1337, no.13,
s. 10.
[565] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelam, II, 201. Elmalılı şöyle izah eder: “Ve ibadın kesb ve
ihtiyarlarıyla vücûd bulacak hudâ ve dalâlları kesb ve ihtiyarlarıyla vücûd
bulacağı ezelde ma'lûm ve mukadder olduğu gibi, ilim kaza ve kader-i ilâhîde
tahalluf olamadığından, lâyezâlda dahi huda ve dalâlları kesb ve ihtiyarlarıyla
vücûd bulduğundan, ibadın huda ve dalâllarında asla mecburiyetleri olmaz.”;
Elmalılı Muhammed Hamdi, “Tevbe”, Cerîde-i İlmiye, sayı: 41, 1337 s.
1210.
[566] Hâşim Nâhid, bu tavrı
tenkit eder: “Müminler içinde Türk - Osmanlı Milletinin şahsî kıymetini işte bu
inancına göre tetkik edelim: İnsan Cenabı Hakk’ın mahlûkudur. Hayrı ve şerri de
Allah yaratmaktadır. İnsan bunlardan birini yapmakta ilâhi takdirlere tâbidir.
Takdir ne yolda ise insan da onu yapar: Allah hidayet verirse kul hayrı,
vermezse şerri işler. Şimdi, hayır ve şer, kaza ve kader cüz'î ihtiyar gibi
İslâmiyet’in ebedî meselelerini burada münakaşa edecek değilim. Yalnız şunu
söylemek istiyorum ki, İslâm’ın şimdiki inancına göre insanın hayat sahasında
kıymeti, işte bu vecihle bir mutlak acizlikten ibarettir.” Türkiya için
Necat ve I’tila Yolları, s. 91.
[567] Mesela bu vurgu için
bkz. Şirvanlı İbrahim Nâtıkî, Risale-i Akâidi'l-Islâm, s. 36. Abdullah
Şevket b. Mahmud Hamdi, Necâtü’l-Mükellefm, s. 65.
[568] Kelâmî çerçevenin dışına çıkmayı
ve birçok problemi ele almayı gerektiren bu tavıra karşı ulema gerek klâsik
istidlallere gerek yeni şartlar mucibince cevaplara başvurarak hem meselenin
halline çalışmakta hem de bu problemi ulema hiyerarşisinin dışındaki isimlerle
tartışmak zorunda kalmaktadır. Mustafa Sabri Efendi, Dînî Müceddidler,
s. 129-30. Mesele genel olarak bu muhtevada savunulmuştur. İzmirli İsmail
Hakkı, Yeni Ilm-i Kelam, II, 203. Benzer şekilde bir ders kitabında da
mesele bu zaviyeden halledilir: Ahmed Cûdî, Yeni Ilm-i Hâl: Akâid Dersleri,
s. 26.
[569] Arapgirli Hüseyin Avni, Ilm-i
Kelam, s. 75. Ahmed Naim, “fi‘ilullah olan kudret ise abdin sıfatır” der. Ilmü
’n-Nefs, s. 446. Bunu izah etme arzusu güdenler Allah’ın esbâb ve makâdirin
de yaratıcısı olmasını delil göstererek keyfiliğin olmadığını isbata
çalışırlar. Bkz. Aksekili Ahmed Hamdi, Dînî Dersler, Birinci Kitab:
Zarûriyyât-ı Dîniyye, s. 279.
[570] Mustafa Sabri Efendi,
Dînî Müceddidler, s. 128-9
[571] Bu durumu şu şekilde izah eder:
“Abdin efâl-i ihtiyariyesini irâde ve icad içün yine abdin irâde-i cüziyesini
şart ve sebeb kılmışdır. Kul bir fiili kendi ihtiyarıyla işleyeceği veya terk
edeceğini Cenâb-ı Hak bilir. Ve binâenaleyh ânı halk ve irâde ider. Fiilin
vücûb ve imtinaının ihtiyara münâfi olduğu da müsellem değildir. Bi'1-ihtiyar
fiil veya terkin vücûbu ihtiyarı muhakkak ve müsbitdir. İhtiyara münâfi olan
vücûb ise, bilâ-ihtiyar olan vücûbdur. Binâenaleyh failden bi'1-ihtiyar sâdır
olan eserin bi'1- ihtiyar vâcib olması caizdir. Nasıl ki Cenâb-ı Hakk'ın ilim
ve irâdesi bir fiilin ya vücûduna taalluk itmesiyle o fiilin suduru vâcib veya
ademine taalluk etmesiyle o fiilin zuhura mümteni olması, fâil-i muhtar
olmasına münâfi olmayub belki ihtiyarını muhakkak ve müsbitdir.” Arapgirli
Hüseyin Avni, İlmi Kelam, s. 66.
[572]İzmirli İsmail Hakkı, el-Cevabü's-Sedid fi Beyâni Dini't-Tevhid,
Ankara: Tedkikat ve Te'lifat-ı İslâmiye, 1920, s. 51.
[573] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 158.
[574] Sırrı Girîdî, İlm,
maluma tâbi’ ve irade-i külliye-i ilâhiye irade-i cüz’iye-i ihtiyâriye
nâzırdır” Nakdü'l- Kelam fi Akâidi'l-İslâm, s. 213.
[575] Seyyid Bey için
peygamberlik sona erdiğinden bu işleyişi bozacak herhangi bir vaziyet söz
konusu değildir. Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader s. 160.
[576] Seyyid Bey, İrade, Kaza ve
Kader s. 161. Bu tavır genel olarak insan sorumluluğunun aklî izahıdır.
genel kabule uygun olan bu izahın icbar manasına anlamama konusunda ehl-i
sünnet hemfikirdir. Klâsik manaya uygun bir izah olarak insanların sapması ile
ilgili olarak bkz. Abidin, Meâli-i İslâmiye, s. 9.
[577] Manastırlı İsmail
Hakkı, Telhîsü'l-Kelam, s. 95. Arapgirli Hüseyin Avni, İlm-i Kelam,
s. 72-5.
[578]Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam, s. 241. Benzer izahları bir
ahlâk metninde de görmekteyiz: Babanzade Ahmed Naim, Ahlâk-ı İslâmiye
Esasları, s. 30.
[579] Manastırlı
tevhid-istiane ilişkisi üzerinden meseleye yaklaşmaktadır. Manastırlı İsmail
Hakkı, “Tefsir-i Şerif” SM, I/12, s. 177.
[580] Mu’tezile’nin iddiaları çeşitli
vesilelerle klâsik müdevvenatta mevcut olan delillerle cevaplandırılmıştır.
Misal için bkz. Arapgirli Hüseyin Avni, İlm-i Kelam, s. 61. Seyyid Bey
söyleyeceklerinden çok farklı bir dille meselenin bu tarafına değinir geçer:
“Kaffe-i kâinat ve mevcudât, bütün şuûn ve hâdisât Cenâb-ı Hakkın kaza ve
kaderiyle saha-i vücuda gelir. Bu kaziye- i külliye, insanlardan sadır olan
ef’al-i ihtiyariyeye, hatta kasd ve ihtiyara dahi şamildir.” İrade, Kaza ve
Kader, s. 153. Ali Seydî, Ahlâk-ı Dînî, s. 156. “Allah
fe’âlül’l-limâ yürîddir, hiçbir şey onun irâdâtından ve meşietinden hâriç
kalamaz ve ondan müstakillen vücûda gelemez.” Hüseyin Kazım Kadri, “Din ve
Mezheb”, Dîni Makaleler, yazma, s. 3.
[581] Abdullah Cevdet, Asrımızın
Nusûs-u Felsefiyyesi: İfade-i Meram, İstanbul: Matbaa-i İctihad, 1913, s.
11-2.
[582] Ikbal’in Whitehead’den hareketle
süreç felsefi ile Allah-alem ilişkisini izaha kalkışması ve sonrasında da
özellikle Niçe üzerinden süper ego ile ideal ve faal bir şahsiyet kurma
denemesinin benzeri bir teşebbüse Osmanlı muhitinde rastlamıyoruz. Bunun bir
sebebi Osmanlı’nın böyle bir zamana sahip olmamasında aranmalıdır. Osmanlı için
Allah-alem ilişkisinden çok insan-alem ilişkisi öncelikliydi. Ikinci olarak
yeni bir şahsiyet inşasından ziyade mevcut şahsiyeti faal hale getirme esası
üzerine kurulu bir anlayış hâkimdi. Belki Ikbal’in süreç felsefesiyle irtibatlı
olarak kader meselesini ele aldığı şeklin ibtidai bir telakkisini Seyyid Bey’de
gördüğümüzü söyleyebiliriz; fakat Seyyid Bey’in bu meseleyi o dereceye
vardıracak ne zamanı ne de felsefî birikimi vardı.
[583] Seyyid Bey, İrade, Kaza ve
Kader s. 153. Ilmin icmâli ve tafsili şeklinde ayrımını benimseyip bunu
kaza ve kader olarak anlayan geç dönemde kaleme aldığı bir metinde Yaltkaya’nın
yaptığını görmekteyiz. Fakat bu icmâli-tafsîli ayrımından filozofların Allah’ın
cüz’iyyatı bilmediği şeklinde bir bilgi anlamak mümkün değildir. M. Şerefettin
Yaltkaya, Dinî Makaleler, Ankara: Diyanet işleri Reisliği, 1944, s. 78.
İlk etapta Allah’ın cüz’ileri bilip bilmemesi zaviyesinden ele aldığı izlenimi
veren Yaltkaya daha sonra Allah’ın ilmini tememllendirirken bu duruma iman
etmemenin Allah’ın cüzileri bilmeyeceği ve dolayısıyla cahil olacağı neticesini
doğuracağından reddetmiştir. s. 83.
[584] Kelamî bir metinde bu vurguyu
yapan Manastırlı’nın vaazlarında irade meselesinin insan mesuliyeti ve çalışma
fikri üzerine bina edilmesi problemlerin çözülmesinde ciddi sıkıntılar
doğurmaktadır. Manastırlı İsmail Hakkı, Telhîsü’l-Kelam, s. 60-4.
Manastırlı Kasîde-i Nuniyye’ye yazdığı şerhte de kudret-i hâdisin hiçbir
eserde tesiri olmadığı kanaatindedir. Manastırlı İsmail Hakkı, Metâlib-i
İrfâniyye ve İzahât-ı Nûniyye, s. 46.
[585] Arapgirli Hüseyin
Avni, İlm-i Kelam, s. 59-60; İskilipli Atıf Efendi, Mir ’atü
’l-İslâm, s. 14.
[586] Örnek olarak bkz. Mehmed Midhat, Umdetü’l-İslâm,
3.b. İstanbul: Mahmud Bey Matbaası, 1301, s. 5. Yağlıkçızade Ahmed Rifat
Efendi, Tasvîr-i Ahlâk, s. 203. Süleyman Sırrı, Vesiletü’l-Felah,
Dersaadet: Vezir Hanında 48 Numaralı Matbaa, 1328, s. 40-1; Hacı Reşid Paşa, Din-i
Mübin-i İslâm, I, 126. Özellikle İttihat ve Terakki’nin İbtidâiye
Mekteblerinde okutturulacağı beyan edilen bir risalede Halim Sabit meseleyi
cebrî bir misalle anlatmaktadır. Halim Sâbit [Şibay], Amelî İlmihal,
İstanbul: Sırat-ı Müstakim Matbaası 1329, s. 50-2.
[587] Mesela bkz.
Manastırlı İsmail, Telhîsü'l-Kelam, s. 54.
[588] Bu kanaat hemen herkes tarafından
paylaşılmaktadır denilebilir. Mesela Abidin Paşa hilkati tek kabul ederken emr
ve nehyi esas alan bir izaha başvurmaktadır. Abidin, Meâli-i İslâmiye,
s. 63. Abidin Paşa diğer taraftan iyiliğin Allah’a nisbetini Allah’ın iyilik
için insana yaptığı yardıma hamletmektedir. Abidin Paşa, Tercüme ve Şerh-i
Mesnevî-i Şerif, I, 388. Manastırlı İsmail Hakkı, Telhîsu ’l-Kelâm,
s. 60. Ahmed Râsim Avni, “Din-i İslâm”, Cerîde-i İlmiye, c.4, Ramazan 1337,
no:46, s. 1417. Mesela İsmail Fennî çok sonraları şöyle bir istidlal kullanır:
“Bir zengin sana para verdi. Sen o parayla gidip bir hayır(cami, okul)
yaptırdın ve sorana onun adını verdin. Bu güzeldir. Fakat meyhaneye gidersen ve
ona nisbet edersen bu edepsizlik ve iftira etmiş olursun.” Hakikat Nurları,
s. 353-4.
[589] İzmirli şerri üçe
ayırır. Yeni İlm-i Kelam, II, 210-1.
[590] Mehmed Ali Aynî, Fikret’in
bedbinliğini eleştirirken kötülüğün insandan kaynaklandığını merkeze aldığı
görülür. Reybîlik, Bedbinlik, Lâilahilik Nedir: Tevfik Fikret’in Tarih-i
Kadîmine Bir Cevap, İstanbul: Kitabhane-i Sudi, 1927, s. 55-7.
[591] Abidin, Meâli-i
İslâmiye, s. 64.
[592] Hacı Reşid Paşa, Din-i Mübin-i
İslâm, I, 128. Abdurrahman Şeref hayr-ı mutlak ile şerr-i mutlakın
mâhiyet-i ef’alde görüldüğünü hayr-ı ahlâki ile şerr-i ahlâkinin ise maksatta
bulunduğunu ifade eder. Abdurrahman Şeref, İlm-i Ahlâk, s. 41.
[593] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelam, II, 212. Şerle ilgili bu kanaati Neo-Platonizm’e bağlayan
Köprülü şerri bir illet-i gâ’i ile izah etmenin nikbinliğe sevk edici bir tesir
icra ettiği kanaatindedir. Köprülüzade Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, s. 339-40, 2 nolu dipnot.
[594] Mesela tasavvufî bir dergide
şerle ilgili sorulan bir soruya verilen cevapta gaye ve illet-i vücud
zaviyesinden şerrin olmadığı fakat akibet için bunun geçerli olmadığı ifade
edilir. Mehmed Sadık el- Buhâri, “Hayır ve Şer”, Cerîde-i Sûfiyye,
no.119, s. 229.
[595] Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 30.
[596] İzmirli İsmail
Hakkı, “Ebu Bekir Bâkıllâni”, Darü’l- Fünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası
[DİFM] yıl:1927, sayı:5, s. 160-1.
[597] Elmalılı Muhammed
Hamdi, “Hayat ve Ubudiyet”, SR, XXV/632, s. 112.
[598] Mesela Celal
Nuri,bunları dinî kaygılarla yazmamaktadır: “Alemde her ne (iyi) varsa Allah’a
isnad olunabilir; çünkü Allah bunları irade eder. (fena) her ne ise O’nun
irâdâtından uzaktır ve irâdât-ı ilâhiye haricinde ve âmâl-i Rabbâniye’nin
muvâcehe-i tenâkuzunda (madde)nin bir netice-i mukadderesidir!” Tarih-i
İstikbâl: Mesâil-i Fikriyye, İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaası, 1331, I/95.
Abdullah Cevdet, Asrımızın Nusûs-u Felsefiyyesi: İfade-i Meram,
s. 11-2. Mehmed Ali Aynî, şerri Allah’ın yaratmaması durumunda şeytana nisbeti
gerekeceğini ve bunun da düşmaı Hüda karşısında aczi müstelzimdir. Huccetülislâm
İmam Gazzâlî, s. 82-3.
[599] Allah’ın yaratıcılık vasfı
üzerinden değerlendirilen mesele daha sonra hayrın ve şerrin Allah’tan olduğu
inancına dönüşmüştür. Bunu bir problem olarak telakki edenlerden biri de
Filibeli Hilmi’dir: “Din-i İslâm’da dahi bu mesele uzun münâkaşât meydana getirmiş
ve ekseriyetle "hayır gibi şer dahi Allah'tandır" akidesi kabul
olunmuştur.” Filibeli Ahmed Hilmi, Üss-i İslâm, s. 62. Filibeli’nin
şikâyet etiği bu hususun dönemde ve sonrasında çok yaygın olan bir ilmihalde
tezahürü için bkz. Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, İstanbul, 1320, s. 12.
[600] Meselenin ahlâkî cephesi
önemlidir. Nitekim Abdurrahman Şeref, Eş’arî ile Mâturîdîliği farklı bir
zeminde buluşturmaktadır: “Hayr-ı mutlak ile şerr-i mutlak mâhiyet-i ef’alde
görülür. Hayr-ı ahlâki ile şerr-i ahlâki ise maksattadır.” İlm-i Ahlâk,
s. 41.
[601] İrade meselesinin
kendi kaderine sahip çıkma fikriyle irtibatlı olarak son dönem İslâm
düşüncesinde Müslüman aydınlar tarafından bir çağrıya dönüştürüldüğü ile ilgili
olarak bkz. Bedri Gencer, İslâm ’da Modernleşme 1839 - 1939, Ankara:
Lotus Yayınevi, 2008, s. 738.
[602] Bu işleyişin nizam-ı
tabisi hüsndür. Şer bunun dışına çıkılmasıdır. Yani insana verilen irade-i
cüz’iyesinin kullanımı ile ilgili insana şeref ve meziyetin kullanım ile ilgili
şer mevcuttur. Abidin, Meâli-i İslâmiye, s. 261-2. Benzer şekilde bkz.
Mehmed Vehbi, Akâid-i Hayriyye Tercümesi, s. 30.
[603] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, II, 213.
[604] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, II, 213. Benzer şekilde kötülük problemiyle alakalı
sorulan bir soruda Sırat-ı Müstakim adına cevap veren Ebu’l-Ulâ Mardin
meseleyi bu denge üzerinden izah etmektedir. Mardînizâde Ebu’l-Ulâ, “Âma ve
Adâlet-i İlâhiye” SM, I/26, s. 416.
[605] İzmirli İsmail Hakkı, İslâm
Dini ve Tabii Din, s. 57. İhvân-ı Safa merkezli, âlemde aslolanın iyilik
olduğuna dair kanaatten hareket eden İzmirli’nin hayatın nizamına uymayan
durumları şer kabul ettiğini ifade edelim.
[606] Abidin, Meâli-i
İslâmiye, s. 262.
[607] Said Nursî yaşanan
felaketlere bu pencereden bakmayı teklif eder. Bediüzzaman Said Nursî, Sünûhat,
s. 42.
[608] Reşid Rıza, “Akâid-i
İslâmiye” trc. Aksekili Ahmed Hamdi, SR, XI/273, s. 195-7.
[609] Seyyid Bey, İbn Hümmam’ın Meysere’de
hükm-ü ezeli-i ilahiden ibaret olan kaza ve kaderi, Cenab-ı hakkın ilm sıfatına
irca’ ettiğini ve kendisinin de bu fikirde olduğunu ifade ediyor: “Şu halde
kaza ve kader, bi’l-cümle eşya ve hâdisâtın lâyezalde ne suretle vaki’
bulacaklarını ilm-i kadimiyle ezelde bilmesi demektir.” İrade, Kaza ve Kader
s. 172. Yine Seyyid Bey, “Cenâb-ı Hakkın lâyezelde eşyayı halk ve icadı,
ezeldeki takdirine, takdiri iradesine, iradesi de ilmine tabidir. İlm-i ezeli
de layezeldeki maluma tabidir. Malum ise bizim kendi ihtiyarımızla sadır olacak
efalimizdir.” Bu tarz bir okuma Allah’ın irade, kudret sıfatlarını ilim sıfatı
üzerinden kuların kendi irade ve ihtiyarlarına bırakılmış olmaktadır. Bunu
ifade yolu da “Ezelde bizim nasıl irade ve ihtiyar edeceğimizin bize
bırakılması takdir olunmuştur.” İrade, Kaza ve Kader s. 175.
[610] Abdullatif Harpûtî, Tekmile-i
Tenkîhü’l-Kelam, s. 108.
[611] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelam, II, 201. Benzer bir ifade şeklini tercih eden bir isim olarak
Hüseyin Avni’yi zikredebiliriz: “Cenâb-ı Hakk'dan maada hiçbir hâlık ve mevcud
yokdur. Bir kılın hareketi ve her hayvanın kudreti ancak Cenâb-ı Hakk'm
halkıyla olduğu gibi kullardan südûr iden efâl - gerek mürteişin ve nabzın
hareketi gibi efâl-i ızdırariye ve gerek hayr ve şerr-i ibâdın kâffe-i efâl-i
ihtiyariyyesi- dahi Cenâb-ı Bâri'nin halk ve icâdıyladır.”Hüseyin Avni, İlm-i
Kelam, s. 59.
[612] H.A.R. Gibb,
“İnsanîleştirici unsurların tavizsiz aşkıncılıkla dengelenmediği bir İslâm’ın
geçmişteki ve bugünkü İslâm’dan tamamen farklı bir din olacağı açıktır.” İslâmda
Modern Eğilimler, s. 118.
[613] İbrahim Nâtıkî, Risale-i
Akâidi’l-İslâm, s. 37. Abdullah Şevket b. Mahmud Hamdi, Necâtü’l-
Mükellefîn, s. 83. Mehmed Vehbi, Akâid-i Hayriyye Tercümesi, s. 25.
[614] Misal olarak bkz. İsmail Fennî, Lügatçe-i
Felsefe, s. 271. Aksi ona izafe edilen bir noksanlık olur ki bu Allah için
muhaldir. İbrahim Nâtıkî, Risale-i Akâidi’l-İslâm, s. 37. Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 29. Rıza ise ancak adem-i itirazla vukua gelir ki
Allah ikâb ile ilgili ayetler durumu açıklığa kavuşturur. Hamamizade Mustafa
Âsım, Tavzîhu’l-Kelâm fi Akâid-i İslâm, s. 30-1. İbrahim Nâtıkî, Risale-i
Akâidi’l-İslâm, s. 38.
[615] Bu genel kabul risaleler
düzeyinde de yaygındır. Mehmed Midhat, Umdetü'l-İslâm, 3.b. İstanbul:
Mahmud Bey Matbaası, 1301, s. 5-6. Ahmed Ziyaeddin, Vesîletü’n-Necat, s.
17. Abdullah Şevket b. Mahmud Hamdi, Necâtü’l-Mükellefîn, s. 64. Hafız
Kamil, Cevâhirü’l-Kelâm fi Beyân-i Akâidi’l-İslâm, s. 37.
[616] Meselenin bu tarafına Mâturîdî ve
Nesefî üzerinden bakan bir değerlendirme için bkz. Mustafa Sait Yazıcıoğlu, Mâtürîdî
ve Nesefî’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, s. 197-8. Dönemde yapılan
izahlarda bu denge esastır. Mesela bkz. Abdülaziz Çâviş, Anglikan Kilisesine
Cevap, trc. Mehmed Akif Ersoy, İstanbul: Evkaf-ı İslâmiyye Matbaası, 1341,
s. 101.
[617] Taftazânî, Kelam
İlmi ve İslâm Akaidi: Şerhü’l-Akaid, s. 198.
[618] Bereketzade Seyyid
Abdullah Cemaleddin, Âsâr-ı Cemaleddin, trc. Esmaî, Mısır:
Matbaatü'l-Maârif, s. 28.
[619] Askeri mekteplerde okutulmak üzere
kaleme alınan bir risale için bkz. Ahmed Ziyaeddin, Vesîletü ’n- Necât,
s. 17. Mesela mekteb-i Ibtidaiyye talebeleri için kaleme alınan ders kitabında
aynı bakış açısı hâkimdir. Muallim Erşed, Muvazzah Ma’lumât-ı Diniyye,
İstanbul: Matbaa-i Şems, 1333, s. 19.
[620] Mesela bkz. Mehmed
Vehbi, Akâid-i Hayriyye Tercümesi, s. 29 ve Ahkâm-ı Kur'aniye, s.
60.
[621] Bir ilmihal eserinde
çocuklara mesele bu çerevede anlatılır. Hafız Nûri, Akâid-i İslâmiyeden
Amelî Ulûm-i Dîniyye, s. 26-7. Ibnü'l-Fâni Zeynelâbidîn, Müslümanlık,
s. 15.
[622] Üslup olarak
farklılık atzetse de kanaat ortaktır. Sırrı Girîdî, Ârâi'l-Milel,
İstanbul: A. M. Şirket-i Mürettibiye Matbaası, 1303, s. 216. Süleyman Sırrı, Esbâbü’l-Felah,
İstanbul: Mekteb-i Sınâyi’ Matbaası, 1302, s. 225. Teklifin caiz olmadığını
ifade ederken Manastırlı ihtiyatlı bir dil kullanır. Ayet-i zikrettikten sonra;
“yoksa esrâr-ı ilâhiyye ihatasından aciz ve kâsır bulunan akla i’timad ile
imkan ve vuku’unu selb edemeyiz.” Manastırlı İsmail Hakkı, Metâlib-i
İrfâniyye ve İzahât-ı Nûniyye, s. 55. Bereketzâde İsmail Hakkı, “Envâr-ı
Kur’an”, SM, IV/104, s. 442-3. Kitap için bkz. Bereketzâde İsmail Hakkı,
Tefsir-i Şerif Envâr-ı Kur’an, İstanbul: Selânik Matbaası, 1331, I,
96-9. Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 240. Rızaeddin bin Fahreddin,
“İslâm Dünyasında Mezhebler”, s. 338. Abidin, Meâli-i İslâmiye, s. 36-7.
İbrahim Nâtıkî, burada teklifin aklen imkanının olup olmadığı üzerinden
tartışıldığını zaten naklen bu teklifin adem-i vukuunda ihtilaf ve nizâ’nın
bulunmadığını beyan eder. Risale-i Akâidi'l-İslâm, s. 41. Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 64. Bir istisna olarak bkz. Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm
İmam Gazzâlî, s. 85.
[623] Mesela Elmalılı
Hamdi aslahla ilgili şöyle der: “İhtiyâr-ı ilâhi aslaha tabi’ değil, aslah
ihtiyâr-ı ilâhiyeye tabidir.” Elmalılı Hamdi, Metâlib ve Mezâhib, s.
285-6. 2 nolu dipnot.
[624] Münif Paşa, kavrama
başvurmadan bu fikrin dönemle irtibatını izah etmektedir: “Herkes kayd-ı
esaretten kurtulup kesb-i ihtiyarını meydân-ı saadet ve terakkiye keyfe mâyeşâ
sevk etmekte ve hürriyet-i efkâr da o nisbette tevessü’ ve terakki eylemektedir.”
Hukûk-ı Hürriyet, s. 366.
[625] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 131. Mehmed Ali Aynî, Ahlâk Dersleri, s. 98.
[626] “Yeni Osmanlılar arasındaki
aktivist tavır, irâde-i cüz’iyye teriminin artan bir şekilde kullanımında açığa
vuruldu.” Şerif Mardin, The Genesis of Young Ottoman Thought, s. 408.
[Mardin kavramı “partial will” ile karşılar] Bu meselenin irade-i cüziyye
üzerinden ele alındığına değinmesi açısından bu tespit önemlidir. Fakat bu
şekilde bir irtibatı Yeni Osmanlılar’ın kurmuş olduğundan söz etmemiz zor
gözükmektedir. Bu ilişkinin hele de gaza fikri üzerinden nasıl kurulduğuna dair
açıklamalara rastlayamamak talihsizliktir.
[627] Tasavvuf’i muhtevası yoğun olan
eserlerde de irade-i cüz’iyeye ve mesuliyete vurgu mevcuttur. Fakat derece
olarak kuvvet kaybına uğramış olmaları mümkündür. Mesela yaygınlık düzeyi
oldukça fazla olan Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname 'sinde
cüz’iyye kavramının kullanımı bu manaya uygundur: “İbâdın ihtiyârı vardır
ef’alinde cüz’ice/ O ef’al üzre bulmuşlar sevâbı hem ikâbullah” s. 503. Yine
tasavvufî neşveye sahip bir isim olan Abidin Paşa’nın insanı diğer varlıklardan
ayıran hususiyetler olarak akıl ve irade-i cüz’iyeyi saydığını görüyoruz.
Abidin, Meâli-i İslâmiye, s. 9.
[628] Muhammed Şükrü b.
Ahmed Ata, kesbi şöyle tarif eder: “Kesb ıstılahta abdin fiil-i ihtiyârisine
kudretinin ve irade-i cüz’iyesinin taallukudur.” Tuhfetü’l-Fevaid ala
Cevahiri’l-Akaid, s. 57. Mehmed Rüşdi, Hallü’l-İşkâl fı
Mebâhisi’l-Cüz’i’l-İhtiyâr, s. 5. Bereketzade Seyyid Abdullah Cemaleddin
Efendi, Âsâr-ı Cemaleddin, s. 26. Seyyid Bey; “Mâturîdilerde insan kâsib
ve Cenâb-ı Hak hâlıktır. Bu noktada Eş’arîlerle tamamen birleşirler.” İrade,
Kaza ve Kader s. 13. Mehmed Vehbi, “Bir fi’li işlemek veya terk etmek üzere
abdin nefsinde hâsıl olan teveccüh ve meyl-i kavidir ve teklifin menâtı yani
merciî olan irâde-i cüz’iyye budur.” Akâid-i Hayriyye Tercümesi, s. 27.
[629] Ahmed Cevdet Paşa, Mukaddime:
Osmanlı Tercümesi, III, 72.
[630] İrade’nin hem Türkçe
karşılığı, hem mezhepler nezdindeki tarifleri hem de yakın anlamalara sahip
kelimelerle münasebetine dair izahlar için bkz. Ahmed Naim, İlmü ’n-Nefs,
s. 420 vd.
[631] Seyyid
Bey kudreti ikiye ayırır: “Birincisi fiil ve terkin sudurunun sahih olduğu
‘manayı ahsaca kudret’ yani fail-i muhtar olanlara ait olan kudrettir. Kudrete
ait bir diğer manası da ‘manay-ı eam’ hem fail-i muhtarlar hem fail-i
muztarlara âm ve şamil olan manasınadır.” Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader
s.
129.
İbrahim
Nâtıkî’ye göre; “kesb sarf-ı irâde ve tasmîm-i azmden ibarettir.” Risale-i
Akâidi'l-İslâm, s. 37.
[632] Meşrutiyet döneminde basılan bir
ilmihalde de görülebileceği gibi bu kanaat genel kabul olarak devam etmektedir.
Özellikle risale, ilmihal, ders kitabı gibi daha alt katmanlardaki eğitim
faaliyetlerinin bir parçası olan bu eserlerde klâsik telakki devam ettirilmekte
ve mesele problem düzeyine taşınmamaktadır. İbtidaî mekteblerde okutulmak üzere
kaleme alınan bir risalede mesele bu çerçevede döner. Safranbolulu Hasan Hilmi
b. Osman Nuri, Mirkât-i Akâid yâhûd Vâzıh-ı İlmihâl, Dersaadet: 1331, s.
16-7.
[633] Arapgirli Hüseyin Avni’ye göre,
irade ve ihtiyarın fiille ilgili durumları için şu ayrım dikkate alınmalıdır:
“Kasd-ı musammeme irade-i cüz’iye denilir ki bir emr-i cüz’ide yani hususi bir
şeyde fiil ve terk şıklarından birini ihtiyar ve tercih demektir. Buna irade-i
cüziye dahi denilir. İhtiyar ile iradenin mefhumları mütekâribtir. Fakat
ihtiyarda iki şık dahi melhuzdur iradede ise yalnız muhtar olan şık mülahaza
olunup metruk olan şık melhuz değildir.” İlm-i Kelam, s. 59. Fatma
Aliye, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife, s. 159. Kanaatin yaygınlığını
göstermesi için bkz. İmamzade Esad Efendi, Dürr-i Yekta, İstanbul:
Matbaa-i Amire, 1294, s. 6.
[634] İskilipli Atıf
Efendi, içtimâî-ahlâkî meselelerde yazdıklarını hatırlatır şekilde insan
iradesine tabi bir irade-i İlâhiyye tasavvur eder: “Taraf-ı İlâhiyyeden
insanların yed-i iktidarlarına ve kendi ellerine verildiğinden diledikleri
tarafa çevirebilirler. Eğer hayır dilerlerse Cenab-ı Hak onlarda hayra kudret
yaratıp fiil-i hayr meydana gelir ve eğer şer dilerlerse Cenab-ı Hak onlarda
şerre kudret yaratıp fiil-i şer meydana gelir.” Mir’atü ’l-İslâm, s.
22.Tabii ki dilerse yaratır. Hafız Kamil, Cevâhirü’l-Kelâm fi Beyân-i
Akâidi'l-İslâm, s. 37.
[635] Ahmed Rıfat, Bergüzâr,
s. 62. İsmail Fennî, Lügatçe-i Felsefe, s. 271.
[636] Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 27-30.
[637] Sebeb-i âdi düşüncesi artık yavaş
yavaş yerini mecburiyet ilişkisine bırakacaktır. Sebeb-i âdi olduğu ile ilgili
bkz. Ebü'l-Baha Ziyaeddin Mevlana Hâlid-i Bağdâdî, Ferâidü ’l-Fevâid, s.
54. Bereketzade Seyyid Abdullah Cemaleddin, Âsâr-ı Cemaleddin, s. 30.
[638] Seyyid
Bey’de bu kudret fâil durumdadır: “Külli kudret; insanda bi’l-kuvve mevcut olan
temekkün ve miknettir. Bu kudret, esbab ve âlâtın, cevârih ve azanın selamet ve
sıhhatiyle hasıl olur. Kudret-i cüz’iye ise külli kudretin muayyen bir fiile
taallukudur. Esas kudret de budur. Fiille beraber bulunur, ondan evvel veya
sonra bulunmaz. Kudret-i cüz’iye, kudret-i külliyenin fiile çıkan kısmıdır.
Kudret-i külliye fiilden evvel de sonra da bulunur. Bu kudrete kudret-i
hakikiye denir.” İrade, Kaza ve Kader s.
130.
Mehmed
Rüşdi kalbin meyli ve “havâhiş ve istekten ibaret” görmektedir. Mehmed Rüşdi, Hallü
’l- İşkâl fi Mebâhisi’l-Cüz’i’l-İhtiyâr, s. 5.
[639] Harpûtî de iradeyi şu şekilde
tarif etmiştir: “İrade-i cüz'iyede cüz'iye kaydı, irade-i külliye mukabili ve
irade-i külliyeden ihtirazdır. İrade-i külliye, bütün mümkün fiilleri tercih
etmek şanından olan sıfattır. Kesb ve ihtiyar ve irade-i cüz'iye ise irade-i
külliyenin muayyen ve mahsûs bir fiile teveccühünden ve sarf ve isti'malından
ibarettir. O teveccüh ve sarf ve isti'maldan, azm-i müsammem ile tabir olunur”
Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü ’l-Kelam, s. 240. Akseki de farklı şekilde
beş ve altı aşamadan sözeder. Ahmed Nâim “devâi-i muhtelifenin verdiği
tereddütten sonra hâsıl olan meyle” azm dendiğini ifade etmektedir. Ahmed Naim,
İlmü’n-Nefs, s. 428. Akseki, Ahlâk Dersleri, s. 57-8. İsmail
Fennî, azmin kuldan olduğunu vurgular. “Fatalisme” Lugatçe-i Felsefe, s.
271. İrade-i cüz’iye manasına olduğu ile ilgili erken bir tarif için bkz. Fatma
Aliye, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife, s. 159.
[640] Seyyid Bey, İrade, Kaza ve
Kader s. 173. Harpûtî kasdı beş mertebeye ayırır: “Kalbe vârid olanlar beş
mertebededir. Birincisi bidayette kalbe vârid olan hâcis mertebesidir.
İkincisi kalbe varid olduktan sonra kalbde cereyan ve deveran eden hâtır
mertebesidir. Üçüncüsü cereyan ve deverandan sonra fiil ve terkte tereddüd
olunan hadîs-i nefs mertebesidir, dördüncüsü fiil ve terkte tereddüdden
sonra bir tarafı tercih olunan hemm mertebesidir. Beşincisi tercih
olunan tarafı hemm-i kavî manasına olan azm mertebesidir. Nukûle
ihtimali olmayan azma, azm-i musammem denilir. Azm-i musammem mertebesi
vâridât-ı kalbiyye mertebelerinden fiile karîb son mertebedir. Azm-i müsammem
mertebesinde ibâdın kasd ve iradelerinin medhali vardır. Üzerine sevab ve ikâb
terettüb eder.” Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü ’l- Kelam, s. 240. İsmail
Fennî burada irade-i ilâhiyyenin tevafukunu şart koşmaktadır. Ahmed Naim, İlmü’n-Nefs,
s. 429. İsmail Fennî, Lugatçe-i Felsefe, s. 271.
[641] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 173.
[642] Arapgirli Hüseyin Avni kudreti
yaratılmış kabul eder: “Cenab-ı Hakk, insanda öyle bir kudret halk etmiştir ki,
fiil ve terke nisbeti mütesavidir. O iki şıktan birine, insan kudretini sarf
etmesi irade-i cüziyedir.” İlm-i Kelam, s. 63. Şöyle de tarif
etmektedir: “Eimme-i Mâturîdiyeye göre irâde-i cüziye kudret-i abdan sâdır
olur. Şöyle ki; Bari Teâlâ Hazretleri kulda bir kudret yaratmışdır ki fiil ve
terke ala sebili’l-bedel bir mebde dimekdir. Kulun bunda tamamen medhâli yok
ise de fakat fiil ve terkden birini tercih ile o kudreti âna sarf idebilür. İşte
kulun bu sarfı irâde-i cüz ’iyyedir. Kul kudretini sarf itmedikçe ânın
efâl-i ihtiyariyesini halk itmemek üzere Cenâb-ı Hak âded-i ilâhîyesini icra
itmişdir. Binâenaleyh ateşin ihraka sebeb olması gibi kulların irâde-i
cüz’iyyeleri de fiile sebeb-i âdidir. Efâl-i ihtiyariyede ala-ceri'l-âde
irâde-i cüz’iyeye müteferriyedir.” s. 72.
[643] Mustafa Sabri, cüz’i iradeyi
Mâturîdî bir çerçevede tanımlar: “Mütearif olan irade-i cüz’iyye tabirinden
maksûd, işte böylece bir emr-i muayyene taallukla teşahhus eden iradedir.”
Mustafa Sabri Efendi, Dînî Müceddidler, s. 126’da 14 nolu dipnot. Eş’arî
bir telakkiyi benimseyen Aynî, kudreti kesb manasına anlamaz. Zira kulun
hareketini kesb olarak anlama taraftarıdır. Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm
İmam Gazzâlî, s. 81.
[644] İbrahim Nâtıkî, kesbi
emr-i itibari olarak hariçte mevcut görmez. Risale-i Akâidi'l-İslâm, s.
37.
[645] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 130.
[646] İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelam, II, 202-3. Meslenin yaygın ilmihal eserlerden birinde ele
alınış şekli ile ilgili bkz. Ahmed Rıfat, Bergüzâr, s. 61. Mehmed Zihni,
Nimet-i İslâm, s. 13. Ders kitabı olarak kaleme alınmış bir eserde
irade-i cüz’iyye- irade-i külliye ayrımı yapılarak Mâturîdî bir manada irade-i
cüz’iye; “iki cihetden birisini ihtiyâr ve ol cihetine abdin meyelânı” olarak
tarif edilmektedir. Safranbolulu Hasan Hilmi b. Osman Nuri, Dürr-i Sencîde,
s. 22.
[647] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 130-1.
[648] Bu vurgu genel bir telakkidir:
“Malum ola ki ef’al-i ibâdın ihtiyâriyeleri dahi gayr-i ihtiyâriyeleri misillü
Vâcib Teâla hazretlerinin mahlûkudur.” Şirvanlı İbrahim Natıki, Risale-i
Akaidi’l-İslâm, s. 36. Abidin Paşa irade-i külliyeyi aklın yaratılması ve
bekâsı, irade-i cüz’iyeyi de bu aklın muvakkaten ve cüz’i suretde kullanılması
olarak anlamaktadır. Abidin Paşa, Tercüme ve Şerh-i Mesnevî-i Şerif, I,
389.
[649] Bediuzzaman, İşâretü’l-İ’câz,
Külliyât, Yeni Asya Yay. s. 1164. Ayrıca Said Nursî, bu kuvvetin hakikati
olmadığı kanaatindedir: “Demek ki kainatın ve ibâdın umur-u itibariyeden başka
tesiri olmayan kuvvet ve kudretleri cinsinden olan bir kudret-i mevhumu...” Muhâkemât,
İstanbul: Sözler Yayınevi, 1977, s. 115.
[650] Seyyid Bey, İrade, Kaza ve
Kader s. 131. Fakat irade-i külliye ve cüz’iyenin bu şekilde ayrımı genel
olarak bu şekilde yapılmaz. İrade-i külliyenin Allah’ın irâdesi olduğu irade-i
cüz’iyenin de kulun iradesi şeklinde olduğu bu kabul daha çok halk halk
katmanlarında böyledir. Bu yaygınlığı gösterir bir tarif için bkz. Şemseddin
Sami, Kâmus-i Türkî, I, 86. Mehmed Hilmi, Mir’at-ı Vazâif-i
İnsaniyye, İstanbul: Matbaa-i Nefaset, 1327, s. 103. Harpûtizâde Hacı
Mustafa, “İrade-i Cüz’iyye Hakkında Bazı Mütâlaât”, İ’tisâm, 1
Kanunisâni 1335, no.57, s. 293.
[651] İzmirli İsmail Hakkı, bu kudreti
insan iradesinin merkezine yerleştirir: “1- Efâl-i muhtelifenin mebdei olan
mücerred kuvvettir, bu kuvvetin iki zıdda nisbeti mü-savîdir. Fiilden evvel
olan kudret budur. 2- Kâffe-i şerait te'siri müstecmi' olan kuvvettir, bu
kudret zıddına taalluk etmez, fiile mukarin olan kudret budur. İstitâat bu
manada olmakla fiil mukarindir.” Yeni İlm-i Kelam, II, 203. Sünnî
çizginin istaat maa’l-fiil dediği bu durum aynı zamanda niyet ve kasla birlikte
ahlâkî bir muhteva da kazanır. Amellerin niyetlere göre olması esasına müstenid
bu hususun ahlâkî karakteri ile ilgili bkz. Abdurrahman Şeref, İlm-i Ahlâk,
s. 29.
[652] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 140.
[653] Hüseyin Avni, sebeb-i âdi olarak
Allah’ın sünneti kabul etmektedir: “Kul kudretini sarf itmedikçe ânın efâl-i
ihtiyariyesini hâlk itmemek üzere Cenâb-ı Hak âded-i ilâhîyesini icra itmişdir.
Binâenaleyh ateşin ihraka sebeb olması gibi kulların irâde-i cüz’iyeleri de
fiile sebeb-i âdidir. Efâl-i ihtiyariyede ala-cer'il-a'de irâde-i cüziyeye
müteferriyedir.” İlm-i Kelam, s. 72. Buradaki farklılık vurguda ortaya
çıkmaktadır. Mehmed Rüşdi, Hallü’l-İşkâl fi Mebâhisi’l-Cüz’i’l-İhtiyâr,
s. 8. Ahmed Rıfat, Bergüzâr, s. 61. Ayrıca bkz. s. 68. Bereketzade
Seyyid Abdullah Cemaleddin Efendi, Âsâr-ı Cemaleddin, s. 30-1.
[654] Harpûtî sadece azm-i musammem
haline bir rol vermektedir: “Varidat-ı kalbiyyeden yalnız azm-i müsammem
mertebesinde ibadın kast ve iradesinin medhali bulunduğu, meksub-i ibad olduğu,
üzerine sevab ve ikab terettüb ettiği cihetle...” Tekmile-i Tenkîhü’l-Kelam,
s. 104. Ahmed Naim bu beş mertebeyi şu şekilde sıralar: “”Evvelen bir fiil-i
tasavvurî, sâniyen devâ‘iye münkalib olan ‘avâkıb-ı fiil-i tasavvurî, sâlisen muvâzene
ve tereddüd, râbian kasd, hâmisen i’kâ’-ı fiil” Ahmed Naim, İlmü’n- Nefs,
s. 435.
[655] Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam,
s. 239. Cevdet Paşa da hal olması üzerinden irade-i cüz’iyyenin mahluk
olmadığını savunmaktadır. Ahmed Cevdet Paşa, Mukaddime: Osmanlı Tercümesi,
III, 72. Sonraki dönem bu fikri sürdüren bir bakış açısı için bkz. Mehmed
Vehbi, Akâid-i Hayriyye Tercümesi, s. 30.
[656] Bu sebeble kasd için bir başka
kasd ve devai var kabul etmek, kasd için teselsüle yol açar şeklindeki itirazı
kabul etmeyen Seyyid Bey, kasdın bir başka kasda muhtaç olmadığını, olsa da
kasdı kasd aynı kasddır yani kasd sadece kâsıda muhtaçtır, fail-i muhtardır,
demektir. Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader s. 143.
[657] Mesela Ahmed Rasim Avni, irade-i
cüziyeyi dua gibi görmektedir: “duaya mukârin irâdât-ı cüziye-i ibâd ile birçok
mukadderât-ı mülhimenin yine o mukadder-i hakîm tarafından tebdîl edile
gelmekte olduğunu görmesiyle her hâl ve kârda Cenâb-ı Rabbi’l-âlemîne dua ve
niyaza mukârin sa’y ve iktisâbdan geri durmaz.” Ahmed Râsim Avni, “Din-i
İslâm”, Cerîde-i İlmiye, c.4, Ramazan 1337, no:46, s. 1417.
[658] Bu durumun izahı için
bkz. İsmail Fennî Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 45.
[659] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 16. Süleyman Sırrı, “irâde-i cüz’iye-i lâ-yezâliye-i
gayr-ı mahlûkası” olarak ifade etmektedir. Kenzü’l-Akâid, s. 106.
[660] Sadrüşşerîa’nın
insan hürriyeti ve insanın fiilleri ile ilgili görüşleri için bkz. Ömer AYDIN,
“Sadrüşşerîa es-Sânî’ye Göre İnsan Hürriyeti ve Fiilleri”, Yayınlanmamış
Doktora Tezi, Erzurum, 1996.
[661] Ferid, Dînî,
Felsefî Musâhabeler, s. 134.
[662] Cevdet Paşa, Ahmed Cevdet Paşa, Mukaddime:
Osmanlı Tercümesi, III, 72. Mahlûk olup olmamasını Eş’arîlik-Mâturîdîlik
arasında temel mesele kabul eden Sırrı Paşa Mâturîdiler adına Eş’arîlerin
itirazlarına “şey” olup olmama meselesi üzerinden cevaplamaktadır. Sırrı
Girîdî, Ârâi'l-Milel, İstanbul: A. M. Şirket-i Mürettibiye Matbaası,
1303, s. 194-5. Süleyman Sırrı, Kenzü'l-Akâid, s. 106. Abdullah Şevket
b. Mahmud Hamdi, Necâtü'l-Mükellefln, s. 80.
[663] İzmirli İsmail Hakkı,
Usul-u Fıkıh Dersleri, Dersaadet: Matbaa-i Hukukiye, 1329, s. 11.
[664] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 145.
[665] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 140-1.
[666] Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü
’l-Kelam, s. 241.
[667] Süleyman Sırrı’ya
göre “irade-i cüz’iyye-i gayr-ı mahlûka sahibi olan insan” hür ve sorumludur. Vesiletü'l-Felah,
s. 41.
[668] Ziyâeddin Ezherî, Tabîi
’yyyun Da ’va ve Gayeleri, s. 72.
[669] Babanzade Ahmed Naim,
Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s. 28.
[670] “Kulun fiilde medhâli ancak bu
veçhile fiili kesb itmesidir. Efâlin hâlıkı ancak Allah Teâlâ Hazretleridir.
Fakat "irâde-i cüziye mevcud mudur, mâdum mudur? Mevcud olduğu takdirde
mahlûk olması lâzım gelür. Eğer halikı Cenâb-ı Hak ise mezhebi Eş’arîyye varır,
eğer halikı kul ise mezheb-i itizâle varır. İrade-i cüziye mevcud olmayubda
mâdum olduğu takdirde mevcud olan fiilde mâdumun tesiri olamaz" diye itiraz
olunmuşdur.” İlm-i Kelam, s. 72
[671] Arapgirli Hüseyin Avni meseleyi
Sadrüşşerîa’ya uzatacaktır: “Sadrüşşerîa indinde irâde-i cüziye ne mevcud ve ne
de mâdumdur. Belki mevcud ile mâdum arasında vâsıta bulunan hâl kâbilindendir.
Çünkü irâde bir şeye cezmen azim ve kast eylemekdir. Kast-ı mezkûr ise zihnin
fiil veya terk tarafina olan taharrükden ibaret olmağla ne mevcud ve ne de
mâdum olub mevcud ile mâdum beyninde kâin tahakkukta zihne tabi ve ânınla kâim
bir hâldir. Yahut hariçte na-mevcud bir mâna-i masdaridir. Ve ala
kile't-takdireyn kendisine halk ve icad taalluk itmez.” İlm-i Kelam, s.
73. Mutasavvıf bir isim olan Abdülaziz Mecdi’nin hal fikrine karşı çıktığı ve
irade-i cüz’iyeyi yaratılmış kabul ettiği ile ilgili bkz. İsmail Fennî
Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 45.
[672] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 16.
[673] Harpûtî daha temkinli bir dil
kullanır: “Mezkûr sarf ve isti'malın zatına haric-i zarf olup haddi zatında bir
nev-i vücûd, vücûd-ı zihnî ile mevcûd ve ibadın hadis irade ve kudretlerinin
eseri ve eser-i mezkûr ile ibad fiillerinde Bir şeyi yapıp yapmamanın mümkün
olması manasıyla ihtiyar ve mükâfat ve mücazata istihkak sahipleri ise de,
mezkûr sarf ve isti'malın vücûduna haric-i zarf olmadığından, hariçte mevcut
değildir. Belki Sadrüşşerîa misüllû bazı muhakkiklerin kail oldukları veçhiyle,
mevcut ile ma'dum arasında vasıta bulunan hal kabilinden, veyahut ekser-i
ulemanın dedikleri gibi zatında neven mevcut ve hariçte gayr-i mevcûd olan
niseb ve izafât kabilindendir. Sarf ve isti'mala halk ve icad taalluk etmediğinden
mahluk-ı ilâhî ve mahluk-ı ibad değildir.” Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü ’l-
Kelam, s. 241.
[674] Mustafa Sabri Efendi,
Dînî Müceddidler, s. 131. Fakat Sabri Efendi Mevkıfu ’l-Beşer tahte
Sultâni ’l- Kaderde tam tersi bir şekilde cüz’i iradenin mahlûk olmadığı
ile ilgili Mâturîdîlerin iddialarını cüz’i iradenin olmadığı şeklinde takdim
ettiği Eş’arî görüşün delili sayacaktır.
[675] Emr-i itibari olduğu ile ilgili
genel kanaati benimseyen isimlerden biri de Mâturîdi olduğunu beyan eden Hacı
Reşid Paşa’dır: “İrade ve kudret nefsi’l-emrde mevcut olup ancak hariçte vücûd
ile muttasıf olmayan emr-i i’tibâridir. Binâen aleyh zamanı olmayıp ân-ı
vâhidde def’i olarak insandan münbais bir haldir ve emr mevcud olmadığından
hâlıka muhtaç değildir.”Hacı Reşid Paşa, Din-i Mübin-i İslâm, I, 127.
Benzer şekilde bkz. Abdullah Şevket b. Mahmud Hamdi, Necâtü’l-Mükellefîn,
s. 81.
[676] İsmail Fennî,
“Fatalisme” Lugatçe-i Felsefe, s. 271.
[677] Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Nebioğlu Yayınevi, 1960, s.
79-80.
[678] Ahmed Muhiddin, Modern
Türklükte Kültür Hareketi, 1923, trc. Suat Mertoğlu, İstanbul: Küre
Yayınları, 2004, s. 135. İsmail Hakkı, “Vazâif-i Medeniyye ve İnsâniyye”, Mevâiz-i
Dîniye, İstanbul: İttihad ve Terakki Cemiyeti Şehzadebaşı Kulübü, 1329, 2.
Kısım, s. 18. Mesela bkz. Hamdi, Hikmet-i Siyasîye, Dersaadet: Edeb
matbaası, 1328, s. 28. Ayrıca hak kavramı üzerinden hak-hürriyet ilişkisi ile
ilgili bkz. Abdüllatif Nevzad, “Hak” SR, IX/27-209, s. 11.
[679] Hoca Kadri Nâsuh, Zulm
ve Adl, s. 101.
[680] Ziya Gökalp,
“İnsanlar Hürdürler” Yeni Türkiye Gazetesi, Makaleler IX içinde,
s. 84. İnsanın mefkure ve mefhumlar çerçevesinde her türlü güçlüğü
yenebileceğini ifade eden Gökalp, “içtimaî temayüller sayesinde arzularına ve heyecanlarına
galip ve hakim olmasına irade namı verilir.” “insan iki yahut daha
ziyade mefkurelerin tesiri altında kalabılır...derı.ınî tezekkür neticesinde
bir mefkure, diğerlerine tercih olunur ki bu hale de ‘ihtiyâr’ nâmı verilir.”
s. 85. İrade ve ihtiyar arasındaki teknik ayrım için bkz. Ahmed Naim, İlmü
’n-Nefs, s. 425.
[681] Klâsik dönemde Sünnetullah
kavramının tabiat kanunları manasına kullanıldığı ve buna yönelik bir itiraz
için bkz. Ömer Özsoy, Sünnetullah: Bir Kur’an ifadesinin Kavramlaşması,
Ankara: Fecr Yayınevi, 1994, s. 36 ve 65-72.
[682] Milletler ve ümmetler
hakkında cari olan bu kanunlarla ilgili Abduh’un ısrarlarını gösteren bir
tercüme için bkz. Muhammed Abduh, “Müslümanlıkda Esaslar”, müt. M. Akif, SM,
I/10, s. 147.
[683] Bu mirasın 17.
Yüzyılın bilimsel ilerlemelerinden Aydınlanma çağına miras kaldığı ile ilgili
bkz. Lucien Goldman, Aydınlanma Felsefesi, çev. Emre Arslan Ankara:
Doruk Yayınları, 1999, s. 43.
[684] Elmalılı Muhammed
Hamdi, “Hazret-i Muhammed Aleyhisselâmın Dini: İslâm”, SR, XVII/431-2,
s. 116.
[685] İlhan Kutluer,
“İlliyyet”, DİA, XXII, 121.
[686] Bu fikre şiddetle karşı çıkanların
başında batıcı aydınlar gelmektdir. Materyalist ve determinist bir çizgiye
sahip olanların “kavânin-i tabîiyyede (sebebiyet) yoktur. Sebeb Allah’tır”
fikrine şiddetle itiraz etikleri görülür. Mesela Celal Nuri, Tarih-i
İstikbâl: Mesâil-i Fikriyye, İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaası, 1331, I/86.
[687] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, I, 111.
[688] Mevlana Hâlid-i Bağdâdî, Ferâidü’l-Fevâid,
s. 53. Yakan ateş değildir, yakan Allah’tır ama âdeti gereği ateş yakma fiilini
gerçekleştirir. Allah ateşsiz de yakabilir: “mahz-ı fazlından olarak cemî-i
ef’âlini perde-i esbâba mestûr ederek kudret-i kâmilesi esbâb tahtında irâe ve
te’sir buyurdu.” Bereketzade Seyyid Abdullah Cemaleddin, Âsâr-ı Cemaleddin,
s. 28.
[689] Bu tarz bir kesinlik
herkesin ortak kanaati değildir. Mesela Eş’arî müdafii olarak ortaya çıkacak
olan Sabri Efendi fiilleri sebebsiz yaratma imkanı vardır kanaatindedir.
Mustafa Sabri Efendi, Dînî Müceddidler, s. 142.
[690] M. Şemseddin, Felsefe-i
Ûla: İsbât-ı Vâcib ve Ruh Nazarîyeleri, İstanbul: Evkaf-ı îslâmiyye
Matbaası, 1339/1341, s. 114.
[691] Kılıçzâde Hakkı dindarane
olduğunu düşündürecek satırlarla meselenin ne kadar mekanik bir hal aldığını gözler
önüne sermektedir: “Yeniden bir şey yaratmadığı gibi bir kânun da va’z etmez.
İrâdât-ı kavânîn-i ezeliyyesine tâbi’dir. Kavânin-i ezeliyyesini velev bir defa
için olsun bozacak kadar sebatsız ve mülksüz değildir.” İ’tikâdât-ı Bâtılaya
İ’lân-ı Harb, s. 10-1. Baha Tevfik sebep-netice ilişkisini farklı şekilde
izah ettikten sonra bu ilişki üzerinden yeni bir ahlâk kurulabileceği fikrine
zahib olur. Baha Tevfik, Muhtasar Felsefe, İstanbul: Artin Asaduryan ve
Mahdumları Matbaası, 1331, s. 41-2.
[692] Bu yaklaşım hem Eş’arî olan Râzî
üzerinden meseleyi halletme hem de Mâturîdî bir çerçevede konuyu çözme imkanı
vermektedir. Bir taraftan mezheplere indirgemeden meselenin çözülmesi
arzulanırken diğer taraftan içtimaî- ahlâkî-hukukî yapıya uygun bir anlayışa
imkan aranmaktadır.
[693] Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i
Cevdet, III, 93. Benzer şekilde İzmirli İsmail Hakkı, “Hikmet-i Teşri’ veya
Mehâsin-i Şerâyi’”, Ceride-i İlmiye, c.4, sayı:42, Rebiulahir 1337, s.
1238-9. İzmirli bu tavrın ashab-ı hikmet dediği Mâturîdîlere ait düstur olarak
zikretmektedir. Eş’arî çizginin nereye doğru yöneldiğini gösteren bu tasnif
hikmetin dönemdeki ehemmiyetini gösterir bir vecheye de sahiptir. Ayrıca bkz.
Ahmed Naim, İlmü’n-Nefs, s. 444. Mehmed Akif, “Vaaz ve Mev’iza” SR,
IX/49-231, s. 390.
[694] “Nizâm-ı halk-ı âlem
muhteremdir indî Bâri’de
Hüdâ Kâdirdir amma sîmi zer leyli nehâr etmez”
Ziya Paşa
[695] Tevekkül bahislerinde sıkça
başvurulan işini yapıp da sonrasını Allah’tan beklemek metaforu burada da sık
sık kullanılır. Tarih-i Cevdet, III, 94. Mesela feyz ve bereketi ihsan
eden Allah olduğu için tarlaya tohumu ekip de Cenab-ı Hakk’ın ihsanı
beklenmelidir. Yoksa ziraatı terk edip de oturmak “tarîk-ı betâlet ve
müstelzim-i mahrûmiyyettir.” Yağlıkçızade Ahmed Rifat Efendi, Tasvîr-i
Ahlâk, s. 296. Bu fikrin yansıdığı bir ilmihal için bkz. İbnü'l-Fâni
Zeynelâbidîn, Müslümanlık, s. 15-6.
[696] Cevdet Paşa’nın
anladığı sebepleri yaratma fikri icbar manasına değil müsaade manasınadır:
“Müsebbib olan şeyi hâlk etmesi lazım gelir.” Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet,
III, 93. Nitekim Cevdet Paşa bu durumu Eş’arilikle Mâturîdîlik arasını bulmak
için tercih eder. Ahmed Cevdet Paşa, Mukaddime: Osmanlı Tercümesi, III,
72.
[697] Seyyid Bey’e göre;
“İnsan bütün ef’âl ve harekâtını mutlaka bir takım esbab ve devaî’ altında icra
etmez.” irade, Kaza ve Kader s. 12.
[698] Abduh, modernist telakkinin kaza
ve kader inancını veren makalesinde sebepleri ele alırken tutunduğu aktivist
dilin dışında ve modernist telakkinin külli işleyişle ilgili tutumunu verir
şekilde acziyete meyletmektedir: “Erbab-ı fikr ü nazar, kolayca teslim ederler
ki her bir hadisin, ona zamanında mukarin olan bir sebebi vardır. Kezâlik
silsile-i esbabtan ancak meydanda hazır olanları görülebilip esbab-ı maziyeyi
yalnız o silsileyi ibda' eden mübd-i hakiki bilir. Her silsilenin de zahirde
bir medhali vardır ki ötesi Azîz-i Alîm'in takdirine kalmıştır. İnsandaki
iradeye gelince, bu, ancak o silsilenin halakâtından biridir. Yani irade,
âsâr-ı idrak cümlesinden bir eserdir. İdrak ise havâss ve meşaire arız olan şeylerden
ruhun bir infialidir... İmdi zahirde müessir görülen esbabın mebde'i, bütün
eşyayı hikmet-i ezeliyesi mucibince yaratan, her bir hadisi, ona nazîr olan
diğer bir hâdise tâbi kılan müdebbiri kevnin yed-i kudretindedir.” Muhammed
Abduh, “Kaza ve Kader” trc. Mehmed Akif, SM, II/35, s. 135. Benzer
şekilde bkz. Abdülaziz Çaviş, Anglikan Kilisesine Cevap, s. 101.
[699] Seyyid Bey, irade,
Kaza ve Kader s. 221.
[700] Ferid, Dînî,
FelsefîMusâhabeler, s. 130-1. Sebeplerle ilgili kanaati şudur: “Âlemde
sebepsiz hiçbir şey olmayacağına da kâiliz.” s. 145. Meselenin Akaid risaleleri
ekseninde bu çerçevede ele alındığım gösterir bir misalde Mustafa Âsım,
meseleyi şöyle izah etmektedir: “Hak Teâlâ hazretleri bu âlemde müsebbebâtı
esbâba rabt eylemiş bulunduğundan her hâlukarda kavâid-i şer’iye ve kavânîn-i
akliye dairesinde dünya ve âhirette saadetimize sebeb olacak umura tevessül ve
hilâfından tevakkî ve ictinâb etmekle me’mur ve mükellef bulunuyoruz.” Akâid
Dersleri, s. 38. Bu kabulün özellikle acil içtimaî neticeler peşinde
koşanlar tarafından bir tür kadere teslim olmak manasına olumsuz bir durum
olarak değerlendirildiğini belirtelim. Bkz. M. Zekeriyya, “Ferd ve Cemiyet”, Bilgi
Mecmuası, I/6, Nisan 1330, s. 588. Mehmed Ali Aynî, Ahlâk Dersleri,
s. 46. Hikmet de yayınlanan imzasız bir yazıda şöyle denir: “Biz
mümteni’u-tağyîr olan kazâ ahkâmına intizâr ile tazyî’-i evkât etmeyiz. Her
işin esbâbına tevessül etmekle mükellef olduğumuzu biliriz.” “Hürriyet, Musâvât,
Uhuvvet, Adâlet”, Hikmet, 2 Cemâziyulâhir 328 no:8, s. 7
[701] Abdülaziz Çâviş, Anglikan
Kilisesine Cevap, s. 101-2. Abduh Kur’an ayetlerindeki cebri ifadeler
kaniatdaki sünnetullaha telmihtir. Muhammed Abduh, “Şeyh Muhammed Abduh’un
Hânoto’ya Cevâbı”, SM, III/62, s. 146. Bu fikrin değerlendirmesi için
bkz. Mehmet Zeki işcan, Muhammed Abduh’un Dini ve Siyasî Görüşleri, 2.b.
İstanbul: Dergâh Yayınları, 1998, s. 137.
[702] İzmirli İsmail Hakkı, “Hikmet-i
Teşri’ veya Mehâsin-i Şerâyi’”, Ceride-i İlmiye, c.4, sayı:42,
Rebiulahir 1337, s. 1237. Allah’ın bir fiili sebebe istinaden işlemesinin
mahzurlarını dile getiren bir değerlendirme için bkz. İsmail Ferid, İbtâl-i
Mezheb-i Mâddiyyûn, İzmir: Ahmed Celâdet ve Şürekâsı Matbaası, 1312, s.
125-6.
[703] Harpûtî, Tenkîhü ’l-Kelam,
s. 237.
[704] İzmirli’ye göre;
“Havâdiste kavânînin tesiri yoktur.” Yeni İlm-i Kelam, I, 111.
[705] Ferid, Dînî,
FelsefîMusâhabeler, s. 143-4.
[706] Ferid Kam iradeyi de sebebe
bağlar: “Fi’l-hakîka sebepsiz irade olmaz. Her irade bir sebebin neticesidir.
Fakat husûl-i fiile bâdî olan sebebin behemehâl o fiil için sebeb-i kat’î
olduğuna hükmedilemez.” Dînî, FelsefîMusâhabeler, s. 136-7.
[707] Hacı Reşid Paşa, modern
telakkilerden uzak bir şekilde meseleye bakmaktadır: “Fâil-i mübâşir varken
müsebbibe bir şey isnad olunmaz.” Din-i Mübin-i İslâm, I, 128. Benzer
kanaati geç dönemde Ömer Nasuhî de paylaşır: “Tabîî sâikler, kânunlar bu
kâinâtda câri olan âdât-ı ilâhiyeden başka değildir. Bunlara lisân-ı şeriatde
«sünen-i ilâhîye» denir. Bunlar; hadiselerin adi sebebleri ve şartlarıdır, hiç
birisi hakiki bir illet değildir.” Ömer Nasuhi, Nazarî ve Ameli Ahlâk-ı
İslâmiye Dersleri, s. 19.
[708] Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 138.
[709] Tasavvufî cephesi kuvvetli olan
isimlerde bu irtbat çok daha kuvvetlidir: “Sebelerin tesiri adidir. Müessir-i
hakiki cenab-ı Hakdır.” Abdurrahman Sami, Miyarü’l-Evliya, s. 14. İsmail
Fennî ise şöyle izah eder: “Hakikat-i halde -illet-i müessire kanunu gibi-
illet-i gâiye kanunu dahi her yerde ve her şeyde câridir. Tesadüf hakayık-ı
ahvale vakıf olmayan insanlar için mûcib-i hayret olabilirse de her şeyin
hâlıkı olan Cenabı Hakîm-i mutlak hazretlerine hiçbir şey mûcib-i hayret
olamaz. Her şey bir sebep ve hikmete mübtenîdir” Lügatçe-i Felsefe, s.
300-1.
[710] Hasan Tevfik Efendi, Ravza-i
Muhâvere, s. 29.
[711] Reşid Rıza, Mezâhibin
Telfîki ve İslâm ’ın Bir Noktaya Cem 'i, s. 150.
[712] Ahmed Naim, İlmü
’n-Nefs, s. 448.
[713] Abdullatif Harpûtî, Allah’ın
kulun iradesi haricinde kudret-i kadîme-i ilahiyyesiyle tasarrufta bulunmasının
harikulade çerçeveye gireceğini öne sürdü. “Hatabın ihtirakı, fiilinin şart-ı
adîsi olan hatabın ateşi messetmesi şartı bulunmaksızın hatabın ihtirak
fiilinin husul ve vücûdu harîk-i âde olduğu gibi, kudret-i kadîme-i ilâhiyenin
efâl-ı ibadda icad ile te'sirinin şart-ı adîsi bulunan kudret-i hâdiseye
mukareneti şartı bulunmaksızın kudret-i ilâhiyenin efâl-ı ibadda icad ile
te'siri ve efâl-ı ibadın mevcûd olması dahi harik-i âde olur. imamın kavl-i
meşhurundan ibadın hadis irade ve kudretlerinin mevcûd ve kudret-i kadîme-i
ilâhiyenin tesirine şart-ı âdî olması, imamın kavlini ibadın kudretlerini
bi'1-külliye nefyeden Cebrîlerin kavlinden tefrik ve temyiz eder.” Tenkîhü
’l-Kelam, s. 237.
[714] Determinizmin kabulüyle mucize
arasındaki ilişki için İsmail Fennî şöyle der: “İcâbiyye-i tecrübiye denilir.
Bu, ulûm-i tabîiyyede kabul edilmiş bir mebdedir ki kavânîn-i tabîiyyenin umûmi
olmasına müsteniddir ve neticesi imkânı, tesâdüfü, kerâmet ve mucizeyi, illet-i
ûlâyı, mebdei inkardır.” İsmail Fennî, Lügatçe-i Felsefe, s. 181.
[715] İzmirli İsmail Hakkı,
el-Cevabü's-Sedid fi Beyâni Dini't-Tevhid, s. 52. Bereketzade Seyyid
Abdullah Cemaleddin, Âsâr-ı Cemaleddin, s. 31-2.
[716] Manastırlı İsmail
Hakkı, “Mevâiz” SM, II/28, s. 30.
[717] Ahmed Naim, İlmü
’n-Nefs, s. 437.
[718] Ahmed Naim, İlmü
’n-Nefs, s. 447.
[719] İzmirli esbab-müsebebât
ilişkisini Mâturîdî bir anlayışa yaslanarak isbat etmektedir. Hatta bilimin
kullandığı istikra metoduyla bu ilişkiyi aynileştiren İzmirli netice olarak;
“Kur’an ve mîzan, şeriat ve hikmet, akıl ve nakil esbâbın müsebbebâta
irtibâtına delalet eder” der. İzmirli İsmail Hakkı, “Hikmet-i Teşri’ veya
Mehâsin-i Şerâyi’”, Ceride-i İlmiye, c.4, sayı:42, Rebiulahir 1337, s.
1240.
[720] Modernleşme döneminde tabiat
yasası fikrini ilk işleyen ve bu kavramı hem tabiat hem toplum için kullanan
ilk kişinin şah Veliyullah olduğunu Fazlur Rahman iddia etmektedir. İslâmî
Yenilenme, s. 1189.
[721] Meselenin nasıl
kavrandığı gösteren bir beyitte Abdülhak Hâmid şöyle demektedir:
“Takdir-i ilâhî ile kanûn-ı tabiat
Bunlar iki mazmûn-ı mürâdif gibi bir şey”
[722] Emrullah Efendi, “Terbiye ve
Esasları” SM, I/16, s. 248. Muvafakiyeti bu kanunlara uymaya bağlayan
bir değerlendirme için bkz. Aksekili Ahmed Hamdi, “Müslümanların Uğradıkları
Felâketler Kendi Nefislerindendir”, SR, XI/282, s. 283.
[723] Seyyid Bey, her şeyi
kuşatmaktadır: “Yerde, havada, bahrda cari olan bu kavanin-i ezeliye,
insanlarda, insanların ef’al ve harekatında ve fertlerin, milletlerin ve
devletlerin başlarına gelen şeylerde dahi câridir... ” irade, Kaza ve Kader,
s. 160
[724] Said Nursî teşrii şeriatın
karşılığının ahirette tekvini şeriatın karşılığının dünyada olacağı ile ilgili
ayrıma gitmektedir. Nursî’nin bu taksimi hem döneme uymamakta hem de kalsik
manada mündemiç sünnetullaha uymamaktadır. Said Nursî, Sözler, İstanbul
2001, Yeni Asya Neşriyat, s. 677.
[725] Gökalp, “içtimâi Usûl-i Fıkıh” İslâm
Mecmuası, I/3, s. 84-87. Tekvinî şeriatın Allah’a isnadından hareketle
teşrii şeriatı da Allah’a isnat ettirip örfü bu manada kullanmaya hevesli
gözüken Gökalp’e itiraz eden izmirli’nin itirazı ise teşriî şeriatı ihmal etme
kaygısındandır. Said Halim Paşa da bütün inhitatı bu kanunlara uymamakta görür:
“Kudret ve saadet-i maddiyenin tabiat tarafından insana tahsis edilen
namütenahî nimetlerden istifade yolunu bilenlere has olduğu ve bu nimetlerden
müstefid olabilmek için tabiatı idare eden kavânîn ile o kavânînden çıkan
fünûnu tanımak icab edeceği kabul olununca Müslümanların inhitatını akvâm-ı
islâmiyenin ancak bu kanunlara ve fenlere karşı olan cehillerinden başka bir
şeye atfolunamamak zaruridir.” Said Halim Paşa, “İslam’da Teşkilât-ı
Siyâsiyye”, müt. Mehmed Akif, SR, XX/495, s. 3.
[726] Bu fikre yöneltilen
bir itiraz için bkz. M. Zekeriyya, “Ferd ve Cemiyet”, Bilgi Mecmuası,
I/6, Nisan 1330, s. 595 vd.
[727] Nitekim toplumu değiştirme
tartışmalarında İttihat Terakki iktidarının ilk heyecanı geçince değişim
arzusunun gerçekleşmemesi üzerine kafa yoranların bu sünnetullah kavramı
çerçveseine giren içtimaî kanunların varlığı meselesine daha yakın durdukları
gözlenmektedir. Bu konuyla ilgili bkz. M. Zekeriyya, “Ferd ve Cemiyet”, Bilgi
Mecmuası, yıl:1, I/6, Nisan 1330, s. 589-90.
[728] Babanzade Ahmed Naim, oryantalist
muhataplarına karşı bu ifadeleri kullanmaktadır: “Hatta kavânîn-i tabiiyyenin
lisân-ı Kur’andaki ismi “Sünnetullah”dır.” Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s.
35. Aynı paralelde M. Şemseddin şöyle der: “Basiretli bir göze karşı buna
muhalif görünen âyet-i kerimelerin hepsi tabiat kanunları adıyla bilinen
sunnetullahları takrir için inzal buyurulmuştur.” Zulmetten Nûra, s.
359.
[729] Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader,
s. 159. Benzer ifadeler için bkz. Ferid, Dini, Felsefi Musâhabeler, s.
146. Duanın çalışma olmaksızın yapılmasını abes bulan bir telakki için bkz.
Manastırlı İsmail Hakkı, “Tefsîr-i Şerif’, SM, I/12, s. 178. Duanın faydasının
ancak çalışma kanunlarına uymakla mümkün olduğu ile ilgili bkz. Mehmed Akif,
“Vaaz ve Mev’iza” SR, IX/49-231, s. 391. Bereketzade İsmail Hakkı, Necâib-i
Kur’âniye, İstanbul: Tevsi-i Tıbaat Matbaası, 1331, s. 439.
[730] Kavm-i atîk akidesini eleştirirken
Ubeydullah Efgâni şöyle der: “Evliyalar harbde yeşil sarık ve cübbe ile harbe
giderler câmilere tekyelere toplanıp dua ve niyaz ile iştigal edilirse harbler
kazanılır ve fütûhat olur ve kezâ ve kezâ” Ubeydullah Efgânî, Kavm-i Cedid:
Kitâbü’l-Mevaiz, s. 43.
[731] M. Şemseddin, Zulmetten Nûra,
s. 378. Yani daha açık ifadesiyle; “İslâmiyet, yüce hükümlerine tâbi olanlara
yüksek bir sadâ ile nida ederek diyor ki: Hayatın sabit değişmez bir takım
kaideleri, muayyen bir takım kanunları vardır. O kanunlara muhalefette
bulunanlar ilahî fermana karşı gelmiş olurlar. Gereğince amel edenler ise
emellerine nail olurlar. Rızık ile kesb de o sabit kanunların hükmü
altındadır.” s. 93-4.
[732] Babanzade Ahmed Naim, “Bütün
kâinatta hâdisâtın bir takım kavânîn-i müstemirre dairesinde cereyan ettiğini
havâdis-i keviniyi doğuran şeyin bir silsile-i medîd-i esbâb ve müsebbebât
olduğunu Müslümanlar bilirler.” Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s. 34. Bu
kanaatin yaygınlığını görmek açısından tasavvufî bir dergide kaleme alınan
yazıda Ahmed Reşid çalışmayı överken sebesiz hiçbir şeyin olmayacağını ifade
eder. Ahmed Reşid, “Tevekkül-Kesb”, Cerîde-i Sûfiyye, no.58, s. 385.
[733] Seyyid Bey, İrade, Kaza ve
Kader, İstanbul: Kader Matbaası, 1338, s. 159. Allah Kerimdir fikriyle işe
koyulursan neticesiz kalacağını ifade eden değerlendirmeler için bkz. Râşid
Gâlib, “Kayd ve Tevekkül”, İslâm Mecmuası, s. 284.
[734] Meselenin bu tarafını
vurgulayan geç bir tarihli metin için bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Nazarî ve
Ameli Ahlâk-ı İslâmiye Dersleri, 19.
[735] Seyyid Bey’e göre;
“Avâkıb-ı umuru görmek demek de, esbabını görmek demektir.” İrade, Kaza ve
Kader, s. 161.
[736] Babanzade Ahmed Naim,
Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s. 34.
[738] Babanzade Ahmed Naim,
Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s. 37.
[739] Ulema’nın çıkardığı bir dergide
kaleme alınmış ve ulemadan olması muhtemel bir zata ait imzayla çıkan bir
metinde esbaba tevessülün meşruluğu fikri ele alınırken sahip olduğu muhitin
niçin geri planda kalmaya başladığını da gösterecek tavrı temsil eden bir örnek
için bkz. Haydar, “Dua ve Şerâiti Hakkında İçtihad Gazetesine Cevap”, El-Medâris,
No:1, 8 C. Âhir 331, s. 2.
[740] M. Şemseddin, Zulmetten Nûra,
s. 55. Bunun müsbet şekilde takdim etmekten çekinmeyen Ahmed Naim meseleyi
cebr-i mutavassıt çizgisine irca etmektedir: “Kavânin-i tabîiyye kavânîn-i
hikmet olan sünen-i ilâhiyyenin bir fer’idir.” İlmü ’n-Nefs, s. 448.
[741] Filibeli Ahmed Hilmi devrin
kabullerini iyi şekilde yansıtır: “Şu halde, maddiyât ve cemâdâtda «cebr-i
mutlak» hüküm-fermâdır ki, bu fenn-i cebre «determinizm» nâmı verilir. Üss-i
İslâm, s. 53. Bu ilişki cemiyet hayatında farklılaşır. s. 53-4.
[742] Filibeli Ahmed Hilmi,
Üss-i İslâm, s. 54.
[743] Mazharuddin Sıddıkî, İslâm
Dünyasında Modernist Düşünce, trc. G. Korkmaz, M. Fırat, İstanbul: Dergâh
Yayınları, 1990, s. 79.
[744] Ahmed Naim, İlmü ’n-Nefs,
“Ancak icab-ı hikmet iktiza ederse bu kanunların cümlesinin veya bazılarının
değişmesine yahut ezmine ve emkene-i mahdudede bazılarının muvakkaten tebeddül
ve tagayyuruna imkan vermekte hiçbir beis yoktur.” s. 450.
[745] M. Şemseddin duayı hangi sınırlara
hapsetmektedir: “Maddeten hiçbir teşebbüste bulunmayarak gece gündüz Sofya'nın
yere geçmesi, Averof un denize batması için dua etsek böyle münasebetsiz bir
dua hiçbir zaman icabet hedefine vasıl olmaz. Çünkü Allah el birliğiyle cemiyet
hayatlarını ıslaha çalışan bir kavmi şirkleri sebebiyle mahvetmez. “Dua Allah’a
rücûdur. Yani evamir-i ilâhiyeye ...inkar etmemek yüzünden mutazarrır olan
insanlar tekrar Allah’a rücu’ ederse, Allah’ın gösterdiği yolu tutarsa dua
makbul olur.” Zulmetten Nûra, s. 79. Mehmed Akif de aynı minval üzere
devam eder: “Dualarımızın müstecab olması için evvela esbabına tevessül etmeli,
Averofu batıracak dritnavetler almalı onları kullanacak subaylar ve ümerâyı
yetiştirmeli ve ancak ondan sonra tam tevekkül ile Allah'tan istimdad, Allah'a dua
etmeliyiz. Dualarımızı ancak o zaman icabet hedefine vasıl olur.” “Vaaz ve
Mev’iza” SR, IX/49-231, s. 390.
[746] Seyyid Beyin de
ulemadan aydına evrilmiş zevat zümresinden olduğunu göstermesi açısından da
ilgi çekicidir. İrade, Kaza ve Kader, s. 164.
[747] Meselenin bu cephesi için bkz.
“Pozitivist felsefenin temel özelliği; bütün olayları tabii değişmez kanunlara
bağlı olarak kabul etmesidir.” Murtaza Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye’ye
Girişi ve İlk Etkileri, İstanbul: insan Yayınları, 1986, s. 15.
[748] İsmail Fennî
Ertuğrul, Mâddiyûn Mezhebinin İzmihlâli, İstanbul: Orhaniye Matbaası,
1928, s. 444.
[749] Mehmed Akif, dua ve benzeri manevî
yolları hiçe saymaktadır. “İyice bilmeliyiz ki gerek münferid, gerek sâri ne
kadar hastalık varsa, izalesi için tababetin tavsiye edeceği tahaffuzî, şifâi
tedâbirden başka yapılacak bir şey yoktur.” “Koleraya Dair”, SM, V/115,
s. 178.
[750] Tarla-tohum örneğinden yola
çıkarak çalışmayana Allah’ın bir şey vermeyeceğini söyleyen Abidin Paşa,
meseleyi dua üzerinden halletmeye çalışanlara karşı çıktıktan sonra insanın
ibadetlerinden ve duadan vazgeçmemesi gerektiğini ifade ile bitirmesi dengenin
gözetildiği zamanlardan kalma bir arzunun neticesidir. Abidin, Meâli-i
İslâmiye, s. 11. Benzer şekilde İlm-i kelam muallimliği yapan Mehmed Fehmi
her ne kadar esbâb-ı maddiyeyi illet-i kevniye olarak görse de en nihayetinde
matemeatiksel bir kesinlik olmadığının altını çizer: “Nice kereler esbâb-ı
maddiye bi’l-vücûh mükemmel olduğu halde muvaffâkiyet görülmediği olur ve
Hakkın irâdesi üzere esbâb-ı mâddiye gerçi illet-i kevniye ise de onun
tekmilesi yine lütf-i Hüdâ’dır, mâddiyât esbâb-ı âdiyedir, avâmil-i müessire
değildir.” Mehmed Fehmi, Hikmet-i Hukûk-i İslâmiye, s. 43.
[751] Milaslı İsmail Hakkı,
Din-i İslâm ve Ulûm ve Fünûn, Dersaadet: Numune-i Tıbaat, 1327, s. 26.
[752] Mehmed Akif,
“Koleraya Dair”, SM, V/115, s. 179.
[753] “Müslümanlık ve
Müslümanlar.tamamiyle tehiye-i esbâb ve idâd-ı kuvvetten kat-ı nazar etmezler.”
Haydar, “Dua ve Şerâiti Hakkında İçtihad Gazetesine Cevap”, El-Medâris, No:1, 8
C. Âhir 331, s. 3.
[754] Haydar, “Dua ve
Şerâiti Hakkında İçtihad Gazetesine Cevap”, El-Medâris, no.1, 8 C. Âhir
331, s. 2-3.
[755] Bu durumun problemli olduğunun
farkına varan İsmail Fennî meseleyi irade çerçevesinde izah etme gayretindedir.
İsmail Fennî, “Cenab-ı Allah kemâl-i kudretini ızhar için bazı hâdisatın bu
kanunlara muhalif olarak vuku’una dahi takdir buyurmuştur. Bunlara biz ancak
vuku’undan sonra muttali’ olabiliriz. Binâenaleyh bazı mucizât ve kerâmât-ı
evliyâyı kavânîn-i tabîi’yyeye muhalif olmasından dolayı inkar etmek veyahut
bir sûret-i tabîi’yyede tefsire kalkışmak şiâr-ı İslâmiyete büsbütün mugâyir
olduğu gibi akl-ı selime de münâfidir. Çünkü Allah kâdir-i mutlak demektir.” Lügatçe-i
Felsefe, s. 272.
[756] Dini muhtvadan uzak
bir şekilde yapılmış bir teşebbüs için bkz. Mehmed Ali Aynî, Ahlâk Dersleri,
47-8.
[757] Ferid Kam şöyle ifade eder:
“Nazarî olarak İlm-i Ahlâk’ı evvela hayrı tayin eden sonra da mebde-i itibar
edilen hayırdan sîret-i insâniyeyi, hayatın îcâbât-ı muhtelifesine göre takvîm
edecek kavâidi istinbât haysiyetiyle iki büyük kısmı ihtivâ eder ki bunlardan
biri, hâssaten hayırdan yahud umûmiyet üzere vazifeden bahs iden ahkâk-ı
Nazarîye, diğeri daha husûsi bir sûrette ilm-i vazâif denilen ahlâk-ı
a’mâliyyedir.” Mebâdi-i Felsefeden İlm-i Ahlâk, Ankara: Şer'iyye ve
Evkaf Vekâleti, 1339/1341, s. 12. İnsanın fıtrat üzere yaratılması ve bu
fıtratın değişme potansiyeli üzerinden hüsün ve kubuh meselesi gündeme
gelmektedir. II. Meşrutiyet’ten daha önce yapılmış bir değerlendirme için bkz.
İbnülemin Mahmud Kemal, Ahlâk, Dersaadet: Mahmud Bey Matbaası, 1308, s.
10-4.
[758] Kelam ve Usul-u fıkhın konusu olan
bu meselenin modern dönemle ilgisini verebilecek bir tanımı Seyyid Bey
yapmaktadır: “Gerek ilm-i kelamın ve gerek usul-u fıkhın en mühim
mebhasındandır. Ve aynı zamanda hem ahlâk, hem de hukuk felsefesinin
üssü’l-esâsıdır.” Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 212. Bu
münasebetler ve kavramın tarihi seyri ile ilgili olarak bkz. İlyas Çelebi,
“Klasik Bir Kelâm Porblemi: Hüsün-Kubuh”, MÜİFD, 1999, sayı: 17, s. 55
vd.
[759] Tanzimat sonrası
kanunlaştırma hareketlerinin teorik zaviyeden değerlendirilme imkanı olarak
kullanıldığına dair bir değerlendirme için bkz. Sami Erdem, Tanzimat Sonrası
Osmanlı Hukuk Düşüncesinde Fıkıh Usulü Kavramları ve Modern Yaklaşımlar,
Basılmamış Doktora tezi, 2003, s. 125.
[760] Bu aklileşme
Cumhuriyet’le birlikte giderek tabana da yayılacaktır. Mesela İlk mektep
beşinci sınıflar
için kaleme alınmış bir risale için bkz. Tüccarzâde İbrahim Hilmi, Türk
Çocuğunun Din Kitabı, s. 4-5.
[761] Jön-Türklerin firarı
ile bağlantılı olarak yaptığı yorumda Ahmed Lütfi Efendi yalnız akla isnad
etmenin yanlışlığı üzerinde durur. Lütfi Efendi Tarihi, XI/138.
[762] Dönemde derlenen bir ilmihalde
durum bu minval üzere izah edilir: “Tanrımız bize irade sıfatı vermiş şeriat
doğruyu ve yanlışı göstermiş ve dinimiz çalışınız çabalayınız deyu emr
buyurmuştur.” İbnü'l-Fâni Zeynelâbidîn, Müslümanlık, s. 15-6.
[763] Arapgirli Hüseyin Avni, İlm-i
Kelam, s. 86-7. İzmirli “Bu mezhebe göre mârifetullâhın vücübu babında akıl
hâkimdir, fakat şerâyî'de akıl hâkim değildir. Akıl hitâb-ı şâri' gibi îcâb-ı
ilâhîyi bildirir de mârifet-i ilâhînin vücûbu ile hükmeder.” “Fıkıh ve Fetava”,
SR, XII/292, s. 95. Klâsik çerçevedeki tartışmaları ihtiva eden ve
döneme yakın bir zamanda kaleme alınmış bir eserde Seyyid Ali Haydar Zühdî beşe
ayırmaktadır. Hadîkatü’l-Ukalâ fî İddihâri Ezhâri’l-Fudalâ, İstanbul:
Bosnevî Hacı Muharrem Efendi Matbaası, 1293, s. 7-8.
[764] Münif Paşa meseleyi hüsün ve kubuh
çerçevesine çekmeden ele alır: “Çünkü hürriyet-i akliyye olursa insan bunun
vâsıtasıyla nîk u bedi, hayır ve şerri, hak ve nâ-hakkı, nef’ ve zararı bilip
tefrik eder. Esas, hürriyet-i akliyyedir.” Hukuk-ı Hürriyet, s. 379-80.
[765] Tanpınar, Namık Kemal’in insanın
hürriyetini mutlak değil mukayyed kabul ederek bu kaydı ise tabiat-ı külliyede
halk edilmiş olan hüsun ve kubuhta aradığını söyler. Hüsün ve kubuhu şer’i ilan
eden Namık Kemal’in bu tavrından farklı olan bu yorum hürriyet kelimesi
etrafındaki efsunlu manayla muallel gibi gözükmektedir. Tanpınar, XIX. Asır
Türk Edebiyatı Tarihi, s. 416.
[766] Eş’arî gelneğin
tasrih ve tashihleri ile ilgili dönemde medrese talebeleri için asıl metin
etrafında şerhlerden Ali Rıza Efendi tarafından derlenen izahlar için bkz. Ebû
Abdullah Celaleddin Muhammed b. Esad b. Muhammed Devvânî, Mukayyed-i Celâl,
İstanbul: Servet-i Fünun Matbaası, 1327, s. 96-7.
[767] Müsteşriklere sunduğu
bir metinde Babanzade Ahmed Naim, ahlâk, iyi-kötü meselelerini tamamen akıl
merkezli bir izaha tabi tutmaktadır. Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s.
39-47.
[768] Nitekim bu çerçevede
Abduh’un Mâturîdîlikten etkilendiğini Fethullah Huleyf, Kitab-ı Tevhide yazdığı
mukaddimede dile getirmektedir. Kitâbü’t-Tevhid, s. 9m, dipnot 4.
[769] Watt, Free Will and
Predestination in Early Islam, s. 61. Mu’tezile’nin tarih boyunca modern
dönemde telakki edildiği şekliyle akla tek başına merkezi bir rol vermediği ile
ilgili bir değerlendirme için bkz. İlyas Çelebi, “Hüsün ve Kubuh”, DİA,
XIX/62.
[770] Klâsik tasnifi devam ettiren bir
misal olarak bkz. Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, s. 82-3.
Arapgirli Hüseyin Avni, İlm-i Kelam, s. 86. İzmirli, Usûl-i Fıkıh,
s. 5-6. Bu tür bir taksimi kabul etmesine rağmen tartışmanın sadece dördüncü
değil üçüncü manada da tartışma bulunduğunu Musa Kazım, Cenap Şahabeddin’le
giriştiği tartışmada dile getirmektedir. Musa Kazım, “Hüsn-ü Mutlak ve Zevk-i
Selîm”, Külliyât-ı Şeyhü’l-İslâm Musa Kazım, s. 47. Üç olarak zikreden
bir tasnif için bkz. Şirvanlı İbrahim Nâtıkî, Risale-i Akaidü'l-İslâm,
s. 38-9.
[771] Seyyid Bey, farklı olarak beş
manaya ayırmıştır. Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, İstanbul: Kader
Matbaası, 1338, s. 211. bu ayrımı daha önce yapan bir metin için bkz. Seyyid
Ali Haydar Zühdî, Hadikatü’l-Ukala fi İzdihar-i Ezhari’l-Fudala,
İstanbul: Bosnevî Hacı Muharrem Efendi Matbaası, 1293, s. 7.
[772] Muhammed Şükrü b. Ahmed Ata,
Tuhfetü'l-Fevaidala Cevahiri'l-Akaid, s. 55. Ayrıca bkz. “ilahi irade ile
aklın idrak kapasitesi ve yetkisi arasındaki ilişkiyi belirlemesi..” İlyas
Çelebi, “Hüsün ve Kubuh”, DİA, XIX, 59.
[773] Manastırlı İsmail
Hakkı, Telhîsü’l-Kelam, s. 60-2.
[774] Subhi Paşa, Hakâikü'l-Kelâm
fi Tarihi'l-İslâm, s. 134.
[775] Mâturîdî bir tanım çerçevesini
muhafaza eden bir örnek için bkz. Hacı Reşid Paşa, Dîn-i Mübîn-i İslâm,
I, 90. İzmirli’nin farklı bir yaklaşımı vardır: “bundan maada bir de Sâhib-i
Mîzan mezhebi vardır. Fakat bu mezheb hukemâ-i cedidenin intihâbiye dedikleri
mezhebdir ki kısmen Eşaire ve kısmen Mu’tezile mezheplerinden ibarettir.”
İzmirli, Usul-ü Fıkıh Dersleri, s. 9.
[776] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 215.
[777] Halim Sabit,
“Örf-Maruf’, İslâm Mecmuası, I/11 s. 322-3.
[778] Mahmud Esad, Telhîs-i
Usûl-i Fıkıh, s. 84. Halim Sabit, “Örf-Maruf’, İslâm Mecmuası, I/11,
s. 323.
[779] Bey, İrade, Kaza
ve Kader, s. 211.
[780] Ziya Gökalp fayda ve zararı başka
zaviyeden ele alır: “Hüsün ve kubuhu nef ve zararla karıştıranlar bu tabirlerin
iki mânalı olmasından dolayı bu hataya düşüyorlar, iyi ve kötü sıfatları
maneviyyata mahsustur; fakat mecazen maddiyyatda da kullanılıyor. Mesela iyi
kâğıt, fena kalem deniliyor. Nâfi' ve muzır sıfatları maddiyyat ve maneviyyata
teşmil edilebilir. Lâkin manevi nef ve zararı maddi nef ve zarardan tefrik
etmek şartıyla.
Eşyanın maddi nef ve zararı, uzviyyetler üzerinde haz yahut
elem tevlid etmek kabiliyetleridir. Bu türlü nef ve zarar mutlaka ilmi bir
tahlil neticesinde uzvi haz ve eleme irca olunabilir. Manevi nef ve zarara
gelince bu, katiyyen uzvi haz ve eleme irca olunamaz. Eşyanın manevi nef ve
zararı içtimaî bir zevk yahut ızdırab husule getirmek kabiliyetidir. Bu çeşit
nef ve zarar ancak fevka'1-uzvî bir meserret yahut kudûrete irca edilebilir.”
“Husun ve Kubuh”, İslâm Mecmuası, I/8, s. 228.
[781] İzmirli, “Fıkıh ve
Fetevâ” SR, XII/292, s. 94.
[782] Hüsün ve kubhun haz ve elemden
farkı bu keyfiyetleri temyiz eden melekelerin ayrı olmasından ibaret değildir.
Eşyanın maddi nef’ ve zarara mâlik olması tabiat-ı maddiyyesinin iktizasından
olduğu halde hüsün ve kubha mâlikiyyeti böyle değildir. Sancağın kudsiyyeti ve
bu kudsiyyetden mütehassil olan manevî faidesi onu teşkil eden kırmızı renkli
kumaştan sadır olmaz. Bu kudsiyyet ona hariçden gelmiştir. Ziya Gökalp, “Hüsün
ve Kubuh”, İslâm Mecmuası, I/ 8, s. 229.
[783] İzmirli, “Fıkıh ve
Fetevâ” SR, XII/292, s. 95.
[784] İzmirli İsmail Hakkı,
Usul-u Fıkıh Dersleri, Dersaadet: Matbaa-i Hukukiye, 1329, s. 35.
[785] İbnü’r-Rahmi A.
Tayyar, aklı tarif ederken ona farklı bir rol vermektedir: “Her şeye kalp
gözüyle bakıp hüsün ve kubuhunu ve esbâb-ı neş’etini tefekkür eder.” “Akıl Ne
Demektir?” BH, V/121, s. 2211.
[786] Manastırlı İsmail
Hakkı, kendisini Mâturidiliğe nisbet ederek hüsün ve kubuhu izah eder: “Cemi-i’
efâl-i ibâdın hüsün ve kubuhu emr-i şer’i yani şeri’n hükmüne binaen sâbit ve
mer’i oluyorsa da bizler (Mâturidiler) bazı ef’alde şer’in vürûdundan evvel
de hüsün ve kubuhun sübûtu akl ile bilinir deriz.” Metâlib-i İrfâniyye ve
İzahât-ı Nûniyye, s. 50. Mâturidilerin akılla bilinmesinden kasdettikleri
için bkz. Mehmed Vehbi, Akaid-i Hayriyye Tercümesi, s. 63. Marifetullah,
tazim ve tenzih, Allah’ı tazimi terk ve insanlara zulmetmek gibi sınırlı
şeyler.
[787] Baha Tevfik,
“Tenkîd-i Felsefî”, Felsefe Mecmuâsı, s. 55.
[788] Seyyid Bey, Usulü'l-Fıkh
Dersleri Kaza ve Kader, s. 225.
[789] Şu halde bu esas, ef’al-ı
hareketin hüsn ve kubhunda mikyas ittihaz edilirse, bu takdirde iyiylik kötülük
sabit ve gayr-ı mütehavvil bir hakikat mahiyetini iktisab eder. İnsanlık bir,
gaye de bir olduğu için bunda öyle göreneğin, terbiyenin, muhîtin, i’tiyâdât ve
telkinâtın asla dahl ve tesiri olamaz. Seyyid Bey, Usulü’l-Fıkh Dersleri,
s. 225
[790] Manastırlı İsmail
Hakkı, Usul-i Fıkıh, İstanbul: Hüseyin Bey Matbaası, 1327, s. 3.
[791] Muhsin-i Fâni ez-Zâhiri [Hüseyin
Kazım Kadri], Yirminci Asırda İslâmiyet, s. 145. Aynı Hüseyin Kazım’ın
bazı ayetleri zikrettikten sonra “hakkın bu sarih beyanlarına göre. Din ve
amel, me’mur ve mahzûr, maruf ve münker, Hak ve bâtıl, hayır ve şer, hedy ve
dalâl... tamamıyla insanlara bildirilmiştir” diye 1921’de kaleme aldığı bir makalede
geçmektedir. Hüseyin Kazım Kadri, “Din ve Mezheb”, Dîni Makaleler,
yazma, s. 5. Bu iki eser arasında görülen tezatı için bkz. Fatih M. Şeker, Osmanlılar
ve Vehhâbilik, s. 63.
[792] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 225-6.
[793] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 226.
[794] Namık Kemal, “Hukuk”, Osmanlı
Modernleşmesinin Meseleleri içinde, s. 55. Farklı bir yerde duran Hoca
Tahsin, Târîh-i Tekvîn yâhud Hilkat de bu fikre meyyaldir: “Hayrın,
hüsnün, sıdkın, sevâbın merci’ ve ma’abları ve riyâziyyât ve mantıkiyyât ve
ilâhiyyâtın mâ-bihi’l-intizâm ve’l-iktisâblarıdır.” R. Demir, B. Yurtoğlu,
“Unutulmuş Bir Osmanlı Düşünürü Hoca Tahsin Efendi'nin Tarih-i Tekvin Yahud
Hilkat Adlı Eseri ve Haeckelci Evrimciliğin Türkiye'ye Girişi”, Nüsha,
I/2, Yaz 2001, s. 194. İbrahim Nâtıkî, Eşâire’nin görüşü olarak kelamî bir
eserde niçin şer’i olduğunu izaha eder. Risale-i Akâidi'l- İslâm, s. 39.
Aynı dönemde kaleme alınan bir halak risalesinde mesele şöyle halle çaılışılır:
Hayır ve şerri tefrik edecek kadar aklı ve izan veren Allah “Rızâ-yı Hak hangi
tarafta olduğunu bildirmek ve hayra tergîb ve şerden terhîb eylemek üzere şâri’
ve Kitâb göndermiş”tir. Ahmed Rıfat, Bergüzâr, s. 61.
[795] Hüsün ve kubuhu şeraitin mi aklın
mı tayin ettiği ile ilgili Eş’arîlerin tavrını “cezr-i esamme muğalatası”
olarak vasfeden Mehmed Ali Aynî’nin bu bakışı artık bütün dönemin resmi
gibidir. Mehmed Ali Aynî, Türk Mantıkçıları, s. 6.
[796] “Ziyâ-yı akl ile tefrîk-i hüsn u
kubh olur” diyen Şinasi’nin Voltaire etkisiyle akıl ve din arasındaki gidiş
gelişleri için bkz. Bedri Mermutlu, Sosyal Düşünce Tarihimizde Şinasi,
İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2003, s. 204-6.
[797] Arapgirli Hüseyin
Avni, İlm-i Kelam, s. 86-7.
[798] Mesela Osmanlı modernleşmesinin
başladığı zaman diliminde kaleme alınmış bir risalede “Husun ve Kubuh şer’i
olup aklî değildir” hükmüne rastlarız: İbrahim Kasapbaşızade, Risale-i
İ’tikâdiye, Darü'l- Hilafe: Tabhane-i Amire, 1258, s. 6.
[799] Manastırlı İsmail Hakkı, Telhîsü'l-Kelam
s. 65. “İrsâl-i resul, inâyet-i ilâhiyyesinin hâvi olduğu hükm ve mesâlih pek
çokdur.
Bu sayede Cenâb-ı Hakk'ın vücûdu, ilmi, kudreti gibi aklen
ma'lûm olan ahkâm-ı i'tikâdiyye te'yîd, meâd- ı cismânî rü'yet-i ilâhiyye gibi
akıl ile idrâk olunamayan ahkâm-ı i'tikâdiyye ibtidâen ta'lîm ve bilcümle
ef'âlin hüsn ve kubhu, evâmir ve nevâhî delaletiyle ta'yîn buyrulmuşdur.
Kezâlik hasenata tergîb, seyyiâtdan terhîb içün sevâb ve
ıkâba dâir tafsilât verilmiş ve ahvâl-i ahret beyân olunmuşdur.”
[800] Hıristiyanlara cevaben kaleme
aldığı metinde Milaslı İsmail Hakkı, mesuliyeti peygamber gönderme açısından
ele almaktadır. Milaslı İsmail Hakkı, Hakikat-ı İslâm, İstanbul, Hilal
Matbaası, 1341-1343, s. 57-9.
[801] Arapgirli Hüseyin
Avni, İlm-i Kelam, s. 87.
[802] Arapgirli Hüseyin
Avni, İlm-i Kelam, s. 88. Ayrıca bkz. Manastırlı İsmail Hakkı, “Tefsir-i
Şerif’, SM, I/12, s. 177.
[803] Abdülaziz Çâviş, akla dolaylı
olarak rol vermektedir. “Mu’tezile-i Müslimîn her ne kadar hüsün ile kubuhu
ta’yin hususunda mizân akıl olduğuna kâil olmuşlarsa da başlı başına aklın
hüsün ile kubhu keşf, salah veya fesâdı mûcib halleri temyîz kudretine hâiz
olduğunu iddiâya cesâret edememişlerdir ve bu cesâretsizlik ilcâsıyladır ki
hüsün ve kubuh ile hüküm aklın selâhiyeti dâhilinde olduğuna, yalnız bu bâbda
keşşâflık vazifesi şer’a müteveccih bulunduğuna zâhib olmuşlardır. Onlar bu
nazarîyeleriyle demek istiyorlar ki şâri’in hüsün itibar ettiği her şey aklen
de hüsün, kabih gördüğü aklen de kabihdir.” “Hıristiyanlık Nazarında İslâm”, SR,
XV/373, s. 183.
[804] Arapgirli Hüseyin
Avni, İlm-i Kelam, s. 88-9.
[805] Harpûtî, Tekmile-i
Tenkîhü’l-Kelam, s. 109.
[806] Harpûtî, Tekmile-i
Tenkîhü’l-Kelam, s. 111. Mehmed Vehbi de Mâturîdî çerçevede marifetullah
konusunda aklı merkeze alır. Mehmed Vehbi, Akâid-i Hayriyye Tercümesi,
s. 63.
[807]Elmalılı Muhammed Hamdi, batıyı tenkit etmektedir:
“Kavânîn-i teşrîiyyenin hikemi, beşerin şuur ve irâdesine iktiran etmek gibi
bir şart ile meşrut bulunduğundan dolayı beşer bu kanunları kendi mevzuatı
zannetmek gibi hatâlara düşerek, sırf mevzûât-ı mücerredesinin mûsıl-ı niam ve
saadet olabileceği zu'muna zâhib olmaktan hâlî kalmamış ve âlemde görülen
sefâlet-i beşeriyyede bu zan ve zu'mun dâima büyük te'sîrleri meşhûd olmakta
bulunmuştur.” “Hazret-i Muhammed Aleyhisselâmın Dini: Islâm”, SR, XVII/431-2,
s. 117.
[808] Babanzade Ahmed Naim, Ahlâk-ı
İslâmiye Esasları, s. 45; “malumdur ki bir fiilin hayır olduğuna kalbin
mutmain olması herhalde aklın delaletine, nûr-u irşâdına vâbestedir.” Mesela
Emrullah Efendi her şeyi akla bağladıktan sonra aklı da ‘kavânîn ve hâdisât’ın
kendisine dayandığı Cenâb-ı Hakk’a bağlamaktadır. Fakat buradaki murad bir adım
ötede tabiat kanunları yani Avrupa’daki bilimsel keşiflerdir. Emrullah Efendi,
“Terbiye ve Esasları” SM, I/16, s. 248.
[809] Rüşdiye ve İdadiye’de tedris
edilmek üzere tertip edilen bir risalede aklın önemini anlatan müellif mevzuyu
şu beyitle bitirmektedir: “Ziyâ-yı akl ile tefrîk-i hüsn u kubh olunur/Ki nur-ı
mühürdür eyleyen elvânı teşhîr” Ali Seydî, Terbiye-i Ahlâkiyye ve Medeniyye,
s. 10.
[810] Abdurrahman Şeref, İlm-i Ahlâk,
s. 31-2. Ömer Nasuhi Bilmen, Nazarî ve Ameli Ahlâk-ı İslâmiye Dersleri,
s. 9; “Vicdânımız, mazhar olduğu ilham sayesinde hayrı şerden, sa’adeti
şekâvetten tefrîk edebilir.”
[811] Nitekim hem Kant’ı hem de buradan
hareketle Islâm ahlâk telakkisini tenkit eden Baha Tevfik, Islâm ahlâk
anlayışının bu esas ittihaz edilerek teşekkül ettiğini ifade etmektedir. Baha
Tevfik, “Tenkîd-i Felsefî”, Felsefe Mecmuâsı, s. 53.
[812] Mesela bkz. Elmalılı
Hamdi, “Dibâce”, Metâlib ve Mezâhib, s. 30 vd.
[813] Ziya Gökalp, “Fıkıh
ve İctimaiyât” Islâm Mecmuası, I/2, s. 40.
[814] Büyük Ali Haydar
Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, s. 88.
[815] Abdülaziz Çâviş,
“Hıristiyanlık Nazarında İslâm”, SR, XV/373, s. 183.
[816] İzmirli İsmail Hakkı, “İctimaî
Usul-i Fıkha İhtiyaç Var mı?” SR, XII/298, s. 85. nitekim Ziya Gökalp’in
bu teşebbüsünün tümüyle subjektif olduğunu İkbal’in incelemerinden hareketle
H.A.R. Gibb ifade etmektedir. Gibb, İslâmda Modern Eğilimler, s. 90.
Hatta Gibb meselenin bu tarafı için; “arap modernistleri tarafından yazılmış
benzer bir iddiayı benimseyen hiçbir eser hatırlamıyorum” demektedir.
[817] Gökalp’in başlattığı içtimaî
usul-u fıkıh tartışmalarında bu mesele örf üzerinden çözülmeye çalışılmıştır.
Örf üzerinden amel-i ehl-i medine’ye uzanmaktadır. Modernleşmenin en mühim
siması Fazlur Rahman’ın da amel-i ehl-i medine’ye farklı bir önem atfetmesiyle
irtibatları açısından düşündürücüdür.
[818] Ziya Gökalp, “Fıkıh ve İctimaiyât”
İslâm Mecmuası, I/2, s. 44. “Zaten ezmânın teğayyürüyle ahkâmın
teğayyürüne cevaz verilmesi de ezmana teb'an içtimaî enmûzeclerin tehavvül
etmesinden mütevellid değil mi?”
[819] Ziya Gökalp, “Fıkıh
ve İctimaiyât” İslâm Mecmuası, İslâm Mecmuası, I/2, s. 41.
[820] Ziya Gökalp, “Husun
ve Kubuh”, İslâm Mecmuası, I/8, s. 230.
[821] Fazlurahman, İslâmi
Yenilenme, s. 120. Bu başarıyı Veliyullah’a dayandırmaktadır.
[822] Ziya Gökalp, “Husun
ve Kubuh”, İslâm Mecmuası, I/8, s. 229-30.
[823] Ziya Gökalp, “Fıkıh
ve İctimaiyât” İslâm Mecmuası, I/2, s. 41.
[824] İzmirli İsmail Hakkı, “Örfün
Nazar-ı Şer'î'deki Mevkii”, SR, XII/293, s. 132. “Ümmetin marufunu şer'
tahsin etmemiş ise o ma'rûf emr-i bi'1-ma'rûf a dahil olamaz. Bu halde nasıl
olur da fıkıh namına nassî kubuh, örf-i kubuh diye kubhu ikiye ayırırlar?
Fıkh-ı İslâm'da bir nevî kubh vardır. O da kubh-ı şer'îdir. Kubh-ı örfî ancak
murûeti ihlal eder.”
[825] Ziya Gökalp, “Fıkıh ve İctimaiyât”
İslâm Mecmuası, I/2, s. 42. “Müslümanlar nassların nâtık olduğu emirlere
ve nehiylere ittiba mecburiyetinde bulundukları gibi marufu emr ve münkeri nehy
etmekle de mükellefdirler. Ma'rûf ve münker ise içtimaî vicdanın tahsin yahut
takbih ettiği amellerden ibarettir.”
[826] Ziya Gökalp,
“İnsanlar Hürdürler”, Makaleler IX içinde, s. 84-5.
[827] İzmirli İsmail Hakkı, “İctimaî
Usul-i Fıkha İhtiyaç var mı?” SR, XII/298, s. 212. “eâzım-ı vâcibattan biri
olan emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker’de şer’i celîlin tahsin ve
takbihi şarttır. Yoksa içtimaî vicdan kafi değildir”
[828] Yaşaroğlu,
“Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye Nizamnamesi Münasebetiyle”, İslâm Mecmuası,
IV/63, s. 1183.
[829] Ziya Gökalp, “Fıkıh ve İctimaiyât”
İslâm Mecmuası, I/2, s. 43. “Vakıa hüsün ve kubuh, zihincilerin iddia
ettiği gibi, ferdî ve aklî değil, mefkûrecilerin kabul ettikleri veçhile
fevkalakl ve içtimaîdir.” Bu durumda “fillerin hayır yahut şer olması için de
cereyan ettikleri içtimaî enmûzeclere nispetledir. Buna binaen yalnız
zamanların tegayyuriyle değil, nisbet olundukları cemaatların tehallüfüyle de
ahkâmın değişmesi lazım gelir.”
[830] Said Halim Paşa, ilmin karakterini
analiz ederek bu hükme varmaktadır: “Sabit ve pâyidâr bir hiss-i müştereke
istinad etmeyerek hiçbir mazi ve ‘an’aneden doğmayan yalnız akıl ve muhakeme-i
beşeriye gibi zayıf ve rakîk bir mesned üzerinde derece-i sübûtu meşkuk ve
mütehalif bir takım esasat-ı ilmiyeye itkâ eden âmâl ve gâyâtın...” “İnhitât-ı
İslâm Hakkında Bir Tecrübe-i Kalemiyye”, s. 17. Bu dikkat genel olarak akılla
ilgili telakkiye uygundur: “İnsanı şâhrâh-ı selâmet ve necâta sevk için akıl
bir vâsıta- i sahîha ise de sâlime değildir.” Ahmed Muhyiddin b. Mirza Said
Paşa, Siracü ’l-Hedaye, s. 8.
[831] Elmalılı Muhammed
Hamdi, “İlhad Ne Büyük Cehâlettir”, SR, XXV/632, s. 116.
[832] Ömer Nasûhi, Muvazzah
İlm-i Kelam Dersleri, s. 68.
[833] İkbal, tevhidin
esası kabul ettiği “müsavat, hürriyet ve insan nev’inin muhafazası için
tesanüd” fikirlerini Said Halim Paşa’ya atfen savunmaktadır. Ziya Gökalp gibi
bir devlet ve örf etrafında bağlı bir yapı yerine evrensel ilkelere dayanan ve
tevhid, hürriyet, müsavat gibi yeri ve yurdu olmayan kavramlara müracat etmeyi
teklif etmektedir. İslamda Dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, s. 176-7.
[834] Gökalp’in hedefi
toplumu değiştirmek ve ona şekil vermektir. Ziya Gökalp, “Fıkıh ve İctimaiyât” İslâm
Mecmuası, I/2, s. 44. Nass örften mütevellid ise örfte içtihada mesağ
olduğuna göre belki de nassda da içtihad olabilecek şekilde bu sahayı
genişletmek mümkündür.
[835] Meseleyi din üzerinden açıklayan
satırlar için bkz. “Dîn-i mutlak, milletlerin vicdân-ı içtimâilerini iş’ar eden
mebâdi-i külliyedir denilse yeridir.” Müderrislerden Şerâfeddin, “Beyannâme”, İslâm
Mecmuası, s. 1173.
[836] İzmirli İsmail Hakkı,
“Îctimaî Usul-i Fıkha ihtiyaç Var mı?” SR, XII/298, s. 212.
[837] Fakat problemin farkında olan Ziya
Gökalp, adet-örf ayrımı yaptıktan sonra örfü; “âdetin makbulü ve merdudu olduğu
halde örfün merdudu olamaz, örf nâsça makbul olan kaidelerden ibarettir. O
halde makbul âdetler örfde dâhil olduğu halde merdud âdetler örfün haricinde
kalır” diyerek tarif eder. Gökalp, “Örf Nedir?” İslâm Mecmuası, I/10, s.
290-95. Fakat devamında ise; “Örf tabiri yalnız "nâsça makbul olan
kaideler" mânasına delâlet etmez. Örf aynı zamanda "nâsça makbul ve
merdud olan kaideleri temyiz ve takdir etmek melekesi" demektir”
açılımıyla örfü tayin edecek külli kaidelere ulaşmayı hedeflemektedir.
[838] Halim Sabit,
“Örf-Maruf”, İslâm Mecmuası, I/11, s. 322-5.
[839] Manastırlı İsmail
Hakkı, “Ahkâm-ı İslâmiye ve İçtihâd”, SM, II/28, s. 18.
[840] İzmirli İsmail Hakkı,
“İctimaî Usul-i Fıkha İhtiyaç Var mı?” SR, XII/298, s. 211-6.
[841] Musa Kazım “İsbât-ı
Hakâyık-ı Eşya” SM, I/24, s. 376. a.g.m., Külliyât-ı Şeyhülislâm Musa
Kazım: Dini, içtimaiMakaleler,s. 138.
[842] Ahmed Hamdi Akseki, Ahlâk
Dersleri, s. 25-6.
[843] Aklın kabul
etmeyeceği şeyi dinimizin de kabul etemyeceği vurgusu Cumhuriyet. Yusuf Ziya, İslâm
Dini, İstanbul: Türk Matbaası, 1927, s. 8-9.
[844] Filibeli Ahmed Hilmi, hürriyet-mesuliyet
denklemini buradan kurar: “Hassâsiyet-i beşeriyeye haz ve ikrah hassaları
verildiği gibi, vicdan-ı ahlâkiyi dahi makbul ve merdûd olan şeyleri his ve
tefrik hassası mevdu’dur. İdrâk-i insanîdeki akıl ve muhakeme dahi hayır ve
şerri tefrîk için âlettir. Sonra da, tabiat-i beşeriyede, kendi mesuliyetini
mütekeffil ve saadetini müeddî olacak derecede hürriyet ve iktidar vardır. Şu
halde hayır cihetini tercih edenlerin hidâyetini, şer cihetini tercih edenlerin
dalâletini istemiş olur.” Allah ’ı İnkâr Mümkün müdür? s. 73-4.
[845] M. Şemseddin’e göre; “İyiyi
fenayı, helâli, haramı, aybı, fazileti tarifeden dindir, takdir eden akıldır.
Bu sebebden İslâmiyet din ile aklı hiçbir zaman ayırmamış, daima beraber
tutmuştur. Meşru olan bir fiil, bazen memnu’ olur, helâl olan bir şey bazen
haram olur. Bunu takdir edecek dinin delaletiyle akıldır.” Zulmetten Nûra,
s. 57-8. Nitekim M. Şemseddin teizmi açıklarken bunları insanın fiillerinde ve
hareketlerinde hüsun ve kubhu yalnız akılla tayin etme yoluna gittikleri için
bu yolla ahlâkın esasını ve ahiret inancını yıkmakla suçlamaktadır. M.
Şemseddin, Tarih-i Edyân, Dersaâdet: Kanaat Kütübhanesi, 1338, s. 54.
[846] İzmirli İsmail Hakkı,
Muhassalu ’l-Kelam ve ’l-Hikme, s. 42.
[847] Hüseyin Kazım Kadri, “Din ve
Mezheb”, Dîni Makaleler, yazma, s. 4. İlim ve marifet ancak Allah’ın
Kitâb’ında bildirdiği ve Resûl-i Muhtereminin anlattığı ahkâm-ı îmân ve akâide
tâbi’dir ve dinde kasd ve irâdât-ı beşeriye ile ve akıl ile ve ilim ve
marifetle isbât ve izhâra arz-ı iftikâr eden bir hükm ve akide yoktur.” Fakat
Hüseyin Kazım daha sonra hazırladığı Türk Lügati’nde aklı tarif ederken
kudemanın “hayrü şerri temyiz eden meleke” fikrine yakınlık göstererek şöyle
bitirir: “Fîzamanina ‘şer’den başka bir şey görülmediğinden, buna göre bu
tarifi değiştirivermek ve: «akıl iki şerden hangisinin ehven olduğunu bildiren
meleke..» demek muvafık olur.” Türk Lügati, III/524.
[848] Aklın kabul
etmeyeceği şeyi dinimizin de kabul etmeyeceği vurgusu Cumhuriyet Devrinde daha
barizdir. Mesela bkz. Yusuf Ziya, İslâm Dini, İstanbul: Türk Matbaası,
1927, s. 8-9.
[849]Mehmet Aydın’ın Akseki örneğinden hareketle yaptığı değerlendirmeler
için bkz. Ahmed Hamdi Akseki [Ahmet Hamdi Akseki Sempozyumu (1994: Antalya)],
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2004, s. 27-8.
[850] Ahmed Sami, Hulâsatü ’l-Kelâm
fi Meâsiri ’l-İslâm, s. 30. Abidin Paşa’ya göre bu meseleyi Ehl-i Sünnet
ukalâ ve urefâsı cebr-i vasat ile halledilebilecek en iyi şekilde halletmiştir.
Abidin Paşa, Tercüme ve Şerh-i Mesnevî-i Şerif, I, 387. Cemaleddin
Efendi cebr ve tefviz meselesinin tefrik değil cem’ manasına bizzat Allah’ın
muradı olduğu fikrindedir. İslâm’ın rüknü kabul edilen “hayru’l-umûri evsâtühâ”
hadis-i şerifindeki manaya sadık olarak cebr ile i’tizal arasında bir denge
kesb inancının esasıdır. Bereketzade Seyyid Abdullah Cemaleddin Efendi, Âsâr-ı
Cemaleddin, s. 27. Hamamizade Mustafa Âsım, Tavzîhu ’l-Kelâm fi Akâid-i
İslâm, s. 32. Mehmed Lütfi, Tuhfe-i Lütfi, s. 14. Musa Kazım Efendi
de bu dengeyi savunanlardandır. Musa Kâzım, “Adâlet”, Külliyât-ı Şeyhülislâm
Musa Kazım: Dinî, İctimâî Makaleler, s. 104.
[851] Meseleyi padişaha vezirazam olmak
misali üzerinden açıklayan ve II. Abdülhamid devrinde kaleme alınan bir
risalede kişinin vezir olup olamayacağı kaza-i mübrem olarak takdim edilir.
Hasan Tevfik Efendi, Ravza-i Muhâvere, s. 27. Tam bir teslimiyet ve
tevekkül fikri siyasî bir risalenin başlangıcında kaleme alınır: Sayyâdizâde
Muhammed Ebu’l-Hüdâ Er-Rifaî, En-Nefhatü ’n-Nebeviyye fî Hilâfeti ’l-
Hamidiyyeti ’l-Osmaniye, Haz. İsmail Kara, Zeynep Süslü, Hilafet
Risaleleri: İslâm Siyasî Düşüncesinde Değişme ve Süreklilik: II. Abdülhamit
Devri, içinde, haz. İsmail Kara, İstanbul: Klâsik, 2002, s. 209. Erzurumlu
Mehmed Nusret, hakiki manayı teslimiyette bulmaktadır: “Müdekikîn-i hukemânın
son kararı şudur ki insanlar kendi hareket ve sekenâtında ihtiyâr suretinde
mecburdurlar yani ihtiyâr-ı ef’alde ihtiyârları yoktur. Mütekellimin kesb
dedikleri şey bundan ibarettir.” Nazarîyyât-ı Fıkhiyye ve ‘Adât-ı Milliyye,
Dersaâdet: Tanin Matbaası, 1340, s. 31.
[852] “Allahsız hürriyet ve
irade olmaz” Allah inancını hürriyetin mevcudiyetinin merkezine yerleştiren bir
değerlendirme için bkz. “Hürriyet, Musâvât, Uhuvvet, Adâlet”, Hikmet, 2
C. Âhir 328 no:8, s. 7.
[853] Özellikle tasavvuf! eserlerde bir
hakikat olarak teslim edilen bir teslimiyet fikri her şeyin üzerinde akmaya
devam eder. Bu meselenin farkında olmayı bir seçkinlik olarak gören bu anlayış
teslimiyet fikrine yaslanarak olup bitenlere tepeden bakmaya devam etmektedir.
Mesela bkz. Kastamonulu Babalıklı Efendizade Ahmed Mahir Efendi, el-Muhkem
fi Şerhi’l-Hikem, İstanbul: Ahmed İhsan ve Şürekası, 1323, I, 7.
Abdurrahman Şeref insanın aczi üzerinden delillendirmektedir. İlm-i Ahlâk,
s. 35. Hamamizade Mustafa Âsım, Tavzîhu ’l-Kelâm fi Akâid-i İslâm, s.
32-3.
[854] Manastırlı İsmail Hakkı, “Tefsir-i
Şerif” SM, I/13, s. 193; “Kaza ve kader-i ilâhîye imân etmek Allâhü
Teâlâ Hazretleri'ne imânda dâhildir. Çünki kader Allâhü Teâlâ Hazretleri'nin
olacak şeylerin vakit ve zamanını ve şâir tefasilini bilmesi; kaza dahî, ilm ve
irâde-i subhâniyyenin taalluk-ı ezeliyyesine muvafık olarak bütün eşya ve
ahvâli icâd buyurması demek olduğundan kaza ve kadere imân, ilm ve irâde ve
tekvin sıfât-ı ilâhiyyesinin bütün kâinata şümullerini bilüb tasdik etmekden
ibaret olur.” Yine Manastırlı: “Fakat bunu bilmeyüb inkâr etmek imân ve tevhide
halel getirecek, büyük bir cehalet olmasına mebnî kaza ve kader-i ilâhîye imân
vücûbu, ayrıca tasrîh olunmuş, ehemmiyet-i kat'iyyesinden nâşî îmân-ı şer'î
beyânına dâir...” Manastırlı İsmail Hakkı, Telhîsü'l-Kelam fi Berahini
Akaidi’l-İslâm, s. 95; “Herşeyin takdîr-i ilahi ile vukua geldiğinie iman
bir fariza-i diniyedir.” İsmail Fennî, “Fatalisme”, Lugatçe-i Felsefe,
s. 272.
[855] Abidin Paşa, Tercüme
ve Şerh-i Mesnevî-i Şerif, I, 387. Yağlıkçızade Ahmed Rifat Efendi, Tasvîr-i
Ahlâk, s. 296-7. Filibeli meselenin çözümünün yapılamadığını ve bunu iki
vechede çözmek gerektiğini düşünmektedir: “Îslâmî ekseriyet demek olan Ehl-i
Sünnet'in hepsi için bu babta selâmet çâresi nedir? Bize kalırsa, bu mes'elenin
felsefî ve metafizik mâhiyetinin halli gayr-i kâbil ve bin türlü münakaşaları
mucip olduğundan onu iki kısma taksim etmekle işe güzel bir mecra vermekten
başka çâre yoktur. Filvâkî bu bahsin iki safhası vardır: Birisi nazarî ve
felsefî, diğeri amelî ve tecrübî.” Filibeli Ahmed Hilmi, Tarih-i İslâm,
II, 459. Ferid Kam şöyle ifade eder: “Ebediyyü’l-eşkâl olan bu muammâ-yı
ilahîyyiyi en doğru bir surette halledenler, suret-i kat’iyyede hâll-i
iktidâr-ı beşer haricinde olduğunu teslim ve itiraf ile bu bahiste iltizâm-ı
sükût eyleyenlerdir. Çünkü şerâit-i imandan olan kaza ve kaderin vücûdu nusûs-u
kâtıa-i Kur’aniye, ehâdis-i ‘adîde-i Nebeviye ile sabittir. Münkîri dâire-i
iman ve İslâm’dan çıkar.” Dînî, FelsefîMusâhabeler, s. 139 ve ayrıca
bkz. s. 143-4. İçtimai-ahlaki meselelerde oldukça rasyonalist olan benzer
şeyler söyler. M. Şemseddin, Zulmetten Nûra, s. 339. İsmail Fennî, “Şu
halde imanın şartlarından olan “Kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna
inandım.” cümlesi dünyada hayır ve şerden her birinin Sübhanî hikmetin
gerektirdiği sebepler, sünnetler ve miktarlara göre cereyan ettiğine inanmak
demek oluyor.” Lügatçe-i Felsefe, s. 273.
[856] Ahmed Naim, bunu
ahali arasında bulunan zayıf akıllılar için konulmuş bir tedbir olarak
düşünmektedir. İlmü’n-Nefs, s. 444.
[857] Mesela Ziya Paşa
şöyle der: “İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekemez/ Zira bu terazi bu kadar
sıkleti çekmez”
[858] İsmail Hakkı, Metâlib-i Âliye,
s. 169-72. Bereketzâde isbât-ı vâcibe hasrettiği eserinde meseleyi “vemâremeyte
iz rameyte velâkinnallahe rame” ayetine getirerek asıl fiilin sahibinin Allah
olduğunu ifade ettikten sonra bu durumun herhangi bir şekilde cebrilikle
alakalı olmadığını izah eder: “Bu zikrolunan hakâyık ve esrâr, tekâlif-i
şer’iyyenin iskâtını ve vazâif-i insâniyenin ihmalini ve binaenaleyh asayiş ve
intizâm-ı âlemin ta’tilini mûcib olan bulunan Cebrîlik meslek-i mezmûmunu
mürevvic değildir; bu rumuz ve nekât insanlardan ihtiyâr-ı cüz’înin insilâbını
asla ima etmez... ol Kâdir- i Mutlak’ın esmâ-i hüsnâsından «Cebbâr» ism-i
şerifinin medlûlünü îzâh ediyor.” s. 170.
[859] Seyyid Bey “Felâsife-i İslâm’dan
meşhur (İbn Rüşd)ün dediği gibi, bu mesele hakkında vârid olan nusûs-u şer’iyye
zâhiren müte’arız olduğu gibi kazâyâyı akliye de mitebâyindir.” İrade, Kaza
ve Kader s. 126.
[860] Mustafa Sabri Efendi,
DînîMüceddidler, s. 137.
[861] Filibeli Ahmed Hilmi, Üss-i
İslâm ’da vaziyeti şöyle tasvir eder: “Kör kaderciliğin İslâm'ın ruhunda ve
temelinde var ve gizli olmadığını, şimdi de Kitap ve hadislerle ortaya koymaya
çalışacağız... Bütün bu ayetler, insanın küllî kudret ve mutlak irade sahibi
olamayacağına ve hür kudretin üstünde bir Allah kudreti ve onun bir hedefi ve
manevî gayesi bulunduğunu bildirir. Kaldı ki, o kadar açık ve kesin ifadeli
ayetler vardır ki, bunun böyle olduğuna asla şüphe bırakmaz. Örneğin, Allah'a
yardım ediniz ki, Allah da size yardım etsin" mealinde olan ayet gibi.” s.
72.
[862] Meselenin bu tarafını görmeyenler
mevzuyu bir zaaf olarak telakki edebilmektedirler. Gazali’nin İhya’da meseleyi
bağladığı yer olan bu noktayı bir bakıma agnostisizm olarak gören bir yorum
için bkz. Mustafa Çağrıcı, “Ahlâk”, DİA, II, 9.
[863] Mesela içtimaî
karakteri daha ön planda olan klâsik devre ait bir eserde mesele evvela kaderin
sır olduğu bahsiyle açılmaktadır. Hasan Kâfi Akhisari, Ravzâtü’l-Cennatfi
Usuli’l-İ’tikad, s. 80. Meşrutiyet öncesi kaleme alınmış bir risalede
meselenin sır olması esas alınır. Hasan Tevfik Efendi, Ravza-i Muhâvere,
s. 27. Tasavvufî çevrelerin kendilerine yakın buldukları bu sır fikrini Ali
Fuad âyân-ı sâbite üzerinden savunmaktadır. Ali Fuad, “Vücûd”, Ceride-i
Sûfıye, No:56, s. 86.
[864] Meselelerin içtimaî
ve dünyevî zaviyden ele alındığı bir devirde meseleyi adalet merkezli bakma
fikri geri planda kalmıştır. Allah’ın adaleti, ahirette azab etmesi gibi
hususlar üzerinden irade meselesi ile ilgili bir risale için bkz. Seyyid
Muhammed Ebi’l-Hüdâ es-Sayyâdi er-Rufâi, Tarîku ’s-Selâme, Risale şu
eserin içindedir: Eşrefü ’l-Vesail fi Tahkîk-i Edakki ’l-Mesail,
Ebü'l-Hüda Muhammed b. Hasan Vadi b. Ali Sayyadi, tahkik Abdülhakim Selim
Abdülbasıt, [y.y. : y.y.], 1389. Mehmed Rüşdi, Hallü’l-İşkâl fı
Mebâhisi’l-Cüz’i’l-İhtiyâr, s. 6. Said Nursî de meseleyi bu zaviyeden ele
alır: “Evet, insanın elindeki cüz’-i ihtiyâri ile işledikleri ef’allerinde,
Cenâb-ı Hakka âit netâici düşünmemek gerekir.” Lemalar, İstanbul: Sözler
Yayınevi, 1990, s. 126.
[865] Mesela Hoca Kadri siyasî
çabaların neticesiz kalması durumunda teslimiyete varır: “Nakl ü akl müsmir,
müntic olmazsa adem-i muvaffakiyetimizi kaza ve kadere atf ederiz. Tedbirimiz
takdire muvafık değilmiş deriz.” Mehmed Kadri Nâsıh, İstinsâf, s. 151.
[866] Mesela bkz. Mehmed Arif Bey, Binbir
Hadis, s. 234. Ahmed Naim, İlmü’n-Nefs, s. 444. Filibeli Ahmed
Hilmi, Üss-i İslâm s. 72-3. Aksekili Ahmed Hamdi, “Çünkü fenalığı kadere
nisbet etmek kaderi Cenâb-ı Allah’a nisbet etmek olduğundan sû-i edebtir.
Kitâba, Sünnete, Nusûs-i eimmeye muhâliftir.” “Müslümanların Uğradıkları
Felâketler Kendi Nefislerindendir”, SR, XI/282, s. 282.
[867] Özellikle tasavvufî çevrelerin
mertebe, dil gibi birçok farklı katmanı barındırın yapısının arasında bu
farklılıkların kaybın ciddi neticeleri olacaktır. Mesela artık şöyle tariflere
az rastlanır olmuştur: “Havâssın tevhidi fiil-i ibâdın hâlıkiyyetini ve
kemâlât-ı hakîkiyyenin Hak’la kâim olduğunu müşâhade ederek lâ-maksûd ve
lâ-mahmûd ve lâ- mahbûb illâ’l-lah manasınadır.” Abdurrahman Sami, Miyarü’l-
Evliya, s. 15.
[868] Mesnevî Şârihi Abidin Paşa mevzu
ile ilgili ayetleri değerlendirdiği eserinde irade-i cüz’iye kavramı üzerinden
insan mesuliyetini aklî izahlara tabi tutmaktadır. Abidin, Meâli-i İslâmiye,
s. 64. Abdurrahman Şeref, iradenin istibadgahı olarak aklı görür. İlm-i
Ahlâk, s. 34.
[869] Filibeli Ahmed Hilmi,
Tarih-i İslâm, II, 459.
[870] İskilipli Atıf Efendi, “Şu halde
kader asıl ve esas, kazâ da fürû’ mesâbesindedir. Binaenaleyh kader, kaza
sûretini bulmadıkça insan, esbab-ı meşru'aya tevessül ile nâfi’ şeyleri
istihsâle ve muzır şeylerden ictinâba sa’y ile mükellefdir.”Mir’atü’l-İslâm,
s. 20
[871] Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 138.
[872] Cılız da olsa
meseleyi akıl zaviyesinden ele almayı sakıncalı görenler de vardır: Ali Fuad ,
“Vücûd”, Ceride-i Sûfiye, No:56, s. 86
[873] Abidin Paşa, Tercüme
ve Şerh-i Mesnevî-i Şerif, I, 401. Süleyman Sırrı, Esbâbü’l-Felah,
s. 225-6. Mesela bu delile başvuranlardan biri Harpûtî’dir. Tekmile-i
Tenkîhü ’l-Kelam, s. 101.
[874] Süleyman Sırrı, Kenzü'l-Akâid,
s. 106.
[875] Aksekili Ahmed Hamdi,
“Müslümanların Uğradıkları Felâketler Kendi Nefislerindendir”, SR,
XI/282, s. 283.
[876] Mehmed Rüşdi, Hallü
’l-İşkâl fi Mebâhisi ’l-Cüz ’i ’l-İhtiyâr, s. 6.
[877] Filibeli Ahmed Hilmi bu hususu
zikreder geçer: “Kur'anda mevcut nice âyât Cenab-ı Hakkın zulmetmeyeceğini ve
zulm sıfatından münezzeh bulunduğunu ve her nefsin kazandığına nail olacağını
son derece sarih bir sûretle ilân etmekte” Allah ’ı İnkâr Mümkün müdür?
s. 73. Cumhuriyet Döneminde kaleme aldığı tefsirinde Elmalılı dengeyi şöyle
kurar: “Ne cebri mahiz (fatalite) ile icabı mahiz (determinizm) in davayı
ıztırarları, ne de hürriyeti mutlâka ve tamme (liberalizm) müdde’ilerinin
ihtiyarı halikane davaları, hiçbir zaman mizanı hakikatin bedahetile
karşılaşamazlar. Beşerde ciheti ıztırar kudretullahın şahidi, ciheti ihtiyar da
iradetullahın şahididir.” Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, I,
81.
[878] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, II, 173-4.
[879] Elmalılı Muhammed Hamdi,
“Müslümanlık Mâni-i Terakkî Değil, Zâmin-i Terakkîdir”, SR, XXII/547-8,
s. 5-7. Benzer değerlendirmeleri tevekkül ve kanaat üzerinden yapan satırlar
için bkz. Mustafa Sabri Efendi, Dînî Müceddidler, s. 116 vd. bu etkinin
tam tersi bir tavrı görmek de mümkündür. Sâdık Vicdânî, “el-Kâsib Habîbullah”, Ceride-i
Sûfiyye, no.117, s. 217.
[880] Mesela ilcaat-ı zamaniye
karşısında perhizkâr bir üslup tutturan İbnülemin tasavvufî zaviyeden hürriyeti
tarif ederek mevcut halin geçiciliğine bu şekilde telmihte bulunmuştur. İbnülemin
Mahmut Kemal, “Hürriyet”, BH, II/36, s. 830-2. Her ne kadar bir tercih
edilmese de bu mananın farklı şekillerde karşımıza çıktığına şahit olmaktayız.
Mesela Daru ’l-Hikmeti ’l-İslâmiye tarafından yayınlanan beyannamede
gerçek hürriyet için mâsivâdan kurtulma ve Allah’a kul olma esasına
bağlanmaktadır. “Beyanname: Ud’û ile Sebîl-i Rabbike bi’l-hikmeti...”, İslâm
Mecmuası, IV/63, 23 Muahrrem 1327, s. 1177.
[881] Mehmed Esad Efendi,
Mektubât, s. 43.
[882] Bektaşi meşreb bir tasavvufî
dergide yapılan derviş tarifi: “Derviş: şahsı hür, vicdanı hür, ef’ali hür,
efkarı hür; kayd-ı mâsivâdan âzâde insan demektir.” Abdal Musa, “Dervişin
Ayarı” Muhibban, sayı:4, 27 Rebiülahir 1327. Cengiz Gündoğdu, “Osmanlı’nın Son
Döneminde Yayınlanan Tasavvuf Muhtevalı Muhibban Dergisi ve 1327/1911 Yılı 4.
Sayısında Yer Alan Bazı Makaleler”, Tasavvuf, s. 300.
[883] Said Nursî, Lemâlar,
Sözler Yayınevi, 1990, s. 12.
[884] Kendi yaşadığı devri anlatır
şekilde istibdada dair yazdıklarında Said Nursî şöyle der: “Sefâlet derelerinin
esfel-i sâfilinine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zehirlendiren,
hatta her şeye sirayet ile zehrini atan, o derece ihtilafâtı beyne’l-İslâm ilkâ
edip Mu’tezile, Cebriyye, Mürcie gibi dalalet fırkalarını tevlid eden
istibdâddır... (Cebriyye, Râfiza, Mu’tezile) gibi İslâmiyeti müşevveş eden
fırkaları tevlîd etmiştir.” Said-i Kürdî, Münâzarât, Âsâr-ı Bediiye
içinde s. 406.
[885] Ziya Paşa Avrupa’daki hayatında
insanı hayat karşısında güçsüz kılan şeyin kader değil, siyasî iktidar olarak
görecektir. Birol Emil, Türk Kültür ve Edebiyatından Şahsiyetler,
Ankara: Akçağ Yayınları, Birol Emil, “Ziya Paşa’da İslâmiyet ve
Meşveret(Parlemento) Fikri”, Türk Kültür ve Edebiyatından Şahsiyetler,
Ankara: Akçağ Yayınları, s. 45. Hoca Kadri Nâsuh, Zulm ve Adl, s. 103-4.
[886] Yusuf Akçura, Kader,
s. 4. Benzer tenkitlerin Meşrutiyet sonrası yapılan bir şekli için bkz. Hâşim
Nâhid, Türkiyâ İçin Necât ve İ ’tilâ Yolları, s. 101
[887] Es-Seyyid Muhammed
Efendi Ebu’l-Hüdâ Es-Sayyâdi, Dâi'r-Reşâd li Sebîli'l-İttihad ve'l-İnkıyâd,
ter. Halebli Kudsi Efendizâde Abdülkadir, İstanbul: Matbaa-i Amire, s. 9-10.
[888] Bir sonraki adımda Cumhuriyet
döneminde geçmiş ve tarih kötülenirken kullanılan bu siyasi telakki tekrar
edilecektir. Ahmet Ağaoğlu yeni devre uygun şekilde geçmişi bu klişelerle
yargılamaktadır: “Hükümdar bir kere ‘zıllullah fi’l-alem’ bilinirse, bir çeşit
yarı tanrı gibi telakki edilmiş olur ki, halkın ona karşı en küçük bir hareketi
Allaha isyan ve küfür sayılır. Şarkta böyle olmuştur. Kadere rıza, teslimiyet,
tevekkül, aza kanaat adı altında sefaleti benimseme halkı sindirmiş, çalışma ve
servet biriktirmeden menetmiştir.
Böyle bir halkın üzerine tahakküm
kolaydır, halka ise tahammül etmek düşer.” Ahmet Ağaoğlu, “Medeniyette Vahdet”,
Türk Yurdu, I/2 Şubat 1928, s. 18-20.
[889] Yusuf Akçura’nın mevcut yapıyı
tenkit ederken kullandığı bir mukayese kader meselesinin ne kadar
siyasîleştiğini gösterir. Düştüğü dipnot dikkat çekicidir: “kaderin lütufkâr
olmak üzere en son tecellisi de hükûmet-i ecnebiyenin ‘hareket-i
muavenetkârâneleri’ suretindedir” Kader, s. 7.
[890] Ziya Gökalp’in ortaya koyduğu
hürriyet tarifi tasavvufî manayla dolu ve fakat siyasî muhalefeti esas alan ve
ifade ettiğimiz siyasallaşmayı gösteren güzel bir örnektir. Ziya Gökalp,
“Hürriyetin Menbalarına Doğru”, Makaleler, I, s. 58-9.
[891] Dönemin şartları ile
düşünüldüğünde Namık Kemal’in şu satırları insan hürriyetinin psikolojik
temeline yapılan ve insanı hür kabul eden bir anlayışı yansıtmaktadır: “Ya
acaba insan muhtâr mıdır? Değil midir? Şüphe yok ki muhtardır. Hatta biz bir
mebdeiyyet tasavvurunu bile nefismizde olan ihtiyar ile hissdediyoruz.” Namık
Kemal, “Hukuk”, Osmanlı Modernleşmesinin Meseleleri içinde, s. 53.
[892] Hürriyetin mevcudiyetini felsefe
ve din zaviyesinden ispatlayan bir makalede Ahmed Midhat Efendi, canlılar
âleminden örneklerle hürriyetin varlığını ispata çalışır. “Hürriyetin
Mâhiyeti”, Dağarcık, 1288, no.6, s. 163-5.
[893] Ali Suavi, “El-Hâkimu
Huvallah”, YTEA, II içinde, s. 525. Münif Paşa, Hukuk-ı Hürriyet,
s. 363 vd. Ahmed Midhat, “Hürriyetin Mâhiyeti”, Dağarcık, 1288, no.6, s.
165.
[894] Canlı, cansız, hayvan
bütün mahlukat bir gaye etrafında hayatlarını ve varlıklarını sürdürürken
insanın başı boş bırakılacağını düşünmek abestir. Musa Kazım,
“Hürriyet-Müsâvât”, SM, I/1, s. 2.
[895] Mâturîdî, Kitabu
’t-Tevhid, s. 165. Bu fikrin izahı için bkz. Yeprem, M. Saim, İrade
Hürriyeti ve İmam Matüridi, İstanbul: Şamil Yayınevi, 1980, s. 289.
[896] Ahmed Naim, İlmü ’n-Nefs,
s. 449. Meselenin vicdanla irtibatlandırılması son dönem ahlâk ve psikoloji
metinlerinde vicdanla ilgili tafsilatları da ilgilendirmektedir. Meseleyi
vicdanla ilişkilendiren bir değerlendirme için bkz. Mehmed Ali Aynî, Ahlâk
Dersleri, s. 6. Fakat Aynî meşrebini hatırlatır şekilde insanın hür
görünümün arkasında mevcut olan iç ve dış saiklere dikkat çeker. s. 98-9.
[897] Bu ayrım üzerinden
cebr ve tefvîz reddedilmektedir. Dönemle ilgili bir kullanım için bkz. İbrahim
Nâtıkî, Risale-i Akâidi'l-İslâm, s. 36. Ahmed Naim, İlmü ’n-Nefs,
s. 445.
[898] Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam,
s. 235-6. Esad Efendi meseleyi hayvanları kapsayacak şekilde izah etmektedir.
İmamzade Esad Efendi, Dürr-i Yekta Şerhi, s. 31.
[899] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader s. 141.
[900] Mustafa Sabri Efendi,
DînîMüceddidler, s. 135. Abduh da bu delile başvuranlardan biridir: Kitâbu’t-
Tevhid, s. 59
[901] Mustafa Sabri Efendi, “Hidayet ve
delâlet derecesine vasıl olmayan vaziyetlerde insan düşüncesine arız olan
mülâhazaların ne kadar tesiri altında bulunsa yine bu mücadelelerde mağlûp
olmamak yolu kendisine karşı kapanmaz. İhtiyar ve iradesi elinde
bulunur....Çünkü mesele tercih edicinin menşei ne olursa olsun mucib derecesine
çıkmamasından ibarettir. Değil ise ilâhi fiilerin hikmetleri ilmi ezelsinde
vücudu itibariyle kadîm olduğundan onlara dayanan ilâhî fiiller evveliyetle
vücub kazanır. Ve yine evveliyetle Cenab-ı Hak'kın fiilerinde hürriyeti ihlâl
edilmiş olur” Dînî Müceddidler, s. 142.
[902] Akseki, Ahlâk Dersleri, s.
52-3.
[903] Abdülaziz Çaviş, Anglikan
Kilisesine Cevap, s. 101. Ayrıca bkz. Ömer Nasûhi, Nazarî ve Ameli Ahlâkı
Islâmiye Dersleri, s. 22.
[904] Ferid, Dînî, Felsefî
Musâhabeler, s. 137. Determinizmi savunduğu bir yerde Rıza Tevfik iradenin
şuurla ilişkisinden hareketle insanın kendi şuurlu davranışlarının farkında
olduğunu izah eder. Rıza Tevfik, Bergson Hakkında: Henri Bergson ve
Felsefesi, hz. E. Erbay, A. Utku, Konya: Çizgi Kitabevi, 2005, s. 44.
[905] Filibeli Ahmed Hilmi,
Tarih-i Islâm, II, 462. Ayrıca Cebriyye mezhebi ile vahdet-i Vücud
arasına avam-havas ayrımı koyarak tefrik eder. II, 457. Üss-i Islâm’da
insan hürriyetini tasavvufun keşf metoduyla irtibatlandırarak izah etmektedir:
“İnsanın hür ve mürid olduğuna en büyük şahit ve delil yine kendi vicdanıdır.
İnsan, kendisinin mukayyed ve meşrut bir sûretle hür ve mürid olduğunu bir
«ilm-i keşfi» olarak bilir. Bir halde ki, vicdanının zarûri bir sûretle kabul
ettiği bu hürriyet ve iradenin butlânını isbat için yüzbin delil getirilse yine
boştur. İnsanın en bedihi ve en ân-ı sûretle bildiği şey, kendi «nefsi,
mevcudiyeti»dir. Kaldı ki insanın kendini bilişi demek, «kendisini arzu ve
ihtiyaç sahibi, mürid ve hür, mütefekkir ve hassâs» bilişi demektir.”Filibeli
Ahmed Hilmi, Üss-i İslâm, s. 59-60.
[906] Şemseddin Günaltay üzerinden
Durkheim metodunun uygulaması olarak gördüğü bu tavrı izah ederken Nuray Mert,
“dinin bireysel cephesi ibizi bir tür mistisize götürerek bilimsel düşünceden
uzaklaştırır” düşüncesine dayandırmaktadır. N. Mert, Laiklik, s. 96.
[907] Abidin Paşa, Tercüme
ve Şerh-i Mesnevî-i Şerif, I, 401. Benzer şekilde MesnevTden bolca
iktibaslarda bulunduğu isbât-ı vâcib eserinde Bereketzâde de bu delile
başvurmaktadır: İsmail Hakkı, Metâlib-i Âliye, s. 171. Bereketzâde
ayrıca insanın hastalık halinde dua ve istiğfarını da iradesinin delili olarak
göstermektedir. s. 173-4. Hatta cebrilerin irade-i cüz’iye taraftarlarıyla
tartışmalarını bile cebriliğe muhalif bulur. S. 176.
[908] İnsandaki utanma duygusunu insan
irade ve ihtiyarının delili olarak gösteren Yaltkaya meseleyi Mevlana üzerinden
delillendirmektedir. M. Şerefettin Yaltkaya, Dini Makaleler, Ankara:
Diyanet İşleri Reisliği, 1944, s. 80.
[909] M. Şemseddin, Felsefe-i
Ûla, s. 114.
[910] Mehmed Rüşdi, Hallü’l-İşkâl fi
Mebâhisi’l-Cüz’i’l-İhtiyâr, s. 6. Ahmed Naim, İlmü’n-Nefs, s. 444.
Mustafa Sabri Efendi; “Ayrıca dünyada cari olan hayat, insan ilişkileri, adalet
ve ahlâk kanunları bu meselenin akli olarak mevcuduna izahtır.” Dînî
Müceddidler, s. 135. Ayrıca İngilizlere İslâmiyeti anlatmak amacıyla kaleme
aldığı eserde İslâmiyet’in esaslarını sayarken Abdullah Guvilyam bu mesuliyet
meselesini beş esastan biri olarak zikreder. Abdullah Güvilyam, Dîn-i İslâm,
s. 34. Ayrıca Güvilyam meseleyi Hıristiyanlığın günah affı ile ilgili
uygulamaları üzerinden değerlendirmektedir. s. 90-1. Mehmed Ali Aynî, Ahlâk
Dersleri, s. 98.
[911] Filibeli, hem adalet hem
mesuliyet zaviyesinden izah eder: “Kur'anda mevcut nice âyât Cenab-ı Hakkın
zulmetmeyeceğini ve zulm sıfatından münezzeh bulunduğunu ve her nefsin
kazandığına nail olacağını son derece sarih bir sûretle ilân etmekte ve
“en-leyse li’l-insâni illa mâsea’ gibi âyât vazife ve ahlâkın esaslarını teşkil
eylemekte olduğundan ve bir de gayr-ı mesul ve gayr-ı hür muzdâr ve mecbur
kimselere teklif, makrûn-u adl olmayacağından maâda bu derece gayr-i kâbil bir
hâleti Hakka atf muvafık düşmeyeceğinden, her ne vakit cebir ile hürriyet ve
mesuliyet fikirleri çarpışırsa, mana-i zâhirisince göre cebrî müfîd olanlarını,
ilm-i ahlâka ve adl-i ilâhîyi müteallik olanları mûcibince tefsir, fikrimizce
elzemdir.” Ahmed Hilmi, Allah ’ı İnkâr Mümkün müdür? s. 73.
[912] İbnülemin, Hakkı Paşa’nın
dilediğini yapma konusundaki ısrarına karşılık devlet adamı fikri üzerinden
girdiği hürriyet tariflerinde meselenin bu cephesini öne çıkarırken meseleyi
ferdin topluma aidiyetini tesis edecek şekilde “kavanini diniye, kavanini
medeniye ve âdât-ı mahalliyyenin tayin ettiği yolda” sağlanacağını beyan eder.
ibnülemin Mahmud Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar, Ankara:
Maarif Vekâleti 1951, XII, 1785-6. Aksekili Ahmed Hamdi, Dînî Dersler,
Birinci Kitab: Zarûriyyât-ı Dîniyye, s. 275-7.
[913] Ahlâkı irade kuvvetinin varlığına
bağlayan bir yaklaşım için bkz. Abdurrahman Şeref, İlm-i Ahlâk, s. 71.
Ömer Nasuhi, Nazarî ve Ameli Ahlâk-ı İslâmiye Dersleri, s. 23. Mehmed
Hilmi, Mir’at-ı Vazâif-i İnsaniye, s. 103. Aynî ilm-i ahlâk’ı iradenin
ne şekilde kullanılacağını belirleyen ilim olarak tarif etmektedir. Mehmed Ali
Aynî, Ahlâk Dersleri, s. 6. irade-i cüz’iyyenin mevcudiyetini mesuliyet
fikri ile açıklayanları tenkit eden ve meselenin modern psikolojinin sebeplerle
ilgili yaptığı izahlarla çözüleceğini savunan değerlendirmeler için bkz. Baha
Tevfik, Muhtasar Felsefe, s. 39-40. Nitekim Cumhuriyet Döneminde dini
inkar edenler bile meseleyi uhrevî mesuliyet fikri üzerinden yürüteceklerdir.
Mustafa Şekip Tunç, Terakki Fikri: Menşei ve Tekâmülü, İstanbul:
İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi, 1928, s. 43.
[914] Abidin, Meâli-i İslâmiye,
s. 261. Seyyid Abdullah Cemaleddin Efendi, Âsâr-ı Cemaleddin, s. 27.
Şemseddin Günaltay bu noktaya dikkat çeker: “Ahlâkî mes'uliyet esasını
çürütüyorlar! Öyle ya! Mademki, hayır ve şer, insandan her ne sâdır olursa o
işte insanın hiçbir irade ve ihtiyarı yokmuş, yeryüzündeki insanlar şuûnat
sahnesindeki fiiller ve hareketleri hayal perdesindeki Karagöz resimlerinin hareketlerinden
farksız değilmiş, o halde insana ahlâkî mes'uliyet yöneltmeye, dinî emirler ve
yasakların tebliğine lüzum kalır mı? Bu lüzum kalmayınca peygamber
gönderilmesine ne ihtiyaç var? Bir taraftan devamlı emirler, yasaklar tebliğ
ettiği halde diğer taraftan insanın fiillerinde icbar ve ikrah altında olduğunu
ortaya atan bir din olur mu? Eğer insan mes'ûl olmayan bir mahluk ise vücubun,
hürmetin, ibahanın manası ne demektir? İhtiyar ve iradeden mahrum bir insanın
fiillerini hüsün ve kubuh ile vasıflamak mümkün olur mu?” Zulmetten Nûra,
s. 153.
[915] Seyyid Bey, İrade, Kaza ve
Kader s. 9 ve 18. Ayrıca bu ilişkiyi ifade eden ve daha önce iktibas
ettiğimiz satırlar için bkz. s. 125. Ahlâkın varlığını iradenin varlığına delil
olarak gösteren bir değerlendirme için bkz. İsmail Hakkı, Metâlib-i Âliye,
s. 171.
[916] İzmirli İsmail Hakkı,
İslâm Dini ve Tabii Din, s. 57.
[917] Abdülaziz Çaviş, Anglikan
Kilisesine Cevap, s. 101. Böyle bir delil peşinde koşmadan doğrudan insanın
fiilerinde sorumlu olduğunu hatırlatan bir dilin devam ettiği risaleler
görülmektedir. Misal olarak bkz. Hafız Kamil, Cevâhirü’l-Kelâm fi Beyân-i
Akâidi’l-İslâm, s. 37.
[918] Said Halim Paşa, insanın
hürriyetini tam da bu çerçevede tanımlar: “Binaen aleyh nazar-ı İslâmda
hürriyet öyle insanın tatbik veya adem-i tatbikinde muhtâr bulunabileceği,
yahut vâzı’-ı kânunun isterse bahş, isterse men’ edeceği bir hakk-ı siyasî
olmayıp kabul ettiği din ile rehber tanıdığı ahlâk tarafından kendisine tahmil
edilmiş bir vazifedir.” İslâmlaşmak, s. 8. Filibeli Ahmed Hilmi, Tarih-i
İslâm, II, 4578. “Velhâsıl Cebrîye fikrinin hükümfermâ olduğu içtimaî bir
toplulukta namus ve ahlâkın teessüsü imkânsızdır.” İbnülemin Mahmud Kemal İnal,
Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar, XII, s. 1786.
[919] Ferid, Dînî, Felsefî
Musâhabeler, s. 138. Benzer şekilde bkz. Ömer Nasûhi, Muvazzah İlm-i
Kelam Dersleri, s. 61-2. Ayrıca bu meselenin fiili bir karşılığı yoktur.
Hiç kimse kadere iman yüzünden her şeyi bırakıp bir köşeye çekilmemiştir.
Mehmed Vehbi, Ahkâm-ı Kur’aniye, s. 61-2.
[920] Yusuf Akçura siyasî gayeyle bu
hususu vurgular: “Bi’l-cümle hâdisât-ı kâinât gibi devletlerinin inkirâzını
kendilerinin saadetsizliğini de kadere, mücerred kadere isnâd ederler.
İ’tikâtta mezhebi ehl-i sünnet ve cemaat olan bir Müslim için bu yolda bir
i’tikad caiz değildir.” Kader, s. 4-5.
[921] Bu anlayışın ilk
örneklerinden birinde Ahmed Midhat Efendi, hürriyeti sınırlandırmayı yine
hürriyet için gerekli görürken yapmaktadır. “Hürriyetin Mâhiyeti”, Dağarcık,
1288, no.6, s. 167-8.
[922] Babanzade Ahmed Naim, oyantalistlere
karşı şöyle der: “Dünyada hiçbir din tasavvur edilemez ki bir taraftan ef’al-i
beşeriyyenin lâzım-ı gayr-ı müfâriki olan mes’uliyyet[responsabilite] vasfını
insandan selb etsin de diğer taraftan yine ısdâr-ı evâmir ve nevâhî etsin.” Ahlâk-ı
İslâmiye Esasları, s. 21. Benzer ifadeler için bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Nazarî
ve Ameli Ahlâk-ı İslâmiye Dersleri, s. 19.
[923] Ahlâkî temel arayışlarına
psikolojinin iddialarının ötesinde bir kıymet veren Rıza Tevfik de hayatı
temellendirmenin yolunu burada bulur. Rıza Tevfik, Felsefe Dersleri,
İstanbul: Kader Matbaası, 1330, s. 137.
[924] Mesela bkz. Cevdet, “Vazâif-i
İnsâniye”, Cerîde-i İlmiye, Cemaziyulevvel 1337, no:43, s. 1297. Du savunma hem
hürriyetin varlığına delil teşkil ederken hem de modernleşme döneminin esaslı meselelerinden
biri olan dinin lüzumu tartışmalarında kuvvetli bir karine olarak karşımıza
çıkmaktadır. Ferid, Dînî Felsefî Musâhabeler, s. 34-5. M. Şemseddin, Tarih-i
Edyân, Dersaâdet: Kanaat Kütübhanesi, 1338, s. 48. Ömer Nasûhi, Muvazzah
İlm-i Kelam Dersleri, s. 60-1.
[925] Toplum sözleşmesinin muhtevasına
dair izahlarla ilgili bir örnek için bkz. Abdüllatif Nevzad, “Hak” SR,
IX/27-209, s. 11. Hürriyet fikrini vazife fikri ile tahdid eden bir tahlil için
bkz. Elmalılı Muhammed Hamdi “Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın Dîni: İslâm”, SR,
XVII/30-429, s. 99-100. İrade-i cüz’iyyenin varlığını hürriyet-i a’mâlin kanun
ve şeriat nezdinde sınırlandırılabilmesini isbat için ele alan bir
değerlendirme için bkz. “Hürriyet, Musâvât, Uhuvvet, Adâlet -Hürriyet ve
İstiklâl-”, Hikmet, 24 Cemâziyulevvel 328 no:7, s. 4.
[926] Ömer Nasûhi, Muvazzah
İlm-i Kelam Dersleri, s. 82.
[927] Bu fikirlerin kökenleri ile ilgili
Hoca Tahsin Efendi’nin çabalarından bahseden değerlendirmeler için bkz.
Şemseddin Sami, “Hoca Tahsin”, Esâs-ı İlm-i Heyet içinde, Dersaâdet:
Matbaa-i Safa ve Enver, 1311, s. 13-4. Ahmed Sami, Hulâsatü ’l-Kelâm fi
Meâsiri ’l-İslâm, s. 29.
[928] İzmirliye göre: “Tevekkül, esbabı
terk etmek, ataleti ihtiyar etmek demek değildir. «Azm ettiğin zaman Allah'a
dayan» düsturu ile ifâde olunan bir haldir: Deveni bağla tarlanı sür, tohumu at
da öyle mütevekkil ol, sa'yin müsmir olduğunu bil ona göre esbâba tevessül
eyle. Sa'yin netâyicini de eser-i lütf-i Bârî bil.” İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelam, II, 207. Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 161 ve
165. Farklı bir duruşa sahip olan Mustafa Sabri Efendi de bu ayrım üzerinden
gidiyor: Mustafa Sabri Efendi, Dînî Müceddidler, s. 108. M. Şemseddin, Zulmetten
Nûra, s. 329. Filibeli Ahmed Hilmi, Üss-i İslâm s. 73. Elmalılı ise
tevekkülün anlamı ile ilgili yaptığı tevekkül-ittikal ayrımı buna iyi bir
örnektir. Elmalılı Muhammed Hamdi, “Müslümanlık Mâni-İ Terakkî Değil, Zâmin-i
Terakkîdir”, SR, sy.547-8 19 Zilhicce 1341, s. 3-7. Milaslı İsmail
Hakkı, Din-i İslâm ve Ulûm ve Fünûn, s. 27. Siroz Müsftüsüzade Mehmed
Esad, “İnsanın Mâhiyeti ve Vazâif-i Şer’iyyesi ve İctimâiyyesi” SM,
I/15, s. 234. Mehmed Akif, “Yalnız tevekkül kâfi değil! Esbâbına tevessül
mütehattim-i zimmettir... çalışmadan olmaz.yalnız taleb kafi değil! Çalışmalı!
Çabalamalı! Ekmeli! Çapalamalı! Gökten hiçbir vakit altun ve gümüş yağmaz.
Bunlar sa’y ve gayretle ele girer.” “Vaaz ve Mev’iza” SR, IX/49-231, s.
391. Mehmed Fehmi, Hikmet-i Hukûk-i İslâmiye, s. 41.
[929] Meselenin kavram
haline getirilmiş izahı için bkz. İsmail Kara, İslâmcıların Siyasî
Görüşleri, I, s. 21.
[930] Manastırlı İsmail
Hakkı, “Vucûb-u İntibâh” SM, VI/136, s. 85-6. Bu telakkinin beslendiği
damarlardan biri olarak Efgani-Abduh çizgisi gösterilebilir. Benzer bir yorum
için bkz. Babanzade Ahmed Naim, Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s. 38. İsmail
Fennî, “Fatalisme”, Lugatçe-i Felsefe, s. 272-3; Sufi çevrelerin
çıkardığı bir dergide kaleme alınan şu yazı da aynı mihver etrafında döner:
Mehmed Hilmi, “Müdafaât-ı Diniyye”, Ceride-i Sûfiye, 23 Muharrem 1331,
no: 13-24, s. 1.
[931] Filibeli Ahmed Hilmi bu ayrım
üzerinden meseleye yaklaşır: “Hürriyet-i şahsiye gibi, mes’uliyet-i şahsiye de
bütün kuvvetiyle hükümfermâ idi. İslâm, fatalizma prensiplerinden o kadar
uzaktı ki, bunu ef’âl ve a’mâl münasebetiyle, ne bir özür gibi serdeden ve ne
de onu bir mazeret şeklinde kabul eden görülmemiştir. Kitabıyla, sünnetiyle,
tarihiyle fatalizmadan bu derece uzak olduğu sâbit bulunan bir dine, asırlardan
beri ekseriyete ve hatta avâm-ı Müslimînin halkın heman cümlesine, fatalizma ve
atâlet nereden ve nasıl gelmiştir?” Üss-i İslâm s. 71.
[932] Misal olarak;
Ziyâeddin Ezherî, Tabîi ’yyyun Da ’va ve Gayeleri, s. 70. Ömer Fevzi, Dînî
Hasbihâl, s. 65-6.
[933] Rıza Tevfik, Kader,
s. 10. Özellikle Abdülhamid’e karşı muhalefetin kızıştığı bir dönemde ve
firardayken kaleme aldığı bir yazıda Türkçü çizginin önemli temsilcisi Akçura
“Osmanlıların adem-i mesu’diyeti esbâb-ı muhtelifesinden biri, belki en mühimi,
‘kader’ değil ‘kadere yanlış inanmak” irade-i cüz’iyemizden istifade etmek
istemeyerek her musibeti muhtelif vechile tecelli eden kadere isnad etmek, ve
her lütfu ondan beklemektir” der. Kader, s. 7. Akçura’nın düştüğü dipnot
dikkat çekicidir: “Kaderin lütufkâr olmak üzere en son tecellisi de hükûmet-i
ecnebiyenin ‘hareket-i muavenetkârâneleri’ suretindedir” Mustafa Sabri
Efendi’nin tenkit ettiği Haşim Nâhid de biraz da kavramın dini muhtevasından
çekinerek bu tenkit ettiği şeyleri cümlesinin sonunda tahdid etme ihtiyacı
duymuştur: “Sa’yin lüzumuna ehemmiyet vermek şöyle dursun sa’yi hayatın
kazanılmasına muâdil tutuyor. Lâkin kanaatin fenâ bulmayan bir kenz, bir hazine
olduğu öyle anlaşılmış ki sa’yin lüzumu bile inkâr olunuyor. Hakikat şudur ki
Dîn-i Islâm nazarında asıl hazine vus’-u beşer derecesindeki sa’yin mahsûlidir.
Sa’ye ve istihsâle olan kabiliyet muhtelif olması düşünülürse insanın kendi
kazancına kanaat etmesi hakkındaki dînin bu tarz telâkkisinde gayet âli bir
gâye-i ahlâkiyye münderictir. Lâkin halkın bunu anlayışı başka türlüdür.” Hâşim
Nâhid, Türkiyâ İçin Necât ve İ’tilâ Yolları, s. 130.
[934] Elmalılı Muhammed Hamdi, “Tevbe”,
Cerîde-i îlmiyye sayı: 41 (Rebîülevvel 1337) s. 1208-1212. Mustafa Sabri
Efendi, Dînî Müceddidler, s. 116. Kadere imanın insana bahşettiği
cesaret ve güven için bkz. Muallim Vahyî, “Tefsir-i Şerif”, Cerîde-i
Sûfiyye, no.93, s. 458.
[935] Ahmed Naim ise tarihte
Müslümanları ilertlemiş bir akidenin onların gerilemesine sebep olduğu şeklinde
bir iddiayı batıl kılacağını ifade eder. Ahmed Naim, İlmü’n-Nefs, s.
443. Muallim Rahmi, “Müslüman”, İslâm Mecmuası, 21 Kanunissâni 329, s.
24. Mehmed Vehbi, Ahkâm-ı Kur’aniye, s. 60.
[936] Mehmed Fehmi de bu faydanın
farkındadır: “Kaza ve kadere i’tikâd şâibe-i Cebriyyeden tecrîd edilirse insanı
şeca’at ve besâlet, sabr u metânet, cûd ve sehâ, sıdk u vefâ gibi bir takım
evsâf-ı güzîde ile muttasıf kılar.” Hikmet-i Hukûk-i İslâmiye, s. 39.
İzmirli İsmail Hakkı bu faydaları yeni îlm-i Kelam’da yapar: “Kadere îman
tamam-ı tevhiddendir. Âlem-i tabiatta vücuda gelen şeylerin bir kanun-ı mutamda
üzere cereyan ettiğine îman eden zât, bu âlemdeki mihen ve meşâkkın, asayiş ve
istirahatin her birine bir derecede tahammül eder. Kadere îman insana acz
yüzünü göstermez, insanı korkak kılmaz, himmet, azm-i kavî sahibi kılar, her
işte neşat ve cüd ve gayret ile harekete saik olur.” Yeni İlm-i Kelam,
II, 200. Yeni îlm-i Kelam döneminin irade bahisleri açısından geriye doğru
gidildiğinde farklılaşan yönlerinden birisi de budur. Meselenin içtimaî
faydası, tarihî telakki şekli yeni taraflarına denk düşmektedir. Ayrıca
Elmalılı da bu faydaya dikkat çeker. “Müslümanlık Mâni-i Terakkî Değil, Zâmin-i
Terakkîdir”, SR, sy.547-8 19 Zilhicce 1341, s. 5-7.
[937] J. H. A. Ubicini, Türkiye
1850, I, 87-8.
[938] Ferid, Dînî,
FelsefîMusâhabeler, s. 145. Ali Fuad, “Kaza ve Kader”, Cerîde-i Sûfiyye,
no.99, s. 29.
[939] Ahmed Naim, İlmü ’n-Nefs,
s. 443. Ayrıca bkz. Milaslı İsmail Hakkı, “...Böyle bir müşkilin zuhurunda ise
bir taraftan tedâbîr-i mukteziyeye kemâl-i itina ile ikdâm diğer taraftan
Hazret-i Hakka yalvararak hüsn-ü muvaffakiyet ihsan buyuracağına i’timadla
bilâ-telâş emr-i mübaşere devam hem muvaffakiyeti hem de müsteğrak-ı ye’s ve
fütûr olmaktan vikâye suretiyle muhafaza-i sıhhati temin eder.” Din-i İslâm
ve Ulûm ve Fünûn, s. 27.
[940] Hâşim Nâhid’in yanlış kaza, kader
ve tevekkül anlayışının Müslüman ferdin şahsiyetini zaafa uğrattığına dair
ileri sürdüğü iddiaları cevaplayan Mustafa Sabri Efendi şöyle der: “Allah'a
tevekkül ve kadere iman eden, dalkavukluğa yalancılığa tenezzül etmiyeceği gibi
kaderde olmayan menfaatlerin böyle şeylerle elde edilemiyeceğine de kanidir.
Zarar ve menfaati Allah'tan bilen mü'min, kullara boyun eğer ve dalkavukluk
eder mi? Belki bilâkis ilâhi takdire bağlılığından ayrılıp vasıta ve sebeplere
fazla yapışan ve bu arada vasıtaların hasis ve gayrimeşrû kısımlarına bile
tevessül edenlerdir ki, bu derecelere kadar alçalırlar.” Mustafa Sabri Efendi, Dînî
Müceddidler, s. 102. Bazı pratik faydalar için; s. 106-7. Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 138.
[941] Elmalılı Muhammed Hamdi, Namık
Kemal’e ait bir beyitle süslediği yazısında sadece Allah’a güvenmenin
faydlarını anlatmaktadır: “Tasavvur ediniz: Bir şahsın a'mâl ve amalinde yalnız
Allah'a îtimâd edebilmesi ne kadar büyük bir metânet-i irâdiyyeye, ne kadar azîm
fedâkârlığa tevakkuf eder. Bir Türk Şâiri:
Kimsenin lütfuna tâlib olma
Bedeli cevher-i hürriyettir.
der. İnsan kimin lütuf ve
muavenetine tâlib olursa ona cevher-i hürriyetini vermek ihtiyacındadır. Demek
ki bir kimseden muavenet talebinde bulunmayıp da yalnız Cenâb-ı Allah'a, Hak
Teâlâ'ya hasr-ı îtimâd eden kimse bütün insanlara karşı îlân-ı hürriyet etmiş
olacak ye yalnız Genâb-ı Allah'a karşı hürriyetinden fedâkârlık eylemiş
bulunacaktır.” “Müslümanlık Mâni-i Terakkî değil, Zâmin-i Terakkidir”, SR,
XXII/547-8, s. 6.
[942] Mustafa Sabri Efendi,
Dînî Müceddidler, s. 120. Elmalılı Muhammed Hamdi, “Müslümanlık Mâni-i
Terakkî Değil, Zâmin-i Terakkidir”, SR, XXII/547-8, s. 3-7.
[943] M. Şemsettin
Günaltay, Zulmetten Nûra, s. 330.
[944] Ferid, Dînî,
FelsefîMusâhabeler, s. 144-5.
[945] Babanzade Ahmed Naim,
Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s. 39.
[946] Mustafa Sabri Efendi,
DînîMüceddidler, s. 113.
[947] Ferid, Dînî,
Felsefî Musâhabeler, s. 146. Benzer şekilde bkz. Mehmed Vehbi, Ahkâm-ı
Kur'aniye, s. 60.
[948] Babanzade bunu şöyle ifade eder: “hele
saha-i ahlâkta kadere imanın gösterebileceği tesîrât-ı havârık- nümâyı görmemek
nüfûs-u beşeriyyeyi pek az tetebbu’ etmiş olmak demektir...mesâibe karşı sabır
ve tahammül, menfaati hatta hayatı istihkâr gibi hasâil bir güzide-i mertebe-i
ulyâ-yı kemâle îsâl ettirmekte böyle bir imanın gösterebileceği
fevka’l-âdelikleri yalnız hâtıra getirmek kâfidir.” Ahmed Naim, Ahlâkı
İslâmiye Esasları, s. 39. Benzer faydaları Ezherî de sıralar: “Kaza ve
kadere itikad sahibine cüret, ikdâm verir, şecaat, besâlet telkin eder. Arslan
yüreklerini titreten, kaplan ödlerini çatlatan mehâliki iktihâm eder.
Kaza ve kadere itikad insana sebat,
metanet bahşeder; güçlüklere dalmağa, korkulu şeyleri bilâ-fütûr karşılamayı
teshîl eder.
Kaza ve kadere itikad insanı hak
yolunda fedakârlığa alıştırır” Ziyâeddin Ezherî, Tabîi ’yyûn Da ’va ve
Gayeleri, s. 74.
[949] Ziyâeddin Ezherî, Tabîi’yyûn
Da’va ve Gayeleri, s. 74-5. Mesela Akseki muhataplarının da değişmesiyle bu
inancın kuvvetli taraflarına çok sonraları dikkat çekecektir. Ahmet Hamdi
Akseki, Askere Din Kitabı, 2.b. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
İstanbul: Ebuzziya Matbaası, 1945, s. 111.
[950] Said Nursî, Lemalar,
s. 12. Mehmed Vehbi, Ahkâm-ı Kur'aniye, s. 61.
[951] Filibeli Ahmed Hilmi, islâmiyetin
cebr fikrine en uzak din olduğunu Kur'an ve hadisleri bir de tarihi delil
göstererek reddeder: “Yukarıda demiştik ki: Müslümanlıkta fatalizma
bulunmadığının en büyük delili Peygamberimiz Hazretlerinin hayatlarıdır. Acaba
en dakîk bir nazar-ı tenkîdî, hayât-ı şerife-i Nebînin yirmi üç senelik devre-i
faaliyetinde fatalizma ve meskeneti ima eden ednâ bir hareket bulabilir mi?
Böyle bir şey bulunmayacağına yâr ve ağyâr müttefikdir.” Üss-i İslâm, s.
69. Abdullah Güvilyam, Dîn-i İslâm, s. 89-90. Ferid Vecdî, “Sa'y ve
Amelin Nazarı Islâm'daki Mevkii”, çev. Sâdi[M.Akif], SM, I/11, s.
170-72. Bu makale bu tür argümanların kulanıldığı vasıflı bir örnektir.
Tasavvufî çevrelerin de bu dili kullandığına dair bir örnek için bkz. Ibnü’r-Rahmi
Ali Tayyar, “Islâm’da Sa’y u İ’mâr”, Cerîde-i Sûfiye, no.13-24, s. 3.
Mehmed Akif, “Vaaz ve Mev’iza” SR, IX/49-231, s. 394. Mehmed Fehmi bu
tarihi geçmişi Abduh’un yaptığı gibi (Abduh, “Kaza ve Kader”, çv. Akif, SM,
II/36, s. 149) bütün dünya tarihindeki büyük simaların hayatlarına teşmil
ederek savunur. Mehmed Fehmi, Hikmet-i Hukûk-i İslâmiye, “Cengiz Han hep
bu akide üzere sâhib-i rüsûh idiler. Napolyon’un kadere pek ziyade itikadı
olduğu meşhurdur.” s. 39.
[952] Ahmed Sami, Hulâsatü
’l-Kelâm fi Meâsiri ’l-İslâm, s. 29. Hz. Ömer’in taun hadisesi çerçevesinde
kaderi yorumlaması dönemde en çok başvurulan açıklamalardan birdir: “Işte bunun
içindir ki Hz. Farûk(R.A.) Şam'da Tâun ve Kolera hastalığı olduğunu işitince
imdat için getirdiği asker ile beraber başka bir semte gitti. Şam muhasarasında
Islâm askerlerinin kumandanı bulunan Ebu Ubeyde Hazretleri, bunu görünce
buyurdular ki: "Ya Ömer! Allah Tealâ'nın kazasından mı kaçıyorsun? Yâni
Şam'da bilfiil halk ettiği Taun'dan mı firar ediyorsun?". Hz. Faruk (R.A.)
buyurdular ki: "Evet, Hak Tealâ'nın kazasından kaderine kaçıyorum.”;
Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 167. İskilipli Atıf Efendi, Mir’atü’l-İslâm,
s. 20-1. Babanzade Ahmed Naim, Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s. 31-2.
Hadisi kaza-kader ilişkilerini açıklamak için kullanan bir metin için bk. II.
Meşrutiyet öncesinde kaleme alınmış bir risalede mesele şu şekilde
ilişkilendirilmiştir: “Kader kazâya, kazâ irâdete, irâdet kudrete, kudret
meşîete, meşîet ilm-i Hudâya nâzırdır.” Hasan Tevfik Efendi, Ravza-i Muhâvere,
s. 28.
[953] Babanzade Ahmed Naim,
Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s. 39. Abdülaziz Çâviş, “Müslümaklık Fikir ve
Hayata Neler Bahşetti?”, SR, XXI/534-5, s. 106. Oryantalistler peygamberin
hayatından sonra bir kopuş olduğunu ve fetihlerin öyle geldiğini iddia etmektedirler.
Bkz. Ignaz Goldziher, İslâm ’da Fıkıh ve Akaid, çev. Ilhan Başgöz,
Ankara: Ardıç Yayınları, 2004, s. 155-6.
[954] Ziyâeddin Ezherî, Tabîi
’yyyun Da ’va ve Gayeleri, s. 74.
[955] Celal Nuri, İbn Rüşd, İbn Sina
üzerinden bu yola başvurmaktadır. Tarih-i İstikbâl: Mesâil-i Fikriyye, İstanbul:
Yeni Osmanlı Matbaası, 1331, I/76. Aklın ehemmiyeti ve merkeziliğini özetleyen
bir değerlendirme için bkz. Milaslı Durmuşzâde Mehmed Sâdık, Âlem-i İslâm
Cihad-ı Ekber, I, 121-3.
[956] M. Şemseddin, “Din-i İslâm bizzat
mâni’-i terakkî ve tekâmül olsaydı evvelki İslâmlar âğûş-u medeniyete bugün
bile erbab-ı irfanı mecbûr-u hürmet ve tebcil bırakan o kadar ağabeydât-ı
ilmîye ve muhalledât-ı azîme bırakabilirler miydi? Müslümanlar, İslâmiyetin
kavânîn-i âliyesine merbût kaldıkları devirlerde terakkî ve tekâmüle koşmuşlar,
bu kanunları ihmal ettikleri tarihten itibaren sefalet ve felâket uçurumlarına
sükût etmişlerdir.” Zulmetten Nûra, s. 357. Bu tavır uzun bir zaman ve
coğrafyaya muhtevi bir dilin bariz hususiyetidir. İslâmcılık fikrinin genel
karakteristiği olan bu dilin çok farklı bir zaman ve coğrafyada tezahür şekli
için bkz. Muhammed Kutub, Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, İstanbul,
Risale Yay., 3.b., s. 179-99.
[957] Benzer savunmalar
için bkz. Ferid, Dînî, Felsefî Musâhabeler, s. 146-7. M. Şemseddin, Zulmetten
Nûra, s. 357. Rıza Tevfik, Kader, s. 10.
[958] Kaynaklara dönüş olarak
nitelendirilen ve selefî bir tavır olarak görülen bu usulü yeknesak bir şekilde
değerlendirmek mümkün değildir. Dönüşlerin bariz şekilde tarihi mirası atlamayı
teklif ettiği doğru olduğu gibi aynı şekilde nassların kullanımında da
görüleceği üzere tarihi miras içinde kendi fikriyatına ve siyasetine uygun
olan, ikna ihtimal ve kabiliyeti en yüksek metinlere dönüş yapılabilmektedir.
Mesela çalışma ve zenaatla ilgili düşüncelerini ispat için Bereketzâde doğrudan
Molla Fenâri’nin Füsusu’l-Bedâyi’ine atıfta bulunabilmektedir.
Bereketzade İsmail Hakkı, Necâib-i Kur’âniye, İstanbul: Tevsi-i Tıbaat
Matbaası, 1331, s. 437. Ömer Nasûhi insanın mükellef olduğunu anlatmak için
Mevlana’ya dönüşleri buna misal olabilir. Nazarî ve Ameli Ahlâk-ı İslâmiye
Dersleri, s. 20.
[959] Abduh’un ünlü kaza ve
kader makalesinde de rastaladığımız (M. Abduh, “Kaza ve Kader”, SM,
II/35, s. 135) bu istidlal biçimi için ayırca bkz. Ziyâeddin Ezherî, Tabîi
’yyyun Da ’va ve Gayeleri, s. 72.
[960] “Yine o garblilerin itikadınca
kaza ve kadere iman ile insanın bütün ef âli ızdırarî olduğuna kaail olan
mezheb-i cebrî arasında hiçbir fark yoktur. Öyle tevehhüm ediyorlar ki
müslümanlar kaza ve kadere itikatları iktizasınca kendilerini havada muallâk tüy
parçası gibi görüyorlar. Rüzgâr istediği tarafa sevkediyor.” Muhammed Abduh,
“Kaza ve Kader”, çev. Mehmed Akif, SM, II/35, s. 134.
[961] Bu inancın bütün bir insanlık
tarihinde yaygın olduğu ie ilgili değerlendirmeler için bkz. Ferid, Dînî,
Felsefî Musâhabeler, s. 124 vd. Ahmed Naim, batı filozoflarından Hume,
Kant, Laibnez hatta Mill’i cebrî olarak zikretmektedir. İlmü’n-Nefs, s.
441-2. Ayrıca modernleşmenin bir ürünü olan kader inancından uzak kendine
güvenen ve bu güven etrafında sahip olduğu yeni hürriyet anlayışıyla dinleri
ortak olarak bir taraf görmek ve buradan Hıristiyanlıkla modernleşmenin aynı
tutulması çabalarını reddeden bir tavır için bkz. Ahmed Midhat, Müdafaa,
İstanbul, 1302, III, 515-6. Benzer şekilde Müslümanların kaza ve kader,
tevekkül inançlarıyla Hıristiyanlarınkini karşılaştıran ve arada fark
olmadığını belirten bir değerlendirme için bkz. Mustafa Fazıl Paşa, “Paris’ten
Bir Mektub” YTEA, II içinde s. 5-6. Abduh da Hanoto’ya benzer şekilde
mukabelede bulunmaktadır. “Şeyh Muhammed Abdûnun Hanoto’ya Cevâbı”, müt. Mehmed
Akif, SR, III/59, s. 145-6.
[962] Ayırca bkz. Rıza
Tevfik, Kader, s. 10.
[963] Ömer Nasuhi Bilmen, Nazarî ve
Ameli Ahlâk-ı İslâmiye Dersleri, s. 20. Hatta gelenek içinde bu tuttum
tasavvufî eserler tarafından da desteklenmiştir. Mesela Mesnevî’de Cebrîler
ciddi tenkitlere tabi tutulmuşlardır. Abidin Paşa, Tercüme ve Şerh-i
Mesnevî-i Şerif, I, 400 vd.
[964] İzmirli meseleyi bu
çerçevede ele alır. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, II, 225.
Mehmed Vehbi, Akâid-i Hayriyye Tercümesi, s. 66-7.
[965] Modern dönemde de
aynı şekilde meseleye bir ahlâkî düstur olarak yaklaşan nadir eserlerden biri
olarak bkz. İbnülemin Mahmud Kemal, Ravzatü ’l-Kemal, İstanbul: Mahmud
Bey Matbaası, 1308, s. 23.
[966] Mesela M. Şemseddin, rızkın
kazanılması ile ilgili sünnetullahın cereyanını ortaya atmıştır: “İslâmiyet,
yüce hükümlerine tâbi olanlara yüksek bir sadâ ile nida ederek diyor ki:
Hayatın sabit değişmez bir takım kaideleri, muayyen bir takım kanunları vardır.
O kanunlara muhalefette bulunanlar ilahî fermana karşı gelmiş olurlar.
Gereğince amel edenler ise emellerine nail olurlar. Rızık ile kesb de o sabit
kanunların hükmü altındadır.” Zulmetten Nûra, s. 93-4.
[967] İbrahim Nâtıkî, Risale-i
Akâidi'l-İslâm, s. 41. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, II,
225. Meselenin güncel bir şekilde ele alınışı ile ilgili bkz. Semizzâde Elhac
Mehmed, “Ecelsiz Kimse Ölmez”, BH, V/129, s. 2336-9. Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 65-6.
[968] Hacı Reşid Paşa, Din-i Mübin-i
İslâm, I, 128-9. Kavm-i Cedidçi Ubeydullah Efgâni’yi tenkit ederken onun
ecelle ilgili görüşlerinin Mu’tezile’ye muvafık olduğunu ifade ile Kur’an’dan
hareketle reddetmektedir. İzmirli İsmail Hakkı, “Müdâfa’ât-ı Dîniyye”, SR,
XI/280, s. 307.
[969] Kılıçzâde Hakkı, İtikadât-ı
Bâtılaya İlan-ı Harb, s. 113-4. Koleranın uzun süre ve birçok can alması,
bebek ölüm oranları, salgın hastalıkların niçin daha fazla can aldığının bunun
kaderle ilgisini softa dediği ulemaya karşı istifham olarak yöneltir. Günümüzde
deprem vb. meseleler için serdedilen suallerin başlangıcı kabul edilebilir.
[970] Abdullatif Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam,
s. 243-5. Klâsik muhtevayı sürdüren benzer satırlar için Muhammed Şükrü b.
Ahmed Ata, Tuhfetü’l-Fevaidala Cevahiri’l-Akaid, s. 53-4.
[971] Harpûtî, Tenkîhü’l-Kelam,
s. 243-4. Benzer şekilde bkz. Abidin, Meâli-i İslâmiye, s. 9-10. Hidayet
vermemeyi bir ceza olarak açıklamaktadır.
[972] Filibeli
Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Allah ’ı İnkâr Mümkün müdür? s. 73. Ömer
Nasûhi, Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri, s. 68.
[973]Hidayet ve dalaletin esasını klâsik ananeye merbut bir
şekilde yapan tarifler için bkz. Babanzade Ahmed Naim, “İlm-i Tevhidin Tarifi,
Sûret-i Tedvîni, Gâyeti” SM, I/5, s. 76. Musa Kazım Efendi, Safvetü’l-Beyan
fi Tefsiri’l-Kur’an, İstanbul: Matbaa-i Amire, 1335, s. 73. Bereketzâde
İsmail HakkıBereketzâde dönemin ruhuna uygun olarak hidayet ve avn-i ilâhiyi
bazı şartlara bağladıktan sonra mümkün görmektedir. , Tefsir-i Şerif Envâr-ı
Kur’an, I, 64-7.
[974] Filibeli
Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?, s. 74
[975] H. A. R. Gibb, İslam
’da Modern Eğilimler, s. 109.
[976] Konuyla ilgili ıslah
layihalarında yapılan değerlendirmeler için bkz. Mehmet Öz, Osmanlı ’da
“Çözülme ” ve Gelenekçi Yorumları, İstanbul: Dergâh Yayınları, s. 54 vd.
[977] İlber Ortaylı, meselenin Avrupa
ile farklılaşan yönlerini de değerlendirdiği makalesinde Osmanlı toplumundaki
bu dikkatin siyaset tarzına yansımasını değerlendirmektedir. “Yozlaşma
Korkusu”, Osmanlı Barışı, s. 159.
[978] Ali Suavi’nin hikmet-i ameliye
üzerinden irade meselesine, oradan da hürriyete bağladığı ilişki insanın,
toplumun ve siyasetin tercihlerinin irade meselesi etrafında döndüğünü
göstermektedir: “Zira insanın ameli ya şahsına müte’alliktir ki ondan bahseden
ilme ahlâk derler, yahut ehl-i menzile müte’alliktir ki buna tedbîr-i menzil
veya cemaat-i siyâsiyeyye dairdir ki buna siyaset ismi verilir. Her halde
ulûm-u selâsenin mevzu’u ef’âl-i ihtiyariye ta’biriyle ifade olunabilir. Yani
ahlâk ve melekât ile muttasıf olan insanın ef’âl-ihtiyâriyesidir.” “El-Hâkimu
Huvallah”, s. 525-6
[979] Klâsik ahlâk eserlerinin de
mesele edindiği ahlâkın değişip değişmeyeceği ile ilgili bahisler ahlâk
eserlerinin girişlerinde yerini almıştır. Meseleyi irade açısından
değerlendiren bir soru-cevapla ilgili bkz. Ahmed Rıfat, Bergüzâr, s.
59-60. Ahmed Rıfat meseleyi Cebriyye-Ehl-i Sünnet arasındaki farklara binaen
izah eder. Meseleyi fıtrat hadisiyle ve terbiyeye istinaden izah eden erken
dönemde kaleme alınmış bir diğer risale için bkz. İbnülemin Mahmud Kemal, Ahlâk,
Dersaâdet: Mahmud Bey Matbaası, 1308, s. 10-18.
[980] Kant ahlâk anlayışının dönemde
tesiriyle ilgili bir tahlil için bkz. Mehmet S. Aydın, “Ahmed Hamdi Akseki” [Ahmet
Hamdi Akseki Sempozyumu (1994: Antalya)], Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, 2004, s. 29-30.
[981] Baha Tevfik,
“Tenkîd-i Felsefî”, Felsefe Mecmuâsı, s. 53.
[982] Ziya Gökalp, Malta sürgünü
esnasında verdiği derslerden ibaret olan Felsefe Dersleri adlı eserde
ahlâk meseleleri ele alırken dini referanslara rastlanmamaktadır. Ziya Gökalp, Felsefe
Dersleri, haz. Ali Utku, Erdoğan Erbay, Konya: Çizgi Kitabevi Yayınları,
2005. Aynı Ziya Gökalp’in örf tartışmalarında hüsün ve kubuh ile ilgili
yazdıkları ile oldukça alakasızdır. Gerek Mithat Efendi’nin metnine göz
attığımızda gerek de Cumhuriyet’in ilanından sonraki süreçte -hutbeler hariç-
kaleme alınan ahlâkî ve felsefî metinlerde çalışma ile ilgili mevzularda ayet
ve hadislerini kullanımının tamamen ortadan kalktığını görürüz. İslâmcı ve sufî
kimliği ortada olan M. Ali Aynî Cumhuriyet devrinde kaleme aldığı ahlâka dair
risalede sa’y bölümünü yazarken ayet ve hadislere yer vermez. Mehmed Ali Aynî, Ahlâk
Dersleri, s. 136 vd. Mesela liseler için kaleme alınmış bir ders kitabı
olan eserinde Mustafa Namık yazdığı sa’y başlıklı bölümde dini herhangi bir
ibareye yer vermez. Mustafa Namık [Çankı], Ahlâk, İstanbul: Milli
Matbaa, 1926, s. 62-3.
[983] Filibeli Ahmed Hilmi, Tarih-i
İslâm, I, 261. Benzer tespit ve kaygılar için bkz. M. Şemseddin, Zulmetten
Nûra, s. 87. İçtimai-ahlâkî karaktere haiz kavramlarla ilgili SM/SR
merkezli bir çalışma için bkz. Suat Mertoğlu, Osmanlı ’da II. Meşrutiyet
Sonrası Modern Tefsir Anlayışı: (Sırat-ı Müstakim/ SebilürreşadDergisi Örneği:
1908-1914), Marmara Üniversitesi SBE, 2001, s. 89 vd.
[984] Ahlâkın kaynağı tartışmalarının
hürriyet açısından ehemmiyetini ve dönemdeki tayin edici rolünü ortaya koyan
Said Halim Paşa bu ihtiyacı şu şekilde izah eder: “Hakikatin taharri ve tatbiki
ancak insanın ahlâkı, aklı bütün kuvvâsının bilâ-mani’ hareket ve inkişafıyla
tahakkuk edebileceğinden bu ahlâk en vâsi’, en tam manasıyla hürriyet-i şahsiye
mebdeine istinâd eder.” İslâmlaşmak, s. 8.
[985] Hoca Kadri de ‘hürriyet-i
tâmmeyi’ ‘insana nâfi’ akvâl ve ef’al’le tahdit etmektedir. Hoca Kadri, Zulm
ve Adl, s. 176. II. Meşrutiyet’in ilk devirlerinin en mühim aktörlerinden
biri olan Manastırlı’nın insanın faziletini vazifesini yapıp yapmamasıyla
mukayyed hale getiren değerlendirmeleri için bkz. Manastırlı İsmail Hakkı,
“Mezâyâ-yı İnsâniye, Hasâil-i Fâzıla”, SM, II/38, s. 177.
[986] Babanzade Ahmed Naim, Ahlâk-ı
İslâmiye Esasları, s. 6-7; Mehmed Emin Feyzi, İlim ve İrade, s.
136-7. Akif de aynı şekilde ahlâkın temelini Allah korkusuna dayandırır: “Ne
irfandır ahlâka yükseklik veren ne vicdandır/ Fazilet hissi insanlarda Allah
korkusundandır.” Hatta o kadar ki insandaki ahlâk fikrinin ve vazife duygusunun
varlığı başlı başına isbât-ı vacib delilidir. M. Şemseddin, Felsefe-i Ûla,
s. 115.
[987] Milaslı İsmail
Hakkı, “Geri Kalmaklığımızın Sebebi Din midir? Daha Başka Bir Şey midir?”, SR,
XVII/30-429, s. 102.
[988] Mesela Kant’ın aklı istinadgah
edinmesi meselesini ele alırken “her türlü hislerden mücerred olarak emre, sırf
emir olduğu için inkıyâd etmek kadar ulvi bir ahlâk tasavvur edilemez”
kanaatine ulaşan Akseki’nin emir olarak kabul ettiği şey Allah’a istinad
ettirilen bir şeydir. Ahmed Hamdi Akseki, Ahlâk Dersleri, s. 41.
[989] Ahmed Hamdi Akseki, Ahlâk
Dersleri, s. 51. Ayrıca bkz. Ömer Nasuhi, Nazarî ve Ameli Ahlâk-ı
İslâmiye Dersleri, s. 16. Vazife fikrinin ehemmiyetine dair hürriyetle
ilgili ulemanın kaleme aldığı her metinde görülen dini-ahlâkî bir zemin
üzerinde içtimaî sorumluluk inşa etme çabası aynı zamanda ulemanın hürriyete
bakışındaki sempatiyi izah etmektedir. Said Halim Paşa, “Binaen aleyh nazar-ı
Islâm’da hürriyet öyle insanın tatbik veya adem-i tatbikinde muhtâr
bulunabileceği, yahut vâzı’-ı kânunun isterse bahş, isterse men’ edeceği bir
hakk-ı siyasî olmayıp kabul ettiği din ile rehber tanıdığı ahlâk tarafından
kendisine tahmil edilmiş bir vazifedir.” İslâmlaşmak, s. 8. Benzer
şekilde Halim Sabit meseleyi hak-vazife dengesi üzerinden kurar: “Demek
cemiyetin devam ve bekâsı için iki şart var. Biri: Her şahsın kendi hissesine
isabet eden «hak», diğeri vatandaşlarına karşı medyûn olduğu «vazife»dir. Işbu
hak ile vazife arasında olan nisbeti tedkik ettiğimizde her bir hakkın
karşısında bir vazife ve her bir vazifenin karşısında bir hak olduğunu
görürüz.” “Insâniyet, Fikr-i Dînî, Medeniyet” SM, I/2, s. 27-8. Mesela
hayır ve şerri de vazife ile tayin etmeye kadar gidenler vardır: “Hayır ve şer
bu hususta esaslı bir mefhum olamaz. Onlarda vazife mebdeiyle tayin olunabilir.
Bir sâik-i vâfînin yani vazifenin mevzuu olamayan her şey şerdir; saik-i mezkur
tarafından zarureten idare olunan fiil de hayırdır.” Abdüllatif Nevzad, “Bizde
Ahlâk, Bizde Terbiye” SR, X/259, s. 400. Hüseyin Kâzım Kadri, vazifenin
dini terminolojideki karşılığının farz olduğunu beyanla vazifeyi hayatın en
esaslı kanunu olarak takdim eder. Yirminci Asırda İslâmiyet, s. 127. Bu
davetler II. Meşrutiyet sonrası her alana yayılmıştır. Mesela bkz. Ali Seydî, Terbiye-i
Ahlâkiyye ve Medeniyye, s. 78-80.
[990] Kant’ı aynı noktada Filibeli de
eleştirmektedir: “Kant'ın bu tenkîdâtını bütün netâyiciyle kabul etmek,
meslek-i reybî kabul ile müsâvîdir. Insanın ilm-i ahlâk içinde idrâkten başka
âleti yoktur. Eğer bu âlet, evveliyâta îsâl ıtlâ’ edemeyecek bir tabiatta ise,
ne bir felsefe-i mâfevka’t-tabîa’, ne bir ilm-i ahlâk ve hatta ne bir fen
meşru’an mümkün değildir.
Vâkıa’ Kant bu neticeye, daha
doğrusu bu girîveye düşmemek için akıldan nez’ ettiği imkân ve iktidârı ahlâka
atfetmek ve bu tarîk ile hürriyet-i şahsîyeyi tesis ve Vâcibu’l-Vücud’u ispat
eylemek istiyorsa da böyle bir emel müstahîldir. Kant'ın son derece maharetle
tesisine çalıştığı edile ve berâhîn, yine kendi tenkîdi mûcibince yıkılıp
kalıyor.” Filibeli Ahmed Hilmi, Allah’ı İnkâr Mümkün müdür? s. 60-1.
Aynı şekilde Kant’ın yetersizliğini Allah fikri ile ve bu düşüncelere itibar
etmeden Ibn Arabî üzerinden temellendiren bir yorum için bkz. Mehmed Ali Aynî, Şeyhu’l-Ekberi
Niçin Severim?, s. 58-9. Kant’ın çizdiği çerçeveyi fikir olarak yeterli
bulanlar da vardı. Abdurrahman Şeref’e göre; “Vazife mutlak ve vazife olduğu
için îfâ olunur.” İlm-i Ahlâk, s. 45. Ayrıca Babanzade Ahmed Naim,
ahlâk, iyi-kötü meselelerini tamamen akıl merkezli bir izaha tabi tutmaktadır. Ahlâk-ı
İslâmiye Esasları, s. 44. Kant’ı yetersiz gören bir değerlendirme için bkz.
Eğinli Ahmed Vehbi, “Dinin Ahlâken Lüzûmu”, Cerîde-i Sûfiyye, no.148, s.
458.
[991] Misal olarak bkz. M.
Şemseddin, Tarih-i Edyân, Dersaâdet: Kanaat Kütübhanesi, 1338, s. 54.
[992] Mehmet Ali Aynî, Türk
Ahlâkçıları, s. 13. Benzer hükümler için bkz. Filibeli Ahmed Hilmi, Tarih-i
İslâm, I, 39. Babanzâde Ahmed Naim, Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s.
6-7. Ahlâkı Allah’ın emir ve yasakları ile temellendiren ve câmiu’t-turûk bir
mutasavvıf tarafından kaleme alınan bir risale için bkz. Abdurrahman Sami, Hediyyetü’l-Âşıkîn,
Dersaadet: Necm-i İstikbal Matbaası, 1330, s. 20.
[993] Babanzade Ahmed
Naim, Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s. 47. Vazife için vazife fikri ile bir
vacibi Allah’ın emri olduğu için ifa etmeyi örtüştürmektedir. Fakat Naim Bey,
daha sonra İslâm büyüklerinin özellikle de mutasavvıf kişilerin Allah rızası
merkezli telakkilerini uzun uzadıya istidlal olarak kullanmıştır. Benzer
şekilde vazife fikri üzerine bina edilen ve hüsün ve kubuhu da bu merkezde
tayin eden satırlar için bkz. Ferid [Kam], Mebâdi-i Felsefeden İlm-i Ahlâk,
s. 19. Ziya Gökalp, Malta yıllarında vazife fikrinin isbât-ı vâcib açısından
delil olması fikrine iştirak eder. Zira bunun içtimaî olarak faydalı bir şey
olduğunu düşünmektedir. Ziya Gökalp, Felsefe Dersleri, s. 910. Vazife
fikrini tamamen dini zaviyede temellendirenler de mevcuttur. Ömer Nasuhi, Nazarî
ve Amelî Ahlâk-ı İslâmiye Dersleri, “vazife-i ahlâkiyenin mâhiyeti, dîn-i
Islâm’da îfâsıyla mükellef olduğumuz şeyden ibarettir.” s. 12-3.
[994] Filibeli Ahmed Hilmi, Tarih-i
İslâm, I, 42. Bir başka yerde; “Her ilmin bir mevzuu olup ahlâk ilminin ise
mevzuu "Iyi - Fazilet"dir. Üç bin senedir icra edilen tecrübelere
göre "Kudsiyet" fikrî esas ittihaz edilmedikçe bir ahlâk manzumesi
te'sisi gayr-i kabildir. Kudsiyet ise, ancak Zat-ı Bârî'ye itikad ve muhabbetle
yani dindarlıkla hâsıl olabilir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk'ı inkâr eden bir
adamın ahlâksız olması tabiî ve mantıkî olmaması ise gayr-i tabiî ve zahiren
müstesna bir hâletdir.” I, 39
[995] Bu hak ve vazife dengesini
dönemdeki din karşıtlığıyla da irtibatlı olarak din fikri üzerine kuran bir
değerlendirme için bkz. Halim Sabit, “Insâniyet, Fikr-i Dîni, Medeniyet” SM,
I/2, s. 28-9. Özellikle Islâmcıların verdiği konferans ve vaazlarda hâkim tema
olan çalışma fikri bu vazife fikrinin pratik cephesiyle alakalıdır. Misal için
bkz. Abdürreşid Ibrahim, “Müslümanlar Çalışırsa; Yaşayacak, ilerleyecek!”, SM,
IV/99, s. 356-7.
[996] Mehmet S. Aydın,
“Ahmet Hamdi Akseki’nin Felsefeye İlgisinin Boyutları”, Ahmet Hamdi Akseki
Sempozyumu (1994: Antalya)] s. 23.
[997] Kelamın bir tarafını
teşkil eden İslâm’ı müdafaa fikrinin aynı zamanda kader meselesiyle bağlantılı
olarak yöneltilen ahlâkî tenkitleri reddetmesi bu ilişkiyi artıran bir
fonksiyon icra etmiştir. Aksi iddialar için bkz. Fazlur Rahman, “Aklaq” mad. Encyclopedia
İranica, 1978, I, 720’den naklen İlhan Kutluer, İslâm Felsefesi
Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, Basılmamış Doktora Tezi, 1989, s. 14.
[998] Mustafa Çağrıcı, “Ahlâk”, DİA,
II, 6. Çağrıcı’nın ortaya koyduğu deliller, Max Horten üzerinden oryantalist
bakış açısının kader telakkisiyle örtüşür şekilde verdiği hükümleri Kelâm için
genel kabul eden İlhan Kutluer’e de cevap niteliği taşır. İlhan Kutluer, İslâm
Felsefesi Tarihinde Ahlâk İlminin Teşekkülü, s. 14.
[999] İzmirli İsmail
Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, II, 169.
[1000] Ömer Nasûhi, Muvazzah
İlm-i Kelam Dersleri, s. 60-1.
[1001] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, II, 207.
[1002] Said Halim Paşa,
kadın hürriyetini tartışırken meseleyi buraya getirir: “vazife kelimesini telaffuz
eden hukuk ve hürriyet manalarını da ifade etmiş bulunur. Binaen aleyh hukuk ve
hürriyet-i siyasîye nasıl mevcut ise hukuk ve hürriyet-i içtimaiye de aynı
suretle mevcuttur.” Said Halim Paşa, Buhrân-ı İçtimâimiz, s. 91-2.
“Vazife-i İçtimaiyye hürriyet-i içtimaîyyeyi tevlîd eder.” s. 92.
[1003] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, II, 169-70.
[1004] Filibeli Ahmed Hilmi,
felsefî tasavvufun katmanlarını ve imkanlarını yok sayar gibidir: “Mezheb-i
cebr-i keyfî, ahlâk ve vazifenin manasını hiçe indirir bir cebr-i müfrittir.
Bir kere bu ifratı kabul ettikten sonra netâyicini tehvîn için bulunacak
ıstılahlar ve isimler, sarf edilecek mantıklar boşuna yorgunluktur.” Allah
’ı İnkâr Mümkün müdür? s. 72.
[1005] Filibeli
Ahmed Hilmi, Allah ’ı İnkâr Mümkün müdür? s. 73.
[1006] Mustafa Sabri Efendi’yi hariç tutarsak İslâmcıların ve
ulemanın meselenin bu tarafından tasavvufa karşı ciddi bir tenkide
girişmemesinin birkaç sebebi olabilir. Birincisi acil ve pratik ihtiyaçlar bu
tür ince ve derin meseleler üzerinden yapılacak tenkitler için yeterli zaman
bırakmamıştır. İkinci olarak Avrupa’ya bir şekilde cevap veren böyle bir
fikriyatın tenkit edilmesinin çok da doğru olmadığı düşüncesinden
kaynaklanmaktadır. Filibeli, Tarih-i İslâm, II, 457.
[1007] Ahlâkî hürriyetin
nereden başlayıp nerde bittiği sorusu erken dönemde sorulmaya başlanmış bir
sorudur: “Hürriyet-i ahlâk(la liberte morale) ahlâka müte’allik harekât dahi
tıpkı hürriyet-i mezhebiyye gibi hariçte sû-i eseri görülmedikçe mahfûz ve
müdâheleden masûn olmalıdır. Ama birinin sû-i eseri görülmedikçe hariçte eseri
görülürse men’ olunur.” Münif Paşa, Hukuk-ı Hürriyet, s. 374
[1008] Misal olarak İslâmcı
dergilerde kadınların tesettürü, içki yasağı gibi şikâyetleri gösterebiliriz.
Mesela Beyânü’l-Hak"da “Tesettür-ü Şer’i” başlığıyla yazılan ve
Cemiyet-i İlmiye-yi İslâmiye’nin Selanik şubesi tarafınan gönderilmiş bir
beyanname: BH, V/117, s. 2135-6. İçki yasağı ile ilgili bkz. “İşretin
Men’i”, Cerîde-i Sûfiyye, no.152, s. 492.
[1009] Ahlâk fikrinin mevcut
olmadığı durumlarda anarşinin normal olduğunu ifade eden Filibeli, müsavat ve
hürriyet fikrinin oturması gereken zemin olarak adaleti esas almaktadır:
“Hâlbuki bir hey’et-i içtimâiye, muvâzene-i hâlet-i efrâda riâyet edilmedikçe
hiçbir vakit payidar olamaz. Eğer efrâd-ı beşeriyenin sâiki
"enâniyet" olursa bu muvâzenenin idâmesi mümkün değildir. Şu halde o
heyet-i içtimâiyedeki muvâzeneyi idâme edecek "maddî ve mânevi bir
kuvvet" bulunmadığı dakikada "fevdâ" yani hükûmetsizlik zahir
olur. Eğer "din ve ahlâk" mânâsız sözler ise cemiyet-i insanîyenin
"Anarşist" olması hem pek tabiî ve hem de pek meşrudur.” Filibeli
Ahmed Hilmi, Tarih-i İslâm, I, 42-3. Ayrıca bkz. Said Halim Paşa, Buhranlarımız,
s. 76.
[1010] Said Halim Paşa, Buhranlarımız,
İstanbul: Şems Matbaası, 1328/1330, s. 8-9 “Kanun-i Esasimizin bize bahş ve
temin ettiği hukuk ve serbestî, idare-i Hamîdiye’nin derece-i nihâiyede tevsi’
etmiş olduğu bütün sû-i ihtiyâdâtımızı bî-mehâbe isti’mal etmekliğimizden başka
bir semere vermedi.”
[1011] Ulemanın
şikâyetlerini dile getiren Semizzâde El-Hac Mehmed, şöyle demektir: “İnkılâbı
müteakib bazı siyâh-ı bühtân hürriyeti halî’i-l iz’zâr bulunmak, meşrutiyeti de
keyfe tâbi’ olmak ve her şeyi mübah görmek suretinde telaki ediyorlardı.”
“Eğlenebilecekler miydi” BH, V/122, s. 2217.
[1012] Bu dönemde de
bu şikâyetleri sürdüren değerlendirmeler için bkz. Mehmed Arif Bey, BinbirHadis,
s. 178-9. Bu denge ancak tasavvufî çevrelerde bir hassasiyet olarak devam
edecektir. A. M., “Sa’y”, Cerîde-i Sûfiyye, no.136, s. 359.
[1013] Modernist İslâm
düşüncesinin aktivist karekterini ifade eden Mazharuddin Sıddıkî modernist
İslâm düşünürlerinin uhrevî önceliklerinin olmadığını ifade etmektedir.
Sıddıkî, İslâm Dünyasında Modernist Düşünce, s. 28-9. Fazlur Rahman da
ıslah çabalarının önceliğinin sosyal kalkınma olduğu fikrindedir. İslâm,
s. 272-3. Dönemde örnekler için bkz. Hüseyin Hâzım, “İslâmiyetde Taleb-i
Mâişet”, BH, I/7, s. 138-9.
[1014] Avrupa’da olup
bitenleri hülasa kabilinden Owen Chadwick’in satırları hikâyenin benzerliğiyle
farklılığını görmeye yarar: 19. yüzyılda Avrupalı Aklın Sekülerleşmesi,
çev. Murat T. Aslan, İstanbul: Birey Yayınları, 2004, s. 13.
[1015] Manastırlı İsmail
Hakkı, SM, III/53, s. 2. Manastırlı toplumun ikiye ayrıldığını birinin
dini mübalatsızlıkla dünyaya meylettiğini, bir kısmının ise hayattan el etek
çektiğini toplumun yararına “insanların en hayırlısı insanlara en fayadalı
olandır” düsturundan toplumun uzaklaştığını düşünmektedir. Aynı Manastırlı’nın
kelam eserinde ahireti ihmal konusundaki uyarıları daha ön plandadır. Telhîsü’l-Kelâm,
s. 97.
[1016] Bu baskının kuvvetini
göstermesi açısından Abdülhamid devrinde bir sufî tarafından kaleme alınmış bir
eserde “vemali’l-insâni...” ayetinin ele alınış şekli için bkz. Sayyâdizâde
Muhammed Ebu’l-Hüdâ Er-Rifaî, En-Nefhatü ’n-Nebeviyye fî Hilâfeti
’l-Hamidiyyeti ’l-Osmaniye, Haz. İsmail Kara, Zeynep Süslü, Hilafet
Risaleleri: Islâm Siyasî Düşüncesinde Değişme ve Süreklilik: II. Abdülhamit
Devri, içinde, s. 207.
[1017] “Mesela ‘Tevekkeltü
alellah’ levhalarının baş tarafına ‘azimtu’, ‘Ya Hafız’ levhaları altına da bir
isgorta şirketinin adını ilave edecekler.” Kılıçzâde Hakkı, İtikadât-ı
Bâtılaya İlan-ı Harb, s. 45. Çalışma ve kazanmayı övdükten sonra kanaatin
manasını genişleterek şöyle der: “Tasarruf edip biriktirdiği paralardan
inde’l-hâce menâfi’-i umûmiye-i vatan için sarf etmek demektir.” s. 56.
“Azimden Sonra Tevekkül”, Safahat, s. 469-72.
[1018] Abdullah
Cevdet, "Cihan-ı İslâm'a Dâir", İctihâd, 1 Temmuz 1327, No:
26, s. 761-7.
[1019] Haydarizade
İbrahim, “Alem-i İslâmiyette Sa’y u Amel ve Teşebbüs-i Şahsi”, Tasavvuf,
no:5, s. 4-5.
[1020] SM,
VI/148, s. 287-8.
[1021] Abdullah Cevdet, bir
zamanlar yücelttiği kavramlara bambaşka bir zaviyeden bakacaktır: “Kâinatı,
ruhları ve cisimleri aklına estiği gibi sevk ve idare eden bir yüce zat, bir
zorba varlık kabul etmek, büyük bir safdillik göstermekle kalmaz, aynı zamanda
onarılması imkânsız bir mantıksızlığa sürükleyerek, beşer ruhunun üzüntü verici
bir şekilde küçülmesi sonucunu da doğurmuştur.” İçtihad, İstanbul, 1928,
sy.263, s. 5094.
[1022] Mesela Cumhuriyet
Döneminde kaleme alınan bir hutbe kitabındaki başlıklara göz atınca meselenin
mihverinin ne kadar değiştiği kolayca anlaşılacaktır. Ali Vâhid, Türkçe
Hutbeler, İstanbul: Amidî Matbaası, 1928. Bu çabanın öncesi ve sonrası ile
ilgili değerlendirmeler için bkz. Nuray Mert, Laiklik Tartışmasına Kavramsal
Bir Bakış: Cumhuriyet Kurulurken Laik Düşünce, İstanbul: Bağlam Yayınları,
1994, s. 68.
[1023] Reşid Rıza, “Akâid-i
İslâmiye”, müt. Aksekili Ahmed Hamdi SR, X/237, s. 43. Hıristiyanlığa
karşı geliştirdiği argümanlardan birinde Milaslı İsmail Hakkı, İslâm’ın dünya
hayatına ne kadar önem verdiğini anlatmaktadır. Milaslı İsmail Hakkı, “Geri
Kalmaklığımızın Sebebi Din midir? Daha Başka Bir Şey midir?”, SR, XVII/30-429,
s. 103.
[1024] İskilipli Mehmed
Atıf, “Hiref ve Sanâyi’”, BH, V/128, s. 2312.
[1025] Kılıçzâde
Hakkı, İtikadât-ı Bâtılaya İlan-ı Harb, s. 128.
[1026] Müslümanlar
Uyanın: İkâz-ı Müslim, trc. Abdullah Cevdet, Kahire: Matbaa-i İctihad,
1907, s. 8-9.
[1027] Seyyid Bey’e göre,
“Her millet kendi mukadderatına hakim olmalıdır” sözünden maksat; “her millet
şu zikr olunan esbâb-ı ikbal ve idbardan her hangisini dilerse kendisi ona
tevessül etmelidir demektir.” İrade, Kaza ve Kader, s. 164.
[1028] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 22.
[1029] Kazım Nâmi’ye göre;
“Her koyun kendi bacağından asılır” diye yalnız ahirette nefsinin refâhiyetini
düşünenler, içtimaî hayat için muzır birer yüktür.’ “Dinî Terbiye”, İslâm
Mecmuası, I/1, s. 17.
[1030] İsmail Hakkı
Baltacıoğlu, dinin zayıflamasını dünyevî beklentilere binaen ele almaktadır:
“Bizde dinî imanın zayıflaması bir yandan iradenin birer kuvvet ve feyz menbaı
olan bedenin, fikrin ve hissin kuvvetini azaltmış, bir yandan da bizzat iradeyi
faaliyet ve mümareseden mahrum bırakmıştır”, Terbiye ve İman, İstanbul:
Yeni Turan Matbaası, 1330, s. 68-9
[1031] Câhız müstearıyla
kaleme alınan yazıda mesele şu şekilde vazedilir: “İslâmiyet ferdî ve uhrevî
değil ictimâi ve dünyevîdir.bu ‘takvâ’ dahi ictimâi ve beşerî işlerin rûhudur.”
“İslâmiyetin İnhitâtının Bazı Sebebleri”, Bilgi Mecmuası, I/2, s. 168.
[1032] İstanbul’un gayr-i
Müslim semtlerini gezerken gördükleri manzaradan etkilenmemeleri için “Dünya
kafirin cennetidir” hadis-i şerifini okuyan rehberine karşı Halil Hâlid, bu
bakış açısını fatalizm olarak niteleyerek Şark’ı geri bırakan kafanın tam da bu
anlayış olduğunu dile getirmektedir. The Diary of a Turk, s. 84-5.
Mesela mutasavvıf bir kalemden çıkan yazıda kullanılan ahkama göz atmak
meseleyi hulasa etmeye yetmektedir. Sâdık Vicdânî, “el-Kâsib Habîbullah”, Ceride-i
Sûfiyye, no.117, s. 217-8. Tasavvuf dergisinde yayınlanan bir yazıda
müellif servet biriktirmenin lüzum ve güzelliğinden bahetmektedir. Haydarizade
İbrahim, “Âlem-i İslâmiyette Sa’y u Amel ve Teşebbüs-i Şahsi”, Tasavvuf, no:5,
s. 4. Ziya Gökalp de servet ve ticaret meselelerini anlatırken bu aynı başlığı
kullanacaktır: Ziya Gökalp, “el-Kâsib.” Makaleler, I, s. 33-5. Dünya
için çalışmayı teşvik eden değerlendirmelerde bu kullanım daha barizdir. Mesela
bkz. Milaslı Durmuşzâde Hafız Mehmed Sadık, Mevâiz-i Diniyye ve Fevâid-i
İslâmiye Mecmuâsı, II, 60-2.
[1033] Yağlıkçızade Ahmed
Rifat Efendi, Tasvîr-i Ahlâk, s. 155-6. Fevzi Numan, İzhâr-ı Hakîkat,
İstanbul: Tevsi-i Tıbaat Matbaası, 1331, s. 8-9.
[1034] M. Şemseddin’e göre
dünya için gayret edip çalışmazlarsa; “Yevmiye beş vakit değil, on beş vakit
namaz kılsalar, senelerce oruç tutsalar yine ümid ettikleri saadetlere mazhar
olamayacaklardır.” Hurâfâttan Hakikate, Tevsi’ Matbaası, 1332, s. 324.
[1035] Servetin niçin
biriktirilmesi ile ilgili hassasiyetin zamanla kurtulma ve kurtarma fikri
etrafında zımnen kabullenilmiş bir gayeye dönüştüğü kabul edilerek zikrinden
uzak durulan bir şey olurken dünya için servet biriktirmeyi kötüleyen dil terk
edilmiştir. Abidin Paşa, Saâdet-i Dünya, s. 50-1. Servet sahibi olmak,
ilim ve fen öğrenmek hususlarında Osmanlı toplumunun mevcut telakkisini tenkit
eden bir değerlendirmede toplum yapısının sanatkâr ve tüccar kesimini hor görüp
memur ve askerliği esas alması eleştirilmektedir. Hüseyin Şem’î, “İlm u Sa’y”, Hayrulkelâm,
No:26, 1 Mayıs 1330, s. 203-4.
[1036] Mesela İzmirli İsmail
Hakkı vazife-hak ilişkisini izah ederken şöyle der: “Her vazifeye bir hak
mütekâbildir; nitekim sa’y vazifesine mâlik olan bir kimse herhalde hakkına
mâlik olur.” İsmail Hakkı, “Vazâif-i Medeniyye ve Insâniyye”, Mevâiz-i
Dîniye, İstanbul: İttihad ve Terakki Cemiyeti Şehzadebaşı Kulübü, 1329, 2.
Kısım, s. 18.
[1037] Rızık toplamayı cevaz
üzerinden ele alan bir değerlendirme için bkz. Kâdiri Muhammed Ziyaeddin Efendi
b. Şeyh Yahya Efendi, Miftahü’s-Saade fi Seati'l-Ömr ve ’r-Rızk ve’z-Ziyâde,
Dersaadet: Matbaa-i Osmaniye, 1309, s. 32-3. Cevazdan farziyete geçişi
nasslarla ele alan bir yazı için bkz. İskilipli Mehmed Atıf, “Kesb, Ticaret-i
Beriyye ve Bahriyye, San’at, Ziraat, Ma’dencilik, Seyâhât”, BH, V/127,
s. 23003.
[1038] Tasavvufî çevrelerce
çıkarılan Cerîde-i Sûfivye'de yayınlanan ve Besim Ömer Paşa’nın Hıfz-ı
Sıhha adlı eserinden iktibas edilen yazıya başlarken bu ayet
kullanılmaktadır. Ahmed Muhtar, “Ulviyyât-ı İslâm-8”, Cerîde-i Sûfiyye,
no.137, s. 368.
[1039] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 163.
[1040] Gerçi bunu savunduğu
yerde Seyyid Bey, Kur’an’dan “ahalisi beynlerindeki muamelatta muslih ve hukuka
riayetkar oldukları halde mücerred onların küfr ve şirkleri sebebiyle
memleketlerini mahv ve tebah etmek, senin Rabbinin şân ve hikmetinden değildir”
manasını verdiği ayette geçen zulm kelimesini şirk olarak anlamayı Râzî
üzerinden ama Râzî’nin Eş’arî kimliğini dikkate almadan delillendirmektedir. .
Seyyid Bey, bugün hayatta ve tarihte câri olan usulün bu olduğunu beyan
etmesine rağmen metindeki zulm vurgusu II. Abdulhamid, istibdad gibi Osmanlı
toplumunun hafızasında taze olan hatıralara gönderme olarak da görülebilir.
Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 163
[1041] Bu ifade
Nizâmü’l-Mülk’ün Siyâset-nâme’sinde adalet çerçevesinde kullanılır.
Fakat bu kullanım adalet içindir. Siyâset-nâme, s. 8. Ayrıca bkz.
Mustafa Naima Efendi, Târih-i Na‘îmâ: (Ravzatü'l- Hüseyn fi Hulâsati
Ahbâri’l-Hâfıkayn), haz. Mehmet İpşirli, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2007,
I, 25. İzmirli ise bunu İbn Teymiyye üzerinden delillendirerek II.
Meşrutiyet’in ilk zamanlarında ve İttihat ve Terakki’nin vaaz kitabında geçmiş
döneme telmihen ele alır. İzmirli, “Zulm ve Adl”, Mevâiz-i Dîniyye, İstanbul,
1328, s. 33.
[1042] Abdullah
Cevdet, “Fünûn ve Sanat Nedir?”, İçtihad, no:1(13), s. 23.
[1043] Bu soru daha çok
Allah’ın bütün cezaları bu dünyada vermediği şeklinde izah edilerek
karşılanmaya çalışılmıştır. Bereketzâde İsmail Hakkı, Tefsir-i Şerif Envâr-ı
Kur’an, I, 74.
[1044] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 163.
[1045] Mustafa Sabri
Efendi, Dînî Müceddidler, s. 98.
[1046] Dünya için çalışmak
ve bunun bir dengede sürdürmek literatürde tasvip edilmiş bir hal iken bütün
gayret ve dikkati dünyaya yönelten ve tarihi tecrübenin tasvip ve tavsiye
ettiği insan prototipinin çok uzağına düşen tasvirlerle karşılaşıyoruz. II.
Meşrutiyet’ten çok uzağa gitmeden kısa süre önce kanaati öğütleyen Sadık Rıfat
Paşa, çalışmayı ancak şu saikler için teşvik etmektedir: “Âli himmetli olup
hayırlı şeylerde kendisine ve halka faidesi olması için çalışıp çabalamalı ve
okuyup yazıp hüner ve sanat ve ticaret ve menfaat tahsil etmek esbâbına
teşebbüs etmelidir ve esbâbına yapışmak dahi vâcib Teâlâ hazretlerinin
hikmetidir.” Risale-i Ahlâk, İstanbul: Takvimhane-i Amire, 1275, s.
13-4.
[1047] Abdürreşid İbrahim,
önceliğini belirtmektedir: “Biz her işle memuruz. Dünya için de çalışmak,
âhiret için de çalışmak borcumuzdur. Hem peşin dünya, sonra âhiret.”
“Müslümanları İntibâha Davet Hakkında”, SM, IV/89, s. 194. Hüseyin
Hâzım, “İslâmiyetde Taleb-i Mâişet”, BH, I/7, s. 140. Hâzık bu hadisi,
hürriyeti destekleyen hadisler arasında zikretmektedir. Hâzık, Hürriyetin
Dinî Esasları, s.
[1048] M. Şemseddin,
Zulmetten Nûra, s. 88.
[1049] Bu dönemde çalışmanın
gayesini az da olsa uhrevî zaviyeden ele alanlar vardır. Mesela bkz. Ahmed
Reşid, “Tevekkül-Kesb”, Cerîde-i Sûfiyye, no.58, s. 386. Daha sonraki
tarihlerde ahiret ve kıyamet meselelerini bu çerçevede yorumlayan ifadeler için
bkz. Mustafa Şekip Tunç, dinî olanın mevcudiyetini yalanlayan bir üslupla
meseleyi izah etmektedir: “Kıyamet” ve “ahiret” günlerinden maksat, muhakkak bu
dünyadan gayrı bir dünya olmayıp ef’alimiz karşısında “mesuliyet” ve “akıbet”
endişelerini telkin etmektir.” Terakki Fikri: Menşei ve Tekâmülü, s. 16.
[1050] Yusuf Akçura, Kader,
s. 7. Bu manaya masadak olabilecek bir tasavvuru Ceride-i Sufiyye’de
çıkan bir yazıda şu şekilde görmekteyiz: “(Zemahşerî)nin kader hakkında o,
gökde yazılır, yerde kazanılır!” sözü pek yabana atılacak sözlerden değildir.”
Muallim Vahyî, “Tefsir-i Şerif’, Cerîde-i Sûfiyye, no.93, s. 458.
[1051] Mustafa Sabri Efendi
reformistlerle aralarındaki farkı şu şekilde ortaya koyar: “Demek ki, insan
sa’y edecek, azmedecek sonra da güvenecek. Yalnız bu güvenmek meselesinde
müceddidlerle ihtilâf ediyoruz: Onlar nefse güvenmeli diyorlar, biz de Allah'a
güvenmeli diyoruz ve Allah'a güvenmeli derken, başka hiç kimseden muâvenet
beklememeli demek istiyoruz. Nasıl ki, onların itimad-ı nefs tavsiyesi de
gayrıdan muâvenet beklememek maksadını mütezammindir. Demek ki, tevekkülden
alınan kuvvet ve cesaretin yerini boş bırakmamak üzere onlar da itimad-ı nefs
ile telâfi-i maksad ihtiyacını hissediyorlar. Şu halde tevekkül, Müslümanlar
için hiç lüzumsuz bir şey değilmiş nasıl olsa bir itimad lazımmış. Yalnız
Allah'a mı itimad edilsin, nefse mi? Mesele şimdi bunun tercihine münhasır
kalıyor.” DînîMüceddidler, s. 106-7.
[1052] Dîni herhangi bir
referansa başvurmadan insanın hayat karşısında yalnız kendisine güvenemesi
gerektiği fikirini işleyen satırlar, meselenin zeminin nereye doğru kaydığını
gösterir: Mâhir Sâid, “Azim ve irade”, İstişâre, 6 Teşrînisâni 1324,
no:9, s. 385-9. Yine Mâhir Sâid imzalı bir başka makale için bkz. “Fikr-i
Şahsiyet”, İstişâre, 28 Kânunisâni 1324, no:20, s. 913. Nitekim bu tavır
Cumhuriyet devrine miras kalacak ve ders kitaplarında da bu çerçevede
işlenecektir. Mesela Yusuf Ziya [Yörükan] tarafından ilk Mekteb talebeleri için
kaleme aldığı ders kitabında sahabelerden mal-mülk sahibi olanların hayatlarını
anlatır ve mal-mülk sahibi olmanın servet biriktirmenin güzel bir şey olduğunu
ısrarla vurgulamaktadır. Yusuf Ziya, İslâm Dini, istanbul: Kanaat
Kütüphanesi, 1927, s. 25-30.
[1053] İslamcı bir kimliğe
sahip olan ve SM/SR gibi İslamcılığın en mühim yayın organını çıkaran Eşref
Edib, her şeyin dinileştirilmesinden şikayet etmektedir: “Eşref Edib,
“Anlaşamadık, Hala da Anlaşamıyoruz!” SM, I/10, s. 159.
[1054] Bu tavırla ilgili
Abdülhak Hâmid hakkında yapılmış bir değerlendirme için bkz. Mehmet Kaya
Bilgegil, Abdülhak Hâmid’in Şiirlerinde Ledünni Meselelerden Allah,
Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay., 1959, s. 27. Tercih ettiği
beyit: “Avn-i ilâhi ile sa’y-i beşer/Vehle-i evvelde gören belki der/Tâli’e
tedbir delalet eder” Mâzi yolcusuna Âtî, Hazîne-i Evrak, s. 15. Ziya
Paşa ve Hâmid’in düşünceleriyle ilgili felsefî tahliller için bkz. Rıza Tevfik,
Felsefe Dersleri, s. 60 vd.
[1055] Mesela Abdurrahman
Şeref’in kaleme aldığı ahlâk kitabında tamamen dünyevî bir çalışma anlayışı
takdim edilmektedir., İlm-i Ahlâk, s. 79-82.
[1056] Mesela birçok
musibet sonrasında ulemanın çıkardığı Cerîde-i İlmiyemde Ahmed Rasim
Avni; “korkunun kadere hiçbir faidesi olamaz. Gelmiş ve gelecek belalara karşı
faide veren ancak duadır” diyerek meseleyi başka vadilere götürmektedir. Ahmed
Râsim Avni, “Din-i İslâm”, Cerîde-i İlmiye, c.4, Ramazan 1337, no:46, s.
1418. Tehlikenin farkında olarak yapılan bir uyarı için bkz. Elhac Hamdi,
“Maddiyat kadar Ma’neviyât da Lâzımdır”, İ’tisam, no 29, 13 Ramazan
1337, s. 232-4.
[1057] Sıddıkî, İslam
Dünyasında Modernist Düşünce, s. 28-9. Sufî çevrelerin çıkardığı bir
dergide cihad-ı asgar- cihâd-ı ekber ayrımı üzerinden yapılan bir ayrımda cihâd-ı
asgar denen maddi ve manevi hazırlıkların ancak cihâd-ı ekber denen Allah ve
Resulüne iman ile tahakkuk edebileceğine inananlarca gerçekleştirilebileceğine
dair dönemde pek de rastlamadığımız Beyazıd dersiâmlarından Mehmed Hazmî
tarafından kaleme alınan bir yazı için bkz. “Cihâd ve Fezâil-i Cihâd”, Ceride-i
Sûfiyye, no:24, s. 2-3.
[1058] Mesela irade meselesi
çerçevesinde bu dile merbut izahlarda bulunan Manastırlı’nın meseleyi ne kadar
içtimaî karektere büründürdüğünü görmek için farklı bir zaviyeden meseleyle
karşılaştığında yaptığı tercümebakmakta yarar vardır: “Yani hâsid hak Teâlâ’nın
kaza ve irâdesine razı olmadığından kâfir gibidir.” Manastırlı İsmail Hakkı,
“Bir Hadis-i Şerif’, SM, II/35, s. 129.
[1059] Mesela meseleyi
ahlâkî olarak değerlendiren ve aynı zamanda batılı bir çalışma ahlâkını tebcil
eden bir makale için bkz. Fazıl, “Hamiyyet”, Hikmet, no:52, s. 6-7.
[1060] Manastırlı İsmail
Hakkı, “Vucûb-u İntibâh” SM, VI/136, s. 85-6. Aynı Manastırlı’nın II.
Meşrutiyet’den önce yaptığı tercümeye yazdığı notlarda tevekkülle ilgili
söyledikleri dönemin icbarını ve etkisini gösterir: “Kaza ve kadere iman ile
memur olduğumuz gibi onlara razı olmağla da mükellefiz. Ancak diyanet-i
İslâmiyenin muktezasından olan tevekkül -ki esbâb-ı zâhirede tesir olmadığını
bilerek müessir-i hakîkiye isnâd ve i’timaddan ibarettir.” Manastırlı İsmail
Hakkı, Tercüme-i Risâletü ’l- Hamidiye, Dersaadet, 1308, II/147. Ahmed
Naim, İlmü’n-Nefs, s. 448. Benzer ifadeler tasavvufî çevrelerin dergisi Cerîde-i
Sûfiyye'de de görmek dikkate şayandır. Sâdık Vicdânî, “El-Kâsib
Habîbullah”, Ceride-i Sûfiyye, no.117, s. 217.
[1061] Suat Mertoğlu, Osmanlı’da
II. Meşrutiyet Sonrası Modern Tefsir Anlayışı: (Sırat-ı Müstakim/
SebilürreşadDergisi Örneği: 1908-1914), s. 90, dipnot: 190.
[1062] Modernleşme
döneminin başlarında meselenin bu taraflarına yapılan vurgu, zamanla tesirini
yitirecektir. Tanzimat devrinin mühim ahlâk eserlerinden birinde Rıfat Paşa’nın
takdimi bu zaviyedendir. Mehmed Sadık Rıfat Paşa, Risale-i Ahlâk, s.
13-4. Devriyle mütecanis olmayan bir değerlendirme için bkz. İbnülemin Mahmut
Kemal, Ravzatü’l-Kemâl, İstanbul: Mahmud Bey Matbaası, 1308, s. 23.
Abdülhamid devrinde ders kitabı olarak kaleme alınan Behçetü’l-Ahlâk’da
da aynı muhteva hâkimdir. Abdullah Behçet, Behçetü'l-Ahlâk, Dersaadet:
Mahmud Bey Matbaası, 1314, s. 104. Eski neşveyi devam ettirenlere misal olarak
bkz. Kastamonulu Ahmed Mahir Efendi, el-Muhkem fi Şerhi’l- Hikem, II,
323-5. Erbîlî Mehmed Esad Efendi, Mektubât, s. 92.
[1063]İlk elden kelamî bir çerçeveye girmeyen fakat tasavvufun ve
paralelinde cebrî yapının vücud verdiği insan tipiyle alakalı derviş, miskin,
fakir, kalender, rind gibi kavramlar etrafında da modernleşmenin getirdiği
icbarlarla anlam değişmelerine, daralmalarına, kayıplara rastlanmaktadır. Bu
değişimi miskin kelimesi etrafında değerlendiren bir dipnot için bkz. İsmail
Kara, Cumhuriyet Türkiyesinde Bir Mesele
Olarak
İslâm, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2008,
s. 240, dipnot:2. Tevekkül kavramı ile ilgili olarak Ebu Tâlib El-Mekkî’nin
tevekkül için ilk ortaya attığı şart modernleşme devri tevekkül tarifleriyle
beraber düşünüldüğünde ortaya ilginç bir fark çıkarmaktadır: “Tevekkülün başı,
tercih ve ihtiyarı bir kenara bırakmaktır.” Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtü'l-Kulûb,
çev. Muharrem Tan, İstanbul: İz Yayıncılık, 1999, III/24. Safer Baba, avama ve
havâssa ait olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Safer Baba, Istılâhât-ı Sofiyye
fi Vatan-ı Asliyye, s. 287. Modernleşmenin başlarına kaleme alınan bir
tasavvuf sözlüğünde tevekkül, “tevhîd-i ef’âlin gâyetidir. Rızâ, tevhid-i
sıfatın nihâyeti olduğu gibi. Ve tevhid-i ef’âl oldur ki ef’âl-i ibâdı fi’l-i
Hak olmak üzere müşâhade eyleye.” Seyyid Mustafa Rasim Efendi, Tasavvuf
Sözlüğü: Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, s. 345. Şemseddin Sâmi aynı minval
üzere bir tarifte bulunur: “Umûrunu irâde-i ilâhiyeye terk ve havele ile hükm-i
kadere râzı olma.” Şemseddin Sami, Kâmus-i Türkî, I/453. Kanaat için
bkz. Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi İlmi't-Tasavvuf s. 74-5. Safer
Baba, Istılâhât-ı Sofiyye fi Vatan-ı Asliyye, s. 157. Seyyid Mustafa
Rasim Efendi, Tasavvuf Sözlüğü: Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, s. 916.
Şemseddin Sami, Kâmus-i Türkî, II/1084.
[1064] Dünyaya ait şeylere
duyulan sevginin ve bu sevgi çerçevesinde dünyaya meyletmenin büyük günahlardan
sayıldığı bir metin için bkz. İsmail Hakkı Bursevî, Şerhu ’l-Kebair,
İstanbul: Matbaa-i Babı Hazret-i Seraskeri, 1257, s. 84. Dönemde devam eden bir
gelenek olarak bkz. Kastamonulu Ahmed Mahir Efendi, el-Muhkem fi
Şerhi’l-Hikem, I, 12. “Hâkim-i Mutlak Hazretleri tedbîri mahsûs-ı ulûhiyet
ve tevekkül ve tefvîzi muktezâ-yı ubûdiyet eylediğinden tedbir ile ihtisas
etmek isteyen abd pür-kusûr. Terk-i vazîfe-i ubûdiyet ve teâddi-i hikem-i
rubûbiyet ile kazâ-yı ilâhiyeyi müdâfaa ve kader-i ezeliyeyi münâzaa etmiş olur
ki bâis-i helâk ve hüsrân ve sebeb-i ba’d u hicrândır.” Mehmed Şükrü b. Ata, Âsâr-ı
Nur, Dersaadet: Matbaa-i Osmaniye, 1329, s. 125. Bu manadaki hadisleri bir
araya getiren bir metin için bkz. Erbîlî Mehmed Esad Efendi, Kenzü’l-İrfân
fi Ehâdis-i Nebiyyi’r-Rahman, İstanbul: Mahmud Bey Matbaası, 1327, s.
103-6.
[1065] Mesela Tanzimat’a
yakın bir dönemde kaleme alınmış bir tasavvuf lügatinde “cebr” maddesi ikiye
ayrılarak tarif edilir: “Cebr iki kısımdır. Biri makbul ve biri merdûddur.
Makbûl oldur ki Hakk’ın cümle emrine ittisal ve nehyinden ictinâb ettikten
sonra kendi için bir fi’l ve bir kudret isbât etmeyip, cümlesini Hak’dan bile.
Bu makbûldür. Ve bir cebr dahi vardır ki abd cümle maâsiyi mürtekib olup ne
imtisâl ve ne ictinâb etmeyip ve yine kendi için fi’l ve kudret isbât etmeyip,
cümle ettiği fesâdı yine Hakk’a isnâd eder. İşte bu, şeytân fi’li ve
mezhebidir.” Bir taraftan modernleşmenin ilk devirlerine tekabül etmesi dikkate
şayan iken diğer taraftan ikinci madde olarak “Cebriyye Taifesi” başlığını
açarak Cebriyye’yi ve Mu’tezile’yi irade konusunda tenkit eder. Seyyid Mustafa
Rasim Efendi, Tasavvuf Sözlüğü: Istılâhât-ı İnsân-ı Kâmil, s. 366-7.
[1066] Süleyman Sırrı, Risale-i
Vazifeti’l-Müminîn, s. 7-8. Klâsik manaya uygun bir tarif ve izah için bkz.
Ahmed Reşid, “Tevekkül-Kesb”, Cerîde-i Sûfiyye, no.58, s. 385-6. Bu
tavra yönelik bir eleştiri için bkz. İlyas Çelebi, “İlk Dönem Sûfilerinin
İtikadî Konulara Bakışları”, İslâm Düşüncesinde Arayışlar, II/98- 9.
[1067] Mesela Ahmed Rasim
Avni, “Allah u Tealayı bütün sıfatıyla anlamış olan bir adam mütevekkil olmasın
olmaz.” “Din-i İslâm”, Cerîde-i İlmiye, c.4, Ramazan 1337, no:46, s.
1416.
[1068] Bu metodun ne şekilde
kullanıldığı ve ne tür neticeler verdiği ile ilgili olarak bkz. İsmail Kara, İslamcıların
Siyasî Görüşleri, I, 22.
[1069] Tevekkülün kesb ve
esbâba tevessülden nehy manasına olmadığı ile ilgili bkz. Kemalpaşazâde,
“Medh-i Sa’y ve Zemm-i Betâlet”, müt. Edhem PertevMecmuâ-i Fünûn,
sene:3, Şa’ban 1281, no:32, s. 286. Ahmed Lütfi Efendi tarihinde esbâbı terk
edip yalnız Allah’tan beklemeyi terk etmenin yanlışlığı üzerinde durmaktadır. Lütfi
Efendi Tarihi, XI/138. Sadi’nin uyuz çakal hikayesini Akif de tevekkül için
kullanmaktadır. Mehmed Akif, “Vaaz ve Mev’iza” SR, IX/49-231, s. 394.
Yağlıkçızade Ahmed Rıfat Efendi, kanaati överken tembellik ve miskinlik
manasına tahdid koymaktadır. Tasvîr-i Ahlâk, s. 297-8. Ahmed Rıfat
batalet kavramının altında inziva ve uzlet fikirlerini tenkit ettikten sonra
biraz da yavaş yavaş etkisini göstermeye başlayan batılı çalışma fikrinden de
hareketle “Zira dareynde tahsîl-i saâdet ictihâd ve gayret ile olur” diyerek
tasavvufî manaları olan bu kavramları tenkit etmektedir. Mesela modernleşme
devrinde kaleme alınmış bir Mesnevî şerhinde dönemde kullanıldığı manayı
çağrıştırır şekilde tevekkül kavramı çalışmayı, kabul edilmeyi hak eden işler
yapmak olarak anlama eğilimi gösterir. Abidin Paşa, Tercüme ve Şerh-i
Mesnevî-i Şerif, II, 80-1. Mehmet Fehmi’nin Râzî tefsirinden yaptığı
bir alıntıda tevekkülü yanlış anlayanlar eleştirilmektedir. Mehmed Fehmi, Hikmet-i
Hukûk-i İslâmiye, s. 42.
[1070] Ebussuud Efendi
fetvalarında bu durum tenkit konusudur: “Tekkelerde münzevî olup ‘ehl-i
tevekkülüz’ diyenlerin şer’an halleri makbûl müdür? Elcevab: Değildir” M.
Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebusuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk
Hayatı, İstanbul: Enderun Kitabevi, 1972, s. 83.
[1071] Hz. Ömer örneği kader
anlayışının doğru anlamının ne olduğu ile ilgili hemen hemen her metinde
kullanılmaktadır. Cumhuriyet döneminde ele alınan bir metin için bkz. Peyami
Safa, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1988,
s. 87.
[1072] Bereketzâde İsmail
Hakkı, “Necâib-i Kur’aniyye” SM, I/13, s. 195. İnsanın sorumluluğunu
Mevlâna beyitiyle izah eden bir çaba için bkz. Ömer Nasuhi, Nazarî ve Ameli
Ahlâk-ı İslâmiye Dersleri, s. 20. Bediüzzaman Said Nursî, tasavvufun
katmanlı dilini kullanarak ayrıma gitmektedir: “Tertib-i mukaddemâtda tefvîz
tenbelliktir. Terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine kısmetine rıza
kanaattir; meyl-i sa’yi kuvvetlendirir.” Sünûhat, s. 12. Bu misaller
tarihî yapıda da cebrî telakkinin tenkit edildiğini gösterirken aynı zamanda
ahkâmın ve tarihî mirasın kullanımını göstermesi açısıdan da ilginçtir.
[1073] Ahmed Rıfat
1870’lerde kaleme aldığı ahlâk risalesinde tevekkülü adil kimsenin
vasıflarından biri olarak zikredip şu tanımı yapmaktadır: “Âdil olan zât tebdîl
ve tağyîre kudret-i beşeriyenin haricinde olan mukadderât için beyhude ızdırâb
çekmez. Ve eltâf-ı ilâhiyeye muntazır ve râzı olarak sa’y u gayrette de kusur
etmez.” Bergüzâr, s. 15. Namık Kemal bu tavrı kalanderâne bularak tenkit
edecektir: Namık Kemal, “Sa’y”, Külliyat-ı Kemal: Makalât-ı Siyasiye ve
Edebiye içinde, İstanbul: Selânik Matbaası, 1327, s. 32. Nitekim II.
Meşrutiyet’le birlikte Batıcılar tarafından kaleme alınan metinlerde bu mana
tamamen ortadan kaldırılacaktır. Kılıçzâde’nin vulgarize düzeyde tavsif ettiği
şu hal meselenin ne tarafa evrildiğini gösterir: “kara cahil şeyhlerin
«el-fakru fahrî...» hadis-i âlisini yanlış tefsir ederek halkı sa’y u amelden
ve fakrın yani onların i’tikâdınca züğürtlüğün hasmı olan nezâfetden men’
ettikleri için [Kâde’l-fakru...] hadis-i şerifi Türkçe tercümesiyle beraber
levha halinde boyunlarına asılarak bu vechile fakr u zarûretin indillah ne
kadar menfur bir vaziyet olduğu halka i’lân edilecektir.” İtikadât-ı
Bâtılaya İlan-ı Harb, s. 56-7. Ulemadan Mehmed Vehbi ise şöyle der:
“Sabırlı fukaralıkdan şükürlü zenginlik efdaldir” Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 141-2.
[1074] İsmail Kara, İslâmcıların
Siyasî Görüşleri, I, 21.
[1075] “Tevekkül kesbe mani
değildir” kaziyyesinin izahını yaparken tevekkülün kalbin fiillerinden, kesbin
ise bedenin fiillerinden olmasını delil göstererek izaha girişen bir çaba için
bkz. Abdullah Şevket b. Mahmud Hamdi, Necâtü’l-Mükellefîn, s. 66.
[1076] Kemalpaşazâde,
“Medh-i Sa’y ve Zemm-i Betâlet”, müt. Edhem Pertev Mecmuâ-i Fünûn,
sene:3, Şa’ban 1281, no:32, s. 286-7. Mani olmadığı rızk çerçevesinde izah
etmeye çalışır. Sufî çevrelerin çıkardığı bir dergide klâsik manaya uygun bir
tevekkül tarifi yaptıktan sonra Ahmed Reşid insanın yaratılışına uygun olarak
çalışıp çabalamasını tevekkül olarak anlamaktadır. Mutasavvıfların çalışmasını
da “el-Kâsibu Habîballah” müjdesine nail olma gayreti olarak takdim eder. Ahmed
Reşid, “Tevekkül-Kesb”, Cerîde-i Sûfiyye, no.58, s. 385.
[1077] Mesela bkz.
Bereketzâde İsmail Hakkı, “Necâib-i Kuraniyye” SM, I/13, s. 195;
Bereketzâde Necâib-i Kur’aniyye’de tevekkülü Razi üzerinden izah ederken
sebeplere güvenmemek fikri üzerinden tevekkülü savunmaktadır. Oysa
mütefekkirlerden birçoğu tevekkül telakkisini çok farklı ele almaktadırlar.
[1078] “Tembellik ve
Cehalet”, Ceride-i Havadis, no.141, 15 receb 1259, YTEA içinde
I/61. “işte memalik-i İslâmiye halkı yakın vakitlere gelince, tahsil-i maarif
ve sanayi edip hem halkın işine yaramak ve hem dahi kendisi âhara muhtaç
olmayıp, hüneri ve san’atı sayesinde serbest geçinmek yoluna gitmeyip,
ömürlerini beyhude yere geçirerek, fakat işte «Hak Teâlâ rezzaktır» deyip
tembellik ederek... o vakit hak Teâlâ rezzaktır deyip, sabır tevekküle
yapışmaz.”
[1079] İskilipli Mehmed Atıf
vaziyeti şöyle hulasa eder: “Nazar-ı Şeriatta tevekkül: Eliyle kesbi, aklıyla
tedbiri terk edip cemâdât gibi durmak değildir.” “Esbâb-ı Zâhireye Teşebbüs
Tevekküle Mâni’ Değildir” BH, V/126, s. 2284. Farklı bir amaçla kaleme
alınmış bir metinde Abdullah Güvilyam, “Tevekkül, Cenâb-ı Hakkın ubûdiyetine ve
evâmirine inkıyâd, tarik-i müstakîmde sa’y etmek manalarını müfîddir” der. Dîn-i
İslâm, s. 32.
[1080] Mehmed Arif Bey, Binbir
Hadis, s. 19. Kanaatin müsbet manaları üzerinden devam eden bir terbiye
metodu için kanaati ilk öğüt olarak veren bir nasihat kitabı için bkz. Muhammed
Said, Vezâifü’l-İnâs, 4. b. İstanbul: Nişan Berberyan Matbaası, 1311, s.
23 vd. İbtidâiler için kaleme alınmış bir ders kitabı için bkz. Ali İrfan, Rehber-i
Ahlâk, İstanbul, 1318, s. 22-3.
[1081] Mesela kanaatle
ilgili Kılıçzâde’nin söyledikleri aynı dönemde kanaatle ilgili ulema ve
İslamcılar tarafından kaleme alınmış birçok yazı ile aynı minvalde ilerler.
Fakat hedefler zaviyesinden bakıldığında manzara çeşitlilik arzeder: “Ahâlinin
ahkâm-ı şer’-i şerîfe muğâyir birçok mu’tekidâtı tashih olunup, meselâ
[el-kanâatü kenzün lâ-yüfnî] hadis-i şerifinden maksad softaların ve câhil
meşâyihin öğrendikleri: [Canım dünya fâni değil mi? Aza kanâat edip cem’-i mal
etmeyiniz. Ahiretde o altınlar hep derilerinize yapışacakdır] yollu yâveler..
.insan çok çalışmak ve nâmuskarâne kazanmak ve fakat ihtiyacâtını taklîl edip
israf ve sefâhatden sakınmak...” İtikadât-ı Bâtılaya İlan-ı Harb, s. 56.
[1082] Manastırlı İsmail
Hakkı, “Mevâiz”, SM, I/26, s. 416. Tasavvufî çevrelerin çıkardığı bir
dergide yayınlanan makalede takva- fakr ilişkisine dair söylenenler şayan-ı
dikkattir: “Müslümanlar küşenkliği, miskinliği muktezâ-yı şeâir-i
takvâ-perestîden addetmişler. Lakin takvâya pek büyük hürmetsizlikde, atâleti
bir kıymet-i mahsusa ile tebcîl etmek lütf-i inzârkarisinde bulunmuşlardır.”
İbnü’r-Rahmi Ali Tayyar, “İslâm’da Sa’y u İ’mâr”, Cerîde-i Sûfiyye,
no.13-24, s. 4. Aynı şekilde İbnü’r-Rahmi fakirliği tasavvufî çerçevede izah
etmektedir. İbnü’r-Rahmi, “Fakr Ne Demekdir?”, Cerîde-i Sûfiyye, no.83,
s. 367. Fakrı Allah’ın sonsuz mülkü karşısında kendi aczini idrak etmek olarak
tavsif eden bir izah için bkz. Ahmed Reşid, “Tevekkül-Kesb”, Cerîde-i Sûfiyye,
no.58, s. 385.
[1083] Abdullah Cevdet,
"Cihan-ı İslâm'a Dâir", İctihâd, 1 Temmuz 1327 no: 26, s. 762.
Fakr kavramını savunan ve II. Meşrutiyet öncesi kaleme alınan fakat dönemde
tasavvufî çevrelerin çıkardığı Ceride-i Sufiyye tarafından (no12/24 s.
3’ten itibaren) tekrar yayınlanan bir risale için bkz. Bursalı Mehmed Tahir, Nazar-ı
İslâmda Fakr, İstanbul: Osmanlı Şirketi Matbaası, 1330. Hazret-i
Peygamberin bu hadisinin manevî fakirlik manasına uzun uzun izah eder. Benzer
tenkitler kanaat akvramı için de yapılmıştır. Haşim Nâhid, Türkiyâ İçin
Necât ve İ’tilâ Yolları, s. 130. Çalışmanın lüzumuna önem vermek şöyle
dursun çalışmayı hayatın kazanılmasına karşılık tutuyor. Lâkin kanaatim nihayet
bulmayan bir hazine, bir define olduğu öyle anlaşılmış ki, çalışmanın lüzumu
bile inkâr olunuyor. Hakikat şudur ki, İslâm Dinine göre asıl hazine insanın
kudreti dahilindeki çalışmasının mahsulüdür. Çalışmaya ve elde etmeye olan
kabiliyetin çeşitli olması düşünülürse insanın kendi kazancına kanaat etmesi
hakkındaki dinin bu şekil telâkkisinde gayet yüksek bir ahlâki kaide vardır.
Lâkin halkın bunu anlayışı başka türlüdür.
[1084] Kılıçzâde Hakkı, Pek
Uyanık Bir Rüya’sının 15. maddesi: “el-Kanaatu kenzun la yefna” hadisi
softalar gibi “dünya fani, aza kanaat edip mal biriktirmeyin” şeklinde değil;
“bahtiyar olmak için çok çalışın fakat israf etmeyin” şeklinde yorumlanacak.
“kâdel fakru” hadisi tercüme edilip bir levha halinde “el-fakru fahrî” hadisini
çalışma ve gayretten alıkoyucu şekilde yorumlayan softaların boynuna asılacak.
Aynı hadisleri çalışma ve fakirlikle ilgili İslâmcıların kaleme aldıkları
yazılarda sıklıkla tesadüf etmek mümkündür. Mesela bkz. Binbaşı Salih İhsan,
İnsâniyet Neyi İstilzâm Ederse İslâmiyet Onu Emr ve Tavsiye Eder”, SM,
IV/81, s. 49.
[1085] M. Şemseddin, Zulmetten
Nura, s. 373-4. “Nazar-ı İslâm’da Tevekkül ve Kader” başlığı altında insan
mesuliyetini esas alan ayetleri tek tek sıralar. Zulmetten Nura, s.
364-74.
[1086] İzmirli İsmail
Hakkı, Yeni İlm-i Kelam, II, 207. Benzer tarifi Ziyâeddin Ezherî
yapmaktadır. Tabîi ’yyyun Da ’va ve Gayeleri, s. 77.
[1087] Filibeli Ahmed Hilmi,
Üss-i İslâm, s. 73. Babanzade Ahmed Naim, Ahlâk-ı İslâmiye Esasları,
s. 34. Akif şöyle der: “Kanaati, tevekkülü, sabrı...hepsını yanlış anladık.”
Mehmed Akif, “Vaaz ve Mev’iza” SR, IX/49-231, s. 394. Sâdık Vicdânî, “el-Kâsib
Habîbullah”, Ceride-i Sûfiyye, no.117, s. 217.
[1088] M. Şemseddin,
sünnetullah olarak da meseleyi çalışmaya bağlamaktadır: “Kader meselesini halka
yanlış bir surette telkin ederek İslâm ümmetini atâletten sefalete, sefaletten
inkıraza sevk eden cahiller, tevekkülü de zillet ve hakarete tahammül manasında
anlatmışlardır. Zillete tahammül etmek tevekkül değil, meskenettir. İslâm
dininde tevekkülün şartı sünnetullahlar ve tabiat kanunları gereğine uygun
hareket ve her türlü esbaba tevessül eyledikten sonra vukuatı beklemek
demektir. Yoksa miskince ve kemâl-i zilletle her şeye tahammül etmek değil!” Zulmetten
Nûra, s. 329.
[1089] Elmalılı Muhammed
Hamdi, zühdü şöyle tarif etmektedir: “Binâenaleyh din-i islâmda zühd ve
vera'nın mânâsı ta'zîb-i nefs değil, ta'dîl-i nefsdir ve nefsi bâlâda beyan
olunan hâyât-ı dünyâya esaretten kurtarıp bütün mevcudiyeti mâ-hulika lehinde
kullanabilmek için mehâfetullahın terbiyesine tevdî edebilmek ve ancak
makâsıd-ı ebediyyeye tevcihe muvaffak olmaktır.” “Hazret-i Muhammed
Aleyhisselâm’ın Dîni: İslâm”, SR, XVII/431-2, s. 116. Zühd ve takva
bambaşka manalara bürünmüştür: “Kaba ve perişan elbise giyip pejmurde bir halde
bulunan ve gece gündüz Yâ Rab Yâ Rab! diye Allah’a dua ve ibadet eden, fakat
yediği haram, içtiği haram, giydiği haram olan kimselerin duaları indillahta
makbul olmadığını peygamberimiz beyan buyurmuştur.
İslâmda zühd ve takvanın kıymet-i diniyyesi diğer edyânda
olduğu gibi nefs-i beşerîyi ta’zib ve lezâiz-i hayâtiyyeyi büsbütün ta’kim
suretiyle fıtrata tamamen zıd bir hareket-i ahlâkîye iktisâb etmek değildir.
Temâyulât-ı beşeriyyede meşrûiyete îtina etmek ve hakkı her şeye tercih etmek
hukûkullah ve hukûk-u ibâda mürââtı mebde-i hareket ittihaz etmektir.” s. 52-3.
[1090] Sabri Efendi’nin
tevekkülü çalışmaktan ibaret görenlere karşı yaptığı yorum, meselenin birçok
cephesinin olduğunu göstermesi bakımından da ilginçtir: “Deveni bağla ve
Cenab-ı Hak'ka tevekkül et” hadisi ise çalışmanın tevekkülle beraber olması
lüzumunu daha açık bir surette ifade etmektedir.” Mustafa Sabri Efendi, Dînî
Müceddidler, s. 108. Bu ısrar tasavvufî çevrelerde de belirgindir: “İslâm
sa’y ile bir gayret-i mütevekkilâne - fakat müteşebbisâne- ile kat’-ı kıta’at
eylemiş ve kendisine emniyetli bir zemin ve itmi’nanlı bir kalb arayarak sahâ-i
kudret ve azametinde nice kulûb-ı sâfiyeyi cem’ etmiştir.” İbnü’r-Rahmi Ali
Tayyar, “İslâm’da Sa’y u İ’mâr”, Cerîde-i Sûfiye, no.13-24, s. 3.
[1091] İzmirli İsmail Hakkı,
Yeni İlm-i Kelam, II, 207. Ziyâeddin Ezherî, Tabîi’yyyun Da’va ve
Gayeleri, s.
77. Mesela Çâviş kanaatı ve
tevekkülü bu çerçevede ele almaktadır: “Kanaat: Aleyhisselatuvesselam
Efendimizin terğib ve teşvik buyurdukları ahlâkın en güzeli kanaattir. Lakin
İslâm'ın esrarına, ilk Müslümanların tarihine vukufu olmayan bir çok adamlar
tevekkül gibi kanaatin da manasını anlayamadılar. Zannettiler ki kanaat, işi
gücü bırakmak, dünya malından tamamiyle yüz çevirerek ölmeyecek kadarını, hatta
daha azim kâfî görmektir. Şüphesiz tarik-i İslâm'ın ilk altı asrından sonra
gelen o muzlim a'sâr-ı cehalette bu fikrin beyne'l-müslimîn şuyû'u iktisadî,
mâlî ahvalin harabisini intaç ettiği gibi Müslümanların en vahim bir maraz-ı
içtimaîsi kesildi.”; Abdülaziz Çâviş, Anglikan Kilisesine Cevap, s.
272-3. Askerler için yazılmış bir ilmihal için bkz. Uryanizade Ali Vâhid, Asker
İlmihali, İstanbul: Türk Matbaası, 1927, s. 96-7.
[1092] Elmalılı Muhammed
Hamdi şu şekilde tarif eder: “Tevekkül, acz ü meskenet değil, izzet ü
faaliyettir. Faaliyete feyz-i ilâhîyi zahîr tanımaktır. Fakat ittikâl bunun
zıddıdır. İttikâl: Beşeriyetin irâde ve ihtiyarını, vazife ve mükellefiyetini
hesaba katmayarak kendisini salıp bırakıvermek ve her işi Allah doğrudan doğru
yapıversin demektir. Ta'bîr-i aharla kendisini Allah'a ubudiyetten âzâde
tanımak ve hattâ kendisinden vazgeçmektir. İttikâl, vazifede lâubalîlik ve
Allah'a mağrûriyettir...İttikâl şer'an mezmumdur. Çünkü Allah'a mağrûriyettir,
Allah'a mağrûriyet ise Kur'an ile memnudur. Zira Cenâb-ı Allah fâil-i
muhtardır. Kullarına borçlu değildir. Akîde-i ehl-i sünnetde vücûb alallah
yoktur. Lâkin tevekkül, bâlâda arz olunduğu veçhile mağrûriyet, lâubalîlik ve
cebrîlik değil, Allah'dan korkarak îfâ-yı vazifeye şitâb ile beraber
muvaffakiyetinde Allah'a îtimâd etmektir. Hâsılı tevekkül, menfî değil,
müsbettir. Ademî değil, vucûdîdir. İttikâl ise bilakistir.”, “Müslümanlık
Mâni-i Terakkî Değil Zâmin-i Terakkîdir”, SR, XXII/547-8, s. 6-7.
Tevekkül ile teveggul için bkz. Râşid Gâlib, “Kayd ve Tevekkül”, İslâm
Mecmuası, s. 283. Sâdık Vicdânî, “El-Kâsib Habîbullah”, Ceride-i
Sûfiyye, no. 117, s. 217.
[1093] Akseki de aynı tarif
üzerinde birleşmektedir: “Her türlü esbaba tevessül ederek icrasına karar
verilen meşru bir gayeye; meşru bir maksada doğru yürürken hiç fütur
getirmemek: tevfik-i ilâhînin tecellîsinden emîn olarak muttasıl ilerlemek
—acaba şöyle mi olur, yoksa böyle mi olur gibi— tereddüt ve evhamı
terkeylemektir. Tevekkülü terk-i esbâb zannetmek ne kadar hata ise, İslâm’ın
emreylediği tevekkülü bir nakîsa, daha doğrusu bir rezîle addederek bugünkü
müslümanları onunla itham etmek de o kadar sersemliktir. Çünkü tevekkül ile
atâlet, iki müntehâdır.” Ahmed Hamdi Akseki, Ahlâk Dersleri, s. 69.
[1094] Aza kanaat etmeyi
tavsiye eden ulemayı tenkit eden Kılıçzâde’nin bu tavrı daha çok kendi
tenkitleriyle alakalıdır. İtikadât-ı Bâtılaya İlan-ı Harb, s. 105.
[1095] II.
Abdülhamid devrinde kaleme alanınan ahlâk kitaplarında ve ders kitaplarında bu
kavramların tarihi ve tasavvufî manalarına daha çok vurgu görmekteyiz. Sonraki
dönem ahlâk kitapalrında tamamen terk edildiğini gördüğümüz bu anlam
çeşitliliği aynı zamanda dini yorumun daralmasıyla da büyük ölçüde mütecanistir.
Misal olarak bkz. Rıfat, Fazâil-i Ahlâk, Dersaadet: Mekteb-i Sanayi
Matbaası, 1311; “asıl tevekkül kâffe-i umûr ve hususta Cenâb-ı Rabb-i Kâdire
rabt-ı kalb etmekdir, malum ola ki tevekkülün üç mertebesi vardır.” s. 74. Aynı
zamanda kelamcı da olan Sırrı Girîdî’nin esbaba tevessülün cevaz üzerinden ele
alışı ile ilgili bkz. Ahsenü'l-Kasas: Tefsir-i Sûre-i Yusuf Aleyhisselam,
İstanbul: Şirket-i Mürettibiye Matbaası, 1309, III, 52-3.
[1096] Meseleyi tasavvufî
esaslar çerçevesinde bir teslimiyet makamı olarak görenler de vardır. Mehmed
Esad Efendi, Mektubât, s. 75. Aynı şekilde kavramları tasavvufî
manalarına uygun şekilde hadislerle izah etmesi ile ilgili bkz. Kenzü’l-İrfan
fiEhâdîsi Nebiyyi’r-Rahman, s. 83-4. Ahlâkî bir eserde tevekkül mana olarak
üçe ayrılır ve derecelendirilir. Yağlıkçızade Ahmed Rifat Efendi, Tasvîr-i
Ahlâk, s. 90.
[1097] Ali Suâd, “Hikmet-i
İslâm” SM, I/18,; “Tevekkülün sa’y ve ictihad ile meşrut olduğu anlatılmıştır.
Evhâm ve tefâil esassız ve gayr-ı câiz görülmüştür. ... İslâmiyette ye’s, kesl
ve sa’ysiz taleb ma’kul ve makbul değildir.” s. 280. Tasavvufî bir dergide
yayınlanan makalede tevekkülle ilgili tanımlama yapılırken “her ne kadar
taleb-i rızk hususnda esbaba tevessül etmek şart-ı a’zam ise de” tasrihine
gidilmek zorunluluğu hissedilmektedir. Mehmed Hilmi, “Tevekkül-Betâet”, Ceride-i
Sûfıye, no:59, s. 120.
[1098] Ziya Gökalp,
“Din, İlmin Bir Netice-i Zarûriyyesidir”, Makaleler, I, 100-1.
[1099] Ziyâeddin
Ezherî, Tabii ’yyyun Da ’va ve Gayeleri, s. 77. “Tevekkül atalete huccet
değildir. Tevekkülü huccet tutup, kaza ve kadere dayanıp terk-i sa’y u amel
edenler, dinden çıkanlar, sırat-ı müstakimden ayrılanlardır.”
[1100] Modernist ve selefi
anlayışın değişime direnen kitleleri mutaassıb olmakla suçlamaları ve değişimin
önünde engel olan bu taassubun dilini bağnaz ve tekfirci göstermelerine karşın
benzer şekilde kendileri de aynı taassubu değişim için gösterdiler. Klâsik tavrı
benimseyen ve farklı mana ve yorumları tercih eden kitlelere karşı aynı nazar
ve dili kendileri kullanmaktadırlar. Kavramların manalarının güçlü taraflarının
ihmal edildiği ve insanı sa’y u gayret fikri etrafında tek bir manaya
zorladığını İsmail Kara ifade etmektedir. “Türkiye’de Din ve Modernleşme”, Modernleşme
İslâm Dünyası ve Türkiye, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2001, s. 194. Tebliğin
müzakeresinde Süleyman Uludağ tep tipleşme fikrine karşı çıkarak modern dönemde
yapılan ameliyenin tarihte mevcut olmadığına dair İsmail Kara tarafından
yapılan tespite karşı çıkmaktadır. s. 214-5.
[1101] Burada Mu’tezili bir
tarzda Allah’a vacib kılma gibi bir ameliye yoktur. Sadece yapılan tanımlar ve
getirilen izahlar meselenin şeklini bu hale koymaktadır. “Akîde-i ehl-i sünnetde
vücûb alallah yoktur” diyen Elmalılı’nın tevekkülle ilgili yaptığı
değerlendirmeler tam da bu kapıya çıkar. Elmalılı Muhammed Hamdi, “Müslümanlık
Mâni-i Terakkî Değil Zâmin-i Terakkîdir”, SR, XXII/547-8, , s. 7.
[1102] Akseki, Ahlâk
Dersleri, s. 64-5. Benzer bir telakki kanaat üzerinden Çâviş’de de görülür.
Anglikan Kilisesine Cevap, s. 272-4. Aynı paralelde “Rüyâ” başlığıyla
zikrettiği hususlar arasında binaların üzerine asılan “tevekkeltü ale’l-lah”
levhalarının önüne “azimtü” ibaresinin eklenmesi gerektiğini ahkâm-ı
Kur’aniye’nin makulatından saymaktadır. Kılıçzâde Hakkı, İtikadât-ı Bâtılaya
İlan-ı Harb, s. 45.
[1103] Mustafa Sabri Efendi,
Dînî Müceddidler, s. 108. Sabri Efendi’nin bu tavrı geçmişin genel
tavrıdır. Mesela bkz. Yağlıkçızade Ahmed Rifat Efendi, Tasvîr-i Ahlâk,
s. 91. Benzer şekilde Milaslı İsmail Hakkı, “Tevekkül azim ve tevessülden
sonra” kendine yer bulabilir. “Geri Kalmaklığımızın Sebebi Din midir? Daha
Başka Bir Şey midir?”, SR, XVII/30-429, s. 102.
[1104] Râşid Gâlib,
her türlü vesaitle birçok şeyi kastedmektedir: “Tevekkülün mana-yı tâmı olan
mücadelât- ı hayatiye meydanında varlığı temin edebilmek için her türlü
vesâit-i kuvveti hazırladıktan sonra zuhûrâta intizâr etmek demek olduğu
şüphesizdir. İman ve İslâm için kuru bir tevekkül ile teveggul kadar
büyük bir bela ve tegâfil olamaz.” “Kayd ve Tevekkül”, İslâm Mecmuası,
s. 283. Dini bir muhtevadan uzak şekilde yapılmış bir vurgu için bkz. Tüccarzâde
İbrahim Hilmi, Türkiya Uyan, Dersaadet: Kütübhane-i İslâm ve Askeri,
1329, s. 111-3. Mehmed Akif, “Vaaz ve Mev’iza” SR, IX/49- 231, s. 394.
[1105] Dönemin çok uzağında
bir değerlendirme için bkz. Kastamonulu Ahmed Mahir Efendi, el-Muhkem fi
Şerhi’l-Hikem, I, 12. “Bi’l-cümle mükevvenât-ı âsâr-ı tekvîn ve cemî’-i
mevcûdât ma’ruz-ı vücud-ı Rabbi’l-âlemîn olunca takdîr-i Rabb-i bî-endâde
karşı, tedbîr-i ibâd bir emr-i fuzûli-i gayr-i ma’kûl ve muhâlif-i hâl-i
zevî’l-ukûl olmaz mı?” Bu ilişkiyi teslimiyet ve rıza zaviyesinden ele alan
değerlendirme için bkz. Mehmed Hilmi, “Tevekkül-Betâet”, Ceride-i Sufiye,
no:59, s. 120.
[1106] Mesela Abdülaziz
Çâviş; “Tevekkül: İslâm'ın nazarında tevekkülün ne demek olduğunu evvelce
söylemiştik. Tevekkül, maksadını istihsal için tevessül edeceği esbâb-ı
mu'tâdenin kifayeti hakkında insanın Allah'a itimad etmesidir. Zira insan o
esbâb-ı mu'tâdenin arkasında bir takım gizli müessiratın vücudunu seziyor ki
çalışanların arzusu bazan o müessirat yükünden tahakkuk edemiyor. Binaenaleyh beşerin
sırf kendi sa'yi ve kesbine güvenmesi, kaderin tasarrufatını bilmemek,
gecelerin gündüzlerin neler doğurabileceğini düşünmemektedir.” Milaslı ise
tevekkülün her şeyi hazır ettikten sonra “beyhude ye’s ve evhâma, azimsizliğe
düşmeme” manasına olduğunu kabul ederek tevekkül kavramının tesirini
etksizleştirmektedir. Anglikan Kilisesine Cevap, s. 271-2. Milaslı
İsmail Hakkı, “Geri Kalmaklığımızın Sebebi Din midir? Daha Başka Bir Şey
midir?”, SR, XVII/30-429, s. 102. Meselenin ileriki dönemlerde nereye varacağı
ile ilgili bir ders kitabında Cumhuriyet Döneminde Yusuf Ziya Yörükan şöyle
diyecektir: “İslâm dininde tevekkül her türlü tedbirlerden sonra caizdir” Yusuf
Ziya, İslâm Dini, İstanbul: Kanaat Kütüphanesi, 1927, s. 28.
[1107] Babanzade Ahmed Naim,
kaderle ihticac fikrine karşı çıkarak bunu ifade eder: “Din-i İslâm’da
tevekkülün şartı kavânîn-i tabîiyyenin mukteziyâtını nazar-ı basiretten dûr
tutmamak, tuttuğu takdirde başına gelen şeylerden dolayı kendine levm edip
kendi günahını, taksîrini kadere atfetmemektir.” Ahlâk-ı İslâmiye Esasları,
s. 35.
[1108] Bereketzâde İsmail
Hakkı, “Necâib-i Kuraniyye” SM, I/13, s. 195. Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 138.
[1109] Mesela resmî bir
çağrıyla kaleme alınmış bir metinde tevekkülü zikrettiğimiz çerçevede tarif eden
Çâviş neticeyi Allah’ın kudretine bağlar: “Müslüman bilir ki iradesi de,
ihtiyarı da, mücahedesi de kendisini her taraftan kuşatmış bulunan o tanıdığı
ve tanımadığı ilel ve müessiratın yanı başında ancak mahdud bir sebebten, cılız
bir müessirden başka bir şey değil. Onun için istekleri için sürekli çaba
harcar ve eldeki esbab-ı müessireyi kullanır. Bununla beraber yukarıda
söylediğimiz o meçhul müessiratın vücûdunu bildiği için de neticenin
katiyyetine hüküm edemez. Binaenaleyh işinin uğrunda gücünün yettiği kadar,
esbab-ı istikmâle son dereceye kadar çalışmakla beraber emelinin tahakkuku için
zaruri olan o bilemediği esbabı kendisine hazırlamasını Kaadir-i Zülcelâl'den
ister durur.” Abdülaziz Çaviş, Anglikan Kilisesine Cevap, s. 105.
[1110] İskilipli Mehmed Atıf,
“Esbâb-ı Zahireye Teşebbüs Tevekküle Mâni’ Değildir” BH, V/126, s. 2284.
Benzer tenkitler için bkz. Reşid Rıza, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Hakîm,
Dârü'l-Menar, 1954, I/61.
[1111] Ahmed Hamdi Akseki,
bu istisnanın peşindedir: “İslâm böyle bir tevekkülü emretmekle hem bütün
esbaba tevessül ettikten sonra bizim için başka yapılacak maddî bir şey
olmadığını ve binâenaleyh tereddüt ve vehmi bir tarafa atarak hemen yürümek
lâzım geldiğini ta'lîm ediyor; hem kendimize mağrur olmamak ve kendi kudret
ve kuvvetimizin fevkinde bir kuvvet bulunduğunu ve bizim ilmimizden hâriç olan
birçok şeyleri onun ilmi muhît ve her zerreye kudreti nafiz olduğunu ve bu
suretle ona iltica ve kendisinden istiâne lâzım olduğunu da bildiriyor.
Şüphe yok ki kudret-i külliyye ve irâde-i mutlaka sahibi bir Hâlik-i Zülcelâle
itikad etmiş olan bir mü'min için o Hâlikin kudret ve kuvvetine itimad ve ondan
istiâne etmek kadar tabiî bir şey olamaz.” Ahlâk Dersleri, s. 65.
[1112] Filibeli, Üss-i
İslâm, s. 69. Ferid Vecdi, “Sa'y ve Amelin Nazarı İslâm'daki Mevkii”, çev.
Sâdi[M.Akif], SM, I/11, s. 170-72. Bu makale bu tür istidlallerin
kulanıldığı vasıflı bir örnektir. Akif’in yaptığı bu tercümenin ufak
değişikliklerle M. Şemseddin Günaltay tarafından aynen Zulmetten Nûra adlı
eserine alındığını bize Suat Mertoğlu haber vermektedir. “Akif Araştırmalarına
Bibliyoğrafik Bir Katkı: Mehmed Akif’in Arapça’dan Yaptığı Tercümeler Üzerine
Notlar”, Divan, 1992/2, s. 239, 19 nolu dipnot.
[1113] “Kadere îman tamam-ı
tevhiddendir. Âlem-i tabiatta vücuda gelen şeylerin bir kanun-ı mutamda üzere
cereyan ettiğine îman eden zât, bu âlemdeki mihen ve meşâkkın, asayiş ve
istirahatin her birine bir derecede tahammül eder. Kadere îman insana acz
yüzünü göstermez, insanı korkak kılmaz, himmet, azm-i kavî sahibi kılar, her
işte neşat ve cüd ve gayret ile harekete saik olur.” İzmirli İsmail Hakkı, Yeni
İlm-i Kelam, II, 200. Yeni İlm-i Kelam döneminin irade bahisleri açısından
geriye doğru gidildiğinde farklılaşan yönlerinden birisi de budur. Meselenin
içtimaî faydası, tarihî telakki şekli yeni taraflarına denk düşmektedir. Ayrıca
Elmalılı da bu faydaya dikkat çeker: “Tevekkülün en büyük fâidesi eyyâm-ı
ızdırâbda rû-nümûn olur. Hengâm-ı ızdırâbâtda insanın en muhtaç olduğu sabır ve
teenniyi tevekkül te'mîn eder. Bundan başka müslümanlar şefâat-i Peygamberîden
dahî hissemend-i tesliyet olurlar ve nâil-i şefâat olmak için sünen-i seniyye-i
Muhammediyyeye imtisâl ederler.” Elmalılı Muhammed Hamdi, “Müslümanlık Mâni-i
Terakkî Değil Zâmin-i Terakkîdir”, SR, XXII/547-8, s. 7. Salih İhsan,
“İnsâniyet Neyi İstilzâm Ederse İslâmiyet Onu Emr ve Tavsiye Eder”, SM,
IV/81, s. 50.
[1114] Ferid, Dini,
Felsefi Musâhabeler, s. 145-6. Ulema ve İslâmcılar bir taraftan kendilerine
göre kavramların doğru anlamında ısrar ederken diğer taraftan içtimaî
faydalarını ön plana çıkarmaktadırlar. Mesela aksi manada bir çok beyit
olmasına rağmen Mesnevi’ye yazdığı şerhte Abidin Paşa gayretten sonraki
tevekkülü insan psikolojisi için ehemmiyetli bulmaktadır. Abidin Paşa, Tercüme
ve Şerh-i Mesnevî-i Şerif, I, 331.
[1115] Milaslı
İsmail Hakkı şöyle der: “... böyle bir müşkilin zuhurunda ise bir taraftan
tedâbîr-i mukteziyeye kemâl-i itina ile ikdâm diğer taraftan Hazret-i Hakka
yalvararak hüsn-ü muvaffakiyet ihsan buyuracağına i’timadla bilâ-telâş emr-i
mübaşere devam hem muvaffakiyeti hem de müsteğrak-ı ye’s ve fütûr olmaktan
vikâye suretiyle muhafaza-i sıhhati temin eder.” Din-i İslâm ve Ulûm ve
Fünûn, s. 27.
[1116] Mehmed Fehmi:
“Tevekkül; fikre durgunluk, kana uyuşukluk vermez,atâlet ve kesâlete bâdî
olmaz. Bilakis fikre zindelik verir, mu’tekidlerine [Allah’ın bizim hakkımızda
yazdığından başkası bize isabet etmez. O bizim Mevlâmızıdır. Allah müminler
üzerine vekildir] düstûr-ı celîli ile teşcî’ eyler ve hamâset ve metânetle
beyne’l-ümem mümtâz kılar”der. Hikmet-i Hukûk-i İslâmiye, s. 43.
[1117] Mustafa Sabri
Efendi’nin reddiye yazdığı Haşim Nahid’en iktibas ettiği satırlar bunun güzel
bir örneğidir. Dînî Müceddidler, s. 120.
[1118] Said Nursî önceden
yazdığı bir şiirle de desteklediği bu fikri kaderden şikâyet etmenin bile
rahmetten mahrumiyet olduğunu beyan ederek teslimiyeti esas alır: “Ne vakit o,
merakı kazâya rızâ ve tevekkül vâsıtasıyla izâle etse, bir ağacın kökü
kesilmesi gibi, maddî musîbet hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur
gider. Bu hakîkati ifade için bir vakit böyle demiştim: Bırak ey bîçâre feryâdı
belâdan kıl tevekkül/Zira feryâd belâ-ender, hatâ ender belâdır bil. Cihan dolu
belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan/Gel, tevekkül
kıl./Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder
tebeddül” Said Nursî, Lemâlar, s. 12.
[1119] Mustafa Sabri
Efendi, Dînî Müceddidler, s. 98.
[1120] Mesela askerlikle
ilgili olarak kaleme alınan bir eserde askerliği ehl-i takvâ ile aynı sayan
yorumlara rastlamaktayız. Müellif ehl-i takvânın dünya ve mâsivâ karşısındaki
tutumuyla askerlik mesleğindeki fedakarlığı aynı tutarak tarihî ananenin
işleyiş şekline dönüş yapmaktadır. Osman Senâi Erdemgil, Fezâilî’l-Mücâhidîn,
İstanbul: Artin Asaduryan Matbaası, t.y., s. 8-10.
[1121] Elmalılı Muhammed
Hamdi, “Müslümanlık Mâni-i Terakkî Değil Zâmin-i Terakkîdir”, SR, XXII/547-8,
s. 6.
[1122] Mustafa Sabri Efendi,
meselenin içtimâî-ahlâkî cephesini de işin içine katarak izah etmektedir:
“Allah'a tevekkül ve kadere iman eden, dalkavukluğa yalancılığa tenezzül
etmiyeceği gibi kaderde olmayan menfaatlerin böyle şeylerle elde
edilemiyeceğine de kanidir. Zarar ve menfaati Allah'tan bilen mü'min, kullara
boyun eğer ve dalkavukluk eder mi? Belki bilâkis ilâhi takdire bağlılığından
ayrılıp vasıta ve sebeplere fazla yapışan ve bu arada vasıtaların hasis ve
gayrimeşrû kısımlarına bile tevessül edenlerdir ki, bu derecelere kadar
alçalırlar.” DînîMüceddidler, s. 102.
[1123] Elmalılı Muhammed
Hamdi, “Müslümanlık Mâni-i Terakkî Değil Zâmin-i Terakkîdir”, SR, XXII/547-8,
“Tevekkülün en büyük fâidesi eyyâm-ı ızdırâbda rûnürm olur. hengâm-ı
ızdırâbâtda insanın en muhtaç olduğu sabır ve teenniyi tevekkül te'mîn eder.”
S. 7.
[1124] Mustafa Sabri Efendi,
Dînî Müceddidler, s. 107; “Mamaafih böyle kat'î olmayan mes'elelerde,
ihtiyat derecesini geçen bir aşırılık ile vehimlere mağlup olduğumuz ve meselâ
bulaşıcı hastalık mikroplarının sokaklarda teneffüs edilen havalarda bile bol
miktarda bulunduğuna göre, dikkat ve ihtiyat ile de işin içinden
çıkamayacağımızı düşünerek kendimizi vesveseye kaptırdığımız zamanlarda yine
imdadımıza tevekkül yetişecek olduğundan, dikkat ve ihtiyat telkin ederken de
onun muhafaza edilmesine zarar getirilmesini lüzumlu bulmaktayım.
Hastahanelerin, kemiyet ve keyfiyetçi halkın ihtiyacına yetişmediği gibi
halkının parası da o hastahanelere hiç yetişmeyen memleketimizde, tevekkül de
olmasa, hastalık bulaşır korkusuyla, hastalarımıza karşı vazifemizi belki
evlerimizde de ifa edemezdik.” S. 106.
[1125] Süleyman Sırrı kalbin
hallerini dörde ayırır: “Brincisi tevekkül yani her işde emrini Mevlâya teslim
edib bunun üzerine i’timad etmek”, Risale-i Vazifeti ’l-Müminîn, s. 7.
[1126] Mustafa Sabri Efendi,
dengeyi her iki tarafı da dikkate alarak kurmaktadır: “Çünkü tevekkül sahibi
Cenab-ı Hak'a güvenip de kendisi boş oturacak değildir, nasıl ki, nefse itimat
sahibi de nefsine güvenir boş oturmayacak, ikisi de çalışacak, âleme minnet
etmeyecek. Şu kadar var ki, kendi çalışmasına kalan nefse itimad sahibinin
kimsesizliğine karşılık tevekkül edenin kendi çalışmasından başka Allah'ı var,
manevî kuvveti, böyle bir tükenmez kaynaktan feyiz alıyor. Sonra, tevekkül eden
hem bütün kuvvetiyle çalışıyor, hem de kerameti kendinden bilmek gibi bir
bencilliğe düşmüyor.” DînîMüceddidler, s. 113.
[1127] Mustafa Sabri
Efendi, kanaatin klasik manalarını zorlamaktadır: “Ah! Kanaat öyle yazarın
dediği gibi yanlış çalışma ve istihsale kabiliyetin çeşitli olması düşünülerek
insanın kendi kazancına kanaat etmesinden de ibaret olmamak üzere herkesten
ziyâde çalışmaya ve istihsale kabiliyeti haiz olmakla beraber herkesten fazla
yapılan alışverişlerde az kâra kanaat etmek büyük bir şeref kaynağı olduğu gibi
icabı halinde insanın iffetini hürriyetini ve istiklâlini tehdit eden
ihtiyaçlara menfaatlara karşı da sarsılmaz bir kaledir.” DînîMüceddidler,
s. 116.
[1128] Moltke
meselenin bu tarafını farklı bir cepheden ve hayretini gizlemeden İstanbul
izlenimleri arasında zikreder: “garip bir hal de firenklere nisbeten daha fazla
Türkün vebaya tutulmasına karşılık, hastalananlardan Türklere nazaran on defa
daha az firengin kurtulabilmesidir. Bunun sebebi ancak ruhî olabilir; Türk
vebaya tutulursa buna sabırla katlanır, tutulmadığı müddetçe de onu tamamiyle
bilmezlikten gelir.” Helmuth Von Moltke, Moltke'nin Türkiye Mektupları,
s. 91.
[1129] Said Halim Paşa, Taassub,
s. 13.
[1130] M. Şemseddin,
Zulmetten Nûra, s. 333-4
[1131] Mesela isbât-ı vâcib
hakkında yorumlarda bulunurken kaza, kader, tevekkül konularındaki fikirlerini
bildiğimiz Günaltay, tevhid çeşitlerini saydıktan sonra irâdi tevhidi şöyle
açıklamaktadır: “Tevhîd-i irâdî ve yâhud tevhid-i amelî ise şerîki olmayan Allah’a
muhabbet ve ihlas ile ibâdet, beyne’l-havf ve’r- recâ, Allah’a tevekkül ile
tecelli eder.” M. Şemseddin, Felsefe-i Ûla, s. 118.
[1132] Bediuzzaman, Sunûhât,
Külliyât içinde s. 2041. Mesela benzer şekilde ulemanın kötüsüyle ilgili
bir hadis zikreden Esad Erbîli, kanaat ve zühdü âlimler için övmektedir: “Bir
kimse ilmini tezyîd eder de zühd ve kanâati tezyîde gayret etmezse Cenâb-ı
Hakka uzak kalmkatan başka bir şeyi kazanamaz.” Mehmed Esad Efendi, Kenzü’l-İrfân
fi Ehâdis-i Nebiyyi’r-Rahman, s. 40.
[1133] Mustafa Sabri
Efendi, Dînî Müceddidler, s. 98.
[1134] Bereketzâde
İsmail Hakkı, “Necâib-i Kur’aniyye” SM, I/13, s. 195.
[1135] Hüseyin Kazım Kadri, Hak
ve Hakikat, s. 59. “Vaizlerin ağzından dinin hakiki büyüklüğünü ve insanlar
hakkındaki temenniyatına dair bir söz bile işitmeyen sunûf-u halk arasında
birçokları Müslümanların dünyada bulamadıkları huzur ve asayişe ahirette nail
olacakalarını itikad ile maruz oldukları zulm ve teaddîye karşı sabır ve
tevekkülden başka bir çare düşünemiyor.” Aynı şekilde Türk Lügati’nde
tevekkül maddesine ise: “Her işi Allah’a tevdi’ ve havale etmek” manası vererek
kavramın gerçek manasıyla siyasî manası arasında yaptığı ayrımı anlama imkanı
vermektedir. Hüseyin Kazım Kadri, “Tevekkül”, Türk Lügati, II, 208.
[1136] Her şeyi eski
mecrasında akıtmaya devam edenlerden biri olarak şu nasihatlar bu çerçevededir:
“Hangi şey kulu aziz ve celil olan Allah’a yaklaştırır? Dedim ki: Başlangıçta
vera’ ve sonunda da rıza, teslimiyet ve tevekkül.” Muhammed Seyfeddin Keylani, ed-Dürerü
’s-Seniyye fî’l-Mevaizi ’l-Keylaniyye, İstanbul: Mihran Matbaası, 1302, s.
11; çalışma ve kanatle ilgili hadisler eski muhtevaya uygun şekilde
şerhedilmektedir: Kemal İsmail Sadık Paşa Vecihî Paşazade, Bin Onbir Hadis
Şerhi, y.y, t.y, s. 24-6.
[1137] Mesela kanaatle
ilgili Namık Kemal’e ait bir beyitte şöyle denilmektedir: “Mâye-i ikbâl-i
devlettir kanâat ârife/ İzzet-i kadr-i hümâ feyz-i gınâdandır bütün” maddi
olarak başkasına muhtaç olma manasına fakirliği yeren bir ahlâk eseri için bkz.
Yağlıkçızade Ahmed Rifat Efendi, Tasvîr-i Ahlâk, s. 288-90.
[1138] Mesela her
iki cephesini de gösteren bir misal için bkz. Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb,
IV, 347 vd. Tasavvufî tevillerle çalışmadan uzaklaşmayı da tenkit eden bir
örnek için bkz. Kemalpaşazâde, “Medh-i Sa’y ve Zemm-i Betâlet”, müt. Edhem Pertev
Mecmuâ-i Fünûn, sene:3, Şa’ban 1281, no:32, s. 282-3. Siyasetname
geleneğinin bir devamı gibi de okunabilecek bir eserde tembellik ve çalışmama
bir zulüm çeşidi olarak zikredilmektedir. Seyyid Abdullah Cemaleddin Efendi, İslâm
’da İdare ve Siyaset, s. 123. Tasavvufî çevrelerde çalışmayı öven ve
tembelliği kötülen yazılar görmek mümkündür. A. M., “Sa’y”, Cerîde-i
Sûfiyye, no.136, s. 359-60. Peygamberler ve İslâm tarihinden örneklerle
anlatan bir yazı için bkz. Ahmed Reşid, “Tevekkül-Kesb”, Cerîde-i Sûfiyye,
no.58, s. 385-6. İskilipli’nin kendi fikrini desteklemek için referans olarak
seçtiği örnekler için bkz. İskilipli Mehmed Atıf, “Kesb, Ticaret-i Beriyye ve
Bahriyye, San’at, Ziraat, Ma’dencilik, Seyâhât”, BH, V/127, s. 2302.
[1139] Âli Paşa’nın siyasî
vasiyetnamesinde ‘yalnız sa’y ile felah ve necat bulabileceğimizi ifade
edilmektedir. Diğer taraftan Tanzimat Devrinde kaleme alınmış itikadi-ahlâkî
bir risalede kesb(kazanç) ancak kendini geçindirecek kadar farz, akrabaya
yardım edecek kadarı mübah, fazlasını ise mahzurlu görülmektedir: “Akrabaya
sıla ve fukarâya sadaka verecek kadar müstehâbtır ba’dehu tecemmel için
tecemmül için kesb mübâhtır lâkin mezmûmdur kibr ve gurur için kesb etmek
haramdır.” İbrahim Nureddin Kastamonili, Tercüme-i Vasiyyetname-i İmam-ı
Azam, İstanbul: Dârü't-Tıbaati'l-Âmire, 1264, s. 14.
[1140] Mustafa Sami Efendi, Avrupa
Risalesi, İstanbul: Takvimhâne-i Âmire, 1256, s. 37. “Tembellik ve
Cehalet”, Ceride-i Havadis, no.141, 15 Receb 1259, YTEA, I içinde
s. 60. Avrupa’nın bu terakkisinin arkasında sa’y fikri vardır. Ahmed Sami, Hulâsatü
’l-Kelâm fi Meâsiri ’l-İslâm, s. 4. Mardin, sa’y fikrini popülerleştiren
kişi olarak Ahmed Midhat Efendi’yi görür. Şerif Mardin, Siyasal ve Sosyal
Bilimler: Makaleler II, İstanbul: İletişim Yayınları, 1990, s. 74.
[1141] Mesela bkz.
Abdurrahman Sami Paşa, Rumuzü'l-Hikem, s. 124-5. Bir istisna olarak
görülebilecek ve aslında Jön-Türkler döneminde kendi kökenlerine dair daha
fazla referansların görüldüğü bir zaman dilimi olarak sa’y u ameli teşvik eden
Kemalpaşazâde’nin bir risalesi Mecmuâ-i Fünûn’da Arapça’dan tercüme edilip
yayınlanmıştır. Kemalpaşazâde, “Medh-i Sa’y ve Zemm-i Betâlet”, müt. Edhem
Pertev Mecmuâ-i Fünûn, sene:3, Şa’ban 1281, no:32, s. 281-289. İmzasız
bir makale için bkz. “Tahsîl-i Servet”, Mecmuâ-i Fünûn, sene:1,
Rabiulevvel 1301, s. 16-22.
[1142] Mustafa Fazıl Paşa,
“Paris’ten Bir Mektup”, YTEA, II içinde s. 4. Tunuslu Hayreddin Paşa,
hürriyeti bütün bu çabaların merkezine yerleştirir: “Milletlerde birinci va’z-ı
nizâm eden cümle nizâmâtı müvellid olan ve onun yerini hiçbir nizâm tutmayan
şey hürriyet maddesidir. Esaret altında bulunan bir millet beyhude tahsîl-i
maarife rağbet etmez” Mukaddime-i Akvemü'l-Mesâlik fi Ma'rifet-i Ahvâli'l-
Memâlik Tercümesi, s. 130-2. Bu çerçevenin dışında bir değerlendirme için
bkz. Mehmed Arif Bey, Binbir Hadis, s. 19. Mehmed Arif Bey’in
hususiyetini ifade eden şu satırlar Latif Selim Paşa tarafından kitaba yazılan
takrizde görülmektedir: “merhum müşârünileyh âlem-i İslâmiyeti dçâr-ı zaaf eden
marazı tamamen keşf edib bilmiş ve ilâcını ehâdis-i Nebeviyeden istinbât
etmişdi.” s. 1. Sâmi Paşazâde Sezâi, “Terakki”, Sami Paşazade Sezai: Siyasî
ve Sosyal Makaleler, hz. Zeynep Kerman, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 2003,
III, 5.
[1143] Sadullah Paşa, 1878
Paris Ekspozisyonu, “Ey züvvâr-ı hoş-yâr! Nazar-rübâ-yı hayretin olan bu
nümûne-gâh-ı terakkiyât-i beşeri temaşa ederken gafil olma ki, bu kemâlât bütün
hürriyet eseridir. Akvâm ve milel bu sâyede karîn-i saadettir. Hürriyet
olmayınca emniyet olmaz. Emniyet olmayınca sa’y olmaz, sa’y olmayınca servet
olmaz, servet olmayınca saadet olmaz.!” YTEA, II, s. 638. benzer şekilde
sa’y terakki ilişkisi için bkz. Ali Suavi, “Mukaddime”, Muhbir, n.1,
1283, YTEA, II, s. 573. hayat ve edebiyat tarzı olarak bu işlerden uzak
gibi gözüken Abdulhak Hâmid’in kendi bedbinliğine rağmen insanlara nasihat
makamında bu teşvike katılmaktadır: Mehmet Kaya Bilgegil, Abdülhak Hâmid’in
Şiirlerinde Ledünni Meselelerden Allah, Ankara: Ankara Üniversitesi
ilahiyat Fakültesi Yay., 1959, s. 35. Tanzimat sonrası iktisadi hürriyet
çabaları ile ilgili değerlendirmeler için bkz. Ahmed Güner Sayar, Osmanlı
İktisat Düşüncesinin Çağdaşlaşması, İstanbul: Dergâh Yay., 1986, s. 239 vd.
[1144] Misal olarak
bkz. Tüccarzade İbrahim Hilmi, Avrupalılaşmak Felaketlerimizin Esbâbı,
s. 89.
[1145] Mutasavvıf bir isim
tarafından oryantalist zihniyetle hesaplaşmayı çağrıştıran satırlarda ilim,
amel, sa’y, kesb gibi gayreti ifade eden kavramlar etrafındaki hadis ve
ayetlerin bütün bu tenkitlerin karşısına yerleştirilmiş bir örneği için bkz.
Mehmed Hilmi, “Müdafaât-ı Diniyye”, Ceride-i Sûfiye, 23 Muharrem 1331,
no: 13-24, s. 2. Hüseyin Şem’î, “İlm u Sa’y”, Hayrulkelâm, No:26, 1
Mayıs 1330, s. 203. Mesela Ömer Fevzi dinin ne olduğunu izah ederken şöyle der:
“Hıraf ve sanâyi’ ve ticareti teşvik ve ibdâ’ ve îcâd sûretiyle terakkiyi emr
etmiştir.” DînîHasbihâl, s. 5. Ayrıca ilişkiyi şu şekilde kurar: “hayat
demek sa’y u amel demektir. Bu ise terakki içindir.” s. 64.
[1146] Mesela meslek sahibi
olmanın önemi için peygamberler tarihi dahil dini referansların yoğun olarak
kullanımı ile ilgili bkz. İskilipli Mehmed Atıf, “Hiref ve Sanâyi’”, BH,
V/128, s. 2311-3.
[1147] Namık Kemal, Bin
İki Yüz Seksen Dokuz Senesi Saferinin On Dördüncü Gecesi Görülmüş Bir Rüyadır,
s. 12.
[1148] Ahmed Sami, Hulâsatü’l-Kelâm
fi Meâsiri’l-İslâm, s. 30. Ahmed Sami, Hıristiyanlıkla çalışma arasında bir
bağ olmadığını fakat yeni medeniyetin ise çalışma fikri etrafında kurulduğunu
ifade ederek aradaki farkı gösterir. s. 4.
[1149] Terakki ve çalışma
fikrinin Meşrutiyet’le birlikte herkesin fikri olduğu ile ilgili bir
değerlendirme için bkz. Halil Edib, “Terakkî”, BH, I/8, 160-1. Hürriyet
fikri olmazsa kişilerin ve milletlerin fakirliğe ve zillete düşeceği ile ilgili
bkz. Hâzık, hürriyetin batıya İslamiyet sayesinde geçtiğini ve orada münbit bir
zemin bularak yeşerdiğini anlatmaktadır. Hürriyetin Dinî Esasları,
İstanbul: Matbaa-i Kader, 1328, s. 56.
[1150] Modernistlerin
meseleye bakış açıları için bkz. Sıddıkî, a.g.e., s. 28 vd. Klâsik manada
“muhafaza-i din u devlet” fikrinin kurtarma fikrine doğru değişimi klâsik
muhtevadan kopuşun en önemli tezahürlerinden biridir. Bununla ilgili klasik
bakışı muhafaza eden bir dğerlendirme için bkz. Abidin, Meâli-i Islâmiye,
s. 16.
[1151] Peygambeler, Hz.
Peygamber, Hulafâ-i Râşidîn, Mezhep İmamları sa’y u amelin temsilcileri olarak
Müslümanların karşılarına çıkarılmaktadır. Mesela bkz. İskilipli Mehmed Atıf,
“Hiref ve Sanâyi’”, BH, V/128, s. 2311-2. Mardinîzâde Ömer Fevzi, DînîHasbihâl,
s. 65-7.
[1152] Münif Paşa, Hukuk-ı
Hürriyet, s. 364. Mehmed Fehmi, Hikmet-i Hukûk-i Islâmiye, s. 7.
[1153] Muhammed
Mekkî b. Azûz, “İslâmiyetin Bahş Ettiği Hürriyet-i Âmme”, SM, II/27, s.
2. Benzer vurgu için bkz.
[1154] İnsanlığın ilk
devirlerindeki çalışmayı esaretle ilişkilendiren Aynî insanın tabiata hükmetmeye
başlamasıyla çalışman da manasın değiştiği kanaatindedir. Mehmed Ali Aynî, Ahlâk
Dersleri, s. 137.
[1155] Namık Kemal, “Sa’y u
Amel” adlı bir makale, Ahmed Midhat Efendi ise bu konuda bir eser kaleme
alacaktır: Sevdâ-i Sa ’y u Amel, İstanbul: Kırk Ambar Matbaası, 1296.
Terakki ile ilişkisine dair Muallim Naci’nin aynı zamanda Halil Edib’in
çıkardığı Sa’y mecmuasının serlevhası da olan şu beyiti yeterince ilgi
çekicidir: “Terakki cism olaydı (sa’y) olurdu şüphesiz cânı/Sezâdır haşreden
(rûh-u terakki) ünvânı”. İskilipli Atıf Efendi, kurtuluş için tehzib-i ahlâk,
ittifak ve ittihad, kanunlara ve vazifeye riayet ve “kuvve-i mâliyeyi derece-i
kemâle i’sâl hususunda son derece sa’y u gayret etmek lazımdır” kanaatindedir.
İskilipli Mehmed Atıf, “Kesb, Ticaret-i Beriyye ve Bahriyye, San’at, Ziraat,
Ma’dencilik, Seyâhât”, BH, V/127, s. 2300. M. Şemseddin, “İstikbâli
Kurtaracak Azm ve Ümiddir”, İslâm Mecmuası, II/16, s. 450.
Tüccarzade İbrahim Hilmi, Avrupalılaşmak
Felaketlerimizin Esbâbı, s. 45-6. Yapılacak tek şey hem “faaliyet-i
uzviyeye, faaliyet-i dimâğiyeye küşâyiş vermektir.”
[1156] Ziya Paşa’nın
beyitiyle tescillenen bu bakış açısı kendini sa’y u amel, gayret, i’mar
fikriyle ortaya koymaktadır. İbnü’r-Rahmi Ali Tayyar, “İslâm’da Sa’y u İ’mâr”, Cerîde-i
Sûfiye, no.13-24, s. 3. Benzer şekilde Akif’in Safahat’ında kullandığı
sokak tasvirleri bu duruma misal olarak zikredilebilir. Ayrıca kendine ve
kendine ait olana bakışın bu kadar olumsuz bir karaktere bürünmesiyle ilgili
bir tartışmada Abdürreşid İbrahim mevcut durumu anlatmak için “erzel-i ibâd”
tabirini kullanır ve bu tabir etrafında tartışmalar çıkar. Bkz. Musa Kazım,
“Ahvâl-i Alem-i İslâm Hakkında”, SM, IV/85, “Maksad belli yâ: Ahkar-ı
ibâd, erzel-i ibâd demek. Doğru. Bu kadar zelîl, bu kadar hakîr başka millet
yokdur.” s. 122. Aynı bakış açısına sahip bir bakış için bkz. Tüccarzade
İbrahim Hilmi, Avrupalılaşmak Felaketlerimizin Esbâbı, s. 44-5.
[1157] Misal olarak
bkz. “El-hâsıl bugünkü günde kıble-i hâcâtımız, devlet ve ümmet-i İslâmiye’nin
selâmeti ciheti olmak lâzımdır. Vucûhumuzu o ka’be-i âliyeye tevcîh ile her
sınıfımız bulunduğu hâle kâni’ olmayıb o maksad-ı aksâya doğru koşar adımla
ileri gitmelidir. Yani ulemâ, bekâ-yı mevcudiyetimize müteallik ilmi, asker,
zamanın ihtiyacına göre fenn-i harbi, çiftçi ziraatini, tüccar ticaretini,
esnâf bulunduğu san’ata ait san’ati, ashâb-ı sermâye de meşrûan yessâr ve
serveti, netice-i kelam her ferd mükellef olduğu vazife-i tetimmâtını mümkün
olduğu kadar ilerleterek cemiyetimizin hayât-ı siyâsiyesini muhafazaya kâfi
olacak kuvvet tedârikine sa’y etmelidir ki, kâffe-i ibâdâtın efdali olan fazlı
cihâdı zamân-ı sulh ve salâhda ihrâz ile hâiz-i destimâ-i emân olalım.” Mehmed
Arif Bey, Binbir Hadis, s. 19. Salih Zeki, “İstikbâlimiz İçin
Çalışalım”, BH, V/118, s. 2158. İbnü'l-Fâni Zeynelâbidîn, meseleyi
örneklerle izah eder: “Çalışmayan milletler geri kalırlar. İşte Bulgarlar,
Ulahlar, Rumlar, Sırblar, Karadağlılar. Bunlar eskiden bizim adamımız idi.
Onlar çalıştılar bizim toprağımızda bizim tarlamızda ekdiler, biçtiler yadiler
içtiler ilerlediler yol aldılar birer devlet oldular. Biz çalışmadık tenbel
olduk geri kaldık.” Müslümanlık, s. 59.
[1158] Modernist Islâm
düşünürlerinin aciliyetler mucibince giderek keskinleştirdikleri dillerinin
Müslümanların geri kalmasını izah için başvurdukları en önemli hususların
başında atalet kavramı etrafındaki tavır alış gelir. Misal olarak Muhammed
Abduh’tan Akif’in yaptığı tercümeler bu çerçeveye uygundur. Misalen bkz.
Muhammed Abduh, “Atâletin İntâc Ettiği Fenâlıklar”, müt. Mehmed Akif, SM, I/26,
s. 411. Mesela bu durumu tam bir felaket olarak tasvir eden değerlendirmeler
için bkz. Tüccarzade İbrahim Hilmi, Milletin Kusurları Felaketlerimizin
Esbâbı, Dersaâdet: Kütübhane-i İslâm ve Askeri, 1328, s. 13 vd.
[1159] Mehmed Akif, “Vaaz ve
Mev’iza” SR, IX/49-231, s. 390-1. Bunun ders kitaplarına yansımış bir
hali için bkz. Halim Sâbit, Amelî İlmihal, s. 97-9.
[1160] Akif’in şiir
ve yazılarında sa’y u amel vurgusu çok fazladır:
“Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mû’tâdı,
Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?
Bugün, sen kendi kendinden ümid et ancak imdâdı;
Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı
Cihan kanûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!
Ne yaptın? “Leyse li’l-insâni illâ mâ se’â” vardı.”
Mehmed Akif
Bu vurguyu Ahmed Muhiddin şöyle takdim eder: “Kemal ve
Hamid’den, ama esas itibariyle Mısırlı modernistler Muhammed Abduh ve Ferid
Vecdi’den etkilenmiş olarak kendine mahsus bir yol teklif eder; yeni dünya ve
hayat görüşü ile irtibat kurar ve nihayet dünyayı “amel ve çalışma” ve
çalışmayı da vazife olarak telakki eden bir anlayışta karar kılar.” Ahmed
Muhiddin, Modern Türklükte Kültür Hareketi, s. 58. Ahmed Muhiddin,
Akif’in bu fikri duruma Safahat’ın dördüncü kitabında ulaştığını ifade eder. s.
75. Birol Emil, “Fazilet, Ma’rifet, Sa’y”, Türk Kültür ve Edebiyatından
Şahsiyetler, Ankara: Akçağ Yayınları, s. 216. Mehmed Akif, “Vaaz ve
Mev’iza” SR, IX/49-231, s. 390-1.
[1161] Hüseyin Kazım
çalışmanın önemini anlatırken şu şekilde bir mecburiyet zinciri kurar: “Dinde
(sa’y) yalnız bir (ihtiyaç) değil aynı zamanda bir (vazife) ve ta’bir-i
şer’isine göre bir (farîza)dır. Hilkatin en büyük kânunu (kânun-u sa’y) dir, ki
zerrâtdan avâlime kadar heryerde meşhûd olan (hareket)le tezahür eder.” Hüseyin
Kazım Kadri, Yirminci Asırda İslâmiyet, s. 127. Süleyman Subhi, “Hakk-ı
Sa’y”, Umrân, 28 Mayıs 1304, aded:19, s. 221.
[1162] M.
Şemseddin’e göre bunun sebebi gerçek dinden uzaklaşmaktır: “Fi’l-hakika din
Müslümanlara sa’y u gayretle emrettiği halde bugünkü İslâmlar, kendilerini
atalete vererek her şeyi Allah'tan beklemek yolunu tutmuşlar ve güya -hâşâ-
Cenab-ı Hakk onların keyif ve arzularının icrasına memur ve mecbur imiş gibi
sabah, akşam (Ya Rabb! Şunu şöyle yap, bunu böyle yap) demekle zamanzâr
oluyorlar. İyi bilelim ki -hâşâ- Cenâb-ı Hakk bizim vekilharcımız değildir.
Elimizi havaya açarak: ‘Ya Rab şunu şöyle yap!’ diyeceğimize Allah'ın lütuf ve
ihsanına arz-ı itimad ile o işi öyle yapmaya kendimiz çalışmalıyız ve ancak
çalışırken Cenâb-i Hakk'ın muavenetini de kalben niyaz etmeliyiz.” Zulmetten
Nûra, s. 71. Bu beklentilerin mehdîci bir anlayışa bürünmesine karşı çıkan
değerlendirmeler için bkz. Abdürreşid İbrahim, “Müslümanları İntibâha Davet
Hakkında”, SM, IV/89, s. 193. İskilipli Mehmed Âtıf, Müslümanların geri
kalmalarının sebebi olarak; “evâmir-i münife-i diniye mukteziyâtından bulunan
sa’y u amele tevessül etmemelerini” gösterir. FrenkMukallidliği ve Şapka,
s. 10.
[1163] Yusuf Akçura, bu
beklentinin nasıl bir paradoksa dönüştüğünü izah ederken başka bir tarafa
dikkat çekiyor: “Devlet-i Osmaniye dâhilinde bulunan Müslümanlar, ‘kader’i
yanlış telakki etmekten dolayı sebeb-i mesâib olarak ‘kader’i itham ettikleri
gibi saâdeti de bahş ve ihsân ‘kader’den beklerler. Bu vâhî ümid ise
sa’ylerinin tenâkuzuna sebeb olur.” Kader, s. 7. Mehmed Vehbi de kader
inancını savunur: “Şu halde kadere imanı sa’ye ve esbâba mâni zannedenler
Müslümanlara ve Müslümanlığa büyük bir iftirada bulunmuş oluyorlar.” Ahkâm-ı
Kur’aniye, s. 61.
[1164] Hüseyin Hâzım,
“İslâmiyetde Taleb-i Mâişet”, BH, I/7, s. 139. Mesela Mehmed Vehbi
ziraat sınaat gibi hususlardaki ahkamı esas alarak bir daha peygamber
gönderilmesine ihtiyaç olmadığını izaha çalışmaktadır. Mehmed Vehbi, Akâid-i
Hayriyye Tercümesi, s. 122-3.
[1165] Kılıçzâde Hakkı, Bir
Alman’ın ağzından şöyle der: “Allah kavîdir ve daima kavîlerle bulunur. Hiçbir
yerde zayıflara yardım ettiği görülmemiştir.” Bu nasihat üzerine
Peygamberimizin “deveni bağla sonra tevekkül et” emrini hatırlatarak;
“Fi’l-hakika avn-i nefs olmazsa Allah’ın yardımı olmaz. Bilmeliyiz ki Allah’ın
efendisi değil onun kuluyuz.” “Mecmuamız”, Hürriyet-i Fikriye, no.1, 3
Şubat 1329, s. 4.
[1166] Abdullatif Harpûtî,
kelâmî bir zeminde meseleyi şu şekilde izah eder: “Dîn-i mübîn-i İslâm ile
mütedeyyin ve mezheb-i hak Ehl-i Sünnete salik olanlar ise insanların.... kesb
ve ihtiyarları ve sa'y u amelleri bulunmadan ef âl ve amellerini Halık-ı Hakîm
icad etmeyeceğini, şartsız meşrut ve sebepsiz müsebbeb vücûd bulamayacağını,
tezevvüc etmeden velede intizar ve zer' etmeden hasada hazırlamak muhâl-ı âdî,
abes olduğunu ve sa'y u amel ile de mukadder olduğu derece müstefıd olacağını
itikad ettiklerinden sa'y u amele devam ile ve sa'y u amelde noksan etmemekle
beraber sa'y u amellerinin semeresini eltaf-ı ilâhiyeden beklerler. Sa'y u
amelleri vazifelerini bilirler. Sa'y u amel vazifelerinden asla feragat
etmezler.” Tekmile-i Tenkîhü’l-Kelam, s. 105-6.
[1167] Modernleşme döneminin
insan merkezli telakkisini ifade hususunda en çok tercih edilen ve siyak ve
sibakın kopuk bir şekilde herkes tarafından kullanılan bu ayet bütün
modernleşme boyunca insanı harekete geçirmek için kullanılmıştır. Mesela
Osmanlı Tarihi’nin mühim kırılma noktalarından biri olan yeniçeriliğin İlgası
hadisesini izah eden ve devrin şahsiyetlerinden biri olan Ebu Bekir Efendi
Padişahın Yeniçerileri kaldırma çabasını bu ayetle izah etmekte ve olayları bu
zaviyeden ele almaktadır. Ebubekir Efendi, Vak'a-i Cedid, İstanbul:
Kader Matbaası, 1332, s. 18.
[1168] Abdullatif Harpûtî, Tekmile-i
Tenkîhü’l-Kelam, s. 105. Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader, s. 158. Ferid,
Dînî, FelsefîMusâhabeler, s. 133.
[1169] M. Şemseddin kanun
fikrinin bütün manalarını kapsamaktadır: “Hayatın sabit değişmez bir takım
kaideleri, muayyen bir takım kanunları vardır. O kanunlara muhalefette
bulunanlar ilahî fermana karşı gelmiş olurlar. Gereğince amel edenler ise
emellerine nail olurlar. Rızık ile kesb de o sabit kanunların hükmü altındadır.
Binaenaleyh o kanunları rehber edinenler merzûk olurlar, muhalefette bulunanlar
mahrum kalırlar.” Zulmetten Nûra, s. 94. Mesela batıcı mütefekkirlerden
Kılıçzâde Hakkı şöyle demektedir: “Kürre-i arz üzerinde Hazret-i Allah’dan
sonra en kuvvetli olan paradır” “Mecmuamız”, Hürriyet-i Fikriye, no.1, 3
Şubat 1329, s. 3.
[1170] Muhammed Abduh,
“Vahdet-i İslâmiye”, SM, II/52, s. 403; “Selametin miftahı varsa yoksa
iştir.” İbnü’r-Rahmi Ali Tayyar, “İslâm’da Sa’y u İ’mâr”, Cerîde-i Sûfiye,
no.13-24, s. 3. “Bir ümmet sa’yiyle, hüneriyle mevcudiyetini idâme etdirir.
Hakk-ı bekâsını ancak i’mâr ile sanâyi’ ile temin eder.” Abdürreşid İbrahim,
“Müslümanlar Çalışırsa; Yaşayacak, İlerleyecek!”, SM, IV/99, s. 356. M.
E. “Sa’y u Amel, Kesîlân ve Atâlet”, BH, V/125, s. 2269. M. Şemseddin, Hurâfâttan
Hakikate, s. 324. Daha alt düzeyde ders kitaplarında mesele vatan
sevgisiyle birlikte ele alınır. vatan sevgisinin işlendiği bir yerde mesele
farziyet derecesinde çalışmaya getirilir. Ahmed Cûdî, Yeni İlm-i Hâl:
AkâidDersleri, s. 38.
[1171] Elmalılı
Muhammed Hamdi, “İlhad Ne Büyük Bir Cehâlettir!”, SR, XXV/630, s. 81.
[1172] Filibeli, bu durumun
kavramlaştığını haber vermektedir: “Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini de
doğru yola sevkeder” gibi âyât-ı ekserî Avrupa ulemâsı İslâm’da Cebr-i keyfî ve
müfritin esası olduğuna delil sanmışlar ve hatta «Cebriyye-i İslâm = Fatalisme
Musulman» terkîbini icad etmişlerse de, Kur'anda mevcut nice âyât Cenab-ı
Hakkın zulmetmeyeceğini ve zulm sıfatından münezzeh bulunduğunu ve her nefsin
kazandığına nail olacağını son derece sarih bir sûretle ilân etmekte ve
“en-leyse li’l-insâni illa mâsea’ gibi âyât vazife ve ahlâkın esaslarını teşkil
eylemekte olduğundan ve bir de gayr-ı mesul ve gayr-ı hür muzdâr ve mecbur
kimselere teklif, makrûn-u adl olmayacağından maâda bu derece gayr-i kâbil bir
hâleti Hakka atf muvafık düşmeyeceğinden, her ne vakit cebir ile hürriyet ve
mesuliyet fikirleri çarpışırsa, mana-i zâhirisince göre cebrî müfîd olanlarını,
ilm-i ahlâka ve adl-i ilâhîyi müteallik olanları mûcibince tefsir, fikrimizce
elzemdir.” Filibeli Ahmed Hilmi, Allah ’ı İnkâr Mümkün müdür? s. 73.
[1173] Hatta bütün bir
hayatı bu kaziye üzerine kuranlar vardır: “Sa’y u amel âlem-i hayâtın
mâ-bihi’l- kavvâmı ad edilse becâdır.” Haydarizade İbrahim, “Alem-i İslâmiyette
Sa’y u Amel ve Teşebbüs-i Şahsi”, Tasavvuf, no:5, s. 4.
[1174] M. Sabri Efendi, DînîMüceddidler,
s. 67. Sabri Efendi ayete yanlış mana verildiğini düşünmektedir: “Âhireti gâib
etmemek şartıyla, dünyayı kazanmaya çalışmakta şer'an insanlar için bir
vazifedir. Lâkin bu vazifeyi Müslümanlara hissettirmek üzere, dünya
menfaatinden başkasına akıl erdiremeyenlerin yaptığı gibi sa'y âyetine yanlış
manâ vermenin de manâsı yoktur.” s. 66. Sabri Efendi bu fikre daha II.
Meşrutiyet’in ilk yıllarında sahiptir: “Dîn-i Islâm’da Hedef-i Münakaşa Olan
Mesâil” BH, I/6, s. 108. Dünya ve ahret için dengeli bir şekilde meseleyi
ele alan az sayıdaki yazıdan biri olarak bkz. M.E., “Sa’y u Amel, Kesîlân ve
At’alet”, BH, V/125, s. 2269-70. Kemalpaşazâde çalışmanın önemini
anlattığı risalesinde bu ayeti hemen girişte çalışma ile ilgili olarak
zikreder. Kemalpaşazâde, “Medh-i Sa’y ve Zemm-i Betâlet”, müt. Edhem Pertev Mecmuâ-i
Fünûn, sene:3, Şa’ban 1281, no:32, s. 281. Fakat Kemalpaşazâde risalenin
sonunda ayeti uhrevî sevap ve ikâb zaviyesinden değerlendirir. S. 287-8.
[1175] Ernest Renan diğer
dinlerin cebr inancından kurtulduğunu fakat tek İslâmiyet’in bu fikre bağlı
kaldığını iddia etmekteydi. Yusuf Akçura ise aradaki farkı doğu-batı
mukayesiyle ortaya koyar: “İş bu gayeye vusûl için tavsiye ve isti’mal olunan
usûl iki zıt cihete sâik denebilir: mehd-i zuhûru Hind olan edyân ve felsefe,
hırs ve hevesi, arzu-yu hayatı öldürmek, hulâsa hayat-ı dünyadan kurtulmak ile
saadete vusûl mümkün olduğunu zan ederler; edyân-ı sâmiye ile felâsife-i
garbiyenin çoğu ise saadet-i dünyevîye ve uhrevîye için dünyada sa’y ve
terakkiyi tavsiye eylerler.” Kader, s. 6.
[1176] Ahlâk ve din vurgusu
daha çok metinlerin geri planında karşımıza çıkmaktadır. Batının ulaştığı
medeniyet durumunun geçiciliğine telmihen söylenen ahlâk ve dini olmayan
toplumların başarısının geçici olduğu vurgusu biraz da temenni şeklinde
durmaktadır. Ömer Nasûhi, Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri, s. 61. Bu
çağrıların sonunu Allah’ın rızası dahilinde çalışma fikrine bağlayanlar çıksa
da bu istisnalar zayıf kalacaktır. Mesela bkz. Ömer Fevzi, DînîHasbihâl,
s. 66.
[1177] Yusuf Akçura, Kader,
s. 6-7. Bu terakkinin arkasında din-i sa’y vardır: “İngiliz, Fransız ve Alman
gibi ulu’l-azm milletlerin bu hayret-efzâ kuvvet ve terakkileri, tapdıkları
din-i İsa’nın mucizâtı, İncil’in ilhâmâtı sayesinde değil, ancak (din-i sa’y)
sayesinde husule gelmiş harikalardandır.” Râşid Gâlib, “Kayd ve Tevekkül”, İslâm
Mecmuası, I/9, s. 284. Benzer şekilde Tüccarzâde de Türklerin Arap ve
İran’dan aldıklarını değiştirmeden muhafaza etmelerinden dolayı onlara ait
miskin hayatı taklit ederek Avrupa’da yaşamaya kalkıştıklarını ve bu yüzden
inkıraza uğradıklarını iddia etmektedir. Tüccarzade İbrahim Hilmi, Avrupalılaşmak
Felaketlerimizin Esbâbı, s. 33.
[1178] Fazlur Rahman
Hindistan’daki ıslahat hareketlerinin başlangıcını Hind dinlerin tesirinden
kurtulma manasına bu aktivist cepheye vurgu ile açıklamaktadır. Fazlur Rahman, İslâm,
s. 256.
[1179] İslâm-Müslüman
ayrımına hatta İslâm’ın saf haline dönme çağrılarına kadar varan bu hayat
felsefesi artık dini de arzulanan değişikliklere uygunluğuna göre denetler hale
gelecektir. Abdullah Cevdet’in çalışma fikri etrafında Japonları daha müslüman
sayması bu garebetin müşahhas örneklerindendir. Bütün bu fikirler etrafında
Abdullah Cevdet ve fikriyatının görüşlerini bir arada görmek için bkz. M. Şükrü
Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi,
s. 137-8.
[1180] Nitekim Hanoto, kader
meselesinde iki tavır olduğunu iddia ederek birini Budistlerin ikincisini Eski
Yunanlıların insana bakışı ile izah ederek Hıristiyanlığı Ârî geleneğe
İslâmiyet’i ise Sâmi geleneğe nisbet etmektedir. “Hanoto’nun Makalesi”, müt.
Mehmed Akif, SR, III/59, s. 103.
[1181] Peyâmi Safa, Türk
İnkılâbına Bakışlar, s. 83.
[1182] Mesela ayet ve
hadislerle mâlâyani şeylerle uğraşmayı takbih ettikten ve hayatın gayesini
faziletli işlerle meşgul olmaktan ibaret addettikten sonra Manastırlı’nın
verdiği örnek batıyı taklit etmenin nerelere götürülebileceği ile ilgili
ibretliktir: “Mesela ziraate dair bâis-i suhûlet ve bâdi-i feyz ve bereket
olacak nev’-i âlât ve edevât-ı cedide ihtira’ edilmiş dururken, bunları
isti’mâle imkân ve kâbiliyet var iken vilâyetimizin ekserisinde hâla tarz-ı kadîm
üzere hayvan ile çift sürmeye, harman döğmeye çalışmak malayani ile iştigalin
en fahişlerinden değil midir? Bu yolda hareket etmek, bu türlü hatalara ısrar
etmek mugayir-i diyânet, vasâya-yı nebeviyeye muhâlefet ad olunmaz mı?”
Manastırlı İsmail Hakkı, “Mezâyâ-yı İnsâniye, Hasâil-i Fâzıla”, SM,
II/38, s. 177-8. Bu tahdidler batıcılar tarafından iyice silikleştirilecektir.
Tüccarzade İbrahim Hilmi, Avrupalılaşmak Felaketlerimizin Esbâbı, s. 86.
[1183] Burada Abidin
Paşa’yı farklı bir şekilde zikretmek gerekir. Zira o, Avrupalıların niçin dünya
lezzetlerinden daha fazla istifade ettiğini anlatırken; “Cenâb-ı Hüdâ arzu ve
mesâiye göre i’tâ-yı mükâfat buyuracağını” ve bunun yaradılıştan beri böyle
olduğunu beyan ederek meseleyi onların ahireti istememelerini ve Müslümanların
ahireti esas almalarına bağlamıştır. Abidin, Meâli-i İslâmiye, s. 47-8.
[1184] Şapka üzerinden
taklid meselesine değinen ve bu yüzden hayatından olan İskilipli Atıf
Efendi’nin taklide izin verdiği alan içine batılı manada çalışma biçimi de
girmekte hatta farziyet derecesine çıkmaktadır. İskilipli Mehmed Âtıf, Frenk
Mukallidliği ve Şapka, s. 8. ayrıca servet biriktimenin meşruiyeti hatta
teşviki için tercih dilen yorumlardan birisi olarak güçlü ve zengin müslüman
imajıdır: “O halde mal için kim çalışsın? Hiç paramız olmasın, ne zekat
verelim, ne hacca gidelim... din böyle mi diyor?” Abdürreşid İbrahim,
“Müslümanları İntibâha Davet Hakkında”, SM, IV/89, s. 194. “Ahiret
zînet-i dünya ile kazanılır. Zengin olursak daha ziyade sadaka veririz. Eytâma
daha ziyade muâvenetde bulunuruz.” Ebu’l-Âbid, “Sa’y ve Sanat, Ticaret ve
Servet”, SM, V/111, s. 126. “Pekala zekatı kim verir? Elbet serveti
olan. Servet ne ile kazanılır? Tabîi çalışmakla. O halde en büyük ibadeti
yerine getirmek için bile sa’y lazım.” Mehmed Akif, “Vaaz ve Mev’iza” SR,
IX/49-231, s. 391. İbadetleri yerine getirmek vacibtir. İbadetleri yapabilmek
için sağlıklı olmak gerekir. O halde vacibin tevekkuf eylediği şey de vacibtir.
Bu sebeble onlar için çalışmak da vacibtir. M. E. “Sa’y u Amel, Kesîlân ve
Atâlet”, BH, V/125, s. 2270.
[1185] Mustafa Sabri
Efendi, Dînî Müceddidler, s. 104.
[1186] Fakirlik meselesiyle
alakalı olarak Filibeli’nin cılız da olsa yaptığı ayrım döneme uzak bir tahdid
içermektedir. Müslümanları suçlayıcı cümlelerin devamında bu ayrımı yapıyor
olması da tesiri göstermesi açısından şayan-ı dikkattir: “Maatteessüf, ne
söylediğini bilmeyenlerimizin, câhil ve hurâfâthân vaizlerimizin bu kâbil
erâcifi neşr edecek beyenâtı görülmüyor değilse de bundan din-i İslâm ve nebîsi
değil o câhiller mesuldür. Fakr-i ma’nevi ile dilenciliği şey-i vâhid zanneden
hakikat mukallidleri de bu hususda çok kabahatlidir.” Ahmed Hilmi, Tarih-i
İslâm, I, 261.
[1187] Mustafa Sabri
Efendi, DînîMüceddidler, s. 128 ve 148.
[1188] Filibeli bu ihtiyacı
şu satırlarla dile getirir:. “Sonra da bu çığırından çıkarılmış akîde ile
fikr-i sa’y ve sebatı tevhid imkânı da yoktur. Benâberîn akîdenin bu şekline
sâlik olanlarda gayret ve sebât, mantıksızlıktan başka bir şey olamaz.” Ahmed
Hilmi, Tarih-i İslâm, II, 613-4
[1189] Mesela
Mevlânâ’nın zıddı çokça bulunabilecek bir beyitini sa’ye örnek olarak veren
Ömer Nasuhî’nin örneği tasavvuf geleneğinden seçmesi tesadüf değildir. Ömer
Nasuhi Bilmen, Nazarî ve Ameli Ahlâk-ı İslâmiye Dersleri, s. 20
[1190] Bursalı Mehmed Tahir,
Nazar-ı İslâmda Fakr, s. 6. Ahmed Râsim Avni, “Salât(dua) tevekkülün,
hakîkati bilmenin lâzım-ı gayr-ı müfârıkıdır. Duasız tevekkül, tevekkülsüz de
din olmaz.” “Din-i İslâm”, Cerîde-i İlmiye, c.4, Ramazan 1337, no:46, s. 1417;
“Salât(dua) tevekkülün, hakîkati bilmenin lâzım-ı gayr-ı müfârıkıdır. Duasız
tevekkül, tevekkülsüz de din olmaz.”
[1191] Bu vurgu sadece
meşrutiyet dönemiyle sınırlı bir durum değildir. Mesela çalışma ve gayretin
ilimle münasebetini kuran öncü isimlerden biri Mehmed Sadık Rıfat Paşa’dır:
“Mamuriyat-i mülk ve memleket kesret-i nüfûs ve ziraat ve sanaat ve sermaye ve
ticaret ve ahâlice sa’y u gayret ile hâsıl olur ise de bu dahi akıl ve ilme
menût ve muhtaç olmağla tahsîl-i mâlumâta ikdâm etmelidir.” Zeyl-i Risale-i
Ahlâk, İstanbul: Takvimhane-i Amire, 1275, s. 11. Mekteb ile ilgili
şiirinde Münif Paşa “Mekteb ki en mühimmidir esbâb-ı servetin” der. Ayrıca II.
Meşrutiyet’in ilanını üzerinden daha bir yıl geçmeden kaleme alınan bir yazı
için bkz. Ali Emîrî Efendi, “Vatan Muhabbeti, Sa’y u Gayret, İlim”, Ali
Emiri Efendi içinde, M. Tevfikoğlu, Ankara, 1989, s. 125. Bereketzâde
İsmail Hakkı, Tefsir-i Şerif Envâr-ı Kur'an, I, 4. Bereketzâde ilim
tahisili ve servet kazanma amacıyla yapılan yolculukları övdükten sonra:
“Nazarında atâlet ne kadar menfur ve makdûh ise, sa’y u ikdâmın o mertebe
kıymeti vardır” diyerek meselenin bu tarafına dikkat çeker. Müderrislerden
Şerafeddin, “İslâm’da Sa’y u Amel”, İslâm Mecmuası, IV/62, Zilhicce
1336, s. 1168-9. Terakki için sadece ilmin yeterli olmadığı bununla birlikte
müteşebbisler ve sanatkarlar gerektiği ile ilgili bkz. Tüccarzade İbrahim
Hilmi, Milletin Kusurları Felaketlerimizin esbâbı, Dersaâdet:
Kütübhane-i İslâm ve Askeri, 1328, s. 36. Durmuşzâde Mehmed Sâdık, Alem-i
İslâm Cihad-ı Ekber, I, 138-40.
[1192] Emrullah Efendi’ye
göre çalışma ile ilgili usul de batıdan tevarüs edilmelidir. “Terbiye ve
Esasları”, SM, I/16, s. 248. Manastırlı İsmail Hakkı, “Mezâyâ-yı
İnsâniye, Hasâil-i Fâzıla”, SM, II/38, s. 177. Bafralı Ömer Faruk, Necm-i
Hürriyet, Dersaâdet: Kütübhane-i Saadet, 1324, s. 14-5.
[1193] Elmalılı Hamdi,
alınacak ilimden sonra İslâm’ın esasının yeni ortaya çıkacağı inancındadır:
“Binâ-yı İslâm denilen bu a'mâl, İslâmiyetin binâ-yı amelîsini teşkil eder.
İslâmın feyz-i kâmili asıl bundan sonra başlayacaktır. Bu techîzât-ı
ibtidâiyyeden sonra vezâif-i islâmiyyenin en mühimi kesb-i ilim ve marifete
sa'y etmektir. Din-i islâm bâlâda beyan ettiğimiz veçhile hissiyattan ziyâde
akıl ve fikre îtinâ etmiş ve hak ve hakîkata muhabbeti esas hidâyet bilmiş
olduğundan ilme pek ziyâde teşvik eylemiştir.” “Müslümanlık Mâni-i Terakkî
Değil, Zâmin-i Terakkîdır”, SR, XXII/549-50, s. 21.
[1194] Mesela; Mâhir
Sâid, “Fikr-i Şahsiyet”, İstişâre, 28 Kânunisâni 1324, no:20, s. 913.
[1195] Bu fikrin ilk
teşebbüslerinden biri olarak Ahmed Midhat Efendi’nin Muallim Naci ile
mektuplaşmalarında rastlamaktayız: “Acaba felek kendi vazifesini ifâda zerre
kadar kususr ediyor mu? Bir saniye kusur edecek olsa cihân herc u merc olurdu.
Cenâb-ı hakkın koyduğu kanuna ittiba hususunda hepimiz felek kadar muntazam
olsak dünya dârüsselâm olurdu.” Ahmed Midhat, Muallim Naci, Muhâberât ve
Muhâverât, İstanbul: Tercüman-ı Hakikat Matbaası, 1301, s. 133.
[1196] M. Şemseddin, Zulmetten
Nûra, s. 88. Bu tesirlerden uzakta bir şekilde bu çalışma fikrini merkeze
alanlar da vardır. İbnü'l-Fâni Zeynelâbidîn, Mektep talebelerine nasihat
kabilinden kainattaki bütün varlıkların çlıştığını izah etikten sonra şöyle
der: “her şeyin böyle çalışıp durduğunu görürken biz neden elimizden geldiği
kadar çalışamıyoruz. «çok çalışan çok kazanır» biz de çok çalışalım. Daha ne
zamana kadar Moskofun ununa, Marsilya’nın kiremidine, İtalya’nın kerestesine,
Fransanın çukasına, şayânına, İngilizlerin kumaşına muhtaç olacağız.” Müslümanlık,
s. 64-5. Mehmed Şükrü b. Ata, “O her daim bir iştedir” ayetini tefsir ederken
meseleyi şöyle bağlamaktadır: “mün’im-i kâffe-i mahlûkât külli yevmin bir şe’n
ve emirde olunca her an ihtiyâcât-ı beşeriyyesi olan kullarının ataletde
kalmayub dünyevî ve uhrevî ef’âl ve a’mâle sa’y u iştigalleri aklen ve şer’an
muktezîdir.” Âsâr-ı Nur, s. 159.
[1197] Diyanet İşleri
Reisliği’nin tertib ettiği hutbelerin birincisi “Çalışan Mükâfâtını Görür”
başlığıyla çalışmanın ehemmiyetine hasredilmiştir. İkinci hutbede “Vatan
Müdâfaası”, üçüncü hutbe ise “Teyyâre Cemiyetine Yardım” başlığıyla
yayınlanmıştır. Türkçe Hutbe, İstanbul, Evkâf-ı İslâmiye Matbaası,
1927/1345, s. 7-24.
[1198] Tanzimat Fermanı’nda
ifadesini bulan “kavânin-i şer’iyye tahtında idare olunmayan memâlikin pâyidâr
olamayacağı” ifadesi din ile devleti bir gören bir zihniyetin II. Meşrutiyet
boyunca da devam ettiği görülür. Mesela Cevdet Paşa İbn Haaldun nazariyesini çu
çerçeveye yerleştirir. Tarih-i Cevdet, I, 18. Seyyid Abdullah Cemaleddin
Efendi, Meseleyi zulüm üzerinden izah etmektedir. Geri kalmanın sebebi
zulümdür. İslâm ’da İdare ve Siyaset, s. 179. Mesela dönemin mühim
şahsiyetlerinden biri olan İskilipli Atıf Efendi’nin çözümlemeleri için bkz.
“Medeniyyet-i Şer’iyye, Terakkiyât-ı Dîniyye”, BH, VII/176, s. 3084-5.
[1199] Durmuşzâde Mehmed
Sadık, mevcut durumu ilahî adaletin tecelli ediş şekliyle izah eder: “İslâmiyet
bir dîn-i
tabidir ki ‘kavim nefislerini bozmadıkça Allah onları bozmaz’ ayet-i
kerimesiyle hikmet-i samadâniye üzerine mevzu’ olan Sünnetullah’ın gösterdiği
sebîl-i fıtratdan nekûl, sırât-ı müstakim-i Sübhâni’den udul itmedikçe Allah
kâdir-i mutlak hiçbir kavmin şevket ve saltanatını, servet ve saâdetini, emn ve
âsâyişini, selâmet ve rahatını katiyyen tağyir etmeyeceğini beyan eyler.” Mevâiz-i
Diniyye ve Fevâid-i İslâmiye Mecmuâsı, s. 129. İslâm Tarihi’ni atalet, yeis
ile ilgili olarak tasnif eden hatta Emeviler, Abbasiler ve Osmanlıları bu
devirlere ayıran İbnü’r-Rahmi Ali Tayyar ise bütün tarihî bu çerçevede tanif
eder: “İşte İslâmlar şu mel’ûn mikrobun daima esîr-i iğfâl ve istibdâdidirler.
Ne vakit pûşide-i meskeneti yırtmışlar ise Teala kendilerini pişveşâne-i
istikbâl etmiş ve nevakit redeâ-i taassub ve zillete bürünmüşler ise i’tilâ
anlardan kat’iyyen yüz çevirmiştir. Misal mi istersiniz? Hangi birini vereyim?.... Osmanlılarda: Selim-i Sâniden
zamân-ı hâzıra kadar.” “İslâm’da Sa’y u İ’mâr”, Cerîde-i
Sûfiyye, no.13-24, s. 3. Abdürreşid İbrahim de hakkedildiğini
düşünmektedir: “Biz müstahak olduk ki Allah bunları bize musallat etti.”
“Ahvâl-i Âlem-i İslâm Hakkında”, SM, IV/58, s. 120. Mehmed Akif, “Tefsir-i
Şerif”, SR, IX/32-214, s. 101. Bütün bu izahlara rağmen din-i İslâm’ın kıyamete
kadar payidar olacağı inancı muhafaza edilmektedir. Misal olarak bkz. Mehmed
Hilmi, “İnzâr-ı İntibâh”, Ceride-i Sûfiyye, no.61, s. 141.
[1200] Orhan Okay, Akif
Paşa’yı pesimist, Hâmid’i bedbin ve bohem, Fikret’i bedbin ve ateist olarak
değerlendirerek Akif’in ise bedbinlikten aksiyonerliğe yöneldiğini belirtir.
“Kader ve İrade Problemi Karşısında Mehmed Akif”, Türk Kültürü, Şubat
1987, s. 68. Fikret’in bu halinin ve şiirlerindeki kötümser havanın tenkidi
için bkz. Mehmed Ali Aynî, Reybilik, Bedbinlik, Lailahilik Nedir: Tevfik
Fikret’in Tarih-i Kadîmine Bir Cevap. Hâmid ve Tevfik Fikret’in bu
yönlerinin belirleyici olduğu ile ilgili bkz. Ahmed Muhiddin, Modern
Türklükte Kültür Hareketi, s. 57. Mesela mevcut yapıyla ilgili olarak
Manastırlı’nın söyledikleri tam da bunu özetler: “Hangi umûr ve ahvâlimizi
teftiş edecek olsak hiç birinde bir eser-i intizâm, emâre-i terakki göremeyiz.
Serâpâ mâlâya’ni, envâ-i melâhî içinde gark olub kalmışız ve ol mertebe
müstağrak-ı bî-bâk olmuşuz ki giriftâr olduğumuz hâl-i tedennî ve noksânı
idrâkden bile âciz bulunuyoruz.” Manastırlı İsmail Hakkı, “Mezâyâ-yı İnsâniye,
Hasâil-i Fâzıla”, SM, II/38, s. 177.
[1201] Mehmed Arif Bey,
Doksanüç Harbini de yaşamış olmanın verdiği ümitsizlikle şöyle der: “Lakin bir
kere tedbir elden çıkmış. O yapılacak şeyleri kimin ve hangimizin yapacağı, ya
yapdıracağı mechul bulunmuş olmağla vâdi-i hayretde uryân u giryân kaldık.
Bakalım sevk-i kazâ ve kaderle helâkın neresine düşeceğiz! Yahud kulub-i âmmeye
bir infitâh-ı intibâh gelerek öldükten sonra mı dirileceğiz!” Binbir Hadis,
s. 241.
[1202] Ziya Paşa ve Akif’in
şiirlerinde görülen bu dindarane sorgulamanın değerlendirmesi için bkz. Orhan
Okay, “Modernleşme ve Türk Modernleşmesinin İlk Döneminde İnanç Krizlerinin
Edebiyata Yansıması”, Doğu-Batı, 6(22), 2003, s. 59-63.
[1203] Bu telakki
aynı zamanda devlet-i ebed müddet fikrinin tezahürü olan anlayışla ters düştüğü
için itiraza veya tarihi ananede uzatmaya bir kapı aralamak arzusunu
barındırır. Özellikle her ümmetin bir eceli olduğu ile ilgili ayette mündemiç
mana Osmanlı tarihçilerini ihtiyatlı bir dil kullanmaya sevk etmiştir. Bu
durumu izah ederken Na‘îmâ bir başka ayet üzerinden kazâ-i muallak fikrine
uzanır: “Eğerçi “Li külli ecelin kitab” fehvâsınca her zuhur u inkızâ mahkeme-i
ezel ü âzâlde kazâ vü imzâ olunmuştur. Lâkin âyet-i kerîme-i “Yemhullâhu
mâ-yeşâ’u ve yüsbit” müfâdı üzre kazâ-i mu‘allak sâbittir.” Mustafa Naima
Efendi, Târih-i Na‘îmâ: (Ravzatü’l-Hüseyn fi Hulâsati Ahbâri’l-Hâfıkayn),
haz. Mehmet İpşirli, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2007, s. 25. Cevdet Paşa da
fikri olarak itiraz etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, I, 8.
[1204] İbn Haldun’a ‘fenn-i
târihin mükemmili’ ‘müessisi’ vasfını haiz gören Namık Kemal, Mukaddime"
ye dizdiği övgülerin arasında bu eserde bazı yanlış fikirlerin de olduğunu
ifade ettikten sonra meseleyi devletlerin tabi ömrü meselesine getirir ve bunun
yanlış bir fikir olduğunu beyan eder: “Mesela devletlerin ‘ömr-i tabîisi’ olmak
gibi bir takım yanlış fikirler de görülür.” Namık Kemal, Osmanlı Tarihi,
I/21. Aynı biçimde İbn Haldun’a açıktan karşı çıkan bir değerlendirme için bkz.
Ahmed Zeki Velîdi, “İbn Haldun Nazarîyesinde İslâm Hükümetlerinin İstikbâli”, Bilgi
Mecmuası, s. 740.
[1205] Bu genel bir
kanaattir. Said Halim Paşa’nın meseleleri ahlâkî merkezli okuma biçimi dikkat
çekicidir. Kırımlı Yâkub Kemal, “Medeniyet-İ Garbiyeyi İktibasta
İçtimâiyyûnumuzun Gösterdiği Tesâmüh”, Teârifü’l-Müslimîn, 24 haziran
326, no:7, s. 113. Mesela Milaslı Durmuşzâde Mehmed Sâdık, Sünnetullah
üzerinden ahlâkî meziyetlerin toplum hayatındaki belirleyiciliğine izah
getirmektedir. Alem-i Islâm Cihad-ı Ekber, I, 111-2.
[1206] Filibeli
Ahmed Hilmi, Tarih-i Islâm, II, 619.
[1207] Kavramın
tabiatta cari olduğu şekli üzerinde genel bir kabul vardır. Bu işleyişin
değişmezliği ile ilgili özelikle batıcı aydınların iddialı oldukları
görülebilir. Kılıçzâde Hakkı, Son Cevab, s. 11. Sünnetullah’a olan bu
ilginin bir tarafı sosyolojinin gördüğü ilgiyle alakalıdır. Batı’da mevcut olan
bu ilmin giderek Osmanlı aydın ve mütefekkirleri tarafından cemiyet hayatını
anlama ve tanzim etme aracı olarak görülmesi hasebiyle ulema ve İslâmcılar da
sünnetullah meselesine vurguyu sıklaştırmışlardır. Sırat-ı Müstakim’deki
yazılar üzerinden meselenin dönemde telakki ediliş biçimiyle alakalı bkz. Suvat
Mertoğlu, Osmanlı ’da II. Meşrutiyet Sonrası Modern Tefsir Anlayışı:
(Sırat-ı Müstakim/ Sebilürreşad Dergisi Örneği: 1908-1914), basılmamış
doktora tezi, Marmara Üniversitesi SBE, 2001, s. 91-100. Bu ilginin kelam
ilmiyle münasebetini kurmak arzusuyla kaleme alınmış bir dizi makale için bkz.
M. Şerafeddin[Yaltkaya], “İçtimâi İlm-i Kelam” İslâm Mecmuası, II/15, s.
434-6; II/18, s. 490-1; II/19, s. 506-7; III/25, s. 604-5; III/28, s. 650-3.
Tezin değerlendirmesi için bkz. M. Sait Özervarlı, “Son Dönem Osmanlı
Düşüncesinde Arayışlar: Mehmed Şerafeddin’in “İçtimâî İlm-i kelâm”ı”, İslâm
Araştırmaları Dergisi, 1999, sy.3, s. 157-70.
[1208] Cevdet Paşa, Tarih-i
Cevdet, I, 18.
[1209] Tarih bilmenin
lüzumuna dair Muhammed Abduh’tan yaptığı bir iktibasa yer veren Bereketzâde’nin
iktibasında Abduh ilm-i tarihi sünnetullahı anlamak için araç olarak takdim
etmektedir. Bereketzâde İsmail Hakkı, Tefsir-i Şerif Envâr-ı Kur'an, I,
70. Aksekili Ahmed Hamdi, “İslâm’ın Hayât-ı Sâbıkını İâde”, SR, XI/283,
s. 364. Milaslı Durmuşzâde Hafız Mehmed Sadık, Mevâiz-i Diniyye ve Fevâid-i
İslâmiye Mecmuâsı, s. 59-60.
[1210] Akif’in bu konudaki
izahları bu çerçevede döner: “İnsan ne ekerse onu biçiyor. Ekmeden biçmek
olmuyor. İşte bu fıtratın kanunu, Allah’ın bir kanunu...” Mehmed Akif, “Vaaz ve
Mev’iza” SR, IX/49- 231, s. 390. Müslümanların istikbalini çalışmak
fikriyle izah eden bir konuşma için bkz. Abdürreşid İbrahim, “Müslümanlar
Çalışırsa; Yaşayacak, İlerleyecek!”, SM, IV/99, s. 356. Mesela
Müslümanların başına gelenleri Allah’ın niçin engellemediği ile ilgili mevzuyu
izah ederken Cumhuriyet devrinde de devam eden bir mantığı verecek ifadelere
Askerlere yazılmış bir ilmihalde rastlıyoruz: “Allah’a karşı hâşâ güçlük
yoktur. Lakin unutmayın ki; dünya sebeb dünyasıdır, her şeyin mutlaka bir
sebebi olacaktır. Allah’ın koymuş olduğu kanunlar, nizamlar, âdetler vardır.
Onlar kimsenin hatırı için bozulmaz. Bunlar, ümmet-i Muhammed diye Cenâb-ı hak
dünyaya yeni bir kaide koymaz.” Uryanizade Ali Vâhid, Asker İlmihâli,
İstanbul: Türk Matbaası, 1927, s. 407.
[1211] Muhammed Abduh,
“Tefsîr-i Şerif’ trc. M. Akif, SR, II/40, s. 211. Nitekim meselenin
ehemmiyetine binaen Akif bu tercümeyi 12. Ciltte tekrar yayınlayacaktır.
Muhammed Abduh, “Milletler Üzerinde Câri Olan Kavânîn-i İlâhiyye” trc. M. Akif,
SR, XII/303, 293. Tasavvuf dergisinde muhtemelen Şeyh Saffet’e
ait bir yazıda yeni kurtulunan istibdad yönetimiyle de irtibatlı olarak şu
değerlendirme yapılmaktadır: “Binâen aleyh her bir milletin sergârında bulunan
hükümeti daima ahlâk-ı umûmisi nisbetindedir.” Tasavvuf, 10 Mart 1327,
no:1, s. 6. Nitekim sorumluluğu devre ve insanlara yükleme kabilinden Said
Halim Paşa’nın meşhur tespiti de bu minval üzeredir. Bereketzâde İsmail Hakkı,
Fatiha Suresi’nin 7. Ayetindeki dâllîn kelimesini izah ederken meseleyi din
olarak anlar ve dinden uzaklaşan milletlere Allah’ın sünnet-i ilâhisi gereği
idbâr ve sefalet çökeceğini belirtir: “Bir ümmete vehn u zaaf gelmesi ve
mübtelâ-yı mesâib ve şedâid olması, akâid ve a’mâlinde sünnetullaha muhâlif
olarak ihdâs eylediği hâletden dolayı müstehâk olduğu gazab-ı ilâhiyenin alâmât
ve delâilinden addolunur.” Tefsir-i Şerif Envâr-ı Kur’an, I, 73.
Meselelere bu zaviyeden bakan ulema çevrelerinin ilerleyen zamanlarda tepkileri
hep bu zaviyeden olacaktır. Hafız Bâki, “mağlubiyetimizi Dinsizlik ve Adem-i
Tesettürde Aramalıyız”, İ’tisam, no: 41, 16 Zülhicce 1337, s. 445.
[1212] Bu kanuna uyma
fikriyle ilgili Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu içtimaî-siyasî yapının
izlerini görmek ilginçtir. Mesela II. Abdülhamid idaresine muhalefet eden iT’in
önde gelen isimlerinden biri olan Hoca Kadri, “Adl ve Zulm” adlı eserinde
Sünnetullah’ın muhtevasını siyasetle irtibatlı bir şekilde ele almaktadır.
Mehmed Kadri Nâsıh, Zulm ve Adl, s. 3-5; “Sünnetullah tarîka-i hükümet
demektir. Bu da emr-i bi’l-mâ’ruf ve nehy-i ani’l-münkerdir...Allah’ın
intizâm-ı âlem tesisiyle muhafazası zımnında vaz’ ve arâi ettiği tarîka-i
hükümet için veya kainata koyduğu kavânîn-i tabîiyye için bir vakt-i tahvîl
bulmayacaksın.” S. 3. Aksekili Ahmed Hamdi, “Müslümanların Uğradıkları
Felâketler Kendi Nefislerindendir”, SR, XI/282, s. 338.
[1213] İsmail Hakkı,
“Vazâif-i Medeniyye ve insâniyye”, Mevâiz-i Dîniye, İstanbul: ittihad ve
Terakki Cemiyeti Şehzadebaşı Kulübü, 1329, 2. Kısım, s. 24.
[1214] Mehmed Ali Aynî, Reybilik,
Bedbinlik, Lailahilik Nedir: Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadîmine Bir Cevap,
s. 42-3. Allah’ın Abdülhamid’i zıllullah fi’l-ard iken iki gün sonra Yahudi
çocukların ellerinde aşağılandığı karikatürlerin dağıtılması ve Emanuel karasu
ile Esad Toptani’nin hal’ini bildirmesini Allah’ın adaleti ve sünneti olarak
görmektedir.
[1215] Seyyid Bey, “işte bu
esbab ile müsebbebât arasındaki şu revâbıt ve münasebâtın cümlesi, Kâdir-i
Mutlak olan Cenab-ı Hallâk-ı Azîmü’ş-Şân tarafından ezelde takdir, tayin ve
va’z edilmiş kavânin-i ilahiyedir ki ahkamı lâyetegayyerdir. Bunlar birer
düstur-u kânun ve tekvîndirler. Hayat ve bütün kâinat bu kanunlar ile kaimdir.
Hiç bir hadise bu kanunların tesirinden azâde olamaz. Âdât-ı ilahiye budur,
böyle cari olagelmiştir. Bu düsturlara, hayatın bu ilahi kanunlarına Kur’an-ı
Kerim, (Sünnet-i ilahiye) tesmiye ediyor. (Velen tecide...) diyor. Yani sen
Allah’ın sünnet ve âdeti için tebdil ve tebeddül bulamazsın buyuruyor.” İrade,
Kaza ve Kader, s. 158. Benzer şekilde bkz. M. Şemseddin, Zulmetten Nûra,
s. 378.
[1216] Bu şekliyle sebeplere
başvurmayı gerekli gören Ferit Kam’ın “esbâba tevessül etmeden neticeye intizâr
etmek cinnetten başka bir şey değildir” demesi ile bu telakki aynı değildir.
Ferid, Dini, Felsefi Musahabeler, s. 146.
[1217] Bereketzade
Seyyid Abdullah Cemaleddin Efendi, Âsâr-ı Cemaleddin, s. 27-8.
[1218] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 173.
[1219] Akif’in Balkan
Harbi’yle başlayıp Cihan harbiyle devam eden savaşlar zinciri içerisinde
milletin azmini ve gayretini diri tutmak için şiirlerinde esas aldığı tema
budur. Bununla ilgili bir Abduh’tan yaptığı çeviri için bkz. Abduh,
“Müslümanlıkta Yeis Yoktur”, SR, X/256, s. 349.
[1220] Abdullatif
Harpûtî, Tekmile-i Tenkîhü’l-Kelam, s. 105-6.
[1221] Misal olarak
bkz. Mustafa Âsım, AkâidDersleri, s. 38. Meselenin insanlar arasında
dönüp dolaşan bir devir fikri etrafında görüldüğü ve her kemalin bir zevali
olduğu düşüncesi ile ilgili bkz. Mehmed Hilmi, “Müdafaât-ı Diniyye”, Ceride-i
Sûfiye, 23 Muharrem 1331, no: 13-24, s. 2.
[1222] Ziya Paşa’nın Avrupa’ya
gitmeden önceki kader ve irade meselesini ele alışıyla Avrupa’da hürriyet
mücadelesine giriştiği dönem arasındaki farka dikkat için bkz. Birol Emil,
“Ziya Paşa’da İslâmiyet ve Meşveret(Parlemento) Fikri”, Türk Kültür ve
Edebiyatından Şahsiyetler, s. 45.
[1223] Mithat Cemal, Mehmed
Akif: Hayatı, Seciyesi, Sanatı, Ankara: Türkiye İş Bankası, 1990, s. 204.
Meselenin bu cephesine işaret eden Okay şöyle der: “Kader-irade çakışmasında,
Akif’in tevekkülün yanlış anlaşılmasına karşı gelmesi, bir çeşit iradenin
zaferi gibi görünen haykırışları, Müslüman insanını, omzundan tutup sarsarak
uyandırmağa çalışması, onun iç dünyasında bir takım şüphe, tereddüt, isyan ve
tevekkül gibi duyguların birbiri arkasından yığılmasına mani değildir.” Orhan
Okay, “Kader ve İrade Problemi Karşısında Mehmed Akif”, Türk Kültürü,
Şubat 1987, sayı: 286, s. 66. Okay’a göre Tevhid şiiri hariç “diğer şiirlerinde
artık Akif kalabalıklarla beraberdir. Kalabalıkları kendi duygularıyla
tereddüte, şüpheye ve iradesizliğe sürüklemeye hakkı yoktur.” s. 69.
[1224] Bereketzade
Seyyid Abdullah Cemaleddin Efendi, İslâm ’da İdare ve Siyaset, s. 184.
[1225] Muhammed Abduh,
değişimi imkansız görmektedir: “Allah'ın nice kanunları gelip geçmiştir.
Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların akıbeti nice olmuş bir görün.” “Bizim
Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere de uygulaya geldiğimiz kanunumuz budur.
Ey Peygamber! Sen, Bizim kanunlarımızda bir değişiklik bulamazsın.” “Allah'ın
öteden beri devam edegelen kanunu budur. Allah'ın kanununda hiç bir değişiklik
bulamazsın.” “Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önceki kavimlerin
akıbetleri nasıl olmuş hiç bakmazlar mı?..” gibi bir çok âyât-ı kerime hep bu
esası müeyyittir. Görülüyor ki, Kur'an, Cenab-ı Hakk'ın ümem ve ekvân hakkında
tebeddülden masun bir takım sünen-i ilâhiyesi olduğunu sarahaten tebliğ
etmektedir. Bu sünen ise bir takım taraik-i sabitedir ki âsâr ve şuûn hep
onların muktezasınca cereyan eder. Şerai' yahut nevamîs denilen, hatta bazıları
tarafından kavânin nâmiyle yâd olunan şeyler hep bunlardır. Bizim ihtilaf-ı elfaz
ile uğraşmak vazifemiz değildir. Kur'an-ı Kerimin nida-yı bülend-i lâhûtisiyle
isma' eylediği hakikat şudur ki: Cemiyet-i beşeriyenin tâbi' olduğu nizam ile o
nizamın âsârı birdir; asla tegayyür ve tebeddüle uğramaz.” “Müslümanlıkta
Esaslar”, müt. M. Akif, SM, X/10, s. 147.
[1226] M. Şemseddin, Zulmetten
Nûra, s. 55. “Hayat bir mücadeledir; yaşayabilmek de bu mücadelede galebe
etmeye bağlıdır. Bu hakikate iman edelim.” Zulmetten Nûra, s. 78
[1227] Filibeli
Ahmed Hilmi, “Terakki ve Tekâmül” Hikmet, 12 Cemaziyülevvel 329, no: 56,
s. 2.
[1228] Ahmed Naim, İlmü’n-Nefs
tercümesinde tabiat kanunlarını yücelttikten sonra bu mekanik yapının nelere
izin verip nelere vermediğini görünce şu yorumu yapar: “Ancak icab-ı hikmet
iktiza ederse bu kanunların cümlesinin veya bazılarının değişmesine yahut
ezmine ve emkene-i mahdudede bazılarının muvakkaten tebeddül ve tagayyuruna
imkân vermekte hiçbir beis yoktur.” s. 450.
[1229] Elmalılı Muhammed
Hamdi, “Hazret-i Muhammed Aleyhisselâmın Dîni: İslâm: 4”, SR,
XVII/431-2, s. 115-7. Mâturîdî bir tarza başvurmadan yapılan bir red için bkz.
Mehmet Ali Aynî, Huccetülislâm İmam Gazzâlî, s. 83-5.
[1230] Elmalılı Muhammed
Hamdi, “Cenâb-ı Allah, kullarına bizzat veya bilvasıta bahşedeceği nimetleri,
hep birer tarîk-ı müstakimden bahşeyler ki, bunlara lisân-ı Kur'an'da
sünnetullah ıtlak olunmuştur. Bu babda hiç i'vicâc ve inhıraf yoktur. Hattâ
bunu görenler, Cenâb-ı Allah'ı mecbur zannetmişler ve vücub alallaha kadar
gitmişlerdir. Felsefenin îcâbiyyesi de bundan neş'et eyler. Hâlbuki bütün bu
vücublar ilim ve hikmet-i ilâhiyyeye göre irâdetullahın icâbıdır. Cenâb-ı Allah
muhtardır. İşte tarîk-ı müstakimden gelen niam-ı ilâhiyyeyi almak için sırf
irâdeye muhtaç olan insanlar da ancak istikâmet ile tarîk-i müstakime sülük ile
müstefîd olabilirler. “Hazret-i Muhammed Aleyhisselâmın Dîni: İslâm: 4”, SR,
XVII/431-2, s. 115-7.
[1231] Mehmed Kadri Nâsıh,
karşı çıkmamayı Sünnetullaha muhalif davranmak olarak izah eder: “Eğer
hâkimiyet millette olmazsa Sünnetullaha muhalif bir yol tutulmuş olur.” Zulm
ve Adl, 1326, s. 4.
[1232] Misal olarak
bkz. Mehmed Sâdık, Alem-i İslâm Cihad-ı Ekber, I, 13.
[1233] Said Halim Paşa,
“Binaen aleyh nazar-ı İslâmda hürriyet öyle insanın tatbik veya adem-i
tatbikinde muhtâr bulunabileceği yahut vâzı’-ı kânunun isterse bahş, isterse
men’ edeceği bir hakk-ı siyasî olmayıp kabul ettiği din ile rehber tanıdığı
ahlâk tarafından kendisine tahmil edilmiş bir vazifedir.” İslâmlaşmak, Darulhilafe:
Hukuk Matbaası, 1337, s. 8. Akseki, Ahlâk Dersleri, s. 51.
[1234] M. Şemseddin,
Zulmetten Nûra, s. 334.
[1235] Yusuf Akçura, irade-i
cüz’iyye, sa’y, kendine güvenmek gibi kavramların karşısına kader ve padişah
gibi Türk-İslam tarihinin en güçlü kavramlarının karşısına yerleştirerek
yapmaktadır: “...saadeti bulmak, devleti inkırazdan kurtarmak için irade-i
cüz’iyyemize güvenerek sa’y etmek, yani kendimize, nefsimize müracaat etmek
lâzımdır.
Musîbet ve saadeti sa’y-i zâtımızdan hâriç bir kuvvette,
kaderde, pâdişahda. arama(ma)lıyız. ‘Necât ve saadet kendimizdedir!” Kader,
s. 7.
[1236] Ferid, Dini,
Felsefi Musâhabeler, s. 146.
[1237] Mazharuddin
Sıddıkî, İslâm Dünyasında Modernist Düşünce, s. 79.
[1238] Mesela Mâhir
Sâid, “Fikr-i Şahsiyet”, İstişâre, 28 Kânunisâni 1324, no:20, s. 915.
[1239] Bereketzâde İsmail
Hakkı, “Necâib-i Kuraniyye” SM, I/13, s. 195; Tevekkül kavramının
açıklandığı bir tefsirde başvurulan bu anlam değişikliği meselenin nasıl bu
yolda kullanıldığını anlamaya imkan vermektedir:
“ulemâ hâmuş, meşâyih hâmuş, üdebâ hâmuş, hutebâ hâmuş,
bütün millet hâmuş idi. Nihayet bir fırka-i hamâset, kahramanân-ı ümmet “kul
len yusîbene illâ me kitâbullahi lene hüve müvellîne ve ale’llâhi
fe’l-yetevekkeli’l-mü’minîn” nazm-ı celîlini kendine düstûr-u hareket ittihaz
eyledi. Mütevekkilen ale’l- lah silah-ı bedest olarak zulemâya meydan okudu,
ekâbir ve ahyâr-ı ümmet mecmâ-ı teavüne çağırıldı, ümmet kâmilen lebbeyk zen
icabet oldu, nur subh-u hürriyette infilâk eyledi. İşte tevekkül: atalet,
meskenet değil. Faaliyet, hamiyet, uluvv-u himmettir.”
İT ihtilaline cesaret edilmesinin tevekkülün doğru anlamı
olduğu ile ilgili Bereketzâde’nin bu kanaati, hem tevekkülün anlamını
göstermesi açısından hem de bu kavramın dönemin siyasî şartlarında nasıl
okunduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Benzer bir yaklaşım için bkz.
Hüseyin Kazım Kadri, Hak ve Hakikat, s. 59.
[1240] İttihat ve Terakki’in
hazırlattığı Mevaiz’de kaleme alınan ilk vaaz Ömer Âdil’indir ve şöyle
başlar: “Allah’ın sana ihsan eylediği kuvvetlerle tâlib-i âhiret ol. Dünyadan
da nasibini unutma ve Cenâb-ı hak
sana ihsan eylediği gibi sen de
Allah’ın kullarına ‘ve bi’l-hassa din ve vatan kardeşlerine’ daima iyilik et ve
yeryüzünde ifad ve ızrâra kalkışma Allah müfsiteri sevmez.
“Ve en-leyse li’l-insâni illâ
mâ-sea"' düstûr-u hikmet-nüşûruyla
meydan-ı müsabaka açarak halkı isti’mal-i kuvvet ve sa’y u gayrete teşvik edip
din-i İslâmda amel her ferdin sermayesi olduğunu herkesin metâlib-i
hayâtiyesinde kendi sa’y u amelinden müstefid olacağını tavdîh ediyor. Bu bir
kânun-u ilâhidir ki mü’min ve kâfir herkes hakkında câri ve müsâvîdir.” Ömer
Adil, “Din-i İslâm Saadet-i Beşeriyyeye Kâfildir” Mevaiz-i Diniyye, İstanbul,
1328, s. 6. Abdürreşid İbrahim’in konuşma ve vaazlarının temel çerçevesi bu
mesele etrafında dönmektedir. Misal için bkz. Abdürreşid İbrahim, “Müslümanları
İntibâha Davet Hakkında”, SM, IV/89, s. 192-3. Din ile devlet
aynileşirken buna vatan fikri de eklenecektir. Ahmed Şîrâni, “Avrupa Medeniyeti
Yüzünden Maskesini Kaldırdı”, BH, V/130, s. 2356.
[1241] Mizancı Murad,
siyasetten uzak bir çaba talep etmektedir: “Siyasîyyat, hükümetin
vazifesidir... şimdi bizim uhdemize terettüb eden yalnız vazife vardır. O da
tahsil-i ilm ve edebtir. Leyse li ’l-insân illa mâ- sea’ buyurulmuştur.
Bizler şimdi insan olduğumuzu yalnız
çalışmakla isbat edeceğiz. Çalışalım biraderler çalışalım ve hem de dediğim
gibi her türlü münâzaâtı terk ederek karındaşcasına çalışalım sonra vatana
yazık olur.” “Talebe Efendilerden Âcizane Bir Ricâ-yı Musîb” Mizan, 1
Rabiulâhir 1327.
[1242] Hersekli Ârif
Hikmet, Misbâhu ’l-İzâh, v.5.
[1243] Kanaatle ilgili bir
hadisin şerhinde Mehmed Arif, “(el-hükmü li’l-gâlib) kâidesi bir kânun-ı kadîm
ve kavîm olduğuna göre...” Mehmed Arif Bey, Binbir Hadis, s. 19.
Aksekili Ahmed Hamdi, “Müslümanların Uğradığı Felaketler Kendi
Nefislerindendir”, SR, XI/282, s. 339. Meselesin ahlâki zafiyetlerini ifade
eden değerlendirme için bkz. Suat Mertoğlu, Osmanlı ’da II. Meşrutiyet
Sonrası Modern Tefsir Anlayışı: (Sırat-ı Müstakim/ Sebilürreşad Dergisi Örneği:
1908-1914), s. 98. 211 nolu dipnot.
[1244] Mehmed Akif,
“Bugün cihan kuvvetden, servetden başka bir şeye boyun eğmez. Onların nazarında
en
haklı en
zengindir, en kavîdir.” “Vaaz ve Mev’iza” SR, IX/49-231, s. 391.
Aksekili Ahmed Hamdi, dipnotta tamamen darvinist bir telakkiyi andırır şekilde
güç-hakikat arasında doğru orantı kurmaktadır: “Kâinatda her ferd, şahsını,
nev’ini muhâfaza için çalışır, her ferdin böyle çalışmasından rekâbet, bu
rekâbetden mübâreze-i hayât husûle gelir; mübâreze-i hayat neticesinde kavî
zaîfe galebe eder, Kavî hâkim olur, zayıf mağlub ve mahkum olur, kavîler kalır
zaifler ortadan kalkar.Müslümanlar adam olsunlar da kendilerini
yutdurmasınlar.” “Müslümanların Uğradıkları Felâketler Kendi
Nefislerindendir”, SR,
XI/282, s. 283. Medrese çevrelerinde çıkarılan bir dergide İbnü’r-Rahmi, ayetle
desteklediği bir güç vurgusda bulunmaktadır: “Miskinler, çalışmayanlar ölmeye
mahkumdur. Mübâreze-i hayatda kim galib gelirse hak onundur. Dünya çalışmak,
müdâvele-i arz dünyasıdır. Şu düsturu Kur’anımız şu ayetle te’kid ediyor.
(İnsan semerât-ı sa’yini elbette görecektir.” “İslâm-Azm”, Hayrulkelâm,
23 RRabiulevvel 1329, s. 109. Çalışma fikrini uhrevî manaya hamleden bir izah
için bkz. Mehmed Vehbi, Ahkâm-ı Kur’aniye, s. 217. Bu mana II.
Meşrutiyet boyunca karşılaştıklarımızdan epey uzak bir muhtevaya sahiptir.
[1245] Ahmed Zeki Velîdi,
“İbn Haldun Nazarîyesinde İslâm Hükümetlerinin İstikbâli”, Bilgi Mecmuası,
s. 742. Musa Carullah’ın şeriat ve Gazzâlî kitapları ile ilgili tekliflerini
sadece zaman kaybı olarak görmektedir.
[1246] Said Halim Paşa, Burhan-ı
İçtimaimiz, s. 84-5.
[1247] Burada bariz
şekilde hemen hemen her metinde rastladığımız tekâmül fikrinin herkes
tarafından kabul edilmiş olduğu gerçeğidir: “Her bir şey kanun-u tekâmüle
bağlıdır. Şeraitini cem ettiği surette terakki eder, tekâmüle doğru hatve-endâz
olur.” Halim Sabit, “İsaniyet, Fikr-i Dinî, Medeniyet”, SM, I/2, s. 27.
“Tekâmülün sünen-i ilâhiyeden addedileceği” Hüseyin Kazım Kadri, Yirminci
Asırda İslâmiyet, s. 118.
[1248] Adât-ı İlahiye’nin
şümul ve katiyetini sadece harikulade olarak tesmiye olunan mucizenin ihlal ettiğini
kabul eden Seyyid Bey için peygamberlik sona erdiğinden bu işleyişi bozacak
herhangi bir vaziyet söz konusu değildir. Seyyid Bey, İrade, Kaza ve Kader,
s. 160.
[1249] Sünnetullah vurgusu
kader meselesini müdafaa ederken oryantalist iddiaların tenkitlerini zımmi
olarak kabul manasına da okunabilir. Aksekili Ahmet Hamdi, “İslâmın Hayât-ı
Sâbıkine İâde”, SR, XI/273, s. 364.
[1250] Manastırlı İsmail
Hakkı, “İbret-i Azîme”, SM, II/36, s. 146. Hüseyin Kazım Kadri, “Hiçbir
kavim hasenatını seyyiata tebdil etmedikçe Allah Teala o kavmin saadet-i hâlini
tağyir etmez ve Cenab-ı hak bir millet için fenalık etse de onu redde kimsenin
takati olmaz, onlar için Allah Teala’dan başka muîn bulunmaz.” Hak ve
Hakikat, s. 16-7. Meselenin dönemde yaygınlığını görmek için bkz. Kırımlı
Yakub Kemal, “Dîn ve Âdât-ı Gayr-ı Meşrûa’”, SM, II/29, s. 39-40.
[1251] H 4- , r A 1 • 7—Ali T
T * 1 • T T ..AT771 Uf .O 1-X ' T . 11 1-X w • •
Mustafa Âli, Fusul-ı Hall u
Akd ve Usul-ı Harc u Nakd, hz. Mustafa Demir, İstanbul: Değişim Yayınları,
2006, s. 58. Ayrıca Mustafa Âli’nin Nushatüs’s- Selâtîn’inden örneklerle
beraber bir devletin inhitatı ile ilgili olarak kullanılan bir izah tarzı
olduğunu ifade eden bir değerlendirme için bkz. Mehmet Öz, Osmanlı ’da
ÇözUlme, s. 55, 20 nolu dipnot. Genel olarak Mustafa Âli üzerine bir
biyografi kaleme alan C. Fleischer’e itiraz olarak bunu bir inhitat değil bir
yozlaşma olarak anlamayı öneren bir değerlendirme için bkz. İlber Ortaylı, Osmanlı
Barışı, 3. b. İstanbul: Ufuk Kitapları, 2004, s. 157-8.
[1252] İstisnai bir mana
tercihi için bkz. Mehmed Arif Bey, Binbir Hadis, s. 5.
[1253] Hüseyin Kazım Kadri, Yirminci
Asırda İslâmiyet, s. 165. Mevcut olduğu cemiyetle uyumlu olursa terakkidir
yoksa inhitattır. Filibeli Ahmed Hilmi, “Terakki ve Tekâmül” Hikmet, 12
Cemaziyülevvel 329, no: 56, s. 2.
[1254] Özellikle batı
merkezli ahlâk telakkilerini ele alırken fayda merkezli ahlâk anlayışının
tenkit edildiğine şahit oluyoruz. Fakat içtimaî meselelerde bu hassasiyetten
eser görmek zordur.
[1255] H. Kazım
Kadri, Yirminci Asırda İslâmiyet, s. 51.
[1256] “kavânin-i Şer’iyye
tahtında idare olunmayan memâlikin pâyidâr olamayacağı....”
[1257] Muhsin-i Fani
ez-Zahiri, [Hüseyin Kazım Kadri], Yirminci Asırda İslâmiyet, İstanbul:
Evkâf-ı îslâmiyye Matbaası, 1339 s. 166. Dinleri insanlığın tekâmülünün bir
parçası olarak görme eğilimindedir. Benzer şekilde Mehmet Akif tarafından
tercüme edilen Hadîka-i Fikriyye'de Ferid Vecdi de üç devir Nazarîyesine
karşı çıkarken bile bu fikre ittiba etmektedir. Ferid Vecdî, Hadîka-i
Fikriyye, müt. Mehmed Akif, SM, II/29, s. 42-44. Diğer sayılarda da
devam etmektedir.
[1258] Celal Nuri, Tarih-i
İstikbâl: Mesâil-i Fikriyye, İstanbul: Yeni Osmanlı Matbaası, 1331, I/48.
Ahmed Zeki Velîdi, İbn Haldun Nazarîyesinde İslâm Hükümetlerinin İstikbâli, Bilgi
Mecmuası, s. 740. İbn Haldun üzerinden meseleye eğilirken şöyle der:
“Dünyada her insanın hayatı tekâmül kânununa bağlıdır. Tekâmül kâinâtın
kânunudur.” Pekâlâ, İslâm devletleri de Avrupa tarzı bir tekâmül ve terakki
anlayışını benimserlerse kurtulurlar.
[1259] İlk ağızdan bu fikri
savunan bir metin için bkz. Abdurrahman Sami Paşa, Rumuzü'l-Hikem, s.
125. Mesela Halim Sabit mevcut medeniyet durumuyla ilgili şöyle demektedir:
“her bir şey kanûn-u tekâmüle bağlıdır.” “evet ileride birgün gelecek ki işte
şimdi bizim derece-i kusvâsına vâsıl oldu zan ettiğimiz medeniyet, âdeta vahşet
olub kalacaktır.” Halim Sabit, “İnsâniyet, Fikr-i Dîni, Medeniyet” SM,
I/2, s. 27. benzer şekilde bkz. Mehmed [Said Halim Paşa], “Taassub-ı İslâmî
Ma’nâ-yı Hakîkisi”, müt. Tahir Hayreddin, SM, IV/90, s. 208. Kırımlı
Yâkub Kemal, “Medeniyet-İ Garbiyeyi İktibasta İçtimâiyyûnumuzun Gösterdiği
Tesâmüh”, Teârifü’l-Müslimîn, 24 Haziran 326, no:7, s. 112-3. Selahaddin
Âsım, “İçtimâiyât ve Siyâset-i Şer’iyye”, SM, II/28, s. 23-6. İskilipli
Mehmed Âtıf, Frenk Mukallidliği ve Şapka, s. 12-3. Fakat bu gelişmeleri
insan ahlâkının da gelişmesi olarak yorumlayanlar da vardı. Mehmed Ali Aynî, Reybîlik,
Bedbinlik, LâilahilikNedir: TevfikFikret’in Tarih-i Kadîmine Bir Cevap, s.
36.
[1260] Mesela
konuyla ilgili bir şiir için bkz. Bulgurluzâde Rıza, “İnsan”, SM, V/110,
s. 93. “Cihanda her şey kanûn-u tekâmüle bağlı olduğu gibi.” Akseki, Reşid
Rıza’dan yaptığı mezheplerin telfikine dair tercümesine yazdığı mukaddimede
peygamberler ve kitaplar gönderilmesini de tekâmül ve terakki kanunları
çerçevesinde açıklamaktadır. Reşid Rıza, Mezâhibin Telfîki ve İslâm ’ın Bir
Noktaya Cem'i, s. 3-4. İslâm’ı Peygamberler dini olan tevhid akidesini
gittikçe değişen bir tekâmül kanunu olarak değerlendiren bir izah için bkz. Tahlîl-i
Tarih-i Felsefe Metâlib ve Mezâhib,
[1261] Filibeli Ahmed Hilmi,
önce ayet sonra Hegel’den iktibas ettiği bir epigramla desteklediği yazısında
tekâmül ve terakkiyi var olmanın bir gereği olarak takdim etmektedir. Hatta
meseleyi hangi zaviyeden ele aldığını şu satırlarda beyan eder: “Terakki esas
cihetle değilse de tezâhürât ve eşkâl cihetiyle teceddüd demektir.”
“Terakki ve Tekâmül” Hikmet, 12 Cemaziyülevvel 329, no: 56, s. 2.
Nitekim Filibeli terakki ve tekâmülü Allah’ın her an bir işte olması manasına
gelen ayet-i celilenin medlulü olarak görür. Şehbenderzade Filibeli Ahmed
Hilmi, Üss-i İslâm: Hakâik-i İslâmiyeye Müstenid Yeni İlm-i Akaid,
İstanbul: Hikmet Matbaa-i İslâmiyesi,1332, s. 82. Terakki fikrinin
umumileştirilmesine karşı çıkan bir yazı için bkz. Hâki, “Terakki-i Beşerin
İstikbâli”, Mekteb, no:45, s. 713-7.
[1262] Manastırlı İsmail
Hakkı, “Îcâbât-ı asr ve zamâna tevfîkan, kavâid-i medeniye iktizâsına göre
kuvvâm- ı ebdân ve bekâ-yı nev’-i insan için emr-i zaruri olan terakkiyât-ı
sanâiyeyi iltizâm ve menâfi’-i hakîkiye temin edecek kemâlât-ı ilmiye ve
secâyâ-yı âliye ihrâz ve iktisâbına sa’y u ihtimâm ile olabilir.” “Mezâyâ-yı
İnsâniye, Hasâil-i Fâzıla”, SM, II/38, s. 177.
[1263] Abdürreşid
İbrahim, “Ahvâl-i Âlem-i İslâm Hakkında”, SM, IV/58, s. 120.
[1264] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 164.
[1265] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 22.
[1266] Siyasî muhtevası
yoğun yorumlarında Hoca Kadri hep meselenin bu tarafına dikkat çeker. Mehmed
Kadri Nâsıh, İstinsâf, İstanbul, 1326, Hilafet Risaleleri içinde,
s. 151.
[1267] Nitekim İT iktidarı
gözetiminde kaleme alınan hutbe ve vaaz kitaplarında meselenin bu cephesi
baskındır. Vaazların mevzuu ve muhtevası bu siyaseti iyi bir şekilde
yansıtmaktadır. Mevaiz-i Diniye, İst. 1328. İki kısım halinde basılan
vaazların 1. ve 2. Kısımları arasındaki üslup ve muhteva farklılığı için bkz.
İsmail Kara, İslâmcıların Siyasî Görüşleri, I, 92-3.
[1268] Said Halim Paşa, İslâmlaşmak,
s. 29.
[1269] Filibeli, “Bir
insanın, bir hey’etin arzu ve iradesi bir seyyârenin devrini nasıl men
edemezse, beşeriyetin tekâmülünü öylece durduramaz.
Kavânin-i tekâmül, bî-insaf ve kahhar bir hazf u itrâh ile
kendine mâni’ ve hâil olan avâmili ref’ u def’ eyler. Şâyed mukâvemet, bu tarh
u hazfe mümâne‘at edecek bir derecede vâki’ olursa işte o vakit bir «tekâmül-i
ma'kus» zuhûra gelir ki, netice-i seriası «indirâs ve inkırâz»dır.” Üss-i
İslâm, s. 81.
[1270] Muhammed Abduh,;
“Binaenaleyh nail-i saadet olmak isteyen efrad-ı cemiyet için o nizamın
esaslarını nazar-ı im'ana alarak ef al ve harekâtını ona tevfik etmek, tavır ve
siretini hep o esasa tatbik eylemek icap eder. Bu tarik-i sedattan gaafil
olanlar, hasep ve nesep itibariyle ebrara, hatta mukarrabîne mensup olsalar,
şekâ' ve hirmandan başka bir gaye-i emel beklememelidirler.
İmdi bir nazar-ı hakîm ne kadar taharride bulunursa
bulunsun, ne kadar hakayıka zafer-yâb olursa olsun gayetinde bu sünnetin
ahkamını idrak etmiş, binaenaleyh tabiat-ı din muktezasınca hareket eylemiş
olur. Bu hususta tabiat-ı din, kendisine asla muarız ve müzahim olmaz. O halde
din için bundan büyük müsaadekârlık olur mu?” “Müslümanlıkta Esaslar”, müt. M.
Akif, SM, X/10, s. 147
[1271] M. Şemseddin,
Zulmetten Nûra, s. 36 vd.
[1272] Ziya Gökalp’in bu
meselelere ilgisi sosyolojik bir arayışa imkân bulmasıyla alakalı olmalıdır.
“İnsanlar Hürdürler”, Makaleler IX içinde, s. 84.
[1273] Seyyid Bey, İrade,
Kaza ve Kader, s. 158.
[1274]Meselenin Allah’a vücub isnadı sonucunu doğurduğunu düşünen
Elmalı’nın izahı şeklen bir farklılık doğurmaktadır. “Cenâb-ı Allah, kullarına
bizzat veya bilvasıta bahşedeceği nimetleri, hep birer tarîk-ı müstakimden
bahşeyler ki, bunlara lisân-ı Kur'an'da sünnetullah ıtlak olunmuştur. Bu babda
hiç i'vicâc ve inhıraf yoktur. Hattâ bunu görenler, Cenâb-ı Allah'ı mecbur
zannetmişler ve vücub alallaha kadar gitmişlerdir. Felsefenin îcâbiyyesi de
bundan neş'et eyler. Hâlbuki bütün bu vücublar ilim ve hikmet-i ilâhiyyeye göre
irâdetullahın icâbıdır. Cenâb-ı Allah muhtardır. İşte tarîk-ı müstakimden gelen
niam-ı ilâhiyyeyi almak için sırf irâdeye muhtaç olan insanlar da ancak
istikâmet ile, tarîk-ı müstakime sülük ile müstefîd olabilirler.” Elmalılı
Muhammed Hamdi, “Hazret-i Muhammed Aleyhisselâmın Dîni: İslâm: 4”, SR,
XVII/431-2, s. 116.
[1275] Manastırlı İsmail
Hakkı, “Tefsir-i Şerif’, SM, I/12, s. 177-8. Çalışmanın fiili dua olduğu
ve sadece oturup dua edenin makbul olmadığı hem klâsik ahlâk kitaplarının
benimsediği hem de bu tarz bir Allah- insan ilişkisinin reddedildiği ortadadır.
Benzer şekilde modernleşme devrinde yaşamış bir Mesnevi şarihinin kaleminden de
aynı şekilde zemmedilmektedir. Abidin, Meâli-i İslâmiye, s. 10-1.
[1276] İ‘dâd-ı kuvvet
etrafında İslâmcıların arayışları ile ilgili olarak bkz. İsmail Kara, İslâmcıların
Siyasî Görüşleri, I, 27.
[1277] Enfal 8/60.
[1278] Ubeydullah
Kuşmânî’nin Kabakçı Mustafa Olayı üzerine yazılan bir risalenin sonuna yazdığı
zeyl’de “inkılâbât-ı gerdiş-i devrân muktezâsınca” yapılan teşebbüslerin idad-ı
kuvvet çerçevesinde harp tekniklerinin alınması olarak dini bir çerçeveye
yerleştirmektedir. Ubeydullah Kuşmânî, Ebubekir Efendi, Asiler ve Gaziler:
Kabakçı Mustafa Risalesi, haz. Aysel Danacı Yıldız, İstanbul: Kitap
Yayınevi, 2007, s. 135-6.
[1279] Sahaflar Şeyhizade
Esad Efendi, Üss-i Zafer: (Yeniçeriliğin kaldırılmasına dair), haz.
Mehmet Arslan, İstanbul: Kitabevi, 2005, s. 34-8.
[1280] İmamzade Esad Efendi,
Dürr-i Yekta, s. 83-4. Benzer şekilde Namık Kemal de “sâlim olanlarını
almağa, aldıktan sonra da tatbikâtında birçok cihetlerini ta’dil ile ahvâl-i
milliyeye tevfîk etmeye ihtiyaç” gösterdiği kanaatindedir. Namık Kemal, Osmanlı
Tarihi, I/5. İslâmcılığın münşîlerinden Tunuslu Hayrettin Paşa da aynı
fikir etrafında döner. Tunuslu Hayreddin Paşa, Mukaddime-i Akvemü'l- Mesâlik
fi Ma'rifet-i Ahvâli'l-Memâlik Tercümesi, s. 8-10.
[1281] Ahmed Nâim’in
özetlediği ve derginin resmi görüşü kabilinde olan satırlarda mesele şu şekilde
hulasa edilir: “Kuvvet mefhûmuna artık hepimiz biliyoruz ki yalnız top, tüfenk
dirîdnâvid değil asr-ı hâzırda bunların ma-yetevakkif aleyhisi olan ulûm ve
fünûn ve sanâyi’ de, zirâat, ticâret ve hatta şecâ’at ve
himmet de dâhildir. Bunların hepsini tedârik farz-ı
kifâyedir.” “İslâmiyetin Esasları: Mâzi ve İstikbâli”, SR, XI/284, s.
383. Tahiru’l-Mevlevî, “İ’dâd-ı Kuvvet”, SR, XI/269, s. 135-9. .
[1282] Ahmed Cevdet Paşa, Tarih-i
Cevdet, III, 94. Fakat Cevdet Paşa nusret-i ilâhinin cüz’i ve hâfi
sebeplerle olabileceği ihtiyatını bırakır. Ubeydullah Efgani, Kavm-i Cedid:
Kitâbü’l-Mevaiz, s. 5-6.
[1283] Klâsik mana etrafında
devam eden bir tedbir yorumu yapan Kastamonulu Ahmed Mahir Efendi, Dünya
maişeti manasına tedbiri caiz görürken tûl-i emel manasına bir tedbir fikrine
sıcak bakmaz. el- Muhkem fi Şerhi’l-Hikem, I, 12.
[1284] Mehmed Arif
Bey, Binbir Hadis, s. 18-9. Meşrutiyet öncesi döneme denk gelen ve
mutasavvıf Nakşî- Hâlidî bir zatın kaleminden çıkan şu satırlar bu hazırlığı
dini ve dünyevî bir denge tutturur: “Ey hakikat yolunun yolcusu! Allah’a ve
size düşman olanlara, din ve vatanınıza hücum eden maddî ve manevî kuvvetlere
karşı gerekli mühimmat ve cihazlarla donanınız. Çünkü her şey kulun tedbirine
ve Hazret-i Allah’ın takdirine bağlıdır. İnsanlar dünyada da âhiretde de
çabalarının karşılığını bulurlar. Bu sayede fazl-ı İlâhi’den ve lütf-u
Sübhânî’den nasibdâr olurlar.” Mehmed Emin el-Akşehrî, Tasavvuf Adab ve
Erkânı: Tarîku’s-Sevâb ve Menfaa-i Hasene, haz. Necdet Yılmaz, İstanbul:
Kutup Yayınları, 2001, s. 32.
[1285] Cevdet Paşa, Tarih-i
Cevdet, I, 18.
[1286] “Mukadderâtı celb ve
istihsâl için sarf edilen sa’y u tedbir irade-i cüz’iyye demek olduğundan..”
Abdullah Şevket b. Mahmud Hamdi, Necâtü’l-Mükellefm, s. 67.
[1287] İskilipli Mehmed
Atıf, “Nazar-ı Şerîatde Kuvve-i Berriye ve Bahriyenin Derece-i Ehemmiyet ve
Vücûbu”, SM, V/109, s. 75. Mehmed Fahreddin, “Aklı Başında Din
Kardeşlerime” SM, VII/170, s. 2256.
[1288] Ahmed Nâim, Sebilürreşad
muharrirlerinin de katkılarıyla hazırlanan bir eserden iktibas edilen bu
satırlarda sorumluğu Müslümanlara yaymaktadır. “İslâmiyetin Esasları: Mâzi ve
İstikbâli”, SR, XI/284, s. 373.
[1289] İskilipli Mehmed
Atıf, “İnsanın aklıyla tedbiri, bedeniyle sa’y ve hareketi menâfii celb,
muzırrâtı def’ içindir. Bu da ancak Cenâb-ı Hakkın hâlk ve takdiriyle
muttaridan müsebbibin mürtebit olduğu meftuâ-i zahireye tevessül ile vücûd
bulabilir” “Esbâb-ı Zahireye Teşebbüs Tevekküle Mâni’ Değildir” BH, V/126,
s. 2283.
[1290] Musa Kazım, “İslâm ve
Terakki”, İslâm Mecmuası, I/3, s. 77. Musa Kazım üç sayı yayınlanan
makalenin özellikle ikinci sayıda çıkan çalışmayı öven ve teşvik eden
delillerden oluşan bölümünü kitap haline gelirken makaleden çıkarmıştır. Külliyât-ı
Şeyhülislâm Musa Kazım: Dini, İçtimai Makaleler, s. 284. Başka yerlerde
tekrarladığı hususlardan olması hasebiyle mükerrer yazımdan kaçma olarak
görülmesi daha muhtemeldir. I/2, s. 34-6. İdad-ı kuvvetin referansları irade
meselesinde ve benzer meselelerde olduğu gibi İslâm tarihinin ilk devirlerine
dönülerek temellendirilmiştir. M. Şemseddin, Peygamberimizi örnek getirmektedir:
“İndi ilâhide Hazret-i Peygamber derecesinde kadr u menzilete mazhar
olmadığımıza şüphe yoktur. Hâlbuki Cenâb-ı Risâletpenâh hiçbir zaman, esbâba
mübâşereti bırakmamış, düşmanlarla harb etmek için levâzımât-ı harbiye
tedarikinden geri kalmamış, bizzat ma’reke-i cidâle koşmuştur. Medîne-i
Münevvere, küffâr tarafından muhasara edildiği zaman, Zât-ı Risâletpenâh evvelâ
Medine etrafına hendekler kazdırmış, bizzat kendileri de ameliyyâta iştirak
buyurmuş ve ancak ondan sonra mazhar-ı galebe olmak için Bârigâh-ı ehadiyetten
istimdât eylemişlerdir.” Zulmetten Nûra, s. 72
[1291] Özellikle İttihat
Terakki iktidarının desteğiyle kaleme alınan Mevaiz kitaplarının muhtevası bu
arzuya dönüktür. Bu sadece bu çevrelerle de sınırlı olmayan bir durumdur.
Mesela İskilipli çalışmayı, tedbir almayı öğütleyen satırlarında bu çalışmanın,
gayretin eserati engellemek lüzumundan bahsediyor: “Biri kuvve-i kânuniye
diğeri de kuvve-i askeriyedir binaen aleyh (tedbir gibi akıl yoktur) hadîs-i
âlîsini rehber-i hareket ittihaz ederek ittihat ve ittifak etmeliyiz.
Din ve cemiyetimizin terakkisi hususuna el birliğiyle çalışmalıyız bir daha esaret
boyunduruğuna girmemeye çalışmalıyız. Bununla kalmayıp kuvvetimizi tevsi’
ederek Avrupa esaretinden de kurtulmaya sa’y etmeliyiz. İşte o vakit hürriyet-i
kâmileye nâil olmuş oluruz.” İskilipli Mehmed Âtıf, “insanların Bir Kânuna
ihtiyaçları”, BH, I/9, s. 188.
[1292] Râşid Gâlib,
“Kayd ve Tevekkül”, İslâm Mecmuası, s. 283.
[1293] Toplumun irade ve
vicdan sahibi bir kimliğe kavuşması açısından mühim olan bu inanç artık siyasî
kültürün yanında dini olarak da kendini göstermektedir. İslâm mecmuası
etrafında kümelenen Türkçü çevrelerin Ziya Gökalp tesiriyle örf tarmışmaları
üzerinden dahil oldukları bu arzunun M. Şerafeddin tarafından cemaat vurgusu
şeklinde kelam ilmiyle münasebetle yapılmaya çalıştığını görüyoruz. M.
Şerafeddin, “İçtimai İlm-i Kelam”, İslâm Mecmuası, II/18, s. 491.
[1294] Mehmed Arif Bey, Binbir
Hadis, s. 262-3. Musa Kazım, “Kuvvet Hazırlamak”, SM, III/56, s. 52;
“evvel be-evvel maarif.maarifsiz bunlar meydana gelemez.” Gökalp şöyle der:
“İlim ile din: Birincisi tedbir, ikincisi tevekküldür.” Ziya Gökalp, “Din,
İlmin Bir Netice-i Zarûriyyesidir”, Makaleler I, s. 102.
[1295] Kurban paralarının
donanma için verilmesini teknik bir tartışmaya girmeden savunmakta ve teşvik
etmektedir. Şeyh Mihridin Arûsi, “Sevgili Vatandaşlarım!...”, Hikmet,
no.28, 23 Şevval 328, s. 2. Donanma için fedakarlık yapmayı İtalya’nın
Trablusgarb’ı işgali üzerinden dinin ve devletin muhafazası fikri etrafında
değerlendiren bir yazı için bkz. Mehmed Fahreddin, “Aklı Başında Din
Kardeşlerime” SM, VII/170, s. 225-6. Peşinden cereyan eden tartışmalar
için bkz. Mustafa Takî, “İdâd-ı Kuvvet”, SM, VII/172, s. 256-7. Ona
cevap olarak; Mehmed Fahreddin, “İ’dâd-ı Kuvvet ve İbadât-ı Mâliye”, SM,
VII/174, s. 275-6; VII/176, s. 307-10. Sırât-ı Müstakimdin Mehmed
Fahreddin’in yazısına notu: “Bizim fikrimizce hacca da gitsinler, kurban da
kessinler, fakat vatân-ı İslâm’ı salîbin istilâsından muhafaza için diğer
farzlar, vâcibler yanında ‘ve ud’û....” Fermân-ı Sübhâniyesini kemâl-i
tehâlükle îfâ etsinler, işte bu hussuda müsahamâkâr davranıldığı içindir ki
hulûs ve samimiyetleri fedâkarân-ı vatanca tereddüd ve i’tirâzı mucib oluyor.” SM,
VII/167, s. 165. Aynı kanaati paylaşan Filibeli bu fikriyatı savunan Müftü
Fahreddin imzalı bir yazıya Hikmet’de yer vermiştir: Müftü Fahreddin,
“El-Hakku bi’l- İttibâ Ehakkun: Hak İttibâ’a Ehakdır”, Hikmet, No:31, s.
2. Filibeli de buradan hareketle ulemanın mevkiini sorgulamaktadır. Filibeli
Ahmed Hilmi, donanma için iane toplanması hususundaki tavrını merkeze alarak
ulemayı tenkit ederken vaziyeti şöyle tasvir eder: “Hakikî emel-i ıslâhat,
evvelâ hey'et-i ilmiyenin, sonra da, ekseriyet-i azîme-i efrâdın adâvet ve
mümâne‘âtına hedef olacaktır. Geçen sene yapılan pek küçük bir tecrübe, bu
hakikati bütün vuzûh ve dehşetiyle meydana koydu. Ekseriyet-i fukahâca sünnet
ve yalnız bir tanesine vâcib olan kurban kesmeğe bedel, kurban paralarının «farîza-i
i'dâd» mukabili olarak, Donanma-i Osmanî'nin, yâni Merkez-i Hilâfet'in
takviyesine sarfı ve zekâtın şekl-i i'tâsı hakkındaki teşebbüslere ulemâca
edilen mukabele, onların zihniyetlerini tamâmiyle bildirdi.” Filibeli Ahmed
Hilmi, Tarih-i İslâm, II, 663. Meseleyi farziyetten hayatiyete çıkaran
bir değerlendirmeyi Fatih dersiâmlarından Demirhisarlı Hafız Hüseyin
yapmaktadır. “Donanma Ne Demekdir?”, Hayrulkelâm, 9 Rabiulevvel 1332, s.
90-91. Meseleyi bu noktada bırakmayanlardan birisi Ubeydullah Efgâni’dir. Hac
ve Kurban paralarını Balkan Harbi sonrasında “hac ve kurban bedelâtı her sene
müdâfa-i milliye ve donanma-i Osmâni sandıklarına tahsis edilerek. ” Ubeydullah
Efgani, Kavm-i Cedid: Kitâbü’l-Mevaiz, s. 56. Cumhuriyet Döneminde ise
bu talepler Teyyâre Cemiyeti üzerinden devam edecektir. Türkçe Hutbe, s.
18-23.
[1296] Nitekim Ali
Suavi’nin Girit için iane toplanması için yaptığı çağrının Bâbıali’de
uyandırdığı rahatsızlığın bir benzerini Donanma için toplanacak iane
tartışmalarında göremiyoruz. Müslümanlara mesuliyetle karışık sahipsizlik hissi
veren bu durum irade ve gayretlerinen başka kurtarıcılarının kalmadığını ihsas
ettirir cinstendir. Dini olanın bu şekilde kullanılabileceği ile ilgili bu
anlayış aynı zamanda modern Türkiye’de hac için yapılan masrafların ne şekilde
kullanılacağı ile ilgili bir tavır ve tarzın habercisidir. Özellikle Sırat-ı
Müstakim yazarlarının daha istekli olduğu bu meselede İskilipli iâne
meselesini mukayese ederken yelpazeyi oldukça geniş tutmaktadır: “donanma için
iâne vermek dîn-i Mübini İslâm nazarında tetavvuân Hicaz’a gitmek, nâfile
olarak fukâraya sadaka vermekten hayırlıdır.” İskilipli Mehmed Atıf, “Nazar-ı
Şerîatde Kuvve-i Berriye ve Bahriyenin Derece-i Ehemmiyet ve Vücûbu”, SM,
5/109, s. 76. Mesela Mehmed Fahreddin, meseleyi şöyle tasvir eder: “Vatan-ı
İslâm öldükten, zincir-i esaret boynumuza geçdikten, Kur’an-ı Kerim parçalanıp
kademhanelere atılarak necasetlere bulandıktan sonra haccın, zekâtın, sadaka-i
fıtrın ne faidesi, e sevabı olur?” Mehmed Fahreddin, “Aklı başında Din Kardeşlerime”
SM, VII/170, s. 225. farziyeti de ortadan kaldıracak şekilde paraların
yardım için kullanılması arzusu için bkz. Ubeydullah Efgani, Kavm-i Cedid:
Kitâbü’l- Mevaiz, s. 56.
[1297] Cihad kavramı
üzerinden sadakanın bu yolda kullanımı ile ilgili geçmiş literatüre mâtuf
izahlar mevcuttur. Nitekim Girit hadisesinden haberdar olması muhtemel Abidin
Paşa’nın sadakayı bu yolda kullanım hususunda istekli olduğu görülmektedir.
Fakat hac ve kurban gibi dini bir ibadetin yerine böyle bir şey teklif etmek
II. Meşrutiyet döneminde arzulanan bir durumdur. Abidin, Meâli-i İslâmiye, s.
24-5.
[1298] “[Karantina meselesi]
Tunus’da malikî mezhebinden olan Zeytna müderrisi Şeyh Muhammed Menaî ile
oranın [dünyanın yuvarlak olduğunu savunan] Hanefî müftüsü Şeyh Muhammed Bayram
arasında uzun tartışmalara yol açmış, bunlar konu üzerinde risaleler
yazmışlardı. Hanefî müftüye göre karantina şeriat açısından yalnız caiz değil,
üstelik vacipti. Malikî müderrislerine göre ise [Karantina kaza’dan kaçmak
cümlesinden olduğundan bu delile dayanarak haramlığına hükmetti.] «Karantina
Tanrı’nın kaza ve kader’inden kaçmaya kalkışmak»demek olduğundan dine aykırı
idi.” [Garblı güvenilir ilim adamlarından duyduğunu söylüyor.] Rifaa Rafi' b.
Bedevi b. Ali et-Tahtavi Rifaa et-Tahtavi, Tahlisü’l- İbriz fî Telhîs-i
Bâriz, 1290/1873, s. 97; Berkes’in değerlendirmeleri için bkz. Türkiye
’de Çağdaşlaşma, s. 183-4.
[1299] “Gayet meşhur felsefe
lûgatlerinin birinde Müslümanların kadere mümin olduklarından bahsedilirken:
“Bir Müslüman hükümeti eyyâm-ı hayatımız ma’dud ve ecel-i müsemmâyı tebdil
edebilecek vesâil-i ihtiyâtiye mefkûd olduğuna kâni’ olduğu için tâûnun
hücumuna karşı müdafasız davranır” denilmiş ki bundan daha yanlış bir söz
olamaz.” Babanzade Ahmed Naim, Ahlâk-ı İslâmiye Esasları, s. 30.
[1300] Helmuth Von Moltke, Moltke'nin
Türkiye Mektupları, s. 90. Fakat Moltke’yi yalanlayan satırları Şânizade
Tarihi’nde bulmaktayız. Devrinde yaşanan bir salgında meselenin dini olarak
bir sorun teşkil etmediğini izah eden Şânîzâde, korunma ve tedavî yollarım
anlatan tıbbî bir eser de kaleme aldığını hatırlatarak Hz. Peygamberin ‘bir
yerde bulaşıcı hastalık varsa oraya girmeyin, hastalık olan yerde iseniz ordan
çıkmayın’ hadisine istinaden karantina usülünün zaten bir dini pratik olarak
Müslümanların hayatına yerleşmiş olduğunu ifade eder. Şânî-zâde Mehmed Ataullah
Efendi, Şânî-zâde Tarihi: (1223- 1237/1808-1821), I/540-3. Ahmed Midhat,
“Karantina”, Tercüman-ı Hakikat ve Servet-i Fünun Nüsha-i Fevkalâdesi,
s. 149-50.
[1301] Mehmed Akif,
“Koleraya Dair”, SM, V/115, s. 178-9.
[1302] Ahmed Şîrâni’nin
önerdiği tedbir ise her iki tarafı -önceliği maneviyata vererek- dahil ederek
meseleyi çözme gayretidir. Ahmed Şîrâni, “Kolera Münasebetiyle Makale-i
Mahsûsa” BH; “Kolera gibi belâ-yı âsumânilerin def’ ve ref’i için evvela
cevâmi’ ve mesâcid-i şerifede ve evlerde Buhâri-i şerif, şifâ-i şerif gibi
kütüb-ü mukaddese-i diniye okunmalıdır. Sâniyen menâhî ve meâsiyeden tevbe ve
istiğfâr ile Cenâb-ı Şâfî-i Hakîki’den tedarri’ ve niyaz eylemelidir. Sâlisen
mevâdd-ı gıdâiyyenin taharet ve nezâfetine dikkat edilmelidir. Râbian
hânelerde, sokaklarda ve sair mahallerde bulunan pislikleri temizlemelidir.
Hâmisen doktorların vesâyâ-yı tabîbelerine ehemmiyet vermeli ve riayet
etmelidir. Eş- Şâfî hüvallah u Teâlâ.” s. 2319.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar