SON DÖNEM OSMANLI TOPLUMUNDA KİMSESİZ ÇOCUKLAR… 1850-1920
Hazırlayan: Mehmet Şükrü YAMAN
Tarihsel süreç dâhilinde farklı zaman
dilimlerinde meydana gelen ulusal nitelikte kıpırdanışlar önemli iç sorunları
gün yüzüne çıkaran aracı sorunsallar olarak değerlendirilmişlerdir. Bu
sorunsallar çoğu zaman ülkenin bütününü ilgilendiren dış kaynaklı unsurlar
olarak ciddi ve ağır bir değişim dönüşüm sürecini tetikleyen nitelikte
faktörler olmuşlardır. Osmanlı devletinin beylik sürecinden itibaren gelişip
ilerlemesinde yadsınamayacak derecede rol oynamış geleneksel unsurların
çözülmeye başladığı dönem, bir yandan Osmanlı toplumunu derinden etkileyecek
ağır bir sürecin başlangıcı, bir yandan da Osmanlı ülkesi genelinde dış
dünyadan da gözlemlenebilecek düzeyde belirmeye başlayacak olan ciddi toplumsal
aksaklıkların ve yoksullaşma gibi sorunların ortaya çıktığını yansıtan önemli
bir zaman dilimidir. Özellikle önemli Avrupalı güçlerin dış dünya siyasetine
dair bakış açılarının değişmesiyle birlikte ortaya koydukları işler idare
mekanizması Osmanlı devletinde benzer bir zemin bulamamış, 19. yüzyılın ikinci
süreci bu eksikliğin hissedildiği ve Osmanlı devletinin genel olarak olumsuz
etkilendiği bir evre olmuştur. Bu zaman zarfında ekonomi alanında yaşanan
aksaklıklar, dinamik bir idare tesis edemeyen Osmanlı yönetimi için yaşanacak
olan savaşlarla birlikte; Osmanlı tebaasının ihtiyaçları, beklentileri
hususlarındaki belirsizlikler etkisini yoğun olarak hissettirmeye
başlayacaktır. Olguya bu açıdan bakıldığında 19. yüzyılın bilhassa ikinci
yarısıyla birlikte Osmanlı devletinin halkına karşı olan sorumlulukları
noktasında ciddi bir özeleştiri sürecine girdiğini ve bu süreçle birlikte
özellikle sosyal alanda uzun soluklu bir yeniden inşa etme hamlesi başlatma
düşüncesi dâhilinde bulunduğunu vurgulamak gerekir. Bir araştırmacı olarak bu
hususun son derece önemli ve dikkat çeken bir unsur olduğunu ayrıca belirtmek
gerekir. Osmanlı devletinin bu doğrultuda gerçekleştireceği fiiliyatlarda bu
endişeye tesadüf ediyor oluşumuz, bizi bu alanda bir araştırma denemesi yapmaya
iten etken olmuştur. Belirtmeyi gerekli gördüğümüz bütün bu hususlara ek olarak
19. yüzyılı; uzun bir geçmişe sahip Osmanlı devletinin kendi tebaasıyla
doğrudan temasa geçtiği, ilişki kurduğu özel bir dönem olarak ele almak pekâlâ
mümkündür. Zira bu döneme kadar ciddi bir ağırlığı bulunmayan kurumsal,
sistematik sosyal refah sistemi, sosyal devlet, toplumsal harcamalar, sosyal
hizmet ve kamu refahı gibi kavramların, ortaya çıkan türlü toplumsal sıkıntılar
ve yoksullaşmayla beraber Osmanlı devleti politikalarında yoğun olarak önemli
bir yer almaya başladığını göreceğiz. Bu doğrultuda kimsesiz çocuklar sorunu
birincil toplumsal sorun olarak ortaya çıkmış ve bu sorunun çözümüne yönelik
olarak önce pratik uygulamalar yoluna gidilmiş akabinde ise sorunun ağır
mahiyetinden ötürü başta İstanbul’da olmak üzere ülke genelinde önemli kurumsal
düzenlemelere ihtiyaç duyulduğu gerçeği ortaya çıkmıştı.
Sosyal devlet tanımlaması, kapsamı ve sosyal
hizmet olgusu çok uzun süreler boyunca dünyanın değişik coğrafyalarında
tartışıla gelen bir durum olmuş, yoksulluk gerçeği ve güven ortamından mahrum
kitlelerin sorunları, toplumsal huzursuzlukların başlıca tetikleyici nedenleri
olarak algılanmıştır. Bu olgunun evrensel boyutu, bir taraftan toplumlar arası
benzerlikleri ve sorunun nasıl algılandığı noktasındaki farklılıkları ortaya
koymuş, bir taraftan da problemlerin çözümü doğrultusunda farklı toplumların ne
tür saptamalarda bulundukları, ne tür stratejiler geliştirdikleri ve hangi
yöntemleri kullandıklarını da haber alabilmemize olanak sağlaması nedeniyle
önemli bulunmuştur. Kimsesiz çocuklar meselesi de güncelliğini her zaman
muhafaza etmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır.
…
Sosyokültürel mirasın, bilimin ve diğer bütün
toplumsal aidiyetlerin düzenli olarak yarına taşınmasında, bütün bunların
nüfuzuyla yeni nesillerin şekillendirilip yönlendirilmesinde, sosyal refah
kurumlarının azımsanmayacak ölçüde rol oynadığı bilinen bir durumdur. Bu
kesintisiz sürecin maddi oluşumları olan eğitim ve sosyal refah kurumları,
yetiştirdikleri kişiliklerle toplumsal huzurun devamını amaç edinerek manevi
bir işlev üstlenmişlerdir. Bu kurumlarda barınma imkânı bulabilmiş
öğrencilerin; toplumun siyasal, sosyal ve ekonomik aidiyetlerine uygun bireyler
olarak yetiştirilmeleri önemsenmiştir. Bir başka ifadeyle, günümüze kadar
gelebilen örnekleri kadarıyla, neredeyse hiçbir egemen gücün kendi eğitim
sisteminden kendisine muhalif bireylerin yetişip; toplumsal, siyasal ve
ekonomik örgütlenmede yer almaları noktasında hoşgörülü bir tutum
sergilenmediği rahatlıkla söylenebilir. Değinmeye çalışacağımız Osmanlı olgusu
ise oldukça farklı bir düzlemde yer alır. Osmanlı devleti toplumsal tarihine
bakıldığında, Osmanlı idaresinin azınlıklara kendi Müslim tebaasına oranla
özellikle eğitim alanında daha fazla hak tanıdığı görülecektir. Egemen genel
bir kanı olan Osmanlı’nın Gayrimüslim tebaaya karşı hoşgörülü yaklaşımı ve
tanıdığı haklar dışında, toplumsal huzuru geliştirmeye yönelik olarak eğitim
alanında da kendilerine sağlanan geniş haklar hususu, özellikle 15. yüzyıldan
19. yüzyıla kadar bütün dünyada Osmanlı devletinin güçlü bir sosyal devlet
anlayışı benimsediği izlenimi uyandıracaktır. Ancak bu yaklaşımın Osmanlı için
ileride bir sorun oluşturup oluşturmayacağı hakkında -belli bir döneme kadar-
herhangi bir tereddüt söz konusu değildi. Tanınan bu haklar kanalıyla ulaşılmak
istenmiş olan toplumsal huzur ve birliktelik, 19. yüzyıl ile birlikte büyük bir
toplumsal, siyasal ve ekonomik bunalımın hazırlayıcısı olacaktır.
19. yüzyılın ilk yarısından önce Osmanlı
Devleti vatandaşlarının eğitim sorumluluğunu ciddi olarak üstlenmemiştir
(Ubicini 1977, s. 26). Devlet, asker ve yönetici yetiştirmenin yeterliliğine
inanan bir siyaset yürütmüştür. Vakıf kurumları, devletin yetersiz bıraktığı bu
alanı doldurma işlevi görse de, bu doğrultudaki kuramların azlığı devletin son
dönemleriyle birlikte giderek büyüyen sorunu giderme noktasında tam yeterli
olamazdı. Üstelik bu kuramların çoğu, hayırsever kişiler ve misyonerler
tarafından tesis edilmiş müesseselerdi. Osmanlı Devletinin eğitimi bir kamu
hizmeti olarak algılamaya başlaması ancak Tanzimat’tan sonra görülebilecektir.
Bunun temel nedeni de 18. yüzyılda az da olsa farkına vardığı geri
kalmışlığıdır. Böylece mevcut süregelen Osmanlı idaresi düşüncesi kabuk
değiştirmeye ve modern sosyal devlet anlayışının bir gerekliliği olan kamu
hizmetlerinde daha aktif görev alma/sorumluluk üstlenme ilkesine uygun bir
siyaset uygulanmaya başlanmıştır. Nitekim eğitimde idari teşkilatlanma yoluna
gidilerek, okulların çoğaltılması ve ihtiyaca göre yeniden geliştirilmesi
kararı alınır. Bütün bunların yanında gözden kaçırılmaması gereken bir başka
önemli açıklayıcı husus da, Osmanlı Devleti sınırları dâhilinde
yapılan/an/dırılan veya tesis edilen kuruluşların yerel nitelikte örgütlenmiş
olmalarıdır. Direk merkeze bağlı olmayan bu kurumlar, kendi yapılanmalarını
kuruldukları yerin resmi kanalları vasıtasıyla oluşturarak, günümüzde Avrupa ve
daha birçok gelişmiş coğrafyada uygulanan sistemin temellerini atmışlardır,
denilebilir.
Kimsesiz çocuklar başta olmak üzere ihtiyaç
halindeki çocuklar sorunu ve bu hususa yönelik çalışmalar Osmanlı Devletinde
XX. asır başlarında yoğun olarak hissedilmiş olmakla birlikte, bu çocuklara
yönelik ilk çalışmaların Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar uzandığı
bilinmektedir. Araştırmakta olduğumuz dönemin başlarına kadar devam eden ve
neredeyse her Osmanlı padişahının ayrı bir önem atfettiği duyarlılık ürünü bu
çalışmalar; daha çok ihtiyaç halindeki çocukların eğitimlerine odaklanan ve
aynı zamanda bu çocuklara nakdi yardım verilmesi ile ilgili girişimler olup
kurumsal bir nitelikten uzak faaliyetler olmuşlardır. Araştırmamızda özellikle
temel sorun olarak ele alacağımız yardıma muhtaç, kimsesiz ve çeşitli
nedenlerden ötürü ortada kalan çocukların dışında; yoksul ve fakir insan
sayısındaki artış toplumsal bir mesele haline gelecek ve bu sorunlar 19.
yüzyılda Osmanlı devletini daha önce hiç olmadığı kadar meşgul edecektir. Kısacası
bu husus; 19. yüzyıl Osmanlı devletinin varlığını devam ettirme noktasında yeni
çözüm arayışlarının içine girmesindeki temel iç nedenlerden birisi olarak
karşımıza çıkacaktır. Çoğu akademisyenin de sıklıkla dile getirdiği üzere, bu
sorun; bir açıdan meşruiyeti yeniden faklı kanallar aracılığıyla tesis etme
süreci olarak değerlendirilirken, bir başka açıdan da Osmanlı devletinin daha
önce kurumsal anlamda rastlanılmamış ölçüde göstermiş olduğu ehemmiyetin
yansıması olarak, kimsesiz çocuklar ve sosyal hizmet atılımlarının
başlamasındaki hazırlayıcı etmen olarak gösterilmiştir. Osmanlı devletinde
sosyal hizmet anlayışının kurumsal bir nitelik kazanması süreci 19. yüzyılın
özellikle ikinci yarısıyla birlikte olacaktır.
Bu bilgilerden hareketle, 1851 yılında Eytam
Nazırlığı’nın kurulması ile kimsesiz çocuklar sorunu başka bir boyut kazanmış,
çocuk haklarının iyileştirilmesi ve bunların yeni yasalar kanalıyla korunması
doğrultusunda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Mithat Paşa tarafından bikes
çocuklar için kurulan Islahhaneler, kimsesiz çocuklar sorununu ortadan
kaldırmaya yönelik olarak tesis edilen ilk kuramlardır. Daha sonraları
Dâr’ül-eytam olarak adlandırılacak ve tesisi bizzat Sultan Abdülhamit
tarafından maddi ve manevi olarak desteklenecek olan Dâr’ül Hayr-i Âli’nin
kurulması ile çocukların korunması ve eğitimi hususlarında, Osmanlı devleti ilk
kapsamlı uygulamayı başlatmıştır. Bununla beraber, yine bu dönemde açılan
Hamidiye Etfal Hastanesi Osmanlı devletinin sadece kimsesiz çocuklar alanında
değil genel olarak çocuk refahı doğrultusunda da kayda değer gelişmeler
kaydettiğinin önemli bir göstergesidir. Bu dönemde yaşanan ağır savaşlar ve
ekonomik sıkıntılara rağmen çocuk refahı doğrultusunda gerçekleştirilen bu
çalışmalar, Osmanlı devletinin sosyal devlet anlayışına verdiği önemin bir
göstergesidir.
Konu başlığını son dönem Osmanlı toplumunda
kimsesiz çocuklar olarak belirlediğimiz bu araştırma denememizde, İstanbul’da
ve kısa hatlarıyla Osmanlı sınırları genelinde kimsesiz, yardıma muhtaç,
sokaklarda başıboş gezen çocuklar, mevcut savaşlardan ileri gelen ekonomik
sıkıntılar, sosyal huzursuzluklardan ötürü ortada kalan yetim ve öksüzler için
devlet eliyle gerçekleştirilmeye çalışılan uygulamalara değinmeye çalışacağız.
Bu süreç dâhilinde; Osmanlı devletinin gerçekleştirmeye çalıştığı sosyal devlet
uygulamaları önemli olmakla birlikte, Osmanlı devlet adamlarını bu hususa karşı
daha duyarlı kılan etmenlere değinerek kimsesiz çocuklar meselesinin arka
planında yer alan toplumsal ve siyasal atmosferi de yansıtmaya çalışacağız.
Siyasi ve askeri açıdan Osmanlı devletini zorlayan gelişmeler yaşansa da;
önemli bir zaman dilimi olarak 19. yüzyıl, Osmanlı devletinin sosyal refah
uygulamaları alanında geleneksellikten ayrılarak modern anlamda kurumsal bir
kimlik kazandığı bir zirve dönemidir. Bu doğrultuda kaydedilen gelişmelerle,
Osmanlı devleti çağı yakalamaya ve çağa ayak uydurmaya çalışmıştır.
İncelemekte olduğumuz dönemin başlarına kadar,
Osmanlı devleti genel olarak askeri gücün bütün sorunların aşılmasında yeterli
bir unsur olduğu izlenimi uyandırmıştır. Avrupalı devletlerin kendi
coğrafyalarında meydana gelen bilimsel ve kültürel gelişmelerle yeni bir
gelişme seyrine girdiği dönemde, Osmanlı devleti hızlı veya benzer keskin bir
geçiş süreci yaşayamamıştır. Yenileşme çabalarının ağır kıpırdanışlarla
ilerlemesi çeşitli toplumsal endişeleri belirginleştirmiştir. Bu noktada;
üzerinde çalıştığımız sosyal sorununun nedenleri ve çözümü noktasında Osmanlı
devletinin özellikle 1850’li yıllar itibariyle doğrudan müdahale ihtiyacı
hissettiğine tanık oluyoruz. Belki de gözden kaçırılan fakat son derece önemli
olduğunu düşündüğümüz durum, Osmanlı devletinin geleceğin inşası noktasında
geleneksel askeri gücün yeterli olamayacağını idrak etmesi ve bilhassa çocuk
eğitiminin bu hususun en önemli tamamlayıcı parçalarından birisi olduğu
gerçeğini kabullenmiş olmasıdır. Bu doğrultuda hayata geçirilen çocuk refahı
kurumları ve diğer benzer oluşumlar açıklamalarımızı teyit eden önemli
göstergelerdir.
Bu çalışma, Osmanlı devleti sınırları dâhilinde
yaşanan kimsesiz çocuklar sorununa ilişkin bütüncül bir bakış açısı sunma amacı
gütmektedir. 19. yüzyıl öncesi Osmanlı toplumunda kimsesiz çocukların
ihtiyaçlarına cevap veren kurumlar ve benzer doğrultuda yapılan çalışmalara
değineceğiz. İmarethaneler ve ıslahhanelerin Osmanlı toplumsal yaşamında
kapsadığı alan ve bu alanın kimsesiz çocuklar sorunun çözümünde oynadığı yapıcı
role de değinilecektir. Korunmaya muhtaç bikes çocuklar sorununun ağırlaştığı
bu zaman diliminde Osmanlı devletinin farklı bölgelerinde yabancı devletlerin
desteğiyle sosyal yardım uygulamalarında bulunan derneklerin faaliyetleri ve bu
derneklerin Osmanlı devletinin yürüttüğü sosyal hizmet anlayışı çalışmalarıyla
herhangi bir etkileşim yaşayıp yaşamadığına bakılacaktır. Yine kimsesiz
çocuklara mesleki eğitim sunan okullara ve bu amaç doğrultusunda Osmanlı
devleti tarafından birkaç Avrupa ülkesine gönderilen farklı milletlere mensup
bikeslere temas edilecektir.
1. OSMANLI DEVLETİ VE DÖNEMİN SİYASİ ANALİZİ
Son derece önemli bir zaman kesiti olarak 19.
yüzyıl, Osmanlı devletini derinden etkileyen gelişmelerin yaşandığı bir dönem
olmuştur. Devletin son birkaç yüzyılında belirmeye başlayan Batı karşısındaki
gerileme, araştırmamızın kapsadığı zaman diliminde daha da yoğunlaşmıştır.
Tanzimat’a kadar askeri, siyasi gücü ve geleneksel doğrularından emin olan
Osmanlı devletinin, bu dönem itibariyle değerlerini sorgulama ihtiyacı
hissettiğini ve çağdaşlaşma yolunda önemli atılımlar yapmak üzere kendisini
yeniden tanımlamaya çalıştığına tanık oluyoruz (Davutoğlu 2002, s. 239). Bütün
bu hususların Osmanlı devletini yoğun bir diplomasi sürecine müdahil kıldığını
da rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira 19. yüzyıl siyaset kuramcıları - Osmanlı
devleti gibi bünyesinde çok farklı etnisiteyi barındıran yapılar için ciddi bir
tehlike teşkil edecek olan- her ulusun kendi geleceğini tayin etme, başka bir
ifadeye kendi devletine sahip olduğu/olması gerektiği ilkesini güçlü bir
şekilde vurgulamaya başlamışlardır. Buna karşılık Osmanlı devleti yenileşme hareketleriyle
çağı yakalamaya çalışmış ve ayakta kalabilmenin çareleri üzerinde durmuştur.
Burada vurgulamamız gereken en önemli husus, askeri veya siyasi hedeflerden
çok, Osmanlı devletinin belki de üzerinde en çok duracağı hususlardan birisi
olan kamusal alana yönelik yapıcı faaliyetleri olacaktır.
Avrupalı devletlerin Osmanlı devletini hasta
adam olarak nitelendirmesi bu zaman dilimi itibariyle başlamıştır. Bu
yakıştırmanın, Osmanlı devletine bilhassa siyasi arenada etkin bir duruş
sergileyebilme niteliğini kazandıramayan devlet adamlarının yokluğu göz önüne
alınarak kısmen doğru ve yerinde olduğu söylenebilir. Zira bu dönem
şartlarında; hemen her an değişebilecek bir yapaylık ve menfaat çıkarına dayalı
ilişkiler siyasalında, Osmanlı devletini doğru bir konumda tutabilecek
-yetişmiş devlet görevlileri eksikliğinden ileri gelen- siyasi bir bürokrasi
mekanizmasının mevcut olmayışı hissedilen bir ihtiyaçtı. Ancak Justin Mc
Marty’inin de belirttiği üzere, Osmanlı devleti ancak terminolojik olarak öyle
kabul edilebilir. Zorlu bir yenileşme ve çağdaşlaşma sürecinden geçecek olan
Osmanlı devleti; ciddi idare kusurları, devlet yönetimi ve askeri kesim
arasında tam olarak sağlanamayan birliktelik, iç ve dış düşman unsurlarının
Osmanlı ülkesine karşı olan fiili saldırılarına rağmen, sınırları dâhilindeki
faklılıklara karşı öteden beridir göstermiş olduğu hoşgörü ve müsamahayı devam
ettirmekten geri durmamıştır. Bu çözülme döneminin gün yüzüne çıkardığı karmaşa
ortamına rağmen Osmanlı devleti, sosyal devlet olmanın gerekliliklerini daha
fazla yerine getirmeye çaba gösteren bir mahiyette karşımıza çıkmaktadır.
Kararlılıkla sürdürülecek ve Osmanlı devletini yeni sorumluluklar üstlenmeye
doğru götürecek bu politikanın zaman içerisinde ekonomi ve sosyal kitleler
nazarında yaratacağı olumlu tepki, özellikle Osmanlı üzerine çalışan sosyal
tarihçiler tarafından dile getirilecek olan önemli birnitelik olacaktır.
Değinmekte olduğumuz hoşgörü siyasetine paralel olarak, ekonominin kısmen de
olsa geliştiği ve nüfusu arttığı teyit edilen bir durumdur. Konumuzla olan
bağlantısı noktasında dikkat edilmesi gereken diğer bir önemli husus da ülkenin
eğitim sistemidir. Modern anlamda Osmanlı devletinin kendi tebaasının eğitim
sorumluğunu üstlenmesi de bu dönemde ortaya çıkan geç bir özellik olacaktır.
Kurumsal yapılanmanın kısa sürede önemli gelişme kaydedeceği bu sürecin
sonunda, Osmanlı devleti birçoğu günümüze kadar da ulaşacak önemli kurumlara
sahip bir kimlikle karşımıza çıkacaktır. Bu dönemde eğitimde yaşanan ilerleme;
önemli bir sosyal devlet ölçütü ve göstergesi olarak, bu alanda çalışan
akademisyenler tarafından dile getirilen bir unsur olacaktır. Çeşitli okullarda
görev almaya hazır öğretmen sayısının artmış olması, sosyal devlet
uygulamalarının toplumsal yaşamda uygulama zemini bulmasında destekleyi
olmuştur (McCarty 2001, s. 1-3). Kimsesiz çocukların eğitimleriyle ilgili
gelişmelere temas ederken bu hususun önemine daha detaylı değineceğiz.
Tarihi süreç boyunca, ekonomik yetersizlikler
ve eğitim sistemindeki aksaklıklar; toplumların özellikle devletlerarası
siyasal ilişkiler arenasında etkin bir güç haline gelebilmelerinin ve
ilerlemelerinin önünde engel teşkil eden sebeblerin başında gelmişlerdir.
Osmanlı ülkesindeki sermaye eksikliği, eğitilmiş kalifiye iş gücü yoksunluğu,
endüstriyel ve ekonomik altyapı yetersizliği, devlet idaresi noktasında gerekli
kıstası taşımaktan uzak olan Osmanlı idarecileri, işlerin yolunda gitmesinin
önündeki başlıca engeller olarak gün yüzüne çıkmışlardır. Osmanlı devleti için
19. yüzyıldaki ilk önemli sorun olan Yunan ihtilali ve Mısır meselesinden
sonra, yüz yüze kalınan diğer önemli bir sorun da 1875-1878 bunalımıdır. Hersek
(1875) ve Bulgar isynanı (1876) Osmanlı devletini ciddi sorunlarla karşı
karşıya bırakmıştır (Akşin 2005, s. 149-151). Diğer taraftan Rusya ile yaşanan
uzun süreli savaş ortamı ve bu süreçte kaybedilenler; Osmanlının ayakta kalma
mücadelesinde ve çağı yakalama çabalarında büyük sorunlara yol açmıştır
(Palabıyık Mustafa Serdar ve Bozkuş Yıldız Deveci 2011, s. 83-85). 1768 ve 1878
yılları arasında Rusya ile Osmanlı arasında cereyan eden beş savaşın dördünü
kaybeden Osmanlı devleti; 19. yüzyılın ikinci yarısında ağırlaşan ekonomik ve
sosyal sorunlar karşısında, sosyal devlet gerekliliklerini yerine getirme
noktasında daha çok çaba göstermiştir (Özbayrak 2011, s. 99). Osmanlı
devletinin ayakta kalması belki de gerçekten zordu. Zira yeniden üretebileceği
bir şeyi kalmamıştı. Başlatmış olduğu değişim ve dönüşüm süreci de uzun vakit
isteyen bir zaman diliminde ortaya çıkmıştı, dolayısıyla Osmanlı devletinin
bunları gerçekleştirmek için yeterli zamanı olamayacaktı. Yapılmak istenenlerin
gereksiz ve anlamsız tartışmalarla kesintiye uğraması da bu sürecin istenilen
doğrultuda ilerlemesini imkânsız kılmıştır (McCarty 2001, s. 11).
3 Kasım 1839 yılında Sultan Abdülmecit
tarafından ilan edilen Tanzimat Fermanı ve Osmanlı devletinin Hristiyan
tebaasına sağlamış olduğu hakların bir kez daha kendiliğinden teyit edilmesini
öngören 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı, hem Osmanlı siyasi tarihinde
hem de Osmanlı sosyal yaşamında hazırlayıcısı olduğu değişimler nedeniyle
önemli bir konuma sahiptir (Akşin 2005, s. 124-126, 132; Goodsell 1922, s.
72-73; Peet 1922, s. 91-92). Bilhassa Osmanlı devletinin idaresi hususunda
önemli değişiklikler yaşanmıştır (Köksal 2007, s. 122-127; İnalcık 1996, s.
361-383). Bu türden bir değişikliğin, devletin sosyal hizmet uygulamalarını
daha geniş kapsamlı ve etkili uygulayabilme zemini bulabilmesi açısından son
derece önemli kanaatindeyiz. Belirgin olarak bu döneme kadar Osmanlı devletinin
sorumluluk alanı dâhilinde sosyal hizmet yükümlülükleri/uygulamaları adı
altında doğrudan sorumluluk üstlenme endişesi olamamıştı. Sosyal düzenin devamı
için zaruri olan sosyal yardımlaşma mefhumu taşıyıcılarının baş aktörleri;
ekonomik durumları yerinde olan Müslim halk ve Gayrimüslim kesim idi. Dış
destekli dernekler ve diğer sosyal yardımlaşma kuruluşlarını da bu kategoriye
dâhil etmek mümkündür. Sözünü etmekte olduğumuz süreç bu açıdan
değerlendirildiğinde, Tanzimat sonrasındaki dönem bir dönüm noktası olarak ele
alınabilir. Zira Tanzimat ile birlikte Osmanlı devleti; sosyal devlet, sosyal
yardımlaşma, sosyal hizmet, sosyal nizamın bekası, okullar, kamusal
etkinlikler, yeni hak ve özgürlüklerin sağlanması noktasında gözle görülür bir
çaba sarf etmeye başlamıştır (McCarty 2001, s. 17).
İncelemekte olduğumuz olgunun daha iyi
anlaşılabilmesi için süreç dâhilinde seyreden ekonomik sorunların, sosyal
refahı olumsuz etkilediği gerçeğine güçlü olarak vurgu yapabilmek üzere, 1850
itibariyle Osmanlı ülkesi genelinde gözlemlenen ekonomik çözülmenin göz önünde
bulundurularak olguya yaklaşılması gerektiği düşünülmektedir. Sosyal refahı
tesis etmek üzere ekonomik gelişim için ilk olarak 1854 yılında Avrupa
bankalarından alınmaya başlanan borç para, hedeflenen refahı sağlamanın çok
uzağında kalmış ve ilerleyen zamanlarda ciddi bir engel haline dönüşmüştür
(Çakmak 2011, s. 80). 1863 yılında tekrar alınan 36 milyon dolarlık borç
paranın, yol açacağı sorunlar buna örnek olarak gösterilebilir (McCarty 2001, s.
22).
2. GELENEKSEL OSMANLI TOPLUMUNDA KİMSESİZ ÇOCUKLAR
Tarih disiplinin siyasi ve sosyal olarak
tasnifi, uzun bir geçmişe sahip değildir. “Gerçekten, tarih(in bazı bölümleri)
ve sosyal bilimler(in bazı bölümleri) arasında yakın bir işbirliği ve hatta kaynaşmanın
dikkate değer ve dikkat çeken bir olay olması için 1960’ları beklemek
gerekecekti. Tarihte, disiplinin geleneksel çalışmalarının modern ihtiyaçları
artık tam olarak karşılamadığı inancı giderek güçlendi. Tarihçiler geçmişin
siyasetini incelemekte, geçmişin sosyal ve ekonomik hayatından daha başarılı
bulmuşlardır. Tarih araştırmaları daha çok olaylarla bireylerin ve kurumların
saikleri üzerinde yoğunlaşmış, uzun vadede etkili olan daha anonim süreçleri ve
yapıları çözümlemek için gereken araçları geliştirmede aynı başarıyı
gösterememişti. Yapılar ve süreçler ihmal edilmiş görünüyordu. Bütün bunlar,
tarih araştırmalarının kapsamı genişletilererek değişecekti: Ekonomik ve sosyal
tarih, hem kendi başına, hem de genel olarak tarihi anlamak için bir anahtar
olarak, daha fazla ilgiyi hak ediyordu.”(Gulbenkian Komisyonu 2008, s. 44).
Yüzeysel olarak bu türden bir tasnifin temel
amacı araştırmacıların daha sağlıklı çalışmalar ortaya koymalarını mümkün
kılmak olsa da, asıl amaç daha ziyade her iki tasnifin alt objeleri olan olay
örüntülerinin daha etkin bir çalışma unsuru olmalarına zemin hazırlamaktır.
Sosyal tarih olgusu uzun zamandır batı toplumlarının ve entelektüellerinin çok
büyük önem atfettiği bir araştırma sahası olmuştur. Siyasi tarih sorunsallarından
çok; bu problemlerin kökeninde yer alan sosyal objeler, kavramlar ve olgular
üzerinde önemle durulan meseleler olmuşlardır. Kitleleri ilgilendiren
mevzuların daha doğru, daha ayrıntılı ve daha çoğulcu nasıl ele alınabileceği
doğrultusunda komisyonlar toplanmış ve oturumlar düzenlenmiştir. Dolayısıyla
Batılı devletlerin veya araştırmacıların sosyal içerikli hususlara eğilme
noktasında öncülük ettikleri sonucu çıkarılabilir.
Sosyal tarih denilince çoğu zaman akla gelen
başlıca objelerden birisi aile ve alt unsurları olmaktadır. Bu yönüyle daha
özelde çocuklar veya çocuk tarihi; sosyal tarih kapsamının en önemli alt
başlıklarının başında gelmekle beraber, bu hususlara gereken değerin
verilmediği ve çoğu zaman ihmal edilen önemli bir eksiklik olarak meselenin
günümüze kadar geldiğini görüyoruz. Ülkemiz tarih araştırmalarında siyasi tarih
algısının büyük yer tuttuğunu ve sosyal tarih anlayışının oldukça geri planda
kaldığını söyleyebiliriz. Yine aynı doğrultuda sözünü etmekte olduğumuz olumsuz
durumun belli bir durağanlıkta kalmasının temel nedeni; akademisyenlerin, tarih
araştırmacılarının ve bilim uzmanlarının çocuk, çocuk tarihi, çocuk hakları ya
da genel olarak aile olgusunun/tarihinin bir araştırma konusu olabilecek bir
nitelik taşımadığı görüşünü benimsiyor oluşlarından ileri gelmektedir. Bir
birey olarak çocuğun veya kadının toplumda kapsadığı alanın açıklayıcı
özellikleri, dâhilinde bulundukları çevre, etkide bulundukları siyasi ve
ekonomik yaşam, devletle olan münasebetleri, yönetici zümrenin çocuk tasavvuru
ve onların ihtiyaçlarına cevap vermek üzere ortaya koydukları politikalar çoğu
zaman araştırmacılar tarafından ciddi bir bilimsel çaba olarak algılanmamış
veya bu hususta etkin bir akademik çalışma yürütmenin kaynak yetersizliğinden
ötürü mümkün olamayacağı izlenimine kapılmıştır. Oysaki tarih yöntembilimine
bağlı kalınarak ortaya konulacak bir araştırma denemesinin diğer bir tarih
araştırmasından az ya da daha çok önemli olarak değerlendirilemeyeceğini ancak
nitelik yönünden sağlıklı bir karşılaştırmanın yapılabileceğini söyleyebiliriz.
Diğer taraftan genel olarak aile veya çocuklar üzerine Osmanlı devletini
yansıtan araştırmaların bu doğrultuda bütünsellik arz ettiği söylenemez.
Örneğin konumuz dâhilinde istifade ettiğimiz ve batılı yazarlar/seyyahlar
tarafından ele alınan, daha çok gözleme dayalı eserlerde çocuk ve kadın vurgusu
sık yapılıyorken; sokağa dair, hanelerin içini yansıtan, gündelik yaşamın
merkezindeki sokak insanına temas eden, kimsesiz çocukları ve onlara dair
betimlemeleri içine alan herhangi bir değerlendirmeye tesadüf etmek oldukça
zordur (Gautier 1856, s. 194-205).
Gündelik yaşam, son derece geniş bir toplumsal
alana karşılık gelen bir nitelendirmedir. Bu yaşamın merkezinde yer alan
çocukların; yetiştirilme tarzları, ne tür ailelerden geldiklerini kavramamızı
sağlayan ailevi özellikleri, sosyal statüleri, giyim kuşamları, alışkanlıkları,
gündelik yaşamın kendine özgü dönem şartları, olumlu olumsuz tarafları,
çocukların bu özellikler karşısındaki tanımlamaları, çevreden hareketle devletin
kendilerine karşı olan ilgisi/yaklaşımı dikkatimizi çeken incelenmeye değer
hususlardır. Çocuk üzerine yapılan bir çalışmanın etkinliği için bu hususları
oldukça önemli buluyoruz. Bu etkenlerin göz ardı edildiği bir çalışma denemesi
veya böyle bir yönelim, dönemi daha geniş kapsamlı
değerlendirmemizi/kavrayabilmemizi zorlaştıracaktır.
Osmanlı çocukları mevzusuna dönecek olursak; bu
doğrultuda bilhassa kimsesiz çocuklara ilişkin yapılacak bir araştırma için en
büyük eksiklik, soruna bir bütün olarak ele alan kaynak sayısının
yetersizliğidir. Hatıratlarda bile çocuklar, çocukluk dönemi, çocuk sorunları,
toplumun çocuk algısı ve çocuklara olan yaklaşımı yeterli olarak yer alamamış,
sunulan bilgiler ancak anlatıcının kendi yaşantısıyla sınırlı kalmıştır. Aynı
şekilde çocuklara dair kaynak belge bulma hususunun zor ve karmaşık bir durum
olduğu da dile getirilmiş diğer önemli bir yetersizlik olmuştur (Okay 2000, s.
219).
Osmanlı devletinde çocuklara hitap eden
faaliyetlerin artmaya başlaması, kimsesiz çocuklar sorunun ciddi bir hal
almasıyla yakından ilintilidir. Kanaatimize göre Osmanlı ülkesinde bikes
çocuklar hakkında, bu husus önemli bir sıkıntı olarak ortaya çıkana kadar,
bilgi edinilebilecek etkin bir yayın ağı yoktu. Sayıları, sorunları, toplum
içindeki konumları, ihtiyaçları, özellikleri, gelecekleri ve eğitimlerine dair;
19. yüzyılın ikinci yarısının başlarına kadar bilgiye tesadüf edeceğimiz
materyal sınırlıydı. Oysa bu dönemlerde Avrupa coğrafyasında da ağır siyasi ve
ekonomik şartlardan ileri gelen toplumsal bunalımlar söz konusuydu. Özellikle
Fransa’da bir birey olarak çocuğa dair geniş çapta konferanslar düzenlenirken,
Osmanlı toplumsal yaşamında kimsesiz çocuklar ve sorunlarının merkezde yer
aldığı etkin bir edebiyat ürünü bile nadiren mevcuttu.
3 Kasım 1839 tarihinde ilan edilen Tanzimat
Fermanı öncesine kadar Osmanlı toplumunda çocuğun farklı özellikleri ve
ihtiyaçları olabilecek bir kişilik olarak toplumda yer edinemediğini görüyoruz
(Okay 2002, s. 41). Bu tür bir genel algı ne toplumsal bilinçte ne de Osmanlı
hükümeti nazarında henüz oluşmamıştı. Çağdaşlaşma süreciyle birlikte çocuk,
artık ayrı bir kişilik olarak kabul görmeye başlar. Bu zaman diliminde
çocukların geleceğin en büyük teminatı oldukları düşüncesinin de toplumsal
bilinçte yer edinmesiyle bir birlikte, bu güvenli geleceği tesis etmek üzere
çocuklar için bir takım düzenlemeler yapılmaya başlanmıştır. Örneğin çocuklar
için hastaneler yapılmaya başlanır. Çocuk sağlığı ve hastalıkları hususlarında
oldukça geride kalmış olan Osmanlı devleti bu süreçle birlikte çocuk sağlığı
noktasında hassas bir ilgi politikası yürütür (Okay 2002, s. 45-49). Bu zaman
dilimiyle birlikte Osmanlının kendi tebaasına karşı süregelen mevcut bakış
açısının/algısının değişmeye başladığını görüyoruz. Bu düşünce değişimine
verilebilecek en uygun örnek III. Selim döneminde dile getirilen ve II. Mahmut
döneminde uygulanan kimsesiz çocukların kayıt altına alınarak daha fazla sayıda
asker sağlama projesiydi. Yeni ordu temellerinin atılmak istendiği bu dönemde
sayıca fazla olan yetim ve yoksul çocuklardan bu hususta faydalanılmak
istenmiştir. Dönemin ileri gelen devlet adamlarından Abdullah Berri Efendi yeni
ordunun tesisi için yetim ve yoksul çocukların devşirilmesi önerisinde
bulunmuştur. Yılda bu çocuklardan 3-4 bin civarında askerin yetiştirilebileceği
düşüncesi üzerinde durulmuştu (Berkes 2009, s. 93). Bu düşünce yukarıda da
belirttiğimiz üzere tamamen değişecek ve çocukların başka ihtiyaçları olduğu
gerçeği daha çok ön plana çıkacaktır. Çocukların eğitimi ve yetiştirilmeleri
ileriye dönük hedeflerin gerçekleştirilmesinde ve sağlıklı bir batılılaşma
hedefinde etkili olabilecek iki önemli husus olarak ortaya çıktı. Bu doğrultuda
okul müfredatları yeniden gözden geçirilerek, müfredatın ihtiyaca cevap
verebilecek düzeye getirilmesine çalışıldı. Benzer şekilde çocuklara yönelik
birçok sanatsal etkinliğin yolu bu süreçle birlikte olacaktır. Onlar için
şarkılar bestelenir, tiyatrolar düzenlenir oldu. 1869 yılından başlayarak
sayıları kısa zaman içerisinde hızla artacak olan çocuk dergileri basılmaya
başlanır (Okay 2000, s. 220-221). Bütün bunlardan, belli bir döneme kadar kendi
tebaasının eğitim sorumluğunu üstlenme ihtiyacı hissetmeyen Osmanlı devletinin
açıklamaya çalıştığımız süreçle birlikte kendi çocukları için endişeler taşımaya
başladığını ve bu endişeyi sağlam bir gelecek modeline dönüştürmek üzere
düzenlemeler ve yenilikler yaptığına tanık oluyoruz. Dikkat edilmesi gereken
husus, Osmanlı devletinin taşımış
olduğu endişelerden yeni bir toplumsal düzen
hedeflemesidir. Hedef/aracı kitlelerden birisi de ise çocuklardır. Devletin
bekası, toplumsal huzur ve birliktelik için askeri tedbirlerden çok eğitim ve
diplomasi sürecinin ön plana çıktığı bir dönemde, Osmanlı Devleti doğru
hamlelerin çocukların gelecek için yetiştirilmeleriyle atılabileceğine inanmış
bir siyaset takip etmişlerdir.
Osmanlı devletinin benzer endişeyi devletin
sınırları dâhilinde bulunan bütün kimsesizler/çocuklar için taşıdığı veya
çocuklara ilişkin bu gelişmelerin bütün Osmanlı ülkesi genelinde yaşandığı
söylenemez. Başta İstanbul olmak üzere, İzmir ve Selanik gibi Osmanlı
vilayetlerinin bu gelişme ve yeniliklerden önemli ölçüde faydalanabildiği; buna
karşılık diğer uzak Osmanlı vilayetlerinde kimsesiz çocukların ve yoksul halkın
bu yeni gelişmelere doğrudan tanık olamadıklarını söylemek mümkündür. Avrupa’ya
kıyasla yerel yönetimlerin de henüz olgun bir sosyal devlet politikası
bilincine sahip olamadığı/kavuşamadığı Osmanlı Anadolusu, ciddi sıkıntılarla
baş başa kalmıştır. Bu husus, 19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı devleti için
ciddi sosyoekonomik/sosyokültürel sorunların ortaya çıkmasına neden olacaktır.
Zira bu uzak vilayetlerden Osmanlı payitahtına doğru başlayacak olan kimsesiz
çocuklar akını/göçü ciddi problemlerin yaşanmasını kaçınılmaz kılmıştır. Başta
İstanbul olmak üzere dönemin diğer belli başlı kentlerinde; buralara yeni göç
etmiş niteliksiz kimseler, işçiler ve düşük gelire sahip toplulukların hanesi
konumunda bulunan bekâr odalarının 1808 yılında kapatılmış olması (Karpat 2010,
s. 178), 1850 itibariyle yoğunlaşacak toplumsal huzursuzluğun ciddi bir boyut
kazanamamış olmasında etkili olmuştur çıkarımı da yapılabilir. Diğer taraftan
Anadolu’nun uç vilayetlerinde incelediğimiz olgunun odak noktasını oluşturan
kimsesiz çocuklar ve yoksul halkın ancak bölge müşirlerinin inisiyatiflerine
kaldıklarını söylemek yerinde bir değerlendirme olacaktır. Van ve Cizre gibi
önemli geçmişe ve kültürel mirasa sahip vilayetlerde Osmanlı merkezinden
doğrudan bir müdahalenin olamadığını görüyoruz. Kimi dönemler Osmanlı
devletinin görevlendirdiği yöneticiler bu kimsesiz çocuklar topluluğuna ve
yoksul halka karşı gereken sosyal yardımı sağlamış olmakla beraber, bazı
dönemlerde de yöneticilerin kişisel özelliklerinden ileri gelen tutumlarından dolayı
bu insanlar kendi hallerine bırakılmışlardır. Bu noktada, Osmanlı merkezine ve
büyük şehirlerine olan kimsesiz ve yoksul halk göçünün temelinde yatan ciddi
bir unsur olarak dönem yöneticilerinin olumsuz tutumlarını sayabiliriz. Van ve
Cizre örneklerine bu bağlamda tekrar dönecek olursak, sultan II. Abdülhamit’e
atfen yapılan meşruiyet sağlama eleştirisinin temelini oluşturan kimsesiz ve
yoksul halkın koruyuculuğunu üstlenme hususu akıllara gelmektedir. Osmanlı
devletinin doğrudan müdahale ve denetiminden uzak Cizre gibi vilayetlerde;
Osmanlı devletinin görevlendirdiği idarecilerin hem halk, hem de Osmanlı
hükümeti nazarında meşruiyetlerini tesis etme ve kuvvetlendirme noktasında
kimsesiz ve yoksul halkı hedef alan uygulamalar gerçekleştirdiklerini biliyoruz
(Kardam 2011, s. 223-232, 267). Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, idari ve
siyasi kargaşaların yaşanacağı dönemlerde bu çocukların ve yoksul halkın
tamamen kendi hallerine bırakıldıklarını ve bundan ötürü başka vilayetlere
göçün arttığı sonucunu çıkarmak pekâlâ mümkündür.
TANZİMAT ÖNCESİ OSMANLI SOSYAL
PRATİĞİ
1. 1850 ÖNCESİ DÖNEMDE KİMSESİZ ÇOCUKLAR
Türk toplulukları, tarih sahnesine çıktıkları
ilk andan yakın dönemlere kadar, köklü ve sağlam bir sosyal dayanışma örneği
sergilemişlerdir. Uygur ve Kırgız Türkleri; yoksul, yaşlı, sakat, kimsesiz ve
yardıma gereksinim duyan herkese gerekli yardımları ulaştırmış, ihtiyaçlarını
gidermişlerdir. Refah dönemlerinde hoşgörü; zor ve sıkıntılı süreçlerin
yaşandığı zamanlarda da, maddi ve manevi hareketlilik bu dayanışmayı sürekli
canlı tutan önemli bir unsur olmuştur. Osmanlı devleti bu sürecin en önemli
halkalarından birisi olarak dikkat çekmektedir.
Osmanlı devleti sınırları dâhilinde tesis
edilen sosyal yardımlaşma kurumları ve vakıfların sayısından da
anlaşılabileceği üzere; Osmanlı devleti üzerinde yoğunlaşan akademisyenler ve
Osmanlı toplumunu gözlemleyebilme fırsatı yakalayabilmiş herkes, Osmanlı için
bir Vakıf Medeniyeti nitelendirmesinde bulunur. Devletin en ücra sınırlarında
bile büyük bir duyarlılıkla tesis edilen vakıflar, Osmanlıların muhtaç
insanların sorunlarını çözüme kavuşturma yolundaki kararlılığını
yansıtmaktadır. Din, dil ve ırk ayrımı yapmaksızın vakıf hizmetlerinin bütün
Osmanlı tebasına ulaştırılmasına gayret gösterilmiştir. Osmanlı padişahları her
dönemde bu faaliyetlerin uygulayıcısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı
devletinde ilk imaretin kurucusu olan Orhan Gazi; İznik’te yaptırmış olduğu
imaretin açılışında, kendisi hizmet etmiş ve fakirlerle bizzat kendisi
ilgilenmiştir (Kutlutürk 2010, s. 30-31). Orhan Gazi’den başlayarak, hemen her
dönemde Osmanlı padişahları benzeri vakıf saysının artması yolunda önemli
gayretler sarfetmişlerdir.
İmarethanelerin Osmanlı toplumsal yaşamında
sahip olduğu önemi yansıtan bu bilgilere ek olarak, Sıbyan okullarının da
benzer bir işlev üstlendiklerini vurgulamak gerekir. “Sıbyan okullarında sosyal
yardıma da özel bir önem verildiği vakfiyelerinde görülmektedir. Fatih Sultan
Mehmed’in külliyesinde yaptırdığı ve "Darüttalim" adını verdiği ve oğlu
II. Bayezid’in aynı suretle külliyesinde yaptırdığı ve "Muallimhane"
diye adlandırdığı okullara özellikle yetim çocukların, bulunmazsa fakir
çocuklarının alınması şart koşulmuş ve bu okulların öğrencilerine gündelik
harçlıklar vakf olunmuştur. Birçok okulların vakfiyelerinde de kimsesiz veya
fakir çocuklara her yıl "kapama" deyimi altında elbise ve ayakkabı
almayı sağlıyacak ödenekler ayrıldığı gibi, belli günlerde yiyecek veya harçlık
dağıtılmasını sağlayacak tahsisler yapıldığı, hatta II. Bayezid’in ve
Kanuni’nin İstanbul’da yaptırdığı mekteplerle Yavuz’un annesi tarafından
Trabzon’da yaptırılan "Hatuniye" mektebi gibi bazılarında da bütün bu
sayılanlardan başka günde iki öğün yemek verilmesinin sağladığı görülmektedir.”
(Unat 1964, s. 8).
Burada vermeye çalıştığımız bilgilerden de
anlaşılacağı üzere; sosyal refahın güçlü olduğu bu dönemlerde, kimsesiz ve
yardıma muhtaç çocuklara ihtiyaçları noktasında gereken ilgi gösterilerek
kendilerine değer verilmiş ve sosyal yaşama katılmaları sağlanmıştır. Bu husus
Osmanlı devletinin kuruluşuyla birlikte işlerliğini sürdürmüş ve devletin son
dönemlerine kadar da devam eden bir süreç olmuştur. Neredeyse bütün Osmanlı
padişahları vakıf hizmetlerinde her zaman en önde yer almış ve sosyal hizmet
uygulamalarının tebaaya ulaşmasında denetleyici roller üstlenmişlerdir. Sözünü
etmekte olduğumuz vakıf hizmetleri sürecinin bir bütünlük arzettiğini yansıtan
en önemli gösterge imarethaneler olup, ilerleyen bölümlerde buna ayrıca detaylı
olarak temas edilecektir.
Diğer taraftan burada vurgulamayı gerekli
gördüğümüz diğer önemli bir husus da, II. Abdülhamit döneminde dile getirilen
kimsesiz çocuklar üzerinden meşruiyet temin etme eleştirisidir. Yukarıdaki
kısımda sunmaya çalıştığımız bilgilerden de anlaşılacağı üzere hemen her
Osmanlı padişahı, sosyal devlet olma gerekliliklerini yerine getirme noktasında
ve devletin sahip olduğu geleneksel kültüründen ötürü kimsesiz ve yoksul halka
karşı daha fazla cömert ve alakadar olmuşlardır. Devletin hemen her alanda
zirveyi yakaladığı dönemlerde, bu topluluklar üzerinden Osmanlı yöneticilerinin
meşruiyet sağlamak isteyecekleri düşüncesi anlamsız olur. II. Abdülhamit
döneminde ağırlaşan kimsesiz çocuklar sorunu karşısında izlenilen politikaya
yöneltilen eleştiriler için de benzer bir değerlendirme yapmak mümkündür. Zira
nüfuz edinme ve meşruiyet sağlama düşünceleri kısmen farklılık arz eder. Burada
daha fazla önem arz eden husus; kimsesiz çocuklar sorununun iyice ağırlaştığı
bu süreçte, Osmanlı devletinde sosyal yardım faaliyetlerinin kurumsal bir
nitelik kazanmaya başladığı gerçeğidir (Özbayrak 2011, s. 101-104).
Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi kimsesiz
çocuklara yönelik uygulamalara, devletin özellikle siyasi ve askeri alanlarda
zirveyi yakaladığı Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında dahi
rastlamak mümkündür. Bu dönemlerde kimsesiz çocukların her türlü ihtiyacını
gidermeye yönelik olarak vakfiyelerin daha belirgin rol oynadıklarına şahit
oluyoruz (Karpat 2010, s. 174; Vahapoğlu 1992, s. 56). Maarif alanında modern anlamda
kurumsallaşmanın olamayışı ve geleneksel eğitim anlayışının devam ediyor oluşu
da bu tür bir oluşumu/hareketliliği elzem kılmıştır.
Daha evvel de değindiğimiz üzere; vakıf
hizmetleri ve imarethanelerin dışında, Sıbyan mektepleri de Osmanlı gündelik yaşamında
kimsesiz çocukların ihmal edilmediğinin önemli göstergesidir (Özbilgen 2011, s.
187-189). 16. ve 17. asırlarda bu eğitim kuramlarının Anadolu’nun hemen her
tarafında mevcut oluşu, kimsesiz çocuklar sorununun eğitim noktasında
rahatlıkla istenildiği doğrultuda halledildiği çıkarımına ulaşılabilir. 19.
yüzyıl ise mahiyeti değişen kimsesiz çocuklar olgusunun önemli bir sorun haline
geldiği dönem olacaktır (Özbek 2002, s. 214). Bu dönemde açılacak hemen her
okula; artan kimsesiz çocuklar nüfusundan dolayı yetim, öksüz ve fakir bikesler
için kontenjanlar ayrılmaya başlanır. Bu hususa verilebilecek en önemli örnek,
1800 yılından itibaren temelleri atılmaya çalışılan ve 1838’de ancak tamamlanan
tam teşekküllü Kara Harp Okuluna, kaptanlar ile diğer deniz subaylarının
yetimlerinin alınmaya başlanması ve bunlara okul çağına girinceye kadar aylık
da bağlanması yoluna gidilmesidir (Unat 1964, s. 60).
Kimsesiz çocukların hemen her alanda açılan
kurumlara/okullara alındıklarını gösteren bir diğer önemli örnek de, 20 Ocak
1844 yılında Babıâli semtinde Kapalı Fırın civarında kiralanan bir konakta
açılan Hamidiye Ticaret Mektebi olmuştur (Phillips 1922, s. 294). Fiziki
açıdan gayet iyi imkânlara sahip olan okul için Avusturya uyruklu Musevi bir
müdür görevlendirilmiştir. Bu okula da yaklaşık 20 civarında eytam alınmıştır
(Unat 1964, s. 80).
Türk-İslam devletleri tarihi boyunca sosyal
yardımlaşma ve dayanışma; birleştirici, toplumsal bağları güçlendirici bir
unsur olma özelliğini sürdürerek devam ettirmiştir. Bu unsurun zaman zaman
yönetici sınıfın meşruiyet kaynağı olarak kullanıldığı eleştirisi mevzusu,
Osmanlı’larda da devam etmiş ve bu özellik 19. yüzyılın ikinci yarısıyla
birlikte etkisini yoğun olarak hissettiren bir olgu haline dönüşmüştür. Ortadoğu
İslam kültürünün etkilerini Osmanlı devletinde de yaşattığı sürecin içinde
İslamiyet’in birleştirici ve bütünleştirici hükümleri Osmanlı halkı arasında
canlılığını güçlü bir biçimde tesis ettirmiştir (Lewis 2005, s. 122-126).
Kur’an-ı Kerim’de halkın yoksul kesimin üzerindeki sorumlulukları, kimsesiz
çocuklar, öksüz ve yetimlere ilişkin çok sayıda ayet bulunmaktadır. Bütün
bunların genel anlamda toplumsal bilincin sürekli olarak canlı kalmasını
sağladığı söylenebilir.
Osmanlı toplumsal yaşamında vakıfların
üstlendiği yapıcı, kaynaştırıcı ve bütünleştirici unsurun artık herkesçe
bilinen ve dile getirilen bir olgu olduğu rahatlıkla söylenebilir (Yediyıldız
2003, s. 27). Devletin gelişme gösterdiği dönemler boyunca, yönetici
mekanizmanın etkide bulunamadığı veya müdahalede bulunma ihtiyacı hissetmediği
toplumsal/sosyal hayatın canlılığını ve sürekliliğini bu tür kurumlar
vasıtasıyla devam ettirdiği görülmektedir. Sözünü etmekte olduğumuz yükselme
dönemlerine kadar, devletin idare noktasında direkt olarak herhangi bir işlev
üstlenmediği görülecektir (Karpat 2010, s. 174). Her ne kadar devletin ileri
gelenleri çeşitli yapısal teşebbüslerde bulunmuşlarsa da, toplumsal alan genel
olarak bu vakıfların denetiminde olmuştur. Vakıfların üstlenmiş oldukları
hizmetlerin devlet erkinden bağımsız olarak yürütülmüş olduğu günümüzde akademi
çevreleri tarafından da dile getirilen genel bir olgu haline dönüşmüştür.
Devletin yönetiminin üst kademelerinde görev yapan idarecilerin teşvik edici
tutumunun ve hanedan üyelerinin şahsi girişimlerinin dışında; sosyal
yardımlaşma merkezli vakıfların, Osmanlı toplumsal hayatında 19. yüzyıl
ortalarına işlerliğini sürdüren ve dolayısıyla yoksul kimsesizlerin
ihtiyaçlarını gideren en değerli unsurları olmaya devam ettiklerini görüyoruz.
“Vakıflar yalnızca ibadet, eğitim, sağlık ve
ulaşım gibi temel ihtiyaçları konu almaz. Genelden özele doğru insanların
toplum hayatı içinde yolculara yardım etmek, esirleri azad etmek, dul kadınlara
yardım, fakir kızlara çeyiz temini, düşkünlere bakılması, mektep çocuklarının
gezdirilmeleri, muhtaç kadınların çocuklarını bir yerde toplayarak onlara
sütannelerin tayin edilmesi, yetim fakir çocukların korunması, hizmetçilerin
kırdıkları kap-kacak ve testi gibi malzemelerin ödenmesi, kimsesiz fakirlerin
cenazelerinin defni, zayıf hayvanların otlayıp beslenmeleri için çayırlar ve
hatta yollara atılan pisliklerle balgamların kaldırılması, duvarlara, helâ
kapılarına yazılan çirkin yazıların sildirilmesi gibi akla gelebilen tüm
toplumsal ihtiyaçları gidermek, sıkıntıları hafifletmek amacıyla sürekliliği
olan nakdi, ayni gelirler ve araziler vakfedilmiştir.” (Özbilgen 2011, s. 207).
Benzer doğrultuda konumuzla olan yakın
bağlantısından hareketle, Osmanlı idareci sınıfınca da oluşturulan ve tesis
edilmeleri teşvik edilmiş olan imarethanelere temas etmekte fayda görmekteyiz.
Sözcük anlamı itibariyle imarethane, yoksulların yiyecek ihtiyacını gidermek
için kurulmuş hayır evi anlamına gelmektedir (Yılmaz 1992, s. 406). Kökeni
Arapça imara olan sözcüğü, Osmanlılar tarafından birçok değişik formda aynı
hususa temas etmek üzere kullanılırdı. Özelde padişahlar, padişah efradı ve üst
düzey mevkilerde görev yapan devlet adamları tarafından tesis edilen bu
kurumun; Osmanlı kimsesizleri, yoksulları ve düşkünlerine günde iki kez yemek
vermek ve barınma ihtiyaçlarını sağlamaya yönelik olarak tesis edildiklerini
görüyoruz (Phillips 1922, s. 290-291; Koşar 2000, s. 14-15). Osmanlı
toplumundaki fakirlerin sadece imarethaneler kanalıyla hatırlandıklarını
söylemek yetersiz olur. Zira önemli bir İslam toplumu olan Osmanlı ülkesinde bu
bikes ve yoksulların hemen her alanda hatırlandıklarını görüyoruz. Toplumsal
huzuru/birlikteliği hedef alan ve her biri önemli birer kavram olan zekât,
fitre ve sadaka en çok yardıma muhtaç kimsesizlere ulaştırılmaya çalışılmıştır.
Bunun yanında, Ramazan ve Kurban bayramları gibi dini bayramlar da sözünü
etmekte olduğumuz zümrenin bu kanallar aracılığıyla en çok göz önünde
bulundurulan kesim olduklarına verilebilecek önemli bir örnektir. Benzer
doğrultuda bilhassa Ramazan aylarının Osmanlı ülkesinde başta İstanbul olmak
üzere, İzmir ve Bursa gibi yoğun nüfusun bulunduğu kentlerde halk içi sosyal
dayanışmayı arttıran bir unsur olduğunu görüyoruz. Ramazan ayı süresince
konaklarda, hanlarda, misafirhanelerde, tekke ve zaviyelerde, bazı türbeler,
tabhane, bimarhane ve hastanelerde yoksul ve fakir halkın hoşça karşılandığını,
kendilerine beslenme ve barınma hizmeti sunulduğunu özellikle vurgulamak
gerekmektedir (Bilici 2003, s. 271272). Bütün bu bilgilerden hareketle, olguyu
bu yönüyle ele aldığımızda Osmanlı ülkesinin uzun yüzyıllar boyunca bir bütün
olarak vakıf işlevi gördüğü veya bu yönüyle Osmanlı devletine vakıf
nitelendirmesinde bulunmanın abartılı bir değerlendirme olmayacağı kanaatini
taşımaktayız. Bu doğrultuda Osmanlı devleti sınırları dâhilinde kurulmuş
vakıfların sayısal bilgisi tam olarak kayıt alınamamışsa da, bu sayının 26.300
civarında olduğu söylenmiştir (Kutlutürk 2010, s. 28).
Araştırma konumuz öncelikli olarak kimsesiz ve
yardıma muhtaç çocuklar üzerinden Osmanlı sosyal/gündelik yaşamına temas etmek
olduğundan, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız yoksul ve fakir halk
sınıflandırmasının da bu çalışmanın tamamlayıcı bir alt basamağı olduğu
unutulmamalıdır. Zira yoksul ve fakir tanımlaması genel bir kullanım olup,
kapsamı özel olarak araştırma konumuzun odak noktasıdır. Maddi/manevi
ihtiyaçlarını karşılayacak durumda ol/a/mayan, hayatını ikame etmek için
gerekli birikimden yoksun olan, işsiz, herhangi bir doğal felakete maruz
kalmış, yaşlı olup geçimini sağlamakta zorluk yaşayan, çalışamayacak durumda
olan çocuklar(aceze), yetim, öksüz ve dul olan herkes bu genel kavramın içinde
yer alan önemli unsurlardır. Aynı şekilde doğuştan sakat olan, kaza mağduru,
yaşlılar, dullar, toplumsal huzura aykırı davranışlar sergileyen
başıboşlar/serseriler, aileleri dağılmış askeri sınıf mensubu ve gemici
kimseler, Çingeneler ve bu guruba rahatlıkla ekleyebileceğimiz dilenciler de
vakıfların hizmet sunduğu/götürdüğü yardıma muhtaç zümrelerdir (Bilici 2003, s.
272273). Son dönem Osmanlı toplumunda bu zümrelerin sayısal olarak
arttıklarını da biliyoruz. Devlet sınırlarında cereyan eden doğal afetler,
ekonomik sıkıntılar, askeri ve siyasi başarısızlıklar; bilhassa devletin
merkezi olan İstanbul’da bu zümrelerin sosyal düzen ve hükümet nazarında nasıl
önemli bir sorun haline dönüşeceğine tanık olacağız. Taşradaki küçük çaplı
ekonomik sıkıntılar bile büyük şehirlerdeki yoksulluk oranı ve yoksul
sayısındaki artış ile yakından ilgilidir. Bu dönem yaşanan taşradan büyük
şehirlere doğru olan göç hareketleri süregelen/var olan sorunları
ağırlaştırmıştır (Karpat 2010, s. 46-50).
Konuya özellikleri ve toplumsal alandaki
işlevleri üzerinden giriş yaptığımız imarethanelerin bu meyanda aşırı
yoksulların ve kimsesizlerin ihtiyaçlarını karşılayan bir hüviyete sahip
olduklarını belirtmek gerekir. İstanbul’da sayıları giderek artan işsiz ve
dilencilerin oluşturduğu sorunla baş edebilme noktasında imarethaneler
dengeleyici bir unsur olma özelliği de taşımaktadırlar. Daha önce de
imarethanelerin İstanbul gibi büyük şehirlerde yoğunlaştığını belirtmiştik.
1557 yılında tesis edilmiş olan Süleymaniye İmarethanesi bunların başında gelen
ihtişamlı bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır (Dethier 1873, s. 35).
Kaynaklarda imaretin mutfak harcamaları hesaplarına ilişkin, fakir veya yoksul
kesimi referans alan doğrudan bir bilgi göze çarpmamakla beraber, İstanbul’daki
yoksulların ve kimsesiz çocukların bu harcamaların merkezinde yer alan zümre
olduğunu biliyoruz. Bu yönüyle İstanbul imaretlerinin büyük bir kimsesizler
nüfusuna barınma ve beslenme imkânı sunduğunu görüyoruz. II. Mehmed Camisi
İmaretinin 1490’lı yıllarda 1117 kişiye beslenme hizmeti sunduğu güzel bir
örnektir (Mantran 1965, s. 228; Patrick 2009, s. 106; Koşar 2000, s. 14-15).
Araştırma konumuzun zaman dilimi temel alınarak (Osmanlı son dönemi) yapılacak
bir değerlendirmede imarethanelerin yapıcı işlevleri daha iyi anlaşılacaktır.
Diğer taraftan gerek hastanelerin gerekse dini yapıların bitişiğine ve
civarlarına kurulmuş sosyal yardımlaşma derneği hüviyetindeki
vakıfların/kuruluşların, yoksulların ihtiyaçlarına doğrudan cevap veren merkezler
olduğunu görüyoruz. Bu yapıların sadece İstanbul ve civarıyla da sınırlı
olmadığını belirtmek gerekir (Hızlı 1999, s. 71). 1552 yılında Kudüs’te Oded
Peri tarafından kurulan Haseki Hürrem Sultan İmarethanesi, yoksulların
yemeklerini düzenli olarak temin ettikleri önemli bi merkez olarak ön plana
çıkmaktadır.
17. yüzyıl için İstanbul ve civarında kurulan
imarethanelerin toplumsal huzurun sorunsuz devamında benzer niteliklere sahip
diğer kurumsal örnekler gibi önemli olduklarını biliyoruz. Bu dönem İstanbul’unda
II. Mehmed tarafından tesis edilen Eyüb İmarethanesi (Mantran 1965, s.
227-228), I.Selim ve Kanuni Sultan Süleyman tarafından Çorlu’da kurulan
imarethaneler; beslenme ve barınma imkânı olmayan kimselerin yararlanmaları
sağlanarak sosyal düzensizliklerin önüne geçme noktasında yapıcı rol
oynamışlardır.
Osmanlılardan evvel ve Osmanlı devletinin
kuruluş süreciyle birlikte Anadolu toprakları sosyal yardımlaşma dernekleriyle
donatılmıştır. 16. yüzyıl Kütahya vilayeti sınırları dâhilinde, 1530-1540
yılları arasındaki imarethane sayısı 45 idi. Diğer taraftan çocuklara yönelik
154 tane okul mevcuttu. Aynı zaman diliminde Karaman vilayetinde 3, Sivas
vilayetinde 10, Rumeli ve Edirne bölgesinde de 25 tane imaret hizmet
vermekteydi. Dönem İstanbul’unda da; Eyyüb, II. Mehmed, Şeyh Vefa, I.Beyazid,
Küçük Ayasofya, Atik Ali Paşa, I.Selim, Şehzade Mehmed, Süleymaniye, Üsküdar
Atik Valide Sultan, Hasseki Hürrem Sultan, Cihangir, Galata, Üsküdar Mihrimah
Sultan, Mahmud Paşa, Murad Paşa, Davud Paşa, Murad Paşa, Koca Mustafa Paşa,
Hüseyin Ağa ve Mir-Ahor akla ilk gelen önemli imarethanelerdendirler. Bu zaman
diliminde İstanbul’un, burada zikredilen imarethanelere bakılarak sorunsuz bir
dönem yaşadığı sonucuna varılabilir (Bilici 2003, s. 277-283).
17. ve 18. yüzyıllar için; dönemin ihtişamlı
yapılarından olan I.Ahmed, Valide Sultan, Kösem Sultan, Yeni Valide, III.
Ahmet, I.Mahmud, III. Mustafa, III. Osman, I.Abdülhamit, Laleli ve Mihrişah
Sultan imaretleri sosyal nizamın sürekliliği noktasında yapı taşları
olmuşlardır.
Spesifik olarak incelemeye çalışacağımız
dönemin başlarına kadar, imarethanelerin sosyal nizamın tesisi ve devamında ne
tür işlevlere sahip olduklarını nitelikleriyle birlikte izah etmeye çalıştık.
Tezimizin odak noktasını oluşturan kimsesiz çocuklar olgusunun, dile getirmekte
olduğumuz bu süreçten ayrı olarak anlaşılamayacağını ve ele alınamayacağını
düşündük. Bir kez daha belirtmekte fayda görmekteyiz ki; bu türden bir
sorunsalın incelemekte olduğumuz döneme kadar ortaya çıkmamış ve önemli bir
toplumsal sorun haline dönüşmemiş olmasının temelinde, genel olarak dönemin
sosyal yardım kuruluşları olan vakıfların ve daha belirgin olarak
imarethanelerin yer aldığı hususudur. Yukarıda Erol Özbilgen’in kaleme almış
olduğu Bütün Yönleriyle Osmanlı adlı eserinden aktarmış olduğumuz not
ile burada vermeye çalışacağımız örnek, bu sürecin genel hatlarını açıklayıcı
nitelikte olacak özel bilgiler olduğu/olacağı kanısındayız.
Osmanlı ülkesini gözlemleyebilme fırsatı
yakalamış önemli bir tarihi kişilik olan Pitton de Tournefort, açıklamaya
çalıştığımız sosyal refah ortamına tanıklık etmiş ve eserinde de dile
getirmiştir. Osmanlı Devletinden Türkiye olarak söz eden Tournefort; burada
dilencilere tesadüf edilemediğini, zira yardıma muhtaç yoksul insanların ihtiyaçlarının
sağlandığını/karşılandığını, zenginlerin çeşitli suçlardan ötürü hapishanelere
düşmüş insanları ziyaret ettiğini ve kendilerine yardımcı olmaya
çalıştıklarına, insanların yardımsaver olduklarını, kimsesiz ve yardıma ihtiyaç
duyan herkesin yardımına koştuklarını ve sosyal yaşamın bu yönüyle sahip olduğu
niteliklere temas etmiştir (Tournefort 1718, s. 46). Tournefort’un dile
getirdiği bilgilerin atıfda bulunduğu sosyal refah ortamı, Osmanlı toplumun son
dönemlerine kadar herkesçe kabul edilmiş genel bir özellikti. Diğer taraftan M.
D’ohsson İstanbul imarethanelerinin günlük otuz bin kişiye beslenme hizmet
sunabilecek kapasiteye sahip olduğunu belirtmiştir (Bilici 2003, s. 284;
Özbilgen 2011, s. 208)
BÖLÜM III
TANZİMAT ÇAĞINDA OSMANLI "SOSYAL DEVLET"İ:
KURUMLAR, İLHAMLAR, MEKÂNLAR VE İSİMLER
1. SANAYİ MEKTEPLERİ / ISLAHHANELER
Osmanlı İmparatorluğu genelindeki siyasi ve
ekonomik bozulmanın ilk belirtileri 16. yüzyıl itibariyle ortaya çıkmış fakat
asıl tehlike 18. yüzyıl dâhilinde yaşanmıştır (Clogg 1992, s. 20; Pamuk 2005,
s. 153). Bu zaman dilimiyle beraber Devletin ciddi sorunlarla karşı karşıya
kaldığını söyleyebiliriz. 18. yüzyılda meydana gelen endüstri devrimi süreci
esnasında, Osmanlı devletinde iktisadi faaliyetler işlevsiz gelenekselliğini
muhafaza etmekteydi. Bunun yanında öteden beridir Osmanlı devletinde ekonominin
yabancıların denetiminde olduğu gerçeği zor değişir bir özellik halini almıştı.
Osmanlı toplumu, tarım ve küçük çaplı sanayi faaliyetlerinin dışında herhangi
bir etkinliğe/söz hakkına sahip değildi (Kodaman 1980, s. 287; Moore 1922, s.
173-175).
Osmanlı devletinde özellikle ekonomi alanında
kayda değer bir gelişme gözlemlenemezken, Avrupa karşı güç olarak siyasi ve
ekonomik yükseliş sürecine girmiştir. Bu durum Osmanlı üzerinde baskı
oluşturmuştur. Osmanlı toplumu ve iktisadi düzen değişim sürecinden etkilenmiş,
bu durum karşısında Osmanlı devlet görevlileri liberal ekonomi ve serbest
ticaret anlayışını başka bir seçenek olmadan kabul etmek durumunda
kalmışlardır. 1838 yılında İngiltere ile imzalanan ticaret anlaşması ve
Tanzimat fermanının getirdikleri, Avrupa sermayesinin ve özel teşebbüse dayalı
iktisadi faaliyetlerin kabulü anlamına geliyordu. Mevcut yerli sanayi kısa süre
içerisinde tamamen yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı.
Tanzimat özelde Osmanlı ekonomisinin dışa açık
hale gelme süreci olmasının yanında genel olarak yeni bir modernleşme
safhasının başlangıcına da karşılık gelen önemli bir olgudur (Berkes 2009, s.
213-248). Tanzimat sürecinin işlerlik kazanmasıyla birlikte birçok alanda yeni
düzenlemeler yapılmak istenmiştir (Kartal 2008, s. 216-217). Bu yeniliklerin
hayat bulabilmesi için; yetişmiş, bilgili ve donanımlı devlet adamlarına
ihtiyaç duyuldu. İlk olarak askeri sahada uzman kişilerin yetişmesi için askeri
okullar, daha sonra da II. Mahmud’un 1838’de teşekkülüne imkân sağladığı memur
yetiştirme okuluyla bürokratik donanımın yolu açılmış oldu. Bu ilk girişimlerin
istenilen doğrultuda sağlıklı sonuçlar ortaya koyduğu söylenemez. Bundan ötürü,
dönem şartlarının da gittikçe ağırlaşmaya başlamasıyla, ülkenin toplumsal
huzurunu sağlayacak iktisadi yetkinliği tesis etmek üzere; eğitimli, kalifiye
bireyler yetiştirmek ve mevcut talebelerin bu işlevleri uygun şartlar altında
üstlenebilmelerini sağlamak amacıyla sanayi okullarının kurulması düşüncesi ön
plana çıkmıştır. 1858 yılı itibariyle Osmanlı devletinde sanayi ve sanat
okullarına ciddi bir yönelim olacak ve bu yönde ilk ciddi atılım 1847 yılında
bir sanayi mektebinin kurulması olacaktır. Temel hedef sultan Abdülmecit
tarafından açılmış küçük çaplı bazı fabrikalara uzman ve kalifiye personel
yetiştirmekti. Fakat bu okul türlü nedenlerden ötürü eğitim öğretime
başlayamadan kapatılmak zorunda kalınmıştır (Kodaman 1980, s. 288).
Benzer doğrultuda ikinci bir girişim için uzun
bir süreye ihtiyaç duyulmuştur. İlk teşebbüsten ancak 16 yıl sonra Mithat
Paşa’nın valiliği zamanında 1863 yılında Niş’te açılan Islahhane ile sanayi
mekteplerinin temelleri atılmış oldu (Kurnaz 2011, s. 51). Bunu devam eden
süreçte 1864’te Rusçuk’ta ve sonrasında sırasıyla Sofya, Selanik ve Şam’da
açılmış Islahhanelerin oldukça önemli addedildiğini, mevcut sıkıntıları
giderecek pratikte ihtiyaçlara cevap verdiklerini söylemek mümkündür (Kodaman
1980, s. 288). Burada dikkat çekmek istediğimiz diğer önemli bir husus ise,
gerek Tuna gerekse Rusçuk vilayetinde kimsesiz ve başıboş çocuklar için tesis
edilen ıslahhanelerde çocukların eğitimleriyle ilgilenecek görevlilerin
seçiminde dikkat edilen ölçüttür. Buralardaki çocukların talim ve terbiyeleri doğrultusunda
özellikle doğru kadınların görevlendirilmeleri üzerinde durulmuştur (BOA, I.MVL.
584/26270, s. 4).
Araştırdığımız konunun önemli bir parçası olan
ve haklarında detaylı izahat vermeye çalışacağımız Islahhaneler/sanayi
mektepleri Sultan Abdülhamit dönemindeki gibi padişahın yakınında bulunan
önemli devlet adamlarının/danışmanlarının araştırmaları sonucunda tesis edilmiş
okullardan ayrı yani kısacası genel bir eğitim veya sanayi siyasetinin ürünü
olmayıp; dönemin özellikle toplumsal sorunlarına uygulamaya dayanan pratik
çözümler getirmek/sunmak amacıyla oluşturulmuş küçük atölyelerden ibaret
olduklarını görüyoruz. Nitekim Bayram Kodaman’nın (1980, s. 288) “İslam ve
Hıristiyan evladından bazı kimsesiz ve yetim çocuklar şurada burada sürünüp
mahv ve telef olduklarından o makule etfal-i aceze toplattırılıp, esbab-ı hayat
ve hasenatın ianesiyle bir mahal yaptırılıp talim ve terbiyelerine bakmak ve
san’at üretmek için hocalar tayin ve gerekli varidat tedarik edilmiştir.”
beyanatı yukarıda ifade etmeye çalıştıklarımızı tamamlar nitelikte
açıklamalardır.
Burada üzerinde önemle durulması gereken bir
husus daha bulunmaktadır. Özellikle sultan Abdülhamit ve genel olarak Tanzimat
ile başlayan süreçte bu türden maarif alanında yaşanan
gelişmelerin/yeniliklerin ardında birer vali niteliği taşıyan devlet
yöneticileri/adamlarının olduğunu görüyoruz (Tosun 2009, s. 9-10, 41-44, 54,
117-118, 185, 257-258, 329-330, 443-446). Her ne kadar dönem için bu
doğrultudaki çalışmaların yalnızca padişahça yapıldığı ve padişahın ancak bu
şekilde meşruiyet temin etmeye çalıştığı eleştirisi sıkça dile getirilmiş olsa
da, bu husus demin ifade ettiğimiz düşünce karşısında ilginç bir hal
almaktadır. Diğer taraftan sultan Abdülmecit dönemine kıyasla, modern Türk
eğitim sisteminin köklerinin filizlendiği Sultan Abdülhamit devri, endüstriyel
çaba ve çalışmaların yoğunlaşacağı özel bir dönem olacaktır. Çevresinde bulunan
tecrübeli danışmanların öneri ve teşvikleriyle ortak bir çalışma yürüterek, hem
eğitim hem de ekonomi alanında toplumun içinde bulunduğu tıkanıklığı giderecek
çalışmalar ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu meyanda Tanzimat süreci dâhilinde
açılmış okulların istenilen verimi sağlama hedefinin uzağında kaldıkları
saptaması yapılmış ve ilk iş olarak öncelikle bu okulların ıslahı gerekliliği
üzerinde durulmuştur. Bu doğrultuda Müşir Said Paşa ve Hamdi Bey Padişaha
konuyla ilgili olarak sunmuş oldukları bir inceleme raporunda; aynı eksikliği
dile getirerek İstanbul Sanayi Mektebinin dahi bir takım ıslahata ihtiyaç duyar
halde bulunduğu hususunu dile getirmişlerdir. Yeni okullar ihdas etmeden önce
hâlihazırda Osmanlı devletinde işler durumda bulunan okulların(sanayi
mektebi/ıslahhane) umulan hedefleri sağlayacak şekilde tekrar gözden
geçirilmeleri düşünülmüştür (Gündüz 2010, s. 38-64). Bütün bunlara zimameten,
özellikle Anadolu’nun Amasya, Erzurum gibi belli başlı noktalarında yeni sanayi
okullarının Osmanlı lisanı merkezli olarak ihdas edilmeleri kararı benimsenir
(Kodaman 1980, s. 289-290).
Tanzimat ile birlikte Osmanlı devletinde teşekkül
olunan okulların kısa zaman içerisinde büyük artış gösterdiğini öğreniyoruz
(Başbakanlık Devlet İstatistik Enstirüsü 2000, s. 3-9). 1876-1908 yılları
arasında İstanbul ve muhtelif Osmanlı şehirlerinde önemli gelişmelerin
yaşandığını belirtmek gerekir. Bu süre zarfında; İstanbul, İzmir, Bursa,
Erzurum, Edirne, Adana, Kastamonu, Sivas, Bağdat, Halep, Selanik, Kosova,
Trablusgarp, Yemen, Beyrut ve Manastır vilayetlerinde ıslahhane/sanayi
mekteplerinin açıldığına tanık oluyoruz (Kodaman 1980, s. 290).
Islahhanelerin teşekkülünde, 1862 yılında
oluşturulan dönemin “Islah-ı Sanayi Komisyonu” ve bu komisyonun başta gelen
üyelerinden olan Ethem ve Derviş Paşalar ayrıca önem arz etmektedirler. Her
ikisi de bu okulların önemini son derece iyi bilen ve Osmanlı sosyal yaşamın
iyileştirilmesinde bu okulların önemli işlevler üstleneceğini düşünen
kimselerdi. Nitekim 1868 yılında sanayi teşvik komisyonun çalışmaları netice
verir ve İstanbul’da Sanayi Mektebi adıyla yeni bir okul açılır. Bu okula 13
yaşın altındaki küçük çocuklar yatılı olarak alınıyorlardı. Okulun yatılı hale
getirilmesinin arka planında, fakir ve kimsesiz çocuklara iyi bir gelecek
fırsatı sunma düşüncesi yer almıştır. Okul/lar/da talebelere çeşitli burslar
verilirdi. Öğrencilere aldıkları bursun tamamı verilmezdi, bursun bir kısmı
olağan zamanında verilir geri kalan kısmı da eytam sandığında saklı tutulurdu.
Bekletilen paranın okulun endüstri okulu olmasından ileri gelen özel bir
kullanım amacı vardı. İleriye dönük olarak, okulu bitirecek öğrencilerin sonradan
açabilecekleri herhangi bir atölyenin tesisi için hazır kaynak oluşturacağı
düşüncesi bu paraların/bursların sonradan ödenmesinin temelindeki en önemli
etkendi (Kodaman 1980, s. 288-289).
Islahhaneler ya da sanayi mektepleri toplumsal
huzurun tesisinde/sağlanmasında önemli bir araç olarak görülmüşlerdir. Başta
Balkanlarda Tuna Vilayetinin muhtelif bölgelerinde, Anadolu’da Diyarbakır (BOA,
I.DH. 591/41114, s. 3) ve Kastamonu gibi önemli sosyokültürel geçmişe
sahip noktalarında tesis edilecek bu kurumlarda, öncelikle ortada kalmış
kimsesiz ve fakir çocukların kontrol altına alınmasıyla kamu düzeni muhafaza
edilmeye çalışılmış ve bu kurumlarda alacaklı uygulamalı eğitimle endüstriye
yapacakları katkılar göz önünde bulundurularak toplu bir kalkınma hamlesinin
aracı kurumları olarak değerlendirilmişlerdir.
Osmanlı şehirlerinde dönemin ağır siyasi ve
ekonomik şartları göz önüne alındığında bu nitelikte sayıca fazla denilebilecek
miktarda okulun tesis edilmiş olması; mevcut durumun iyileştirilmesi noktasında
sanayi mekteplerinin/ıslahhanelerin, ne kadar önemli bir çözüm yolu olarak
görüldüğünü ortaya koyuyor olması açısından son derece önemlidir. Toplumsal
huzurun ve siyasal üstünlüğün yeniden inşası noktasında gelenekselliğin
sınırlarında çatlakların oluşmaya başladığı bir dönemde, endüstriyel
atılımların elzem görüldüğü sürece tanık oluyoruz. Bu sürecin merkezinde ise
değişim ve dönüşümün toplumsal boyutu olan kimsesiz çocuklar yer almıştır.
Bikes çocukların en azından toplumsal bellekte bir engelmiş gibi görünmelerinin
önüne geçmek, mevcut sorunu etkin bir biçimde çözmeye kalkışmak ve kimsesiz
çocukların topluma kazandırılma gayretlerinin bir sonucu/yansıması olarak bu
mektepler, Dâr’ül-eytam öncesi Osmanlı sosyal yaşamının ciddi kurumları olarak
ön plana çıkmışlardır.
Bu okullarda uygulamaya dayalı mesleki eğitim
alan talebeler; terzilik, kunduracılık, marangozluk, mürettiplik, demircilik,
dokumacılık, yorgancılık, litografyacılık, şişe ve cam imalatı, duvarcılık,
boyacılık, mutabiye, tesviyecilik ve saraççılık gibi alanlarda kalifiye birer
eleman olarak yetişmişlerdir. Buralardan kazandıkları tecrübelerle toplumsal
hayata etkin birer üretici olarak katılmaları hedeflenmiştir (Kodaman 1980, s.
291).
2.
1850 - 1915 ARALIĞINDA KİMSESİZ ÇOCUKLARA İLİŞKİN KURUMLAR
2. 1. Eytam İdaresi ve Sandığı
Eytam, yetimin çoğulu olup kimsesiz kalmak
anlamına gelmektedir. Osmanlı devletinde yetim mallarının işlerine önceleri
İstanbul’da kadılığa bağlı kalınarak oluşturulan Bâb Mahkemeleri bakmaktaydı. 1851’de
Eytam nazırlığının kurulmasından sonra eytam işleriyle ilgili şikâyetlerin
artmasıyla Kısmet-i Belediye Mahkemesi kurulmuştur. Bu mahkeme İstanbul’da
Eyüp, Üsküdar ve Galata’da bulunan yetim mallarıyla ilgili işlere bakmaktaydı.
İstanbul kadılığına bağlı olarak kurulmuş olan Bab Mahkemeleri ve Kısmet-i
Belediye Mahkemesi yanında taşrada kurulmuş Müfettiş Hükkamlıkları da yetim
işleriyle ilgilenen başka kurumlardı. Yetim mallarının tespiti, kontrolü ve
muhafazası için toplumda uzun tartışmalar yaşanmış ve bir komisyon
oluşturularak konu Meclis-i Vâlâ’da görüşülmüştür. Müzakereler sonucunda
Emval-i Eytam Nezareti’nin kurulması kararlaştırılmış ve nizamnamesi
yayınlamıştır. Yayınlanan bu ilk nizamnameye göre Eytam Nezareti Şeyhülislamlık
Makamına bağlı olarak 31 Aralık 1851 yılında oluşturulmuştur. Nazırlığa ilk
olarak Tahsin Bey atanmıştır. Nezaretin merkezi başlangıçta yakınlığı hasebiyle
Süleymaniye’de düşünülmüş, ancak yer bulunamadığı için Bâb-ı Âli’de faaliyete
başlamıştır. Memur kadrosu 24 kişiden oluşmuştur. Bu 24 kişiden birisi Nazır
yardımcısı ve başkâtiptir (Çanlı 1999, s. 57-59).
Nezaretin teşkilat yapısı hakkındaki bilgilere,
teşkilatın nizamnamesi kanalıyla kısmen de olsa ulaşmak mümkündür. Merkez ile
taşra teşkilatlarında kurulacak eytam idaresi meclisleri ve eytam sandıkları
hakkındaki bilgilere rastlıyoruz. Bu nizamnamelere göre; eytam idaresinin
görevleri arasında terike[*] yazımına giden mahkeme memurlarının yanında eytam nezareti
memurlarından birisinin de bulunması, ayrıntılı farklı bir rapor tutması,
terikelerden yetimin hissesine düşen mal veya eşyaların fiyat tespitini
yapması, bunu kontrol etmesi ve yetim payına düşen malların alınıp satılmasını
eytam yararına denetlemektir (Çanlı 1999, s. 57-59).
Eytam İdaresi 1851 yılında kurulsa da teşkilat
yapısının oturmaya başlama tarihi 1874’tür. Bu tarihte oluşturulmaya çalışılan
nizama göre, İstanbul’daki Şeyhülislamlık Makamına bağlı olmak üzere Meclis-i
İdare-i Emval-ı Eytam kurulmuştur. Kurulan bu meclis; bir reis, bir müdür,
kâtip, askeri memurlardan ve iki daimi azadan müteşekkildi. 1908’de yapılan
değişiklik ile üye sayısı altıya çıkarılmıştır. İstanbul Eytam Müdürü ilmiye
sınıfından birisi olarak padişah tarafından seçilirdi. Diğer eytam müdür ve
meclisleri, bu merkez müdüriyeti bünyesi altındadırlar. Merkez İstanbul’da
böyle bir örgütlenme söz konusuyken taşradaki uygulamaların uygulanabilirlik
açısından zaman aldığı söylenebilir. Eytam idaresinin kuruluşundan ancak 30 yıl
gibi uzun bir süre sonra taşra teşkilatlanması başlıyor. 1851 sonrasında yetim
mallarını ve taşınmaz mülklerini korumak maksadıyla vilayet, liva ve kaza
merkezlerinde şer’i mahkemelere bağlı olarak eytam meclisleri kurulmak istenir.
Haftada bir kere toplanmaları uygun görülen bu meclislerin, gerek görüldüğü
takdirde de daha fazla toplanmasına karar verildi. Meclis üyeleri eytam
işlerine ücretsiz bakacaktı. Bu meclisler kanalıyla ulaşılmak istenen sonuç
eytamın refahı ve salahiyeti idi (Çanlı 1999, s. 59-61).
Eytam İdaresinin 1851 yılında kurulması, eytam
hakları ve terikelerle ilgili birçok değişikliğin yapılmasını zorunlu
kılmıştır. Köy ve kasabalarda Osmanlı tebaasından birisi öldüğünde; köyün
imamı, muhtarı veya papazı ölen kişiyi bildirmekle yükümlüydüler. Bunun yanında
ölen kişinin varisleri içinde yardıma muhtaç, yetim veya dul kadının bulunup
bulunmadığı özellikle teyit edilmesi gereken vazifelerin başında geliyordu. Söz
konusu terikeleri yazmaya giden mahalli mahkeme memurlarından başka, Eytam
İdaresince görevlendirilen bir başka memur daha bulunur ve bu memur ayrı defter
tutardı. Bunun nedeni eytamın hakkını net olarak ortaya koymak ve teyit
ettikten sonra muhafaza etmektir (Delialioğlu 2009, s. 26-27). Diğer taraftan
eytamın her türlü mallarını muhafaza etmek ve onun yararına işlemekle yükümlü
vasiler vardır (Eroğlu 2007, s. 287-288). Yetim kalan çocukların, kendilerine
miras kalan malları istediği gibi kullanabilmesinin önüne geçilmiştir. Bu
noktada en büyük faktör eytamın yaşı idi. Ergenliğe ulaşmamış veya mallarını
idare edebilme edimine erişememiş kimsesiz çocukların malları eytam
sandıklarında, daha sonradan ödenmek üzere saklı tutulurdu. Mirası istedikleri
gibi kullanabilmeleri için 17-18 yaşlarını doldurmaları beklenen yetimler,
eytam idaresinin kurulmasıyla birlikte bu yaş sınırı 20’ye kadar çıkmıştır. Nitekim
nizamnamelerde buluğa girme yaşı 15 iken reşit sayılma yaşı 20’dir. Bir yetim
çocuk bu yaştan önce rüştünü ispat etmek için şahit göstererek mahkemeye
başvurabilir. Ancak mahkeme her şeye rağmen yine de kendisi bir araştırma yapma
yolunu seçerek, durumun güvenilirliğini test etmeye çalışacaktır. Eğer mahkeme
bu güven ortamının olmadığını, oluşmadığını tespit ederse yaş sınırı 25’e kadar
çıkarılabiliyordu (İnanç 2003, s. 31).
Yetime, rüştünü ispat ettikten sonra eytam
sandığındaki para ve malları kendisine senet karşılığı verilirdi. Osmanlı
toplumunda erkek yetimlerin rüşt ispat etme yaşı veya mallarını eytam
sandığından teslim alabilme işlemleri çoğu zaman dönem şartlarının ağırlığına
bağlı olarak güçlüklere neden olmuştur. Zira Osmanlı devletinde askere alınma
yaşı 20 idi (İnanç 2003, s. 31). Rüşt ispatında da 20 yaşını doldurma şartı
aranmaktadır. Yani denilebilir ki erkek yetimler mallarını, eğer sağ
kalabilirlerse ancak askerlik dönüşü sonrasında alabilmekteydiler.
Çocukların daimi bir bakıma ve korunmaya
ihtiyaç duyduklarını göz önünde bulunduracak olursak, bakıma muhtaç çocuğun
yakın ailesinden başlayarak gözetildiği sonucuna ulaşırız. Yakın aile
efradından sonra çocuğun içinde bulunduğu ortamdaki diğer insanların da, bu
bikes ve muhtaçlara karşı kayıtsız kalamadıklarına rastlıyoruz. Refah
dönemlerinde engin hoşgörü, zor ve sıkıntılı dönemlerde de maddi ve manevi
hareketlilik bu dayanışmayı sürekli canlı kılmıştır. Gözden kaçırılmaması
gerektiğine inandığımız önemli bir husus, Osmanlı sosyokültürel yaşamının
sanıldığı kadar geleneksel bir düzlemde ilerlemediğini açıkça ortaya
koymaktadır. 19. yüzyıldan başlayarak günümüzde halen Avrupa’nın saygın
ülkelerinde kimsesiz çocuklarla ilgili olarak uygulanan/uygulanmak istenen
sosyal hizmet anlayışının, daha o dönemlerde Osmanlı toplumunda tatbik
edildiğini vurgulamak gerekir. Bugün Britanya’da kimsesiz veya yardıma muhtaç
çocukların, toplumun huzuru ve devamı için başka ailelerin yanına verildikleri
bilinen bir durumdur. Bu husus o dönem Osmanlı toplumunda da uygulanmaya
çalışılmıştır. Burası önemli bir husustur, zira bikes ve yardıma muhtaç
çocukları korumanın, hem toplum huzuru hem de çocuk sağlığı noktasında en
insani şekli evlatlık olarak alıp vermektir (Ortaylı 2009, s. 130-133).
Kız ve erkek sanayi mekteplerinin kurucusu
sayılan Mithat Paşa’nın (1822-1884) valiliği boyunca Niş’de (1863), 1864
yılında Tuna vilayeti merkezi Rusçuk’da (BOA, İ.MVL. 584/26270, s. 5) ve daha
sonradan da Sofya’da Islahhane adı altında açtığı genel olarak kimsesiz
çocuklara mahsus okullar konumuz ile yakından ilgilidir (Unat 1964, s.
80a-80c). Rusçuk’da ordu ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir dikim atölyesi
işlevi görme doğrultusunda açılan Islahhane, kız yetimler için bir ilkokul
özelliği taşımaktadır. Bu okula sadece kız yetim öğrenciler alınmakta ve her
türlü giderleri karşılanmaktaydı. Bu öğrencilere gündelik de verilerek
gelecekleri güvence altına alınmaya çalışılmıştır. Bu gündeliğin yarısı okuldan
mezun olunurken geri ödenmek üzere bankaya yatırılıyordu (Unat 1964, s. 80e).
Bunun yanında, Mithat Pasa 1865’te yetim kız çocuklarının eğitimini amaçlayan
Meslek Mektebi’nin, 1869’da da Kız Sanat Mektebi’nin açılmasını sağladı (Beşer
1991, s. 50).
Sanayi mektepleri noktasında diğer önemli bir
husus da; Osmanlı devletinde yenileşme çabalarının yoğun yaşandığı ve Batının
artık ilmi yönüyle de tevarüs edilmeye başlandığı dönemde bu doğrultuda
gösterilen çabadır. Özellikle ilmi ve fenni çalışmaların teoriğe
geçirilebilmesi için hemen her vilayette çıkarılmaya çalışılan gazeteler en
önemli işlev aracı olarak görülmüştür. Devlet-i âliye bu hususta, en az bunları
dile getiren zümreler kadar ilgili görüntüsü vermeye çalışmıştır.
Benzer doğrultuda 1868 yılında, Der-sa’âdet’de
Sultan Ahmed civarında bulunan Kılıç- hane’nin Sanay-i Mektebine tahvili uygun
görülmüştür. Bu mektep dâhili ve harici olarak sınıflandırılmıştır. Dâhilîsine
kudretsiz ve bikes çocukların alınması, kendilerine talim ve terbiye
hususlarında gerekli donanımın kazandırılarak kamu ve sanayi hizmeti için işlev
görecek konuma getirilmeleri hedeflenmiştir (Aktepe 1989, s. 27).
Fransız eytamhanelerinden esinlenilerek, öksüz
ve yetim çocuklar için kurulmuş bir diğer eğitim kurumu da Dârü’ş-şafaka’dır.
Cemiyet-i Tedrissiye-i İslamiyye üyelerinden olan ve Paris’te bulunmuş Esad
Paşa’nın fikri üzerine böyle bir kurumun tesis edilmesi kararı alınır. Esad
Paşa bu yeni okulun Paris civarında gördüğü asker yetimlerin eğitimine mahsus
bir tarzda, Müslüman kız ve erkek yetimlere mahsus bir kurum olmasını istiyordu
(Halis Ayhan ve Hakkı Maviş 1994, s. 7-9). Okulun Sultan Selim Camii civarında,
Boğaz ve Haliç girişine inşa edilmesi kararı alındı (Aktepe 1989, s. 23).
Yapımına 1868 yılında başlanan okul, 1873 tamamlanır ve eğitime de aynı yıl
başlanır (Koç 2003, s. 185-186).
Türk eğitim tarihinde önemli bir konuma sahip
olan bu kurum, fakir ve aynı zamanda anasız babasız Osmanlı çocuklarına tahsis
amacıyla tesis edilmiştir. Kendisinden bir yıl önce kurulmuş Mekteb-i Sultani
mertebesine de zamanla yükselecek olan Darü’ş- şafaka, hizmet vermeye
başladığında 150 mevcudu vardı. Kurulduktan sonra eğitime ara vermeden başlayan
okul için bir müdür ve bir müdür yardımcısı görevlendirilmiştir. Hem bu kurum
hem de Sıbyan mekteplerinin ıslahı ve buralarda görevlendirilecek muallimlerin
yetiştirilmelerini olanaklı kılmak üzere işlevini yitirmiş Matbaa-i Amire,
Darü’l-muallimin’e dönüştürüldü (Aktepe 1989, s. 23).
2. 4. Dönemin Sosyal Yaşam Göstergesi Sıbyan Okulları
Osmanlı şehirlerindeki sosyal hayatın
geleneksel bir canlılık gösterdiği söylenebilir. Çocuklar da hiç şüphesiz
sosyal yaşamın canlılığını yansıtan en önemli göstergelerin başta
gelenlerindendir. Özellikle kış mevsimlerinde sokaklar, boş ve çamur deryasına
dönmüş caddeler, çocukların iniltileriyle doluyordu. Bu çocukların neredeyse
bütünü yaşlarının gerektirdiği eğitim ve terbiyeyi alamıyor, toplumsal yaşama
katılmaları noktasında sorunlar yaşıyorlardı. İstanbul sokaklarının bikes,
başıboş ve aylak aylak dolaşan çocuklarla dolu olduğu dönemler çok olmuştur. Bu
durumun temel nedeni Osmanlı okullarının düzensiz ve kurumsal bir kimlik
taşıyamadıklarından ileri gelmekteydi. Sıbyan okullarının çoğu vakıf destekli
olmakla beraber, bu okulların daha üst düzey okullara öğrenci yetiştirme
işlevinden yoksun olduğu ve bu doğrultuda gerekli bir müfredata sahip
olamadıkları eleştirisi yapılmıştır (Black 1922, s. 403-404).
Sıbyan okullarının genelinde bilhassa kimsesiz
ve müşkül durumda olan çocuklara ‘kapama’ adı altında her yıl bayramlık elbise
ve ayakkabı temin edilirdi (Rıza 1973, s. 15; Pakalın 1993, s. 1649). Osmanlı
toplumsal yaşamının kendi başına ne denli bir bütünlük arz ettiği bu
faaliyetten kolayca anlaşılabilir. Kimsesiz, müşkül durumda ve yardıma muhtaç
kimselerin korunup gözetilmesi, Türk toplumsal tarihi boyunca güçlü bir
dayanışmanın kanıtı olmuştur. Bu kimselerin sevindirilmeleri sosyal yaşamın en
çok üzerinde durulan unsurlarından olmuştur. Osmanlı halkının da dini bir emir
olan bu yükümlülüğü yerine getirmedeki kararlılığı ve sürekliliği, hafızalarda
daima güçlü bir Osmanlı sosyal devlet anlayışı intibası oluşturmuştur. Kapama
uygulaması daha belirgin olarak Ramazan aylarında tatbik edilirdi. Ramazan
ayında; Ramazanın on beşinden sonra Üsküdar tarafında olanlara Ayazma
İmarethanesi, İstanbul tarafında olanlara da Hamidiye İmarethanesinde
verilirdi. Osmanlı halkı da çocuklarını bilhassa bu kapama yardımı sağlayan
okullara göndermek için çaba sarf etmiştir. Rahatlıkla denilebilir ki, kapama
yardımının varlığı temel eğitimin sağlıklı olarak daha fazla çocuk kitlesine
ulaştırılmasını sağlayan çok önemli bir yapıcı unsur olmuştur. Kısacası
ebeveynleri ve çocukları eğitime ve okula teşvik edici bir fonksiyon görmüştür.
Sıbyan okullarında Kapama yardımı, 1861 yılına kadar devam edecektir. Bu
tarihten itibaren Kapama yardımlarının daha ziyade yetimhanelerde barınan ve
eğitim gören bikeslere sağlanacağını görüyoruz.
Bütün bunların yanında, fiziki ve sosyal
şartların yetersizliği Osmanlı çocukları için iç karartıcı bir tablo
oluşturmuştur. Düzenli ve yeterli bir eğitim müfredatından yoksun oldukları
gibi okulların çoğu derme çatma, tek katlı ve öğretmensizdi. Az olan eğitimci
sayısının da çocuklara sağlıklı bir eğitim sunacak düzeyde oldukları
söylenemezdi. Osmanlı İdaresi bu okullara gereken özeni gösterememiş ve sözünü
etmekte olduğumuz yetersizlikler zaman zaman padişahlar tarafından da
gözlemlenmiş ve durumun düzeltilmesi için talimatlar verilmiştir. Sultan
Mahmut, 1828 yılında İstanbul kadılığına bir ferman göndererek okullara önem
verilmesini arz buyurmuştur (Rıza 1973, s. 1518). Okula yollanmayan
çocukların, çalıştırılmayıp okula gönderilmeleri ve okuma yazma bilmeyenlerin
de meslek guruplarına kabul edilmemesi hususları da fermanda yer alan önemli
hususlardandır.
Sultan Abdülmecid döneminde de Sıbyan
okullarındaki gelişme devam edecek, Sultan Mahmut gibi Sultan Abdülmecid de bu
konuda gerekenlerin yapılması için talimatlar verecektir. Buna göre daha
önceleri genel olarak sadece dini içerikli basit bir eğitim sunan bu okulların
daha geniş bir müfredata sahip olması gerekliliği vurgulanmış, sıbyan
okullarının ıslahı için bir komisyon oluşturulmuş ve bunlara ilaveten de birkaç
yerde rüştiye açılmıştır. Sağlam temellere sahip olmayan Osmanlı eğitim
sistemi; sıbyan okullarında filizlenmeye başlayan yeniliklerin, rahatsızlık
uyandırdığı tehlikesine maruz kalacak endişesi taşıyacak kişilerce ileriye
götürülememiştir (Rıza 1973, s. 21).
Osmanlı sultanlarının camii inşa edip yanına da
birer medrese tesis etmesi yaygın bir gelenekti. Bu geleneği vezirler de takip
etmiş ve bu sayede özellikle İstanbul’un çeşitli semtlerinde çok sayıda cami,
medrese, kütüphane ve imarethane tesis edilmiştir. Osmanlı padişahlarından
bazıları da medreselerin yanına ilkokullar kurdurmuşlardır. Fakat tesis edilen
bu okullar daha önce de zikredildiği üzere belirli bir nizam çerçevesinde
halkın hizmetine sunulmuş kurumlar değildi. Resmi olarak herhangi bir
yükümlülük veya yönlendirmenin varlığından söz edilemezdi. Mekteplerin vakıflar
sayesinde ayakta kaldıkları ve ayrıca okullarda görev alacak eğitimcilerin de
bu vakıflar kanalıyla görevlendirildikleri bilinen bir durumdur. Eğitimciler,
geçim sıkıntısı taşıyan kimseler olmaktan kurtarılamamış ve bu yüzden
öğretmenlerin çoğu ya başka mesleklere/işlere meyletmiş ya da vazifelerini
sağlıklı olarak yerine getirmenin uzağında kalmışlardı. Bunun yanında,
özellikle dönem Avrupasında maarif önemli bir kalkınma göstergesi olarak
benimsenmişken, 19. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı ülkesinde kurumsal bir
bilinç ve anlayış henüz mevcut değildi. Osmanlı devletinde birçok şey gibi
maarifin önemi de sonradan anlaşılacaktır.
Sultan II. Mahmut ile başlayan ve Sultan
Abdülhamit ile belli bir olgunluk düzeyine ulaşan eğitim alanındaki çalışmalar,
zor bir dönemden geçen Osmanlı toplumu için özellikle sosyal açıdan bir bilinçlenme
evresi olarak değerlendirilebilir. Sokaklarda gezen başıboş çocuk sayısı
giderek azalmış ve ebeveynler çocuklarını bu okullara gönderebilmek için daha
çok çaba sarf etmeye başlamıştır. Bu bilincin oluşmuş olması önemlidir. Cehalet
sorgulanmaya başlanmış; eğitim, sanat ve bilgiden yoksun bir yaşamın kabul
edilemez olduğu algısı yerleşmeye başlamıştır. Nitekim 1870 yılında sözünü
etmekte olduğumuz eğitim sürecini tamamlamış kişilerden oluşan "Cemiyet-i
İlmiye-i Osmaniye" kuruldu. İlme ve fenne dair kitap basımları arttığı
gibi, yabancıl dil çevirileri de yayınlanmaya başlanacaktır. Fransa Paris’teki
"Mekteb-i Osmanî" ve İstanbul’da "Mekteb-i Sultani" bu
sürecin birer halkası olacaklardır (Rıza 1973, s. 2125).
3. 3. FRANSA ÖRNEĞİ VE SOSYAL DEVLET/HİZMET ANLAYIŞI
Fransa’nın 18. yüzyılda ortaya çıkan somut
gelişmelerin ve 19. yüzyılda ulaştığı zirvenin temelinde, 17. yüzyılda
filizlenmeye başlayan, insana değer veren, sosyal yaşamı hemen her yönüyle
içine alan ve Fransız insanı mantalitesini değişime zorlayan aydınlanma ve
karşı reformasyon süreçleri yer almaktadır. Fransa bu süreçler boyunca
ilerlemesine katkı sağlayacak her türlü unsuru etkili bir şekilde kendi
politikalarıyla bütünleştirmeye çaba göstermiş ve oluşturmaya çalıştığı bu
etkili sentez politikasıyla dönemin girift diplomasisinin merkezinde yer almaya
çalışmıştır. Dış dünya ile olan münasebetlerinde bu sentez uyumunu bir koz
unsuru olarak uygulayan Fransa, kendi sınırları dâhilinde de önemli atılımlar
yapmış, yeni kurum ve düşüncelerin ortaya çıktığı ve dışarıya da pazarlandığı
bir merkez güç konumu kazanmıştır (Keyder 2007, s. 3844). Dinin/dini
mezheplerin merkezde yer aldığı politik tartışmaların dışında; Fransız
toplumunun sosyal açıdan önemli gelişmelere tanık olduğu sürecin, Fransa’nın
ilerleyen yüzyıllarda tesis etmeye çalışacağı güçlü devlet imajının oluşmasında
önemli katkı sağladığına tanık oluyoruz.
Doğu toplumlarında sosyal yardımlaşma
faaliyetlerinin genel olarak manevi bir hüviyet kazanarak geliştiği
söylenebilir. Bu tür faaliyetlerin doğrudan halka ulaşmasını sağlayacak
bürokratik bir makam oluşturulamamıştır/yoktur. Manevi hareketlilik ortak bir
toplumsal bilincin oluşmasını sağlamıştır çünkü. Buna karşılık batı
toplumlarında sosyal yardım ve sosyal devlet politikalarının güçlü bir
bürokrasi kanalıyla yürütülerek kurumsal bir nitelik kazandığına tanık
oluyoruz. Fransa bu açıdan öne çıkan bir örnektir. Fransa toplumunda tanık
olduğumuz sosyal yardımlaşma kuramlarının belli dönem aralıklarında kurulmuş
veya belli dönemlerdeki sorunlara çözümler sunması amacıyla tesis edilmiş
birimler olmayıp, uzun soluklu politikaların sonucunda tesis edilmiş ve
etkileri günümüze kadar ulaşmış bir sürecin ürünüdürler. Her biri aynı zamanda
birer enstitü niteliğinde olan bu kurumlar, sadece sosyal yardım faaliyetlerine
ön ayak olmak ve bunları halka ulaştırmak amaçlarından başka toplumun yönetici
sınıfın ülke idealleri doğrultusunda oluşturduğu siyasetine desteği sağlayan
örgütlenmeler olmaları nedeniyle de önemlidirler. Bu kuruluşların toplumla ve
devlet siyasetiyle bütünleşerek büyümeleri ülkedeki diplomasi geleneğinin
niteliğiyle yakından ilgilidir.
1620’lerde Duke de Ventadour tarafından kurulan
ve açıklamakta olduğumuz durumu örnekleyecek bir niteliğe sahip Company of
the Holy Sacrement adlı kuruluşun önemli bir işlev gördüğüne tanık
oluyoruz. Toplumun hemen her tabakasından insanı bünyesinde barındıran kuruluş,
Paris merkezli olarak devlet bürokrasisi kanalıyla idare olunmaktaydı. Daha çok
dini bir nitelik taşımasına rağmen, öncelikleri dini meseleler üzerinden devlet
politikasını sağlamlaştırmak gibi, birçok hayırsever vazifeleri üstlenmişlerdi.
Osmanlı Devletinde de rastladığımız üzere; cezaevlerini ziyaret etmek,
fakirlere yardım ulaştırmak, hayat kadını sayısını azaltmak, hastaneleri ıslah
etmek, fakirlerin çocukları eğitmek, dini bayramlarda sağlıklı bir bilinç
oluşturmak ve bu bayramlar süresince küfrü azaltmak bu kuruluşun temel
hedefleri arasında yer almışlardır (Jones 1994, s. 147-148). Bu amaçları
gerçekleştirmek üzere yürüttükleri faaliyetlerin sonucunda ortaya koymuş
oldukları hastaneler, buluntu çocuklar/kimseler için tesis edilmiş evler, hayat
kadınları için ıslahevleri ve hayırsever okulları zikredilmeye değerdir. Bu
oluşum 1661 yılında Mazarin tarafından ilga edildiyse de yerel girişimciler
sosyal yardım faaliyetlerine kaldıkları yerden devam etmişlerdir.
Zaman içerisinde isimleri kurmuş oldukları
derneklerle özdeşleşecek ve şöhretleriyle kurmuş oldukları kurumları geride
bırakacak kimseler Fransız toplumunda tekrardan ön plana çıkacaklardır. Saint
Vincent de Paul’un tesis etmiş olduğu Lazarist oluşumu ve 1639 yılında
tesis edilmiş The Daughter of Charity kuruluşu karşımıza çıkan iki
önemli örnektir (Jones 1994, s. 148-149). Her iki oluşumu Osmanlı devletindeki
faaliyetlerinden de hatırlıyoruz. Bu kurumlar benzer nitelikteki uluslar arası
çapta faaliyet gösteren derneklerle işbirliği içerisinde olmuşlardır. Genel
olarak dini küfür içerisindeki insanları doğruya ulaştırmak amacından hareketle
tesis edilmiş olan bu kurumlar, diğer benzer ilk örneğimizdeki gibi toplumsal
hayatı bunun için uygun bir alan görmüş ve hedefledikleri politikaların zaman
içerisinde bu yolla daha çok başarı kazanacağı düşüncesinden hareketle daha çok
hayırsever kuruluşlar kimliğine bürünerek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.
The Company of Holy Sacrament, Les Lazarists ve The Daughter of Charity gibi son derece önemli
ve bilinen unsurlardan başka, 14. Louis’in bizzat kendisi de hükümranlık dönemi
süresince hayırsever bir izlenim oluşturmaya gayret göstermiştir. Toplumsal hayat
için tehlike arz edebilecek sosyal gurupların denetimi ve fakirlerin
ihtiyaçlarını gidermek için çaba sarf etmiştir. Ülke sınırları dâhilinde genel
hastanelerin tesis edilmesine yardım etti. Kendisi aynı zamanda The Company
of Holy Sacrament adlı kuruluşun tesisine de destek olmuştur. Çingeneler,
başıboş gezen yersiz yurtsuz kimseler, deliler, cadılar, hayat kadınları, bazı
sapkın guruplar ve çeşitli nedenlerden ötürü suç işlemiş/suça karışmış
çocukların ıslahı ve topluma kazandırılmaları noktasında önemli destek
olmuştur. Bu insanların ihtiyaçlarına cevap vermek üzere 1650 ve itibariyle
yaklaşık olarak iki yüz kurum oluşturuldu. Burada dikkat çekilmesi gereken
diğer önemli bir husus 14. Louis döneminde ülke genelinde tesis edilmiş olan
fakir evleridir (poorhouses) (Jones 1994, s. 149-158). Bu önemli husus,
devletin sosyal hizmetleri tesis etme hedefinin güçlü somut bir göstergesi ve
sosyal kontrolün etkili bir işareti olmuştur. Yine bu dönemde kadın ve çocuğa
ayrı bir ehemmiyetin verildiğini vurgulamak gerekir.
Kimsesiz çocuklar sorununun Fransa için iç
burkan bir sorun haline gelmesi dönemi I.Dünya Savaşı öncesi ve sonrasıdır.
Araştırmakta olduğumuz dönem Fransa’sına da temas edecek olursak; bu dönemlerde
Fransa ve Avrupa’da yaşanan ağır savaşlardan ötürü yetim çocuk sayısında büyük
artış gözlemlenecektir. Bilhassa dönemin Fransa’sında küçük yaştaki
yetimlerin/kimsesiz çocukların maddi ve manevi (ahlaki ve mülkü)
gereksinimleriyle direkt olarak ilgilenecek bir kurumum mevcudiyeti zorunluluğu
hususu önemli bir eksiklik olarak dile getirilmekteydi. Annesi veya babası
olmayan bir çocuğun kişisel ihtiyaçlarını karşılayacak, sahip olduğu hakları
yasal güvence altına alacak ve aynı zamanda kendisini de geleceğe hazırlayacak
yetkin bir kurum ve kişilerin eksikliği bu husustaki düzenlemelerle ilgili yeni
tartışmaları da beraberinde getirmişti. Bu sürecin akabinde aile mahkemelerinin
kurulduğunu ve kimsesiz her çocuğa Osmanlı devleti örneğinde de değineceğimiz
üzere birer vasi tayin edildiğini görüyoruz. Kimsesiz çocuklara dair her türlü
sorunun görüşüldüğü aile mahkemeleri ve bu çocukların her türlü sorumluluğunu
üstlenen vasiler önemli birer sosyal obje olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Ebeveynlerden birisinin olmadığı durumlarda devreye giren aile mahkemeleri ve vasiler;
bazen de anne ve babanın sağ fakat fiziki, ahlaki ve olağan sorumluluklarını
yerine getiremedikleri durumlarda bu çocukların sorumluluklarını geçici olarak
üstlendiklerini görüyoruz. Aile mahkemeleri
sulh yargıçları öncülüğünde toplanırdı. Mümkün olduğu
durumlarda vasi çocuğun ailesine yakın bir kimseden seçilirdi. Mahkeme
tarafından tayin edilen vasi yasal bir erke sahip olmakla birlikte, bu erki
ancak vasisi bulunduğu çocuğun menfaatleri doğrultusunda kullanabilirdi.
Sorumluluğunu üstlenmiş olduğu çocuk erişkinliğe ulaşana kadar, onun bütün
haklarının muhafaza edip gözetmekle yükümlüydü. Aile mahkemelerinin
kurulamadığı yerlerde veya dönemlerde, devletin denetiminden uzak, bağımsız
hareket eden girişimciler söz konusu yetim ve öksüzlerle yakınlık içerisinde
olmuşlardır (Milliard 1916, s. 142-147). Bütün bunlara ek olarak zaman
içerisinde kimsesiz çocukların haklarını sağlıklı olarak koruyup gözetebilecek
mercilerin durumları tartışılmaya başlanacaktır. Özellikle aile mahkemeleri ve
vasilerin sorumluluklarını üstlendikleri kimsesiz çocukları idare edebilecek
yeterlilikte olamadıkları gerçeği ortaya çıkacak ve kimsesiz çocukların daha
iyi nasıl kontrol altında tutulabilecekleri doğrultusunda yeni çözüm
arayışlarına gireceklerdir.
1904’ten itibaren Ulusal Kadınlar Mahkemesi
öncülüğünde; terk edilmiş, yardıma muhtaç ve zor şartlar altında yaşayan
çocukların istismar edilmemeleri ve haklarının güvence altına alınmasını
sağlayacak hukuk mahkemelerinin kurulması öngörülmüştür. Bu zaman diliminde
İsveç, Danimarka, İsviçre ve Prusya’da da benzer doğrultuda kararlar alınarak
kimsesiz çocuklar sorununun ciddi bir sorun olarak kalmasının önüne geçilmeye
çalışılmıştır (Milliard 1916, s. 143-144).
Burada Fransa örneği için vurgulanması gereken
bir diğer husus; ülkede kurulan yetimhanelerin dini bir hüviyete sahip
oldukları, çocukların bu kuruluşlarda 21 yaşına kadar himaye edildikleri ve
çoğu yetimhanenin devlet idaresinden bağımsız olarak tesis edildikleri
gerçeğidir. Bu özel yetimhanelerin ve devletin sağlamış olduğu kamu
yardımlarının/desteğinin I. Dünya Savaşı öncesinde büyük bir artış gösterdiğini
vurgulamak gerekir. Kız ve erkek çocuklarına yönelik profesyonel okullar bu
dönemde kurulacaktır. Diğer hayırseverlik ve yardımlaşma kuruluşlarının
faaliyetleri de gelişme gösterecek ve kendilerine bağlı yetimhanelerde mesleki
ya da profesyonel eğitimin verilebilmesine yönelik çalışmalar
gerçekleştirilecektir.
Faubourg Saint-Antoine Üniversitesi Etretat’da
kimsesiz çocuklar sorununa çözüm bulmak amacıyla bir kamp organize eder. Burada
savaş yetimleri (orphelins de la guerre) adı altında tesis edilen kurum ilk
etapta 500 yetimi bünyesinde topladı. Kuruluşun yakınına da çocukların eğitimi
için atölyeler kurulmuştur.
Bu organizasyonun girişimleri sonucunda
oluşturulan kurumun dışında, asker yetimhanesi (d’orphelinat des armees) adıyla
yeni bir yapı oluşturulur. Bu yetimhaneye savaşlarda ölen askerlerin ve resmi
devlet görevlilerinin kız ve erkek çocukları alınıyordu. Yine aynı şekilde bu
savaşlarda yaralanmış kimselerin çocukları da himaye edilmekteydi. Burada
vurgulamayı önemli bulduğumuz husus, günümüzde de ülkemizde hâlihazırda
uygulanan durumla görülen yakın benzerliktir. Bu yetimhane bünyesinde bulunan çocukların
güvenliği ve gelecekleri için faklı seçenekleri hazır tutan bir örgütlenme
yapısı bulunmaktaydı; ilk olarak babaları ölmüş çocuklar için, çocuğu
yanlarında almak suretiyle önce annesinden başlanarak yakın akrabalarının
yanına yıllık belirli bir ekonomik yardım karşılığında alınmaları önerisinde
bulunulurdu. İkinci olarak şayet çocuğun/çocukların yakın akrabaları yoksa bir
veya birden fazla çocuğu, bakımlarını ve eğitimlerini üstlenecek bir ailenin
yanına belirlenmiş bir ücret mukabilinde bırakmaktı. Son olarak eğer ailevi bir
yerleştirme söz konusu olamayacaksa, bu çocukların masrafları karşılanmak
kaidesiyle herhangi bir eğitim kurumuna (özel de olabilirdi) verilmeleriydi.
Buradaki açıklamalara ek olarak kurumun çocuklara 16 yaşına kadar korunma ve
bakım hizmeti sunduğunu ifade etmeliyiz.
Bunun sonrasında çocuklar, düzenli olarak
eğitim alabilecekleri eğitim kuramlarına (yüksek tahsil, mesleki, teknik,
endüstriyel, tarımsal) yönlendiriliyorlardı (Milliard 1916, s. 149-150).
4. FRANSA DESTEKLİ KURULUŞLARIN OSMANLI ÜLKESİNDEKİ KONUM
VE FAALİYETLERİ
Fransa ve Belçika gibi benzer sosyoekonomik
süreçlerden geçmiş Avrupa ülkelerinde çocuklara verilen genel değerin dışında,
devlet olarak ciddi karışıklıkların yaşandığı yakın dönemlerde de üzerinde en
çok durulan hususun kimsesiz çocuklar olduğunu görüyoruz. Zaman zaman kimsesiz
çocukların bu toplumlarda da ihmal edilen bir kesim olduklarını bizzat
kendilerinden öğrenme fırsatımız olmakla birlikte, bu çocukların ihtiyaçlarını
giderme noktasındaki çabalarına ve öz eleştirilerine de tanık olmaktayız.
Kimsesiz çocuklar bahsi evrensel bir boyut olmakla birlikte; dünyanın farklı
bölgelerindeki/ülkelerindeki benzer önemli temel sosyal olgu ve yakınlıkları da
ortaya koyuyor olmasından ötürü ilgi çekici bir araştırma konusu olarak
karşımızda durmaktadır. Osmanlı devletinin Müslüman bir kimliğe sahip oluşu ile
diğer Hıristiyan Avrupa ülkelerinin tarihten almış oldukları özgün aidiyetleri;
kimsesiz çocuklar sorunu dâhilindeki fiiliyatların benzer ipuçları sağlaması noktasında
herhangi bir engel teşkil etmemiş, aksine benzerlikleri ortaya koyan önemli bir
husus olmasının yanında, sorunun ciddiyeti ve alınması gereken tedbirler
noktasındaki benzer fakat eşit düzeyde olmayan endişeleri gözler önüne seriyor
oluşundan ötürü ayrıca önemlidir. Osmanlı devleti kimsesiz çocuklar sorununu
tek yönlü bir anlayışla ele alarak çözmek amacındayken özellikle Fransa gibi
ülkeler daha kapsamlı çabalarla bu soruna yapıcı çözümler getirmek
istemişlerdir. Başka bir deyişle; Fransa belirli bir alt yapı ve sivil toplum
hareketiyle sorunu toplumun beklentilerine uygun bir düzleme oturtma gayreti
içerisindeyken, Osmanlı devletinde bikes çocuklar meselesi doğrultusunda
devletin savaş yaşadığı veya ağır sosyoekonomik süreçlerden geçtiği dönemlerde,
bu hususla ilgilenecek kurumsal sivil toplum örgütlenmesi ve alt yapısı
bulunmamaktaydı.
Fransa’da kimsesiz çocuklar sorununa yönelik
olarak toplumun çocuklara karşı vazifelerini/sorumluluklarını tam olarak yerine
getiremediği ve bu durumun mevcut bikes çocuklar sorununu ağırlaştıran bir
unsur olduğu eleştirisi yapılmıştır. Zaman içerisinde sorumlulukların yerine
getirilememiş olmasından kaynaklanan eksikliğin farkına geç varıldığını, bu
boşluğu ortadan kaldırmak üzere çocuklara ilişkin yeni düzenlemelerin yapıldığını
ve yasalar oluşturulduğunu göreceğiz. Öyle sanıyoruz ki Osmanlı devletindeki
vakıf şuuru gibi (Davis 2006, s. 268-272), bu dönemlerde de özellikle Fransa’da
ciddi bir sivil toplum bilincinin oluşmaya başlamış olduğuna tanık olmaktayız.
Buna göre; kimsesiz çocuklar sorunsalı içerisinde sadece anne veya babasını
kaybetmiş, geçimlerini sağlayamayan ve terk edilmiş çocuklar bulunmuyordu.
Suçlu çocukların korunma altına alınması, ahlaki çöküntü veya tehlike yaşayan
çocukların bu tür olumsuzluklardan uzak tutulması, şehit çocukların gözetilip
korunması, yoksul kimselerin haklarının korunup güvence altına alınması
hususları sivil toplum hareketi anlayışı doğrultusunda alınabilecek belli başlı
önlemler olarak ön plana çıkmıştır (Dreyfus 1916, s. 155-156). Bu hususlar,
devlet ve parlamentonun öncelikleri olmalıydı. Kimsesiz çocuklar hususunun
Fransa’daki sosyal boyutuna temas ederek Osmanlı ülkesindeki faaliyetlere
geçişin daha yararlı olduğu kanaatindeyiz.
Osmanlı devletinde faaliyet gösteren yabancı
mektepler arasında Fransa destekli okullar ayrı bir öneme sahiptir (Black 1922,
s. 418-420). Bu okullar Osmanlı toplumunda beğeni toplamış ve pedagojik
yeterliliklerinin yanı sıra yardımsever oluşlarıyla da ailelerin güvenini
kazanmışlardır. Niyetimiz bu okulların misyonerlik faaliyeti diye
nitelendirilen etkinliklerine değinmek veya bu doğrultuda olumlu olumsuz bir
bakış açısı oluşturmak değildir. Daha çok kimsesiz çocuklar olgusu
çerçevesinde, Osmanlı devleti toplumsal yaşamında ne türden oluşumlara zemin hazırladıklarına
değinmeye gayret göstereceğiz. 19. yüzyılın ikinci yarısında dönem Fransa’sının
milli eğitim müfettişlerinden olan Marcel Charlot’un; Osmanlı devletinde
İstanbul, İzmir ve Edirne gibi şehirlerde toplamda yüz on altı okulu teftiş
ettiğini anlatılır. Bu ciddi bir rakam olmakla beraber, rakamın azlığı yönünde
eleştiriler de olmuştur. Fransa hükümeti tarafından yardım ödeneği alan
kuruluşlarda okuyan öğrenci sayısının Osmanlı devleti sınırları genelinde 62
bin civarında olduğu ifade edilmiştir. Bu sayı, İstanbul ve dolayları için 7
bin olarak belirtilmiştir.
Osmanlı devleti, özellikle yoğun nüfuslu
şehirlerinde giderek ağırlaşmaya başlayan kimsesiz çocuklar sorunun farkına
vardığında ve bu konuda yapılabilecekler hususunda sorumluluk hissetmeye başladığında,
yabancı okulların bu konuda kendilerine oranla oldukça ileri bir düzeyde
kurumsal olarak örgütlenmiş olduğunu gördü. Dolayısıyla bu okulların Osmanlı
eğitim kurumları için örneklik teşkil ettikleri rahatlıkla söylenebilir.
Fransız okulların tesis ve finanse ettiği kurumların başında, Osmanlıların
özellikle kurumsal anlamda kendilerinden esinlendiğini düşündüğümüz
yetimhaneler gelmektedir. Ayrıca bu okulların düzen ve yapı özellikleri
bakımından, Osmanlı devleti tarafından kurulacak yeni müesseselerin ve
hâlihazırda yetimhaneye dönüştürülecek binaların esin kaynakları oldukları
söylenebilir.
Fransızlara ait Kudüs’teki Saint-Pierre
Yetimhanesi bu açıdan bakıldığında diğer Fransız okullarından ayrılır ve kendi
başına ayrı bir anlam kazanır. Burada himaye edilen çocuklar Fransızca ve
Arapça eğitimi dışında, yeteneklerine göre çeşitli meslek dallarında uygulamalı
eğitim alarak, kendilerine yetebilme ve topluma sorunsuz adapte olabilme
noktasında belli bir süre zarfında gereken birikimi kazanmış olurlar.
Saatçilik, ağaç oymacılığı, taş oymacılığı, bahçıvanlık, terzilik ve
marangozluk kuruluş bikeslerine sunulan meslek dallarıdır (Fesch 1999, s.
455-472).
Yetimhanenin uygulamalı mesleki eğitim
sunabilmesi için beş adet ana atölye tesis edilmiştir; terzilik, marangozluk,
kundura imalatı, ciltçilik ve demircilik üzerine. Buralarda pratiğe dayalı bir
eğitim alan çocukların ortaya koymuş oldukları/ürettikleri ürünler zaman
içerinde büyük talep görmeye başlamıştır. Atölyelerde üretilen mallar toplumun
her kesiminden insanın takdirini kazanmıştır. Kimsesiz ve özellikle aşırı
yoksul ailelerin çocukları olan bu zanaatkârlar, kendilerine sunulan imkânlar
ve atölyelerin olanaklarıyla zamanla hem ekonomik açıdan oldukça iyi bir konuma
ulaştılar hem de toplumsal üretimin çarklarından birisini oluşturarak sosyal
konum itibariyle önemli mesafe kat ettiler. Dış çevreden kazandıkları beğeni bu
çabanın sonucudur. Saint-Pierre tarzında bilhassa kimsesiz çocuklara hitap eden
okullar başta İstanbul ve civar iller olmak üzere Anadolu’nun önemli
merkezlerinde de mevcuttular.
İtalyanların da Fransızlar gibi Osmanlı devleti
sınırları dâhilinde destek çıktığı okulların varlığından söz edilmektedir. Bu
okulların sayıca 43 civarında olduğu ve 6 bin üzerinde öğrenciye hizmet
verdikleri beyan edilmiştir (Fesch 1999, s. 474-475).
Burada dikkatimizi çekmesi gereken en önemli
unsur; Osmanlı kimsesiz çocukları ve yetimhaneleri olgusunun, Fransız veya daha
genel tanımlamasıyla barınma imkânı da sunan yabancı destekli eğitim
kurumlarıyla taşıdığı kurumsal ve niteliksel benzerliktir (Poujoulat 1860, s.
46-47). Osmanlı devletinde yetimhanelerin tesisine duyulan gereksinim çok erken
dönemlerde de ortaya çıkmış olmakla beraber; bu ihtiyacın kurumsal bir zemin
kazanmış olması süreci ancak yabancı kurum ve kuruluşların Osmanlı devletinde
bu sıkıntıyı daha evvel görmelerinden ve bu doğrultuda yapılar inşa
etmelerinden sonradır.
Yine yakın bir benzerliği ortaya koyuyor
olmasından ötürü, gerek Fransız gerekse diğer ülkelerin Osmanlı devleti
topraklarında tesis ettiği okulların büyük oranda rahibelere teslim
edildiklerini görüyoruz. Osmanlı devleti eliyle tesis edilen sosyal yardımlaşma
kuruluşlarında da yabancı kimselerin yoğun olarak görev aldıklarını görüyoruz.
Bu hususta, "Ivree" ve "Charite" tarikatları rahibelerinin
büyük bir üne sahip olduklarını söyleyebiliriz.
20.yüzyılın başlarında Fransa destekli
okulların daha yoğun olarak Osmanlı başkentinde faaliyetlerine devam
ettiklerine tesadüf ediyoruz. Bu ülkeye bağlı bilhassa dini tarikatların
İstanbul Haydarpaşa’da ön plana çıktıklarını görmekteyiz.
"Assomption" Tarikatı rahiplerinin 1905 yılında burada bir kız okulu
açtıklarını biliyoruz. Benzer doğrultuda Hıristiyan okulları frerleri idaresi
altında yatılı bir okulun 70 öğrenci mevcuduyla hizmete açıldığını ve yine bu
bölgede hastalara bazı günler ücretsiz sağlık hizmeti veren bir dispanserin
bulunduğunu öğreniyoruz (Fesch 1999, s. 474-476).
5. OSMANLI İSTANBUL’UNDA FAALİYET GÖSTEREN DİĞER YABANCI
OLUŞUMLAR
16. yüzyıldan itibaren Osmanlı ülkesinde belirmeye
başlayan Fransız etkisi, 19. yüzyıl ile birlikte doruk noktasına ulaştı. Dini
ve kültürel bir hüviyet taşıyan ilk Fransız kurumları İstanbul, İzmir, Selanik
ve Beyrut’ta tesis edildi. 19. yüzyılda Osmanlı devleti topraklarının büyük
çoğunluğunda bu türden Fransız kurumlarına tesadüf etmek çok sıradan bir
durumdu. Doğu Anadolu Bölgesinde Fransızlara bağlı Dominikken okulları
mevcuttu. Siirt, Cizre ve Van’da tesis edilen Dominikken okulları, sosyal ve
dini açıdan talep görmek üzere tesis edilmişlerdi. Siirt’te kilise, yetimhane,
Profesyonel Dominikken Rahipleri Okulu ve manastır tesis edilmişti. Cizre’de
manastır, kilise, Dominikken Rahipleri Okulu ve şapel; Van’da da Hıristiyan
mezarlığı, yetimhane, kilise ve manastır tesis edilmişti. Bunun yanında Baptist
Delegasyonu kuruluşları Bağdat, Beyrut ve Musul gibi kentlerde benzer nitelikte
kurumlar oluşturmuşlardı. Rahibelerin öncülüğündeki yardımlaşma kuruluşları
Beyrut ve Damas’ta şefkat yurdu, hastane, dispanser ve yetimhane tesis
etmişlerdi. Diğer taraftan Fransisken kuruluşları, Güneydoğu Anadolu Bölgesinin
büyük bir bölümünde faaliyetlerine devam ediyorlardı. Diyarbakır ve Mardin’de
okulları; Harput-Mezra ve Malatya’da yetimhaneleri bulunmaktaydı. Bunların
yanında Adana, Tarsus, Sivas, Amasya, Kayseri, Halep, Antep, Hatay, İskenderun,
Trabzon, Suriye, Beyrut, Bağdat, Musul, Erzurum, Samsun, Merzifon ve Tokat gibi
birçok yerde dini hüviyete sahip okullar ve kurumlar meydana getirmişlerdi
(Kodaman 1986, s. 395-397).
Fransa Dış İşleri Bakanlığının 20 Mayıs 1891
yılında, Osmanlı Anadolu’sunda faaliyetlerine devam etmekte olan Antep Eğitim
Konseyinden talep ettiği raporun, faaliyet raporu şeklinde ellerine ulaşmasıyla
ortaya çıkan bilgiler, üzerinde durmaya çalıştığımız konunun önemini ortaya
koymaktadır. Mersin, Antakya, İskenderun, Maraş (Melidonian 1937, s. 6-16),
Antep, Urfa, Tere-Saint Koleji, Saint-Joseph Koleji ve Akbes Lazarist
okullarının denetlenmesiyle ortaya çıkmış olan raporun hayli ilginç ve
aydınlatıcı bilgiler ortaya koyduğu söylenebilir. Bu okullardaki toplam
Müslüman erkek öğrenci sayısı 500 civarındadır. Genel toplamda 1190 dolayında
erkek ve 570 civarında da kız öğrenci bu okullara devam etmekteydi (Kodaman
1986, s. 397-399). Raporun ortaya koyduğu rakam ve veriler bir başka yönüyle
daha ilginçtir. Bu vesileyle Osmanlı devletinin herhangi bir kısıtlama
getirmediği ve denetimden uzak tuttuğu bu okulların önemli bir boşluğu doldurma
işlevi gördüklerine tanık oluyoruz.
Fransa destekli bu okulların, 1878-1914
tarihleri aralığında Osmanlı devletinde kültürel ve dini kuramların tesisine
büyük önem verdiği bilinen bir durumdur. Fransızlar bütün bu çaba ve
faaliyetlerle, özellikle Osmanlı Anadolusunda hedefledikleri noktasında büyük
başarılar elde ettiler. Bunları gerçekleştirirken Osmanlı devletinin mahrum
zümrelerin sorunlarına çözüm bulma noktasındaki eksikliklerini ve etkisizliğini
kendi amaçlarına ulaşma noktasında birer araç olarak kullanarak halk nazarında
da itibar elde ettiler.
Osmanlı devletinde özellikle Anadoluda
misyonerlik kanalıyla çeşitli yardım faaliyetlerinde bulunan Avrupa merkezli
sosyal yardımlaşma kuruluşlarının başında gelen Saint-Vincent de Paul
Yardımsever Rahibeler Derneği, bu coğrafyadaki etkinliklerine 1839 yılı
itibariyle başlamıştır. 19. yüzyıl Osmanlı devletinin Batı ile olan münasebetlerinin
en yoğun olduğu dönemdir (Patrick 1922, s. 113-117). Fransa bu süreçte Osmanlı
devletinin en çok diplomatik ve kültürel ilişkide bulunduğu devlet olmuştur
(Ergut 2004, s. 28-34, 235). Bir sosyal yardımlaşma derneği olarak ön plana
çıkan bu kurumun İstanbul’da faaliyete başlaması, iki Protestan rahibenin
mezhep değiştirerek bu kurumda çalışmak istemeleriyle olacaktır. Çalışma
talepleri kabul edilen bu iki rahibenin, daha sonra İstanbul’da tesis edilmek
istenen kurumun başına geçmeleri istenmiştir. Neticede başta adını
zikrettiğimiz Enstitüye bağlı iki şubenin daha İstanbul’da kurulması süreci
tamamlanır. Açılan ilkokulun büyük bir ilgi gördüğü ve beğeni kazandığı
zikredilmiştir. İlk kuruluş yılından başlanarak 150 kız çocuğu giydirilmiş, yirmi
bin yoksul insana gereken yardımda bulunulmuş; kırk bin hasta, sakat veya
yaralı ziyaret edilerek tedavileri sağlanmıştır.
Bu Enstitüye bağlı rahibelerin faaliyet alanı
sadece Anadolu ve İstanbul olmayıp, özellikle İzmir gibi önemli bir ticaret ve
liman kenti olan merkezler de önemli birer çekim merkezi olmuşlardır.
İzmir’deki kimsesiz ve yardıma muhtaç bikes çocuklar için öksüzler yurdu tesis
edilmiştir.
Bu olgunun dâhilinde yer alan diğer önemli bir
husus da, Osmanlı devleti tarafından özellikle İstanbul’da tesis edilen
Dâr’ül-eytam’lar ve diğer sosyal yardımlaşma kuruluşlarında rahibelerin önemli
pozisyonlarda görev almış olmalarıdır. Galata Rahibeleri İstanbul’da bu sürece
öncülük yapmışlardır. Bilhassa Osmanlı hastaneleri de dönemin sosyal yaşamında
takdir edilen çalışmalarına bakılarak kendilerine teslim edilmişlerdir.
İstanbul’daki hastanelerden birisini yöneten Rahibe Caroline Renault, bu durumu
bizzat kendisi şöyle ifade eder:
“Son kolera salgını süresinceydi. Osmanlılar
hastalarını evlerinde bırakıyorlardı veya sokaklarda ölürlerse şayet,
cenazelerini almıyorlardı. Bir gün salgın hastalığının fena halde etkili olduğu
bir mahalleden geçerken, durumu fena halde kötü olan birini gördüm. O dönemde
her zaman yanımızda hazır bulundurduğumuz bazı ilaçlardan verdim; sonra da
oradan geçmekte olan birkaç kişiye hastayı yan taraftaki küçük bir kahvehaneye
taşımamız için yardım etmelerini söyledim. Bu doğal yardım davranışımıza tanık
olan bir Osmanlı yetkilisi yanımıza yaklaşarak şöyle dedi:
-Bir hastayı tedavi etmeyi bilen sadece
sizsiniz. Sizin gibi birkaç yardımsever bizde de olsaydı, hastanelerimizde bu
kadar çok kişi ölmeyecekti.
-Acı çeken herkesin hizmetindeyiz, diye
karşılık verdim.
-O halde yerden kaldırdığınız ve ne
yapacağımızı bilemediğimiz başka hastaları da tedavi etmek ister misiniz?
-Evet; ama burada değil, diye karşılık verdim.
Bir adres verin ve birkaç rahibeyle geleceğim, dedim.”(Fontmagne 1902, s.
458-462)
İstanbul’un 19. yüzyılda Pera ile birlikte,
yabancı uyruklu diplomatlar ve resmi diğer devlet görevlileri için bir çekim
merkezi olduğunu söylemek gerekir. Dönem İstanbul’unu görme fırsatı yakalamış
insanlar, İstanbul’un özellikle boğazı ve diğer yerleşim bölgeleriyle dünyanın
en güzel yeri olduğunu büyük bir hayranlıkla ifade etmişlerdir (Plandin 1853,
s. 8-9; Goodsell 1922, 13-14, 79; Moore 1922, s. 167). Pera; özellikle Bulgar,
Yunan, İtalyan, Macar, Alman, Polonyalı, İspanyol, Fransız ve daha birçok
farklı ülkenden gelen politik sığınmacı göçmenlerin merkez bölgesiydi. Fransa
ise hayatlarını gençliğin yeniden inşasına adamış Lazaristler, Sain-Vincent de
Paul Rahibeleri kanalıyla, Pera ve Galata’da sosyal yardımlaşma faaliyetleriyle
ön palana çıkmaktaydı (Huntington 1922, s. 140-143). 1846 yılı itibariyle
Pera’da bir Fransız hastanesi, hayırsever hüviyete sahip bu topluluklarca tesis
edilmişti. Tifus ve Kolera gibi salgın hastalıkların tedavisi ve önlenmesi
hususlarında şehir halkının yakınında yer alan hayırsever kuruluşların takdir
edildiklerini görüyoruz (Ayar 2007, s. 22-38). Sultan Abdülmecid dönemin Fransa
elçisi aracılığıyla, Saint-Vincent de Paul Rahibelerini kutlamıştır.
Saint-Vincet de Paul Rahibelerinin yanında Soers de Charite olarak bilinen
hayırsever rahibeler/kızlar da yaptıklarıyla sıkça ön plana çıkmışlardır.
Galata’da iki yüz küçük kıza barınma imkânı sunan bir yetimhane ile gündüzlü
ortalama dört yüz çocuğa hizmet veren yatısız bir okul inşa ettiler. Pera’daki
hastanelerinde aşağı yukarı üç yüz çocuğa ders verecek sınıflar oluşturdular.
Burada eğitim alacak çocuklar için Fransa’da verilen eğitimle eşdeğer bir
müfredat hazırlanmıştır. Bunun dışında Ermeni ve Yunan ailelerinden gelen küçük
kız çocukları için düzenli eğitim veren bir okul oluşturuldu. Lazaristlerin
boğazın sol kıyısında 40 bikese eğitim veren bir yetimhanesi mevcuttu. Boğazın
Avrupa kıyısında, Bebek’te Soers de Charite mensupları buluntu çocuklar için
bir kreş ve fakir çocuklar için bir dispanser oluşturmuşlardı. Sörlerin (les
Soers) Müslüman hapishanelerine hasta olan tutukluları tedavi etmek üzere
rahatça girip çıkma serbestîleri vardı. Bu bilgilerden hareketle kreş
örneğinden başlayarak, yetimhaneler, okullar, dispanserler ve cezaevlerine
kadar Fransız Katolik kuruluşlarının büyük çaba sarf ettiklerine tanık
oluyoruz. Onların nazarında Osmanlı devleti kimsesiz çocuklar meselesinin
ciddiyetini zamanında idrak edememiştir. Dolayısıyla alınması gereken önlemler
zamanında alınamamıştır. Bu açıdan düşünüldüğünde 19. yüzyılda Osmanlı devleti
eliyle gerçekleştirilen sosyal yardım uygulamalarının, Fransa destekli
hayırsever kuruluşların çabalarına oranla yetersiz kaldığı eleştirisi
yapılabilir. Belki de 19. yüzyılın ikinci yarısının sonlarına doğru artmaya
başlayan sosyal hizmet uygulamalarının hem bu açığı kapatmak hem de mevcut
sorunların önüne geçme eğilimi taşıdığı da söylenebilir. Dini bir nitelik
taşıyan yetimhanelerinden de anlaşılacağı gibi, bu hayırsever kuruluşlar daha
önce de zikrettiğimiz üzere misyoner topluluklar olarak değerlendirilmiş ve
yaptıkları faaliyetler misyonerlik amaçlarıyla ilişkilendirilmiştir (Poujoulat
1860, s. 125-132).
3. 7. MİTHAT PAŞA VE TUNA VİLAYETİ
Osmanlı devletinin önemli bir parçası olan
Balkan toprakları, 1850’li yıllarla birlikte çeşitli sorunların ortaya çıktığı
bir sorunlu bölge haline dönüşecektir. Bu coğrafyada yaşanan uzun süreli
karışıklık ve güvensizlik ortamını ortadan kaldırmak amacıyla çeşitli
arayışların içine girilmişti. 1854 yılında bu topraklardaki düzensizlik ve
kargaşa ortamını ortadan kaldırmak üzere yetkili kılınan Mithat Paşa,
sorunların kapsamlı bir inceleme safhasından sonra etkili bir şekilde
giderilmesi için adımlarını bilinçli atmaya özen göstermiştir. 1857 yılında
Vidin, Tırnova ve Silistre bölgelerindeki olumsuz durumu incelemek üzere birkaç
kez daha görevlendirilen Mithat Paşa, 6 ay kadar da çeşitli görevler için
Paris, Londra, Brüksel ve Viyana gibi dönemin en önemli Avrupa merkezlerinde
bulunmuştu (Koç 2007, s. 38; Lewis 2007, s. 162, 158-168).
1860’li yıllarda Osmanlı devletinin içinde
bulunduğu olumsuz ağır ekonomik ve siyasi şartlar ağırlığını iyice
hissettirmeye başlamıştı. Ülkenin birçok noktasında halkın memnuniyetsizliği
dikkat çeken bir dışavurum olarak ön plana çıkmış, ayaklanma ve isyan
hareketleri yürütülmek istenen politikaların önündeki başlıca iç sorunlar
olarak duruyordu. Balkanlarda Panslavizm akımının rahatsız edici etkileri
Osmanlı devletini dış siyaset arenasında zor durumda bırakıyordu. Diğer
taraftan sınırlar dâhilinde sık cereyan eden olaylar, Kırım savaşı ve Paris
Antlaşması ile kazanılan itibarı ortadan kaldırıyordu. Rumeli bölgesindeki
kargaşa ortamının büyümesi üzerine, bu bölgeyi yerinde incelemek isteyen
Kıbrıslı Mehmet Paşa; Niş, Vidin ve Rusçuk taraflarında yaptığı gözlem ve
incelemelerinde daha önceleri Mithat Paşa tarafından dile getirilen hususların
ve yapılan tespitlerin haklılığını görecektir. Buradaki düzensizliğin ancak
Mithat Paşa eliyle çözülebileceğini düşünen Kıbrıslı Mehmet Paşa, Mithat
Paşanın vezirlik rütbesiyle birlikte Niş Valiliğine tayini için öneride
bulunmuş, Sultan Abdülmecit de kendisini bu hususlarda sahip olduğu birikimden
ötürü övmüştür. Mithat Paşa böylelikle vezaret rütbesiyle henüz çok genç
sayılabilecek bir yaşta 1861 yılında Niş Valiliğine atandı. Kargaşa ortamını
ortadan kaldırmak ve güven ortamını bu bölgede yeniden tesis etmek üzere
çalışmalarını titiz bir şekilde yürüten Mithat Paşa, kısa sürede büyük
mesafeler kat etmiştir. İslam ve Hıristiyan tebaanın bir arada huzur içinde
normal hayatlarına devam edebilmelerini sağlamak üzere, birikmiş olan vergi
borçlarını belli bir süreliğine erteleyerek onların sevgi ve desteğini kazandı.
Oluşturmuş olduğu zaptiye askeri teşkilatı ile güven ortamını yeniden tesis
etme ve zorbalığı ortadan kaldırma yolunda önemli bir adım daha atmıştır.
Sosyal devlet olmanın gereklerini yerine getirmeye çalışan bir anlayışla
toplumsal huzuru tesis edecek bir takım müesseseler ihdas etti. Vilayet
sınırları dâhilinde yol ve köprü inşasına başladı. Ekonomik refahı arttırmayı
amaçlayan Mithat Paşa, bölgeyi kısa sürede bir çekim merkezi haline dönüştürür.
Benzer bir ıslah hareketine ihtiyacı olduğu düşünülen Prizrin de Niş Vilayetine
bağlanmış ve akabinde de sorunları kısa sürece çözüme kavuşturulmuştur.
1856 Islahat Fermanı ile öngörülen idari
reformları gerçekleştirmek ve Avrupalı devletlerin bu coğrafya üzerindeki
baskılarını kırmak üzere gerekli çalışmaların yapılabilmesi için Mithat Paşanın
yardımıyla 1864 yılında Vilayet Nizamnamesi oluşturulur. Silistre, Vidin ve Niş
eyaletleri birleştirilerek Tuna Vilayeti kuruldu. Tuna vilayetinin merkezi
bilindiği üzere Rusçuk idi. Nizamnamenin uygulanma zemini bulabilmesini
sağlamak amacıyla ekonomik, sosyal ve kültürel müesseseler tesis edilmeye
edilmeye çalışıldı. Köylerde İhtiyar Meclisleri, kazalarda İdare ve Deavi
Meclisleri ve vilayet merkezinde yıllık toplanacak genel bir meclis oluşturuldu
(Baykal 1964, s. 11-19).
Yaklaşık 3,5 yıllık Tuna vilayeti valiliği
müddetince 3.000 kilometre yol, 1400 köprü, Tuna üzerinde işleyecek bir vapur
şirketinin tesisi ve Rusçuk limanının yeniden etkin olarak işler hale
getirilmesi; bölgenin bu dönemde kavuşmuş olduğu sosyal refah ortamını yansıtan
güçlü göstergelerdir. Sahip olduğu bütün bu idari ve sosyal tecrübe, Mithat
Paşaya önemli bir tarihsel rol kazandırmıştır. Bu bölgelerde sosyal devlet
nizamı denilince hala akla gelen ilk isim Mithat Paşadır. Niş(1860), Rusçuk ve
Sofya’da birer Islahevi tesis ederek yetim kalmış Müslüman ve Hıristiyan
çocuklarının toplumsal hayatta sorun haline dönüşmelerinin önüne geçilmiş,
sanat ve meslek eğitimi sonucunda hem kendilerine hem de topluma yarar
sağlamaları doğrultusunda son derece önemli adımlar atmıştır (Çelik 2010, s.
35-36). Oluşturmuş olduğu bu kurumlar Osmanlı devletinde sanat okullarının ilk
örnekleridir. Bunun yanında mesleki teknik eğitimin de öncüsü olarak anıla
gelmiştir.
Mithat Paşa, Tuna valiliğinden sonra bulunduğu
Bağdat Valiliği hizmetinde de benzer politikaları uygulamaya devam etmiştir. Bu
bölgede de toprak reformuyla köylü halkı büyük bir yükten kurtarmış arazi
sahibi yapmıştır. Yol, atlı tramway, sanat okulu, tasarruf sandığı, okullar,
hastane, ıslahhane, Basra Körfezi ve Bağdat arasında düzenli vapur seferleri,
Dicle ve Fırat’ın taşkın zamanlarında meydana gelen zararları en aza indirgemek
için set ve kanallar oluşturdu (Baykal 1964, s. 27).
Mithat Paşanın Tuna vilayeti dönemindeki
çalışmaları, kendisini oldukça farklı bir konumda değerlendirebilmemize olanak
sağlamaktadır. Bu dönem detaylı olarak araştırıldığında Mithat Paşanın hayata
geçirmek istediği uygulamalarının, bu dönemi özel bir dönem kıldığını açıkça
ortaya koymaktadır. Görevde bulunduğu süre zarfında bölgedeki çalışmalarıyla
çağdaşlarını dahi geride bırakan bir sosyal hizmet anlayışı tesis ettiğini görebiliyoruz.
Avrupa devletleri örneğinde dahi kendisi kadar ince düşünüp bu yönde sosyal
politikalar geliştirebilmiş ikinci bir kişiden söz etmek biraz zordur. Açıkta
kalmış, beslenme ve barınma ihtiyacı olan çocukların Niş ve Rusçuk
ıslahhanelerine alınması hususunda büyük itina göstermiş; sakat, ihtiyar veya
türlü ağır sağlık sorunları yaşayan kimselerin aylıklarının sorunsuz olarak
ödenebilmesi için ayrı bir çaba göstermiştir. Bu doğrultuda görevliler tayin
etmiş ve vilayet sınırları dâhilinde benzer müşkül şartlarda olan kimselerin
tespiti için çizelgeler oluşturularak ihtiyaçlarının zamanında giderilmesi ve
uygun birimlerde barındırılmaları hedeflenilmiştir. Bu yönleriyle oldukça
kapsamlı bir sosyal ıslah hareketine giriştiği, sosyal yardım faaliyetlerinin
ve sosyal hizmet anlayışının tesisinde oldukça önemli mesafeler kat edildiğini
vurgulamak gerekir (BOA, I.MMS 133/5690, s. 4).
II. ABDÜLHAMİT VE SOSYAL DEVLET REFORMLARI
1. II. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ MAARİF DANIŞMANLARI VE SOSYAL
DEVLET UYGULAMALARI
II. Abdülhamit’in hüküm sürdüğü dönem
(1876-1909) Osmanlı devletinin içinde bulunduğu zor şartlar göz önünde
bulundurularak değerlendirildiğinde, Osmanlı devletinin son kayda değer
evrelerden biri olarak kabul edilebilir (Anderson 2010, s. 236-238). Modern
Türkiye’nin temellerinin atıldığı hassas bir zaman dilimi olarak çok sık ön
plana çıkan bir unsur olmuştur. Modern eğitim kuramlarının açıldığı ve
yaygınlaşarak devam ettiği bir süreç olarak zihinlerde yer edinmiştir (Özbayrak
2011, s. 29-31). Bu yönüyle II. Abdülhamit dönemi eğitim noktasında bir dönüm
noktası olmuştur. Maarif hususunda devrin entelektüellerine, önemli devlet
adamlarına danışılmış ve bu noktada kendilerine önemli vazifeler yüklenilerek
düşüncelerinden yararlanma yoluna gidilmiştir. Bu süre zarfında Kemal Paşa,
Münif Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Mustafa Nuri Paşa, Selim Sabit Efendi ve Emrullah
Efendinin değerli çalışmaları olmuştur (Kodaman 1991, s. 165). Münif Paşa
eğitimin modern bir nitelik kazanması ve yaygınlaştırılması hususlarında
Abdülhamit’e danışmanlık yapmış ve yakınında yer almıştır (Gündüz 2010, s. 43).
Yine bu doğrultuda Padişahın yakınında yer almış diğer önemli bir danışman da,
padişahı sahip olduğu birikimle yönlendiren, okulların nerede, ne tür nitelikte
ve nasıl tesis edilecekleri mevzusunda uygulayıcı kararlar alan, reformist,
Türk milliyetçisi ve Batı yanlısı (küçük) Mehmed Said Paşadır (Lewis 2007, s.
177).
Osmanlı devletinde her şeyden evvel eğitimin
yaygınlaşması gerekliliğinin altını çizen Said Paşa, bu unsurun hâkimiyetin ve
meşruiyetin temel şartı olduğunu dile getirmiştir. Aynı şekilde mevcut
başarısızlık ve kargaşa ortamının, maarif meselesinin öteden beridir göz ardı
edilmesinden ileri geldiğini vurgulayacaktır. Bu hususta Balkan Savaşlarının
cehalet ve eğitimsizlikten dolayı hüsranla sonuçlandığını düşünür. Yeni okullar
için derhal harekete geçilmeli ve Avrupa her yönüyle (bilhassa maarif alanında)
örnek alınmalıdır. 1880 yılında İstanbul’da bunu teyit eder nitelikte
kararların uygulamaya konulduğunu gösterir nitelikte 18’in üzerinde farklı
muhteviyatta eğitim sunan mektep mevcuttu. Rüştiye ve idadiler de zaman
içerisinde sayıca çoğalacak ve böylelikle eğitim alanında önemli mesafeler kat
edilmiş olacaktı (Lewis 2007, s. 179180). Küçük Said Paşa eğitimi bir bütün
olarak ele almıştır. Okul öncesi eğitimden üniversiteye kadar bir dizi öneride
bulunmuş ve bu doğrultuda uygulayıcı kararların alınmasına ön ayak olmuştur.
Toplumsal refahın artması için mevcut eğitim sisteminin acil ıslah
gerektirdiğini dile getirerek ilköğretim sonrası memur alımının ortadan
kaldırılmasını elzem görmüştür. Benzer doğrultuda daha üretken bir sanayi
toplumu için hâlihazırdaki eğitim anlayışı; fakir ve esnaf çocuklarının
eğitimlerine, ilerlemelerine ve kendilerine özgü mesleki yeterliliklerini
keşfetmelerine engeldir tespitinde bulunmuştur. Bu engelleri ortadan kaldırmak
üzere başta İstanbul olmak üzere vilayet merkezlerinde açılacak sanayi
mekteplerin önemli işlevler göreceği düşüncesiyle, bu nitelikte okullara daha
fazla ehemmiyet verilmesi görüşünü dile getirerek, merkeze uzak vilayetlerde bu
atılımların yapılması için uygu zemin oluşturmuştur (Gündüz 2010, s. 45-55).
Sultan Abdülhamit dönemi; Osmanlı devletinin
sağlık, kimsesiz çocuklar sorununun çözümü ve sosyal hizmet alanında modern
uygulamalar gerçekleştirdiği bir zaman dilimidir. Bu dönemde tesis edilen
Dârü’l-aceze, Hamidiye Etfal Hastanesi, Darü’l Hayri Âli ve Himaye-i Etfal
Cemiyeti kendi alanlarında ilk olma özelliği taşıyarak, Osmanlı devletinin son
yıllarında modern ve sosyal devlet anlayışına sahip bir görüntüsü sağlamasına
hizmet etmişlerdir.
Bu kuruluşların tesisi arkasındaki detaylar
incelendiğinde dönem şartlarının, sosyal devlet nizamı hususunda Osmanlı
devleti üzerinde baskı oluşturduğu söylenebilir. Çünkü ciddi karışıklıkların
yaşandığı bu dönemde, ihtiyaç halindeki çocuk ve muhtaç sayısı özellikle
yönetim merkezi olan İstanbul’da epeyce artmış, ulaşılan rakamlar tebaanın ve
vakıfların gönüllü destekleriyle çözüme kavuşturulacak bir durum olmaktan
çıkmıştır. Çözüme kavuşturulamadığı takdirde Padişah imajını halk nazarında
zedeleyecek olan bu sorunlara karşı, Sultan Abdülhamit duyarsız kal/a/mamış ve
aşağıda tartışacağımız hizmetlere ön ayak olmuştur.
Sultan Abdülhamit döneminde, ikili ilişkiler
nazarında Osmanlı devletine ziyarette bulunan Avusturya İmparatoru, Osmanlı
Başkentinde kendisine gösterilen ilgi ve misafirperverlikten etkilenmiş
görünmüştür. Sosyal yardımları sağlamanın bir tür meşruiyet kazanma olduğunu
içselleştirmiş devlet adamları, benzer davranışlarda bulunmuşlardır. Avusturya
imparatoru da İstanbul ve Beyoğlu sakinlerinden muhtaç durumda olan kimselere
toplamda 19.500 frank nakdi para yardımında bulunmuştur. Osmanlı devlet
yöneticileri gibi kendisi de tebaa ayrımı yapmaksızın diğer gayrimüslim halka
da önemli yardımlarda bulunmuştur. Gayrimüslim tebaadan para yardımında
bulunduğu kişiler de muhtaç durumda olanlardır (Aktepe 1989, s. 59-60). Sadece
İstanbul ve Beyoğlu sakinlerine verilen bu yüklü paranın dönem şartlarında
önemli bir meblağ olduğu açıktır. Ancak bu paranın doğru veya nereye
kullanıldığı da muammadır.
2. 1. Dârü’l-aceze (Yoksullar Evi)
İlber Ortaylı ve daha birçok araştırmacı 19.
yüzyıl için Osmanlı devletinin en uzun yüzyılı nitelendirmesinde bulunmuştur.
Birçok olumsuzluğun birlikte yaşanması bu tür bir nitelendirmeyi ortaya
çıkarmıştır (Kavas 1991, s. 22). Kaybedilen savaşlar sonucunda yaşanan
toplumsal kargaşa ortamı eğitim, sosyal ve sağlık hizmetleri unsurlarının daha
çok ön plana çımasını sağlamış ve bu doğrultuda bir sosyal devlet politikasının
izlenmesi zorunluluğunu gün yüzüne çıkarmıştır. Sultan Abdülhamit başa
geçtiğinde devletin/ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullar daha da
ağırlaşacak ve mevcut borçların üzerine yeni ağır yükümlülüklerle karşı kaşıya
kalınacaktı. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sonucu Osmanlı devleti yüklü bir
tazminat ödemek zorunda kaldı. Bu savaş sonrasında Balkanlardan İstanbul’a
yoğun bir göç hareketi başlamıştı (Davis 1922, s. 206). Göçmen sayısının 500
bini aştığı söylenmiştir. İstanbul sokaklarının kısa zaman zarfında hasta ve
yaralı göçmenlerle dolduğu ifade edilmiştir. Bu soruna çare olarak çeşitli
arayışlara girilmiş ve kısa bir süre sonra; bitap düşmüş, zayıf, hasta ve
kimsesizlerin barınabileceği bir kurumun zaruriyet arz ettiği anlaşılmıştır. 31
Ocak 1896 yılında ancak hizmet verebilecek konuma getirilen Darülaceze (acizler
evi) yukarıda sözünü ettiğimiz işlevi yerine getirecek ve din, dil, ırk ayırımı
gözetmeksizin bütün Osmanlı acizleri ve kimsesizlerine hizmet verecek bir yapıya
kavuşturulmuşturn (Hacıömeroğlu 2010, s. 226: Nuhoğlu 1993, s. 513).
Kurumun tesisi ve hizmet vermeye hazır hale
gelmesi noktasında devrin Sadrazamı Halil Rıfat Paşa büyük çaba göstermiştir.
Temelleri 1892 yılında Kâğıthane’de Poligon sırtlarında atılan Düşkünler
Yurdu(Darülaceze), 28 Ocak 1895 tarihli iki kararname ile idari anlamda
Dâhiliye Nezaretine bağlanır. Yönetim Kurulu Başkanlığını, belediye tarafından
seçilen ve padişahça da onaylanan bir memur yapacaktı. Üyelikler; Vakıflar
idaresi, Müftülük ve Zaptiye Nezaretince gösterilecek birer memura verilecekti.
Darülacezede Rum, Ermeni, Katolik ve Yahudi azınlıkları birer temsilci
bulunduracaklardı. Temsilciler Kurulu herhangi bir ücret almaksızın görevlerini
gönüllü olarak sürdürüyorlardı (Güngör 2009, s. 159-160).
On dokuzuncu yüzyılın sonu itibariyle Osmanlı
devletinin başkentinde işsiz güçsüzlerin, dilencilerin ve kimsesizlerin
sayısındaki artış, ciddi bir sosyal sorun haline gelmiştir. Bu sorunların
çözümüne yönelik olarak temelleri 1892’de atılıp yapımı 1895 yılında tamamlanan
Dârü’l-aceze, İstanbul’un ilk modern hayır kurumu olmuştur (Gövsa 1930, s.
661). Bu hayır kurumu Sultan Abdulhamid tarafından başlatılan ve en önemli
bağışçısının kendisi olduğu bir yârdım kampanyası neticesinde kurulmuştur
(Yıldırım 1994, s. 555). Dârü’l-aceze, yoksulların barındığı basit bir kurum
olmaktan çok; okulları, hastaneleri, koğuşları, atölyeleri, kreşleri ve
ibadethaneleri ile farklı ihtiyaçları karşılayacak şekilde hizmet vermiştir.
Yaklaşık olarak bin kişiye hizmet verecek kapasitede kurulan Dârü’l-aceze,
kurulduğu ilk yılda 240 kişiye barınak sağlamış ancak bu rakam 1899 yılında 3
katını aşmıştır. 1909 yılında bakılan kişi sayısı 1,002 kişiye ulaşmıştır
(Yıldırım 1997, s. 147, 182).
Dârü’l-aceze bünyesinde kurulan ve 1903 yılında
hizmete giren Irda’hâne dönemin en modern teknoloji ve araç gereçleri ile
donatılmıştır. Dört yaşın altında ve kimsesiz çocukları barındırmayı amaçlayan
Irda’hâne’de Fransız bir müdirenin yönetiminde Avusturyalı dadılar
görevlendirilmiştir. Bunun nedeni olarak çocuk alanında eğitim görmüş kadın
hemşirelerin yokluğu gösterilmektedir. Irda’hâne 4 yaşın altındaki çocuklara
hizmet verirken, aynı yıl faaliyete geçen eytamhanenin(yetim evi) 4 yaşından
büyük çocuklara hizmet vermesi hedeflenmiştir (Özbek 2002, s. 210-212).
2. 2. Hamidiye Etfal
Hastanesi
1899 yılında açılan bu kurum, günümüzde Şişli
Etfal Hastanesi ismini alarak Türkiye’nin ilk çocuk hastanesi olma özelliğini
taşımaktadır. Hazine-i Hassa Nezaretine bağlanan hastaneye Sultan Abdülhamid
dönemi boyunca maddi destek sağlanmıştır. Sultan Abdülhamid’in bu hastaneyi
henüz 8 aylıkken ölen kızı Hatice Sultan’ın anısına yaptırdığı belirtilmektedir
(Özbek 2002, s. 216-218).
İçinde bulunduğu doğal ortam, nitelikli doktor
kadrosu, modern tıp araç gereçleri, sağlığa uygunluk ve benzeri konularda o
dönemin yayın organlarında sık sık bahsi geçen Hastaneyi yurt dışından ziyaret
edenler de bulunmaktaydı. Bunlardan, Chicago Rush Medical College’ta cerrahi
profesörü olan ve daha sonra Illinois Eyaletinde Sağlık Bakanlığı görevinde
bulunan Dr. Senn Hastaneyi 1902 yılında ziyaret etmiştir. Bu ziyareti sonucu
yaptığı değerlendirmede Dr. Senn, Amerika’da çok daha büyük hastanelerin
bulunduğunu ancak bunların hiçbirinin sahip olunan mekân, tıbbi araç gereçleri,
bünyesinde barındırdığı kimya laboratuarı ve bakteriyoloji bölümleriyle Etfal
Hastanesi ile yanşamayacağını ifade etmiştir (Özbek 2002, s. 230-233).
Doğruluğu tam olarak teyit edilemeyen bir
öyküye göre, II. Abdülhamit döneminde kimsesiz bir çocuğun yazdığı bir dilekçe
üzerine 5 Mayıs 1989’da Müslüman çocukların himayesi hususunda bir Dârü’l-eytam
kurulması emri bizzat Padişah tarafından verilir (Sakaoğlu 1994, s. 558-559).
Bu doğrultuda, kimsesiz Müslüman bikeslerin ve sokak çocuklarının korunma
altına alındığı bir yetimhane ve aynı zamanda mektep olan Dârü’l Hayr-ı Âli
1903 yılında faaliyete geçmiştir. Hamidiye Etfal Hastane-i Âlisi gibi bizzat
Sultan Abdulhamid’in girişimiyle kurulan Eytamhane Hazine-i Hassa Nezareti
tarafından mali olarak desteklenmiştir (Özbek 2002, s. 237).
Darü’l Hayr-ı Âli öncelikle "işsiz güçsüz
serseri dolaşan hane berduş gençlerle, korunmaya muhtaç oğlan çocuklar"
için kurulmuştur (Ergin 1966, s. 4248). Eğitim süresi biri hazırlık olmak üzere
7 yıl olarak tasarlanan ve kız erkek karışık olması planlanan yetimhaneye
sadece erkek çocuklarının alındığı görülmektedir. İkinci Meşrutiyetin ilanından
sonra Sultan Abdülhamid döneminde tesis edilen kurumlar, bir takım
düzenlemelere tabi tutulmuştur. Bu doğrultuda Darü’l-aceze ve Hamidiye Etfal
Hastanesi, Müessessiyat-i Hayriyye-i Sıhhiye Müdüriyeti’ne bağlanarak
varlıklarını sürdürmüşlerdir. Darü’l Hayr-ı Âli ise önce Şehremaneti’ne
bağlanmak istenmiş fakat daha sonra 1909 yılında çıkarılan bir kanunla
lağvedilmiştir (Özbek 2002, s. 246-251).
İkinci Meşrutiyet döneminin önde gelen
idarecileri ve devrin entellektülleri, bu yeni yaşam evresiyle birlikte milli
bilince sahip bir neslin ortaya çıkarılması ve yetiştirilmesi düşüncesinde
olmuşlardır. Bu zaman dilimiyle başlayacak olan savaşların etkisiyle de, bu düşüncelerini
biraz değişime uğrayarak da olsa gerçekleştirmek için hazırlık yapmışlardır.
Yaşanmış savaşlar özellikle çocuklar arasında büyük bir ahlaki çöküntüyü de
beraberinde getirmişti. Süreçle birlikte yaşanan ağır ekonomik ve toplumsal
şartlarla birlikte Osmanlı devleti kısa süre içerisinde sayıları binleri aşacak
kimsesiz çocuklar sorunuyla karşı karşıya kalacak ve devlet bu bikes çocukların
barınma ihtiyaçlarını gidermek üzere çeşitli arayışlara girecektir.
Balkanlarda önemli merkezlerde Mithat Paşa öncülüğünde
gerçekleştirilen uygumlalar ve Birinci Dünya Savaşı süreciyle yaşanacak
gelişmeler ayrı tutularak, kimsesiz çocukların korunma ve barınma ihtiyaçlarını
gidermeye yönelik olarak ilk girişim hareketinin, II. Abdülhamit döneminde
bizzat kendisinin teşvikleriyle tesis edilen Darülhayr-i Ali olduğunu belirtmek
gerekir (Özbek 1999, s. 11-14). Bu kurum daha çok yersiz yurtsuz kalan yetimler
için tesis edilmiş olmakla beraber ilerleyen yıllarla birlikte kimsesiz
çocukların görünebilir sorunları, Devleti yeni barınma merkezleri tesis etme
noktasında zorlayan bir durum haline dönüşecektir. Etfal Cemiyeti ve Dâr’ül-
eytam’ların Osmanlı devletinin birçok noktasında tesis edilecek olması bu
durumun ciddiyetinin gösteriyor oluşları açısından önemlidir. Diğer taraftan
savaş ortamının gün yüzüne çıkardığı kimsesiz çocuklar sorununa çözüm getirmek
amacıyla tesis edilmiş kurum, aynı zamanda sivil bir kuruluş niteliği taşıyan Himaye-i
Etfal Cemiyetidir. 1908 yılında kurulmuş olmakla beraber asıl yapılanması
I. Dünya Savaşı dönemlerine denk gelir. On iki kişinin bir araya gelerek
oluşturduğu bu organizasyona daha sonra sekiz kişi daha katılacaktır. Bu
kurucuların bağımsız hareket eden masonlar olduğu dile getirilmiştir. Kurumun
idaresi, 1923’teki ilgasına kadar bu kurucuların denetiminde olmuştur. İsmail
Canbulat Bey ve Cavid Bey kuruluşun ilk başkanları olarak bilinirler (Okay
2000, s. 226-227). Kuruluşundaki temel unsur, sözünü ettiğimiz kimsesiz
çocukların korunması hususundaki yetersizlikler ve iyi örgütlenmiş bir yapının
yokluğuydu. 6 Mart 1917 yılında Galatasaray Yurdunda toplanan bir merkez heyet,
hükümetten gerekli destekleri alarak çalışmalarına başlamıştır. Bu heyet
kimsesiz çocuklara barınma imkânı sağladığı gibi, onların beden ve ruh
sağlıkları için gayretli çalışmalarda bulunmuşlardır. Savaş esnasında ve
sonrasında giderek bozulan toplumsal hayat, bilhassa hükümet merkezini
yoksulluk ve sefalet yuvası haline dönüştürmüştü. Bu ortamın içinde bulunan
kimsesiz çocukların topluma kazandırılması, barındırılması ve eğitilmeleri
noktasında; bu cemiyet, yaptığı yapıcı çalışmalarla önemli görevler
üstlenmiştir (Sarıkaya 2003, s. 34-37).
Çocukların ihmal ve istismardan korunması,
fakir ve hasta çocukların sağlık durumlarıyla ilgilenilmesi, çocuklar için oyun
alanlarının oluşturulması ve kimsesiz çocuklarla ilgilenen uluslararası
kuruluşlarla bağlantıya geçilmesi Cemiyetin faaliyetleri arasında sayılmıştır.
I. Dünya Savaşı sonucunda kimsesiz kalan çocuk sayısı büyük bir artış
göstermiştir. Bu doğrultuda 28 Kasım 1917'de savaş bölgesinden toplanan
çocuklar için Firuz Ağa'da Çocuk Misafirhanesi açılır. 1917-1922 yılları
arasında hizmet veren misafirhanenin 2.027 çocuğa bakım ve koruma hizmeti
verdiği ifade edilmektedir. Bunun yanında, çocukları çiftçilik ve hayvancılığa
yönlendirmek amacıyla Himaye-i Etfal Cemiyeti, Kalender'de Ziraat Yurdu
açmıştır. Açılan bu yurtta çocuklara yemek yapmak, yatak yapmak, yemek
pişirmek, çamaşır yıkamak, genel temizlik; hayvan yemlemek, tımar etmek, saman
çekmek, gübre kaldırmak, çift sürmek, harman dövmek, tohum dikmek, meyve
budamak, tohum atmak ve yağ yapmak gibi işler öğretilmiştir. Anne-çocuk
sağlığına yönelik çalışmalara da başlayan kurum; Şehzadebaşı, Kadıköy, Bakırköy
ve daha sonra Üsküdar semtlerinde açılan Dispanserler vasıtasıyla hastaları
muayene ederek, ücretsiz ilaç dağıtımına başlamıştır. Kurum 1923 yılındaki
genel kuruldan sonra, yeni bir genel kurul yapmayarak tarihe karışmıştır
(Çavuşoğlu 2005, s. 7-12; Okay 2000, s. 226-228).
1850’ler ve itibariyle İstanbul’daki yabancılar
ve azınlık cemaatleri de, kendi halklarının kimsesiz çocuklar sorununa yönelik
olarak eytam merkezleri tesis etmişlerdir. Bu yönüyle, kimsesiz çocuklara
yönelik ilk kurumsal hizmetlere yabancıların öncülük ettiği söylenebilir. 1877-78
Osmanlı-Rus Harbi, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı olmak üzere birçok uzun
süreli ve yıpratıcı savaşa giren Osmanlı Devletinde verilen kayıplarla birlikte
eytam sayısı da hayli artmıştı. Eytam sayısının 100.000 civarında olduğu
söylenmiştir. Bu miktarın ancak 10.000’ni Dârü’l-eytam’larda
barındırılabiliniyordu. Açıkta kalan yetimlerin çokluğu dikkat çeken bir
durumdur. Dârü’l-eytam sayısının çok az olması ve buna karşılık kimsesiz çocuk
nüfusunun fazlalığı temel sorun idi. Sıkıntının bir diğer nedeni de sadece
şüheda eytamı için kurulan Dârü’l-eytam’lara diğer yetimlerin de alınmasıydı.
Bunun dışında savaş yetimlerinin her türlü ihtiyaçlarıyla ilgilenilmeye
çalışıldığını ifade etmek gerekir (Sufoğlu 2003, s. 49-56). Babaları cephelerde
ölen çocuklar için kurulan ve çok yönlü yetiştirme yurtları olarak bilinen
Dar’ül-eytam’lar, Osmanlı devletinin son yıllarında pekişen sosyal devlet
anlayışı ile yakından ilgilidir (Gövsa 1930, s. 538). Dönem İstanbul’u, bu
kurumların teşekkül olunduğu ilk merkez olarak bilinir (Akol 1950, s. 50). Bu
doğrultuda İstanbul’da kurulan; Yedikule, Çağlayan ve Büyükdere Dârü’l-
eytam’larında sanayi eğitimin verilmesi planlanmışken, zirai eğitim için de
taşrada tesis edilen Dârü’l-eytam’lar münasip görülmüştür (Kırbaç 2003, s. 88).
Eytamhane veya yetimhane de denilen bu kurumların, sözünü ettiğimiz inhitat
döneminde Anadolu coğrafyası başta olmak üzere diğer imparatorluk sınırları
dâhilinde de zorunlu olarak tesis edilecekleri görülecektir.
Bu kurumun resmiyette Dârü’l-eytam adını alıp
almadığı hususu müphemdir. Bu görüşün siyasal iktidara halk nazarında meşruiyet
kazandırılması noktasında ortaya çıktığı söylenebilir. Esasen 1899 yılında
kapsamlı bir nizamnamesi hazırlanan Dârü’l- eytam’lar, ertesi yıl İstanbul’da
Kadıköy Dârü’l-eytam’ının kurulmasıyla ortaya çıktı (Kırbaç 2003, s. 87). Diğer
bir görüşe göre de, dönemin Maarif Nazırı Ahmed Şükrü Bey’in girişimleriyle 25
Kasım 1915 tarihinden itibaren faaliyete geçmiştir (Nuhoğlu 1993, s. 521).
Buradan da anlaşılacağı üzere, 1850’lerden itibaren Dârü’l-eytam hüviyetinde
kuramların oluşturulduğu bilinen bir durum ise de, bu kuramların resmiyette
Dârü’l-eytam adını almaları Birinci Dünya Savaşı yıllarına denk gelir. Maarif
Nazırı Şükrü Bey’in destekleriyle kurulan bu kurumun ilk müdürü, İttihat ve
Terakki Cemiyetinin İstanbul Merkez Başkanı Kemal Bey, ilk genel müdürü ise
Kastamonu Mebusu İsmâil Mâhir Efendi’dir (Gövsa 1930, s. 538).
Cihan Harbinin başlaması üzerine misyonerler ve
İstanbul’da yaşayan yabancılar şehri terk etmeye başladı. Geri dönmek üzere
İstanbul’u terk eden bu gayrimüslimler, kendi çocuklarının barındığı
eytamhaneleri sahipsiz bırakırlar. Osmanlı Devletinin amacı da İngiliz, Fransız
ve İtalyanların boşalttıkları yurt ve mekteplerdeki bu çocukları himaye altına
almaktı (Sakaoğlu 1994, s. 558). Boşaltılan mektep, yurt ve diğer binalara el
konularak; bunlar birer Dârü’l-eytam haline getirilmiş, savaş nedeniyle ortada
kalan çocuklar da İstanbul’a ve yakın civar merkezlere tesis edilen
Dârü’l-eytam’lara yerleştirildiler (Nuhoğlu 1993, s. 521). Öte yandan ağır
savaş şartlarında cephelerde verilen büyük kayıplar sonucunda, bilhassa
Anadolu’da çok fazla sayıda çocuk yetim kaldı. Hükümet bir genelge
yayınlayarak, Anadolu’da bulunan yerel yöneticilerin bu çocukları bütünüyle saptamalarını
ve İstanbul’a gönderilmelerini emretti. Özellikle Doğu vilayetlerinden
getirilen ve sayıları binlerle ifade edilen erkek ve kız çocukları barındırmak,
onlara okuma yazma öğretmek, kendilerine bir zanaat ve meslek öğretmek
düşüncesi doğrultusunda acil tedbirlerin alınması zaruriyeti ortaya çıkmıştır
(Ergin 1977, s. 1548). Dolayısıyla bu kadar çok eytamın nasıl ve nerede himaye
edileceği sorunu ortaya çıktı. Devlet, yukarıda belirttiğimiz görüşe nazaran
biraz daha farklı bir tutum sergileyerek; savaştan ötürü boşaltılan İngiliz,
İtalyan, Fransız ve diğer uluslara ait benzer nitelikte kurumları birer
Dârü’l-eytam merkezi haline getirmeyi düşündü. Fakat bu kurumlar bütünüyle boş
olmadığı için zorlukların yaşandığı da unutulmamalıdır. Çünkü Osmanlı devletinin
bu uluslara ait eytamı da herhangi bir ayırıma tabi tutulmaksızın himaye ettiği
bilinen tarihsel bir olgudur. Diğer taraftan İttihat ve Terakki yönetimi
ülkedeki bu kimsesiz çocuk topluluğunun başıboş ve sefil bir şekilde ortalıkta
kalmasını önlemek üzere, bu çocukların toplanması işlemine hız vermek istedi.
Bu noktada İstanbul’a getirilen bu eytamın uygun şartlarda barındırılması ve
gerekli eğitimlerinin verilmesi hususlarında yeterli ve doğru kararlar
alınamamıştı. Kimilerine göre de İttihat ve Terakki yönetiminin bu çocukları
parti ideolojisi doğrultusunda eğitmeye çalışarak asıl amaçtan uzaklaştığı
durumu söz konusuydu. Nitekim ilkin bu kurumlar Maarif Nezaretine
bağlanmayarak, İttihat ve Terakki Fırkasının gözetimi altına alınmış ve buna
uygun olarak ayrı bir müdüriyet tesis edilmiştir.
1915-1916 yıllarında İstanbul’a sevk edilen
eytam sayısındaki aşırı fazlalık, birtakım olumsuzlukları da berberinde getirdi
(Karakışla 1999, s. 47). Bu istenmeyen şartların yaşanmasında savaşın
uzamasından ötürü ambarların boşalması, eşya ve yiyecek sıkıntısın baş
göstermesi; usulsüzlüğün ve israfın yaygınlaşmasına yol açtı (Ergin 1977, s.
1549). Diğer taraftan kimsesiz çocukların topluma sorunsuz katılımları
sağlanamamış, bu çocuklar uygun kurumlara bilinçli kanalize edilemeyerek mevcut
olumsuz durumun daha da kötüleşmesinin önüne geçilememiştir. Bunun dışında,
bilindiği üzere İstanbul’daki yabancılara ait dini ve idari kurumlara el
konulmuş ve ihtiyaca göre bu kurumlara ek yapıların inşa edildiği olmuştur. Bu
da orijinal yapıların tahribatına yol açtı.
Dârü’l-eytam’ların idaresini üstlenmiş
Kastamonu Mebusu İsmail Mahir Efendi ile İttihat ve Terakki Genel Merkezinden
Kemal Bey, yapılmak istenenler noktasında büyük bir başarısızlıkla karşı
karşıya kaldılar. Bu kurumlar kısa sürede birer yolsuzluk merkezi haline
dönüşmüş, bikesler bakım ve eğitimden yoksun kalmış görüntüsü ortaya çıkmıştı.
Hatta hangi Dârü’l-eytam’a ne kadar çocuğun alındığı da bilinmez olmuştu. 29
Mayıs 1915’te bir yasa çıkarılarak Dârü’l-eytam’ların ıslahı düşünüldü
(Sakaoğlu 1994, s. 559). Ekonomik sıkıntılardan kurtulmak için, bu kurumlara
devlet, özel idare ve belediye bütçelerinden yapılacak yardımların yanı sıra
bir defaya mahsus olmak üzere 150.000 lira nakit ve 500 dönüm arazi tahsis edilmesi
kararı alındı. Bunun akabinde çıkarılan yeni bir kanun uyarınca da posta,
telgraf, tütün ve içki vergilerinden sürekli gelir kaynağı ayrılmıştı (Nuhoğlu
1993, s. 521). Bütün bu yeni düzenlemeler ilgili bir nizamnamede belirtildiği
gibi çalışmamızda buna da değineceğiz.
Savaş bitince İstanbul’a dönen yabancılar ile
işgal kuvvetleri Dârü’l-eytam haline dönüştürülmüş binaları geri aldılar.
Açıkta kalan eytam için yeni binalar, ihtiyaç fazlası feriye sarayları, biniş
köşkleri ve rical konakları tahsis edildi. Kısa bir süre içinde bu binaların
hemen hepsi tahrip edildi, içlerindeki eşyalar yağmalandı ve bazısı da yangına
maruz kaldı. Osmanlı devletinin savaştan yenik çıkmasıyla, Dârü’l-eytam’lardan
kaçan çocuklara engel olun/a/mamış ve artan belirsizliklerden ötürü bu kurumlar
daha fazla yaşatılamamıştır. İstanbul çevresindeki Dârü’l-eytam’lar kapatılmaya
başlandı (Okur 1996, s. 42). Geriye kalan az sayıdaki eytam da merkezdeki
sayılı kurumlarda himaye edildi (Sakaoğlu 1994, s. 559). İstanbul’da toplanan
son eytamın idaresi Şehir Yatı Mektebi’ne devredilmiş ve buralarında
kapanmasıyla Dârü’l-eytam’lar tarihe karışmıştır (Nuhoğlu 1993, s. 521).
2. 5. 1. Dârü’l-eytam’ların Genel Kuruluş Tüzüğü
Maarif
Nazırlığı bünyesi altında kurulmak üzere, ilkin Müslüman tebaadan olup güçsüz
erkek ve kız eytamın terbiye edilmelerini ve eğitimlerini sağlamak amacıyla
Dârü’l-eytam adıyla mektep tarzında kuramların tesisi buyrulmuştur
Oluşturulan
Dârü’l-eytam’lar daha çok geceleri eğitim verecek kurumlar olup parasızdırlar.
Bu kuramların kız ve erkek şubeleri farklı olacak ve kuramlarda barınacak
bikeslerin alacakları tahsil yedişer sene olacaktır.
Kız ve
erkek şubelerine her sene kırkar eytam alınacak, yedinci senelerinin sonunda
her şubenin kapasitesi iki yüz seksen olacak ve şubelerdeki toplam bikes çocuk
sayısı beş yüz altmış kadar olacaktır.
Yedinci
seneden sonra bu kuramlara ne kadar eytamın alınacağı, yedinci sınıfın sonunda
yapılacak sınavın sonucuna göre şekillenecektir. Bu sınav sonucuna göre
kuramlardan ayrılacak öğrenci mukabilinde yeni eytam alınacaktır ve bu kurala
mutlak suretle uyulacak, fazladan bikes kabul edilmeyecektir.
Kurumlara
alınacak bikes ve yetim çocukların yaşları beşten aşağı ve yediden yukarı
olmayacaktır.
Dârü’l-eytam’lar
sanayi tahsili ve ulvi ilimler noktasında faydalı olacak kurumlara kaynaklık
edeceklerdir.
Dârü’l-eytam’ların
genel idaresi bir müdüre devredilecek, bu müdüriyet çatısı altında kurumlarda
görev alacak müdürlerle birlikte bir muhasebe birimi oluşturulacak, muhasebe
işlerine iki kâtip ve ileride ortaya çıkacak durumlara göre bunlar için de
birer refik, eşya ve depo işlerine bakan bir memur ile bir ambar memuru
görevlendirilecektir.
İç
işlere ait vazifeleri yerine getirmek için erkek şubesine bir müdür muavini ile
kızlar şubesine bir müdür muavinesi tayin edilecek, her şubede gerektiği kadar
muallim ve muallimeler ile sanayi ustaları, gözetmenler ve hizmetçiler
bulundurulacaktır.
Kurumlarda
görev yapan bütün çalışanların maaşları Maarif Nazırlığı tarafından
ödenecektir.
Çocukların
buraya kabul edilme veya alınma tarihi Ağustos ayının başından sonuna kadardır.
Çeşitli
hastalıkları bulunan, müzmin sakat olan veya tahsile yaramayacak kadar vücudu
zayıf ve sakat olan eytam, kurumlara kabul edilemez.
Kurumlara
alınacak çocuklar iyice soruşturularak, şahitler eşliğinde kabul edilirler.
Ayrıca ikamet ettikleri yerin muhtarının veya yetkililerinin çocuğun durumunu
teyit etmeleri zorunludur.
Bu
tahkikat sürecinden sonra çocuklar Dârü’l-eytam idaresince kurulacak komisyona
havale edilirler ve bu komisyonda son bir kez daha bu çocukların yetim ve
kimsesiz olduklarını, şeraiti kabul ettiklerini onaylarlar.
Kaydedilecek
çocukların aşısız olanlarının, ancak aşı sonrasında kabul edildikleri kuruma
yerleştirilmelerine izin verilir.
Çocukların
Dârü’l-eytam’larda kasıtlı olarak eğitimden kaçmaları ve gönderildikleri sanayi
okullarına devam etmemeleri durumuna, bu çocukların kurumlarda kalmalarına
müsaade edilmeyecektir.
Kurumlarda
himaye edilen çocuklara haftalık verilir. Bu haftalığın bir kısmı zamanında
ödenir, diğer kısmı da daha sonra kendisine verilmek üzere Eytam Sandığına
usulüne uygun olarak teslim edilir.
Çocukların
haftalık veya aylıklarıyla ilgili defterler tutulacak ve sözü edilen sandığa
teyit ettirilecektir (Düstur 1941, s. 263-266).
2. 5. 2. Dar’ül-eytam’ların Eğitim Müfredatları
Dârü’l-eytam’ların erkek şubesinde verilen
eğitim hazırlık sınıfıyla birlikte yedi senedir. Hazırlık sınıfında sayılar,
mektep çevresinde bulunan eşya ve bitkilerin üzerinde durulur. Bunlardan
eşyalar tanıtılır ve yararı bulunan bitkilerin özellikleri açıklanmaya
çalışılır. Dini dersler yoğunlukta olmak üzere genel olarak yedi sene boyunca;
yazı, elifba, kıraat, eczayi şerife, hesap, resim, ilmi eşya, coğrafya,
hüsnühat ve musiki ile bunlarla yakından ilintili konular üzerinde durulur. Kız
şubelerinde verilen eğitim ve dersler de genel olarak aynı doğrultudadır.
Bunlara ek olarak tiyatro ve piyano gibi sanatsal içerikli dersler de bu
kurumların müfredatına eklenmiş olan önemli bir göstergedir. Sanat programının uygulandığı
erkek Dârü’l-eytam şubelerinde, ilk sınıflarda basit aletlerle yapılan el ve
tel işleri üzerine dersler verilir. Üçüncü sınıfa kadar böyle devam eden ders
programı ilerleyen senelerde yerini meslek atölyelerinde verilecek olan
uygulamaya dayalı ağır derslere bırakır. Marangozluk, oymacılık, hakkaklık
(Pakalın 1971, s. 578), mürettiplik (Develioğlu 2007, s. 733), oyuncakçılık,
mücellitlik (Develioğlu 2007, s. 704), tabiserlik (Develioğlu 2007, s.1011),
saraççılık ve kunduracılık, Frenk tenekeciliği, aşçılık, şekerlemecilik,
pastacılık ve bahçıvanlık gibi dersler verilmekteydi. Kız sanat şubelerinde ise
dikiş, nakış, örgü, kanaviçe, boncuk
işleri, tezgâh işleri, çamaşırcılık, aşçılık,
kolacılık, halı ve seccade yapımı işleri ve tatlıcılık üzerine dersler
verilirdi (Düstur 1941, s. 268-275).
Darüleytamlarda çocukların kaydının silinmesi
ise şu şekildedir:
Kızlar
20 ve erkekler 18 yaşına gelinceye kadar kurumda talebe olarak kalabilirler. 16
yaşına varıncaya kadar, erkek çocukların dışarıda kendi başlarına geçimlerini
sağlayacakları konusunda delil göstermek koşuluyla ilişkileri kesilir.
Kurumla
ilişkilerini kesen öğrencilere giysileri, çamaşırları ve paraları teslim
edilir.
Darüleytamdan
çıkacak olan çocuklara dışarıda geçimlerini sağlamak üzere kalacak yer ve iş
bulunur.
Evlenme
yoluyla darüleytamdan ayrılacak kızlara biriken paralarının %50’si oranında
çeyiz verilir. Kalan % 50’yi 20 yaşına gelmeden tasarruf edemezler. Ancak
hastalık gibi ya da zorunlu bir mazeret karşısında kurum müdüriyeti geri kalan
parayı sahibine verir (Erkan Ali Rıza ve Erkan Gönül 1987, s. 65-66).
3. OSMANLI DEVLETİNİN SON YILLARINDA DARÜLEYTAMLAR
Osmanlı yetimhanelerinin sayısı yedi olarak
belirtilmiştir. İdaresi Çocuk Sağlığı Cemiyetince yürütülen Himaye-i Etfal
Yetimhanesi dışında, Osmanlı devleti diğer bütün yetimhanelerin kuruluşu ve
idaresi noktasında tek yetkili merci idi. 45 ile 60 kişilik barınma salonlarına
sahip Ortaköy Yetimhanesi, barınma ve beslenme hizmeti sağladığı 450 erkek
çocuğu ile ön plana çıkmıştır. Ayrı ayrı odalarda kalan çocukların gözetimi,
denetimi ve idaresi birer öğretmen ve anne konumunda bulunan bir kadın
tarafından yürütülüyordu. Bu yetimhanelerin, Ermeni yetimhanelerine temas
ederken de belirttiğimiz üzere, birbirlerinden farklı olduklarını belirtmeliyiz.
Üsküdara yakın tepelik bir alanda kurulu Valide Bağ(Valide Bagh) Kızlar
Yetimhanesi konum olarak Çağlayanda daha alçakta kurulu yetimhaneden daha iyi
fiziki şartlara sahipti. Balmumu Yetimhanesi önemli sağlık sorunlarına yol
açabilecek yetersiz su kaynaklarına sahipken, Darüşşafaka Yetimhanesi
İstanbul’daki en iyi su kaynaklarına ve sağlık düzenlemelerine sahipti (Brown
1922, s. 235-236).
Eskiden zengin bir Mısırlıya ait Boğazın Avrupa
kıyısında yer alan köşk, Osmanlı topraklarının değişik bölgelerinden gelen 500
dolayında kimsesiz çocuğa beslenme ve barınma imkânı sağlamaktaydı. Bebek
Yetimhanesi olarak bilinen bu muazzam yapının su tarafına bakan iç avlusu ve
yamaç tarafı boyunca uzanan parkı, buradaki çocukların başlıca oyun alanları
olup, yaz kış kullanılabiliniyorlardı. Kurum müdürünün burada yaşıyor
olmasından ötürü, Çağlayan ve Valide Bağ Yetimhaneleri hariç tutulmak üzere,
çocukları daha iyi tanıma, gelişimlerini daha iyi takip edebilme ve
yönlendirebilme fırsatına sahipti. Yazarın yapmış olduğu gözlemlerden,
çocukların eğitim aldığı sınıfların 30 ile 40 kişilik olduğunu
çıkarabilmekteyiz. Diğer bazı Gayrimüslim yetimhanelerinde belirtmiş olduğumuz
yetimhane odalarının iyi aydınlatılamadığı veya yetimhanenin yeterli elektrik
sistemine sahip olmadığı hususunun aksine, Bebek Yetimhanesinde hem
yatakhanelerin hem de çocukların eğitim gördüğü bu sınıfların oldukça iyi
aydınlatıldığına tanık oluyoruz. Rahat bir görünüme sahip öğretmenler odası ve
çocukların oyun alanları Yetimhanenin olumlu yönleri olarak
değerlendirilmiştir. Yerden yaklaşık olarak 25 metrelik tavan yüksekliğine
sahip geniş iki yatakhanesi, oldukça iyi havalandırma sistemleriyle 150 çocuğu
aynı anda alabilme kapasitesine sahiptiler. Neredeyse her yatakhanede
çocuklarla birlikte bir öğretmen de bulunur ve onlarla birlikte uyurdu.
Öğretmenin yatağı bütün yatakhaneyi rahatça görebilecek bir köşede olurdu.
Yataklar; ideale yakın, yatak örtüleri temiz ve sıcak olarak aktarılmış.
Çocukların yatakhane düzeni ve giyimleri ile
ilgilenen ve anne diye çağrılan kadınların rolü büyük. Çocukların ihtiyaç
duyduğu hemen her giysi ve malzeme, onların gerek kış gerekse yazınki
sağlıklarını muhafaza edecek şekilde temin edildiği hususu önemlidir. Kışın
özellikle çocukların iç giysilerinin yünlü/pamuklu dolayısıyla sıcak,
ayakkabılarının kaba ama oldukça sağlam olduğu belirtilmiştir.
Yatakhanelerden ayrı başka odalar da mevcut. Bu
odalardan birisi yetimhanede çalışan annelerin uyumaları için, diğeri
çocukların iki haftada bir banyo olanağı bulduğu hamam, son oda da yaklaşık 24
öğrencinin makinelerle elbise yaptığı atölye olarak tasarlanmış. Diğer taraftan
Yetimhanenin üçüncü katında çocukların sağlık sorunlarıyla ilgilenen revir
bulunmaktadır. Revirin iyi ısıtılabildiği fakat alet edevat noktasında yetersiz
kaldığı hususu da önemli bir not olarak düşülmüştür. Yetimhanenin bu katındaki
aydınlatma imkânlarının daha kısıtlı ve odaların diğer katlardaki odalara
oranla daha küçük olduklarını görüyoruz. Revirde kayıtlı hasta listesinde
sadece birkaç öğrencinin olduğu ve durumlarının da halsizlik belirtileri
dışında son derece iyi olduğu beyan edilmiştir. Yetimhanenin en ilgi çekici
özelliği olarak, çocukların sağlık durumları hakkında her 50 kişilik öğrenci
gurubundan sorumlu bir öğretmenin varlığı olarak belirtilmiştir. Her öğretmenin
mesuliyeti altında bulunan öğrencilerin düzenli olarak günlük bakımından
sorumlu tutulmuş olması, sözünü ettiğimiz çoğunluğu gayet sağlıklı öğrencilerin
en büyük sağlayıcı unsurudur. Herhangi bir fiziksel tahribat, göz sağlığı
problemi veya yaralanma durumunda çocuk mesuliyeti altında bulunan öğretmen
tarafından Haydar Paşa Hastanesine gönderilirdi. Bu arada kendisi de hem
öğrencinin sağlık sorunu hem de yollandığı yer ve uygulanan tedavi hakkında
kayıtlar tutmaya çalışırdı. Aynı zamanda çocuğun hem ruhsal hem de entelektüel
gelişimi de kayıt altına alınır ve yılsonunda bütün bunlarla ilgili her öğrenci
için ayrı ayrı raporlar düzenlemek de sorumlulukları arasında bulunmaktaydı.
Yatakhane gözlemlerinden sonra yemekhane
hakkında da birkaç notun düşüldüğünü görüyoruz. Yemekhanelerin 75 ile 100
kişilik kapasiteye sahip olduğu hususu Bebek Yetimhanesinin fiziki imkânlarını
yansıtan önemli bir husus olduğu dile getirilmiştir. Oldukça büyük kazanlarda
öğün yemeklerinin pişirildiğini görüyoruz. Yemekhaneden sonra çocukların sahip
olduğu geniş eğlence/oyun alanları da zikredilmeye değer görülmüş.
Bebek Yetimhanesine dair burada zikredilen
bütün bu olumlu hususların yanında; beslenme koşullarının yetersiz olduğu, maaşların
ödenmediği ve yıpranmış/eskimiş donanımın yenilenmediği eleştirileri göze
çarpan hususlar olarak ön plana çıkmıştır (Brown 1922, s. 236-238).
4. 3. 2. Diğer Osmanlı Darü’l-Eytamları
Bebek Yetimhanesinden başka İstanbul’da Osmanlı
devletinin idaresi altında 5’i erkek diğer 2’side kızlar için olmak üzere 7
tane daha yetimhanenin olduğunu biliyoruz. Bunlara ek olarak hem kız hem de
erkek bikesleri aynı anda tek çatı altında toplayan ve Çocuklar Yurdu
Cemiyetince(Children’s Home Association) idare edilen bir başka yetimhane daha
bulunmaktadır. Osmanlı devletine bağlı kurumlarda ve sivil dernek
kuruluşlarında 2798 çocuğun korunma ve bakım altında tutulduğu bilgisi, aslında
hâlihazırda mevcut olan yetimhanelerin yetersizliğini ortaya koyuyor oluşundan
ötürü önemlidir. Osmanlı devletince idare edilen yetimhanelerde kalan
bikeslerin yaşları 4 ila 16 arasında değişiyorken, Çocuklar Yurduna kabul
edilen kimsesizlerin daha küçük yaş gurubundan oldukları beyan edilmiştir.
Bütün Osmanlı Yetimhaneleri, mensuplarına daha
geniş oyun alanları, yatakhane ve okul imkânları sağlayan büyük odalara
sahiptirler. Yine bunların çoğu daha önceleri Osmanlı sultanlarına ev sahipliği
yapmış olan önemli yapılardır. Yetimhaneler yeni yapılar tesis edilerek
oluşturulmak yerine bu hazır binalara el konularak kullanıma hazır hale
getirilmişlerdir. Bebek Yetimhanesinden kısmen farklılık arz etmekle birlikte,
yine bu kurumlarda himaye altında bulundurulan çocukların zihinsel ve fiziksel
gelişimlerine katkı sağlayacak sağlam bir idari anlayış mevcuttur. Çocukların
gelişimlerini rahatça takip edebilmek üzere tutulan kayıtlar son derece önemli
olmakla beraber, bu sistemin Almanya’dan alındığı belirtilmiştir. Her
öğretmenin kendilerinden sorumlu olduğu 70 kişilik bir öğrenci gurubu vardır.
Bu öğretmenler yetimhanelerin genel ilkelerinden ayrı olarak, gerek çocukların
yetimhane dâhilindeki gelişimleri gerekse dış dünyadaki durumlarını takip eden
ve onlara babalık vazifesi göstermekle sorumlu olan kişilerdir. Okulda onlara
ders veren, boş zamanlarında ve oyunlarında onları gözeten ve geleceklerini
şekillendirmek üzere kendilerine tavsiyelerde bulunan da onlardır. Günümüzdeki
sosyal hizmet uygulamalarına baktığımız zaman, Osmanlı devletinin
yetimhanelerde uygulamış olduğu bu sistemle bugünden çok daha ileride olduğunu
önemle vurgulamak gerekir. Sayıca bu kadar kalabalık bir öğrenci gurubuna karşı
gösterilmiş olan ilgi ve ayrılmış olan zamanı son derece önemli bulmaktayız.
Bugün Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna/Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına
bağlı yurtlarda korunma ve bakım altında tutulan öğrencilerin çok daha az
sayıda olmalarında rağmen doğru ilgi ve takipten yoksun olduklarını, çocukların
fiziksel ve zihinsel gelişimlerinin takibi diye bir hususun olmadığını
vurgulamak gerekmektedir. Bugün çocukların her türlü imkâna rağmen kendi
hallerine bırakıldıklarını söylemekte herhangi bir sakınca yoktur. Dolayısıyla
Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu/Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı
yetkililerinin Osmanlı devleti örnekleri ve uygulamalarına göz atmalarını son
derece gerekli görmekteyiz.
Almanya’dan esinlenilen düzenli kayıt ve takip
sisteminin takdir edilen bir husus olmasıyla birlikte; tutulan kayıtların,
özellikle çocukların zihinsel ve ruhsal gelişimlerine ait, günümüze kadar ulaşabildiği
hakkında maalesef net bir teyit bulunmamaktadır. Diğer zikredilmeye değer bir
hususa daha dönecek olursak; beden eğitimi Osmanlı Yetimhanelerinde üzerinde
ciddiyetle durulan bir unsur olmuştur. Fakat bu beden eğitimin Osmanlı eski
askeri eğitim sistemine benzediği ve çocukların hiç zevk alamamış oldukları
durumu daha çok ön plana çıkmıştır. Daha sonraları Amerikan tarzı beden eğitimi
sistemi benimsenmiş ve 1920’lerden itibaren yaygın olarak kullanılan bir metot
olmuştur. Sözünü etmekte olduğumuz eğitim metodunun genel olarak yetimhanelerde
yerleşmesi için önceden belirlenmiş merkez bir yetimhanede her hafta
toplantıların düzenlenmesi kararlaştırılmıştır. Eğitim toplantılarına ortalama
30 dolayında öğretmeninin katıldığını ve toplantılara iştirak edemeyen
öğretmenlerin katılanların anlattıklarıyla bilgilendirildiklerini vurgulamak
gerekir. Bu öğretmenler toplantılarda öğrendikleri eğitim metodunun
uygulanışından sorumlu tutulmuşlardır. Serbest el becerileri, içeri ve dışarıda
icra edilen oyunlar, sağlık egzersizleri, basketbol ve futbol kuralları, saha
aktivitelerine dair ipuçları ve talimatlar bu toplantıların ana konularıdır. Bu
sistemin çocuklar arasında büyük bir ilgi gördüğünü ifade etmek gerekir. Bu
eğitim sürecinden sonra, her öğretmen düzenli olarak sabahları çocuklara
derslerin uygulamasını yaptırırdı. Kısa bir zaman zarfında çocukların Amerikan
tarzı yeni oyun ve aktiviteleri icra etmede ustalaştıklarını görüyoruz. Burada
bahse konu ettiğimiz beden eğitimi metodunun iki kız yetimhanesinde benzer
şekilde uygulandığını ifade etmeliyiz. Konuyu burada tamamlamadan, daha önceden
sözünü ettiğimiz Osmanlı yetimhanelerine kısa kısa değinmekte yarar vardır.
Balmumu Yetimhanesi(Balmoumji Orphanage) binası
eskiden bir Osmanlı hükümet yapısı olarak kullanılmıştır. Çevresindeki
arazisiyle muazzam bir konuma sahip olduğu, çocukların hem oyun hem de basit
tarım faaliyetlerinde bulundukları ifade edilmiştir. Yaşları 4 ila 16 arasında
değişen 306 bikes çocuğa bu yetimhane korunma, bakım ve beslenme imkânı
sağlamaktadır.
Beykoz Yetimhanesi dönem İstanbul’unun en güzel
piknik alanlarından birisi olan bir alanda, Eski Naval Okulunda(The Old Naval
School) tesis edilmiştir. Yaşları 8 ila 17 arasında değişen yaklaşık 200 erkek
çocuğa hizmet veren yetimhanenin müzik alanında kayda değer bir erkekler
bandosuna da sahip olduğu bilgisi önemlidir. Bandonun Türk ve Avrupa Müziğini
icra edebildiği belirtilmiştir.
Imbrahor Yetimhanesi(The Imbrahor Orphanage)
Avrupa Tatlı Sular Vadisinde(The Valley Of The Sweet Waters of Europa) daha
önceleri bir sultana ait olan bir mekânda tesis edilmiştir. Yetimhanede yaşları
7 ila 16 arasında değişen 237 çocuk korunma ve bakım altında bulunmaktadır.
Daha öncede değindiğimiz Bebek Yetimhanesi sahip olduğu önemli imkânlarla ön
plana çıkmıştır. Yaşları 6 ila 14 arasında değişen yaklaşık 500 dolayında erkek
çocuğu korunma ve bakım altında tutulmaktaydı.
Ortaköy Yetimhanesi Boğaza bakan bir tepelikte
kurulu olup, sahilde de başka bir binaya ve oyun alanlarına sahipti. Bebek
Yetimhanesi gibi fiziki şartlara sahip bu yetimhanede yaşları 6 ila 14 arasında
değişen yaklaşık 450 erkek çocuğu korunma ve balkım altında bulundurulmaktaydı.
Valide Bağ Kızlar Yetimhanesi(Valide Bagh
Girls' Orphanage) Boğazın Asya tarafında kurulu olup çocuklar için geniş
hareket/oyun alanlarına sahipti. Bu yetimhanede yaşları 5 ila 16 arasında
değişen 250 kız çocuğu himaye edilmekteydi.
Çağlayan Kızlar Yetimhanesi, Ibmrahor
Yetimhanesinin bitişiğinde kurulmuştur. Imbrahor Yetimhanesinin sahip olduğu
geniş alanlara bu yetimhane de sahiptir. Daha önceleri bir Osmanlı sultanına da
ev sahipliği yapan bu kurumun içinde çocukların oyun türü aktiviteleri icra
edebilecekleri muazzam bir iç salon bulunmaktadır. Burada da 510 kız çocuğu ve
132 tane küçük erkek çocuğu korunma ve bakım altında bulundurulmaktaydı.
Himaye-i-Etfal Yetimhanesi Pera semtinin
merkezinde kurulu olup, ne içeride ne de dışarıda çocukların oyun
oynayabilecekleri veya rahatça hareket edebilecekleri geniş alanlara sahip
değildi. Oyun alanları ancak Kurumdan bağımsız bir alanda yer almaktadır (Brown
1922, s. 242-246).
Bu bölümde kısa kısa bilgilerle Osmanlı devleti
eliyle tesis edilmiş yetimhanelere değinmeye çalıştık. Genel olarak önemli
arazi avantajlarına sahip olmalarının yanında, kanaatimizce himaye edilen çocuklara
gösterilmeye çalışılan ilgi daha önemli olup, yetimhane idarecilerinin
çocukların zihinsel ve ruhsal gelişimlerini normal çocukların gelişimleri gibi
sürdürebilmelerini sağlamak amacıyla uyguladıkları metot ve bu hususta yapılmak
istenenler daha çok ön plana çıkarılması gerekilen hususlardır. Normal eğitimin
yanında verilmeye çalışılmış olan mesleki eğitim de bir o kadar önemlidir.
Burada Osmanlı devletinin kurmuş ve desteklemiş olduğu yetimhaneler hakkında
açıklayıcı hususlara temas etmiş olsak da, bu yetimhanelerin kapasiteleri
oranında himaye ettikleri çocukların kimsesiz çocuklar sorununu bütünüyle
çözmekten uzak kaldıklarını vurgulamak gerekir. Çalışmamızın değişik
bölümlerinde de temas ettiğimiz üzere İstanbul’a kurulmuş hemen her okulun
kimsesiz çocukları belli bir oranda kabul ettiklerini ifade etmeliyiz.
Değinmemiz gereken diğer bir husus, yukarıda verilen bilgilerden da
anlaşılacağı üzere, oluşturulan yetimhanelerin eski binalara nakledildiği
hususudur. Osmanlı yönetimi uzun bir süre bu politikayı sürdürmüş, yeni bina
inşa etme çabası içerisine girmemiştir.
4. 4. MESLEKİ EĞİTİM İÇİN YURTDIŞINA GÖNDERİLMİŞ ÇOCUKLAR
Araştırma konumuzun birçok yerinde, Fransa’nın
özellikle 19. yüzyılda Osmanlı devletinin kendisinden en çok etkilendiği ve
ikili ilişkilerde bulunduğu devlet olduğunu dile getirmiştik (Şişman 2004, s.
2). Konumuzla olan yakın bağlantısından ötürü, Osmanlı devletinin dönem
şartlarının zorunluluğu neticesinde Paris’te açtığı ve başka bir coğrafyada
rastlanılmayan özelliğiyle Mektebi Osmanî önemli bir unsur olarak karşımıza
çıkmaktadır (Chambers 1968, s. 313-329).
Bilhassa eğitim alanında uygulanmak istenen
yeniliklerin yürütücüsü işlevi görmesi istenilen/beklenilen bu okul, ulaşılmak
istenilen sonuçları sağlamanın uzağında kaldığı gibi ekonomik açıdan ağır
sorumluluklar ortaya çıkardı. Öğrencilerin genel başarısızlığı üzerine söz
konusu yetersizliğin nedenlerini tespit etmek ve arzulanan hedeflere ulaşmak
amacıyla bir inceleme komisyonu tesis edilir. Başarısız öğrencilerin Osmanlı
Başkentine geri gönderilerek eğitimlerine Mekteb-i Sultani’de devam etmeleri
kararı dönemin Paris Sefiri Cemal Paşa tarafından dile getirilir. Ülkeye geri
gönderilecek bu başarısız öğrencilerin yerine devletin farklı bölgelerinden
10-15 yaş aralığında öksüz ve yetim çırak öğrencilerin kabul edileceği hususu
da bizzat Paris Sefiri tarafınca uygun görülür. Bu doğrultuda Cemil Paşa
önerilerini, bu öğrencilerin Paris’te alacakları eğitimin ardından Osmanlı
endüstrisine katkı sağlayacağı ve yeni gelişmelere ön ayak olacakları ümidiyle
direkt olarak dönemin Sadrazamı Ali Paşa’ya iletir. Bu esnada 1869 yılı
temmuzunda hâlihazırda Fransa’da bulunan öğrenciler, sözünü ettiğimiz komisyon
tarafından hazırlanan imtihana alınırlar ve başarısız olanlar İstanbul’a geri
gönderilir. Bu öğrencilerin yerine uygulamalı mesleki eğitim için 13 Ocak
1870’te İstanbul Sanayi Mektebi öğrencilerinden 20 kişilik bir öğrenci gurubu
Paris’e yollanır (Şişman 2004, s. 76; Unat 1964, s. 80c). Bu girişimle
ulaşılmak istenen husus; öksüz, yetim ve fakir talebelerin sanayinin çeşitli
dallarında bilgi kazanarak, edindikleri donanım ve tecrübeleriyle ülkeye
faydalı olmalarıdır. Burada dikkat çeken husus, bu girişimin devlet eliyle
yapılıyor oluşudur. Bilgili tarım elemanları, metalürji sahasında fayda sağlayabilecek
kalfalar ve endüstride tecrübe sahibi kimseler, kısacası aldıkları eğitim
sonrasında teorik bilgilerini uygulama sahasında verimli olarak kullanabilecek
bireylere sahip olma düşüncesindeydi Osmanlı devleti. On altısı Müslim dördü
Gayrimüslim olan bu öğrenciler, o dönemde Prusya ile Fransa arasında cereyan
eden askeri krizden ötürü 1870 yılında Belçika’ya Liege’de Monsieur Waasien’in
müdürlüğünü yaptığı şirketin çeşitli atölyelerine alınmışlardır. Komple bir
endüstri fabrikası görünümünde olan Saint-Leonard Şirketi; lokomotif, vagon,
buharlı makineler, makine aletleri türünden ağır sanayi ürünlerinin üretildiği
bir merkezdi. Osmanlı öğrencileri gündüzleri burada kendi meslek dallarına
uygun atölyelerde eğitim alırken; akşamları da geometri, cebir, resim, fizik ve
endüstriyel kimya eğitiminin verildiği Endüstri Okuluna devam etmişlerdir
(Şişman 2004, s. 77).
Bir başka aynı nitelikteki öğrenci gurubu da
Aralık 1872’de Fransa’ya gönderilmişlerdir. Bu öğrenciler, Rusçuk ve
İstanbul’daki sanayi okullarında eğitim gören 20 kişilik bir topluluktu. Bu
talebeler; ciltçi, tornacı, kuyumcu saraç, kunduracı, terzi, gravürcü, modelci,
marangoz, halıcı, döşemeci, derici ve dökümcü türünden meslek dallarına
mensuptular.
8 Aralık 1872’de Rusçuk ve İstanbul’dan gönderilen
öğrencilerin mesleki dağılımları şöyledir; karoserci, terzi, basımcı ve
kompozitör, levha dokuyucusu, dokumacı, hallaç ve marangoz. Yine Aralık 1873’te
Belçika’ya mesleki eğitim almak üzere yirmi iki öğrenci yollanır. Bu öğrenciler
Paris’teki Talebe-i Osmaniyye Müdürlüğüne bağlı olarak eğitimlerini
sürdürmüşlerdir (Şişman 2004, s. 77-81).
Osmanlı devletinin bilhassa son yıllarına doğru
ağırlaşan savaş şartları, ekonomik sıkıntılar ve ciddi toplumsal aksaklıklara
rağmen, toplumun bir bütün olarak ayakta kalabilmeye çalıştığını rahatlıkla
ifade edebilmemiz mümkündür. Bu hususlara rağmen Osmanlı ülkesinde eğitim gören
çocukların daha müreffeh bir toplumsal hayat için Avrupaya gönderilmeleri
önemsenmiştir. Bu doğrultuda kimsesiz çocukların da dikkate değer bir sayıda
uygulamaya dayanan teknik eğitim alabilmelerini sağlamak üzere başta Almanya
olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerine gönderildiklerine tanık oluyoruz. Son
dönem Osmanlı toplumunda sayıları ciddi oranda artmış Darüleytamlarda korunma
ve bakım altında tutulan çocuklardan on dört yaşını geçmiş 470 bikesin,
Darüleytamlarda kısmen de olsa aldıkları sanayi/teknik eğitimlerini alanlarında
uzman kişilerin denetimi ve gözetimi altında tamamlayabilmelerini sağlamak
üzere, buralarda alacakları eğitim içerisinde madenlerde çalışmak da olmak
suretiyle Almanya’ya gönderildiklerine tanık oluyoruz. İki ayrı topluluk
halinde Almanya’ya yollanmaları öngörülen çocukların 290 kişilik ilk kafilesi
17 Nisan, diğer 123 kişilik ikinci kafilesi de 2 Haziran 1916’da bu ülkeye sevk
edilmişlerdir. Bu çocuklardan ayrı olarak, yine çıraklık eğitimi almak
suretiyle 1915 Yılının Kasım ayında 69 bikes çocuk Avusturya ve Macaristan’a
gönderilmişlerdir.
Çoğunluğu amele ve çırak olarak zikredilen bu
çocukların, Almanya’da ustalarının yanında üç senesi çıraklık ve diğer bir
yılını da ücretli kalfalıkla geçmek üzere dört sene kadar kalmaları
düşünülmüştür. Çocukların burada kazanacakları bilgiler ve edinecekleri
tecrübeyle değerli birer zanaatkâr ve madenci olarak ülkelerine avdet ettiklerinde
çok ciddi katkılar sağlayacakları, diğer taraftan kendi hayatlarına da müreffeh
bir şekilde devam etmeleri umulmuştur.
Diğer taraftan Almanya’da bu çocuklardan bir
müfettişin sorumlu tutulduğu malumatına tesadüf etmekteyiz. Bunlara Türk-Alman
Dostluk Yurdu Heyeti İdaresi ile bulundukları Berlin, Brumberg, Münih,
Hannover, Frankfurt, Breslav, Augsburg ve Ulm mıntıkaları sanayi odaları
azaları da nezaret etmekteydiler. Öte yandan madenciler de Prusya Ticaret
Nezaretinin gözetimi ve idaresi altında bulunmaktaydılar. Buradaki çocukların
hemen hepsi kendi ülkelerinde belirgin olarak hissedilen ve gözlemlenilen
iktisadi düzensizlik ve endüstriyel yetersizlikler dikkate alınarak çeşitli
sanayi kollarında (bilhassa ihtiyaç duyulan sahalarda) olmaları ilkesi
sağlanmaya çalışılmıştır. Çocuklar Almanya’da kaldıkları müddet dâhilinde yemek
ve elbise gibi ihtiyaçlarının yanı sıra zaman zaman harçlıkları da tamamıyla
çalıştıkları kuramların yetkilileri/sahipleri ve ustaları tarafından karşılanmıştır.
Diğer taraftan çocukların kısa zaman zarfında oldukça olumlu izlenimler
bıraktıklarını görüyoruz. Lisan ve zanaat eğitimi hususlarındaki
liyakatlerinden başka hal ve hareketlerine ilişkin olumlu değerlendirmeler
teyit edilmiştir. Öyle ki ustalar bu çocukları kısa zaman sonra bu hususları
fark ettikten sonra bikesleri kendi aile ortamına dahi almışlardır. Son olarak
123 kişilik bir başka kafile çiftçilik alanında gerekli eğitimleri almak üzere
Almanya’ya yollanır. Çocuklar köy ve çiftliklerde zirai eğitime ilişkin bütün
unsurları teferruatıyla birlikte uygulamalı olarak öğrenebilme imkânına
kavuşmuşlardı. Bu çocuklar da Almanya’da kaldıkları müddetçe yemek ve elbise
türü ihtiyaçları, kendilerini yanlarına alan çiftlik sahiplerine aitti
(Darüleytam Müdüriyeti Umumiyesi Bütçesi 1334, s. 9-10).
GAYRİMÜSLİM AZINLIKLARA AİT SOSYAL
YARDIM KURULUŞLARI
Son dönem Osmanlı İstanbul’unu yansıtan en
önemli eserlerin başında Clarence Richard Johnson editörlüğünde ortaya konulan
"Constantinople To-Day" adlı eser gelmektedir. Kitabın içeriğini
oluşturan her makale sosyal tarih araştırmaları için çok önemli veriler
sağlıyor olmakla beraber Anna Welles Brown’un kaleme aldığı ve büyük ölçüde
doğrudan gözlemlerini yansıtan makalesi son derece önemlidir. Bu bölümde daha
çok bu makale ve kitaptan edineceğimiz verilerle hem azınlık hem de Osmanlı
yetimhaneleri hakkında dönemin sosyolojik arka planını da göz önünde
bulundurarak genel bir değerlendirme yapmaya gayret göstereceğiz.
Yaklaşık olarak 25’i aşan sayılarıyla Ermeni
yetimhaneleri konumuz dâhilinde önemli bir sayısal veri sağlamaktadır.
Azınlıklar veya başka bir ifadeyle gayrimüslim tebaa içerisinde bu kadar sayıda
yetimhanesi bulunan başka bir topluluk bulunmamakla birlikte Osmanlı devleti
idaresinde İstanbul’da yalnızca 8 adet yetimhane bulunduğu bilgisi ilginçtir.
Ermeni yetimhaneleri hakkında malumat vermeye devam edecek olursak,
"Neutral Home" yetimhanesi en küçükleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
İlginç olan husus buraya kabul edilen öğrencilerin Türk ailelerinden de
olduğudur. Türk ailelerinden seçilen çocuklar yetimhane denetimine alınmadan
önce, özel bakım ve eğitim sürecinden geçirilirlerdi. İngiliz polisi de
yetimhanenin denetimi, kontrolü ve gözetimi ile sorumluydu (Peet 1922, s. 113).
Şişlide bulunan bu evin çocuk sayısı 3 ila 20 arasında değişmekteydi.
Çok küçük yaştaki çocuklar için üç başka kurum
daha mevcuttu. Bunlardan Ermeni Kızıl Haç Evi(The Armenian Red Cros Home)
Beşiktaş’ta bulunmaktaydı. 5 yaşın altında 25 kız ve 20 erkek çocuğu bu evde
bakım altında bulunduruyordu. Bunlardan 34’ü yetim ve diğer 11 çocuk da
öksüzdü. Anneleri hayatta olan çocukların zaman zaman kendi annelerinin bakımı
imkânına sahip oldukları hususu önemlidir. Beslenme, uyku koşulları, oyun için
gerekli şeyler, kreş imkânı çocukların normal gelişimlerini sürdürebilmelerine
olanak sağlıyordu. 225 kız çocuğuna aynı anda hizmet verebilecek konumda olan 2
kreş yetimhanesi Ermeni Merkez Komitesi(The Armenian Central Comittee)
tarafından desteklenmekteydi. Bunlardan Kuruçeşme’de bulunanı son derece
yetersiz fiziki koşullara sahip binasıyla yetersiz kalıyordu. Örneğin binanın
su ihtiyacı bir blok ötede bulunan çeşmeden sağlanabiliyordu ancak. Oyun gibi
çocukların gelişimlerine katkı sağlayacak imkânları da bulunmamaktaydı.
Beşiktaş’ta bulunan yetimhanenin Kuruçeşme yetimhanesine oranla çok daha iyi
imkânlara/şartlara sahip olduğu görünüyor. Burada çocukların oyun
oynayabilmeleri için birçok yer mevcut. Kreşi için 3 adet özel öğretmen kadrosu
olan okulun müfredatında günlük jimnastik dersleri de oluyordu. Bu husus diğer
yetimhaneler göz önünde bulundurulduğunda olağan dışı bir özellik olarak ön
plana çıkmaktadır.
Küçük yaştaki çocuklara yönelik yetimhanelerin
dışında; kızlara da barınma, beslenme ve eğitim imkânları sunan 12 ayrı
yetimhanenin bulunduğunu görüyoruz. Biri Arnavutköy diğeri de daha önceleri
Ermeni Koleji olarak da kullanılmış ve Ermeni Kızılhaç Örgütü tarafından
Üsküdar da tesis edilen iki adet mülteci evi/yetimhanesi dikkat çeken bir husus
olarak ön plana çıkmıştır. Arnavutköy Mülteci Yurdu, yaşları 14 ila 18 arasında
değişen 90 kız çocuğuna barınma imkânı sağlamaktaydı. Binanın en üst katında
Kızılhaç tarafından desteklenen, belsoğukluğu ve frengi hastalığı için hizmet
veren bir sağlık biriminin de bulunuyor oluşu, hem kimsesiz çocuklar arasında
da bulaşıcı hastalıkların sıklıkla yaşandığını gösteriyor olması hem de
çocukların sağlıklarına gösterilen özenin güçlü bir kanıtını teşkil ediyor
oluşu nedeniyle önemlidir.
Kız çocukları genel olarak günlük düzenli iki
saatlik eğitimin yanında, örgü ve terzilik dersleri de alıyorlardı. Kuleli
Yetimhanesinde barınma korunma ve bakım altında tutulan 1000’i aşkın yetimin
giydikleri bütün giysilerin bu kızlar tarafından kullanıma hazır hale
getirildikleri hususu, bu ana kadar aktarmaya çalıştığımız yetimhanelerde
verilen mesleki eğitim hususunda tesadüf edilmeyen bir özellik olması nedeniyle
ayrıca önemlidir. Bu kurumun, kendilerine yetebilen ve geleceklerini
şekillendiren bireyler yetiştirdiğinin en sağlam kanıtı, kız çocuklarının bu
kadar kalabalık bir topluluğa sağladığı katkıdır. Eğitim sürecinin sonrasında
bütün günü çalışmakla geçiren bu kızların oyun, eğlence ve spor türü
faaliyetlerden uzak kaldıkları dile getirilmiştir. Bütün kısıtlı imkânlara
rağmen zaman zaman bazı oyunlar oynayabildikleri, jimnastik ve folklör dersleri
alabildiklerini de ifade etmek gerekir. Kurumda yaşlarını dolduran çocukların
hemen evlendiklerini görüyoruz. Anna Welles Brown’un gözlemlerine dayalı
ifadelerine göre iki ayda 26 çocuğun evlendiğini ve bunlardan çoğunun da
Amerikaya gittiklerini öğreniyoruz (Brown 1922, s. 230-231).
Yine Balat, Mariköy, Ortaköy, Kumkapı, Üsküdar
ve Kadıköy’de Ermeni yetimhanelerinin olduğunu görüyoruz. Önemli bir hususu
ortaya koyuyor olmasından ötürü belirtmekte fayda görmekteyiz ki, Ermeni
yetimhanelerinin bu önemli semtlerde yoğunlaşmış olmasını Ermeni ileri gelen
sınıfının Osmanlı yönetimi ile evvelden beri kurmuş olduğu sağlam ilişkilerle
açıklamak mümkündür (Goodsell 1922, s. 41). Diğer taraftan bu yetimhanelerin
hemen hepsi, Mariköy Yetimhanesi hariç olmak üzere, merkez ermeni komitesi
tarafından desteklenmektedir. Bütün bu yetimhanelerin benzer şart ve koşullara
sahip olmadıklarını zikrettikten sonra, Ortaköy Yetimhanesin kız çocukları
öğretmen olmak üzere yetiştirdikleri hususunu önemli olarak değerlendirmek
gerekir. Kadıköy yetimhanesi daha önce de bir Osmanlı paşasına ev sahipliği
yapmış olması nedeniyle, sahip olduğu bina noktasında görkemli bir ihtişama
sahip olup fiziki olarak diğer yetimhanelerden ayrılmaktadır. Fiziki imkânların
yanında burada korunma ve bakım altında tutulan çocukların, resim ve müzik
derslerini de içine alan ayrıntılı bir müfredata da sahip olduğu hususu
çocuklar için olumlu bir ayrıntıdır.
Üçüncü gurup Ermeni yetimhaneleri söz konusu
olduğunda, Soers de Charite örneğinde olduğu gibi ki benzer oluşumlara tanık
oluyoruz. Bu sınıflandırmanın içerisinde yer alan dört yetimhanenin Armenian
Sisters oluşumu üyelerince idare edildiklerine tesadüf ediyoruz. Pera’daki
Psomatia Saint Anne Yetimhaneleri(The Saint Anne Orphanages) ve Galatadaki
Saint George Yetimhanesi Roman Catholic Sisters oluşumu üyelerince idare
edilmekteydi. Saint George Yetimhanesinde 35 Ermeni çocuğun yanında 20 tane
küçük Rus çocuğun da bulunduğunu görüyoruz. Bu oluşumun idaresinde bulunan
yetimhanelerinde yatılı okul/kimsesizler yurdu intibasının
oluşmadığını/olmadığını, aksine katı disiplin kurallarıyla idare edilen
merkezler olarak ön plana çıktıkları hususu dikkat çekici bulunmuştur. Buradaki
rahibelerin (sisters) çocuklara çok iyi dikiş ve nakış öğrettiği not
edilmiştir. Kız çocukların ürettiği malzemelerin satılarak yararları
doğrultusunda kullanıldığına da tanık oluyoruz. Bu çocuklara yönelik Kilise ve
Merkez Ermeni Komitesinin yardımlarını/katkılarını da ayrıca vurgulamak
gerekmektedir (Huntington 1922, s. 131-135; Brown 1922, s. 232).
Brown’un makalesinde geçen erkek yetimhaneleri
sayısı yedi olarak teyit edilmiştir. Bunlardan ilk beş tanesi küçük
yetimhaneler olup her biri 45 ile 50 arasında yetim ve öksüz çocuğa barınma ve
beslenme imkânı sunduklarını görüyoruz. Şişlideki Karagöz Yetimhanesi bağış
kanalıyla Ermenilerin kullanımına geçmiş olup, sağlam fiziki şartlarıyla ön
plana çıkmıştır. İyi olan okul müfredatının yanı sıra; teknik eğitim,
ayakkabıcılık ve marangozculuk derslerinin de verilmesi sağlanmıştır. Karagöz
Yetimhanesi gibi Mariköydeki Boyadiyan Okulu da bağış yoluyla elde edilmiştir.
Boyadiyan ve Arnavutköy Yetimhaneleri sahip oldukları şartlar sonucu,
çocukların yetimhanelerin bitişiğinde bulunan okullarda eğitim almaları
sağlanmıştır. 86 kimsesiz çocuğa beslenme ve barınma imkânı sunan Essayan
Yetimhanesi de bu türden bir fiziki olanağa sahiptir. Bu okulda öğrencilerin
orkestra ve çeşitli spor derslerini alabilmeleri sağlanmıştır. Fakat daha da
ilginç olan husus, bu yetimhanede yemeklerin yapımı ve beslenmeye verilen
ekstra önemdir. Öyle ki azınlık yetimhaneleri arasında haftalık yemek listesine
sahip tek kurum da Essayan Yetimhanesidir. Buna mukabil Narlıkaya etimhanesi
aşırı olumsuz şartlarıyla ön plana çıkmıştır.
1. 1. Kuleli Merkez Darü’l-Eytamı
Kuleli Merkez Yetimhanesinin İstanbul
bölgesindeki en büyük yetimhane olduğu not edilmiştir. 1000 civarında erkek
çocuk ve 99 çalışanıyla son derece önemli bir yapısal ve sayısal zenginliğe
sahiptir. Önceleri bir Osmanlı askeri okulu olarak de hizmet veren bu binanın
sahip olduğu elektrik, ısıtma sistemi ve sağlık düzenlemeleriyle çok sık ön
plana çıkan ayrıcalıklı bir kompleks olarak değerlendirilmiştir.
Çalışan kadrosuna göz atacak olursak, müdürün yanı
sıra 29 tane öğretmen, bir müdür yardımcısı, bir papaz ve doktorla kurumun
sahip olduğu önem kendiliğinde ortaya çıkmaktadır. Yemeklerini ayrı ayrı
odalarda yiyen 200 erkek çocuğun yanı sıra 300 kişilik bir izci gurubun da
olduğu bilgisi de dikkat çekicidir. Yetimhanede korunma ve bakım altında
tutulan çocuklara gösterilen özen ve sağlanan bütün avantajlara rağmen herhangi
bir aile yaşantısı izine rastlanılmadığı eleştirisi, kuruma yönelik tek olumsuz
değerlendirme olarak karşımıza çıkmaktadır (Brown 1922, s. 233).
1. 2. Beyler Beyi Sanayi Mektebi
Okulda verilen mesleki eğitim; marangozculuk,
ayakkabıcılık, kunduracılık ve terzicilik gibi temel dallardaydı. 247 dolayında
öğrenci burada mesleki eğitim dersleri alma imkânına sahipti. Eğitimlerini
tamamlayan öğrenciler okuldan ayrılırdı. Daha önce incelediğimiz her yetimhane
örneğinde tesadüf edemediğimiz önemli bir ayrıntıya burada daha önemli bir
mahiyette karşımıza çıkmaktadır. Okul müdürü okuldan ayrılan öğrencileri
koruyup gözetmeye devam etmeye özen gösteriyordu. Düzenli bir kayıt veya takip
sistemi olamadığı için okul idaresinin ilgisi kısa süreli olmaktan öteye
geçemiyordu. Diğer taraftan mesleki eğitim derslerinin yanında öğrenciler;
futbol, basketbol, yüzme ve yürüyüş gibi aktivitelere zaman ayırabiliyorlardı.
Okul havası ve idaresi mükemmele yakın olmasına rağmen, mesleki eğitim süreci
gerekli malzemenin yetersizliğinden ötürü istenilen düzeye erişememiştir (Brown
1922, s. 231).
Konuya ermeni yetimhaneleri üzerinden devam
edecek olursak, son birkaç önemli bilginin de burada zikredilmesi gerektiği
kanaatindeyiz. Bu meyanda, çeşitli bulaşıcı ve patolojik hastalıklardan
muzdarip kimsesiz çocuklar için belirlenmiş iki yetimhanede özel tedavi ve
bakım hizmetlerinin olduğu bilgisi önemlidir. Hasköy Yetimhanesinde 133 kız
çocuğu ile Yedikule Yetimhanesinde 60’ı kız 270 çocuğun tedavi amaçlı buralarda
tutulduklarını görüyoruz (Davis 2006, s. 219). Tedavi süreci tamamlandıktan
sonra çocuklar geldikleri yetimhanelere sağlıklı bir şekilde geri
dönüyorlardır. Öte yandan bir kural gereği kız ve erkek çocuklar tek tip
üniforma giyerdi. Giysi ve diğer araç gereçler noktasında, erkeklerin kızlara
oranla oldukça daha iyi imkânlara sahip olduklarını görüyoruz. Dolayısıyla aynı
doğrultuda kızlar için yapılan harcamalar erkeklere oranla daha az olmaktadır.
Essayan Yetimhanesi ayrı tutulacak olursa,
genel olarak Ermeni Yetimhanelerine ilişkin göze çarpan ilginç bir husus
bulunmaktadır. Yetimhanelerde kalan çocukların ailelerine ilişkin bilgiler veya
kayıtlar yok denecek kadar az olmuştur. Yalnızca okul ve sağlık
düzenlemeleri/bilgilerine ilişkin kayıtların düzenli olarak tutulmuş olması,
çalışmamızda ortaya koymaya gayret gösterdiğimiz sosyal yaşam kırıntılarına
ilişkin verilerin ortaya konulması hususunda büyük bir eksiklik olarak
karşımızda durmaktadır.
Yaklaşık olarak 11 yetimhanede kalan çocukların
ayda bir kez banyo imkânına sahip olduklarını, 7 yetimhanede de haftada bir kez
bu imkânı bulabildiklerine tanık oluyoruz. Bir yetimhanede ise kış süresince
çocukların duş/banyo imkânından yoksun oldukları bilgisine rastlıyoruz.
Beslenme hususuna da temas edecek olursak, iki yetimhanede beslenme
programı/takvimi aynıyken, genel olarak diğer yetimhanelerin yemek listelerinde
kolalı yiyeceklerin olduğu bilgisi not düşülen bir başka husustur. Öğün
yemekleri pirinç ve ekmek ya da fasulye ile ekmekten oluşurdu. Bazı
yetimhanelerde ise taze sebze ve meyveye tesadüf etmek imkânsızdı (Brown 1922,
s. 234).
Toplamda beş tane olan Rum yetimhanelerinin üçü
iyi denilebilecek yerlere kurulmuşlardır. Halki Adasındaki kız çocukları en iyi
şartlara sahip gurup olarak ön plana çıkmaktadırlar. İyi bir bina ve okula
sahip olan bu kız bikesleri, sahip oldukları deniz manzarası ve temiz hava ile
de oldukça şanslı addedilmişlerdir. Okulda çok iyi hocalara ve alet edevata
sahip terzilik bölümüne ayrı bir önem verilmektedir. Halki Yetimhanesi 305 kız
çocuğunu himaye etmektedir (Brown 1922, s. 246). Büyükada Yetimhanesi de adanın
zirvesindeki çam ormanlarının arasında kurulmuş olması nedeniyle oldukça
sağlıklı koşullara sahip bir yetimhane olarak ön plana çıkmıştır. Öte yandan su
yetersizliği sorunu ciddi bir tehlike olarak sorun oluşturmuştur. Zaman
içerisinde traçoma ve diğer bulaşıcı hastalıklar ortaya çıkacak ve yaygınlık
kazanacaktır. Traçoma vakaları yetimhanenin en üst katında kontrol altına
alınmak istenmişse de bu husus doğrultusunda herhangi bir düzenlemenin olmayışı
sorunu hedeflenilen doğrultuda çözüme kavuşturmanın uzağında kalınmıştır. Diğer
hastalıklar için bir hastane bulunmakla birlikte burası için de aynı
yetersizlikten dem vurulmuştur (Brown 1922, s. 238).
Büyükada Yetimhanesi yaşları 5 ila 14 arasında
değişen 733 erkek çocuğuna korunma ve bakım hizmeti sunmaktadır. Dışarıda
sınırsız genişlikte oyun alanlarında sahip olmasıyla birlikte yetimhanenin
içerisinde de oldukça geniş oyun odaları mevcuttu (Brown 1922, s. 246).
Çocukların eğlence olanakları hakkında çeşitli
seçenekler mevcuttu. Dışarısı oyun ve eğlence için müsait olup, çocuklar
folklorla de ilgilenmekteydi. Çocuklar marangozculuk, ayakkabı imalatı ve
terzilik alanlarında oldukça iyi eğitilmişlerdir. Mesleki eğitimlerini
tamamlayan öğrenciler meslek sahibi olarak hayata atılmışlardır.
Pendik Yetimhanesi fiziki olarak daha küçük
olup 190 erkek çocuğu ve 110 kız çocuğuna korunma ve bakım hizmeti sunmaktaydı.
Burası çam bahçesine yakın olup deniz manzarasına da sahiptir. Buradaki
bikeslerin bakımı ve kurum temizliği diğer yetimhanelerde rastlanılmayan yüksek
bir standarda sahipti. Pendik Yetimhanesinde de 300 çocuk korunma ve bakım
altında bulundurulmaktaydı (Brown 1922, s. 246).
Asylon Asteghon Orphanage/Ayaz Paşa Yetimhanesi
ilk etapta traçomadan muzdarip 210 kız çocuğun toplandığı yer olarak ön plana
çıkmaktadır. Dolmabahçe yakınlarında kurulu olan yetimhane traçomanın bulaşıcı
olmasından ötürü dış dünyayla sınırlı iletişime sahiptir (Brown 1922, s. 239,
246).
İstanbul’da bulunan Rus göçmenleri/mültecileri
için iki adet yetimhane bulunmaktadır. Bunlardan birisi Rus Şehirleri
Birliği(The Russian Union Of Towns) örgütü tarafından Beşiktaş’ta faaliyete
hazır hale getirilmiştir. Burada 150 tane çocuğa korunma ve bakım hizmeti
sağlanmaktadır. Diğer yetimhane de "American Friends to Russian Children
Orphanage" ismiyle bilinmektedir. Adından da anlaşılabileceği üzere bu
yetimhane Amerika gözetimi altında olup büyük oranda Amerikan parasıyla
idare/finanse edilmekteydi. İki haftalık ile 11 yaş aralığında değişen 110
çocuğa korunma ve bakım hizmeti sağlanmıştır. Burada göze çarpan husus iki
haftalık bebeklerin dahi burada korunma ve bakım altına alınmış olmasıdır. Her
iki yetimhane de çocuklar için oyun odalarına ve bahçelerine sahiptir (Brown
1922, s. 240).
Rus yetimhanelerinde olduğu gibi Yahudi
yetimhanelerinde de hem erkek hem kız bikesleri korunma altında bulunmaktadır.
Bakım ve gözetim altında bulundurulan kız çocukların yaşları 7 ila 16 arasında
değişiyorken, erkek çocukların hepsi 12 yaşın altında bulunmaktadır. Çocukların
oyun/eğlence imkânları olmayan malzemeden dolayı bulunmamaktadır. Buna mukabil,
iki tane İsraelite Yetimhanesinde çocukların misket, kör ebe ve halat yarışı
türü küçük çaplı oyunlar oynayabilecekleri bahçeler bulunmaktadır. L’Ecole de
Bonheur Yetimhanesi, Rum ve Yahudi genç dilenci çocukları için tasarlanmıştır.
Çocukların herhangi bir oyun imkânı ve hareket serbestîsi bulamadığı bir ortama
sahip olan bu yetimhane son derece olumsuz koşullara sahip olup, burada
barındırılan çocukların beğenisini kazanamamıştır (Brown 1922, s. 239240).
Anna Welles Brown’un kalem aldığı makalesinde
ve genel olarak Constantinople To- Day adlı sosyal tarih çalışmasında geçtiği
üzere, İstanbul başta olmak üzere Osmanlı sınırları dâhilindeki kimsesiz
çocuklar yurtlarında/yetimhanelerde belirli eksikliklerin olduğunu ve aksaklıkların
yaşandığını görüyoruz. Bu kısımda bunlara kısaca değinmeye çalışacağız. Göze
çarpan ilk husus personel yetersizliği, yetimhanelerde ders veren ve buralarda
çocuklardan sorumlu kimselerin büyük oranda eğitim öğretim metotlarından
bihaber oldukları gerçeği, zayıf ve güçsüz çalışan sorunu, mutlak surette
yetimhanelerde mevcut olması gereken malzeme, alet edevatın yetersizliği ve
çocukların günlük hayat sorunlarına karşı donatılmaları noktasında yetersiz
kalan zihniyet sorunlarıdır. Yetimhanelerde görev alan hemen hemen bütün
müdürlerin dikkate değer yetenekte insanlar oldukları ve çocuklara karşı olan
sorumluluklarını büyük bir ciddiyetle/gayretle yerine getirmeye çalışan
kimseler olmalarına karşılık, diğer personelin çocukların bakımı ve eğitimi hususlarında
son derece gönülsüz olduklarını söylemekte yarar vardır. Bu noktada Osmanlı
Devletinin yetimhanelerde çalışacak personel hakkında ne tür ölçütler aradığına
direkt olarak rastlayamadığımızı ancak azınlıkların kendi girişimleriyle tesis
ettikleri kurumlarda çalışacak personeli belli ciddi kriterleri göz önünde
bulundurarak işe aldıklarını söyleyebiliriz. Bu genel değerlendirmenin yanında,
işlerini büyük bir özveriyle yapan, çocuklara karşı olan sorumluklarını büyük
bir gayret ve neşeyle yerine getirmeye çalışan ve çocuklara her an yeni şeyler
katmak için hazır bekleyen az sayıda çalışanın da olduğunu zikretmeden
geçemeyiz (Brown 1922, s. 248).
Diğer taraftan iyi veya kötü değerlendirmesinin
dışında, öğretmen sayısının ciddi yetersizliğine mukabelen çocukların ders
gördüğü ve barındığı odaların oldukça büyük oldukları husus da ön plana
çıkmaktadır (Şerif 1999, s. 13, 22, 33-35, 50, , 69, 73, 8284, 119, 127,
139-140, 150, 160-161, 180, 201, 224). Bir Rum yetimhanesi olan Büyükada
Yetimhanesi bu noktada zikredilmesi gerekilen önemli bir örnektir. Yetimhanede
korunma ve bakım altında tutulan 733 bikes için sadece 10 tane öğretmenin
olduğu malumatı düşündürücüdür. Hem yetimhane içerisinde hem de dışarısında çok
sayıda çocuktan mesul tutulan bir öğretmenin nasıl bir özveri göstereceği merak
konusu iken, bakım ve gözetim noktasındaki yetersizliği ve gönülsüzlüğünün yol
açacağı sorunların neler olabileceği aşikârdır (Brown 1999, s. 243).
Gerek Osmanlı devleti eliyle gerekse
azınlıkların kendi teşebbüsleriyle hazır haldeki binalara tesis edilen
yetimhanelerde temas edilmesi gereken iki husus, düzensiz sosyal hizmet
uygulamalarının çocukların gelişimlerine ne türden aksaklıklar getirdiğini
ortaya koyuyor olmasından ötürü ilgi çekicidir. Yetimhanelerdeki malzeme, araç
gereç ve alet edevattan söz açıldığında durumun içler acısı olduğu ifade
edilir. Bu hususa devam edecek olursak, her biri çok sayıda yetim ve öksüzü
himaye eden yetimhanelerin sadece barınma ve beslenme imkânı sunabilen kurumlar
olabildikleri eleştirisi yapılmıştır. Dönem şartlarının ağırlığından olsa
gerek, bikes çocuklar buralara nakledilirken elbette ilk hedef onlara kalacak
yer temin etme düşüncesiydi. Bu noktada çocuk gelişimi evrelerinin
gerektirdiklerinden bihaber bir idari anlayış ve personel gurubundan söz
edilebilir. Çocukların oyun oynayabilecekleri alanlar alabildiğince genişken,
onların nelerle oynayabilecekleri çok az düşünülmüştür denilebilir. Örnek
verilecek olursak, Ermeni yetimhanelerinde kızların oyun araç gereçlerinden
yoksun oldukları zikredilmiştir. Muhtemelen arkadaşlarından ödünç aldıkları
birkaç top ve ipten başka seçenekleri olmayan kızların ne tür bir gelişim seyri
takip ettiği son derece merak uyandıran bir unsurdur. Kızlara nazaran erkekler
her zaman daha fazla seçeneğe sahip olmuşlardır (Brown 1922, s. 241). Diğer bir
rahatsızlık uyandıran hususa daha değinecek olursak, çocukların ihtiyaçlarına
cevap verebilecek şekilde bir bina inşa etmenin yerine, çocuklar mevcut
binaların yapılarına uyum sağlamaya bırakılmışlardır. Çoğu devlet kuramlarına
ve paşalarına göre tasarlanmış binalarda çocukların rahat edip edemeyeceği
endişesinin taşınıp taşınmadığını merak uyandıran diğer bir husustur. Artık
tamamen bikes çocukların evlerine dönüşecek olan bu yapıların, onların
gelişimlerine veya ihtiyaçlarına karşılık verebilecek bir konuma getirilmiş
olması zorunluluğu söz konusudur. Zira çocukların ihtiyaçları her yönüyle
farklılık arz eder ve fiziki koşulların da sağlıklı bir toplumun inşası
noktasında bu hususa uygun olması gerekmektedir.
Konuyu bu şekilde tahlil ettikten sonra, son
dönem Osmanlı toplumunu spesifik olarak günümüze aktarabilmiş ender eserlerden
birisinin, esasında önemli bir sosyal tarih çalışması olarak da
nitelendirilebilecek İstanbul’un Bugün’ü (Constantinople Today) isimli
eser olduğunu bir kez daha vurgulamakta yarar görmekteyiz. Brown’un makalesi
kanaatimize göre bu çalışmanın merkezinde yer alan son derece önemli, yol
gösterici, farklı ve sunduğu içerik bakımından da oldukça farklı bir düzlemde
yer almaktadır. Osmanlı yetimlerine dair sunulan betimlemeler, genel ve
kapsamlı nitelik taşıyor oluşlarından ötürü çalışmamızın birçok noktasında
referans olarak kullanılmışlardır.
Araştırdığımız dönem; Osmanlı-Rus Harbi, Balkan
Savaşları, I. Dünya Savaşı, Osmanlı devletinin borçlarını ödeyemez bir hale
geldiği ve padişahlığın konumu ile ilgili tartışmaların alenen ilk defa
tartışılmaya başlandığı çalkantılı yılları kapsamaktadır. Bu ağır şartlara
rağmen, Osmanlı devleti yoksullaşan halkın sorunlarına duyarsız kalmamış,
savaşlar neticesinde sayısı binlerle ifade edilen eytam ve ihtiyaç halindeki
çocuk sorununu göz ardı etmemiş, ülkemizdeki sosyal hizmetler ve çocuk esirgeme
kurumlarına öncülük edecek ilk adımları atmayı başarabilmiştir. Bu yönüyle sosyal
refah alanında yaşanan gelişmeler, Osmanlı devletinin modern bir sosyal devlet
olma yolundaki temel adımlarını oluşturmuştur. Daha önceleri merkezi devletin
faaliyet alanları dışında kalan çocuk refahı, çocuk sağlığı ve sosyal yârdim
alanları devletin sorumluluk alanları arasına girmiştir. Özellikle, Sultan
Abdulhamit’in bu doğrultudaki girişimleri; geleneksel, az gelişmiş ve çağa ayak
uydur/a/mamış Osmanlı intibasını yıkmayı hedeflemiş ve son bilimsel
teknolojiler ile donatılmış olan sosyal refah, özellikle çocuk refahı kurumları
aracılığı ile Sultan Abdulhamid ihtiyaç halindeki kimselerin sorunları ile
ilgilenerek halk nazarındaki imajını da pekiştirmiştir.
Bunun yanında sözü edilen çocuk refahı
kuramlarının sadece Müslüman çocuklar için değil, aynı zamanda bütün
imparatorluk bikesleri için tesis edilmiş olması, Osmanlı devletinin değişik
etnik kökenlerden tebaası ile öteden beri süregelen barışık yapısını yansıtması
ve sosyal devlet anlayışını sürdürüyor oluşu açısından dikkate değerdir.
Özellikle, sosyal ve çocuk refahı kurumları bünyesinde verilen çok yönlü eğitim
ve meslek kazandırma hizmetleri, sorunun etraflıca ele alındığının güçlü
göstergeleridir. Bu anlamda, geniş Osmanlı sınırları dâhilinde artan kimsesiz
çocuk sayısına karşılık sadece barınma imkânı sağlamaya yönelik adımlar
atılmamış aynı zamanda bu çocukların toplumsallaşmasına ve topluma faydalı
birer birey olmalarına dönük eğitim faaliyetleri dikkate değerdir. Özetlemek
gerekirse, her ne kadar bu kurumlar savaşların yıkıcı etkilerinden dolayı
gerektiği kadar etkili olamamış ve yokluklardan nasiplerini almışlarsa da, bu
kurumlar sözü edilen dönemde yaşanan sorunları az da olsa gidermiş ve Osmanlı
devleti’nin son yıllarıyla birlikte gelenekselliğin işlevsizliğinden kurtulmuş
modern bir sosyal devlet hüviyetini kazanmasında büyük rol oynamışlardır.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi. İ.DH 591/41114.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi. İ.MMS 133/5690.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi. İ.MVL 584/26270.
1334 Senesi Darüleytam Müdüriyeti Umumiyesi
Bütçesi, Muvazene-i Maliye Encümeni
Mazbatası, reis: Sasun Efendi, Mazbata Mührü: Hamdi Bey, Zabıt Katibi: Nihad
Bey, Aza: Faik Bey, İsmet Bey, Rasim Bey, Avni Bey, İzzet Bey, Servet Bey,
Muhammed Sabri Bey, Meclis-i Mebusan, No:409, Meclis-i Mebusan Matbaası.
Akşin, S. ve diğerleri (2005). Türkiye
Tarihi 3 - Osmanlı Devleti 1600-1908, 8.baskı, İstanbul: Cem Yayınevi.
Aktepe, M. M. (haz.) (1989). Vak’a-Nüvis
AhmedLütfîEfendi Tarihi. C. XII. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Akol, O. (1950). Kimsesiz Çocuklar.
Ankara: Örnek Matbaası.
Anderson, M. S. (2011). Doğu Sorunu -
1774-1923 Uluslararası ilişkiler Üzerine Bir inceleme (2. bs.). (çev. İdil
Eser)., İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Ayar, M. (2007). Osmanlı Devletinde Kolera -
İstanbul Örneği (1892-1895). İstanbul: Bayrak Matbaası, Kitabevi
Yayıncılık.
Ayhan, H. ve Maviş, H. (1994). Darüşşafaka. Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (s.7- 9). C. 9. İstanbul: Güzel Sanatlar
Matbaası A.Ş..
Baykal, B. S. (1964). Mithat Paşa - Siyasi
ve idari Şahsiyeti. Ankara: Kıral Matbaası.
Beşer, F. (1991). Kadının Çalışması-Sosyal
Güvenliği ve İslam. İstanbul: Seha Neşriyat.
Berkes, N. (2002). Türkiye’de Çağdaşlaşma.
(haz. Ahmet Kuyaş), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Bilici, F. (2003). Les imâret ottomanes:
un instrument de lutte contre la pauvrete?. Pauvrete et richesse dans le
monde musulman mediterraneen / Poverty and Wealth in the Muslim Mediterranean
World (s. 271-288). Dirige par Jean-Paul Pascual, Paris:
Maisonneuve&Larose.
Black, F. H. (1922). The Native Schools. Constantinople
To-Day or The Pathfinder Survey of Constantinople: A Study in Oriental Social
Life (s. 369-418). Under the Direction of Clarence Richard Johnson. New
York: The Macmillan Company.
Brown, A. W. (1922). Orphanages In
Constantinople. Constantinople To-Day or The Pathfinder Survey of
Constantinople: A Study in Oriental Social Life (s. 228257). Under the
Direction of Clarence Richard Johnson, New York: The Macmillan Company.
Chambers, R. L ve (1968). Notes on the Mekteb-i
Osmani in Paris 1857 - 1874. Beginnings Of Modernization In The Middle East
- The Nineteenth Century (s. 313-329). (Edited by William R. Polk and
Richard L. Chambers). Chicago and London: The University Of Chicago Press.
Clogg, R. (1992). A Concise History of
Greece. Cambridge: Cambridge University Press.
Çakmak, D. (2011). Osmanlı iktisat
Düşüncesinin Evrimi - Societas ve Universitas Gerilimi (2. bs.). İstanbul:
Libra Yayıncılık.
Çanlı, M. (1999). Eytam İdaresi ve Sandıkları
(1851-1926). Osmanlı (C. 5, s. 57-69). (G. Eren, ed.). Ankara: Yeni
Türkiye Yayınları.
Çavuşoğlu, T. (2005). Sosyal Hizmetlerin
Yakın Tarihinden Sayfalar: Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu Yaprakları 1917 -
1983. Ankara: SABEV Yayınları.
Çelik, M. (2010). Balkanlar’da Tanzimat:
Mithad Paşa’nın Tuna Vilayeti Valiliği 18641868 (1. bs.). İstanbul: Libra
Yayıncılık.
Davis, C. C. (1922). The Refugee Situation In
Constantinople. Constantinople To-Day or The Pathfinder Survey of
Constantinople: A Study in Oriental Social Life (s. 201-226). Under the
Direction of Clarence Richard Johnson. New York: The Macmillan Company.
Davis, F. (1982). Osmanlı Kadını - 1718’den
1918’e Bir Toplumsal Tarih. (çev. B. Tırnakçı). İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Davutoğlu, A. (2002). Küresel Bunalım
(5.bs.). İstanbul: Küre Yayınları.
Delialioğlu, M. (2009). Himaye-i Etfal
Cemiyeti ve Eğitim Boyutu. Ankara: Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Enstitüsü Eğitim Programları ve Öğretim Bilim Dalı (Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi).
Dethier, P. A. (1873). Le Bosphore et
Constantinople / Description Topographique et Historique. Vienne: librarie
de l’universite-autrefois fr. Beck, Alfrede Hölder.
Develioğlu, F. (2007). Osmanlıca
Türkçe Ansiklopedik Lügat (Eski ve Yeni Harflerle) (24. bs.). (haz. A. S.
Güneyçal). Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları.
Düstur
(1941). Birinci Tertip, C.7. Ankara: Başvekâlet Devlet Matbaası.
Dreyfus, F. (1916). La Guerre
et La Tutelle Des Orphelins. La Guerre et La Vie Demain - Conferences de L
’Alliance D ’Hygiene Sociale 1914-1916, I. Enfance et Jeunesse (s. 155-162).
Conference faite le 12 fevrier 1915, par Emile
Boutroux, le Professeur Chauffard, Jules
Siegfried, Berthe Milliard, M. le Proeffesseur Pınard, MM. le Dr Mosny,
Montjotin, J. Lefebvre, Cohendy, Gustave Belot, Louis Liard. Paris: Librairie
Felix Alcan.
Ergin, O. (1966). Darü’lhayr-i Âli. İstanbul
Ansiklopedisi. İstanbul.
Ergin, O. (1977). İstanbul Mektepleri ve
İlim, Terbiye ve San’at Müesseseleri Dolayısıyla, Türkiye Maarif Tarihi (C.
3-4). İstanbul: Eser Matbaası.
Ergut, F. (2004). Modern Devlet ve Polis - Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e Toplumsal Denetimin Diyalektiği. Ankara: İletişim Yayınları.
Erkan, A. R. ve Erkan, G. (Ocak 1987).
Darüleytamlar. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Dergisi,
5 (1), 61-68.
Eroğlu, H. (2007). On Dokuzuncu Yüzyılda Yetim
Çocuklara Vasi Tayini: Antalya Örneği. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları
Dergisi. S. 50, s. 285-288.
Fesch, P. (1999). Abdülhamid’in Son
Günlerinde İstanbul (çev. E. Üyepazarcı), (1.bs.). İstanbul: Pera Turizm ve
Ticaret A.Ş. Yayını.
Fontmagne, La Baronne Durand De (1902). Un
Sejour d L’Ambassade de France a Constantinople sous Le Second Empire.
Paris: Librairie Plon.
Gautier, T. (1856). Constantinople
(Nouvelle Edition). Paris: Micel Levy Freres, Libraires- Editeurs.
Goodsell, F. F. (1922). Historical Setting. Constantinople
To-Day or The Pathfinder Survey of Constantinople: A Study in Oriental Social
Life (s. 11-86). Under the Direction of Clarence Richard Johnson. New York:
The Macmillan Company.
Gövsa, İ. A. (1930). Resimli Yeni Lügat ve
Ansiklopedi (Ansiklopedik Sözlük). (C.I-II). İstanbul: İskit Yayını.
Gulbankian Komisyonu (2008). Sosyal
Bilimleri Açın - Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor. (çev.
Şirin Tekeli). İstanbul: Metis Yayınları.
Gündüz, M. (Aralık 2012). II. Abdülhamid’in Sadrazamı
ve Eğitim Danışmanı (Küçük) Said Paşa’nın Eğitime Yönelik Görüş ve
Uygulamaları. Düşünen Siyaset - Sultan Abdülhamid ve Dönemi, S. 27,
Ankara: Lotus, ss. 37-68.
Güngör, S. (Haziran/Eylül 2009). Osmanlı’dan
Türkiye Cumhuriyeti’ne Bir Hayır Örgütü: İstanbul Darülacaze Müessesesi. Türk
idare Dergisi, S.463-464, s. 157180.
Hacıömeroğlu, H. (Aralık 2010). Abdülhamid
Döneminde Sağlık Hizmetlerine Bakış. Düşünen Siyaset - Sultan Abdülhamid ve
Dönemi, S.27, Ankara: Lotus, s. 227232.
Hızlı, M. (1999). Mahkeme Sicillerine Göre
Osmanlı Klasik Döneminde İlköğretim ve Bursa Sıbyan Mektepleri. Bursa:
Uludağ Üniversitesi Basımevi.
Huntington, E. D. (1922). Community
Organization. Constantinople To-Day or The Pathfinder Survey of
Constantinople: A Study in Oriental Social Life (s. 121164). Under the
Direction of Clarence Richard Johnson. New York: The Macmillan Company.
İnalcık, H. (1996). 15. Asır Türkiye İktisadi
ve İçtimai Tarihi Kaynakları. Osmanlı imparatorluğu - Toplum ve Ekonomi
Üzerinde Arşiv Çalışmaları, incelemeler (s. 187-201). (2. bs.). İstanbul:
Eren Yayıncılık.
İnalcık, H. (1996). Sened-i İttifak ve Gülhane
Hatt-i Hümâyûnu. Osmanlı İmparatorluğu - Toplum ve Ekonomi Üzerinde Arşiv
Çalışmaları, İncelemeler (s. 363-359). (2. bs.). İstanbul: Eren Yayıncılık.
İnanç, V. (2003). Osmanlı Devletinde Yetimlerin
Sosyal Haklarının Korunması. Savaş Çocukları Öksüzler ve Yetimler (s.
19-32). (E. Gürsoy-Naskali ve A. Koç, ed.), (1. bs.). İstanbul: Kırmızı
Yayıncılık.
Jones, C. (1994). The Cambridge illustrated
history of France (1.edition). London: Chambridge University Press.
Karakışla, Y. S. (Eylül 1999). Kadınları
Çalıştırma Cemiyeti Himayesinde Savaş Yetimleri ve Kimsesiz Çocuklar: Ermeni mi
Türk mü?. Toplumsal Tarih (s. 46-55), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları.
Kardam, A. (2011). Cizre-Bohtan Beyi
Bedirhan - Direniş ve İsyan Yılları (1. bs.). Ankara: Dipnot Yayınları.
Karpat, H. K. (2010). Osmanlı Nüfusu 1830 -
1914. ( çev. B. Tırnakçı). İstanbul: Timaş Yayınları.
Kartal, C. B. (Mart 2008). II. Meşrutiyet’in
Cumhuriyet’e Mirası: “Makbul Kadınlar”. İstanbul Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:38, İstanbul, s. 215238.
Kavas, A. (1991). Les Relations de
l’Administration Ottomane avec la Sanusiyya de 1835 d 1912. Paris:
Üniversite Paris VII-U.F.R. Geographie, Histoire et Sciences de la Societe,
directeur de recherche: Jean-Louis Triaud, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
Keyder, Ç. (2007). Anglo-Sakson Modeli Niçin
İstisnadır?. Tarihsel Sosyoloji; Stratejiler, Sorunsallar ve Paradigmalar
(s. 35-50). (1. bs.), (der. F. Ergut - A. Uysal). Ankara: Dipnot Yayınları.
Kırbaç, S. (2003). Osmanlı Belgelerine Göre
Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Almanya’ya Gönderilen Dârü’l-eytam Öğrencileri.
Savaş Çocukları Öksüzler ve Yetimler (s. 87- 103). (E. Gürsoy-Naskali ve
A. Koç, ed.), (1. bs.). İstanbul: Kırmız Yayıncılık.
Koç, A. (2003). Öksüz ve Yetim Çocukları İçin
Kurulmuş Bir Eğitim Kurumu: Dârü’ş- şafaka. Savaş Çocukları Öksüzler ve
Yetimler (s. 185-190). (E. Gürsoy-Naskali ve A. Koç, ed.), (1. bs.).
İstanbul: Kırmızı Yayıncılık.
Kodaman, B. (1991). Adülhamid Devri Eğitim
Sistemi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Kodaman, B. (1986). La Presence Culturelle et
Religieuse de la France en Anatolie Orientale De 1878 Â 1914. L’Empire
Ottoman, La Republique de Turquie et la France (s. 391- 400). (Recueil
publie par Hâmit Batu et Jean-Louis Bacque- Grammont), a l’occasion du quatre
cent cinquantieme anniversaire des premieres relations permanentes entre La
Turquie et la France, editions Isis, premiere impression. İstanbul: İstanbul
matbaası.
Kodaman, B. (1980). Tanzimat’tan II.
Meşrutiyet’e Kadar Sanayi Mektepleri. Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi
(1071-1920),(s.287-295).-Social and Economic History of Turkey (1071-1920),
(p.287-295). Birinci Uluslararası Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi
Kongresi-First International Congress on the Social end Economic History of
Turkey, Hacette University, Jully 11-13. Ankara: Meteksan Limited Şirketi.
Koç, B. (2007). Osmanlı Islahhsanelerinin
İşlevlerine Dair Bazı Görüşler. Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, 6(2), s. 36-50.
Koşar, N. G. (2000). Sosyal Hizmetlerde
Sosyal Yardım Alanı (Yoksulluk ve Sosyal Hizmet). Ankara: Şafak Matbacılık.
Köksal, Y. (2007). Sosyal Kontrol Sistemleri:
19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘Devlet- Toplum’ İlişkileri. Tarihsel
Sosyoloji; Stratejiler, Sorunsallar ve Paradigmalar, Tarihsel Sosyoloji;
Stratejiler, Sorunsallar ve Paradigmalar (s. 111-141). (1. bs.), (F. Ergut
- A. Uysal, der.). Ankara: Dipnot Yayınları.
Kurnaz, Ş. (2011). Yenileşme Sürecinde Türk
Kadını 1839-1923. İstanbul: Ötüken Yayıncılık.
Kutlutürk, C. (Temmuz 2010). Hayırseverlikte Öncü
Kuruluşlar - Osmanlı Dönemi Vakıfları. Her Yönüyle Dernekler / Turkısh
Quarterly of Associations, 12, s. 27-
31.
Lewis, B. (2007). Modern Türkiye’nin Doğuşu
(10. bs.). (çev. M. Kıratlı). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Lewis, B. (2005). Ortadoğu - iki Bin Yıllık
Ortadoğu Tarihi (2. bs.). (çev. S. Y. Kökyay). Ankara: Arkadaş Yayınevi.
Mantran, R. (1965). La Vie Quotidienne d
İstanbul au Siecle de Soliman le Magnifique. Paris: Hachette.
Melidonian, H. (1937). Vergangen,,, aber
nicht vergessen! - Erinnerungen und Erlebnisse eines armenischen Waisenkindes
auf der Missions-Station Maraş in der asiatischen Türkei. Chemnik:
Kommissionsverlag; Buchandlung des Gemeinschaftsvereins in Chemnik.
McCarty, J. (2001). The Ottoman Peoples and
The End Of Empire. London: Oxford University Press.
Milliard, B. (1916). La Guerre et La Tutelle
Des Orphelins. La Guerre et La Vie Demain - Conferences de L ’Alliance D
’Hygiene Sociale 1914-1916, I. Enfance et Jeunesse (s.133-155).
Conference faite le 12 fevrier 1915. Par Emile Boutroux, le Professeur Chauffard,
Jules Siegfried, Berthe Milliard, M. le Proeffesseur Pınard, MM. le Dr Mosny,
Montjotin, J. Lefebvre, Cohendy, Gustave Belot, Louis Liard. Paris: Librairie
Felix Alcan.
Moore, S. L. (1922). Some Phases of Industrial
Life. Constantinople To-Day or The Pathfinder Survey of Constantinople: A
Study in Oriental Social Life (s.165- 199). Under the Direction of Clarence
Richard Johnson. New York: The Macmillan Company.
Nuhoğlu, H. Y. (1993). Dârü’l-eytam. Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (s.521). C.8, İstanbul: Güzel Sanatlar
Matbaası A.Ş. Yayını.
Nuhoğlu, H. Y. (1993). Darülaceze. Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (s. 512514). C. 8, İstanbul: Güzel
Sanatlar Matbası A.Ş. Yayını.
Unat, F. R. (1964). Türkiye Eğitim
Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış. Ankara: Milli Eğitim Basımevi.
Okay, C. (2002). Son Dönem Osmanlı Toplumunda
Çocuk (1850-1900). Türkler (s. 4156). S.14. Ankara: Yeni Türkiye
Yayınları.
Okay, C. (2000). War and Child in the Second
Constitutional Period. Enfance et Jeunesse dans le Monde Musulman -
Childhood and Youth in the Muslim World (s.219-232). Sous la
direction/directed by François Georgeon et Klaus Kreiser. Paris:
Maisonneuve&Larose.
Ortaylı, İ. (2009). Osmanlı Toplumunda Aile
(1. bs.). İstanbul: Timaş Yayınları.
Okur, Y. (1996). Darüleytamlar. Samsun:
On Dokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
Özbayrak, İ. K. (2011). II. Abdülhamid
Döneminde Uygulanan Sosyal Yardım Politikaları (1876-1909) - Fiziksel Engelliler,
Kazazede ve Depremzedeler (1. bs.). İstanbul: Libra Yayıncılık.
Özbek, N. (2002). Osmanlı İmparatorluğunda
Sosyal Devlet-Siyaset, İktidar ve Meşruiyet (1876-1914). (1. bs.).
İstanbul: İletişim Yayınları.
Özbek, N. (Şubat 1999). II. Abdülhamit ve
Kimsesiz Sokak Çocukları: Darülhar-ı Ali. Tarih ve Toplum, S. 138, s.
11-14.
Özbilgen, E. (2011). Bütün Yönleriyle
Osmanlı - Adab-ı Osmaniyye. İstanbul: İz Yayıncılık, Yeni Şafak Kültür
Armağanı.
Pamuk, Ş. (2005). Osmanlı-Türkiye İktisadi
Tarihi 1500-1914. İstanbul: İletişim Yayınları.
Pakalın, M. Z. (1993). Osmanlı Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (C. I-II). İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları.
Pakalın, M. Z. (1971). Osmanlı Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (C. I). İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları.
Palabıyık, M. S. ve Bozkuş, Y. D. (2011).
Pontus Meselesi: Genel Bir Bakış. Uluslararası Suçlar ve Tarih (s.
77-140). Altı Aylık Uluslararası Hukuk ve Tarih Dergisi. S.11/12. Ankara:
Terazi Yayıncılık.
Patrick, M. M. (2009). Son Sultanların
İstanbul’unda Siyaset - Modernleşme - Yabancı Okullar (Under Five Sultans,
1929). (1. bs.). (çev. A. Aksu). İstanbul: Dergâh Yayınları.
Peet, W. W. (1922). Civic Administration. Constantinople
To-Day or The Pathfinder Survey of Constantinople: A Study in Oriental Social
Life (s. 87-120). Under the Direction of Clarence Richard Johnson. New
York: The Macmillan Company.
Phillips, C. M. (1922). Widowhood: A Study of
Dependency due to War. Constantinople TODAY or The Pathfinder Survey of
Constantinople: A Study in Oriental Social Life (s.287-321). Under
the Direction of Clarence Richard Johnson. New York: The Mac Millan Company.
Poujoulat, M. B. (1860). Voyage A
Constantinople. Paris: Victor Sarlit, Libraire- Editeur.
Plandin, E. (1853). L ’Orient. Paris:
Gide et Baudry, Libraries edutieurs.
Rıza, A. (1973). Eski Adetler - Eğlenceler -
Sosyal Hayat - Esnaf Kuruluşları - Bütün Yönleri ile Bir Zamanlar İstanbul,
(ilaveli notlarla yayına hazırlayan: Niyazi Ahmet Banoğlu), Tercüman 1001 Temel
Eser 11. İstanbul: Tercüman.
Sakaoğlu, N. (1994). Dârü’l-eytamlar. Dünden
Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (s.558- 559). C. 2. İstanbul: Kültür
Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını.
Sarıkaya, M. (2003). Savaş Yıllarında Himaye-i
Etfal Cemiyetinin Çocuk Sağlığı Konusundaki Hedef ve Faaliyetleri. Savaş
Çocukları Öksüzler ve Yetimler (s. 33-47). (ed. E. Gürsoy-Naskali ve A.
Koç), (1. bs.). İstanbul: Kırmızı Yayıncılık.
Şerif, A. (1999). Anadolu’da Tanin
(C.1). (haz. M. Ç. Börekçi). Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih
Kurumu Basımevi.
Sufoğlu, E. (2003). Osmanlı Devletinde Yetimler
İçin Alınan Bazı Sosyal Tedbirler. Savaş Çocukları Öksüzler ve Yetimler
(s. 49-57). ( ed. E. Gürsoy-Naskali ve A. Koç), (1. bs.). İstanbul: Kırmızı
Yayıncılık.
Tournefort, (Joseph) M. Pitton de (1718). Relation
d’un Voyage du Levant fait par ordre du roi contenant l’historie ancienne et
moderne de plusieurs isles de L ’Archipel, de Constantinople, des cotes de la
Mer Noire, de L ’Armenie, de la Georgie, des frontieres de Perse et de L ’Asie
Mineure. Amsterdam: Aux Depens de la Compagnie.
Tosun, M. (2009). Osmanoğlulları ve
Aydınların Anlatımıyla imparatorluğun Yüzük Taşı II. Abdülhamid (1. bs.).
İstanbul: Yeditepe Yayınevi.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Devlet
İstatistik Enstitüsü / State Institute of Statistics Prime Ministry Republic of
Turkey (2000). Tanzimat’tan Cumhuriyet ’e Modernleşme Sürecinde Eğitim
İstatistikleri 1839-1924 / Education Statistics in Modernization from the
Tanzimat to the Republic (C.6). (M. Ö. Alkan, haz.). Ankara: Devlet
İstatistik Enstitüsü Matbaası.
Şişman, A. (2004). Tanzimat Döneminde Fransa
’ya Gönderilen Osmanlı Öğrencileri (1839- 1876). Ankara: Türk Tarih Kurumu
Basımevi.
Ubicini, J. H. A (1977). 1855’te Türkiye I.
(çev. A. Düz). Tercüman 1001 Temel Eser- 98. İstanbul: Kervan Matbaacılık
Sanayi A.Ş. Yayını.
Vahapoğlu, M. H. (1992). Osmanlıdan Günümüze
Azınlık ve Yabancı Okulları (2. bs.). İstanbul: Boğaziçi Yayınları.
Yıldırım, N. (1997). İstanbul Dârü’l-aceze
Müessesesi Tarihi. İstanbul: Darülaceze Vakfı Yayını.
Yıldırım, N. (1994). Dârü’l-aceze. Dünden
Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (s. 555). C. 2. İstanbul: Kültür Bakanlığı ve
Tarih Vakfı Ortak Yayını.
Yediyıldız, B. (2003). XVIII. Yüzyılda
Türkiye’de Vakıf Müesssesi - Bir Sosyal Tarih İncelemesi. Ankara: Türk
Tarih Kurumu Yayınları.
Yılmaz, E.
(1992). Hukuk Sözlüğü (4. bs.). Ankara: Yetkin Hukuk Yayınları.
[*] Ölen
kimsenin arkasında bıraktığı mal anlamında kullanılır bir tabirdir. Tereke
tabiriyle karıştırılmamalıdır. Terike kapsamına ölen kimsenin techiz ve tekfini
(ölen kimsenin gömülmesi için lazım olan kefen, pamuk ve saire gibi şeyler
anlamına gelir), ölünün borçları ve vasiyeti girer. (Pakalın, a.g.e., s.
433 ve 460). Pakalın kavramın aslına uygun olarak kullanılmadığım vurgulamakta
ısrar ederken, Halil İnalcık ve İlber Ortaylı gibi saygın tarihçler de sözünü
ettiğimiz terimi "tereke" olarak kullanmışlardır. Halil İnalcık, Osmanlı
İmparatorluğu - Toplum ve Ekonomi, “15. Asır Türkiye İktisadi ve İçtimai
Tarihi Kaynakları”, (İstanbul: Eren Yayınları, 1996), s. 188-190. Diğer
taraftan tereke hukuki bir kavram olduğu için hukuk sözlüklerinde de bakmakta
fayda gördük. Karşılaştığımız sonuç ise Pakalın’ın vurguladığı hususa
aykırıdır. Yılmaz, a.g.e., s. 904-905. Biz ise çalışmamızda Pakalın’ın
işaret ettiği husus üzere kavramı "terike" olarak ele aldık.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar