Print Friendly and PDF

SON DÖNEM OSMANLI TOPLUMUNDA KİMSESİZ ÇOCUKLAR… 1850-1920

Bunlarada Bakarsınız

 


Hazırlayan: Mehmet Şükrü YAMAN

Tarihsel süreç dâhilinde farklı zaman dilimlerinde meydana gelen ulusal nitelikte kıpırdanışlar önemli iç sorunları gün yüzüne çıkaran aracı sorunsallar olarak değerlendirilmişlerdir. Bu sorunsallar çoğu zaman ülkenin bütününü ilgilendiren dış kaynaklı unsurlar olarak ciddi ve ağır bir değişim dönüşüm sürecini tetikleyen nitelikte faktörler olmuşlardır. Osmanlı devletinin beylik sürecinden itibaren gelişip ilerlemesinde yadsınamayacak derecede rol oynamış geleneksel unsurların çözülmeye başladığı dönem, bir yandan Osmanlı toplumunu derinden etkileyecek ağır bir sürecin başlangıcı, bir yandan da Osmanlı ülkesi genelinde dış dünyadan da gözlemlenebilecek düzeyde belirmeye başlayacak olan ciddi toplumsal aksaklıkların ve yoksullaşma gibi sorunların ortaya çıktığını yansıtan önemli bir zaman dilimidir. Özellikle önemli Avrupalı güçlerin dış dünya siyasetine dair bakış açılarının değişmesiyle birlikte ortaya koydukları işler idare mekanizması Osmanlı devletinde benzer bir zemin bulamamış, 19. yüzyılın ikinci süreci bu eksikliğin hissedildiği ve Osmanlı devletinin genel olarak olumsuz etkilendiği bir evre olmuştur. Bu zaman zarfında ekonomi alanında yaşanan aksaklıklar, dinamik bir idare tesis edemeyen Osmanlı yönetimi için yaşanacak olan savaşlarla birlikte; Osmanlı tebaasının ihtiyaçları, beklentileri hususlarındaki belirsizlikler etkisini yoğun olarak hissettirmeye başlayacaktır. Olguya bu açıdan bakıldığında 19. yüzyılın bilhassa ikinci yarısıyla birlikte Osmanlı devletinin halkına karşı olan sorumlulukları noktasında ciddi bir özeleştiri sürecine girdiğini ve bu süreçle birlikte özellikle sosyal alanda uzun soluklu bir yeniden inşa etme hamlesi başlatma düşüncesi dâhilinde bulunduğunu vurgulamak gerekir. Bir araştırmacı olarak bu hususun son derece önemli ve dikkat çeken bir unsur olduğunu ayrıca belirtmek gerekir. Osmanlı devletinin bu doğrultuda gerçekleştireceği fiiliyatlarda bu endişeye tesadüf ediyor oluşumuz, bizi bu alanda bir araştırma denemesi yapmaya iten etken olmuştur. Belirtmeyi gerekli gördüğümüz bütün bu hususlara ek olarak 19. yüzyılı; uzun bir geçmişe sahip Osmanlı devletinin kendi tebaasıyla doğrudan temasa geçtiği, ilişki kurduğu özel bir dönem olarak ele almak pekâlâ mümkündür. Zira bu döneme kadar ciddi bir ağırlığı bulunmayan kurumsal, sistematik sosyal refah sistemi, sosyal devlet, toplumsal harcamalar, sosyal hizmet ve kamu refahı gibi kavramların, ortaya çıkan türlü toplumsal sıkıntılar ve yoksullaşmayla beraber Osmanlı devleti politikalarında yoğun olarak önemli bir yer almaya başladığını göreceğiz. Bu doğrultuda kimsesiz çocuklar sorunu birincil toplumsal sorun olarak ortaya çıkmış ve bu sorunun çözümüne yönelik olarak önce pratik uygulamalar yoluna gidilmiş akabinde ise sorunun ağır mahiyetinden ötürü başta İstanbul’da olmak üzere ülke genelinde önemli kurumsal düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu gerçeği ortaya çıkmıştı.

Sosyal devlet tanımlaması, kapsamı ve sosyal hizmet olgusu çok uzun süreler boyunca dünyanın değişik coğrafyalarında tartışıla gelen bir durum olmuş, yoksulluk gerçeği ve güven ortamından mahrum kitlelerin sorunları, toplumsal huzursuzlukların başlıca tetikleyici nedenleri olarak algılanmıştır. Bu olgunun evrensel boyutu, bir taraftan toplumlar arası benzerlikleri ve sorunun nasıl algılandığı noktasındaki farklılıkları ortaya koymuş, bir taraftan da problemlerin çözümü doğrultusunda farklı toplumların ne tür saptamalarda bulundukları, ne tür stratejiler geliştirdikleri ve hangi yöntemleri kullandıklarını da haber alabilmemize olanak sağlaması nedeniyle önemli bulunmuştur. Kimsesiz çocuklar meselesi de güncelliğini her zaman muhafaza etmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır.

Sosyokültürel mirasın, bilimin ve diğer bütün toplumsal aidiyetlerin düzenli olarak yarına taşınmasında, bütün bunların nüfuzuyla yeni nesillerin şekillendirilip yönlendirilmesinde, sosyal refah kurumlarının azımsanmayacak ölçüde rol oynadığı bilinen bir durumdur. Bu kesintisiz sürecin maddi oluşumları olan eğitim ve sosyal refah kurumları, yetiştirdikleri kişiliklerle toplumsal huzurun devamını amaç edinerek manevi bir işlev üstlenmişlerdir. Bu kurumlarda barınma imkânı bulabilmiş öğrencilerin; toplumun siyasal, sosyal ve ekonomik aidiyetlerine uygun bireyler olarak yetiştirilmeleri önemsenmiştir. Bir başka ifadeyle, günümüze kadar gelebilen örnekleri kadarıyla, neredeyse hiçbir egemen gücün kendi eğitim sisteminden kendisine muhalif bireylerin yetişip; toplumsal, siyasal ve ekonomik örgütlenmede yer almaları noktasında hoşgörülü bir tutum sergilenmediği rahatlıkla söylenebilir. Değinmeye çalışacağımız Osmanlı olgusu ise oldukça farklı bir düzlemde yer alır. Osmanlı devleti toplumsal tarihine bakıldığında, Osmanlı idaresinin azınlıklara kendi Müslim tebaasına oranla özellikle eğitim alanında daha fazla hak tanıdığı görülecektir. Egemen genel bir kanı olan Osmanlı’nın Gayrimüslim tebaaya karşı hoşgörülü yaklaşımı ve tanıdığı haklar dışında, toplumsal huzuru geliştirmeye yönelik olarak eğitim alanında da kendilerine sağlanan geniş haklar hususu, özellikle 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar bütün dünyada Osmanlı devletinin güçlü bir sosyal devlet anlayışı benimsediği izlenimi uyandıracaktır. Ancak bu yaklaşımın Osmanlı için ileride bir sorun oluşturup oluşturmayacağı hakkında -belli bir döneme kadar- herhangi bir tereddüt söz konusu değildi. Tanınan bu haklar kanalıyla ulaşılmak istenmiş olan toplumsal huzur ve birliktelik, 19. yüzyıl ile birlikte büyük bir toplumsal, siyasal ve ekonomik bunalımın hazırlayıcısı olacaktır.

19. yüzyılın ilk yarısından önce Osmanlı Devleti vatandaşlarının eğitim sorumluluğunu ciddi olarak üstlenmemiştir (Ubicini 1977, s. 26). Devlet, asker ve yönetici yetiştirmenin yeterliliğine inanan bir siyaset yürütmüştür. Vakıf kurumları, devletin yetersiz bıraktığı bu alanı doldurma işlevi görse de, bu doğrultudaki kuramların azlığı devletin son dönemleriyle birlikte giderek büyüyen sorunu giderme noktasında tam yeterli olamazdı. Üstelik bu kuramların çoğu, hayırsever kişiler ve misyonerler tarafından tesis edilmiş müesseselerdi. Osmanlı Devletinin eğitimi bir kamu hizmeti olarak algılamaya başlaması ancak Tanzimat’tan sonra görülebilecektir. Bunun temel nedeni de 18. yüzyılda az da olsa farkına vardığı geri kalmışlığıdır. Böylece mevcut süregelen Osmanlı idaresi düşüncesi kabuk değiştirmeye ve modern sosyal devlet anlayışının bir gerekliliği olan kamu hizmetlerinde daha aktif görev alma/sorumluluk üstlenme ilkesine uygun bir siyaset uygulanmaya başlanmıştır. Nitekim eğitimde idari teşkilatlanma yoluna gidilerek, okulların çoğaltılması ve ihtiyaca göre yeniden geliştirilmesi kararı alınır. Bütün bunların yanında gözden kaçırılmaması gereken bir başka önemli açıklayıcı husus da, Osmanlı Devleti sınırları dâhilinde yapılan/an/dırılan veya tesis edilen kuruluşların yerel nitelikte örgütlenmiş olmalarıdır. Direk merkeze bağlı olmayan bu kurumlar, kendi yapılanmalarını kuruldukları yerin resmi kanalları vasıtasıyla oluşturarak, günümüzde Avrupa ve daha birçok gelişmiş coğrafyada uygulanan sistemin temellerini atmışlardır, denilebilir.

Kimsesiz çocuklar başta olmak üzere ihtiyaç halindeki çocuklar sorunu ve bu hususa yönelik çalışmalar Osmanlı Devletinde XX. asır başlarında yoğun olarak hissedilmiş olmakla birlikte, bu çocuklara yönelik ilk çalışmaların Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar uzandığı bilinmektedir. Araştırmakta olduğumuz dönemin başlarına kadar devam eden ve neredeyse her Osmanlı padişahının ayrı bir önem atfettiği duyarlılık ürünü bu çalışmalar; daha çok ihtiyaç halindeki çocukların eğitimlerine odaklanan ve aynı zamanda bu çocuklara nakdi yardım verilmesi ile ilgili girişimler olup kurumsal bir nitelikten uzak faaliyetler olmuşlardır. Araştırmamızda özellikle temel sorun olarak ele alacağımız yardıma muhtaç, kimsesiz ve çeşitli nedenlerden ötürü ortada kalan çocukların dışında; yoksul ve fakir insan sayısındaki artış toplumsal bir mesele haline gelecek ve bu sorunlar 19. yüzyılda Osmanlı devletini daha önce hiç olmadığı kadar meşgul edecektir. Kısacası bu husus; 19. yüzyıl Osmanlı devletinin varlığını devam ettirme noktasında yeni çözüm arayışlarının içine girmesindeki temel iç nedenlerden birisi olarak karşımıza çıkacaktır. Çoğu akademisyenin de sıklıkla dile getirdiği üzere, bu sorun; bir açıdan meşruiyeti yeniden faklı kanallar aracılığıyla tesis etme süreci olarak değerlendirilirken, bir başka açıdan da Osmanlı devletinin daha önce kurumsal anlamda rastlanılmamış ölçüde göstermiş olduğu ehemmiyetin yansıması olarak, kimsesiz çocuklar ve sosyal hizmet atılımlarının başlamasındaki hazırlayıcı etmen olarak gösterilmiştir. Osmanlı devletinde sosyal hizmet anlayışının kurumsal bir nitelik kazanması süreci 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısıyla birlikte olacaktır.

Bu bilgilerden hareketle, 1851 yılında Eytam Nazırlığı’nın kurulması ile kimsesiz çocuklar sorunu başka bir boyut kazanmış, çocuk haklarının iyileştirilmesi ve bunların yeni yasalar kanalıyla korunması doğrultusunda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Mithat Paşa tarafından bikes çocuklar için kurulan Islahhaneler, kimsesiz çocuklar sorununu ortadan kaldırmaya yönelik olarak tesis edilen ilk kuramlardır. Daha sonraları Dâr’ül-eytam olarak adlandırılacak ve tesisi bizzat Sultan Abdülhamit tarafından maddi ve manevi olarak desteklenecek olan Dâr’ül Hayr-i Âli’nin kurulması ile çocukların korunması ve eğitimi hususlarında, Osmanlı devleti ilk kapsamlı uygulamayı başlatmıştır. Bununla beraber, yine bu dönemde açılan Hamidiye Etfal Hastanesi Osmanlı devletinin sadece kimsesiz çocuklar alanında değil genel olarak çocuk refahı doğrultusunda da kayda değer gelişmeler kaydettiğinin önemli bir göstergesidir. Bu dönemde yaşanan ağır savaşlar ve ekonomik sıkıntılara rağmen çocuk refahı doğrultusunda gerçekleştirilen bu çalışmalar, Osmanlı devletinin sosyal devlet anlayışına verdiği önemin bir göstergesidir.

Konu başlığını son dönem Osmanlı toplumunda kimsesiz çocuklar olarak belirlediğimiz bu araştırma denememizde, İstanbul’da ve kısa hatlarıyla Osmanlı sınırları genelinde kimsesiz, yardıma muhtaç, sokaklarda başıboş gezen çocuklar, mevcut savaşlardan ileri gelen ekonomik sıkıntılar, sosyal huzursuzluklardan ötürü ortada kalan yetim ve öksüzler için devlet eliyle gerçekleştirilmeye çalışılan uygulamalara değinmeye çalışacağız. Bu süreç dâhilinde; Osmanlı devletinin gerçekleştirmeye çalıştığı sosyal devlet uygulamaları önemli olmakla birlikte, Osmanlı devlet adamlarını bu hususa karşı daha duyarlı kılan etmenlere değinerek kimsesiz çocuklar meselesinin arka planında yer alan toplumsal ve siyasal atmosferi de yansıtmaya çalışacağız. Siyasi ve askeri açıdan Osmanlı devletini zorlayan gelişmeler yaşansa da; önemli bir zaman dilimi olarak 19. yüzyıl, Osmanlı devletinin sosyal refah uygulamaları alanında geleneksellikten ayrılarak modern anlamda kurumsal bir kimlik kazandığı bir zirve dönemidir. Bu doğrultuda kaydedilen gelişmelerle, Osmanlı devleti çağı yakalamaya ve çağa ayak uydurmaya çalışmıştır.

İncelemekte olduğumuz dönemin başlarına kadar, Osmanlı devleti genel olarak askeri gücün bütün sorunların aşılmasında yeterli bir unsur olduğu izlenimi uyandırmıştır. Avrupalı devletlerin kendi coğrafyalarında meydana gelen bilimsel ve kültürel gelişmelerle yeni bir gelişme seyrine girdiği dönemde, Osmanlı devleti hızlı veya benzer keskin bir geçiş süreci yaşayamamıştır. Yenileşme çabalarının ağır kıpırdanışlarla ilerlemesi çeşitli toplumsal endişeleri belirginleştirmiştir. Bu noktada; üzerinde çalıştığımız sosyal sorununun nedenleri ve çözümü noktasında Osmanlı devletinin özellikle 1850’li yıllar itibariyle doğrudan müdahale ihtiyacı hissettiğine tanık oluyoruz. Belki de gözden kaçırılan fakat son derece önemli olduğunu düşündüğümüz durum, Osmanlı devletinin geleceğin inşası noktasında geleneksel askeri gücün yeterli olamayacağını idrak etmesi ve bilhassa çocuk eğitiminin bu hususun en önemli tamamlayıcı parçalarından birisi olduğu gerçeğini kabullenmiş olmasıdır. Bu doğrultuda hayata geçirilen çocuk refahı kurumları ve diğer benzer oluşumlar açıklamalarımızı teyit eden önemli göstergelerdir.

Bu çalışma, Osmanlı devleti sınırları dâhilinde yaşanan kimsesiz çocuklar sorununa ilişkin bütüncül bir bakış açısı sunma amacı gütmektedir. 19. yüzyıl öncesi Osmanlı toplumunda kimsesiz çocukların ihtiyaçlarına cevap veren kurumlar ve benzer doğrultuda yapılan çalışmalara değineceğiz. İmarethaneler ve ıslahhanelerin Osmanlı toplumsal yaşamında kapsadığı alan ve bu alanın kimsesiz çocuklar sorunun çözümünde oynadığı yapıcı role de değinilecektir. Korunmaya muhtaç bikes çocuklar sorununun ağırlaştığı bu zaman diliminde Osmanlı devletinin farklı bölgelerinde yabancı devletlerin desteğiyle sosyal yardım uygulamalarında bulunan derneklerin faaliyetleri ve bu derneklerin Osmanlı devletinin yürüttüğü sosyal hizmet anlayışı çalışmalarıyla herhangi bir etkileşim yaşayıp yaşamadığına bakılacaktır. Yine kimsesiz çocuklara mesleki eğitim sunan okullara ve bu amaç doğrultusunda Osmanlı devleti tarafından birkaç Avrupa ülkesine gönderilen farklı milletlere mensup bikeslere temas edilecektir.

1. OSMANLI DEVLETİ VE DÖNEMİN SİYASİ ANALİZİ

Son derece önemli bir zaman kesiti olarak 19. yüzyıl, Osmanlı devletini derinden etkileyen gelişmelerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Devletin son birkaç yüzyılında belirmeye başlayan Batı karşısındaki gerileme, araştırmamızın kapsadığı zaman diliminde daha da yoğunlaşmıştır. Tanzimat’a kadar askeri, siyasi gücü ve geleneksel doğrularından emin olan Osmanlı devletinin, bu dönem itibariyle değerlerini sorgulama ihtiyacı hissettiğini ve çağdaşlaşma yolunda önemli atılımlar yapmak üzere kendisini yeniden tanımlamaya çalıştığına tanık oluyoruz (Davutoğlu 2002, s. 239). Bütün bu hususların Osmanlı devletini yoğun bir diplomasi sürecine müdahil kıldığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira 19. yüzyıl siyaset kuramcıları - Osmanlı devleti gibi bünyesinde çok farklı etnisiteyi barındıran yapılar için ciddi bir tehlike teşkil edecek olan- her ulusun kendi geleceğini tayin etme, başka bir ifadeye kendi devletine sahip olduğu/olması gerektiği ilkesini güçlü bir şekilde vurgulamaya başlamışlardır. Buna karşılık Osmanlı devleti yenileşme hareketleriyle çağı yakalamaya çalışmış ve ayakta kalabilmenin çareleri üzerinde durmuştur. Burada vurgulamamız gereken en önemli husus, askeri veya siyasi hedeflerden çok, Osmanlı devletinin belki de üzerinde en çok duracağı hususlardan birisi olan kamusal alana yönelik yapıcı faaliyetleri olacaktır.

Avrupalı devletlerin Osmanlı devletini hasta adam olarak nitelendirmesi bu zaman dilimi itibariyle başlamıştır. Bu yakıştırmanın, Osmanlı devletine bilhassa siyasi arenada etkin bir duruş sergileyebilme niteliğini kazandıramayan devlet adamlarının yokluğu göz önüne alınarak kısmen doğru ve yerinde olduğu söylenebilir. Zira bu dönem şartlarında; hemen her an değişebilecek bir yapaylık ve menfaat çıkarına dayalı ilişkiler siyasalında, Osmanlı devletini doğru bir konumda tutabilecek -yetişmiş devlet görevlileri eksikliğinden ileri gelen- siyasi bir bürokrasi mekanizmasının mevcut olmayışı hissedilen bir ihtiyaçtı. Ancak Justin Mc Marty’inin de belirttiği üzere, Osmanlı devleti ancak terminolojik olarak öyle kabul edilebilir. Zorlu bir yenileşme ve çağdaşlaşma sürecinden geçecek olan Osmanlı devleti; ciddi idare kusurları, devlet yönetimi ve askeri kesim arasında tam olarak sağlanamayan birliktelik, iç ve dış düşman unsurlarının Osmanlı ülkesine karşı olan fiili saldırılarına rağmen, sınırları dâhilindeki faklılıklara karşı öteden beridir göstermiş olduğu hoşgörü ve müsamahayı devam ettirmekten geri durmamıştır. Bu çözülme döneminin gün yüzüne çıkardığı karmaşa ortamına rağmen Osmanlı devleti, sosyal devlet olmanın gerekliliklerini daha fazla yerine getirmeye çaba gösteren bir mahiyette karşımıza çıkmaktadır. Kararlılıkla sürdürülecek ve Osmanlı devletini yeni sorumluluklar üstlenmeye doğru götürecek bu politikanın zaman içerisinde ekonomi ve sosyal kitleler nazarında yaratacağı olumlu tepki, özellikle Osmanlı üzerine çalışan sosyal tarihçiler tarafından dile getirilecek olan önemli birnitelik olacaktır. Değinmekte olduğumuz hoşgörü siyasetine paralel olarak, ekonominin kısmen de olsa geliştiği ve nüfusu arttığı teyit edilen bir durumdur. Konumuzla olan bağlantısı noktasında dikkat edilmesi gereken diğer bir önemli husus da ülkenin eğitim sistemidir. Modern anlamda Osmanlı devletinin kendi tebaasının eğitim sorumluğunu üstlenmesi de bu dönemde ortaya çıkan geç bir özellik olacaktır. Kurumsal yapılanmanın kısa sürede önemli gelişme kaydedeceği bu sürecin sonunda, Osmanlı devleti birçoğu günümüze kadar da ulaşacak önemli kurumlara sahip bir kimlikle karşımıza çıkacaktır. Bu dönemde eğitimde yaşanan ilerleme; önemli bir sosyal devlet ölçütü ve göstergesi olarak, bu alanda çalışan akademisyenler tarafından dile getirilen bir unsur olacaktır. Çeşitli okullarda görev almaya hazır öğretmen sayısının artmış olması, sosyal devlet uygulamalarının toplumsal yaşamda uygulama zemini bulmasında destekleyi olmuştur (McCarty 2001, s. 1-3). Kimsesiz çocukların eğitimleriyle ilgili gelişmelere temas ederken bu hususun önemine daha detaylı değineceğiz.

Tarihi süreç boyunca, ekonomik yetersizlikler ve eğitim sistemindeki aksaklıklar; toplumların özellikle devletlerarası siyasal ilişkiler arenasında etkin bir güç haline gelebilmelerinin ve ilerlemelerinin önünde engel teşkil eden sebeblerin başında gelmişlerdir. Osmanlı ülkesindeki sermaye eksikliği, eğitilmiş kalifiye iş gücü yoksunluğu, endüstriyel ve ekonomik altyapı yetersizliği, devlet idaresi noktasında gerekli kıstası taşımaktan uzak olan Osmanlı idarecileri, işlerin yolunda gitmesinin önündeki başlıca engeller olarak gün yüzüne çıkmışlardır. Osmanlı devleti için 19. yüzyıldaki ilk önemli sorun olan Yunan ihtilali ve Mısır meselesinden sonra, yüz yüze kalınan diğer önemli bir sorun da 1875-1878 bunalımıdır. Hersek (1875) ve Bulgar isynanı (1876) Osmanlı devletini ciddi sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır (Akşin 2005, s. 149-151). Diğer taraftan Rusya ile yaşanan uzun süreli savaş ortamı ve bu süreçte kaybedilenler; Osmanlının ayakta kalma mücadelesinde ve çağı yakalama çabalarında büyük sorunlara yol açmıştır (Palabıyık Mustafa Serdar ve Bozkuş Yıldız Deveci 2011, s. 83-85). 1768 ve 1878 yılları arasında Rusya ile Osmanlı arasında cereyan eden beş savaşın dördünü kaybeden Osmanlı devleti; 19. yüzyılın ikinci yarısında ağırlaşan ekonomik ve sosyal sorunlar karşısında, sosyal devlet gerekliliklerini yerine getirme noktasında daha çok çaba göstermiştir (Özbayrak 2011, s. 99). Osmanlı devletinin ayakta kalması belki de gerçekten zordu. Zira yeniden üretebileceği bir şeyi kalmamıştı. Başlatmış olduğu değişim ve dönüşüm süreci de uzun vakit isteyen bir zaman diliminde ortaya çıkmıştı, dolayısıyla Osmanlı devletinin bunları gerçekleştirmek için yeterli zamanı olamayacaktı. Yapılmak istenenlerin gereksiz ve anlamsız tartışmalarla kesintiye uğraması da bu sürecin istenilen doğrultuda ilerlemesini imkânsız kılmıştır (McCarty 2001, s. 11).

3 Kasım 1839 yılında Sultan Abdülmecit tarafından ilan edilen Tanzimat Fermanı ve Osmanlı devletinin Hristiyan tebaasına sağlamış olduğu hakların bir kez daha kendiliğinden teyit edilmesini öngören 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı, hem Osmanlı siyasi tarihinde hem de Osmanlı sosyal yaşamında hazırlayıcısı olduğu değişimler nedeniyle önemli bir konuma sahiptir (Akşin 2005, s. 124-126, 132; Goodsell 1922, s. 72-73; Peet 1922, s. 91-92). Bilhassa Osmanlı devletinin idaresi hususunda önemli değişiklikler yaşanmıştır (Köksal 2007, s. 122-127; İnalcık 1996, s. 361-383). Bu türden bir değişikliğin, devletin sosyal hizmet uygulamalarını daha geniş kapsamlı ve etkili uygulayabilme zemini bulabilmesi açısından son derece önemli kanaatindeyiz. Belirgin olarak bu döneme kadar Osmanlı devletinin sorumluluk alanı dâhilinde sosyal hizmet yükümlülükleri/uygulamaları adı altında doğrudan sorumluluk üstlenme endişesi olamamıştı. Sosyal düzenin devamı için zaruri olan sosyal yardımlaşma mefhumu taşıyıcılarının baş aktörleri; ekonomik durumları yerinde olan Müslim halk ve Gayrimüslim kesim idi. Dış destekli dernekler ve diğer sosyal yardımlaşma kuruluşlarını da bu kategoriye dâhil etmek mümkündür. Sözünü etmekte olduğumuz süreç bu açıdan değerlendirildiğinde, Tanzimat sonrasındaki dönem bir dönüm noktası olarak ele alınabilir. Zira Tanzimat ile birlikte Osmanlı devleti; sosyal devlet, sosyal yardımlaşma, sosyal hizmet, sosyal nizamın bekası, okullar, kamusal etkinlikler, yeni hak ve özgürlüklerin sağlanması noktasında gözle görülür bir çaba sarf etmeye başlamıştır (McCarty 2001, s. 17).

İncelemekte olduğumuz olgunun daha iyi anlaşılabilmesi için süreç dâhilinde seyreden ekonomik sorunların, sosyal refahı olumsuz etkilediği gerçeğine güçlü olarak vurgu yapabilmek üzere, 1850 itibariyle Osmanlı ülkesi genelinde gözlemlenen ekonomik çözülmenin göz önünde bulundurularak olguya yaklaşılması gerektiği düşünülmektedir. Sosyal refahı tesis etmek üzere ekonomik gelişim için ilk olarak 1854 yılında Avrupa bankalarından alınmaya başlanan borç para, hedeflenen refahı sağlamanın çok uzağında kalmış ve ilerleyen zamanlarda ciddi bir engel haline dönüşmüştür (Çakmak 2011, s. 80). 1863 yılında tekrar alınan 36 milyon dolarlık borç paranın, yol açacağı sorunlar buna örnek olarak gösterilebilir (McCarty 2001, s. 22).

2. GELENEKSEL OSMANLI TOPLUMUNDA KİMSESİZ ÇOCUKLAR

Tarih disiplinin siyasi ve sosyal olarak tasnifi, uzun bir geçmişe sahip değildir. “Gerçekten, tarih(in bazı bölümleri) ve sosyal bilimler(in bazı bölümleri) arasında yakın bir işbirliği ve hatta kaynaşmanın dikkate değer ve dikkat çeken bir olay olması için 1960’ları beklemek gerekecekti. Tarihte, disiplinin geleneksel çalışmalarının modern ihtiyaçları artık tam olarak karşılamadığı inancı giderek güçlendi. Tarihçiler geçmişin siyasetini incelemekte, geçmişin sosyal ve ekonomik hayatından daha başarılı bulmuşlardır. Tarih araştırmaları daha çok olaylarla bireylerin ve kurumların saikleri üzerinde yoğunlaşmış, uzun vadede etkili olan daha anonim süreçleri ve yapıları çözümlemek için gereken araçları geliştirmede aynı başarıyı gösterememişti. Yapılar ve süreçler ihmal edilmiş görünüyordu. Bütün bunlar, tarih araştırmalarının kapsamı genişletilererek değişecekti: Ekonomik ve sosyal tarih, hem kendi başına, hem de genel olarak tarihi anlamak için bir anahtar olarak, daha fazla ilgiyi hak ediyordu.”(Gulbenkian Komisyonu 2008, s. 44).

Yüzeysel olarak bu türden bir tasnifin temel amacı araştırmacıların daha sağlıklı çalışmalar ortaya koymalarını mümkün kılmak olsa da, asıl amaç daha ziyade her iki tasnifin alt objeleri olan olay örüntülerinin daha etkin bir çalışma unsuru olmalarına zemin hazırlamaktır. Sosyal tarih olgusu uzun zamandır batı toplumlarının ve entelektüellerinin çok büyük önem atfettiği bir araştırma sahası olmuştur. Siyasi tarih sorunsallarından çok; bu problemlerin kökeninde yer alan sosyal objeler, kavramlar ve olgular üzerinde önemle durulan meseleler olmuşlardır. Kitleleri ilgilendiren mevzuların daha doğru, daha ayrıntılı ve daha çoğulcu nasıl ele alınabileceği doğrultusunda komisyonlar toplanmış ve oturumlar düzenlenmiştir. Dolayısıyla Batılı devletlerin veya araştırmacıların sosyal içerikli hususlara eğilme noktasında öncülük ettikleri sonucu çıkarılabilir.

Sosyal tarih denilince çoğu zaman akla gelen başlıca objelerden birisi aile ve alt unsurları olmaktadır. Bu yönüyle daha özelde çocuklar veya çocuk tarihi; sosyal tarih kapsamının en önemli alt başlıklarının başında gelmekle beraber, bu hususlara gereken değerin verilmediği ve çoğu zaman ihmal edilen önemli bir eksiklik olarak meselenin günümüze kadar geldiğini görüyoruz. Ülkemiz tarih araştırmalarında siyasi tarih algısının büyük yer tuttuğunu ve sosyal tarih anlayışının oldukça geri planda kaldığını söyleyebiliriz. Yine aynı doğrultuda sözünü etmekte olduğumuz olumsuz durumun belli bir durağanlıkta kalmasının temel nedeni; akademisyenlerin, tarih araştırmacılarının ve bilim uzmanlarının çocuk, çocuk tarihi, çocuk hakları ya da genel olarak aile olgusunun/tarihinin bir araştırma konusu olabilecek bir nitelik taşımadığı görüşünü benimsiyor oluşlarından ileri gelmektedir. Bir birey olarak çocuğun veya kadının toplumda kapsadığı alanın açıklayıcı özellikleri, dâhilinde bulundukları çevre, etkide bulundukları siyasi ve ekonomik yaşam, devletle olan münasebetleri, yönetici zümrenin çocuk tasavvuru ve onların ihtiyaçlarına cevap vermek üzere ortaya koydukları politikalar çoğu zaman araştırmacılar tarafından ciddi bir bilimsel çaba olarak algılanmamış veya bu hususta etkin bir akademik çalışma yürütmenin kaynak yetersizliğinden ötürü mümkün olamayacağı izlenimine kapılmıştır. Oysaki tarih yöntembilimine bağlı kalınarak ortaya konulacak bir araştırma denemesinin diğer bir tarih araştırmasından az ya da daha çok önemli olarak değerlendirilemeyeceğini ancak nitelik yönünden sağlıklı bir karşılaştırmanın yapılabileceğini söyleyebiliriz. Diğer taraftan genel olarak aile veya çocuklar üzerine Osmanlı devletini yansıtan araştırmaların bu doğrultuda bütünsellik arz ettiği söylenemez. Örneğin konumuz dâhilinde istifade ettiğimiz ve batılı yazarlar/seyyahlar tarafından ele alınan, daha çok gözleme dayalı eserlerde çocuk ve kadın vurgusu sık yapılıyorken; sokağa dair, hanelerin içini yansıtan, gündelik yaşamın merkezindeki sokak insanına temas eden, kimsesiz çocukları ve onlara dair betimlemeleri içine alan herhangi bir değerlendirmeye tesadüf etmek oldukça zordur (Gautier 1856, s. 194-205).

Gündelik yaşam, son derece geniş bir toplumsal alana karşılık gelen bir nitelendirmedir. Bu yaşamın merkezinde yer alan çocukların; yetiştirilme tarzları, ne tür ailelerden geldiklerini kavramamızı sağlayan ailevi özellikleri, sosyal statüleri, giyim kuşamları, alışkanlıkları, gündelik yaşamın kendine özgü dönem şartları, olumlu olumsuz tarafları, çocukların bu özellikler karşısındaki tanımlamaları, çevreden hareketle devletin kendilerine karşı olan ilgisi/yaklaşımı dikkatimizi çeken incelenmeye değer hususlardır. Çocuk üzerine yapılan bir çalışmanın etkinliği için bu hususları oldukça önemli buluyoruz. Bu etkenlerin göz ardı edildiği bir çalışma denemesi veya böyle bir yönelim, dönemi daha geniş kapsamlı değerlendirmemizi/kavrayabilmemizi zorlaştıracaktır.

Osmanlı çocukları mevzusuna dönecek olursak; bu doğrultuda bilhassa kimsesiz çocuklara ilişkin yapılacak bir araştırma için en büyük eksiklik, soruna bir bütün olarak ele alan kaynak sayısının yetersizliğidir. Hatıratlarda bile çocuklar, çocukluk dönemi, çocuk sorunları, toplumun çocuk algısı ve çocuklara olan yaklaşımı yeterli olarak yer alamamış, sunulan bilgiler ancak anlatıcının kendi yaşantısıyla sınırlı kalmıştır. Aynı şekilde çocuklara dair kaynak belge bulma hususunun zor ve karmaşık bir durum olduğu da dile getirilmiş diğer önemli bir yetersizlik olmuştur (Okay 2000, s. 219).

Osmanlı devletinde çocuklara hitap eden faaliyetlerin artmaya başlaması, kimsesiz çocuklar sorunun ciddi bir hal almasıyla yakından ilintilidir. Kanaatimize göre Osmanlı ülkesinde bikes çocuklar hakkında, bu husus önemli bir sıkıntı olarak ortaya çıkana kadar, bilgi edinilebilecek etkin bir yayın ağı yoktu. Sayıları, sorunları, toplum içindeki konumları, ihtiyaçları, özellikleri, gelecekleri ve eğitimlerine dair; 19. yüzyılın ikinci yarısının başlarına kadar bilgiye tesadüf edeceğimiz materyal sınırlıydı. Oysa bu dönemlerde Avrupa coğrafyasında da ağır siyasi ve ekonomik şartlardan ileri gelen toplumsal bunalımlar söz konusuydu. Özellikle Fransa’da bir birey olarak çocuğa dair geniş çapta konferanslar düzenlenirken, Osmanlı toplumsal yaşamında kimsesiz çocuklar ve sorunlarının merkezde yer aldığı etkin bir edebiyat ürünü bile nadiren mevcuttu.

3 Kasım 1839 tarihinde ilan edilen Tanzimat Fermanı öncesine kadar Osmanlı toplumunda çocuğun farklı özellikleri ve ihtiyaçları olabilecek bir kişilik olarak toplumda yer edinemediğini görüyoruz (Okay 2002, s. 41). Bu tür bir genel algı ne toplumsal bilinçte ne de Osmanlı hükümeti nazarında henüz oluşmamıştı. Çağdaşlaşma süreciyle birlikte çocuk, artık ayrı bir kişilik olarak kabul görmeye başlar. Bu zaman diliminde çocukların geleceğin en büyük teminatı oldukları düşüncesinin de toplumsal bilinçte yer edinmesiyle bir birlikte, bu güvenli geleceği tesis etmek üzere çocuklar için bir takım düzenlemeler yapılmaya başlanmıştır. Örneğin çocuklar için hastaneler yapılmaya başlanır. Çocuk sağlığı ve hastalıkları hususlarında oldukça geride kalmış olan Osmanlı devleti bu süreçle birlikte çocuk sağlığı noktasında hassas bir ilgi politikası yürütür (Okay 2002, s. 45-49). Bu zaman dilimiyle birlikte Osmanlının kendi tebaasına karşı süregelen mevcut bakış açısının/algısının değişmeye başladığını görüyoruz. Bu düşünce değişimine verilebilecek en uygun örnek III. Selim döneminde dile getirilen ve II. Mahmut döneminde uygulanan kimsesiz çocukların kayıt altına alınarak daha fazla sayıda asker sağlama projesiydi. Yeni ordu temellerinin atılmak istendiği bu dönemde sayıca fazla olan yetim ve yoksul çocuklardan bu hususta faydalanılmak istenmiştir. Dönemin ileri gelen devlet adamlarından Abdullah Berri Efendi yeni ordunun tesisi için yetim ve yoksul çocukların devşirilmesi önerisinde bulunmuştur. Yılda bu çocuklardan 3-4 bin civarında askerin yetiştirilebileceği düşüncesi üzerinde durulmuştu (Berkes 2009, s. 93). Bu düşünce yukarıda da belirttiğimiz üzere tamamen değişecek ve çocukların başka ihtiyaçları olduğu gerçeği daha çok ön plana çıkacaktır. Çocukların eğitimi ve yetiştirilmeleri ileriye dönük hedeflerin gerçekleştirilmesinde ve sağlıklı bir batılılaşma hedefinde etkili olabilecek iki önemli husus olarak ortaya çıktı. Bu doğrultuda okul müfredatları yeniden gözden geçirilerek, müfredatın ihtiyaca cevap verebilecek düzeye getirilmesine çalışıldı. Benzer şekilde çocuklara yönelik birçok sanatsal etkinliğin yolu bu süreçle birlikte olacaktır. Onlar için şarkılar bestelenir, tiyatrolar düzenlenir oldu. 1869 yılından başlayarak sayıları kısa zaman içerisinde hızla artacak olan çocuk dergileri basılmaya başlanır (Okay 2000, s. 220-221). Bütün bunlardan, belli bir döneme kadar kendi tebaasının eğitim sorumluğunu üstlenme ihtiyacı hissetmeyen Osmanlı devletinin açıklamaya çalıştığımız süreçle birlikte kendi çocukları için endişeler taşımaya başladığını ve bu endişeyi sağlam bir gelecek modeline dönüştürmek üzere düzenlemeler ve yenilikler yaptığına tanık oluyoruz. Dikkat edilmesi gereken husus, Osmanlı devletinin taşımış

olduğu endişelerden yeni bir toplumsal düzen hedeflemesidir. Hedef/aracı kitlelerden birisi de ise çocuklardır. Devletin bekası, toplumsal huzur ve birliktelik için askeri tedbirlerden çok eğitim ve diplomasi sürecinin ön plana çıktığı bir dönemde, Osmanlı Devleti doğru hamlelerin çocukların gelecek için yetiştirilmeleriyle atılabileceğine inanmış bir siyaset takip etmişlerdir.

Osmanlı devletinin benzer endişeyi devletin sınırları dâhilinde bulunan bütün kimsesizler/çocuklar için taşıdığı veya çocuklara ilişkin bu gelişmelerin bütün Osmanlı ülkesi genelinde yaşandığı söylenemez. Başta İstanbul olmak üzere, İzmir ve Selanik gibi Osmanlı vilayetlerinin bu gelişme ve yeniliklerden önemli ölçüde faydalanabildiği; buna karşılık diğer uzak Osmanlı vilayetlerinde kimsesiz çocukların ve yoksul halkın bu yeni gelişmelere doğrudan tanık olamadıklarını söylemek mümkündür. Avrupa’ya kıyasla yerel yönetimlerin de henüz olgun bir sosyal devlet politikası bilincine sahip olamadığı/kavuşamadığı Osmanlı Anadolusu, ciddi sıkıntılarla baş başa kalmıştır. Bu husus, 19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı devleti için ciddi sosyoekonomik/sosyokültürel sorunların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Zira bu uzak vilayetlerden Osmanlı payitahtına doğru başlayacak olan kimsesiz çocuklar akını/göçü ciddi problemlerin yaşanmasını kaçınılmaz kılmıştır. Başta İstanbul olmak üzere dönemin diğer belli başlı kentlerinde; buralara yeni göç etmiş niteliksiz kimseler, işçiler ve düşük gelire sahip toplulukların hanesi konumunda bulunan bekâr odalarının 1808 yılında kapatılmış olması (Karpat 2010, s. 178), 1850 itibariyle yoğunlaşacak toplumsal huzursuzluğun ciddi bir boyut kazanamamış olmasında etkili olmuştur çıkarımı da yapılabilir. Diğer taraftan Anadolu’nun uç vilayetlerinde incelediğimiz olgunun odak noktasını oluşturan kimsesiz çocuklar ve yoksul halkın ancak bölge müşirlerinin inisiyatiflerine kaldıklarını söylemek yerinde bir değerlendirme olacaktır. Van ve Cizre gibi önemli geçmişe ve kültürel mirasa sahip vilayetlerde Osmanlı merkezinden doğrudan bir müdahalenin olamadığını görüyoruz. Kimi dönemler Osmanlı devletinin görevlendirdiği yöneticiler bu kimsesiz çocuklar topluluğuna ve yoksul halka karşı gereken sosyal yardımı sağlamış olmakla beraber, bazı dönemlerde de yöneticilerin kişisel özelliklerinden ileri gelen tutumlarından dolayı bu insanlar kendi hallerine bırakılmışlardır. Bu noktada, Osmanlı merkezine ve büyük şehirlerine olan kimsesiz ve yoksul halk göçünün temelinde yatan ciddi bir unsur olarak dönem yöneticilerinin olumsuz tutumlarını sayabiliriz. Van ve Cizre örneklerine bu bağlamda tekrar dönecek olursak, sultan II. Abdülhamit’e atfen yapılan meşruiyet sağlama eleştirisinin temelini oluşturan kimsesiz ve yoksul halkın koruyuculuğunu üstlenme hususu akıllara gelmektedir. Osmanlı devletinin doğrudan müdahale ve denetiminden uzak Cizre gibi vilayetlerde; Osmanlı devletinin görevlendirdiği idarecilerin hem halk, hem de Osmanlı hükümeti nazarında meşruiyetlerini tesis etme ve kuvvetlendirme noktasında kimsesiz ve yoksul halkı hedef alan uygulamalar gerçekleştirdiklerini biliyoruz (Kardam 2011, s. 223-232, 267). Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, idari ve siyasi kargaşaların yaşanacağı dönemlerde bu çocukların ve yoksul halkın tamamen kendi hallerine bırakıldıklarını ve bundan ötürü başka vilayetlere göçün arttığı sonucunu çıkarmak pekâlâ mümkündür.


BÖLÜM II

TANZİMAT ÖNCESİ OSMANLI SOSYAL PRATİĞİ

1. 1850 ÖNCESİ DÖNEMDE KİMSESİZ ÇOCUKLAR

Türk toplulukları, tarih sahnesine çıktıkları ilk andan yakın dönemlere kadar, köklü ve sağlam bir sosyal dayanışma örneği sergilemişlerdir. Uygur ve Kırgız Türkleri; yoksul, yaşlı, sakat, kimsesiz ve yardıma gereksinim duyan herkese gerekli yardımları ulaştırmış, ihtiyaçlarını gidermişlerdir. Refah dönemlerinde hoşgörü; zor ve sıkıntılı süreçlerin yaşandığı zamanlarda da, maddi ve manevi hareketlilik bu dayanışmayı sürekli canlı tutan önemli bir unsur olmuştur. Osmanlı devleti bu sürecin en önemli halkalarından birisi olarak dikkat çekmektedir.

Osmanlı devleti sınırları dâhilinde tesis edilen sosyal yardımlaşma kurumları ve vakıfların sayısından da anlaşılabileceği üzere; Osmanlı devleti üzerinde yoğunlaşan akademisyenler ve Osmanlı toplumunu gözlemleyebilme fırsatı yakalayabilmiş herkes, Osmanlı için bir Vakıf Medeniyeti nitelendirmesinde bulunur. Devletin en ücra sınırlarında bile büyük bir duyarlılıkla tesis edilen vakıflar, Osmanlıların muhtaç insanların sorunlarını çözüme kavuşturma yolundaki kararlılığını yansıtmaktadır. Din, dil ve ırk ayrımı yapmaksızın vakıf hizmetlerinin bütün Osmanlı tebasına ulaştırılmasına gayret gösterilmiştir. Osmanlı padişahları her dönemde bu faaliyetlerin uygulayıcısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı devletinde ilk imaretin kurucusu olan Orhan Gazi; İznik’te yaptırmış olduğu imaretin açılışında, kendisi hizmet etmiş ve fakirlerle bizzat kendisi ilgilenmiştir (Kutlutürk 2010, s. 30-31). Orhan Gazi’den başlayarak, hemen her dönemde Osmanlı padişahları benzeri vakıf saysının artması yolunda önemli gayretler sarfetmişlerdir.

İmarethanelerin Osmanlı toplumsal yaşamında sahip olduğu önemi yansıtan bu bilgilere ek olarak, Sıbyan okullarının da benzer bir işlev üstlendiklerini vurgulamak gerekir. “Sıbyan okullarında sosyal yardıma da özel bir önem verildiği vakfiyelerinde görülmektedir. Fatih Sultan Mehmed’in külliyesinde yaptırdığı ve "Darüttalim" adını verdiği ve oğlu II. Bayezid’in aynı suretle külliyesinde yaptırdığı ve "Muallimhane" diye adlandırdığı okullara özellikle yetim çocukların, bulunmazsa fakir çocuklarının alınması şart koşulmuş ve bu okulların öğrencilerine gündelik harçlıklar vakf olunmuştur. Birçok okulların vakfiyelerinde de kimsesiz veya fakir çocuklara her yıl "kapama" deyimi altında elbise ve ayakkabı almayı sağlıyacak ödenekler ayrıldığı gibi, belli günlerde yiyecek veya harçlık dağıtılmasını sağlayacak tahsisler yapıldığı, hatta II. Bayezid’in ve Kanuni’nin İstanbul’da yaptırdığı mekteplerle Yavuz’un annesi tarafından Trabzon’da yaptırılan "Hatuniye" mektebi gibi bazılarında da bütün bu sayılanlardan başka günde iki öğün yemek verilmesinin sağladığı görülmektedir.” (Unat 1964, s. 8).

Burada vermeye çalıştığımız bilgilerden de anlaşılacağı üzere; sosyal refahın güçlü olduğu bu dönemlerde, kimsesiz ve yardıma muhtaç çocuklara ihtiyaçları noktasında gereken ilgi gösterilerek kendilerine değer verilmiş ve sosyal yaşama katılmaları sağlanmıştır. Bu husus Osmanlı devletinin kuruluşuyla birlikte işlerliğini sürdürmüş ve devletin son dönemlerine kadar da devam eden bir süreç olmuştur. Neredeyse bütün Osmanlı padişahları vakıf hizmetlerinde her zaman en önde yer almış ve sosyal hizmet uygulamalarının tebaaya ulaşmasında denetleyici roller üstlenmişlerdir. Sözünü etmekte olduğumuz vakıf hizmetleri sürecinin bir bütünlük arzettiğini yansıtan en önemli gösterge imarethaneler olup, ilerleyen bölümlerde buna ayrıca detaylı olarak temas edilecektir.

Diğer taraftan burada vurgulamayı gerekli gördüğümüz diğer önemli bir husus da, II. Abdülhamit döneminde dile getirilen kimsesiz çocuklar üzerinden meşruiyet temin etme eleştirisidir. Yukarıdaki kısımda sunmaya çalıştığımız bilgilerden de anlaşılacağı üzere hemen her Osmanlı padişahı, sosyal devlet olma gerekliliklerini yerine getirme noktasında ve devletin sahip olduğu geleneksel kültüründen ötürü kimsesiz ve yoksul halka karşı daha fazla cömert ve alakadar olmuşlardır. Devletin hemen her alanda zirveyi yakaladığı dönemlerde, bu topluluklar üzerinden Osmanlı yöneticilerinin meşruiyet sağlamak isteyecekleri düşüncesi anlamsız olur. II. Abdülhamit döneminde ağırlaşan kimsesiz çocuklar sorunu karşısında izlenilen politikaya yöneltilen eleştiriler için de benzer bir değerlendirme yapmak mümkündür. Zira nüfuz edinme ve meşruiyet sağlama düşünceleri kısmen farklılık arz eder. Burada daha fazla önem arz eden husus; kimsesiz çocuklar sorununun iyice ağırlaştığı bu süreçte, Osmanlı devletinde sosyal yardım faaliyetlerinin kurumsal bir nitelik kazanmaya başladığı gerçeğidir (Özbayrak 2011, s. 101-104).

Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi kimsesiz çocuklara yönelik uygulamalara, devletin özellikle siyasi ve askeri alanlarda zirveyi yakaladığı Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında dahi rastlamak mümkündür. Bu dönemlerde kimsesiz çocukların her türlü ihtiyacını gidermeye yönelik olarak vakfiyelerin daha belirgin rol oynadıklarına şahit oluyoruz (Karpat 2010, s. 174; Vahapoğlu 1992, s. 56). Maarif alanında modern anlamda kurumsallaşmanın olamayışı ve geleneksel eğitim anlayışının devam ediyor oluşu da bu tür bir oluşumu/hareketliliği elzem kılmıştır.

Daha evvel de değindiğimiz üzere; vakıf hizmetleri ve imarethanelerin dışında, Sıbyan mektepleri de Osmanlı gündelik yaşamında kimsesiz çocukların ihmal edilmediğinin önemli göstergesidir (Özbilgen 2011, s. 187-189). 16. ve 17. asırlarda bu eğitim kuramlarının Anadolu’nun hemen her tarafında mevcut oluşu, kimsesiz çocuklar sorununun eğitim noktasında rahatlıkla istenildiği doğrultuda halledildiği çıkarımına ulaşılabilir. 19. yüzyıl ise mahiyeti değişen kimsesiz çocuklar olgusunun önemli bir sorun haline geldiği dönem olacaktır (Özbek 2002, s. 214). Bu dönemde açılacak hemen her okula; artan kimsesiz çocuklar nüfusundan dolayı yetim, öksüz ve fakir bikesler için kontenjanlar ayrılmaya başlanır. Bu hususa verilebilecek en önemli örnek, 1800 yılından itibaren temelleri atılmaya çalışılan ve 1838’de ancak tamamlanan tam teşekküllü Kara Harp Okuluna, kaptanlar ile diğer deniz subaylarının yetimlerinin alınmaya başlanması ve bunlara okul çağına girinceye kadar aylık da bağlanması yoluna gidilmesidir (Unat 1964, s. 60).

Kimsesiz çocukların hemen her alanda açılan kurumlara/okullara alındıklarını gösteren bir diğer önemli örnek de, 20 Ocak 1844 yılında Babıâli semtinde Kapalı Fırın civarında kiralanan bir konakta açılan Hamidiye Ticaret Mektebi olmuştur (Phillips 1922, s. 294). Fiziki açıdan gayet iyi imkânlara sahip olan okul için Avusturya uyruklu Musevi bir müdür görevlendirilmiştir. Bu okula da yaklaşık 20 civarında eytam alınmıştır (Unat 1964, s. 80).

2. İMARETHANELER

Türk-İslam devletleri tarihi boyunca sosyal yardımlaşma ve dayanışma; birleştirici, toplumsal bağları güçlendirici bir unsur olma özelliğini sürdürerek devam ettirmiştir. Bu unsurun zaman zaman yönetici sınıfın meşruiyet kaynağı olarak kullanıldığı eleştirisi mevzusu, Osmanlı’larda da devam etmiş ve bu özellik 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte etkisini yoğun olarak hissettiren bir olgu haline dönüşmüştür. Ortadoğu İslam kültürünün etkilerini Osmanlı devletinde de yaşattığı sürecin içinde İslamiyet’in birleştirici ve bütünleştirici hükümleri Osmanlı halkı arasında canlılığını güçlü bir biçimde tesis ettirmiştir (Lewis 2005, s. 122-126). Kur’an-ı Kerim’de halkın yoksul kesimin üzerindeki sorumlulukları, kimsesiz çocuklar, öksüz ve yetimlere ilişkin çok sayıda ayet bulunmaktadır. Bütün bunların genel anlamda toplumsal bilincin sürekli olarak canlı kalmasını sağladığı söylenebilir.

Osmanlı toplumsal yaşamında vakıfların üstlendiği yapıcı, kaynaştırıcı ve bütünleştirici unsurun artık herkesçe bilinen ve dile getirilen bir olgu olduğu rahatlıkla söylenebilir (Yediyıldız 2003, s. 27). Devletin gelişme gösterdiği dönemler boyunca, yönetici mekanizmanın etkide bulunamadığı veya müdahalede bulunma ihtiyacı hissetmediği toplumsal/sosyal hayatın canlılığını ve sürekliliğini bu tür kurumlar vasıtasıyla devam ettirdiği görülmektedir. Sözünü etmekte olduğumuz yükselme dönemlerine kadar, devletin idare noktasında direkt olarak herhangi bir işlev üstlenmediği görülecektir (Karpat 2010, s. 174). Her ne kadar devletin ileri gelenleri çeşitli yapısal teşebbüslerde bulunmuşlarsa da, toplumsal alan genel olarak bu vakıfların denetiminde olmuştur. Vakıfların üstlenmiş oldukları hizmetlerin devlet erkinden bağımsız olarak yürütülmüş olduğu günümüzde akademi çevreleri tarafından da dile getirilen genel bir olgu haline dönüşmüştür. Devletin yönetiminin üst kademelerinde görev yapan idarecilerin teşvik edici tutumunun ve hanedan üyelerinin şahsi girişimlerinin dışında; sosyal yardımlaşma merkezli vakıfların, Osmanlı toplumsal hayatında 19. yüzyıl ortalarına işlerliğini sürdüren ve dolayısıyla yoksul kimsesizlerin ihtiyaçlarını gideren en değerli unsurları olmaya devam ettiklerini görüyoruz.

“Vakıflar yalnızca ibadet, eğitim, sağlık ve ulaşım gibi temel ihtiyaçları konu almaz. Genelden özele doğru insanların toplum hayatı içinde yolculara yardım etmek, esirleri azad etmek, dul kadınlara yardım, fakir kızlara çeyiz temini, düşkünlere bakılması, mektep çocuklarının gezdirilmeleri, muhtaç kadınların çocuklarını bir yerde toplayarak onlara sütannelerin tayin edilmesi, yetim fakir çocukların korunması, hizmetçilerin kırdıkları kap-kacak ve testi gibi malzemelerin ödenmesi, kimsesiz fakirlerin cenazelerinin defni, zayıf hayvanların otlayıp beslenmeleri için çayırlar ve hatta yollara atılan pisliklerle balgamların kaldırılması, duvarlara, helâ kapılarına yazılan çirkin yazıların sildirilmesi gibi akla gelebilen tüm toplumsal ihtiyaçları gidermek, sıkıntıları hafifletmek amacıyla sürekliliği olan nakdi, ayni gelirler ve araziler vakfedilmiştir.” (Özbilgen 2011, s. 207).

Benzer doğrultuda konumuzla olan yakın bağlantısından hareketle, Osmanlı idareci sınıfınca da oluşturulan ve tesis edilmeleri teşvik edilmiş olan imarethanelere temas etmekte fayda görmekteyiz. Sözcük anlamı itibariyle imarethane, yoksulların yiyecek ihtiyacını gidermek için kurulmuş hayır evi anlamına gelmektedir (Yılmaz 1992, s. 406). Kökeni Arapça imara olan sözcüğü, Osmanlılar tarafından birçok değişik formda aynı hususa temas etmek üzere kullanılırdı. Özelde padişahlar, padişah efradı ve üst düzey mevkilerde görev yapan devlet adamları tarafından tesis edilen bu kurumun; Osmanlı kimsesizleri, yoksulları ve düşkünlerine günde iki kez yemek vermek ve barınma ihtiyaçlarını sağlamaya yönelik olarak tesis edildiklerini görüyoruz (Phillips 1922, s. 290-291; Koşar 2000, s. 14-15). Osmanlı toplumundaki fakirlerin sadece imarethaneler kanalıyla hatırlandıklarını söylemek yetersiz olur. Zira önemli bir İslam toplumu olan Osmanlı ülkesinde bu bikes ve yoksulların hemen her alanda hatırlandıklarını görüyoruz. Toplumsal huzuru/birlikteliği hedef alan ve her biri önemli birer kavram olan zekât, fitre ve sadaka en çok yardıma muhtaç kimsesizlere ulaştırılmaya çalışılmıştır. Bunun yanında, Ramazan ve Kurban bayramları gibi dini bayramlar da sözünü etmekte olduğumuz zümrenin bu kanallar aracılığıyla en çok göz önünde bulundurulan kesim olduklarına verilebilecek önemli bir örnektir. Benzer doğrultuda bilhassa Ramazan aylarının Osmanlı ülkesinde başta İstanbul olmak üzere, İzmir ve Bursa gibi yoğun nüfusun bulunduğu kentlerde halk içi sosyal dayanışmayı arttıran bir unsur olduğunu görüyoruz. Ramazan ayı süresince konaklarda, hanlarda, misafirhanelerde, tekke ve zaviyelerde, bazı türbeler, tabhane, bimarhane ve hastanelerde yoksul ve fakir halkın hoşça karşılandığını, kendilerine beslenme ve barınma hizmeti sunulduğunu özellikle vurgulamak gerekmektedir (Bilici 2003, s. 271­272). Bütün bu bilgilerden hareketle, olguyu bu yönüyle ele aldığımızda Osmanlı ülkesinin uzun yüzyıllar boyunca bir bütün olarak vakıf işlevi gördüğü veya bu yönüyle Osmanlı devletine vakıf nitelendirmesinde bulunmanın abartılı bir değerlendirme olmayacağı kanaatini taşımaktayız. Bu doğrultuda Osmanlı devleti sınırları dâhilinde kurulmuş vakıfların sayısal bilgisi tam olarak kayıt alınamamışsa da, bu sayının 26.300 civarında olduğu söylenmiştir (Kutlutürk 2010, s. 28).

Araştırma konumuz öncelikli olarak kimsesiz ve yardıma muhtaç çocuklar üzerinden Osmanlı sosyal/gündelik yaşamına temas etmek olduğundan, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız yoksul ve fakir halk sınıflandırmasının da bu çalışmanın tamamlayıcı bir alt basamağı olduğu unutulmamalıdır. Zira yoksul ve fakir tanımlaması genel bir kullanım olup, kapsamı özel olarak araştırma konumuzun odak noktasıdır. Maddi/manevi ihtiyaçlarını karşılayacak durumda ol/a/mayan, hayatını ikame etmek için gerekli birikimden yoksun olan, işsiz, herhangi bir doğal felakete maruz kalmış, yaşlı olup geçimini sağlamakta zorluk yaşayan, çalışamayacak durumda olan çocuklar(aceze), yetim, öksüz ve dul olan herkes bu genel kavramın içinde yer alan önemli unsurlardır. Aynı şekilde doğuştan sakat olan, kaza mağduru, yaşlılar, dullar, toplumsal huzura aykırı davranışlar sergileyen başıboşlar/serseriler, aileleri dağılmış askeri sınıf mensubu ve gemici kimseler, Çingeneler ve bu guruba rahatlıkla ekleyebileceğimiz dilenciler de vakıfların hizmet sunduğu/götürdüğü yardıma muhtaç zümrelerdir (Bilici 2003, s. 272­273). Son dönem Osmanlı toplumunda bu zümrelerin sayısal olarak arttıklarını da biliyoruz. Devlet sınırlarında cereyan eden doğal afetler, ekonomik sıkıntılar, askeri ve siyasi başarısızlıklar; bilhassa devletin merkezi olan İstanbul’da bu zümrelerin sosyal düzen ve hükümet nazarında nasıl önemli bir sorun haline dönüşeceğine tanık olacağız. Taşradaki küçük çaplı ekonomik sıkıntılar bile büyük şehirlerdeki yoksulluk oranı ve yoksul sayısındaki artış ile yakından ilgilidir. Bu dönem yaşanan taşradan büyük şehirlere doğru olan göç hareketleri süregelen/var olan sorunları ağırlaştırmıştır (Karpat 2010, s. 46-50).

Konuya özellikleri ve toplumsal alandaki işlevleri üzerinden giriş yaptığımız imarethanelerin bu meyanda aşırı yoksulların ve kimsesizlerin ihtiyaçlarını karşılayan bir hüviyete sahip olduklarını belirtmek gerekir. İstanbul’da sayıları giderek artan işsiz ve dilencilerin oluşturduğu sorunla baş edebilme noktasında imarethaneler dengeleyici bir unsur olma özelliği de taşımaktadırlar. Daha önce de imarethanelerin İstanbul gibi büyük şehirlerde yoğunlaştığını belirtmiştik. 1557 yılında tesis edilmiş olan Süleymaniye İmarethanesi bunların başında gelen ihtişamlı bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır (Dethier 1873, s. 35). Kaynaklarda imaretin mutfak harcamaları hesaplarına ilişkin, fakir veya yoksul kesimi referans alan doğrudan bir bilgi göze çarpmamakla beraber, İstanbul’daki yoksulların ve kimsesiz çocukların bu harcamaların merkezinde yer alan zümre olduğunu biliyoruz. Bu yönüyle İstanbul imaretlerinin büyük bir kimsesizler nüfusuna barınma ve beslenme imkânı sunduğunu görüyoruz. II. Mehmed Camisi İmaretinin 1490’lı yıllarda 1117 kişiye beslenme hizmeti sunduğu güzel bir örnektir (Mantran 1965, s. 228; Patrick 2009, s. 106; Koşar 2000, s. 14-15). Araştırma konumuzun zaman dilimi temel alınarak (Osmanlı son dönemi) yapılacak bir değerlendirmede imarethanelerin yapıcı işlevleri daha iyi anlaşılacaktır. Diğer taraftan gerek hastanelerin gerekse dini yapıların bitişiğine ve civarlarına kurulmuş sosyal yardımlaşma derneği hüviyetindeki vakıfların/kuruluşların, yoksulların ihtiyaçlarına doğrudan cevap veren merkezler olduğunu görüyoruz. Bu yapıların sadece İstanbul ve civarıyla da sınırlı olmadığını belirtmek gerekir (Hızlı 1999, s. 71). 1552 yılında Kudüs’te Oded Peri tarafından kurulan Haseki Hürrem Sultan İmarethanesi, yoksulların yemeklerini düzenli olarak temin ettikleri önemli bi merkez olarak ön plana çıkmaktadır.

17. yüzyıl için İstanbul ve civarında kurulan imarethanelerin toplumsal huzurun sorunsuz devamında benzer niteliklere sahip diğer kurumsal örnekler gibi önemli olduklarını biliyoruz. Bu dönem İstanbul’unda II. Mehmed tarafından tesis edilen Eyüb İmarethanesi (Mantran 1965, s. 227-228), I.Selim ve Kanuni Sultan Süleyman tarafından Çorlu’da kurulan imarethaneler; beslenme ve barınma imkânı olmayan kimselerin yararlanmaları sağlanarak sosyal düzensizliklerin önüne geçme noktasında yapıcı rol oynamışlardır.

Osmanlılardan evvel ve Osmanlı devletinin kuruluş süreciyle birlikte Anadolu toprakları sosyal yardımlaşma dernekleriyle donatılmıştır. 16. yüzyıl Kütahya vilayeti sınırları dâhilinde, 1530-1540 yılları arasındaki imarethane sayısı 45 idi. Diğer taraftan çocuklara yönelik 154 tane okul mevcuttu. Aynı zaman diliminde Karaman vilayetinde 3, Sivas vilayetinde 10, Rumeli ve Edirne bölgesinde de 25 tane imaret hizmet vermekteydi. Dönem İstanbul’unda da; Eyyüb, II. Mehmed, Şeyh Vefa, I.Beyazid, Küçük Ayasofya, Atik Ali Paşa, I.Selim, Şehzade Mehmed, Süleymaniye, Üsküdar Atik Valide Sultan, Hasseki Hürrem Sultan, Cihangir, Galata, Üsküdar Mihrimah Sultan, Mahmud Paşa, Murad Paşa, Davud Paşa, Murad Paşa, Koca Mustafa Paşa, Hüseyin Ağa ve Mir-Ahor akla ilk gelen önemli imarethanelerdendirler. Bu zaman diliminde İstanbul’un, burada zikredilen imarethanelere bakılarak sorunsuz bir dönem yaşadığı sonucuna varılabilir (Bilici 2003, s. 277-283).

17. ve 18. yüzyıllar için; dönemin ihtişamlı yapılarından olan I.Ahmed, Valide Sultan, Kösem Sultan, Yeni Valide, III. Ahmet, I.Mahmud, III. Mustafa, III. Osman, I.Abdülhamit, Laleli ve Mihrişah Sultan imaretleri sosyal nizamın sürekliliği noktasında yapı taşları olmuşlardır.

Spesifik olarak incelemeye çalışacağımız dönemin başlarına kadar, imarethanelerin sosyal nizamın tesisi ve devamında ne tür işlevlere sahip olduklarını nitelikleriyle birlikte izah etmeye çalıştık. Tezimizin odak noktasını oluşturan kimsesiz çocuklar olgusunun, dile getirmekte olduğumuz bu süreçten ayrı olarak anlaşılamayacağını ve ele alınamayacağını düşündük. Bir kez daha belirtmekte fayda görmekteyiz ki; bu türden bir sorunsalın incelemekte olduğumuz döneme kadar ortaya çıkmamış ve önemli bir toplumsal sorun haline dönüşmemiş olmasının temelinde, genel olarak dönemin sosyal yardım kuruluşları olan vakıfların ve daha belirgin olarak imarethanelerin yer aldığı hususudur. Yukarıda Erol Özbilgen’in kaleme almış olduğu Bütün Yönleriyle Osmanlı adlı eserinden aktarmış olduğumuz not ile burada vermeye çalışacağımız örnek, bu sürecin genel hatlarını açıklayıcı nitelikte olacak özel bilgiler olduğu/olacağı kanısındayız.

Osmanlı ülkesini gözlemleyebilme fırsatı yakalamış önemli bir tarihi kişilik olan Pitton de Tournefort, açıklamaya çalıştığımız sosyal refah ortamına tanıklık etmiş ve eserinde de dile getirmiştir. Osmanlı Devletinden Türkiye olarak söz eden Tournefort; burada dilencilere tesadüf edilemediğini, zira yardıma muhtaç yoksul insanların ihtiyaçlarının sağlandığını/karşılandığını, zenginlerin çeşitli suçlardan ötürü hapishanelere düşmüş insanları ziyaret ettiğini ve kendilerine yardımcı olmaya çalıştıklarına, insanların yardımsaver olduklarını, kimsesiz ve yardıma ihtiyaç duyan herkesin yardımına koştuklarını ve sosyal yaşamın bu yönüyle sahip olduğu niteliklere temas etmiştir (Tournefort 1718, s. 46). Tournefort’un dile getirdiği bilgilerin atıfda bulunduğu sosyal refah ortamı, Osmanlı toplumun son dönemlerine kadar herkesçe kabul edilmiş genel bir özellikti. Diğer taraftan M. D’ohsson İstanbul imarethanelerinin günlük otuz bin kişiye beslenme hizmet sunabilecek kapasiteye sahip olduğunu belirtmiştir (Bilici 2003, s. 284; Özbilgen 2011, s. 208)

BÖLÜM III

TANZİMAT ÇAĞINDA OSMANLI "SOSYAL DEVLET"İ: KURUMLAR, İLHAMLAR, MEKÂNLAR VE İSİMLER

1. SANAYİ MEKTEPLERİ / ISLAHHANELER

Osmanlı İmparatorluğu genelindeki siyasi ve ekonomik bozulmanın ilk belirtileri 16. yüzyıl itibariyle ortaya çıkmış fakat asıl tehlike 18. yüzyıl dâhilinde yaşanmıştır (Clogg 1992, s. 20; Pamuk 2005, s. 153). Bu zaman dilimiyle beraber Devletin ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz. 18. yüzyılda meydana gelen endüstri devrimi süreci esnasında, Osmanlı devletinde iktisadi faaliyetler işlevsiz gelenekselliğini muhafaza etmekteydi. Bunun yanında öteden beridir Osmanlı devletinde ekonominin yabancıların denetiminde olduğu gerçeği zor değişir bir özellik halini almıştı. Osmanlı toplumu, tarım ve küçük çaplı sanayi faaliyetlerinin dışında herhangi bir etkinliğe/söz hakkına sahip değildi (Kodaman 1980, s. 287; Moore 1922, s. 173-175).

Osmanlı devletinde özellikle ekonomi alanında kayda değer bir gelişme gözlemlenemezken, Avrupa karşı güç olarak siyasi ve ekonomik yükseliş sürecine girmiştir. Bu durum Osmanlı üzerinde baskı oluşturmuştur. Osmanlı toplumu ve iktisadi düzen değişim sürecinden etkilenmiş, bu durum karşısında Osmanlı devlet görevlileri liberal ekonomi ve serbest ticaret anlayışını başka bir seçenek olmadan kabul etmek durumunda kalmışlardır. 1838 yılında İngiltere ile imzalanan ticaret anlaşması ve Tanzimat fermanının getirdikleri, Avrupa sermayesinin ve özel teşebbüse dayalı iktisadi faaliyetlerin kabulü anlamına geliyordu. Mevcut yerli sanayi kısa süre içerisinde tamamen yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı.

Tanzimat özelde Osmanlı ekonomisinin dışa açık hale gelme süreci olmasının yanında genel olarak yeni bir modernleşme safhasının başlangıcına da karşılık gelen önemli bir olgudur (Berkes 2009, s. 213-248). Tanzimat sürecinin işlerlik kazanmasıyla birlikte birçok alanda yeni düzenlemeler yapılmak istenmiştir (Kartal 2008, s. 216-217). Bu yeniliklerin hayat bulabilmesi için; yetişmiş, bilgili ve donanımlı devlet adamlarına ihtiyaç duyuldu. İlk olarak askeri sahada uzman kişilerin yetişmesi için askeri okullar, daha sonra da II. Mahmud’un 1838’de teşekkülüne imkân sağladığı memur yetiştirme okuluyla bürokratik donanımın yolu açılmış oldu. Bu ilk girişimlerin istenilen doğrultuda sağlıklı sonuçlar ortaya koyduğu söylenemez. Bundan ötürü, dönem şartlarının da gittikçe ağırlaşmaya başlamasıyla, ülkenin toplumsal huzurunu sağlayacak iktisadi yetkinliği tesis etmek üzere; eğitimli, kalifiye bireyler yetiştirmek ve mevcut talebelerin bu işlevleri uygun şartlar altında üstlenebilmelerini sağlamak amacıyla sanayi okullarının kurulması düşüncesi ön plana çıkmıştır. 1858 yılı itibariyle Osmanlı devletinde sanayi ve sanat okullarına ciddi bir yönelim olacak ve bu yönde ilk ciddi atılım 1847 yılında bir sanayi mektebinin kurulması olacaktır. Temel hedef sultan Abdülmecit tarafından açılmış küçük çaplı bazı fabrikalara uzman ve kalifiye personel yetiştirmekti. Fakat bu okul türlü nedenlerden ötürü eğitim öğretime başlayamadan kapatılmak zorunda kalınmıştır (Kodaman 1980, s. 288).

Benzer doğrultuda ikinci bir girişim için uzun bir süreye ihtiyaç duyulmuştur. İlk teşebbüsten ancak 16 yıl sonra Mithat Paşa’nın valiliği zamanında 1863 yılında Niş’te açılan Islahhane ile sanayi mekteplerinin temelleri atılmış oldu (Kurnaz 2011, s. 51). Bunu devam eden süreçte 1864’te Rusçuk’ta ve sonrasında sırasıyla Sofya, Selanik ve Şam’da açılmış Islahhanelerin oldukça önemli addedildiğini, mevcut sıkıntıları giderecek pratikte ihtiyaçlara cevap verdiklerini söylemek mümkündür (Kodaman 1980, s. 288). Burada dikkat çekmek istediğimiz diğer önemli bir husus ise, gerek Tuna gerekse Rusçuk vilayetinde kimsesiz ve başıboş çocuklar için tesis edilen ıslahhanelerde çocukların eğitimleriyle ilgilenecek görevlilerin seçiminde dikkat edilen ölçüttür. Buralardaki çocukların talim ve terbiyeleri doğrultusunda özellikle doğru kadınların görevlendirilmeleri üzerinde durulmuştur (BOA, I.MVL. 584/26270, s. 4).

Araştırdığımız konunun önemli bir parçası olan ve haklarında detaylı izahat vermeye çalışacağımız Islahhaneler/sanayi mektepleri Sultan Abdülhamit dönemindeki gibi padişahın yakınında bulunan önemli devlet adamlarının/danışmanlarının araştırmaları sonucunda tesis edilmiş okullardan ayrı yani kısacası genel bir eğitim veya sanayi siyasetinin ürünü olmayıp; dönemin özellikle toplumsal sorunlarına uygulamaya dayanan pratik çözümler getirmek/sunmak amacıyla oluşturulmuş küçük atölyelerden ibaret olduklarını görüyoruz. Nitekim Bayram Kodaman’nın (1980, s. 288) “İslam ve Hıristiyan evladından bazı kimsesiz ve yetim çocuklar şurada burada sürünüp mahv ve telef olduklarından o makule etfal-i aceze toplattırılıp, esbab-ı hayat ve hasenatın ianesiyle bir mahal yaptırılıp talim ve terbiyelerine bakmak ve san’at üretmek için hocalar tayin ve gerekli varidat tedarik edilmiştir.” beyanatı yukarıda ifade etmeye çalıştıklarımızı tamamlar nitelikte açıklamalardır.

Burada üzerinde önemle durulması gereken bir husus daha bulunmaktadır. Özellikle sultan Abdülhamit ve genel olarak Tanzimat ile başlayan süreçte bu türden maarif alanında yaşanan gelişmelerin/yeniliklerin ardında birer vali niteliği taşıyan devlet yöneticileri/adamlarının olduğunu görüyoruz (Tosun 2009, s. 9-10, 41-44, 54, 117-118, 185, 257-258, 329-330, 443-446). Her ne kadar dönem için bu doğrultudaki çalışmaların yalnızca padişahça yapıldığı ve padişahın ancak bu şekilde meşruiyet temin etmeye çalıştığı eleştirisi sıkça dile getirilmiş olsa da, bu husus demin ifade ettiğimiz düşünce karşısında ilginç bir hal almaktadır. Diğer taraftan sultan Abdülmecit dönemine kıyasla, modern Türk eğitim sisteminin köklerinin filizlendiği Sultan Abdülhamit devri, endüstriyel çaba ve çalışmaların yoğunlaşacağı özel bir dönem olacaktır. Çevresinde bulunan tecrübeli danışmanların öneri ve teşvikleriyle ortak bir çalışma yürüterek, hem eğitim hem de ekonomi alanında toplumun içinde bulunduğu tıkanıklığı giderecek çalışmalar ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu meyanda Tanzimat süreci dâhilinde açılmış okulların istenilen verimi sağlama hedefinin uzağında kaldıkları saptaması yapılmış ve ilk iş olarak öncelikle bu okulların ıslahı gerekliliği üzerinde durulmuştur. Bu doğrultuda Müşir Said Paşa ve Hamdi Bey Padişaha konuyla ilgili olarak sunmuş oldukları bir inceleme raporunda; aynı eksikliği dile getirerek İstanbul Sanayi Mektebinin dahi bir takım ıslahata ihtiyaç duyar halde bulunduğu hususunu dile getirmişlerdir. Yeni okullar ihdas etmeden önce hâlihazırda Osmanlı devletinde işler durumda bulunan okulların(sanayi mektebi/ıslahhane) umulan hedefleri sağlayacak şekilde tekrar gözden geçirilmeleri düşünülmüştür (Gündüz 2010, s. 38-64). Bütün bunlara zimameten, özellikle Anadolu’nun Amasya, Erzurum gibi belli başlı noktalarında yeni sanayi okullarının Osmanlı lisanı merkezli olarak ihdas edilmeleri kararı benimsenir (Kodaman 1980, s. 289-290).

Tanzimat ile birlikte Osmanlı devletinde teşekkül olunan okulların kısa zaman içerisinde büyük artış gösterdiğini öğreniyoruz (Başbakanlık Devlet İstatistik Enstirüsü 2000, s. 3-9). 1876-1908 yılları arasında İstanbul ve muhtelif Osmanlı şehirlerinde önemli gelişmelerin yaşandığını belirtmek gerekir. Bu süre zarfında; İstanbul, İzmir, Bursa, Erzurum, Edirne, Adana, Kastamonu, Sivas, Bağdat, Halep, Selanik, Kosova, Trablusgarp, Yemen, Beyrut ve Manastır vilayetlerinde ıslahhane/sanayi mekteplerinin açıldığına tanık oluyoruz (Kodaman 1980, s. 290).

Islahhanelerin teşekkülünde, 1862 yılında oluşturulan dönemin “Islah-ı Sanayi Komisyonu” ve bu komisyonun başta gelen üyelerinden olan Ethem ve Derviş Paşalar ayrıca önem arz etmektedirler. Her ikisi de bu okulların önemini son derece iyi bilen ve Osmanlı sosyal yaşamın iyileştirilmesinde bu okulların önemli işlevler üstleneceğini düşünen kimselerdi. Nitekim 1868 yılında sanayi teşvik komisyonun çalışmaları netice verir ve İstanbul’da Sanayi Mektebi adıyla yeni bir okul açılır. Bu okula 13 yaşın altındaki küçük çocuklar yatılı olarak alınıyorlardı. Okulun yatılı hale getirilmesinin arka planında, fakir ve kimsesiz çocuklara iyi bir gelecek fırsatı sunma düşüncesi yer almıştır. Okul/lar/da talebelere çeşitli burslar verilirdi. Öğrencilere aldıkları bursun tamamı verilmezdi, bursun bir kısmı olağan zamanında verilir geri kalan kısmı da eytam sandığında saklı tutulurdu. Bekletilen paranın okulun endüstri okulu olmasından ileri gelen özel bir kullanım amacı vardı. İleriye dönük olarak, okulu bitirecek öğrencilerin sonradan açabilecekleri herhangi bir atölyenin tesisi için hazır kaynak oluşturacağı düşüncesi bu paraların/bursların sonradan ödenmesinin temelindeki en önemli etkendi (Kodaman 1980, s. 288-289).

Islahhaneler ya da sanayi mektepleri toplumsal huzurun tesisinde/sağlanmasında önemli bir araç olarak görülmüşlerdir. Başta Balkanlarda Tuna Vilayetinin muhtelif bölgelerinde, Anadolu’da Diyarbakır (BOA, I.DH. 591/41114, s. 3) ve Kastamonu gibi önemli sosyokültürel geçmişe sahip noktalarında tesis edilecek bu kurumlarda, öncelikle ortada kalmış kimsesiz ve fakir çocukların kontrol altına alınmasıyla kamu düzeni muhafaza edilmeye çalışılmış ve bu kurumlarda alacaklı uygulamalı eğitimle endüstriye yapacakları katkılar göz önünde bulundurularak toplu bir kalkınma hamlesinin aracı kurumları olarak değerlendirilmişlerdir.

Osmanlı şehirlerinde dönemin ağır siyasi ve ekonomik şartları göz önüne alındığında bu nitelikte sayıca fazla denilebilecek miktarda okulun tesis edilmiş olması; mevcut durumun iyileştirilmesi noktasında sanayi mekteplerinin/ıslahhanelerin, ne kadar önemli bir çözüm yolu olarak görüldüğünü ortaya koyuyor olması açısından son derece önemlidir. Toplumsal huzurun ve siyasal üstünlüğün yeniden inşası noktasında gelenekselliğin sınırlarında çatlakların oluşmaya başladığı bir dönemde, endüstriyel atılımların elzem görüldüğü sürece tanık oluyoruz. Bu sürecin merkezinde ise değişim ve dönüşümün toplumsal boyutu olan kimsesiz çocuklar yer almıştır. Bikes çocukların en azından toplumsal bellekte bir engelmiş gibi görünmelerinin önüne geçmek, mevcut sorunu etkin bir biçimde çözmeye kalkışmak ve kimsesiz çocukların topluma kazandırılma gayretlerinin bir sonucu/yansıması olarak bu mektepler, Dâr’ül-eytam öncesi Osmanlı sosyal yaşamının ciddi kurumları olarak ön plana çıkmışlardır.

Bu okullarda uygulamaya dayalı mesleki eğitim alan talebeler; terzilik, kunduracılık, marangozluk, mürettiplik, demircilik, dokumacılık, yorgancılık, litografyacılık, şişe ve cam imalatı, duvarcılık, boyacılık, mutabiye, tesviyecilik ve saraççılık gibi alanlarda kalifiye birer eleman olarak yetişmişlerdir. Buralardan kazandıkları tecrübelerle toplumsal hayata etkin birer üretici olarak katılmaları hedeflenmiştir (Kodaman 1980, s. 291).


2. 1850 - 1915 ARALIĞINDA KİMSESİZ ÇOCUKLARA İLİŞKİN KURUMLAR

2. 1. Eytam İdaresi ve Sandığı

Eytam, yetimin çoğulu olup kimsesiz kalmak anlamına gelmektedir. Osmanlı devletinde yetim mallarının işlerine önceleri İstanbul’da kadılığa bağlı kalınarak oluşturulan Bâb Mahkemeleri bakmaktaydı. 1851’de Eytam nazırlığının kurulmasından sonra eytam işleriyle ilgili şikâyetlerin artmasıyla Kısmet-i Belediye Mahkemesi kurulmuştur. Bu mahkeme İstanbul’da Eyüp, Üsküdar ve Galata’da bulunan yetim mallarıyla ilgili işlere bakmaktaydı. İstanbul kadılığına bağlı olarak kurulmuş olan Bab Mahkemeleri ve Kısmet-i Belediye Mahkemesi yanında taşrada kurulmuş Müfettiş Hükkamlıkları da yetim işleriyle ilgilenen başka kurumlardı. Yetim mallarının tespiti, kontrolü ve muhafazası için toplumda uzun tartışmalar yaşanmış ve bir komisyon oluşturularak konu Meclis-i Vâlâ’da görüşülmüştür. Müzakereler sonucunda Emval-i Eytam Nezareti’nin kurulması kararlaştırılmış ve nizamnamesi yayınlamıştır. Yayınlanan bu ilk nizamnameye göre Eytam Nezareti Şeyhülislamlık Makamına bağlı olarak 31 Aralık 1851 yılında oluşturulmuştur. Nazırlığa ilk olarak Tahsin Bey atanmıştır. Nezaretin merkezi başlangıçta yakınlığı hasebiyle Süleymaniye’de düşünülmüş, ancak yer bulunamadığı için Bâb-ı Âli’de faaliyete başlamıştır. Memur kadrosu 24 kişiden oluşmuştur. Bu 24 kişiden birisi Nazır yardımcısı ve başkâtiptir (Çanlı 1999, s. 57-59).

Nezaretin teşkilat yapısı hakkındaki bilgilere, teşkilatın nizamnamesi kanalıyla kısmen de olsa ulaşmak mümkündür. Merkez ile taşra teşkilatlarında kurulacak eytam idaresi meclisleri ve eytam sandıkları hakkındaki bilgilere rastlıyoruz. Bu nizamnamelere göre; eytam idaresinin görevleri arasında terike[*] yazımına giden mahkeme memurlarının yanında eytam nezareti memurlarından birisinin de bulunması, ayrıntılı farklı bir rapor tutması, terikelerden yetimin hissesine düşen mal veya eşyaların fiyat tespitini yapması, bunu kontrol etmesi ve yetim payına düşen malların alınıp satılmasını eytam yararına denetlemektir (Çanlı 1999, s. 57-59).

Eytam İdaresi 1851 yılında kurulsa da teşkilat yapısının oturmaya başlama tarihi 1874’tür. Bu tarihte oluşturulmaya çalışılan nizama göre, İstanbul’daki Şeyhülislamlık Makamına bağlı olmak üzere Meclis-i İdare-i Emval-ı Eytam kurulmuştur. Kurulan bu meclis; bir reis, bir müdür, kâtip, askeri memurlardan ve iki daimi azadan müteşekkildi. 1908’de yapılan değişiklik ile üye sayısı altıya çıkarılmıştır. İstanbul Eytam Müdürü ilmiye sınıfından birisi olarak padişah tarafından seçilirdi. Diğer eytam müdür ve meclisleri, bu merkez müdüriyeti bünyesi altındadırlar. Merkez İstanbul’da böyle bir örgütlenme söz konusuyken taşradaki uygulamaların uygulanabilirlik açısından zaman aldığı söylenebilir. Eytam idaresinin kuruluşundan ancak 30 yıl gibi uzun bir süre sonra taşra teşkilatlanması başlıyor. 1851 sonrasında yetim mallarını ve taşınmaz mülklerini korumak maksadıyla vilayet, liva ve kaza merkezlerinde şer’i mahkemelere bağlı olarak eytam meclisleri kurulmak istenir. Haftada bir kere toplanmaları uygun görülen bu meclislerin, gerek görüldüğü takdirde de daha fazla toplanmasına karar verildi. Meclis üyeleri eytam işlerine ücretsiz bakacaktı. Bu meclisler kanalıyla ulaşılmak istenen sonuç eytamın refahı ve salahiyeti idi (Çanlı 1999, s. 59-61).

Eytam İdaresinin 1851 yılında kurulması, eytam hakları ve terikelerle ilgili birçok değişikliğin yapılmasını zorunlu kılmıştır. Köy ve kasabalarda Osmanlı tebaasından birisi öldüğünde; köyün imamı, muhtarı veya papazı ölen kişiyi bildirmekle yükümlüydüler. Bunun yanında ölen kişinin varisleri içinde yardıma muhtaç, yetim veya dul kadının bulunup bulunmadığı özellikle teyit edilmesi gereken vazifelerin başında geliyordu. Söz konusu terikeleri yazmaya giden mahalli mahkeme memurlarından başka, Eytam İdaresince görevlendirilen bir başka memur daha bulunur ve bu memur ayrı defter tutardı. Bunun nedeni eytamın hakkını net olarak ortaya koymak ve teyit ettikten sonra muhafaza etmektir (Delialioğlu 2009, s. 26-27). Diğer taraftan eytamın her türlü mallarını muhafaza etmek ve onun yararına işlemekle yükümlü vasiler vardır (Eroğlu 2007, s. 287-288). Yetim kalan çocukların, kendilerine miras kalan malları istediği gibi kullanabilmesinin önüne geçilmiştir. Bu noktada en büyük faktör eytamın yaşı idi. Ergenliğe ulaşmamış veya mallarını idare edebilme edimine erişememiş kimsesiz çocukların malları eytam sandıklarında, daha sonradan ödenmek üzere saklı tutulurdu. Mirası istedikleri gibi kullanabilmeleri için 17-18 yaşlarını doldurmaları beklenen yetimler, eytam idaresinin kurulmasıyla birlikte bu yaş sınırı 20’ye kadar çıkmıştır. Nitekim nizamnamelerde buluğa girme yaşı 15 iken reşit sayılma yaşı 20’dir. Bir yetim çocuk bu yaştan önce rüştünü ispat etmek için şahit göstererek mahkemeye başvurabilir. Ancak mahkeme her şeye rağmen yine de kendisi bir araştırma yapma yolunu seçerek, durumun güvenilirliğini test etmeye çalışacaktır. Eğer mahkeme bu güven ortamının olmadığını, oluşmadığını tespit ederse yaş sınırı 25’e kadar çıkarılabiliyordu (İnanç 2003, s. 31).

Yetime, rüştünü ispat ettikten sonra eytam sandığındaki para ve malları kendisine senet karşılığı verilirdi. Osmanlı toplumunda erkek yetimlerin rüşt ispat etme yaşı veya mallarını eytam sandığından teslim alabilme işlemleri çoğu zaman dönem şartlarının ağırlığına bağlı olarak güçlüklere neden olmuştur. Zira Osmanlı devletinde askere alınma yaşı 20 idi (İnanç 2003, s. 31). Rüşt ispatında da 20 yaşını doldurma şartı aranmaktadır. Yani denilebilir ki erkek yetimler mallarını, eğer sağ kalabilirlerse ancak askerlik dönüşü sonrasında alabilmekteydiler.

Çocukların daimi bir bakıma ve korunmaya ihtiyaç duyduklarını göz önünde bulunduracak olursak, bakıma muhtaç çocuğun yakın ailesinden başlayarak gözetildiği sonucuna ulaşırız. Yakın aile efradından sonra çocuğun içinde bulunduğu ortamdaki diğer insanların da, bu bikes ve muhtaçlara karşı kayıtsız kalamadıklarına rastlıyoruz. Refah dönemlerinde engin hoşgörü, zor ve sıkıntılı dönemlerde de maddi ve manevi hareketlilik bu dayanışmayı sürekli canlı kılmıştır. Gözden kaçırılmaması gerektiğine inandığımız önemli bir husus, Osmanlı sosyokültürel yaşamının sanıldığı kadar geleneksel bir düzlemde ilerlemediğini açıkça ortaya koymaktadır. 19. yüzyıldan başlayarak günümüzde halen Avrupa’nın saygın ülkelerinde kimsesiz çocuklarla ilgili olarak uygulanan/uygulanmak istenen sosyal hizmet anlayışının, daha o dönemlerde Osmanlı toplumunda tatbik edildiğini vurgulamak gerekir. Bugün Britanya’da kimsesiz veya yardıma muhtaç çocukların, toplumun huzuru ve devamı için başka ailelerin yanına verildikleri bilinen bir durumdur. Bu husus o dönem Osmanlı toplumunda da uygulanmaya çalışılmıştır. Burası önemli bir husustur, zira bikes ve yardıma muhtaç çocukları korumanın, hem toplum huzuru hem de çocuk sağlığı noktasında en insani şekli evlatlık olarak alıp vermektir (Ortaylı 2009, s. 130-133).

2. 2. Islahhaneler

Kız ve erkek sanayi mekteplerinin kurucusu sayılan Mithat Paşa’nın (1822-1884) valiliği boyunca Niş’de (1863), 1864 yılında Tuna vilayeti merkezi Rusçuk’da (BOA, İ.MVL. 584/26270, s. 5) ve daha sonradan da Sofya’da Islahhane adı altında açtığı genel olarak kimsesiz çocuklara mahsus okullar konumuz ile yakından ilgilidir (Unat 1964, s. 80a-80c). Rusçuk’da ordu ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir dikim atölyesi işlevi görme doğrultusunda açılan Islahhane, kız yetimler için bir ilkokul özelliği taşımaktadır. Bu okula sadece kız yetim öğrenciler alınmakta ve her türlü giderleri karşılanmaktaydı. Bu öğrencilere gündelik de verilerek gelecekleri güvence altına alınmaya çalışılmıştır. Bu gündeliğin yarısı okuldan mezun olunurken geri ödenmek üzere bankaya yatırılıyordu (Unat 1964, s. 80e). Bunun yanında, Mithat Pasa 1865’te yetim kız çocuklarının eğitimini amaçlayan Meslek Mektebi’nin, 1869’da da Kız Sanat Mektebi’nin açılmasını sağladı (Beşer 1991, s. 50).

Sanayi mektepleri noktasında diğer önemli bir husus da; Osmanlı devletinde yenileşme çabalarının yoğun yaşandığı ve Batının artık ilmi yönüyle de tevarüs edilmeye başlandığı dönemde bu doğrultuda gösterilen çabadır. Özellikle ilmi ve fenni çalışmaların teoriğe geçirilebilmesi için hemen her vilayette çıkarılmaya çalışılan gazeteler en önemli işlev aracı olarak görülmüştür. Devlet-i âliye bu hususta, en az bunları dile getiren zümreler kadar ilgili görüntüsü vermeye çalışmıştır.

Benzer doğrultuda 1868 yılında, Der-sa’âdet’de Sultan Ahmed civarında bulunan Kılıç- hane’nin Sanay-i Mektebine tahvili uygun görülmüştür. Bu mektep dâhili ve harici olarak sınıflandırılmıştır. Dâhilîsine kudretsiz ve bikes çocukların alınması, kendilerine talim ve terbiye hususlarında gerekli donanımın kazandırılarak kamu ve sanayi hizmeti için işlev görecek konuma getirilmeleri hedeflenmiştir (Aktepe 1989, s. 27).

2. 3. Dârü’ş-şafaka

Fransız eytamhanelerinden esinlenilerek, öksüz ve yetim çocuklar için kurulmuş bir diğer eğitim kurumu da Dârü’ş-şafaka’dır. Cemiyet-i Tedrissiye-i İslamiyye üyelerinden olan ve Paris’te bulunmuş Esad Paşa’nın fikri üzerine böyle bir kurumun tesis edilmesi kararı alınır. Esad Paşa bu yeni okulun Paris civarında gördüğü asker yetimlerin eğitimine mahsus bir tarzda, Müslüman kız ve erkek yetimlere mahsus bir kurum olmasını istiyordu (Halis Ayhan ve Hakkı Maviş 1994, s. 7-9). Okulun Sultan Selim Camii civarında, Boğaz ve Haliç girişine inşa edilmesi kararı alındı (Aktepe 1989, s. 23). Yapımına 1868 yılında başlanan okul, 1873 tamamlanır ve eğitime de aynı yıl başlanır (Koç 2003, s. 185-186).

Türk eğitim tarihinde önemli bir konuma sahip olan bu kurum, fakir ve aynı zamanda anasız babasız Osmanlı çocuklarına tahsis amacıyla tesis edilmiştir. Kendisinden bir yıl önce kurulmuş Mekteb-i Sultani mertebesine de zamanla yükselecek olan Darü’ş- şafaka, hizmet vermeye başladığında 150 mevcudu vardı. Kurulduktan sonra eğitime ara vermeden başlayan okul için bir müdür ve bir müdür yardımcısı görevlendirilmiştir. Hem bu kurum hem de Sıbyan mekteplerinin ıslahı ve buralarda görevlendirilecek muallimlerin yetiştirilmelerini olanaklı kılmak üzere işlevini yitirmiş Matbaa-i Amire, Darü’l-muallimin’e dönüştürüldü (Aktepe 1989, s. 23).

2. 4. Dönemin Sosyal Yaşam Göstergesi Sıbyan Okulları

Osmanlı şehirlerindeki sosyal hayatın geleneksel bir canlılık gösterdiği söylenebilir. Çocuklar da hiç şüphesiz sosyal yaşamın canlılığını yansıtan en önemli göstergelerin başta gelenlerindendir. Özellikle kış mevsimlerinde sokaklar, boş ve çamur deryasına dönmüş caddeler, çocukların iniltileriyle doluyordu. Bu çocukların neredeyse bütünü yaşlarının gerektirdiği eğitim ve terbiyeyi alamıyor, toplumsal yaşama katılmaları noktasında sorunlar yaşıyorlardı. İstanbul sokaklarının bikes, başıboş ve aylak aylak dolaşan çocuklarla dolu olduğu dönemler çok olmuştur. Bu durumun temel nedeni Osmanlı okullarının düzensiz ve kurumsal bir kimlik taşıyamadıklarından ileri gelmekteydi. Sıbyan okullarının çoğu vakıf destekli olmakla beraber, bu okulların daha üst düzey okullara öğrenci yetiştirme işlevinden yoksun olduğu ve bu doğrultuda gerekli bir müfredata sahip olamadıkları eleştirisi yapılmıştır (Black 1922, s. 403-404).

Sıbyan okullarının genelinde bilhassa kimsesiz ve müşkül durumda olan çocuklara ‘kapama’ adı altında her yıl bayramlık elbise ve ayakkabı temin edilirdi (Rıza 1973, s. 15; Pakalın 1993, s. 1649). Osmanlı toplumsal yaşamının kendi başına ne denli bir bütünlük arz ettiği bu faaliyetten kolayca anlaşılabilir. Kimsesiz, müşkül durumda ve yardıma muhtaç kimselerin korunup gözetilmesi, Türk toplumsal tarihi boyunca güçlü bir dayanışmanın kanıtı olmuştur. Bu kimselerin sevindirilmeleri sosyal yaşamın en çok üzerinde durulan unsurlarından olmuştur. Osmanlı halkının da dini bir emir olan bu yükümlülüğü yerine getirmedeki kararlılığı ve sürekliliği, hafızalarda daima güçlü bir Osmanlı sosyal devlet anlayışı intibası oluşturmuştur. Kapama uygulaması daha belirgin olarak Ramazan aylarında tatbik edilirdi. Ramazan ayında; Ramazanın on beşinden sonra Üsküdar tarafında olanlara Ayazma İmarethanesi, İstanbul tarafında olanlara da Hamidiye İmarethanesinde verilirdi. Osmanlı halkı da çocuklarını bilhassa bu kapama yardımı sağlayan okullara göndermek için çaba sarf etmiştir. Rahatlıkla denilebilir ki, kapama yardımının varlığı temel eğitimin sağlıklı olarak daha fazla çocuk kitlesine ulaştırılmasını sağlayan çok önemli bir yapıcı unsur olmuştur. Kısacası ebeveynleri ve çocukları eğitime ve okula teşvik edici bir fonksiyon görmüştür. Sıbyan okullarında Kapama yardımı, 1861 yılına kadar devam edecektir. Bu tarihten itibaren Kapama yardımlarının daha ziyade yetimhanelerde barınan ve eğitim gören bikeslere sağlanacağını görüyoruz.

Bütün bunların yanında, fiziki ve sosyal şartların yetersizliği Osmanlı çocukları için iç karartıcı bir tablo oluşturmuştur. Düzenli ve yeterli bir eğitim müfredatından yoksun oldukları gibi okulların çoğu derme çatma, tek katlı ve öğretmensizdi. Az olan eğitimci sayısının da çocuklara sağlıklı bir eğitim sunacak düzeyde oldukları söylenemezdi. Osmanlı İdaresi bu okullara gereken özeni gösterememiş ve sözünü etmekte olduğumuz yetersizlikler zaman zaman padişahlar tarafından da gözlemlenmiş ve durumun düzeltilmesi için talimatlar verilmiştir. Sultan Mahmut, 1828 yılında İstanbul kadılığına bir ferman göndererek okullara önem verilmesini arz buyurmuştur (Rıza 1973, s. 15­18). Okula yollanmayan çocukların, çalıştırılmayıp okula gönderilmeleri ve okuma yazma bilmeyenlerin de meslek guruplarına kabul edilmemesi hususları da fermanda yer alan önemli hususlardandır.

Sultan Abdülmecid döneminde de Sıbyan okullarındaki gelişme devam edecek, Sultan Mahmut gibi Sultan Abdülmecid de bu konuda gerekenlerin yapılması için talimatlar verecektir. Buna göre daha önceleri genel olarak sadece dini içerikli basit bir eğitim sunan bu okulların daha geniş bir müfredata sahip olması gerekliliği vurgulanmış, sıbyan okullarının ıslahı için bir komisyon oluşturulmuş ve bunlara ilaveten de birkaç yerde rüştiye açılmıştır. Sağlam temellere sahip olmayan Osmanlı eğitim sistemi; sıbyan okullarında filizlenmeye başlayan yeniliklerin, rahatsızlık uyandırdığı tehlikesine maruz kalacak endişesi taşıyacak kişilerce ileriye götürülememiştir (Rıza 1973, s. 21).

Osmanlı sultanlarının camii inşa edip yanına da birer medrese tesis etmesi yaygın bir gelenekti. Bu geleneği vezirler de takip etmiş ve bu sayede özellikle İstanbul’un çeşitli semtlerinde çok sayıda cami, medrese, kütüphane ve imarethane tesis edilmiştir. Osmanlı padişahlarından bazıları da medreselerin yanına ilkokullar kurdurmuşlardır. Fakat tesis edilen bu okullar daha önce de zikredildiği üzere belirli bir nizam çerçevesinde halkın hizmetine sunulmuş kurumlar değildi. Resmi olarak herhangi bir yükümlülük veya yönlendirmenin varlığından söz edilemezdi. Mekteplerin vakıflar sayesinde ayakta kaldıkları ve ayrıca okullarda görev alacak eğitimcilerin de bu vakıflar kanalıyla görevlendirildikleri bilinen bir durumdur. Eğitimciler, geçim sıkıntısı taşıyan kimseler olmaktan kurtarılamamış ve bu yüzden öğretmenlerin çoğu ya başka mesleklere/işlere meyletmiş ya da vazifelerini sağlıklı olarak yerine getirmenin uzağında kalmışlardı. Bunun yanında, özellikle dönem Avrupasında maarif önemli bir kalkınma göstergesi olarak benimsenmişken, 19. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı ülkesinde kurumsal bir bilinç ve anlayış henüz mevcut değildi. Osmanlı devletinde birçok şey gibi maarifin önemi de sonradan anlaşılacaktır.

Sultan II. Mahmut ile başlayan ve Sultan Abdülhamit ile belli bir olgunluk düzeyine ulaşan eğitim alanındaki çalışmalar, zor bir dönemden geçen Osmanlı toplumu için özellikle sosyal açıdan bir bilinçlenme evresi olarak değerlendirilebilir. Sokaklarda gezen başıboş çocuk sayısı giderek azalmış ve ebeveynler çocuklarını bu okullara gönderebilmek için daha çok çaba sarf etmeye başlamıştır. Bu bilincin oluşmuş olması önemlidir. Cehalet sorgulanmaya başlanmış; eğitim, sanat ve bilgiden yoksun bir yaşamın kabul edilemez olduğu algısı yerleşmeye başlamıştır. Nitekim 1870 yılında sözünü etmekte olduğumuz eğitim sürecini tamamlamış kişilerden oluşan "Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye" kuruldu. İlme ve fenne dair kitap basımları arttığı gibi, yabancıl dil çevirileri de yayınlanmaya başlanacaktır. Fransa Paris’teki "Mekteb-i Osmanî" ve İstanbul’da "Mekteb-i Sultani" bu sürecin birer halkası olacaklardır (Rıza 1973, s. 21­25).

3. 3. FRANSA ÖRNEĞİ VE SOSYAL DEVLET/HİZMET ANLAYIŞI

Fransa’nın 18. yüzyılda ortaya çıkan somut gelişmelerin ve 19. yüzyılda ulaştığı zirvenin temelinde, 17. yüzyılda filizlenmeye başlayan, insana değer veren, sosyal yaşamı hemen her yönüyle içine alan ve Fransız insanı mantalitesini değişime zorlayan aydınlanma ve karşı reformasyon süreçleri yer almaktadır. Fransa bu süreçler boyunca ilerlemesine katkı sağlayacak her türlü unsuru etkili bir şekilde kendi politikalarıyla bütünleştirmeye çaba göstermiş ve oluşturmaya çalıştığı bu etkili sentez politikasıyla dönemin girift diplomasisinin merkezinde yer almaya çalışmıştır. Dış dünya ile olan münasebetlerinde bu sentez uyumunu bir koz unsuru olarak uygulayan Fransa, kendi sınırları dâhilinde de önemli atılımlar yapmış, yeni kurum ve düşüncelerin ortaya çıktığı ve dışarıya da pazarlandığı bir merkez güç konumu kazanmıştır (Keyder 2007, s. 38­44). Dinin/dini mezheplerin merkezde yer aldığı politik tartışmaların dışında; Fransız toplumunun sosyal açıdan önemli gelişmelere tanık olduğu sürecin, Fransa’nın ilerleyen yüzyıllarda tesis etmeye çalışacağı güçlü devlet imajının oluşmasında önemli katkı sağladığına tanık oluyoruz.

Doğu toplumlarında sosyal yardımlaşma faaliyetlerinin genel olarak manevi bir hüviyet kazanarak geliştiği söylenebilir. Bu tür faaliyetlerin doğrudan halka ulaşmasını sağlayacak bürokratik bir makam oluşturulamamıştır/yoktur. Manevi hareketlilik ortak bir toplumsal bilincin oluşmasını sağlamıştır çünkü. Buna karşılık batı toplumlarında sosyal yardım ve sosyal devlet politikalarının güçlü bir bürokrasi kanalıyla yürütülerek kurumsal bir nitelik kazandığına tanık oluyoruz. Fransa bu açıdan öne çıkan bir örnektir. Fransa toplumunda tanık olduğumuz sosyal yardımlaşma kuramlarının belli dönem aralıklarında kurulmuş veya belli dönemlerdeki sorunlara çözümler sunması amacıyla tesis edilmiş birimler olmayıp, uzun soluklu politikaların sonucunda tesis edilmiş ve etkileri günümüze kadar ulaşmış bir sürecin ürünüdürler. Her biri aynı zamanda birer enstitü niteliğinde olan bu kurumlar, sadece sosyal yardım faaliyetlerine ön ayak olmak ve bunları halka ulaştırmak amaçlarından başka toplumun yönetici sınıfın ülke idealleri doğrultusunda oluşturduğu siyasetine desteği sağlayan örgütlenmeler olmaları nedeniyle de önemlidirler. Bu kuruluşların toplumla ve devlet siyasetiyle bütünleşerek büyümeleri ülkedeki diplomasi geleneğinin niteliğiyle yakından ilgilidir.

1620’lerde Duke de Ventadour tarafından kurulan ve açıklamakta olduğumuz durumu örnekleyecek bir niteliğe sahip Company of the Holy Sacrement adlı kuruluşun önemli bir işlev gördüğüne tanık oluyoruz. Toplumun hemen her tabakasından insanı bünyesinde barındıran kuruluş, Paris merkezli olarak devlet bürokrasisi kanalıyla idare olunmaktaydı. Daha çok dini bir nitelik taşımasına rağmen, öncelikleri dini meseleler üzerinden devlet politikasını sağlamlaştırmak gibi, birçok hayırsever vazifeleri üstlenmişlerdi. Osmanlı Devletinde de rastladığımız üzere; cezaevlerini ziyaret etmek, fakirlere yardım ulaştırmak, hayat kadını sayısını azaltmak, hastaneleri ıslah etmek, fakirlerin çocukları eğitmek, dini bayramlarda sağlıklı bir bilinç oluşturmak ve bu bayramlar süresince küfrü azaltmak bu kuruluşun temel hedefleri arasında yer almışlardır (Jones 1994, s. 147-148). Bu amaçları gerçekleştirmek üzere yürüttükleri faaliyetlerin sonucunda ortaya koymuş oldukları hastaneler, buluntu çocuklar/kimseler için tesis edilmiş evler, hayat kadınları için ıslahevleri ve hayırsever okulları zikredilmeye değerdir. Bu oluşum 1661 yılında Mazarin tarafından ilga edildiyse de yerel girişimciler sosyal yardım faaliyetlerine kaldıkları yerden devam etmişlerdir.

Zaman içerisinde isimleri kurmuş oldukları derneklerle özdeşleşecek ve şöhretleriyle kurmuş oldukları kurumları geride bırakacak kimseler Fransız toplumunda tekrardan ön plana çıkacaklardır. Saint Vincent de Paul’un tesis etmiş olduğu Lazarist oluşumu ve 1639 yılında tesis edilmiş The Daughter of Charity kuruluşu karşımıza çıkan iki önemli örnektir (Jones 1994, s. 148-149). Her iki oluşumu Osmanlı devletindeki faaliyetlerinden de hatırlıyoruz. Bu kurumlar benzer nitelikteki uluslar arası çapta faaliyet gösteren derneklerle işbirliği içerisinde olmuşlardır. Genel olarak dini küfür içerisindeki insanları doğruya ulaştırmak amacından hareketle tesis edilmiş olan bu kurumlar, diğer benzer ilk örneğimizdeki gibi toplumsal hayatı bunun için uygun bir alan görmüş ve hedefledikleri politikaların zaman içerisinde bu yolla daha çok başarı kazanacağı düşüncesinden hareketle daha çok hayırsever kuruluşlar kimliğine bürünerek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

The Company of Holy Sacrament, Les Lazarists ve The Daughter of Charity gibi son derece önemli ve bilinen unsurlardan başka, 14. Louis’in bizzat kendisi de hükümranlık dönemi süresince hayırsever bir izlenim oluşturmaya gayret göstermiştir. Toplumsal hayat için tehlike arz edebilecek sosyal gurupların denetimi ve fakirlerin ihtiyaçlarını gidermek için çaba sarf etmiştir. Ülke sınırları dâhilinde genel hastanelerin tesis edilmesine yardım etti. Kendisi aynı zamanda The Company of Holy Sacrament adlı kuruluşun tesisine de destek olmuştur. Çingeneler, başıboş gezen yersiz yurtsuz kimseler, deliler, cadılar, hayat kadınları, bazı sapkın guruplar ve çeşitli nedenlerden ötürü suç işlemiş/suça karışmış çocukların ıslahı ve topluma kazandırılmaları noktasında önemli destek olmuştur. Bu insanların ihtiyaçlarına cevap vermek üzere 1650 ve itibariyle yaklaşık olarak iki yüz kurum oluşturuldu. Burada dikkat çekilmesi gereken diğer önemli bir husus 14. Louis döneminde ülke genelinde tesis edilmiş olan fakir evleridir (poorhouses) (Jones 1994, s. 149-158). Bu önemli husus, devletin sosyal hizmetleri tesis etme hedefinin güçlü somut bir göstergesi ve sosyal kontrolün etkili bir işareti olmuştur. Yine bu dönemde kadın ve çocuğa ayrı bir ehemmiyetin verildiğini vurgulamak gerekir.

Kimsesiz çocuklar sorununun Fransa için iç burkan bir sorun haline gelmesi dönemi I.Dünya Savaşı öncesi ve sonrasıdır. Araştırmakta olduğumuz dönem Fransa’sına da temas edecek olursak; bu dönemlerde Fransa ve Avrupa’da yaşanan ağır savaşlardan ötürü yetim çocuk sayısında büyük artış gözlemlenecektir. Bilhassa dönemin Fransa’sında küçük yaştaki yetimlerin/kimsesiz çocukların maddi ve manevi (ahlaki ve mülkü) gereksinimleriyle direkt olarak ilgilenecek bir kurumum mevcudiyeti zorunluluğu hususu önemli bir eksiklik olarak dile getirilmekteydi. Annesi veya babası olmayan bir çocuğun kişisel ihtiyaçlarını karşılayacak, sahip olduğu hakları yasal güvence altına alacak ve aynı zamanda kendisini de geleceğe hazırlayacak yetkin bir kurum ve kişilerin eksikliği bu husustaki düzenlemelerle ilgili yeni tartışmaları da beraberinde getirmişti. Bu sürecin akabinde aile mahkemelerinin kurulduğunu ve kimsesiz her çocuğa Osmanlı devleti örneğinde de değineceğimiz üzere birer vasi tayin edildiğini görüyoruz. Kimsesiz çocuklara dair her türlü sorunun görüşüldüğü aile mahkemeleri ve bu çocukların her türlü sorumluluğunu üstlenen vasiler önemli birer sosyal obje olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Ebeveynlerden birisinin olmadığı durumlarda devreye giren aile mahkemeleri ve vasiler; bazen de anne ve babanın sağ fakat fiziki, ahlaki ve olağan sorumluluklarını yerine getiremedikleri durumlarda bu çocukların sorumluluklarını geçici olarak üstlendiklerini görüyoruz. Aile mahkemeleri

sulh yargıçları öncülüğünde toplanırdı. Mümkün olduğu durumlarda vasi çocuğun ailesine yakın bir kimseden seçilirdi. Mahkeme tarafından tayin edilen vasi yasal bir erke sahip olmakla birlikte, bu erki ancak vasisi bulunduğu çocuğun menfaatleri doğrultusunda kullanabilirdi. Sorumluluğunu üstlenmiş olduğu çocuk erişkinliğe ulaşana kadar, onun bütün haklarının muhafaza edip gözetmekle yükümlüydü. Aile mahkemelerinin kurulamadığı yerlerde veya dönemlerde, devletin denetiminden uzak, bağımsız hareket eden girişimciler söz konusu yetim ve öksüzlerle yakınlık içerisinde olmuşlardır (Milliard 1916, s. 142-147). Bütün bunlara ek olarak zaman içerisinde kimsesiz çocukların haklarını sağlıklı olarak koruyup gözetebilecek mercilerin durumları tartışılmaya başlanacaktır. Özellikle aile mahkemeleri ve vasilerin sorumluluklarını üstlendikleri kimsesiz çocukları idare edebilecek yeterlilikte olamadıkları gerçeği ortaya çıkacak ve kimsesiz çocukların daha iyi nasıl kontrol altında tutulabilecekleri doğrultusunda yeni çözüm arayışlarına gireceklerdir.

1904’ten itibaren Ulusal Kadınlar Mahkemesi öncülüğünde; terk edilmiş, yardıma muhtaç ve zor şartlar altında yaşayan çocukların istismar edilmemeleri ve haklarının güvence altına alınmasını sağlayacak hukuk mahkemelerinin kurulması öngörülmüştür. Bu zaman diliminde İsveç, Danimarka, İsviçre ve Prusya’da da benzer doğrultuda kararlar alınarak kimsesiz çocuklar sorununun ciddi bir sorun olarak kalmasının önüne geçilmeye çalışılmıştır (Milliard 1916, s. 143-144).

Burada Fransa örneği için vurgulanması gereken bir diğer husus; ülkede kurulan yetimhanelerin dini bir hüviyete sahip oldukları, çocukların bu kuruluşlarda 21 yaşına kadar himaye edildikleri ve çoğu yetimhanenin devlet idaresinden bağımsız olarak tesis edildikleri gerçeğidir. Bu özel yetimhanelerin ve devletin sağlamış olduğu kamu yardımlarının/desteğinin I. Dünya Savaşı öncesinde büyük bir artış gösterdiğini vurgulamak gerekir. Kız ve erkek çocuklarına yönelik profesyonel okullar bu dönemde kurulacaktır. Diğer hayırseverlik ve yardımlaşma kuruluşlarının faaliyetleri de gelişme gösterecek ve kendilerine bağlı yetimhanelerde mesleki ya da profesyonel eğitimin verilebilmesine yönelik çalışmalar gerçekleştirilecektir.

Faubourg Saint-Antoine Üniversitesi Etretat’da kimsesiz çocuklar sorununa çözüm bulmak amacıyla bir kamp organize eder. Burada savaş yetimleri (orphelins de la guerre) adı altında tesis edilen kurum ilk etapta 500 yetimi bünyesinde topladı. Kuruluşun yakınına da çocukların eğitimi için atölyeler kurulmuştur.

Bu organizasyonun girişimleri sonucunda oluşturulan kurumun dışında, asker yetimhanesi (d’orphelinat des armees) adıyla yeni bir yapı oluşturulur. Bu yetimhaneye savaşlarda ölen askerlerin ve resmi devlet görevlilerinin kız ve erkek çocukları alınıyordu. Yine aynı şekilde bu savaşlarda yaralanmış kimselerin çocukları da himaye edilmekteydi. Burada vurgulamayı önemli bulduğumuz husus, günümüzde de ülkemizde hâlihazırda uygulanan durumla görülen yakın benzerliktir. Bu yetimhane bünyesinde bulunan çocukların güvenliği ve gelecekleri için faklı seçenekleri hazır tutan bir örgütlenme yapısı bulunmaktaydı; ilk olarak babaları ölmüş çocuklar için, çocuğu yanlarında almak suretiyle önce annesinden başlanarak yakın akrabalarının yanına yıllık belirli bir ekonomik yardım karşılığında alınmaları önerisinde bulunulurdu. İkinci olarak şayet çocuğun/çocukların yakın akrabaları yoksa bir veya birden fazla çocuğu, bakımlarını ve eğitimlerini üstlenecek bir ailenin yanına belirlenmiş bir ücret mukabilinde bırakmaktı. Son olarak eğer ailevi bir yerleştirme söz konusu olamayacaksa, bu çocukların masrafları karşılanmak kaidesiyle herhangi bir eğitim kurumuna (özel de olabilirdi) verilmeleriydi. Buradaki açıklamalara ek olarak kurumun çocuklara 16 yaşına kadar korunma ve bakım hizmeti sunduğunu ifade etmeliyiz.

Bunun sonrasında çocuklar, düzenli olarak eğitim alabilecekleri eğitim kuramlarına (yüksek tahsil, mesleki, teknik, endüstriyel, tarımsal) yönlendiriliyorlardı (Milliard 1916, s. 149-150).

4. FRANSA DESTEKLİ KURULUŞLARIN OSMANLI ÜLKESİNDEKİ KONUM VE FAALİYETLERİ

Fransa ve Belçika gibi benzer sosyoekonomik süreçlerden geçmiş Avrupa ülkelerinde çocuklara verilen genel değerin dışında, devlet olarak ciddi karışıklıkların yaşandığı yakın dönemlerde de üzerinde en çok durulan hususun kimsesiz çocuklar olduğunu görüyoruz. Zaman zaman kimsesiz çocukların bu toplumlarda da ihmal edilen bir kesim olduklarını bizzat kendilerinden öğrenme fırsatımız olmakla birlikte, bu çocukların ihtiyaçlarını giderme noktasındaki çabalarına ve öz eleştirilerine de tanık olmaktayız. Kimsesiz çocuklar bahsi evrensel bir boyut olmakla birlikte; dünyanın farklı bölgelerindeki/ülkelerindeki benzer önemli temel sosyal olgu ve yakınlıkları da ortaya koyuyor olmasından ötürü ilgi çekici bir araştırma konusu olarak karşımızda durmaktadır. Osmanlı devletinin Müslüman bir kimliğe sahip oluşu ile diğer Hıristiyan Avrupa ülkelerinin tarihten almış oldukları özgün aidiyetleri; kimsesiz çocuklar sorunu dâhilindeki fiiliyatların benzer ipuçları sağlaması noktasında herhangi bir engel teşkil etmemiş, aksine benzerlikleri ortaya koyan önemli bir husus olmasının yanında, sorunun ciddiyeti ve alınması gereken tedbirler noktasındaki benzer fakat eşit düzeyde olmayan endişeleri gözler önüne seriyor oluşundan ötürü ayrıca önemlidir. Osmanlı devleti kimsesiz çocuklar sorununu tek yönlü bir anlayışla ele alarak çözmek amacındayken özellikle Fransa gibi ülkeler daha kapsamlı çabalarla bu soruna yapıcı çözümler getirmek istemişlerdir. Başka bir deyişle; Fransa belirli bir alt yapı ve sivil toplum hareketiyle sorunu toplumun beklentilerine uygun bir düzleme oturtma gayreti içerisindeyken, Osmanlı devletinde bikes çocuklar meselesi doğrultusunda devletin savaş yaşadığı veya ağır sosyoekonomik süreçlerden geçtiği dönemlerde, bu hususla ilgilenecek kurumsal sivil toplum örgütlenmesi ve alt yapısı bulunmamaktaydı.

Fransa’da kimsesiz çocuklar sorununa yönelik olarak toplumun çocuklara karşı vazifelerini/sorumluluklarını tam olarak yerine getiremediği ve bu durumun mevcut bikes çocuklar sorununu ağırlaştıran bir unsur olduğu eleştirisi yapılmıştır. Zaman içerisinde sorumlulukların yerine getirilememiş olmasından kaynaklanan eksikliğin farkına geç varıldığını, bu boşluğu ortadan kaldırmak üzere çocuklara ilişkin yeni düzenlemelerin yapıldığını ve yasalar oluşturulduğunu göreceğiz. Öyle sanıyoruz ki Osmanlı devletindeki vakıf şuuru gibi (Davis 2006, s. 268-272), bu dönemlerde de özellikle Fransa’da ciddi bir sivil toplum bilincinin oluşmaya başlamış olduğuna tanık olmaktayız. Buna göre; kimsesiz çocuklar sorunsalı içerisinde sadece anne veya babasını kaybetmiş, geçimlerini sağlayamayan ve terk edilmiş çocuklar bulunmuyordu. Suçlu çocukların korunma altına alınması, ahlaki çöküntü veya tehlike yaşayan çocukların bu tür olumsuzluklardan uzak tutulması, şehit çocukların gözetilip korunması, yoksul kimselerin haklarının korunup güvence altına alınması hususları sivil toplum hareketi anlayışı doğrultusunda alınabilecek belli başlı önlemler olarak ön plana çıkmıştır (Dreyfus 1916, s. 155-156). Bu hususlar, devlet ve parlamentonun öncelikleri olmalıydı. Kimsesiz çocuklar hususunun Fransa’daki sosyal boyutuna temas ederek Osmanlı ülkesindeki faaliyetlere geçişin daha yararlı olduğu kanaatindeyiz.

Osmanlı devletinde faaliyet gösteren yabancı mektepler arasında Fransa destekli okullar ayrı bir öneme sahiptir (Black 1922, s. 418-420). Bu okullar Osmanlı toplumunda beğeni toplamış ve pedagojik yeterliliklerinin yanı sıra yardımsever oluşlarıyla da ailelerin güvenini kazanmışlardır. Niyetimiz bu okulların misyonerlik faaliyeti diye nitelendirilen etkinliklerine değinmek veya bu doğrultuda olumlu olumsuz bir bakış açısı oluşturmak değildir. Daha çok kimsesiz çocuklar olgusu çerçevesinde, Osmanlı devleti toplumsal yaşamında ne türden oluşumlara zemin hazırladıklarına değinmeye gayret göstereceğiz. 19. yüzyılın ikinci yarısında dönem Fransa’sının milli eğitim müfettişlerinden olan Marcel Charlot’un; Osmanlı devletinde İstanbul, İzmir ve Edirne gibi şehirlerde toplamda yüz on altı okulu teftiş ettiğini anlatılır. Bu ciddi bir rakam olmakla beraber, rakamın azlığı yönünde eleştiriler de olmuştur. Fransa hükümeti tarafından yardım ödeneği alan kuruluşlarda okuyan öğrenci sayısının Osmanlı devleti sınırları genelinde 62 bin civarında olduğu ifade edilmiştir. Bu sayı, İstanbul ve dolayları için 7 bin olarak belirtilmiştir.

Osmanlı devleti, özellikle yoğun nüfuslu şehirlerinde giderek ağırlaşmaya başlayan kimsesiz çocuklar sorunun farkına vardığında ve bu konuda yapılabilecekler hususunda sorumluluk hissetmeye başladığında, yabancı okulların bu konuda kendilerine oranla oldukça ileri bir düzeyde kurumsal olarak örgütlenmiş olduğunu gördü. Dolayısıyla bu okulların Osmanlı eğitim kurumları için örneklik teşkil ettikleri rahatlıkla söylenebilir. Fransız okulların tesis ve finanse ettiği kurumların başında, Osmanlıların özellikle kurumsal anlamda kendilerinden esinlendiğini düşündüğümüz yetimhaneler gelmektedir. Ayrıca bu okulların düzen ve yapı özellikleri bakımından, Osmanlı devleti tarafından kurulacak yeni müesseselerin ve hâlihazırda yetimhaneye dönüştürülecek binaların esin kaynakları oldukları söylenebilir.

Fransızlara ait Kudüs’teki Saint-Pierre Yetimhanesi bu açıdan bakıldığında diğer Fransız okullarından ayrılır ve kendi başına ayrı bir anlam kazanır. Burada himaye edilen çocuklar Fransızca ve Arapça eğitimi dışında, yeteneklerine göre çeşitli meslek dallarında uygulamalı eğitim alarak, kendilerine yetebilme ve topluma sorunsuz adapte olabilme noktasında belli bir süre zarfında gereken birikimi kazanmış olurlar. Saatçilik, ağaç oymacılığı, taş oymacılığı, bahçıvanlık, terzilik ve marangozluk kuruluş bikeslerine sunulan meslek dallarıdır (Fesch 1999, s. 455-472).

Yetimhanenin uygulamalı mesleki eğitim sunabilmesi için beş adet ana atölye tesis edilmiştir; terzilik, marangozluk, kundura imalatı, ciltçilik ve demircilik üzerine. Buralarda pratiğe dayalı bir eğitim alan çocukların ortaya koymuş oldukları/ürettikleri ürünler zaman içerinde büyük talep görmeye başlamıştır. Atölyelerde üretilen mallar toplumun her kesiminden insanın takdirini kazanmıştır. Kimsesiz ve özellikle aşırı yoksul ailelerin çocukları olan bu zanaatkârlar, kendilerine sunulan imkânlar ve atölyelerin olanaklarıyla zamanla hem ekonomik açıdan oldukça iyi bir konuma ulaştılar hem de toplumsal üretimin çarklarından birisini oluşturarak sosyal konum itibariyle önemli mesafe kat ettiler. Dış çevreden kazandıkları beğeni bu çabanın sonucudur. Saint-Pierre tarzında bilhassa kimsesiz çocuklara hitap eden okullar başta İstanbul ve civar iller olmak üzere Anadolu’nun önemli merkezlerinde de mevcuttular.

İtalyanların da Fransızlar gibi Osmanlı devleti sınırları dâhilinde destek çıktığı okulların varlığından söz edilmektedir. Bu okulların sayıca 43 civarında olduğu ve 6 bin üzerinde öğrenciye hizmet verdikleri beyan edilmiştir (Fesch 1999, s. 474-475).

Burada dikkatimizi çekmesi gereken en önemli unsur; Osmanlı kimsesiz çocukları ve yetimhaneleri olgusunun, Fransız veya daha genel tanımlamasıyla barınma imkânı da sunan yabancı destekli eğitim kurumlarıyla taşıdığı kurumsal ve niteliksel benzerliktir (Poujoulat 1860, s. 46-47). Osmanlı devletinde yetimhanelerin tesisine duyulan gereksinim çok erken dönemlerde de ortaya çıkmış olmakla beraber; bu ihtiyacın kurumsal bir zemin kazanmış olması süreci ancak yabancı kurum ve kuruluşların Osmanlı devletinde bu sıkıntıyı daha evvel görmelerinden ve bu doğrultuda yapılar inşa etmelerinden sonradır.

Yine yakın bir benzerliği ortaya koyuyor olmasından ötürü, gerek Fransız gerekse diğer ülkelerin Osmanlı devleti topraklarında tesis ettiği okulların büyük oranda rahibelere teslim edildiklerini görüyoruz. Osmanlı devleti eliyle tesis edilen sosyal yardımlaşma kuruluşlarında da yabancı kimselerin yoğun olarak görev aldıklarını görüyoruz. Bu hususta, "Ivree" ve "Charite" tarikatları rahibelerinin büyük bir üne sahip olduklarını söyleyebiliriz.

20.yüzyılın başlarında Fransa destekli okulların daha yoğun olarak Osmanlı başkentinde faaliyetlerine devam ettiklerine tesadüf ediyoruz. Bu ülkeye bağlı bilhassa dini tarikatların İstanbul Haydarpaşa’da ön plana çıktıklarını görmekteyiz. "Assomption" Tarikatı rahiplerinin 1905 yılında burada bir kız okulu açtıklarını biliyoruz. Benzer doğrultuda Hıristiyan okulları frerleri idaresi altında yatılı bir okulun 70 öğrenci mevcuduyla hizmete açıldığını ve yine bu bölgede hastalara bazı günler ücretsiz sağlık hizmeti veren bir dispanserin bulunduğunu öğreniyoruz (Fesch 1999, s. 474-476).

5. OSMANLI İSTANBUL’UNDA FAALİYET GÖSTEREN DİĞER YABANCI OLUŞUMLAR

16. yüzyıldan itibaren Osmanlı ülkesinde belirmeye başlayan Fransız etkisi, 19. yüzyıl ile birlikte doruk noktasına ulaştı. Dini ve kültürel bir hüviyet taşıyan ilk Fransız kurumları İstanbul, İzmir, Selanik ve Beyrut’ta tesis edildi. 19. yüzyılda Osmanlı devleti topraklarının büyük çoğunluğunda bu türden Fransız kurumlarına tesadüf etmek çok sıradan bir durumdu. Doğu Anadolu Bölgesinde Fransızlara bağlı Dominikken okulları mevcuttu. Siirt, Cizre ve Van’da tesis edilen Dominikken okulları, sosyal ve dini açıdan talep görmek üzere tesis edilmişlerdi. Siirt’te kilise, yetimhane, Profesyonel Dominikken Rahipleri Okulu ve manastır tesis edilmişti. Cizre’de manastır, kilise, Dominikken Rahipleri Okulu ve şapel; Van’da da Hıristiyan mezarlığı, yetimhane, kilise ve manastır tesis edilmişti. Bunun yanında Baptist Delegasyonu kuruluşları Bağdat, Beyrut ve Musul gibi kentlerde benzer nitelikte kurumlar oluşturmuşlardı. Rahibelerin öncülüğündeki yardımlaşma kuruluşları Beyrut ve Damas’ta şefkat yurdu, hastane, dispanser ve yetimhane tesis etmişlerdi. Diğer taraftan Fransisken kuruluşları, Güneydoğu Anadolu Bölgesinin büyük bir bölümünde faaliyetlerine devam ediyorlardı. Diyarbakır ve Mardin’de okulları; Harput-Mezra ve Malatya’da yetimhaneleri bulunmaktaydı. Bunların yanında Adana, Tarsus, Sivas, Amasya, Kayseri, Halep, Antep, Hatay, İskenderun, Trabzon, Suriye, Beyrut, Bağdat, Musul, Erzurum, Samsun, Merzifon ve Tokat gibi birçok yerde dini hüviyete sahip okullar ve kurumlar meydana getirmişlerdi (Kodaman 1986, s. 395-397).

Fransa Dış İşleri Bakanlığının 20 Mayıs 1891 yılında, Osmanlı Anadolu’sunda faaliyetlerine devam etmekte olan Antep Eğitim Konseyinden talep ettiği raporun, faaliyet raporu şeklinde ellerine ulaşmasıyla ortaya çıkan bilgiler, üzerinde durmaya çalıştığımız konunun önemini ortaya koymaktadır. Mersin, Antakya, İskenderun, Maraş (Melidonian 1937, s. 6-16), Antep, Urfa, Tere-Saint Koleji, Saint-Joseph Koleji ve Akbes Lazarist okullarının denetlenmesiyle ortaya çıkmış olan raporun hayli ilginç ve aydınlatıcı bilgiler ortaya koyduğu söylenebilir. Bu okullardaki toplam Müslüman erkek öğrenci sayısı 500 civarındadır. Genel toplamda 1190 dolayında erkek ve 570 civarında da kız öğrenci bu okullara devam etmekteydi (Kodaman 1986, s. 397-399). Raporun ortaya koyduğu rakam ve veriler bir başka yönüyle daha ilginçtir. Bu vesileyle Osmanlı devletinin herhangi bir kısıtlama getirmediği ve denetimden uzak tuttuğu bu okulların önemli bir boşluğu doldurma işlevi gördüklerine tanık oluyoruz.

Fransa destekli bu okulların, 1878-1914 tarihleri aralığında Osmanlı devletinde kültürel ve dini kuramların tesisine büyük önem verdiği bilinen bir durumdur. Fransızlar bütün bu çaba ve faaliyetlerle, özellikle Osmanlı Anadolusunda hedefledikleri noktasında büyük başarılar elde ettiler. Bunları gerçekleştirirken Osmanlı devletinin mahrum zümrelerin sorunlarına çözüm bulma noktasındaki eksikliklerini ve etkisizliğini kendi amaçlarına ulaşma noktasında birer araç olarak kullanarak halk nazarında da itibar elde ettiler.

Osmanlı devletinde özellikle Anadoluda misyonerlik kanalıyla çeşitli yardım faaliyetlerinde bulunan Avrupa merkezli sosyal yardımlaşma kuruluşlarının başında gelen Saint-Vincent de Paul Yardımsever Rahibeler Derneği, bu coğrafyadaki etkinliklerine 1839 yılı itibariyle başlamıştır. 19. yüzyıl Osmanlı devletinin Batı ile olan münasebetlerinin en yoğun olduğu dönemdir (Patrick 1922, s. 113-117). Fransa bu süreçte Osmanlı devletinin en çok diplomatik ve kültürel ilişkide bulunduğu devlet olmuştur (Ergut 2004, s. 28-34, 235). Bir sosyal yardımlaşma derneği olarak ön plana çıkan bu kurumun İstanbul’da faaliyete başlaması, iki Protestan rahibenin mezhep değiştirerek bu kurumda çalışmak istemeleriyle olacaktır. Çalışma talepleri kabul edilen bu iki rahibenin, daha sonra İstanbul’da tesis edilmek istenen kurumun başına geçmeleri istenmiştir. Neticede başta adını zikrettiğimiz Enstitüye bağlı iki şubenin daha İstanbul’da kurulması süreci tamamlanır. Açılan ilkokulun büyük bir ilgi gördüğü ve beğeni kazandığı zikredilmiştir. İlk kuruluş yılından başlanarak 150 kız çocuğu giydirilmiş, yirmi bin yoksul insana gereken yardımda bulunulmuş; kırk bin hasta, sakat veya yaralı ziyaret edilerek tedavileri sağlanmıştır.

Bu Enstitüye bağlı rahibelerin faaliyet alanı sadece Anadolu ve İstanbul olmayıp, özellikle İzmir gibi önemli bir ticaret ve liman kenti olan merkezler de önemli birer çekim merkezi olmuşlardır. İzmir’deki kimsesiz ve yardıma muhtaç bikes çocuklar için öksüzler yurdu tesis edilmiştir.

Bu olgunun dâhilinde yer alan diğer önemli bir husus da, Osmanlı devleti tarafından özellikle İstanbul’da tesis edilen Dâr’ül-eytam’lar ve diğer sosyal yardımlaşma kuruluşlarında rahibelerin önemli pozisyonlarda görev almış olmalarıdır. Galata Rahibeleri İstanbul’da bu sürece öncülük yapmışlardır. Bilhassa Osmanlı hastaneleri de dönemin sosyal yaşamında takdir edilen çalışmalarına bakılarak kendilerine teslim edilmişlerdir. İstanbul’daki hastanelerden birisini yöneten Rahibe Caroline Renault, bu durumu bizzat kendisi şöyle ifade eder:

“Son kolera salgını süresinceydi. Osmanlılar hastalarını evlerinde bırakıyorlardı veya sokaklarda ölürlerse şayet, cenazelerini almıyorlardı. Bir gün salgın hastalığının fena halde etkili olduğu bir mahalleden geçerken, durumu fena halde kötü olan birini gördüm. O dönemde her zaman yanımızda hazır bulundurduğumuz bazı ilaçlardan verdim; sonra da oradan geçmekte olan birkaç kişiye hastayı yan taraftaki küçük bir kahvehaneye taşımamız için yardım etmelerini söyledim. Bu doğal yardım davranışımıza tanık olan bir Osmanlı yetkilisi yanımıza yaklaşarak şöyle dedi:

-Bir hastayı tedavi etmeyi bilen sadece sizsiniz. Sizin gibi birkaç yardımsever bizde de olsaydı, hastanelerimizde bu kadar çok kişi ölmeyecekti.

-Acı çeken herkesin hizmetindeyiz, diye karşılık verdim.

-O halde yerden kaldırdığınız ve ne yapacağımızı bilemediğimiz başka hastaları da tedavi etmek ister misiniz?

-Evet; ama burada değil, diye karşılık verdim. Bir adres verin ve birkaç rahibeyle geleceğim, dedim.”(Fontmagne 1902, s. 458-462)

6. İSTANBUL VE PERA

İstanbul’un 19. yüzyılda Pera ile birlikte, yabancı uyruklu diplomatlar ve resmi diğer devlet görevlileri için bir çekim merkezi olduğunu söylemek gerekir. Dönem İstanbul’unu görme fırsatı yakalamış insanlar, İstanbul’un özellikle boğazı ve diğer yerleşim bölgeleriyle dünyanın en güzel yeri olduğunu büyük bir hayranlıkla ifade etmişlerdir (Plandin 1853, s. 8-9; Goodsell 1922, 13-14, 79; Moore 1922, s. 167). Pera; özellikle Bulgar, Yunan, İtalyan, Macar, Alman, Polonyalı, İspanyol, Fransız ve daha birçok farklı ülkenden gelen politik sığınmacı göçmenlerin merkez bölgesiydi. Fransa ise hayatlarını gençliğin yeniden inşasına adamış Lazaristler, Sain-Vincent de Paul Rahibeleri kanalıyla, Pera ve Galata’da sosyal yardımlaşma faaliyetleriyle ön palana çıkmaktaydı (Huntington 1922, s. 140-143). 1846 yılı itibariyle Pera’da bir Fransız hastanesi, hayırsever hüviyete sahip bu topluluklarca tesis edilmişti. Tifus ve Kolera gibi salgın hastalıkların tedavisi ve önlenmesi hususlarında şehir halkının yakınında yer alan hayırsever kuruluşların takdir edildiklerini görüyoruz (Ayar 2007, s. 22-38). Sultan Abdülmecid dönemin Fransa elçisi aracılığıyla, Saint-Vincent de Paul Rahibelerini kutlamıştır. Saint-Vincet de Paul Rahibelerinin yanında Soers de Charite olarak bilinen hayırsever rahibeler/kızlar da yaptıklarıyla sıkça ön plana çıkmışlardır. Galata’da iki yüz küçük kıza barınma imkânı sunan bir yetimhane ile gündüzlü ortalama dört yüz çocuğa hizmet veren yatısız bir okul inşa ettiler. Pera’daki hastanelerinde aşağı yukarı üç yüz çocuğa ders verecek sınıflar oluşturdular. Burada eğitim alacak çocuklar için Fransa’da verilen eğitimle eşdeğer bir müfredat hazırlanmıştır. Bunun dışında Ermeni ve Yunan ailelerinden gelen küçük kız çocukları için düzenli eğitim veren bir okul oluşturuldu. Lazaristlerin boğazın sol kıyısında 40 bikese eğitim veren bir yetimhanesi mevcuttu. Boğazın Avrupa kıyısında, Bebek’te Soers de Charite mensupları buluntu çocuklar için bir kreş ve fakir çocuklar için bir dispanser oluşturmuşlardı. Sörlerin (les Soers) Müslüman hapishanelerine hasta olan tutukluları tedavi etmek üzere rahatça girip çıkma serbestîleri vardı. Bu bilgilerden hareketle kreş örneğinden başlayarak, yetimhaneler, okullar, dispanserler ve cezaevlerine kadar Fransız Katolik kuruluşlarının büyük çaba sarf ettiklerine tanık oluyoruz. Onların nazarında Osmanlı devleti kimsesiz çocuklar meselesinin ciddiyetini zamanında idrak edememiştir. Dolayısıyla alınması gereken önlemler zamanında alınamamıştır. Bu açıdan düşünüldüğünde 19. yüzyılda Osmanlı devleti eliyle gerçekleştirilen sosyal yardım uygulamalarının, Fransa destekli hayırsever kuruluşların çabalarına oranla yetersiz kaldığı eleştirisi yapılabilir. Belki de 19. yüzyılın ikinci yarısının sonlarına doğru artmaya başlayan sosyal hizmet uygulamalarının hem bu açığı kapatmak hem de mevcut sorunların önüne geçme eğilimi taşıdığı da söylenebilir. Dini bir nitelik taşıyan yetimhanelerinden de anlaşılacağı gibi, bu hayırsever kuruluşlar daha önce de zikrettiğimiz üzere misyoner topluluklar olarak değerlendirilmiş ve yaptıkları faaliyetler misyonerlik amaçlarıyla ilişkilendirilmiştir (Poujoulat 1860, s. 125-132).

3. 7. MİTHAT PAŞA VE TUNA VİLAYETİ

Osmanlı devletinin önemli bir parçası olan Balkan toprakları, 1850’li yıllarla birlikte çeşitli sorunların ortaya çıktığı bir sorunlu bölge haline dönüşecektir. Bu coğrafyada yaşanan uzun süreli karışıklık ve güvensizlik ortamını ortadan kaldırmak amacıyla çeşitli arayışların içine girilmişti. 1854 yılında bu topraklardaki düzensizlik ve kargaşa ortamını ortadan kaldırmak üzere yetkili kılınan Mithat Paşa, sorunların kapsamlı bir inceleme safhasından sonra etkili bir şekilde giderilmesi için adımlarını bilinçli atmaya özen göstermiştir. 1857 yılında Vidin, Tırnova ve Silistre bölgelerindeki olumsuz durumu incelemek üzere birkaç kez daha görevlendirilen Mithat Paşa, 6 ay kadar da çeşitli görevler için Paris, Londra, Brüksel ve Viyana gibi dönemin en önemli Avrupa merkezlerinde bulunmuştu (Koç 2007, s. 38; Lewis 2007, s. 162, 158-168).

1860’li yıllarda Osmanlı devletinin içinde bulunduğu olumsuz ağır ekonomik ve siyasi şartlar ağırlığını iyice hissettirmeye başlamıştı. Ülkenin birçok noktasında halkın memnuniyetsizliği dikkat çeken bir dışavurum olarak ön plana çıkmış, ayaklanma ve isyan hareketleri yürütülmek istenen politikaların önündeki başlıca iç sorunlar olarak duruyordu. Balkanlarda Panslavizm akımının rahatsız edici etkileri Osmanlı devletini dış siyaset arenasında zor durumda bırakıyordu. Diğer taraftan sınırlar dâhilinde sık cereyan eden olaylar, Kırım savaşı ve Paris Antlaşması ile kazanılan itibarı ortadan kaldırıyordu. Rumeli bölgesindeki kargaşa ortamının büyümesi üzerine, bu bölgeyi yerinde incelemek isteyen Kıbrıslı Mehmet Paşa; Niş, Vidin ve Rusçuk taraflarında yaptığı gözlem ve incelemelerinde daha önceleri Mithat Paşa tarafından dile getirilen hususların ve yapılan tespitlerin haklılığını görecektir. Buradaki düzensizliğin ancak Mithat Paşa eliyle çözülebileceğini düşünen Kıbrıslı Mehmet Paşa, Mithat Paşanın vezirlik rütbesiyle birlikte Niş Valiliğine tayini için öneride bulunmuş, Sultan Abdülmecit de kendisini bu hususlarda sahip olduğu birikimden ötürü övmüştür. Mithat Paşa böylelikle vezaret rütbesiyle henüz çok genç sayılabilecek bir yaşta 1861 yılında Niş Valiliğine atandı. Kargaşa ortamını ortadan kaldırmak ve güven ortamını bu bölgede yeniden tesis etmek üzere çalışmalarını titiz bir şekilde yürüten Mithat Paşa, kısa sürede büyük mesafeler kat etmiştir. İslam ve Hıristiyan tebaanın bir arada huzur içinde normal hayatlarına devam edebilmelerini sağlamak üzere, birikmiş olan vergi borçlarını belli bir süreliğine erteleyerek onların sevgi ve desteğini kazandı. Oluşturmuş olduğu zaptiye askeri teşkilatı ile güven ortamını yeniden tesis etme ve zorbalığı ortadan kaldırma yolunda önemli bir adım daha atmıştır. Sosyal devlet olmanın gereklerini yerine getirmeye çalışan bir anlayışla toplumsal huzuru tesis edecek bir takım müesseseler ihdas etti. Vilayet sınırları dâhilinde yol ve köprü inşasına başladı. Ekonomik refahı arttırmayı amaçlayan Mithat Paşa, bölgeyi kısa sürede bir çekim merkezi haline dönüştürür. Benzer bir ıslah hareketine ihtiyacı olduğu düşünülen Prizrin de Niş Vilayetine bağlanmış ve akabinde de sorunları kısa sürece çözüme kavuşturulmuştur.

1856 Islahat Fermanı ile öngörülen idari reformları gerçekleştirmek ve Avrupalı devletlerin bu coğrafya üzerindeki baskılarını kırmak üzere gerekli çalışmaların yapılabilmesi için Mithat Paşanın yardımıyla 1864 yılında Vilayet Nizamnamesi oluşturulur. Silistre, Vidin ve Niş eyaletleri birleştirilerek Tuna Vilayeti kuruldu. Tuna vilayetinin merkezi bilindiği üzere Rusçuk idi. Nizamnamenin uygulanma zemini bulabilmesini sağlamak amacıyla ekonomik, sosyal ve kültürel müesseseler tesis edilmeye edilmeye çalışıldı. Köylerde İhtiyar Meclisleri, kazalarda İdare ve Deavi Meclisleri ve vilayet merkezinde yıllık toplanacak genel bir meclis oluşturuldu (Baykal 1964, s. 11-19).

Yaklaşık 3,5 yıllık Tuna vilayeti valiliği müddetince 3.000 kilometre yol, 1400 köprü, Tuna üzerinde işleyecek bir vapur şirketinin tesisi ve Rusçuk limanının yeniden etkin olarak işler hale getirilmesi; bölgenin bu dönemde kavuşmuş olduğu sosyal refah ortamını yansıtan güçlü göstergelerdir. Sahip olduğu bütün bu idari ve sosyal tecrübe, Mithat Paşaya önemli bir tarihsel rol kazandırmıştır. Bu bölgelerde sosyal devlet nizamı denilince hala akla gelen ilk isim Mithat Paşadır. Niş(1860), Rusçuk ve Sofya’da birer Islahevi tesis ederek yetim kalmış Müslüman ve Hıristiyan çocuklarının toplumsal hayatta sorun haline dönüşmelerinin önüne geçilmiş, sanat ve meslek eğitimi sonucunda hem kendilerine hem de topluma yarar sağlamaları doğrultusunda son derece önemli adımlar atmıştır (Çelik 2010, s. 35-36). Oluşturmuş olduğu bu kurumlar Osmanlı devletinde sanat okullarının ilk örnekleridir. Bunun yanında mesleki teknik eğitimin de öncüsü olarak anıla gelmiştir.

Mithat Paşa, Tuna valiliğinden sonra bulunduğu Bağdat Valiliği hizmetinde de benzer politikaları uygulamaya devam etmiştir. Bu bölgede de toprak reformuyla köylü halkı büyük bir yükten kurtarmış arazi sahibi yapmıştır. Yol, atlı tramway, sanat okulu, tasarruf sandığı, okullar, hastane, ıslahhane, Basra Körfezi ve Bağdat arasında düzenli vapur seferleri, Dicle ve Fırat’ın taşkın zamanlarında meydana gelen zararları en aza indirgemek için set ve kanallar oluşturdu (Baykal 1964, s. 27).

Mithat Paşanın Tuna vilayeti dönemindeki çalışmaları, kendisini oldukça farklı bir konumda değerlendirebilmemize olanak sağlamaktadır. Bu dönem detaylı olarak araştırıldığında Mithat Paşanın hayata geçirmek istediği uygulamalarının, bu dönemi özel bir dönem kıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Görevde bulunduğu süre zarfında bölgedeki çalışmalarıyla çağdaşlarını dahi geride bırakan bir sosyal hizmet anlayışı tesis ettiğini görebiliyoruz. Avrupa devletleri örneğinde dahi kendisi kadar ince düşünüp bu yönde sosyal politikalar geliştirebilmiş ikinci bir kişiden söz etmek biraz zordur. Açıkta kalmış, beslenme ve barınma ihtiyacı olan çocukların Niş ve Rusçuk ıslahhanelerine alınması hususunda büyük itina göstermiş; sakat, ihtiyar veya türlü ağır sağlık sorunları yaşayan kimselerin aylıklarının sorunsuz olarak ödenebilmesi için ayrı bir çaba göstermiştir. Bu doğrultuda görevliler tayin etmiş ve vilayet sınırları dâhilinde benzer müşkül şartlarda olan kimselerin tespiti için çizelgeler oluşturularak ihtiyaçlarının zamanında giderilmesi ve uygun birimlerde barındırılmaları hedeflenilmiştir. Bu yönleriyle oldukça kapsamlı bir sosyal ıslah hareketine giriştiği, sosyal yardım faaliyetlerinin ve sosyal hizmet anlayışının tesisinde oldukça önemli mesafeler kat edildiğini vurgulamak gerekir (BOA, I.MMS 133/5690, s. 4).


BÖLÜM IV

II. ABDÜLHAMİT VE SOSYAL DEVLET REFORMLARI

1. II. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ MAARİF DANIŞMANLARI VE SOSYAL DEVLET UYGULAMALARI

II. Abdülhamit’in hüküm sürdüğü dönem (1876-1909) Osmanlı devletinin içinde bulunduğu zor şartlar göz önünde bulundurularak değerlendirildiğinde, Osmanlı devletinin son kayda değer evrelerden biri olarak kabul edilebilir (Anderson 2010, s. 236-238). Modern Türkiye’nin temellerinin atıldığı hassas bir zaman dilimi olarak çok sık ön plana çıkan bir unsur olmuştur. Modern eğitim kuramlarının açıldığı ve yaygınlaşarak devam ettiği bir süreç olarak zihinlerde yer edinmiştir (Özbayrak 2011, s. 29-31). Bu yönüyle II. Abdülhamit dönemi eğitim noktasında bir dönüm noktası olmuştur. Maarif hususunda devrin entelektüellerine, önemli devlet adamlarına danışılmış ve bu noktada kendilerine önemli vazifeler yüklenilerek düşüncelerinden yararlanma yoluna gidilmiştir. Bu süre zarfında Kemal Paşa, Münif Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Mustafa Nuri Paşa, Selim Sabit Efendi ve Emrullah Efendinin değerli çalışmaları olmuştur (Kodaman 1991, s. 165). Münif Paşa eğitimin modern bir nitelik kazanması ve yaygınlaştırılması hususlarında Abdülhamit’e danışmanlık yapmış ve yakınında yer almıştır (Gündüz 2010, s. 43). Yine bu doğrultuda Padişahın yakınında yer almış diğer önemli bir danışman da, padişahı sahip olduğu birikimle yönlendiren, okulların nerede, ne tür nitelikte ve nasıl tesis edilecekleri mevzusunda uygulayıcı kararlar alan, reformist, Türk milliyetçisi ve Batı yanlısı (küçük) Mehmed Said Paşadır (Lewis 2007, s. 177).

Osmanlı devletinde her şeyden evvel eğitimin yaygınlaşması gerekliliğinin altını çizen Said Paşa, bu unsurun hâkimiyetin ve meşruiyetin temel şartı olduğunu dile getirmiştir. Aynı şekilde mevcut başarısızlık ve kargaşa ortamının, maarif meselesinin öteden beridir göz ardı edilmesinden ileri geldiğini vurgulayacaktır. Bu hususta Balkan Savaşlarının cehalet ve eğitimsizlikten dolayı hüsranla sonuçlandığını düşünür. Yeni okullar için derhal harekete geçilmeli ve Avrupa her yönüyle (bilhassa maarif alanında) örnek alınmalıdır. 1880 yılında İstanbul’da bunu teyit eder nitelikte kararların uygulamaya konulduğunu gösterir nitelikte 18’in üzerinde farklı muhteviyatta eğitim sunan mektep mevcuttu. Rüştiye ve idadiler de zaman içerisinde sayıca çoğalacak ve böylelikle eğitim alanında önemli mesafeler kat edilmiş olacaktı (Lewis 2007, s. 179­180). Küçük Said Paşa eğitimi bir bütün olarak ele almıştır. Okul öncesi eğitimden üniversiteye kadar bir dizi öneride bulunmuş ve bu doğrultuda uygulayıcı kararların alınmasına ön ayak olmuştur. Toplumsal refahın artması için mevcut eğitim sisteminin acil ıslah gerektirdiğini dile getirerek ilköğretim sonrası memur alımının ortadan kaldırılmasını elzem görmüştür. Benzer doğrultuda daha üretken bir sanayi toplumu için hâlihazırdaki eğitim anlayışı; fakir ve esnaf çocuklarının eğitimlerine, ilerlemelerine ve kendilerine özgü mesleki yeterliliklerini keşfetmelerine engeldir tespitinde bulunmuştur. Bu engelleri ortadan kaldırmak üzere başta İstanbul olmak üzere vilayet merkezlerinde açılacak sanayi mekteplerin önemli işlevler göreceği düşüncesiyle, bu nitelikte okullara daha fazla ehemmiyet verilmesi görüşünü dile getirerek, merkeze uzak vilayetlerde bu atılımların yapılması için uygu zemin oluşturmuştur (Gündüz 2010, s. 45-55).

2. SULTAN VE KURUMLARI

Sultan Abdülhamit dönemi; Osmanlı devletinin sağlık, kimsesiz çocuklar sorununun çözümü ve sosyal hizmet alanında modern uygulamalar gerçekleştirdiği bir zaman dilimidir. Bu dönemde tesis edilen Dârü’l-aceze, Hamidiye Etfal Hastanesi, Darü’l Hayri Âli ve Himaye-i Etfal Cemiyeti kendi alanlarında ilk olma özelliği taşıyarak, Osmanlı devletinin son yıllarında modern ve sosyal devlet anlayışına sahip bir görüntüsü sağlamasına hizmet etmişlerdir.

Bu kuruluşların tesisi arkasındaki detaylar incelendiğinde dönem şartlarının, sosyal devlet nizamı hususunda Osmanlı devleti üzerinde baskı oluşturduğu söylenebilir. Çünkü ciddi karışıklıkların yaşandığı bu dönemde, ihtiyaç halindeki çocuk ve muhtaç sayısı özellikle yönetim merkezi olan İstanbul’da epeyce artmış, ulaşılan rakamlar tebaanın ve vakıfların gönüllü destekleriyle çözüme kavuşturulacak bir durum olmaktan çıkmıştır. Çözüme kavuşturulamadığı takdirde Padişah imajını halk nazarında zedeleyecek olan bu sorunlara karşı, Sultan Abdülhamit duyarsız kal/a/mamış ve aşağıda tartışacağımız hizmetlere ön ayak olmuştur.

Sultan Abdülhamit döneminde, ikili ilişkiler nazarında Osmanlı devletine ziyarette bulunan Avusturya İmparatoru, Osmanlı Başkentinde kendisine gösterilen ilgi ve misafirperverlikten etkilenmiş görünmüştür. Sosyal yardımları sağlamanın bir tür meşruiyet kazanma olduğunu içselleştirmiş devlet adamları, benzer davranışlarda bulunmuşlardır. Avusturya imparatoru da İstanbul ve Beyoğlu sakinlerinden muhtaç durumda olan kimselere toplamda 19.500 frank nakdi para yardımında bulunmuştur. Osmanlı devlet yöneticileri gibi kendisi de tebaa ayrımı yapmaksızın diğer gayrimüslim halka da önemli yardımlarda bulunmuştur. Gayrimüslim tebaadan para yardımında bulunduğu kişiler de muhtaç durumda olanlardır (Aktepe 1989, s. 59-60). Sadece İstanbul ve Beyoğlu sakinlerine verilen bu yüklü paranın dönem şartlarında önemli bir meblağ olduğu açıktır. Ancak bu paranın doğru veya nereye kullanıldığı da muammadır.

2. 1. Dârü’l-aceze (Yoksullar Evi)

İlber Ortaylı ve daha birçok araştırmacı 19. yüzyıl için Osmanlı devletinin en uzun yüzyılı nitelendirmesinde bulunmuştur. Birçok olumsuzluğun birlikte yaşanması bu tür bir nitelendirmeyi ortaya çıkarmıştır (Kavas 1991, s. 22). Kaybedilen savaşlar sonucunda yaşanan toplumsal kargaşa ortamı eğitim, sosyal ve sağlık hizmetleri unsurlarının daha çok ön plana çımasını sağlamış ve bu doğrultuda bir sosyal devlet politikasının izlenmesi zorunluluğunu gün yüzüne çıkarmıştır. Sultan Abdülhamit başa geçtiğinde devletin/ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullar daha da ağırlaşacak ve mevcut borçların üzerine yeni ağır yükümlülüklerle karşı kaşıya kalınacaktı. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sonucu Osmanlı devleti yüklü bir tazminat ödemek zorunda kaldı. Bu savaş sonrasında Balkanlardan İstanbul’a yoğun bir göç hareketi başlamıştı (Davis 1922, s. 206). Göçmen sayısının 500 bini aştığı söylenmiştir. İstanbul sokaklarının kısa zaman zarfında hasta ve yaralı göçmenlerle dolduğu ifade edilmiştir. Bu soruna çare olarak çeşitli arayışlara girilmiş ve kısa bir süre sonra; bitap düşmüş, zayıf, hasta ve kimsesizlerin barınabileceği bir kurumun zaruriyet arz ettiği anlaşılmıştır. 31 Ocak 1896 yılında ancak hizmet verebilecek konuma getirilen Darülaceze (acizler evi) yukarıda sözünü ettiğimiz işlevi yerine getirecek ve din, dil, ırk ayırımı gözetmeksizin bütün Osmanlı acizleri ve kimsesizlerine hizmet verecek bir yapıya kavuşturulmuşturn (Hacıömeroğlu 2010, s. 226: Nuhoğlu 1993, s. 513).

Kurumun tesisi ve hizmet vermeye hazır hale gelmesi noktasında devrin Sadrazamı Halil Rıfat Paşa büyük çaba göstermiştir. Temelleri 1892 yılında Kâğıthane’de Poligon sırtlarında atılan Düşkünler Yurdu(Darülaceze), 28 Ocak 1895 tarihli iki kararname ile idari anlamda Dâhiliye Nezaretine bağlanır. Yönetim Kurulu Başkanlığını, belediye tarafından seçilen ve padişahça da onaylanan bir memur yapacaktı. Üyelikler; Vakıflar idaresi, Müftülük ve Zaptiye Nezaretince gösterilecek birer memura verilecekti. Darülacezede Rum, Ermeni, Katolik ve Yahudi azınlıkları birer temsilci bulunduracaklardı. Temsilciler Kurulu herhangi bir ücret almaksızın görevlerini gönüllü olarak sürdürüyorlardı (Güngör 2009, s. 159-160).

On dokuzuncu yüzyılın sonu itibariyle Osmanlı devletinin başkentinde işsiz güçsüzlerin, dilencilerin ve kimsesizlerin sayısındaki artış, ciddi bir sosyal sorun haline gelmiştir. Bu sorunların çözümüne yönelik olarak temelleri 1892’de atılıp yapımı 1895 yılında tamamlanan Dârü’l-aceze, İstanbul’un ilk modern hayır kurumu olmuştur (Gövsa 1930, s. 661). Bu hayır kurumu Sultan Abdulhamid tarafından başlatılan ve en önemli bağışçısının kendisi olduğu bir yârdım kampanyası neticesinde kurulmuştur (Yıldırım 1994, s. 555). Dârü’l-aceze, yoksulların barındığı basit bir kurum olmaktan çok; okulları, hastaneleri, koğuşları, atölyeleri, kreşleri ve ibadethaneleri ile farklı ihtiyaçları karşılayacak şekilde hizmet vermiştir. Yaklaşık olarak bin kişiye hizmet verecek kapasitede kurulan Dârü’l-aceze, kurulduğu ilk yılda 240 kişiye barınak sağlamış ancak bu rakam 1899 yılında 3 katını aşmıştır. 1909 yılında bakılan kişi sayısı 1,002 kişiye ulaşmıştır (Yıldırım 1997, s. 147, 182).

Dârü’l-aceze bünyesinde kurulan ve 1903 yılında hizmete giren Irda’hâne dönemin en modern teknoloji ve araç gereçleri ile donatılmıştır. Dört yaşın altında ve kimsesiz çocukları barındırmayı amaçlayan Irda’hâne’de Fransız bir müdirenin yönetiminde Avusturyalı dadılar görevlendirilmiştir. Bunun nedeni olarak çocuk alanında eğitim görmüş kadın hemşirelerin yokluğu gösterilmektedir. Irda’hâne 4 yaşın altındaki çocuklara hizmet verirken, aynı yıl faaliyete geçen eytamhanenin(yetim evi) 4 yaşından büyük çocuklara hizmet vermesi hedeflenmiştir (Özbek 2002, s. 210-212).

2. 2. Hamidiye Etfal Hastanesi

1899 yılında açılan bu kurum, günümüzde Şişli Etfal Hastanesi ismini alarak Türkiye’nin ilk çocuk hastanesi olma özelliğini taşımaktadır. Hazine-i Hassa Nezaretine bağlanan hastaneye Sultan Abdülhamid dönemi boyunca maddi destek sağlanmıştır. Sultan Abdülhamid’in bu hastaneyi henüz 8 aylıkken ölen kızı Hatice Sultan’ın anısına yaptırdığı belirtilmektedir (Özbek 2002, s. 216-218).

İçinde bulunduğu doğal ortam, nitelikli doktor kadrosu, modern tıp araç gereçleri, sağlığa uygunluk ve benzeri konularda o dönemin yayın organlarında sık sık bahsi geçen Hastaneyi yurt dışından ziyaret edenler de bulunmaktaydı. Bunlardan, Chicago Rush Medical College’ta cerrahi profesörü olan ve daha sonra Illinois Eyaletinde Sağlık Bakanlığı görevinde bulunan Dr. Senn Hastaneyi 1902 yılında ziyaret etmiştir. Bu ziyareti sonucu yaptığı değerlendirmede Dr. Senn, Amerika’da çok daha büyük hastanelerin bulunduğunu ancak bunların hiçbirinin sahip olunan mekân, tıbbi araç gereçleri, bünyesinde barındırdığı kimya laboratuarı ve bakteriyoloji bölümleriyle Etfal Hastanesi ile yanşamayacağını ifade etmiştir (Özbek 2002, s. 230-233).

2. 3. Dârü’l Hayr-ı Âli

Doğruluğu tam olarak teyit edilemeyen bir öyküye göre, II. Abdülhamit döneminde kimsesiz bir çocuğun yazdığı bir dilekçe üzerine 5 Mayıs 1989’da Müslüman çocukların himayesi hususunda bir Dârü’l-eytam kurulması emri bizzat Padişah tarafından verilir (Sakaoğlu 1994, s. 558-559). Bu doğrultuda, kimsesiz Müslüman bikeslerin ve sokak çocuklarının korunma altına alındığı bir yetimhane ve aynı zamanda mektep olan Dârü’l Hayr-ı Âli 1903 yılında faaliyete geçmiştir. Hamidiye Etfal Hastane-i Âlisi gibi bizzat Sultan Abdulhamid’in girişimiyle kurulan Eytamhane Hazine-i Hassa Nezareti tarafından mali olarak desteklenmiştir (Özbek 2002, s. 237).

Darü’l Hayr-ı Âli öncelikle "işsiz güçsüz serseri dolaşan hane berduş gençlerle, korunmaya muhtaç oğlan çocuklar" için kurulmuştur (Ergin 1966, s. 4248). Eğitim süresi biri hazırlık olmak üzere 7 yıl olarak tasarlanan ve kız erkek karışık olması planlanan yetimhaneye sadece erkek çocuklarının alındığı görülmektedir. İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra Sultan Abdülhamid döneminde tesis edilen kurumlar, bir takım düzenlemelere tabi tutulmuştur. Bu doğrultuda Darü’l-aceze ve Hamidiye Etfal Hastanesi, Müessessiyat-i Hayriyye-i Sıhhiye Müdüriyeti’ne bağlanarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Darü’l Hayr-ı Âli ise önce Şehremaneti’ne bağlanmak istenmiş fakat daha sonra 1909 yılında çıkarılan bir kanunla lağvedilmiştir (Özbek 2002, s. 246-251).

2. 4. Himaye-i Etfal Cemiyeti

İkinci Meşrutiyet döneminin önde gelen idarecileri ve devrin entellektülleri, bu yeni yaşam evresiyle birlikte milli bilince sahip bir neslin ortaya çıkarılması ve yetiştirilmesi düşüncesinde olmuşlardır. Bu zaman dilimiyle başlayacak olan savaşların etkisiyle de, bu düşüncelerini biraz değişime uğrayarak da olsa gerçekleştirmek için hazırlık yapmışlardır. Yaşanmış savaşlar özellikle çocuklar arasında büyük bir ahlaki çöküntüyü de beraberinde getirmişti. Süreçle birlikte yaşanan ağır ekonomik ve toplumsal şartlarla birlikte Osmanlı devleti kısa süre içerisinde sayıları binleri aşacak kimsesiz çocuklar sorunuyla karşı karşıya kalacak ve devlet bu bikes çocukların barınma ihtiyaçlarını gidermek üzere çeşitli arayışlara girecektir.

Balkanlarda önemli merkezlerde Mithat Paşa öncülüğünde gerçekleştirilen uygumlalar ve Birinci Dünya Savaşı süreciyle yaşanacak gelişmeler ayrı tutularak, kimsesiz çocukların korunma ve barınma ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olarak ilk girişim hareketinin, II. Abdülhamit döneminde bizzat kendisinin teşvikleriyle tesis edilen Darülhayr-i Ali olduğunu belirtmek gerekir (Özbek 1999, s. 11-14). Bu kurum daha çok yersiz yurtsuz kalan yetimler için tesis edilmiş olmakla beraber ilerleyen yıllarla birlikte kimsesiz çocukların görünebilir sorunları, Devleti yeni barınma merkezleri tesis etme noktasında zorlayan bir durum haline dönüşecektir. Etfal Cemiyeti ve Dâr’ül- eytam’ların Osmanlı devletinin birçok noktasında tesis edilecek olması bu durumun ciddiyetinin gösteriyor oluşları açısından önemlidir. Diğer taraftan savaş ortamının gün yüzüne çıkardığı kimsesiz çocuklar sorununa çözüm getirmek amacıyla tesis edilmiş kurum, aynı zamanda sivil bir kuruluş niteliği taşıyan Himaye-i Etfal Cemiyetidir. 1908 yılında kurulmuş olmakla beraber asıl yapılanması I. Dünya Savaşı dönemlerine denk gelir. On iki kişinin bir araya gelerek oluşturduğu bu organizasyona daha sonra sekiz kişi daha katılacaktır. Bu kurucuların bağımsız hareket eden masonlar olduğu dile getirilmiştir. Kurumun idaresi, 1923’teki ilgasına kadar bu kurucuların denetiminde olmuştur. İsmail Canbulat Bey ve Cavid Bey kuruluşun ilk başkanları olarak bilinirler (Okay 2000, s. 226-227). Kuruluşundaki temel unsur, sözünü ettiğimiz kimsesiz çocukların korunması hususundaki yetersizlikler ve iyi örgütlenmiş bir yapının yokluğuydu. 6 Mart 1917 yılında Galatasaray Yurdunda toplanan bir merkez heyet, hükümetten gerekli destekleri alarak çalışmalarına başlamıştır. Bu heyet kimsesiz çocuklara barınma imkânı sağladığı gibi, onların beden ve ruh sağlıkları için gayretli çalışmalarda bulunmuşlardır. Savaş esnasında ve sonrasında giderek bozulan toplumsal hayat, bilhassa hükümet merkezini yoksulluk ve sefalet yuvası haline dönüştürmüştü. Bu ortamın içinde bulunan kimsesiz çocukların topluma kazandırılması, barındırılması ve eğitilmeleri noktasında; bu cemiyet, yaptığı yapıcı çalışmalarla önemli görevler üstlenmiştir (Sarıkaya 2003, s. 34-37).

Çocukların ihmal ve istismardan korunması, fakir ve hasta çocukların sağlık durumlarıyla ilgilenilmesi, çocuklar için oyun alanlarının oluşturulması ve kimsesiz çocuklarla ilgilenen uluslararası kuruluşlarla bağlantıya geçilmesi Cemiyetin faaliyetleri arasında sayılmıştır. I. Dünya Savaşı sonucunda kimsesiz kalan çocuk sayısı büyük bir artış göstermiştir. Bu doğrultuda 28 Kasım 1917'de savaş bölgesinden toplanan çocuklar için Firuz Ağa'da Çocuk Misafirhanesi açılır. 1917-1922 yılları arasında hizmet veren misafirhanenin 2.027 çocuğa bakım ve koruma hizmeti verdiği ifade edilmektedir. Bunun yanında, çocukları çiftçilik ve hayvancılığa yönlendirmek amacıyla Himaye-i Etfal Cemiyeti, Kalender'de Ziraat Yurdu açmıştır. Açılan bu yurtta çocuklara yemek yapmak, yatak yapmak, yemek pişirmek, çamaşır yıkamak, genel temizlik; hayvan yemlemek, tımar etmek, saman çekmek, gübre kaldırmak, çift sürmek, harman dövmek, tohum dikmek, meyve budamak, tohum atmak ve yağ yapmak gibi işler öğretilmiştir. Anne-çocuk sağlığına yönelik çalışmalara da başlayan kurum; Şehzadebaşı, Kadıköy, Bakırköy ve daha sonra Üsküdar semtlerinde açılan Dispanserler vasıtasıyla hastaları muayene ederek, ücretsiz ilaç dağıtımına başlamıştır. Kurum 1923 yılındaki genel kuruldan sonra, yeni bir genel kurul yapmayarak tarihe karışmıştır (Çavuşoğlu 2005, s. 7-12; Okay 2000, s. 226-228).

4. 2. 5. Dârü’l-eytam’lar

1850’ler ve itibariyle İstanbul’daki yabancılar ve azınlık cemaatleri de, kendi halklarının kimsesiz çocuklar sorununa yönelik olarak eytam merkezleri tesis etmişlerdir. Bu yönüyle, kimsesiz çocuklara yönelik ilk kurumsal hizmetlere yabancıların öncülük ettiği söylenebilir. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı olmak üzere birçok uzun süreli ve yıpratıcı savaşa giren Osmanlı Devletinde verilen kayıplarla birlikte eytam sayısı da hayli artmıştı. Eytam sayısının 100.000 civarında olduğu söylenmiştir. Bu miktarın ancak 10.000’ni Dârü’l-eytam’larda barındırılabiliniyordu. Açıkta kalan yetimlerin çokluğu dikkat çeken bir durumdur. Dârü’l-eytam sayısının çok az olması ve buna karşılık kimsesiz çocuk nüfusunun fazlalığı temel sorun idi. Sıkıntının bir diğer nedeni de sadece şüheda eytamı için kurulan Dârü’l-eytam’lara diğer yetimlerin de alınmasıydı. Bunun dışında savaş yetimlerinin her türlü ihtiyaçlarıyla ilgilenilmeye çalışıldığını ifade etmek gerekir (Sufoğlu 2003, s. 49-56). Babaları cephelerde ölen çocuklar için kurulan ve çok yönlü yetiştirme yurtları olarak bilinen Dar’ül-eytam’lar, Osmanlı devletinin son yıllarında pekişen sosyal devlet anlayışı ile yakından ilgilidir (Gövsa 1930, s. 538). Dönem İstanbul’u, bu kurumların teşekkül olunduğu ilk merkez olarak bilinir (Akol 1950, s. 50). Bu doğrultuda İstanbul’da kurulan; Yedikule, Çağlayan ve Büyükdere Dârü’l- eytam’larında sanayi eğitimin verilmesi planlanmışken, zirai eğitim için de taşrada tesis edilen Dârü’l-eytam’lar münasip görülmüştür (Kırbaç 2003, s. 88). Eytamhane veya yetimhane de denilen bu kurumların, sözünü ettiğimiz inhitat döneminde Anadolu coğrafyası başta olmak üzere diğer imparatorluk sınırları dâhilinde de zorunlu olarak tesis edilecekleri görülecektir.

Bu kurumun resmiyette Dârü’l-eytam adını alıp almadığı hususu müphemdir. Bu görüşün siyasal iktidara halk nazarında meşruiyet kazandırılması noktasında ortaya çıktığı söylenebilir. Esasen 1899 yılında kapsamlı bir nizamnamesi hazırlanan Dârü’l- eytam’lar, ertesi yıl İstanbul’da Kadıköy Dârü’l-eytam’ının kurulmasıyla ortaya çıktı (Kırbaç 2003, s. 87). Diğer bir görüşe göre de, dönemin Maarif Nazırı Ahmed Şükrü Bey’in girişimleriyle 25 Kasım 1915 tarihinden itibaren faaliyete geçmiştir (Nuhoğlu 1993, s. 521). Buradan da anlaşılacağı üzere, 1850’lerden itibaren Dârü’l-eytam hüviyetinde kuramların oluşturulduğu bilinen bir durum ise de, bu kuramların resmiyette Dârü’l-eytam adını almaları Birinci Dünya Savaşı yıllarına denk gelir. Maarif Nazırı Şükrü Bey’in destekleriyle kurulan bu kurumun ilk müdürü, İttihat ve Terakki Cemiyetinin İstanbul Merkez Başkanı Kemal Bey, ilk genel müdürü ise Kastamonu Mebusu İsmâil Mâhir Efendi’dir (Gövsa 1930, s. 538).

Cihan Harbinin başlaması üzerine misyonerler ve İstanbul’da yaşayan yabancılar şehri terk etmeye başladı. Geri dönmek üzere İstanbul’u terk eden bu gayrimüslimler, kendi çocuklarının barındığı eytamhaneleri sahipsiz bırakırlar. Osmanlı Devletinin amacı da İngiliz, Fransız ve İtalyanların boşalttıkları yurt ve mekteplerdeki bu çocukları himaye altına almaktı (Sakaoğlu 1994, s. 558). Boşaltılan mektep, yurt ve diğer binalara el konularak; bunlar birer Dârü’l-eytam haline getirilmiş, savaş nedeniyle ortada kalan çocuklar da İstanbul’a ve yakın civar merkezlere tesis edilen Dârü’l-eytam’lara yerleştirildiler (Nuhoğlu 1993, s. 521). Öte yandan ağır savaş şartlarında cephelerde verilen büyük kayıplar sonucunda, bilhassa Anadolu’da çok fazla sayıda çocuk yetim kaldı. Hükümet bir genelge yayınlayarak, Anadolu’da bulunan yerel yöneticilerin bu çocukları bütünüyle saptamalarını ve İstanbul’a gönderilmelerini emretti. Özellikle Doğu vilayetlerinden getirilen ve sayıları binlerle ifade edilen erkek ve kız çocukları barındırmak, onlara okuma yazma öğretmek, kendilerine bir zanaat ve meslek öğretmek düşüncesi doğrultusunda acil tedbirlerin alınması zaruriyeti ortaya çıkmıştır (Ergin 1977, s. 1548). Dolayısıyla bu kadar çok eytamın nasıl ve nerede himaye edileceği sorunu ortaya çıktı. Devlet, yukarıda belirttiğimiz görüşe nazaran biraz daha farklı bir tutum sergileyerek; savaştan ötürü boşaltılan İngiliz, İtalyan, Fransız ve diğer uluslara ait benzer nitelikte kurumları birer Dârü’l-eytam merkezi haline getirmeyi düşündü. Fakat bu kurumlar bütünüyle boş olmadığı için zorlukların yaşandığı da unutulmamalıdır. Çünkü Osmanlı devletinin bu uluslara ait eytamı da herhangi bir ayırıma tabi tutulmaksızın himaye ettiği bilinen tarihsel bir olgudur. Diğer taraftan İttihat ve Terakki yönetimi ülkedeki bu kimsesiz çocuk topluluğunun başıboş ve sefil bir şekilde ortalıkta kalmasını önlemek üzere, bu çocukların toplanması işlemine hız vermek istedi. Bu noktada İstanbul’a getirilen bu eytamın uygun şartlarda barındırılması ve gerekli eğitimlerinin verilmesi hususlarında yeterli ve doğru kararlar alınamamıştı. Kimilerine göre de İttihat ve Terakki yönetiminin bu çocukları parti ideolojisi doğrultusunda eğitmeye çalışarak asıl amaçtan uzaklaştığı durumu söz konusuydu. Nitekim ilkin bu kurumlar Maarif Nezaretine bağlanmayarak, İttihat ve Terakki Fırkasının gözetimi altına alınmış ve buna uygun olarak ayrı bir müdüriyet tesis edilmiştir.

1915-1916 yıllarında İstanbul’a sevk edilen eytam sayısındaki aşırı fazlalık, birtakım olumsuzlukları da berberinde getirdi (Karakışla 1999, s. 47). Bu istenmeyen şartların yaşanmasında savaşın uzamasından ötürü ambarların boşalması, eşya ve yiyecek sıkıntısın baş göstermesi; usulsüzlüğün ve israfın yaygınlaşmasına yol açtı (Ergin 1977, s. 1549). Diğer taraftan kimsesiz çocukların topluma sorunsuz katılımları sağlanamamış, bu çocuklar uygun kurumlara bilinçli kanalize edilemeyerek mevcut olumsuz durumun daha da kötüleşmesinin önüne geçilememiştir. Bunun dışında, bilindiği üzere İstanbul’daki yabancılara ait dini ve idari kurumlara el konulmuş ve ihtiyaca göre bu kurumlara ek yapıların inşa edildiği olmuştur. Bu da orijinal yapıların tahribatına yol açtı.

Dârü’l-eytam’ların idaresini üstlenmiş Kastamonu Mebusu İsmail Mahir Efendi ile İttihat ve Terakki Genel Merkezinden Kemal Bey, yapılmak istenenler noktasında büyük bir başarısızlıkla karşı karşıya kaldılar. Bu kurumlar kısa sürede birer yolsuzluk merkezi haline dönüşmüş, bikesler bakım ve eğitimden yoksun kalmış görüntüsü ortaya çıkmıştı. Hatta hangi Dârü’l-eytam’a ne kadar çocuğun alındığı da bilinmez olmuştu. 29 Mayıs 1915’te bir yasa çıkarılarak Dârü’l-eytam’ların ıslahı düşünüldü (Sakaoğlu 1994, s. 559). Ekonomik sıkıntılardan kurtulmak için, bu kurumlara devlet, özel idare ve belediye bütçelerinden yapılacak yardımların yanı sıra bir defaya mahsus olmak üzere 150.000 lira nakit ve 500 dönüm arazi tahsis edilmesi kararı alındı. Bunun akabinde çıkarılan yeni bir kanun uyarınca da posta, telgraf, tütün ve içki vergilerinden sürekli gelir kaynağı ayrılmıştı (Nuhoğlu 1993, s. 521). Bütün bu yeni düzenlemeler ilgili bir nizamnamede belirtildiği gibi çalışmamızda buna da değineceğiz.

Savaş bitince İstanbul’a dönen yabancılar ile işgal kuvvetleri Dârü’l-eytam haline dönüştürülmüş binaları geri aldılar. Açıkta kalan eytam için yeni binalar, ihtiyaç fazlası feriye sarayları, biniş köşkleri ve rical konakları tahsis edildi. Kısa bir süre içinde bu binaların hemen hepsi tahrip edildi, içlerindeki eşyalar yağmalandı ve bazısı da yangına maruz kaldı. Osmanlı devletinin savaştan yenik çıkmasıyla, Dârü’l-eytam’lardan kaçan çocuklara engel olun/a/mamış ve artan belirsizliklerden ötürü bu kurumlar daha fazla yaşatılamamıştır. İstanbul çevresindeki Dârü’l-eytam’lar kapatılmaya başlandı (Okur 1996, s. 42). Geriye kalan az sayıdaki eytam da merkezdeki sayılı kurumlarda himaye edildi (Sakaoğlu 1994, s. 559). İstanbul’da toplanan son eytamın idaresi Şehir Yatı Mektebi’ne devredilmiş ve buralarında kapanmasıyla Dârü’l-eytam’lar tarihe karışmıştır (Nuhoğlu 1993, s. 521).

2. 5. 1. Dârü’l-eytam’ların Genel Kuruluş Tüzüğü

Maarif Nazırlığı bünyesi altında kurulmak üzere, ilkin Müslüman tebaadan olup güçsüz erkek ve kız eytamın terbiye edilmelerini ve eğitimlerini sağlamak amacıyla Dârü’l-eytam adıyla mektep tarzında kuramların tesisi buyrulmuştur

Oluşturulan Dârü’l-eytam’lar daha çok geceleri eğitim verecek kurumlar olup parasızdırlar. Bu kuramların kız ve erkek şubeleri farklı olacak ve kuramlarda barınacak bikeslerin alacakları tahsil yedişer sene olacaktır.

Kız ve erkek şubelerine her sene kırkar eytam alınacak, yedinci senelerinin sonunda her şubenin kapasitesi iki yüz seksen olacak ve şubelerdeki toplam bikes çocuk sayısı beş yüz altmış kadar olacaktır.

Yedinci seneden sonra bu kuramlara ne kadar eytamın alınacağı, yedinci sınıfın sonunda yapılacak sınavın sonucuna göre şekillenecektir. Bu sınav sonucuna göre kuramlardan ayrılacak öğrenci mukabilinde yeni eytam alınacaktır ve bu kurala mutlak suretle uyulacak, fazladan bikes kabul edilmeyecektir.

Kurumlara alınacak bikes ve yetim çocukların yaşları beşten aşağı ve yediden yukarı olmayacaktır.

Dârü’l-eytam’lar sanayi tahsili ve ulvi ilimler noktasında faydalı olacak kurumlara kaynaklık edeceklerdir.

Dârü’l-eytam’ların genel idaresi bir müdüre devredilecek, bu müdüriyet çatısı altında kurumlarda görev alacak müdürlerle birlikte bir muhasebe birimi oluşturulacak, muhasebe işlerine iki kâtip ve ileride ortaya çıkacak durumlara göre bunlar için de birer refik, eşya ve depo işlerine bakan bir memur ile bir ambar memuru görevlendirilecektir.

İç işlere ait vazifeleri yerine getirmek için erkek şubesine bir müdür muavini ile kızlar şubesine bir müdür muavinesi tayin edilecek, her şubede gerektiği kadar muallim ve muallimeler ile sanayi ustaları, gözetmenler ve hizmetçiler bulundurulacaktır.

Kurumlarda görev yapan bütün çalışanların maaşları Maarif Nazırlığı tarafından ödenecektir.

Çocukların buraya kabul edilme veya alınma tarihi Ağustos ayının başından sonuna kadardır.

Çeşitli hastalıkları bulunan, müzmin sakat olan veya tahsile yaramayacak kadar vücudu zayıf ve sakat olan eytam, kurumlara kabul edilemez.

Kurumlara alınacak çocuklar iyice soruşturularak, şahitler eşliğinde kabul edilirler. Ayrıca ikamet ettikleri yerin muhtarının veya yetkililerinin çocuğun durumunu teyit etmeleri zorunludur.

Bu tahkikat sürecinden sonra çocuklar Dârü’l-eytam idaresince kurulacak komisyona havale edilirler ve bu komisyonda son bir kez daha bu çocukların yetim ve kimsesiz olduklarını, şeraiti kabul ettiklerini onaylarlar.

Kaydedilecek çocukların aşısız olanlarının, ancak aşı sonrasında kabul edildikleri kuruma yerleştirilmelerine izin verilir.

Çocukların Dârü’l-eytam’larda kasıtlı olarak eğitimden kaçmaları ve gönderildikleri sanayi okullarına devam etmemeleri durumuna, bu çocukların kurumlarda kalmalarına müsaade edilmeyecektir.

Kurumlarda himaye edilen çocuklara haftalık verilir. Bu haftalığın bir kısmı zamanında ödenir, diğer kısmı da daha sonra kendisine verilmek üzere Eytam Sandığına usulüne uygun olarak teslim edilir.

Çocukların haftalık veya aylıklarıyla ilgili defterler tutulacak ve sözü edilen sandığa teyit ettirilecektir (Düstur 1941, s. 263-266).

2. 5. 2. Dar’ül-eytam’ların Eğitim Müfredatları

Dârü’l-eytam’ların erkek şubesinde verilen eğitim hazırlık sınıfıyla birlikte yedi senedir. Hazırlık sınıfında sayılar, mektep çevresinde bulunan eşya ve bitkilerin üzerinde durulur. Bunlardan eşyalar tanıtılır ve yararı bulunan bitkilerin özellikleri açıklanmaya çalışılır. Dini dersler yoğunlukta olmak üzere genel olarak yedi sene boyunca; yazı, elifba, kıraat, eczayi şerife, hesap, resim, ilmi eşya, coğrafya, hüsnühat ve musiki ile bunlarla yakından ilintili konular üzerinde durulur. Kız şubelerinde verilen eğitim ve dersler de genel olarak aynı doğrultudadır. Bunlara ek olarak tiyatro ve piyano gibi sanatsal içerikli dersler de bu kurumların müfredatına eklenmiş olan önemli bir göstergedir. Sanat programının uygulandığı erkek Dârü’l-eytam şubelerinde, ilk sınıflarda basit aletlerle yapılan el ve tel işleri üzerine dersler verilir. Üçüncü sınıfa kadar böyle devam eden ders programı ilerleyen senelerde yerini meslek atölyelerinde verilecek olan uygulamaya dayalı ağır derslere bırakır. Marangozluk, oymacılık, hakkaklık (Pakalın 1971, s. 578), mürettiplik (Develioğlu 2007, s. 733), oyuncakçılık, mücellitlik (Develioğlu 2007, s. 704), tabiserlik (Develioğlu 2007, s.1011), saraççılık ve kunduracılık, Frenk tenekeciliği, aşçılık, şekerlemecilik, pastacılık ve bahçıvanlık gibi dersler verilmekteydi. Kız sanat şubelerinde ise dikiş, nakış, örgü, kanaviçe, boncuk

işleri, tezgâh işleri, çamaşırcılık, aşçılık, kolacılık, halı ve seccade yapımı işleri ve tatlıcılık üzerine dersler verilirdi (Düstur 1941, s. 268-275).

Darüleytamlarda çocukların kaydının silinmesi ise şu şekildedir:

Kızlar 20 ve erkekler 18 yaşına gelinceye kadar kurumda talebe olarak kalabilirler. 16 yaşına varıncaya kadar, erkek çocukların dışarıda kendi başlarına geçimlerini sağlayacakları konusunda delil göstermek koşuluyla ilişkileri kesilir.

Kurumla ilişkilerini kesen öğrencilere giysileri, çamaşırları ve paraları teslim edilir.

Darüleytamdan çıkacak olan çocuklara dışarıda geçimlerini sağlamak üzere kalacak yer ve iş bulunur.

Evlenme yoluyla darüleytamdan ayrılacak kızlara biriken paralarının %50’si oranında çeyiz verilir. Kalan % 50’yi 20 yaşına gelmeden tasarruf edemezler. Ancak hastalık gibi ya da zorunlu bir mazeret karşısında kurum müdüriyeti geri kalan parayı sahibine verir (Erkan Ali Rıza ve Erkan Gönül 1987, s. 65-66).

3. OSMANLI DEVLETİNİN SON YILLARINDA DARÜLEYTAMLAR

Osmanlı yetimhanelerinin sayısı yedi olarak belirtilmiştir. İdaresi Çocuk Sağlığı Cemiyetince yürütülen Himaye-i Etfal Yetimhanesi dışında, Osmanlı devleti diğer bütün yetimhanelerin kuruluşu ve idaresi noktasında tek yetkili merci idi. 45 ile 60 kişilik barınma salonlarına sahip Ortaköy Yetimhanesi, barınma ve beslenme hizmeti sağladığı 450 erkek çocuğu ile ön plana çıkmıştır. Ayrı ayrı odalarda kalan çocukların gözetimi, denetimi ve idaresi birer öğretmen ve anne konumunda bulunan bir kadın tarafından yürütülüyordu. Bu yetimhanelerin, Ermeni yetimhanelerine temas ederken de belirttiğimiz üzere, birbirlerinden farklı olduklarını belirtmeliyiz. Üsküdara yakın tepelik bir alanda kurulu Valide Bağ(Valide Bagh) Kızlar Yetimhanesi konum olarak Çağlayanda daha alçakta kurulu yetimhaneden daha iyi fiziki şartlara sahipti. Balmumu Yetimhanesi önemli sağlık sorunlarına yol açabilecek yetersiz su kaynaklarına sahipken, Darüşşafaka Yetimhanesi İstanbul’daki en iyi su kaynaklarına ve sağlık düzenlemelerine sahipti (Brown 1922, s. 235-236).

4. 3. 1. Bebek Darü’l-Eytamı

Eskiden zengin bir Mısırlıya ait Boğazın Avrupa kıyısında yer alan köşk, Osmanlı topraklarının değişik bölgelerinden gelen 500 dolayında kimsesiz çocuğa beslenme ve barınma imkânı sağlamaktaydı. Bebek Yetimhanesi olarak bilinen bu muazzam yapının su tarafına bakan iç avlusu ve yamaç tarafı boyunca uzanan parkı, buradaki çocukların başlıca oyun alanları olup, yaz kış kullanılabiliniyorlardı. Kurum müdürünün burada yaşıyor olmasından ötürü, Çağlayan ve Valide Bağ Yetimhaneleri hariç tutulmak üzere, çocukları daha iyi tanıma, gelişimlerini daha iyi takip edebilme ve yönlendirebilme fırsatına sahipti. Yazarın yapmış olduğu gözlemlerden, çocukların eğitim aldığı sınıfların 30 ile 40 kişilik olduğunu çıkarabilmekteyiz. Diğer bazı Gayrimüslim yetimhanelerinde belirtmiş olduğumuz yetimhane odalarının iyi aydınlatılamadığı veya yetimhanenin yeterli elektrik sistemine sahip olmadığı hususunun aksine, Bebek Yetimhanesinde hem yatakhanelerin hem de çocukların eğitim gördüğü bu sınıfların oldukça iyi aydınlatıldığına tanık oluyoruz. Rahat bir görünüme sahip öğretmenler odası ve çocukların oyun alanları Yetimhanenin olumlu yönleri olarak değerlendirilmiştir. Yerden yaklaşık olarak 25 metrelik tavan yüksekliğine sahip geniş iki yatakhanesi, oldukça iyi havalandırma sistemleriyle 150 çocuğu aynı anda alabilme kapasitesine sahiptiler. Neredeyse her yatakhanede çocuklarla birlikte bir öğretmen de bulunur ve onlarla birlikte uyurdu. Öğretmenin yatağı bütün yatakhaneyi rahatça görebilecek bir köşede olurdu. Yataklar; ideale yakın, yatak örtüleri temiz ve sıcak olarak aktarılmış.

Çocukların yatakhane düzeni ve giyimleri ile ilgilenen ve anne diye çağrılan kadınların rolü büyük. Çocukların ihtiyaç duyduğu hemen her giysi ve malzeme, onların gerek kış gerekse yazınki sağlıklarını muhafaza edecek şekilde temin edildiği hususu önemlidir. Kışın özellikle çocukların iç giysilerinin yünlü/pamuklu dolayısıyla sıcak, ayakkabılarının kaba ama oldukça sağlam olduğu belirtilmiştir.

Yatakhanelerden ayrı başka odalar da mevcut. Bu odalardan birisi yetimhanede çalışan annelerin uyumaları için, diğeri çocukların iki haftada bir banyo olanağı bulduğu hamam, son oda da yaklaşık 24 öğrencinin makinelerle elbise yaptığı atölye olarak tasarlanmış. Diğer taraftan Yetimhanenin üçüncü katında çocukların sağlık sorunlarıyla ilgilenen revir bulunmaktadır. Revirin iyi ısıtılabildiği fakat alet edevat noktasında yetersiz kaldığı hususu da önemli bir not olarak düşülmüştür. Yetimhanenin bu katındaki aydınlatma imkânlarının daha kısıtlı ve odaların diğer katlardaki odalara oranla daha küçük olduklarını görüyoruz. Revirde kayıtlı hasta listesinde sadece birkaç öğrencinin olduğu ve durumlarının da halsizlik belirtileri dışında son derece iyi olduğu beyan edilmiştir. Yetimhanenin en ilgi çekici özelliği olarak, çocukların sağlık durumları hakkında her 50 kişilik öğrenci gurubundan sorumlu bir öğretmenin varlığı olarak belirtilmiştir. Her öğretmenin mesuliyeti altında bulunan öğrencilerin düzenli olarak günlük bakımından sorumlu tutulmuş olması, sözünü ettiğimiz çoğunluğu gayet sağlıklı öğrencilerin en büyük sağlayıcı unsurudur. Herhangi bir fiziksel tahribat, göz sağlığı problemi veya yaralanma durumunda çocuk mesuliyeti altında bulunan öğretmen tarafından Haydar Paşa Hastanesine gönderilirdi. Bu arada kendisi de hem öğrencinin sağlık sorunu hem de yollandığı yer ve uygulanan tedavi hakkında kayıtlar tutmaya çalışırdı. Aynı zamanda çocuğun hem ruhsal hem de entelektüel gelişimi de kayıt altına alınır ve yılsonunda bütün bunlarla ilgili her öğrenci için ayrı ayrı raporlar düzenlemek de sorumlulukları arasında bulunmaktaydı.

Yatakhane gözlemlerinden sonra yemekhane hakkında da birkaç notun düşüldüğünü görüyoruz. Yemekhanelerin 75 ile 100 kişilik kapasiteye sahip olduğu hususu Bebek Yetimhanesinin fiziki imkânlarını yansıtan önemli bir husus olduğu dile getirilmiştir. Oldukça büyük kazanlarda öğün yemeklerinin pişirildiğini görüyoruz. Yemekhaneden sonra çocukların sahip olduğu geniş eğlence/oyun alanları da zikredilmeye değer görülmüş.

Bebek Yetimhanesine dair burada zikredilen bütün bu olumlu hususların yanında; beslenme koşullarının yetersiz olduğu, maaşların ödenmediği ve yıpranmış/eskimiş donanımın yenilenmediği eleştirileri göze çarpan hususlar olarak ön plana çıkmıştır (Brown 1922, s. 236-238).

4. 3. 2. Diğer Osmanlı Darü’l-Eytamları

Bebek Yetimhanesinden başka İstanbul’da Osmanlı devletinin idaresi altında 5’i erkek diğer 2’side kızlar için olmak üzere 7 tane daha yetimhanenin olduğunu biliyoruz. Bunlara ek olarak hem kız hem de erkek bikesleri aynı anda tek çatı altında toplayan ve Çocuklar Yurdu Cemiyetince(Children’s Home Association) idare edilen bir başka yetimhane daha bulunmaktadır. Osmanlı devletine bağlı kurumlarda ve sivil dernek kuruluşlarında 2798 çocuğun korunma ve bakım altında tutulduğu bilgisi, aslında hâlihazırda mevcut olan yetimhanelerin yetersizliğini ortaya koyuyor oluşundan ötürü önemlidir. Osmanlı devletince idare edilen yetimhanelerde kalan bikeslerin yaşları 4 ila 16 arasında değişiyorken, Çocuklar Yurduna kabul edilen kimsesizlerin daha küçük yaş gurubundan oldukları beyan edilmiştir.

Bütün Osmanlı Yetimhaneleri, mensuplarına daha geniş oyun alanları, yatakhane ve okul imkânları sağlayan büyük odalara sahiptirler. Yine bunların çoğu daha önceleri Osmanlı sultanlarına ev sahipliği yapmış olan önemli yapılardır. Yetimhaneler yeni yapılar tesis edilerek oluşturulmak yerine bu hazır binalara el konularak kullanıma hazır hale getirilmişlerdir. Bebek Yetimhanesinden kısmen farklılık arz etmekle birlikte, yine bu kurumlarda himaye altında bulundurulan çocukların zihinsel ve fiziksel gelişimlerine katkı sağlayacak sağlam bir idari anlayış mevcuttur. Çocukların gelişimlerini rahatça takip edebilmek üzere tutulan kayıtlar son derece önemli olmakla beraber, bu sistemin Almanya’dan alındığı belirtilmiştir. Her öğretmenin kendilerinden sorumlu olduğu 70 kişilik bir öğrenci gurubu vardır. Bu öğretmenler yetimhanelerin genel ilkelerinden ayrı olarak, gerek çocukların yetimhane dâhilindeki gelişimleri gerekse dış dünyadaki durumlarını takip eden ve onlara babalık vazifesi göstermekle sorumlu olan kişilerdir. Okulda onlara ders veren, boş zamanlarında ve oyunlarında onları gözeten ve geleceklerini şekillendirmek üzere kendilerine tavsiyelerde bulunan da onlardır. Günümüzdeki sosyal hizmet uygulamalarına baktığımız zaman, Osmanlı devletinin yetimhanelerde uygulamış olduğu bu sistemle bugünden çok daha ileride olduğunu önemle vurgulamak gerekir. Sayıca bu kadar kalabalık bir öğrenci gurubuna karşı gösterilmiş olan ilgi ve ayrılmış olan zamanı son derece önemli bulmaktayız. Bugün Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna/Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı yurtlarda korunma ve bakım altında tutulan öğrencilerin çok daha az sayıda olmalarında rağmen doğru ilgi ve takipten yoksun olduklarını, çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimlerinin takibi diye bir hususun olmadığını vurgulamak gerekmektedir. Bugün çocukların her türlü imkâna rağmen kendi hallerine bırakıldıklarını söylemekte herhangi bir sakınca yoktur. Dolayısıyla Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu/Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı yetkililerinin Osmanlı devleti örnekleri ve uygulamalarına göz atmalarını son derece gerekli görmekteyiz.

Almanya’dan esinlenilen düzenli kayıt ve takip sisteminin takdir edilen bir husus olmasıyla birlikte; tutulan kayıtların, özellikle çocukların zihinsel ve ruhsal gelişimlerine ait, günümüze kadar ulaşabildiği hakkında maalesef net bir teyit bulunmamaktadır. Diğer zikredilmeye değer bir hususa daha dönecek olursak; beden eğitimi Osmanlı Yetimhanelerinde üzerinde ciddiyetle durulan bir unsur olmuştur. Fakat bu beden eğitimin Osmanlı eski askeri eğitim sistemine benzediği ve çocukların hiç zevk alamamış oldukları durumu daha çok ön plana çıkmıştır. Daha sonraları Amerikan tarzı beden eğitimi sistemi benimsenmiş ve 1920’lerden itibaren yaygın olarak kullanılan bir metot olmuştur. Sözünü etmekte olduğumuz eğitim metodunun genel olarak yetimhanelerde yerleşmesi için önceden belirlenmiş merkez bir yetimhanede her hafta toplantıların düzenlenmesi kararlaştırılmıştır. Eğitim toplantılarına ortalama 30 dolayında öğretmeninin katıldığını ve toplantılara iştirak edemeyen öğretmenlerin katılanların anlattıklarıyla bilgilendirildiklerini vurgulamak gerekir. Bu öğretmenler toplantılarda öğrendikleri eğitim metodunun uygulanışından sorumlu tutulmuşlardır. Serbest el becerileri, içeri ve dışarıda icra edilen oyunlar, sağlık egzersizleri, basketbol ve futbol kuralları, saha aktivitelerine dair ipuçları ve talimatlar bu toplantıların ana konularıdır. Bu sistemin çocuklar arasında büyük bir ilgi gördüğünü ifade etmek gerekir. Bu eğitim sürecinden sonra, her öğretmen düzenli olarak sabahları çocuklara derslerin uygulamasını yaptırırdı. Kısa bir zaman zarfında çocukların Amerikan tarzı yeni oyun ve aktiviteleri icra etmede ustalaştıklarını görüyoruz. Burada bahse konu ettiğimiz beden eğitimi metodunun iki kız yetimhanesinde benzer şekilde uygulandığını ifade etmeliyiz. Konuyu burada tamamlamadan, daha önceden sözünü ettiğimiz Osmanlı yetimhanelerine kısa kısa değinmekte yarar vardır.

Balmumu Yetimhanesi(Balmoumji Orphanage) binası eskiden bir Osmanlı hükümet yapısı olarak kullanılmıştır. Çevresindeki arazisiyle muazzam bir konuma sahip olduğu, çocukların hem oyun hem de basit tarım faaliyetlerinde bulundukları ifade edilmiştir. Yaşları 4 ila 16 arasında değişen 306 bikes çocuğa bu yetimhane korunma, bakım ve beslenme imkânı sağlamaktadır.

Beykoz Yetimhanesi dönem İstanbul’unun en güzel piknik alanlarından birisi olan bir alanda, Eski Naval Okulunda(The Old Naval School) tesis edilmiştir. Yaşları 8 ila 17 arasında değişen yaklaşık 200 erkek çocuğa hizmet veren yetimhanenin müzik alanında kayda değer bir erkekler bandosuna da sahip olduğu bilgisi önemlidir. Bandonun Türk ve Avrupa Müziğini icra edebildiği belirtilmiştir.

Imbrahor Yetimhanesi(The Imbrahor Orphanage) Avrupa Tatlı Sular Vadisinde(The Valley Of The Sweet Waters of Europa) daha önceleri bir sultana ait olan bir mekânda tesis edilmiştir. Yetimhanede yaşları 7 ila 16 arasında değişen 237 çocuk korunma ve bakım altında bulunmaktadır. Daha öncede değindiğimiz Bebek Yetimhanesi sahip olduğu önemli imkânlarla ön plana çıkmıştır. Yaşları 6 ila 14 arasında değişen yaklaşık 500 dolayında erkek çocuğu korunma ve bakım altında tutulmaktaydı.

Ortaköy Yetimhanesi Boğaza bakan bir tepelikte kurulu olup, sahilde de başka bir binaya ve oyun alanlarına sahipti. Bebek Yetimhanesi gibi fiziki şartlara sahip bu yetimhanede yaşları 6 ila 14 arasında değişen yaklaşık 450 erkek çocuğu korunma ve balkım altında bulundurulmaktaydı.

Valide Bağ Kızlar Yetimhanesi(Valide Bagh Girls' Orphanage) Boğazın Asya tarafında kurulu olup çocuklar için geniş hareket/oyun alanlarına sahipti. Bu yetimhanede yaşları 5 ila 16 arasında değişen 250 kız çocuğu himaye edilmekteydi.

Çağlayan Kızlar Yetimhanesi, Ibmrahor Yetimhanesinin bitişiğinde kurulmuştur. Imbrahor Yetimhanesinin sahip olduğu geniş alanlara bu yetimhane de sahiptir. Daha önceleri bir Osmanlı sultanına da ev sahipliği yapan bu kurumun içinde çocukların oyun türü aktiviteleri icra edebilecekleri muazzam bir iç salon bulunmaktadır. Burada da 510 kız çocuğu ve 132 tane küçük erkek çocuğu korunma ve bakım altında bulundurulmaktaydı.

Himaye-i-Etfal Yetimhanesi Pera semtinin merkezinde kurulu olup, ne içeride ne de dışarıda çocukların oyun oynayabilecekleri veya rahatça hareket edebilecekleri geniş alanlara sahip değildi. Oyun alanları ancak Kurumdan bağımsız bir alanda yer almaktadır (Brown 1922, s. 242-246).

Bu bölümde kısa kısa bilgilerle Osmanlı devleti eliyle tesis edilmiş yetimhanelere değinmeye çalıştık. Genel olarak önemli arazi avantajlarına sahip olmalarının yanında, kanaatimizce himaye edilen çocuklara gösterilmeye çalışılan ilgi daha önemli olup, yetimhane idarecilerinin çocukların zihinsel ve ruhsal gelişimlerini normal çocukların gelişimleri gibi sürdürebilmelerini sağlamak amacıyla uyguladıkları metot ve bu hususta yapılmak istenenler daha çok ön plana çıkarılması gerekilen hususlardır. Normal eğitimin yanında verilmeye çalışılmış olan mesleki eğitim de bir o kadar önemlidir. Burada Osmanlı devletinin kurmuş ve desteklemiş olduğu yetimhaneler hakkında açıklayıcı hususlara temas etmiş olsak da, bu yetimhanelerin kapasiteleri oranında himaye ettikleri çocukların kimsesiz çocuklar sorununu bütünüyle çözmekten uzak kaldıklarını vurgulamak gerekir. Çalışmamızın değişik bölümlerinde de temas ettiğimiz üzere İstanbul’a kurulmuş hemen her okulun kimsesiz çocukları belli bir oranda kabul ettiklerini ifade etmeliyiz. Değinmemiz gereken diğer bir husus, yukarıda verilen bilgilerden da anlaşılacağı üzere, oluşturulan yetimhanelerin eski binalara nakledildiği hususudur. Osmanlı yönetimi uzun bir süre bu politikayı sürdürmüş, yeni bina inşa etme çabası içerisine girmemiştir.

4. 4. MESLEKİ EĞİTİM İÇİN YURTDIŞINA GÖNDERİLMİŞ ÇOCUKLAR

Araştırma konumuzun birçok yerinde, Fransa’nın özellikle 19. yüzyılda Osmanlı devletinin kendisinden en çok etkilendiği ve ikili ilişkilerde bulunduğu devlet olduğunu dile getirmiştik (Şişman 2004, s. 2). Konumuzla olan yakın bağlantısından ötürü, Osmanlı devletinin dönem şartlarının zorunluluğu neticesinde Paris’te açtığı ve başka bir coğrafyada rastlanılmayan özelliğiyle Mektebi Osmanî önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır (Chambers 1968, s. 313-329).

Bilhassa eğitim alanında uygulanmak istenen yeniliklerin yürütücüsü işlevi görmesi istenilen/beklenilen bu okul, ulaşılmak istenilen sonuçları sağlamanın uzağında kaldığı gibi ekonomik açıdan ağır sorumluluklar ortaya çıkardı. Öğrencilerin genel başarısızlığı üzerine söz konusu yetersizliğin nedenlerini tespit etmek ve arzulanan hedeflere ulaşmak amacıyla bir inceleme komisyonu tesis edilir. Başarısız öğrencilerin Osmanlı Başkentine geri gönderilerek eğitimlerine Mekteb-i Sultani’de devam etmeleri kararı dönemin Paris Sefiri Cemal Paşa tarafından dile getirilir. Ülkeye geri gönderilecek bu başarısız öğrencilerin yerine devletin farklı bölgelerinden 10-15 yaş aralığında öksüz ve yetim çırak öğrencilerin kabul edileceği hususu da bizzat Paris Sefiri tarafınca uygun görülür. Bu doğrultuda Cemil Paşa önerilerini, bu öğrencilerin Paris’te alacakları eğitimin ardından Osmanlı endüstrisine katkı sağlayacağı ve yeni gelişmelere ön ayak olacakları ümidiyle direkt olarak dönemin Sadrazamı Ali Paşa’ya iletir. Bu esnada 1869 yılı temmuzunda hâlihazırda Fransa’da bulunan öğrenciler, sözünü ettiğimiz komisyon tarafından hazırlanan imtihana alınırlar ve başarısız olanlar İstanbul’a geri gönderilir. Bu öğrencilerin yerine uygulamalı mesleki eğitim için 13 Ocak 1870’te İstanbul Sanayi Mektebi öğrencilerinden 20 kişilik bir öğrenci gurubu Paris’e yollanır (Şişman 2004, s. 76; Unat 1964, s. 80c). Bu girişimle ulaşılmak istenen husus; öksüz, yetim ve fakir talebelerin sanayinin çeşitli dallarında bilgi kazanarak, edindikleri donanım ve tecrübeleriyle ülkeye faydalı olmalarıdır. Burada dikkat çeken husus, bu girişimin devlet eliyle yapılıyor oluşudur. Bilgili tarım elemanları, metalürji sahasında fayda sağlayabilecek kalfalar ve endüstride tecrübe sahibi kimseler, kısacası aldıkları eğitim sonrasında teorik bilgilerini uygulama sahasında verimli olarak kullanabilecek bireylere sahip olma düşüncesindeydi Osmanlı devleti. On altısı Müslim dördü Gayrimüslim olan bu öğrenciler, o dönemde Prusya ile Fransa arasında cereyan eden askeri krizden ötürü 1870 yılında Belçika’ya Liege’de Monsieur Waasien’in müdürlüğünü yaptığı şirketin çeşitli atölyelerine alınmışlardır. Komple bir endüstri fabrikası görünümünde olan Saint-Leonard Şirketi; lokomotif, vagon, buharlı makineler, makine aletleri türünden ağır sanayi ürünlerinin üretildiği bir merkezdi. Osmanlı öğrencileri gündüzleri burada kendi meslek dallarına uygun atölyelerde eğitim alırken; akşamları da geometri, cebir, resim, fizik ve endüstriyel kimya eğitiminin verildiği Endüstri Okuluna devam etmişlerdir (Şişman 2004, s. 77).

Bir başka aynı nitelikteki öğrenci gurubu da Aralık 1872’de Fransa’ya gönderilmişlerdir. Bu öğrenciler, Rusçuk ve İstanbul’daki sanayi okullarında eğitim gören 20 kişilik bir topluluktu. Bu talebeler; ciltçi, tornacı, kuyumcu saraç, kunduracı, terzi, gravürcü, modelci, marangoz, halıcı, döşemeci, derici ve dökümcü türünden meslek dallarına mensuptular.

8 Aralık 1872’de Rusçuk ve İstanbul’dan gönderilen öğrencilerin mesleki dağılımları şöyledir; karoserci, terzi, basımcı ve kompozitör, levha dokuyucusu, dokumacı, hallaç ve marangoz. Yine Aralık 1873’te Belçika’ya mesleki eğitim almak üzere yirmi iki öğrenci yollanır. Bu öğrenciler Paris’teki Talebe-i Osmaniyye Müdürlüğüne bağlı olarak eğitimlerini sürdürmüşlerdir (Şişman 2004, s. 77-81).

Osmanlı devletinin bilhassa son yıllarına doğru ağırlaşan savaş şartları, ekonomik sıkıntılar ve ciddi toplumsal aksaklıklara rağmen, toplumun bir bütün olarak ayakta kalabilmeye çalıştığını rahatlıkla ifade edebilmemiz mümkündür. Bu hususlara rağmen Osmanlı ülkesinde eğitim gören çocukların daha müreffeh bir toplumsal hayat için Avrupaya gönderilmeleri önemsenmiştir. Bu doğrultuda kimsesiz çocukların da dikkate değer bir sayıda uygulamaya dayanan teknik eğitim alabilmelerini sağlamak üzere başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerine gönderildiklerine tanık oluyoruz. Son dönem Osmanlı toplumunda sayıları ciddi oranda artmış Darüleytamlarda korunma ve bakım altında tutulan çocuklardan on dört yaşını geçmiş 470 bikesin, Darüleytamlarda kısmen de olsa aldıkları sanayi/teknik eğitimlerini alanlarında uzman kişilerin denetimi ve gözetimi altında tamamlayabilmelerini sağlamak üzere, buralarda alacakları eğitim içerisinde madenlerde çalışmak da olmak suretiyle Almanya’ya gönderildiklerine tanık oluyoruz. İki ayrı topluluk halinde Almanya’ya yollanmaları öngörülen çocukların 290 kişilik ilk kafilesi 17 Nisan, diğer 123 kişilik ikinci kafilesi de 2 Haziran 1916’da bu ülkeye sevk edilmişlerdir. Bu çocuklardan ayrı olarak, yine çıraklık eğitimi almak suretiyle 1915 Yılının Kasım ayında 69 bikes çocuk Avusturya ve Macaristan’a gönderilmişlerdir.

Çoğunluğu amele ve çırak olarak zikredilen bu çocukların, Almanya’da ustalarının yanında üç senesi çıraklık ve diğer bir yılını da ücretli kalfalıkla geçmek üzere dört sene kadar kalmaları düşünülmüştür. Çocukların burada kazanacakları bilgiler ve edinecekleri tecrübeyle değerli birer zanaatkâr ve madenci olarak ülkelerine avdet ettiklerinde çok ciddi katkılar sağlayacakları, diğer taraftan kendi hayatlarına da müreffeh bir şekilde devam etmeleri umulmuştur.

Diğer taraftan Almanya’da bu çocuklardan bir müfettişin sorumlu tutulduğu malumatına tesadüf etmekteyiz. Bunlara Türk-Alman Dostluk Yurdu Heyeti İdaresi ile bulundukları Berlin, Brumberg, Münih, Hannover, Frankfurt, Breslav, Augsburg ve Ulm mıntıkaları sanayi odaları azaları da nezaret etmekteydiler. Öte yandan madenciler de Prusya Ticaret Nezaretinin gözetimi ve idaresi altında bulunmaktaydılar. Buradaki çocukların hemen hepsi kendi ülkelerinde belirgin olarak hissedilen ve gözlemlenilen iktisadi düzensizlik ve endüstriyel yetersizlikler dikkate alınarak çeşitli sanayi kollarında (bilhassa ihtiyaç duyulan sahalarda) olmaları ilkesi sağlanmaya çalışılmıştır. Çocuklar Almanya’da kaldıkları müddet dâhilinde yemek ve elbise gibi ihtiyaçlarının yanı sıra zaman zaman harçlıkları da tamamıyla çalıştıkları kuramların yetkilileri/sahipleri ve ustaları tarafından karşılanmıştır. Diğer taraftan çocukların kısa zaman zarfında oldukça olumlu izlenimler bıraktıklarını görüyoruz. Lisan ve zanaat eğitimi hususlarındaki liyakatlerinden başka hal ve hareketlerine ilişkin olumlu değerlendirmeler teyit edilmiştir. Öyle ki ustalar bu çocukları kısa zaman sonra bu hususları fark ettikten sonra bikesleri kendi aile ortamına dahi almışlardır. Son olarak 123 kişilik bir başka kafile çiftçilik alanında gerekli eğitimleri almak üzere Almanya’ya yollanır. Çocuklar köy ve çiftliklerde zirai eğitime ilişkin bütün unsurları teferruatıyla birlikte uygulamalı olarak öğrenebilme imkânına kavuşmuşlardı. Bu çocuklar da Almanya’da kaldıkları müddetçe yemek ve elbise türü ihtiyaçları, kendilerini yanlarına alan çiftlik sahiplerine aitti (Darüleytam Müdüriyeti Umumiyesi Bütçesi 1334, s. 9-10).


BÖLÜM V

GAYRİMÜSLİM AZINLIKLARA AİT SOSYAL YARDIM KURULUŞLARI

1. ERMENİ DARÜ’L-EYTAMLARI

Son dönem Osmanlı İstanbul’unu yansıtan en önemli eserlerin başında Clarence Richard Johnson editörlüğünde ortaya konulan "Constantinople To-Day" adlı eser gelmektedir. Kitabın içeriğini oluşturan her makale sosyal tarih araştırmaları için çok önemli veriler sağlıyor olmakla beraber Anna Welles Brown’un kaleme aldığı ve büyük ölçüde doğrudan gözlemlerini yansıtan makalesi son derece önemlidir. Bu bölümde daha çok bu makale ve kitaptan edineceğimiz verilerle hem azınlık hem de Osmanlı yetimhaneleri hakkında dönemin sosyolojik arka planını da göz önünde bulundurarak genel bir değerlendirme yapmaya gayret göstereceğiz.

Yaklaşık olarak 25’i aşan sayılarıyla Ermeni yetimhaneleri konumuz dâhilinde önemli bir sayısal veri sağlamaktadır. Azınlıklar veya başka bir ifadeyle gayrimüslim tebaa içerisinde bu kadar sayıda yetimhanesi bulunan başka bir topluluk bulunmamakla birlikte Osmanlı devleti idaresinde İstanbul’da yalnızca 8 adet yetimhane bulunduğu bilgisi ilginçtir. Ermeni yetimhaneleri hakkında malumat vermeye devam edecek olursak, "Neutral Home" yetimhanesi en küçükleri olarak karşımıza çıkmaktadır. İlginç olan husus buraya kabul edilen öğrencilerin Türk ailelerinden de olduğudur. Türk ailelerinden seçilen çocuklar yetimhane denetimine alınmadan önce, özel bakım ve eğitim sürecinden geçirilirlerdi. İngiliz polisi de yetimhanenin denetimi, kontrolü ve gözetimi ile sorumluydu (Peet 1922, s. 113). Şişlide bulunan bu evin çocuk sayısı 3 ila 20 arasında değişmekteydi.

Çok küçük yaştaki çocuklar için üç başka kurum daha mevcuttu. Bunlardan Ermeni Kızıl Haç Evi(The Armenian Red Cros Home) Beşiktaş’ta bulunmaktaydı. 5 yaşın altında 25 kız ve 20 erkek çocuğu bu evde bakım altında bulunduruyordu. Bunlardan 34’ü yetim ve diğer 11 çocuk da öksüzdü. Anneleri hayatta olan çocukların zaman zaman kendi annelerinin bakımı imkânına sahip oldukları hususu önemlidir. Beslenme, uyku koşulları, oyun için gerekli şeyler, kreş imkânı çocukların normal gelişimlerini sürdürebilmelerine olanak sağlıyordu. 225 kız çocuğuna aynı anda hizmet verebilecek konumda olan 2 kreş yetimhanesi Ermeni Merkez Komitesi(The Armenian Central Comittee) tarafından desteklenmekteydi. Bunlardan Kuruçeşme’de bulunanı son derece yetersiz fiziki koşullara sahip binasıyla yetersiz kalıyordu. Örneğin binanın su ihtiyacı bir blok ötede bulunan çeşmeden sağlanabiliyordu ancak. Oyun gibi çocukların gelişimlerine katkı sağlayacak imkânları da bulunmamaktaydı. Beşiktaş’ta bulunan yetimhanenin Kuruçeşme yetimhanesine oranla çok daha iyi imkânlara/şartlara sahip olduğu görünüyor. Burada çocukların oyun oynayabilmeleri için birçok yer mevcut. Kreşi için 3 adet özel öğretmen kadrosu olan okulun müfredatında günlük jimnastik dersleri de oluyordu. Bu husus diğer yetimhaneler göz önünde bulundurulduğunda olağan dışı bir özellik olarak ön plana çıkmaktadır.

Küçük yaştaki çocuklara yönelik yetimhanelerin dışında; kızlara da barınma, beslenme ve eğitim imkânları sunan 12 ayrı yetimhanenin bulunduğunu görüyoruz. Biri Arnavutköy diğeri de daha önceleri Ermeni Koleji olarak da kullanılmış ve Ermeni Kızılhaç Örgütü tarafından Üsküdar da tesis edilen iki adet mülteci evi/yetimhanesi dikkat çeken bir husus olarak ön plana çıkmıştır. Arnavutköy Mülteci Yurdu, yaşları 14 ila 18 arasında değişen 90 kız çocuğuna barınma imkânı sağlamaktaydı. Binanın en üst katında Kızılhaç tarafından desteklenen, belsoğukluğu ve frengi hastalığı için hizmet veren bir sağlık biriminin de bulunuyor oluşu, hem kimsesiz çocuklar arasında da bulaşıcı hastalıkların sıklıkla yaşandığını gösteriyor olması hem de çocukların sağlıklarına gösterilen özenin güçlü bir kanıtını teşkil ediyor oluşu nedeniyle önemlidir.

Kız çocukları genel olarak günlük düzenli iki saatlik eğitimin yanında, örgü ve terzilik dersleri de alıyorlardı. Kuleli Yetimhanesinde barınma korunma ve bakım altında tutulan 1000’i aşkın yetimin giydikleri bütün giysilerin bu kızlar tarafından kullanıma hazır hale getirildikleri hususu, bu ana kadar aktarmaya çalıştığımız yetimhanelerde verilen mesleki eğitim hususunda tesadüf edilmeyen bir özellik olması nedeniyle ayrıca önemlidir. Bu kurumun, kendilerine yetebilen ve geleceklerini şekillendiren bireyler yetiştirdiğinin en sağlam kanıtı, kız çocuklarının bu kadar kalabalık bir topluluğa sağladığı katkıdır. Eğitim sürecinin sonrasında bütün günü çalışmakla geçiren bu kızların oyun, eğlence ve spor türü faaliyetlerden uzak kaldıkları dile getirilmiştir. Bütün kısıtlı imkânlara rağmen zaman zaman bazı oyunlar oynayabildikleri, jimnastik ve folklör dersleri alabildiklerini de ifade etmek gerekir. Kurumda yaşlarını dolduran çocukların hemen evlendiklerini görüyoruz. Anna Welles Brown’un gözlemlerine dayalı ifadelerine göre iki ayda 26 çocuğun evlendiğini ve bunlardan çoğunun da Amerikaya gittiklerini öğreniyoruz (Brown 1922, s. 230-231).

Yine Balat, Mariköy, Ortaköy, Kumkapı, Üsküdar ve Kadıköy’de Ermeni yetimhanelerinin olduğunu görüyoruz. Önemli bir hususu ortaya koyuyor olmasından ötürü belirtmekte fayda görmekteyiz ki, Ermeni yetimhanelerinin bu önemli semtlerde yoğunlaşmış olmasını Ermeni ileri gelen sınıfının Osmanlı yönetimi ile evvelden beri kurmuş olduğu sağlam ilişkilerle açıklamak mümkündür (Goodsell 1922, s. 41). Diğer taraftan bu yetimhanelerin hemen hepsi, Mariköy Yetimhanesi hariç olmak üzere, merkez ermeni komitesi tarafından desteklenmektedir. Bütün bu yetimhanelerin benzer şart ve koşullara sahip olmadıklarını zikrettikten sonra, Ortaköy Yetimhanesin kız çocukları öğretmen olmak üzere yetiştirdikleri hususunu önemli olarak değerlendirmek gerekir. Kadıköy yetimhanesi daha önce de bir Osmanlı paşasına ev sahipliği yapmış olması nedeniyle, sahip olduğu bina noktasında görkemli bir ihtişama sahip olup fiziki olarak diğer yetimhanelerden ayrılmaktadır. Fiziki imkânların yanında burada korunma ve bakım altında tutulan çocukların, resim ve müzik derslerini de içine alan ayrıntılı bir müfredata da sahip olduğu hususu çocuklar için olumlu bir ayrıntıdır.

Üçüncü gurup Ermeni yetimhaneleri söz konusu olduğunda, Soers de Charite örneğinde olduğu gibi ki benzer oluşumlara tanık oluyoruz. Bu sınıflandırmanın içerisinde yer alan dört yetimhanenin Armenian Sisters oluşumu üyelerince idare edildiklerine tesadüf ediyoruz. Pera’daki Psomatia Saint Anne Yetimhaneleri(The Saint Anne Orphanages) ve Galatadaki Saint George Yetimhanesi Roman Catholic Sisters oluşumu üyelerince idare edilmekteydi. Saint George Yetimhanesinde 35 Ermeni çocuğun yanında 20 tane küçük Rus çocuğun da bulunduğunu görüyoruz. Bu oluşumun idaresinde bulunan yetimhanelerinde yatılı okul/kimsesizler yurdu intibasının oluşmadığını/olmadığını, aksine katı disiplin kurallarıyla idare edilen merkezler olarak ön plana çıktıkları hususu dikkat çekici bulunmuştur. Buradaki rahibelerin (sisters) çocuklara çok iyi dikiş ve nakış öğrettiği not edilmiştir. Kız çocukların ürettiği malzemelerin satılarak yararları doğrultusunda kullanıldığına da tanık oluyoruz. Bu çocuklara yönelik Kilise ve Merkez Ermeni Komitesinin yardımlarını/katkılarını da ayrıca vurgulamak gerekmektedir (Huntington 1922, s. 131-135; Brown 1922, s. 232).

Brown’un makalesinde geçen erkek yetimhaneleri sayısı yedi olarak teyit edilmiştir. Bunlardan ilk beş tanesi küçük yetimhaneler olup her biri 45 ile 50 arasında yetim ve öksüz çocuğa barınma ve beslenme imkânı sunduklarını görüyoruz. Şişlideki Karagöz Yetimhanesi bağış kanalıyla Ermenilerin kullanımına geçmiş olup, sağlam fiziki şartlarıyla ön plana çıkmıştır. İyi olan okul müfredatının yanı sıra; teknik eğitim, ayakkabıcılık ve marangozculuk derslerinin de verilmesi sağlanmıştır. Karagöz Yetimhanesi gibi Mariköydeki Boyadiyan Okulu da bağış yoluyla elde edilmiştir. Boyadiyan ve Arnavutköy Yetimhaneleri sahip oldukları şartlar sonucu, çocukların yetimhanelerin bitişiğinde bulunan okullarda eğitim almaları sağlanmıştır. 86 kimsesiz çocuğa beslenme ve barınma imkânı sunan Essayan Yetimhanesi de bu türden bir fiziki olanağa sahiptir. Bu okulda öğrencilerin orkestra ve çeşitli spor derslerini alabilmeleri sağlanmıştır. Fakat daha da ilginç olan husus, bu yetimhanede yemeklerin yapımı ve beslenmeye verilen ekstra önemdir. Öyle ki azınlık yetimhaneleri arasında haftalık yemek listesine sahip tek kurum da Essayan Yetimhanesidir. Buna mukabil Narlıkaya etimhanesi aşırı olumsuz şartlarıyla ön plana çıkmıştır.

1. 1. Kuleli Merkez Darü’l-Eytamı

Kuleli Merkez Yetimhanesinin İstanbul bölgesindeki en büyük yetimhane olduğu not edilmiştir. 1000 civarında erkek çocuk ve 99 çalışanıyla son derece önemli bir yapısal ve sayısal zenginliğe sahiptir. Önceleri bir Osmanlı askeri okulu olarak de hizmet veren bu binanın sahip olduğu elektrik, ısıtma sistemi ve sağlık düzenlemeleriyle çok sık ön plana çıkan ayrıcalıklı bir kompleks olarak değerlendirilmiştir.

Çalışan kadrosuna göz atacak olursak, müdürün yanı sıra 29 tane öğretmen, bir müdür yardımcısı, bir papaz ve doktorla kurumun sahip olduğu önem kendiliğinde ortaya çıkmaktadır. Yemeklerini ayrı ayrı odalarda yiyen 200 erkek çocuğun yanı sıra 300 kişilik bir izci gurubun da olduğu bilgisi de dikkat çekicidir. Yetimhanede korunma ve bakım altında tutulan çocuklara gösterilen özen ve sağlanan bütün avantajlara rağmen herhangi bir aile yaşantısı izine rastlanılmadığı eleştirisi, kuruma yönelik tek olumsuz değerlendirme olarak karşımıza çıkmaktadır (Brown 1922, s. 233).

1. 2. Beyler Beyi Sanayi Mektebi

Okulda verilen mesleki eğitim; marangozculuk, ayakkabıcılık, kunduracılık ve terzicilik gibi temel dallardaydı. 247 dolayında öğrenci burada mesleki eğitim dersleri alma imkânına sahipti. Eğitimlerini tamamlayan öğrenciler okuldan ayrılırdı. Daha önce incelediğimiz her yetimhane örneğinde tesadüf edemediğimiz önemli bir ayrıntıya burada daha önemli bir mahiyette karşımıza çıkmaktadır. Okul müdürü okuldan ayrılan öğrencileri koruyup gözetmeye devam etmeye özen gösteriyordu. Düzenli bir kayıt veya takip sistemi olamadığı için okul idaresinin ilgisi kısa süreli olmaktan öteye geçemiyordu. Diğer taraftan mesleki eğitim derslerinin yanında öğrenciler; futbol, basketbol, yüzme ve yürüyüş gibi aktivitelere zaman ayırabiliyorlardı. Okul havası ve idaresi mükemmele yakın olmasına rağmen, mesleki eğitim süreci gerekli malzemenin yetersizliğinden ötürü istenilen düzeye erişememiştir (Brown 1922, s. 231).

Konuya ermeni yetimhaneleri üzerinden devam edecek olursak, son birkaç önemli bilginin de burada zikredilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Bu meyanda, çeşitli bulaşıcı ve patolojik hastalıklardan muzdarip kimsesiz çocuklar için belirlenmiş iki yetimhanede özel tedavi ve bakım hizmetlerinin olduğu bilgisi önemlidir. Hasköy Yetimhanesinde 133 kız çocuğu ile Yedikule Yetimhanesinde 60’ı kız 270 çocuğun tedavi amaçlı buralarda tutulduklarını görüyoruz (Davis 2006, s. 219). Tedavi süreci tamamlandıktan sonra çocuklar geldikleri yetimhanelere sağlıklı bir şekilde geri dönüyorlardır. Öte yandan bir kural gereği kız ve erkek çocuklar tek tip üniforma giyerdi. Giysi ve diğer araç gereçler noktasında, erkeklerin kızlara oranla oldukça daha iyi imkânlara sahip olduklarını görüyoruz. Dolayısıyla aynı doğrultuda kızlar için yapılan harcamalar erkeklere oranla daha az olmaktadır.

Essayan Yetimhanesi ayrı tutulacak olursa, genel olarak Ermeni Yetimhanelerine ilişkin göze çarpan ilginç bir husus bulunmaktadır. Yetimhanelerde kalan çocukların ailelerine ilişkin bilgiler veya kayıtlar yok denecek kadar az olmuştur. Yalnızca okul ve sağlık düzenlemeleri/bilgilerine ilişkin kayıtların düzenli olarak tutulmuş olması, çalışmamızda ortaya koymaya gayret gösterdiğimiz sosyal yaşam kırıntılarına ilişkin verilerin ortaya konulması hususunda büyük bir eksiklik olarak karşımızda durmaktadır.

Yaklaşık olarak 11 yetimhanede kalan çocukların ayda bir kez banyo imkânına sahip olduklarını, 7 yetimhanede de haftada bir kez bu imkânı bulabildiklerine tanık oluyoruz. Bir yetimhanede ise kış süresince çocukların duş/banyo imkânından yoksun oldukları bilgisine rastlıyoruz. Beslenme hususuna da temas edecek olursak, iki yetimhanede beslenme programı/takvimi aynıyken, genel olarak diğer yetimhanelerin yemek listelerinde kolalı yiyeceklerin olduğu bilgisi not düşülen bir başka husustur. Öğün yemekleri pirinç ve ekmek ya da fasulye ile ekmekten oluşurdu. Bazı yetimhanelerde ise taze sebze ve meyveye tesadüf etmek imkânsızdı (Brown 1922, s. 234).

2. RUM DARÜ’L-EYTAMLARI

Toplamda beş tane olan Rum yetimhanelerinin üçü iyi denilebilecek yerlere kurulmuşlardır. Halki Adasındaki kız çocukları en iyi şartlara sahip gurup olarak ön plana çıkmaktadırlar. İyi bir bina ve okula sahip olan bu kız bikesleri, sahip oldukları deniz manzarası ve temiz hava ile de oldukça şanslı addedilmişlerdir. Okulda çok iyi hocalara ve alet edevata sahip terzilik bölümüne ayrı bir önem verilmektedir. Halki Yetimhanesi 305 kız çocuğunu himaye etmektedir (Brown 1922, s. 246). Büyükada Yetimhanesi de adanın zirvesindeki çam ormanlarının arasında kurulmuş olması nedeniyle oldukça sağlıklı koşullara sahip bir yetimhane olarak ön plana çıkmıştır. Öte yandan su yetersizliği sorunu ciddi bir tehlike olarak sorun oluşturmuştur. Zaman içerisinde traçoma ve diğer bulaşıcı hastalıklar ortaya çıkacak ve yaygınlık kazanacaktır. Traçoma vakaları yetimhanenin en üst katında kontrol altına alınmak istenmişse de bu husus doğrultusunda herhangi bir düzenlemenin olmayışı sorunu hedeflenilen doğrultuda çözüme kavuşturmanın uzağında kalınmıştır. Diğer hastalıklar için bir hastane bulunmakla birlikte burası için de aynı yetersizlikten dem vurulmuştur (Brown 1922, s. 238).

Büyükada Yetimhanesi yaşları 5 ila 14 arasında değişen 733 erkek çocuğuna korunma ve bakım hizmeti sunmaktadır. Dışarıda sınırsız genişlikte oyun alanlarında sahip olmasıyla birlikte yetimhanenin içerisinde de oldukça geniş oyun odaları mevcuttu (Brown 1922, s. 246).

Çocukların eğlence olanakları hakkında çeşitli seçenekler mevcuttu. Dışarısı oyun ve eğlence için müsait olup, çocuklar folklorla de ilgilenmekteydi. Çocuklar marangozculuk, ayakkabı imalatı ve terzilik alanlarında oldukça iyi eğitilmişlerdir. Mesleki eğitimlerini tamamlayan öğrenciler meslek sahibi olarak hayata atılmışlardır.

Pendik Yetimhanesi fiziki olarak daha küçük olup 190 erkek çocuğu ve 110 kız çocuğuna korunma ve bakım hizmeti sunmaktaydı. Burası çam bahçesine yakın olup deniz manzarasına da sahiptir. Buradaki bikeslerin bakımı ve kurum temizliği diğer yetimhanelerde rastlanılmayan yüksek bir standarda sahipti. Pendik Yetimhanesinde de 300 çocuk korunma ve bakım altında bulundurulmaktaydı (Brown 1922, s. 246).

Asylon Asteghon Orphanage/Ayaz Paşa Yetimhanesi ilk etapta traçomadan muzdarip 210 kız çocuğun toplandığı yer olarak ön plana çıkmaktadır. Dolmabahçe yakınlarında kurulu olan yetimhane traçomanın bulaşıcı olmasından ötürü dış dünyayla sınırlı iletişime sahiptir (Brown 1922, s. 239, 246).

3. RUS DARÜ’L-EYTAMLARI

İstanbul’da bulunan Rus göçmenleri/mültecileri için iki adet yetimhane bulunmaktadır. Bunlardan birisi Rus Şehirleri Birliği(The Russian Union Of Towns) örgütü tarafından Beşiktaş’ta faaliyete hazır hale getirilmiştir. Burada 150 tane çocuğa korunma ve bakım hizmeti sağlanmaktadır. Diğer yetimhane de "American Friends to Russian Children Orphanage" ismiyle bilinmektedir. Adından da anlaşılabileceği üzere bu yetimhane Amerika gözetimi altında olup büyük oranda Amerikan parasıyla idare/finanse edilmekteydi. İki haftalık ile 11 yaş aralığında değişen 110 çocuğa korunma ve bakım hizmeti sağlanmıştır. Burada göze çarpan husus iki haftalık bebeklerin dahi burada korunma ve bakım altına alınmış olmasıdır. Her iki yetimhane de çocuklar için oyun odalarına ve bahçelerine sahiptir (Brown 1922, s. 240).

4. YAHUDİ DARÜ’L-EYTAMLARI

Rus yetimhanelerinde olduğu gibi Yahudi yetimhanelerinde de hem erkek hem kız bikesleri korunma altında bulunmaktadır. Bakım ve gözetim altında bulundurulan kız çocukların yaşları 7 ila 16 arasında değişiyorken, erkek çocukların hepsi 12 yaşın altında bulunmaktadır. Çocukların oyun/eğlence imkânları olmayan malzemeden dolayı bulunmamaktadır. Buna mukabil, iki tane İsraelite Yetimhanesinde çocukların misket, kör ebe ve halat yarışı türü küçük çaplı oyunlar oynayabilecekleri bahçeler bulunmaktadır. L’Ecole de Bonheur Yetimhanesi, Rum ve Yahudi genç dilenci çocukları için tasarlanmıştır. Çocukların herhangi bir oyun imkânı ve hareket serbestîsi bulamadığı bir ortama sahip olan bu yetimhane son derece olumsuz koşullara sahip olup, burada barındırılan çocukların beğenisini kazanamamıştır (Brown 1922, s. 239­240).

Anna Welles Brown’un kalem aldığı makalesinde ve genel olarak Constantinople To- Day adlı sosyal tarih çalışmasında geçtiği üzere, İstanbul başta olmak üzere Osmanlı sınırları dâhilindeki kimsesiz çocuklar yurtlarında/yetimhanelerde belirli eksikliklerin olduğunu ve aksaklıkların yaşandığını görüyoruz. Bu kısımda bunlara kısaca değinmeye çalışacağız. Göze çarpan ilk husus personel yetersizliği, yetimhanelerde ders veren ve buralarda çocuklardan sorumlu kimselerin büyük oranda eğitim öğretim metotlarından bihaber oldukları gerçeği, zayıf ve güçsüz çalışan sorunu, mutlak surette yetimhanelerde mevcut olması gereken malzeme, alet edevatın yetersizliği ve çocukların günlük hayat sorunlarına karşı donatılmaları noktasında yetersiz kalan zihniyet sorunlarıdır. Yetimhanelerde görev alan hemen hemen bütün müdürlerin dikkate değer yetenekte insanlar oldukları ve çocuklara karşı olan sorumluluklarını büyük bir ciddiyetle/gayretle yerine getirmeye çalışan kimseler olmalarına karşılık, diğer personelin çocukların bakımı ve eğitimi hususlarında son derece gönülsüz olduklarını söylemekte yarar vardır. Bu noktada Osmanlı Devletinin yetimhanelerde çalışacak personel hakkında ne tür ölçütler aradığına direkt olarak rastlayamadığımızı ancak azınlıkların kendi girişimleriyle tesis ettikleri kurumlarda çalışacak personeli belli ciddi kriterleri göz önünde bulundurarak işe aldıklarını söyleyebiliriz. Bu genel değerlendirmenin yanında, işlerini büyük bir özveriyle yapan, çocuklara karşı olan sorumluklarını büyük bir gayret ve neşeyle yerine getirmeye çalışan ve çocuklara her an yeni şeyler katmak için hazır bekleyen az sayıda çalışanın da olduğunu zikretmeden geçemeyiz (Brown 1922, s. 248).

Diğer taraftan iyi veya kötü değerlendirmesinin dışında, öğretmen sayısının ciddi yetersizliğine mukabelen çocukların ders gördüğü ve barındığı odaların oldukça büyük oldukları husus da ön plana çıkmaktadır (Şerif 1999, s. 13, 22, 33-35, 50, , 69, 73, 82­84, 119, 127, 139-140, 150, 160-161, 180, 201, 224). Bir Rum yetimhanesi olan Büyükada Yetimhanesi bu noktada zikredilmesi gerekilen önemli bir örnektir. Yetimhanede korunma ve bakım altında tutulan 733 bikes için sadece 10 tane öğretmenin olduğu malumatı düşündürücüdür. Hem yetimhane içerisinde hem de dışarısında çok sayıda çocuktan mesul tutulan bir öğretmenin nasıl bir özveri göstereceği merak konusu iken, bakım ve gözetim noktasındaki yetersizliği ve gönülsüzlüğünün yol açacağı sorunların neler olabileceği aşikârdır (Brown 1999, s. 243).

Gerek Osmanlı devleti eliyle gerekse azınlıkların kendi teşebbüsleriyle hazır haldeki binalara tesis edilen yetimhanelerde temas edilmesi gereken iki husus, düzensiz sosyal hizmet uygulamalarının çocukların gelişimlerine ne türden aksaklıklar getirdiğini ortaya koyuyor olmasından ötürü ilgi çekicidir. Yetimhanelerdeki malzeme, araç gereç ve alet edevattan söz açıldığında durumun içler acısı olduğu ifade edilir. Bu hususa devam edecek olursak, her biri çok sayıda yetim ve öksüzü himaye eden yetimhanelerin sadece barınma ve beslenme imkânı sunabilen kurumlar olabildikleri eleştirisi yapılmıştır. Dönem şartlarının ağırlığından olsa gerek, bikes çocuklar buralara nakledilirken elbette ilk hedef onlara kalacak yer temin etme düşüncesiydi. Bu noktada çocuk gelişimi evrelerinin gerektirdiklerinden bihaber bir idari anlayış ve personel gurubundan söz edilebilir. Çocukların oyun oynayabilecekleri alanlar alabildiğince genişken, onların nelerle oynayabilecekleri çok az düşünülmüştür denilebilir. Örnek verilecek olursak, Ermeni yetimhanelerinde kızların oyun araç gereçlerinden yoksun oldukları zikredilmiştir. Muhtemelen arkadaşlarından ödünç aldıkları birkaç top ve ipten başka seçenekleri olmayan kızların ne tür bir gelişim seyri takip ettiği son derece merak uyandıran bir unsurdur. Kızlara nazaran erkekler her zaman daha fazla seçeneğe sahip olmuşlardır (Brown 1922, s. 241). Diğer bir rahatsızlık uyandıran hususa daha değinecek olursak, çocukların ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde bir bina inşa etmenin yerine, çocuklar mevcut binaların yapılarına uyum sağlamaya bırakılmışlardır. Çoğu devlet kuramlarına ve paşalarına göre tasarlanmış binalarda çocukların rahat edip edemeyeceği endişesinin taşınıp taşınmadığını merak uyandıran diğer bir husustur. Artık tamamen bikes çocukların evlerine dönüşecek olan bu yapıların, onların gelişimlerine veya ihtiyaçlarına karşılık verebilecek bir konuma getirilmiş olması zorunluluğu söz konusudur. Zira çocukların ihtiyaçları her yönüyle farklılık arz eder ve fiziki koşulların da sağlıklı bir toplumun inşası noktasında bu hususa uygun olması gerekmektedir.

Konuyu bu şekilde tahlil ettikten sonra, son dönem Osmanlı toplumunu spesifik olarak günümüze aktarabilmiş ender eserlerden birisinin, esasında önemli bir sosyal tarih çalışması olarak da nitelendirilebilecek İstanbul’un Bugün’ü (Constantinople Today) isimli eser olduğunu bir kez daha vurgulamakta yarar görmekteyiz. Brown’un makalesi kanaatimize göre bu çalışmanın merkezinde yer alan son derece önemli, yol gösterici, farklı ve sunduğu içerik bakımından da oldukça farklı bir düzlemde yer almaktadır. Osmanlı yetimlerine dair sunulan betimlemeler, genel ve kapsamlı nitelik taşıyor oluşlarından ötürü çalışmamızın birçok noktasında referans olarak kullanılmışlardır.


SONUÇ

Araştırdığımız dönem; Osmanlı-Rus Harbi, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Osmanlı devletinin borçlarını ödeyemez bir hale geldiği ve padişahlığın konumu ile ilgili tartışmaların alenen ilk defa tartışılmaya başlandığı çalkantılı yılları kapsamaktadır. Bu ağır şartlara rağmen, Osmanlı devleti yoksullaşan halkın sorunlarına duyarsız kalmamış, savaşlar neticesinde sayısı binlerle ifade edilen eytam ve ihtiyaç halindeki çocuk sorununu göz ardı etmemiş, ülkemizdeki sosyal hizmetler ve çocuk esirgeme kurumlarına öncülük edecek ilk adımları atmayı başarabilmiştir. Bu yönüyle sosyal refah alanında yaşanan gelişmeler, Osmanlı devletinin modern bir sosyal devlet olma yolundaki temel adımlarını oluşturmuştur. Daha önceleri merkezi devletin faaliyet alanları dışında kalan çocuk refahı, çocuk sağlığı ve sosyal yârdim alanları devletin sorumluluk alanları arasına girmiştir. Özellikle, Sultan Abdulhamit’in bu doğrultudaki girişimleri; geleneksel, az gelişmiş ve çağa ayak uydur/a/mamış Osmanlı intibasını yıkmayı hedeflemiş ve son bilimsel teknolojiler ile donatılmış olan sosyal refah, özellikle çocuk refahı kurumları aracılığı ile Sultan Abdulhamid ihtiyaç halindeki kimselerin sorunları ile ilgilenerek halk nazarındaki imajını da pekiştirmiştir.

Bunun yanında sözü edilen çocuk refahı kuramlarının sadece Müslüman çocuklar için değil, aynı zamanda bütün imparatorluk bikesleri için tesis edilmiş olması, Osmanlı devletinin değişik etnik kökenlerden tebaası ile öteden beri süregelen barışık yapısını yansıtması ve sosyal devlet anlayışını sürdürüyor oluşu açısından dikkate değerdir. Özellikle, sosyal ve çocuk refahı kurumları bünyesinde verilen çok yönlü eğitim ve meslek kazandırma hizmetleri, sorunun etraflıca ele alındığının güçlü göstergeleridir. Bu anlamda, geniş Osmanlı sınırları dâhilinde artan kimsesiz çocuk sayısına karşılık sadece barınma imkânı sağlamaya yönelik adımlar atılmamış aynı zamanda bu çocukların toplumsallaşmasına ve topluma faydalı birer birey olmalarına dönük eğitim faaliyetleri dikkate değerdir. Özetlemek gerekirse, her ne kadar bu kurumlar savaşların yıkıcı etkilerinden dolayı gerektiği kadar etkili olamamış ve yokluklardan nasiplerini almışlarsa da, bu kurumlar sözü edilen dönemde yaşanan sorunları az da olsa gidermiş ve Osmanlı devleti’nin son yıllarıyla birlikte gelenekselliğin işlevsizliğinden kurtulmuş modern bir sosyal devlet hüviyetini kazanmasında büyük rol oynamışlardır.


KAYNAKÇA

Başbakanlık Osmanlı Arşivi. İ.DH 591/41114.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi. İ.MMS 133/5690.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi. İ.MVL 584/26270.

1334 Senesi Darüleytam Müdüriyeti Umumiyesi Bütçesi, Muvazene-i Maliye Encümeni Mazbatası, reis: Sasun Efendi, Mazbata Mührü: Hamdi Bey, Zabıt Katibi: Nihad Bey, Aza: Faik Bey, İsmet Bey, Rasim Bey, Avni Bey, İzzet Bey, Servet Bey, Muhammed Sabri Bey, Meclis-i Mebusan, No:409, Meclis-i Mebusan Matbaası.

Akşin, S. ve diğerleri (2005). Türkiye Tarihi 3 - Osmanlı Devleti 1600-1908, 8.baskı, İstanbul: Cem Yayınevi.

Aktepe, M. M. (haz.) (1989). Vak’a-Nüvis AhmedLütfîEfendi Tarihi. C. XII. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.

Akol, O. (1950). Kimsesiz Çocuklar. Ankara: Örnek Matbaası.

Anderson, M. S. (2011). Doğu Sorunu - 1774-1923 Uluslararası ilişkiler Üzerine Bir inceleme (2. bs.). (çev. İdil Eser)., İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Ayar, M. (2007). Osmanlı Devletinde Kolera - İstanbul Örneği (1892-1895). İstanbul: Bayrak Matbaası, Kitabevi Yayıncılık.

Ayhan, H. ve Maviş, H. (1994). Darüşşafaka. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (s.7- 9). C. 9. İstanbul: Güzel Sanatlar Matbaası A.Ş..

Baykal, B. S. (1964). Mithat Paşa - Siyasi ve idari Şahsiyeti. Ankara: Kıral Matbaası.

Beşer, F. (1991). Kadının Çalışması-Sosyal Güvenliği ve İslam. İstanbul: Seha Neşriyat.

Berkes, N. (2002). Türkiye’de Çağdaşlaşma. (haz. Ahmet Kuyaş), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Bilici, F. (2003). Les imâret ottomanes: un instrument de lutte contre la pauvrete?. Pauvrete et richesse dans le monde musulman mediterraneen / Poverty and Wealth in the Muslim Mediterranean World (s. 271-288). Dirige par Jean-Paul Pascual, Paris: Maisonneuve&Larose.

Black, F. H. (1922). The Native Schools. Constantinople To-Day or The Pathfinder Survey of Constantinople: A Study in Oriental Social Life (s. 369-418). Under the Direction of Clarence Richard Johnson. New York: The Macmillan Company.

Brown, A. W. (1922). Orphanages In Constantinople. Constantinople To-Day or The Pathfinder Survey of Constantinople: A Study in Oriental Social Life (s. 228­257). Under the Direction of Clarence Richard Johnson, New York: The Macmillan Company.

Chambers, R. L ve (1968). Notes on the Mekteb-i Osmani in Paris 1857 - 1874. Beginnings Of Modernization In The Middle East - The Nineteenth Century (s. 313-329). (Edited by William R. Polk and Richard L. Chambers). Chicago and London: The University Of Chicago Press.

Clogg, R. (1992). A Concise History of Greece. Cambridge: Cambridge University Press.

Çakmak, D. (2011). Osmanlı iktisat Düşüncesinin Evrimi - Societas ve Universitas Gerilimi (2. bs.). İstanbul: Libra Yayıncılık.

Çanlı, M. (1999). Eytam İdaresi ve Sandıkları (1851-1926). Osmanlı (C. 5, s. 57-69). (G. Eren, ed.). Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.

Çavuşoğlu, T. (2005). Sosyal Hizmetlerin Yakın Tarihinden Sayfalar: Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu Yaprakları 1917 - 1983. Ankara: SABEV Yayınları.

Çelik, M. (2010). Balkanlar’da Tanzimat: Mithad Paşa’nın Tuna Vilayeti Valiliği 1864­1868 (1. bs.). İstanbul: Libra Yayıncılık.

Davis, C. C. (1922). The Refugee Situation In Constantinople. Constantinople To-Day or The Pathfinder Survey of Constantinople: A Study in Oriental Social Life (s. 201-226). Under the Direction of Clarence Richard Johnson. New York: The Macmillan Company.

Davis, F. (1982). Osmanlı Kadını - 1718’den 1918’e Bir Toplumsal Tarih. (çev. B. Tırnakçı). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Davutoğlu, A. (2002). Küresel Bunalım (5.bs.). İstanbul: Küre Yayınları.

Delialioğlu, M. (2009). Himaye-i Etfal Cemiyeti ve Eğitim Boyutu. Ankara: Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitim Programları ve Öğretim Bilim Dalı (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi).

Dethier, P. A. (1873). Le Bosphore et Constantinople / Description Topographique et Historique. Vienne: librarie de l’universite-autrefois fr. Beck, Alfrede Hölder.

Develioğlu, F. (2007). Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat (Eski ve Yeni Harflerle) (24.                     bs.). (haz. A. S. Güneyçal). Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları.

Düstur (1941). Birinci Tertip, C.7. Ankara: Başvekâlet Devlet Matbaası.

Dreyfus, F. (1916). La Guerre et La Tutelle Des Orphelins. La Guerre et La Vie Demain - Conferences de L ’Alliance D ’Hygiene Sociale 1914-1916, I. Enfance et Jeunesse (s.                                        155-162). Conference faite le 12 fevrier 1915, par Emile

Boutroux, le Professeur Chauffard, Jules Siegfried, Berthe Milliard, M. le Proeffesseur Pınard, MM. le Dr Mosny, Montjotin, J. Lefebvre, Cohendy, Gustave Belot, Louis Liard. Paris: Librairie Felix Alcan.

Ergin, O. (1966). Darü’lhayr-i Âli. İstanbul Ansiklopedisi. İstanbul.

Ergin, O. (1977). İstanbul Mektepleri ve İlim, Terbiye ve San’at Müesseseleri Dolayısıyla, Türkiye Maarif Tarihi (C. 3-4). İstanbul: Eser Matbaası.

Ergut, F. (2004). Modern Devlet ve Polis - Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Toplumsal Denetimin Diyalektiği. Ankara: İletişim Yayınları.

Erkan, A. R. ve Erkan, G. (Ocak 1987). Darüleytamlar. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Dergisi, 5 (1), 61-68.

Eroğlu, H. (2007). On Dokuzuncu Yüzyılda Yetim Çocuklara Vasi Tayini: Antalya Örneği. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi. S. 50, s. 285-288.

Fesch, P. (1999). Abdülhamid’in Son Günlerinde İstanbul (çev. E. Üyepazarcı), (1.bs.). İstanbul: Pera Turizm ve Ticaret A.Ş. Yayını.

Fontmagne, La Baronne Durand De (1902). Un Sejour d L’Ambassade de France a Constantinople sous Le Second Empire. Paris: Librairie Plon.

Gautier, T. (1856). Constantinople (Nouvelle Edition). Paris: Micel Levy Freres, Libraires- Editeurs.

Goodsell, F. F. (1922). Historical Setting. Constantinople To-Day or The Pathfinder Survey of Constantinople: A Study in Oriental Social Life (s. 11-86). Under the Direction of Clarence Richard Johnson. New York: The Macmillan Company.

Gövsa, İ. A. (1930). Resimli Yeni Lügat ve Ansiklopedi (Ansiklopedik Sözlük). (C.I-II). İstanbul: İskit Yayını.

Gulbankian Komisyonu (2008). Sosyal Bilimleri Açın - Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor. (çev. Şirin Tekeli). İstanbul: Metis Yayınları.

Gündüz, M. (Aralık 2012). II. Abdülhamid’in Sadrazamı ve Eğitim Danışmanı (Küçük) Said Paşa’nın Eğitime Yönelik Görüş ve Uygulamaları. Düşünen Siyaset - Sultan Abdülhamid ve Dönemi, S. 27, Ankara: Lotus, ss. 37-68.

Güngör, S. (Haziran/Eylül 2009). Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne Bir Hayır Örgütü: İstanbul Darülacaze Müessesesi. Türk idare Dergisi, S.463-464, s. 157­180.

Hacıömeroğlu, H. (Aralık 2010). Abdülhamid Döneminde Sağlık Hizmetlerine Bakış. Düşünen Siyaset - Sultan Abdülhamid ve Dönemi, S.27, Ankara: Lotus, s. 227­232.

Hızlı, M. (1999). Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik Döneminde İlköğretim ve Bursa Sıbyan Mektepleri. Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi.

Huntington, E. D. (1922). Community Organization. Constantinople To-Day or The Pathfinder Survey of Constantinople: A Study in Oriental Social Life (s. 121­164). Under the Direction of Clarence Richard Johnson. New York: The Macmillan Company.

İnalcık, H. (1996). 15. Asır Türkiye İktisadi ve İçtimai Tarihi Kaynakları. Osmanlı imparatorluğu - Toplum ve Ekonomi Üzerinde Arşiv Çalışmaları, incelemeler (s. 187-201). (2. bs.). İstanbul: Eren Yayıncılık.

İnalcık, H. (1996). Sened-i İttifak ve Gülhane Hatt-i Hümâyûnu. Osmanlı İmparatorluğu - Toplum ve Ekonomi Üzerinde Arşiv Çalışmaları, İncelemeler (s. 363-359). (2. bs.). İstanbul: Eren Yayıncılık.

İnanç, V. (2003). Osmanlı Devletinde Yetimlerin Sosyal Haklarının Korunması. Savaş Çocukları Öksüzler ve Yetimler (s. 19-32). (E. Gürsoy-Naskali ve A. Koç, ed.), (1. bs.). İstanbul: Kırmızı Yayıncılık.

Jones, C. (1994). The Cambridge illustrated history of France (1.edition). London: Chambridge University Press.

Karakışla, Y. S. (Eylül 1999). Kadınları Çalıştırma Cemiyeti Himayesinde Savaş Yetimleri ve Kimsesiz Çocuklar: Ermeni mi Türk mü?. Toplumsal Tarih (s. 46-55), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Kardam, A. (2011). Cizre-Bohtan Beyi Bedirhan - Direniş ve İsyan Yılları (1. bs.). Ankara: Dipnot Yayınları.

Karpat, H. K. (2010). Osmanlı Nüfusu 1830 - 1914. ( çev. B. Tırnakçı). İstanbul: Timaş Yayınları.

Kartal, C. B. (Mart 2008). II. Meşrutiyet’in Cumhuriyet’e Mirası: “Makbul Kadınlar”. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:38, İstanbul, s. 215­238.

Kavas, A. (1991). Les Relations de l’Administration Ottomane avec la Sanusiyya de 1835 d 1912. Paris: Üniversite Paris VII-U.F.R. Geographie, Histoire et Sciences de la Societe, directeur de recherche: Jean-Louis Triaud, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi).

Keyder, Ç. (2007). Anglo-Sakson Modeli Niçin İstisnadır?. Tarihsel Sosyoloji; Stratejiler, Sorunsallar ve Paradigmalar (s. 35-50). (1. bs.), (der. F. Ergut - A. Uysal). Ankara: Dipnot Yayınları.

Kırbaç, S. (2003). Osmanlı Belgelerine Göre Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Almanya’ya Gönderilen Dârü’l-eytam Öğrencileri. Savaş Çocukları Öksüzler ve Yetimler (s. 87- 103). (E. Gürsoy-Naskali ve A. Koç, ed.), (1. bs.). İstanbul: Kırmız Yayıncılık.

Koç, A. (2003). Öksüz ve Yetim Çocukları İçin Kurulmuş Bir Eğitim Kurumu: Dârü’ş- şafaka. Savaş Çocukları Öksüzler ve Yetimler (s. 185-190). (E. Gürsoy-Naskali ve A. Koç, ed.), (1. bs.). İstanbul: Kırmızı Yayıncılık.

Kodaman, B. (1991). Adülhamid Devri Eğitim Sistemi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Kodaman, B. (1986). La Presence Culturelle et Religieuse de la France en Anatolie Orientale De 1878 Â 1914. L’Empire Ottoman, La Republique de Turquie et la France (s. 391- 400). (Recueil publie par Hâmit Batu et Jean-Louis Bacque- Grammont), a l’occasion du quatre cent cinquantieme anniversaire des premieres relations permanentes entre La Turquie et la France, editions Isis, premiere impression. İstanbul: İstanbul matbaası.

Kodaman, B. (1980). Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e Kadar Sanayi Mektepleri. Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071-1920),(s.287-295).-Social and Economic History of Turkey (1071-1920), (p.287-295). Birinci Uluslararası Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi Kongresi-First International Congress on the Social end Economic History of Turkey, Hacette University, Jully 11-13. Ankara: Meteksan Limited Şirketi.

Koç, B. (2007). Osmanlı Islahhsanelerinin İşlevlerine Dair Bazı Görüşler. Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 6(2), s. 36-50.

Koşar, N. G. (2000). Sosyal Hizmetlerde Sosyal Yardım Alanı (Yoksulluk ve Sosyal Hizmet). Ankara: Şafak Matbacılık.

Köksal, Y. (2007). Sosyal Kontrol Sistemleri: 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘Devlet- Toplum’ İlişkileri. Tarihsel Sosyoloji; Stratejiler, Sorunsallar ve Paradigmalar, Tarihsel Sosyoloji; Stratejiler, Sorunsallar ve Paradigmalar (s. 111-141). (1. bs.), (F. Ergut - A. Uysal, der.). Ankara: Dipnot Yayınları.

Kurnaz, Ş. (2011). Yenileşme Sürecinde Türk Kadını 1839-1923. İstanbul: Ötüken Yayıncılık.

Kutlutürk, C. (Temmuz 2010). Hayırseverlikte Öncü Kuruluşlar - Osmanlı Dönemi Vakıfları. Her Yönüyle Dernekler / Turkısh Quarterly of Associations, 12, s. 27-

31.

Lewis, B. (2007). Modern Türkiye’nin Doğuşu (10. bs.). (çev. M. Kıratlı). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Lewis, B. (2005). Ortadoğu - iki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi (2. bs.). (çev. S. Y. Kökyay). Ankara: Arkadaş Yayınevi.

Mantran, R. (1965). La Vie Quotidienne d İstanbul au Siecle de Soliman le Magnifique. Paris: Hachette.

Melidonian, H. (1937). Vergangen,,, aber nicht vergessen! - Erinnerungen und Erlebnisse eines armenischen Waisenkindes auf der Missions-Station Maraş in der asiatischen Türkei. Chemnik: Kommissionsverlag; Buchandlung des Gemeinschaftsvereins in Chemnik.

McCarty, J. (2001). The Ottoman Peoples and The End Of Empire. London: Oxford University Press.

Milliard, B. (1916). La Guerre et La Tutelle Des Orphelins. La Guerre et La Vie Demain - Conferences de L ’Alliance D ’Hygiene Sociale 1914-1916, I. Enfance et Jeunesse (s.133-155). Conference faite le 12 fevrier 1915. Par Emile Boutroux, le Professeur Chauffard, Jules Siegfried, Berthe Milliard, M. le Proeffesseur Pınard, MM. le Dr Mosny, Montjotin, J. Lefebvre, Cohendy, Gustave Belot, Louis Liard. Paris: Librairie Felix Alcan.

Moore, S. L. (1922). Some Phases of Industrial Life. Constantinople To-Day or The Pathfinder Survey of Constantinople: A Study in Oriental Social Life (s.165- 199). Under the Direction of Clarence Richard Johnson. New York: The Macmillan Company.

Nuhoğlu, H. Y. (1993). Dârü’l-eytam. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (s.521). C.8, İstanbul: Güzel Sanatlar Matbaası A.Ş. Yayını.

Nuhoğlu, H. Y. (1993). Darülaceze. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (s. 512­514). C. 8, İstanbul: Güzel Sanatlar Matbası A.Ş. Yayını.

Unat, F. R. (1964). Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış. Ankara: Milli Eğitim Basımevi.

Okay, C. (2002). Son Dönem Osmanlı Toplumunda Çocuk (1850-1900). Türkler (s. 41­56). S.14. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları.

Okay, C. (2000). War and Child in the Second Constitutional Period. Enfance et Jeunesse dans le Monde Musulman - Childhood and Youth in the Muslim World (s.219-232). Sous la direction/directed by François Georgeon et Klaus Kreiser. Paris: Maisonneuve&Larose.

Ortaylı, İ. (2009). Osmanlı Toplumunda Aile (1. bs.). İstanbul: Timaş Yayınları.

Okur, Y. (1996). Darüleytamlar. Samsun: On Dokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi).

Özbayrak, İ. K. (2011). II. Abdülhamid Döneminde Uygulanan Sosyal Yardım Politikaları (1876-1909) - Fiziksel Engelliler, Kazazede ve Depremzedeler (1. bs.). İstanbul: Libra Yayıncılık.

Özbek, N. (2002). Osmanlı İmparatorluğunda Sosyal Devlet-Siyaset, İktidar ve Meşruiyet (1876-1914). (1. bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.

Özbek, N. (Şubat 1999). II. Abdülhamit ve Kimsesiz Sokak Çocukları: Darülhar-ı Ali. Tarih ve Toplum, S. 138, s. 11-14.

Özbilgen, E. (2011). Bütün Yönleriyle Osmanlı - Adab-ı Osmaniyye. İstanbul: İz Yayıncılık, Yeni Şafak Kültür Armağanı.

Pamuk, Ş. (2005). Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914. İstanbul: İletişim Yayınları.

Pakalın, M. Z. (1993). Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (C. I-II). İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.

Pakalın, M. Z. (1971). Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (C. I). İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.

Palabıyık, M. S. ve Bozkuş, Y. D. (2011). Pontus Meselesi: Genel Bir Bakış. Uluslararası Suçlar ve Tarih (s. 77-140). Altı Aylık Uluslararası Hukuk ve Tarih Dergisi. S.11/12. Ankara: Terazi Yayıncılık.

Patrick, M. M. (2009). Son Sultanların İstanbul’unda Siyaset - Modernleşme - Yabancı Okullar (Under Five Sultans, 1929). (1. bs.). (çev. A. Aksu). İstanbul: Dergâh Yayınları.

Peet, W. W. (1922). Civic Administration. Constantinople To-Day or The Pathfinder Survey of Constantinople: A Study in Oriental Social Life (s. 87-120). Under the Direction of Clarence Richard Johnson. New York: The Macmillan Company.

Phillips, C. M. (1922). Widowhood: A Study of Dependency due to War. Constantinople TODAY or The Pathfinder Survey of Constantinople: A Study in Oriental Social Life (s.287-321). Under the Direction of Clarence Richard Johnson. New York: The Mac Millan Company.

Poujoulat, M. B. (1860). Voyage A Constantinople. Paris: Victor Sarlit, Libraire- Editeur.

Plandin, E. (1853). L ’Orient. Paris: Gide et Baudry, Libraries edutieurs.

Rıza, A. (1973). Eski Adetler - Eğlenceler - Sosyal Hayat - Esnaf Kuruluşları - Bütün Yönleri ile Bir Zamanlar İstanbul, (ilaveli notlarla yayına hazırlayan: Niyazi Ahmet Banoğlu), Tercüman 1001 Temel Eser 11. İstanbul: Tercüman.

Sakaoğlu, N. (1994). Dârü’l-eytamlar. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (s.558- 559). C. 2. İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını.

Sarıkaya, M. (2003). Savaş Yıllarında Himaye-i Etfal Cemiyetinin Çocuk Sağlığı Konusundaki Hedef ve Faaliyetleri. Savaş Çocukları Öksüzler ve Yetimler (s. 33-47). (ed. E. Gürsoy-Naskali ve A. Koç), (1. bs.). İstanbul: Kırmızı Yayıncılık.

Şerif, A. (1999). Anadolu’da Tanin (C.1). (haz. M. Ç. Börekçi). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi.

Sufoğlu, E. (2003). Osmanlı Devletinde Yetimler İçin Alınan Bazı Sosyal Tedbirler. Savaş Çocukları Öksüzler ve Yetimler (s. 49-57). ( ed. E. Gürsoy-Naskali ve A. Koç), (1. bs.). İstanbul: Kırmızı Yayıncılık.

Tournefort, (Joseph) M. Pitton de (1718). Relation d’un Voyage du Levant fait par ordre du roi contenant l’historie ancienne et moderne de plusieurs isles de L ’Archipel, de Constantinople, des cotes de la Mer Noire, de L ’Armenie, de la Georgie, des frontieres de Perse et de L ’Asie Mineure. Amsterdam: Aux Depens de la Compagnie.

Tosun, M. (2009). Osmanoğlulları ve Aydınların Anlatımıyla imparatorluğun Yüzük Taşı II. Abdülhamid (1. bs.). İstanbul: Yeditepe Yayınevi.

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü / State Institute of Statistics Prime Ministry Republic of Turkey (2000). Tanzimat’tan Cumhuriyet ’e Modernleşme Sürecinde Eğitim İstatistikleri 1839-1924 / Education Statistics in Modernization from the Tanzimat to the Republic (C.6). (M. Ö. Alkan, haz.). Ankara: Devlet İstatistik Enstitüsü Matbaası.

Şişman, A. (2004). Tanzimat Döneminde Fransa ’ya Gönderilen Osmanlı Öğrencileri (1839- 1876). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.

Ubicini, J. H. A (1977). 1855’te Türkiye I. (çev. A. Düz). Tercüman 1001 Temel Eser- 98. İstanbul: Kervan Matbaacılık Sanayi A.Ş. Yayını.

Vahapoğlu, M. H. (1992). Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okulları (2. bs.). İstanbul: Boğaziçi Yayınları.

Yıldırım, N. (1997). İstanbul Dârü’l-aceze Müessesesi Tarihi. İstanbul: Darülaceze Vakfı Yayını.

Yıldırım, N. (1994). Dârü’l-aceze. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (s. 555). C. 2. İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını.

Yediyıldız, B. (2003). XVIII. Yüzyılda Türkiye’de Vakıf Müesssesi - Bir Sosyal Tarih İncelemesi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.

Yılmaz, E. (1992). Hukuk Sözlüğü (4. bs.). Ankara: Yetkin Hukuk Yayınları.

 

 

 



[*] Ölen kimsenin arkasında bıraktığı mal anlamında kullanılır bir tabirdir. Tereke tabiriyle karıştırılmamalıdır. Terike kapsamına ölen kimsenin techiz ve tekfini (ölen kimsenin gömülmesi için lazım olan kefen, pamuk ve saire gibi şeyler anlamına gelir), ölünün borçları ve vasiyeti girer. (Pakalın, a.g.e., s. 433 ve 460). Pakalın kavramın aslına uygun olarak kullanılmadığım vurgulamakta ısrar ederken, Halil İnalcık ve İlber Ortaylı gibi saygın tarihçler de sözünü ettiğimiz terimi "tereke" olarak kullanmışlardır. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu - Toplum ve Ekonomi, “15. Asır Türkiye İktisadi ve İçtimai Tarihi Kaynakları”, (İstanbul: Eren Yayınları, 1996), s. 188-190. Diğer taraftan tereke hukuki bir kavram olduğu için hukuk sözlüklerinde de bakmakta fayda gördük. Karşılaştığımız sonuç ise Pakalın’ın vurguladığı hususa aykırıdır. Yılmaz, a.g.e., s. 904-905. Biz ise çalışmamızda Pakalın’ın işaret ettiği husus üzere kavramı "terike" olarak ele aldık.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar