BİR KENT SORUNU... DİLENCİLİK
AVRUPA VE OSMANLI SEYYAHLARININ İZLENİMİYLE OSMANLI VE
AVRUPA'DA DİLENCİLİK
OSMANLILARDA DİLENCİLİK
İnsan kültürü insanın en temel ihtiyaçlarını gidermesine göre çeşitlilik
gösterir. Kültür çok çeşitli olmasına karşın özünde insanın ihtiyaçlarının
karşılanmasıyla ilgilidir. İnsan ihtiyaçlarını, tarih boyunca toplayıcılıktan
avcılığa, tarımdan sanayiye farklı şekil ve yöntemlerde sağlarken tarihin her
aşamasında ihtiyaçlarını gidermek için çaba ve gayret sarf etmiş, emek
harcamıştır. İnsanın tarihi bir anlamda bu emeğin tarihidir. Dilencilik ise
insanın ihtiyaçlarını emek harcamaksızın başkalarının emeğine ortak olarak
temin etme şeklidir. İnsan kültürüne karşı olarak çalışmayı ve emek harcamayı
sevmeyen bu sürece dahil olmayanlar iki şekilde temel ihtiyaçlarını karşılaya
gelmişlerdir. İlki güç kullanarak başkasının mal ve mülküne sahip olmak yani
eşkıyalık ya da güç ve kuvvet uygulamadan duygu sömürüsü ile dilencilik
yapmaktır. Dilencilik ve eşkıyalık bu yönüyle bir kültürün alt kültürü olmaktan
çok karşıt bir kültürdür. İnsanın emek harcamaksızın ihtiyaçlarını gidermek
için geliştirdiği bir kültürdür.
Seyahatnameler edebiyatın içine hapsolunup iyi vakit geçirilecek metinler
olmaktan çok, sosyal antropoloji, etnoloji, tarih, hukuk, sosyoloji, felsefe ve
teoloji gibi pek çok disiplini ilgilendiren metinlerdir. Sorun seyahatnameyi
edebiyatın bir şubesi gibi görmektir. Seyahatnameye başka bir gözle bakmayı
becerdiğimizde pek çok alanla ilişkisinin olduğu anlaşılacaktır. Biz bu
çalışmamızda seyyahların gözlemlerinden hareketle OsmanlI ve Avrupa'da dilenciliğin tarih
içinde gelişimine değinip karşılaştırma yapacağız.
DİLENCİ DERVİŞLER
Osmanlı Toplumunda dilenciler ve onların toplumdaki konumlarıyla ilgili
ilk betimle Kastilya ve Leon Hükümdarı III. Henri'nin mabeyincisi olan ve
Timur'a elçi olarak gönderilen Ruy Gonzales de Clavijo aittir. O, Erzincan'dan
Huy'a giderken yolda Deliler köyü denilen bir köye varır. Aynı dönemde daha
sonra bahsedeceğimiz seyyahlar gibi dilenen dervişlere değinir. Onun
anlatımıyla “ Buraya Deliler adının verilmesi, burada oturanların çoğunun
uzlet hayatına girmiş, dünyayı terk etmiş Müslüman dervişler olmalarıdır.
Etraftaki köylüler buraya ziyarete gelerek dervişlerle görüşüyor, hastalarını
getiriyor ve dervişlerin nefesinden şifa diliyorlar.Buradaki dervişlere keşiş
denmektedir. Reisleri hepsinden büyük hürmet görüyor ve evliya olarak kabul
ediliyorlar. Timur buradan geçerken bunların yanına uğramış ve reisin yanına
bir müddet gelmiştir. Çevre köylerden buraya bol bol adaklar yağıyor. Reis
derviş köyün hakimidir. Köylüler bu dervişlerin tamamını evliya olarak görüyor.
Bunlar saç ve sakallarını tıraş ediyor yaz kış sırtlarında kaba abalarla
dolaşıyorlar. Zaman zaman yanlarında taşıdıkları sazları çalarak ilahi
okuyorlar. Tekkelerin kapısında bir püskül ile hilal şeklinde bir resim bulunuyor.
Bunun altına geyik, keçi, ve koyun boynuzlarından bir sıra dizilmiş, her
dervişin kapısında bu tür bir boynuz vardır.1
Clavijo'nun dilencilikle ilgi olarak bu anlatımından daha canlı daha
ayrıntılı bilgiler sunan seyahatnameler Nicolas Nicolay ve O. G Busbecg' e
aittir. 1554-1562 tarihleri arasında Avusturya elçisi olarak Osmanlı Ülkesinde
bulunan Busbecg, gözlemlerini ülkesindeki tanıdıklarına gönderdiği mektuplarla
paylaşır. 1 Haziran 1560 tarihli mektubunda dilenciler hakkında şu gözlemlerde
bulunur. “Dilenciler Allah'ın ismi defalarca tekrarlanan her namazdan sonra
sadaka toplamaya giderler. Bunlar başlarını eğerler ve yanlarındaki geyiği de
birlikte baş eğdirmeye alıştırmışlar. Halk bu olağanüstü beceriyi görmekten
son derece hoşlanarak ve bunun kutsal ve acayip bir anlamı olduğu olduğunu
düşünerek geyiğin sahibi olan dilencilere para vermeyi tercih ediyorlar, onlara
madeni paralar saçıyorlardı. Bunlara bizimkilerden çok daha az rastlanır ve
genellikle bir yerden bir yere yaya seyahat eden ve çeşitli şekillerde
kutsallık iddiasında ve dini bahane ardında dilenen kişilerdir.2
1551'de Osmanlı ülkesinde bulunan Nicolas Nicolay, dilencilerin şehir ve
köylerde inek öküz, kurt, ayı ve geyik gibi terbiye ettikleri hayvanlarla
yaşayan münzeviler olduğunu belirtir.3 Busbecg dilencilerin bu çok
büyük geyiğini alıp İmparatora hediye etmek isterse de dilenciler satmazlar.
Busbecg, dilencilerin çoğunun deli ve kafaca noksan kimseler olduğunu ve
Türk- lerin delileri toplumda hoş gördüklerini belirtir. “Türkler deliler ve
geri zekalıların cennete gideceklerine ve yeryüzündeki hayatları boyunca
azizler gibi bilinmeleri gerektiğine inandıklarını ifade eder. Delilerden
sonra başka bir sınıf dilenci grubu da Araplar- dır. Bunlar ellerinde bayrak
taşırlar ve İslam dinini yaymak için atalarının savaştığını bununla açıklayarak
dilenirler, her yerde ve herkesten dilenmezler ancak yoldan geçenlere bir yağ
kandili, bir limon ve bir nar vererek iki ve ya üç mislini isterler. Açıkça
dilencilik şerefsizliği içine düşmemek için bir şey satmayı tercih ettikleri
görülmekte olduğunu anlatır.4
1571 -1581 tarihleri arasında Osmanlı ülkesinde bulunan Saloman
Schvveiger, Bus- becg'in ifadelerine paralel bilgiler verir. “İşe yaramaz boş
gezenlerden oluşan ve dilenen bir gurupta hacılardır (Hagisslar) Bunların
hepsi Arap'tır ve eski paralanmış Arap giysileri içinde ortalıkta dolaşırlar ve
üstelikte çoğu kördür. Şarkılar söyleyerek dilenirler. Arap harfleri işlenmiş
mavi ketenden bir parçayı bayrak niyetine ellerinde taşırlar. Rivayete göre
bunlar peygamberlerinin mezarını ziyaret ettikten sonra inançları uğruna
gözlerini kendi elleriyle oyup kör ederlermiş. Sözde böyle kutsal yerleri
gördükten sonra artık dünyaya ait hiçbir şeyi görmeleri caiz değilmiş. Sanki
dünyayı ve Tanrf nın yarattıklarını seyrederek onların varlığında Tanrı'yı
görmek ve insanlara sunduğu güzellikler için Tanrı'ya şükretmek, Tanrfya karşı
işlenmiş bir suç olabilirmiş gibi! Oysa bu sefil yaratıkların doğaya karşı
cinsel isteklere kapılmış olmaları hem bedenlerini hem de ruhlarını
kirletmeleri günah sayılmaz mı? İşte bu davranışlarından da anlaşılacağı üzere, onlar kutsal ruhlar tarafından
değil, kutsal olmayan, günaha bulaşmış bir ruh tarafından yönetiliyorlar ve
bütün dinsel törenleri de bununla ilişkilidir.5
Nicolay1 dilenenlerin büyük bir kısmının derviş diye
isimlendirdiği grup olduğunu yazar. Bunlara Torlak ve ya Durmuş denilirdi.
Başlarında beyaz çuhadan yapılmış eski bir başlık olurdu. Köyden köye giderken
bir bıçak ve usturayla kol ve bacaklarını çizerler sonra dilenirler. Bunlar
dini bir grubun üyeleri oldukları ve aynı zamanda deliliklerinden dolayı ilgi
görürlerdi. Nicola, derviş ve delilerin büyük saygı gördüğünü, dilenerek geçinen
bu insanların toplandıkları yerde bir başlarının olduğunu dervişler bu kişiyi
babaların babası anlamında assam baba diye çağırdıklarını bunların saç ve
sakallarını kestikleri başları çıplak gezdiklerini, keçi ve ya koyun postundan
giysilerinin yanında kemerlerinde küçük bir balta taşıdıklarını anlatır.
Salomon Schvveiger de dilenlerin büyük çoğunluğunun dervişler olduğunu söyler.
Onun anlatımıyla “dört tarikat vardır: Dervişler, Camiler, Kalenderler,
Torlaklar. Hemen hemen hepsi dinsel davranış biçimleri bakımından bizdeki
yalınayak dolaşan dilenci rahiplere benzerler. Yaşamlarını dilenerek
sürdürürler ve başka insanların başına dert olurlar. Kendilerini bıçakla
yaralarlar. Ama daha önce maslık adını verdikleri afyonla kendilerini duyarsız
hale getirdiklerinden acı hissetmezler. Zaten maslık çiğnemek halk arasında çok
yaygın bir alışkanlıktır, bundan büyük bir keyif alırlar. Derilerine harfler
yada çeşitli süslemeler çizmek de özellikle kadınlar tarafından uygulanan
başka bir gelenektir. Bana verilen bilgiye göre bu zararlı varlıklar sayıca pek
çoktur. Her tarikatın tahminen 4000 veya 8000 üyesi varmış.6
Busbecg, Nicola ve Schvveigger'in anlatımları tarihsel olarak neye
karşılık gelmektedir? Ünlü sufi Mevlana, 1259'da yazmaya başladığı
Mesnevisi'nde bu üç batılı seyyahın dilencilikle ilgili anlattıklarını
doğrulayacak bilgiler verir. Mevlana, halkı başlarına toplamak gâyesiyle bayrak
açtıklarını, yünden aslan yaptıklarını ve halkın acıma duygusunu uyandırmak
amacı ile de yollar üzerine oturup, sakatlıklarını teşhir ettiklerini anlatır.
Gölpınarlı, Mesnevi şerhinde Mevla'nın dilenciliğe karşı çıkışını ve
müritlerini çalışmaya ve sanata yönlendirişine dikkat çeker. “Dilenmek,
sufilerin bir kısmı ve bilhassa esma ile sülükü kabul edenler nefsini
aşağılatmak için dilenmesini de suluk vasıtası olarak kabul etmişlerdi.
Dilenmeye “Selman etmek” dilenmeye çıkışa selmana çıkmak derler. Bu söz
Selman-ı Farisi'nin H.Z Ali'nin emriyle dilendiğine dair hiçbir asla esasa
dayanmayan inançtan meydana gelmiştir. Dilenmeye çıkan derviş eline keşkülünü
alıp yola düşer. Keşkül üstü biraz içeriye doğru kıvrık kalmak üzere kesilmiş,
içi oyulmuş Hindistan cevizidir. İki taraftan halka takılmış, bu halkalara da
zincir takılmıştır. Bakırdan pirinçten hatta gümüşten aynı şekilde
yapılmışları da vardır. Derviş, ilahi okuya okuya gezer ve bir şey umduğu
kimseye “Allah için bir şeyler anlamında “Şey'en li'llah” deyip keşkülü uzatır.
Bir şey verilir, keşküle bir şeyler atılırsa da atılmazsa da Eyvallah deyip
uzaklaşır. Bu münasebetle dilenmeye şey'en li'llah'a çıkmak sözünden bozma
Şey'ullah'a daha da yanlış olarak Şeyd'ullaha çıkmakta denir. Esma yolu olmadığı
halde Bektaşilerde de dilenmek vardır. Akşama kadar gezen dilenen derviş akşam
ezanından sonra tekkeye döner ve keşkülünden kendisi hiçbir şey almadan
keşkülünü şeyhin önüne döker. Şeyh toplanan parayı meyve vs matbaha yollar.
Mevlana bu adeti kabul etmemiş, herkesin kendi emeğiyle geçinmesinin yolunu
esas saymıştır. Bu bakımdan Bayrami, Nakşi gibi tarikatlar gibi Mevlevilikte
de dilenme yoktur.7
16. yüzyılda Osmanlı toplumunda dilenciliği gözleyen üç AvrupalI seyyahın
anlatımlarının Mevla'nın 13. yüzyıldaki anlatımlarıyla örtüştüğü
görülmektedir. Nicola'nın söylediği derviş torlak ve durmuşlar kimdir buna
kısaca değinirsek dervişlik ve dilenme arasında ortaya çıkan ilişkiyi daha iyi
anlayabileceğimiz kanaatindeyim.
Nicala'nın Torlak ve Durmuş diye anlattıkları dervişlerin dış
görünümleriyle ilgili betimlemesinden hareketle seyyahların söylediklerinin
tarihsel karşılığına bakalım. Nico- la, bunların başlarını ve sakallarını
usturayla tıraş ettiklerinden bahsetmişti. Anlatılan derviş tanımlaması
Mevla'nın cenazesinde en önlerde bulunan cavlakilerle uygunluk göstermektedir.
Kimdir cavlakiler ya da kalenderiler?
Osman Turan Türk din tarihi araştırmaları için son derece önemli ve
yazarının Mu- hammed bin Mahmud El Hatip olduğu düşünülen “Fustat ul Adele fi
Kava'id is Saltana” isimli bir yazmada Torlak, Kalender ve Cavlaki
topluluklarına dair ilginç anlatımları aktarır. Yazara göre cavlakilerin helal
ve mubah saymadıkları hiçbir haram yoktur. Namaz kılmazlar, gizli olarak oruç
yerler, şarap içer, hiçbir küfürden sakınmazlar, dilencilikle sefahat icra
ederler. Bunlar iş ve meslek kaçkını tembeller olup çalışıp üretmediklerinden
halka yük olmaktadırlar. Mescitleri kendilerine makam yapmışlar, köpekleri
yanlarında bulundurur, şarap içer ve her türlü fisk ve fücur yaparlar. Bu
insanlar aç oldukları zaman her biri dilenmeğe çıkar, eline geçirdiklerini ağza
atar ve kendi makamına döner, saç ve sakalları tıraş olmuş bu melhuslar
arasında livata câridir. Bulamayınca zina yaparlar ve bunu hiç ayıp saymazlar.
Buna rağmen fakir ve dervişlik iddiasındadırlar.”8
Yazarın tanımladığı cavlaki topluluğu Turan'a göre Kalenderilerdir.
Yazarın medreseli olduğunu ileri süren Turan'a göre; Mevleviler, cavlakilere
karşı yazar kadar katı değillerdi. Mevla'nın cenazenin önünde sürülen yedi
öküzden biri kalender zaviyesine gönderilmesi Mevlevilerin bu topluluklara
karşı hoşgörülü bir tavır takındıklarının bir işaretidir. Turan'ın işaret
ettiği kalenderi topluluklar tarihsel ve teolojik olarak nerede durmaktadır?
Selçuklu'dan OsmanlI'ya uzanan tarihsel süreçte dilencilikle sürekli ilişki
içinde gösterilen bu toplulukların menşei nedir?
Fuat Köprülü, Osman Turan, İrene Melikof ve Halil İnalcık'tan sonra Türk
din tarihi alanında önemli çalışmaları olan A. Yaşar Ocak, Kalenderiler
çalışmasında kalenderi ve diğer benzer toplulukların tarihsel ve sosyolojik
kökenlerine ışık tutar. Ocak'a göre Kalenderilik geniş ölçüde eski Hint ve İran
ama özellikle de Hint mistizminden etkilendiğini belirtir. Kelime olarak
Kalender kelimesi; Sankristçe kanun, nizam dışı, düzeni bozan kelimesinden
gelmektedir. Kalenderlerin ortak vasıfları: üç beş kişilik gruplar halinde
dolaşıp gezmek, günlük yiyeceklerini dilenerek sağlamak, vücut ve başlarındaki
bütün tüyleri (saç, sakal, kaş ve bıyık ) kazıtmak ve acayip kılıklarda
dolaşmak olarak özetlenebilir.9
Kalenderi zümreleri 15. ve 16. yüzyıl
seyyahlarının olduğu kadar 17. yüzyıl seyyahlarının da dikkatini çeker. 1660'larda Osmanlı
ülkesinde bulunan Paul Ricaut, İstanbul ve Kahire Kalenderilerini inceler.
Ricault, Kalenderilerin belli dozlarda ağızda çiğnenerek ve tütüne karıştırılarak duman halinde
teneffüs edilerek esrar aldıklarını, vecde gelmede yardımcı olduğunu, ancak yersiz bir
şekilde kahkahalarla gülmek ve ya durup dururken hıçkırıklarla ağlamak gibi
belirtilere yol açtığını yazar.10 1890'da İzmir'de bulunan Matthes'in sokakta yarı çıplak
bedeni, omzunda baltasıyla dilenenlere rast gelmesi 19. yüzyılın sonlarına kadar kalender
meşrep dilencilerin varlığını göstermektedir.11 Osmanlı Arşiv belgeleri Kalenderi
dervişlerin Balkanlardan Orta Asya'ya kadar seyahat ettiklerini göstermektedir.12
DİLENCİ DERVİŞLER VE SULTAN
Seyyahlar, dilenci dervişlerle sultanların yakın ilişkisine dikkat
çekerler. Salomon Schweigger, sultanın yanına kolaylıkla girip çıkabilen
dervişlerden birinin sultana suikast düzenlemek istediğinden bahseder.13
Schvveigger'in sözünü ettiği suikast girişimi; II. Beyazıd'ın Arnavutluk
seferi sırasında gerçekleşti. Suikastan kurtulan sultan, uç beyleri nezdinde
sığınak ve destek bulan Rumeli'deki bu tür dervişlerin idamlarını ve
sürgünlerini hızlandırdı.14 Sultanın nezdine bu kadar rahat girip
çıkmaları Sultanın nezdinde bu tür dervişlerinin saygın yerini göstermektedir.
Osmanlı devletinin kuruluş döneminde dilenen Kalenderi dervişlerin devletin
kuruluşunda önemli misyonlar üstlendikleri bilinmektedir. Köprülü ve Barkan'ın
konu ile ilgili çalışmaları Barkan'ın Anadolu'nun Türkleşmesinde dervişlerinin
rolüne dair KolonizatörTürk Dervişleri çalışması özelikle anılmalıdır. Bu
alanla ilgili son dönemde A. Yaşar Ocak'ın çalışmaları dervişlerin ilk
dönemdeki rolünün yeniden gündeme gelmesi ve tartışılmasıyla sonuçlandı. Ocak,
çalışmalarında dervişlerin Sünni İslam anlayışından uzak, daha çok hetere- doks
bir anlayışta olduklarının altını çizer. Rum Abdalları diye bilinen Kalenderi
dervişler, seyyahların tamda tarif ettiği gibi “Nerede akşam orada sabah,
üstelikte bekar. Sırtlarında postları var, bellerinde Ebu Müslimi nacak denilen
bir baltaları var. Bununla gittikleri yerde konaklayacakları zaman odun
kesiyorlar, ateş yakıyorlar, icabında kendilerine saldıran vahşi hayvanları
öldürüyorlar. Boyunlarındaki keşkülle de gittikleri köy ve kasabalarda para ve
yiyecek dileniyorlar. Özellikle yerleşik hayatı tercih etmeyen Rum Abdalları
Osmanlı topraklarına yerleşip fetihlere katıldılar.”15 Ocak'a göre
bunlar geçimlerini sağlamak için gazalara katılıyordu. Bunlar 50- 60 kişilik
gruplarla Osmanlı topraklarına gelip sultanla ilişki kurup Bizans Topraklarında
bir takım fetihlere katılıyorlardı. Bu dervişlerden en önemlisi şüphesiz
Geyikli Baba'dır. Geyikli Baba müritleriyle beraber Kızıl Kiliseyi fethedince
baba meyhordur diye Orhan Gazi'nin ona 2 yük şarap ve 2 yük rakı gönderir.
Geyikli Baba ile Orhan Gazi arasındaki ilişki dervişlerle sultanın
yakınlığının bir işareti olarak yorumlanabilir. Bu dervişlerin gazalarda
gösterdikleri yararlılıktan daha önemli misyonu, Osmanlı hakimiyetini
meşrulaştırmalarıdır. Maiyetindeki dervişlerin dışında çok büyük bir
kalabalığa hitap edip sultanın meşruiyetini sağladılar.16 Ancak
heteredoks dervişlerin dünyada ve ahirette mutlak hakimiyete sahip olduklarına
dair iddialarından dolayı sultanlar, onlara karşı temkinli oldular. Osmanlı
sultanları bu tür zümreleri ya bertaraf etmeye veya vakıf tahsisleri yoluyla
kendilerine çekmeye ve bağımlı hale getirmeye çalıştılar.17
Kalenderiler, toplumun benimsediği normlara karşı çıkışları, otorite
tanımaz tavırları Selçuklu ve Osmanlı yönetimi için hep sorun teşkil etmiştir.
Söz konusu zümre mensupları toplumsal hareketlerde ön saflarda yer almıştır.
Baba İlyas ayaklanması gibi Şeyh Bedrettin'in sağ kolu diye bilenen Torlak
Kemal'in isyanında olduğu gibi Celali isyanlarında da Kalenderi gruplar ön
safta yer almışlardır.
Gerek tarihi kaynaklar gerek seyyahların anlatımlarında Osmanlı
toplumunda dilenenlerin çalışmayı ve kazanmayı hiçe sayan, geçimlerini
dilenmekle temin etmeyi kendilerine düstur edinen Kalenderi dervişler olduğu
görülmektedir. Derviş kelimesinin etimolojik anlamı da seyyahların gözlemlerini
doğrulayacak mahiyettedir. Nitekim Derviş: kapıdan kapıya dolaşan fakir
demektir. Aynı anlamda kullanılan bir başka kelime derbederdir. Farça kapı
kelimesi olan der ve den dan eki olan be den oluşur. Kapıdan kapıya dolaşan
anlamında kullanılır. Dilenci anlamında kullanılan bir başka kelime de torlak
kelimesidir. Genç hovarda kelime anlamı olmasının yanında hayvan postu giyerek
kapı kapı dolaşıp sadaka toplayan anlamında da kullanılır.
DİLENEN MEDRESELİLER
16. yüz yıl düşünüldüğünde dilenen hatta dilenmeyi kendilerinde bir hak
olarak gören grup şüphesiz medrese öğrencileri idi. Çocuklarının vakıfların
hizmetinden yararlanmasını sağlamaya çalışan Osmanlı köylüsü, onları
medreselerde okutmaya gönderdi. Artan öğrencilerin maliyetini karşılamayan
vakıflar, çaresiz kaldı. Medrese'de okuyan yada mezun olup iş bulamayan
öğrenciler 1550'lere gelindiğinde 30, 40 hatta 150 kişilik gruplar halinde
ayaklandılar. Başlangıçta köyleri talan etmediler ama cer (cerre çıkma medrese
öğrencilerinin üç aylarda köylere dağılıp halka dini öğütlerde bulunup namaz
kıldırmak veya müezzinlik etmek suretiyle para ve erzak toplaması, kurban,
nezir, adı ile salgın (salma: köyün ortak işleri için toplanan para) toplamakta
idiler.18 Sonradan bunlar kafi gelmedi pek çok köyü yağmalayıp talan
ettiler. Celali isyanlarının fitilini ateşlediler.
Celali isyanlarının 1550-1603 tarihleri arasında yaşandığı göz önünde
bulundurulursa bu dönem ve bu dönem sonrası Anadolu'daki büyük kargaşa ortamında
köylerden büyük şehirlere göç, dilenciliğin büyük çapta artışına sebep
olmuştur.Özellikle çift bozan taifesi büyük şehirde iş tutamayınca dilenmeyi
bir meslek haline getirdiler. 17. yüzyılda Devlet, dilencilere karşı bir takım
önlemler almaya çalıştı. Büyük şehirlere girişi izin belgesine bağladı.18. ve
19. yüzyılda büyük şehirlere göçün devam etmesi dilenciliğin artışında ve
devletin onlara karşı bakışında da değişimlere sebep oldu. Devlet onları
kontrol altına almanın yollarını aradı. III. Selim tahta çıktıktan sonra
İstanbul'a iş aramak amacı ile gelenleri saptayarak geri gönderme
girişimlerinde bulunmuş ancak başarı sağlayamamıştır. II. Mahmut özellikle 1826'dan sonra İstanbul'un
güvenliğini sağlamak, ayaklanma, hırsızlık ve
benzeri uygunsuz davranışların kaynağını oluşturanları kentten uzaklaştırmak için Men'i Mürur'u (geçişin
engellenmesi)19 başarı ile uygulanması, nüfus sayımı yapılarak,
kefilsiz işsiz kimselerin saptanıp şehir dışına çıkarılması, Se'ele (dilenciler) müdürlüğü ve ya fukara müdürlüğü kurdurma
girişimiyle dilenciliği kontrol altına almaya çalışmıştır.
Seyyahlar kendi ülkeleriyle kıyaslandığında dilenciliğin Osmanlı
topraklarında yine az oluşuna dikkat çekerler. Dilenciliğin az oluşunun sebebi
seyyahlara göre, yardım kurumların çokluğudur. Hemen her seyyah vakıflardan,
imarethanelerden bahsetmeden edemez. 1578-1581 tarihlerinde Osmanlı ülkesinde
bulunan Salomon Scheigger, aş evlerine dikkat çeker. “Bütün camii vakıflarında
imaretin yer aldığı bir bina vardır. Bunlar fakir ve bakıma muhtaç insanların
barındırılması değil, doyurulması için yapılmışlardır. Bir aşçı fakir ve
bakıma muhtaç insanlara burada yemek hazırlar. Mutat olarak her isteyene, etle
karışık pirinç yemeği, suyla karıştırılıp mayalandırılan irmikten yapılma
“boza” adındaki içki ve yanında da bir somun ekmek dağıtılır. Bu bağıştan zengin,
fakir, Hıristiyan, Yahudi veya Türk ayrımı yapılmaksızın herkes faydalanır.
Özellikle de yolcular için bu düzenleme çok faydalıdır. Her yolcu böyle bir
imarette üç gün kalıp bütün olanakları kullanır, ama süre üç günü geçerse
istismar kuşkusu uyanır ve kendisine yol gösterilir.”20
19. Yüzyıl'da Batı'da olduğu gibi OsmanlI'da deli, tembel, miskin gibi
kavramlar değişime uğrar. Aydınlanma düşüncesinden fazlasıyla etkilenen Genç
OsmanlIlar dilenmeye, tembelliğine karşı adeta savaş açarlar. Çalışma
kavramına yazılarında çok sık yer verirler.
Namık Kemal'in Sa'y (çalışma) makalesi bir kurtuluş reçetesidir. Osmanlı
çözülüşüne, geri kalmasına neden olan zihniyeti çözümledikten sonra yeniden
ilerlemesi için toplumu, insanı yeniden kuracak çözümlemeler içerir. Kemal,
"Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, hemen ölecekmiş gibi ahiret için
çalışın" hadisi gibi çalışma ve emeğin önemini öne çıkaran "bu dünya
hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir", "kişi için yalnız
çalışmanın karşılığı vardır" gibi kendi ifadesi ile ayetle,
"hikmetle, icma ile rivayetle tecrübe ile ibretle mübeyyendir ki insan
her ne hasıl olursu sa'y ile olur, insan her neye vasıl olursa say ile
olur."21 Necm Suresi’nin 39. Ayetini, say ve terakki makalelerinin
merkezine yerleştirir. Tanzimat Kuşağı, dünyayı yadsıyan tutumu tersine çevirmeye
çalışırlar. Dünyayı yadsımayan, dünyayı çalışarak cennete çevirmeyi öneren
hadisleri öne çıkarırlar.
Tanzimat Kuşağı, Avrupa'dan edindiği çalışma ve akıl kavramlarını, kendi
anlayışlarıyla harmanlayarak çalışan ve üreten bir toplum oluşturmayı amaçlar.
Tanzimat döneminde Osmanlı ülkesini gezen Fransız seyyahlar, Osmanlı
seyyahlarının aksine durağan ve atıl bir hayatı resmederler. OsmanlIların
düzenli bir çalışma tempolarının olmaması hayret vericidir; sanki tüm amaçları
keyif adını verdikleri mükemmel dinlenme durumunu yakalamaktır. Seyyahların
gözünde; Osmanlı ve Avrupa taban tabana zıttır.
Osmanlı pasif
ve tembel, Avrupa aktif ve üretkendir.27 Tanzimat Kuşağı, Avrupa'dan
edindiği hız, sürat, aktiflik, çalışma gibi kavramları, kendi dini değerleriyle
yorumlayıp halkı uyandırarak bir toplumsal dayanışma ve kalkınma sağlamayı arzu
eder. Ali Paşa1 nın "Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi ziraat,
ticaret, sanayi ve zanaatla uğraşmalıdır. En dayanıklı sermaye emektir.
Çalışalım; kurtuluşumuz çalışmamızdadır"23 sözleri dönemin
düşünsel eğilimlerini yansıtır.
Yeni OsmanlIların öncüsü Şinasi'nin Tasviri Efkar'da yayımlanan
“Dilencilerin Kaldırılması ve Himayesi” yazısı dönemin düşünce adamlarının
dilencilere karşı yaklaşımlarını yansıtması açısından kayda değerdir.
Şinasi'ye göre: Medeniyetin esası yardımdır. Medeni memleketlerde
muhtaçlara yardımda, çalışacak halde olup tembellik ve ahlaksızlık dolayısıyla
dilencilik edenlere iş bulunur. Memleketimizde muhtaçlara yardım dini vazife
olduğundan bir takım yardım kurumlan mevcuttur. Fakat bunların iyi işlememesi
ve halkın fazla cömertlik ve merhameti yüzünden dilenciler açıkta kalmış ve çoğalmışlardır.
Üzerinde durulması icap eden şey, dilencilerin muhtaçları ile bu işi tembellik
yüzünden meslek edinenleri ayırt etmek, hakikaten yardıma muhtaçları resmi ve
hususi ianeler sayesinde bu aşağılık halden kurtarmaktır. Dilencilerin şimdiki
halde kalmasını isteyenler, halk arasında onlara sadaka vermekten gurur duyan
ve bu gibi sefil insanların zilletini isteyenler olduğunu ileri sürer.24
Gerçekten sakatlıklarından dolayı çalışamayıp yardıma muhtaç oldukları
için dilenenler ile bu işi meslek edinenleri ayırt etmek hep sorun olmuştur.
Osmanlı Arşiv belgeleri yaşanan bu zorluğu gösteren belgelerle doludur.25
Şinasi'nin isabetle belirttiği gibi sorun insanların dilenmesi değil bundan
daha önemlisi onların dilenmesini kolaylaştıran insanların olmasıdır.
Yabancı devlet başkanı ve temsilcilerinin İstanbul'a gelmeleri dilencilik
konusunu tekrar gündeme getirdi. Devlet, yabancılara karşı sokaklarda
dilencilerin dilenmesini devletin imajı açısından doğru bulmuyordu.26
II. Abdülhamit döneminde fakir ve fukaranın hamisi olarak sultan, bir
Darülaceze yapılmasına karar verildi. II. Abdülhamit, 8 Şaban 1307 (30 Mart
1890) tarihli bir iradeyle sokaklarda dilenmekte olan kimsesiz çocukları, sakat
erkek ve kadınları, hem dilenme zilletinden kurtarmak, hem de eğitim ve
bakımlarını sağlamak üzere bir yer ayrılmasını, bu hususta alınacak tedbirleri
ve projeleri en kısa zamanda kendisine bildirilmesini istedi. 7 Nisan 1890
tarihinde Sultanın doğum gününde ikinci bir iradeyle kurulacak müessesenin
adının “darülaceze” olacağını bildirdi. 13 Nisan 1890 tarihli bir resmi tebliğ
yayınlandı. Bu tebliğe göre; çalışmaya muktedir olduğu halde dilenciliği
meslek edinenler memleketlerine gönderilecek, sakat ve kimsesizler için bir
darülaceze inşa edilecek; buraya alınacak kişilerde din ve milliyet farkı
gözetilmeyecek, kimsesiz ve sakat oldukları halde Darülaceze'ye başvurmayıp
dilenmekte ısrar edenler ise hapis cezası ile cezalandırılacaktı.27
Darüla- ceze'nin kurulmasıyla devlet resmen dilenciliği yasak etmiş oldu.28
Gerçekten yardıma muhtaç olanlar Darülacezeye, dilenciliği meslek edinenler
geldikleri şehirlere, dilenen çocukların eğer ailesi varsa kefaletle
ailelerine yoksa yetimhane olan Dârüleytama gönderildi.29 Burada bir meslek öğrenmeleri
sağlandı.
AVRUPA’DA DİLENCİLİK
Ortaçağ Avrupa'sında dilencilikle ilgili Osmanlı metni yoktur. Ortaçağ ve
yeni çağ Avrupası'nda Osmanlı ülkesine gelen seyyahların kendi ifadelerinden
hareketle tıpkı OsmanlI'da olduğu gibi gezgin din adamlarının, rahiplerin
dilencilikle geçindiklerini biliyoruz. Hatta bunların OsmanlI'ya
kıyaslandığında sayılarının daha fazla olduğu söylenebilir. Yeniçağ başlarında
Avrupa'nın askerleri aklı fikri para kazanmak olan uluslararası bir gruptu.
Bunlar kış gelip de sefer mevsimi bittiğinde ve savaş aralarında yollara
düşerlerdi. Dağıtılmış gerçek ya da sahte askerler ayrı bir dilenci kategorisi
içinde değerlendirilebilir. Fransızlar onlara Drilles, İtalya'da Formigotti
olarak bilinirdi. Bunlar 1620'lerin başında Parislileri sıkıntıya sokan Rougets
ve Grison çeteleri gibi soyguncular olabiliyorlardı.1650'den sonra bu paralı
askerler, yasa gereği askere alınanlarla gönüllülerden oluşan ulusal ordularla
yer değiştirdiler.30 Seferde olmadıkları zamanlarda kışlalarda
tutularak toplumdan uzaklaştırıldılar. Böylece onların dilenmesi ve toplumda
kargaşa yaratmaları önlenmiş oldu. Yeniçağ Avrupa'sında dilenciler Avrupa
kültürünün bir alt kültürü olmaktan çok bir karşı kültür idi. Dilenciler
çevrelerindeki dünyadan farkı oldukları gibi bu dünyayı da reddediyorlardı.
Değerleri kendi çıkarları doğrultusunda normal dünyadan tamamen farklı olarak
değerlendiriyorlardı. Normal dünyadan farklılık kendini dilencilerin kullandığı
dilde belli eder. Kendi dilleri ve jargonları vardı.31 Benzer bir
durum Osmanlı karşı kültürünün üyeleri için de geçerlidir. Dilenen
kalenderler, elekçiler ve Çingenler kendilerine ait bir dil, bir jargonla
konuşurlardı. Abdallar bu yüzden çoğu kez Çingene ve elekçilerle ortak
yaptıkları işten dolayı (demircilik ve kalaycılık) aynı grup içinde değerlendirilmiştir.32
Dilencilerin karşı kültürüne karşı toplumun egemenleri kanunlarla toplumu bu
arada dilencileri hizaya getirmenin çarelerini arıyorlardı. Çünkü dilenciler
kurmayı düşündükleri dünyada olumsuz bir tip olarak tehlike arz ediyordu. XVII.
Yüzyıl “herkesin çıkarları” adına yalnızca fakirlere değil aynı zamanda
toplumun bütün yararsız ilan edilen unsurlarına çalışmayanlara yönelen bir
hizaya sokma eylemine girişin yüzyılıdır. Fakir sayısındaki kaygı verici artış
(XVI. Yüzyılın tümü boyunca süren nüfus artışına ve aynı yüzyılın sonunda
başlayıp, XVII. Yüzyılda ağırlaşacak olan ekonomik bunalıma bağlı olarak)
kendini dilencilik, serserilik ve hırsızlık biçiminde gösterip, zorunlu bir
tatbikata yol açmıştır. Paris parlamentosu daha 1532'de kentteki dilencileri
“ikişer ikişer zincire vurulmuş olarak” lağımlarda çalışmaya zorlanmak” üzere
tutuklamışlardır.
Dilenciler, serseri ve yoksullar ve deliler Ortaçağ boyunca Tanrı'nın
fakirlere ayırdığı pay anlayışı sayesinde korunmuşlardı. İsa'nın bir gün fakir
kıyafetine bürünerek geleceği anlayışı, yoksulluğu yüceltmiş ve böylece
yoksulun Tanrı tarafından gönderilmiş biri olabileceği düşünülmüştür. Yoksul,
kutsal yoksulluk. Deliler, dilenciler toplumun enkazları kentten kentte
serserilik etmekte ve bu kentlilerin her biri onları surlarının içinde
barındırmakta idi. Yeniçağ Avrupa'sı Rönesans insanı dünyayı farklı görmekte
farklı değerlendirmektedir. İsa'nın yoksulluğundan vaat edilmiş ertelenmiş
öteki dünyadaki mutluluktan şimdi dünyada mutluluğa, yeryüzünün cennet
yapılması düşüncesine çevrilirken, dilenciler ve aydınlanma despotizminin
şiddetini en çok üzerlerinde hisseden deliler toplumdan dışlanmaya
başlanmıştır. O zamana kadar Tanrının gölgesinde korunan deliler, fakirler,
dilenciler, XVII. Yüzyılda kapitalist düzen ve verim tutkunu devletin
zihniyeti yüzünden toplum düşmanı ilan edilmişlerdir. Avrupa'nın tümünde hem
Protestan hem de Katolik kesimde yoksullar, hastalar, işsizler deliler (bazen
aileleriyle birlikte) her tür suçlunun yanına acımasızca kapatılmışlardır.
Michael Foucolt bu kapatmayı büyük kapatma olarak ifade eder.33 Bu
amaçla çok sayıda kurum oluşturulmuştur. Hastaneler, yardım atölyeleri,
vvorkhouse, zückhauseler. Adları her ne olursa olsun bunların hepsi de katı
kışlalardır bir de üstelik zorunlu çalışma atölyeleridir. Fransa'da genel
hastane'yi kuran ve aynı zamanda yepyeni bir toplumsal siyaset örgütleyen 1565
kanunnamesinden sonra, Paris'te yaklaşık yüz kişiden biri hap- sedilecektir. Bu
baskının katılığı ancak XVII. Yüzyılda azalacaktır.34
Avrupa insanın dünyayı yeryüzü cennetine dönüştürme düşünü ilk kez Lale
Dev- ri'nin Fransız elçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmet fark eder. Kafirlerin
cenneti Avrupa'yı yerinde gözlemler. Düzgün yolların temiz caddeler, herkesin
bir işle uğraştığı bir ülkedir. III. Selim'in sırkatibi ve Nizamı Cedit'in
teorisyenlerinden Ratib Efendi Avusturya örneğinden hareketle, Avrupa refahında
çalışmanın önemine dikkat çeker.
"Hiçbir karye ve şehir ve kasabada boş ve issiz adam bırakmazlar.
Meğer ki kişizade olup, iradi ola. Zira kırk gün "Allah için deyü bir
sail feryat etse bir akçe ve bir lokma kimse vermez, açlığından helak olsa
kimsenin umurunda değildir. Kat'en terah- hum yoktur. Bu cihetten Avrupa sail
olmaz"35
Osmanlı ile bir karşılaştırma yapar ve Osmanlı sultanının
yardımseverliğine övgüler düzer ve ebediyen öyle kalması için dua eder. Ratib
Efendi'nin Avrupa eleştirisi yoksullara ve dilencilere karşı acımasız kanunlar
ve muameleler konusundadır36 Avrupa'daki çalışma düzeni, seyyahları
etkiler. Baş döndürücü bir tempoyla insanlar, arı gibi çalışıp dünyayı cennete
dönüştürmeyi başarırlar. Avrupa çalışma hayatı, seyyahların kendi ülkelerine
bakışlarını çevirmelerine ve yeniden bakmaların sebep olur. Çalışma ve
tembellik karşıtlığı çerçevesinde Avrupa ve OsmanlI'yı değerlendirirler.
Tanzimat'ın mimarlarından Sadık Rıfat Paşa, Ratıp Efendi gibi büyük
kapatmadan bahseder. “Mahalle aralarındaki fakir, hasta ve sakatların büyük
hastane ve tımarhanede bakıma alınması sebebiyle sokaklarda serseri ve deli
bulunmaz. Fakirlerin sakat olmayanları fabrikalarda çalıştırılır. Bu yüzden
sokaklarda dilenci görülmez” 1838 tarihli Resimli Seyahatnâme'de Avrupa
çalışma hayatı üzerinden iki ülke ve kültürü karşılaştırılır: Avrupa'nın gece
gündüz çalışarak ilerlediği İslam ülkelerinin de çalışarak ilerleyebileceğini
ileri sürer Seyahatname yazarı, Avrupa'nın sanayi tahsiline önem vermesi ve
çalışması sayesinde zenginleştiğine dikkat çeker. Seyahatnâme yazarının
çalışkanlık- tembellik, cehalet üzerinde kurduğu ilişki, Ceride-i Havadis'te
"Tembellik ve Cehalet" başlıklı yazıda tekrar edilir. "Sabır ve tevekkül ile
hak taala rezzaktır" deyip tembellik eden insanların yiyip giymeye ve
şehvaniyete gelince her şeyin güzelini ve iyisini aradıkları, ticaret ve
san'ata heves etmemeleri, devletin bunlara merhamet edip, yardım etmesi eleştirilir. Çocukların
okuma yazma ve sanat öğrenmeye özendirilmesi, devletinde bu yolda çalışması
gerektiği önerilir.37
1840'larda Avrupa'da bulunan Mustafa Sami, Paris halkının tam bir
tutumluluk içinde gece gündüz hizmet ve mesleklerinde çalıştıklarını belirtir.38
1852'de Seyahat- nâme-i Londra yazarı, Londra'da halkın çalışmasına dikkat
çektiği gibi, sınıf farklarına, zenginlerle fakirlerin durumuna dikkat çekmeyi
de ihmal etmez. Yazar Avrupa'da dilenciliğin yasak olmasından dolayı
fakirlerin dilenmek gibi bir yolları olmadığını için üç kuruşa anca karın
tokluğuna çalıştıklarını belirtir. Çalışmaktan kaçanların ise son çare olarak
suç işleyip hapse girdiklerini böylece yatacak yer ve yiyecek bulabildiklerini
yazar.39 Hayrullah Efendi de Paris ahalisinin kâra düşkün
olduklarını, vakitlerini boşa ge- çirmeyip, herkesin bir şeylerle meşgul
olduğunu, tembel ve cahil insaniarın hoş karşı- lanmayıp hor görüldüğünü, Paris
şehrini yeni gören bir yabancının, ahalisinin gece gündüz fabrika gibi yerlerde
işler gördüğünü ve acayip bir hal ve harekatın olduğundan bahseder.40
Osmanlı seyyahları Avrupa'da fakirler için yapılan imarethanelerden
bahsetmeyi ihmal etmezler.Seyahatname-i Londra Yazarı fakirleri için çeşitli
imarethane ve gusül- haneler yapılmışsa da yeterli olmadığını söylerken
Abdülaziz'in Avrupa seyahati esnasında maiyetinde bulunan Ömer Faiz Efendi
“Paris'te fakirler kendi hizmetlerini kendileri görerek yemek yerler.
Tabaklarını alır, az bir para ile yemek doldurur, temiz masada otururlar.
Yemekleri bittikten sonra tabaklarını bulaşıkhaneye bırakıp masayı temizleyerek
çıkarlar. İmarethaneleri Paris belediyesi hiç kar gözetmeksizin işletir. Yemekler
hiç fena olmayıp, hatta az gelirli memur ve işçi ve talebeler buralarda yemek
yerler.” Osmanlı seyyahları AvrupalI insanların fakirler karşısındaki
durumlarını da gözlemlemeden edemezler. Zenginler şöhret merakıyla yardım
derneklerine yardımda bulunurlar, sokakta dilenen, sokakta yaşayan ve çoğu zaman
da soğuktan ölenlere yardım etmezler. Gazeteler yardım derneklerine para
verenlerin listesini yayınladığından şöhret düşkünü zenginler yardım
derneklerine para vermeyi seçer.41
Osmanlı seyyahları Avrupa'daki kışla, hastane ve tımarhanelerin Avrupa'daki
durumuyla ilgili bilgiler verirler. Mustafa Sami Efendi Avrupa hastanelerinin
bakım ve temizliğine hayran kalır. Tımarhaneyi gezen Sami Efendi, "Bizim
memleketimizde deli kötek ile uslanır denilmesinin akılsızca bir söz
olduğuna"42 kanat getirir. Kaderin garip cilvesine bakın ki
Sami Efendi delirerek ölür.
Pek çok seyyahın aksine Yeni OsmanlIlar, Avrupa'yı okuyucularına yer yüzü
cenneti için örnek gösterdiklerinden Avrupa'da yaşanan sefahat ile sefahatin
iç içeliğin- den bahsetmeyip yalnızca sefahati, bayındırlığı, refahı anlatmayı
yeğlerler.
Avrupa'daki gibi bir servet ve zenginlik, Namık Kemal'e göre; ancak
çalışma ile olur. Kemal'in bu düşüncesi, Avrupa anlatımını bütünüyle etkiler.
Osmanlı insanını çalışmaya teşvik etmek için Avrupa'yı bir simge olarak
olduğundan farklı, abartılı bir şekilde anlatır. Kemal'in Avrupa'sı Avrupa
gerçeğinden çok uzaktır. Zaten Kemal'in amacı da Avrupa gerçeğini ortaya
koymak değildir. Avrupa, onun için insan çalışması ve emeğinin somut bir
göstergesidir. Kemal, okuyucusuna medeniyetin mucizesi olarak Avrupa'da
Paris'ten çok havası, fabrika dumanlarından kararmış Londra'yı gösterir.
Namık Kemal, Londra'nın çalışma hayatına dikkat çeker. "Hâzinelere
sahip ashab- ı servet seksen yaşında olduğu halde yine mağazasına gidip
akşamlara kadar aylıklı hizmetkar gibi işleyen"43 insanlar
Kemal'i etkiler. Medeni ülkelerde tabıat-ı beşerin tabiatı aleme hükmettiğine
kanaat getirir. Hiçbir mülkün hiç bir tarafında ayıklanmağa muhtaç göl,
köprüsüz bir nehir, intizamsız bir yol, şimendifersiz bir şehir, limansız bir
sahil, rıhtımsız bir liman görülmediği bütün bunların daima çalışma ve ilim ile
olduğuna hükmeder. Kendi ifadesi ile "daima sa'y ve ilim cihetleriyle
masruf olan fikr-i hakikat kuvvetiyle öyle bir cihan-ı refâhiyet peyda
etmişler ki bir türlü mübalagat ile muhat olan İran hayalat-ı şairanenin Hint
ve Çin'de tasvir ettiği cevherin kaleler, zerrin saraylar, rengin gülistanlar
yanında hiç kalır"44.
Kemal, Londra'yı binbir gece masallarında bile olmayan bir şehir olarak
takdim eder. Oysa Kemal'in Londra'sı, sefaletle sefahatin iç içe geçtiği, sınıf
çatışmalarının gittikçe arttığı; fabrikalarda insanların çalışmasına rağmen
yoksulluk ve sefaletten kurtulamadığı, hırsızlığın, dilenciliğin kol gezdiği
bir yerdir. Anlaşılan Namık Kemal, şehrin arka sokaklarını, gettolarını
görmezden gelmeyi yeğlemiş. Namık Kemal'in terakkiyi yazma niyeti, Londra'nın
sefaletini gizleyip sefahatini öne çıkarmasına neden olur. Namık Kemal'in asıl
amacı, Londra'yı örnek gösterip halkı uyandırmak, onları çalışmaya teşvik
etmektir.
Namık Kemal, bakışını yeryüzü cenneti Londra'dan Osmanlıya çevirir.
Londra'dan sonra Osmanlı, yeryüzü cehennemi gibidir. Avrupa'dan baktıklarında
Osmanlı virane, köhneleşmiş bir haldedir. Osmanlı Aydını örneği tıpkı, insanlar
gibi toplumlarında kendisini öteki üzerinden anladığı hatta kurduğunu bir kez
daha bize gösterir. Tanzimat dönemi yazınının temel özelliği, Avrupa ve
OsmanlInın eş zamanda ele alınıp, Avrupa tahlillerinin sonucunun Osmanlı
tahlillerini yönlendirmesidir. Kemal'in yazıları bu türün en tipik
örneklerindendir Kemal, terakki yazısının sonunda kendi ülkesinin sorunlarını
karamsar bir hava içinde ele alır.45 Kemal, aza kanat eden, bir
lokma bir hırka zihniyetinin OsmanlI'nın köhneliğindeki rolüne işaret eder.
Osmanlı çöküşünün tespitini yapıp teşhisi koyduktan sonra çözüm yolları,
geliştirir. Kemal, çözüm yollarını sıralarken gelecekten ümitlidir. Halka
seslenir. Ey ihvan-ı vatan, nice bir bu zalam-ı gaflet? Nice bir bu hab-ı
tenperestane? İdrakten mi kaldık? Biz de bir fen öğrenmeye çalışalım. Ellerimiz
tutmaz mı oldu? Bizde yeni bir şey yapalım da meydana çıkalım.”46
SONUÇ
Osmanlı ülkesini gezen seyyahlar ağırlıklı olarak dilenen dervişleri
anlatmayı tercih ederler. 16. yüzyıl OsmanlI'sında dilenen dervişlerin
Selçuklu'dan OsmanlI'ya taşındığı ve ağırlıklı olarak Hint mistizminden
etkilendikleri görülmektedir. Dilenen kalenderi dervişler toplumsal hareketlerde önemli rol
oynarlar. Osmanlı devletinin kuruluşunda Sultanın meşruiyetine katkı sağladıkları gibi
uçlarda gazalarda ön saflarda yer alırlar. Sultanla ilişkileri ilerleyen yıllarda
bozulur. Sultan hem dünyada hem de öteki dünyada kutupluk iddiasında olan derviş
gruplarına karşı temkinli davranırken dervişlerde OsmanlI'dan bulamadıkları
desteği Osmanlı devletiyle başı hoş olmayan Anadolu'dan giden Türkmenlerin kurduğu Safavi
devletinden bulurlar. Osmanlı Ülkesinde yaşamaya devam eden Kalenderi dervişler varlıklarını
19. yüzyıla dek sürdürdükleri anlaşılmaktadır. 19. yüzyıla kadar Kalenderliğin
ve kalender meşrep anlayışın devam ettiğini yine seyyahlar göstermektedir. Ayrıca 19.
yüzyılda seyyahlar Türklerdeki atalet ve tembelliğe dikkat çekerler. Türkler adeta ölmeyi
beklemektedir.
Osmanlı seyyahları 18. ve 19. yüzyıl Avrupası'nda dilencilik ve fakirlik
konusunda gözlemlerde bulunurlar. Seyyahların pek azı Paris ve Londra'nın kenar
mahallerindeki sefaleti, açlığı ve ölümleri anlatır. Daha çok çalışma ve refah
arasında kurdukları ilişki bağlamında OsmanlI'daki atalet ve tembelliği
anlatmayı yeğlerler. Çalışma kavramını merkeze alan kurtuluş reçeteleri
üretirler. Avrupa'daki kadar acımasızca olmasa da tembelliği ve dilenciliği
ortadan kaldıracak yasal düzenlemelere gidilmesi gerektiğini düşünürler.
Avrupa'da sanayi devrimiyle birlikte iş gücüne olan ihtiyaç artı. Çalışma
kavramı toplumsal yaşamda önem kazandı.
Ortaçağ boyunca Tanrının himayesi altında yaşayan yoksullar yeni çağda
toplum için tehlike arz etmeye başladı. Pek çok Avrupa devleti insanını
çalışmaya zorlayan yasalar çıkardı direnenleri hapishane ve tımarhane gibi
yerlere kapatma yoluna gidildi. Dilencilik yasaklandı. OsmanlI'da dilenciliğin
yasaklanması 20. yüzyılın başlarında gerçekleşti. Dilencilik yapan çalışmaya
gücü yetmeyenler darülacezeye, gücü yetenler çalışmaya zorlandı. Dilenmekte ısrar
edenler hapsedilmeye başlandı. Her iki toplumda da dünyaya bakışlarının
değişmesiyle birlikte toplumsal yaşamda önem arz eden kavramlar da değişti.
Toplumun laik ve dünyevileşmesine paralel olarak dilencilik, delilik,
tembellik gibi kavramlara karşı bakışı değişti. Çalışmayı öne çıkaran
tembelliği yeren yeni bir anlayışla aktif, dinamik ve refah toplumu düşü Genç
Osmanlı düşüncesinin nirengi noktasını oluşturdu.
Modernleşmenin öncü isimleri Yeni OsmanlIlar yeni bir toplum düşüncesinde
Avrupa'dan fazlasıyla etkilendiler. Hatta zaman zaman kendi toplum idealleri
için Avrupa'yı kendi düşünceleri doğrultusunda kurguladılar. Bunun en güzel
kanıtı Yeni OsmanlIların son temsilcisi şairi azam ustası Namık Kemal'in
resmettiği yeryüzü cenneti Avrupa'yı bambaşka bir gözle anlatır.
Abdülhak Hamid, Avrupa'da sefaletle safahatın iç içe olduğunu, Paris cennetini
ancak çok zenginlerin yaşadığına dikkat çeker. "Kiliselerden ziyade
bankaları mukaddes biliyorlar, Papazları sarraflar, mabutları da paradır.
Tabiat denilen sani'i ezeli basir olsa bu memleketin kendi asarından olmadığını
görürdü. Fransızların cenneti de cehennemi de Paris'tedir. Kimin bir külliyetli iradı varsa o adam cennetlik
addolunur."47
Dipnotlar
Ruy Gonzales de Clavijo, Anadolu Orta Asya ve Timur,
çev. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul: Ses Yayınları, 1993, s.88
Oqier Ghislain de Busbecq, Türkiyeyi Böyle Gördüm,
çev. Recep Kibar, İstanbul: Kırk Anbar Yayınları, 2002, s.73.
N. De Nikolai, Dele Navigationi, Venetia, 1580, s,
109; Gülgün Üçel Aybet, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve
insanları, İstanbul: İletişim Yay., 2003, s.348 Busbecq, age, s. 72
Salomon Schvveigger, Sultanlar Kentine Yolculuk, çev.
Türkis Noyan, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2004, s. 195-196.
Schvveigger, age,s.196.
Mesnevi Tercemesi ve Şerhi, Çeviren ve Şerheden
Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul: İnkılap ve Aka Yayıncılık, 1984, C.V-VI,s.256.
Osman Turan, “Selçuk Türkiye'si Din Tarihine Bir
Kaynak: Fustat ula dele fi Kava'id is Saltana”,Fuat Köprülü Armağanı, Ankara:
Dil tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1953, s.538.
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı
imparatorluğunda Marjinal Sufilik: Kalenderiler, Ankara, 1992, s.6 Ocak, age,
s.112, XVIII. yy İstanbul'a Dair Garip Bir Risale yazarı “ şeyhine tabi olmayan
dedeler; ve şaki olan dervişler ve bi namaz olan ışıklar, esrarı çok yayak
abdallar, ve pirlikte ak sakalın cunun vari kırkup yiğitlene koca pelidler, ve
ak sakalı sinede kılığı kıyafeti yerinde kal'e kapılarında yasakçı, kapucı ve
bac- dar olan sail gelip geçenin önüne durup avuç açanlar diyerek kalenderi
dervişleri ve dilenenlere karşı sert eleştirisiyle dikkat çeker. XVIII. yy
İstanbul'a Dair Garip Bir Risale, Haz. Hayati Develi, İstanbul: Kitabevi Yayınları,
1998, s.22.
Derviş Mehmet’e Derviş Süleyman isimli Kalenderan zümresinden iki derviş
Rusya'ya boğazlardan gitmek için izin belgesi istemek için devlete baş
vururlar. Dilekçelerinde pek çok garaip ve acaiplikle karşılaşıp pek çok yer
gördüklerini de ifade ederler. BOA.C.H.R Dosya No:13 Gömlek No:639, Hicri 1214.
Schvveigger, age, s.195.
Halil İnalcık, “Aşıkpaşazade Tarihi Nasıl Okunmalı?”
Söğüt'ten OsmanlI'ya, Derleyen Oktay Özel, Mehmet Öz, Ankara : İmge Yayınları,
2000, s, 137.
A. Yaşar Ocak, “Osmanlı Devletinin
Kuruluşunda Dervişlerin Rolü” Osmanlı Devletinin Kuruluşu Efsaneler ve
Gerçekler, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2000, s.73.
Ocak, agm,s.71 İnalcık, agm,s.137.
Mustafa Akdağ, “Medreseli isyanı”, İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, 1949, C.1, S.4, s.362.
Men'i Mürür'un uygulanması ile ilgili bkz. Musa
Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri'nin Sosyal ve Ekonomik Yapıları,
Ankara 1991 ,s.71.
Schvveigger, age, s. 128.
Namık Kemal, "Sa'y" Mecmua-i Ebuzziya, 15
Muharrem 1298, Cl Cüz 9, s 257-260.
Arzu Etensel İldem, Fransız
Gezginlerin Gözüyle Türkler ve Yunanlılar, İstanbul, 2000 .
Fuat Andıç, Sadrazam Ali Paşa, Hayatı Zamanı ve Siyasi
Vasiyatnâmesi, İstanbul 2000 s. 77.
Şinasi, Makaleler Külliyatı IV, Haz. Fevziye Abdullah
Tansel, Ankara: Dün-Bugün Yayınları, 1960, s. 70. B.O.A, Hat, Dosya No.192,
Gömlek No: 9415 (29. Z.1203); A.MK (MHM Dosya No:472 Gömlek No: 20 19 Za 1290;
DH.MKT Dosya No: 1574, Gömlek No: 87 1306, DH. MKT Dosya No:2379 Gömlek No: 131
28 Ra 1318; YPRK.ZB, Dosya No: 12 Gömlek No: 46, 28 R 1311. Dilencilik
konusunda halkın şikayetleri, devletin gerçekten yardıma muhtaçları koruma
altına almaya çalışıp, çalışacak durumda olanların memleketlerine iade
edilmesine dikkat çekmektedir.
26-
Yusuf Akçura, Alman İmparatoru VVİlhem İstanbul'a
gelmeden önce İmparatorun geçeceği caddelerin ve mesela Çemberlitaş civarındaki
bakkal barakalarının yıkıldığını ve mezbele olan arsaların önlerine tahta
perdeler çekilmiş olduğundan bahseder. Yusuf Akçura, Hatıralarım, Haz. Erdoğan
Murat, Ankara: Hece Yayınları, 2005, s. 62.
27-
Hidayet Y. Nuhoğlu, “Dârulaceze”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul-1993, C.8,s.513
28-
B.O.A. DH.MKT, Dosya NO:2165 Gömlek No:36, 25 N. 1316.
29-
Hidayet Y. Nuhoğlu, “Dâruleytam”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul-1993, C.8,521
30-
Peter Burke, Yeniçağ Başında Avrupa Halk Kültürü,
çev.Göktuğ Aksan, Ankara: İmge Kitabevi, 1998, s. 58.
31-
Burke, age, s. 62.
32-
Ahmet Çaferoğlu, “Gizli Diller” Fuat Köprülü Armağanı,
Ankara: Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları 1953, s. 77-79
33-
Foucoult, hapishane ve tımarhanenin doğuşunu büyük
kapatmayla ilişkilendir. Michel Foucoult, Deliliğin Tarihi, çev. Mehmet Ali
Kılıçbay, Ankara:imge Kitabevi,1993
34-
Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, çev. Mehmet
Ali Kılıçbay, Ankara:, imge Kitabevi, 1996, s. 342- 343.
35-
Sema Arıkan; Nizamı Cedit'in Kaynaklarından Ebu Bekir
Ratib Efendi'nin Büyük Lâyihası, İstanbul 1996, İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi s. 354.
36-
Michel Foucolt, Büyük kapatma olarak nitelendirdiği;
Avrupa'nın bir çok ülkesinde özellikle Fransa'da yoksullar ve dilenciler için
kanunlar çıkarılmış, dilencilerin lağımlarda çalışılması zorunluluğu getirilmiş
daha sonrada çok sayıda dilenci ve fakir hapsedilmişti. Ratıb Efendi Lâyiha'da
Osmanlı devlet adamı olarak Büyük Kapatmayı gözlemlemiş ve tepki göstermiştir.
37-
"Tembellik ve Cehalet" Ceride-i Havadis, 1
Ağustos 1843, No:141 Kaplan, Enginün, Emil, a. g. e, C. I, s. 60-61 den naklen
38-
Mustafa Sami Efendi, Avrupa Risalesi, Haz. Remzi
Demir, Ankara: Gündoğan Yayınları, 1996, s, 106.
39-
Seyahatnamei Londra, İstanbul 1852, s,53.
40-
Hayrullah Efendi, Yolculuk Kitabı, (Yazma) Dil tarih
Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi) s. 344.
41-
Baki Asıltürk, Osmanlı Seyyahlarının Gözüyle Avrupa,
İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2000, s.561.40
42-
Mustafa Sami Efendi, a.g.e, s, 109-112.
43-
Namık Kemal, "Terakki" İbret Teşrinisani
1872, No:45, Mustafa Nihat Özün; Namık Kemal ve İbret Gazetesi, İstanbul, 1939
186 dan naklen
44-
Namık Kemal, a.g.m, Özün, a.g.e, s, 186 dan naklen
45-
Namık Kemal, a.g.m, Özün, a.g.e, s, 188.den naklen
46-
Namık Kemal, a.g.m, Özün, a.g.e, s, 188 den naklen
47-
Gündüz Akıncı, Abdülhak Hamit, Hayatı ve Eserleri,
Ankara, 1954., 151
HİCAZ'A HAC İÇİN GELİP GERİ DÖNMEYEREK DİLENCİLİK YAPAN
AFRİKALI DİLENCİLER (TUKRÛRÎLER)
GİRİŞ
Dünyanın en eski mesleklerinden birisi olan dilencilik Osmanlı Devleti'nde
özellikle İstanbul ve Hicaz için daima ciddi bir mesele olmuştur. Osmanlı
Devleti'nin son zamanlarında Darülaceze'nin varlığına rağmen dilencilik ciddi
boyutlara ulaşmış, II.Abdülha- mid'in tahttan indirildiği 13 Nisan 1909 (31
Mart vak'ası)'dan sonra da Zaptiye Nezareti kaldırılıp Emniyet-i Umumiye
Müdüriyeti kurularak hemen akabinde Serseri Nizamnamesi çıkarılmıştır. Bu
nizamnameyle polisin yoksullar üzerindeki müdahalesi meşrulaşmış ve bu da
İstanbul'da öteden beri var olan dilencilik sorununa karşı daha sert ve kapsamlı
bir mücadele başlatılmasına neden olmuştur. Bir dilenci yakalandığında belediyeye
çalışmaya, doğduğu yere veya uygun bir yere sürgün olarak gönderilmiştir. OsmanlI'da dilencilerin dilenmek için genellikle
İstanbul ve Hicaz'ı seçtikleri görülmektedir. Bu iki yerin maddi ve manevi
havası dilencilere daha uygun bir ortam sunmuş olmalıdır ki 1730-1923 arasında
dilencilikle ilgili belgelerin büyük kısmı İstanbul ile ilgili olup Hicaz ve
hac ile ilgili olanlarına da rastlanmaktadır. Bizim üzerinde duracağımız konu
da Hicaz'a hac vasıtasıyla gelip, geri dönmeyerek dilencilik yapan Osmanlı
tebeasından olmayan Afrikalı dilencilerdir. Arşiv belgelerine göre hac
farizası için Hicaz'a Afrika'dan pasaportsuz olarak gelip, dönmeyerek dilencilik
yapan Tukrurî denilen Afrikalı dilencilerin artması üzerine durum Hicaz
Vilayeti'nce merkeze bildirilerek önlem alınması istenmiştir. Yazışmalar
sonucunda vaktin darlığından dolayı oradan gelecek hacıların haberdar
edilemeyeceği ve birçok mahzura yol açacağı Almanya sefaretinden
bildirildiğinden bunların pasaportsuz olarak Hicaz'a girememeleri konusunda
alınan tedbirlerin hemen değil, bir sonraki hac mevsiminde uygulanması
kararlaştırılmıştır.
DİLENCİLİK
Dilencilik dünyanın en eski mesleklerinden birisi olup yardıma muhtaç
olduğunu iddia ederek başkalarından yiyecek veya para istemek temeline
dayanır. Dilenme OsmanlI'da Arapça tese'ül kelimesiyle karşılanmış ve bu işi
yapana sâil denilmiştir. Dilenmeyi meslek haline getirmek hiçbir zaman
onaylanmayan ve gerçekten yoksulluktan dolayı bir şeyler dilenip isteyenlere
zarar verdiği düşünülen bir hareket olmuştur. "Onların mallarında dilenci
ve yoksul için bir hak vardır."1 ayetinde bizzat “sâil”
kelimesi geçmektedir. Bu ayette geçen “sâil” kelimesi tese'ül eden, yani
dilenen demektir ve çoğulu “se- ele”dir. Hadis-i şeriflerde dilenmenin sevimsiz
ve Allah katında hoş olmayan bir iş oldu-
Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
ğu
bildirildiğinden asgari düzeyde geçimini sağlayıp çalışabilecek durumdaki bir
kişinin dilenmesinin asla caiz olmadığı kabul edilmiştir. “Kişinin iplerini
alıp dağa gitmesi, oradan sırtında bir deste odun getirip satması, onun için,
insanlara gidip dilenmesinden daha hayırlıdır; insanlar istediğini verseler de
vermeseler de”2 hadisinde dilencilik yapmak asla onaylanmamıştır.
Ama, “Dilenci at sırtında da gelse ona veriniz” hadisiyle de dilencinin boş
çevirilmemesi tavsiye edilmiştir. Bu iki durumun esprisi “İsteyenin bir yüzü
kara, vermeyenin iki yüzü kara” atasözünde de vardır. Her ne kadar bu hadisin
uydurma olduğu söylenmişse de düstur açıktır: zaruret halinde ve dilenme
zilletine düşmüş bir kimseyi geri çevirmeden büyüklük yaparak vermenin
gerekliliği anlatılmıştır. Yani geleni, isteyeni geri çevirmeme, kalbini kırıp
göndermeme esastır. Bu düsturların kaynağı Kur'an-ı Kerim'de “Sâili
(dilenciyi) de azarlama”3 ayetine dayanmakta olup dilencilere bir
şey verilmese de kalplerini kırmadan güzellikle savılmalarının gerekliliği
ifade edilmektedir. Öte yandan Kur'an-ı Kerim'de malın infak edileceği yerlerden
birisi olarak da dilenciler gösterilmiştir.4
Tarih boyunca binlerce kişinin geçimini sağladığı bir meslek biçimine
dönüşerek günümüze kadar gelmiş olan dilencilik devletlerin, yerel yönetimlerin
başını ağrıtan bir mesele olmuştur. Mesele sadece dilenmek olmayıp, bunun
getirdiği birtakım çevresel kirlilik ve sağlığı tehdit edici boyutlar da
bulunduğundan dilencilikle mücadele en mühim meselelerden birisi olmuş ve
olmaktadır. Gerçekten yardıma muhtaç olan çok az sayıdaki dilenci, yoksul,
hasta ve sakat görünerek toplumun merhamet duygularını sömüren ve bazen de ele
geçirdikleri çocukları sakat bırakarak onlar vasıtasıyla kolay ve haksız kazanç
sağlayan sahtekarlar yüzünden haksızlığa uğramışlardır. En yaygın dilenme
şekilleri köşe başlarında bekleyerek, sokak ve çarşılarda gezerek, kapı kapı dolaşarak
ya da dilenci görüntüsü vermeyip yakıtın bitmesi, cüzdanını kaybetme gibi
mazeretler ileri sürerek yapılanlarıdır. Daha ziyade batıda görülen, bir musiki
aleti çalarak dilenme şekli de görülebilmektedir. Günümüzde dilenciliğin artık
bir sektör haline geldiği, dilenci çetelerinin oluştuğu, dilencilerin cep
telefonu ile haberleşerek kontrollere karşı önlem aldıkları, hatta başkasına faizle
borç veren dilencilerin bulunduğu görülmektedir.
OSMANLI’DA DİLENCİLİK
Osmanlı Devleti'nde yardımı hak eden fakirlerle etmeyenler arasında,
özellikle de dilenciler konusunda daima bir ayırım yapılmış, çalışamayacak
durumdaki dilencilere dilenci ruhsatı verilerek denetim altında dilenmelerine
göz yumulmuş; çalışabilecek durumda olduğu halde dilencilik yapanlar ise
yakalanıp çeşitli cezalara çaptırılmıştır. 16.yüzyılda OsmanlI'da dilencilik
özellikle İstanbul'da en büyük meselelerden biri olmaya başlamış, 17. yüzyılın
ortalarına gelindiğinde ise dilenci sayısı epey artmıştır. Gittikçe büyüyen bu
mesele karşısında 18.yüzyılın sonlarından itibaren dilencilere yönelik
politikaların değiştiği ve ferdî üretkenlik kapasitesinin önemsenerek bedensel
tecziyelerden ziyade terbiyevî uygulamalara gidildiği görülmektedir. Devletçe
meşru görülen ve yardımı hak eden fakirlere yaklaşımda değişikliklerin olması
dilencilere de yansımış ve müspet politikalar uygulanmıştır. 18. yüzyıldan önce
meşru dilencilere göz yumulurken 18. yüzyılın ortalarından itibaren sadece
geçimini dilencilikle sağlayabilen sakat kimselere müsaade edilmiştir.5
Bu uygulamalarda meşru veya gayr-i meşru dilenciliğin tedricen ortadan
kaldırılması asıl gaye olmuştur. Arşiv belgelerinde “dilencilerden
çalışamayacak durumda olan hasta, yaşlı ve sakat kimselerin hastanelere
yerleştirilip tedavi edilmeleri, çalışabilecek durumda olanların ise
memleketlerine gönderilmelerinin istendiği”6 dikkati çekmektedir.
Devlet öncelikle kamusal mekanları dilencilerden temizleyerek etrafa
rahatsızlık vermelerini önlemek istemiştir. Dilenciler ekip dikmekle yükümlü
oldukları toprakları bırakıp İstanbul'a dilenmeye geldiklerinden
yakalandıklarında derhal memleketlerine gönderilmişlerdir. Ancak bu durumda da
katı davranılmayıp harcırahlarının karşılandığı görülmektedir. II. Mahmud
döneminde dilenciliği denetim altında tutmak için yeni düzenlemeler yapılmış
ve 1834'de Dilenciler Kethüdalığı'ndan Fukara Müdürlüğü'ne geçiş mahiyetindeki
Seele Müdürlüğü oluşturularak başına Süleyman Ağa getirilmiştir. Dilencilere
yönelik bu düzenlemelerde 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kırsal
kesimden İstanbul'a başlayan göçün önlenmesi çabası etkili olmuştur. 19.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren ekonomik iyileşme sonucu İstanbul'a göç
azalsa da, iç siyasi çekişmeler ve iki cephede süren 93 harbinin getirdiği
yıkım ortamındaki buhranlı günler yüzyılın son çeyreğinde bu ortamı bozmuştur.
Devletin borçlarını ödeyemez hale geldiği bu ortamda İstanbul'a yeni bir göç
dalgası başlamış ve devlet bu göçle baş etmekte çok zorlanmıştır. 1890'lı
yılların gazetelerinde dilencilerle ilgili kaygılar ortaya konulmuş, birçok
gazetede dilencilerin şehrin görüntüsünü bozduğu ve bu durumun OsmanlI'nın
dışarıdaki imajını zedelediği ileri sürülmüştür. 7 Eylül 1886'da Darülaceze'nin
tesisi ve esasları Şura-yı Devlet Tanzimat Dairesi'nde belirlenmişse de ancak
dört yıl sonra 30 Mart 1890'da Sultan II.Abdülha- mid'in dilenciler ile
kimsesiz çocukların bakımı ve terbiyesi için bir yer yapılmasını isteyen
iradesi çıkmış, 31 Ocak 1896'da da Darülaceze resmen açılmıştır. İki gün öncesinde
ise tasarısı 17 Nisan 1890'da hazırlanan “Tese'ülün Men'ine Dair Nizamname” 29
Ocak 1896'da yürürlüğe girmiştir. Ancak yine de dilenciliğin önüne geçilememiş
ve Meclis-i Vükela'nın 26 Ekim 1905 tarihli oturumunda bu konu yeniden gündeme
alınarak Dahiliye Nezareti'nce, köprü üzerinde dilenciliğin önlenmesine dair
bir talimatname hazırlanmıştır. Buna göre Darülaceze görevlilerince yakalanan
her bir vaka dikkatle incelenerek gerçekten yoksul olanlar Darülaceze'ye,
taşralı olanlar da memleketlerine gönderilecek, anne-babası olan çocuklar
ailelerinden kefalet alınmak şartıyla iade edilecek, cüzzamlı olanlar ise
Üsküdar'da Miskinler Dergahı'na gönderileceklerdir.”7 Devletin en
buhranlı günlerini yaşadığı o günlerde gündemi bir de dilenciler işgal etmiş ve
gazetelerde dilencilerle ilgili birçok yazı kaleme alınmıştır. Bir yazıda
dilenciler dört sınıfa ayrılarak çözümleri sunulmuştur: İlk sınıf sayıları
hayli fazla olup geçimini sağlayamayan hasta, sakat ve ailesiz kimselerdir ve
vilayetlere gönderilmelidir. İkinci sınıf, hasta ve sakat, fakat ailesi
bulunanlar olup kendileri Darülaceze'ye, çocukları da Darüleytam, Darüşşafaka
veya ıslahhaneye konulmalıdır. Üçüncü sınıf, çocuklar, genç kızlar ve velisiz
kadınlardan oluşup hamisiz çocuklarla genç kızlar ıslahhanelere, diğerleri
uygun hayır kurumlarına gönderilmelidir. Çoğunun dahil olduğu son sınıf ise
çalışmaya gücü yettiği halde dilencilik yapanlardan oluşup sadece memleketlerine
gönderilmemeli, üretken hale gelmeleri için de çalışılmalıdır.8 Bu
ve buna benzer yazılarda II.Abdülhamid rejimi dilenciliği önleyemediği için
eleştirilmiştir. Böyle olmakla beraber dilencilerle ilgili en ciddi tedbirler
de bu dönemde alınmış ve dilencilere barınak olarak modern yapıda bir
Darülaceze kurulmuştur. Ancak, bu kurumun sadece dilenciliği kontrol altına
almak amacıyla değil, II.Abdülhamid'in yoksul halkı koruyup kolladığı
şeklindeki imajı güçlendirmek ve Osmanlı Devleti'nin modern görüntüsünü pekiştirmek
amacıyla da kurulduğu iddia edilmiştir.
29 Ocak 1896'da Takvîm-i Vekâyi'de yayınlanarak yürürlüğe giren ve
icrasına Dahiliye Nezareti'nin memur olduğu on maddelik Men'-i Tese'ül
Nizâmnâmesi'nde bu nizamnamenin hasta ve sakatlara bakmak için kurulan
Darülaceze'nin açılmasıyla birlikte yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.
Nizâmnâmenin 8. maddelesinde sakat ve kimsesiz olup Darülaceze'ye müracaat
etmeyerek dilenenlerden İstanbullu olanların bu kuruma, taşralı olanların da
memleketlerine gönderilecekleri ve halkı rahatsız etmeden bir sanat vesilesiyle
dilenenlerin ise müstesna tutulacakları; 9.maddesinde ise, işe-gü- ce gücü
yettiği halde dilenenlerin yakalanarak İstanbullu veya taşralı olup da İstanbul’a
yerleşmiş olanların kefaletle salıverilecekleri, taşralı olanların da
memleketlerine gönderilecekleri; bu işi tekrarlayanlardan İstanbullu olanların
taşraya sürülecekleri bildirilmektedir.
II. MEŞRUTİYET DEVRİNDE DİLENCİLİK
II. Meşrutiyetin
ilan edildiği 1908 devriminden sonra dilenciliğin ve serseriliğin men'i
konusunda elit tabaka ile hükümet arasındaki görüş ayrılıklarının kaybolduğu ve
dilenciliğe daha sert ve müsamahasız yaklaşıldığı görülmektedir. Bu dönemle
birlikte önceki rejime olan tepkinin de etkisiyle bürokratik ve seküler bir
sosyal sistem getirilmek istendiği dikkati çekmektedir. Bu dönemde artık
dilencilik potansiyel suçluluk kavramları içinde değerlendirilmiş, daha ziyade
şehirdeki yoksul ahalinin kontrolü sağlanmaya çalışılmış, böylece polisin
toplumdaki konumu yükseltilmiştir. II. Abdülha- mid'in tahttan indirildiği 13
Nisan 1909 (31 Mart vak'ası)'dan hemen sonra icrasına Dahiliye ve Adliye
nezaretlerinin memur olduğu ve hedefi işgücünü disipline etmek olan 22 maddelik
“Serseri ve Mazanne-i Sû-i Eşhâs Hakkında Nizâmnâme”9 çıkarılarak
dilenci ve serserilerin zabt u rabtı daha sistemli ve kapsamlı şekilde
yapılmıştır. Serserilerin tanımı yapılarak başlayan üç fasıl ve 22 madde
halindeki nizamnamenin muhtevasını şöyle özetleyebiliriz:
“Serserilerin yakalanıp savcılığa teslim edilme şekli; zanlının muhakeme
şekli; serseriliği sabit olanların faydalı işlerde 2-4 ay istihdamı veya iş
bulabileceği bir yere gönderilmesi; istihdamını tamamlayan veya belirtilen
sürede bir iş bulan serserilerin serbest bırakılması; hizmetinden kaçan,
kaçınan veya bir yıl içinde bu işi tekrar işleyen serserilerin 3 aydan bir yıla
kadar sürgün edilmesi; şüpheli yerlerde dolaşmayı alışkanlık haline getiren
veya şüpheli halleri bulunan serserilerin altı aya kadar hapsi veya üç aydan
iki yıla kadar sürgün edilmesi; zararlı olduğu düşünülen şahısların tanımı, bu
şahısların derdest edilip savcılığa teslim, muhakeme ve tecziyesi; üzerlerinde
eğe, çengel, maymuncuk gibi hırsızlık aletleri görülüp bunu geçerli bir
sebeple açıklayamayan serserilere kamçı vurulması veya bir yıla kadar
hapsedilmesi; bu kişilerin zararlı olduğu düşünülen kişilerden olması
durumundaysa 15-35 kamçı vurulduktan sonra iki yıla kadar hapsedilmesi;
kişileri fiili saldırıyla tehdit eden serserilere 10-30 kamçı vurulduktan
sonra tecziyesi veya 1,5 aydan 1,5 yıla kadar hapsedilmesi; zararlı olduğu düşünülen
kişilerden buna kalkışanlaraysa 20-30 kamçı vurulduktan sonra tecziyesi veya 3
aydan 2,5 yıla kadar hapsedilmesi; 15 yaşını tamamlamayan çocukların serseri
sayılmaması; bu çocuklarla ilgilenmeyip serserice dolaşmalarına sebep olan
ebeveyn veya akrabanın 20-30 kuruş para cezasıyla tecziyesi, veya 24 saatten 15
güne kadar hapsedilmesi; 15 yaşından küçük çocukları dilenmeye sevk ve teşvik
edenler hakkında bu cezanın birlikte tatbiki; serseri ve zararlı olduğu
düşünülen kişilerin yabancı olması durumunda muhakeme edildikten sonra
sınırdışı edilmesi; vurma cezasının hapishane içinde savcı veya savcı
vekiliyle tabip huzurunda, 1 metre uzunluğunda ve 1,5 cm çapında, öküz
derisinden mamul ve düğmesiz kamçı ile ve orta şekilde yapılması; vurma
cezasına çarptırılan şahısların bu cezaya dayanamayacağı tabip raporuyla sabit
olduğunda dayanabildiği kadar vurulup kalanının her kamçıya bedel iki gün hapisle
karşılanması.”
HAC İÇİN HİCAZ’A GELİP GERİ DÖNMEYEREK DİLENEN AFRİKALILAR
Yukarıda belirtildiği üzere OsmanlI'da dilencilerin genellikle büyük
şehirlerde ve özellikle de İstanbul'da yoğunlaştıkları görülmektedir. Osmanlı
arşiv belgeleri içinde 1730-1923 yılları arasında dilencilikle ilgili
belgelerin büyük kısmı İstanbul ile ilgilidir. Buna özellikle OsmanlI'nın son
zamanlarında Hicaz da eklenebilir. Bu arada konuyla ilgili belgelerin azlık ya
da çokluğunun dilenciliğin yoğunluğundan ziyade hükümetin bu konuya yaklaşımını
ve alınan tedbirleri gösterdiğini belirtelim. Nitekim dilencilikle ilgili
belgelerin büyük kısmı Tanzimat sonrasına ait olup bu da OsmanlI'nın Batfdaki
imajını düzeltmeye yönelik olsa gerektir. Daha önce kutsal bir mekanda olması
sebebiyle bir dereceye kadar göz yumulmuş olan Hicaz'daki dilencilik, gerek
serseri nizamnamesinin yürürlüğe girmesi, gerekse Hicaz'ın OsmanlI'nın son
dönemlerinde ar- zettiği siyasi hassasiyet sebebiyle üzerinde çok durulan ve
müsaade edilmeyen bir konu olmuştur. Konumuzla ilgili incelediğimiz belgelerde
Afrika'dan gelen dilencilerin (Tukrûrîler) Alman tebeasından olduğunun
belirtilmesi bunların o sırada Alman sömürgesi olan Alman Dogu Afrikası'ndan
(Ruanda, Burundi, Tanzanya, Mozambik) geldiğini göstermektedir. Bu ülkeler
1848'den I. Dünya Savaşı'na kadar Almanya'nın hakimiyetinde kalmış, I. Dünya
Savaşı'nda Almanya yenilince büyük kısmı İngiltere'ye verilmiştir.
İncelediğimiz konu olan Hicaz'a hac vasıtasıyla gelip, geri dönmeyerek dilencilik
yapan Afrikalı dilencilerle ilgili belgelerde bunların özellikle çevreye ve
sağlığa büyük zarar vermeleri sebebiyle bu yasağın getirildiği görülmektedir.
Önce belgeleri özetleyip, sonra da yazışmaları analitik biçimde inceleyelim:
Üzerinde durulmakta olan konu, hac farizası için Afrika'dan Hicaz'a pasaportsuz
olarak gelip, geri dönmeyerek dilencilik yapan Tukrurî denilen Afrikalı
dilenciler olup bir daha Hicaz sahillerine çıkmalarına izin verilmemesiyle
ilgili yazışmalar yapılmıştır. Tukrûrî o sırada birer Alman sömürgesi olan
Alman Doğu Afrikasfndan gelenleri ifade etmekte olup buna Sudan'ın bir kısmı da
dahil olabilir. Bunların sayısında büyük bir artış olması üzerine durum önce
Hicaz Vilayeti'nce merkeze bildirilmiş ve önlem alınması istenmiştir. Tabii bu
bildirimden önce Dahiliye Nezaretinin iki ay önce gelen “sırf dilenmek için
İstanbul'a giden fukaranın tese'ül nizâmnâmesi gereğince men'i” hakkın- daki
tahriratının büyük etkisi olmuştur. Her ne kadar bu tahriratta asıl konu
dilencilik yapmak için İstanbul'a giden fukaranın men'i olsa da, Hicaz Vilayeti
bu vesileyle kendisi için de ciddi bir mesele olan bu konuyu merkeze
bildirmiştir. Bu yazı merkezce hemen dikkate alınmış; ancak, Almanya
elçiliğinden vaktin darlığından dolayı hacıların haberdar edilemeyeceği
söylenerek tedbirlerin hemen uygulanmasının vahim mahzurlar doğurabileceği
belirtilmiştir. Bunun üzerine tedbirlerin gelecek hac mevsiminde tamamen
uygulanması Hicaz Vilayeti'nden telgrafla bildirilmiştir.
BELGELER VE YAZIŞMALAR
Konuyla ilgili yazışmalar Hicaz Vilayeti-Dahiliye Nezareti-Hariciye
Nezareti arasında Hicri 17 Safer 1327-16 Rebîü'l-âhir 328 (Rumi 25 Şubat
1324-13 Nisan 1326, Miladi 10 Mart 1909-27 Nisan 1910) arasında 14 ay
sürmüştür. Bu tarihler II. Abdülha- mid'in tahttan indirilip II. Meşrutiyet
dönemi icraatlarının en hızlı uygulandığı ilk yıl olup serseri nizamnamesi de
bu sırada yürürlüğe girmiştir. Hicaz'la ilgili bu yazışmaların da tam bu sırada
yapılması bu dönemin etkisini açıkça göstermektedir. Zira II. Abdülha- mid
rejimi dilencilikle tam mücadele etmediği gerekçesiyle eleştirilmekteydi ve o
döneme bir tepki sözkonusuydu. Bu arada Hicaz vali ve kumandanlarının 2-3 ay
gibi çok kısa aralıklarla değişmiş olduğu da bu yazışmalar vesilesiyle ortaya
çıkmış olmaktadır. Zira sadece bu konudaki yazışmalarda Hicaz vilayetinden
yazılan üç ayrı yazıda biri vekil üç ayrı valinin imzası bulunmaktadır.
Gerçekleşen yazışmaları kronolojik biçimde aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:
1. Hicaz
Vilayeti'nden Hicaz vali ve kumandanı Müşir Kazım imzasıyla Dâhiliye Ne-
zâreti'ne yazılan 17 Safer 1327 ve 25 Şubat 1324(10 Mart 1909) tarihli ilk
yazıda “sırf dilenmek için İstanbul'a giden fukaranın tese'ül nizâmnâmesi
gereğince men'i hakkında Dahiliye Nezareti'nce çıkarılan 10 Teşrîn-i Sânî
1324(23 Kasım 1908) tarihli tahriratının vilayet meclisinde görüşülerek
gereğinin yapılması için mülhakata da tebliğ edilmesinin benimsendiği; Hicaz'a
Afrikadan gelen binlerce tekrûrînin de hacdan sonra dönmeyip dilenmekte
oldukları ve her sene sayıları artan bu gibilerin arasında çıkan çeşitli
hastalıklardan genel sağlığın bozulması sebebiyle artık bunların ve fakir oldukları
anlaşılan diğerlerinin Hicaz sahillerine çıkarmamalarının nezarete
arzedilmesinin kararlaştırıldığı ve buna göre gereğinin yapılması” istenmiştir
2. Dâhiliye
Nezâreti Hicaz Vilayeti'nden gelen bu yazı üzerine 21 Rebiülevvel 1327 ve 30
Mart 1325 tarihli cevabi yazısında “Tekrûrîlerin Hicaz sahiline çıkmalarının
men'inin caiz olmadığı; ancak bunlar hacdan sonra geri dönmeyerek dilenmeye devam
ederlerse tese'ülün men'i hakkındaki nizamname gereğince memleketlerine gönderilmelerinin
gerekecegi” bildirilmiştir.
3. Hicaz
Vilayeti'nden Hicaz vali ve kumandanı Fuad imzasıyla gelen 26 Şaban 1327 ve 30
Ağustos 1325 tarihli cevabî yazıda ise şöyle denilmektedir: “Nezaretinizin
yazısı üzerine durum vilayet meclisinde görüşüldü. Her ne kadar hacca gelmekten
kimse men edilemese de her yıl gelen binlerce tekrûrînin hacdan sonra
memleketlerine geri dönmeyip öteye beriye dağılarak dilenmekte oldukları,
zaten temizliğe riayet etmeyip geceleri de sokak aralarında ve beytullah
etrafında toprak üzerinde gecelediklerinden bulundukları mahallerin
temizliğini tümüyle bozdukları ve bu yüzden hasıl olan çeşitli hastalıkların
önemli zayiata yol açtığı tahkikatla anlaşılmıştır. Bu gibilerin memleketlerine
iadelerine teşebbüs edildiğinde esasen sıfat ve tabiiyyetlerini isbat edecek
evrakı taşımamaları ve tezkire ve pasaportla da gelmemiş olmaları sebebiyle
konsoloshanelerce bunların şahıslarının tanınamaması sebeplerinden
memleketlerine iadeleri de uygun görülmemiştir; dolayısıyla bunların başka
yerlere şevkleri oraların da sıhhî dengesini bozacağı gibi binlerce gelen
benzerlerinin şevkleri de devletin hâzinesine büyük yük getireceğinden,
nereden gelir ve hangi tabiiyyette bulunursa bulunsun Hicaz sahillerine çıkacak
olan kimselerin Osmanlı memleketlerinin her tarafında olduğu gibi usulen mürur
tezkiresi ve pasaport göstermeleri pasaport nizamnamesi gere- ğindendir.
Hicaz'a gelecek olan tekrûrîlerin de pasaport gösteremedikleri takdirde girişlerine
izin verilememesi yine bu nizamnamenin gereğidir; ancak bu gibilerin tabi oldukları
devlet konsoloshanelerince hüviyet ve tabiiyetleri tasdik olunduğu ve ellerine
o yolda tabiiyet
şehadetnamesi verildiği takdirde usulen bunların geçişi tabii olup, şu durumda
ise Hicaz'a gelenlerin tabiiyet ve hüviyetleri bilinmedikçe tese'ül nizamnamesi
hükümlerinin uygulanmasına bir engel kalmayacağından ona göre muamele yapılmasının
ve gerektiğinde memleketlerine iadesi gerekenlerden yabancı tebaadan oldukları
ellerindeki evrakla anlaşılacak olanların konsoloshanelerine teslimi gereği
açık bulunduğundan o şekilde muamele yapılması hususunun genelgeyle mülhakata
tebliğ edilip durumun elçiliklere ve lazım gelenlere duyurulması arz olunur.”
4. Bu cevabî yazı
Dahiliye Nezareti Muhaberat-ı Umumiye Dairesi'nden Hariciye Nezareti'ne yazılan
28 Ramazan 1327 ve 30 Eylül 1325 tarihli tezkire ekinde gönderilmiştir. Bu
tezkirede şöyle denilmektedir: “Hac farizası ve ziyaret için Afrika'dan Hicaz'a
gelen tekrûrîlerin hacdan sonra geri dönmeyip dilenmekte oldukları ve aralarında
zuhur eden çeşitli hastalıklardan da genel sağlığın bozulması sebebiyle
bunların Hicaz sahiline çıkmalarının men'i yolunda bir tedbir alınması Hicaz
Vilayeti'nden bildirilmiş ise de bunların Hicaz sahillerine çıkmalarının men'i
caiz olamayacağından hacdan sonra geri dönmeyip de dilenmeye devam ettikleri
takdirde tese'ülün men'i hakkında- ki nizamname gereğince memleketlerine
yollanmaları lazım geleceği bu vilayete bildirilmişti. Hicaz Vilayeti'nden
alınan 'Bu gibilerin memleketlerine iadelerine teşebbüs edildiğinde esasen
sıfat ve tabiiyetlerini isbat edecek evrakı taşımamaları ve tezkire ve
pasaportla da gelmemiş olmaları sebebiyle konsoloshanelerce şahıslarının
tanınama- ması sebebiyle memleketlerine iadelerinin uygun görülmediği ve her
nereden gelir ve hangi tabiiyette bulunursa bulunsun Hicaz sahillerine çıkacak
olan kimselerin usulen mürur tezkiresi ve pasaport göstermeleri pasaport
nizamnamesi gereğinden olduğu ve Hicaz'a gelecek olan tekrûrîlerin pasaport
gösterememedikleri takdirde girişlerine müsaade edilemeyeceği nizamname hükmüne
göre gerekli bulunduğundan ona göre muamele yapılması gereğinin genelgeyle
mülhakata duyurulması ve gereken elçiliklere de bilgi verilmesi' hakkındaki
tahriratı ekte gönderilmiştir. Bu tahrirata göre gereğinin yapılması”
5. Hariciye
Nezareti Umur-ı Siyasiye Müdiriyet-i Umumiyesi Devair ve Vilayat Ka- lemi'nden
“Afrika hüccacının pasaportları hakkında” konu başlığıyla Dahiliye Nezare-
ti'ne yazılan 14 Zilkade 1327 ve 14 Teşrîn-i Sânî 1325 tarihli cevabî tezkirede
şöyle denilmiştir: “Hac farizasını yapmak üzere Afrika'dan Hicaz'a gelmekte
olan yabancı hacıların çoğunun pasaportsuz gelmesi özel nizam hükümlerine
aykırı bulunduğundan bu gibi yabancı hacıların Osmanlı memleketlerine
girişlerine bundan böyle müsaade edilemeyeceğinin ilgililere dururulmasının
sağlanması hakkında gereken yabancı elçiliklere tebligat yapılmıştı.
Afrikada'ki Alman sömürgeleri memurlarına bu konuda emir ve talimat verilmesi
için durum Almanya hükümetine bildirilecek ise de hac mevsiminin girmiş
olmasından dolayı Almanya tebeasından olan hacıların Hicaz'a gitmeden önce
durumdan haberdar edilmeleri maddeten gayri mümkin olduğundan alınan söz-
konusu tedbirlerin bu yıl uygulanması vahim mahzurlar doğurabileceği görüşünde
bulunulduğu Almanya elçiliğinden cevabî yazıyla bildirilmiş ve diğerlerinden
alınacak cevaplar da bildirilecektir. Gönderilen tahrirat ekli olarak
tarafınıza iade edilmiştir.”
6. Bu cevap üzerine
Dahiliyye Nezareti Muhaberat-ı Umumiye Dairesi'nden vaktin darlığı ve yabancı
hacıların ardarda gelmesi sebebiyle bunun telgrafla teblîgi münâsib- dir
notuyla Hicâz Vilayeti Vekaleti'ne yazılan 19 Teşrin-i Sani 1325 tarihli cevabî
yazıda ise şöyle denilmiştir: “Afrikadan pasaportsuz gelecek yabancı hacıların
kabul olunamayacağının ilgililere anlatılması elçiliklere duyurulduğunda
Afrika'daki Alman sömürgeleri memurlarına bu konuda talimat verilmesi bağlı
oldukları hükümete bildirilecek ise de vaktin darlığından dolayı o taraftan
gelecek hacıların şu sırada haberdar edilmeleri gayri mümkin ve alınan
tedbirlerin bu sene tatbiki mahzurlu olduğu Almanya sefaretinden
bildirildiğinden ona göre gereğinin yapılması.”
7. Bu yazıdan
yaklaşık beş ay sonra 10 Nisan 1326'da Hicaz Vali Vekili Mehmed Emin imzasıyla
Dahiliye Nezareti'nin 19 Teşrin-i Sani 1325 tarihli yazısına cevaben çekilen
telgrafta “Alınan tedbirin bu sene tamamen tatbiki istirham olunur”
denilmiştir. 19
Teşrin-i Sani 1325 tarihli yazıya bu telgrafla beş ay sonra
cevap verilmiştir. Çünkü 19 Teşrin-i Sani 1325 (19 Zilkade 1327) tarihinde
hacca sadece 19 gün kaldığından alınan tedbirin uygulanması mahzurlu
görülmüştü. Beş ay önceki Dahiliye Nezareti'nin yazısı da zamanın darlığından
dolayı telgrafla bildirilmişti.
8. Hicaz Vilayeti'nin bu telgrafı üzerine Dahiliye Nezareti Muhaberat-ı
Umumiye Dairesi'nden Hariciye Nezareti'ne gönderilen 16 Rebiülahir 1328 ve 13
Nisan 1326 tarihli nihai yazıda şöyle denilmiştir: “Hac farizasını yapmak için
Afrika'dan pasaportsuz olarak gelecek yabancı hacıların bundan böyle Osmanlı
memleketlerine girişlerine izin verilmeyeceğinin ilgililere duyurulması
elçiliklere tebliğ edildiğinde Afrikada'ki Alman sömürgeleri memurlarına bu
konuda talimat verilmesi bağlı olunan hükümete bildirilecek ise de vaktin
müsait olmamasından dolayı o taraftan gelecek hacıların şu sırada haberdar
edilmeleri gayri mümkin ve bundan dolayı alınan tedbirlerin bu aralık tatbikinin
mahzurlar doğuracağının Almanya sefaretinden bildirilmiş olduğu cevaben gelen
14 Teşrin-i Sani 1325 tarihli tezkirenizle bildirildiğinde durum Hicaz Vilayeti
vekâletine tebliğ edilmişti. Bu vekaletten bu kez cevaben alınan telgrafnamede
bu konuda alınan tedbirlerin içinde bulunulan yılda tamamen tatbikinin
sağlanması gereği ortaya konulduğundan dolayı buna göre gereğinin yapılması.”
SONUÇ
Bu bildiriyle, tarih boyunca
insanların merhamet duygularından istifade edilerek birçok yollardan yapılmış
olan dilenciliğin bir de hac boyutunun bulunduğu görülmüş olmaktadır.
Belgelerden anlaşıldığına göre hac farizasını yapmak üzere Afrika'dan pasaportsuz
olarak Hicaz'a gelip geri dönmeyerek dilencilik yapan Afrikalı dilenciler konusu
yeni değildir. Belgelerde geçen “yıldan yıla sayılarının artmakta olduğu”
ifadesi bu durumun önceden de olduğunu, fakat üzerinde pek durulmadığını
düşündürmektedir. İncelediğimiz belgeler II. Abdülhamid'in tahttan indirildiği
döneme tekabül etmektedir. Dolayısıyla dilenciliğe ve dilencilere karşı alınan
bu tedbirlerde II. Meşrutiyet döneminin direkt etkisi vardır. Asıl dikkati
çeken ise dilenenlerin Osmanlı tebaasından olmayan Afrikalı dilenciler
olmasıdır. Yazışmalar neticesinde kimsenin hacca gelmekten men edilemeyeceği
dikkate alınarak bunların Hicaz'a pasaportsuz girmeleri sebep gösterilerek
kendilerine yasak getirilmiştir. Aslında yasağın gelmesinde asıl sebep etrafı
kirleterek dilencilik yapmalarıdır. Afrikalı dilenciler daha önceki
müsamahalardan yararlanarak serbestçe Hicaz'a gelip dilenebilmişlerdir. Fakat
yeni dönemde dilenciliğe müsamahasız yaklaşıldığından artık bunu
yapamayacaklardır. Hacca gelip ülkelerine geri dönmeyerek dilenmeleri bunların
yoksul olduklarını ve kutsal mekanlarda dilencilikle rahat edeceklerine
inandıklarını düşündürmektedir. Hem Hicaz'a pasaportsuz girmeleri, hem
dilencilik yapmaları ve hem de etrafı kirleterek genel sağlığı tehdit etmeleri
daha önce epey müsamaha gördüklerine işaret etmektedir. Dahiliye Nezareti'nin
Hicaz Vilayeti'ne gönderdiği: “Tukrürîlerin Hicaz sahiline çıkmalarının men'i
caiz olamaz; ancak, hacdan sonra geri dönmeyip de tese'ülde devam ederlerse
tese'ülün men'i hakkındaki nizamname gereğince memleketlerine gönderilmeleri
gerekir” şeklindeki yazısı üzerine Hicaz Vilayeti'nce pasaport konusu dile
getirilmiştir. Ayrıca, memleketlerine iadelerine teşebbüs edildiğinde sıfat ve
tabiiyetlerini ispat edecek evrakı taşımadıkları ve tezkire ve pasaportla da
gelmedikleri için konsoloshanelerce şahıslarının tanınamayacağı
bildirilmiştir. Bu sebeple nereden gelirse gelsin ve hangi tabiiyette
bulunursa bulunsun Hicaz'a gelecek kimselerin mürur tezkiresi ve pasaport
göstermelerinin şart olduğu belirtilmiştir. Sonuç olarak Hicaz Vilayeti'nin
bunlara yasak getirilmesi için Dahiliye Nezareti'ne gönderdiği ilk yazıda
geçen “bunların aralarında ortaya çıkan çeşitli hastalıklardan genel sağlığın
bozulduğu” ifadeleri kendilerine yasak getirilmesinin asıl sebebi, resmen yasak
konulma sebebi ise Hicaz'a pasaportsuz olarak giriş yapmalarıdır. Çünkü,
kimsenin hacca gelmekten men edilemeyeceği iyi bilindiğinden başka türlü
gelmelerinin önüne geçmek mümkün olmamaktadır. Geldikten sonra geri gönderilmeleri
ise daha büyük bir problemdir. Belgelerde bunların hac için Hicaz'a geldiğinin
kabul edildiğini ve kendilerine direkt olarak dilenci denilmediğini de burada
belirtelim. Ayrıca hac mali ve ve bedeni bir ibadet olup bu durumda bunların
asıl geliş amaçları da tartışmaya açıktır
BELGELER
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, DH. MUİ
Dosya no:22/-2 Gömlek no:55 (8 adet belge)
1.
HİCÂZ VİLÂYETİ Mektûbî Kalemi. Aded
105
Dâhiliyye Nezâret-i Celîlesine
Devletlü efendim hazretleri
Mahzâ tese'ül içün Der-i Aliyyeye
azîmet etmek isteyen fukarânın tese'ül nizâmnâmesi mûcibince men'i hakkında
şeref-vârid olan 10 Teşrîn-i Sânî sene 324 târîhli ve yüz seksen yedi numerolu
tahrîrât-ı aliyye-i nezâret-penâhîleri meclis-i idâre-i vilâyete lede'l-havâle
ber-mûceb-i emr ü iş'âr îcâbının icrâsı zımnında mülhakâta teblîg edilmesi ve
buraya Afrikadan gelen binlerce tekrûrînin ba'de'l-hac avdet itmeyüp burada
kalarak tese'ül itmekde oldukları gibi sene-be-sene mikdârları tezâyüd itmekde
olan merkûmûn aralarında zuhûr iden emrâz ve ilel-i mütenevviadan da sıhhat-i
umûmiyye muhtell olduğu cihetle ba'demâ bunlardan ve gerek fakîr oldukları
anlaşılan şâir bu misillülerin Hicâz sevâhiline çıkmalarının men'i esbâbının
istikmâli husûsunun dahi câ- nib-i âlî-i nezâret-penâhîlerine lüzûm-ı arz u
iş'ârı ifâde ve ol vechle mülhakâta teblîg-
i
mâdde edilmekle îcâb-ı hâlin icrâsı
husûsuna müsâade-i celîle-i nezâret-penâhîleri derkâr buyurulmak bâbında emr ü
fermân hazret-i men-lehü'l-emrindir. Fî 17 Safer sene 327 ve fî 25 Şubat sene
324
Hicâz vâlî ve kumandanı Müşîr, Bende:
Mehmed Kazım bin Süleyman
DÂHİLİYYE NEZÂRETİ Mektûbî Kalemi
Evrâk numerosu: 158/29 Tesvîd târîhi:
29 Mart 325 Târîh-i tebyîz: 30 Mart 325 ve 21 Rebîü'l-evvel 327
Hicâz Vilâyet-i Behiyyesine
Makâm-ı vâlâlarının 25 Şubat sene 324
târîhli ve yüz beş numerolu tahrîrâtı cevâbıdır. Tekrûrîlerin Hicâz sâhiline
çıkmalarının men'i câiz olamayup şu kadar ki bunlar ba'de'l-hac avdet itmeyüp
de tese'ülde devâm ederlerse tese'ülün men'i hakkındaki nizâmnâme mûcibince
memleketlerine i'zâmları lâzım geleceğinden ana göre muâme- le îfâsına himmet.
Tebyîzi
3.
HİCÂZ VİLÂYETİ Mektûbî Kalemi. Aded
92
Dâhiliyye Nezâret-i Celîlesine
Atûfetlü efendim hazretleri
Sebk iden arz u iş'âra cevâben
şeref-vârid olan 30 Mart 325 târîhli ve otuz bir numerolu tahrîrât-ı aliye-i
nezâret-penâhîlerinde tekrûrîrlerin Hicâz sevâhiline çıkmalarının men'i câiz
olamayup şu kadar ki bunlar ba'de'l-hac avdet itmeyüp de tese'ülde devâm
ederler ise tese'ülün men'i hakkındaki nizâmnâme mûcibince memleketlerine
iâdeleri lâzım gelecegi iş'âr buyurulmakdan nâşî keyfiyet meclis-i idâre-i
vilâyete lede'l-havâle gerçi hacca gelmekden kimse men' edilemezse de her sene
binlerce vürûd eden tekrûrîlerin ba'de'l-hac memleketlerine avdet itmeyüp
burada kalarak ve öteye berüye dağılarak tese'ül etmekde oldukları ve bunların
zâten tahâret ve nezâfete adem-i i'tiyâd- larından geceleri sokak aralarında ve
beyt-i muazzam-ı Hudâ etrâfında toprak üzerinde beytûtet ederek bulundukları
mahallerin nezâfetine min-külli'l-vücûh halel vermek- de oldukları ve bu yüzden
hâsıl olan ilel-i mütenevvia zâyiât-ı mühimmeyi istilzâm eylediği tahkîkât-ı
vâkıadan anlaşılmış ve bu gibilerin memleketlerine iâdelerine teşebbüs
edildikde esâsen sıfat ve tâbiiyyetlerini isbât edecek evrâkı hâmil
bulunmamaları ve tezkire ve pasaportla dahi gelmiş olmamaları cihetle
konsoloshânelerce bunların şahıslarının tanınamaması esbâbıyla memleketlerine
iâdelerine muvâfakat edilmediği ve bi- nâen-aleyh bunların başka mahâlle
şevkleri oraların da tevâzün-i sıhhîsini ihlâl edeceği gibi binlerce gelen bu
misillülerin şevkleri hazîne-i devletçe sarfiyyât-ı azîme icrâsı- na bâdî
bulunduğundan ve her ne tarafdan gelir ve kangı tâbiiyyetde bulunur ise bulunsun
Hicâz sevâhiline çıkacak olan kimselerin memâlik-i Osmâniyyenin her tarafında
olduğu misillü ale'l-usûl mürûr tezkiresi ve pasaport irâe eylemeleri pasaport
nizâmnâmesi îcâbından olduğuna ve Hicâza gelecek olan tekrûrîlerin pasaport
irâe edemedikleri hâlde duhûllerine müsâade olunamaması nizâmnâme-i mezkûr
hükmüne göre muktezî bulunduğuna ve ancak bu gibilerin tâbi oldukları devlet
konsoloshâneleri taraflarından hüviyyet ve tâbiiyyetleri tasdîk olunduğu ve
yedlerine o yolda tâbiiyyet şe- hâdetnâmeleri verildiği hâlde usûlen bunların
imrârı tabî? olup şu hâlde ise Hicâza gelenlerin tâbiiyyet ve hüviyyetleri
malûm bulundukça emr-i âlî-i nezâret-penâhîlerinde gösterildiği vechle tese'ül
nizâmnâmesi ahkâmının mevki-i tatbîke vaz'ına mâni' kalmayacağına binâen ana
göre îfâ-yı muâmele olunmasının ve lede'l-hâce memleketlerine iâdesi iktizâ
edenlerden tebaa-i ecnebiyyeden oldukları ellerindeki evrâk ile anlaşılacak
olanların konsoloshânelerine teslîmi lüzûmu müberhen bulunduğundan ol vechle muâmele
îfâsı husûsunun ta'mîmen mülhakâta teblîgiyle berâber keyfiyyetin îcâb eden sefârât
ile lâzım gelenlere iş ar buyurulmak üzere cânib-i âlî-i nezâret-penâhîlerine
arz u inbâsı bâ-i'lâm ifâde ve mülhakâta da teblîg-i mâdde kılınmış olmagla ol
bâbda emr ü irâde hazret-i men-lehü'l-emrindir. Fî 26 Şa'bân sene 327 ve fî 30
Ağustos sene 325
Hicâz vâlî ve kumandanı Bende: Fuâd
bin Osmân
4.
DÂHİLİYYE NEZÂRETİ Muhâberât-I
Umûmiyye Dâiresi şube:2 Evrâk numerosu:181 târîh-i tesvîd: 27 Eylül 325 târîh-i
tebyîz: 28Ramazan 327 ve 30 Eylül 325
Hâriciyye Nezâret-i Celîlesine îfâ-yı
farîza-i hacc ve ziyâret içün Afrikadan cânib âlî-i Hicâza gelen tekrûrîlerin
ba'de'l-hac avdet itmeyüp tese'ül etmekde oldukları ve aralarında zuhûr eden
emrâz ve ilel-i mütenevviadan da sıhhat-i umûmiyye muhtell olduğu cihetle
bunların Hicâz sâhiline çıkmalarının men'i yolunda bir tedbîr ittihâzı Hicâz
Vilâyetinden iş'âr kılınmış ise de bunların Hicâz sâhiline çıkmalarının men'i
câiz olamayacağından ba'de'l-hac avdet itmeyüp de tese'ülde devâm itdikleri
takdîrde tese'ülün men'i hakkındaki nizâmnâme mûcibince memleketlerine
i'zâmları lâzım gelecegi cevâben vilâyet-i müşârün- ileyhâya bildirilmişidi. Bu
gibilerin memleketlerine iâdelerine teşebbüs edildikde esâ- sen sıfat ve
tâbiiyyetlerini isbât edecek evrâkı hâmil bulunmamaları ve tezkire ve pasaportla
dahi gelmiş olmamaları cihetle konsoloshânelerce şahslarının tanınamaması
esbâbıyla memleketlerine iâdelerine muvâfakat edilmediği ve her ne tarafdan
gelir ve hangi tâbiiyyetde bulunur ise bulunsun Hicâz sevâhiline çıkacak olan
kimselerin ale'l- usûl mürûr tezkiresi ve pasaport irâe eylemeleri pasaport
nizâmnâmesi îcâbından olduğu ve Hicâza gelecek olan tekrûrîlerin pasaport irâe
edemedikleri hâlde duhûllerine müsâade olunamaması nizâmnâme hükmüne göre
muktezî bulunduğu cihetle ana göre muâmele îfâsı lüzûmunun ta'mîmen mülhakâta
teblîg edildiği beyânıyla îcâb iden sefârâta da ma'lûmât i'tâsı lüzûmunu
mutazammın vilâyet-i müşârün-ileyhâdan cevâben alınan tahrîrât leffen sûy-ı
devletlerine irsâl kılındı.Mündericâtına nazaran îfâ-yı muktezâsına himem.
Tebyizi
5.
BÂB-I ÂLÎ NEZÂRET-İ HÂRİCİYYE
Umûr-ı Siyâsiyye Müdîriyyet-i
Umûmiyyesi
Devâir ve Vilâyât Kalemi. Aded: 742
Hulâsa:Afrika hüccâcının pasaportları
hakkında. Melfûf 1
Dâhiliyye Nezâret-i Celîlesine
Saâdetlü efendim hazretleri
30 Eylül sene 325 târîhli ve 759
numerolu tezkire-i aliyyeleri cevâbıdır. îfâ-yı farîza- i hacc eylemek üzere
Afrikadan cânib-i Hicâza vürûd eylemekde olan hüccâc-ı ecne- biyyenin ekseri
pasaportsuz gelmekde ve bu ise nizâm-ı mahsûs ahkâmına mugâyir bulunmakda
olmasından nâşî bu kabîl hüccâc-ı ecnebiyyenin memâlik-i Osmâniyyeye
duhûllerine bundan böyle müsâade olunmayacağının alâkadârâna tefhîm ü teblîgi
es- bâbının istikmâli hakkında iktizâ eden süferâ-yı ecnebiyyeye teblîgât-ı
lâzime îfâ olunmuş idi. Afrikada kâin Alman müstemlekâtı me'mûrînine ol bâbda
evâmir ve ta'lîmât verilmesi zımnında keyfiyet Almanya hükümetine bildirilecek
ise de mevsim-i haccın mütekarribü'l-hulûl bulunmuş olmasından dolayı Almanya
devleti tebeasından olan hacıların Hicâza azimetlerinden mukaddem keyfiyyetden
kendülerinin haberdâr edilmeleri mâddeten gayri mümkin bulunması cihetle
tedâbîr-i müttehaze-i mezkûrenin sene-i hâliyyede tatbîk ve icrâ edilmesi
mehâzîr-i vahîmeyi tevlîd edebileceği re'y ü mütâlâasında bulunulduğu bu kere
Almanya sefâretinden bâ-takrîr-i cevâbî iş'âr kılınmış ve diğerlerinden
alınacak cevâbların dahi teblîgi derkâr bulunmuşdur. Tahrîrât-ı mürsele leffen
savb-ı âlî-i nezâret-penâhîlerine iâde kılındı. Emr ü irâde efendim
hazretlerinindir.
Fî 14 Zilkade sene 1327 ve fî 14
Teşrîn-i Sânî 1325 Hâriciyye Nâzırı nâmına müs- teşâr bende: Ohannes
6.
DÂHİLİYYE NEZÂRETİ Muhâberât-ı
Umûmiyye Dâiresi şube:2 Evrâk numerosu:769 Târîh-i tesvîd: 17 Teşrîn-i Sânî 325
Târîh-i tebyîz: 19 Teşrîn-i Sânî 325
Hicâz Vilâyeti Vekâletine (Şifre)
Cevâbî tahrîrât.30 Ağustos sene 325.
Afrikadan pasaportsuz gelecek hüccâc-ı ecnebiyyenin kabûl olunamayacağının
alâkadârâna tefhîmi sefâretlere lede't-teblîg Afri- kadaki Alman müstemlekât
me'mûrînine bu bâbda ta'lîmât i'tâsı hükûmet-i metbûası- na bildirilecek ise de
vaktin darlığına mebnî o tarafdan gelecek hacıların şu sırada haberdâr
edilmeleri gayri mümkin ve tedâbîr-i müttehazenin bu sene tatbîki dâî-i mehâ-
zîr olduğu Almanya sefâretinden bildirilmekle ana göre îfâ-yı muktezâsı.
Serîarı
tebyîzi. Vaktin darlığına ve hüccâc-ı ecnebiyyenin tevâlî-i vürûduna mebnî bunun telgrafla teblîgi münâsibdir
7.
TELGRAF
Dersaâdet Dâhiliyye Nezâretine. 10
Nisan 1326
Cevâbî. 19 Teşrîn-i Sânî 1325.
Tedbîr-i müttehazın bu sene tamâmen tatbîki müs- terhamdır.
Vâlî vekîli Mehmed Emîn
8.
DÂHİLİYYE NEZÂRETİ Muhâberât-ı
Umûmiyye Dâiresi şube:2
Evrâk numerosu: 72 Târîh-i tesvîd: 12
Nisan 326 Târîh-i tebyîz: 16 Rebîü'l-âhir 328 ve 13 Nisan 326
Hâriciyye Nezâret-i Celîlesine
îfâ-yı farîza-i hacc-ı şerîf içün
Afrikadan pasaportsuz olarak vürûd edecek hüccâc- ı ecnebiyyenin bundan böyle
memâlik-i Osmâniyyeye duhûllerine müsâade olunmayacağının alâkadârânatefhîmi
iktizâ eden sefârâta lede't-teblîg Afrikadaki Alman müs- temlekâtı me'mûrînine
bu bâbda ta'lîmât i'tâsı hükûmet-i metbûasına bildirilecek ise de vaktin adem-i
müsâadesine mebnî o tarafdan gelecek hacıların şu sırada haberdâr edilmeleri
gayri mümkin ve binâen-aleyh tedâbîr-i müttehazenin bu aralık tatbîki dâî-i
mehâzîr olacağı Almanya sefâretinden bâ-takrîr-i cevâbî izbâr kılınmış olduğu
cevâ- ben vârid olan 14 Teşrîn-i Sânî 1325 târîhli ve 742 numerolu tezkire-i
aliyye-i dâverî- leriyle iş'âr buyurulması üzerine Hicâz Vilâyeti vekâletine
teblîg-i keyfiyet olunmuşidi. Vekâlet-i müşârün-ileyhâdan bu kere cevâben
alınan telgrafnâmede bu bâbdaki tedâbîr-i müttehazenin sene-i hâliyyede
tamâmen tatbîki esbâbının istikmâli lüzûmu der- miyân olunmasına nazaran
iktizâ-yı hâlin îfâ ve netîcesinin inbâsına himem..
“Bâ-işâret-i aliyye-i müsteşârî” tebyizi
Dipnotlar
1-
Kur'an-ı Kerim Zâriyat 19.
2-
Buhari, Zekat 60, Büyu 15.
3-
Kur'an-ı Kerim Duha 10.
4-
Kur'an-ı Kerim Bakara 177.
5-
Dilencilikle geçimini sağlayan felçli
bir kadının tese'ülden men'i tamamen aciz ve naçar kalmasına yol açtığından
haline terahhumen bir mikdar geçimlik tayin edilmesi hakkında İstanbul gümrüğü
mahlulünden tahsisat ayrılması”(BOA C.BLD. 12/582 19 Receb 1145); “Cisr-i
Mustafa Pa- şa'da oturan ve tamamen kör olan Marko geçimini dilencilikle
sağlayabildiğinden zarardan muaf tutulması” (BOA C.ML. 210/8656 15 Receb
1202).
6-
“Dersaadet'deki dilencilerden sakat
ve yaşlı olanların iaşelerinin temini için bir komisyon oluşturulmuş;
memleketlerine gönderilecek dilenciler için de yapılacak masrafların karşılanma
şekli görüşülmüştür.” (BOA A.JMKT.MHM 472/20)
7-
BOA, MV. 112/36, 26 Şaban 1323
8-
Sabah Gazetesi, 28 Ekim 1900 tarihli
nüsha; Erişim [http://tr.wikipedia.org/wiki/Os- manl%C4%B1 %27da_dilencilik]
9-
Faruk llıkan,”II.Mesrutiyet'de
Serseri ve Mazanne-i Sû Eşhâs Hakkında Nizâmnâme”, Tarih ve Toplum Dergisi,
Aralık 1992, S.108, s. 49.
25- Bu hususta bkz. Mahmûd Teymûr, İtticâhâtu'l-Edebi'l-'Arabî,
Kahire: Mektebetu'l- Âdâb, s. 203.
ABBASİLER DÖNEMİ ARAP EDEBİYATINDA DİLENCİLİK VE DİLENCİ ŞAİRLER
ABBASİLER
DÖNEMİ SOSYAL YAŞANTISINA GENEL BİR BAKIŞ
Hayat ile edebiyat birbirine
paraleldir; edebiyat konusunu yaşamdan alır çoğu defa. Bir bakıma edebiyat
hayatı yansıtır. Hayatta olan her şeyi edebi ürünlerde bulabiliriz. Hele söz konusu
olan Arap edebiyatı ise “Şiir Arapların divanıdır” sözünü haklı çıkarırcasına
Araplarla ilgili her şeyi Arap poetikasında bulmamız mümkündür.
Dilencilik açısından edebi metinlere
antropolojik birer kanıt gözüyle baktığımızda İslam öncesi Arap toplumlarında
dilencilik olgusuna hiç rastlanmadığını görürüz. Yerleşik hayata geçilmemesi,
yerleşim bölgelerinin azlığı, sürekli bir yerden başka bir yere göç edilmesi
gibi nedenlerle bu dönemde dilencilikten ziyade yağmacılık olgusuna rastlanır.
Kabilecilik anlayışının hâkim olduğu Cahiliye döneminde, kenara itilmiş,
yönetimde söz sahibi olmayan, ezilmiş insanlar, kabile reisinin direktifleri
doğrultusunda yaşamak zorundaydı. Kabile fertlerinden birisinin, bir utanç
sayılan dilencilikte bulunması, dilenciden ziyade mensubu olduğu kabilenin ve
reisinin itibarını zedelediği için, fakir kesim kendinde dilenecek cesareti
bulamamıştır. Bunun yerine kabile baskınlarını, haydutluğu, yol kesiciliği,
yağmacılığı, hatta fırsat bulduğunda önce kendi kabile reisine karşı isyanı ve
yağmalamayı tercih etmiştir.
İslâmiyetle birlikte kabilecilik
bağlarının zayıflaması ve yoksul kesime de söz hakkı verilmesi, bunun da
ötesinde hali vakti yerinde olan Müslümanlara fakir ve yoksulu gözetmelerinin
emredilmesi, zenginlerin mallarından zekât ve sadaka olarak fakirlere bir pay
ayrılması bu kesimi nispeten rahatlatmıştır. Zekâtı, sadakayı, akrabaya, fakire
ve miskine yardımda bulunmayı emreden ayetlerde hitap hali vakti yerinde olan
Müslümanlara iken, fakirler bu ayetlerde sanki kendileri muhatap alınmışçasına
zenginlerin mallarındaki haklarına bir an önce kavuşmak için, verilirse almaya,
verilmezse istemeye başlamışlardır. Bu dönemde nadiren de olsa dilencilere
rastlanmış ancak bunlar toplumsal bir sorun olarak algılanmamıştır. Zaten bu
dilencilerin amacı da dilenciliği meslek haline getirerek bu sayede para
kazanmak değil, sadece geçimini temin edecek, karnını doyuracak parayı
kazanmaktı.
Raşit halifeler döneminde İslam
topraklarının sınırlarının genişlemesi ve farklı milletlerin Müslüman olmasına
karşın dilenciler ve dilencilik bir sorun olarak görülmez. Özellikle ikinci
halife Hz. Ömer döneminden itibaren devlet hâzinesinin ağzına kadar dolduğu,
Hz. Ömer'in dilencilik yapan gayrimüslimlere bile maaş bağladığı bilgisi kaynaklarda
yer almaktadır.
Fetih hareketlerinin hızla sürdüğü
Emeviler devrinde de Araplarla Mevaliler ve Sün- nilerle Şiiler arasındaki
dini-siyasi tartışmalar ile çok fazla çalıştırılmaktan şikâyet eden işçi
sınıfının yakınmalarından başka sosyal bir sorunla karşılaşılmaz. Velid b.
Abdül- melik, halifeliği döneminde fakirler, yetimler ve engellilere her türlü
hizmetin götürülmesini, her yardımın yapılmasını emretmiş, onlara maaş
bağlamış ancak dilenmelerini yasaklamıştır. Engelli insanlara yardım etmeleri
için görevliler tayin etmiş, yetimlerin korunması için yetimhaneler açtırmış,
kültürel açıdan eğitimlerine önem vermiştir.
Hastaların tedavisi için hastane
kurdurmuş, bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemek için karantina
tedbirleri aldırmıştır. Zimmi ve gayrimüslimlerin ihtiyaçlarını karşılamak
için ne gerekiyorsa yapmıştır. Sırf dilencilik yaparak insanları rahatsız
etmelerinin önüne geçmek için fakir kesime her türlü yardımı yapmıştır.
Emeviler devrinde devletin bütün
organları Arap ırkına mensup yöneticilerin kont- rolündeydi. Fetihler nedeniyle
devlet hâzinesi ağzına kadar doluydu ve halkta her hangi bir ekonomik sıkıntı
bulunmuyordu. Ne var ki Emevî yöneticilerin Arap ırkını üstün ırk kabul edip
mevali adını taktıkları yabancıları küçümsemeleri sonlarının başlangıcı oldu.
Hz. Ali taraftarı olan ve onun soyundan gelenlerin haksızlığa ve zulme uğradığına
inanan Şia ile yüzyıllar boyunca devam eden devlet ve bürokrasi geleneğine
sahip İranlı unsurları örgütlemeyi başaran Abbasiler, 132/750 yılında Emevîleri
yıkarak kendi adlarıyla bilinen bir devlet kurdular.
Emeviler, başkentlerini Hicaz'dan
Şam'a taşıdıktan sonra, devletin güvenliğini sağlamak için sistemli bir
hareketle Hicaz bölgesine bol bol ihsanda bulunmuş, her türlü ahlaksızlığı,
sefahati teşvik etmiştir. Medine cariyelerin, şarkıcıların toplandığı bir merkeze
dönüşmüştü. Bundaki maksat ilim ve irfan sahiplerini bu tür olumsuzluklarla oyalayarak,
kimi zaman zevk ve eğlence girdabının içine çekerek devlet yönetiminden uzak
tutmaktı.
Emevilerin, aydın ve düşünür kesimi
ve ilim adamlarını siyaset ve yönetimden uzak tutma politikasını Abbasiler de
benimsediler. Üstelik toplumda ortaya çıkan iki olgu bu hedeflerini
gerçekleştirmede onlara yardımcı olmuştur:
1. Devlet bütçesindeki açığın artması nedeniyle vergilerin büyük oranda
artırılması. Ne var ki toplanan bu vergiler devlet hâzinesine gitmiyor,
şahısların cebine akıyordu. Abbasilerde şahıslar devletten daha zengin bir
hale gelmişlerdi. Bu durum ise beraberinde devlete hizmet yerine fertlere
itaat ve hizmeti getirdi. Fakirlere yapılan yardımlar da devlet adına değil,
zenginler veya hayırseverler adına yapılıyordu. İbn Haldun, Me'mun döneminde
toplanan haraç vergisinin miktarının dört yüz milyon dirhem 'den daha çok
olduğunu söyler.' Mehdî'nin kızına on dört milyon dinar ve altı yüz milyon
dirhem miras bıraktığı/ Harun Reşid'in ardında dokuz yüz milyon dirhem bıraktığı
kaynaklarda zikredilmektedir.3
2.
İranlı ve yabancı unsurların
kaynaşması sonucu yeni bir yaşam tarzı benimsendi. Şöyle ki İranlIlar Arap
toplumunu daha önceden aşina olmadıkları kölelerle, cariye- lerle,
şarkıcılarla, barlarla tanıştırdılar, şairler şarap temalı şiirler söylediler.
Haramlar helal sayıldı, zevk ve eğlencede sınırlar kalktı. Bu yaşam tarzından
en fazla da saraylar etkilendi. Toplumda dalkavukluk ve yalakalığı meslek
edinmiş, zerafet ve letafetleriyle, kadınsı kıyafet ve konuşmalarıyla dikkat
çeken, halifeler üzerinde son derece etkili, halifelerin de onlar için hiçbir
masraftan kaçınmadığı bir tabaka oluştu.4
Abbasi devrimi Emevilere diş bileyen
unsurlara, etnik halklara dayanıyordu. Bu noktada iki önemli kitle karşımıza
çıkar. Birincisi ister Arap olsun, isterse mevaliden olsun, Şiiler ve İkincisi
de genel anlamda İranlIlar. Abbasilerin Şiileri kullanması kısa bir dönem sürer
ve işleri bittikten sonra Şiileri bir kenara bırakarak İranlIları siyaset, bürokrasi
ve sosyal hayatta öne çıkarırlar. Zaten çok geçmeden Şiiler de bu durumun
farkına vararak Abbasilere karşı isyan bayraklarını açacaklardır. Halife Mansur
döneminde Medine'de patlak veren “Arınmış nefis” hareketi, Harun Reşid
döneminde Dey- lem'deki Yahya b. Abdullah hareketi, Halife Müstain Billah
döneminde Yahya b. Ömer isyanı ve 251 yılında Kazvin'de Tahiroğullarının yönetimden
uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan Kevkebi isyanı gibi isyanlar döneme damgasını
vurur. Nitekim Taberî, h. 251 yılı olaylarını aktarırken, ekstrem Şiî
isyanlarının yanı sıra Karmatîler, zenciler ve haşşa- şîn (suikastçi katiller)
tabakasının vukuatlarını da zikretmektedir.
Arap toplumlarında dilencilik,
siyasi, ekonomik ve sosyal faktörlerin etkisiyle Abba- siler döneminde ortaya
çıkmıştır. Halifelerin yeteneksizliği. İranlı ve Türk komutanların elinde birer
kukla olmaları ve ülkenin küçük devletlere bölünmesi devletin varlığını ve
ekonomisini tehdit eden etkenlerin başında gelmektedir. Bu durum ise bir grup
insanın sis deryası içinde yaşamını kazanmak için dilencilik adı altında yeni
bir yaşam tarzı geliştirmelerine, çok renkliliği kendilerine bir örtü, hileyi
vazgeçilmez ilke kabul etmelerine neden oldu.
Abbasiler, Şiilere karşı daima
İranlIları üstün tutarak, saraylarının kapılarını onlara ardına kadar açtılar.
Sekreter ve korumaları onlardan atadılar, hatta bazılarını vezirliğe kadar
getirdiler. Bir anlamda Emevilerin halklar arasında baskı ve kılıç zoruyla
sağladıkları dengeyi Abbasiler siyasetle sağladılar.
Diğer taraftan Emeviler döneminde
başlayan Şuubiyye /Arap karşıtı hareket Eme- vi halifeleri tarafından
bastırılmaya çalışılırken, Abbasi halifeleri tarafından teşvik edilmiştir.
Edebiyatta ve sosyal hayatta aristokrat yaşantıyı benimseyen, zerafet, musiki
ve estetiğe önem veren Abbasi halife ve emirleri İranlı edebiyatçı ve
düşünürlere sahip çıktılar. Kompleksten kurtulmak isteyen, devlet kademesinde
önemli bir mevkie gelmek isteyen İranlılar ilim ve edebiyata yönelerek şiirde
ve nesirde önemli eserler yazdılar. Nedimelik (kadeh arkadaşlığı) gibi bir
yöntem icat ederek halife ve emirlere yakınlaştılar. Her ne kadar Ebu'l-Abbas,
Mansur ve Me'mun gibi bazı halifeler daha tutucu bir tutum takınsalar da genel
anlamda Abbasi sarayları nedimlerle, saki ve cari- yelerle, şarkıcı ve
edebiyatçılarla doldu. Başlangıçta halifelere dost gibi görünen ve devlet
bürokrasisinde ona yardımcı olan bu yabancı unsurlar, çok geçmeden neredeyse
bütün makam ve mevkileri ellerine geçirdiler. Devletin zararına da olsa
halifeler onların sözlerinden çıkmıyordu. Bu açılım politikası her ne kadar
beraberinde edebiyat ve ilim alanında bir atılımı getirse de diğer taraftan
mali açıdan devleti yıpratmış, devletin yükünü artırmıştır.
Para ve otorite bakımından bazı
İranlı bürokratların oldukça güçlenmesi, hatta bizzat halifenin kendisinden
daha zengin bir konuma ulaşmaları bazı halifelerin dikkatini çekmiş ve
trajediler yaşanmıştır. Bu bağlamda Mansur'un Ebu Müslim'e ve Harun Re- şid'in
Bermekilere yaptıkları hatırlanmalıdır.
Abbasiler döneminde halkı sıkıntıya
sokan uygulamalardan biri de müsadere yani yöneticilerin istedikleri kimselerin
ve bütün yakınlarının mal varlıklarına el koymalarıdır. Böylece büyük bir aile
veya hanedan bir anda fakirleşebiliyordu. Örneğin Mütevekkil, FazI b. Mervan'ın
ve Ebu'l-Vezir Ali Ahmed b. Halid'in bütün mal varlığına el koymuştur. Yine
Halife Mu'temid, vezir Ebu's-Sakr b. Bülbül'ün ve Halife el-Muktedir'in annesi
de kâtibi İbnu'l-Hasîb'in mal varlığına el koymuştur.
Diğer taraftan yaşanan kıtlık ve
kuraklıklar, bulaşıcı hastalıklar, özellikle Abbasile- rin başkenti olan
Bağdat'ın Fırat ve Dicle nehirlerinin taşması sonucu maruz kaldığı sel
baskınları ve hemen akabinde ortaya çıkan salgınlar bu dönem ekonomik
yaşantısını etkileyen ve dilenciliği artıran sebepler olarak karşımıza çıkar.
Her türlü aşırılık ve israfın
yaşandığı görkemli sarayların yanı başındaki sokaklar ise Sasanoğulları denen
ve para koparmak için her türlü hileye başvurmaktan çekinmeyen dilencilerle
doluydu. Sefalet sadece dilenciler tabakasında değildi; halkın büyük bir
kesimi, hatta halifelere yakın olmak için mücadele etmekten yorgun düşmüş edebiyatçılar
ile ömürlerini sarayların eşikleri ile kadehler ve küpler arasında geçirmeyi
reddeden saygın âlim ve edebiyatçılar bile sefalet içinde yüzüyordu.
Mekke ve Medine gibi dini merkezlerde
dilenci sayısının artmasının en önemli sebeplerinden birisi de dört halife
döneminden itibaren, dini birer merkez olmaları hasebiyle, özellikle hac
mevsiminde hacıların yeme, içme ve konaklama giderlerini temin etmek için bol
bol ihsanda bulunulmasıdır. Abbasi halifeliği ile eş zamanlı hüküm süren
Fatımî halifelerinin siyasi çekişmelerinde Mekke ve Medine halkına bağışta
bulunmayı adet haline getirmeleri, bu iki bölge valisinin de ustaca bir
siyasetle kendilerine en fazla bağışta bulunan halifenin tarafını tutmaları,
bölge halkının daha müreffeh bir hayat yaşamasını sağlamış, bunun yanında
dilencilerin bu şehirlere üşüşmesine sebep olmuştur.5
Diğer taraftan ilk kez Fatımîler
tarafından başlatılan, Abbasi halifeleri tarafından kısmen devam ettirilen,
1517'de Yavuz Sultan Selim'in Mekke ve Medine'nin anahtarlarını teslim
almasından sonra da OsmanlIlar tarafından düzenli olarak devam ettirilen Sürre
alayları, Mekke ve Medine halkına hediyeler gönderme geleneği; hac güzergâhında
yer alan kabile ve aşiretlerin hacılara zarar vermesini engellemek üzere dağıtılan
hediyeler, Mora ve benzeri bazı OsmanlI vilayetlerinin vergilerinin Mekke ve
Medine valilerine gönderilmesi gibi bazı uygulamalar da dilencilerin özellikle
dini merkezleri ve mekânları yurt edinmelerine sebep olmuştur.
Abbasiler döneminin başlangıcında ve
dirayetli halifeler zamanında devletin yapısı siyasi bir bütünlük sergiler.
Özellikle Seffah, Mansur ve Reşid dönemlerinde Halifeliğe rakip olabilme
ihtimali olan yapılanmaların kanlı bir şekilde ortadan kaldırıldığına şahit
oluyoruz. Ancak devletin mali yapısının yıpranması, yönetim kademesinde
yabancıların etkili olması sonucu devlet son derece zayıfladı. Halife
Mütevekkil döneminde halifenin bütün yetkileri elinden alınmıştı. Halife her
ay kendisine tahsis edilen maaşı alan bir memurdan farksızdı. Görünüşte
halifeye bağlı hanedanların yönettiği topraklar da yavaş yavaş
bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. Örneğin Horasan bölgesine hükmeder
Tahiroğulları h. 259’da bağımsızlığını ilan ederek Saffariler devletini
kurdular. 30 yıl sonra da bu devlet yıkılarak Samanoğulları (261-390) kuruldu.
Etkili emirlerden biri olan Büveyhiler (334-447) İran'ın batısında, Gazneliler
(366-475) Afganistan'da, Hamdaniler (317-394) Şam bölgesinde ve Fatımiler de
(297-567) Kahire ve Kuzey Afrika'da bir devlet kurmuşlardı. İranlIlar,
Büveyhilerin yönetiminde etkindi, Araplar Hamdaniler devletine hâkimdi,
Gazneliler ise Türklerin kurdukları bir devletti.
Bu devletler arasında sürekli
mücadeleler olduğu gibi, devletler içinde de taht kavgaları sürüp gidiyordu.
Devlet görünüşte Halifenin yönettiği otoriter bir devletti, küçük devletler ise
halifeye bağlı birer eyalet gibi iç işlerinde özgür, dış ilişkilerinde halifeye
bağlı idiler. Bununla birlikte makâmelerin ortaya çıktığı 10. Asır ilim ve
fikirde büyük ilerlemelerin kaydedildiği bir asırdır. Bunun nedeni de
geçmişten gelen birikimin akıllıca kullanılması, nispeten fikir özgürlüğüne
saygı gösterilmesi, ilim ve fikir adamlarının teşvik edilmesidir. Fakat en
önemlisi kurulan bu küçük devletlerin başkentleri birer ilim ve kültür merkezi
olmuştur.6 İlim daha önce olduğu gibi sadece Bağdat'a has değildi.
Edip veya şair bir şehirden başka bir şehre giderek unvan veya mal peşinde
koşabiliyordu. Meşhur şair ve âlimleri cezp etmek için bu merkezlerde para bir
silah olarak kullanılıyordu ve yöneticiler arasında bağış yapma konusunda
kıyasıya bir rekabet vardı.
Bir tarafta Bağdat'ta halife ve
emirlerin saraylarında yaşanan lüks ve israfın bir benzeri küçük devletlerin
başkentlerinde yaşanırken, yalaka şairlere ödüller dağıtılırken, devlet
gelirleri keyfi harcanırken, sürekli düzenlenen balo ve eğlencelerle devlet
hâzinesi sömürülürken, diğer tarafta fakirlikten kıvranan, müsrif efendilerinin
harcamalarını artan vergilerle ödemek zorunda kalan bir halk vardı.
Fakirlikten en fazla etkilenen kesim ise âlimler tabakasıydı. Nitekim
Zemahşeri, Ebiverdi, Hatib Tebrizi gibi birçok âlim sırf fakirlikten
yazdıkları değerli eserlerini ve kitaplarını cüzi paralar karşılığında satmak
zorunda kalmışlardır. Ebu Hayyân et-Tevhîdî, el-İmtâ' ve'l-muânese, adlı
eserinin sonuna eklediği iki risalede âlimlerin çektikleri sıkıntıları
ayrıntılı bir biçimde anlatmaktadır.
DİLENCİ
TİPLERİ
Arapçada dilenci anlamında kullanılan
ilk kelime “seele” fiilinin ismi
fail “sâil” olan kelimesidir. Aynı kökten
türeyen “mütesevvil” de dilenci anlamındadır. “Sıkıntı
çekmek, zamanın zor ve çetin olması, yeryüzünün engebeli olması, havanın çok
soğuk olup bitkilere zarar vermesi, kuyu kazarken sert kayaya rastlamak”
anlamlarına gelen “kedâ” ve “ekdâ” kelimesinden
türeyen “mükdî” ve “mükeddî” de dilenci
anlamında dır.7 “Müstecdî”, “müsta’tî” ve “şehhâz” kelimeleri de
dilenci anlamında kullanılmıştır.
Anlam bakımından uygun bir kökten
türetilmiş bu kelimelerden başka “dilenci” anlamında künye ve lakap olarak
kullanılan başka kelimeler de bulunmaktadır. Aslında bu lakaplar uyruk
bakımından Arap toplumunda yaşayan dilencilerin sınıflarını göstermesi
bakımından önemlidir. Bu sınıflara göre de dilenci tipleri ve dilencilik
yöntemleri değişmektedir.
Bu lakaplardan ilki Benû Sâsân yani
Sasanoğullarıdır. Kendisinde dilencilik alametleri bulunan bir kişiye
nispetle, daha sonra dilencilik yapan gruplar yerine kullanılan bir lakaptır.
Bu kişinin kim olduğu konusunda kaynaklarda farklı rivayetler bulunmaktadır.
Zebidi ve İbn Manzur, bu grubun İran Kisrası olan Sasan'ın izinden gidenler
olduğunu söylerken,8 İbnu'l-Esir, rivayetlerden yola çıkarak aslının
İranlı olduğunu, kraliyet ailesine mensup olduğunu, ancak kral olan babasının
kendisinden sonra kral olarak kız kardeşi Hamanî'yi seçmesi üzerine saraydan ayrılarak
dağlarda inzivaya çekildiğini, bu andan itibaren yol kesen, azgınlık eden,
sihir ve büyü ile uğraşan, dilencilik eden herkesin Sasanoğulları olarak
anıldığını söyler.9
Muhammed Abduh ise Bediuzzaman'ın
makâmelerine yazdığı şerhin başında, aşağılamak amacıyla dilencilere
Sasanoğulları denilmesinin İranlIların Erdeşir Bâbek liderliğinde kurdukları
Sasaniler devletinin yıkılmasının hemen sonrasına rastladığını, topraklarının
İslam hâkimiyetine girmesi üzerine, zaten aşağılanmış zelil bir durumda olan
Sasanilerin genç Müslümanlar tarafından sürekli yer değiştirmeye zorlandıkları,
babalarının adıyla anılarak aşağılandıklarını belirtir. Bir zamanlar onur ve
asaletin simgesi olan lakaplarına ince bir siyasetle sefalet, zillet, hakaret
anlamı yüklenmiş, bununla Sasanilere ait ne varsa hepsinin silinip atılması
amacı güdülmüştür. Zamanla bu kötü anlamlar da unutulmuş ve dilenciler bu
lakapla anılır olmuştur.10
Bediuzzaman'dan itibaren dilenciler
Sasanoğulları olarak anılır. Dilenciler kendilerini özellikle bu lakapla
tanıtırlar ve ister gerçekten Sasanoğullarından olsunlar, ister kendilerini
onlara nispet etsinler, bununla adeta gurur duyarlar. Örneğin Ahnef el-Uk- beri
şöyle der:11
Allaha şükürler olsun ki ben şerefli
bir eve mensubum.
Zor zamanların ve güç işlerin ehli
olan Sasanlı kardeşlerimle yaşıyorum.
Sasanoğullarını en iyi anlatan şair,
kendisi de bir dilenci olan Ebu Dulef el-Yenbûî el-Hazreci (öl. 390/1000)'dir.12
Dâliyye veya Sasaniyye olarak bilinen kasidesinde dilencilikte başvurdukları
yönteme göre dilencilerin özel isimlerini, farklı mekânlarda uygulanacak
dilenme teknikleri, kullandıkları şifreli kelimelerle ilgili ayrıntılı olarak
bilgi vermektedir.13
Arap topraklarına sonradan göç ederek
gelen ikinci grup dilenciler Zutt adıyla bilinir. Daha sonra Gacer adını alan
bu insanlar, günümüz Arap toplumlarında kimi zaman gacer, kimi zaman mîd adıyla
bilinirler. Anadolu'da ise kaçar ve göçer adlarıyla bilinen bu halka genel
olarak Çingene14 denilmektedir. Nereden geldikleri tartışmalı olan
bu halk, İbn Düreyd'e göre Arap değildir.15 İbn Manzur kökenlerinin
Hindistan veya Sudan olduğunu söylerken,16 Firuzabadi Hint asıllı
olduklarını söyler.17 Zebidi ise rivayetlere ek olarak Zutt'un bir
ırk olduğunu, Buhari'de yer alan ve Musa (a.s.)’ın özelliklerinin anlatıldığı
hadiste “zayıf, uzun boylu, kara benizli insan” anlamında bu kelimenin geçtiğini
söyler.18
Bu halk, İslam öncesinde sürülerine
ot bulmak için göçebe bir hayat yaşarlarken Müslüman olarak Ebu Musa
el-Eş'ari'nin mezhebine tabi olmuşlar19 ve Basra yöresine
yerleşmişlerdir. Daha sonra bunların bazıları h. 49-50 yılında Muaviye ve daha
sonra Velid b. Abdülmelik zamanında Şam ve Antakya bölgelerine
nakledilmişlerdir.20
Sekizinci Abbasi halifesi Mu'tasım
zamanında Zutt halkı, Basra bölgesinde yerleştikleri vadilerde yol kesmeye ve
devlete kafa tutmaya başlar. 219 yılında Mu'tasım, Uceyf b. Anbese komutasında
bir orduyu üzerlerine gönderir. 6 ay süren mücadeleler sonunda aman dileyerek
teslim olurlar. 220 yılı aşure gününde Bağdat'a getirilerek, Irak'ın kuzeyinde
yer alan Hankin ve Ayn Zerbe (Adana) dolaylarına yerleştirildiler.2’
Bir kısmı Bizans baskınlarında öldü. Sağ kalanlar ise dağılarak dilencilik
yapmaya başladı.22
Bugün Suriye ve Ürdün'de yaşayan
Çingenelerin bu Zutt denilen halkın soyundan geldiğine inanılmaktadır.
Firdevsî'nin naklettiği rivayete göre bu halkın Hindistan'dan gelerek Basra
yöresindeki düzlüklere yerleşmelerinin sebebi şudur: İran kralı Behram- gûr, 5.
Yüzyılda Hindistan kralından kendisine ut çalma konusunda becerikli kadın ve
erkeklerden oluşan on bin kişi göndermesini ister. Bu kayıt, Zutt tayfasının
kökeninin Hindistan olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bunların bir
kısmı İran körfezi kenarına, bir kısmı da Vasıt ile Basra arasındaki düzlüklere
yerleştiler. Arap tarihçilerine göre Asya kıtasına ve Avrupa ülkelerine
yayılan Çingenelerin aslı bu halka dayanmaktadır.23
Bu iki grup dilenciye ek olarak bazı
bedevilerin ve Arap asıllı kimselerin de dilencilik yaptıklarına şahit
oluyoruz. Ancak bedevilerin dilencilik yöntemleri diğer iki grubun
yöntemlerinden oldukça farklıdır. Şöyle ki:
Bedevi dilenci dilenmek için asla
hileye başvurmaz, zamanı şikâyet eden, durumunu ortaya koyan, başına gelen
felaketi betimleyen şiirler okuyarak, dörtlükler söyleyerek, kimi zaman söz ve
anlam sanatlarıyla süslü ifadeler söyleyerek dilenir. Israrla Arap asıllı bir
bedevi olduğunu dile getirerek Arapların cömertliğine sığınır.
Sasanoğullarının dilencilerinin en
belirgin özelliği hile ve aldatmadır. Çingeneler ise genel olarak sundukları
basit hizmetler, sattıkları basit şeyler karşılığında orantısız bir ücret almak
suretiyle dilencilik yaparlar. Kimi zaman hokkabazlık, ip cambazlığı, illüzyon
gösterisi gibi gösterileri, bazen yılan ve maymun oynatma sayesinde halktan para
toplarlar.
Bedevi ve Sasanoğulları arasında
genellikle erkeklerin dilencilik yapması yaygın iken, Çingeneler arasında
yaygın olarak kadınların dilencilik yaptıkları gözlenir. Bazen kadınlar
dilenciliğe yanlarına küçük çocuklarını da alarak çıkarlar. Bu esnada erkekleri
kıl veya deri çadırlarda boş yatarlar veya basit işlerle meşgul olurlar.
Bedeviler, dilencilik için geldikleri
büyük şehirlerde konaklamak için imarethane ve mescitleri kullanırlar, zor
durumda kaldıklarında rastgele bir evin kapısı çalarak yiyecek ve geceleyecek
bir yer isterler. Bedevilerde sürekli hareketlilik, şehirler arasında seyahat
yaygın değildir. Sasanoğulları ve Çingeneler ise konaklamak ve gecelemek için
yerleşim bölgelerinin kenarlarına kurdukları çadır kamplarını veya arabalarını
kullanırlar. Nadiren konaklamak için bir evin kapısını çalarlar.24
Bedevi dilenci tek başına dilenir,
dilenmek için organize bir hareket içinde olmaz. Çingenelerde kadınlar grup
halinde dilenirler ancak her bir ayrı bir köşede, ayrı bir sokak başında
durur. Sasanoğulları ise dilenciler içinde mafya benzeri bir örgütlenmeye giden
yegâne gruptur. Hatta yol kesicilerin, hırsızların, azılı suçluların onlardan
çekindikleri ifade edilmektedir. Meşhur bir dilenci şair olan el-Ahnef
el-Ukberî, zenginlere şu tavsiyede bulunmaktadır:
Horasan toprakları
Sasanoğullarınındır, Hindistan'a kadar uzanan araziler de.
Bizans'tan Afrika'ya, Bulgaristan'dan
Sind'e kadar da onlarındır.
Sasanoğullarının düşmanlıklarından,
Kürt ve Arapların düşmanlıklarından daha çok sakın.
Bu yolda biz kılıçsız ve kınsız
yürüdük.
Kim düşmanlarını bizimle korkutursa
kendi haline terk edilir.25
Çingene ve Sasani dilenciler Ekonomik
hareketliliği takip ederek geldikleri şehirlerde uzun süre kalmazlar ve halkla
fazla iç içe olmazlar. Sürekli yer değiştirmelerinin ve şehir kenarlarında
gecelemelerinin iki önemli nedeni bulunmaktadır: 1. Bu dönem şehirlerinin
nüfusu genellikle azdı, insanlar birbirlerini tanıyabiliyorlardı. Dilenciler
bunu bildiklerinden kendilerini kamufle etmek, dilenciliği meslek haline
getirdiklerini halktan gizlemek ve bir bölgede dilendikten sonra bölge halkının
kendilerini unutmasını sağlamak için genellikle yerleşik halktan ayrı durmayı
tercih etmişlerdir. 2. Sürekli yollarda ve çöllerde olan, zor şartlarda
yaşayan Çingenelerin şehir hayatının büyüsüne kapılarak yerleşik hayata
geçmelerine engel olmak.
Bedevi dilencinin dili açıktır. Onun
için önemli olan derdini açıkça ortaya koyabilmektir. Bu yüzden sade bir dil
kullanır. Kendi aralarında konuşurken kinayeli, üstü kapalı veya şifreli bir
kullanmazlar. Sasani ve Çingenelerde ise hile ve gizlilik esastır. Çoğu zaman
anlamını sadece kendilerinin bildikleri bir takım kelimeleri kullanırlar. Her
bir hile ve dilencilik metodunun onlara göre özel bir ismi vardır ve iletişim
için şifreli bir dil kullanırlar.25
Abbasi toplumunda dilenciliğin
yayılmasında Sasanoğulları aktif rol oynamışlardır. Zahmet çekmeden, çeşitli
hilelerle insanları aldatarak kolay yoldan para kazanma meraklısı olan bu
grup, dilenciliği yegâne meslek olarak seçmiş, Abbasi Arap toplumun- dan
ekonomik anlamda alabileceği ne varsa hepsini almıştır. Ancak onların Arap top-
lumuna verdikleri zarar sadece bununla sınırlı değildir. Bedevileri dilenciliğe
alıştırmışlar, Arapları dilencilikle tanıştırmışlar, Arap ve İslam âlemine
dilenciliği miras bırakmışlardır. Atalarının intikamını da bu şekilde
almışlardır.
DİLENCİ
ŞAİRLER
Emevilerin yerine kurulan Abbasi
toplumu yapı, yeme içme ve eğlencede, hayatın her aşamasında İranlIların
gerçekleştirdikleri değişiklikler üzerine kurulmuştur. Emevi- ler döneminde
insanların maddi açıdan üstün bir seviyede olmasının iki yolu vardı: Ya Köklü
ve asil bir Arap ailesine mensup olmak veya halife, komutan ve emirlere yakın
olmak ve onların bağışlarından nasibini almak. Abbasiler döneminde ise Arap
soylusu olmanın bir işe yaramadığını görüyoruz. Geriye tek yol kalıyordu; o da
halifelerin saraylarına girebilmek. Kısa yoldan maksada ulaşmak için en
garantili araçlar ise ilim ve edebiyattı.
Ancak Abbasiler döneminde servet
sahibi şairlere baktığımızda bunların sadece edebi yetenekleri sebebiyle servet
kazanmadıklarını, aynı zamanda siyasi otoritenin stratejisi doğrultusunda
hareket ettiklerini görüyoruz. Yani zenginlerin bağışına nail olmak için hem
iyi bir edebiyatçı olmak, hem de resmi ideolojiye uygun hareket etmek
gerekiyordu.27 Bu durum bize bütün şairlerinin methiyeye
yönelmelerinin, bağış için yüzlerinin suyunu akıtmalarının sebebini
açıklamaktadır. Çok az şair medih/övgü şiiri yazmaktan kaçınmış ancak bir şey
kazanamadan yoksulluk içinde yaşamaktan kurtulamamıştır.
Abbasiler döneminde sanat ve edebiyat
büyük oranda halife ve emirlerin saraylarıyla sınırlıdır. Hissettiği için şiir
söyleyen şair, kendisi için sanatını icra eden sanatçı çok nadirdir. Neredeyse
bütün şair ve sanatçıların, ürünlerini beğenisine sundukları bir halife veya
emir vardır. Maddi refaha giden yolda tek otorite halife veya emirin zevkidir.
Bu yüzden Abbasi dönemi edebi ürünlerinde dilencilik ruhu hâkimdir. Demokratik
bir sistem olmadığı için, insanlar ne kadar çaba sarf ederlerse etsinler
yükselemiyor- lardı. Aristokrasinin hâkim olduğu toplumda aristokratların
sofralarından ancak onların izin verdikleri faydalanabiliyordu. Tamahkârlık
gözetilmeden, sırf kişisel istekle oluşturulan edebi ürünlerle övgü şiirlerini
kıyaslayacak olsak birincisinin yok denecek kadar az olduğunu görürüz.
İlim adamlarının durumu da farklı
değildi. Bazıları halife ve emirlerle daima irtibat halindeydi, hatiplik ve
kadılık gibi bazı görevleri icra ediyorlardı. Bu grubun durumu nispeten iyi
idi, bazı maddi imkânlara sahip idiler. Nitekim bu dönemde yazılan ilmi
eserlerin büyük bir kısmının halife ve emirlerden gelen istekler doğrultusunda
yazıldığını, eserin müellifi tarafından bir halife veya Emire ithaf edildiğini
görüyoruz.28 Saraylardan uzaklaşmayı tercih eden ve daha çok dini
ilimlerle, felsefe, tarih terâcim ve dilbilimle uğraşan diğer bir grup ilim
adamı ise kendi hesabına çalışmakta olup geçimlerini temin edecek parayı zor
şartlarda kazanmışlar, çoğu zaman imkânsızlıklar içinde sürünmüşlerdir.
Şair veya sanatçının halifelerin
saraylarında bir pehlivan veya dilenci, ilim ve düşüncenin de illüzyonistlerin
elinde adeta bir oyuncak konumunda olduğu Abbasiler döneminde el-Hemezani ve
diğer yazarlar tarafından ortaya konan makâme örneklerine ve dilenci şairlerin
şiirlerine toplumu yansıtan tarihi birer belge gibi bakmak gerekmektedir.
Abbasiler döneminde dilenci
sayısındaki ani yükselişle doğru orantılı olarak dilenci şairlerin sayısında
da artış olur. Bu dönemde el-Ahnef el-Ukberi, Ebu'l-İcl, Ebu
Fir'avn es-Sâsî, Ebu'l-Muhaffef Âzer b. Şâkir,
Ebu'ş-Şumakmak, İbnu'r-Ruka'mak İbn Lenkek, İbnü'l-Haccâc, İbn Sekre el-Hâşimî,
Ebu'l-Muhaffef, Ebu'l-Aynâ1, Cehza el-Bermekî, Ebu'l-İber, İbn Salât
ve Ebu'l-İcl gibi pek çok dilenci şair yetişmiştir.
Dilenci şairlerin şiirleri genellikle
dörtlükler halinde, bazen beyit şeklindedir. Nadiren de olsa (Ebu Dülef
el-Hazrecî'nin kasidesi gibi) uzun kasidelere rastlanmaktadır. Şiirlerin konusu
tasvir ve övgüdür. Şairin tasvirde başvurduğu yöntem sadece kendini
anlatmaktır. Dilencilik toplumun genel sorunu olmasına karşın dilenci şair,
çektiği sıkıntıların etkisiyle bencilleştiğinden sadece kendini tasvir eder,
toplumu tasvir etmekten kaçınır. Tasvirlerde kendi şahsini tasvir, mekân
tasviri ile dilencilikte başvurulan hilelerin ve dilenci tiplerinin tasviri
öne çıkar. Kendini anlatırken bedeninin zayıflığını, yırtık veya yamalı
giysilerini dile getirir. Açlığını anlatmak için ekmek, kurutulmuş et parçası
ve bir tas çorba motiflerini kullanır. Zamanı ve yaşam şartlarını şikâyet eder.
Fakirliğini, yiyecek, içecek ve kış günlerinde yakacak bir şeylerinin
bulunmamasını, kendisiyle birlikte ailesinin uğradığı felaketi dile getirilir.
Bu haliyle şiirler kıtlık, açlık ve felaketzede edebiyatını andırır. Yeri ve
yurdunun olmadığını vurgulamak için sürekli şehir şehir dolaştığını dile
getirir. Kaldığı ev ile örümcek yuvasını karşılaştırır, evindeki fare, akrep,
yılan vb. haşerelerden bahseder.29
“İhtiyaçlar hile kapısını açarlar”
deyişini haklı çıkarırcasına, insanların duygularını sömürerek isteklerine
kavuşabilmek için her türlü hileye başvururlar. Kimi zaman bağışını umdukları
kişiyi överler, bağışta bulunmayanları acımasızca eleştirirler. Ancak dilenci
şairin övgüsüyle, klasik şairlerin övgüsü arasında fark vardır: Dilenci şairin
şiirinde tek konu övgüdür, övgünün amacı da dilenmektir. Bu bakımdan
el-Hemezânî gibi dilenci şairlerin divanları başta sona övgü şiirleriyle
doludur. Diğer şairlerde ise övgü şiirleri divanlarının sadece bir bölümünü
oluşturur.
EDEBİYATTA
DİLENCİLİK
Abbasiler döneminde dilencilik konulu
edebi ürünler manzum ve mensur olmak üzere iki grupta ele alınabilir. Bu
dönemde dilenciler ve dilencilik konulu edebi ürünler nesir şeklinde başlar.
Başlangıçta dilenci öyküleri edebi eserlerin içerisine serpiştirilmiş bir
haldedir ve genellikle dilenciler, öteden beri cömertlikleriyle övünen zengin
Arapların bu arzularını gerçekleştirmek için kullandıkları bir fon görevi
görür. İnsanların ihtiyaçları nedeniyle dilendikleri gerçeğinden hareketle
genellikle dilenci zengin birisine gelerek ondan bir şeyler ister. Zengin ise
kuşağından bir kese çıkarır ve saymadan dilenciye verir. Toplum huzurunda
gerçekleşen bu olayda dilencinin kimliği, durumu, gerçekten ihtiyaç sahibi
olup olmaması önemli değildir. Önemli olan zenginin ona hiç tereddüt etmeden
bolca ihsanda bulunmasıdır.
Arap edebiyatında efsanevi
karakterdeki Antere b. Şeddad ve Seyf b. Zi Yezen gibi bazı kahraman
şahsiyetlere, Şenferâ ve Teebbeta Şerran gibi bazı yağmacıların hayatlarına
ilgi duyulduğu bir gerçektir. Hicri III. Asrın ortalarından itibaren aşağı
tabaka yaşantısına, dilencilerin, hilekârların, hatta suçluların davranışlarına
ve maceralarına gözle görülür bir ilgi başlar ve ilk olarak asrın önemli bir
ilim adamı ve kültür tarihçisi olan el-Cahız (775-868) ilk kez dönemine kadar
ki dilenci öykülerini toplayarak, dilencilerin hilelerini öne çıkararak
Hiyelü'l-mukeddin (Dilencilerin hileleri) adlı eserini, Zengin cimrilerle
fakir dilencilerin çekişmelerini anlatan el-Buhalâ'sını yazar. Entelektüel
kesimin temsilcisi olan Câhız'ın bu tür konuları eserlerine almasının çok
çeşitli sebepleri olabilir. Bunlar arasında toplumun değişen, gelişen ve
sıradan zevk ve eğlencelerden usanan edebi zevkini tatmin etme duygusu ve
denenmemişi deneme, yeni edebi türler ortaya koyma arzusu yatmaktadır. Câhız
ayrıca Kitabu'l-Mehâsin ve'l-Ezdâd ve Kitâbu't-terbî' ve't-tedvir gibi
eserlerinde dağınık bir şekilde cimrilik, dilencilik, gurur ve kibir gibi
sosyal meseleleri alaycı, iğneleyici, nükteli bir hikaye üslubu içinde ele
alır. Daha sonra Cahız'ın öğrencisi olan İbn Kuteybe, Uyûnü'l-Ahbar'ında,
Ebu'l-Ferec el- Isfehânî, el-Egânî'sinde, Ebu'l-Mutahhar el-Ezdî Hikâyatu
Ebi'l-Kâsım el-Bağdâdi adlı kitabında, Ebu Ali et-Tenûhi el-Ferec ba'de'ş-şidde,
Neşvâru'l-muhâdara ve el-Müs- tecâd min fealâti'l-ecvad adlı eserinde hırsız,
dilenci, abid, zahid ve edepsizlerin haberlerine yer verirler. Makamât yazarı
Hemezânî'nin hocası Ahmed b. Faris'in Fütyâ fâkihi'l-Arab adlı eseri ile
Seâlebî'nin Yetîmetü'd-dehr adlı eserlerinde de dilencilerin maceralarıyla
ilgili bol miktarda rivayet yer almaktadır.
Dilencilerle ilgili rivayetlerin yer
aldığı kitaplar arasında Binbir Gece Masalları haklı bir üne sahiptir. Çerçeve
bir öykü içinde iç içe geçmiş öykü anlatım tekniği ile anlatılan ve 1001 gece
devam eden bu masallarda cinler, periler, devler gibi olağanüstü efsanevi
yaratıkların yanı sıra dilenciler de yardımcı bir unsur olarak yer alırlar.
İbnu'n- Nedîm'in Binbir Gece Masalları'nın derlenmesiyle ilgili olarak
söylediği: “Hurafeleri ilk defa toplayan, bir kitap haline getiren,
kütüphanelere sokan ve bazı hurafeleri hayvanların dilinden söyleten
İranlIlardır. Sonra bu öyküler Sasaniler zamanında çoğaldı. Araplar bu öyküleri
kendi dillerine çevirdiler. Fesahat ve belagat ehli kişiler bu öyküleri
süslediler, güzelleştirdiler ve bu öykülere benzer öyküler yazdılar. Bu
bağlamda ortaya konan ilk kitap “bin hurafe” anlamına gelen Hezâr Efsane'dir.
Bu kitap Binbir gece öyküleriyle birlikte 200 kadar semer30 ihtiva
etmekteydi. Bazen bir semer birkaç gece devam ediyordu.”31 sözleri,
günümüz tarihçilerinin aslında Araplarda, en azında sosyal düzeni tehdit edecek
bir boyutta bir dilencilik olgusunun bulunmadığı, dilenciliğin İranlılar ve
özellikle de Sasanoğulları tarafından Arap dünyasının başına musallat edildiği
tezleriyle de örtüşmektedir.
Masallara göre öykülerin yaşandığı
yer Bağdat'tır. Bağdat, Abbasi halifesi Mansur tarafından kurdurulmuş ve
başkent yapılmıştır. Devlet merkezi olması hasebiyle hâzineden en büyük payı
almış, ticaret gelişmiş, ekonomik canlılığın bir sonucu olarak şehir hırsız ve
dilencilerin akınına uğramıştır. Edebiyatın hayatı yansıttığı gerçeğinden hareketle
hırsız ve dilencilerin masallara da konu olmasını yadırgamamak gerekir.
Zevkle okunan bu öykülerde, ilginç
yaratıklarla birlikte dilenci maceraları da önemli bir yer tutar. Dilenci
maceraları kimi zaman erotik unsurlarla daha da ilgi çekici hale getirilir,
anlatım esnasında en ağır küfürler birbiri ardınca sıralanır. Örneğin 31. Gece'de
Şehrazat'ın anlattıkları arasında bir berberin öyküsü yer alır. Berberin altı
kardeşinden üçüncü kardeşi Bakbak ile altıncı kardeşi Şakalik'in her ikisi de
fakir olup dilencilikle geçimlerini sağlamaktadırlar. Masalların 31 ve 32.
Geceleri bu iki kardeşin dilenirken başlarından geçen olaylara, bir dilenci
olarak evlere rahatlıkla girip çıkmaları nedeniyle, girdikleri evlerde, ev
sahibi hanım tarafından aldatılarak sürüklendikleri maceralara ayrılmıştır.32
Bu öykülerde dilenciler hırsızlarla, haramilerle, yankesicilerle aynı düzlemde
ele alınmışlardır. Şehrazat'ın 437, 456 ve 985. Gecelerde anlattıkları da
dilenci hikâyelerinden ibarettir.
Abbasiler dönemi Arap Edebiyatında
mensur dilenci hikâyelerinin üçüncü aşamasını makâmeler oluşturur.
Makâmeler
Makâme kelimesi, “ayağa kalkmak,
ayakta durmak” anlamındaki kâme fiilinden türemiş bir kelimedir. Mekan ismi
olarak kullanıldığında birinin ayakta durduğu yer, mastar olarak
kullanıldığında ise ayağa kalkmak/ayakta durmak anlamına gelir. Çoğulu makâmât'dır.
Arap edebiyatında edebi bir türe ad
oluncaya kadar bu kelime meclis, toplantı, bu toplantılarda yapılan konuşmalar,
topluluk, bedevi topluluğu, kahraman ve durum gibi anlamlarda kullanılmıştır.33
Edebi bir tür olarak makâme ise; bir
toplantıda anlatılan, genellikle bir oturumluk olup, daha çok dilencilerin
maceralarını konu edinen eğitici ya da eğlendirici özelliği bulunan bir yazı
türüdür. Yazarın hayali bir kişinin/ravinin ağzından olayları anlatması,
konunun basit buna karşılık üslûbunun ince, edebi sanatlarının çok, dilinin
oldukça ağır ve secili oluşu, kelime bakımından zenginliği, atasözleri,
hikmetli sözler ve aforiz- malar bakımından zenginliği, Arapçada ender
kullanılan klasik sözcükleri içermesi, daha çok şiirle bitişi ve bir
kahramanının oluşu ve en önemlisi de insanların hoşça vakit geçirmesini amaç
edinmesi bu türün belli başlı özellikleridir.34
Hicri III. Asrın ortalarına kadar
vaaz ve hitabet özelliği taşıyan makâmeler, bu tarihten itibaren eğitici,
öğretici, etkileyici ve eğlendirici yönü ağır basan “dilenci hikâyeleri”
hüviyetine bürünmüştür. IV. Asrın ortalarında ortaya çıkan makâme Arap edebiyatında
başlıca iki edebi akımın ürünüdür: Bunlardan birincisi bu asırda yaygınlaşan
dilencilik, yokluk ve felakete uğramışlık akımı, diğeri de Abbasiler döneminin
özellikle üçüncü ve dördüncü kuşak edebiyatçılarının kompleksleştirdikleri ve
oldukça aşırıya kaçtıkları edebi sanat akımıdır. Edebi ürünlerin adeta bir
sanat yığını haline dönüşmesi, nazım türünde söz sanatlarına, nesirde seci ve
cinasa son derece bağlı kalınması, derin anlamlı kelimelere, kelimelerin
mecazlı kullanımlarına ve ender rastlanan kelimelere çok yer verilmesi bu
dönem edebi ürünlerin genel özellikleridir.35
Abbasiler döneminde devlet ve küçük
emirlikler düzeyinde bir rahatlama, ekonomik yönden bir ilerleme görülse de
geniş halk kitleleri açısından bakıldığında durumun çok parlak olmadığı
görülür. Geniş imparatorluk sınırları içinde açlık ve yokluk çeken, kıtlıklara
maruz kalan, pahalılıkla boğuşan, bulaşıcı hastalıklarla kırılan pek çok millet
vardı.36
Toplumu saran bu tür genel afetler
sebebiyle dilenciliğin yaygınlaşması kaçınılmazdır. Özellikle Sasaniler
soyundan geldiklerini iddia eden bir halk dilenmeleriyle meşhur oldular. Para
kazanmak için türlü hilelere de başvurdukları için daha sonra bütün yalancı ve
dolandırıcılara Sâsânoğulları denmiş ve Farsça'daki “Sâsân” kelimesi dilencilik
anlamını kazanmıştır.37 Bunlar, hayvanlarıyla birlikte gruplar
halinde ya da teker teker ülke ülke dolaşıp dilenen ya da sihirbazlık ve
hokkabazlık gösterileri karşılığında halktan para kopartan kimselerdi.
Arap edebiyatında makâme türünün iki
önemli temsilcisi bulunmaktadır. Bunlardan ilki ve makâme türünü icat eden
Bediuzzaman el-Hemezânî (968-1008)'dir.
el-Hemezânî'nin Makâmelerinde 51
makâme yer almaktadır. Farklı konularda yazılmış bu makâmelerin 26'sının
konusunu dilenci hikâyeleri ve dilencilik oluşturur. Ebu'l-Feth
el-İskenderî'nin kahramanı, İsa b. Hişam'ın anlatıcı/ravi olduğu makâmeler- de
Hemezani, kahraman bir dilenci olarak çıkar karşımıza. Bunları yazmaktaki maksadı
sahip olduğu meziyetleri gözler önüne sermek, dil becerisini, söz
sanatlarındaki ustalığını kanıtlamak ve bu sayede insanların verdikleri
bağışlarla geçimini sağlamaktır. Öteden beri dilencilerin klişeleşmiş bazı
sözcükleri, ayet ve hadisleri, kimi zaman tekerlemeleri kullanarak
dilendikleri bilinmekle birlikte, dil yetisi ve edebi zevki dilenciliğe alet
etme becerisini Hemezani göstermiş, bu nedenle de Bediu'z-Zamân yani “Zamanın
en üstün kişisi” unvanını almıştır.
Hemezâni, ilk kez Arap edebiyatına
kazandırdığı makâmelerinde sürekli olarak çeşitli yerlere giden, ince
zekâsıyla zevk sahibi cömert kimselerden aldığı hediyelerle geçinen,
dilenciliği bir meslek haline getirmiş acımasız ve kurnaz bir kahramanın maceralarını
aktarırken, yine ilk kez kendisinin ihdas ettiği hayali bir ravi/anlatıcı
aracılığıyla kendi becerilerini ortaya koymuştur.
Dilencilik temalı makâmelerde öykünün
kahramanı olan el-İskenderi, bir dilim ekmeğe muhtaç, kılık kıyafeti berbat,
kalacak bir yeri olmayan, kimi zaman evli ve çoluk çocuk sahibi bir dilenci
rolündedir. Kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamak için günlerdir yoldadır.
Bu yüzden bitkin ve perişan bir durumdadır. Buna rağmen son derece edip,
dilenmekte ısrarlı, istemekten usanmayan, çevresine kalabalığı topladıktan sonra
tatlı diliyle insanları kandıran, akıcı üslûbuyla, fesahatli ve belagatli
konuşmalarıyla insanları büyüleyen, içinde bulunduğu sıkıntılı durumu ustaca
aktararak çevresindeki- lerde kendisine karşı acıma duygusu uyandıran ve bu
yolla etrafında toplanan kalabalıktan para kopartan biridir. Kahramanımız
basit bir dilenci olmayıp, kimi zaman ayet ve hadislerden örnekler veren,
kendinden önceki şairlerin şiirlerinden alıntılar yapan, doğaçlama şiir söyleyebilen
usta bir hatiptir.
Nazım ve nesri başarılı bir şekilde
birbiriyle kaynaştıran Hemezâni bir başka yeniliğe daha imza atar: Yaşadığı
döneme kadar sadece şiire has konulardan biri olan methiyeyi/övgüyü nesirde de
ustaca kullanır. Ondan sonra nesir, şiir konularını içerebiliyor, nesre has
özellikler biri olan eğiticilik/öğreticilik şiirde kullanılmaya başlıyor ve
didaktik şiir türü ortaya çıkıyordu.38
Dilencilerin piri sayılan
Bediuzzaman, ömür boyu dilenmesine karşın sefaletle dolu bir yaşam sürmüş, emirlerden
ve zenginlerden yeterli desteği görememiştir. Bunun başlıca üç sebebi
bulunmaktadır:39
1. Diğer dilencilerin aksine hileye çok az başvurması.
2. Arap asıllı olması.
3. Şiilerin hâkim olduğu bir bölgede yaşayıp Sünni mezhebe mensup olması.
Hemezânî'den yaklaşık bir asır sonra
yaşayan el-Harîrî (öl. 516/1122), makâme sanatını daha da geliştirmiş hatta
hocasını aşmıştır. Bu makamelerde de toplumdaki çelişki ve çarpıklıklara
dikkat çekmek için hayali kahraman Ebu Zeyd es-Serûcî'nin maceraları, haris b.
Hemmâm'ın dilinden akıcı bir üslupla anlatılmıştır. Ravi olarak takdim edilen
Haris b. Hemmâm, dünyayı dolaşan bir bilge, es-Serücî ise dilenci kılığında kurnaz
ve düzenbaz birisidir. Amacına ulaşmak için güzel konuşarak insanları etkiler,
her türlü yalanı söyler ve her hileye başvurur.
Elli kısa hikâyeden oluşan
makâmelerde Arap dilinin bütün incelikleri, anlatım gücü, edebi sanatları ve
kelime oyunları secili bir üslupla ortaya konulmuştur. Hemen her makâmede
eğitim amaçlı birkaç mesaj bulunmakla birlikte ele alınan konuları dilencilik,
vaaz ve zahitlik, edebi konular, sosyal, siyasi ve ahlaki konular olmak üzere
dört grupta ele almak mümkündür.40
Makâmelerde
Dilencilik Yöntemleri
Hemezani ve Hariri'nin makâmelerinin
asıl amacı yazarların yaşadıkları toplumların gerçeklerini Ebu'l-Feth
el-İskenderi ve Ebu Zeyd es-Serücî adlı iki kahramanın şahsında gözler önüne
sermek ve bu gidişata karşı çıkmaktır. Kahramanlığın olmazsa olmaz şartı ise
dilenci olması ve geçimini dilencilik yaparak sağlamasıdır. Her ne kadar makâmelerde
yegâne konunun dilencilik olduğu söylenmişse de, züht, vaaz ve nasihat,
münazara gibi farklı konularda yazılmış makâmeler de vardır. Konusu dilencilik
olan makâmelerin amacı da dilenmek değil, Abbasi toplumuna egemen olan bir
olguyu, dilencilik ve yalakalık olgusunu gözler önüne sermek, geçimini temin
etmek için dilenmek zorunda bırakılan bilgin ve dahi insanların nasıl bir
hilekâra dönüşmek zorunda bırakıldıklarını alaycı bir üslupla ortaya koymaktır.41
Makâmeler incelendiğinde yaygın olarak başvurulan dilencilik yöntemlerinin
şunlar olduğu görülür:
1. Akıcı bir dil kullanılarak, parlak belagat gösterisi aracılığıyla
dilencilik:
el-İskenderi'nin sıklıkla başvurduğu
bu yöntemin en güzel örnekleri Hurma ve Azerbaycan makâmelerinde görülür. Hurma
makâmesinde İsa b. Hişam, hurma satın almak için Bağdat'a gelir. Alışverişini
yapar ve geri dönerken yolda çocuklarını kucağına almış şu beyitleri okuyan
yaşlı birisine rastlar:
“Vay halime! Açlığımızı giderecek ve
bizi bu dilencilik yolundan kurtaracak,
Ne iki avuç arpa yemeğimiz, ne unla
karışık bir parça yağımız, ne de bir tas çorbamız var.
Ey darlıktan sonra servet veren!
Onurun kendisine atalarından miras
kaldığı becerikli ve soylu bir gencin avucunu kolayca açtır.
Başarının ayağını bize doğru yönelt,
Hayatımı felaketlerin elinden kurtar.42
Bu belagat gösterisinden sonra ravi
istediği bağışı elde eder ancak dilencinin kimliğini merak ettiğinden, daha
fazla bağışta bulunacağını vaat ederek dilenciden yüzündeki örtüyü indirmesini
ister. Karşısındaki dilencilerin piri el-İskenderi'dir ve dilenci ona şu
nasihatte bulunur:
“Hayatını, insanların gözlerini
boyayarak, onları aldatarak geçir.
Günlerin hep aynı kalmadığını görüyor
ve onları taklit ediyorum.
Bir gün ben onların kötülüğünü
hissediyorum, başka bir gün de onlar benimkini”
İskenderî, Azerbaycan makâmesinde de
benzer yöntemi kullanır ancak bu kez tamamen Kur'an ayetlerinden alıntılar
yaparak etrafındaki insanları etkilemeye çalışır ve bunda da başarılı olur.
Makâmenin sonunda dilencilerin genel özellikleri şöyle özetler:
Ben, ülkelerin en büyük seyyahıyım,
ufukların en büyük aşıcısıyım.
Ben, zamanın oyuncağıyım ve sürekli
yoldayım.
Beni dilencilikle ayıplama kardeşim.
Sen de onun zevkini tat.”43
2. Hileye başvurarak dilenmek
Makâme yazarları, dil becerisi ve
kelime oyunlarına başvurmanın yanı sıra sık sık hileye de başvururlar. Çünkü
Abbasi toplumunda kültürlü fakat fakir insanların rızıkla- rını kazanmak için
türlü hilelere başvurmaktan başka çaresi yoktu.
Dilencilerin en sık başvurdukları
hile geceleyin yolculuk etmek ya da en azından geceleyin seyahat ediyor
izlenimini uyandırarak, yolda kalmış bir yolcu gibi kapı kapı dolaşarak
dilenmektir. Arapların cömertlikleri, özellikle yolda kalmış yolculara yardımda
bulunmayı bir erdem saydıkları bilinmektedir. Cömert insanların gece yolcuları
için yemek hazırladıkları, tek başlarına yemek yemeyi ar saydıkları için, belki
gelip geçen birini bularak tutup getirirler ümidiyle hizmetçilerini yolları
gözetlemek üzere gönderdikleri bilinen bir gerçektir. Dilenci cömert kişinin
bu hassasiyetini bir zayıflık olarak görmüş ve sonuna kadar kullanmıştır.
Hemezani'nin Kufe makâmesinde bu hileye başvurur ve aslında dilenciliğe hiç
ihtiyacı yokken yaşadığı asrın geleneğine uyarak dilenmekten kendini alamaz.
Çünkü yaşadığı asırda insani değerler ve yüce ilkeler, kişisel çıkar sağlamak
için soygun, vurgun, yolsuzluk ve aldatma gibi sıradanlaşan yüz kızartıcı
davranışlara dönüşmüştür.
Hemezani, Körler makâmesinde bir
dilencinin dilinden şu nasihatte bulunur:
“Bir bukalemunum ben, her renge
girerim.
Kendine kazanç yolu olarak bir
alçaklık seç; çünkü devrin alçaklık devridir.
Zamanını ahmaklıkla savuştur.
Gerçekten zaman tekmeleyen bir devedir.
Hiçbir zaman aklına kanma, çünkü
akıllılık en büyük deliliktir.”44 Makâmelerde zamandan şikâyetçi
olmak, dilenmenin tek sorumlusu olarak zamanı göstermek en sık başvurulan
hilelerden biridir. Hemezani şöyle der:
“Suç benim değil, günlerindir.
Dolayısıyla gecelerin musibetlerini kına.
Ahmaklık sayesinde istediğimi elde ederek süslü eteklerimi
gururla sürüdüm.”45 Sasaniler makâmesinde şöyle der:
“Bu devir, gördüğün gibi, uğursuz ve
acımasızdır. Bu devirde ahmaklık tatlıdır, akıllılıksa kusur ve kınanacak bir
şeydir.”
Başvurulan diğer hileleri şöyle
sıralayabiliriz: Kör numarası yapmak (Hemezani, Körler makamesi; Hariri,
Berkaidiyye makamesi), Türbe, cami, mezarlık gibi dini mekânlarda halkın yoğun
olduğu zamanlarda hitabette bulunmak (Hariri, Saviyye makamesi), Yanına
çocukları da alarak hoca kılığına girmek (Hariri, Bağdat makamesi), bulunduğu
şehirde yabancı olduğunu, kimsesinin olmadığını iddia etmek (Hemezani, Basra
makamesi), zengin olduğu sanılan birisine karşı sanki onu daha önceden tanı-
yormuşçasına hitap etmek (Hemezani, Bağdat makamesi), Yolda kalmış fakir numarası
yapmak (Hariri, Mekke makamesi), Yüzünü sardıktan sonra yaralı veya bulaşıcı
hastalığa yakalanmış olduğunu iddia ederek dilenmek (Hariri, Tiflis makamesi),
Namaz, hac, Kur'an ve Hz. Peygamber sevgisi gibi dini duyguları kullanmak
(Hemezani, İsfehan makamesi), günahlarından tevbe etmiş Salih birisi olduğunu
iddia etmek (Hemezani, Kazvin makamesi), daha önce varlıklı iken, rahat bir
yaşam sürerken elindeki nimetin yok olması nedeniyle hakir ve zelil bir duruma
düştüğünü iddia etmek (Hemezani, Cürcan Makamesi, Açlık makamesi), maymun, ayı
ve yılan gibi ehlileştirilmiş vahşi hayvanları oynatarak dilenmek (Hemezani,
maymun makamesi).46
Abbasiler dönemi dilencisinin en
belirgin özelliği sürekli bir şehirden diğerine gezmesidir. Şehirler ve
ülkeler hakkında geniş bilgi sahibi oldukları, aralarında halife ve emirlerin
sarayları olmak üzere her yere rahatlıkla girip çıkabilmeleri nedeniyle kimi zaman
casusluk amacıyla kullanılmışlar, gizli bilgi toplamada kendilerine
başvurulmuştur.
Abbasilerde dilenciler, ölümün
simgesidir; her fırsatta insana ölümü hatırlatır, ölümden sonraki hayatı
çağrıştırırlar. Giydikleri hüzün, keder ve matemin rengi olan siyah renkli
elbiseleri de insanda psikolojik etki uyandırmada ve kazançlarını artırmada
onlara yardımcı olur.
Bu dönem dilencisi, dilenciliğin en
kârlı meslek olduğunu bilecek kadar akıllıdır. Sadece dilencilik yapmakla
yetinmez, ayrıca kendisine bol para veren zenginlerin bir listesini tutar ve
belirli aralıklarla giderek para ister. Örneğin Ebû Fir'avn es-Sâsî öldüğü
zaman üzerinden 300 zenginin adının ve adresinin yazılı olduğu bir defter
çıkar. Dikkat çeken bir başka olgu da dilencilerin doyumsuzluğudur.
İncelediğimiz mensur dilenci hikâyelerinde ve şiir örneklerinde dilencilikten
tövbe eden, “ben yeterince kazandım” diyen bir tek dilenciye rastlamadık.
Aksine dilenciler sürekli açlıktan, kıtlıktan, yokluktan ve sefaletten yakınan
kimselerdir. Buna rağmen kendilerinden sonra gelenlere dilenciliği ve
ahmaklığı tavsiye etmek gibi bir tezada düşmekten kurtulamamışlardır.4
Meşhur dilenci Hâleveyh'in oğluna vasiyet ederken, ona dilenciliği tavsiye etmesi
bunun en güzel örneklerindendir.48 Daha da önemlisi dilenciler çoğu
zaman hırsızlarla birlikte hareket etmişlerdir. Öykülerinde her türlü
dilencilik ve hırsızlık yöntemini bir arada dile getirmişlerdir.19
Gerek Hemezânî, gerekse Harîrî'nin
makâmeleri ilim ve fikir dünyasında geniş yankı bulmuştur. Kimi yazarlar
oldukça seviyeli, söz ve anlam sanatlarıyla yüklü bir dille yazılan,
yazıldıkları dönemde dilenciler ve hırsızlar tarafından oluşturulan gizli
anlaşma dilini, şifreli sözcükleri açıklayabilmek için şerhler ve haşiyeler
yazarlarken; kimi yazarlar da onları taklit ederek benzer türde makâmeler
yazmışlardır.
Makâmelerin etki alanı sadece Abbasi
dönemi Arap toplumu ile sınırlı değildir. Geniş hayranlık uyandıran bu
makâmeler Kuzey Afrika üzerinden Endülüs Emevileri aracılığıyla İspanya'ya
geçtikten sonra Avrupa ülkelerinin büyük bir kısmını etkisi altına almıştır.
Abbasi döneminde etkili olan sosyal, kültürel ve ekonomik şartların bir benzerinin
hüküm sürdüğü ispanyada aynı edebi yönelişler baş göstermiş ve meşhur Pika-
resk ve Lazarillo hikâyeleri ortaya çıkmıştır.50 Arap makâmelerinde
olduğu gibi bu hikâyelerde de dilencilik, dilenci kurnazlıkları, cimrilik gibi
konular gerçekçi bir yaklaşım ve nükteli-alaycı bir üslupla anlatılmıştır.
Ebu'l-Ala el-Mearri'nin Risâletu'l-Gufran'ın- dan etkilenen Dante'nin yazdığı
İlahi Komedya'da Hemezani'nin İblis makâmesinin etkisi açıkça görülmektedir.
Makâmeler sadece Arapça ile de sınırlı
kalmamış, Farsça, İngilizce, Fransızca, Almanca, İbranice ve Hintçe gibi
birçok dile çevrilmişlerdir. Hemezani'nin makâmeleri Rahmi Er tarafından;
Hariri'nin makâmeleri de Tahir Selam, Muhammed Beg, Ahmed Hamdi Şirvânî
tarafından çevrilerek 1290 yılında İstanbul'da basılmıştır. Aynı makâmeler
Manastırlı Daniş Ahmed Efendi ve Sabri Selsevil tarafından çevrilerek 1952
yılında yayınlanmışlardır.
Makâmeler Türk müelliflerini de
etkisine almıştır. İlk olarak 13. Asır müelliflerinden Alaaddin Ali b. Müşerref
el-Mardini, el-Cevheru'l-ferd beyne'n-nerces ve'l-verd3' adlı
eserinde, Giritli Ahmed b. İbrahim er-Resmî (öl. 1197 h.),
el-Makâmetü'z-Zülâliyye'sin- de52 ve Ayntâbî
el-Makâmetü'l-viladiyye'sinde53 makâme formunu denemişlerdir. Makâmeler
Osmanlı âlimleri arasında da beklenen ilgiyi görmüştür. Temsil ettiği ileri düzey
Arapça sebebiyle makâmeler Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuş,54
makâme okutmak bir onur sayılmış ve bir âlimin ilmi derecesini göstermek bakımından
“O, makâme okutmuş bir zattır” ifadesi meşhur olmuştur.55
Dipnotlar
Yöneticilerin
israf ve gereksiz harcamalarına örnek olarak Halife Me'mun'un Haşan b. Sehl'in
kızı Burân ile evlenirken, düğünde yaptığı harcamalar ve dağıttığı bahşişler
için, ayrıca sırf Abbas
b. Abdülmuttalib'in soyundan geldikleri için 30.000 kişiye maaş
bağlatması için bkz.: ibn Haldun, Mukaddime, ter. Süleyman Uludağ, İstanbul:
Dergah Yay., 1991, s. 510-514.
el-Mes'ûdî,
Murûcu'z-zeheb, Beyrut: Dâru'l-Endelüs, (t.y.), c. III, s. 312.
İbnu'l-Esîr,
el-Kâmil fi't-târîh, Beyrut: Dâru Sâdır, (t.y.), c. VI, s. 76
Zerafet ve
kibarlıklarıyla ünlü bu tabaka için yöneticilerin yaptıkları harcamalar için
bkz: Ebu't- Tayyib en-Nahvî el-Veşşâ, el-Muveşşâ ev ez-Zuraf ve'z-zurefâ',
Kahire: el-Mektebetü'l-Hâncî, 1993, s. 147 vd.; Salah el-Muneccid, ez-Zurefâ
ve'ş-şehhâzûn, Daru'l-kütübi'l-cedîde, 1993, 5. Baskı, s. 29.
Abbasi-Fatımî
çekişmesinin Mekke ve Medine halkının sosyal yaşantısı üzerindeki etkisi için
bkz: Süleyman Abdülganiy Mâlikî, Merâfiku'l-hacc ve'l-hademâti'l-medeniyye
li'l-huccâc, Riyad- 1982, s. 101-120 ve 154-162.
Ahmed
Emin, Zuhru'l-İslâm, Kahire: Mektebetü’n-nehdati'l-Mısriyye, (t.y.), s. 94 vd.
Kelimenin
anlamları için bkz: ibn Manzûr, Lisânu'l-Arab, ( IaÜ) mad.,
Beyrut: Dâru Sâdır, 1968,
c. XV, s. 216-217; Zebîdî, Tâcü'l-Arûs, (Uil) mad., Beyrut: Dâru
Sâdır, 1966, c. X, s. 311; Ezhe- rî, Tehzîbu'l-luga, mad., I, s. 324;
ez-Zemahşerî, Esasu'l-Belâga, Beyrut: Dâru Sâdır, 1965, s. 538; Râgıb
el-İsfehânî, el-Müfredât, İstanbul: Kahraman Yay., 1986, s. 643.
Bkz. İbn
Manzur, Lisânu'l-Arab, ( ) mad. C. VI, s. 109: Zebidi,
Tâcu'l-arûs, IV, s. 169.
İbnu'l-Esir,
el-Kâmil fi't-târîh, c. I, s. 278.
Muhammed
Abduh, Makâmâtu Ebi'l-Fazl Bidîizzamân el-Hemezânî, Beyrut: Dâru'l-Meşrik,
1982, s. 97.
Ebû Mansûr
es-Seâlebî, Yetimetü'd-dehr fi mehâsini ehli'l-asr, Beyrut:
Dâru'l-kütübi'l-ilmiyye,
1983, III, s. 137-139.
Hayatı
için bkz: Zirikli, el-A'lâm, c. VII, s. 216; Seâlebî, Yetîmetü'd-dehr, III, s.
413-416.
Şiir için
bkz.: Seâlebî, Yetime, III, s. 416-435.
Çingeneler
hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.: M, Tayyip Gökbilgin, “Çingeneler”, İslam
Ansiklopedisi, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1963, c. III, s. 420-426.
İbn
Dureyd, Kitâbu Cemhereti'l-lüga, ( ) mad.,c. I, s. 89.
İbn
Manzur, Lisânü'l-Arab, (-ai>j) mad., c. VII, s. 308.
Firuzabadi,
Kamusu'l-muhît, II, s. 375.
İbn
Ömer'in rivayet ettiği bu hadis için bkz.: Muhammed b. İsmail el-Buhârî,
Sahîhu'l-Buhârî, Ehâdîsu'l-Enbiyâ, 3183.
Belâzûrî,
Fütûhu'l-büldân, s. 246.
Belâzûrî,
Fütûhu'l-büldân, ter. Mustafa Fayda, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,
s. 367- 369.
Belâzûrî,
Fütûhu'l-büldân, s. 246 ve 544.
Şihâbuddin
Ahmed b. Muhammed en-Nuveyri, Nihayetü'l-ereb fi fununi'l-edeb, Kahire: Vizara-
tü'l-irşâd ve's-sakâfe, (t.y.), VI, s. 225.
Gabriel
Ferrad, ( j ), Dâiretü'l-me'ârifi'l-İslâmiyye, c. X, s. 349-351.
Hariri,
Makamat, Çev. Sabri Selsevil, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1986, s. 40 vd.
Es-Seâlebî,
Yetîmetü'd-dehr, III, s. 137-138.
Dilencilerin
oluşturdukları şifreli dil ve teknik kelimelerin anlamları için bakınız: Haşan
İsmail Ab- dülganî, Zâhiretü'l-küdye fi'l-edebi'l-Arabi, Mektebetu'z-Zehrâ,
Kahire 1991, s.277-322.
Avad,
Fennu'l-Makâmât, s. 28-29.
Ahmed
Emin, Zuhru'l-İslâm, c.l, s. 120.
Haşan
İsmail Abdülganî, Zâhiretü'l-Küdye, s. 36-70.
26-
Semer, eğlence amaçlı gece toplantılarındaki
hikâye, masal, öykü vb dinletisidir.
27- İbnu'n-Nedîm, İshâk b. Muhammed, el-Fihrist, Tahran 1971, s.
303-304.
28- Masallar için bkz.: Binbir gece masalları, Çev. Alim Şerif
Onaran, afa Yay. İstanbul-1998, II, s.
110-154.
29- Rahmi Er, Bedîu'z-zamân el-Hemezani ve Makameleri, Milli
Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul 1994, s. 26;
30- Erol Ayyıldız, “Makame”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVII, s.
417; Er, s. 27.
31-
Ahmed Haşan ez-Zeyyât,
Tarihu'l-edebi'l-Arabî, Kahire, 1955, s. 217-218.
32- Er, Bediuzzaman el-Hemezânî, s. 28
33-
J. H. Kramera, “Sâsân” İA., İstanbul
1966, c. X, s. 244.
34- Şevkî Dayf, el-Makâme, s. 26-27.
35-
Yusuf Nur Avad, Fennu'l-Makâmât
beyne'l-Meşrik ve'l-Mağrib, Mektebet Talibi'l-Câmiî, Mekke 1986, s. 56.
36- Hariri'nin makameleri hakkında kapsamlı bir değerlendirme için
bkz.: Hulusi Kılıç, “el-Makâmât”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVII, Ankara 2003,
s. 414-415.
37- Hemezani'nin amacının dilencilik olmadığını, hatta
dilenciliği bir utanç vesilesi saydığını maka- meler arasına serpiştirilmiş
bazı cümlelerden anlıyoruz. Örneğin Belh makâmesinde yer alan “Hediyelerin
yükünü taşıyamam, dilenciliğin yükünü de kaldıramam” cümlesi bunlardan biridir.
38- Er, Bediuzzaman el-Hemezânî, s. 48.
39- Er, Bediuzzaman el-Hemezânî, s. 62.
40- Hemezani, Makametu'l-Mekfufin, s. 78.
41- Hemezani, Maymun makamesi, Er, Bediuzzaman el-Hemezânî, s. 86
46 - Diğer dilencilik çeşitleri için
bkz: el-Beyhakî, el-Mehâsin ve'l-mesâvi', Beyrut: Dâru Sâdır, 1980, s. 582-584.
47- Dilenciliği en güzel anlatan eser, Harîrî'nin Sasaniye
makamesidir. Dilenciliğin anayasası diyebileceğimiz bu makâmede Harîrî, oğluna
dilenciliği tavsiye ederken, rahat ve mutlu bir hayat yaşamak isteyen
dilencinin uyması gereken kuralları birer aforizma tarzında dile getirmektedir.
Makâ- me için bkz. Harîrî, Makamat, s.375-381.
48- Ebû Osman Amr b. el-Bahr el-Câhız, el-Buhalâ', Kâhire:
Dâru'l-Meârif, 1971, s. 49 vd.
49- Dilenci ve hırsızların birlikte hareket ettiklerinin bir
kanıtı için bkz.: Er, Bediuzzaman el-Hemezânî, Rusâfe makâmesi, s. 112.
50- Pikaresk romanda roman kahramanına “Picaro” denmektedir.
Picaro'nun herkes tarafından kabul edilen üç önemli özelliği vardır:
Çalışmaktan kaçınma, başkalarının mallarına göz dikme ve insanların
saflıklarından yararlanma. Sefiller, dilenciler, dolandırıcılar ve yetim
çocuklarla dolu bir hayatı konu edinen Pikaresk romanların genel özellikleri
için bkz. Ertuğrul Önalp, “Pikaresk Edebiyat ve Keloğlan Masalları”, Hacettepe
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, c: V, sayı: 2, Aralık 1988, s.
233-234.
51- Nüshası için bkz.: Süleymaniye Ktp., Şehit Ali Paşa, 2712/10
52- Nüshası için bkz.: Ezher Camii Kütüphanesi, Hususi, No: 4011;
Umumi, No: 45289.
53- Nüshası için bkz.: Süleymaniye Ktp., Kadızâde Burhaneddin,
54/1;
54- II. Meşrutiyet döneminde medreselerin programlarının yeniden
düzenlenmesiyle ilgili yapılan tartışmalardan sonra 26 Şubat 1910 da
yayınlanan “Medâris-i ilmiye Nizâmnâmesine göre VII. Yılda okutulması gereken
dersler arasında Harîrî'nin Makamât'ı da bulunmaktadır. Bkz.: Mustafa Ergün,
“II. Meşrutiyet Döneminde Medreselerin Durumu ve Islah Çalışmaları”, Dil ve
Tarih-Coğ- rafya Fakültesi Dergisi, Cilt:30, Sayı:1-2. Ankara 1982, s.79-80.
55- Harîrî, Makâmât, s. 12.
MEŞHUR ARAP EDİBİ AMR B. OSMAN CAHIZ'IN (O. 255/869) EL-BUHALÂ
(CİMRİLER) ADLI ESERİNDE ABBÂSÎ DÖNEMİ DİLENCİLİĞİ VE DİLENCİLERİ
GİRİŞ
Arap edebiyatının en büyük nesir
yazarlarından birisi olan el-Câhiz, eserlerinde sadece dînî ve edebî konuları
değil, zoolojiden botaniğe kadar yaşadığı dönemin ilim, kültür ve sosyal
hayatın birçok yönlerini ele almıştır. O bilgileri sadece aktarmakla yetinmemiş,
gerçekle ilişkisi olmayanları eleştirmiş; bir uzman edasıyla sosyolojik ve
psikolojik tahlillerde bulunmuş; psikolojik tahlilleri daha fazla dikkat
çekmiştir.’ Bu tahlillerden birisini de dilencilik oluşturmuştur.
Aslında dilencilik tarih boyu birçok
toplumda var olmuş bir olgudur. İslam'ın ilk zamanlarından itibaren varlığını
sürdürmüş, Abbâsîler döneminde de halk arasında oldukça yaygınlaşmış;2
hatta bir kısım insanlar onu meslek haline getirmişlerdir.3 Çünkü
el- Câhiz'in yaşadığı ikinci Abbâsî döneminde,4 halk sınıfları
arasında adil paylaşım olmaması ve devletin ekonomik yapısının da bozulmasıyla
yaşam tarzları açısından üst tabaka ile alt tabaka arasında korkunç bir uçurum
meydana gelmiştir.5
Bu dönemde bireysel olarak dilenenler
olduğu gibi, organize bir suç örgütü oluşturarak dilencilik dahil birçok yasal
olmayan faaliyetler içerisine girenler de olmuştur. Bir anlamda illegal işler,
mafya tarzı bir yapılanmaya gidilerek yapılmıştır. Bu yapılanmaya o dönemdeki
asalaklığı6 örnek olarak verebiliriz. Çünkü asalaklık da aynı
şekilde yaygınlaşmış ve meslek haline gelmiştir.7 Aynı şekilde bir
kısım insanlar da başta dilencilik olmak üzere hırsızlık, gaspçılık vb.
toplumu rahatsız eden faaliyetleri yapmak için organize çete oluşturmuşlardır.
Bu organize oluşum, Abbâsîler
döneminde nesir ve nazım olarak edebiyatta da kendisini göstermiş, Kudye
(dilencilik) denilen bir edebî türün ortaya çıkmasına sebep olmuş8
ve söz konusu edebiyat el-Hemedânî'nin Makâmât'ı ile mükemmelliğe ulaşmıştır.9
Hem dilencilik yapan hem de bu edebiyatı sürdürenlere mükdî veya mükeddî yani
edebiyatçı dilenci denmiştir ki, Ahnef el-Ukberî, Ebû Dülef el-Hazrecî ve
Ahmed el-Hîtî, bu edebiyatın meşhur şairleri arasında yer almıştır.10
Bu şairler, o günün medyasında dilencilerin seslerini duyurmuşlar ve sözcüleri
olmuşlardır. Bunlardan bir kısmı da aynı zamanda iyi bir hikaye anlatıcısı
yani kâs olarak da tanınmıştır. Örneğin Hâlid b. Yezîd ve Ebû Ka'b es-Sûfî
insanlara güzel hikayeler anlatarak dilenmişlerdir. Zaten o dönemde hikaye
anlatıcılarının genelde dilenci oldukları ifade edilmiştir.1’
Nitekim Abbâsî dönemi
Dr.,
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Arap Dili ve Belagatı Bölümü.
meşhur edibi el-Câhiz de nesir yazılarında bu konu ile ilgili
yazılar kaleme almış; Kitâ- bu hiyeli'l-mukeddîn (günümüze kadar gelememiş),
el-Buhalâ ve diğer eselerinde dilencileri edebî bir tarzda ele alarak
işlemiştir. Muhammed Receb en-Neccâr'a göre bu edebiyatı başlatan olmuştur.12
el-Buhalâ
Arap edebiyatı klasiklerinden sayılan
ve Türkçeye de Cimriler adıyla çevrilen el-Buhalâ,13 adından da
anlaşılacağı gibi, o dönemde birey ve toplumda yaygınlaşan cimrilik konusunu
ele alır. el-el-Câhiz özellikle Abbâsîler döneminde meydana gelen değişiklikle
birlikte zengin iken fakirleşen, fakirlik ve gelecek endişesi ile para
biriktirmek uğruna, insanların kendilerine ve çevresindekilere yaptıkları türlü
eziyet ve işkenceleri gözler önüne serer, psikolojik tahliller yapar. Onların
kendilerini haklı çıkarma gayretlerini ve bu esnada düştükleri komik durumları
okuyucusuna bir taraftan hoş, zarif, eğlendirici; diğer taraftan edebî,
felsefî ve eğitici bir üslup içerisinde aktarır.14 Dikkat edilmesi
gereken en önemli noktalardan birisi de, eserde geçen hikâyelerin çoğunun gerçek
hayattan ve yaşanmış olaylardan alınmış olmasıdır.15 Bundan dolayı
eserde geçen ve bizim de konumuz olan cimri dilencilerden Hâlid b. Yezîd ve
diğer şahısların gerçek bir şahsiyet olduğunu söylememiz gerekir. O,
el-Buhalâ'da Hâlid b. Yezîd'in oğluna dilencilikle ilgili tavsiyeleri, dilenci
sınıfları ve dilencilere karşı gösterilen tepkilere de yer verir.
Cimri
Dilenci Hâlid b. Yezîd
el-Câhiz'e göre asıl adı Hâleveyh
olan Hâlid b. Yezîd,16 Mühellebîler'in17 Mevlâların-
dandır (azatlı kölelerindendir)18 yani aslı Arap değildir. Franz
Rosenthal'in dediği gibi, isminin sonunda İran isimlerinin sonunda yer alan
“veyh” olması,19 onun İran asıllı olduğunu gösterir. Meşhur tarihçi
Yâkût da onun tarihi bir şahsiyet olduğunu ve onun tavsiyelerinin bir kağıda
yazıldığını söyler.20 el-Câhiz onu el-Buhalâ'da mukdî veya mü- keddî
bir dilenci olarak tasvir eder ve önemli ölçüde yer verir.21
Burada mukdî veya mükeddî kelimesinin
açılımını yaparak onun ne tür bir dilenci olduğunu ortaya koymamız gerekir.
Mukdî veya Mükeddî kelimeleri, “ c'j&l - ve “ ” fiillerinden türemiş olup Arapçada çukur veya kuyu gibi yer
ka
zan kimsenin sert zemine geldiğini
ifade için kullanılır. Benzer şekilde bu fiiller, ısrarla dilencilik yapan
kimsenin dilenciliği için de söylenir. Çünkü bu şekilde dilencilik yapan kimse
de, sert bir zemin veya kaya gibi başkalarına hayrı dokunmaz veya hayrı çok az
olur, cimrilik yapar. Bundan dolayı dilenci için kinaye olarak da ifade edilir.22
Nitekim Kur'an'da “ = Azıcık verip sonra
vermemekte direneni..”23 ayetinde olduğu gibi insanlara hayrı az
olan ve vermemekte direnen kimse için de bu fiil kullanılır. Bu ayetin
tefsirlerinde, fiilinin, “kuyu kazan
kişinin sert bir yere gelmek” olan asıl anlamı verilir ve Arapların da önce
hayır hasenat yapıp da sonra kesen için bu fiili kullandığı belirtilir.24
Bu bağlamda mukdî veya mükeddî'nin hem edebî üslup kullanmadan hem de edebî
üslup kullanarak sürekli dilenenler için de kullanıldığını ifade edebiliriz.
Abbasîler döneminde ortaya çıktığı
kabul edilen mukdîler, çingenelerin de içerisinde olduğu bir dilenci çetesi
veya mafyası diyebileceğimiz bir yapılanmanın yani Benî Sâsân (Sâsânî Oğulları)
veya Sâsâniyyûn (Sâsânîler) adı verilen grubun edebiyatçılarını oluşturur.
Çünkü araştırmacılardan Abdulğanî de Benî Sâsân'ın mükdîlerle eş anlamlı
olduğunu belirtir/5
Benî Sâsân
Örgütü
Benî Sâsân (Sâsânî Oğulları) veya
es-Sâsâniyyûn (Sâsânîler) kelimesinin kökeni ile ilgili birtakım görüşler ileri
sürülmüştür. Bunlardan birisi de şu rivayettir: İran kralı Erde- şîr Behmen,
oğlu Sâsân'ın yerine kızı Hamânî'yi tahta geçirdi. Bunun üzerine Sâsân uzlete
çekilerek züht hayatını tercih etti ve hayatını dağlarda koyun güderek devam
ettirdi. Bunun üzerine halk bir şehzadenin çoban olmasını çok ayıpladı ve
küçük düşürmek için ona çoban lakabı verdi. O zamandan beri halk içerisinde
isyan edenlere; sihirbazlık, dilencililik ve yılan oynatıcılık gibi işleri
yapanlara Benî Sâsân denilmiştir.26 Ayrıca Müslümanların İran'ı
fethetmesi ile birlikte, buranın fakir, özellikle de dilenci kesimleri akın
akın İslam şehirlerine gelmişlerdir ki,27 muhtemelen bunlara da
Sâsânî denilmiştir.
Abbâsî döneminde Benî Sâsân'ın ilk
olarak nasıl ortaya çıktığı ile ilgili kesin bilgi olmamakla birlikte
el-Câhiz, İran asıllı Halid b. Yezîd'i tasvir ederken önemli bilgiler vermektedir.
el-Câhiz'in onun mal varlığını kaybettiğinde çeşitli suç örgütü niteliği gruplar
içerisine döneceği şeklindeki ifadesi de bu grubun varlığına işaret etmektedir.
el- Câhiz'in zikrettiği bu gruplar içerisinde, (Lübnan'da) Cebel'in haramileri
(Saâlîk), Şam hırsızları, Zutt denilen çingeneler, Kürt reisleri, çöl
haramileri, Bat Nehri28 civarının katilleri; Kirman, Kîkân
(Kîkâniyye) ve Kutr (Kutriyye) yani İran bölgesi hırsızları, maskeli haydutlar,
el-Cezîre kasapları gibi değişik ırk ve bölgelerden insanlar bulunmaktadır.29
Halid b. Yezîd'in İran asıllı olması ve bu grubun reisliğini de yapması, onun
bu organize içerisinde yer aldığını, o dönemde adı açıkça zikredilmese de bu
grubun Benî Sâsân olduğunu ortaya koymaktadır. Çok geçmeden mukdî şairlerinden
el-Ukberî es- Sâsâniyye adlı kasîde yazmış ve kendisi de Benî Sâsân'ın Bağdat
şehrindeki bir üyesi olmuş, daha sonra da reisliğe kadar yükselmiştir.30
Yine bu şairlerden Ebû Dülef de kendisini Zenci, ez-Zutt çingenelerine,
mukdîler gibi gruplara nispet etmiştir.31 O dönemin nesir
edebiyatçılarından Bedîu'z-Zamân el-Hemedânî32 ve onun mükemmel
taklitçisi el-Harîrî33 makâmâtlarında bir makâmelerini es-Sâsâniyye
olarak adlandırmışlar; burada da dilencileri konu edinmişlerdir. Hacı Halîfe
bunların yaptıkları hile ve kurnazlıklar için İlmu hiyeli's-Sâsâniyye adını
vermiştir.34
Clifford Edmund Bosvvorth da
Ortaçağ'da Müslümanlar arasında yeraltı dünyasının bu kesiminin, dilenci,
çingene, hırsız, yol kesici, eşkıya, şarlatan, hilebaz ve düzenbazlardan
oluştuğunu belirtmiştir.35 Bütün bunlar, o dönemin yeraltı dünyasını
teşkil eden bu gurubun açıkça varlığını ortaya koymuştur.36
Genelde Benî Sâsân'ın büyük bir
bölümünü İran tarafından gelen etnik gruplar ve çingene asıllılar
oluşturmuştur.37 Zira biraz önce açıklandığı gibi İran tarafından
hem İran asıllılar, hem diğer etnik gruplar, hem de çingeneler gelmişlerdir
-çingenelerin Hindistan'dan batıya doğru gelirken İran yolunu takip ederek
Arabistan'a da geldikleri ifade edilmiştir-.38 Yine Halid b.
Yezîd'in de İran asıllı olduğunu belirtmiştik. O kendisini “ jLsklÜ Ul = Ben gençliğimde çingene gibi
dilenciydim” şeklinde tasvir etmiştir.39 Bunun yanında el-Câhiz de
Zutt denilen çingenelere bu grubun içinde yer vermiştir. Ancak Benî Sâsân'ın
içerisinde el-Ukberî gibi Temîm kabilesinden olan Araplar da yer almıştır.40
Bu gruplar birbirlerini korur ve
kollarlardı; aralarında da bir dayanışma vardı. Örneğin, zenginlerden ve üst
tabakadan birisi, yol kesen eşkıyanın eline düştüğünde “ben mukeddîyim” der ve
ellerinden kurtulurdu41 -bu ifade de onların organize olduğunu
göstermektedir-. Çünkü bir mükeddî onların şehirdeki sözcüsü konumundaydı. Söyledikleri
şiirlerle onları savunurlardı. es-Seâlibî dilenci şair el-Ukberî'nin çok güzel
konuştuğunu ve dilencilerin şairi olduğunu belirtmiş;42 muhtemelen
bundan dolayı da Benî Sâsân'ın reisliğine getirilmiştir.43
Benî Sâsân'ın dilenci grubunun
özellikleri ile ilgili birtakım tespitler yapılmıştır: Zeki, kendisine güvenen,
çok cesur, çok gezen, şerli, kötülük yapabilir, sabırlı;44 zengin ve
fakir herkesten para alır, nereye gitseler bir şeyler bulur, hangi gurubun
içerisine girseler kaynaşır, hiç kimseden ne çekinir ne de korkar. Böyle bir
hayattan lezzet alır ve hileler yapar;45 daha çok bulundukları
yerin inancına göre davranış sergiler; özellikle çingeneler çok iyi dans
etmeyi bilir; insanları kandırmak ve onların paralarını alabilmek için her
türlü hileye başvurur.4' Bir örnek verecek olursak: Rivayete göre
Abbâsî döneminde bir dilenci, bir rahip elbisesi giyerek Samarra'ya gider,
oradaki Türk komutanlara rüyasında Hz. Peygamber'i gördüğünü ve kendisini bu
Türk komutanların İslam'a davet ettiklerini söyleyerek onların önce güvenini
kazanır, sonra da paralarını alır.47
Halid b. Yezîd, Benî Sâsân grubu
içerisinde kalmış, bu grubun yaptığı her illegal işte yer alarak reisliğe
kadar yükselmiştir.
Halid b.
Yezîd
Dilenciliği
Halid b. Yezîd olabildiğince cimri,
bir o kadar zeki, çok güzel konuşan edip bir dilenci ve yaşadığı dönemde birçok
kişinin biriktiremeyeceği bir mala sahip birisiydi. O dilencilerin reisliğine
kadar yükseldi. Onun reisliği, dilencileri tanıyıp tanımadığı ile ilgili
soruya verdiği şu cevabından anlaşılır:48
“Nasıl tanımam? Ben gençliğimde
çingene gibi dilenciydim. Yeryüzünde ne kadar derviş kılıklı, kelli-felli
yapışkan, efendimci, uyuz, çocuk hırsızı, şarkı söyleyerek dilenen, sahte âmâ,
palavracı dilenci varsa hepsi de elimin altındaydı. Otuz yıl sadaka ekmeği
yedim. Dünyada Ebû Ka'b'a bağlı ve mükdî bütün dilencilerin bilgilisi oldum,
hatta o zamanın (dilenci reislerinden) İshak bile bana itaat etti... ”
Ona göre mal biriktirmek için
dilenilir ve biriktirilen malı dağıtmamak için de cimrilik yapılır. Bundan
dolayı dilenilerek biriktirilen servet dilenciye verilmez, ancak mecbur
kalınırsa en küçük değerde bir para vermekte sakınca yoktur. Şu olayda bu durumu
görebiliriz: O bir gün tanımadığı Temîm Oğullarına misafir oldu. O sırada bir
dilenci geldi. Yanlışlıkla dilenciye değeri büyük para (dirhem) verdi. Bunu
fark ettiğinde dilenciden parayı istedi ve geri aldı, onun yerine değeri küçük
para (fels) verdi.49 Bir dilencinin diğer bir dilenciye sadaka
verdiği görülmüş müdür? Bu olay, Abbâsî döneminde dilencilerin bu konudaki
psikolojisini de ortaya koyar.
Halid b. Yezîd'e göre biriktirilen
serveti korumak için tutumlulukla birlikte iradeye sahip olmak gerektiği gibi
bütün hilelere de başvurulur. Onun bu tavsiyelerine kararlılıkla uyulursa
sonuç alınacaktır. Zira o çok yer gezmiş, gün görmüş tecrübeli ve bilgili bir
kişidir. Bu görüşlerini şöyle açıklar:
“Sana, ancak koruyabildiğinde
yiyebileceğin bir mal bıraktım. Harcadığında ise yiyecek hiçbir şeyin
olmayacak. Sana miras bıraktığım en güzel iyilik olan gösterdiğim doğru tedbir
ve ihtiyat, alıştırdığım tutumluluk, bıraktığım maldan daha hayırlıdır. Eğer
malını koruman için her çözümü bulabileceğin kurnazlığı öğretseydim, sonra da
sende onu koruyacak istek ve rağbet olmasaydı verdiklerimden
yararlanamazdın...”50 Onun bu sözleri, Abbâsî döneminde bir dilencinin
psikolojisini yani aşırı mal hırsını; bunu elde etmek için her şeyi mubah gören
ve gözünü dünya malı bürümüş kapitalist bir insan tipini ortaya koymaktadır.
Aslında bu, o dönemden günümüze kadar sadece dilenci değil, toplumun her
kesimini sarmış bir psikolojik hastalığı teşhis etmektedir. Günümüzde doymak
bilmeyen mal hırsı, insanları her türlü gayri meşru yollara sevket- mektedir.
Bu hastalığın tedavisi için öncelikli olarak, dilenciler de içerisinde olmak
üzere toplumda, dini, insani ve ahlaki değerleri önceleyen insan yetiştirme
projelerinin hayata geçirilmesi gerekir.
Halid b. Yezîd babalık hakkı ile
biriktirdiği servetin elde tutulması arasında önemli bir ilişki olduğunu
belirtir yani babasının biriktirdiği serveti korumak, babalık hakkını yerine getirmektir.
Ancak bazen bu servetin elinden çıkarılması için dış etkenlerin de rolü
olabilmektedir. Örneğin bir baba, (kendisine göre iyi niyetle) biriktirdiği
malın miras yoluyla (malı kız çocuğa da taksim etmek suretiyle) parçalanmasını
önlemek amacıyla vakfeder, hakimler de bu hileyi bilerek bu mala tedbir
koyarlar ve sonra da çocuğun elinden malı almak için hemen harekete geçerler.51
Bundan dolayı o, oğluna böyle durumlara karşı dikkatli olmayı tavsiye eder. Bu
anlayışa göre, insanın sahip olduğu serveti, özellikle de gayri meşru
yollardan elde ettiği zenginliği koruyabilmek için yasaları ve yasaların
boşluklarını; bunun için yapılacak hileleri iyi bilmek gerekir.
Onun parayı harcamamak yani elde
tutmak için de ilginç gerekçesi vardı. O, paraların üzerinde Allah, kelime-i
tevhit, Allah'a tevekkülü ifade eden yazılar bulunduğu için parayı harcarsa
Allah'ın kendisini korumamasından endişe ederdi.5" Bu durum,
böyle insanların menfaatleri gereği dini değerlere önem verdiğini ve dini
değerleri istismar ettiklerini ortaya koymakta; açıkça pragmatist bir düşünceye
sahip olduklarını göstermektedir.
Onun emanet anlayışı da dinin
emrettiğinden farklıdır. Din, başkalarından alınan mal, vb. geri verilmek üzere
alınan bir emanet olarak kabul ederken, o dilencilik yaparsa başkalarının
malının dünya emanetçisi olacağını, aksi takdirde kendisi başkalarına emanet
mal bırakacağını53 yani parasını kaptıracağını ima etmekte ve
böylece dilenciliğin vazgeçilmeyecek bir meslek olduğunu anlatmaya
çalışmaktadır.
Hâlid b. Yezîd kendisini çok bilgili,
çok yer gezen ve o dönemde anlatılan hikâyeleri çok iyi bilen birisi olarak
şöyle tanıtır:
“Ben karada, toprağın bittiği,
denizde gemilerin en son uğradıkları yerlere kadar gittim. Zülkarneyn'i54
görmedim diye üzülme! (Ben yeterim) İbn Şerye'nin55 görüşlerini
bırak. O, haberlerin yalnızca dış görünüşünü bilir. Eğer, Temîm ed-Dârî55
beni görmüş olsaydı, Rûm'u benden sorardı. Ben, bağırtlak kuşundan, Duaymis'den57
ve cesur Râ- fî b. Umeyr'den58 çok daha iyi yol-iz bilirim. Çölde devlerle
yattım. Bir cinle evlendim. Hatiften gelen sese kulak verdim. Cinlerin semtine
yöneldim, yarı insanlarla çarpıştım. Gorillerle konuştum, büyücüler arkadaşım
oldu.”59 Onun bu sözleri biraz abartılı olsa da, çok iyi efsane ve
kıssa bildiğini ortaya koymaktadır. Çünkü dilenci kıssacılar, insanların
psikolojilerini çok biliyorlardı. Dolayısıyla onları etkileme yollarına çok iyi
vakıftılar. Böylece kendilerini çok bilgili, kültürlü bir kişiymiş gibi
gösterirler ve ellerindeki paraları kolaylıkla alabilirlerdi.
İnsanların esrarengiz ve meçhule
karşı olan merakı ve onları öğrenmeye olan arzusu, falcılığın, büyücülüğün,
kâhinliğin büyük ilgi görmesine neden olmuş, zamanla bu işi meslek haline
getiren ve itibar gören insanlar olmuştur.60 Dolayısıyla Hâlid b.
Yezîd de insanlardan para toplamak için sihirden, büyüden, el falından yıldız
falına kadar her türlü falcılık, astroloji hakkında geniş bilgi sahibi olmuştur
ki, şu ifadeleri bunu ortaya koymaktadır:
“...çizgilere bakarak, kuş sesini
dinleyerek falcılık yapanların hilelerini ve ne düşündüklerini, gaybı
bildiğini söyleyenlerin desiselerini, avuç içlerine bakarak geleceği okuduklarını
iddia edenlerin dediklerini öğrendim. (Ayrıca) yıldız falı, kuş falı, çakıl
taşı falına61 ve bunlara nasıl bakıldığına da vakıf oldum.”62
a. Halid b. Yezîd'e Göre Dilenci Sınıfları ve Metotları
el-Câhiz o dönemde birçok dilenci
sınıfı olduğunu söyler. Halid b. Yezîd'in dilinden bu sınıflardan ve onların
dilenmek için uyguladıkları metotlarından bahseder. Biz de burada günümüzdekilerle
örtüşenleri ve metotlarını şöyle sıralayabiliriz:
el-Muhtarânî (derviş kılıklı): Derviş
yani çok dindar olduğunu göstererek bu şekilde elbiselerle dilenir. Ayrıca
İran Şahı Bâbek zamanında müezzin olduğu için Bâbek'in (ceza olarak) dilini
kökten kesmiş gibi gösterir. el-Câhiz bu durumu biraz da esprili olarak şöyle
anlatır: “Esner gibi açtığı ağzında, dilini görmek mümkün değildir. Aslında,
öküzün dili kadar dili vardır. Ben de, onun dilinin olmadığına inanmıştım.” Bu
tür dilencilerin yanında, ne demek istediğini açıklayan birisi ya da
hikayesini yazdığı bir kağıt mutlaka bulunur.63 Günümüzde de
dilencilerin giyim kuşamı, dilenme de çok önemli bir fonksiyonu icra eder. Zira
onlar, insanları acındırmak amacıyla eski, yırtık ve yıpranmış elbiseler
giyerler.64 Ayrıca bu elbiseler, onların dindarlıklarını da
gösterir. Böy- lece yardım edecek insanlar, verdikleri yardımın gerçek dini
bütün insanlara ulaştığına inanmış olacaklardır. Örneğin, erkekler, dindarlık
göstergesi olarak kabul edilen sakal bırakırlar, kadınlar da alabildiğince
tesettüre girerler -burada kılık-kıyafetlerini inançlarına uygun olarak giyen
herkesi tenzih ederiz-. Ayrıca bu insanların sağır-dilsiz gibi rol yaparak
dilenmeleri, günümüzde de dilencilerin uyguladığı bir metot olmuş ve
dilencilerle ilgili yapılan bir ankette, dilencilerin kullandığı metotlardan
sayılmıştır.65
el-Kâğânî (Deli-Saralı Dilenci): Deli
ve saralı numarası yaparak ağzından köpükler çıkarır. Geçirdiği sara krizi ya
da cinnetin şiddetinden ötürü, kimse onun çaresizliğinden şüphe duymaz. Hatta
insan, nasıl olup da hala böyle bir hastalıkla yaşayabildiğine şaşar.66
Bugün de elinde hasta olduğuna dair rapor olan, çocuğunun ağzına maske takarak
lösemi hastası veya çeşit çeşit hastalıklara sahip olduğunu söyleyerek dilenen
insanları görebiliriz. Böyle rol yapan insanlar, gerçekten ihtiyaç sahibi
hastalara yardımı engellemektedir.
el-Bânûvân (Efendimci dilenci):
Kapının tokmağını çalar ve “efendim” diyerek dilenir.67 Bu
dilencinin kendisini köle gibi çok düşkün bir kişi olduğunu göstererek dilendiği
söylenebilir. Böylece o insanların merhametlerini celbedecektir.
el-Karasî (Uyuz dilenci): Geceleyin
kolunu bacağını sıkıca sararak yatar. Bu organlarına kan oturup şişince,
kırmızı bir otu üzerine sürer, sonra da yağ damlatır ve üzerine bez örterek
bir tarafını açık bırakır. Bunu görenler onun uyuz hastalığına yakalandığını
sanırlar.68 Aynı şekilde günümüzde de bazı sakat veya özürlü
insanların kol, bacak gibi sakat olan uzuvlarını göstererek sokaklarda
dilendikleri görülür. Bir insanın sakatlık derecesi ne kadar fazla ise
dilencilikte daha fazla para kazandığı tespit edilmiştir.
el-Muş'ab veya Muşa'ıb (Çocuk hırsızı
dilenci): İleride dilendirmek için yeni doğmuş çocuğu kaçırarak gözünü kör
eder, elini ayağını sakat bırakır; ya da bileğinden keser. Bazen de
anne-babalar kendileri dilendirmek veya kiraya vermek için çocuğu bu şahsa
getirip sakat bıraktırırlar.69 Günümüzde de bazı aileler çocuklarını
dilendirmek için onlara zarar bile verebiliyorlar. Bir zabıta müdürünün
ifadesine göre, bazı aileler çocuklarının ayağına kaynar su dökerek yanmasına
sebep oluyor, sonra da onları dilendiriyorlar.70 Bu amaçla çocuklar
da kaçırtabiliyor. Bugün dünyada İLO'nun yaptığı bir araştırmada -2006
verilerine göre-, fuhuş dahil çeşitli amaçlarla yılda 1 milyon çocuk
kaçırılıyor.71 Ülkemizde de dilencilik yaptırmak veya organ nakli
için çocukların kaçırıldığı bilinmektedir.
el-Avvâ (Şarkıcı Dilenci veya
Bağırarak Dilenen): Dilenmeye, akşamla yatsı arasında çıkar. Sesi güzel ise bu
işi şarkı söyleyerek yapar.7? Günümüzde dünyanın birçok yerinde ve
ülkemizde de olduğu gibi özellikle büyük şehirlerde sokaklarda ya çalgı aleti
çalarak ya da şarkı73 veya ilahi söyleyerek dilenen birçok insan
vardır. Örneğin iki çocuğu ile birlikte Siirt'e il dışından gelen bir aile,
ilahi söyleyerek dilenirken yakalanmıştır.74 Benzer bir durum İslam
alemi için de geçerlidir. Kahire'yi tasvir eden bir yazıda bu gerçek şöyle dile
getirilir “Kahire'de bir de yüksek sesle dualar okuyarak dolaşan dilenciler var
tabii..”75
el-lstîl (Kör Taklidi Yaparak
Dilenen): Bu insanlar, bazen gözünün hiçbir zaman görmediği, bazen de gözüne
kara su indiği, bazen de gözüne perde indiği için görmediği bahanesi ile
dilenirler.76 Çevremizde de bu şekilde dilencilik yapanlar, kamera
kayıtları ile haberlere ve mizahi özellik taşıyan filmlere kadar konu
olmuştur. Bu şekilde dilenme, hiçbir zaman dilencilerin vazgeçmediği bir metot
olmuştur.
el-Mezîdî (Palavracı Dilenci):
Yanında paralarıyla dolaşır ve “Bunlar kadife kumaş almak için biriktirilmiş
paralar, (eksiği tamamlamak için )Allah rızası için biraz daha verin” der.
Bazen bulduğu bir çocuğu sırtında taşır. Bazen de kefen parası ister.77
el-Müstariz (Düzgün Kılıklı Beyefendi
Dilenci): Düzgün bir kılıkla itibarlı bir kişiymiş gibi dolaşır; dilenirken
utanıyormuş ve tanınmaktan çekiniyormuş gibi yapar; bundan dolayı da kısık
sesle konuşur.78 Günümüzde az rastlanmakla birlikte, düzgün görünümlü,
şık kıyafetli kişiler, arabalarının benzinlerinin bittiği veya cüzdanlarını
kaybettiklerini ileri sürerler. Böylece onlar insanları dilenmediklerine ve
gerçekten yardıma muhtaç olduklarına inandırmaya çalışırlar.79
el-Câhiz bunlardan başka diğer
dilencilerden bahseder ve kitabına alamadığı birçok dilenci sınıfları olduğunu
da belirtir.80 O dilenci olduğunu açıkça söylemese de Bu- halâ'da
geçen diğer bir dilenci de, Hâlid b. Yezîd'în kölesi Ebû Sâid el-Medâinî'dir.
Ebû
Saîd el-Medâinî
Hâlid b. Yezîd'în iki kölesinden
birisi de Ebû Sâid el-Medâinî'dir. el-Medâinî efendisi Hâlid b. Yezîd'în
yolundan giderek zengin olmuştur. Bu parasıyla tefecilik de yapmıştır.
el-Câhiz de onu muînînden yani faizle para verenlerden saymıştır. Anlatılana
göre, Basra'da bir adama her gün beş dirhem ödemek şartıyla borç vermiş, bu borcunu
almak için de her gün şehre uzak Hureybe Mahallesi'ne gitmiştir.81
Yine bir gün borç ödemesini zamanında yapmayan bir şahsa çok az bir kârla para
verdiğini söylemiştir.82 Bu olay, Abbasî döneminde tefeciliğin
yapıldığını ve dilencilikle ne kadar yakın ilişkisi olduğunu göstermektedir.
Bugün de mafya ve çetelerin en büyük rant kaynağının tefecilik olduğunu
bilmeyen yoktur. Daha birkaç ay önce Niğde'de dilencilik yaparak kazandığı
paraları faizle başkalarına verdiği iddia edilen bir kişinin alacağını tahsil
edemediği için bir bina görevlisini darp ettiği haberi, gazetelerde yer aldı.83
O dilenciliğinin yanında evini çöp
eve dönüştüren birisiydi. O mahallenin çöpünü evine getirtir ve değerli
olanları seçer alır, en küçük parçasına kadar değerlendirirdi.84
Zaman zaman TV haberlerinde izlediğimiz çöp evlerin tarihinin asırlarca
öncesine dayandığını ifade edebiliriz.
el-Câhiz ed-Dârderîşî gibi dilenci
kovand5 ve Hâlid b. Safvân gibi dilenciye şaşırtıcı cevap veren
cimrilerden de bahseder.86
el-Câhiz'in
Etkisi
el-Câhiz o dönemin dilenciliği
hakkında çok önemli bilgiler verdiği gibi, Hâlid b. Yezîd şahsında anlattığı
hikâye ile, kudye ve makâme edebiyatının oluşmasına âdeta zemin hazırlamıştır.
Bu tür, biraz önce belirttiğimiz gibi daha ileriki dönemlerde Bedîu'z- Zamân
el-Hemedânî ve el-Harîrî'nin elinde mükemmel olgunluğa ulaşmıştır.87
SONUÇ
İslam tarihinin önemli çağlarından
birisi olan Abbâsîler döneminde, özellikle el-Câ- hiz'in yaşadığı ikinci
dönemde, halk sınıfları arasında adil paylaşım olmaması ve devletin ekonomik
yapısının da bozulmasıyla yaşam tarzları açısından korkunç bir uçurum meydana
gelmiş, halk çeşitli geçim yollarına başvurmuş, bir kısmı da en kolay geçim
yolu olarak dilenciliği seçmiştir.
O dönemde dilenciliği bireysel olarak
yapanlar olduğu gibi ancak mafya tarzı yeraltı örgütü diyebileceğimiz Benî
Sâsân adında bir grup da ortaya çıkmıştır. Bu grubun çıkış tarihi kesin olarak
bilinmemekle birlikte, bu şekilde dilenciliği öven ve savunan Kudye yani
dilenci edebiyatını ilk olarak el-Câhiz'in yapması, bu dönemde çıkmasının
kuvvetle muhtemel olduğunu göstermiştir. Bu dilenci edebiyatçılara
mukdî-mukeddî denmiştir. Bunlar hem dilenmişler hem de içerisinde bulundukları
örgütün sözcüsü olmuşlardır.
Bu organize Benî Sâsân çetesi, İranlı
ve çingenelerin başını çektiği, Kürt aşiret reisleri, çöl hırsızları gibi
gruplardan oluşan ve gayri meşru işi yapan bir örgüt olarak tanınmıştır.
el-Câhiz'in tahkiye ettiği Halid b. Yezîd de İran asıllı mukdî bir dilencidir,
el- Câhiz'e göre o, bu örgütün yaptığı başta dilencilik olmak üzere, hırsızlık,
gasp gibi bütün bu işlere bulaşmış, onların bütün hilelerini kullanmış,
reisliğe kadar yükselmiş, sonuçta çok zengin olmuştur.
el-Câhiz onun bu zenginliği
kaybetmemek için ölüm döşeğinde bile olsa oğluna dilencilikle ilgili tavsiyeleri
olduğunu, tavsiyelerinin en başında cimrilik, aşırı tutumluluk ve dünya malı
biriktirme hırsı geldiğini belirtmiştir. O, daha sonra tekrar fakirliğe düşmemek
için sadaka vermemiş, verse bile en değersiz parayı vermiş, iradesine sahip olarak
tutumlu olmuş ve savurganlık yapmamıştır. Böylece el-Câhiz onu, kazandığı malı
tekrar kaybetmekten korkan gözünü dünya malı ve hırsı bürümüş psikolojik açıdan
hasta biri olarak tasvir etmiştir. Ona göre bu dilenci, bu malı biriktirmek
için insanların ilgisini çeken hikaye anlatıcılığından fal bakmaya kadar birçok
yeteneğe sahip olduğu gibi, malı kaybetmemek için yasalar ve boşluklarını da
çok iyi bilen birisi olmuştur.
el-Câhiz o dönemde derviş kılıklı,
deli-saralı, çocuk hırsızı olmak üzere birçok dilenci sınıfları ve
metotlarından bahseder. Bu sınıflar ve metotlarının günümüzdeki dilenci ve
sınıflarının birçoğu ile aynı olduğu görülmüştür.
el-Cahiz o dönemde dilencilerle
ilgili hangi tedbirler konmuş, bundan bahsetmez. Ancak dilencilere tepkide
bulunan cimrilerden söz etmiştir. Aslında o dönemin dilenciliğinin sosyolojik
bir vakıa olarak fotoğrafını çıkartmaya çalışmıştır.
el-Cahiz'in bu edebî eserinde
dilencilik gibi sosyolojik bir olgunun yer alması, onunla ilgili dikkate değer
bilgilerin verilmesi ve yer yer psikolojik tahlillerin yapılması, çok önemli
bir teşebbüs olarak kabul edilmelidir.
Dipnotlar
Abbâsî
dönemi edebiyatçısı el-Câhiz, 150-255/767-869 yılları arasında yaklaşık bir
asır ömür sürmüştür. Küçük yaştan itibaren ilim öğrenmeye karşı şiddetli arzusu
olan el-Câhiz, gençliğini ilim öğrenmekle geçirdi. O, Halîl b. Ahmed, Sîbeveyh,
Ebû Ubeyde Ma'mer b. Musennâ gibi seçkin ilim adamlarından İslam ilimleri,
edebiyat, şiir ve tarih dersleri aldı. Ayrıca çöl Araplarına giderek fasih
Arapça öğrendi. Hocaları arasında Mutezile mezhebine mensup âlimler olması sebebiyle
Mutezile mezhebinin görüşlerinin benimseyerek Basra Mutezile ekolünün
temsilcisi oldu. Daha sonra fikirleri el-Câhiziyye diye anılan bir topluluk
tarafından benimsendi. Onun 350 kadar telif ettiği eserden 20 kadarı tam, 40
kadarı eksik olarak bize ulaştı. Hayatı ve eserleri hakkında daha fazla bilgi
için bk. el-Huseyn b. Ali el-Mes'ûdî, Murûcu'z-zeheb, thk. Muhammed Muhyid- dîn
Abdulhamîd, el-Mektebetu'l-asriyye, Beyrut, ts., IV, 195-196; İbn Hacer,
Lisânu'l-mîzân, Dâ- ru'l-fikr, Beyrut 1408/1988, IV, 357; Yâkût b. Abdullah
el-Hamevî,, Mucemu'l-udebâ, Dâru'l-fikr, Beyrut, 1400/1980, XVI, 106-110; Ahmet
Cevdet, Kısas-ı Enbiya veTevarih-i Hulefâ, haz. Mahir İz, IV, 222, Ankara,
1985; CorcîZeydân, Târîhu'l-âdâbi'l-luğati'l-Arabiyye, Kahire, ts., II,
170-171; Clement Huart, Arab ve İslâm Edebiyatı, çev. Cemal Sezgin, TİSA
Matbaacılık, Ankara, ts., s. 213 - 215; Muhammed Abdulmun'im Hafâcî, Eb->û
Osmân el-Câhiz, Dâru'l-kitâbi'l-Lubnânî, Beyrut 1982, s. 43-202; “Câhiz”, İA,
III, 12-14; Ramazan Şeşen, “Câhiz”, DİA, İstanbul, 1993, VII, 20-24.
Günümüz
Türkiye'sinde de dilencilik oldukça yaygınlık kazanmıştır. Aslında Abbâsîler ve
Türkiye, sosyal, ekonomik vb. yönlerden incelendiğinde aralarında benzerlikler
olduğu görülecektir. Çünkü benzer nedenlerin benzer sonuçlar doğuracağı ifade
edilir (bk. Nevzat Güldiken- Mehmet Aslan, “Küreselleşme ve Ulusallığın
Diyalektik Etkileşimi I”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Sivas 2006
Cilt 7, Sayı 2, s. 189).
Dayf,
Şevkî, el-Asru'l-Abbâsî es-sânî, Dâru'l-meârif, Kahire, ts., s. 53-62; Sa'd,
Fehmî, el-Âmme fî Bağdâd, Dâru'l-muntehâbi'l-Arabî, Beyrut, 1413/1993, s. 310,
320-321.
Abbasîlerin
hüküm sürdükleri dönem zarfındaki siyasî ve edebî faaliyetler şu dört dönemde
mütalaa edilmektedir: Birinci Abbasî Dönemi: 132/750'de Ebu'l-Abbâs es-Seffâh
ile başlayıp 232/847'de el-Mütevekkil'in halife olmasına kadar devam eder.
İkinci Abbasî Dönemi: el-Müte- vekkil'in hilafeti ile başlayıp 334/945'de
Büveyhîler'in Bağdat'a girişine kadar sürer. Üçüncü Abbasî Dönemi:
Büveyhîler'in Bağdat'a hâkimiyetinden 447/1055'de Selçukluların Bağdat'a girişine
kadar devam eder. Dördüncü Abbasî Dönemi: Selçukluların Bağdat'a girişi ile
başlar ve Bağdat'ın 656/1258'de Moğolların eline düşmesine kadar devam eder.
(bk. Ahmet Savran, Abbasî Devletinde Sûlîler ve Abû Bekr es-Sûlî, AÜFEF,
Erzurum, 1986, s. 2; Kenan Demirayak, Abbasî Edebiyatı Tarihi, Şafak Yay.,
Erzurum, 1998, s. 2-3).
Dayf,
age., s. 53-62; Sa'd, age, s. 310, 320-321. Rivayete göre bu kesim arasında o
derece fakirlik vardı ki, onlar tatlının nasıl olduğunu dahi bilmezlerdi (bk.
Sa'd, age, s. 310). Bundan dolayı, fakir kesimin bir kısmı, geçinmek için
hırsızlığa, asalaklığa (tufeylîliğe); diğer bir kısmı bir lokma bir hırka
ilkesiyle züht hayatına kendilerini verdiler (bk. Sa'd, age, s. 310). Muhammed
Receb en-Neccâr halkın bir kısmının sefalete düşmesini ve yöneticilerin de
halkın ihtiyaçlarını göz ardı etmesini, eğlenceye düşkünlüklerine, asker ve
bürokratların anlayışsızlığına, dinden uzaklaşmalarına bağlamıştır (M. Receb
en-Neccâr, Hikâyâtu'ş-şattâr ve'l-ayyârîn, Âlemu'l-marife, Kuveyt 1981, s. 5).
Abbâsîler
döneminde, düğün yemeğine veya benzeri ziyafetlere davetsiz katılmaya asalaklık
(te- tafful); böyle yemek ve davetlere katılana da asalak (tufeylî) denmekteydi
(bk. İbn Manzûr, Lisâ- nu'l-Arab, Dâru sâder, Beyrut 1414/1994, XI, 404 - md-).
Sa'd, age,
s. 319. Bu asalaklardan birisi de Bunân et-Tufeylî idi. Onun Basra'ya giderek
orada bu işin mafyalığını yapan bir çete reîsinin emrine girdiği rivayet
edilmiştir (bk. Hatîb el-Bağdâdî, Kitâbu't-tatfîl ve hikâyâti't-tufeyliyyîn fî
ahbârihim ve nevâdiri kelâmihim ve eş'ârihim, thk. Abdullah Abdurrahîm
üseylân, Cidde 1406/1986, s. 161; Şihâbeddîn el-Akfehsî, Oburlar, çev. Savaş
Kocabaş, İstanbul 2001, s. 119 - 120).
Haşan
İsmail Abdulğanî bu edebiyatı, şairleri ve tasvir ettikleri konuları ele alan
Zâhiretu'l-kudye (Kudye Edebiyatı Olgusu) adında bir tez hazırlamış ve bu
çalışma neşredilmiştir (Mektebetu'z- zehrâ, 1411/1991). Ayrıca bu konuda başka
çalışmalar da yapılmıştır.
“el-Kudye
ve'l-mukdûn”, Erişim [http://thawra.alwehda.gov.sy/_print_veiw.asp? FileName= 10369550932007 0314221756],
Erişim Tarihi: 21/04/2008. Bedîu'z-Zamân el-Hemedânî ve Ha- rîrî Makâmât adlı
eserler telif etmişlerdir. Bu eserler makâmelerden oluşur. Makâme ise, bir toplantıda
anlatılan, genellikle bir oturumluk olup daha çok dilencilerin maceralarını
konu edinen eğitici ya da eğlendirici özelliği bulunan bir yazı türüdür.
Yazarın, hayalî bir kişinin -râvî- ağzından olayları anlatması, konusunun
basit, buna karşılık üslubunun ince, edebî sanatlarının çok, dilinin oldukça
ağır ve sicili oluşu, kelime bakımından zenginliği, atasözleri, hikmetli sözleri
ve Arapçada ender kullanılan klasik sözcükleri içermesi, daha çok şiirle bitişi
ve bir kahramanı oluşu, bu türün belli başlı özellikleridir (bk. Bedîu'z-Zamân
el-Hemedânî, Makâmât, tere. Rahim Er, MEB, İstanbul 1994, s. 27).
el-
el-Âlî, Neîme Binabid, “Fi'l-bed'i kâneti'l-hîle”, Erişim [http://a.amaaz.free.fr/ portail/in- dex.php?option=
com_content&task=view&id= 359<emid=311], Erişim Tarihi:
26/04/2008, s. 12.
el-Câhiz,
el-Buhalâ, thk. Tahâ el-Hâcirî, Dâru'l-Meârif, Kahire, ts., s. 46, 267-268.
en-Neccâr, age, s. 5.
el-Câhiz,
el-Buhalâ, s. 37. el-Buhalâ Yahya Atak tarafından Türkçeye Cimriler Kitabı
adıyla çevrilmiştir (Şule Yay., İstanbul, 1999).
Şeşen,
Ramazan, “Cahiz”, DİA, İstanbul, 1993, VII, 23; Demirayak, Kenan - Çöğenli, M.
Sadi, Arap Edebiyatında Kaynaklar, AÜFEF Yay., Erzurum, 1995, s. 4.
Demirayak-Çöğenli,
age, s. 4.
Dilenci
Hâlid b. Yezîd'i, Abbâsî dönemi şair ve katiplerinden olan Hâlid b. Yezîd
el-Kâtip (ö. 269/883) ile (bk. Yakût, age, I, 47-52; Mehmet Aykaç, “Hâlid b.
Yezîd el-Kâtip”, DİA, İstanbul 1997, XV, 292) İslam toplumunda ilk tercüme
hareketini başlatan ve kimya ilminin öncülerinden sayılan Emevî emîri Hâlid b.
Yezîd b. Muâviye'yle karıştırmamak gerekir (bk. Muhammed Abdul- kâdir Hureysât,
“Hâlid b. Yezîd b. Muâviye” DİA, İstanbul 1997, XV, 292-293).
Mühelleb
b. Ebî Sufre (ö. 82/702) Mühellebîler soyunun atası sayılmakta ve o soydan
gelenlere Benî Mühelleb veya el-Mehâlibe denmektedir (bk. İrfan Ayçan,
“Mühellebîler”, DİA, İstanbul 2006, XXXI, 513-514). el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 46.
Bosworth,
Clifford Edmund Bosworth, The mediaeval Islamic underworld : the Banu Sasan in
Arabic society and literatüre, Leiden: Brill 1976, s. 19.
Yâkût,
el-Câhiz'in el-Buhalâ'da anlattıklarının aynısını tekrar eder, yeni bir bilgi
sunmaz. Daha geniş bilgi için bk. Yâkût, age, I, 42-47. el-Câhiz, el-Buhalâ, s.
46-53.
Asım
Efendi, Okyanus - Kamus Tercemesi, Cemal Efendi Matb., İstanbul 1305, IV, 1148.
Necm,
53/34.
İbn Kesîr,
Tefsîru'l-Kur'ani'l-azîm, Kahraman Neşr., İstanbul 1985, VII, 439; Kurtubî,
el-Câmi li- ahkâm'l-Kur'an, Dâru ihyâi't-turâsi'l-Arabî, Beyrut 1405/1985,
XVII, 112; Abdulğanî, age, s. 20- 21, dipnot 1.
Abdulğanî,
age, s. 23.
Taberî,
Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, MEB, İstanbul 1991, III, 828; el-Bustânî,
Butrus, Dâire- tu'l-meârifi'l-İslâmiyye, Dâru'l-marife, Beyrut, ts., IX, 378;
Abdulğanî, age, s. 23. Sâsân kelimesinin İran krallarına verilen lakap olduğu
da belirtilir (bk. Abdulğanî, age, s. 23). İbn Manzûr Sâsân ın İran Kralı
Kisra'nın ismi Ebû Sâsân ise onların künyesi olduğunu ve bu şahıslara da dilendikleri
için Benî Sâsân dendiğini söyler (bk. İbn Manzûr, age, VI, 109, - md.-). Zebîdî ise bu kelimenin Fars bölgesinden
geldiğini belirtir (Zebîdî,Tâcu'l-arûs, thk. Ali Şîrî, Dâru'l-fikr, Beyrut
1414/1994, VIII, 323, - md.-). Muhammed Abduh Hemedânî'nin Makamatı'nın şerhinde
Sâsân kelimesinin İran krallarından alındığını ve onları aşağılamak için
kullanıldığını belirtir. İran fethedildikten sonra onlar Müslümanların
ellerine düşmüşler, oradan oraya sürgün edilmişler ve babalarının adıyla
aşağılamak amacıyla bu isim verilmiştir (bk. Bedîu'z-Zamân el-He- medânî,
Makamat, tahk. Muhammed Abduh, Dâru'l-meşrik, Beyrut 1986, s. 92; Abdulğanî,
age, s. 23-24.)
27-
el-Hemedânî, age, çev. Rahim Er, s.
23.
28- Bat Nehri, (bugün İran sınırları içerisinde yeralan) Ahvaz
şehrindedir (bk. Muhammed b. Haşan es-Sâğânî, el-Ubâbu'z-zâhir ve
lubâbu'l-fâhir, Erişim [http://islamport.com/d/3/lqh/Erişim Tarihi1/40/217.html, I, 234]
29-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 49-50. Ayrıca
bk. Bosworth, age, s. 19.
30-
es-Seâlibî, Yetîmetu'd-dehr fî
mehâsini'l-asr, Dâru'l-kutubi'l-ilmiyye, Beyrut 1983, III, 137. Ayrıca bk.
Ahmed el-Huseyin, “Ahnef el-Ukberî: Şâiru'l-mukdîn ve'l-mıtesevvilîn”, Erişim [http://www.dahsha.com/viewarticle. php?id=28718], Erişim Tarihi:
16/07/2008, s. 1.
31-
es-Seâlibî, age, III, 414-436;
en-Neccâr, age, s. 74-75; Abdulğanî, age, s. 24-25.
32-
el-Hemedânî, age, s. 92 vd.
el-Hemedânî es-Sâsâniyye makâmesi ile birlikte 26 makamede dilencilik konusunu
işlemiştir.
33- Harîrî, Makâmât, çev. Sabri Sevsevil, MEB, İstanbul 1952, s.
375 vd.
34- Katip Çelebi, Keşfu'z-zunûn an esâmi'l-kutub ve'l-funün,
neşr. M. Ş. Yaltkaya-R. Bilge, MEB, İstanbul 1360/1941, I, 694-695.
35- Bosworth, age, s. VII. Hem dilencilik yapan hem de her türlü
serserilik ve kanunsuzluğu yapan insanlar, çoğu zaman ayrı düşünülmemiş, zira
her iki kesimde topluma benzer zararlar vermişlerdir (bk. Par Julien Damon,
“Serserilik ve Dilencilik”, çev. Derviş Kara, Erişim [http://www.egm.gov.tr/egitim/dergi/eskisayi/ 39/web/ceviri/Dervis_Kara.htm], Erişim Tarihi^ 4/03/2008.
36-
el-Âlî, agm, Erişim [http://a-amaaz.free.fr/ portail/index.php?option=com_content &task=vi- ew&id=
359<emid=311], Erişim Tarihi: 26/04/2008, s. 9. Türkiye'de bir lisede
(Ankara Yeşilöz Lisesi) dilencilerle ilgili yapılan ankette, bir kısım
dilencilerin grup halinde bu işi yaptıklarını ve sadece para dilenmekle
kalmayıp hırsızlık, gasp, cinayet gibi suçları işledikleri; ayrıca illere dışardan
grup halinde gelen dilencilerin, mafya tarzında bu işi yaptıkları ortaya
konmuştur. Bu tarz dilenciliği yapmak için boş arazilere kurulan derme çatma
çadırlar kurmuşlar, sonra sabah erken saatlerde dilencileri buralardan
toplamışlar; arabalarla belirlenen noktalara dağıtarak yapmışlardır. Dilenme
süresi boyunca dilenciler, bu kişiler tarafından sürekli kontrol altında tutulmuştur,
(bkz. http://www.liseyesiloz.com/alan_dosyalar/page0030.htm). Bu çetelerin topladığı para ise,
doğal olarak her türlü yasadışı girişimin sermayesi yapılabilmiştir (bkz.
Turgay Bahtiyar, http://www.edebiyatdefteri.com/index.asp?istek=tum_yazilar&k=detay&yazi_id=1281.).
37- Ayrıca bu guruplar, ğacar ( ), never ( ), kâvuliyye ( ) gibi isimlerle de anılmışlardır
(bk. Muzdevir, agm, Erişim [www.aljahidhiya.asso.dz/Revues/tebyin-26/dirassat.doc], s. 9. Türkiye'nin çeşitli
bölgelerinde çingenelere roman, cingan, elekçi, esmer vatandaş, poşa, abdal,
domlar, lomlar, mırtipler gibi farklı isimler verilmiştir (bkz. Erişim
[http://tr.wikipe- dia.org/wiki/Romanlar],
Erişim Tarihi: 17/07/2008; Erişim [http://www.cingeneyiz.org/cingene- lerkimdir.htm], Erişim
Tarihi: 20/07/2008.
38- Romanlar veya halk arasındaki tabirle Çingeneler,
Hindistan'ın Pencap-Sind nehir havzası boyunca Pakistan ve Afganistan'ın da
içinde bulunduğu bölgelerden geçerek İran ve Anadolu üzerinden dünyaya
yayılmış Hint-Avrupa kökenli halkın adıdır (bk. Erişim [http://tr.wikipedia.org/wi- ki/Romanlar]; Büyük Larousse Ans., Gelişim Yay., İstanbul
1986, VI, 2737). Onların Hindistan'da dünyaya dağılması ile ilgili şöyle bir
olay anlatılır: Rivayete göre, İran kralı Behram, Hind kralı Şankur'dan
kendisini halkı eğlendirmesi için müzik aletleriyle birlikte beş bin kişi
göndermesini ister. O da bu konuda mahareti olan çingene kabilesini gönderir.
Bir süre bu kabile, kral ve halk yanındaki ilgisini kaybedince İran'dan göçmeye
karar verir; buradan Arabistan, Rusya, Anadolu vb. yerlere göçerler (bk. Ahsen
Muzdevir, “en-Nakdu's-sekâfiyyu'l-mukârin”, Erişim [ www.alja-
hidhiya.asso.dz/Revues/tebyin-26/dirassat.doc], s. 9.
39-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 46.
40-
el-Huseyin, agm, Erişim [http://www.dahsha.com/viewarticle.php?id=28718], 16/07/2008, s. 1.
41-
es-Seâlibî, age, III, 137; en-Neccâr,
age, s. 298.
42-
es-Seâlibî, age, III, 137. Ayrıca bk.
el-Huseyin, agm, Erişim [http://www.dahsha.com/viewartic- le.php?id= 28718], Erişim Tarihi:16/07/2008, s. 1.
43-
el-Âlî, agm, Erişim [http://a.amaaz.free.fr/ portail/index.php? option=com_content& task=vi-
ew&id=359& ltemid=311,] Erişim Tarihi: 26/04/2008, s. 9.
44-
en-Neccâr, age, s. 301.
45-
en-Neccâr, age, s. 298.
46-
el-Âlî, agm, Erişim [http://a.amaaz.free.fr/ portail/index.php? option=com_content& task=vi-
ew&id=359& ltemid=311,] Erişim Tarihi: 26/04/2008, s. 2.
47-
et-Tenûhî, Ebû Ali el-Muhassan,
Neşvâru'l-muhâdara ve ahbâru'l-muzâkare, thk. Abbud eş-Şâ- licî, yy.,
1393/1983, VIII, 272-274; Sa'd, age, s. 322. el-Hemedânî Makâmât'ında
kahramanın kurnazca fikirlerle insanlardan nasıl para topladıklarını sık sık
dile getirir (bk. Margolioth, agmd., İA, V/1, 426; el-Hemedânî, age, tere.
Rahim Er, s. 26).
48-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 46-47.
49-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 46.
50-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 47.
51-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 48-49.
52-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 51.
53-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 49.
54- Kur'an'da Ye'cûc ve Me'cûc kavmine karşı korunmak amacıyla
set yapan, ancak gerçek kimliği hakkında peygamber de olmak üzere çeşitli
rivayetler ileri sürülen büyük bir şahsiyettir. Daha geniş bilgi için bk.
Kehf, 18/83-89; Zemahşerî, el-Keşşâf, Edebu'l-Havze, yy., ty.; II, 742-745; El-
malı'lı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Naşr., İstanbul 1979, V,
3282 vd.
55- ibn Şerye'nin asıl adı Ubeyd b. Şerye el-Curhumî'dir.
Cahiliye ve İslam dönemine idrak etmiş; Arapların rivayet, nesep, hitabet,
riyaset, hikmet vb. konularla ilgili bilgisi ile meşhur olmuş ve Muâviye
dönemine kadar yaşadığı da bildirilmiştir (bk. el-Câhiz, Kitâbu'l-Hayavân,
neşr. Abdus- selam M. Hârûn, Dâru ihyâu't-turâsi'l-Arabî, Mısır,
1384-89/1964-69, I, 336, 365; el-Câhiz, el- Buhalâ, s. 312.)
56-
Temîm ed-Dârî olarak bilinen Temîm b.
Evs b. Hârice'nin mensup olduğu Abduddâr kabilesi, bugünkü Ortadoğu civarında
yani o zamanki Bizans (Rûm) bölgesine yakın oturuyordu. Dolayısıyla Temîm
ed-Dârî o bölgeyi çok bilen birisiydi. Ayrıca o dönemde kıssacılar onun
cinlerle ilgili efsanelerini de sık sık anlatırlardı, (bk. el-Câhiz,
el-Buhalâ, s. 312-313; İbn Asâkir, Tehzîbu Târîhi Di- maşk el-kebîr, haz.
Abdulkadir Bedrân, Dâru ihyâi’t-turâsi'l-Arabî, Beyrut, 1407/1987, III, 347
vd.)
57- Duaymîs, çölde çok iyi rehberlik yapan birisiydi. Onun bu
konudaki mahareti “Duaymîs'den çölde daha iyi yol gösteren” şeklinde
atasözlerine kadar konu olmuştur, (bk. Ebu'l-Fadl Ahmed b. Muhammed el-Meydânî,
Mecme'u'l-emsâl, tahk. Naîm Hüseyin Zerzûr, Dâru'l-kutubu'l-ilmiyye, Beyrut,
1408/1988, I, 348; el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 313).
58 - Rafi b. Umeyr et-Tâî, Hz. Ömer
zamanında çölde rehberlik yapardı (bk. el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 313.).
59-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 47. Benî
Sâsân reislerinden el-Ukberî de kadınların fallarına bakardı. Ancak o çok iyi
fal bilmediğini, bunu sadece dilenmek için yaptığını söylerdi (el-Âlî, agm,
Erişim [http://a.amaaz.free.fr/portail/index.php?option=com_content&task=view&id=359<emid=311], Erişim Tarihi: 26/04/2008, s. 10.
60-
Aydın, agmd, XII, 134.
61-
el-Câhiz'in yaşadığı Abbâsî döneminde
yaygın olan bu falların bir kısmı hakkında kısa kısa bilgi vermek yerinde
olacaktır. Yıldız Falı (horoscopy): insanın doğduğu günü dikkate alarak o günkü
göğün durumu, yıldızların konumu ve insan üzerindeki etkilerinden hareketle
onun kaderi hakkında yorum yapma işidir. El Falı (chiromancy): Eldeki çizgilerden
kişinin geleceğini okuma işidir. Kuş Falı (ornithomancy): Kuşların uçuş şekli
ve seslerinden bir anlam çıkarmak suretiyle gelecek hakkında bilgi verme işidir
(bk. Mehmet Aydın, “Fal”, DİA, İstanbul 1995, XII, 135).
62-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 47.
63-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca
bk. Bosvvorth, age, s. 36.
64-
el-Hemedânî makâmelerindeki kahramanı
Ebu'l-Feth el-İskenderî'nin dilenmesinde daha etkili olması için elbiselerini
çok eskimiş ve yıpranmış olarak tasvir etmiştir (bk. el-Hemedânî, age, tere.
Rahim Er, s. 32 ).
65- Erişim [http://www.liseyesiloz.com/alan_dosyalar/page0030.htm,.]
66-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca
bk. İbrahim b. Muhammed el-Beyhakî, el-Mehâsin ve'l-mesâ- vî, Dâru ihyâi'l-ulûm,
Beyrut 1407/1988, s. 648; Bosworth, age, s. 36.
67-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 51-52. Ayrıca
bk. Bosworth, age, s. 37.
68-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53.
el-Beyhakî bu dilenciyi el-Karaşî olarak adlandırır (bk. el-Beyhakî, age, s.
648).
69-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca
bk. el-Beyhakî, age, s. 648; Bosworth, age, s. 37-38.
70- Erişim: [http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=132016], Erişim Tarihi: 23/10/2004.
71- Erişim: [http://www.bianet.org/kadin/kategori/kadin/80972/dunya-kupasinda-insan-kacakciligi- uyarisi.] Özellikle fuhuş sektörü varlığını sürdürmek için
organize olarak çalışmış, öteden beri dilencilerden de yararlanmışlardır. 28
Ekim 1900 tarihli Sabah Gazetesi'ne göre Osmanlı dönemindeki dilenciler dört
sınıfa ayrılmakta ve bunlar çocuklar, genç kızlar ve velisiz kadınlardan oluşmaktadır.
Bunlardan dilenen bazı genç kızların dilencilik maskesi altında fuhuş yaptığı
vurgulanmaktadır (bk. “OsmanlI'da Dilencilik”, Erişim [http://tr.wikipedia.org/wiki/Os- manl%C4%B1 %27da_dilencilik]. Günümüzde de dilencilik yapan
bir kısım kadınlar aynı şekilde suçlanmışlardır. Muş'ta bir grup dilenci kadın,
fuhuş yaptıkları iddiasıyla Belediye zabıta ekiplerince yakalanmışlardır
(Erişim [http://www.kenthaber.com/Arsiv/Haberler/2006/Agustos/01/Ha- ber_155728.aspx],
72-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca
bk. el-Beyhakî, age, s. 649; Ayrıca bk. Bosworth, age, s. 39.
73- Böyle bir şarkıcı hakkında internete şöyle bir yazı
düşmüştür: “Elinde akordeonuyla vals şarkıları çalan bir dilenci-müzisyendi o
aslında. Öğlen 2'de, sıcakta bizim daracık sokaklarımızı teker teker dolaşan,
hem başkalarını memnun etmeye çalışırken bile, yüzünde gizlenmeye çalışan hüznü
çok da başka yerlere iteleyemiyordu...” (bk. Erişim [http://tugceozsoy.blogs- pot.com/2007/08/sokak-aras.html], Erişim
Tarihi: 11/07/2008)
74- Erişim: [www.siirttesonsoz.com/sss/haberdetay.asp?bolum=262&uyeid=0 - 95k.]
75-
Akagündüz, Ülkü Özel, “Kaotik şehir
Kahire”, Aksiyon Haftalık Haber Dergisi, yıl: 14, sayı 710.
76-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca
bk. el-Beyhakî, age, s. 648, 649; Bosworth, age, s. 39.
77-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca
bk. el-Beyhakî, age, s. 649; Bosworth, age, s. 39-40.
78-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca
bk. el-Beyhakî, age, s. 649.
79- Bahtiyar, agm, Erişim: [http://www.edebiyatdefteri.com/index.asp?istek=tum_yazilar&k=de- tay&yazi_id=12813.]
80-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 52-53.
el-Beyhakî, el-Câhiz'in zikrettiği ve yer vermediği dilenci sınıflarınıda
zikreder. Daha fazla bilgi için bk. el-Beyhakî, age, s. 647-649. Ayrıca Ebû
Dulef el-Hazrecî de el-Kasîdetu's-Sâsâniyye'de dilenci sınıflarından bahseder
(bk. es-Seâlibî, age, III, 417 vd.; Sa'd, age, s. 322).
81-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 137.
82-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 141, 373.
83-
Star Gazetesi, 7/08/2008.
84-
el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 142-143, 373.
85-
ed-Dârderîşî hesabı yapılmayacak
kadar zenginliğe sahipti. Bir gün komşusunun yanında iken bir dilenciyi
azarladı. Sonra gelen bir başka dilenciye de daha şiddetli tepki gösterdi. Ben
de: “Neden bu kadar dilenmeye kızıyorsun?”deyince o da: “Gördüklerinin çoğu
benden daha zengin” dedi. Ben de: “Onlara bundan dolayı kızdığını sanmıyorum”
dedim. O da: “Eğer güçleri yet- se evimi bile kökünden sökerler. İstediklerini
verseydim çoktan onlar gibi olurdum. Beni kendileri gibi olmaya zorlayanlara
karşı kızgınlığımın nasıl olacağını sanıyorsun?” dedi (bk. el-Câhiz, el-Buhalâ,
s. 133).
86-
Hâlid b. Safvân bir gün bir dilenciye
şöyle yanıltıcı ve şaşjrtıcı bir cevap verir: Bir keresinde kendisinden para
isteyen dilenciye bir dirhem verince, o da az bulur. Bunun üzerine Hâlid b.
Safvân da: “Ey ahmak! Bir dirhem on dirhemin onda biri, on dirhem yüz dirhemin
onda biri, yüz dirhem bin dirhemin onda biri, bin dirhem de on bin dirhemin
onda biri; görüyor musun, bir dirhem, bir Müslümanın diyet miktarına nasıl
yükseldi!” der (bk. Câhiz, Buhalâ, s. 150).
87-
el-Hemedânî, age, çev. Rahim Er, s.
32.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar