Tarihî Süreçte Mevlid
Hazırlayan: NURAN ÇETİNKAYA
Hz. Peygamber sevgisinin, ümmetin harcını sağlam tutmakta çok önemli bir unsur olduğu muhakkaktır. Bunun böyle olduğunun teminatı öncelikle Kur’an-ı Kerim’dir; Allah kelâmıdır. Allahu Tealâ, Ahzâb sûresi altıncı âyetinde “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakın daha sevgilidir. O’nun eşleri de müminlerin anneleridir” buyurarak, bu sevginin mümin olmanın temel dinamiklerinden olduğunu ortaya koymuştur. Hz. Peygamber’in kendisi de O’nu sevmenin müslüman olmak için elzem olduğunu, değilse imanın tam bir iman olamayacağını bir hadisi şerifinde açıklamıştır. Buradan da anlaşılıyor ki, bu sevgi, Allah ve bizzat O’nun Resûlü tarafından iman esaslarının arasına konmuştur.
Hz. Peygamber sevgisi, tam ve hakîki bir iman için bu kadar mühimse, bunun hem bireyin hem toplumun ihyâsına dönük iki büyük sebebi olmalıdır. Bireye dönük olanını, Kur’an pratiğini bu sevgi ile beraber tâkib ve taklid ile iyi bir müslüman olmayı temine yönelik görmek gerekir. Diğerini, Hz. Peygamber sevgisinin topluma dair neticesini ise, ümmetin harcına koyduğu güçlü destekle anlamak icab etmektedir.
Tarih boyunca, mevlid kutlamaları, mevlid cemiyetleri, bu kutlamalarda okunmak üzere mensur ve manzum mevlidlerin kaleme alınması, mevlid metinlerinin güzel aktarımı için mûsikînin devreye girmesi, esasında hem müslüman şahsiyetini hem müslüman toplum karakterini beslemiş, desteklemiştir. Hz. Peygamber’le arasında asırlar bulunan müslüman için bu sevgiyi diri tutmak bilhassa önem arzetmiştir.
Fâtımîlerle başlayan mevlid kutlamalarının, zaman zaman siyasete hizmet ettiğini de kabul etmek gerekir. Zirâ her cemiyet hadisesi bir tarafıyla siyasete açıktır. Mısır’ın Fransız hâkimiyetinde olduğu yıllarda, Napolyon’un, Nakîbü’l Eşrâf Halil Bekrî’nin evinde yapılan mevlid kutlamalarına katılması, bir tür işgalci siyaseti olarak açıklanabilir.
Bunun gibi, Bâbür’ün yenilikçi müslüman kralı Ekber Şah’ın(1556-1605), 1579’da, müslüman, hindu, budist ve hristiyanları biraraya getirmek için yaptığı reformlardan sonra, çevresindekilerin “senin gibi imâm-ı âdilin müctehidleri taklid etmesi doğru değildir, imâm-ı âdilin mertebesi müctehidlerden üstündür” şeklindeki telkinleri ile Fetihpûr Sıkrî Ulu Camii’nde bir mevlid merasimi düzenlemesi ve bu mevlid merasiminde kendini yüksek mertebe sahibi ilân etmesi de tarihteki enteresan mevlid siyasetlerindendir.
Yine, yakın bir geçmişte 1957 senesinde İstanbul’da yaşanan 6-7 Eylül olaylarında mûsikîmizin önemli hânendelerinden ve mevlidhanlarından olan Necmi Rıza Ahıskan’ın, dükkânını, önünde mevlid okuyarak yağmalanmaktan kurtarmasını, küçük, hazin ve ne yazık ki elzem bir siyasî hareket olarak anlamak kaçınılmazdır.
Günümüzde, Bulgaristan’da yaşayan Türk müslümanların üzerinde mevlidin büyük tesiri olduğunu gören Bulgar hristiyan yöneticilerin (Şumnu’da, Beştepe köyünde ve Peşton’da), büyük çaplı mevlid cemiyetleri tertib edip, mevlidler okuttukları bilinmektedir.
Bu siyaseti zamana ve zemine göre doğru anlamak gerekmektedir. Nitekim, milletimizin ciddî bir bekâ mücadelesi verdiği Çanakkale Savaşı yıllarında halk şehitlerini, okuduğu dinlediği mevlidlerle bağrına basmış, mücadele azmini de kararlılığını da yine mevlidlerle yükseltmiş, desteklemiştir. Zirâ mevlid, Hz. Peygamber’in himmetine sığınmanın çok saf ve temiz bir ifadesi olarak her zaman olduğu gibi, o dönemlerde de çok rağbet edilen bir dayanak olmuştur.
Kısaca, tarih içinde mevlidin, milleti ve giderek ümmeti Hz. Peygamber sevgisi etrafında birleştirici bir rolü olduğunu unutmamalıdır. Mevlid, ezandan sonra, müslüman toprağının ve toplumunun daima ikinci mührü gibi olmuştur. Bu mühür etrafında adeta bir peygamber sevgisi geleneği ortaya çıkmış, bu gelenek asırlarca kendi içinde değişerek ve gelişerek bugünlere ulaşmıştır.
TARİHÎ SÜREÇTE MEVLİD
MEVLİD NEDİR? MEVLİD KUTLAMALARININ ORTAYA ÇIKIŞI VE
BU KONUDA İLERİ SÜRÜLEN BAZI FIKHÎ YAKLAŞIMLAR
Mevlid kelimesi Arapçada, doğmak, doğum zamanı ve doğum yeri olarak kullanılır. Türkçede de aynı biçimde, Arapçada kullanıldığı gibi yer almıştır. Ancak mânâ dilinde, mevlidin, bütün İslâm âleminde daima bir tek karşılığı olmuştur: Peygamber Efendimiz’in kutlu ve mübarek doğumu.
İlmî açıdan mevlid, Hz. Peygamber’in doğum yıldönümündeki törenlerin ve bu törenlerde okunmak üzere vücûda getirilmiş eserlerin bütününün ortak adı olarak karşımıza çıkar. Bazı lûgatlarda, mevlid kelimesinin, manzum eser adı ve bu manzum eserin mûsikî ile icrâ edildiği, okunduğu törenlerin husûsî adı olmasının, Türkçede ortaya çıktığı kaydedilmiştir. Zirâ, “Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem sevgisinin Türkler’in toplumsal hafızasındaki en önemli köşe taşlarından biri olması, bu sevginin tahmin edilenin de ötesinde bir derinlik ve genişlikte söze dökülmesine zemin hazırlamış , Klasik Türk edebiyatında, ‘Peygamber edebiyatı’ diyebileceğimiz ve Hz. Peygamber’in dış görünüşü, ahlâkî husûsiyetleri, hayatı, savaşları, doğumu ve doğumunda ortaya çıkan mucizelerle alâkalı, birçok edebî türün ortaya çıkmasını sağlamıştır”.
Türk-Din Mûsikîsi’nin içinde mevlid, hem tarihî süreçte üzerine yapılmış bestelerle, hem iyi bir mûsikî bilgisini gerekli kılan irticâlî icrâlarla bilhassa cami mûsikisinin en mûteber formlarından kabul edilmiştir. Bir mevlid merâsiminde herbiri mûsikî bilgisi gerektiren, Âşirhanlar (Kur’ân okuyanlar),Tevşihhanlar (Tevşih ve ilâhi okuyanlar), Mevlidhanlar (Mevlid bahirlerini okuyanlar) ve Duâhanlar(Dua edenler)olmak üzere, dört grubun muhakkak sûrette yer aldığı blinmektedir.7 Türk Din Mûsikîsinde en mûteber olan ve bu dört grubun mevcudiyetiyle en çok okunan mevlid, Süleyman Çelebi’nin 1409’da yazdığı Vesîletü’n-Necât (Kurtuluş Vesilesi) adlı mevlididir. Bu mevlidin okunuş tarzı da şu şekilde gelenekselleşmiştir: “Mevlid merasimi, âşirhanın Kur’ân tilâvetiyle başlar ve makam olarak okuyuşunu saba ailesinden bir makamla bitirir. Tevşih grubu da saba, çargâh, dügâh veya şevkutarab makamından bir tevşih (Hz. Peygamber’in doğumuna dâir medhiyeleri terennüm eden eserler) okurlar. Tevşih veya ilâhi grubunun bahirler arasında okuyacakları tevşih ve ilâhilerde, bilhassa akabinde okunacak bahirlerin mevzuu ile alâkalı eserleri tercih etmeleri gerekmektedir. İlk bahir olan Münâcaat ve Tevhid bahrine özellikle Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerine aid ve çargâh makamında olan “Kudümün rahmeti zevk u safâdır Ya Resûlallah” isimli tevşihi okumak gelenek halini almıştır. Bu tevşihten sonra mevlidin ilk bahri olan ve “Allah adın zikredelim evvelâ” sözleriyle başlayan Tevhid Bahri’ne aynı makamla girilir; saba ailesinden makamlar (saba, dügâh, çargah şevkutarab vb.) arasında gezindikten sonra bilhassa “Her ki diller bu duada buluna, fatiha ihsan ede ben kuluna” beytinde hüseynî makamında karar verilir. Burada duahan mevlidin müellifine dua eder ve fatiha çeker. Akabinde âşirhan Kur’ân-ı Kerim tilâvetine başlar ve hicaz makamıyla karar verir. Tevşih grubunun hicaz makamında okuduğu tevşih veya ilâhiden sonra mevlidhan “Hak Teâlâ çün yarattı Âdem’i” mısraıyla başlayan Nur bahrine girer. Bu bahirden önce de “Çün doğup tuttu cihânı”, Tende cânım” gibi tevşihleri okumak âdet olmuştur.Bu bahir içinde segâh, hüzzam, müstear, eviç, ferahnak, karcığar, tahir-buselik makam geçkilerinden sonra rast makamıyla karar verilir.Bu bahrin sonunda topluca salavât getirilir ve âşirhan rast makamında Kur’ân okumaya başlar. Kur’ân tilâvetini müteakip rast bir tevşih okunur. Bu baptan olmak üzere rast makamında “Yâ Resülallah şefaat eyle Allah aşkına” veya “Doğmazdı kalbe iman”isimli eserler okunur. Mevlidhan “Âmine Hatun Muhammed ânesi” beytiyle başlayan Velâdet bahrini okumaya başlar.Bu bahirde saba,uşşak, hicaz, ısfahan, suzinak, mahur, nişâburek,segâh, nihavend makam geçkileri yapılabilir.”İçtim ânı oldu cismim nüra gark” beytine gerdaniye perdesinde mahur makamıyla başlar ve hüseynî perdesinde nişaburlu kalış gösterir.Müteakip beyitler arasında mevlidhan nişaburlu kalışlar yaptıkça tevşih grubu salât-ü selâm okur; daha sonra segâh makamıyla karar verilir. Bunun nedeni segâh makamında salât-ü selâma zemin hazırlamaktır. Duâhan ayakta kısa bir dua yapar.Âşirhan segâh makamında başladığı Kur’ân tilâvetini hüseynî veya uşşak makamıyla bitirir ve tevşih grubu aynı makamda bir tevşih veya ilâhi icrâ eder. Bu bölümde uşşak makamından “Ey Hüdâ’dan lutf u ihsan isteyen” gibi tevşihler okunur. Mevlidhan yine hüseynî veya uşşak makamıyla “Yaradılmış cümle oldu şâdüman” beytiyle başlayan Merhaba bahrine girer.Bu bahir içinde uşşak, pençgâh makamları gösterilir. Âşirhan da segâh makamıyla başladığı Kur’ân tilâvetini hüzzam makamıyla sona erdirir. Tevşih grubunun hüzzam makamında okuduğu “Yâ sâhibe’l cemâl” veya “Merhaba ey fahr-i âlem merhaba” gibi tevşihlerin akabinde mevlidhan aynı makamla “Söyleşürken Cebrail ile kelâm” beytiyle başlayan Mirâc bahrine girer. Sûzidil, kürdîlihicazkâr, evç,sabâ,segâh, hicaz gibi makam geçkileriyle süslenen bahir, uşşak makamıyla sona erer. Aynı makamla okunan Kur’ân tilâvetini yine uşşak bir tevşih ve ilâhi izler. Bundan sonra mevlidhan (her bahirde mevlidhan değişebilir), “Yâ İlâhî ol Muhammed hakkıçün” beytiyle başlayan Münâcaat bahrine girer. Bu bahrin sonunda “Ümmetimden razı olsun ol Muîn” cümlesinin akabinde bütün topluluk “Rahmetullâhi aleyhim ecmaîn”dua cümlesiyle bitirirler. Âşirhanın okuduğu son Kur’ân tilâvetinin ardından duâhanın yaptığı uzunca bir duayla mevlid merâsimi sona erer.”
Peygamber Efendimiz hayatta iken doğum gününün kutlanması hususunda herhangi bir telkinde bulunmamış, Hulefâ-i Raşidin yani Hz. Ebû Bekr, Hz.Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de herhangi bir mevlid töreni yapılmamıştır. Aynı şekilde, Emevîler ve Abbâsîler devirlerinde de mevlid merasimi yapıldığına dâir kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır.
Arap Yarımadasından Afrika’ya, Kuzey Afrika’dan Endülüs’e, Osmanlı Devleti’nden Ortaasya’ya bütün bir İslâm coğrafyasının mevlidle olan ünsiyeti şüphesiz öncelikle ümmetin Peygamber sevgisi ile izah edilmelidir. Çünkü Resûlullah Efendimiz dünyevî varlığının yanısıra, bütün peygamberlerin içinde mertebesi en yüksek olan son Resûl, son peygamberdir. İslâm âleminde devlet idarecileri, aynı zamanda ümmetin halifesi olarak, bu hakikati daima diri tutmak istemişlerdir.
Mâliki mezhebinin hâkim olduğu Tunus gibi memleketlerde mevlid törenleri bazı sakıncaları bulunduğuna dâir verilen fetvalarla zaman zaman uygulanmamışsa da müslüman toplumlar, düşman boyunduruğu altında bile mevlide sahip çıkmış, mevlidin okunabiliyor olmasını adeta varlıklarının teminâtı gibi görmüşlerdir. Tarih boyunca, fıkhî açıdan, mevlide en mesafeli duran mezhep, Mâlikî mezhebi olmuştur. Mâlikî fakihleri, âlimleri, özellikle Hz. Peygamber zamanında mevlidin kutlanmamış olmasını, bid’at-ı seyyie (dinin aslında olmayıp, sonradan tedâvüle konmuş kötü uygulama) kabul etmişlerdir. Ayrıca İbn-i Teymiyye (Ö.1328) ve onun görüşlerini benimseyen Muhammed Abduh (Ö.1905) gibi âlimler, ağırlıklı olarak nüfuzları Suudî Arabistan’da hissedilen diğer Vehhâbî kaynaklı âlimler de mevlid kutlamalarına karşı çıkmışlardır. Hz. Peygamber’i ibadet eder gibi yüceltmenin, yalnızca Allah’a karşı olan mutlak ibadet kuralını ihlâli anlamına geldiğini düşünüp, mevlid kutlamalarını yasak yahud günah kabilinden uygulamalar arasında saymışlardır.
Öte yandan, İbnü’l Cezerî (Ö.1429), Muhammed el Hudayrî es-Suyûtî (Ö.1505), Şemseddin eş-Şâmî (Ö.1536) gibi âlimler de aksi yönde görüş beyan ederek, Peygamber Efendimiz’i (S.A.V) doğum gününde, güzel giyinip, şiirler okuyarak anmanın, bid’at-ı hasene (şeriata uygun yeni âdet) olduğunu belirtmişler, görüşlerini Müslim, Ebû Dâvud ve Buhârî ‘nin kitapları gibi, güvenilir hadis kitaplarında yer alan bazı hadis-i şeriflerle de desteklemişlerdir. O hadislerden biri Resulullah Efendimiz’e pazartesi günleri oruç tutmanın fazileti sorulduğunda, O’nun bu soruya “ Bu benim doğduğum ve bana vahiy indirilen gündür” şeklindeki cevabıdır. Bu cevap Hz. Peygamber’in doğum gününün kıymetini ifade etmesi bakımından önemlidir. Bir diğer hadis ise, Hz. Peygamber’in Medine’deki yahudilerin on muharremde oruç tuttuklarını görünce sebebini sorması üzerine, yahudilerin, bu günün Hz. Musa’nın kurtulduğu, Firavun’un da boğulduğu gün olduğunu söylemeleri ve Hz. Muhammed’in aldığı bu cevapla, kendisinin Hz. Musa’ya daha yakın ve evlâ olduğunu beyan edip, o günde oruç tutulmasını emretmiş olmasıdır. Bu hadislerden fukahânın çıkardığı hüküm, bazı günlerin, mübarek kabul edilip kutlanacağı ve Resulullah Efendimiz’in doğduğu günün de, bu mübarek günlerin şüphesiz en mühimlerinden biri sayılması gerektiği şeklindedir.
Bütün bu tartışmalara ve buna bağlı olarak gelişen bazı bölgesel menfî uygulamalara rağmen mevlid, bütün İslâm âleminde, Resûlullah sevgisini, Resûlullah’a hürmeti esas alarak, Allah’ın rızasına hizmet ettiği gibi, ümmetin harcını sağlam tutmakta da çok önemli bir unsur olmuş, daima büyük rağbet görmüştür.
Hz. Peygamber’in doğum günü merasimleri, tarih boyunca, bir taraftan, devlet eliyle halka açık büyük festivaller ve kutlamalar şeklinde yapılırken, bir taraftan da daha sade, kapalı, bir şahıs inisiyatifi ve daveti ile küçük toplantılar, küçük cemiyetler şeklinde gerçekleştirilmiştir.
Sünnîlere ait ilk resmî kutlamaları gerçekleştiren yönetici olarak kayıdlara geçen, Erbil Valisi Muzafferüddin Kökböri’nin düzenlediği, misafirlere çeşitli hediyeler yanında, 100.000 tabak et yemeğinin, 30.000 tabak da tatlının ikram edildiği büyük ziyafetli törenlerin yanısıra, onbeşinci yüzyılda Şam’da yaşayan ve bir ‘günlük yazarı’ olan İbn Tevk’in, Muhammed İbn Vatka ismindeki bir şekercinin/tatlıcının (sukkârî) evinde yirmi kişinin katılımıyla vukû bulduğunu söylediği mütevâzı kutlamaların da yapıldığı bilinmektedir.
Mevlid kutlamalarını, edebiyatıyla, mûsikîsiyle, kültürüyle, zarif bir medeniyet unsuru haline getiren Osmanlı İmparatorluğu’nda da selâtin camilerde, padişahın ve üst düzey devlet ricâlinin katılımıyla yapılan mevlid törenlerinin yanısıra, eşraf konaklarında ve mütevazı evlerde, çeşitli ekonomik gelir seviyesindeki şahısların düzenlediği mevlid cemiyetleri dâima süregelmiş ve bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde de süregelmektedir.
Fâtımîlerde Mevlid Kutlamaları
İslâm tarihinde mevlid töreninin ilk olarak Mısır’da, Fatımîler döneminde (m. 969-1071 ) gerçekleştirildiği bilinmektedir. Peygamber’in doğumunu büyük kutlamalar yaparak anma geleneğinin, Fâtımîler zamanında başlamış olması, şüphesiz öncelikle, Fatımîler’in - Peygamber’in kızı Fâtıma kanalıyla - kendilerini Peygamber’in soyuna nisbet etmeleri ile alâkalıydı. Ve ayrıca Şiî Fatımî Devleti’nde böyle mevlid merasimlerinin yapılmaya başlanmasında tarihçiler sünnîler üzerinde hâkimiyet sağlamak gibi siyâsî bir amacın bulunduğuna dikkat çekerler. Zîra Fâtımîler’de mevlid merasimleri, Resûlullah Efendimiz’den başka Hz. Ali, Hz. Fâtıma Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ve devrin halifesi için ayrı ayrı altı mevlid şeklinde yapılmaktadır.
Mevlidin bir tür şölen olarak kabulünde öncü rol oynayan Fâtımîler’de kutlamaların, Rebiulevvel’in 12. günü sabahtan öğleye kadar devletin yüksek zümresine 300 tepsi helva dağıtımıyla başladığı kaynaklarda yer alır. Halife, öğle namazını müteakip, Ezher Camii’nde ‘manzara’ adı verilen meydanda devletin üst düzey görevlileri ile selâmlaşıp yerini aldıktan sonra, Kurân-ı Kerim tilâvet olunur ve üç büyük camiinin hatipleri, sırasıyla hutbe okurlar, halife için dua ederler. Merâsim halifenin davetlileri tekrar selâmlaması ile sona erer. Anne Marie Shimmel, Arap tarihçi Makrizî’den, milâdî 1122 yılında yapılmış olan böyle bir kutlamayı nakletmektedir: “Ulemânın ve toplumun ileri gelenlerinin, öncelikli olarak katıldığı bu törende, vaazlar verildi, en başta bal olmak üzere tatlılar ikram edildi ve fakirlere sadaka verildi.” Halkın ve özellikle sünnî çoğunluğun bu törenlere iştirâk etmedikleri bilinmektedir. Yani Fâtımîler’de mevlid daha ziyade resmî bir kutlama şeklinde gerçekleştirilmektedir.
Fâtımîler zamanında Hz. Peygamber’in ve Ehl-i Beyt’in doğum yıldönümlerinin kutlanması, dinî hassasiyet yanında siyasî meşruiyet açısından da önem taşıyordu. Halife Mustansır Billâh’tan (1036-1094) sonra halife olan küçük oğlu Müsta’lî Billah,(1094-1101) Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için yapılan mevlid kutlamalarının sürdürülmesini temin ederken, dört halife için yapılan törenleri kaldırmış, ve bu durum, Âmir-Biahkâmillâh (1123) devrine kadar bu şekilde devam etmiştir.
Mevlid Kutlamalarında, Erbil Valisi Kökböri’nin Önemi
Resmî mevlid törenlerinin, halkın da katılımıyla büyük meydan şölenlerine dönüşmesini sağlayan ilk sünnî isim, yukarıda sözü edilen, Eyyûbîler döneminde Erbil Atabeği yani Erbil valisi olarak görev yapan Selâhaddin Eyyûbî’nin kayınbiraderi Kökböri’dir. Kaynaklarda, çok dindar ve hayırsever bir zât olarak zikredilen Kökböri’nin düzenlediği mevlid törenlerine hazırlık, mevlid gününden aylar önce başlamaktadır. Erbil’e, başta Bağdat, Musul olmak üzere pek çok şehirden ve memleketten fakih, sûfî, vâiz, kurrâ ve şâir gelerek kutlama için hazır bulunmaktadır. Kökböri, ulemâ ve tasavvuf ehlinin ileri gelenlerine hil’atler giydirmekte, hediyeler dağıtmaktadır. Bu törenler İslâm tarihinde sûfî geleneğin mevlidle ünsiyetine başlangıç teşkil etmesi bakımından da ayrıca mühimdir. Zîrâ bu merasimlerde sûfîler öğle vaktinden fecre kadar zikir ve semâ meclisleri düzenlerler. Bazan sayıları binlere varan sûfîlerin arasında Kökböri de yerini alır ve yapılan zikirlere iştirâk eder.Bu törenler, ibadetin yanı sıra Resûlullah Efendimiz’in dünyayı teşriflerini, halkın ve yöneticilerin beraberce eğlenerek kutlamalarını temin eden uygulamalara da sahne olur. Devletin ileri gelenleri için ahşap kubbeli pek çok barınak yapılır, bu barınaklar süslenir, hepsine çalgıcı, şarkıcı ve gölge oyunu oynatan gruplar yerleştirilir. Kökböri her gün ikindi namazından sonra bu çadırları dolaşıp şenlikleri izler.Erbil’de düzenlenen mevlid merasimlerinin, mevlid gecesi Erbil Kalesi’nde düzenlenen, Sultan’ın mum alayı ile gelerek katıldığı, halkın seyrettiği ordu geçit resmi, akabinde yemek ve zikir meclisi ile sona erdiği kaynaklarda zikredilir.
İlk mevlid kitabının da yine Kökböri zamanındaki bu şâşaalı mevlid merasimlerinde okunmak üzere, Endülüs’lü muhaddis, tarihçi ve edib, İbn Dıhye el- Kelbî tarafından, et-Tenvîr fî mevlîdi’s-sirâci’l-münîr ismi ile mensur olarak kaleme alındığı bilinmektedir.
Erbil valisi Kökböri’nin 12.yüzyılın sonları ve 13. yüzyılın başlarında düzenlediği bu oldukça gösterişli mevlid törenleri, uygulamalarda yönetime ve memlekete göre şekil değiştirerek bütün islâm coğrafyasına yayılmış, asırlarca islâm ümmetinin şâirleri, musıkîşinasları yeni mevlidler yazmak için birbirleri ile yarışmışlardır.
Osmanlılar’dan Önce İslâm Âleminde (Arap Yarımadası’nda,
Mezopotamya’da, Kuzey Afrika’da, Orta Asya’da Ve Uzak
Doğu’da) Mevlid
1250’de, Eyyûbî ordusundaki Türk asıllı azâdlı emirler tarafından kurulup, Osmanlı Hükümdarı Yavuz Sultan Selim Han’ın 1517’de, Ridâniye Savaşı ile tarih sahnesinden sildiği, üç asır boyunca, Kuzey Afrika’dan, Arap Yarımadası’na, Arap Yarımadası’ndan Anadolu’ya kadar çok geniş bir coğrafyada hüküm sürmüş olan Memlûkler’de mevlid kutlamaları, Fâtımî ve Eyyûbîlerde olduğu gibi devam etmiş, hatta büyük tasavvuf önderlerinin doğum günlerini de içine alarak genişlemiştir. Fâtımîler’den itibaren mevlid kutlamalarında mühim bir yere sahip olan Mısır ve Kahire, Memlûkler’de de aynı ehemmiyetini sürdürmüş, Halife’nin de hazır bulunduğu ihtişamlı törenlere sahne olmuştur. Memlûkler döneminde de Kahire’de, Rebîulevvel ayının ilk gününden itibaren başlayan ve büyük kalabalıkların katıldığı kutlamalar, onikinci gecede yoğunlaşarak sabaha kadar devam ettiği ifade edilir. Bu kutlamalara Sultanlar’ın büyük önem verdiği, baş kadılar, ulemâ ve umerâ ile birlikte, merasimin yapıldığı salonlarda yahud çadırlarda, Sultanlar’ın da muhakkak hazır bulunduğu kaynaklarda zikredilmektedir. Kur’ân-ı Kerim tilâvetinin ardından, dinî sohbetlerin yapıldığı, merasime katılanlara Sultan tarafından ihsanlarda bulunulduğu, akşam namazından sonra ziyafet sofraları kurulduğu, ve ziyafetten sonra da mevlid faslına geçildiği, mevlid ve kasidelerin okunmasıyla gecenin sona erdiği yine kaynaklarda belirtilmektedir.
Kahire’de, Rebîulevvel ayının girişinden itibaren başlatılan kutlamalar sırasında, donanma mensupları tarafından Kahire Kalesi’ne içleri en güzel kumaşlarla tefriş edilmiş çadırlar kurulduğu; Halife’nin, dört mezhebin baş kadılarının, kumandanların, üst düzey devlet ricâlinin, halktan önde gelen mûteber şahısların bu çadırlarda yerlerini aldığı da kaynaklarda kaydedilen bilgiler arasında bulunmaktadır. Kayıtlarda, bu mevlid törenlerinin en gösterişlilerinin Melîk-ül Eşref Kayıtbay zamanında (1468-1469) yapıldığı bilgisi de yer almaktadır.
Kuzey Afrika’nın Mağrib bölgesinde ise mevlid kutlamaları ilk defa kadı ve muhaddis Azefî (Ö.1236) tarafından, halkın hristiyan bayramlarını kutlamasını önlemek amacıyla 1236’da ihdas edilmiştir. Bu devirden itibaren de gerek Fas’ta, gerek Endülüs’te mevlid kutlamaları hükümdar ve devlet ricâli tarafından ehemmiyetle ele alınmıştır. Fas’ta Merakeş’te, Merînî hükümdarı, Ebû İnan’ın, Cezâyir’de, Abdülvâdîler hükümdarı Ebû Hammû’nun (1308) görkemli mevlid törenleri yaptırdığı, kaynaklarda zikredilmektedir. Tunus’ta ise Malikî fukahâsının muhalefetinden dolayı, mevlid kutlamaları ancak 1300’lü yılların sonlarında hükümdarlık sürmüş Ebû Fâris (Ö.1282) zamanında yapılabilmiştir. Bundan sonra da yine mezhebî duruşlarla zaman zaman kesintiye uğrasa da, zayıf seviyede de olsa kutlamalara devam edilmiştir.
11. yüzyıdan itibaren Mağrib ve Endülüs saraylarında, saray şairleri tarafından Hz. Peygamber’i övgüyle anlatan şiirler yazıldığı, bu şiirlerin Hz. Peygamber’in doğum günlerinde ve başka bazı dinî mübarek günlerde okunduğu ve bu şiirlere mevlidiyye denildiği kaynaklarda ifade edilir. İbn-i Haldûn, İbn-i Zümrek gibi şahsiyetlerin mevlidiyye nazmettiği kayıdlarda yer almaktadır.
Endülüs’lü olan büyük mutasavvıf, âlim İbn Arabî’nin de bir mevlidi vardır. Bu mevlidin Hattat Hüdâî Efendi tarafından istinsah edilmiş bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.
Endülüs’lü hadis âlimi ve tarihçi İbn-i Dihye el-Kelbî’nin, 1207’de, Erbil’e uğradığında, et-Tenvîr fî Mevlîd’is- Sirâci’l Münîr adlı bir eser yazarak Muzafferüddin Kökböri’ye takdim etmesinden önce bu konuda bazı eserler kaleme alınmışsa da, et-Tenvîr, İslâm dünyasında yazılmış ilk mevlid kitabı olarak tarihe geçmiştir. Bu eser aynı zamanda, mevlid kutlamalarının yapıldığı, el-Kelbî’nin memleketi olan Endülüs’te, daha evvelden bir mevlid yazarlığının da var olduğunun, Kelbî’nin Kökböri’ye takdim ettiği eserini başka mevlidlerin de yazıldığı bir kültür ikliminden tevârüsle gerçekleştirmiş olabildiğinin kanıtı olarak düşünülebilir. Granada’da bir yargıç olarak görev yapmış, ölüm tarihi hicrî 544, milâdî 1149 olarak kayıdlara geçmiş, İslâm âlimi Kâdî İyâd’ın ‘Risâle fî Mevlid-in Nebî’ eserinin, Hz. Peygamber’in doğumunu, ibadet maksatlı anlatan bir biyografik eser olarak et-Tenvir’e öncülük etmiş olduğu da söylenebilir. Ayrıca bir başka muhtemel mevlid de, çok sağlam delillere dayanmamakla birlikte, Kâdî Îyâd’ın çağdaşı Ahmed İbn Ma’add Iklîşî’ye atfedilmektedir. Yani, Endülüs Medeniyeti’nin, mevlid yazarlığında, bütün İslâm âlemine öncülük ettiği eldeki bu veriler ışığında kabul edilebilir görünmektedir.
Ortaçağ boyunca Mekke’de Hz.Peygamber’in (s.a.v) doğum gününde kutlamalar yapılmıştı. 8. yüzyıl sona ererken, Peygamber’in doğduğu ev Halife Harun Reşid’in annesi tarafından, bir mescide dönüştürülmüştü ve hac farizası için Mekke’ye gelen müslümanlar, bu mekânı huşû içinde ziyaret etmişlerdi. Yine Endülüs’lü seyyah İbn Cübeyr’in 1183’te Kâbe’yi ziyaretinde kaleme aldığı hâtırâtında Hz. Peygamber’in doğum gününde, doğduğu evin ziyarete açıldığını bilhassa zikretmesi de Endülüs’lülerin bu özel günleri zaten idrâk etmekte olduklarını, ve bu günlere olan hassasiyetlerini gösterir niteliktedir. Ayrıca, bugün dahî okunan, Endülüs müziğinin ender eserlerinden kabul edilen Aljamiado denilen Naat’ın varlığı da, mevlidin Endülüs’te ehemmiyetle kutlandığının kanıtı gibidir. Bu kutlamalarda okunmak üzere Hz. Muhammed’i anlatan böyle eserlerin vücuda getirildiği, ve bu eserlerin musıkî ile seslendirildiği, el- Kelbî den önce de Endülüs’te mevlid yazarlarının mevcud olabileceği Aljamiado örneği gözönüne alınarak da söylenebilir.
Selçuklular’da ise, 1170 yılında Musul’a giren ve Câmiun-Nûrî’yi inşa ettiren Nureddin Zengî’nin, bu caminin sorumluluğunu, büyük saygı duyduğu, zaviyesinde her sene mevlid merasimleri düzenlemekle meşhur, Şeyh Ömer bin Muhammed el-Mellâ’ya verdiği bilinmektedir. Nureddin Zengî bu zâtın Mellâ yani Molla olarak bilinmesini nâiplerinden bizzat istemiştir. Böylece Musul Mellâ’sı (Molla’sı) olarak bilinen Şeyh Ömer’in peygamber aşığı olduğu, bu sevgi ile eserler kaleme alıp siyer kitapları yazdığı ve tarihe ilk görkemli mevlid merasimlerini düzenleyen sünnî vali olarak geçmiş, Erbil Valisi Kökböri’nin de aslında O’ndan ilham alarak bu törenleri başlattığı, bazı kaynaklarda zikredilmektedir. Bu hususta Ebû Şâme, el-Bâis alâ inkâri’l-bid’a ve’l havâdis adlı eserinde, “ İlk defa mevlid toplantısı yapan kişi, Musul’da yaşayan Şeyh Ömer bin Muhammed el-Mellâ’dır. Bu zad salihlerden meşhur bir kimsedir. Bu zatın orada bir zaviyesi vardı. Her sene mevlid ayında davet verirdi ve bu davette, sultanlar, emirler, âlimler ve vezirler hazır bulunurlardı. Bu şekilde bir toplantı tertib ederdi. (O zattan yarım asır sonra yaşamış) Erbil Atabeyi Muzaferüddin Kökböri ve daha başkaları o zata iktidâ ederek mevlid törenleri düzenlemiştir. Allah hepsine rahmet eylesin” der.
Dolayısıyla, Fâtımîler’in resmî kutlamalarından sonra ilk sivil mevlid toplantılarının Selçuklularda yapıldığı ve bu kutlamaların Erbil Valisi Kökböri’den sonra, tarihteki, resmî-sivil, başka büyük mevlid kutlamalarına da, bilhassa sivil kutlamalara da öncülük ettiği söylenebilir.
Anadolu, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika’yı da içine alan geniş bir İslâm coğrafyasında mevlid kutlamalarının yaygınlık kazandığı bilinmektedir. Ancak kaynaklar, Azerbaycan ve Orta Asya’da mevlidin çok geç ortaya çıktığını yazarlar. 19. yüzyılda Türkistan’da Çağatayca olarak Hılvetî tarafından yazılmış bir mevlid-i şerifin mevcud olduğu ve bu mevlidin Süleyman Çelebi’nin mevlidine nazîre olarak yazılmadığı yahud arapça bir mevlidden tercüme edilmediği, yapılan çalışmalarla anlaşılmıştır. Bu mevlid Çağatayca olarak yazıldığı bilinen ilk mevliddir. Daha evvel yazılmış mevlidler varsa da bunlar tesbit edilememiştir. Dolayısıyla Orta Asya’daki mevlid kutlamalarının tarihine dair de kaynaklarda bilgilere rastlanmamaktadır.
Ancak, pekçok tarîkata kaynaklık etmiş olan Yeseviyye tarikatının kurucusu Ahmet Yesevî’nin, geniş bir Türk İslâm coğrafyasına nüfuz etmiş felsefesinin, Hz. Peygamber sevgisi ile şekillendiği ve bu tasavvufî yolun Peygamber sevgisini diri tuttuğu düşünülünce bu coğrafyada mevlidden uzak kalındığı ihtimal dâhilinde görünmemektedir. Fakat, XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Ahmet Yesevî’nin hece vezninde söylediği “hikmet” adı verilen manzumelerinin bütün Orta Asya’ya yayıldığı ve Ahmed Yesevî’den çok sonra, İslâm esaslarını, ahlâkını, tarîkat adâbını anlatan bu hikmetlerin bazı değişikliklere uğrayarak, Yeseviyye mensubları tarafından derlenip mecmua haline getirildiği bilinmekte ise de o döneme aid mevlid kayıdlarına rastlanmamaktadır. Orta Asya’daki sözlü gelenek, Ahmed Yesevî’nin hikmetlerinin müridleri tarafından muhtemelen büyük değişikliklerle mecmua olarak tesbitini zamanla mümkün kılmışsa da, mevlid okuma ve törenlerini, bu törenlerin niceliğini ve niteliğini bugün bilebilmemizi mümkün kılamamıştır.
Ahmed Yesevî adına hankâh yaptıran Timur’un ilk bakışta bu tarikata destek verdiği ve buna bağlı dinî törenlere sahip çıktığı düşünülürse de, ne Yeseviyye’nin önde gelenlerinin ne de Timur’un bizzat katıldığı mevlid kutlamalarının varlığına ilişkin, kaynaklarda bir bilgiye rastlanmamaktadır.
Türk musıkîsinin büyük nazariyatçısı kabul edilen ve Timur’un saraylarında, Timur’un hâmîliğinde eserler veren büyük musıkî üstâdı Abdülkâdir-i Merâgî’nin, elde bulunan ve ona atfedilen az sayıdaki eserinde, dinî içerikli sözler (Sultânımâ Sultânımâ /Rahmet bekûn her cânıma/ An dem ki can ber leb resîd/ Hem rah-ı kûn imânıma.. .gibi) görülse de, bir mevlid bestesinin var olduğuna işaret edecek herhangi bir bulguya rastlanmamaktadır.
Uzak Asya’da Timur’dan sonra, 1526’dan 1858’e kadar hüküm süren, Timur ve Cengiz Han’ın soyundan gelen Bâbürşah’ın kurduğu, Hindistan’ı tek yönetim altında toplamayı başarmış olan büyük Bâbür Devleti’nde de mevlidle ilgili kayıdlar Ekber Şah dönemine aiddir. Bâbür Devleti’nin büyük hükümdarlarından Ekber Şah döneminde yapılan dinî reformlarla hindular, müslümanlar ve başka din mensuplarının ortak bayramları üzerinde durulduğu, Nevruz ve Mihrican gibi bayramların bir din birliği felsefesiyle devlet desteğiyle kutlandığına dair kayıdlar mevcuttur. Bunun yanısıra, Ekber Şah’ın, müslüman, hindu, budist ve hristiyanlar arasında birlik maksadıyla gerçekleştirdiği reformların üstüne, Fetihpûr Sıkrî Ulucamii’nde bir mevlid düzenlediği ve bu mevlid merasiminde de, kendisini ilâhî bir mertebeye yükselttiği kaynaklarda zikredilmektedir. Ancak, Bâbür Devleti’nde dinî-sosyal hayatın, Ekber Şah’ın reformlarından sonra, müslümanların aleyhine olarak daraldığı bilinmektedir. Bu da mevlid kutlamalarının geniş kitlelerde karşılık bulma imkânının var olamadığı anlamına gelmektedir.
Doğum kutlamalarının Yakın Doğu’da popüler olmasından çok daha ileri bir tarihte, Hintli Müslümanlar arasında bu gecenin Hz.Peygamber’in (s.a.v) doğum yıldönümü olarak vaazlarla, Kur’an okuyarak ve sadaka verilerek anılması (bârah vefat) âdet olmuştur. Yine Hindistan’da, Keşmir’de, Ortaçağ boyunca, Hz.Peygamber’in (s.a.v) saçının bir telinin muhafaza edildiği Hazretbal Camii’nde, Rebiülevvel ayının ilk oniki gününü, Hz. Peygamber’in doğumu şerefine kutlamalar yaparak geçirmek, bir gelenekti. Yine o gün yemek pişirmek ve bunları Hz.Peygamber’e adayarak fakirlere dağıtmak da âdet olmuştur.
1.4 OsmanlIlarda Mevlid Kutlamaları
Büyük bir imparatorluk olan ve bünyesinde pek çok etnik, dinî, mezhebî farklılıklar barındıran Osmanlılar’da ilk resmî mevlid kutlamaları, padişah III. Murad devrinde, 1588 yılında başlamıştır. Bu dönemden önce de gayr-ı resmî olarak halk arasında mevlidin sevildiği ve kutlandığı, hattâ Kanunî devrinde mevlid kutlamalarının yavaş yavaş saray protokolüne girdiği biliniyorsa da devletin mevlidi resmî merâsimlerle kutlaması, Sultan III. Murad’ın irâdesiyle gerçekleşmiştir. Sultan III. Murad, Resûlullah’ın doğumu münasebetiyle, bütün minarelerde kandil yakılmasını ve camilerde, mescidlerde mevlid okunmasını emreden ilk padişah olmuştur.
Osmanlı dönemi, bütün ümmetin birikimini süzüp incelten ve güzeli daha da güzel kılan bir müslüman milletin yaşadığı devir olarak, mevlid uygulamalarında da denilebilir ki islâm tarihinin en güzel, en vakur anma törenlerine sahne olmuştur.
Kaynaklarda, resmî merasimlerin mevlid alayları ile gerçekleştirildiğinden bahsolunurken, padişahların mevlid alaylarının başında bulunmak sûretiyle bu törenlere ne şekilde iştirâk ettiği teferruatı ile anlatılır: “Padişah, merâsim erkânı ve muhafızların katılımıyla başlayan mevlid alayı, Topkapı Sarayı’ndan, evvelden tesbit edilen Sultan Ahmet, Eyüp Sultan gibi bir selâtin camiine gitmek üzere yola çıkar. Bu arada padişahın başını çektiği böyle bir alayın geçtiği güzergâhtaki ahâlinin coşkusu, heyecânı büyüktür. Öte yandan, mevlid gününden önce kendilerine davetiye gönderilen protokole dâhil devlet adamları, tören kıyafetleriyle yerlerini almış olarak, camide hazır beklemektedirler.Mevlid alayı camiye yaklaştığında müezzin mahfilinde feth sûresi okunmaya başlanır ve tamamlandığında mahfil-i hümâyunun penceresi açılır. Artık herkes bilir ki padişah yerini almıştır. Cemaat ayağa kalkarak saygıyla eğilir. Muarrif olarak isimlendirilen görevli, Resûlullah Efendimiz’in özelliklerini anlatan ta’rif denilen metni okur. Daha sonra sırasıyla Ayasofya, Sultan Ahmet ve törenin o an yapılmakta olduğu camilerin vâizleri kısa birer vaaz verirler. Her üç vâize de samur kürkler hediye edilir. Ve nihayet Süleyman Çelebi’nin mevlidi okunmaya başlanır. Her bahri okuyan mevlidhan kürsüden indiğinde, kendisine hil’at giydirilir. Mevlidin en mühim bahri olan velâdet bahrinde mevlidhan “geldi bir ak kuş kanadıyla revan/arkamı sığadı kuvvetle hemân” beytini okurken bütün cemaat hürmetle ayağa kalkar ve bu esnada mahfil-i hümâyun da hareketlenir. Böylece bu merâsimin en husûsî ânına gelinmiş olunur. Mekke emîrinden mektup getiren müjdecibaşı, sadrazamın izniyle reisülküttâb eşliğinde padişahın huzuruna girer. Dârüsaâde Ağasının da hazır bulunduğu bu mektup takdimine karşılık, heyete samur kürk ve hil’atler hediye edilir ve daha sonra hurma faslına geçilir. Padişah kendisine Medine’den gönderilen hurmanın bir kısmını peşkir ağası eliyle sadrazama gönderir, o da bir iki hurma alır, gerisini şeyhülislâma ve devlet erkânına dağıttırır. Mevlid devam etmekte iken Ayasofya, Sultan Ahmed gibi camilerin mütevellileri de sadrazam başta olmak üzere devlet erkânına tablalarla şeker dağıtırlar ve nihayet yapılan dua ile mevlid tamamlanırdı.
“Ayrıca Eyüp Sabri Paşa’nın (ö.1890) Mir’âtü’l-Haremeyn adlı eserinde kaydettiğine göre Rabiul-evvel’in 122si Medine’de resmî tatil olup, kaleden toplar atılır, insanlar temiz ve güzel elbiselerini giyerek dolaşır ve birbirlerini tebrik ederlerdi. Bu gece Mescid-i Nebevî’de ihyâ edilirdi. Sabaha karşı Bâb-ı Nisâ önünde toplanılır, güneşin doğmasıyla birlikte burada kurulan kürsü üzerinde önce bir hatip bir hadis okuyup padişaha dua eder, ardından mevlid bahirleri sırayla okunur, yapılan dua ile merasim sona erer, daha sonra ikram edilen şerbetler içilerek dağılınırdı.”
Osmanlı’da asırlarca devam eden resmî mevlid merasimlerinin, 1910 senesinde, mevlidin resmî bayramlara dâhil edilmesiyle yeni bir hüviyet kazandığı bilinmektedir. Ancak bu uygulama 10 sene devam edebilmiş, 1920’de resmî mevlid kutlamaları tamamen sona ermiştir.
Mevlidin millet tarafından gördüğü rağbet ise, zamanın îcablarına ve sosyo- psikolojik durumuna göre bazı değişiklikler arzetmekle birlikte daima yerini muhafaza etmiştir.
Mevlidin, Osmanlı’da, resmî mevlid merasimlerinden başka, devlet büyüklerinin yahud şehir eşrâfının konaklarında, sade müslüman mahallelerindeki mütevazı evlerde, hâsılı her yaşama biçimine ve her gelir durumuna münasib olarak tertip edildiği bir hakikattir. Bu merâsimlerin herbirinin Resûlullah Efendimiz’e gösterilen muhabbet ve hürmet sebebiyle yarattığı manevî iklim, şüphesiz çok kıymetliydi. Ancak, konaklarda ihyâ edilen mevlidin bazı hâtıratlarda yer aldığı şekliyle tahayyülümüzde çizdiği resim, millet olarak mevlidi nasıl bir kültür ve sanat hâdisesine dönüştürdüğümüzü isbât eder niteliktedir: “Evvelâ davetlilere tezkereler yazılarak hazırlıklara başlanır. Akşam yemeği için üzerinde her çeşit meyvenin yer aldığı mükellef sofralar kurulur. Renkli kâğıt külâhlar içinde elvan şekerler hazırlanır. Konağın üst kat sofasına pamuk şilteler konulur ve üzerlerine Trablus ihramları serilir. Sofanın orta yerinde üstü şalla örtülü bir minder, önünde sedef işlemeli bir rahle ve iki yanında büyük şamdanla mevlidhan için yer hazırlanır. Sehpalara gümüş buhurdanlar yerleştirilir ve sofanın karşısına da hanımlar için kafes çekilip şilteler serilir. Akşam yaklaşırken konağın avizeleri ve billûr kandilleri yakılır misafirler birer ikişer gelmeye başlar. Her misafire önce kahve ve çubuk, (yani yasemin, kiraz, gül gibi ağaçlardan yapılmış ağızlıklarla tütün) ikram edilir sonra yemek için sofralara geçilir. Yemekten sonra yatsı namazı cemaatle edâ edilir ve nihayet mevlid icrâsına sıra gelir. Mevlidhan kendisine hazırlanan şilteye oturur, tevşihhanlar da onun rahlesinin önüne yarım daire şeklinde sıralanırlar. Buhurdanlar yakılır ve herkes yerini alınca mevlid kıraati başlar. Okunan mevlid, Kur’ân-ı Kerim, ilâhiler tevşihler daima diz çökülüp oturularak büyük bir hürmet ve edeple dinlenir. Peygamber Efendimiz’in doğum ânına sıra gelince ayağa kalkılır ve salât-u selâm getirilip tekrar oturulur. Konağın hizmetlileri gümüş gülâbdanlarla misafirlere gülsuyu serpip, önlerine bağladıkları futalar (vücudun belden aşağı kısmını örtecek şekilde kuşanılan, genellikle ipekten bir nevi önlük, peştamal) içindeki şeker külâhlarını ikişer ikişer dağıtırlar. Sonra şerbet ikramına geçilir ve mevlid dualarla, niyazlarla sona erer. Mevlidhan ve tevşihhanlara atıyyeler verilir, sırma işli çevreler ve mintanlık kumaşlar hediye edilir.”
Baştan aşağı zarâfetle hazırlanan bu dekorun içinde asıl büyük vazifeyi şüphesiz ki mevlidhan üstlenmiştir. Mevlidhanın musıkî bilgisinin sağlam, sesinin güzel olması, okuduğunu dinleyenlerin kalplerine tek tek nüfuz ederek nakşetmesi şüphesiz mevlidi ihyâ eden en aslî unsurdur. Denilebilir ki, Osmanlı’daki bu ruh iklimi, asırlarca, büyük, sanatkâr mevlidhanların yetişmesine imkân tanıyan bir iklim olmuştur.
BİR MEDENİYET UNSURU OLARAK MEVLİD
Mevlid, bütün islâm âleminde Resûlullah sevgisini, Resûlullah’a hürmeti esas alarak, Allah’ın rızasına hizmet ettiği gibi, ümmetin harcını sağlam tutmakta da çok önemli bir unsur olmuş, daima büyük rağbet görmüştür. Bu rağbet itibariyle de, İslâm toplumlarının kültürlerinde ve sanatlarında, gerek edebî bir tür olarak, gerek mûsikî olarak mevlid eserleri ortaya konmuş, ve bu eserler, en çok okunan, en çok dinlenen, cemiyet hayatında müslüman hissiyâtını, peygamber sevgisini aktive eden eserler olmuştur.
Bir medeniyetin eserlerinden bahsederken, o milletin maddî, manevî varlığına ait niteliklerinden, değerlerinden, fikir, sanat, ilim hayatındaki çalışmalarından kaynaklanan kültür varlıklarını dile getiriyorsak, mevlid işte böyle bir değerdir; Milletin dinî manevî niteliklerinden neşet etmiştir. Bir sanat ve kültür varlığıdır. Cemiyet hayatında, asırlarca, halkı aynı dinî hisler etrafında toplamak gibi büyük bir işlev görmüştür. Bu cemiyetlerdeki tutum ve davranışlar bir örf ve gelenek oluşturmuştur. Dolayısıyla mevlid, İslâm medeniyetinin, bilhassa Türk-İslâm medeniyetinin, kitabıyla, töreniyle, musıkîsi ile bir bütün olarak, ciddî bir medeniyet unsuru olmuştur.
Edebî Tür Olarak Mevlid ve Mevlid Kaynakları
Ka’b b. Züheyr’in Kasidetü’l Bürde’si, İslâm âleminde asırlarca kaleme alınan birbirinden güzel mevlid eserlerinin en büyük ilham kaynaklarındandır; Resûlullah Efendimiz Medine’de, İslâm’ın son peygamberi olarak tebliğ vazifesini yaparken, Mekke câhiliyyesi’nin meşhur şâirlerinden Züheyr bin Ebû Sülmâ, ölümünden evvel oğullarını yanına çağırır ve onlara gördüğü bir rüyayı anlatır. Rüyada kendisine bir hakikat, Hz. Muhammed (s.a.v) in son peygamber olduğu hakikati gösterilmiştir. Sülmâ çocuklarına Medine’ye gidip Hz. Muhamed (S.A.V) e tâbî olmalarını vasiyet eder. İki oğul, Ka’b ve Büceyr, Medine’ye gitmek üzere yola çıkarlar. Ka’b Medine yakınlarında kalırken Büceyr Medine’ye ulaşır, Resulullah ile görüşüp müslüman olur. Ka’b bunu işitince Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i ve kardeşi Büceyr’i hicveden bir şiir yazar. Bu hiciv müslümanlar arasında ciddi rahatsızlık yaratmış olmalıdır ki Ka’b’ın katline ferman buyrulur. Bunun üzerine Büceyr kardeşine bir mektup yazarak, Resulullah ile görüşüp af dilemesi halinde bağışlanacağını bildirir. Ka’b, bir sabah namazı vakti, yüzü örtülü bir biçimde Medine’ye gelip Peygamber Efendimiz’i bulur ve O’na “af dilemesi halinde Ka’b’ı affedip affetmeyeceğini” sorar. Efendimiz (S.A.V), affedeceğini söyleyince yüzündeki örtüyü kaldırır bağışlanmayı diler ve Peygamber (S.A.V) için yazdığı bir kasideyi hemen oracıkta okur. Peygamberimiz kasideyi çok beğenir ‘Bürde’ denilen hırkasını Ka’b’ın omuzlarına koyar. Böylece bu kasîde İslâm tarihinde ‘Kasîdetü-l Bürde’ olarak meşhur olur. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi’nde muhafaza edilen hırkanın bu kasideye isim veren hırka olduğu kaynaklarda zikredilmektedir. Ka’b b. Züheyr’in Kasidetü’l Bürde’si, İslâm âleminde asırlarca kaleme alınan birbirinden güzel mevlid eserlerinin en büyük ilham kaynaklarındandır. Ayrıca muhteva itibarıyle mevlidlere siyer, megâzî, şemâil (yani Resulullah Efendimiz’in hayatını, savaşlarını, fizikî husûsiyetlerini anlatan kitaplar) da kaynak olmuştur.
Zaman içinde bestelenerek icrâ edilen yer yer mensur olabilmekle birlikte daha çok manzum olarak kaleme alınan mevlid eserlerine başta Ka’b b. Züheyr’in Kasîdetü’l Bürdesi ve onun nazîreleri olmak üzere, Resûlulah Efendimiz’e (s.a.v) sahabelerin yazdığı şiirler ve medhiyeler öncülük etmişlerdir.
Mevlid Metinlerinin Tarihî Süreci
Tarihte ilk mevlid kitabının, büyük ve gösterişli mevlid kutlamalarıyla meşhur Kökböri devrinde, bu kutlamalarda okunmak üzere ‘Kelbî’ mahlasıyla meşhur İbn-i Dıhye tarafından kaleme alındığını yukarıda zikretmiştik. Daha evvel bazı mevlid kitaplarının mevcudiyetinden bahsedilirse de kaynaklar çoğunlukla İbn-i Dıhye’nin mevlidini ilk mevlid kitabı olarak işaret ederler. Fakat yukarıda Endülüs’te mevlid kutlamalarından bahisle yazdıklarımızı tekrar edecek olursak; Kelbî’nin, asıl memleketi Endülüs’te, saraylarda mevlidiyyelerin yazılıp okunduğu, Granada hakimi Kâdî Îyâd’ın Risâle fî Mevlidi’n Nebî’sini yazdığı bir kültür ikliminden tevârüsle bir Mevlid kaleme almış olduğu gerçeğinin altını çizmek gerekmektedir. Yani bir kez daha, mevlid yazarlığında Endülüs Medeniyeti’nin bütün İslâm âlemine öncülük etmiş olmasının kuvvetle muhtemel göründüğünü belirtmeliyiz. Zirâ bugün yazdığı Mevlid’in bir müstensih nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde hâlihazırda mevcud olan İbn-i Arabî’nin de ( Ö.1240), İbn-i Dıhye el-Kelbî (Ö.1235) ile aynı devirde yaşadığı ve Endülüs’lü olduğu gerçeğini hatırda tutmak gerekir.
İbn-i Dıhye’den sonra İslâm dünyasında çok sayıda mevlid müellifi var olmuştur. Büyük Mutasavvıf âlim İbn Arabî gibi büyük bir İslâm âlimi olan İmam Gazzâlî’nin de mevlid kaleme aldığı bilinmektedir.
Bu mevlidlerin bazıları neşet ettikleri toprakların çok uzağında dahi besteli yahut serbest okunarak müslüman toplumlara mal olmuşlardır. Kasîdetü’l Bürde ve ona nazîre olarak Mısır’da 13. yüzyılda yazılmış, İmam Busîrî’nin (Ö.1296-1297) aynı adla bilinen eseri, asırlarca mevlid olarak okunmuş ve okunmaktadır.Mevlid olarak okunan kasîdeler arasında husûsî bir yere sahip olan Busûrî’nin Kasîdetü’l Bürdesi’nin de, Ka’b b. Züheyr’in kasîdesi gibi enteresan bir vücuda geliş hikâyesi vardır. İlmî bir veri olmasa da, menâkıbin, mevcud eserleri arkaplanlarıyla anlamak, toplumlardaki karşılığını analiz etmek bakımından değeri olduğu muhakkaktır: Rivayete göre Busîrî, felçli olarak yaşadığı yıllarda bir gece rüyasında Resûlulah Efendimiz’i görür. Peygamberimiz Busîrî’den kendisi için yazdığı şiiri okumasını ister. Busîrî “Ben sizin için çok şiir yazdım. Hangisini okuyayım Yâ Resûlallah?” diye sorar. Resulullah Efendimiz Kasîde-i Bürde’nin ilk mısraını okur. Busîrî okumaya devam eder. Peygamberimiz çok memnun olur ve şiir bitince hırkasını çıkarıp Busîrî’nin üzerine örter. Busîrî rüyadan uyandığında vücudunda felçten bir eser kalmadığını hayretle 35 görür.
Bugün Busîrî’nin kasîdesinin yanısıra Arapça okunan mevlidlerin en meşhuru Berzencî mevlididir. 18. yüzyılda Medine Müftüsü olarak görev yapan Cafer b. Berzencî’nin mevlidinin, bugün de, Arap dünyasından başka Güneydoğu Asya ülkelerine ve Afrika ülkelerine kadar çok geniş bir sahada itibar gördüğü bilinmektedir.
Türk-İslâm coğrafyası esas alındığında ise, Hz. Muhammed sevgisinin, edebiyat ve sanat türlerinin ortaya çıkmasına sebep teşkil ettiği görülür.
Peygamberimiz’in çeşitli yönlerinin ve hayatından farklı kesitlerin konu edildiği edebî eserler, pek çok farklı türün ortaya çıkmasını da sağlamıştır. Hz. Muhammed’in doğumunu anlatan mevlidler, yaradılışını, dış görünüşünü, ruh yapısını ve güzel sıfatlarını açıklayan hilyeler, huy, karakter, tabiat, hal ve hareketlerini konu edinen şemâil-i nebî’ler; isim, sıfat, lakap veya ünvanlarını ihtiva eden esmâ-i nebî’ler; ebedî hayata irtihalini konu edinen vefatnâmeler; ümmetine yaptığı duaları ve ahıretteki şefaatini anlatan şefaatnâmeler, ve O’nu medhetmek için satırlara dökülen naatler, bu türlerin en güzel örnekleri ve Hz. Muhammed’e (s.a.v) duyulan sevginin edebî açıdan en müşahhas tezâhürleridir.
Klasik Türk halk edebiyatında da Hz. Peygamber’i konu edinen eserler arasında, en bilinen ve yaygın olan tür mevlidlerdir. Manzum ve nesir olarak yazılan mevlid türü eserlerin sayısı 200 civarında olup, diğer edebî türlerle kıyaslandığında oldukça fazladır.
Türk-İslâm coğrafyasının akla ilk gelen ve en sevilen mevlidi ise şüphesiz Süleyman Çelebi’nin (ö.1422) ‘Vesîletü’n Necât’ yani ‘Kurtuluş Vesilesi’ isimli eseridir.
Busîrî’nin Kasîdetü’l Bürde’sinden yaklaşık iki asır sonra, 15. yüzyılın başlarında, Süleyman Çelebi’nin Bursa’da yazdığı mevlidi, halk tabakalarından ulemâ sınıfına kadar bütün Türk toplumunun hatta başka coğrafyalardaki Türklerin gözde bir eseri olmuştur.
Mehmed Âkifin “ Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde” diyerek övdüğü ‘Vesîletü’n Necât’, dinî edebiyatımızda da, dinî musıkîmizde de en çok okunan, en çok icrâ edilen bir baş eser olarak, altı asırdan bu yana, o çok istisnâî yerini hâlâ muhafaza etmektedir.
Manzum Mevlidlerin Musikî ile İmtizâcı
Bir şiirin halka ulaşması, geniş kitleler tarafından okunup benimsenmesi, musıkî ile mümkündür. Şiir âhenkli, musıkîli sözdür esasında. Fakat şiiri seslendirmek, âhengine âhenk katmak, asırlar öncesinden, ozanlık geleneği ile beraber var olagelmiştir. Özellikle göçebe hayatını benimsemiş toplumlarda sözü musıkî ile duyurmak daima önem arzetmiştir. Orta Asya’da eski Türklerde de, bedevî hayatının hakim olduğu Arap yarımadasında da şiir okumak değil, şiir söylemek esas olmuştur.
Erbil Valisi Kökböri’nin Kelbî’den mevlid kutlama törenlerinde okunmak üzere mevlid yazmasını istemesi bu bakımdan musıkîye bitişik düşünülmelidir. Kelbî’nin mevlidinin, toplumun önünde sadece düz bir okuma ile okunduğu düşünülürse de, bu mevlidin bir tür musıkî ile seslendirildiği de öngörülebilir.
Osmanlılar’da da Süleyman Çelebi’nin mevlidi, yazıldığı asırdan itibaren daima, musıkî ile seslendirilerek okunmuştur. Mevlid, mevlidhanlar tarafından okunan, halk tarafından da dinlenen ve daha çok musıkî ile beraber kabul gören bir eserdir.
Başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere, dinî metinlerin özenle seslendirilerek okunması esasında saygıya dayalı dinî bir gelenektir. Orta Asya’da Horasan erlerinin pîri, Yeseviyye tarikatının kurucusu Ahmed Yesevî’nin sözlerinin Yesevîhanlar tarafından seslendirilerek okunduğu düşünülürse, müslüman Türk toplumlarında dinî içerikli manzum eserlerin öteden beri seslendirilerek, özenle okunduğu görülebilir. Esasında köklü Arap şiir okuma geleneği de bu uygulamanın sadece Türkler’e has olmadığını ortaya koyar:
Eski Arap şiirinin kaynaklarından kabul edilen recezler, ilhamını devenin yürüyüşünden alan ve bir tür musıkî ile okunan şiirlerdir. Arap şiirinin okunuşu da daima bu ve benzeri bir seslendirme ile olmuştur. Nitekim, Hz. Peygamber, Hz. Aişe’den rivayet olunan bir hadis-i şerifinde “Şiir, Arapların vurgulu sözlerinden bir sözdür ve onlar toplantılarında bununla konuşur ve aralarındaki kinleri bununla açığa vururlar” der. Buradaki “vurgu” kelimesi tam da bu hususa, recezlere, manzum eserlerin bir tür seslendirme ile okunduğuna, Arap toplumlarında şiirin müzikten çok da ayrı düşünülemeyeceğine işaret eder.
Keza, mevlide kaynaklık eden ilk şiir olan Ka’b bin Züheyr’in de Kasîde-i Bürdesi’ni Resulullah’ın huzurunda bir tür müzikle seslendirdiğini düşünebiliriz.
Dolayısıyla manzum mevlidlerin musikî ile imtizaçları daima olmuştur ve olagelmektedir.
İslâm âleminde mevlidin musikî ile icrâsı ise genellikle emprovize yani irticâlî olarak, bugünün deyişiyle serbest okuma şeklinde yapılmaktadır. Besteli mevlidler varsa da, serbest okumanın besteli mevlidlerden daha çok rağbet gördüğü rahatlıkla söylenebilir.
Yazıldıkları günden bu yana İslâm âleminde, Arap Yarımadası’nda, Hindistan’da, Güneydoğu Asya’da, Anadolu’da, Rumeli’de en çok okunan mevlidler, İmam Bûsirî’nin Mevlid’i, İmam Berzencî’nin Mevlid’i ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerifidir. Bûsîrî ağırlıklı olarak Arap dünyasında okunurken, Berzencî Mevlid’i Arapça’dan başka dillere çevrilerek, Orta Asya ve Uzak Doğu ve Kuzey Afrika’da da rağbet görmüştür.
Doğu Afrika sahillerinde ise, Zebîdî’nin Mevlüd’üş-Şerifi, Somali’de Ebü’l Hasan Nureddin’in ‘Unvânü’ş Şerifi meşhurdur.
Afrika’da sevâhilî dilinde de mevlidler bulunmaktadır. Şerif el-Mansâbî’nin sevâhilî dilinde yazılmış Kitâbü-l Mevlid’i Almanca’ya tercüme edilmiştir.
Bir dînî toplantı vesilesi ve geleneği olarak mevlid
Fatımîler’den itibaren, Hz. Peygamber’in doğduğu gün olan Rebiulevvel ayının onikinci günü ve gecesi bütün islâm âleminde, yer yer, bazı siyasî, ekonomik ve fıkhî sebeplerle kesintiye uğrasa da asırlarca kutlanmıştır. Bu kutlamalar herşeyden evvel, küçük yahud büyük muhakkak bir toplulukla gerçekleştirilmiştir. Yani yazılan mevlidler, o mevlidlerin musıkî ile birtakım ritüeller eşliğinde icrâsı mutlaka bir cemiyette gerçekleştirilmiş ve bu topluluk merasimleri bir her milletin kendine has uygulamalarıyla bir geleneğe dönüşmüştür.
Fâtımîler’de, ümmet üzerinde siyasî bir otorite olmak niyetine hizmet ile, Hz.Peygamber’in yanısıra, Hz. Ali ve Hz. Fatıma ve dört Halife için kutlanan mevlid, Erbil Valisi Kökböri’nin uygulamalarıyla adeta bir sunnî bayramına dönüşmüş, Endülüs’te ve Osmanlılar’da saray törenlerini de içine alan tam bir doğum günü geleneği ortaya çıkmıştır.
Hz. Peygamber sevgisine özel bir önem atfeden Türkler ve bilhassa Osmanlılar, çeşitli mevlid cemiyetlerini, Hz. Peygamber’i anmaya vesile saymışlar, adet haline getirmişler ve bu cemiyetlerin etrafında bir kültür oluşturmuşlardır. Türkler, özellikle Osmanlılar’da, öncelikle Hz. Peygamber’in velâdetinin sene-i devriyesinde tekkelerde ve camilerde ve evlerde, konaklarda mevlid okutmuşlardır. Yine dinî merasimlerde, zikirlerde âyinlerde mevlid okutulduğu bilinmektedir. Çocuğun doğum münasebeti ile doğumun kırkıncı gününde Türkler’de mevlid okutma âdeti asırlardan bu yana süregelmekte ve hâlihazırda uygulanmaktadır. Bir şahsın ölümünün kırkıncı günü ve bir adak üzerine mevlid okutmak, yine Türkler’in yaşayan âdetlerindendir.39
Bu cemiyetlerde ikram için hazırlanmış, gülsuyu dökmekte kullanılan gülâbdanlar, mevlid cemiyetlerine has imal edilmiş şeker ve lokumlar hatta hanımların mevlidlerde kullanmak üzere işleyip başlarına örttükleri örtüler, herbiri kendi alanında gelişmiş el sanatlarıyla bir mevlid kültürü ortaya koymuştur. Dinî bir hassasiyet ve zarafet olarak tanımlanabilecek mevlid kültürü ve geleneği, başka müslüman toplumlarda da kendilerine has cemiyet yemeği kültürü olarak, çeşitli uygulamalara sahne olmuştur. Meselâ; Mısır’da Hz. Peygamber’in doğduğu günün şerefine ziyafet vermenin, bir sevap edinme yolu olarak, hertür gelir düzeyinden insanlar tarafından benimsendiğini ve bu sevap için adeta yarışıldığını kaynaklar zikrederler. Bu durum da şüphesiz Mısır’a has bir mevlid cemiyeti ziyafet âdetinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Aynı şekilde, Hindistan’da Hz. Peygamber’in doğum gününde yemekler pişirip fakir fukarâya dağıtma âdeti de yine bu kabildendir.
Mevlid, denilebilir ki islâm toplumlarında her toplumun yaşama biçimine ve alışkanlıklarına uygun bir mevlid kültürünün, geleneğinin ortaya çıkmasını temin etmiştir. Ve bu gelenek etrafında müslüman toplumlar, Allah inancı ve peygamber sevgisi ile cemiyet ilişkilerini sağlamlaştırmışlar, dinî hassasiyetlerini daha ziyade pekiştirmişlerdi.
OSMANLILARDA MEVLİD
3.1- Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan, Süleyman Çelebi’nin ‘Vesîletü’n-Necât’ını Yazdığı Döneme Kadar Mevlid
Hz. Peygamber’in Bilâl-i Habeşî’ye güzel sesli olduğu için ezan okutmasını ve dolayısıyle O’nun güzel sesi sevmesini, mûsıkî ile alâkaya adeta bir dinî dayanak olarak gören Türkler, başta Kur’an okumak olmak üzere musıkîyi dinî ibadet ve taatlarında itinâ ile kullanmışlardır ve Osmanlılar’da bu kullanım denilebilir ki en zirve noktasına ulaşmıştır. Osmanlı maneviyatını ve ruhunu hazırlayan Anadolu Selçuklu dönemi, daha sonraki dönemlerde Hz. Mevlânâ, Hacı Bayram-ı Velî ve Yunus Emre ile, muhakkak ki Süleyman Çelebi’ye Mevlid-i Şerifi yazdıracak bir zemin hazırlamıştır. Pekçok kaynakta Süleyman Çelebi’nin yaşadığı asra varıncaya dek, kuruluşun bütün heyecanını ve bununla birlikte kargaşasını, bitmeyen hareketliliğini yaşayan Osmanlı’da, Resulullah Efendimiz’e sevginin, saygının tezâhürü olarak, rebiülevvel ayının onikinci gününde dergâhlarda Mevlid-i Şerif okunduğu, II. Bayezid Han devrine gelindiğinde ise (1481-1512) halk arasında ihtişamlı mevlid alaylarının düzenlendiği zikredilmektedir. Bu demektir ki, Çelebi’nin Mevlid-i Şerifini yazdığı 1409 senesinden evvel de benzer mevlidler, mensur yahud manzum olmak üzere, düzenlenen mevlid cemiyetlerinde okunmakta idi. Belki Âşık Paşa’nın, Çelebi’ye ilham olduğu söylenen Garibnâme’si dergâhlarda okunan bu eserlerdendir. II. Bayezid Han’ın padişahlığında düzenlenen mevlid alaylarında herhalde Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n- Necât’ı en önemli unsurdur. Mevlid’den sonra onbeşinci yüzyılda en çok şöhret kazanmış olan Malkaralı Yazıcıoğlu Mehmet’in 1449’da yazdığı, kaynaklarda muhtelif zamanlarda, muhtelif şahsiyetler tarafından bestelendiğinin kaydedildiği Muhammediyye’nin de yine bu devirde Hz. Peygamber’in doğumu münasebetiyle okunduğu bilinmektedir. Yine Anadolu topraklarında bestelenmiş ilk Kürtçe mevlid olarak tarihe geçen, Şırnak Beytüşşebap’lı Hasan Ertuşî (ö.1491) tarafından kaleme alınan mevlid de bu döneme aiddir. Yazıldıktan asırlar sonra 1931 senesinde basılan bu mevlidin içerdiği bölümler, münâcât, Hz.Peygamber’e övgü ve medhiyeler, mevlidin önemi ve fazileti, Hz. Âdem’in cennetten kovulması, Muhammedî nûrun peygamber silsilesi ile taşınması, doğmundan önce Hz.Peygamber’in gelişinin yaklaştığını Hristiyan ve Yahudilerin bilmesi, Hz. Peygamber’in anne babasının evliliği,Amine’nin hâmileliği ve Hz. Peygamber’in annesini hamileliği boyunca rüyada ziyaret etmesi, Hz. Peygamber’in dünyaya gelişi şeklindedir.
Süleyman Çelebi’nin Mevlidi ve Mevlid Tarihindeki Yeri
Türk-İslâm coğrafyasında en çok sevilen ve en çok okunan eser olan Vesîletü’n Necât’ın Osmanlı’nın başlangıç devri diyebileceğimiz bir dönemde kaleme alınmış olması mânidardır.
Süleyman Çelebi, Bursa’yı fetheden Orhan Gazi’nin silâh arkadaşı Mahmud Paşa’nın torunudur. Kaynaklarda iyi bir eğitim aldığından, Emir Sultan’ın dervişi olarak, bizzat Emir Sultan’ın himayesi ve arzusu ile, Ulu Câmi’de imamlık görevini üstlendiğinden bahsedilir. Anlaşılan odur ki Süleyman Çelebi ilim sahibi, iyi yetişmiş, sevilen, sayılan, ehl-i tarîkten bir zâttır. Çelebi olarak anılması da bundan olmalıdır.
Süleyman Çelebi’nin mevlidinin vücuda geliş hikâyesi ilgi çekicidir: Ulu Câmi’de birgün, Acem bir vaiz, Bakara Sûresi’nin 258. ayetine dayanarak bütün peygamberlerin eşit olduğunu iddia eder. Bu âyette Cenâb-ı Hak “Peygamberler arasında ayırım yapmayız” buyurmaktadır. Bu sözler cemaatte büyük rahatsızlık yaratır. Hadiseye şahid olan Süleyman Çelebi, bu haddini aşan vâize yine Bakara Sûresi’nin bir başka âyetini delil göstererek itiraz eder. Ancak Allah’ın, bazı peygamberleri diğerlerine üstün kıldığını buyurduğu bu âyeti, tartışmayı bitirmez bilâkis harâretlendirir. Vâizin bu sefer de, sırf göğe yükseltildiği için, Hz. İsa’nın, Efendimiz (S.A.V) den daha yüce mertebeli olabileceğini söylemesi dinleyicilerde infial yaratır. Bu hadise Süleyman Çelebi’yi çok üzmüştür. Vâize cevaben bir beyit yazar:
“Ölmeyip İsa göğe bulduğu yol / Ümmetinden olmak için idi ol”.
Bu beyiti birbirinden güzel diğer beyitler takib eder
“Gerçi bunlar dahi mürsel durur/Lâkin Ahmed efdâl ü ekmel durur
Zîra efdalliğe layık durur/Anı öyle bilmeyen ahmak durur”
Vesîlet’ün-Necât böylece ortaya çıkmış olur.
Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, bahir denilen dokuz bölümden meydana gelmiştir. Bu bölümler; münâcât, yazar için dua ve kitaptan dolayı özür dileme, âlemin yaratılma sebebi -Hz.Muhammed’in Ruhunun yaratılması-Hz. Muhammed’in nûrunun intikâli, Velâdet, Peygamberin mûcizeleri, Mi’râc, Peygamberin vasıfları, Peygamberin vefatı ve kitabın sonu şeklindedir. Her bölüm kendi arasında ayrıca fasıllara ayrılmıştır. Fakat çeşitli mevlid nüshalarında bu bölümlerin tamamı mevcud değildir. Münâcat ve dua dışında sadece velâdeti ihtiva eden nüshalar bulunduğu gibi, velâdet ile beraber mi’râcı da içine alan nüshalar vardır. Basma nüshalarda ise umumiyetle vefat bölümü bulunmamaktadır. Bazı mevlid nüshalarına Ahvâl-i Fâtıma, Hikâyet-i Cemel, Ukaşe Hikâyesi gibi hikâyeler de eklenmiştir.
Asıl Mevlid metninin 730 beyit kadar olduğu, fakat bazı nüshalarda sonradan yapılan ilâvelerle bu beyitlerin 900-1000 gibi rakamlara ulaştığı görülmektedir. Mevlid’e ilâve edilip de onunla iyice kaynaşmış, halk tarafından benimsenmiş ’ Merhaba’ gibi bölümler de vardır. Mevlid üzerinde yapılan ilmî araştırmalar, bugüne göre oldukça değişik bir eski şeklin bulunduğunu ve bunun içinde Velâdet Bahri’nde “Kaside-i Meliha” başlıklı bir fasıl olduğunu Merhaba kısmınının da burada yer aldığını ortaya koymaktadır.
Vesîletü’n-Necât, bütün edebiyatçılar tarafından sehl-i mümtenî, yani sade, kolay anlaşılır, fakat derin ve ince sanatlı bir eser olarak kabul edilmektedir.
Süleyman Çelebi’nin, 812’de (1409) da tamamladığı eseri, bazı nüshalarda Mevlid, hatta daha ziyade türkçe telâffuza uyarak, Mevlûd şeklinde kaydedilmekte ise de, müellifin kendi eserine verdiği ad Vesîletü’n Necât (kurtuluş vesilesi) dir ve eser îtimâda şâyan nüshalarda bu şekilde adlandırılmaktadır.
Vesîletü’n Necât’ın müessir bir üslûbu vardır. Mesnevî tarzında ve ekseriyetle remel bahrinde (fâilâtün fâilâtün fâilün) yazılmış olan eserde farklı vezin ve kâfiye ile yazılan bölümler bazı yazma ve basma nüshalarda metnin dışında bırakılmıştır.
Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, içinde bulunan edebî sanatlardan dolayı da ayrıca değer taşıdığı muhakkaktır. Eserde istiâre ve cinaslar geniş yer tutmakta, mânânın, beyitler içinde tamamlandığı, böylece beyit bütünlüğünün muhafaza edildiği özellikle belirtilmektedir.
Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde ayrıca, yer yer dinî mefhumların, farz ve vâciplerin anlatıldığı, tasavvufî hayatın inceliklerine dâir açıklamaların yer aldığı da görülmektedir.
yüzyılda Latîfî, meşhur Tezkîre’sinde bu eser için “Bu fakîr ü hakîr bu zamana değin yüz adet mevlid kitabı gördüm ve nazar-ı iltifatla her birin gözden geçirdim. Birinde bu sûz ü hâleti ve bu şevk ü harâreti görmedim. Ve hem bu mertebede beyne’n-nâs ( insanlar arasında) birisi makbûl ve meşhûr olmadı”ifadelerini kullanır.
Tezkîre yazarlarının, hayat hikâyelerini derledikleri sanatkârların sanatlarına da vâkıf oldukları düşünülünce, Latîfî’nin tesbitinin ne derece önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Nitekim bugün bile Çelebi’nin mevlidinden daha yaygın bir mevlidin bulunmayışı, Latîfî’nin sözünü destekler niteliktedir.
Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerifinin asırlarca büyük bir rağbetle karşılanışında mûsıkînin payı çok büyüktür. İnsanlara bu manzumenin güzel sesli mevlidhanlar aracılığı ile ulaşması “Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” mısrâının canlı bir örneğidir.
Süleyman Çelebi’nin Ulu Camii imam olup bir müddet Yıldırım Bayezid’in hünkâr imamlığında bulunması, O’nun musıkî ile de meşgul olmasını muhtemel kılar. Sadettin Nüzhet Ergun gibi bazı yazarlar Süleyman Çelebi’nin mevlidini bizzat bestelemiş olabileceği üzerinde dururlar. Fakat bu besteli mevlid zaman içinde unutulmuş, serbest okuyuş denilen, mevlidhânın her bahirde başka bir makamda dolaşarak, içinden geldiği gibi irticâlen okuması, esas olmuştur. Ancak bu serbest okuyuşun da kendi içinde bir usûlü adâbı olduğu muhakkaktır. Mevlid-i Şerif icrâsının, zaman içinde, belki ilk mevlid bestesine istinaden ortaya çıkmış ve musıkî çevrelerince kabul görmüş bir geleneği vardır. Meselâ, bu geleneğe göre ‘Tevhid Bahri’ sabâ makamında, ‘Nûr Bahri’ hicaz makâmında ‘Velâdet Bahri’ ise rast makamında okunur. ‘Mirac Bahri’nin makamı hüzzam iken mevlidin sonunda ‘Dua Bahri’nde, uşşakda karar kılınır. Mevlid-i Şerife zaman içinde az sayıda birkaç bestekâr tarafından besteler yapıldığı bazı kaynaklarda zikredilmektedir. Ancak yakın geçmişte hattat bestekâr Kemal Batanay’ın mevlidi müstesnâ tutulursa bu bestelerin tamamı yazık ki unutulmuştur.
Tekkelerde besteli mevlidlerin mûteber olduğu, hattâ Sünbül Efendi ve Hüdâî Dergâhları’nda yakın zamana kadar besteli mevlidlerin icrâ edildiği bilinmektedir.
Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerifinin, Arapça, Boşnakça, Arnavutça, Rumca, Çerkesçe, İngilizce, Almanca gibi pekçok dilde çevirileri mevcuttur. Ancak Süleyman Çelebi’nin Mevlid Şerifinin bugün halen sadece memleketimizde değil başka ülkelerde de musıkî ile okunmaya devam edilmesi onun, ezandan sonra müslüman toprağının bir başka mührü olarak kabul görmesindendir.
Osmanlı Dönemi’nde, Onaltıncı Asırda Mevlid ve Meşhur Mevlid Yazarları
Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerifini yazdığı onbeşinci asrın başından, yüz yüzelli sene sonra Sinâneddin Yusuf ve Şemseddin Sivasî mevlid tarihinin önemli iki mevlid müellifi olarak karşımıza çıkar. Onaltıncı asırda mevlid denilince, İstanbul’da Sinaneddin Yusuf, Sivas’ta Şemsî yani Şemseddin Sivasî iki kudretli isim olarak zikredilebilir.
Nev’izâde Atâullah Efendi’nin, âlimlerin, sanatkârların, şeyhlerin hayatlarını anlattığı Şakâyık’ ında, “mevlid’de sâhib tarz” ifadesiyle medhettiği Sinaneddin Yusuf İstanbul’ludur. Kaynaklarda, hayat hikâyesine dair verilen bilgilerde, yetim olup, faziletli bir adam tarafından büyütülüp itina ile yetiştirildiği anlatılır. ‘Tecvid’ ve ‘Kıraat’ ilimlerinde ileri seviyelerdedir. Ayrıca musıkîye de vâkıftır ve sesi çok güzeldir. Bu husûsiyetleri, Sinaneddin Yusuf’un, İstanbul’un en büyük camilerinde görev almasını temin eder. Sinaneddin Yusuf, Bayezid, Haseki, Sultan Selim ve Süleymaniye gibi İstanbul’un en büyük camii’lerinde “ser mahfil” yani müezzinbaşı yardımcısı ve imam-hatip olarak hizmet verir. Son görev yeri Süleymaniye’dir. Sinaneddin Yusuf’un dinî musıkî sahasında eserler vermiş bir bestekâr olduğu bilinmektedir. Ancak O’nun kitaplarda zikredilmesinin asıl sebebi “mevlid’de sâhib tarz” olmasıdır. Sadettin Nüzhet Ergun, Sinaneddin Yusuf’un “mevlid’de sahib tarz” olmasının mevlidi ya alışılmışın dışında yeni bir beste ile okumasına, yahud da Süleyman Çelebi’nin muhtemel bestesini kendine has bir üslûpla yorumlamasına bağlamaktadır.
Bu sıralarda Sivas’ta, Halvetî Şeyhi Şemseddin Sivasî’nin yazdığı mevlid Süleyman Çelebi’nin mevlidinden sonra, Anadolu’da en çok okunan mevlid olarak meşhur olmuş, bu mevlidin de Çelebi’nin mevlidi gibi bir vücuda geliş hikâyesi vardır. Bu hikâyeyi Şemseddin Sivasî kendi kaleminden şöyle anlatır:
“Peygamberimiz’e hizmet maksadıyla kalbime mevlid yazmak fikri düştü. Çok sayıda mevlid yazılmış olmakla birlikte bunlardaki zorluk ve ihtilâf beni menetmeye koyulduysa da neticede kalemi kâğıdı ve kitapları elime aldım. O sırada, “Ey yazmayı çok arzu eden! Sana yardım edeyim mi?” şeklinde bir ses geldi. Ses, ‘Doğunun ve Batının Efendisi’ ne aitti. Kalem ve kâğıtlar elimden düştü. Kalbime harâret çöktü. Başımı öne eğdim ve ağladım. Namaz kılıp, salât-ü selâm getirdim, uyudum. Rüyamda ‘Makam-ı Asgar’ da idim. İlerde bir cemaat vardı. Onlardan biri bana teveccüh etti. Zannederim Hz. Ali idi. Kucağında kokular saçan bir çocuk vardı. Hz. Ali, “Bunu al, Resulûllah verdi” dedi. Uyandım. Kalbim nûr ve hikmet dolu idi. Allah Teâlâ mevlid konusunda bana, daha önce kimseye açılmamış kapılar açtı. Çünkü insanlar “Peygamber’in mevlidi apaçık” diyorlar. Halbuki ben diyorum ki “O’nun mevlidi hem zâhirî, hem mânevîdir. Bu husus başlangıçtan sona kadar hep böyledir”.
Şiirlerinde Şemsî mahlasını kullanan Şemseddin Sivâsî’nin, Resulûllah’ın yardımı ile yazdığını anlattığı bu mevlidi, Çelebi’nin mevlidinden oldukça uzun, 1217 beyitten oluşmaktadır. Halk arasında ‘Şemsî Mevlid’i olarak anılan bu mevlidin tesiri, Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerîfi kadar büyük olmasa da bilhassa Orta ve Doğu Anadolu’da rağbet görmüş, çokça okunmuş ve halen de okunmaktadır. Bunu, Şemsî’nin ârifâne üslûbunun neticesi olarak yorumlamak herhalde doğru olur. Zirâ Şemseddin Sivâsî her şeyden önce bir tarîkat şeyhi, Halvetiyye tarîkatının Şemsiyye kolu kurucusudur. Şemseddin Sivâsî’nin, çok iyi yetiştirilmiş, devrinin büyük hocalarından dersler almış ve henüz yirmili yaşlarında İstanbul’da Sahn Medreseleri’nde, müderrislik yapmış, âlim bir zât olduğu biliniyor. Kaynaklar, devrini yaşadığı padişahlardan çok teveccüh gördüğünü zikrederler. Özellikle, askerin yanında katıldığı Haçova Meydan Muharebesi dönüşünde, Sultan III. Mehmed’in (1595-1603) kendisini İstanbul’da alıkoymak istediği, ancak Sivasî’nin mâkul sebepler ileri sürerek bu teklifi kabul etmeyip Sivas’a döndüğü ifade edilir.
Halk tarafından da çok sevilen, vefatında cenazesine altmış bin kişinin katıldığı anlatılan Sivasî’nin Mevlid’i, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i Şerîfine benzeyen bir mevliddir. Sivasî, aruzun Fâilâtün Fâilâtün Fâilün vezniyle yazdığı mevlidinde Süleyman Çelebi’nin tesirinde kalmıştır. Edebiyatçılar özellikle otuz kadar beyitin Çelebi’nin beyitlerine çok benzediğini tesbit etmişlerdir. Şemsettin Sivasî’nin, Çelebi’nin Mevlidi’nden etkilendiği muhakkaktır. Ancak Şemsî Mevlid’i yine de, Sivasî’nin mutasavvıf şairliği ile ortaya çıkmış kendine has bir tarzın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.
Şemseddin Sivasî’nin muhtelif kütüphanelerde bulunan 10 yazma nüshasının yanında yeni bir nüshanın da varlığını ortaya koyan Doğan Kaya,bu nüshanın 25 varaktan oluştuğunu ifade edip, nüsha ile alâkalı ayruntılı bilgi verir.
Mevlid bestekârlarının, daha ziyade tekkelerden, dervişler arasından çıktığını, besteli mevlidlerin de tekkelerde bilhassa rağbet gördüğünü biliyoruz. Dolayısıyla, Şemsî’nin dervişleri arasında da bu mevlidi besteleyenlerin bulunması muhtemeldir. Fakat bugün artık Şemsî Mevlid’i de, Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerifi gibi camilerde, evlerde, irticâlen yani serbest okuma dediğimiz biçimde icrâ edilmektedir. Sivâsî’nin mevlidi, Nuvaz Müzik tarafından Vâsıl Olmaz Kimse Hakka Şemseddin Sivasî’nin Mevlidi Şerifi ve İlâhileri isminde bir albüm olarak da yayınlanmıştır.
3.4- Onyedinci asırda Mevlid ve İlk Mevlid Besteleri
On yedinci asır için, başta Itrî olmak üzere, dinî musıkî tarihimiz açısından , en büyük sanatkârların yetiştiği, münbit bir asırdır denilebilir.
Hâfız Post’tan Itrî’ye, Neyzen Yusuf Dede’den Hatib Zâkirî Hasan Efendi’ye, Hâfız Kumral’dan Sütçüzâde’ye bu devrin musıkîşinasları, din ve musıkîyi iç içe yaşamış sanatkârlardır. Dolayısıyla, çoğunlukla tekkelerde yetişen, oralarda âyin-i şeriflerle, zikirlerle, salât-ü selâmlarla musıkî icrâ eden, Resulûllah Efendimiz (S.A.V) için ilâhiler besteleyen bu musıkîşinasların mevlidden uzak durmaları düşünülemez. Fakat, bu devirde ‘mevlid’ denince, Bursa’lı Sekban, Bursa’lı Kadı Ubeyd ve Bursa’lı Osman gibi isimler öne çıkarlar.
Bursa’lı Sekban, kaynaklara Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerifine ilk besteyi yapmış bestekârdır. Süleyman Çelebi’nin kendi eserini bestelediği söylenirse de, Bursa’lı Sekban’ın ‘mevlid bestesi’, İsmail Beliğ’in Güldeste-i Belde-i Riyâz-ı İrfânı’ndaki ifadelerle kayda girerek kesinlik kazanmıştır.
Bursa’lı Sekban’ın ‘Mevlid’ bestesinin, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına dek, başta tekkeler olmak üzere çeşitli mahfillerde okunduğunu, son olarak Hammâmîzade İsmail Dede’nin talebelerinden Sünbül Efendi Tekkesi zâkirlerinden Mutafzâde Ahmed Efendi’nin bu besteli mevlidi meşk ettiğini biliyoruz. İsmail Dede Efendi’nin Hac yolculuğunda yanında bulunan, onun son nefesine belki tanıklık eden iki talebesinden biri olan Mutafzâde, esasında bu mevlidi, son meşk eden olmak istememiş, aktaracak meraklılar aramıştır. “Mirâciyye’nin nevâ bahri ve Mevlid-i Şerîf besteleri kaybolmak üzeredir, arzu edene memnûniyetle öğretirim” dediği kayıdlara geçmiştir.
Bursa’lı Kadı Hâfız Ubeyd, on yedinci yüzyılın en meşhur
mevlidhanlarındandir. Hattatlıkla geçimini temin eden Hâfız Ubeyd Nakşîbendi Şeyhi Hacı Ahmed Efendi’nin oğludur. Musıkîye de meraklı olan Hâfız Ubeyd Efendi,
Sekban’dan Mevlid’inin bestesini meşk edecek kadar makam musıkîsine vâkıf olmalıdır. Nitekim, Sekban’dan meşk ettiği mevlidi, daha sonra Bursa’lı Osman’a nakletmesi bunu teyid eder niteliktedir. Kadı Hâfız Ubeyd Efendi, Bursa kadısı Abdürrahim Efendi’ye imamlık da etmiştir. Abdürrahim Efendi, Bursa’daki görevi sona erip de İstanbul’a giderken yanında Ubeyd Efendi’yi de götürmüştür. İstanbul’da kendini yetiştiren, Hocazade Abdülaziz Efendi’den dersler alan Ubeyd Efendi, kadılık mesleğine yükselmiş, Anadolu’da ve Mısır’da bir müddet kadılık yaptıktan sonra vazifesinden ayrılmış ve Bursa’da vefat etmiştir.
Orhan Camii’nde devirhân ve Mevlevihane’de na’thân olan Bursa’lı Osman, Ubeyd Efendi’den meşk ettiği mevlid ile, on yedinci asır Bursa’sının meşhur mevlidhanı olarak, anılır. Beliğ Güldeste-i Belde-i Riyâz-ı İrfân’ında, Hâfız Osman’dan, “Fenn-i mûsıkîde mahâret sahibi, hoş elhân ile Kelâm-ı Kadîm’i tilâvet eden” bir zât olarak bahseder.
Bu şekilde, Bursa’lı musıkîşinaslar, Sekban, Kadı Hâfız Ubeyd Efendi ve Mevlidhan Hâfız Osman Efendi, kendi şehirlerinin yetiştirdiği Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerifini, icrâ eden üç önemli isim olarak, tarihe geçmiştir.
Evliya Çelebi, Seyahatnâmesi’nde Mısır Gülşenî Âsitânesi’nde dinlediği bir besteli mevlid icrâsını şöyle anlatır:
“Araplardan ziyade marifet sahibi, âlim ve sanatkârların katıldığı bu mevlid, ibrişim halılarla tefriş edilmiş Âsitâne’de, Rebiyyülevvel ayının 12. gecesi yapılır. Namazdan sonra, Mülk Sûresi evrâd ve ezkârla başlayan merasimde, dervişler 12 burcu temsilen 12 halka içinde devrân ederler. Daha sonra Süleyman Çelebi’nin Mevlid-i Şerifi 12 farklı makamda icrâ edilir. Velâdet bahrinde “Doğdu ol Fahrü’l-enâm” denilince herkes ayağa kalkar, zâkirler “Yâ Resulallah cemâlin keşfü’d-dücâ değil mi/Habîbâ senin kelâmın belâga’l-ulâ değil mi” beyitleri pençgâh makamında okunur. Ve Evliyâ Çelebi’nin dediğine göre bu mevlidi can kulağıyla dinleyen kişi cansız ve mecalsiz olsa bile dirilir.”
Evliyâ Çelebi’nin şahid olduğu bu mevlid icrâsının bestesi, Süleyman Çelebi’nin, Mevlid’ine kendisinin yaptığı varsayılan beste midir yoksa Bursa’lı Sekban’ın bestesi midir, bu hususta kaynaklarda bir bilgi yok. Ancak Evliyâ Çelebi’nin 1630’dan 1681’e kadar yoğun olarak seyahat ettiği ve Bursa’lı Kadı Ubeyd Efendi’nin de, vefat tarihi olan 1656’dan evvel bir tarihte, Mısır’da Kadılık yaptığı düşünülürse, hocası Sekban’ın mevlid bestesini Mısır’da bulunduğu yıllarda Âsitânede’ki dervişlere meşk etmiş olması ihtimal dahilinde görülebilir. Hattâ, Evliyâ Çelebi’nin dinlediği o mevlidi okuyan dervişler arasında Bursa’lı Kadı Ubeyd’in de var olduğu düşünülebilir.
3.5- Onsekizici asrın OsmanlI’larında, Meşk ve Mevlid
Onsekizinci asır, Osmanlı’nın dünyadaki nüfuzunun sarsılmaya başladığı bir asırdır. Osmanlı Devleti artık, savaşlardan yorgun düşmüş, dünya siyasetinde tek başına hüküm veren olmayı terk etmek zorunda kalmıştır.
Malûmdur ki milletlerin din, kültür ve sanat hayatları yönetim işlerinden ayrı düşünülemez. Her memlekette sanat faaliyetleri, devletin gidişâtına bağlı olarak şekillenen sosyo-ekonomik şartlar başta olmak üzere pek çok şeyin tesiri altındadır. Özellikle savaşlar, bu faaliyetleri durma noktasına getirir. Fakat bu tesirlerin devletlerin büyüklükleri ile ters orantılı olduğu da söylenebilir çoğu zaman. Yani, büyük bir imparatorluğun içindeki kültür sanat alemi, kötü şartlardan, küçük bir devlete nisbetle daha az etkilenir. Yahud bu tesir sanat hayatında daha yavaş ilerler ve daha uzun bir zamanda kendini gösterir. Osmanlı’da da devletin işleyişindeki olumsuzluklar, kültür hayatına ağır ağır tesir etmiş, bazı sahalardaki kayıplar uzun seneler içinde kendini göstermiştir.
On sekizinci asır, Türk mûsıkîsinin her şeye rağmen kudretli bestekârlar yetiştirdiği bir asırdır. Bu yüzyıl mûsıkîsinin içinde mevlidin serüveni de kudretli bir unsur olarak sürmektedir. Kaynaklar, onsekizinci asırda yetişmiş çok sayıdaki mevlidhanın, mevlidi kimlerden meşk ettiklerinin kaydını düşerler. Bu mevlid meşkleri besteli mevlid meşkleri midir, yoksa mûsıkîli mevlid icrâsı mıdır bunu bilemiyoruz. 1702 Bursa ve 1827 İstanbul tarihli, bulunan iki el yazması eserde, mevlidin hangi bahrinin hangi makamda okunacağının belirtilmesi, mevlid icrâsında makam ve usul bilgisinin öteden beri nasıl mühim kabul edildiğinin delilidir. Bursa Orhan Kütüphanesi 985 numarada kayıdlı 1115/1703 tarihli mevlid-i şerifin kenarlarında kırmızı mürekkeple hangi makamla okunacağının yazılı olduğu, aynı şekilde Hacı Selimağa Kütüphanesi Hüdâyî kitaplığında, 1242/1827 tarihli ve 1286 numarada kayıdlı, 18 varak 9 satır kahverengi meşin ciltli zencirekli, Nâyi Osman Dede’nin Mirâciyesi ile başlayan eserde de varak kenarlarında makam isimlerinin bulunduğu bilinmektedir. Bu yazma eserlerde, Dügâh, Sabâ, Kûçek, Hüseynî, Muhayyer, Karciğar, Rast, Nihavend, Nikriz, Pençgâh, Nevâ, Çargâh, Uzzâl, Şehnaz, Bûselik, Acem, Eviç, Isfahan, Dilkeş, Segâh, Nevruz ve Nevruz-u Acem makamları zikredilmektedir.
Bu devirde öne çıkan mevlidhanlar, Hâfız Şühudî Mehmed Efendi, İstanbul’lu Hüseyin Dede, Sultan İmamı Hacı Mustafa, Bursa’lı Nizameddin, Zâkir Hâtem Mehmed, Şeyh Ahmed Vefkî, Çâlâkzade Şeyh Mustafa gibi mevlidhanlardır.
Hâfız Şühûdî Mehmed Efendi İstanbul’ludur. Emir Buhârî Camii hatibi, Hayreddin Camii’nin de imamıdır. “Çene” lâkabı ile bilinir. Şair, hattat, musıkîşinas, kemankeş olan, birçok sanat dalında temâyüz etmiş Şühudî Mehmed Efendi’den ‘Safâyî ve Sâlim Tezkireleri’nde sitâyişle bahsedilmektedir. Sâlim “Fenn-i musıkîde, zamânında, mâhir Mevlidhân, nâzük nefes bir zât-ı fâhir “ idi derken, Safâyî de “Fenn-i musıkîde müceddeden beste ve ihtirâa, yani benzersiz şeyler icad etmeye kadir, mevlid ve na’t hanların mümtazı, meşâyih-i âzam hazerâtiyle me’lûf’ bir zât olduğunu ifade etmektedir.
Mevlid meşkinde, bu dönemin mühim bir mevlidhanı da İstanbul’lu Hüseyin Dede’dir. Zeyrek Camii Müezzini Hüseyin Dede Âmâ Şeyh Halil’den öğrendiği Mevlid-i Şerîf’i pek çok mevlidhana meşk etmesiyle meşhurdur. Hüseyin Dede, aynı zamanda, Siyâhî Ahmed Dede’den icâzetli bir hattattır. Müstakimzâde’nin Tuhfe-i Hattatîn’inde de adı geçmektedir.
Hüseyin Dede’den mevlid meşk edenlerden iki önemli isim, Şeyh Ahmed Vefkî ve Çâlâkzâde’dir. Şeyh Ahmed Vefkî Efendi Üsküdar’lıdır. Eniştesi olan Draman tekkesi Şeyhi İsâ Mahvî’den çok istifade ettiği bilinmektedir. Halvetîdir. Dinî musıkî sahasında çok sayıda eser vermiş, pek çok ilâhi bestelemiş Ali Şirugânî’nin mürididir. Çorlulu Ali Paşa Camii’nde Cuma vâizi, Draman Tekkesi’nde de baş müezzin olarak görev yapmıştır.
Hüseyin Dede’den mevlid meşk etmiş bir diğer mühim isim olan Çâlâkzade Mustafa Efendi de tıpkı Ahmet Vefkî gibi halvetidir ve Cağaloğlu’ndaki Halvetî Tekkesi’nin şeyhidir. Bestelediği dinî musıkî eserleriyle meşhur olmuş bir bestekârdır. Sadettin Nüzhet Ergun Çâlâkzade’nin altmış yedi bestesini tesbit edebildiğinden fakat daha çok eser vermiş olabileceğinden bahseder. Ayrıca, bestekâr olan bu zâtın, mevlidhan olduğunu da ifade eder.
Çâlâkzade’nin bir bestekâr olarak, Ahmed Vefkî’nin de bir bestekâr müridi olarak musıkî bilgilerinin sağlamlığında şüphe yoktur. Ancak, Mevlid-i Şerifi, hususen mevlid meşki ile meşhur olmuş bir zâddan, Zeyrek Camii Müezzini İstanbul’lu Hüseyin Efendi’den meşk etmiş olmaları gösteriyor ki mevlid meşki musıkîde, ayrıca mühim bir iştir. Mevlid okumanın usûlünü âdâbını bilmek için sadece musıkî bilgisi yeterli sayılmamaktadır.
^Esasen bu günümüzde de böyledir. Mevlidi, bu sahada güçlü bir mevlidhandan, yani bir ‘fem-i muhsin’den öğrenmek, mevlidin hem hak ettiği gibi okunmasının hem de gelecek nesillere doğru olarak aktarılmasının teminatı olacağı muhakkaktır.
3.6 Osmanlı’nın Ondokuzuncu Asrı ve Besteli-Bestesiz Mevlid
Musıkîmizin hemen her sahada gücünü muhafaza ettiği bir devre, ondokuzuncu asra ulaşıldığında, mevlîd-i şerîfin, daha evvel olduğu gibi besteli yahud bestesiz okunduğuna şahid oluruz.
Bu asırda musıkîmize yön veren, öncelikle, III. Sultan Selim Han’ın, bestekârları, müezzinleri, hanendeleri, sazendeleri hâsılı bütün musıkîşinasları himâye ederek, musıkînin inkişâfına zemin hazırlayan kültür-sanat siyasetidir. Osmanlı Devleti, aynı siyaseti daha sonra Padişah II. Mahmud eliyle de sürdürmüş, musikî bilen bu iki bestekâr-padişah sayesinde Türk musikîsi büyük musıkîşinaslar ve kıymetli eserler kazanmıştır. Bu itibarla denilebilir ki, ondokuzuncu asır, mevlîd-i şerif icrâsı açısından da zeminin, şartların, müsait olduğu bir devirdir. Ancak şunu belirtmek de icâb eder; bu yüzyıl, mevlide yeni besteler yapmanın yine alâka görmediği bir yüzyıldır. Bu devirde okunmaya devam edilen besteli mevlid, muhtemelen iki asır evvel Bursa’lı Sekban tarafından bestelenmiş Süleyman Çelebi Mevlidi’dir.
Kaynaklarda, mevlevîhane ve tekkelerde besteli mevlid icralarından bahsolunuyorsa da yeni mevlid bestelerine rastlanmamaktadır. Çokça dinî musıkî eserinin vücuda getirildiği böyle bir dönemde, bestekârların mevlid bestesine yönelmeyişlerini, belki mevlevî musıkîsindeki âyin-i şerîf lerin çok mûteber olmalarıyla kısmen izah etmek mümkün olabilir. Zirâ, bu çok sanatlı, en büyük dinî musıkî formu olan âyin-i şerîf, ondokuzuncu asırda altın çağını yaşamıştır. Kendileri de mevlevî olan pek çok büyük bestekâr, hünerini âyin-i şerîf besteleyerek göstermeyi tercih etmiştir. Fakat, icrâ açısından mevlidin, mevlevîhanelerde de, tekkelerde de mûteber yerini korumaya devam ettiğini görüyoruz. Nitekim, Hüdâyi Tekkesi’nde, Sünbül Efendi Dergâhı’nda, Bahariye Mevlevîhanesi’nde, Enderun’da ve çeşitli mahfillerde okunan mevlîd-i şerîflere dair ayrıntılı kayıdlara rastlamaktayız.
Tasavvufî yönü ağırlıklı olmak üzere, kaleme aldığı hâtırâtıyla son dönem Osmanlı hayatına ışık tutan bir Mevlevî Dede’si olan Aşçı İbrahim Dede, 1897’de Yunanlılar’la muharebe sonrasında, bir Perşembe günü, Levâzım Üçüncü Şubesi Müdür Muavini Râsim Efendi’nin evinde, oğlunun sünneti münasebetiyle gerçekleştirilen mevlid cemiyetini teferruatıyla nakleder:
“... Merkez kumandanıyla, Erkân-ı Harbiyye Reisi, muhâsebeci efendi, Miralay Ahmed Bey ve Erkân-ı Harbiyye Başkâtibi Hasib Efendi ile mümaileyh Mustafa Bey ve bir de maliyeden bir efendi mevcud idi. Fakîr odanın saff-ı na’leyn cihetinde bir sandalyeye oturdum. Bir müddet sonra fakirin karşısına, yani saff-ı na’leyn cihetine bir seccade ferş ettiler. Hâne sahibinden suâl ettim “Nedir bu?” diye. Cevabında dedi ki “mevlid-i şerif kırâat olunacaktır”. Dedim: “Bu iş kapı dibinde olmaz, karşı cihete üst kata ferş edin.” Hamdolsun ki red buyurmadılar, öyle ettiler. Hikmet-i ilâhî, seccadenin oraya ferşiyle beraber mümaileyh Mustafa Bey, üst kattan kalkıp fakirin sandalyesine karşı tarafa, saff-ı na’leyne gelip oturdu. Hasib Efendi de öyle etti. Sonra mevlûd-i şerif kırâat edecek efendiler gelip üst kata çıkmalarıyla beraber hane sahibi gelip fakiri de onların yanına “Buyurun” deyip yukarıya çıkardı, yani onlar aşağıya indiler. Fakir, mevlûd-i şerife olan hürmet-i mahsûsa sayesinde üst kata çıktık. Mevlûd-i şerif kıraati esnasında Mustafa Bey, odadan dışarıya çıktı. Sonra yine geldi, doğru Erkân-ı Harbiyye reisi paşanın kulağına ve sonra muhasebeci beyin sonra merkez kumandanının kulaklarına bir şey söyleyip yine geldi yerine oturdu. Fakir de “Acaba ne havadis vardır” diye endişe ettim. Mevlûd-i şerif hitam buldu. Dua olduktan sonra divanhanede çalgı sedası yani keman taksim etmeye başladı. Fakir de cemaate hitaben “Bu mevlûd-i şerif, Şâm-ı şerîf mevlûdüne benzedi” dedim, çünkü Şâm-ı Şerifte geceleri mevlûd-i şerif kıraat olunur, sonra çalgı çalınır ki buna başka mana verilmez, efendimizin teşriflerine müjde ve tebşir demek olur. İşte Mustafa Bey’in bunlara söylediği kulak çorbası nefislerinin gıdası imiş ki dışarıya çalgıcıların geldiğini tebşir etmiş. Gönülden Cenâb-ı Hakk’a pek çok hamd-ü senalar ettim ki erenler fakiri mevlûd-i şerifin hademesi etti, onu da çalgıcıların hademesi etti.”
Aşçı İbrahim Dede’nin hatıralarından öğrendiğimiz bu mevlid-i şerif icrâsı, hem katılanların evsâfını, hem gerçekleştirilen mevlid icrâsının, Şam’da okunan mevlidlere benzerliğini ve dolayısıyla binsekizyüzlü yıllarda, Şam’daki mevlidlerin icrâ şeklini de nakletmesi bakımından önemlidir.
Yine, Zâkirbaşı Hayrullah Zekâi Efendi’nin Hüdâyi Kütüphanesi’ne vakfettiği bir Mirâciye Mecmuası’nda, Hüdâyi Tekkesi’nde okunan besteli mevlide dair bilgiler bulunmaktadır. Keza, Abdülkadir Töre’nin kitabından, M. Ekrem Karadeniz tarafından yayıma hazırlanmış Türk Mûsıkîsi’nin Nazariye ve Esasları’nda, Koca Mustafa Paşa Sünbül Efendi Dergâhı’nda okunan besteli bir mevlid olduğu, bu mevlidin her satırdan sonra “Hay Hay” denilerek okunduğu öğrenilmektedir.
Aziz Mahmud Hüdâyi Tekkesi’nde, ondokuzuncu yüzyılın ortalarından sonuna kadar, besteli mevlidi bilen, okuyan ve icrâsına öncülük eden isim Şeyh Mehmed Rûşen Efendi’dir. Mecmuât-ı İlâhiyyât isminde, devrinde bestelenmiş ilâhileri toplayarak bir eser kaleme alan, kendisi de ilâhiler besteleyen Şeyh Efendi’nin çok güçlü bir hafızasının olduğunu kaynaklar kaydederler. Şeyh Mehmed Ruşen Efendi’nin mahfuzâtında, besteli mevlidden başka, çok önemli dinî mûsıkî eserleri de bulunmaktaydı.
Yine bu devirde yaşamış, besteli mevlidi okumayı bilen, Kurban Nasuh Tekkesi Şeyhi, Hayrullah Tâceddin Efendi’yi de zikretmek gerekmektedir. Hayrullah Tâceddin Efendi’nin, mûsıkî bilgisi sağlam, tekke mûsıkîsine de vâkıf, geniş kültürlü bir zâd olup, mevlidi Bedevî Şeyhi Ali Baba’dan meşk ettiği kaynaklarda zikredilmektedir.
Bu iki mutasavvıfın dışında bu devirde besteli mevlide vâkıf pek çok mevlidhanın var olduğu da bilinmektedir. Hopçu Şakir Efendi, Külhanbeyi Hüseyin Dede, Balat Şeyhi Kemal, Arap Salih, Şeyh Muhtar Efendi, Mutafzade Ahmed Efendi bunlardan bazılarıdır.
Besteli mevlidi en son bilen zâd olarak bilinen, yukarıdaki bölümlerde de sözü edilen Mutafzâde Ahmed Efendi, Hammâmizâde İsmail Dede Efendi’nin en yakın iki talebesinden biridir. “Dede’nin mahfuzâtına ve bestelediği bütün eserlere vâris olan” Mutafzâde Ahmed Efendi, iyi bir medrese tahsili görmüştür. Çeşitli yerlerde nâiblik görevinde bulunmuştur. Mutafzâde’nin Mısır’da kadılık yaptığı da bilinmektedir.
Mutafzâde Ahmed Efendi, Sünbül Efendi Dergâhı mensublarındandır. Sünbül Efendi Dergâhı’nın burada okunmakta olan mevlidlerle kayıdlara girmesi, muhtemeldir ki Mutafzâde Ahmed Efendi sebebiyledir. Mevlid, mirâciye, durak, kâr,nakış beste gibi binlerce eseri hafızasına almış, besteler de yapmış bu kıymetli musıkîşinasın, bildiklerini müdavimi olduğu dergâhta icrâ ettiği ve taleb edenlere aktardığı muhakkaktır. Nitekim, Mutafzâde’nin yetiştirdiği, kendisinden, aralarında Mirâciyye’nin dügâh ve segâh bahirleri de olmak üzere pekçok eser meşketmiş Bahariye Mevlevîhanesi postnişîni Hüseyin Fahreddin Dede bu isimlerdendir. Ondokuzuncu asrın mühim neyzen ve bestekârlarından olan, geniş kültürü ve şairliğiyle de meşhur Hüseyin Fahreddin Dede’nin, her yıl Rebiulevvel ayının onikinci gecesinde, dergâhında Hz. Peygamber’in doğumu hürmetine mevlid cemiyeti tertib ettiği bilinmektedir.
Ondokuzuncu asırda mevlidhanlıklarıyla tarihe geçmemiş ancak iyi mevlid okudukları muhtemel olan pek çok hâfız, imam, mevlevî dervişi olduğu da muhakkaktır.
Yine bu asırda özellikle, ‘mevlidhan’ denince, câzip, enteresan bir şahsiyet olarak, Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi’yi bilhassa zikretmek gerekmektedir. Ondokuzuncu asırda, dinî musıkî çevrelerinde, “Mevlid’i Süleyman Çelebi yazdı, Said Paşa İmamı okudu” sözünün meşhur olduğu rivâyet edilmektedir. Hasan Rıza Efendi, mevkî sahibi kişilerin büyüklenmelerinden çok rahatsız olan, canı istediği zaman, dilediği kimselere mevlid okuyan bir mevlidhandır. Koynunda daima yumak yumak yünler bulundurur ve gittiği yere elinde örgüsü ile gider, çorap takke gibi şeyler örer. Yanında kutu ile kahve taşır. Kahveyi ya avuçla ağzına atar yahud da enfiye gibi burnuna çeker. Fakat bu sıra dışı ahvâl, kat’iyyen bir boşluğun, bir hafifliğin görüntüsü değildir. Bilâkis, engin bir derinliğin, mâsivâdan el çekebilme kudretinin ifadesidir. Nitekim Hacı Dede isminde bir zâtın kendisine “Bütün vaktinizi örgü örmekle geçiriyorsunuz. Gözlerinize yazık değil mi?” şeklinde sorduğu soruya, “Evlat! Nazarımı mâsivâdan vikâye ediyorum” diyerek cevap verdiği kaynaklarda yer alır. Said Paşa İmamı’nın genç yaşında Manisa’da, Rufâiyye tarikatının Ma’rifiyye kolu şeyhlerinden Ahmed Vehbî Efendi’ye intisab ettiği bilinmektedir. Devam ettiği dergâh, ‘süt mevlid’i gibi özel bir mevlid geleneğine sahiptir. Hasan Rıza Efendi güzel sesini duyurmaya başlamış olmalıdır. Hasan Rızâ Efendi, babası Hasan Ağa’dan hıfzını ikmâl ettikten sonra, bir taraftan medrese eğitimi alırken, bir taraftan da hat ve musıkî meşklerine devam etmiştir. Hasan Rıza Efendi’nin İstanbul’da Mutafzâde Ahmed Efendi’den mûsıkî meşkettiği, bilhassa mevlid meşkettiği kaynaklarda zikredilmektedir.
İstanbul’un dışında, ondokuzuncu asrın mevlid müelliflerinden ve bahsedecek olursak, Erzurum ve civarında meşhur olmuş mevlidi ile, Alvarlı Efe Hazretleri olarak tanınan mutasavvıf şair Muhammed Lutfi Efendi’nin Mevlid’in-Nebî’sini de zikretmek icâb eder.
Erzurum’un Alvar köyünde senelerce halkı irşâd eden Efe Hazretleri’nin, âheng ile yaşayıp tamamladığı ömründe şiir ve musıkî kendiliğinden mevcuttur. Alvarlı Efe’nin bir edebiyat yahud musıkî hocası yoktur. Bu ilimleri öğrenmek için husûsî bir gayreti de olmamıştır. Fakat mürîdânına anlattığını, kısaca musıkîli söz olarak tarif edebileceğimiz, şiirle anlatmıştır. Şiiri de, hâl dilinin sesi olmuştur. Yani sözleri, hâlinin tezâhürüdür. Dinleyen o tezâhürü, nağmeli bir biçimde, kâh türkü olarak, kâh kasîde gazel olarak okumuş, dilden dile aktarmıştır. O’nun Mevlid’ün Nebî’si de böyle ortaya çıkmış ve Erzurum’da dilden dile, nesilden nesile okunagelmiştir. Alvar’lı Efe, şiir yazmamış, şiir söylemiştir. Hatm-i hâcegânlarda kalbine düşenleri zikretmeye başladığında, odadaki güçsüz ışık arttırılıp, söyledikleri bir mürîd tarafından kayda alınmıştır. Mevlidü’n Nebî’sinin, mesnevilerinin, destanlarının, mersiyelerinin, divançesinin hep bu yolla vücûda getirildiğini O’nun meclislerinde bulunanların, yakınlarının aktardıklarından biliyoruz.
Bu mevlid, Erzurum’a has bir tavırla okunmuştur ve okunmaktadır. Bu okuyuşta mânâ, nağmenin önünde olup, icrâya daima sâde bir tavır ve üslûb hâkimdir. Zaten O’nun meclislerinde, anlatılanlara bakılırsa, taşkınlık, coşku, edeb noksanlığına yorulur.
Peygamber Efendimiz’in doğumunun anlatıldığı bölüme Mahall-i Kıyam denir ve bu bahir, Peygamberimiz’in teşrifine hürmeten, baştan sona ayakta okunmakta ve dinlenmektedir.
3.7 Osmanlı Devleti Sona Ererken Mevlid
Osmanlı Devleti’nin son devri, rahatlıkla denilebilir ki, hem halk için hem de Osmanlı gibi bir büyük devletin sonuna şahidlik eden, yeni doğan bir devletin sancılarını da ağır bir biçimde hisseden dönemin bütün âlim ve sanatkârları, fehmi geniş idrâki açık bütün münevverleri için, ziyadesiyle zor bir devirdir.
Balkan muharebeleriyle yaşanan kayıplar, Trablusgarb’tan, Medine Müdafaası’na, Osmanlı Devleti topraklarında bitmeyen ölüm kalım savaşları ve nihayet Birinci Dünya Harbi’nde bütün dünyaya karşı Çanakkale’de girişilen büyük mücadele ile Osmanlı münevveri ve sanatkârı, denilebilir ki sessiz bir direnişin içine girmiştir. İlmini sanatını vatan sathı mâili addedip, çalışmaya üretmeye devam etmiş ve bu sayede Osmanlı’nın derin kültür-sanat birikimi, adeta köprü vazifesi gören bu kudretli şahsiyetlerin eli ile bir nebze de olsa Cumhuriyet dönemine aktarılabilmiştir.
Bu dönem münevverlerinin ve toplumun kanaat önderlerinin 20 Rebiulahir 1331 yani 28 Mart 1913’te Tanin Gazetesi’nin ilk sayfasında çıkan şu “Edirne’nin Sukutu” haberine bütün milletle beraber muhatab olduğunu bilmek, dönemin ruhunu anlamak bakımından önemli olabilir: “Osmanlı ordusunun fezâilini beş aydan beri hârikanümâ bir tarzda temsil eden kahraman ‘Edirne’nin Sukutu’ haberi dün İstanbul halkını derin bir matem ve teessüre gark etti...”
Daha da mühimi, yine bu dönemde, pekçok âlim, sanatkâr, kültür adamının, Çanakkale’de kazanılan büyük zafere rağmen, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nden 13 gün sonra, 13 Kasım 1918’de, İtilâf Devletleri’ne aid 55 savaş gemisinin Boğaz’ı kontrol altına alıp, İstanbul’u işgal edişlerine şahitlik ettikleri bilinmektedir. Üstelik Çanakkale’de, cephede savaşan münevverlerin, sanatkârların sayıları hiç de az değildir. Nitekim konumuz itibariyle değerlendirdiğimizde, Çanakkale’de cephede görev yapanlar arasında bazı mevlidhanların da olduğunu zikretmek gerekir. Son mevlid bestekârı ve besteli mevlid icrâkârı olarak, memleketimizin mevlid tarihinde önemli bir yere sahib, Hattat Hâfız Kemal Batanay’ın Çanakkale muharebelerinde görev aldığı bilinmektedir. Batanay, 1915’te, o günlere dair kaleme aldığı hatıralarında, “ Çanakkale’de elbise ambarında çok zor şartlarda çalışırken sıtma hastalığına dûçar oldum. Bir müddet hastahanede tedavi gördüm. Kıtaya geri döndüğümde, Çanakkale cephesi hâlâ âdeta cehennemi bir ateş içinde kaynıyordu. Taburun hesap memur vekili olarak göreve başladım. Görev icâbı geri planda olmama rağmen, yine de harbin bütün şiddetini ve korkunç yüzünü gördüm ve yaşadım” demektedir.
Meseleye mevlidin bu senelerde milletteki karşılığı açısından bakacak olursak da, Osmanlı’nın bu zor dönemlerinde, Mevlid-i Şerife halkın büyük rağbet gösterdiği görülmektedir. Bilhassa 1914-1918 senelerinde çıkan gazetlerde hemen hergün şehidler için okutulan mevlid haberleri bu rağbetin en sağlam göstergesi gibidir. 25 Ocak 1915 tarihli, Tercüman-ı Hakîkat Gazetesi’nde çıkan, “...önümüzdeki Çarşamba günü, akşam yatsı namazından sonra Monla(Molla) Gürânî Camii Şerifinde, Rehber-i Saâdet mektebi şâkirdânı hâzır olduğu halde, Monla Gürânî Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti tarafından, selâmet-i vatan ve ervâh-ı şühedâ için mevlidhan Hâfız Tevfik Efendi tarafından, Mevlid-i Nebevî kırâat olunacaktır” gibi ilânlara sıkça rastlanmaktadır.
Okutulan mevlid-i şeriflerin, hem şühedânın ruhunu şâd için hem ahâlinin birlik ve beraberliğini, mücadele gayretini artırmak için, zaman zaman toplumun kanaat önderleri tarafından gerçekleştirildiği de kayıdlarda zikredilmiştir. Misal olarak; Birinci Dünya Savaşı ve arkasından başlayan Millî Mücâdele’de, Kastamonu Mevlevîhânesi postnişîni Âmil Çelebi ve ailesinin cepheye, hem dervişandan tabur kurarak, hem lojistik olarak büyük destek verdikleri, halkta mücadele ruhunu yükseltmek maksadıyla Nasrullah Camii’nde mevlid okuttukları ve mevlidden önce siyahlar giyerek çarşıda dolaşıp ahâliyi topladıkları bu sahada yapılan araştırmalarla bilinmektedir.
Bu zor senelerde mevlid, savaşların ardından kazanılan galibiyetler için de şükür niyetine ilk başvurulan icrâatlardandır. Enderun’lu Hâfız Hüsnü’nün Edirne’nin kurtuluşu vesilesi ile okuduğu Mevlid-i Şerif dillere destan olmuş, kayıdlara geçmiştir. İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Hoş Sadâ’da, Enderunlu Hâfız Hüsnü’yü anlatırken, “Mevlid okumaktaki husûsiyeti ve kısık sesi ile gösterdiği makam geçkileri bütün dinleyenleri vecde getirecek kadar içli idi. Edirne’nin kurtuluşu gününde Selimiye Camii’nde okuduğu ilk ezan ve mevlidde ağlamayan kimse kalmadı” diyerek, mevlidle bütünleşmiş ahâlinin, vatan ve Peygamber sevgisi etrafında nasıl bir hissiyat içinde olduğunu anlatır.
3.8 Osmanlı’nın Son, Cumhuriyet’in İlk Dönemleri’nin Tanınmış Hâfızları
Ali Rıza Sağman
Memleketimizde mevlidin tarihi açısından, bu senelerin önemli bir ismi olarak, Osmanlı sanat-kültür ve mâneviyâtını, Cumhuriyet dönemine aktaran şahsiyetler içinde Mevlid’i Şerifin, doğru anlaşılması ve okunması için büyük gayret sarfeden Hafız Ali Rıza Sağman’ı bilhassa anmak gerekmektedir. O, hem kaleme aldığı Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar’ kitabı ile, hem de Hafız Sâmi, Hâfız Osman başta olmak üzere kendi yaşadığı devirde var olan, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında yaşamış büyük hâfız ve mevlidhanları, okuyuş incelikleri ile beraber gelecek nesillere aktarmadaki hassâsiyeti bakımından dinî musıkîmizde mühim bir yere sahiptir.
Ali Rıza Sağman, Kur’an tecvidinin de önemli bir kitabını yazan bir hâfız, musıkî ilmine vâkıf bir bestekâr mevlidhan olarak bilinmektedir. Karekterini meydana getiren vasıfların içinde en mühiminin hâfızlığı olduğunu kitabında ifade eden Sağman’ın şahsî hikâyesinin, memleketin siyâsî kargaşa ve hareketliliği ile paralellik arzettiği bilinmektedir. 1908’de Meşrutiyet’in ilânından itibaren başlayan hayatındaki zorlu sürgün yılları, İttihat ve Terakkî’nin nüfuzunu kaybetmesine kadar sürmüştür.
Sağman 1908’den itibaren yaşadıklarını, Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar kitabındaki hatıralarına dair notlarında, biraz da hicvederek şöyle özetlemektedir:
“1908-1909 yıllarının doldurduğu hadiselerle Rönesans’a kavuştum. İstanbul’da Beyânü’l-Hakk mecmuasında, Giresun’da Karadeniz Gazetesi’nde yazılar yazmaya başladım. Çok aşırı olmamakla birlikte İttihad ve Terakki’ye muhaliftim. Bu sebeple İttihad Terakki’nin tepmesine uğramak şerefine ermiş, 29 Mayıs 1329’da Sinop’a gitmek üzere Sirkeci rıhtımından hareket eden Sürgünler Vapuru Bahr-i Cedit’te bulunmak saadetine yükselmiştim. Tam 27 ay Sinop’ta, 4 yıl Çorum’da sürgünlük vazifesini ifa eyledikten sonra, Mondros Mütârekesi’nin imzalanması ve ittihadçıların memleketi mahv ile, koca imparatorluğun ipini çekmesi ve birer birer kaçmasından sonra İstanbul’a döndüm.”
Ali Rıza Sağman, İstanbul’a döndüğünde, eğitimine kaldığı yerden devam edip Sahn Medresesi’ni bitirmiştir. Süleymaniye Medresesi’nde Kelâm-Felsefe Bölümünü de tamamlamıştır. Sağman’ın daha sonra, Dârülfünun Hukuk Fakültesi’nden de mezun olup, hem Osmanlı medrese sisteminden hem de Türkiye Cumhuriyeti eğitim sisteminden diplomaya sahip olduğu bilinmektedir.
Ali Rıza Sağman, bütün bu diplomalarla büyük görevler, ciddî mevkiler elde edebilecekken en feyizli bulduğu işi, hocalığı tercih etmiştir. Nitekim, ölmeden evvel, kendi elleriyle hazırladığı kabrinin mezar taşına sadece“ Bu mezar Muallim Ali Rıza Sağman’a aittir” diye yazmıştır.
Ali Rıza Sağman’ın 1965’te vefatına dek, İstanbul’un çeşitli okullarında yaptığı hocalık, talebelerinin dilinde efsaneleşen bir hocalık örneğidir. Darüşşafaka Lisesi, Hayriye Mektebi, İmam-Hatip Okulu ve daha birçok okulda verdiği Türkçe, Tarih ve Coğrafya dersleri anlatılanlardan öğrendiğimiz kadarıyla bir nesle hakîkî mânâda ufuk olmuştur.
Ali Rıza Sağman, sadece liselerde derslerine devam eden talebelere değil, din görevlilerine, mevlidhanlara ve mûsıkîşinaslara da yazdıklarıyla rehberlik etmiş, mûsikîde usul ve tavır tarif ederek paha biçilmez tenbihlerde bulunmuştur. Kaleme aldığı yayımlanmış ve yayımlanmamış onlarca kitabı içinde Meşhur Hafız Sami
Merhum ve Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar kitapları, musikî alemine bıraktığı kıymetli eserlerden bazılarıdır.
Ali Rıza Sağman, “ses sanatından biraz anlayışım var” dese de, sesten nağmeden çok besteler yapacak kadar iyi anlamaktadır. Ayrıca hanendelik konusunda da mevlidhanlıkla birlikte ileri seviyededir.
Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar kitabında Sağman denilebilir ki mevlîd icrâsına dair ne gibi hassas noktalar varsa hepsini ele almış, mevlidhanları neredeyse satır satır teknik olarak bilgilendirirken, mevlid dinleyicisini de eğitmiştir.
Sağman’a göre,”... her ses sahibi mevlid okumamalıdır. Zirâ, her mevzû, ayrı bir ses ister. Ezan sesi ayrı, Kur’an sesi ayrı, mevlid, gazel, kaside sesi ayrı, şarkı sesi ayrıdır”. “.Mevlid okuma sesi perdeli olmalıdır. Tizlerde devamlı bir şekilde okuma kudretinde bulunmamalıdır. Gayet oynak bir hançereden çıkmalıdır. Soluk uzun olmalıdır. Hulâsa bir mevlidçi, iki oktavda okuyabildikten başka, bu oktavların altında da, üstünde de körfezlere, limanlara sahip bulunmalıdır.”
Ali Rıza Sağman kitabında mevlidhanlara, bunun gibi sayısız teknik bilgi verirken dili daima coşkulu ve samimidir. Bir taraftan mevlidhanı eğitirken, diğer taraftan da dinleyiciye kulak eğitimi verir. Üstelik dinleyicinin kulak eğitimi ile de yetinmez, mevlid meclislerinde âdâbın nasıl olması gerektiğini de izah eder. Mevlid meclislerinde şeker dağıtımından, çocukların durumuna kadar mevlid kültürü ile ilgili ne varsa bütününü, tek tek, sabırla inceler ve tespitlerde bulunur. Ali Rıza Sağman kitabının bir yerinde söylediği gibi adeta Süleyman Çelebi’nin vekilidir.
Çelebi’nin, onbeşinci asrın başında yazdığı Mevlîd-i Şerifinin, beşyüz yıl sonra ve bugün de, doğru okunmasını ve doğru anlaşılmasını, temin için ne gerekiyorsa yapmıştır.
Hâfız Sâmi...
Mevlid okumanın bütün inceliklerine vâkıf Ali Rıza Sağman için, “muhrik ve müessir” sesi ile Hâfız Sâmi, İstanbul’un gelmiş geçmiş en büyük mevlidhanlarından biri, hatta iyi mevlid okumada örnek kabul edilecek yegâne ismidir. Ali Rıza Sağman, Hâfız Sâmi ile alâkalı hatıralarını, Hâfız Sâmi tesbitlerini, Meşhur Hâfız Sami Merhum kitabında çok nitelikli analizlerle aktarmaktadır. Hâfız Sâmi’nin, 1910 senesinde Süleymaniye Camii’nde okuduğu bir mevîd-i şerifi dinleyen Sağman, “Ben değil, kimse o revnakı, o ulviyeti tasvir edemez” dedikten sonra, şunları nakletmiştir: “Koca Süleymaniye, o kadar dolmuştu ki pencerelerin içinde bile halk, birbirinin üstüne çıkmışçasına sıkışmıştı. İzdihamı düşün. Fakat gürültü, uğultu değil, çıt yoktu.... Önce Sâmi okudu. Öyle bir okudu ki o parlak sesin kemerlere, kemerlerden kubbelere çarparak hâsıl ettiği tesiri duyunca, bânî şöhterşiar Sinan ile Kahraman namdar Süleyman’ın, bu semavî kubbelerde uçuştuklarını görüyor gibi olmuştuk”.
Hâfız Sâmi, meşrutiyet yıllarında Esad Efendi tekkesinde bir akşam mülk sûresini okur. Dervişler öyle coşarlar ki, kendilerini kaybederler. Durum gittikçe kötüleşir, semâhanede büyük bir gürültü kopar. Bunun üzerine Şeyh Efendi “Fâtiha!” diye bağırarak Hâfız Sâmi’nin okumasını kesmek zorunda kalır.
Hâfız Sâmi’nin çok husûsî bir sese sahib olduğunu sesinin, güzel kelimesini yetersiz kılacak kadar kulağa iyi gelen, falsosuz, geniş mükemmel bir ses olduğunu kaynaklar zikrederler. Hâfız Sâmi, dilediği nağmeyi, zahmetsizce yapabilecek bir hançere zenginliğine de sahiptir. Üstelik bu muhteşem özelliğiyle yetinmemiş, mûsıkî eğitimi alarak, makamları gerektiği şekilde öğrenmiş, sesini en doğru biçimde kullanabilecek hâle gelmiştir. Bolahenk Nuri Bey, Enderunlu Hâfız Hüsnü, Bestenigâr Ziya Bey’in talebesi Hâfız Cemal gibi devrinin mühim üstadlarından istifade ettiği bilinmektedir. Bunlardan daha da mühimi çok genç yaşta Sultan Selim Camii İmamı Hasan Efendi’den hıfzını ikmâl ederek hâfız olmasıdır. Yani Hâfız Sâmi de daha birçok musıkîşinas gibi, güzel sesini, önce Kur’ân’ın ince âhengiyle terbiye etmiş, bereketlendirmiştir.
Fakat Hâfız Sâmi’nin sesini bu derece tesirli kılan asıl sebep, “âşık meşrepli” olmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim kendisi de bu durumun farkındadır. Dostlarına “Yedi yaşımda idim. Duygumda bir şeylerin, fevkalâdeliklerin dalgalandığını beni sarsmakta olduklarını sezerdim. Lâkin bunların ne olduklarını anlayamazdım. Yaş onbeş deyince anladım ki sinirlerimi yakan o ateşler aşk imiş” ifadeleriyle izah ettiği bilinmektedir.
Hâfız Cemal’in, “Niçin dâima gece yarısından sonra coştuğu” sorusuna, “Çünkü bu müddet aşk çağıdır. Bir âşık kendisini gece yarısından sonra daha iyi sezer ve anlar” diyerek cevap verir.
Hâfız Sâmi’nin aşkı, Ali Rıza Sağman’ın ifadesiyle, “ruhta büyük bir coşkunluk, ilerleme, erme, güzelliklere kavuşma, mefkûrelere ulaşmaya bağlı, keskin istekler” olarak ifade edilebilecek türden bir aşktır. O aşkın hâkîkîsini de mecâzîsini de hayatı boyunca, dâima, bütün şiddetiyle yaşamıştır. Dostları, mecâzî aşkla, yani bir kadına duyduğu derin aşkla inleyip ağladığına da şahitlik etmişlerdir. Ancak na’t yahud mevlid okurken “Ya Resûlallah!” dedikçe yağmur gibi gözyaşı döktüğünü de çok görmüşlerdir.
Hâfız Sâmi otuzsekiz yaşında, oldukça genç denilebilecek bir yaşta, geçirdiği rûhî bunalımdan kurtulamamış, hayattan ve musıkîden erkenden el etek çekmiş, münzevî yaşamayı seçmiştir. Bu rûhî bunalım, yaşadıklarının hassas yüreğindeki yankısı ile ortaya çıkmış olmalıdır.
Hâfız Sâmi, Filibeli’dir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’dan çekilişinin yarattığı hüzünlü göç hikâyelerinden payını almış, henüz dört yaşında toprağından mecbûren ayrılarak İstanbul’a gelmiştir. Yani, muhacir bir ailenin çocuğu olmanın bütün zorluklarını, kederini yaşamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunda, milletçe yaşanan büyük acıyı da görmüş, yeni doğan bir devletin sancılarını idrâk etmiş sanatkârlardandır.
Hâfız Sâmi, Atâ Mekteb-i İbtidâî’sinde ilk tahsilini bitirip, hâfızlığını da ikmâl ettikten sonra, Fatih dersiamlarından Demirhisar’lı Hacı Abduş Efendi’den medrese dersleri almıştır. O kargaşa devrinde gerçekleştirilebilecek orta dereceli bir tahsile sahib olmuş, bilgisini ve dolayısıyla fehmini de geliştirmiştir. Yani Hâfız Sâmi, olan biteni iyi kavrayacak kadar eğitimli bir şahsiyettir. Bu durum hassas bünyelerde bazen kederi arttıran bir şeydir.
Hâfız Sâmi her âşık tabiatlı gibi, zaten yaradılıştan kederlidir. Fakat bu keder yaşadığı hayatın dalgalarıyla zaman zaman köpürmüş, belli ki O’nu boğulacak raddelere getirmiş ve genç yaşında hayattan da musıkîden de uzaklaşmasına sebep olmuştur.
Hâfız Sâmi’nin suskunluk yıllarına şahidlik edenler, O’nu çok seven dinleyicileri, plak kaydı yapmak için peşinde dolaşan firma yetkilileri, bu seneleri kendileri için kayıp sayarlar.
Hâfız Sâmi 1943 senesinde vefat etmiş ve Edirnekapı’da şair Bâkî’nin mezarının yanına defnedilmiştir.
Şehlâ Hâfız Osman, Hâfız Âşir, Hâfız Mecid, Hâfız Cemal, Hâfız Kemal ve Dönemin Diğer Mevlidhanları
Osmanlı Devleti sona ererken, kaynaklar, Hâfız Sâmi ile yarışabilecek ikinci büyük mevlidhanı, Hâfız Şehlâ Osman olarak zikrederler: Gözlerindeki şehlâlık sebebiyle “Şehlâ” yahud “Şaşı Osman” lâkabıyla nâm salmış Hâfız Osman’ın, büyük hâyrânı olduğu Hâfız Sâmi kadar kudretli bir okuyucu olduğunu, bize Ali Rıza Sağman anlatır: “Bunların ikisini bir teraziye koyup tartmak isterseniz bazen gözün biri ağır basar, bazen öteki. Lâkin terazi sonunda denkleşir durur” der. “Hâfız Osman tok seslidir. Sesi bazı mevkilerde bilhassa pestlerde Sâmi’nin sesinden daha kuvvetlidir. Fakat perdenin çokluğu, piyano okuma ve bazı bakımlardan Hâfız Sâmi’nin sesi kadar zengin değildir. Hâfız Sâmi çok nağme kullanır. Uzatmaları azdır. Nağme içinde nağmeleri, meyan içinde meyanları meşhurdur. Osman şaheser bir varlığımızdır. Şantörlük bünyemizi yükseltmek ve parlatmak için yapılmış demiryolun iki rayından biri Sâmi, biri Osman’dır. Osman şakrak bir kanaryadır. Durmadan şaklar. O akan bir şelâledir. Hep bağırır ve çeşitlenir. Durmayı bilmez. Dönmeye mübtelâdır”.
Ali Rıza Sağman bunları anlattıktan sonra hüzünlenir. Zirâ Hafız Osman, bu ses kudretiyle rahat, huzurlu yaşaması lâzımken, çok kederli bir ömür sürmüş, devamlı maddi sıkıntılarla boğuşmuştur. Belki başka bir millette böyle bir san’atkârın korunup kollanması mümkün olabilecekken, memlekete büyük bir kargaşanın hâkim olduğu o senelerde Hâfız Osman’ın acısı ile baş başa, çokça kendi hâline bırakılmış olması muhtemeldir.
Hafız Osman, Anadoluhisar’lı bir İstanbul’ludur. Sanat hayatından başka, devletin yüksek bir askerî kurumu olan Serasker’likte memuriyette de bulunmuş, paşa konaklarından, çeşitli lokantalarda gazel okumaya kadar, İstanbul hayatının her mûsıkî ortamını tanımıştır.
Hâfız Sâmi ile Hâfız Osman’ın birlikte mevlid okuduklarına dair kayıdlar da mevcuddur. Hâfız Sâmi dostlarına, Behçet Efendi Tekke’sinde Hâfız Osman’la beraber okudukları bir mevlidden bahsetmekte, kendisinin nezleli ve neşesiz olduğunu, bu itibarla da Hâfız Osman’ın durumu fırsat bilip O’nu bastırdığını, yani daha güçlü bir sesle okuduğunu anlatmıştır.
Bu iki büyük hâfız mevlidhan arasında normal karşılanabilecek bir şekilde daima tatlı bir rekâbet de söz konusudur. Ali Rıza Sağman bu rekâbette Hâfız Osman’ın dilinin bazen ağır kaçtığını, kaba ve kırıcı olabildiğini söylese de aslında Hâfız Osman’ın Sâmi’ye karşı alttan alta büyük bir kadirşinaslık ve muhabbet beslediğini zikretmeden edemez. Ali Rıza Sağman, Mevlid-i Şerifi her iki hâfızın da güzel okuduğunu fakat Hâfız Sâmi’nin sesinin daha muhrik daha ilâhi olduğunu ehemmiyetle vurgular. Fakat, herşeye rağmen Hâfız Osman’ın, yaşadığı devirde Hâfız Sâmi ile rekâbet edebilen bir hâfız mevlidhan olduğu araştırmacılar tarafından kabul edilen bir hakikattir.
Şüphesiz, aynı devri idrâk etmiş, okuyucu olarak çok sevilmiş başka büyük mevlidhanlar da vardır. Hâfız Âşir Efendi, Beşiktaş’lı Hâfız Rıza Efendi, Aksaray’lı Hâfız Cemal Efendi, Süleyman Efendi, Sultanselim’li Hâfız Rıza, Hâfız Mecid, Hâfız Kemâl bu devrin, isminin muhakkak anılması gereken diğer mevlidhanlarıdır.
Bu mevlidhanlar arasında Hâfız Cemal, daha ziyade Aksaray Valide Camii’nin minaresinde okuduğu ezanlarla meşhur bir mevlidhandır. Aksaray Valide Camii’nin minaresinden Hafız Cemal ezan okumaya başladığında, civardaki hayatın durma noktasına geldiğini, işgal yıllarında o civarda dolaşan düşman askerlerinin dahi bu sese kayıdsız kalamadığını kaynaklar zikreder. Hâfız Cemal, Milli Mücadele’den sonraki yıllarda, ‘Şehidlikleri İmar Cemiyeti’ tarafından Anafartalar’da mevlid okumaya davet edilmiş ilk hâfızlardandır. Bu mevlid-i şerifin daha sonraki yıllarda bir gelenek olarak yerleşip devam ettiği, çeşitli kaynaklardan anlaşılmaktadır. Bu mevlid-i şerife mevlidhan olarak ilk yıl davet edilen mevlidhanlar, Hâfız Cemal’den başka, Hâfız Şehlâ Osman, Hâfız Aşir, Sultanselim’li Hâfız Rıza (Ali Rıza Sağman) olarak bilinmektedir.
Bu devrin güçlü bir diğer büyük mevlidhanı da, sesinin ve mevlid okuyuşundaki tavrının Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi’ye benzerliğiyle meşhur Hâfız Kemal’dir.
Hâfız Kemal de, Hâfız Kemal Batanay gibi Çanakkale Savaşı’na katılmış hâfız mevlidhanlardandır. Kolundan yaralanarak ‘gazi’ olduğu bilinmektedir. Savaşta tabur imamı olarak görev yaptığı kaynaklarda zikredilmektedir. Mevlidhanlığının yanısıra gazelhan ve hanende olarak da meşhur olmuştur.
CUMHURİYETİN KURULUŞUNDAN GÜNÜMÜZE KADAR
MEVLİD
4.1- Resmî kutlamalarla mevlidin tarihi ve Cumhuriyet döneminde Mevlid’in ele alınışı (Cumhuriyet ideolojisinin mevlide yaklaşımı)
Mevlid kutlamalarının ilk kez resmî bir hüviyetle kutlanmasına, Osmanlı İmparatorluk yıllarında Sultan III. Murad’ın bir fermanıyla başlandığını daha evvel belirtmiştik. Bu ferman, “On ikinci gice isneyn gicesi ki Server-i Kâinat ve mefhar-i mevcûdât (s.a.v.) Hazretleri dünyaya gelüp arsa-yı sahn-ı cihânı teşrif idüp nûrânî kıldığı gicedür; tazîm-i ihtirâm eylemek vâcibdür, cümle minarelerde kanâdil yanup ve cevâmî ve mesâcidde mevlidler okunup, günahkâr millet yanup yakulup şefaat taleb eyleyüb, salâvât ve teslîmât ile tesbîh ü tehlîle iştigâl göstersünler...” şeklindedir. III. Murad’ın bu fermanı görüldüğü gibi, resmî bir bayram ilânından ziyâde, halkı bu mübarek günün değerini bilmeye sevk etmek amaçlı görünmektedir. Bazı kaynaklarda III. Murat’ın bu fermanı, Sünbül Efendi Âsitânesi postnişîni Şeyh Yümni Hasan Necmeddin Efendi’nin mevlidi ihyâ âdetinden sonra (ki ilk defa kandiller yakarak mevlid kutlama âdetini başlattığı bilinir) irade buyurduğu zikredilmektedir.
Böyle dahî olsa, bu fermanın mevcud bir uygulamayı tasdik etmekten öte bir mânâ taşıyor olması da muhtemeldir. Unutulmamalıdır ki III. Murad sadece peygamberini seven dindar bir padişah değil, bütün bir İslâm âleminin halîfesidir. Yavuz Sultan Selim Han’dan itibaren hilâfet makamını elinde bulunduran Osmanlı padişahları, buyurdukları fermanla sadece kendi milletlerine değil, bütün ümmete mesaj veriyorlardı. Bu ferman da pekâlâ Resulullah Efendimiz’e hakettiği saygıyı göstermeyen bazı mezhebî anlayışlara anlamlı bir mesaj vermek; daha mühimi, ümmetin irade gücünün nerede olduğunu bir kez daha hatırlatmak maksadı güdüyor olabilir.
1910’da, Osmanlı hilâfetinin son senelerinde bu kez Mevlid’in resmî bayram olarak ilân edilmesinde ise, böyle bir çabadan ziyade, artık, tüm cephelerde düşmanla yüzyüze gelmiş, ciddî bir bekâ problemine muhatab olmuş milletin, dinî bütünlüğünü beraberliğini sağlamaya yönelik bir çaba sezilmektedir. Zirâ bu yıllarda, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, yaralı milletin mevlide büyük bir rağbeti zaten vardır. Aynı yıl resmen kabul edilen mevlid kutlamaları ve buna bağlı olarak, Cumhuriyet’e kadar uygulanan Mevlid Alayları, Cumhuriyet’le birlikte kaldırılmıştır. Esasında, 23 Nisan 1920’de toplanan ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi, duaların yanında camilerde okunan mevlidlerle açılmış, üstelik bu mevlidli açılış, önceden hazırlanmış resmî bir bildiri ile gerçekleştirilmiştir.
Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışına karar verildiğinde, Heyet’i Temsiliye adına Mustafa Kemal tarafından, valiliklere, kumandanlıklara gönderilen telgrafta, 23 Nisan Cuma namazını müteâkib açılacak meclis öncesinde kurbanlar kesilmesi, daha evvelden başlanmış olan hatimlerin meclisin önünde tamamlanıp dua edilmesi ve Cuma namazından önce de camilerde uygun şekilde mevlid-i şerif okunması hususlarına yer verilmiştir.
20. Kolordu Kurmay Başkanlığı Birinci Şubesi vasıtası ile, 607 numaralı olarak gönderilen emrin orijinal metnindeki Mevlid-i Şerifle alâkalı dördüncü madde şöyledir: “Kutsal ve yaralı vatanımızın, her köşesinde, aynı şekilde bugünden başlayarak, Buhârîler okunup, hatimler indirilecek, Cuma günü ezandan önce, minarelerde salâvatlar getirilecek, hutbede halifemiz padişahımız efendimizin, (Sultan Vahidettin’in) ismi zikredilirken, padişahın ve teb’anın biran önce kurtulup saadete ermesi duası da ilâveten okunacaktır. Cuma namazının kılınmasından sonra, hatim tamamlanarak, hilâfet ve saltanat ile vatanın her tarafının kurtulması maksadıyla yapılan millî çalışmaların önemi ve kutsallığı, milletin her ferdinin vekillerinden meydana gelen Büyük Millet Meclisi’nin yapacağı vatanî vazifeyi îfa mecburiyeti hakkında öğütler verilecektir. Daha sonra halife ve padişahımızın, din ve devletimizin, vatan ve milletimizin kurtuluşu, selâmeti ve istiklâli için dua edilecektir. Bu dinî ve vatanî merasimin tamamlanıp camilerden çıkılmasından sonra, Osmanlı topraklarının her tarafından, hükümet makamına gelinerek Meclis’in açılmasından dolayı resmî tebrikler sunulacaktır. Yine her tarafta, Cuma namazından önce, uygun şekilde Mevlid-i Şerif okunacaktır.”
Görüldüğü gibi, Mevlid-i Şerifin, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Büyük Millet Meclisi’nin açılışında, Hey’et-i Mebûsân adına emir veren Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasıyla hatimler, dualarla beraber camilerde okutulması gerekli ve uygun görülmüştür.
Atatürk’ün 1930’lu yılların ortalarına kadar, mevlid-i şerif hususunda bu tür istek ve uygulamalara imza attığı, destek olduğu bilinmektedir. Nitekim, 1932 senesinin Mart ayında Hâfız Yaşar, Atatürk'ün’emriyle İstanbul’dan Çanakkale’ye mevlid okumak üzere gönderilmiştir. O yıl mevlid, Mehmet Çavuş Abidesi önünde okunacaktır. Galata rıhtımından kalkan Gülcemal Vapuru hıncahınç doludur. Çanakkale’ye kadar hatim duaları edilmiş, salavatlar getirilmiştir. Ertesi gün Mehmet Çavuş Abidesi önünde okunan mevlid ve yapılan dualar ise semâya yükselmiştir.
Bu Mevlid-i Şerif icrâsı için Atatürk’ün mevlidhan hâfızları tebrik ettiği bilgisi de kayıdlarda yer almaktadır.
Fakat, 1932 senesi mevlid tarihi açısından hayli enteresan bir sene olmuştur. Zira, Haziran 1928’de İstanbul’da Prof. Fuat Köprülü başkanlığında, ilâhiyatçı, psikoloji ve mantık profesörlerinden oluştırulmuş ‘Dinî Islahatın Esasları Hakkında Layiha’ artık hayata geçirilmeye başlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin dinî sahada gerçekleştirdiği devrimlerin en keskini, Türkçe Kur’an ve Türkçe Ezan uygulaması, Arapça Kur’an’ın yasaklanması bu sene içinde gerçekleştirilmiştir. Bu yeni Türkçe Kur’an okumalarını halka tanıtmanın ve ısındırmanın zeminini de çeşitli camilerde, meşhur hâfızların mevlid okuduğu, mevlid cemiyetleri oluşturmuştur. Bu tanıtım için saha olarak mevlid cemiyetlerinin seçilmesi, sadece halkın mevlid cemiyetine rağbetinden dolayı değildir. Çünkü Türkçe Kur’an ve Türkçe Ezan uygulamaları hususunda Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları kitabındaki önermelerinde mevlid-i şerife karşı Türk milletinin gösterdiği muhabbet ve hassasiyeti çıkış noktası olarak ortaya koymuştur. Ziya Gökalp’in Türkçe İbadet hususunda etkili olan yaklaşımı kitabında şu cümlelerle yer etmiştir: “... Halkımızın dinî hayatını tedkik edersek görürüz ki âyinler arasında en ziyade vecd duyulanlar, namazlardan sonra anadiliyle yapılan derunî ve samimi münâcaatlardır. Müslümanların camiden çıkarken büyük bir vecd ve itminan ile çıkmaları, işte her ferdin kendi vicdanı içinde yaptığı bu mahrem münacaatların neticesidir. Türkler’in namazdan aldıkları ulvî zevkin bir kısmı da yine anadiliyle inşâd ve terennüm olunan ilâhilerdir. Bilhassa Teravih namazlarını canlandıran âmil, şiir ile mûsıkîyi câmi olan Türkçe ilâhilerdir. Ramazan’da ve sâir zamanlarda Türkçe îrad olunan vaazlar da halkta dinî duygular ve heyecanlar uyandıran bir âmildir. Türkler’in en ziyâde vecd aldıkları ve zevk duydukları bir âyin daha vardır ki o da Mevlûd-i Şerîf kıraatinden ibarettir. Şiir ile mûsıkîyi ve canlı vak’aları cem eden bu âyin, dinî bir bid’at sûretinde sonradan hâdis olmakla beraber, en canlı âyinler sırasına geçmiştir. O halde dinî hayatımıza daha büyük bir vecd ve inşirah vermek için, gerek namazdaki tilâvetler müstesna olmak üzere Kur’an-ı Kerim’in ve gerek ibâdetlerle âyinlerden sonra okunan bütün dualarla münacaatların ve hutbelerin Türkçe okunması lâzım gelir.”
Cumhuriyet ideolojisinin, Türkçe Kur’an’ı yaygınlaştırmak için mevlid cemiyetleri düzenlemeyi uygun görmesini ve Çanakkale zaferi ihtifallerini mevlid cemiyetleri ile güçlendirmesini bu satırlardaki Türkçe vurgusu ile anlamak daha kolay hâle gelmektedir.
29 Ocak 1932’de Sultanahmet Camii’nde Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle ilk toplu olarak Türkçe Kur’an (daha evvel bazı camilerde hâfızlar tek olarak Türkçe Kur’an okumuşlardır) denemesi gerçekleştirilir. Bütün gazeteler bu haberi baş sayfalarından duyururlar. Cuma namazından sonra, sekiz hâfız önce Kur’an-ı Kerim’den bazı sûrelerin Türkçe çevirilerini, ardından da Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini okurlar. Mevlidin sonunda Fâtih Camii İmam-Hatîb’i Hâfız Şevket Efendi Türkçe olarak dua eder. Bu ilk mevlid-i şerif ve Türkçe Kur’an denemesine katılan hâfızlar, Hâfız Yaşar, Hâfız Kemal, Beşiktaş’lı Hâfız Rıza, Hâfız Nuri, Hâfız Zeki Çağlarman, Hâfız Burhan, Hâfız Fahri ve Hâfız Ali Rıza Sağman’dır. Okunan Türkçe Kur’an sûrelerinde hâfızlar tarafından şu makamlar tercih edilmiştir: Hâfız Yaşar Fâtiha Sûresini ve Bakara Sûresi’nden bir bölümü segâh makamında, Hâfız Burhan Amenerresûlü’yü kürdilihicazkâr makamında, Hâfız Beşiktaş’lı Rıza Âl-i İmran Sûresi’ni segâh makamında, Hâfız Nuri Zümer Sûresi’ni ısfahan makamında, Sultanselim’li Hâfız Ali Rıza(Ali Rıza Sağman) Mümin Sûresi’ni çargâh makamında, Hâfız Fahri Enfal Sûresi’ni çargâh makamında, Hâfız Zeki A’raf Sûresi’ni hüseynî makamında, Hâfız Kemal İnfitar Sûresi’ni hüseynî-neva makamında okumuştur.
Türkçe Kur’an okumak üzere İstanbul’da görevlendirilen hâfızlar, devrin en meşhur mevlidhan hâfızlarıdır. Hâfız Sadettin Kaynak, Hâfız Zeki Altun gibi isimler de bu listeye dahildir. Hafız Sâmi, Üsküdar’lı Hâfız Ali gibi bazı hâfızların ise Türkçe Kur’an okumayı istemedikleri için görevlendirilmedikleri bilinmektedir.
Bu toplu mevlidden sonra yine Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle Kadir Gecesi’nde Ayasofya Camii’nde de aynı cemiyet tekrar edilir. Bu kez mevlid dokuz hâfız tarafından okunur. Hâfızların Dolmabahçe Sarayı’nın alt katında, Türk Tarih Cemiyeti’ne aid bir odada Tekbir’i Türkçeleştirerek meşk ettikleri, sonra üst kata çıkıp Atatürk’e Tekbir’i hem “Allah büyüktür” hem “Tanrı uludur” çevirileriyle iki kez okudukları ve Ayasofya’daki mevlide böylece hazırlandıkları kaynaklarda zikredilir. Bu görevi üstlenenlerden Hâfız Yaşar Okur’un, 1932 senesinin Ramazan ayında, Kadir gecesi okunan bu mevlidi ve Türkçe Kur’anı anlattığı hatıralarını kaynaklar şöyle naklederler: “Teravih namazını Hacı Fâik Efendi kıldırdı ve namaz arasında İlâhi ve Âyin-i Şerif kıraat edildi. Namazı müteâkib merâsime başlandı.Cami’nin dört tarafına oparlörler konulmuştu. Bu dinî merasim, radyo vasıtasıyla ilk defa bütün dünyaya yayınlandı. Başta İstanbul Müftüsü Fehmi Hoca, ben, Sadettin Kaynak, Beşiktaş’lı Rıza, Kemal, Sultan Selim’li Rıza, Zeki, Fahri, Muallim Nuri ve Burhan Bey’ler olmak üzere sıra ile Kur’an-ı Kerim’den bazı sûreler ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, yirmi hâfızın iştirâkiyle okundu. Yirmi hâfızın iştirâkiyle okunan mevlid, pek muhteşem ve ulvî oldu. Perde perde yükselen bu ilâhî nağmeler, Ayasofya Camii’nin cidarlarından, Türkiye sathına ve bütün dünyaya yayılıyordu. Cemaat sanki büyülenmiş, gaşyolmuştu. Hele muazzam cemaatin de iştirâk ettiği o tekbirin sadâları, insana havalanacakmış hissi veriyordu. Bu ulvî ve ilâhî nağmeleri, Atatürk de Dolmabahçe Sarayı’nda radyo ile tâkib ediyordu.”
Türkçe Kur’an’lı Mevlid-i Şerif cemiyetlerine dair örnekler çoğaltılabilir. İstanbul’da olduğu gibi Balıkesir’de, Edremit’te ve Anadolu’nun başka bazı şehirlerinde Türkçe Kur’an mevlid ile birlikte cemaatle buluşturulmaktadır. İstanbul’daki cemiyetlerde görev alan hâfızlara İstanbul Müftülüğü tarafından vesika dağıtıldığı, sadece vesika alan hâfızlara okuma yetkisi verildiği, böylece rastgele, mûsıkî bilmeyen kişilerce gerçekleştirilecek okumaların önüne geçilmeye çalışıldığı bilinmektedir. Diyanet İşleri’nin de bu meseleye ziyadesiyle hassâsiyet gösterdiği de bilinmektedir.
Esasında, Mustafa Kemal Atatürk’ün bizzat alâkadar olduğu bu dinî reformlarda amaçlanılanın ibadetleri sınırlandırmak değil Türkçeleştirmek olduğu, bu reformların da mûsıkî bilgisi sağlam hâfızlarca halka tanıtılması, modellenmesi üzerinde durulduğu görülebilmektedir. Zirâ, yine Hâfız Yaşar Okur’un hâtıralarından anlaşıldığı üzere Mustafa Kemal Atatürk’ün bizzat kendisi, bazı özel günlerde yanına çağırdığı hâfızlara Kur’an ve Mevlid-i Şerif okutmakta ve dinlemektedir. Hâfız Yaşar bu durumu şu cümlelerle anlatmaktadır: “Atatürk vakit vakit Rast makamından Kur’an ve Mevlid okuturdu. Kur’an’dan en çok okuttuğu sûre Yâsin-i Şerif ve Mevlid’den en çok beğendiği Velâdet Bahri idi. Yâsin Sûresi’nin rast makamında okunmasını severdi. Bazen Kur’an’ın bir ayetini ben okurdum, devamının gösterilen makamdan okunmasını manevi kızı Nebile’ye emrederdi. Bazen de tamamiyle Nebile okur, ben doğru okuyup okumadığını tâkip ederdim. Nebile Yâsin’i ezbere bilirdi, sesi de güzeldi.”
Cumhuriyet İdeolojisi’nin 1938’de Atatürk’ün vefatına kadar Türkçe Kur’an’la beraber Mevlid-i Şerif icrâlarına ehemmiyet verdiği açıkça görülebilmektedir. Ancak Atatürk’ün vefatından üç yıl sonra halkta yer yer ortaya çıkan Türkçe ezan muhalefetini tamamen bitirmek maksadıyla 1941’de Ceza Yasası’nın 526. Maddesine yapılan bir ilâveyle Arapça ezan ve kâmet okuyanlara üç aya kadar hapis ve 200 TL. ye kadar para cezası konulmasından itibaren dinî reformların gidişâtı, dinî sahada yasakçı keskin bir devlet tutumuna dönüşmüştür.
Öte yandan, önce 25 Aralık 1926’da Sanayî-i Nefîse Encümeni kararı ile Dârülelhan’dan Türk mûsikîsi eğitiminin kaldırılmasının, daha sonra 1934 senesinde sekiz ay boyunca uygulanan radyoda Türk musıkîsi icrâsı yasağının hem klasik mûsikî hem dinî musıkî sahalarında bir zayıflamaya, mûsikînin gelişimine dair negatif bir tesire sebebiyet verdiği muhakkaktır. Ayrıca 1925’te tekke ve zâviyelerin kapatılmasında da bilhassa dinî mûsikînin yara aldığı bir hakîkattir. Zirâ tekkeler, dinî mûsikînin her formu ile (âyin-i şeriflerle, tevşihlerle, duraklarla ilâhilerle ve mevlid-i şerif ile) var olduğu mekânlardır.
Fakat, herşeye rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Mevlid tarihine bakarken mevlid-i şerif icrâlarının, mûsıkî yasaklarından ziyade dinî yasaklarla değerlendirilmesi gerektiği açıkça görülebilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti rejimi, başta Türkçe Kur’an ve Türkçe Ezan olmak üzere, bütün ibadetlerin Türkçeleştirilmesi üzerinde çokça durmuş fakat cami mûsıkîsine, Türkçe olmak kaydıyla yasak getirmemiştir. Ancak, Kur’an ve genel olarak ibadetin Türkçe yapılmaya zorlanması halkta sessiz ve derin tepkilere sebep olmuş ne Türkçe Kur’an ne de Türkçe Ezan millette kabul görüp, yerleşmemiştir. Mevlid icrâları ve mevlid cemiyetleri de, milletin geleneğinde, aşr-ı şeriflerle bir bütün olarak yer ettiğinden, Türkçe Kur’an ve Mevlid birarada benimsenmemiştir. Ve Arapça Kur’an yasağının Cumhurbaşkanlığı’na her ay sunulan “dirlik ve düzenlik raporları” ile tâkibe alındığı ve ciddî cezâî müeyyidelere konu olduğu yıllarda, halk Mevlid-i Şerif cemiyetlerinden de uzak durmuştur. Yani, Cumhuriyet ideolojisi 1940’lı yılların sonlarına dek yürüttüğü dinî reform uygulamalarında Kur’an, ibadet ve mevlid yasağına resmen yer vermemişse de Türkçe Kur’an ve Türkçe ibadet meselesi millette genel olarak din yasağı algısı yaratmış büyük tepkilere sebep olmuştur. Bu yıllar, görevi cemaate Kur’an’ı ve dinî hayatı öğretmek olan imamların dahi, okullardan gönderilen muhbir öğrencilerle takibe alınıp, Kur’an öğrenmenin, öğretmenin sıkı bir denetimle yasaklandığı yıllar olarak kayıdlara geçmiştir.
1946 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nde çok partili hayata geçişle birlikte yavaş yavaş ezanı Arapça okuyanların sayısında artış görüldüğü, 1949 yılına gelindiğinde artık, Falih Rıfkı Atay’ın tâbiriyle “irticâ unsurlarını sindiren mânevî otoritenin iyice zayıfladığı” bilinmektedir. 1950 yılında iktidara gelen Adnan Menderes Başvekilliği’ndeki Demokrat Parti Hükümeti’nin ise ilk icraatlarından olarak, 18 sene süren Arapça Ezan yasağını kaldırması dinî sahada ve dolayısıyla mevlid-i şerif cemiyetlerinde rahat bir devrin başladığının ilânı kabul edilebilir.
Yine bu günlerde tekke ve zâviyelerle türbelerin seddine dair kanuna bir madde eklenerek Türk büyüklerinin türbelerinin ziyarete açıldığı duyurulmaktadır. Bunlar dinî sahada milletin daha esnek daha rahat bir zemine kavuşacağının ilk habercileri gibidir. Fakat bu bile Meclis’te tartışmalara yol açmış, Tahsin Banguoğlu, bu fıkra eklenirken inkılâp kanununun ruhuna aykırı olmaması için fevkalâde itina gösterildiğini bilhassa belirtmiştir. İnkılâp kanunlarını koruma ve lâiklik tartışmaları meclis gündemini meşgul etmeye devam etse de, ellili yıllar inanca dayalı bütün uygulamalarda olduğu gibi mevlid tarihinde de yeni bir dönemi ifade etmektedir.
4.2 İktidarlarla değişen devlet-mevlid ilişkileri ve bazı uygulamalar
Devletin mevlidle ilişkisinde, dolaylı olarak Diyanet Teşkilâtı’nın ele alınışı ve gelişimi de belirleyici olmuştur. Denilebilir ki, Diyanet İşleri Teşkilâtı’nda, kadro ile alâkalı olarak yaşanan daralma ve genişlemeler, büyük bir kısmı din görevlilerinden oluşan mevlidhanların yahud hâfız-mevlidhanların hayatını ve dolayısıyla mevlidin ihyâsını etkilemiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, eski adıyla Diyanet İşleri Reisliği ve Evkaf Umum Müdürlüğü 1924’te Başvekilliğe bağlı olarak kurulmuş, İslâm dininin sadece ibadetlerle alâkalı olan kısmı ve ibadet yerlerinin idaresi Diyanet İşleri Reisliği’ne, vakıfların yönetimi ise Evkaf Umum Müdürlüğü’ne verilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluşundan onbir yıl sonra, 1935’te ilk teşkilât kanununa kavuşmuş ve 1951’de 941 kadroya ulaşmıştır. 1965’ten sonra da başkanlıkla ilgili mevzuat tek metinde toplanıp, kadro sayısı 31.976’ya çıkarılmıştır. Alınan kadrolarla mevlidhanların ve hâfız mevlidhanların hayat şartları da iyileştirilmiş, devlet güvencesine alınmış, böylece mevlid çalışmaları halkın arzusuna mukabil olarak hız kazanmıştır. Nitekim Zeki Altun, Nusret Yeşilçay, Ali Gülses, Mecit Sesigür gibi hâfızlar biraraya gelerek “Türkiye Hâfız-ı Kur’an ve Mevlidhanlar Cemiyeti”ni kurmuşlar, hem İstanbul ve Ankara Radyosu’nda yayınlanan mevlidlerde görev almışlar, hem de Türkiye’yi temsilen yurtdışında çeşitli mevlid, tasavvuf mûsıkîsi gibi programlara katılmışlardır. “Türkiye Hâfız-ı Kur’an ve Mevlidhanları Cemiiyeti”nde başkanlık ve başkan yardımcılığı görevlerinde bulunan Zeki Altun’u, İstanbul Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü İmamı olarak ayrıca zikretmek gerekmektedir. Zeki Altun, 1938 senesinden itibaren İstanbul’un çeşitli camilerinde çok küçük maaşlarla müezzinlik kayyumluk gibi görevlerde bulunmuş, Ellili yılların ortalarından itibaren İstanbul Belediyesi’nin Mezarlıklar Müdürlüğü’nde imam olarak görev almış, 1961’de istifa etse de, bu kez 1970 tarihinde Mezarlıklar Müdürlüğü Baş Okuyucusu olarak geri dönmüş ve bu müdürlüğün şubelerinde musıkî dersleri vermiş, pekçok din görevlisine mûsıkî mevlid öğretmiş, iyi mevlidhanlar yetişmesine gayret etmiştir. Zeki Altun’un Diyanet İşleri’nin mevlidhanlarla alâkalı birçok projesinde de imzası bulunmaktadır.
Demokrat Parti’nin, Adnan Menderes’in Başvekilliği’nde iktidar olduğu ellili yıllardan itibaren gazeteler incelendiğinde, milletin mevlid okutmaya duyduğu sevginin, alâkanın giderek arttığı görülmektedir. Üstelik hemen hergün gazetelerde yer alan mevlid ilânlarında, okunacak mevlidi şerifte yer alan, devrin meşhur mevlidhanları gururla zikredilmektedir.
Örnek olarak, 10 Haziran 1955 tarihinde, Tercüman Gazetesi’nde yer alan şu mevlid ilânı verilebilir:
“Rahmetli refikam ve kıymetli annemiz, Fatma Melahat Saraçoğlu Hanım’ın irtihâlinin ikinci yılı münasebetiyle bugünkü Cuma günü, Bostancı Camii Şerifinde, Cuma namazını müteâkip, Hâfız Esad Gerede, Hâfız İbrahim Çanakkaleli, Hâfız Hüseyin Sebilci, Duagû Hâfız Yahya Eskişehirli ve İlâhici Nişancı Grubu Hâfız Efendiler tarafından ilâhi, hatm-i şerif duasıyla, Mevlid-i Nebevî okunacağından yakınlarımız ve dostlarımızla din kardeşlerimizden arzu buyuranların teşrifleri rica olunur.
Cemalettin Saraçoğlu /Sehlâ Özbilen/Emin Tınaztepe “
Yine, 25 Ocak 1967 tarihli, Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan bir mevlid ilânı da şöyledir:
“Gameda Grubu, Cumhuriyet-Dünya-Milliyet-Son Havadis ve Tercümam gazetelerini İstanbul’dan İzmir’e götürmekte iken, vazife başında 14/12/1966 günü feci bir kaza neticesi Hakk’ın rahmetine kavuşan Ülkü Akol ve Doğan Atmaca’nın ruhuna ithaf edilmek üzere bugün 25/1/1967 Çarşamba günü öğle namazını müteakip Nuruosmaniye Camii Şerifi’nde memleketimizin tanınmış en güzîde Hâfız-ı Kur’an ve Mevlidhanları: Hâfız Ahmed Nuri Taşova, Hâfız Mustafa Taşova, Hâfız Sırrı Ayvazoğlu, Hâfız Hasan Akkuş, Hâfız Dursun Akterazi, Hâfız Sefer Gökalp, Hâfız Bünyamin Kambil, Hâfız Kelâmi Kalın, Hâfız Mustafa Özer, Hâfız Musa Temiz taraflarından Kur’an-ı Kerim ve Mevlid-i Şerif okunacağından arzu eden akraba, dost ve kardeşlerimizin teşrifleri rica olunur. Ailesi
Cumhuriyet Gazetesi’nde 21/1/1967 tarihli, merhume Fatma Zehra Yücesan adına çıkan bir başka mevlid ilânında da Halil İbrahim Çanakkaleli, H.Aziz Bahriyeli, H.Fahri Kaya, Emirgân Camii’nde mevlid kıraat edecek mevlidhanlar olarak bilhassa zikredilmektedir.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Cumhuriyet Dönemi’nin, ellili, altmışlı, yetmişli yıllarının gazetelerinde, hemen hergün çıkan bu tür ayrıntılı mevlid ilânlarına rastlanmaktadır. Özellikle yetmişli yıllar, denilebilir ki mevlid-i şerif icrâlarının ve mevlidhanların millet tarafından çok rağbet gördüğü yıllardır. Aziz Bahriyeli, Âmir Ateş, Kâni Karaca, Halil İbrahim Çanakkaleli, Esad Gerede, Mecid Sesigür, Fevzi Mısır, Bekir Sıdkı Sezgin sadece yetmişlerde değil, seksenli yıllarda da en sevilen mevlidhanlar arasında yer almışlardır.
Cumhuriyet Dönemi’ni ve mevlidin bu dönemdeki seyrini izlemekte enteresan veriler sunan bir konunun da Çanakkale İhtifalleri ve Şehitler için okutulan mevlidler olduğunu zikretmek icab eder. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Atatürk’ün bu ihtifallerle bizzat ilgilendiğinden, Çanakkale’ye şehitler ruhuna okunacak Kur’an ve mevlid için hâfızlar gönderdiğinden ve mevlid-i şeriflerin başarılı icrâlarında hâfızları tebrik etmeyi ihmal etmediğinden yukarıda bahsetmiştik. Bu ihtifaller zaman içinde nicelik değiştirmiş, özellikle Arapça Kur’an yasağının hüküm sürdüğü yıllarda küçük, resmî, bandolu merasimler dışında cemiyetler düzenlenmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1946 senesinde çok partili döneme geçmesi ile birlikte Çanakkale İhtifalleri’nde de bir hareketliliğin göze çarptığı görülebilmektedir. Meselâ; Demokrat Parti’nin seçimleri kazanarak iktidar olmasından iki ay önce, 16 Mart 1950’de Cumhuriyet Gazetesi’nde, Çanakkale Şehitleri İhtifâli ile alâkalı olarak çıkan küçük bir haberde İhtifâlin saat üçte Eyüp’te yapılacağı bildirilirken tören programı şöyle verilmiştir: “Törene askerî kıtalar, polis müfrezesi, mektepliler ve halk iştirak edecektir. Törende şehir namına Melih Duni, halkevleri namına bir zad ve gençlik namına bir öğrenci hitabda bulunacaklardır. Bando matem havası çalacak, şehitliğe çelenkler konacak, bir manga asker havaya ateş açacaktır...” 1950 ile 1960 arasında Millî Türk Talebe Birliği’nin başını çektiği organizasyonlarla devletin üst düzey yetkililerinin katıldığı, devlet destekli ihtifaller gerçekleştiridiği gazetelere yansıyan haberlerden anlaşılmaktadır. 1958’de İstanbul Fen Fakültesi’nde yapılan bir anma programına Başbakan Adnan Menderes’in de katıldığı ve bir konuşma yaptığı bilinmektedir. 1959’da yapılan törene ilk olarak mehter takımının da dahil olduğu yine basında çıkan haberlerden bilinmektedir. Çanakkale şehitleri bu dönemde sadece ihtifallerde değil, sair zamanda çeşitli vesilelerle camilerde okunan mevlidlerde de muhakkak hatırlanmaktadır. Nitekim, Ali Rıza Sağman, Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar kitabında 1951’de Süleymaniye Camii’inde okunup radyo ile bütün dünyaya yayılan bir mevlidden bahsederken “Mehmed Akif merhumun Çanakkale mersiyesini mevlidlerde okumak moda oldu” şeklinde ifadelerle mersiyeyi okuyan zâtın okuyuşunu kritik etmektedir. Fakat şehitler için, Atatürk’ün bizzat ilgilendiği, devlet desteğiyle okunan mevlidler gibi cemiyetlerin tertip edilmesi bu dönemde de söz konusu olmamıştır.
Son on yıl içinde Çanakkale Şehitleri ruhuna İstanbul’dan Gaziantep’e, Konya’dan Kayseri’ye mevlid-i şerifler okutulduğu medyada çıkan haberlerden rahatlıkla izlenebilmektedir. Ancak bu mevlidler de sivil yahud yerel yönetim inisiyatifleri ile gerçekleştirilen mevlidlerdir.
GÜNÜMÜZDE MEVLİD
Mevlid’in günümüzdeki yerini ve değerini anlamak için metropol, küresel kültür, telekominikasyon, medya, azınlık psikolojisi gibi bazı yeni anahtar kelimelere ihtiyaç vardır. Zirâ, mevlid kavramı bu anahtar kelimeler etrafında başka başka çehrelere bürünmektedir. Bir Anadolu kasabasında, doğum, sünnet yahud vefat sebebiyle tertib edilen, kasaba halkının büyük çoğunluğunun iştirak ettiği mevlid ile, metropolde, yine özel bir sebeple fakat çok küçük bir grupla gerçekleştirilen bir anma toplantısındaki mevlid birbirinden farklıdır. Biri tam bir dinî cemiyet hadisesi olarak zuhur ederken diğeri fotoğraflarla kayıt altına alınan hatıra toplantısı olarak kendini gösterir. Kasabadaki mevlidde, mevlidhan, mevlid-i şerifin en az dört bahrini okuyup, aşr-ı şeriflerle dualarla icrâatını nihayete erdirirken, metropol mevlidlerinde artık bir mevlidhana dahi ihtiyaç duyulmamakta, hazirûndan bilen biri varsa, bir yahud en çok iki bahirle Süleyman Çelebi hatırlanmaktadır. Hatta adı “mevlid” olan bu toplantılarda artık genellikle Yâsin-i Şerif ve Kur’an-ı Kerim’in son cüzü okunarak dua edilmekte, Mevlid-i Şerif kıraatine yer verilmemektedir. İkram açısından da bu iki cemiyette farklılıklar bulunmakta, kasabada mevlid şekeri, gülsuyu, pilâv ikramı geleneksel varlığını korurken, metropoldeki mevlidde ikram, bir kabul günü görüntüsü ortaya koymaktadır.
. Küresel kültür açısından mevlide baktığımızda ise, Hz. Peygamber’in doğduğu gün özelinde, sadece Türkiye’de değil, bütün İslâm âleminde telekominikasyon üzerinden yürüyen bir kutlama, tebrikleşme hadisesinin, mevlid çevresinde gelişen yerel örf ve âdetlerin önüne geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Günümüzde, cep telefonları sayesinde ‘kutlama’ hadisesi abartılı biçimde gündelik hayatın içine girmiş, mevlidler de husûsen kandil gecesi odaklı olarak karşılıklı tebrikleşmelere dönüşmüştür. Bu durum sadece memleketimizde değil, bütün İslâm âleminde mevlid kutlamalarının nicelik ve niteliğine etki etmiştir. Günümüz dünyasında Hz. Peygamber’in doğumu vesilesi ile gerçekleştirilen mevlid kutlamaları denilebilir ki artık biçim değiştirerek devam etmektedir. Zirâ, sahib olduğu yaşama çerçevesi sebebiyle, modern zamanların görme melekesi, işitme melekesine göre daha çok gelişmiş insanı için, uzun uzun kulak verip mevlid dinleyebilmek zorlu bir iş halini almıştır. Bu görme odaklı insan için artık, büyük salonlarda barkovizyonlu Mevlid toplantılarının icad edildiğini de ifade etmek gerekir. Bu telekominikasyon üzerinden yürütülen dinî tebrikleşmelerin yanısıra, TV’lerin Kandil gecesi icrâatı olarak yine de Mevlid-i Şerif yayınlarına yer verdiğini, böylece mevlidin, herşeye rağmen geniş kitlelere ulaşma imkânı bulduğunu da zikretmek icâb eder.
Mevlidin, son senelerde yaşadığı dinleyici ve okuyucu kaybında küresel kültür ve telekominikasyon tesirlerinin yanısıra yer yer değişen, kâh sünneti fıkhı reddeden, kâh keskin ve köşeli hâle gelen din anlayışlarının ve dinî akımların tesiriyle yaşanan savrulmaların etkisi bulunduğundan da söz etmek gerekir. Çünkü özellikle genç nesillerde karşılık bulan, dinî cemaat ve örgütlenmelere tepki olarak gelişen süünnete ve hadis-i şerife bigânelik, Hz. Peygamber odaklı mevlid cemiyetlerine talebi de azaltmış görünmektedir. Esasında bu kırılmanın başlangıcını da bir önceki neslin mâruz kaldığı, radikal ve reformist, gelenekle dini ısrarla birbirinden ayırmaya çalışan akımların yarattığı iklimde aramak gerekir.
Mevlidin klasik anlamda varlığını sürdürdüğü en sağlam zeminlerin merkezden (göreceli bir kavram da olsa, kültür sanat üreten, geleneği geçmişi olduğu bilinen mânâsında) uzaklaştıkça ortaya çıktığını da ayrıca ifade etmek gerekir. Şöyle ki, hristiyan yahud yahudi toplumlarının içinde varlığını korumaya çalışan müslüman toplulukların bütün örfü ve âdetiyle mevlid cemiyetleri etrafında birleşip, müslümanlıklarını teyid ve ilân etmeye çalıştıkları bilinmektedir. Misal olarak; Bulgaristan’da yaşayan müslüman Türkler’in, bilâistisnâ, farz olan dinî vecîbelerini yerine getirmeyenler de dâhil, mevlid okutmaya ve dinlemeye, mevlid cemiyetleri düzenlemeye, bunu da bir çeşit varlık teminatı gibi görmeye devam ettikleri bilinmektedir. Bulgaristan’da halen, Süleyman Çalebi’nin Vesîletü’n-Necât’ı başta olmak üzere, İbsala’lı Ebu’l Hayr’ın kaleme aldığı Mustafa Mevlidi, İstevrek köyü ve civarında okunan, İsmail Niyazi Efendi tarafından yazılmış İstevrek Mevlidi ve Rodop dağlarında Madan’lı Râif Efendi’nin kaleme aldığı Yeni Mevlid-i Şerifin çokça okundukları bilinmektedir. Bulgaristan müslümanları, hayatın her alanında, evlenmeden sünnete, doğumdan askerlik bitirmeye kadar pekçok vesile ile mevlid cemiyetleri gerçekleştirmektedir. Her fırsatta mevlidler okutulmakta ve mevlid sofraları kurulmaktadır. Bulgaristan müslümanlarının hâlihazırda yağmur duası için dahi mevlid okuttukları bilinmektedir.
Makedeonya, Bosna Hersek ve Kosova’da da Süleyman Çelebi’nin Boşnakça ve Arnavutça’ya çevrilmiş mevlidlerinin yanısıra birçok şair tarafından mevlidler kaleme alındığı bu mevlidlerin bir kısmının halen okunmakta olduğu bilinmektedir. Kosova’da Prizren’de okunan bir besteli mevlidin, 2006 yılında Hacı Başkim Çabrat idaresindeki bir heyet tarafından gerçekleştirilen icrâsı, kayda alınmıştir. Bu icrâ 2007 yılında da Hakan Alvan tarafından notaya alınmıştır. Solo ve koro olarak icrâ edilen bu mevlid bestesi, tercih edilen makamlar itibariyle Türkiye’de okunan mevlidden farkılıklar arzetmektedir. Bu mevlidin Tevhid Bahri rast, Nur Bahri uşşak, Velâdet Bahri uşşak- hicaz, Mi’râc Bahri bayâtî, Münacât kısmı da hicazdır. Yine Tetova Üsküp ve Gostivar’da bugün Tahir Efendi Popova’nın 1873’te İstanbul’da basılmış bir mevlidi okunmaktadır. Saraybosna’da Boşnak müslümanların, her vesile ile Süleyman Çelebi’nin Nikşiç’li Salih Gaşeviç tarafından Boşnakça’ya çevrilmiş Mevlid-i Şerifini okutmak ve dinlemek üzere biraraya geldikleri de bilinmektedir.
Saraybosna’da mevlidin, savaştan sonra şehitleri anmak ve ruhlarını şâd etmek için daha mühim hâle geldiği, ayrıca Bosna topraklarındaki müslüman varlığını göstermenin bir yolu olarak da rağbet gördüğü bilinmektedir. Ayrıca, Bosna Hersek’te günümüzde mevlid yazma yarışmaları düzenlendiğini, Bosna’nın millî şairi olarak bilinen Cemâleddin Latic’in dahi bu yarışmaya katılmak için aruz vezniyle Boşnakça bir Mevlid kaleme aldığını ifade etmek de gerekir. Bu örneklerde mevlidin sadece dışa dönük bir işlevinin olduğu düşünülmemelidir. Bir memlekette, başka toplumlarla birarada yaşamaya çalışan insanların, kendi dinlerini hatırlama ve dinî hassâsiyetlerini diri tutma hususundaki bireysel ihtiyaçlarını da bu yollarla gidermeye çalıştıkları muhakkaktır.
Öte yandan müslüman Arap âleminde mevlidin bugün bilhassa kandil kutlaması olarak daha ziyade modern diyebileceğimiz bir tarzda varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz.
İşgal altındaki Filistin topraklarında Hz. Peygamber’in doğduğu gün yapılan kutlamaların büyük çapta olduğu, medyada yer alan haberlerde net olarak görülebilmektedir. Mevlid kandillerinde, Ramallah Nablus gibi kentlerde sokaklar süslenmekte, Ramallah’taki Yasir Arafat Meydanı’na kurulan büyük sahnede Filistin’in meşhur mûsıkî grubu olan Kudüs İlâhi Grubu, ilâhiler kasîdeler okumaktadır. Filistin sokakları bu günlerde coşkulu kutlama görüntülerine sahne olmaktadır.
Bunun gibi Pakistan’da da mevlid kandilinde sokak süsleme âdeti mevcuttur.
Mısır’da 1887’den beri süregelen bir gelenekle, Şazelî, Rıfâiî, Dusûkî, Cezulî, Halvetî gibi tarikat gruplarının, Hüseyin Meydanı’na sancaklarıyla gelip toplanarak, kutlamalar yaptıkları da bilinmektedir.
Malezya, Endonezya gibi ülkelerde, camilerde toplanılıp, âlimlerin konuşmalarının dinlenmesi, zikirler yapılıp, salâvatlar getirilmesi, ziyafet yemekleri yenmesi esastır.
Bazı ülkelerde mevlidin, resmî tatillerle kutlandığı bilinmektedir. Hindistan’ın bazı eyaletleri buna örnek teşkil etmektedir. Keza, Endonezya’da da mevlid kandili günleri resmî tatil günü olarak kabul edilmiştir.
Bu örneklerden hareketle denilebilir ki mevlid, bugün de müslüman toplumlarda, kâh bir manzum şiirin mûsıkî ile okunduğu mevlid cemiyetleri ile, kâh sadece mevlid kandili kutlaması diyebileceğimiz eskiye göre bazı şeklî değişiklikler arzettiği muhakkak olan modern uygulamalarla, mutlaka varlığını sürdürmekte ve müslüman toplumlar, Hz. Peygamber (s.s.v) sevgisi etrafında toplanmayı, bu sevgiyi O’nun nezdinde, mevlid vesilesiyle birbirlerine de göstermeyi ihmal etmemektedirler.
SONUÇ
Mevlid dinî bir hassasiyetle, Hz. Peygamber (s.a.v) bağlılığı ile ortaya çıkmış, zengin içeriği olan, müslüman bireyde ve müslüman toplumda asırlarca karşılık bulmuş bir kavramdır. Mevlidi sadece bir Peygamber doğumu kutlaması gibi görmek, onu eksik anlamak olacaktır. Mevlid, İslâm toplumlarının en mühim dinî geleneklerindendir.Ve bu dinî gelenek, ibadetiyle, mûsıkîsiyle, ikramıyla, cemiyetiyle tarihî süreçte çok zengin bir içeriğe sahip olmuştur. Dinin bir toplumda ancak, kültürün geleneğin içinde sıhhatli bir biçimde var olduğunu, dini ve geleneği keskin hatlarla birbirinden ayırmaya çalışan anlayışların, toplumsal kargaşalara ve çatışmalara zemin hazırladığını kabul etmek, mevlidin yüklendiği mânâyı da anlamamızı kolaylaştıracaktır. Dinî gelenekler denilebilir ki toplumları birarada tutan en sağlam malzemelerdir.
Diğer müslüman toplumlarda olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde ve Türkiye Cumhuriyeti’nde de mevlid, müslüman milletin asırlarca en sağlam dinî gelenek hattını oluşturmuş, onbeşinci asırda Süleyman Çelebi’nin yazdığı Vesîletü’n-Necât’ı (Kurtuluş Vesilesi), denilebilir ki günümüze dek bu hattın işlerliğini temin etmiştir. Zirâ, mevlid kutlama törenlerinde mûsıkî ile okunan manzum mevlidlerin, bu kutlamaların aslî unsuru oldukları muhakkaktır.
Mevlidin bir müslüman toplumda en mühim dinî gelenek hattını oluşturması, şüphesiz bu hat üzerinde bazen siyasî, bazen fikrî hatta bazen de askerî sebeplerle çeşitli hareketlerin ve değişikliklerin oluşmasına yol açmıştır. Ancak en temel özelliği bir köke bağlılık olan gelenek, sözkonusu mevlid olduğunda da değişimden etkilenmiş fakat yok olmamış, nicelik ve bazı devirlerde biraz da nitelik değiştirerek hayatiyetini muhafaza etmiştir.
Bugünün dünyasında, her sahada yaşanan aşırı hızlı değişimden, aynı hızda, mevlidin de payını aldığı elbette söylenebilir. Görsele odaklı günümüz insanı için, bir cemiyette kendi içine çekilip, eskilerin fem-i muhsin tâbir ettikleri bir mevlidhandan mevlid dinlemek yerine, bir salonda sahnelenen yahud televizyonda yayınlanan programa odaklanmak daha kolay ve geçerli görünebilir. Fakat tarihin, köklü olanın yaşadığını ve her yeninin eskiye entegre olabildiği ölçüde var olduğunu doğrulayan sayısız örneğe tanıklık ettiğini, hatırda tutmak gerekmektedir.
EKLER
EK 1 İbn-i Arabî’nin, Süleymaniye Kütüphanesi, Hoca Selimağa Bölümü, 285 numara ile kayıtlı, Hüdai Efendi tarafından istinsah edilmiş Mevlid’i.
EK 2 Vesîletü’n-Necât’ın yazarı Süleyman Çelebi’nin Bursa Çekirge’deki kabri.
EK 3 Kemal Batanay’ın Mevlid Bestesi’nin Yusuf Ömürlü notası ile ilk sayfaları.
KAYNAKÇA
Aksoy Hasan, “Mehmed Rûşen Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.28, Ankara, 2003
Aksoy Hasan, “Şemseddin Sivasî, Hayatı, Şahsiyyeti, Tarikatı, Eserleri”, Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Aralık 2005
Alvan Türkân, Said Paşa İmamı Hasan Rıza Efendi, FSM Vakfı Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2013
Alvan Türkan, Alvan M. Hakan, Saz ve Söz Meclisi, Şule Kitabevi, İstanbul, 2016
Aşçı İbrahim Dede, Aşçı Dede’nin Hatıraları, Hazırlayanlar: Mustafa Koç- Eyyüp Tanrıverdi, c.2 Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2006
Ayaz Fatih Yahya, Memlükler, İSAM yayınları, Ankara, 2015
Ayverdi İlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, c. 2, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2006
Bayat Fuzuli, “Türklerde Cenaze Törenleri Bağlamında Mevlid Okuma Geleneği”, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, GÜ Yay.,sy.19, Gaziantep, 2008
Cündioğlu Dücane, Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi, Kitabevi Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1998
Cündioğlu Dücane, Bir Siyasî Proje Olarak Türkçe İbadet I, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1999
Çayan Adem, “Molla Yoldaş Hılvetî ve Çağatayca Mevlidi Üzerine”, KTÜ SBE Sos. Bil. Derg. Sy. 10, Kütahya, 2015
Çiftçi Cemil, Tasavvuf Kitabı, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2008
Demirayak Kenan, ” Kasîdetü’l-Bürde”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.24, İstanbul, 2001
Durmuş İsmail, “Mevlid”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.29, Ankara, 2004
Ergun Sadettin Nüzhet, Dinî Türk Musıkîsi Antolojisi Dinî Eserler, c.1-2, Rıza Koşkun Matbaası, İstanbul, 1942
Ergür Cumhur Enes, Zeki Altun Hayatı ve Eserleri, Türk Tasavvuf Musikîsini Araştırma ve Yaşatma Vakfı Yay. İstanbul, 2004
Ergür Cumhur Enes, “Balkanlar’da Okunan Bir Mevlid Bestesi” Keşkül Dergisi, sy.12, İstanbul, 2007
Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, Haz. S. Ali Kahraman, c.10, YKY, İstanbul, 2010
İnal İbnülemin Mahmut Kemal, Hoş Sadâ, Maarif Basımevi, İstanbul, 1958
İslâm Tarihi ve Sanatları, (ed: Muhittin Serin), Anadolu Ünversitesi Yay. Eskişehir, 2010
İrfan Yücel, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.9 İstanbul, 1994
Jahja Abas, “Makedonya’da Cami Mûsikîsi” Milel ve Nihal İnanç Kültür ve Mitoloji Araştırmaları Dergisi, c.9, sy.2, İstanbul, 2012
Kara İsmail, “Tahsin Banguoğlu’ndan Birkaç Hatıra: Çok Partili Hayata Girerken”, Tarih ve Toplum Dergisi, İstanbul, Haziran 1989
Karadeniz M.Ekrem, Türk Mûsıkîsinin Nazariye ve Esasları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara
Katz Marion Holmes, Mevlid, İslâm Dünyasında İbadetler ve Dindarlık, ( Türkçesi:
Sidar Bayram), Açılım Kitap, İstanbul, 2014
Kaya Mahmut, Kasîde-i Bürde’yi Türkçe Söyleyiş, Türkiye Diyanet Vakfı Fatih Şubesi Kutlu Doğum Haftası Serisi Nu:4, İstanbul, 2001
Kılıç Mahmut Erol, Sûfî ve Şiir, İnsan Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2004
Köksal M.Fatih, Mevlid-Nâme, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2011
Köstüklü Nuri, “ Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele’de Kastamonu Mevlevî Şeyhi Âmil Çelebi ve Ailesi”, Atatürk Araştırmaları Merkezi Dergisi, c.30, Ankara, Temmuz 2014
Kutlu Sönmez, Türkler ve İslâm Tasavvuru, İsam Yayınları, Ankara,2017
Latifî Tezkiresi, (haz. Rıdvan Canım) Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2018
Mirzâ-zâde Mehmed Sâlim Efendi, Tezkîretü’ş-şuarâ, (haz.Adnan İnce), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay, Ankara, 2018
Müstakimzâde Süleyman Sadettin Efendi,Tuhfe-i Hattâtîn, Devlet Matbaası, İstanbul, 1928
Pekolcay Neclâ, Mevlid (Vesîletü’n-Necât), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 6.
Baskı, Ankara, 2018
Sağman Ali Rıza, Meşhur Hâfız Sâmi Merhum, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul, 1947
Sağman Ali Rıza, Mevlid Nasıl Okunur ve Mevlidhanlar, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1951
Sahih-i Müslim Tercemesi, Terceme: Mehmed Sofuoğlu, c.3, s.385, İrfan Yayınları, İstanbul, 1988
Selânikli Mustafa, Tarih-i Selânikî, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999
Serin Muhittin, Kemal Batanay, Kubbealtı Neşriyatı, 1. Baskı, İstanbul, 2006
Sezikli Ubeydullah, “Besteli Mevlid Üzerine İki Yazma Eser”, Çukurova Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S.8, Adana 2008,
Shimmel Anne Marie, Hz. Muhammed, Profil Yayınları, İstanbul, 2008
Süleyman Çelebi, Türk Klasikleri MEVLİD Hazırlayan: Faruk K. Timurtaş, MEB Yayınları, İstanbul, 1990
Şahin H. Hilâl, “Ekber Şah’ın Sosyo-Kültürel ve Dinî Reformlarının Toplımsal Hayata Etkisi”, Tarih Okulu Dergisi, Ege Üniversitesi Yay. Yıl 8, Sayı XXII, Haziran 2015,
Şeker Mehmet, ” Mevlid”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.29, Ankara, 2004
Şen, Hasan Oral, Sadettin Kaynak, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Yay. Ankara, 2003
Şenses H. Rahmi, Bu Günün Meşhur Huffâzı Kiram ve Mevlithanları, Hamle
Matbaası, İstanbul, 1965
Özcan Nuri, “Mevlid”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Ankara, 2004
Özcan Nuri, “Yalım, Mehmet Hayrullah Tâcettin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, c.43, İstanbul, 2013
Özcan Nuri, “Ahmed Efendi, Mutafzâde”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Ansiklopedisi, c.2, İstanbul, 1989
Özcan Nuri, “Ahmet Vefkî Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1989
Özcan Nuri, “Hüseyin Fahreddin Dede”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.18, İstanbul, 1998
Özcan Nuri, “Hasan Rızâ Efendi, Said Paşa İmamı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi c. 16, İstanbul, 1997
Özcan Nuri, “Hâfız Sâmi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1997
Özcan Nuri, “Türk Dinî Mûsıkîsinde Mevlid Geleneği”, Keşkül Dergisi, sy.8, İstanbul, 2010
Özel Ahmet, “Mevlid” Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi ,c.29, Ankara, 2004
Özemre Ahmet Yüksel, Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul, 1997
Tıraşçı Mehmet, “Güneydoğu ve Doğu Anadolu Çevresinde Arapça, Kürtçe, Zazaca Mevlidler ve Müzikak Olarak İcra Ediliş Tarzları”, C.Ü İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c.17, S.2, Sivas, 2013
Toparlı,Recep Şemseddin Sivasî’nin Mevlid’i, Atatürk Üniversitesi Yay, Erzurum 1993
Topuzoğlu Tevfik Rüştü, “ Recez”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.34, İstanbul,1997
Turabi Ahmet Hakkı, Cami Yazıları, DİB Yayınları, Ankara 2012
Uzunçarşılı İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, III. Cilt, 1. Bölüm, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1951
Türk Musıkîsi Klasiklerinden İlâhiler, Mevlut Tevşihleri, c. 1, İstanbul
Konservatuvarı Neşriyatı, Evkaf Matbaası, İstanbul, 1931
Vedat S. Ahmed, “Bulgaristan’da Dinî Kimliğin Korunmasında Mevlidin Rolü” Bir Kutlu Doğum Şaheseri Mevlid ve Süleyman Çelebi (ed.Bilâl Kemikli, Osman Çetin), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara,
2010
Yenibaş Hasan, “Selçuklular Döneminde Sivil Mevlid Merasimleri”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, sy.196, İstanbul, Şubat 2012
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Matbûat ve İstihbarat Matbaası, Ankara 1923, V. Mebhas Dinî Türkçülük, (haz.Dr. Salim Çonoğlu Ötüken Neşriyat)
Dergiler/Gazeteler
“Atatürk ve Türk Musıkîsine Ait Bilinmeyenler”, 20. Asır Mecmuası, İstanbul, 5 Ocak 1956
Havâdis 1913 yüz yıl önce, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yay. İstanbul, 2014
Bardakçı Murat, “Ada Sahilleri’nin unutulmaz sesi, 6-7 Eylül talanında canını mevlid okuyarak kurtardı”, Hürriyet Kelebek, 10.10.2006, İstanbul
Cumhuriyet Gazetesi, Mart 1950, Atatürk Kitaplığı, Kayıd Nu. 108 c. 96
Cumhuriyet Gazetesi, Ocak-Şubat-Mart 1967, Atatürk Kitaplığı, Kayıd Nu: 108, c. 164
Tanin Gazetesi, sy. 1553, Tanin Matbaası, İstanbul, 20 Rebiü’l Âhir 1331 (29 Mart 1913)
Tercüman Gazetesi, Nisan, 1964, Atatürk Kitaplığı, Kayıd Nu: 189, c. 37
Tercüman Gazetesi, Ocak-Şubat-Mart, 1957, Atatürk Kitaplığı, Kayıd Nu: 189, c.8
Yeni Şafak Kültür Sanat sayfası “Bosna Millî Şairi Mevlid Yazdı”, 2 Aralık 2016
Tezler
İrfan Yiğit, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Mûsıkî ve Yasaklar İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslâm Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul, 2019
Safâî ve Tezkîresi, (haz. Nuran Altuner) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Doktora Tezi, İstanbul, 1989
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar