Print Friendly and PDF

BİR KENT SORUNU... DİLENCİLİK

Bunlarada Bakarsınız

 


18-19 EKİM 2008 Sempozyum Bildirileri:
Yayına Hazırlayan: Dr. Suvat PARİN

AVRUPA VE OSMANLI SEYYAHLARININ İZLENİMİYLE OSMANLI VE AVRUPA'DA DİLENCİLİK

Yrd. Doç.Dr., Kocaeli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.

OSMANLILARDA DİLENCİLİK

İnsan kültürü insanın en temel ihtiyaçlarını gidermesine göre çeşitlilik gösterir. Kül­tür çok çeşitli olmasına karşın özünde insanın ihtiyaçlarının karşılanmasıyla ilgilidir. İn­san ihtiyaçlarını, tarih boyunca toplayıcılıktan avcılığa, tarımdan sanayiye farklı şekil ve yöntemlerde sağlarken tarihin her aşamasında ihtiyaçlarını gidermek için çaba ve gay­ret sarf etmiş, emek harcamıştır. İnsanın tarihi bir anlamda bu emeğin tarihidir. Dilenci­lik ise insanın ihtiyaçlarını emek harcamaksızın başkalarının emeğine ortak olarak temin etme şeklidir. İnsan kültürüne karşı olarak çalışmayı ve emek harcamayı sevmeyen bu sürece dahil olmayanlar iki şekilde temel ihtiyaçlarını karşılaya gelmişlerdir. İlki güç kul­lanarak başkasının mal ve mülküne sahip olmak yani eşkıyalık ya da güç ve kuvvet uy­gulamadan duygu sömürüsü ile dilencilik yapmaktır. Dilencilik ve eşkıyalık bu yönüyle bir kültürün alt kültürü olmaktan çok karşıt bir kültürdür. İnsanın emek harcamaksızın ih­tiyaçlarını gidermek için geliştirdiği bir kültürdür.

Seyahatnameler edebiyatın içine hapsolunup iyi vakit geçirilecek metinler olmaktan çok, sosyal antropoloji, etnoloji, tarih, hukuk, sosyoloji, felsefe ve teoloji gibi pek çok di­siplini ilgilendiren metinlerdir. Sorun seyahatnameyi edebiyatın bir şubesi gibi görmek­tir. Seyahatnameye başka bir gözle bakmayı becerdiğimizde pek çok alanla ilişkisinin olduğu anlaşılacaktır. Biz bu çalışmamızda seyyahların gözlemlerinden hareketle Os­manlI ve Avrupa'da dilenciliğin tarih içinde gelişimine değinip karşılaştırma yapacağız.

DİLENCİ DERVİŞLER

Osmanlı Toplumunda dilenciler ve onların toplumdaki konumlarıyla ilgili ilk betimle Kastilya ve Leon Hükümdarı III. Henri'nin mabeyincisi olan ve Timur'a elçi olarak gön­derilen Ruy Gonzales de Clavijo aittir. O, Erzincan'dan Huy'a giderken yolda Deliler kö­yü denilen bir köye varır. Aynı dönemde daha sonra bahsedeceğimiz seyyahlar gibi di­lenen dervişlere değinir. Onun anlatımıyla “ Buraya Deliler adının verilmesi, burada otu­ranların çoğunun uzlet hayatına girmiş, dünyayı terk etmiş Müslüman dervişler olmala­rıdır. Etraftaki köylüler buraya ziyarete gelerek dervişlerle görüşüyor, hastalarını getiri­yor ve dervişlerin nefesinden şifa diliyorlar.Buradaki dervişlere keşiş denmektedir. Re­isleri hepsinden büyük hürmet görüyor ve evliya olarak kabul ediliyorlar. Timur buradan geçerken bunların yanına uğramış ve reisin yanına bir müddet gelmiştir. Çevre köyler­den buraya bol bol adaklar yağıyor. Reis derviş köyün hakimidir. Köylüler bu dervişlerin tamamını evliya olarak görüyor. Bunlar saç ve sakallarını tıraş ediyor yaz kış sırtla­rında kaba abalarla dolaşıyorlar. Zaman zaman yanlarında taşıdıkları sazları çalarak ilahi okuyorlar. Tekkelerin kapısında bir püskül ile hilal şeklinde bir resim bulunuyor. Bunun altına geyik, keçi, ve koyun boynuzlarından bir sıra dizilmiş, her dervişin kapı­sında bu tür bir boynuz vardır.1

Clavijo'nun dilencilikle ilgi olarak bu anlatımından daha canlı daha ayrıntılı bilgiler sunan seyahatnameler Nicolas Nicolay ve O. G Busbecg' e aittir. 1554-1562 tarihleri arasında Avusturya elçisi olarak Osmanlı Ülkesinde bulunan Busbecg, gözlemlerini ül­kesindeki tanıdıklarına gönderdiği mektuplarla paylaşır. 1 Haziran 1560 tarihli mektu­bunda dilenciler hakkında şu gözlemlerde bulunur. “Dilenciler Allah'ın ismi defalarca tekrarlanan her namazdan sonra sadaka toplamaya giderler. Bunlar başlarını eğerler ve yanlarındaki geyiği de birlikte baş eğdirmeye alıştırmışlar. Halk bu olağanüstü be­ceriyi görmekten son derece hoşlanarak ve bunun kutsal ve acayip bir anlamı olduğu olduğunu düşünerek geyiğin sahibi olan dilencilere para vermeyi tercih ediyorlar, on­lara madeni paralar saçıyorlardı. Bunlara bizimkilerden çok daha az rastlanır ve genel­likle bir yerden bir yere yaya seyahat eden ve çeşitli şekillerde kutsallık iddiasında ve dini bahane ardında dilenen kişilerdir.2 1551'de Osmanlı ülkesinde bulunan Nicolas Nicolay, dilencilerin şehir ve köylerde inek öküz, kurt, ayı ve geyik gibi terbiye ettikle­ri hayvanlarla yaşayan münzeviler olduğunu belirtir.3 Busbecg dilencilerin bu çok bü­yük geyiğini alıp İmparatora hediye etmek isterse de dilenciler satmazlar.

Busbecg, dilencilerin çoğunun deli ve kafaca noksan kimseler olduğunu ve Türk- lerin delileri toplumda hoş gördüklerini belirtir. “Türkler deliler ve geri zekalıların cen­nete gideceklerine ve yeryüzündeki hayatları boyunca azizler gibi bilinmeleri gerekti­ğine inandıklarını ifade eder. Delilerden sonra başka bir sınıf dilenci grubu da Araplar- dır. Bunlar ellerinde bayrak taşırlar ve İslam dinini yaymak için atalarının savaştığını bununla açıklayarak dilenirler, her yerde ve herkesten dilenmezler ancak yoldan ge­çenlere bir yağ kandili, bir limon ve bir nar vererek iki ve ya üç mislini isterler. Açıkça dilencilik şerefsizliği içine düşmemek için bir şey satmayı tercih ettikleri görülmekte ol­duğunu anlatır.4

1571 -1581 tarihleri arasında Osmanlı ülkesinde bulunan Saloman Schvveiger, Bus- becg'in ifadelerine paralel bilgiler verir. “İşe yaramaz boş gezenlerden oluşan ve dile­nen bir gurupta hacılardır (Hagisslar) Bunların hepsi Arap'tır ve eski paralanmış Arap giysileri içinde ortalıkta dolaşırlar ve üstelikte çoğu kördür. Şarkılar söyleyerek dilenir­ler. Arap harfleri işlenmiş mavi ketenden bir parçayı bayrak niyetine ellerinde taşırlar. Rivayete göre bunlar peygamberlerinin mezarını ziyaret ettikten sonra inançları uğru­na gözlerini kendi elleriyle oyup kör ederlermiş. Sözde böyle kutsal yerleri gördükten sonra artık dünyaya ait hiçbir şeyi görmeleri caiz değilmiş. Sanki dünyayı ve Tanrf nın yarattıklarını seyrederek onların varlığında Tanrı'yı görmek ve insanlara sunduğu gü­zellikler için Tanrı'ya şükretmek, Tanrfya karşı işlenmiş bir suç olabilirmiş gibi! Oysa bu sefil yaratıkların doğaya karşı cinsel isteklere kapılmış olmaları hem bedenlerini hem de ruhlarını kirletmeleri günah sayılmaz mı? İşte bu davranışlarından da anlaşıla­cağı üzere, onlar kutsal ruhlar tarafından değil, kutsal olmayan, günaha bulaşmış bir ruh tarafından yönetiliyorlar ve bütün dinsel törenleri de bununla ilişkilidir.5

Nicolay1 dilenenlerin büyük bir kısmının derviş diye isimlendirdiği grup olduğunu ya­zar. Bunlara Torlak ve ya Durmuş denilirdi. Başlarında beyaz çuhadan yapılmış eski bir başlık olurdu. Köyden köye giderken bir bıçak ve usturayla kol ve bacaklarını çizerler sonra dilenirler. Bunlar dini bir grubun üyeleri oldukları ve aynı zamanda deliliklerinden dolayı ilgi görürlerdi. Nicola, derviş ve delilerin büyük saygı gördüğünü, dilenerek ge­çinen bu insanların toplandıkları yerde bir başlarının olduğunu dervişler bu kişiyi baba­ların babası anlamında assam baba diye çağırdıklarını bunların saç ve sakallarını kes­tikleri başları çıplak gezdiklerini, keçi ve ya koyun postundan giysilerinin yanında ke­merlerinde küçük bir balta taşıdıklarını anlatır. Salomon Schvveiger de dilenlerin büyük çoğunluğunun dervişler olduğunu söyler. Onun anlatımıyla “dört tarikat vardır: Derviş­ler, Camiler, Kalenderler, Torlaklar. Hemen hemen hepsi dinsel davranış biçimleri ba­kımından bizdeki yalınayak dolaşan dilenci rahiplere benzerler. Yaşamlarını dilenerek sürdürürler ve başka insanların başına dert olurlar. Kendilerini bıçakla yaralarlar. Ama daha önce maslık adını verdikleri afyonla kendilerini duyarsız hale getirdiklerinden acı hissetmezler. Zaten maslık çiğnemek halk arasında çok yaygın bir alışkanlıktır, bundan büyük bir keyif alırlar. Derilerine harfler yada çeşitli süslemeler çizmek de özellikle ka­dınlar tarafından uygulanan başka bir gelenektir. Bana verilen bilgiye göre bu zararlı varlıklar sayıca pek çoktur. Her tarikatın tahminen 4000 veya 8000 üyesi varmış.6

Busbecg, Nicola ve Schvveigger'in anlatımları tarihsel olarak neye karşılık gelmek­tedir? Ünlü sufi Mevlana, 1259'da yazmaya başladığı Mesnevisi'nde bu üç batılı sey­yahın dilencilikle ilgili anlattıklarını doğrulayacak bilgiler verir. Mevlana, halkı başlarına toplamak gâyesiyle bayrak açtıklarını, yünden aslan yaptıklarını ve halkın acıma duy­gusunu uyandırmak amacı ile de yollar üzerine oturup, sakatlıklarını teşhir ettiklerini an­latır. Gölpınarlı, Mesnevi şerhinde Mevla'nın dilenciliğe karşı çıkışını ve müritlerini ça­lışmaya ve sanata yönlendirişine dikkat çeker. “Dilenmek, sufilerin bir kısmı ve bilhas­sa esma ile sülükü kabul edenler nefsini aşağılatmak için dilenmesini de suluk vasıta­sı olarak kabul etmişlerdi. Dilenmeye “Selman etmek” dilenmeye çıkışa selmana çık­mak derler. Bu söz Selman-ı Farisi'nin H.Z Ali'nin emriyle dilendiğine dair hiçbir asla esasa dayanmayan inançtan meydana gelmiştir. Dilenmeye çıkan derviş eline keşkü­lünü alıp yola düşer. Keşkül üstü biraz içeriye doğru kıvrık kalmak üzere kesilmiş, içi oyulmuş Hindistan cevizidir. İki taraftan halka takılmış, bu halkalara da zincir takılmış­tır. Bakırdan pirinçten hatta gümüşten aynı şekilde yapılmışları da vardır. Derviş, ilahi okuya okuya gezer ve bir şey umduğu kimseye “Allah için bir şeyler anlamında “Şey'en li'llah” deyip keşkülü uzatır. Bir şey verilir, keşküle bir şeyler atılırsa da atılmazsa da Ey­vallah deyip uzaklaşır. Bu münasebetle dilenmeye şey'en li'llah'a çıkmak sözünden bozma Şey'ullah'a daha da yanlış olarak Şeyd'ullaha çıkmakta denir. Esma yolu olma­dığı halde Bektaşilerde de dilenmek vardır. Akşama kadar gezen dilenen derviş akşam ezanından sonra tekkeye döner ve keşkülünden kendisi hiçbir şey almadan keşkülünü şeyhin önüne döker. Şeyh toplanan parayı meyve vs matbaha yollar. Mevlana bu ade­ti kabul etmemiş, herkesin kendi emeğiyle geçinmesinin yolunu esas saymıştır. Bu ba­kımdan Bayrami, Nakşi gibi tarikatlar gibi Mevlevilikte de dilenme yoktur.7

16. yüzyılda Osmanlı toplumunda dilenciliği gözleyen üç AvrupalI seyyahın anla­tımlarının Mevla'nın 13. yüzyıldaki anlatımlarıyla örtüştüğü görülmektedir. Nicola'nın söylediği derviş torlak ve durmuşlar kimdir buna kısaca değinirsek dervişlik ve dilen­me arasında ortaya çıkan ilişkiyi daha iyi anlayabileceğimiz kanaatindeyim.

Nicala'nın Torlak ve Durmuş diye anlattıkları dervişlerin dış görünümleriyle ilgili be­timlemesinden hareketle seyyahların söylediklerinin tarihsel karşılığına bakalım. Nico- la, bunların başlarını ve sakallarını usturayla tıraş ettiklerinden bahsetmişti. Anlatılan derviş tanımlaması Mevla'nın cenazesinde en önlerde bulunan cavlakilerle uygunluk göstermektedir. Kimdir cavlakiler ya da kalenderiler?

Osman Turan Türk din tarihi araştırmaları için son derece önemli ve yazarının Mu- hammed bin Mahmud El Hatip olduğu düşünülen “Fustat ul Adele fi Kava'id is Saltana” isimli bir yazmada Torlak, Kalender ve Cavlaki topluluklarına dair ilginç anlatımları akta­rır. Yazara göre cavlakilerin helal ve mubah saymadıkları hiçbir haram yoktur. Namaz kılmazlar, gizli olarak oruç yerler, şarap içer, hiçbir küfürden sakınmazlar, dilencilikle se­fahat icra ederler. Bunlar iş ve meslek kaçkını tembeller olup çalışıp üretmediklerinden halka yük olmaktadırlar. Mescitleri kendilerine makam yapmışlar, köpekleri yanlarında bulundurur, şarap içer ve her türlü fisk ve fücur yaparlar. Bu insanlar aç oldukları zaman her biri dilenmeğe çıkar, eline geçirdiklerini ağza atar ve kendi makamına döner, saç ve sakalları tıraş olmuş bu melhuslar arasında livata câridir. Bulamayınca zina yaparlar ve bunu hiç ayıp saymazlar. Buna rağmen fakir ve dervişlik iddiasındadırlar.”8

Yazarın tanımladığı cavlaki topluluğu Turan'a göre Kalenderilerdir. Yazarın medre­seli olduğunu ileri süren Turan'a göre; Mevleviler, cavlakilere karşı yazar kadar katı de­ğillerdi. Mevla'nın cenazenin önünde sürülen yedi öküzden biri kalender zaviyesine gönderilmesi Mevlevilerin bu topluluklara karşı hoşgörülü bir tavır takındıklarının bir işaretidir. Turan'ın işaret ettiği kalenderi topluluklar tarihsel ve teolojik olarak nerede durmaktadır? Selçuklu'dan OsmanlI'ya uzanan tarihsel süreçte dilencilikle sürekli iliş­ki içinde gösterilen bu toplulukların menşei nedir?

Fuat Köprülü, Osman Turan, İrene Melikof ve Halil İnalcık'tan sonra Türk din tarihi alanında önemli çalışmaları olan A. Yaşar Ocak, Kalenderiler çalışmasında kalenderi ve diğer benzer toplulukların tarihsel ve sosyolojik kökenlerine ışık tutar. Ocak'a göre Kalenderilik geniş ölçüde eski Hint ve İran ama özellikle de Hint mistizminden etkilen­diğini belirtir. Kelime olarak Kalender kelimesi; Sankristçe kanun, nizam dışı, düzeni bozan kelimesinden gelmektedir. Kalenderlerin ortak vasıfları: üç beş kişilik gruplar halinde dolaşıp gezmek, günlük yiyeceklerini dilenerek sağlamak, vücut ve başların­daki bütün tüyleri (saç, sakal, kaş ve bıyık ) kazıtmak ve acayip kılıklarda dolaşmak olarak özetlenebilir.9

Kalenderi zümreleri 15. ve 16. yüzyıl seyyahlarının olduğu kadar 17. yüzyıl seyyah­larının da dikkatini çeker. 1660'larda Osmanlı ülkesinde bulunan Paul Ricaut, İstanbul ve Kahire Kalenderilerini inceler. Ricault, Kalenderilerin belli dozlarda ağızda çiğnene­rek ve tütüne karıştırılarak duman halinde teneffüs edilerek esrar aldıklarını, vecde gel­mede yardımcı olduğunu, ancak yersiz bir şekilde kahkahalarla gülmek ve ya durup dururken hıçkırıklarla ağlamak gibi belirtilere yol açtığını yazar.10 1890'da İzmir'de bu­lunan Matthes'in sokakta yarı çıplak bedeni, omzunda baltasıyla dilenenlere rast gel­mesi 19. yüzyılın sonlarına kadar kalender meşrep dilencilerin varlığını göstermekte­dir.11 Osmanlı Arşiv belgeleri Kalenderi dervişlerin Balkanlardan Orta Asya'ya kadar seyahat ettiklerini göstermektedir.12

DİLENCİ DERVİŞLER VE SULTAN

Seyyahlar, dilenci dervişlerle sultanların yakın ilişkisine dikkat çekerler. Salomon Schweigger, sultanın yanına kolaylıkla girip çıkabilen dervişlerden birinin sultana su­ikast düzenlemek istediğinden bahseder.13 Schvveigger'in sözünü ettiği suikast girişi­mi; II. Beyazıd'ın Arnavutluk seferi sırasında gerçekleşti. Suikastan kurtulan sultan, uç beyleri nezdinde sığınak ve destek bulan Rumeli'deki bu tür dervişlerin idamlarını ve sürgünlerini hızlandırdı.14 Sultanın nezdine bu kadar rahat girip çıkmaları Sultanın nez­dinde bu tür dervişlerinin saygın yerini göstermektedir. Osmanlı devletinin kuruluş dö­neminde dilenen Kalenderi dervişlerin devletin kuruluşunda önemli misyonlar üstlen­dikleri bilinmektedir. Köprülü ve Barkan'ın konu ile ilgili çalışmaları Barkan'ın Ana­dolu'nun Türkleşmesinde dervişlerinin rolüne dair KolonizatörTürk Dervişleri çalışma­sı özelikle anılmalıdır. Bu alanla ilgili son dönemde A. Yaşar Ocak'ın çalışmaları der­vişlerin ilk dönemdeki rolünün yeniden gündeme gelmesi ve tartışılmasıyla sonuçlan­dı. Ocak, çalışmalarında dervişlerin Sünni İslam anlayışından uzak, daha çok hetere- doks bir anlayışta olduklarının altını çizer. Rum Abdalları diye bilinen Kalenderi derviş­ler, seyyahların tamda tarif ettiği gibi “Nerede akşam orada sabah, üstelikte bekar. Sırtlarında postları var, bellerinde Ebu Müslimi nacak denilen bir baltaları var. Bunun­la gittikleri yerde konaklayacakları zaman odun kesiyorlar, ateş yakıyorlar, icabında kendilerine saldıran vahşi hayvanları öldürüyorlar. Boyunlarındaki keşkülle de gittikle­ri köy ve kasabalarda para ve yiyecek dileniyorlar. Özellikle yerleşik hayatı tercih et­meyen Rum Abdalları Osmanlı topraklarına yerleşip fetihlere katıldılar.”15 Ocak'a göre bunlar geçimlerini sağlamak için gazalara katılıyordu. Bunlar 50- 60 kişilik gruplarla Osmanlı topraklarına gelip sultanla ilişki kurup Bizans Topraklarında bir takım fetihle­re katılıyorlardı. Bu dervişlerden en önemlisi şüphesiz Geyikli Baba'dır. Geyikli Baba müritleriyle beraber Kızıl Kiliseyi fethedince baba meyhordur diye Orhan Gazi'nin ona 2 yük şarap ve 2 yük rakı gönderir. Geyikli Baba ile Orhan Gazi arasındaki ilişki der­vişlerle sultanın yakınlığının bir işareti olarak yorumlanabilir. Bu dervişlerin gazalarda gösterdikleri yararlılıktan daha önemli misyonu, Osmanlı hakimiyetini meşrulaştırma­larıdır. Maiyetindeki dervişlerin dışında çok büyük bir kalabalığa hitap edip sultanın meşruiyetini sağladılar.16 Ancak heteredoks dervişlerin dünyada ve ahirette mutlak ha­kimiyete sahip olduklarına dair iddialarından dolayı sultanlar, onlara karşı temkinli ol­dular. Osmanlı sultanları bu tür zümreleri ya bertaraf etmeye veya vakıf tahsisleri yo­luyla kendilerine çekmeye ve bağımlı hale getirmeye çalıştılar.17

Kalenderiler, toplumun benimsediği normlara karşı çıkışları, otorite tanımaz tavır­ları Selçuklu ve Osmanlı yönetimi için hep sorun teşkil etmiştir. Söz konusu zümre mensupları toplumsal hareketlerde ön saflarda yer almıştır. Baba İlyas ayaklanması gi­bi Şeyh Bedrettin'in sağ kolu diye bilenen Torlak Kemal'in isyanında olduğu gibi Ce­lali isyanlarında da Kalenderi gruplar ön safta yer almışlardır.

Gerek tarihi kaynaklar gerek seyyahların anlatımlarında Osmanlı toplumunda dile­nenlerin çalışmayı ve kazanmayı hiçe sayan, geçimlerini dilenmekle temin etmeyi ken­dilerine düstur edinen Kalenderi dervişler olduğu görülmektedir. Derviş kelimesinin etimolojik anlamı da seyyahların gözlemlerini doğrulayacak mahiyettedir. Nitekim Der­viş: kapıdan kapıya dolaşan fakir demektir. Aynı anlamda kullanılan bir başka kelime derbederdir. Farça kapı kelimesi olan der ve den dan eki olan be den oluşur. Kapıdan kapıya dolaşan anlamında kullanılır. Dilenci anlamında kullanılan bir başka kelime de torlak kelimesidir. Genç hovarda kelime anlamı olmasının yanında hayvan postu gi­yerek kapı kapı dolaşıp sadaka toplayan anlamında da kullanılır.

DİLENEN MEDRESELİLER

16. yüz yıl düşünüldüğünde dilenen hatta dilenmeyi kendilerinde bir hak olarak gö­ren grup şüphesiz medrese öğrencileri idi. Çocuklarının vakıfların hizmetinden yarar­lanmasını sağlamaya çalışan Osmanlı köylüsü, onları medreselerde okutmaya gön­derdi. Artan öğrencilerin maliyetini karşılamayan vakıflar, çaresiz kaldı. Medrese'de okuyan yada mezun olup iş bulamayan öğrenciler 1550'lere gelindiğinde 30, 40 hatta 150 kişilik gruplar halinde ayaklandılar. Başlangıçta köyleri talan etmediler ama cer (cerre çıkma medrese öğrencilerinin üç aylarda köylere dağılıp halka dini öğütlerde bulunup namaz kıldırmak veya müezzinlik etmek suretiyle para ve erzak toplaması, kurban, nezir, adı ile salgın (salma: köyün ortak işleri için toplanan para) toplamakta idiler.18 Sonradan bunlar kafi gelmedi pek çok köyü yağmalayıp talan ettiler. Celali is­yanlarının fitilini ateşlediler.

Celali isyanlarının 1550-1603 tarihleri arasında yaşandığı göz önünde bulunduru­lursa bu dönem ve bu dönem sonrası Anadolu'daki büyük kargaşa ortamında köyler­den büyük şehirlere göç, dilenciliğin büyük çapta artışına sebep olmuştur.Özellikle çift bozan taifesi büyük şehirde iş tutamayınca dilenmeyi bir meslek haline getirdiler. 17. yüzyılda Devlet, dilencilere karşı bir takım önlemler almaya çalıştı. Büyük şehirlere gi­rişi izin belgesine bağladı.18. ve 19. yüzyılda büyük şehirlere göçün devam etmesi di­lenciliğin artışında ve devletin onlara karşı bakışında da değişimlere sebep oldu. Dev­let onları kontrol altına almanın yollarını aradı. III. Selim tahta çıktıktan sonra İstanbul'a iş aramak amacı ile gelenleri saptayarak geri gönderme girişimlerinde bulunmuş an­cak başarı sağlayamamıştır. II. Mahmut özellikle 1826'dan sonra İstanbul'un güvenli­ğini sağlamak, ayaklanma, hırsızlık ve benzeri uygunsuz davranışların kaynağını oluş­turanları kentten uzaklaştırmak için Men'i Mürur'u (geçişin engellenmesi)19 başarı ile uygulanması, nüfus sayımı yapılarak, kefilsiz işsiz kimselerin saptanıp şehir dışına çı­karılması, Se'ele (dilenciler) müdürlüğü ve ya fukara müdürlüğü kurdurma girişimiyle dilenciliği kontrol altına almaya çalışmıştır.

Seyyahlar kendi ülkeleriyle kıyaslandığında dilenciliğin Osmanlı topraklarında yine az oluşuna dikkat çekerler. Dilenciliğin az oluşunun sebebi seyyahlara göre, yardım kurumların çokluğudur. Hemen her seyyah vakıflardan, imarethanelerden bahsetme­den edemez. 1578-1581 tarihlerinde Osmanlı ülkesinde bulunan Salomon Scheigger, aş evlerine dikkat çeker. “Bütün camii vakıflarında imaretin yer aldığı bir bina vardır. Bunlar fakir ve bakıma muhtaç insanların barındırılması değil, doyurulması için yapıl­mışlardır. Bir aşçı fakir ve bakıma muhtaç insanlara burada yemek hazırlar. Mutat ola­rak her isteyene, etle karışık pirinç yemeği, suyla karıştırılıp mayalandırılan irmikten ya­pılma “boza” adındaki içki ve yanında da bir somun ekmek dağıtılır. Bu bağıştan zen­gin, fakir, Hıristiyan, Yahudi veya Türk ayrımı yapılmaksızın herkes faydalanır. Özellik­le de yolcular için bu düzenleme çok faydalıdır. Her yolcu böyle bir imarette üç gün kalıp bütün olanakları kullanır, ama süre üç günü geçerse istismar kuşkusu uyanır ve kendisine yol gösterilir.”20

19. Yüzyıl'da Batı'da olduğu gibi OsmanlI'da deli, tembel, miskin gibi kavramlar değişime uğrar. Aydınlanma düşüncesinden fazlasıyla etkilenen Genç OsmanlIlar di­lenmeye, tembelliğine karşı adeta savaş açarlar. Çalışma kavramına yazılarında çok sık yer verirler.

Namık Kemal'in Sa'y (çalışma) makalesi bir kurtuluş reçetesidir. Osmanlı çözülü­şüne, geri kalmasına neden olan zihniyeti çözümledikten sonra yeniden ilerlemesi için toplumu, insanı yeniden kuracak çözümlemeler içerir. Kemal, "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, hemen ölecekmiş gibi ahiret için çalışın" hadisi gibi çalışma ve emeğin önemini öne çıkaran "bu dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir", "kişi için yal­nız çalışmanın karşılığı vardır" gibi kendi ifadesi ile ayetle, "hikmetle, icma ile rivayet­le tecrübe ile ibretle mübeyyendir ki insan her ne hasıl olursu sa'y ile olur, insan her neye vasıl olursa say ile olur."21 Necm Suresi’nin 39. Ayetini, say ve terakki makalele­rinin merkezine yerleştirir. Tanzimat Kuşağı, dünyayı yadsıyan tutumu tersine çevirme­ye çalışırlar. Dünyayı yadsımayan, dünyayı çalışarak cennete çevirmeyi öneren hadis­leri öne çıkarırlar.

Tanzimat Kuşağı, Avrupa'dan edindiği çalışma ve akıl kavramlarını, kendi anlayış­larıyla harmanlayarak çalışan ve üreten bir toplum oluşturmayı amaçlar. Tanzimat dö­neminde Osmanlı ülkesini gezen Fransız seyyahlar, Osmanlı seyyahlarının aksine du­rağan ve atıl bir hayatı resmederler. OsmanlIların düzenli bir çalışma tempolarının ol­maması hayret vericidir; sanki tüm amaçları keyif adını verdikleri mükemmel dinlenme durumunu yakalamaktır. Seyyahların gözünde; Osmanlı ve Avrupa taban tabana zıttır.

Osmanlı pasif ve tembel, Avrupa aktif ve üretkendir.27 Tanzimat Kuşağı, Avrupa'dan edindiği hız, sürat, aktiflik, çalışma gibi kavramları, kendi dini değerleriyle yorumlayıp halkı uyandırarak bir toplumsal dayanışma ve kalkınma sağlamayı arzu eder. Ali Pa­şa1 nın "Müslümanlar da Hıristiyanlar gibi ziraat, ticaret, sanayi ve zanaatla uğraşmalı­dır. En dayanıklı sermaye emektir. Çalışalım; kurtuluşumuz çalışmamızdadır"23 sözleri dönemin düşünsel eğilimlerini yansıtır.

Yeni OsmanlIların öncüsü Şinasi'nin Tasviri Efkar'da yayımlanan “Dilencilerin Kal­dırılması ve Himayesi” yazısı dönemin düşünce adamlarının dilencilere karşı yaklaşım­larını yansıtması açısından kayda değerdir.

Şinasi'ye göre: Medeniyetin esası yardımdır. Medeni memleketlerde muhtaçlara yardımda, çalışacak halde olup tembellik ve ahlaksızlık dolayısıyla dilencilik edenlere iş bulunur. Memleketimizde muhtaçlara yardım dini vazife olduğundan bir takım yar­dım kurumlan mevcuttur. Fakat bunların iyi işlememesi ve halkın fazla cömertlik ve merhameti yüzünden dilenciler açıkta kalmış ve çoğalmışlardır. Üzerinde durulması icap eden şey, dilencilerin muhtaçları ile bu işi tembellik yüzünden meslek edinenleri ayırt etmek, hakikaten yardıma muhtaçları resmi ve hususi ianeler sayesinde bu aşa­ğılık halden kurtarmaktır. Dilencilerin şimdiki halde kalmasını isteyenler, halk arasında onlara sadaka vermekten gurur duyan ve bu gibi sefil insanların zilletini isteyenler ol­duğunu ileri sürer.24

Gerçekten sakatlıklarından dolayı çalışamayıp yardıma muhtaç oldukları için dile­nenler ile bu işi meslek edinenleri ayırt etmek hep sorun olmuştur. Osmanlı Arşiv bel­geleri yaşanan bu zorluğu gösteren belgelerle doludur.25 Şinasi'nin isabetle belirttiği gibi sorun insanların dilenmesi değil bundan daha önemlisi onların dilenmesini kolay­laştıran insanların olmasıdır.

Yabancı devlet başkanı ve temsilcilerinin İstanbul'a gelmeleri dilencilik konusunu tekrar gündeme getirdi. Devlet, yabancılara karşı sokaklarda dilencilerin dilenmesini devletin imajı açısından doğru bulmuyordu.26 II. Abdülhamit döneminde fakir ve fuka­ranın hamisi olarak sultan, bir Darülaceze yapılmasına karar verildi. II. Abdülhamit, 8 Şaban 1307 (30 Mart 1890) tarihli bir iradeyle sokaklarda dilenmekte olan kimsesiz çocukları, sakat erkek ve kadınları, hem dilenme zilletinden kurtarmak, hem de eğitim ve bakımlarını sağlamak üzere bir yer ayrılmasını, bu hususta alınacak tedbirleri ve projeleri en kısa zamanda kendisine bildirilmesini istedi. 7 Nisan 1890 tarihinde Sulta­nın doğum gününde ikinci bir iradeyle kurulacak müessesenin adının “darülaceze” olacağını bildirdi. 13 Nisan 1890 tarihli bir resmi tebliğ yayınlandı. Bu tebliğe göre; ça­lışmaya muktedir olduğu halde dilenciliği meslek edinenler memleketlerine gönderile­cek, sakat ve kimsesizler için bir darülaceze inşa edilecek; buraya alınacak kişilerde din ve milliyet farkı gözetilmeyecek, kimsesiz ve sakat oldukları halde Darülaceze'ye başvurmayıp dilenmekte ısrar edenler ise hapis cezası ile cezalandırılacaktı.27 Darüla- ceze'nin kurulmasıyla devlet resmen dilenciliği yasak etmiş oldu.28 Gerçekten yardıma muhtaç olanlar Darülacezeye, dilenciliği meslek edinenler geldikleri şehirlere, dilenen çocukların eğer ailesi varsa kefaletle ailelerine yoksa yetimhane olan Dârüleytama gönderildi.29 Burada bir meslek öğrenmeleri sağlandı.

AVRUPA’DA DİLENCİLİK

Ortaçağ Avrupa'sında dilencilikle ilgili Osmanlı metni yoktur. Ortaçağ ve yeni çağ Avrupası'nda Osmanlı ülkesine gelen seyyahların kendi ifadelerinden hareketle tıpkı OsmanlI'da olduğu gibi gezgin din adamlarının, rahiplerin dilencilikle geçindiklerini bi­liyoruz. Hatta bunların OsmanlI'ya kıyaslandığında sayılarının daha fazla olduğu söy­lenebilir. Yeniçağ başlarında Avrupa'nın askerleri aklı fikri para kazanmak olan ulusla­rarası bir gruptu. Bunlar kış gelip de sefer mevsimi bittiğinde ve savaş aralarında yol­lara düşerlerdi. Dağıtılmış gerçek ya da sahte askerler ayrı bir dilenci kategorisi içinde değerlendirilebilir. Fransızlar onlara Drilles, İtalya'da Formigotti olarak bilinirdi. Bunlar 1620'lerin başında Parislileri sıkıntıya sokan Rougets ve Grison çeteleri gibi soygun­cular olabiliyorlardı.1650'den sonra bu paralı askerler, yasa gereği askere alınanlarla gönüllülerden oluşan ulusal ordularla yer değiştirdiler.30 Seferde olmadıkları zamanlar­da kışlalarda tutularak toplumdan uzaklaştırıldılar. Böylece onların dilenmesi ve top­lumda kargaşa yaratmaları önlenmiş oldu. Yeniçağ Avrupa'sında dilenciler Avrupa kültürünün bir alt kültürü olmaktan çok bir karşı kültür idi. Dilenciler çevrelerindeki dünyadan farkı oldukları gibi bu dünyayı da reddediyorlardı. Değerleri kendi çıkarları doğrultusunda normal dünyadan tamamen farklı olarak değerlendiriyorlardı. Normal dünyadan farklılık kendini dilencilerin kullandığı dilde belli eder. Kendi dilleri ve jargon­ları vardı.31 Benzer bir durum Osmanlı karşı kültürünün üyeleri için de geçerlidir. Dile­nen kalenderler, elekçiler ve Çingenler kendilerine ait bir dil, bir jargonla konuşurlardı. Abdallar bu yüzden çoğu kez Çingene ve elekçilerle ortak yaptıkları işten dolayı (de­mircilik ve kalaycılık) aynı grup içinde değerlendirilmiştir.32 Dilencilerin karşı kültürüne karşı toplumun egemenleri kanunlarla toplumu bu arada dilencileri hizaya getirmenin çarelerini arıyorlardı. Çünkü dilenciler kurmayı düşündükleri dünyada olumsuz bir tip olarak tehlike arz ediyordu. XVII. Yüzyıl “herkesin çıkarları” adına yalnızca fakirlere de­ğil aynı zamanda toplumun bütün yararsız ilan edilen unsurlarına çalışmayanlara yö­nelen bir hizaya sokma eylemine girişin yüzyılıdır. Fakir sayısındaki kaygı verici artış (XVI. Yüzyılın tümü boyunca süren nüfus artışına ve aynı yüzyılın sonunda başlayıp, XVII. Yüzyılda ağırlaşacak olan ekonomik bunalıma bağlı olarak) kendini dilencilik, ser­serilik ve hırsızlık biçiminde gösterip, zorunlu bir tatbikata yol açmıştır. Paris parla­mentosu daha 1532'de kentteki dilencileri “ikişer ikişer zincire vurulmuş olarak” la­ğımlarda çalışmaya zorlanmak” üzere tutuklamışlardır.

Dilenciler, serseri ve yoksullar ve deliler Ortaçağ boyunca Tanrı'nın fakirlere ayırdı­ğı pay anlayışı sayesinde korunmuşlardı. İsa'nın bir gün fakir kıyafetine bürünerek ge­leceği anlayışı, yoksulluğu yüceltmiş ve böylece yoksulun Tanrı tarafından gönderilmiş biri olabileceği düşünülmüştür. Yoksul, kutsal yoksulluk. Deliler, dilenciler toplumun enkazları kentten kentte serserilik etmekte ve bu kentlilerin her biri onları surlarının içinde barındırmakta idi. Yeniçağ Avrupa'sı Rönesans insanı dünyayı farklı görmekte farklı değerlendirmektedir. İsa'nın yoksulluğundan vaat edilmiş ertelenmiş öteki dün­yadaki mutluluktan şimdi dünyada mutluluğa, yeryüzünün cennet yapılması düşünce­sine çevrilirken, dilenciler ve aydınlanma despotizminin şiddetini en çok üzerlerinde hisseden deliler toplumdan dışlanmaya başlanmıştır. O zamana kadar Tanrının gölge­sinde korunan deliler, fakirler, dilenciler, XVII. Yüzyılda kapitalist düzen ve verim tut­kunu devletin zihniyeti yüzünden toplum düşmanı ilan edilmişlerdir. Avrupa'nın tü­münde hem Protestan hem de Katolik kesimde yoksullar, hastalar, işsizler deliler (ba­zen aileleriyle birlikte) her tür suçlunun yanına acımasızca kapatılmışlardır. Michael Foucolt bu kapatmayı büyük kapatma olarak ifade eder.33 Bu amaçla çok sayıda ku­rum oluşturulmuştur. Hastaneler, yardım atölyeleri, vvorkhouse, zückhauseler. Adları her ne olursa olsun bunların hepsi de katı kışlalardır bir de üstelik zorunlu çalışma atöl­yeleridir. Fransa'da genel hastane'yi kuran ve aynı zamanda yepyeni bir toplumsal si­yaset örgütleyen 1565 kanunnamesinden sonra, Paris'te yaklaşık yüz kişiden biri hap- sedilecektir. Bu baskının katılığı ancak XVII. Yüzyılda azalacaktır.34

Avrupa insanın dünyayı yeryüzü cennetine dönüştürme düşünü ilk kez Lale Dev- ri'nin Fransız elçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmet fark eder. Kafirlerin cenneti Avrupa'yı yerinde gözlemler. Düzgün yolların temiz caddeler, herkesin bir işle uğraştığı bir ülke­dir. III. Selim'in sırkatibi ve Nizamı Cedit'in teorisyenlerinden Ratib Efendi Avusturya örneğinden hareketle, Avrupa refahında çalışmanın önemine dikkat çeker.

"Hiçbir karye ve şehir ve kasabada boş ve issiz adam bırakmazlar. Meğer ki kişi­zade olup, iradi ola. Zira kırk gün "Allah için deyü bir sail feryat etse bir akçe ve bir lokma kimse vermez, açlığından helak olsa kimsenin umurunda değildir. Kat'en terah- hum yoktur. Bu cihetten Avrupa sail olmaz"35

Osmanlı ile bir karşılaştırma yapar ve Osmanlı sultanının yardımseverliğine övgüler düzer ve ebediyen öyle kalması için dua eder. Ratib Efendi'nin Avrupa eleştirisi yok­sullara ve dilencilere karşı acımasız kanunlar ve muameleler konusundadır36 Avru­pa'daki çalışma düzeni, seyyahları etkiler. Baş döndürücü bir tempoyla insanlar, arı gi­bi çalışıp dünyayı cennete dönüştürmeyi başarırlar. Avrupa çalışma hayatı, seyyahla­rın kendi ülkelerine bakışlarını çevirmelerine ve yeniden bakmaların sebep olur. Çalış­ma ve tembellik karşıtlığı çerçevesinde Avrupa ve OsmanlI'yı değerlendirirler.

Tanzimat'ın mimarlarından Sadık Rıfat Paşa, Ratıp Efendi gibi büyük kapatmadan bahseder. “Mahalle aralarındaki fakir, hasta ve sakatların büyük hastane ve tımarha­nede bakıma alınması sebebiyle sokaklarda serseri ve deli bulunmaz. Fakirlerin sakat olmayanları fabrikalarda çalıştırılır. Bu yüzden sokaklarda dilenci görülmez” 1838 ta­rihli Resimli Seyahatnâme'de Avrupa çalışma hayatı üzerinden iki ülke ve kültürü kar­şılaştırılır: Avrupa'nın gece gündüz çalışarak ilerlediği İslam ülkelerinin de çalışarak ilerleyebileceğini ileri sürer Seyahatname yazarı, Avrupa'nın sanayi tahsiline önem vermesi ve çalışması sayesinde zenginleştiğine dikkat çeker. Seyahatnâme yazarının çalışkanlık- tembellik, cehalet üzerinde kurduğu ilişki, Ceride-i Havadis'te "Tembellik ve Cehalet" başlıklı yazıda tekrar edilir. "Sabır ve tevekkül ile hak taala rezzaktır" de­yip tembellik eden insanların yiyip giymeye ve şehvaniyete gelince her şeyin güzelini ve iyisini aradıkları, ticaret ve san'ata heves etmemeleri, devletin bunlara merhamet edip, yardım etmesi eleştirilir. Çocukların okuma yazma ve sanat öğrenmeye özendi­rilmesi, devletinde bu yolda çalışması gerektiği önerilir.37

1840'larda Avrupa'da bulunan Mustafa Sami, Paris halkının tam bir tutumluluk içinde gece gündüz hizmet ve mesleklerinde çalıştıklarını belirtir.38 1852'de Seyahat- nâme-i Londra yazarı, Londra'da halkın çalışmasına dikkat çektiği gibi, sınıf farklarına, zenginlerle fakirlerin durumuna dikkat çekmeyi de ihmal etmez. Yazar Avrupa'da di­lenciliğin yasak olmasından dolayı fakirlerin dilenmek gibi bir yolları olmadığını için üç kuruşa anca karın tokluğuna çalıştıklarını belirtir. Çalışmaktan kaçanların ise son çare olarak suç işleyip hapse girdiklerini böylece yatacak yer ve yiyecek bulabildiklerini ya­zar.39 Hayrullah Efendi de Paris ahalisinin kâra düşkün olduklarını, vakitlerini boşa ge- çirmeyip, herkesin bir şeylerle meşgul olduğunu, tembel ve cahil insaniarın hoş karşı- lanmayıp hor görüldüğünü, Paris şehrini yeni gören bir yabancının, ahalisinin gece gündüz fabrika gibi yerlerde işler gördüğünü ve acayip bir hal ve harekatın olduğun­dan bahseder.40

Osmanlı seyyahları Avrupa'da fakirler için yapılan imarethanelerden bahsetmeyi ihmal etmezler.Seyahatname-i Londra Yazarı fakirleri için çeşitli imarethane ve gusül- haneler yapılmışsa da yeterli olmadığını söylerken Abdülaziz'in Avrupa seyahati esna­sında maiyetinde bulunan Ömer Faiz Efendi “Paris'te fakirler kendi hizmetlerini ken­dileri görerek yemek yerler. Tabaklarını alır, az bir para ile yemek doldurur, temiz ma­sada otururlar. Yemekleri bittikten sonra tabaklarını bulaşıkhaneye bırakıp masayı te­mizleyerek çıkarlar. İmarethaneleri Paris belediyesi hiç kar gözetmeksizin işletir. Ye­mekler hiç fena olmayıp, hatta az gelirli memur ve işçi ve talebeler buralarda yemek yerler.” Osmanlı seyyahları AvrupalI insanların fakirler karşısındaki durumlarını da göz­lemlemeden edemezler. Zenginler şöhret merakıyla yardım derneklerine yardımda bu­lunurlar, sokakta dilenen, sokakta yaşayan ve çoğu zaman da soğuktan ölenlere yar­dım etmezler. Gazeteler yardım derneklerine para verenlerin listesini yayınladığından şöhret düşkünü zenginler yardım derneklerine para vermeyi seçer.41

Osmanlı seyyahları Avrupa'daki kışla, hastane ve tımarhanelerin Avrupa'daki duru­muyla ilgili bilgiler verirler. Mustafa Sami Efendi Avrupa hastanelerinin bakım ve temiz­liğine hayran kalır. Tımarhaneyi gezen Sami Efendi, "Bizim memleketimizde deli kötek ile uslanır denilmesinin akılsızca bir söz olduğuna"42 kanat getirir. Kaderin garip cilve­sine bakın ki Sami Efendi delirerek ölür.

Pek çok seyyahın aksine Yeni OsmanlIlar, Avrupa'yı okuyucularına yer yüzü cen­neti için örnek gösterdiklerinden Avrupa'da yaşanan sefahat ile sefahatin iç içeliğin- den bahsetmeyip yalnızca sefahati, bayındırlığı, refahı anlatmayı yeğlerler.

Avrupa'daki gibi bir servet ve zenginlik, Namık Kemal'e göre; ancak çalışma ile olur. Kemal'in bu düşüncesi, Avrupa anlatımını bütünüyle etkiler. Osmanlı insanını çalışmaya teşvik etmek için Avrupa'yı bir simge olarak olduğundan farklı, abartılı bir şe­kilde anlatır. Kemal'in Avrupa'sı Avrupa gerçeğinden çok uzaktır. Zaten Kemal'in ama­cı da Avrupa gerçeğini ortaya koymak değildir. Avrupa, onun için insan çalışması ve emeğinin somut bir göstergesidir. Kemal, okuyucusuna medeniyetin mucizesi olarak Avrupa'da Paris'ten çok havası, fabrika dumanlarından kararmış Londra'yı gösterir.

Namık Kemal, Londra'nın çalışma hayatına dikkat çeker. "Hâzinelere sahip ashab- ı servet seksen yaşında olduğu halde yine mağazasına gidip akşamlara kadar aylıklı hizmetkar gibi işleyen"43 insanlar Kemal'i etkiler. Medeni ülkelerde tabıat-ı beşerin ta­biatı aleme hükmettiğine kanaat getirir. Hiçbir mülkün hiç bir tarafında ayıklanmağa muhtaç göl, köprüsüz bir nehir, intizamsız bir yol, şimendifersiz bir şehir, limansız bir sahil, rıhtımsız bir liman görülmediği bütün bunların daima çalışma ve ilim ile olduğu­na hükmeder. Kendi ifadesi ile "daima sa'y ve ilim cihetleriyle masruf olan fikr-i haki­kat kuvvetiyle öyle bir cihan-ı refâhiyet peyda etmişler ki bir türlü mübalagat ile muhat olan İran hayalat-ı şairanenin Hint ve Çin'de tasvir ettiği cevherin kaleler, zerrin saray­lar, rengin gülistanlar yanında hiç kalır"44.

Kemal, Londra'yı binbir gece masallarında bile olmayan bir şehir olarak takdim eder. Oysa Kemal'in Londra'sı, sefaletle sefahatin iç içe geçtiği, sınıf çatışmalarının gittikçe arttığı; fabrikalarda insanların çalışmasına rağmen yoksulluk ve sefaletten kur­tulamadığı, hırsızlığın, dilenciliğin kol gezdiği bir yerdir. Anlaşılan Namık Kemal, şeh­rin arka sokaklarını, gettolarını görmezden gelmeyi yeğlemiş. Namık Kemal'in terakki­yi yazma niyeti, Londra'nın sefaletini gizleyip sefahatini öne çıkarmasına neden olur. Namık Kemal'in asıl amacı, Londra'yı örnek gösterip halkı uyandırmak, onları çalışma­ya teşvik etmektir.

Namık Kemal, bakışını yeryüzü cenneti Londra'dan Osmanlıya çevirir. Londra'dan sonra Osmanlı, yeryüzü cehennemi gibidir. Avrupa'dan baktıklarında Osmanlı virane, köhneleşmiş bir haldedir. Osmanlı Aydını örneği tıpkı, insanlar gibi toplumlarında ken­disini öteki üzerinden anladığı hatta kurduğunu bir kez daha bize gösterir. Tanzimat dönemi yazınının temel özelliği, Avrupa ve OsmanlInın eş zamanda ele alınıp, Avrupa tahlillerinin sonucunun Osmanlı tahlillerini yönlendirmesidir. Kemal'in yazıları bu türün en tipik örneklerindendir Kemal, terakki yazısının sonunda kendi ülkesinin sorunlarını karamsar bir hava içinde ele alır.45 Kemal, aza kanat eden, bir lokma bir hırka zihniye­tinin OsmanlI'nın köhneliğindeki rolüne işaret eder. Osmanlı çöküşünün tespitini yapıp teşhisi koyduktan sonra çözüm yolları, geliştirir. Kemal, çözüm yollarını sıralarken ge­lecekten ümitlidir. Halka seslenir. Ey ihvan-ı vatan, nice bir bu zalam-ı gaflet? Nice bir bu hab-ı tenperestane? İdrakten mi kaldık? Biz de bir fen öğrenmeye çalışalım. Elle­rimiz tutmaz mı oldu? Bizde yeni bir şey yapalım da meydana çıkalım.”46

SONUÇ

Osmanlı ülkesini gezen seyyahlar ağırlıklı olarak dilenen dervişleri anlatmayı tercih ederler. 16. yüzyıl OsmanlI'sında dilenen dervişlerin Selçuklu'dan OsmanlI'ya taşındı­ğı ve ağırlıklı olarak Hint mistizminden etkilendikleri görülmektedir. Dilenen kalenderi dervişler toplumsal hareketlerde önemli rol oynarlar. Osmanlı devletinin kuruluşunda Sultanın meşruiyetine katkı sağladıkları gibi uçlarda gazalarda ön saflarda yer alırlar. Sultanla ilişkileri ilerleyen yıllarda bozulur. Sultan hem dünyada hem de öteki dünya­da kutupluk iddiasında olan derviş gruplarına karşı temkinli davranırken dervişlerde OsmanlI'dan bulamadıkları desteği Osmanlı devletiyle başı hoş olmayan Anadolu'dan giden Türkmenlerin kurduğu Safavi devletinden bulurlar. Osmanlı Ülkesinde yaşama­ya devam eden Kalenderi dervişler varlıklarını 19. yüzyıla dek sürdürdükleri anlaşıl­maktadır. 19. yüzyıla kadar Kalenderliğin ve kalender meşrep anlayışın devam ettiğini yine seyyahlar göstermektedir. Ayrıca 19. yüzyılda seyyahlar Türklerdeki atalet ve tembelliğe dikkat çekerler. Türkler adeta ölmeyi beklemektedir.

Osmanlı seyyahları 18. ve 19. yüzyıl Avrupası'nda dilencilik ve fakirlik konusunda gözlemlerde bulunurlar. Seyyahların pek azı Paris ve Londra'nın kenar mahallerindeki sefaleti, açlığı ve ölümleri anlatır. Daha çok çalışma ve refah arasında kurdukları ilişki bağlamında OsmanlI'daki atalet ve tembelliği anlatmayı yeğlerler. Çalışma kavramını merkeze alan kurtuluş reçeteleri üretirler. Avrupa'daki kadar acımasızca olmasa da tembelliği ve dilenciliği ortadan kaldıracak yasal düzenlemelere gidilmesi gerektiğini düşünürler. Avrupa'da sanayi devrimiyle birlikte iş gücüne olan ihtiyaç artı. Çalışma kavramı toplumsal yaşamda önem kazandı.

Ortaçağ boyunca Tanrının himayesi altında yaşayan yoksullar yeni çağda toplum için tehlike arz etmeye başladı. Pek çok Avrupa devleti insanını çalışmaya zorlayan ya­salar çıkardı direnenleri hapishane ve tımarhane gibi yerlere kapatma yoluna gidildi. Dilencilik yasaklandı. OsmanlI'da dilenciliğin yasaklanması 20. yüzyılın başlarında ger­çekleşti. Dilencilik yapan çalışmaya gücü yetmeyenler darülacezeye, gücü yetenler çalışmaya zorlandı. Dilenmekte ısrar edenler hapsedilmeye başlandı. Her iki toplum­da da dünyaya bakışlarının değişmesiyle birlikte toplumsal yaşamda önem arz eden kavramlar da değişti. Toplumun laik ve dünyevileşmesine paralel olarak dilencilik, de­lilik, tembellik gibi kavramlara karşı bakışı değişti. Çalışmayı öne çıkaran tembelliği ye­ren yeni bir anlayışla aktif, dinamik ve refah toplumu düşü Genç Osmanlı düşüncesi­nin nirengi noktasını oluşturdu.

Modernleşmenin öncü isimleri Yeni OsmanlIlar yeni bir toplum düşüncesinde Av­rupa'dan fazlasıyla etkilendiler. Hatta zaman zaman kendi toplum idealleri için Avru­pa'yı kendi düşünceleri doğrultusunda kurguladılar. Bunun en güzel kanıtı Yeni Os­manlIların son temsilcisi şairi azam ustası Namık Kemal'in resmettiği yeryüzü cenne­ti Avrupa'yı bambaşka bir gözle anlatır. Abdülhak Hamid, Avrupa'da sefaletle safa­hatın iç içe olduğunu, Paris cennetini ancak çok zenginlerin yaşadığına dikkat çeker. "Kiliselerden ziyade bankaları mukaddes biliyorlar, Papazları sarraflar, mabutları da paradır. Tabiat denilen sani'i ezeli basir olsa bu memleketin kendi asarından ol­madığını görürdü. Fransızların cenneti de cehennemi de Paris'tedir. Kimin bir külliyet­li iradı varsa o adam cennetlik addolunur."47

 

 

 

 

Dipnotlar

Ruy Gonzales de Clavijo, Anadolu Orta Asya ve Timur, çev. Ömer Rıza Doğrul, İstanbul: Ses Yayınları, 1993, s.88

Oqier Ghislain de Busbecq, Türkiyeyi Böyle Gördüm, çev. Recep Kibar, İstanbul: Kırk Anbar Yayınları, 2002, s.73.

N. De Nikolai, Dele Navigationi, Venetia, 1580, s, 109; Gülgün Üçel Aybet, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve insanları, İstanbul: İletişim Yay., 2003, s.348 Busbecq, age, s. 72

Salomon Schvveigger, Sultanlar Kentine Yolculuk, çev. Türkis Noyan, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2004, s. 195-196.

Schvveigger, age,s.196.

Mesnevi Tercemesi ve Şerhi, Çeviren ve Şerheden Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul: İnkılap ve Aka Yayıncılık, 1984, C.V-VI,s.256.

Osman Turan, “Selçuk Türkiye'si Din Tarihine Bir Kaynak: Fustat ula dele fi Kava'id is Saltana”,Fuat Köprülü Armağanı, Ankara: Dil tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1953, s.538.

Metin Kutusu: 9-
10-
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı imparatorluğunda Marjinal Sufilik: Kalenderiler, Ankara, 1992, s.6 Ocak, age, s.112, XVIII. yy İstanbul'a Dair Garip Bir Risale yazarı “ şeyhine tabi olmayan dedeler; ve şaki olan dervişler ve bi namaz olan ışıklar, esrarı çok yayak abdallar, ve pirlikte ak sakalın cunun vari kırkup yiğitlene koca pelidler, ve ak sakalı sinede kılığı kıyafeti yerinde kal'e kapılarında yasakçı, kapucı ve bac- dar olan sail gelip geçenin önüne durup avuç açanlar diyerek kalenderi dervişleri ve dilenenlere karşı sert eleştirisiyle dikkat çeker. XVIII. yy İstanbul'a Dair Garip Bir Risale, Haz. Hayati Develi, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 1998, s.22.

Metin Kutusu: 11-
12-

Ilhan Pınar, Hacılar, Seyyahlar, Misyonerler ve İzmir, İzmidzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür yayınları, 2001, s.275.

Metin Kutusu: 13-
14-
15-
16-
17-
18-
19-
13-	 21- 22-
23-
24-
25-
Derviş Mehmet’e Derviş Süleyman isimli Kalenderan zümresinden iki derviş Rusya'ya boğazlardan git­mek için izin belgesi istemek için devlete baş vururlar. Dilekçelerinde pek çok garaip ve acaiplikle karşılaşıp pek çok yer gördüklerini de ifade ederler. BOA.C.H.R Dosya No:13 Gömlek No:639, Hicri 1214. Schvveigger, age, s.195.

Halil İnalcık, “Aşıkpaşazade Tarihi Nasıl Okunmalı?” Söğüt'ten OsmanlI'ya, Derleyen Oktay Özel, Mehmet Öz, Ankara : İmge Yayınları, 2000, s, 137.

A. Yaşar Ocak, “Osmanlı Devletinin Kuruluşunda Dervişlerin Rolü” Osmanlı Devletinin Kuruluşu Efsaneler ve Gerçekler, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, 2000, s.73.

Ocak, agm,s.71 İnalcık, agm,s.137.

Mustafa Akdağ, “Medreseli isyanı”, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, 1949, C.1, S.4, s.362.

Men'i Mürür'un uygulanması ile ilgili bkz. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentleri'nin Sosyal ve Ekonomik Yapıları, Ankara 1991 ,s.71.

Schvveigger, age, s. 128.

Namık Kemal, "Sa'y" Mecmua-i Ebuzziya, 15 Muharrem 1298, Cl Cüz 9, s 257-260.

Arzu Etensel İldem, Fransız Gezginlerin Gözüyle Türkler ve Yunanlılar, İstanbul, 2000 .

Fuat Andıç, Sadrazam Ali Paşa, Hayatı Zamanı ve Siyasi Vasiyatnâmesi, İstanbul 2000 s. 77.

Şinasi, Makaleler Külliyatı IV, Haz. Fevziye Abdullah Tansel, Ankara: Dün-Bugün Yayınları, 1960, s. 70. B.O.A, Hat, Dosya No.192, Gömlek No: 9415 (29. Z.1203); A.MK (MHM Dosya No:472 Gömlek No: 20 19 Za 1290; DH.MKT Dosya No: 1574, Gömlek No: 87 1306, DH. MKT Dosya No:2379 Gömlek No: 131 28 Ra 1318; YPRK.ZB, Dosya No: 12 Gömlek No: 46, 28 R 1311. Dilencilik konusunda halkın şikayet­leri, devletin gerçekten yardıma muhtaçları koruma altına almaya çalışıp, çalışacak durumda olanların memleketlerine iade edilmesine dikkat çekmektedir.

26-      Yusuf Akçura, Alman İmparatoru VVİlhem İstanbul'a gelmeden önce İmparatorun geçeceği caddelerin ve mesela Çemberlitaş civarındaki bakkal barakalarının yıkıldığını ve mezbele olan arsaların önlerine tahta perdeler çekilmiş olduğundan bahseder. Yusuf Akçura, Hatıralarım, Haz. Erdoğan Murat, Ankara: Hece Yayınları, 2005, s. 62.

27-      Hidayet Y. Nuhoğlu, “Dârulaceze”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul-1993, C.8,s.513

28-      B.O.A. DH.MKT, Dosya NO:2165 Gömlek No:36, 25 N. 1316.

29-      Hidayet Y. Nuhoğlu, “Dâruleytam”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul-1993, C.8,521

30-      Peter Burke, Yeniçağ Başında Avrupa Halk Kültürü, çev.Göktuğ Aksan, Ankara: İmge Kitabevi, 1998, s. 58.

31-      Burke, age, s. 62.

32-      Ahmet Çaferoğlu, “Gizli Diller” Fuat Köprülü Armağanı, Ankara: Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları 1953, s. 77-79

33-      Foucoult, hapishane ve tımarhanenin doğuşunu büyük kapatmayla ilişkilendir. Michel Foucoult, Deliliğin Tarihi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara:imge Kitabevi,1993

34-      Fernand Braudel, Uygarlıkların Grameri, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara:, imge Kitabevi, 1996, s. 342- 343.

35-      Sema Arıkan; Nizamı Cedit'in Kaynaklarından Ebu Bekir Ratib Efendi'nin Büyük Lâyihası, İstanbul 1996, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Doktora Tezi s. 354.

36-      Michel Foucolt, Büyük kapatma olarak nitelendirdiği; Avrupa'nın bir çok ülkesinde özellikle Fransa'da yoksullar ve dilenciler için kanunlar çıkarılmış, dilencilerin lağımlarda çalışılması zorunluluğu getirilmiş daha sonrada çok sayıda dilenci ve fakir hapsedilmişti. Ratıb Efendi Lâyiha'da Osmanlı devlet adamı olarak Büyük Kapatmayı gözlemlemiş ve tepki göstermiştir.

37-      "Tembellik ve Cehalet" Ceride-i Havadis, 1 Ağustos 1843, No:141 Kaplan, Enginün, Emil, a. g. e, C. I, s. 60-61 den naklen

38-      Mustafa Sami Efendi, Avrupa Risalesi, Haz. Remzi Demir, Ankara: Gündoğan Yayınları, 1996, s, 106.

39-      Seyahatnamei Londra, İstanbul 1852, s,53.

40-      Hayrullah Efendi, Yolculuk Kitabı, (Yazma) Dil tarih Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi) s. 344.

41-      Baki Asıltürk, Osmanlı Seyyahlarının Gözüyle Avrupa, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2000, s.561.40

42-      Mustafa Sami Efendi, a.g.e, s, 109-112.

43-      Namık Kemal, "Terakki" İbret Teşrinisani 1872, No:45, Mustafa Nihat Özün; Namık Kemal ve İbret Gazetesi, İstanbul, 1939 186 dan naklen

44-      Namık Kemal, a.g.m, Özün, a.g.e, s, 186 dan naklen

45-      Namık Kemal, a.g.m, Özün, a.g.e, s, 188.den naklen

46-      Namık Kemal, a.g.m, Özün, a.g.e, s, 188 den naklen

47-      Gündüz Akıncı, Abdülhak Hamit, Hayatı ve Eserleri, Ankara, 1954., 151

HİCAZ'A HAC İÇİN GELİP GERİ DÖNMEYEREK DİLENCİLİK YAPAN AFRİKALI DİLENCİLER (TUKRÛRÎLER)

Muhittin ELİAÇIK

GİRİŞ

Dünyanın en eski mesleklerinden birisi olan dilencilik Osmanlı Devleti'nde özellikle İstanbul ve Hicaz için daima ciddi bir mesele olmuştur. Osmanlı Devleti'nin son zaman­larında Darülaceze'nin varlığına rağmen dilencilik ciddi boyutlara ulaşmış, II.Abdülha- mid'in tahttan indirildiği 13 Nisan 1909 (31 Mart vak'ası)'dan sonra da Zaptiye Nezare­ti kaldırılıp Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti kurularak hemen akabinde Serseri Nizamna­mesi çıkarılmıştır. Bu nizamnameyle polisin yoksullar üzerindeki müdahalesi meşrulaş­mış ve bu da İstanbul'da öteden beri var olan dilencilik sorununa karşı daha sert ve kap­samlı bir mücadele başlatılmasına neden olmuştur. Bir dilenci yakalandığında belediye­ye çalışmaya, doğduğu yere veya uygun bir yere sürgün olarak gönderilmiştir. Osman­lI'da dilencilerin dilenmek için genellikle İstanbul ve Hicaz'ı seçtikleri görülmektedir. Bu iki yerin maddi ve manevi havası dilencilere daha uygun bir ortam sunmuş olmalıdır ki 1730-1923 arasında dilencilikle ilgili belgelerin büyük kısmı İstanbul ile ilgili olup Hicaz ve hac ile ilgili olanlarına da rastlanmaktadır. Bizim üzerinde duracağımız konu da Hi­caz'a hac vasıtasıyla gelip, geri dönmeyerek dilencilik yapan Osmanlı tebeasından ol­mayan Afrikalı dilencilerdir. Arşiv belgelerine göre hac farizası için Hicaz'a Afrika'dan pasaportsuz olarak gelip, dönmeyerek dilencilik yapan Tukrurî denilen Afrikalı dilencile­rin artması üzerine durum Hicaz Vilayeti'nce merkeze bildirilerek önlem alınması isten­miştir. Yazışmalar sonucunda vaktin darlığından dolayı oradan gelecek hacıların haber­dar edilemeyeceği ve birçok mahzura yol açacağı Almanya sefaretinden bildirildiğinden bunların pasaportsuz olarak Hicaz'a girememeleri konusunda alınan tedbirlerin hemen değil, bir sonraki hac mevsiminde uygulanması kararlaştırılmıştır.

DİLENCİLİK

Dilencilik dünyanın en eski mesleklerinden birisi olup yardıma muhtaç olduğunu id­dia ederek başkalarından yiyecek veya para istemek temeline dayanır. Dilenme Osman­lI'da Arapça tese'ül kelimesiyle karşılanmış ve bu işi yapana sâil denilmiştir. Dilenmeyi meslek haline getirmek hiçbir zaman onaylanmayan ve gerçekten yoksulluktan dolayı bir şeyler dilenip isteyenlere zarar verdiği düşünülen bir hareket olmuştur. "Onların mal­larında dilenci ve yoksul için bir hak vardır."1 ayetinde bizzat “sâil” kelimesi geçmekte­dir. Bu ayette geçen “sâil” kelimesi tese'ül eden, yani dilenen demektir ve çoğulu “se- ele”dir. Hadis-i şeriflerde dilenmenin sevimsiz ve Allah katında hoş olmayan bir iş oldu-

Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

ğu bildirildiğinden asgari düzeyde geçimini sağlayıp çalışabilecek durumdaki bir kişi­nin dilenmesinin asla caiz olmadığı kabul edilmiştir. “Kişinin iplerini alıp dağa gitmesi, oradan sırtında bir deste odun getirip satması, onun için, insanlara gidip dilenmesin­den daha hayırlıdır; insanlar istediğini verseler de vermeseler de”2 hadisinde dilencilik yapmak asla onaylanmamıştır. Ama, “Dilenci at sırtında da gelse ona veriniz” hadisiy­le de dilencinin boş çevirilmemesi tavsiye edilmiştir. Bu iki durumun esprisi “İsteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü kara” atasözünde de vardır. Her ne kadar bu hadi­sin uydurma olduğu söylenmişse de düstur açıktır: zaruret halinde ve dilenme zilleti­ne düşmüş bir kimseyi geri çevirmeden büyüklük yaparak vermenin gerekliliği anlatıl­mıştır. Yani geleni, isteyeni geri çevirmeme, kalbini kırıp göndermeme esastır. Bu düs­turların kaynağı Kur'an-ı Kerim'de “Sâili (dilenciyi) de azarlama”3 ayetine dayanmakta olup dilencilere bir şey verilmese de kalplerini kırmadan güzellikle savılmalarının ge­rekliliği ifade edilmektedir. Öte yandan Kur'an-ı Kerim'de malın infak edileceği yerler­den birisi olarak da dilenciler gösterilmiştir.4

Tarih boyunca binlerce kişinin geçimini sağladığı bir meslek biçimine dönüşerek günümüze kadar gelmiş olan dilencilik devletlerin, yerel yönetimlerin başını ağrıtan bir mesele olmuştur. Mesele sadece dilenmek olmayıp, bunun getirdiği birtakım çevresel kirlilik ve sağlığı tehdit edici boyutlar da bulunduğundan dilencilikle mücadele en mü­him meselelerden birisi olmuş ve olmaktadır. Gerçekten yardıma muhtaç olan çok az sayıdaki dilenci, yoksul, hasta ve sakat görünerek toplumun merhamet duygularını sö­müren ve bazen de ele geçirdikleri çocukları sakat bırakarak onlar vasıtasıyla kolay ve haksız kazanç sağlayan sahtekarlar yüzünden haksızlığa uğramışlardır. En yaygın di­lenme şekilleri köşe başlarında bekleyerek, sokak ve çarşılarda gezerek, kapı kapı do­laşarak ya da dilenci görüntüsü vermeyip yakıtın bitmesi, cüzdanını kaybetme gibi mazeretler ileri sürerek yapılanlarıdır. Daha ziyade batıda görülen, bir musiki aleti ça­larak dilenme şekli de görülebilmektedir. Günümüzde dilenciliğin artık bir sektör hali­ne geldiği, dilenci çetelerinin oluştuğu, dilencilerin cep telefonu ile haberleşerek kont­rollere karşı önlem aldıkları, hatta başkasına faizle borç veren dilencilerin bulunduğu görülmektedir.

OSMANLI’DA DİLENCİLİK

Osmanlı Devleti'nde yardımı hak eden fakirlerle etmeyenler arasında, özellikle de dilenciler konusunda daima bir ayırım yapılmış, çalışamayacak durumdaki dilencilere dilenci ruhsatı verilerek denetim altında dilenmelerine göz yumulmuş; çalışabilecek durumda olduğu halde dilencilik yapanlar ise yakalanıp çeşitli cezalara çaptırılmıştır. 16.yüzyılda OsmanlI'da dilencilik özellikle İstanbul'da en büyük meselelerden biri ol­maya başlamış, 17. yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise dilenci sayısı epey artmıştır. Gittikçe büyüyen bu mesele karşısında 18.yüzyılın sonlarından itibaren dilencilere yö­nelik politikaların değiştiği ve ferdî üretkenlik kapasitesinin önemsenerek bedensel tecziyelerden ziyade terbiyevî uygulamalara gidildiği görülmektedir. Devletçe meşru görülen ve yardımı hak eden fakirlere yaklaşımda değişikliklerin olması dilencilere de yansımış ve müspet politikalar uygulanmıştır. 18. yüzyıldan önce meşru dilencilere göz yumulurken 18. yüzyılın ortalarından itibaren sadece geçimini dilencilikle sağlaya­bilen sakat kimselere müsaade edilmiştir.5 Bu uygulamalarda meşru veya gayr-i meş­ru dilenciliğin tedricen ortadan kaldırılması asıl gaye olmuştur. Arşiv belgelerinde “di­lencilerden çalışamayacak durumda olan hasta, yaşlı ve sakat kimselerin hastanelere yerleştirilip tedavi edilmeleri, çalışabilecek durumda olanların ise memleketlerine gön­derilmelerinin istendiği”6 dikkati çekmektedir. Devlet öncelikle kamusal mekanları di­lencilerden temizleyerek etrafa rahatsızlık vermelerini önlemek istemiştir. Dilenciler ekip dikmekle yükümlü oldukları toprakları bırakıp İstanbul'a dilenmeye geldiklerinden yakalandıklarında derhal memleketlerine gönderilmişlerdir. Ancak bu durumda da ka­tı davranılmayıp harcırahlarının karşılandığı görülmektedir. II. Mahmud döneminde di­lenciliği denetim altında tutmak için yeni düzenlemeler yapılmış ve 1834'de Dilenciler Kethüdalığı'ndan Fukara Müdürlüğü'ne geçiş mahiyetindeki Seele Müdürlüğü oluştu­rularak başına Süleyman Ağa getirilmiştir. Dilencilere yönelik bu düzenlemelerde 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kırsal kesimden İstanbul'a başlayan göçün önlenme­si çabası etkili olmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ekonomik iyileşme so­nucu İstanbul'a göç azalsa da, iç siyasi çekişmeler ve iki cephede süren 93 harbinin getirdiği yıkım ortamındaki buhranlı günler yüzyılın son çeyreğinde bu ortamı bozmuş­tur. Devletin borçlarını ödeyemez hale geldiği bu ortamda İstanbul'a yeni bir göç dal­gası başlamış ve devlet bu göçle baş etmekte çok zorlanmıştır. 1890'lı yılların gazete­lerinde dilencilerle ilgili kaygılar ortaya konulmuş, birçok gazetede dilencilerin şehrin görüntüsünü bozduğu ve bu durumun OsmanlI'nın dışarıdaki imajını zedelediği ileri sürülmüştür. 7 Eylül 1886'da Darülaceze'nin tesisi ve esasları Şura-yı Devlet Tanzimat Dairesi'nde belirlenmişse de ancak dört yıl sonra 30 Mart 1890'da Sultan II.Abdülha- mid'in dilenciler ile kimsesiz çocukların bakımı ve terbiyesi için bir yer yapılmasını is­teyen iradesi çıkmış, 31 Ocak 1896'da da Darülaceze resmen açılmıştır. İki gün önce­sinde ise tasarısı 17 Nisan 1890'da hazırlanan “Tese'ülün Men'ine Dair Nizamname” 29 Ocak 1896'da yürürlüğe girmiştir. Ancak yine de dilenciliğin önüne geçilememiş ve Meclis-i Vükela'nın 26 Ekim 1905 tarihli oturumunda bu konu yeniden gündeme alına­rak Dahiliye Nezareti'nce, köprü üzerinde dilenciliğin önlenmesine dair bir talimatna­me hazırlanmıştır. Buna göre Darülaceze görevlilerince yakalanan her bir vaka dikkat­le incelenerek gerçekten yoksul olanlar Darülaceze'ye, taşralı olanlar da memleketle­rine gönderilecek, anne-babası olan çocuklar ailelerinden kefalet alınmak şartıyla ia­de edilecek, cüzzamlı olanlar ise Üsküdar'da Miskinler Dergahı'na gönderilecekler­dir.”7 Devletin en buhranlı günlerini yaşadığı o günlerde gündemi bir de dilenciler işgal etmiş ve gazetelerde dilencilerle ilgili birçok yazı kaleme alınmıştır. Bir yazıda dilenci­ler dört sınıfa ayrılarak çözümleri sunulmuştur: İlk sınıf sayıları hayli fazla olup geçimi­ni sağlayamayan hasta, sakat ve ailesiz kimselerdir ve vilayetlere gönderilmelidir. İkin­ci sınıf, hasta ve sakat, fakat ailesi bulunanlar olup kendileri Darülaceze'ye, çocukları da Darüleytam, Darüşşafaka veya ıslahhaneye konulmalıdır. Üçüncü sınıf, çocuklar, genç kızlar ve velisiz kadınlardan oluşup hamisiz çocuklarla genç kızlar ıslahhanelere, diğerleri uygun hayır kurumlarına gönderilmelidir. Çoğunun dahil olduğu son sınıf ise çalışmaya gücü yettiği halde dilencilik yapanlardan oluşup sadece memleketlerine gönderilmemeli, üretken hale gelmeleri için de çalışılmalıdır.8 Bu ve buna benzer yazı­larda II.Abdülhamid rejimi dilenciliği önleyemediği için eleştirilmiştir. Böyle olmakla beraber dilencilerle ilgili en ciddi tedbirler de bu dönemde alınmış ve dilencilere barı­nak olarak modern yapıda bir Darülaceze kurulmuştur. Ancak, bu kurumun sadece di­lenciliği kontrol altına almak amacıyla değil, II.Abdülhamid'in yoksul halkı koruyup kol­ladığı şeklindeki imajı güçlendirmek ve Osmanlı Devleti'nin modern görüntüsünü pe­kiştirmek amacıyla da kurulduğu iddia edilmiştir.

29 Ocak 1896'da Takvîm-i Vekâyi'de yayınlanarak yürürlüğe giren ve icrasına Da­hiliye Nezareti'nin memur olduğu on maddelik Men'-i Tese'ül Nizâmnâmesi'nde bu ni­zamnamenin hasta ve sakatlara bakmak için kurulan Darülaceze'nin açılmasıyla bir­likte yürürlüğe gireceği belirtilmiştir. Nizâmnâmenin 8. maddelesinde sakat ve kimse­siz olup Darülaceze'ye müracaat etmeyerek dilenenlerden İstanbullu olanların bu ku­ruma, taşralı olanların da memleketlerine gönderilecekleri ve halkı rahatsız etmeden bir sanat vesilesiyle dilenenlerin ise müstesna tutulacakları; 9.maddesinde ise, işe-gü- ce gücü yettiği halde dilenenlerin yakalanarak İstanbullu veya taşralı olup da İstan­bul’a yerleşmiş olanların kefaletle salıverilecekleri, taşralı olanların da memleketlerine gönderilecekleri; bu işi tekrarlayanlardan İstanbullu olanların taşraya sürülecekleri bil­dirilmektedir.

II. MEŞRUTİYET DEVRİNDE DİLENCİLİK

II.    Meşrutiyetin ilan edildiği 1908 devriminden sonra dilenciliğin ve serseriliğin men'i konusunda elit tabaka ile hükümet arasındaki görüş ayrılıklarının kaybolduğu ve dilenciliğe daha sert ve müsamahasız yaklaşıldığı görülmektedir. Bu dönemle birlikte önceki rejime olan tepkinin de etkisiyle bürokratik ve seküler bir sosyal sistem getiril­mek istendiği dikkati çekmektedir. Bu dönemde artık dilencilik potansiyel suçluluk kavramları içinde değerlendirilmiş, daha ziyade şehirdeki yoksul ahalinin kontrolü sağ­lanmaya çalışılmış, böylece polisin toplumdaki konumu yükseltilmiştir. II. Abdülha- mid'in tahttan indirildiği 13 Nisan 1909 (31 Mart vak'ası)'dan hemen sonra icrasına Dahiliye ve Adliye nezaretlerinin memur olduğu ve hedefi işgücünü disipline etmek olan 22 maddelik “Serseri ve Mazanne-i Sû-i Eşhâs Hakkında Nizâmnâme”9 çıkarıla­rak dilenci ve serserilerin zabt u rabtı daha sistemli ve kapsamlı şekilde yapılmıştır. Serserilerin tanımı yapılarak başlayan üç fasıl ve 22 madde halindeki nizamnamenin muhtevasını şöyle özetleyebiliriz:

“Serserilerin yakalanıp savcılığa teslim edilme şekli; zanlının muhakeme şekli; ser­seriliği sabit olanların faydalı işlerde 2-4 ay istihdamı veya iş bulabileceği bir yere gön­derilmesi; istihdamını tamamlayan veya belirtilen sürede bir iş bulan serserilerin ser­best bırakılması; hizmetinden kaçan, kaçınan veya bir yıl içinde bu işi tekrar işleyen serserilerin 3 aydan bir yıla kadar sürgün edilmesi; şüpheli yerlerde dolaşmayı alışkan­lık haline getiren veya şüpheli halleri bulunan serserilerin altı aya kadar hapsi veya üç aydan iki yıla kadar sürgün edilmesi; zararlı olduğu düşünülen şahısların tanımı, bu şa­hısların derdest edilip savcılığa teslim, muhakeme ve tecziyesi; üzerlerinde eğe, çen­gel, maymuncuk gibi hırsızlık aletleri görülüp bunu geçerli bir sebeple açıklayamayan serserilere kamçı vurulması veya bir yıla kadar hapsedilmesi; bu kişilerin zararlı oldu­ğu düşünülen kişilerden olması durumundaysa 15-35 kamçı vurulduktan sonra iki yı­la kadar hapsedilmesi; kişileri fiili saldırıyla tehdit eden serserilere 10-30 kamçı vurul­duktan sonra tecziyesi veya 1,5 aydan 1,5 yıla kadar hapsedilmesi; zararlı olduğu dü­şünülen kişilerden buna kalkışanlaraysa 20-30 kamçı vurulduktan sonra tecziyesi ve­ya 3 aydan 2,5 yıla kadar hapsedilmesi; 15 yaşını tamamlamayan çocukların serseri sayılmaması; bu çocuklarla ilgilenmeyip serserice dolaşmalarına sebep olan ebeveyn veya akrabanın 20-30 kuruş para cezasıyla tecziyesi, veya 24 saatten 15 güne kadar hapsedilmesi; 15 yaşından küçük çocukları dilenmeye sevk ve teşvik edenler hakkın­da bu cezanın birlikte tatbiki; serseri ve zararlı olduğu düşünülen kişilerin yabancı ol­ması durumunda muhakeme edildikten sonra sınırdışı edilmesi; vurma cezasının ha­pishane içinde savcı veya savcı vekiliyle tabip huzurunda, 1 metre uzunluğunda ve 1,5 cm çapında, öküz derisinden mamul ve düğmesiz kamçı ile ve orta şekilde yapılması; vurma cezasına çarptırılan şahısların bu cezaya dayanamayacağı tabip raporuyla sa­bit olduğunda dayanabildiği kadar vurulup kalanının her kamçıya bedel iki gün hapis­le karşılanması.”

HAC İÇİN HİCAZ’A GELİP GERİ DÖNMEYEREK DİLENEN AFRİKALILAR

Yukarıda belirtildiği üzere OsmanlI'da dilencilerin genellikle büyük şehirlerde ve özellikle de İstanbul'da yoğunlaştıkları görülmektedir. Osmanlı arşiv belgeleri içinde 1730-1923 yılları arasında dilencilikle ilgili belgelerin büyük kısmı İstanbul ile ilgilidir. Buna özellikle OsmanlI'nın son zamanlarında Hicaz da eklenebilir. Bu arada konuyla ilgili belgelerin azlık ya da çokluğunun dilenciliğin yoğunluğundan ziyade hükümetin bu konuya yaklaşımını ve alınan tedbirleri gösterdiğini belirtelim. Nitekim dilencilikle il­gili belgelerin büyük kısmı Tanzimat sonrasına ait olup bu da OsmanlI'nın Batfdaki imajını düzeltmeye yönelik olsa gerektir. Daha önce kutsal bir mekanda olması sebe­biyle bir dereceye kadar göz yumulmuş olan Hicaz'daki dilencilik, gerek serseri ni­zamnamesinin yürürlüğe girmesi, gerekse Hicaz'ın OsmanlI'nın son dönemlerinde ar- zettiği siyasi hassasiyet sebebiyle üzerinde çok durulan ve müsaade edilmeyen bir ko­nu olmuştur. Konumuzla ilgili incelediğimiz belgelerde Afrika'dan gelen dilencilerin (Tukrûrîler) Alman tebeasından olduğunun belirtilmesi bunların o sırada Alman sömür­gesi olan Alman Dogu Afrikası'ndan (Ruanda, Burundi, Tanzanya, Mozambik) geldiği­ni göstermektedir. Bu ülkeler 1848'den I. Dünya Savaşı'na kadar Almanya'nın hakimi­yetinde kalmış, I. Dünya Savaşı'nda Almanya yenilince büyük kısmı İngiltere'ye veril­miştir. İncelediğimiz konu olan Hicaz'a hac vasıtasıyla gelip, geri dönmeyerek dilenci­lik yapan Afrikalı dilencilerle ilgili belgelerde bunların özellikle çevreye ve sağlığa bü­yük zarar vermeleri sebebiyle bu yasağın getirildiği görülmektedir. Önce belgeleri özetleyip, sonra da yazışmaları analitik biçimde inceleyelim:

Üzerinde durulmakta olan konu, hac farizası için Afrika'dan Hicaz'a pasaportsuz olarak gelip, geri dönmeyerek dilencilik yapan Tukrurî denilen Afrikalı dilenciler olup bir daha Hicaz sahillerine çıkmalarına izin verilmemesiyle ilgili yazışmalar yapılmıştır. Tukrûrî o sırada birer Alman sömürgesi olan Alman Doğu Afrikasfndan gelenleri ifade etmekte olup buna Sudan'ın bir kısmı da dahil olabilir. Bunların sayısında büyük bir ar­tış olması üzerine durum önce Hicaz Vilayeti'nce merkeze bildirilmiş ve önlem alınma­sı istenmiştir. Tabii bu bildirimden önce Dahiliye Nezaretinin iki ay önce gelen “sırf di­lenmek için İstanbul'a giden fukaranın tese'ül nizâmnâmesi gereğince men'i” hakkın- daki tahriratının büyük etkisi olmuştur. Her ne kadar bu tahriratta asıl konu dilencilik yapmak için İstanbul'a giden fukaranın men'i olsa da, Hicaz Vilayeti bu vesileyle ken­disi için de ciddi bir mesele olan bu konuyu merkeze bildirmiştir. Bu yazı merkezce hemen dikkate alınmış; ancak, Almanya elçiliğinden vaktin darlığından dolayı hacıla­rın haberdar edilemeyeceği söylenerek tedbirlerin hemen uygulanmasının vahim mah­zurlar doğurabileceği belirtilmiştir. Bunun üzerine tedbirlerin gelecek hac mevsiminde tamamen uygulanması Hicaz Vilayeti'nden telgrafla bildirilmiştir.

BELGELER VE YAZIŞMALAR

Konuyla ilgili yazışmalar Hicaz Vilayeti-Dahiliye Nezareti-Hariciye Nezareti arasın­da Hicri 17 Safer 1327-16 Rebîü'l-âhir 328 (Rumi 25 Şubat 1324-13 Nisan 1326, Mi­ladi 10 Mart 1909-27 Nisan 1910) arasında 14 ay sürmüştür. Bu tarihler II. Abdülha- mid'in tahttan indirilip II. Meşrutiyet dönemi icraatlarının en hızlı uygulandığı ilk yıl olup serseri nizamnamesi de bu sırada yürürlüğe girmiştir. Hicaz'la ilgili bu yazışmaların da tam bu sırada yapılması bu dönemin etkisini açıkça göstermektedir. Zira II. Abdülha- mid rejimi dilencilikle tam mücadele etmediği gerekçesiyle eleştirilmekteydi ve o dö­neme bir tepki sözkonusuydu. Bu arada Hicaz vali ve kumandanlarının 2-3 ay gibi çok kısa aralıklarla değişmiş olduğu da bu yazışmalar vesilesiyle ortaya çıkmış olmaktadır. Zira sadece bu konudaki yazışmalarda Hicaz vilayetinden yazılan üç ayrı yazıda biri vekil üç ayrı valinin imzası bulunmaktadır. Gerçekleşen yazışmaları kronolojik biçimde aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

1.   Hicaz Vilayeti'nden Hicaz vali ve kumandanı Müşir Kazım imzasıyla Dâhiliye Ne- zâreti'ne yazılan 17 Safer 1327 ve 25 Şubat 1324(10 Mart 1909) tarihli ilk yazıda “sırf dilenmek için İstanbul'a giden fukaranın tese'ül nizâmnâmesi gereğince men'i hakkın­da Dahiliye Nezareti'nce çıkarılan 10 Teşrîn-i Sânî 1324(23 Kasım 1908) tarihli tahrira­tının vilayet meclisinde görüşülerek gereğinin yapılması için mülhakata da tebliğ edil­mesinin benimsendiği; Hicaz'a Afrikadan gelen binlerce tekrûrînin de hacdan sonra dönmeyip dilenmekte oldukları ve her sene sayıları artan bu gibilerin arasında çıkan çeşitli hastalıklardan genel sağlığın bozulması sebebiyle artık bunların ve fakir olduk­ları anlaşılan diğerlerinin Hicaz sahillerine çıkarmamalarının nezarete arzedilmesinin kararlaştırıldığı ve buna göre gereğinin yapılması” istenmiştir

2.   Dâhiliye Nezâreti Hicaz Vilayeti'nden gelen bu yazı üzerine 21 Rebiülevvel 1327 ve 30 Mart 1325 tarihli cevabi yazısında “Tekrûrîlerin Hicaz sahiline çıkmalarının men'inin caiz olmadığı; ancak bunlar hacdan sonra geri dönmeyerek dilenmeye de­vam ederlerse tese'ülün men'i hakkındaki nizamname gereğince memleketlerine gön­derilmelerinin gerekecegi” bildirilmiştir.

3.   Hicaz Vilayeti'nden Hicaz vali ve kumandanı Fuad imzasıyla gelen 26 Şaban 1327 ve 30 Ağustos 1325 tarihli cevabî yazıda ise şöyle denilmektedir: “Nezaretinizin yazısı üzerine durum vilayet meclisinde görüşüldü. Her ne kadar hacca gelmekten kimse men edilemese de her yıl gelen binlerce tekrûrînin hacdan sonra memleketleri­ne geri dönmeyip öteye beriye dağılarak dilenmekte oldukları, zaten temizliğe riayet etmeyip geceleri de sokak aralarında ve beytullah etrafında toprak üzerinde gecele­diklerinden bulundukları mahallerin temizliğini tümüyle bozdukları ve bu yüzden hasıl olan çeşitli hastalıkların önemli zayiata yol açtığı tahkikatla anlaşılmıştır. Bu gibilerin memleketlerine iadelerine teşebbüs edildiğinde esasen sıfat ve tabiiyyetlerini isbat edecek evrakı taşımamaları ve tezkire ve pasaportla da gelmemiş olmaları sebebiyle konsoloshanelerce bunların şahıslarının tanınamaması sebeplerinden memleketlerine iadeleri de uygun görülmemiştir; dolayısıyla bunların başka yerlere şevkleri oraların da sıhhî dengesini bozacağı gibi binlerce gelen benzerlerinin şevkleri de devletin hâzine­sine büyük yük getireceğinden, nereden gelir ve hangi tabiiyyette bulunursa bulunsun Hicaz sahillerine çıkacak olan kimselerin Osmanlı memleketlerinin her tarafında oldu­ğu gibi usulen mürur tezkiresi ve pasaport göstermeleri pasaport nizamnamesi gere- ğindendir. Hicaz'a gelecek olan tekrûrîlerin de pasaport gösteremedikleri takdirde gi­rişlerine izin verilememesi yine bu nizamnamenin gereğidir; ancak bu gibilerin tabi ol­dukları devlet konsoloshanelerince hüviyet ve tabiiyetleri tasdik olunduğu ve ellerine

o   yolda tabiiyet şehadetnamesi verildiği takdirde usulen bunların geçişi tabii olup, şu durumda ise Hicaz'a gelenlerin tabiiyet ve hüviyetleri bilinmedikçe tese'ül nizamna­mesi hükümlerinin uygulanmasına bir engel kalmayacağından ona göre muamele ya­pılmasının ve gerektiğinde memleketlerine iadesi gerekenlerden yabancı tebaadan ol­dukları ellerindeki evrakla anlaşılacak olanların konsoloshanelerine teslimi gereği açık bulunduğundan o şekilde muamele yapılması hususunun genelgeyle mülhakata teb­liğ edilip durumun elçiliklere ve lazım gelenlere duyurulması arz olunur.”

4.   Bu cevabî yazı Dahiliye Nezareti Muhaberat-ı Umumiye Dairesi'nden Hariciye Nezareti'ne yazılan 28 Ramazan 1327 ve 30 Eylül 1325 tarihli tezkire ekinde gönderil­miştir. Bu tezkirede şöyle denilmektedir: “Hac farizası ve ziyaret için Afrika'dan Hi­caz'a gelen tekrûrîlerin hacdan sonra geri dönmeyip dilenmekte oldukları ve araların­da zuhur eden çeşitli hastalıklardan da genel sağlığın bozulması sebebiyle bunların Hi­caz sahiline çıkmalarının men'i yolunda bir tedbir alınması Hicaz Vilayeti'nden bildiril­miş ise de bunların Hicaz sahillerine çıkmalarının men'i caiz olamayacağından hacdan sonra geri dönmeyip de dilenmeye devam ettikleri takdirde tese'ülün men'i hakkında- ki nizamname gereğince memleketlerine yollanmaları lazım geleceği bu vilayete bildi­rilmişti. Hicaz Vilayeti'nden alınan 'Bu gibilerin memleketlerine iadelerine teşebbüs edildiğinde esasen sıfat ve tabiiyetlerini isbat edecek evrakı taşımamaları ve tezkire ve pasaportla da gelmemiş olmaları sebebiyle konsoloshanelerce şahıslarının tanınama- ması sebebiyle memleketlerine iadelerinin uygun görülmediği ve her nereden gelir ve hangi tabiiyette bulunursa bulunsun Hicaz sahillerine çıkacak olan kimselerin usulen mürur tezkiresi ve pasaport göstermeleri pasaport nizamnamesi gereğinden olduğu ve Hicaz'a gelecek olan tekrûrîlerin pasaport gösterememedikleri takdirde girişlerine müsaade edilemeyeceği nizamname hükmüne göre gerekli bulunduğundan ona göre muamele yapılması gereğinin genelgeyle mülhakata duyurulması ve gereken elçilikle­re de bilgi verilmesi' hakkındaki tahriratı ekte gönderilmiştir. Bu tahrirata göre gereği­nin yapılması”

5.    Hariciye Nezareti Umur-ı Siyasiye Müdiriyet-i Umumiyesi Devair ve Vilayat Ka- lemi'nden “Afrika hüccacının pasaportları hakkında” konu başlığıyla Dahiliye Nezare- ti'ne yazılan 14 Zilkade 1327 ve 14 Teşrîn-i Sânî 1325 tarihli cevabî tezkirede şöyle de­nilmiştir: “Hac farizasını yapmak üzere Afrika'dan Hicaz'a gelmekte olan yabancı ha­cıların çoğunun pasaportsuz gelmesi özel nizam hükümlerine aykırı bulunduğundan bu gibi yabancı hacıların Osmanlı memleketlerine girişlerine bundan böyle müsaade edilemeyeceğinin ilgililere dururulmasının sağlanması hakkında gereken yabancı elçi­liklere tebligat yapılmıştı. Afrikada'ki Alman sömürgeleri memurlarına bu konuda emir ve talimat verilmesi için durum Almanya hükümetine bildirilecek ise de hac mevsimi­nin girmiş olmasından dolayı Almanya tebeasından olan hacıların Hicaz'a gitmeden önce durumdan haberdar edilmeleri maddeten gayri mümkin olduğundan alınan söz- konusu tedbirlerin bu yıl uygulanması vahim mahzurlar doğurabileceği görüşünde bu­lunulduğu Almanya elçiliğinden cevabî yazıyla bildirilmiş ve diğerlerinden alınacak ce­vaplar da bildirilecektir. Gönderilen tahrirat ekli olarak tarafınıza iade edilmiştir.”

6.    Bu cevap üzerine Dahiliyye Nezareti Muhaberat-ı Umumiye Dairesi'nden vaktin darlığı ve yabancı hacıların ardarda gelmesi sebebiyle bunun telgrafla teblîgi münâsib- dir notuyla Hicâz Vilayeti Vekaleti'ne yazılan 19 Teşrin-i Sani 1325 tarihli cevabî yazı­da ise şöyle denilmiştir: “Afrikadan pasaportsuz gelecek yabancı hacıların kabul olu­namayacağının ilgililere anlatılması elçiliklere duyurulduğunda Afrika'daki Alman sö­mürgeleri memurlarına bu konuda talimat verilmesi bağlı oldukları hükümete bildirile­cek ise de vaktin darlığından dolayı o taraftan gelecek hacıların şu sırada haberdar edilmeleri gayri mümkin ve alınan tedbirlerin bu sene tatbiki mahzurlu olduğu Alman­ya sefaretinden bildirildiğinden ona göre gereğinin yapılması.”

7.   Bu yazıdan yaklaşık beş ay sonra 10 Nisan 1326'da Hicaz Vali Vekili Mehmed Emin imzasıyla Dahiliye Nezareti'nin 19 Teşrin-i Sani 1325 tarihli yazısına cevaben çe­kilen telgrafta “Alınan tedbirin bu sene tamamen tatbiki istirham olunur” denilmiştir. 19

Teşrin-i Sani 1325 tarihli yazıya bu telgrafla beş ay sonra cevap verilmiştir. Çünkü 19 Teşrin-i Sani 1325 (19 Zilkade 1327) tarihinde hacca sadece 19 gün kaldığından alı­nan tedbirin uygulanması mahzurlu görülmüştü. Beş ay önceki Dahiliye Nezareti'nin yazısı da zamanın darlığından dolayı telgrafla bildirilmişti.

8.    Hicaz Vilayeti'nin bu telgrafı üzerine Dahiliye Nezareti Muhaberat-ı Umumiye Dairesi'nden Hariciye Nezareti'ne gönderilen 16 Rebiülahir 1328 ve 13 Nisan 1326 ta­rihli nihai yazıda şöyle denilmiştir: “Hac farizasını yapmak için Afrika'dan pasaportsuz olarak gelecek yabancı hacıların bundan böyle Osmanlı memleketlerine girişlerine izin verilmeyeceğinin ilgililere duyurulması elçiliklere tebliğ edildiğinde Afrikada'ki Alman sömürgeleri memurlarına bu konuda talimat verilmesi bağlı olunan hükümete bildirile­cek ise de vaktin müsait olmamasından dolayı o taraftan gelecek hacıların şu sırada haberdar edilmeleri gayri mümkin ve bundan dolayı alınan tedbirlerin bu aralık tatbiki­nin mahzurlar doğuracağının Almanya sefaretinden bildirilmiş olduğu cevaben gelen 14 Teşrin-i Sani 1325 tarihli tezkirenizle bildirildiğinde durum Hicaz Vilayeti vekâletine tebliğ edilmişti. Bu vekaletten bu kez cevaben alınan telgrafnamede bu konuda alınan tedbirlerin içinde bulunulan yılda tamamen tatbikinin sağlanması gereği ortaya konul­duğundan dolayı buna göre gereğinin yapılması.”

SONUÇ

Bu bildiriyle, tarih boyunca insanların merhamet duygularından istifade edilerek birçok yollardan yapılmış olan dilenciliğin bir de hac boyutunun bulunduğu görülmüş olmaktadır. Belgelerden anlaşıldığına göre hac farizasını yapmak üzere Afrika'dan pa­saportsuz olarak Hicaz'a gelip geri dönmeyerek dilencilik yapan Afrikalı dilenciler ko­nusu yeni değildir. Belgelerde geçen “yıldan yıla sayılarının artmakta olduğu” ifadesi bu durumun önceden de olduğunu, fakat üzerinde pek durulmadığını düşündürmek­tedir. İncelediğimiz belgeler II. Abdülhamid'in tahttan indirildiği döneme tekabül et­mektedir. Dolayısıyla dilenciliğe ve dilencilere karşı alınan bu tedbirlerde II. Meşrutiyet döneminin direkt etkisi vardır. Asıl dikkati çeken ise dilenenlerin Osmanlı tebaasından olmayan Afrikalı dilenciler olmasıdır. Yazışmalar neticesinde kimsenin hacca gelmek­ten men edilemeyeceği dikkate alınarak bunların Hicaz'a pasaportsuz girmeleri sebep gösterilerek kendilerine yasak getirilmiştir. Aslında yasağın gelmesinde asıl sebep et­rafı kirleterek dilencilik yapmalarıdır. Afrikalı dilenciler daha önceki müsamahalardan yararlanarak serbestçe Hicaz'a gelip dilenebilmişlerdir. Fakat yeni dönemde dilencili­ğe müsamahasız yaklaşıldığından artık bunu yapamayacaklardır. Hacca gelip ülkele­rine geri dönmeyerek dilenmeleri bunların yoksul olduklarını ve kutsal mekanlarda di­lencilikle rahat edeceklerine inandıklarını düşündürmektedir. Hem Hicaz'a pasaport­suz girmeleri, hem dilencilik yapmaları ve hem de etrafı kirleterek genel sağlığı tehdit etmeleri daha önce epey müsamaha gördüklerine işaret etmektedir. Dahiliye Nezare­ti'nin Hicaz Vilayeti'ne gönderdiği: “Tukrürîlerin Hicaz sahiline çıkmalarının men'i caiz olamaz; ancak, hacdan sonra geri dönmeyip de tese'ülde devam ederlerse tese'ülün men'i hakkındaki nizamname gereğince memleketlerine gönderilmeleri gerekir” şek­lindeki yazısı üzerine Hicaz Vilayeti'nce pasaport konusu dile getirilmiştir. Ayrıca, memleketlerine iadelerine teşebbüs edildiğinde sıfat ve tabiiyetlerini ispat edecek ev­rakı taşımadıkları ve tezkire ve pasaportla da gelmedikleri için konsoloshanelerce şa­hıslarının tanınamayacağı bildirilmiştir. Bu sebeple nereden gelirse gelsin ve hangi ta­biiyette bulunursa bulunsun Hicaz'a gelecek kimselerin mürur tezkiresi ve pasaport göstermelerinin şart olduğu belirtilmiştir. Sonuç olarak Hicaz Vilayeti'nin bunlara ya­sak getirilmesi için Dahiliye Nezareti'ne gönderdiği ilk yazıda geçen “bunların araların­da ortaya çıkan çeşitli hastalıklardan genel sağlığın bozulduğu” ifadeleri kendilerine yasak getirilmesinin asıl sebebi, resmen yasak konulma sebebi ise Hicaz'a pasaport­suz olarak giriş yapmalarıdır. Çünkü, kimsenin hacca gelmekten men edilemeyeceği iyi bilindiğinden başka türlü gelmelerinin önüne geçmek mümkün olmamaktadır. Gel­dikten sonra geri gönderilmeleri ise daha büyük bir problemdir. Belgelerde bunların hac için Hicaz'a geldiğinin kabul edildiğini ve kendilerine direkt olarak dilenci denilme­diğini de burada belirtelim. Ayrıca hac mali ve ve bedeni bir ibadet olup bu durumda bunların asıl geliş amaçları da tartışmaya açıktır

BELGELER

Başbakanlık Osmanlı Arşivi, DH. MUİ Dosya no:22/-2 Gömlek no:55 (8 adet belge)

1.

HİCÂZ VİLÂYETİ Mektûbî Kalemi. Aded 105

Dâhiliyye Nezâret-i Celîlesine

Devletlü efendim hazretleri

Mahzâ tese'ül içün Der-i Aliyyeye azîmet etmek isteyen fukarânın tese'ül nizâmnâ­mesi mûcibince men'i hakkında şeref-vârid olan 10 Teşrîn-i Sânî sene 324 târîhli ve yüz seksen yedi numerolu tahrîrât-ı aliyye-i nezâret-penâhîleri meclis-i idâre-i vilâyete lede'l-havâle ber-mûceb-i emr ü iş'âr îcâbının icrâsı zımnında mülhakâta teblîg edil­mesi ve buraya Afrikadan gelen binlerce tekrûrînin ba'de'l-hac avdet itmeyüp burada kalarak tese'ül itmekde oldukları gibi sene-be-sene mikdârları tezâyüd itmekde olan merkûmûn aralarında zuhûr iden emrâz ve ilel-i mütenevviadan da sıhhat-i umûmiyye muhtell olduğu cihetle ba'demâ bunlardan ve gerek fakîr oldukları anlaşılan şâir bu misillülerin Hicâz sevâhiline çıkmalarının men'i esbâbının istikmâli husûsunun dahi câ- nib-i âlî-i nezâret-penâhîlerine lüzûm-ı arz u iş'ârı ifâde ve ol vechle mülhakâta teblîg-

i   mâdde edilmekle îcâb-ı hâlin icrâsı husûsuna müsâade-i celîle-i nezâret-penâhîleri derkâr buyurulmak bâbında emr ü fermân hazret-i men-lehü'l-emrindir. Fî 17 Safer se­ne 327 ve fî 25 Şubat sene 324

Hicâz vâlî ve kumandanı Müşîr, Bende: Mehmed Kazım bin Süleyman

DÂHİLİYYE NEZÂRETİ Mektûbî Kalemi

Evrâk numerosu: 158/29 Tesvîd târîhi: 29 Mart 325 Târîh-i tebyîz: 30 Mart 325 ve 21 Rebîü'l-evvel 327

Hicâz Vilâyet-i Behiyyesine

Makâm-ı vâlâlarının 25 Şubat sene 324 târîhli ve yüz beş numerolu tahrîrâtı cevâ­bıdır. Tekrûrîlerin Hicâz sâhiline çıkmalarının men'i câiz olamayup şu kadar ki bunlar ba'de'l-hac avdet itmeyüp de tese'ülde devâm ederlerse tese'ülün men'i hakkındaki nizâmnâme mûcibince memleketlerine i'zâmları lâzım geleceğinden ana göre muâme- le îfâsına himmet.

Tebyîzi

3.

HİCÂZ VİLÂYETİ Mektûbî Kalemi. Aded 92

Dâhiliyye Nezâret-i Celîlesine

Atûfetlü efendim hazretleri

Sebk iden arz u iş'âra cevâben şeref-vârid olan 30 Mart 325 târîhli ve otuz bir nu­merolu tahrîrât-ı aliye-i nezâret-penâhîlerinde tekrûrîrlerin Hicâz sevâhiline çıkmalarının men'i câiz olamayup şu kadar ki bunlar ba'de'l-hac avdet itmeyüp de tese'ülde devâm ederler ise tese'ülün men'i hakkındaki nizâmnâme mûcibince memleketlerine iâdeleri lâzım gelecegi iş'âr buyurulmakdan nâşî keyfiyet meclis-i idâre-i vilâyete lede'l-havâle gerçi hacca gelmekden kimse men' edilemezse de her sene binlerce vürûd eden tek­rûrîlerin ba'de'l-hac memleketlerine avdet itmeyüp burada kalarak ve öteye berüye da­ğılarak tese'ül etmekde oldukları ve bunların zâten tahâret ve nezâfete adem-i i'tiyâd- larından geceleri sokak aralarında ve beyt-i muazzam-ı Hudâ etrâfında toprak üzerin­de beytûtet ederek bulundukları mahallerin nezâfetine min-külli'l-vücûh halel vermek- de oldukları ve bu yüzden hâsıl olan ilel-i mütenevvia zâyiât-ı mühimmeyi istilzâm ey­lediği tahkîkât-ı vâkıadan anlaşılmış ve bu gibilerin memleketlerine iâdelerine teşebbüs edildikde esâsen sıfat ve tâbiiyyetlerini isbât edecek evrâkı hâmil bulunmamaları ve tezkire ve pasaportla dahi gelmiş olmamaları cihetle konsoloshânelerce bunların şahıs­larının tanınamaması esbâbıyla memleketlerine iâdelerine muvâfakat edilmediği ve bi- nâen-aleyh bunların başka mahâlle şevkleri oraların da tevâzün-i sıhhîsini ihlâl edece­ği gibi binlerce gelen bu misillülerin şevkleri hazîne-i devletçe sarfiyyât-ı azîme icrâsı- na bâdî bulunduğundan ve her ne tarafdan gelir ve kangı tâbiiyyetde bulunur ise bu­lunsun Hicâz sevâhiline çıkacak olan kimselerin memâlik-i Osmâniyyenin her tarafında olduğu misillü ale'l-usûl mürûr tezkiresi ve pasaport irâe eylemeleri pasaport nizâmnâ­mesi îcâbından olduğuna ve Hicâza gelecek olan tekrûrîlerin pasaport irâe edemedik­leri hâlde duhûllerine müsâade olunamaması nizâmnâme-i mezkûr hükmüne göre muktezî bulunduğuna ve ancak bu gibilerin tâbi oldukları devlet konsoloshâneleri ta­raflarından hüviyyet ve tâbiiyyetleri tasdîk olunduğu ve yedlerine o yolda tâbiiyyet şe- hâdetnâmeleri verildiği hâlde usûlen bunların imrârı tabî? olup şu hâlde ise Hicâza ge­lenlerin tâbiiyyet ve hüviyyetleri malûm bulundukça emr-i âlî-i nezâret-penâhîlerinde gösterildiği vechle tese'ül nizâmnâmesi ahkâmının mevki-i tatbîke vaz'ına mâni' kalma­yacağına binâen ana göre îfâ-yı muâmele olunmasının ve lede'l-hâce memleketlerine iâdesi iktizâ edenlerden tebaa-i ecnebiyyeden oldukları ellerindeki evrâk ile anlaşılacak olanların konsoloshânelerine teslîmi lüzûmu müberhen bulunduğundan ol vechle mu­âmele îfâsı husûsunun ta'mîmen mülhakâta teblîgiyle berâber keyfiyyetin îcâb eden sefârât ile lâzım gelenlere iş ar buyurulmak üzere cânib-i âlî-i nezâret-penâhîlerine arz u inbâsı bâ-i'lâm ifâde ve mülhakâta da teblîg-i mâdde kılınmış olmagla ol bâbda emr ü irâde hazret-i men-lehü'l-emrindir. Fî 26 Şa'bân sene 327 ve fî 30 Ağustos sene 325

Hicâz vâlî ve kumandanı Bende: Fuâd bin Osmân

4.

DÂHİLİYYE NEZÂRETİ Muhâberât-I Umûmiyye Dâiresi şube:2 Evrâk numerosu:181 târîh-i tesvîd: 27 Eylül 325 târîh-i tebyîz: 28Ramazan 327 ve 30 Eylül 325

Hâriciyye Nezâret-i Celîlesine îfâ-yı farîza-i hacc ve ziyâret içün Afrikadan cânib âlî-i Hicâza gelen tekrûrîlerin ba'de'l-hac avdet itmeyüp tese'ül etmekde oldukları ve aralarında zuhûr eden emrâz ve ilel-i mütenevviadan da sıhhat-i umûmiyye muhtell olduğu cihetle bunların Hicâz sâhiline çıkmalarının men'i yolunda bir tedbîr ittihâzı Hicâz Vilâyetinden iş'âr kılınmış ise de bunların Hicâz sâhiline çıkmalarının men'i câiz olamayacağından ba'de'l-hac avdet itmeyüp de tese'ülde devâm itdikleri takdîrde tese'ülün men'i hakkındaki nizâm­nâme mûcibince memleketlerine i'zâmları lâzım gelecegi cevâben vilâyet-i müşârün- ileyhâya bildirilmişidi. Bu gibilerin memleketlerine iâdelerine teşebbüs edildikde esâ- sen sıfat ve tâbiiyyetlerini isbât edecek evrâkı hâmil bulunmamaları ve tezkire ve pa­saportla dahi gelmiş olmamaları cihetle konsoloshânelerce şahslarının tanınamaması esbâbıyla memleketlerine iâdelerine muvâfakat edilmediği ve her ne tarafdan gelir ve hangi tâbiiyyetde bulunur ise bulunsun Hicâz sevâhiline çıkacak olan kimselerin ale'l- usûl mürûr tezkiresi ve pasaport irâe eylemeleri pasaport nizâmnâmesi îcâbından ol­duğu ve Hicâza gelecek olan tekrûrîlerin pasaport irâe edemedikleri hâlde duhûllerine müsâade olunamaması nizâmnâme hükmüne göre muktezî bulunduğu cihetle ana gö­re muâmele îfâsı lüzûmunun ta'mîmen mülhakâta teblîg edildiği beyânıyla îcâb iden sefârâta da ma'lûmât i'tâsı lüzûmunu mutazammın vilâyet-i müşârün-ileyhâdan cevâ­ben alınan tahrîrât leffen sûy-ı devletlerine irsâl kılındı.Mündericâtına nazaran îfâ-yı muktezâsına himem.

Tebyizi

5.

BÂB-I ÂLÎ NEZÂRET-İ HÂRİCİYYE

Umûr-ı Siyâsiyye Müdîriyyet-i Umûmiyyesi

Devâir ve Vilâyât Kalemi. Aded: 742

Hulâsa:Afrika hüccâcının pasaportları hakkında. Melfûf 1

Dâhiliyye Nezâret-i Celîlesine Saâdetlü efendim hazretleri

30 Eylül sene 325 târîhli ve 759 numerolu tezkire-i aliyyeleri cevâbıdır. îfâ-yı farîza- i hacc eylemek üzere Afrikadan cânib-i Hicâza vürûd eylemekde olan hüccâc-ı ecne- biyyenin ekseri pasaportsuz gelmekde ve bu ise nizâm-ı mahsûs ahkâmına mugâyir bulunmakda olmasından nâşî bu kabîl hüccâc-ı ecnebiyyenin memâlik-i Osmâniyyeye duhûllerine bundan böyle müsâade olunmayacağının alâkadârâna tefhîm ü teblîgi es- bâbının istikmâli hakkında iktizâ eden süferâ-yı ecnebiyyeye teblîgât-ı lâzime îfâ olun­muş idi. Afrikada kâin Alman müstemlekâtı me'mûrînine ol bâbda evâmir ve ta'lîmât verilmesi zımnında keyfiyet Almanya hükümetine bildirilecek ise de mevsim-i haccın mütekarribü'l-hulûl bulunmuş olmasından dolayı Almanya devleti tebeasından olan ha­cıların Hicâza azimetlerinden mukaddem keyfiyyetden kendülerinin haberdâr edilmele­ri mâddeten gayri mümkin bulunması cihetle tedâbîr-i müttehaze-i mezkûrenin sene-i hâliyyede tatbîk ve icrâ edilmesi mehâzîr-i vahîmeyi tevlîd edebileceği re'y ü mütâlâ­asında bulunulduğu bu kere Almanya sefâretinden bâ-takrîr-i cevâbî iş'âr kılınmış ve diğerlerinden alınacak cevâbların dahi teblîgi derkâr bulunmuşdur. Tahrîrât-ı mürsele leffen savb-ı âlî-i nezâret-penâhîlerine iâde kılındı. Emr ü irâde efendim hazretlerinindir.

Fî 14 Zilkade sene 1327 ve fî 14 Teşrîn-i Sânî 1325 Hâriciyye Nâzırı nâmına müs- teşâr bende: Ohannes

6.

DÂHİLİYYE NEZÂRETİ Muhâberât-ı Umûmiyye Dâiresi şube:2 Evrâk numerosu:769 Târîh-i tesvîd: 17 Teşrîn-i Sânî 325 Târîh-i tebyîz: 19 Teşrîn-i Sânî 325

Hicâz Vilâyeti Vekâletine (Şifre)

Cevâbî tahrîrât.30 Ağustos sene 325. Afrikadan pasaportsuz gelecek hüccâc-ı ec­nebiyyenin kabûl olunamayacağının alâkadârâna tefhîmi sefâretlere lede't-teblîg Afri- kadaki Alman müstemlekât me'mûrînine bu bâbda ta'lîmât i'tâsı hükûmet-i metbûası- na bildirilecek ise de vaktin darlığına mebnî o tarafdan gelecek hacıların şu sırada ha­berdâr edilmeleri gayri mümkin ve tedâbîr-i müttehazenin bu sene tatbîki dâî-i mehâ- zîr olduğu Almanya sefâretinden bildirilmekle ana göre îfâ-yı muktezâsı.

Serîarı tebyîzi. Vaktin darlığına ve hüccâc-ı ecnebiyyenin tevâlî-i vürûduna mebnî bunun telgrafla teblîgi münâsibdir

7.

TELGRAF

Dersaâdet Dâhiliyye Nezâretine. 10 Nisan 1326

Cevâbî. 19 Teşrîn-i Sânî 1325. Tedbîr-i müttehazın bu sene tamâmen tatbîki müs- terhamdır.

Vâlî vekîli Mehmed Emîn

8.

DÂHİLİYYE NEZÂRETİ Muhâberât-ı Umûmiyye Dâiresi şube:2

Evrâk numerosu: 72 Târîh-i tesvîd: 12 Nisan 326 Târîh-i tebyîz: 16 Rebîü'l-âhir 328 ve 13 Nisan 326

Hâriciyye Nezâret-i Celîlesine

îfâ-yı farîza-i hacc-ı şerîf içün Afrikadan pasaportsuz olarak vürûd edecek hüccâc- ı ecnebiyyenin bundan böyle memâlik-i Osmâniyyeye duhûllerine müsâade olunma­yacağının alâkadârânatefhîmi iktizâ eden sefârâta lede't-teblîg Afrikadaki Alman müs- temlekâtı me'mûrînine bu bâbda ta'lîmât i'tâsı hükûmet-i metbûasına bildirilecek ise de vaktin adem-i müsâadesine mebnî o tarafdan gelecek hacıların şu sırada haberdâr edilmeleri gayri mümkin ve binâen-aleyh tedâbîr-i müttehazenin bu aralık tatbîki dâî-i mehâzîr olacağı Almanya sefâretinden bâ-takrîr-i cevâbî izbâr kılınmış olduğu cevâ- ben vârid olan 14 Teşrîn-i Sânî 1325 târîhli ve 742 numerolu tezkire-i aliyye-i dâverî- leriyle iş'âr buyurulması üzerine Hicâz Vilâyeti vekâletine teblîg-i keyfiyet olunmuşidi. Vekâlet-i müşârün-ileyhâdan bu kere cevâben alınan telgrafnâmede bu bâbdaki tedâ­bîr-i müttehazenin sene-i hâliyyede tamâmen tatbîki esbâbının istikmâli lüzûmu der- miyân olunmasına nazaran iktizâ-yı hâlin îfâ ve netîcesinin inbâsına himem..

“Bâ-işâret-i aliyye-i müsteşârî” tebyizi

Dipnotlar

1-        Kur'an-ı Kerim Zâriyat 19.

2-        Buhari, Zekat 60, Büyu 15.

3-        Kur'an-ı Kerim Duha 10.

4-        Kur'an-ı Kerim Bakara 177.

5-        Dilencilikle geçimini sağlayan felçli bir kadının tese'ülden men'i tamamen aciz ve naçar kalma­sına yol açtığından haline terahhumen bir mikdar geçimlik tayin edilmesi hakkında İstanbul güm­rüğü mahlulünden tahsisat ayrılması”(BOA C.BLD. 12/582 19 Receb 1145); “Cisr-i Mustafa Pa- şa'da oturan ve tamamen kör olan Marko geçimini dilencilikle sağlayabildiğinden zarardan mu­af tutulması” (BOA C.ML. 210/8656 15 Receb 1202).

6-        “Dersaadet'deki dilencilerden sakat ve yaşlı olanların iaşelerinin temini için bir komisyon oluştu­rulmuş; memleketlerine gönderilecek dilenciler için de yapılacak masrafların karşılanma şekli gö­rüşülmüştür.” (BOA A.JMKT.MHM 472/20)

7-        BOA, MV. 112/36, 26 Şaban 1323

8-        Sabah Gazetesi, 28 Ekim 1900 tarihli nüsha; Erişim [http://tr.wikipedia.org/wiki/Os- manl%C4%B1 %27da_dilencilik]

9-        Faruk llıkan,”II.Mesrutiyet'de Serseri ve Mazanne-i Sû Eşhâs Hakkında Nizâmnâme”, Tarih ve Toplum Dergisi, Aralık 1992, S.108, s. 49.

25-     Bu hususta bkz. Mahmûd Teymûr, İtticâhâtu'l-Edebi'l-'Arabî, Kahire: Mektebetu'l- Âdâb, s. 203.

ABBASİLER DÖNEMİ ARAP EDEBİYATINDA DİLENCİLİK VE DİLENCİ ŞAİRLER

Dr., Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Arap Dili ve Belagati Anabilim Dalı.

ABBASİLER DÖNEMİ SOSYAL YAŞANTISINA GENEL BİR BAKIŞ

Hayat ile edebiyat birbirine paraleldir; edebiyat konusunu yaşamdan alır çoğu defa. Bir bakıma edebiyat hayatı yansıtır. Hayatta olan her şeyi edebi ürünlerde bulabiliriz. Hele söz konusu olan Arap edebiyatı ise “Şiir Arapların divanıdır” sözünü haklı çıkarır­casına Araplarla ilgili her şeyi Arap poetikasında bulmamız mümkündür.

Dilencilik açısından edebi metinlere antropolojik birer kanıt gözüyle baktığımızda İs­lam öncesi Arap toplumlarında dilencilik olgusuna hiç rastlanmadığını görürüz. Yerleşik hayata geçilmemesi, yerleşim bölgelerinin azlığı, sürekli bir yerden başka bir yere göç edilmesi gibi nedenlerle bu dönemde dilencilikten ziyade yağmacılık olgusuna rastlanır. Kabilecilik anlayışının hâkim olduğu Cahiliye döneminde, kenara itilmiş, yönetimde söz sahibi olmayan, ezilmiş insanlar, kabile reisinin direktifleri doğrultusunda yaşamak zo­rundaydı. Kabile fertlerinden birisinin, bir utanç sayılan dilencilikte bulunması, dilenci­den ziyade mensubu olduğu kabilenin ve reisinin itibarını zedelediği için, fakir kesim kendinde dilenecek cesareti bulamamıştır. Bunun yerine kabile baskınlarını, haydutlu­ğu, yol kesiciliği, yağmacılığı, hatta fırsat bulduğunda önce kendi kabile reisine karşı is­yanı ve yağmalamayı tercih etmiştir.

İslâmiyetle birlikte kabilecilik bağlarının zayıflaması ve yoksul kesime de söz hakkı verilmesi, bunun da ötesinde hali vakti yerinde olan Müslümanlara fakir ve yoksulu gö­zetmelerinin emredilmesi, zenginlerin mallarından zekât ve sadaka olarak fakirlere bir pay ayrılması bu kesimi nispeten rahatlatmıştır. Zekâtı, sadakayı, akrabaya, fakire ve miskine yardımda bulunmayı emreden ayetlerde hitap hali vakti yerinde olan Müslü­manlara iken, fakirler bu ayetlerde sanki kendileri muhatap alınmışçasına zenginlerin mallarındaki haklarına bir an önce kavuşmak için, verilirse almaya, verilmezse istemeye başlamışlardır. Bu dönemde nadiren de olsa dilencilere rastlanmış ancak bunlar top­lumsal bir sorun olarak algılanmamıştır. Zaten bu dilencilerin amacı da dilenciliği mes­lek haline getirerek bu sayede para kazanmak değil, sadece geçimini temin edecek, karnını doyuracak parayı kazanmaktı.

Raşit halifeler döneminde İslam topraklarının sınırlarının genişlemesi ve farklı millet­lerin Müslüman olmasına karşın dilenciler ve dilencilik bir sorun olarak görülmez. Özel­likle ikinci halife Hz. Ömer döneminden itibaren devlet hâzinesinin ağzına kadar doldu­ğu, Hz. Ömer'in dilencilik yapan gayrimüslimlere bile maaş bağladığı bilgisi kaynaklar­da yer almaktadır.

Fetih hareketlerinin hızla sürdüğü Emeviler devrinde de Araplarla Mevaliler ve Sün- nilerle Şiiler arasındaki dini-siyasi tartışmalar ile çok fazla çalıştırılmaktan şikâyet eden işçi sınıfının yakınmalarından başka sosyal bir sorunla karşılaşılmaz. Velid b. Abdül- melik, halifeliği döneminde fakirler, yetimler ve engellilere her türlü hizmetin götürül­mesini, her yardımın yapılmasını emretmiş, onlara maaş bağlamış ancak dilenmeleri­ni yasaklamıştır. Engelli insanlara yardım etmeleri için görevliler tayin etmiş, yetimlerin korunması için yetimhaneler açtırmış, kültürel açıdan eğitimlerine önem vermiştir.

Hastaların tedavisi için hastane kurdurmuş, bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önle­mek için karantina tedbirleri aldırmıştır. Zimmi ve gayrimüslimlerin ihtiyaçlarını karşıla­mak için ne gerekiyorsa yapmıştır. Sırf dilencilik yaparak insanları rahatsız etmelerinin önüne geçmek için fakir kesime her türlü yardımı yapmıştır.

Emeviler devrinde devletin bütün organları Arap ırkına mensup yöneticilerin kont- rolündeydi. Fetihler nedeniyle devlet hâzinesi ağzına kadar doluydu ve halkta her han­gi bir ekonomik sıkıntı bulunmuyordu. Ne var ki Emevî yöneticilerin Arap ırkını üstün ırk kabul edip mevali adını taktıkları yabancıları küçümsemeleri sonlarının başlangıcı oldu. Hz. Ali taraftarı olan ve onun soyundan gelenlerin haksızlığa ve zulme uğradığı­na inanan Şia ile yüzyıllar boyunca devam eden devlet ve bürokrasi geleneğine sahip İranlı unsurları örgütlemeyi başaran Abbasiler, 132/750 yılında Emevîleri yıkarak ken­di adlarıyla bilinen bir devlet kurdular.

Emeviler, başkentlerini Hicaz'dan Şam'a taşıdıktan sonra, devletin güvenliğini sağ­lamak için sistemli bir hareketle Hicaz bölgesine bol bol ihsanda bulunmuş, her türlü ahlaksızlığı, sefahati teşvik etmiştir. Medine cariyelerin, şarkıcıların toplandığı bir mer­keze dönüşmüştü. Bundaki maksat ilim ve irfan sahiplerini bu tür olumsuzluklarla oya­layarak, kimi zaman zevk ve eğlence girdabının içine çekerek devlet yönetiminden uzak tutmaktı.

Emevilerin, aydın ve düşünür kesimi ve ilim adamlarını siyaset ve yönetimden uzak tutma politikasını Abbasiler de benimsediler. Üstelik toplumda ortaya çıkan iki olgu bu hedeflerini gerçekleştirmede onlara yardımcı olmuştur:

1.    Devlet bütçesindeki açığın artması nedeniyle vergilerin büyük oranda artırılma­sı. Ne var ki toplanan bu vergiler devlet hâzinesine gitmiyor, şahısların cebine akıyor­du. Abbasilerde şahıslar devletten daha zengin bir hale gelmişlerdi. Bu durum ise be­raberinde devlete hizmet yerine fertlere itaat ve hizmeti getirdi. Fakirlere yapılan yar­dımlar da devlet adına değil, zenginler veya hayırseverler adına yapılıyordu. İbn Hal­dun, Me'mun döneminde toplanan haraç vergisinin miktarının dört yüz milyon dir­hem 'den daha çok olduğunu söyler.' Mehdî'nin kızına on dört milyon dinar ve altı yüz milyon dirhem miras bıraktığı/ Harun Reşid'in ardında dokuz yüz milyon dirhem bırak­tığı kaynaklarda zikredilmektedir.3

2.           İranlı ve yabancı unsurların kaynaşması sonucu yeni bir yaşam tarzı benimsen­di. Şöyle ki İranlIlar Arap toplumunu daha önceden aşina olmadıkları kölelerle, cariye- lerle, şarkıcılarla, barlarla tanıştırdılar, şairler şarap temalı şiirler söylediler. Haramlar helal sayıldı, zevk ve eğlencede sınırlar kalktı. Bu yaşam tarzından en fazla da saray­lar etkilendi. Toplumda dalkavukluk ve yalakalığı meslek edinmiş, zerafet ve letafetle­riyle, kadınsı kıyafet ve konuşmalarıyla dikkat çeken, halifeler üzerinde son derece et­kili, halifelerin de onlar için hiçbir masraftan kaçınmadığı bir tabaka oluştu.4

Abbasi devrimi Emevilere diş bileyen unsurlara, etnik halklara dayanıyordu. Bu noktada iki önemli kitle karşımıza çıkar. Birincisi ister Arap olsun, isterse mevaliden ol­sun, Şiiler ve İkincisi de genel anlamda İranlIlar. Abbasilerin Şiileri kullanması kısa bir dönem sürer ve işleri bittikten sonra Şiileri bir kenara bırakarak İranlIları siyaset, bü­rokrasi ve sosyal hayatta öne çıkarırlar. Zaten çok geçmeden Şiiler de bu durumun farkına vararak Abbasilere karşı isyan bayraklarını açacaklardır. Halife Mansur döne­minde Medine'de patlak veren “Arınmış nefis” hareketi, Harun Reşid döneminde Dey- lem'deki Yahya b. Abdullah hareketi, Halife Müstain Billah döneminde Yahya b. Ömer isyanı ve 251 yılında Kazvin'de Tahiroğullarının yönetimden uzaklaştırılmasıyla sonuç­lanan Kevkebi isyanı gibi isyanlar döneme damgasını vurur. Nitekim Taberî, h. 251 yı­lı olaylarını aktarırken, ekstrem Şiî isyanlarının yanı sıra Karmatîler, zenciler ve haşşa- şîn (suikastçi katiller) tabakasının vukuatlarını da zikretmektedir.

Arap toplumlarında dilencilik, siyasi, ekonomik ve sosyal faktörlerin etkisiyle Abba- siler döneminde ortaya çıkmıştır. Halifelerin yeteneksizliği. İranlı ve Türk komutanların elinde birer kukla olmaları ve ülkenin küçük devletlere bölünmesi devletin varlığını ve ekonomisini tehdit eden etkenlerin başında gelmektedir. Bu durum ise bir grup insa­nın sis deryası içinde yaşamını kazanmak için dilencilik adı altında yeni bir yaşam tar­zı geliştirmelerine, çok renkliliği kendilerine bir örtü, hileyi vazgeçilmez ilke kabul et­melerine neden oldu.

Abbasiler, Şiilere karşı daima İranlIları üstün tutarak, saraylarının kapılarını onlara ardına kadar açtılar. Sekreter ve korumaları onlardan atadılar, hatta bazılarını vezirliğe kadar getirdiler. Bir anlamda Emevilerin halklar arasında baskı ve kılıç zoruyla sağla­dıkları dengeyi Abbasiler siyasetle sağladılar.

Diğer taraftan Emeviler döneminde başlayan Şuubiyye /Arap karşıtı hareket Eme- vi halifeleri tarafından bastırılmaya çalışılırken, Abbasi halifeleri tarafından teşvik edil­miştir. Edebiyatta ve sosyal hayatta aristokrat yaşantıyı benimseyen, zerafet, musiki ve estetiğe önem veren Abbasi halife ve emirleri İranlı edebiyatçı ve düşünürlere sa­hip çıktılar. Kompleksten kurtulmak isteyen, devlet kademesinde önemli bir mevkie gelmek isteyen İranlılar ilim ve edebiyata yönelerek şiirde ve nesirde önemli eserler yazdılar. Nedimelik (kadeh arkadaşlığı) gibi bir yöntem icat ederek halife ve emirlere yakınlaştılar. Her ne kadar Ebu'l-Abbas, Mansur ve Me'mun gibi bazı halifeler daha tu­tucu bir tutum takınsalar da genel anlamda Abbasi sarayları nedimlerle, saki ve cari- yelerle, şarkıcı ve edebiyatçılarla doldu. Başlangıçta halifelere dost gibi görünen ve devlet bürokrasisinde ona yardımcı olan bu yabancı unsurlar, çok geçmeden nere­deyse bütün makam ve mevkileri ellerine geçirdiler. Devletin zararına da olsa halifeler onların sözlerinden çıkmıyordu. Bu açılım politikası her ne kadar beraberinde edebi­yat ve ilim alanında bir atılımı getirse de diğer taraftan mali açıdan devleti yıpratmış, devletin yükünü artırmıştır.

Para ve otorite bakımından bazı İranlı bürokratların oldukça güçlenmesi, hatta biz­zat halifenin kendisinden daha zengin bir konuma ulaşmaları bazı halifelerin dikkatini çekmiş ve trajediler yaşanmıştır. Bu bağlamda Mansur'un Ebu Müslim'e ve Harun Re- şid'in Bermekilere yaptıkları hatırlanmalıdır.

Abbasiler döneminde halkı sıkıntıya sokan uygulamalardan biri de müsadere yani yöneticilerin istedikleri kimselerin ve bütün yakınlarının mal varlıklarına el koymalarıdır. Böylece büyük bir aile veya hanedan bir anda fakirleşebiliyordu. Örneğin Mütevekkil, FazI b. Mervan'ın ve Ebu'l-Vezir Ali Ahmed b. Halid'in bütün mal varlığına el koymuş­tur. Yine Halife Mu'temid, vezir Ebu's-Sakr b. Bülbül'ün ve Halife el-Muktedir'in anne­si de kâtibi İbnu'l-Hasîb'in mal varlığına el koymuştur.

Diğer taraftan yaşanan kıtlık ve kuraklıklar, bulaşıcı hastalıklar, özellikle Abbasile- rin başkenti olan Bağdat'ın Fırat ve Dicle nehirlerinin taşması sonucu maruz kaldığı sel baskınları ve hemen akabinde ortaya çıkan salgınlar bu dönem ekonomik yaşantısını etkileyen ve dilenciliği artıran sebepler olarak karşımıza çıkar.

Her türlü aşırılık ve israfın yaşandığı görkemli sarayların yanı başındaki sokaklar ise Sasanoğulları denen ve para koparmak için her türlü hileye başvurmaktan çekinme­yen dilencilerle doluydu. Sefalet sadece dilenciler tabakasında değildi; halkın büyük bir kesimi, hatta halifelere yakın olmak için mücadele etmekten yorgun düşmüş ede­biyatçılar ile ömürlerini sarayların eşikleri ile kadehler ve küpler arasında geçirmeyi reddeden saygın âlim ve edebiyatçılar bile sefalet içinde yüzüyordu.

Mekke ve Medine gibi dini merkezlerde dilenci sayısının artmasının en önemli se­beplerinden birisi de dört halife döneminden itibaren, dini birer merkez olmaları hase­biyle, özellikle hac mevsiminde hacıların yeme, içme ve konaklama giderlerini temin etmek için bol bol ihsanda bulunulmasıdır. Abbasi halifeliği ile eş zamanlı hüküm sü­ren Fatımî halifelerinin siyasi çekişmelerinde Mekke ve Medine halkına bağışta bulun­mayı adet haline getirmeleri, bu iki bölge valisinin de ustaca bir siyasetle kendilerine en fazla bağışta bulunan halifenin tarafını tutmaları, bölge halkının daha müreffeh bir hayat yaşamasını sağlamış, bunun yanında dilencilerin bu şehirlere üşüşmesine se­bep olmuştur.5

Diğer taraftan ilk kez Fatımîler tarafından başlatılan, Abbasi halifeleri tarafından kısmen devam ettirilen, 1517'de Yavuz Sultan Selim'in Mekke ve Medine'nin anahtar­larını teslim almasından sonra da OsmanlIlar tarafından düzenli olarak devam ettirilen Sürre alayları, Mekke ve Medine halkına hediyeler gönderme geleneği; hac güzergâ­hında yer alan kabile ve aşiretlerin hacılara zarar vermesini engellemek üzere dağıtı­lan hediyeler, Mora ve benzeri bazı OsmanlI vilayetlerinin vergilerinin Mekke ve Medi­ne valilerine gönderilmesi gibi bazı uygulamalar da dilencilerin özellikle dini merkezle­ri ve mekânları yurt edinmelerine sebep olmuştur.

Abbasiler döneminin başlangıcında ve dirayetli halifeler zamanında devletin yapısı siyasi bir bütünlük sergiler. Özellikle Seffah, Mansur ve Reşid dönemlerinde Halifeliğe rakip olabilme ihtimali olan yapılanmaların kanlı bir şekilde ortadan kaldırıldığına şahit oluyoruz. Ancak devletin mali yapısının yıpranması, yönetim kademesinde yabancıla­rın etkili olması sonucu devlet son derece zayıfladı. Halife Mütevekkil döneminde ha­lifenin bütün yetkileri elinden alınmıştı. Halife her ay kendisine tahsis edilen maaşı alan bir memurdan farksızdı. Görünüşte halifeye bağlı hanedanların yönettiği topraklar da yavaş yavaş bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. Örneğin Horasan bölgesine hük­meder Tahiroğulları h. 259’da bağımsızlığını ilan ederek Saffariler devletini kurdular. 30 yıl sonra da bu devlet yıkılarak Samanoğulları (261-390) kuruldu. Etkili emirlerden biri olan Büveyhiler (334-447) İran'ın batısında, Gazneliler (366-475) Afganistan'da, Hamdaniler (317-394) Şam bölgesinde ve Fatımiler de (297-567) Kahire ve Kuzey Af­rika'da bir devlet kurmuşlardı. İranlIlar, Büveyhilerin yönetiminde etkindi, Araplar Hamdaniler devletine hâkimdi, Gazneliler ise Türklerin kurdukları bir devletti.

Bu devletler arasında sürekli mücadeleler olduğu gibi, devletler içinde de taht kav­gaları sürüp gidiyordu. Devlet görünüşte Halifenin yönettiği otoriter bir devletti, küçük devletler ise halifeye bağlı birer eyalet gibi iç işlerinde özgür, dış ilişkilerinde halifeye bağlı idiler. Bununla birlikte makâmelerin ortaya çıktığı 10. Asır ilim ve fikirde büyük iler­lemelerin kaydedildiği bir asırdır. Bunun nedeni de geçmişten gelen birikimin akıllıca kullanılması, nispeten fikir özgürlüğüne saygı gösterilmesi, ilim ve fikir adamlarının teş­vik edilmesidir. Fakat en önemlisi kurulan bu küçük devletlerin başkentleri birer ilim ve kültür merkezi olmuştur.6 İlim daha önce olduğu gibi sadece Bağdat'a has değildi. Edip veya şair bir şehirden başka bir şehre giderek unvan veya mal peşinde koşabiliyordu. Meşhur şair ve âlimleri cezp etmek için bu merkezlerde para bir silah olarak kullanılı­yordu ve yöneticiler arasında bağış yapma konusunda kıyasıya bir rekabet vardı.

Bir tarafta Bağdat'ta halife ve emirlerin saraylarında yaşanan lüks ve israfın bir benzeri küçük devletlerin başkentlerinde yaşanırken, yalaka şairlere ödüller dağıtılır­ken, devlet gelirleri keyfi harcanırken, sürekli düzenlenen balo ve eğlencelerle devlet hâzinesi sömürülürken, diğer tarafta fakirlikten kıvranan, müsrif efendilerinin harcama­larını artan vergilerle ödemek zorunda kalan bir halk vardı. Fakirlikten en fazla etkile­nen kesim ise âlimler tabakasıydı. Nitekim Zemahşeri, Ebiverdi, Hatib Tebrizi gibi bir­çok âlim sırf fakirlikten yazdıkları değerli eserlerini ve kitaplarını cüzi paralar karşılığın­da satmak zorunda kalmışlardır. Ebu Hayyân et-Tevhîdî, el-İmtâ' ve'l-muânese, adlı eserinin sonuna eklediği iki risalede âlimlerin çektikleri sıkıntıları ayrıntılı bir biçimde anlatmaktadır.

DİLENCİ TİPLERİ

Arapçada dilenci anlamında kullanılan ilk kelime “seele” fiilinin ismi fail “sâil” olan kelimesidir. Aynı kökten türeyen “mütesevvil” de dilenci anlamındadır. “Sıkıntı çek­mek, zamanın zor ve çetin olması, yeryüzünün engebeli olması, havanın çok soğuk olup bitkilere zarar vermesi, kuyu kazarken sert kayaya rastlamak” anlamlarına gelen “kedâ” ve “ekdâ” kelimesinden türeyen “mükdî” ve “mükeddî” de dilenci anlamında­ dır.7 “Müstecdî”, “müsta’tî” ve “şehhâz” kelimeleri de dilenci anlamında kullanılmıştır.

Anlam bakımından uygun bir kökten türetilmiş bu kelimelerden başka “dilenci” an­lamında künye ve lakap olarak kullanılan başka kelimeler de bulunmaktadır. Aslında bu lakaplar uyruk bakımından Arap toplumunda yaşayan dilencilerin sınıflarını göster­mesi bakımından önemlidir. Bu sınıflara göre de dilenci tipleri ve dilencilik yöntemleri değişmektedir.

Bu lakaplardan ilki Benû Sâsân yani Sasanoğullarıdır. Kendisinde dilencilik ala­metleri bulunan bir kişiye nispetle, daha sonra dilencilik yapan gruplar yerine kullanı­lan bir lakaptır. Bu kişinin kim olduğu konusunda kaynaklarda farklı rivayetler bulun­maktadır. Zebidi ve İbn Manzur, bu grubun İran Kisrası olan Sasan'ın izinden gidenler olduğunu söylerken,8 İbnu'l-Esir, rivayetlerden yola çıkarak aslının İranlı olduğunu, kraliyet ailesine mensup olduğunu, ancak kral olan babasının kendisinden sonra kral olarak kız kardeşi Hamanî'yi seçmesi üzerine saraydan ayrılarak dağlarda inzivaya çe­kildiğini, bu andan itibaren yol kesen, azgınlık eden, sihir ve büyü ile uğraşan, dilenci­lik eden herkesin Sasanoğulları olarak anıldığını söyler.9

Muhammed Abduh ise Bediuzzaman'ın makâmelerine yazdığı şerhin başında, aşağılamak amacıyla dilencilere Sasanoğulları denilmesinin İranlIların Erdeşir Bâbek li­derliğinde kurdukları Sasaniler devletinin yıkılmasının hemen sonrasına rastladığını, topraklarının İslam hâkimiyetine girmesi üzerine, zaten aşağılanmış zelil bir durumda olan Sasanilerin genç Müslümanlar tarafından sürekli yer değiştirmeye zorlandıkları, babalarının adıyla anılarak aşağılandıklarını belirtir. Bir zamanlar onur ve asaletin sim­gesi olan lakaplarına ince bir siyasetle sefalet, zillet, hakaret anlamı yüklenmiş, bunun­la Sasanilere ait ne varsa hepsinin silinip atılması amacı güdülmüştür. Zamanla bu kö­tü anlamlar da unutulmuş ve dilenciler bu lakapla anılır olmuştur.10

Bediuzzaman'dan itibaren dilenciler Sasanoğulları olarak anılır. Dilenciler kendile­rini özellikle bu lakapla tanıtırlar ve ister gerçekten Sasanoğullarından olsunlar, ister kendilerini onlara nispet etsinler, bununla adeta gurur duyarlar. Örneğin Ahnef el-Uk- beri şöyle der:11

Allaha şükürler olsun ki ben şerefli bir eve mensubum.

Zor zamanların ve güç işlerin ehli olan Sasanlı kardeşlerimle yaşıyorum.

Sasanoğullarını en iyi anlatan şair, kendisi de bir dilenci olan Ebu Dulef el-Yenbûî el-Hazreci (öl. 390/1000)'dir.12 Dâliyye veya Sasaniyye olarak bilinen kasidesinde di­lencilikte başvurdukları yönteme göre dilencilerin özel isimlerini, farklı mekânlarda uy­gulanacak dilenme teknikleri, kullandıkları şifreli kelimelerle ilgili ayrıntılı olarak bilgi vermektedir.13

Arap topraklarına sonradan göç ederek gelen ikinci grup dilenciler Zutt adıyla bili­nir. Daha sonra Gacer adını alan bu insanlar, günümüz Arap toplumlarında kimi zaman gacer, kimi zaman mîd adıyla bilinirler. Anadolu'da ise kaçar ve göçer adlarıyla bilinen bu halka genel olarak Çingene14 denilmektedir. Nereden geldikleri tartışmalı olan bu halk, İbn Düreyd'e göre Arap değildir.15 İbn Manzur kökenlerinin Hindistan veya Sudan olduğunu söylerken,16 Firuzabadi Hint asıllı olduklarını söyler.17 Zebidi ise rivayetlere ek olarak Zutt'un bir ırk olduğunu, Buhari'de yer alan ve Musa (a.s.)’ın özelliklerinin an­latıldığı hadiste “zayıf, uzun boylu, kara benizli insan” anlamında bu kelimenin geçti­ğini söyler.18

Bu halk, İslam öncesinde sürülerine ot bulmak için göçebe bir hayat yaşarlarken Müslüman olarak Ebu Musa el-Eş'ari'nin mezhebine tabi olmuşlar19 ve Basra yöresine yerleşmişlerdir. Daha sonra bunların bazıları h. 49-50 yılında Muaviye ve daha sonra Velid b. Abdülmelik zamanında Şam ve Antakya bölgelerine nakledilmişlerdir.20

Sekizinci Abbasi halifesi Mu'tasım zamanında Zutt halkı, Basra bölgesinde yerleş­tikleri vadilerde yol kesmeye ve devlete kafa tutmaya başlar. 219 yılında Mu'tasım, Uceyf b. Anbese komutasında bir orduyu üzerlerine gönderir. 6 ay süren mücadeleler sonunda aman dileyerek teslim olurlar. 220 yılı aşure gününde Bağdat'a getirilerek, Irak'ın kuzeyinde yer alan Hankin ve Ayn Zerbe (Adana) dolaylarına yerleştirildiler.2’ Bir kısmı Bizans baskınlarında öldü. Sağ kalanlar ise dağılarak dilencilik yapmaya başladı.22

Bugün Suriye ve Ürdün'de yaşayan Çingenelerin bu Zutt denilen halkın soyundan geldiğine inanılmaktadır. Firdevsî'nin naklettiği rivayete göre bu halkın Hindistan'dan gelerek Basra yöresindeki düzlüklere yerleşmelerinin sebebi şudur: İran kralı Behram- gûr, 5. Yüzyılda Hindistan kralından kendisine ut çalma konusunda becerikli kadın ve erkeklerden oluşan on bin kişi göndermesini ister. Bu kayıt, Zutt tayfasının kökeninin Hindistan olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bunların bir kısmı İran körfezi kenarına, bir kısmı da Vasıt ile Basra arasındaki düzlüklere yerleştiler. Arap tarihçileri­ne göre Asya kıtasına ve Avrupa ülkelerine yayılan Çingenelerin aslı bu halka dayan­maktadır.23

Bu iki grup dilenciye ek olarak bazı bedevilerin ve Arap asıllı kimselerin de dilenci­lik yaptıklarına şahit oluyoruz. Ancak bedevilerin dilencilik yöntemleri diğer iki grubun yöntemlerinden oldukça farklıdır. Şöyle ki:

Bedevi dilenci dilenmek için asla hileye başvurmaz, zamanı şikâyet eden, durumu­nu ortaya koyan, başına gelen felaketi betimleyen şiirler okuyarak, dörtlükler söyleye­rek, kimi zaman söz ve anlam sanatlarıyla süslü ifadeler söyleyerek dilenir. Israrla Arap asıllı bir bedevi olduğunu dile getirerek Arapların cömertliğine sığınır.

Sasanoğullarının dilencilerinin en belirgin özelliği hile ve aldatmadır. Çingeneler ise genel olarak sundukları basit hizmetler, sattıkları basit şeyler karşılığında orantısız bir ücret almak suretiyle dilencilik yaparlar. Kimi zaman hokkabazlık, ip cambazlığı, illüz­yon gösterisi gibi gösterileri, bazen yılan ve maymun oynatma sayesinde halktan pa­ra toplarlar.

Bedevi ve Sasanoğulları arasında genellikle erkeklerin dilencilik yapması yaygın iken, Çingeneler arasında yaygın olarak kadınların dilencilik yaptıkları gözlenir. Bazen kadınlar dilenciliğe yanlarına küçük çocuklarını da alarak çıkarlar. Bu esnada erkekle­ri kıl veya deri çadırlarda boş yatarlar veya basit işlerle meşgul olurlar.

Bedeviler, dilencilik için geldikleri büyük şehirlerde konaklamak için imarethane ve mescitleri kullanırlar, zor durumda kaldıklarında rastgele bir evin kapısı çalarak yiye­cek ve geceleyecek bir yer isterler. Bedevilerde sürekli hareketlilik, şehirler arasında seyahat yaygın değildir. Sasanoğulları ve Çingeneler ise konaklamak ve gecelemek için yerleşim bölgelerinin kenarlarına kurdukları çadır kamplarını veya arabalarını kul­lanırlar. Nadiren konaklamak için bir evin kapısını çalarlar.24

Bedevi dilenci tek başına dilenir, dilenmek için organize bir hareket içinde olmaz. Çingenelerde kadınlar grup halinde dilenirler ancak her bir ayrı bir köşede, ayrı bir so­kak başında durur. Sasanoğulları ise dilenciler içinde mafya benzeri bir örgütlenmeye giden yegâne gruptur. Hatta yol kesicilerin, hırsızların, azılı suçluların onlardan çekin­dikleri ifade edilmektedir. Meşhur bir dilenci şair olan el-Ahnef el-Ukberî, zenginlere şu tavsiyede bulunmaktadır:

Horasan toprakları Sasanoğullarınındır, Hindistan'a kadar uzanan araziler de.

Bizans'tan Afrika'ya, Bulgaristan'dan Sind'e kadar da onlarındır.

Sasanoğullarının düşmanlıklarından, Kürt ve Arapların düşmanlıklarından daha çok sakın.

Bu yolda biz kılıçsız ve kınsız yürüdük.

Kim düşmanlarını bizimle korkutursa kendi haline terk edilir.25

Çingene ve Sasani dilenciler Ekonomik hareketliliği takip ederek geldikleri şehirler­de uzun süre kalmazlar ve halkla fazla iç içe olmazlar. Sürekli yer değiştirmelerinin ve şehir kenarlarında gecelemelerinin iki önemli nedeni bulunmaktadır: 1. Bu dönem şe­hirlerinin nüfusu genellikle azdı, insanlar birbirlerini tanıyabiliyorlardı. Dilenciler bunu bildiklerinden kendilerini kamufle etmek, dilenciliği meslek haline getirdiklerini halktan gizlemek ve bir bölgede dilendikten sonra bölge halkının kendilerini unutmasını sağ­lamak için genellikle yerleşik halktan ayrı durmayı tercih etmişlerdir. 2. Sürekli yollar­da ve çöllerde olan, zor şartlarda yaşayan Çingenelerin şehir hayatının büyüsüne ka­pılarak yerleşik hayata geçmelerine engel olmak.

Bedevi dilencinin dili açıktır. Onun için önemli olan derdini açıkça ortaya koyabilmek­tir. Bu yüzden sade bir dil kullanır. Kendi aralarında konuşurken kinayeli, üstü kapalı ve­ya şifreli bir kullanmazlar. Sasani ve Çingenelerde ise hile ve gizlilik esastır. Çoğu zaman anlamını sadece kendilerinin bildikleri bir takım kelimeleri kullanırlar. Her bir hile ve dilen­cilik metodunun onlara göre özel bir ismi vardır ve iletişim için şifreli bir dil kullanırlar.25

Abbasi toplumunda dilenciliğin yayılmasında Sasanoğulları aktif rol oynamışlardır. Zahmet çekmeden, çeşitli hilelerle insanları aldatarak kolay yoldan para kazanma me­raklısı olan bu grup, dilenciliği yegâne meslek olarak seçmiş, Abbasi Arap toplumun- dan ekonomik anlamda alabileceği ne varsa hepsini almıştır. Ancak onların Arap top- lumuna verdikleri zarar sadece bununla sınırlı değildir. Bedevileri dilenciliğe alıştırmış­lar, Arapları dilencilikle tanıştırmışlar, Arap ve İslam âlemine dilenciliği miras bırakmış­lardır. Atalarının intikamını da bu şekilde almışlardır.

DİLENCİ ŞAİRLER

Emevilerin yerine kurulan Abbasi toplumu yapı, yeme içme ve eğlencede, hayatın her aşamasında İranlIların gerçekleştirdikleri değişiklikler üzerine kurulmuştur. Emevi- ler döneminde insanların maddi açıdan üstün bir seviyede olmasının iki yolu vardı: Ya Köklü ve asil bir Arap ailesine mensup olmak veya halife, komutan ve emirlere yakın olmak ve onların bağışlarından nasibini almak. Abbasiler döneminde ise Arap soylusu olmanın bir işe yaramadığını görüyoruz. Geriye tek yol kalıyordu; o da halifelerin sa­raylarına girebilmek. Kısa yoldan maksada ulaşmak için en garantili araçlar ise ilim ve edebiyattı.

Ancak Abbasiler döneminde servet sahibi şairlere baktığımızda bunların sadece edebi yetenekleri sebebiyle servet kazanmadıklarını, aynı zamanda siyasi otoritenin stratejisi doğrultusunda hareket ettiklerini görüyoruz. Yani zenginlerin bağışına nail olmak için hem iyi bir edebiyatçı olmak, hem de resmi ideolojiye uygun hareket etmek gerekiyordu.27 Bu durum bize bütün şairlerinin methiyeye yönelmelerinin, bağış için yüzlerinin suyunu akıtmalarının sebebini açıklamaktadır. Çok az şair medih/övgü şiiri yazmaktan kaçınmış ancak bir şey kazanamadan yoksulluk içinde yaşamaktan kurtu­lamamıştır.

Abbasiler döneminde sanat ve edebiyat büyük oranda halife ve emirlerin sarayla­rıyla sınırlıdır. Hissettiği için şiir söyleyen şair, kendisi için sanatını icra eden sanatçı çok nadirdir. Neredeyse bütün şair ve sanatçıların, ürünlerini beğenisine sundukları bir halife veya emir vardır. Maddi refaha giden yolda tek otorite halife veya emirin zevki­dir. Bu yüzden Abbasi dönemi edebi ürünlerinde dilencilik ruhu hâkimdir. Demokratik bir sistem olmadığı için, insanlar ne kadar çaba sarf ederlerse etsinler yükselemiyor- lardı. Aristokrasinin hâkim olduğu toplumda aristokratların sofralarından ancak onla­rın izin verdikleri faydalanabiliyordu. Tamahkârlık gözetilmeden, sırf kişisel istekle oluşturulan edebi ürünlerle övgü şiirlerini kıyaslayacak olsak birincisinin yok denecek kadar az olduğunu görürüz.

İlim adamlarının durumu da farklı değildi. Bazıları halife ve emirlerle daima irtibat halindeydi, hatiplik ve kadılık gibi bazı görevleri icra ediyorlardı. Bu grubun durumu nispeten iyi idi, bazı maddi imkânlara sahip idiler. Nitekim bu dönemde yazılan ilmi eserlerin büyük bir kısmının halife ve emirlerden gelen istekler doğrultusunda yazıldı­ğını, eserin müellifi tarafından bir halife veya Emire ithaf edildiğini görüyoruz.28 Saray­lardan uzaklaşmayı tercih eden ve daha çok dini ilimlerle, felsefe, tarih terâcim ve dil­bilimle uğraşan diğer bir grup ilim adamı ise kendi hesabına çalışmakta olup geçimle­rini temin edecek parayı zor şartlarda kazanmışlar, çoğu zaman imkânsızlıklar içinde sürünmüşlerdir.

Şair veya sanatçının halifelerin saraylarında bir pehlivan veya dilenci, ilim ve dü­şüncenin de illüzyonistlerin elinde adeta bir oyuncak konumunda olduğu Abbasiler döneminde el-Hemezani ve diğer yazarlar tarafından ortaya konan makâme örnekle­rine ve dilenci şairlerin şiirlerine toplumu yansıtan tarihi birer belge gibi bakmak gerek­mektedir.

Abbasiler döneminde dilenci sayısındaki ani yükselişle doğru orantılı olarak dilen­ci şairlerin sayısında da artış olur. Bu dönemde el-Ahnef el-Ukberi, Ebu'l-İcl, Ebu

Fir'avn es-Sâsî, Ebu'l-Muhaffef Âzer b. Şâkir, Ebu'ş-Şumakmak, İbnu'r-Ruka'mak İbn Lenkek, İbnü'l-Haccâc, İbn Sekre el-Hâşimî, Ebu'l-Muhaffef, Ebu'l-Aynâ1, Cehza el-Bermekî, Ebu'l-İber, İbn Salât ve Ebu'l-İcl gibi pek çok dilenci şair yetişmiştir.

Dilenci şairlerin şiirleri genellikle dörtlükler halinde, bazen beyit şeklindedir. Nadi­ren de olsa (Ebu Dülef el-Hazrecî'nin kasidesi gibi) uzun kasidelere rastlanmaktadır. Şiirlerin konusu tasvir ve övgüdür. Şairin tasvirde başvurduğu yöntem sadece kendi­ni anlatmaktır. Dilencilik toplumun genel sorunu olmasına karşın dilenci şair, çektiği sı­kıntıların etkisiyle bencilleştiğinden sadece kendini tasvir eder, toplumu tasvir etmek­ten kaçınır. Tasvirlerde kendi şahsini tasvir, mekân tasviri ile dilencilikte başvurulan hi­lelerin ve dilenci tiplerinin tasviri öne çıkar. Kendini anlatırken bedeninin zayıflığını, yır­tık veya yamalı giysilerini dile getirir. Açlığını anlatmak için ekmek, kurutulmuş et par­çası ve bir tas çorba motiflerini kullanır. Zamanı ve yaşam şartlarını şikâyet eder. Fa­kirliğini, yiyecek, içecek ve kış günlerinde yakacak bir şeylerinin bulunmamasını, ken­disiyle birlikte ailesinin uğradığı felaketi dile getirilir. Bu haliyle şiirler kıtlık, açlık ve fe­laketzede edebiyatını andırır. Yeri ve yurdunun olmadığını vurgulamak için sürekli şe­hir şehir dolaştığını dile getirir. Kaldığı ev ile örümcek yuvasını karşılaştırır, evindeki fa­re, akrep, yılan vb. haşerelerden bahseder.29

“İhtiyaçlar hile kapısını açarlar” deyişini haklı çıkarırcasına, insanların duygularını sömürerek isteklerine kavuşabilmek için her türlü hileye başvururlar. Kimi zaman ba­ğışını umdukları kişiyi överler, bağışta bulunmayanları acımasızca eleştirirler. Ancak dilenci şairin övgüsüyle, klasik şairlerin övgüsü arasında fark vardır: Dilenci şairin şi­irinde tek konu övgüdür, övgünün amacı da dilenmektir. Bu bakımdan el-Hemezânî gibi dilenci şairlerin divanları başta sona övgü şiirleriyle doludur. Diğer şairlerde ise övgü şiirleri divanlarının sadece bir bölümünü oluşturur.

EDEBİYATTA DİLENCİLİK

Abbasiler döneminde dilencilik konulu edebi ürünler manzum ve mensur olmak üzere iki grupta ele alınabilir. Bu dönemde dilenciler ve dilencilik konulu edebi ürünler nesir şeklinde başlar. Başlangıçta dilenci öyküleri edebi eserlerin içerisine serpiştiril­miş bir haldedir ve genellikle dilenciler, öteden beri cömertlikleriyle övünen zengin Arapların bu arzularını gerçekleştirmek için kullandıkları bir fon görevi görür. İnsanla­rın ihtiyaçları nedeniyle dilendikleri gerçeğinden hareketle genellikle dilenci zengin bi­risine gelerek ondan bir şeyler ister. Zengin ise kuşağından bir kese çıkarır ve sayma­dan dilenciye verir. Toplum huzurunda gerçekleşen bu olayda dilencinin kimliği, duru­mu, gerçekten ihtiyaç sahibi olup olmaması önemli değildir. Önemli olan zenginin ona hiç tereddüt etmeden bolca ihsanda bulunmasıdır.

Arap edebiyatında efsanevi karakterdeki Antere b. Şeddad ve Seyf b. Zi Yezen gi­bi bazı kahraman şahsiyetlere, Şenferâ ve Teebbeta Şerran gibi bazı yağmacıların ha­yatlarına ilgi duyulduğu bir gerçektir. Hicri III. Asrın ortalarından itibaren aşağı tabaka yaşantısına, dilencilerin, hilekârların, hatta suçluların davranışlarına ve maceralarına gözle görülür bir ilgi başlar ve ilk olarak asrın önemli bir ilim adamı ve kültür tarihçisi olan el-Cahız (775-868) ilk kez dönemine kadar ki dilenci öykülerini toplayarak, dilen­cilerin hilelerini öne çıkararak Hiyelü'l-mukeddin (Dilencilerin hileleri) adlı eserini, Zen­gin cimrilerle fakir dilencilerin çekişmelerini anlatan el-Buhalâ'sını yazar. Entelektüel kesimin temsilcisi olan Câhız'ın bu tür konuları eserlerine almasının çok çeşitli sebep­leri olabilir. Bunlar arasında toplumun değişen, gelişen ve sıradan zevk ve eğlenceler­den usanan edebi zevkini tatmin etme duygusu ve denenmemişi deneme, yeni edebi türler ortaya koyma arzusu yatmaktadır. Câhız ayrıca Kitabu'l-Mehâsin ve'l-Ezdâd ve Kitâbu't-terbî' ve't-tedvir gibi eserlerinde dağınık bir şekilde cimrilik, dilencilik, gurur ve kibir gibi sosyal meseleleri alaycı, iğneleyici, nükteli bir hikaye üslubu içinde ele alır. Daha sonra Cahız'ın öğrencisi olan İbn Kuteybe, Uyûnü'l-Ahbar'ında, Ebu'l-Ferec el- Isfehânî, el-Egânî'sinde, Ebu'l-Mutahhar el-Ezdî Hikâyatu Ebi'l-Kâsım el-Bağdâdi ad­lı kitabında, Ebu Ali et-Tenûhi el-Ferec ba'de'ş-şidde, Neşvâru'l-muhâdara ve el-Müs- tecâd min fealâti'l-ecvad adlı eserinde hırsız, dilenci, abid, zahid ve edepsizlerin ha­berlerine yer verirler. Makamât yazarı Hemezânî'nin hocası Ahmed b. Faris'in Fütyâ fâkihi'l-Arab adlı eseri ile Seâlebî'nin Yetîmetü'd-dehr adlı eserlerinde de dilencilerin maceralarıyla ilgili bol miktarda rivayet yer almaktadır.

Dilencilerle ilgili rivayetlerin yer aldığı kitaplar arasında Binbir Gece Masalları haklı bir üne sahiptir. Çerçeve bir öykü içinde iç içe geçmiş öykü anlatım tekniği ile anlatı­lan ve 1001 gece devam eden bu masallarda cinler, periler, devler gibi olağanüstü ef­sanevi yaratıkların yanı sıra dilenciler de yardımcı bir unsur olarak yer alırlar. İbnu'n- Nedîm'in Binbir Gece Masalları'nın derlenmesiyle ilgili olarak söylediği: “Hurafeleri ilk defa toplayan, bir kitap haline getiren, kütüphanelere sokan ve bazı hurafeleri hayvan­ların dilinden söyleten İranlIlardır. Sonra bu öyküler Sasaniler zamanında çoğaldı. Araplar bu öyküleri kendi dillerine çevirdiler. Fesahat ve belagat ehli kişiler bu öyküle­ri süslediler, güzelleştirdiler ve bu öykülere benzer öyküler yazdılar. Bu bağlamda or­taya konan ilk kitap “bin hurafe” anlamına gelen Hezâr Efsane'dir. Bu kitap Binbir ge­ce öyküleriyle birlikte 200 kadar semer30 ihtiva etmekteydi. Bazen bir semer birkaç ge­ce devam ediyordu.”31 sözleri, günümüz tarihçilerinin aslında Araplarda, en azında sosyal düzeni tehdit edecek bir boyutta bir dilencilik olgusunun bulunmadığı, dilenci­liğin İranlılar ve özellikle de Sasanoğulları tarafından Arap dünyasının başına musallat edildiği tezleriyle de örtüşmektedir.

Masallara göre öykülerin yaşandığı yer Bağdat'tır. Bağdat, Abbasi halifesi Mansur tarafından kurdurulmuş ve başkent yapılmıştır. Devlet merkezi olması hasebiyle hâzi­neden en büyük payı almış, ticaret gelişmiş, ekonomik canlılığın bir sonucu olarak şe­hir hırsız ve dilencilerin akınına uğramıştır. Edebiyatın hayatı yansıttığı gerçeğinden ha­reketle hırsız ve dilencilerin masallara da konu olmasını yadırgamamak gerekir.

Zevkle okunan bu öykülerde, ilginç yaratıklarla birlikte dilenci maceraları da önem­li bir yer tutar. Dilenci maceraları kimi zaman erotik unsurlarla daha da ilgi çekici hale getirilir, anlatım esnasında en ağır küfürler birbiri ardınca sıralanır. Örneğin 31. Ge­ce'de Şehrazat'ın anlattıkları arasında bir berberin öyküsü yer alır. Berberin altı karde­şinden üçüncü kardeşi Bakbak ile altıncı kardeşi Şakalik'in her ikisi de fakir olup di­lencilikle geçimlerini sağlamaktadırlar. Masalların 31 ve 32. Geceleri bu iki kardeşin di­lenirken başlarından geçen olaylara, bir dilenci olarak evlere rahatlıkla girip çıkmaları nedeniyle, girdikleri evlerde, ev sahibi hanım tarafından aldatılarak sürüklendikleri ma­ceralara ayrılmıştır.32 Bu öykülerde dilenciler hırsızlarla, haramilerle, yankesicilerle ay­nı düzlemde ele alınmışlardır. Şehrazat'ın 437, 456 ve 985. Gecelerde anlattıkları da dilenci hikâyelerinden ibarettir.

Abbasiler dönemi Arap Edebiyatında mensur dilenci hikâyelerinin üçüncü aşama­sını makâmeler oluşturur.

Makâmeler

Makâme kelimesi, “ayağa kalkmak, ayakta durmak” anlamındaki kâme fiilinden tü­remiş bir kelimedir. Mekan ismi olarak kullanıldığında birinin ayakta durduğu yer, mas­tar olarak kullanıldığında ise ayağa kalkmak/ayakta durmak anlamına gelir. Çoğulu makâmât'dır.

Arap edebiyatında edebi bir türe ad oluncaya kadar bu kelime meclis, toplantı, bu toplantılarda yapılan konuşmalar, topluluk, bedevi topluluğu, kahraman ve durum gi­bi anlamlarda kullanılmıştır.33

Edebi bir tür olarak makâme ise; bir toplantıda anlatılan, genellikle bir oturumluk olup, daha çok dilencilerin maceralarını konu edinen eğitici ya da eğlendirici özelliği bulunan bir yazı türüdür. Yazarın hayali bir kişinin/ravinin ağzından olayları anlatması, konunun basit buna karşılık üslûbunun ince, edebi sanatlarının çok, dilinin oldukça ağır ve secili oluşu, kelime bakımından zenginliği, atasözleri, hikmetli sözler ve aforiz- malar bakımından zenginliği, Arapçada ender kullanılan klasik sözcükleri içermesi, da­ha çok şiirle bitişi ve bir kahramanının oluşu ve en önemlisi de insanların hoşça vakit geçirmesini amaç edinmesi bu türün belli başlı özellikleridir.34

Hicri III. Asrın ortalarına kadar vaaz ve hitabet özelliği taşıyan makâmeler, bu tarih­ten itibaren eğitici, öğretici, etkileyici ve eğlendirici yönü ağır basan “dilenci hikâye­leri” hüviyetine bürünmüştür. IV. Asrın ortalarında ortaya çıkan makâme Arap edebi­yatında başlıca iki edebi akımın ürünüdür: Bunlardan birincisi bu asırda yaygınlaşan dilencilik, yokluk ve felakete uğramışlık akımı, diğeri de Abbasiler döneminin özellikle üçüncü ve dördüncü kuşak edebiyatçılarının kompleksleştirdikleri ve oldukça aşırıya kaçtıkları edebi sanat akımıdır. Edebi ürünlerin adeta bir sanat yığını haline dönüşme­si, nazım türünde söz sanatlarına, nesirde seci ve cinasa son derece bağlı kalınması, derin anlamlı kelimelere, kelimelerin mecazlı kullanımlarına ve ender rastlanan kelime­lere çok yer verilmesi bu dönem edebi ürünlerin genel özellikleridir.35

Abbasiler döneminde devlet ve küçük emirlikler düzeyinde bir rahatlama, ekono­mik yönden bir ilerleme görülse de geniş halk kitleleri açısından bakıldığında durumun çok parlak olmadığı görülür. Geniş imparatorluk sınırları içinde açlık ve yokluk çeken, kıtlıklara maruz kalan, pahalılıkla boğuşan, bulaşıcı hastalıklarla kırılan pek çok millet vardı.36

Toplumu saran bu tür genel afetler sebebiyle dilenciliğin yaygınlaşması kaçınıl­mazdır. Özellikle Sasaniler soyundan geldiklerini iddia eden bir halk dilenmeleriyle meşhur oldular. Para kazanmak için türlü hilelere de başvurdukları için daha sonra bü­tün yalancı ve dolandırıcılara Sâsânoğulları denmiş ve Farsça'daki “Sâsân” kelimesi dilencilik anlamını kazanmıştır.37 Bunlar, hayvanlarıyla birlikte gruplar halinde ya da te­ker teker ülke ülke dolaşıp dilenen ya da sihirbazlık ve hokkabazlık gösterileri karşılı­ğında halktan para kopartan kimselerdi.

Arap edebiyatında makâme türünün iki önemli temsilcisi bulunmaktadır. Bunlardan ilki ve makâme türünü icat eden Bediuzzaman el-Hemezânî (968-1008)'dir.

el-Hemezânî'nin Makâmelerinde 51 makâme yer almaktadır. Farklı konularda ya­zılmış bu makâmelerin 26'sının konusunu dilenci hikâyeleri ve dilencilik oluşturur. Ebu'l-Feth el-İskenderî'nin kahramanı, İsa b. Hişam'ın anlatıcı/ravi olduğu makâmeler- de Hemezani, kahraman bir dilenci olarak çıkar karşımıza. Bunları yazmaktaki maksa­dı sahip olduğu meziyetleri gözler önüne sermek, dil becerisini, söz sanatlarındaki us­talığını kanıtlamak ve bu sayede insanların verdikleri bağışlarla geçimini sağlamaktır. Öteden beri dilencilerin klişeleşmiş bazı sözcükleri, ayet ve hadisleri, kimi zaman te­kerlemeleri kullanarak dilendikleri bilinmekle birlikte, dil yetisi ve edebi zevki dilencili­ğe alet etme becerisini Hemezani göstermiş, bu nedenle de Bediu'z-Zamân yani “Za­manın en üstün kişisi” unvanını almıştır.

Hemezâni, ilk kez Arap edebiyatına kazandırdığı makâmelerinde sürekli olarak çe­şitli yerlere giden, ince zekâsıyla zevk sahibi cömert kimselerden aldığı hediyelerle ge­çinen, dilenciliği bir meslek haline getirmiş acımasız ve kurnaz bir kahramanın mace­ralarını aktarırken, yine ilk kez kendisinin ihdas ettiği hayali bir ravi/anlatıcı aracılığıyla kendi becerilerini ortaya koymuştur.

Dilencilik temalı makâmelerde öykünün kahramanı olan el-İskenderi, bir dilim ek­meğe muhtaç, kılık kıyafeti berbat, kalacak bir yeri olmayan, kimi zaman evli ve çoluk çocuk sahibi bir dilenci rolündedir. Kendisinin ve ailesinin geçimini sağlamak için gün­lerdir yoldadır. Bu yüzden bitkin ve perişan bir durumdadır. Buna rağmen son derece edip, dilenmekte ısrarlı, istemekten usanmayan, çevresine kalabalığı topladıktan son­ra tatlı diliyle insanları kandıran, akıcı üslûbuyla, fesahatli ve belagatli konuşmalarıyla insanları büyüleyen, içinde bulunduğu sıkıntılı durumu ustaca aktararak çevresindeki- lerde kendisine karşı acıma duygusu uyandıran ve bu yolla etrafında toplanan kalaba­lıktan para kopartan biridir. Kahramanımız basit bir dilenci olmayıp, kimi zaman ayet ve hadislerden örnekler veren, kendinden önceki şairlerin şiirlerinden alıntılar yapan, doğaçlama şiir söyleyebilen usta bir hatiptir.

Nazım ve nesri başarılı bir şekilde birbiriyle kaynaştıran Hemezâni bir başka yeni­liğe daha imza atar: Yaşadığı döneme kadar sadece şiire has konulardan biri olan methiyeyi/övgüyü nesirde de ustaca kullanır. Ondan sonra nesir, şiir konularını içere­biliyor, nesre has özellikler biri olan eğiticilik/öğreticilik şiirde kullanılmaya başlıyor ve didaktik şiir türü ortaya çıkıyordu.38

Dilencilerin piri sayılan Bediuzzaman, ömür boyu dilenmesine karşın sefaletle do­lu bir yaşam sürmüş, emirlerden ve zenginlerden yeterli desteği görememiştir. Bunun başlıca üç sebebi bulunmaktadır:39

1.   Diğer dilencilerin aksine hileye çok az başvurması.

2.   Arap asıllı olması.

3.   Şiilerin hâkim olduğu bir bölgede yaşayıp Sünni mezhebe mensup olması.

Hemezânî'den yaklaşık bir asır sonra yaşayan el-Harîrî (öl. 516/1122), makâme sa­natını daha da geliştirmiş hatta hocasını aşmıştır. Bu makamelerde de toplumdaki çe­lişki ve çarpıklıklara dikkat çekmek için hayali kahraman Ebu Zeyd es-Serûcî'nin ma­ceraları, haris b. Hemmâm'ın dilinden akıcı bir üslupla anlatılmıştır. Ravi olarak takdim edilen Haris b. Hemmâm, dünyayı dolaşan bir bilge, es-Serücî ise dilenci kılığında kur­naz ve düzenbaz birisidir. Amacına ulaşmak için güzel konuşarak insanları etkiler, her türlü yalanı söyler ve her hileye başvurur.

Elli kısa hikâyeden oluşan makâmelerde Arap dilinin bütün incelikleri, anlatım gü­cü, edebi sanatları ve kelime oyunları secili bir üslupla ortaya konulmuştur. Hemen her makâmede eğitim amaçlı birkaç mesaj bulunmakla birlikte ele alınan konuları dilenci­lik, vaaz ve zahitlik, edebi konular, sosyal, siyasi ve ahlaki konular olmak üzere dört grupta ele almak mümkündür.40

Makâmelerde Dilencilik Yöntemleri

Hemezani ve Hariri'nin makâmelerinin asıl amacı yazarların yaşadıkları toplumların gerçeklerini Ebu'l-Feth el-İskenderi ve Ebu Zeyd es-Serücî adlı iki kahramanın şahsın­da gözler önüne sermek ve bu gidişata karşı çıkmaktır. Kahramanlığın olmazsa olmaz şartı ise dilenci olması ve geçimini dilencilik yaparak sağlamasıdır. Her ne kadar ma­kâmelerde yegâne konunun dilencilik olduğu söylenmişse de, züht, vaaz ve nasihat, münazara gibi farklı konularda yazılmış makâmeler de vardır. Konusu dilencilik olan makâmelerin amacı da dilenmek değil, Abbasi toplumuna egemen olan bir olguyu, di­lencilik ve yalakalık olgusunu gözler önüne sermek, geçimini temin etmek için dilen­mek zorunda bırakılan bilgin ve dahi insanların nasıl bir hilekâra dönüşmek zorunda bırakıldıklarını alaycı bir üslupla ortaya koymaktır.41 Makâmeler incelendiğinde yaygın olarak başvurulan dilencilik yöntemlerinin şunlar olduğu görülür:

1.   Akıcı bir dil kullanılarak, parlak belagat gösterisi aracılığıyla dilencilik:

el-İskenderi'nin sıklıkla başvurduğu bu yöntemin en güzel örnekleri Hurma ve Azerbaycan makâmelerinde görülür. Hurma makâmesinde İsa b. Hişam, hurma satın almak için Bağdat'a gelir. Alışverişini yapar ve geri dönerken yolda çocuklarını kuca­ğına almış şu beyitleri okuyan yaşlı birisine rastlar:

“Vay halime! Açlığımızı giderecek ve bizi bu dilencilik yolundan kurtaracak,

Ne iki avuç arpa yemeğimiz, ne unla karışık bir parça yağımız, ne de bir tas çorba­mız var.

Ey darlıktan sonra servet veren!

Onurun kendisine atalarından miras kaldığı becerikli ve soylu bir gencin avucunu kolayca açtır.

Başarının ayağını bize doğru yönelt,

Hayatımı felaketlerin elinden kurtar.42

Bu belagat gösterisinden sonra ravi istediği bağışı elde eder ancak dilencinin kim­liğini merak ettiğinden, daha fazla bağışta bulunacağını vaat ederek dilenciden yüzün­deki örtüyü indirmesini ister. Karşısındaki dilencilerin piri el-İskenderi'dir ve dilenci ona şu nasihatte bulunur:

“Hayatını, insanların gözlerini boyayarak, onları aldatarak geçir.

Günlerin hep aynı kalmadığını görüyor ve onları taklit ediyorum.

Bir gün ben onların kötülüğünü hissediyorum, başka bir gün de onlar benimkini”

İskenderî, Azerbaycan makâmesinde de benzer yöntemi kullanır ancak bu kez ta­mamen Kur'an ayetlerinden alıntılar yaparak etrafındaki insanları etkilemeye çalışır ve bunda da başarılı olur. Makâmenin sonunda dilencilerin genel özellikleri şöyle özetler:

Ben, ülkelerin en büyük seyyahıyım, ufukların en büyük aşıcısıyım.

Ben, zamanın oyuncağıyım ve sürekli yoldayım.

Beni dilencilikle ayıplama kardeşim. Sen de onun zevkini tat.”43

2.   Hileye başvurarak dilenmek

Makâme yazarları, dil becerisi ve kelime oyunlarına başvurmanın yanı sıra sık sık hileye de başvururlar. Çünkü Abbasi toplumunda kültürlü fakat fakir insanların rızıkla- rını kazanmak için türlü hilelere başvurmaktan başka çaresi yoktu.

Dilencilerin en sık başvurdukları hile geceleyin yolculuk etmek ya da en azından geceleyin seyahat ediyor izlenimini uyandırarak, yolda kalmış bir yolcu gibi kapı kapı dolaşarak dilenmektir. Arapların cömertlikleri, özellikle yolda kalmış yolculara yardım­da bulunmayı bir erdem saydıkları bilinmektedir. Cömert insanların gece yolcuları için yemek hazırladıkları, tek başlarına yemek yemeyi ar saydıkları için, belki gelip geçen birini bularak tutup getirirler ümidiyle hizmetçilerini yolları gözetlemek üzere gönder­dikleri bilinen bir gerçektir. Dilenci cömert kişinin bu hassasiyetini bir zayıflık olarak görmüş ve sonuna kadar kullanmıştır. Hemezani'nin Kufe makâmesinde bu hileye başvurur ve aslında dilenciliğe hiç ihtiyacı yokken yaşadığı asrın geleneğine uyarak di­lenmekten kendini alamaz. Çünkü yaşadığı asırda insani değerler ve yüce ilkeler, kişi­sel çıkar sağlamak için soygun, vurgun, yolsuzluk ve aldatma gibi sıradanlaşan yüz kı­zartıcı davranışlara dönüşmüştür.

Hemezani, Körler makâmesinde bir dilencinin dilinden şu nasihatte bulunur:

“Bir bukalemunum ben, her renge girerim.

Kendine kazanç yolu olarak bir alçaklık seç; çünkü devrin alçaklık devridir.

Zamanını ahmaklıkla savuştur. Gerçekten zaman tekmeleyen bir devedir.

Hiçbir zaman aklına kanma, çünkü akıllılık en büyük deliliktir.”44 Makâmelerde zamandan şikâyetçi olmak, dilenmenin tek sorumlusu olarak zama­nı göstermek en sık başvurulan hilelerden biridir. Hemezani şöyle der:

“Suç benim değil, günlerindir. Dolayısıyla gecelerin musibetlerini kına.

Ahmaklık sayesinde istediğimi elde ederek süslü eteklerimi gururla sürüdüm.”45 Sasaniler makâmesinde şöyle der:

“Bu devir, gördüğün gibi, uğursuz ve acımasızdır. Bu devirde ahmaklık tatlıdır, akıl­lılıksa kusur ve kınanacak bir şeydir.”

Başvurulan diğer hileleri şöyle sıralayabiliriz: Kör numarası yapmak (Hemezani, Körler makamesi; Hariri, Berkaidiyye makamesi), Türbe, cami, mezarlık gibi dini me­kânlarda halkın yoğun olduğu zamanlarda hitabette bulunmak (Hariri, Saviyye maka­mesi), Yanına çocukları da alarak hoca kılığına girmek (Hariri, Bağdat makamesi), bu­lunduğu şehirde yabancı olduğunu, kimsesinin olmadığını iddia etmek (Hemezani, Basra makamesi), zengin olduğu sanılan birisine karşı sanki onu daha önceden tanı- yormuşçasına hitap etmek (Hemezani, Bağdat makamesi), Yolda kalmış fakir numa­rası yapmak (Hariri, Mekke makamesi), Yüzünü sardıktan sonra yaralı veya bulaşıcı hastalığa yakalanmış olduğunu iddia ederek dilenmek (Hariri, Tiflis makamesi), Na­maz, hac, Kur'an ve Hz. Peygamber sevgisi gibi dini duyguları kullanmak (Hemezani, İsfehan makamesi), günahlarından tevbe etmiş Salih birisi olduğunu iddia etmek (He­mezani, Kazvin makamesi), daha önce varlıklı iken, rahat bir yaşam sürerken elindeki nimetin yok olması nedeniyle hakir ve zelil bir duruma düştüğünü iddia etmek (Heme­zani, Cürcan Makamesi, Açlık makamesi), maymun, ayı ve yılan gibi ehlileştirilmiş vah­şi hayvanları oynatarak dilenmek (Hemezani, maymun makamesi).46

Abbasiler dönemi dilencisinin en belirgin özelliği sürekli bir şehirden diğerine gez­mesidir. Şehirler ve ülkeler hakkında geniş bilgi sahibi oldukları, aralarında halife ve emirlerin sarayları olmak üzere her yere rahatlıkla girip çıkabilmeleri nedeniyle kimi za­man casusluk amacıyla kullanılmışlar, gizli bilgi toplamada kendilerine başvurulmuştur.

Abbasilerde dilenciler, ölümün simgesidir; her fırsatta insana ölümü hatırlatır, ölümden sonraki hayatı çağrıştırırlar. Giydikleri hüzün, keder ve matemin rengi olan si­yah renkli elbiseleri de insanda psikolojik etki uyandırmada ve kazançlarını artırmada onlara yardımcı olur.

Bu dönem dilencisi, dilenciliğin en kârlı meslek olduğunu bilecek kadar akıllıdır. Sadece dilencilik yapmakla yetinmez, ayrıca kendisine bol para veren zenginlerin bir listesini tutar ve belirli aralıklarla giderek para ister. Örneğin Ebû Fir'avn es-Sâsî öldü­ğü zaman üzerinden 300 zenginin adının ve adresinin yazılı olduğu bir defter çıkar. Dikkat çeken bir başka olgu da dilencilerin doyumsuzluğudur. İncelediğimiz mensur dilenci hikâyelerinde ve şiir örneklerinde dilencilikten tövbe eden, “ben yeterince ka­zandım” diyen bir tek dilenciye rastlamadık. Aksine dilenciler sürekli açlıktan, kıtlıktan, yokluktan ve sefaletten yakınan kimselerdir. Buna rağmen kendilerinden sonra gelen­lere dilenciliği ve ahmaklığı tavsiye etmek gibi bir tezada düşmekten kurtulamamışlar­dır.4 Meşhur dilenci Hâleveyh'in oğluna vasiyet ederken, ona dilenciliği tavsiye etme­si bunun en güzel örneklerindendir.48 Daha da önemlisi dilenciler çoğu zaman hırsız­larla birlikte hareket etmişlerdir. Öykülerinde her türlü dilencilik ve hırsızlık yöntemini bir arada dile getirmişlerdir.19

Gerek Hemezânî, gerekse Harîrî'nin makâmeleri ilim ve fikir dünyasında geniş yan­kı bulmuştur. Kimi yazarlar oldukça seviyeli, söz ve anlam sanatlarıyla yüklü bir dille yazılan, yazıldıkları dönemde dilenciler ve hırsızlar tarafından oluşturulan gizli anlaşma dilini, şifreli sözcükleri açıklayabilmek için şerhler ve haşiyeler yazarlarken; kimi yazar­lar da onları taklit ederek benzer türde makâmeler yazmışlardır.

Makâmelerin etki alanı sadece Abbasi dönemi Arap toplumu ile sınırlı değildir. Ge­niş hayranlık uyandıran bu makâmeler Kuzey Afrika üzerinden Endülüs Emevileri ara­cılığıyla İspanya'ya geçtikten sonra Avrupa ülkelerinin büyük bir kısmını etkisi altına al­mıştır. Abbasi döneminde etkili olan sosyal, kültürel ve ekonomik şartların bir benze­rinin hüküm sürdüğü ispanyada aynı edebi yönelişler baş göstermiş ve meşhur Pika- resk ve Lazarillo hikâyeleri ortaya çıkmıştır.50 Arap makâmelerinde olduğu gibi bu hi­kâyelerde de dilencilik, dilenci kurnazlıkları, cimrilik gibi konular gerçekçi bir yaklaşım ve nükteli-alaycı bir üslupla anlatılmıştır. Ebu'l-Ala el-Mearri'nin Risâletu'l-Gufran'ın- dan etkilenen Dante'nin yazdığı İlahi Komedya'da Hemezani'nin İblis makâmesinin et­kisi açıkça görülmektedir.

Makâmeler sadece Arapça ile de sınırlı kalmamış, Farsça, İngilizce, Fransızca, Al­manca, İbranice ve Hintçe gibi birçok dile çevrilmişlerdir. Hemezani'nin makâmeleri Rahmi Er tarafından; Hariri'nin makâmeleri de Tahir Selam, Muhammed Beg, Ahmed Hamdi Şirvânî tarafından çevrilerek 1290 yılında İstanbul'da basılmıştır. Aynı makâme­ler Manastırlı Daniş Ahmed Efendi ve Sabri Selsevil tarafından çevrilerek 1952 yılında yayınlanmışlardır.

Makâmeler Türk müelliflerini de etkisine almıştır. İlk olarak 13. Asır müelliflerinden Alaaddin Ali b. Müşerref el-Mardini, el-Cevheru'l-ferd beyne'n-nerces ve'l-verd3' adlı eserinde, Giritli Ahmed b. İbrahim er-Resmî (öl. 1197 h.), el-Makâmetü'z-Zülâliyye'sin- de52 ve Ayntâbî el-Makâmetü'l-viladiyye'sinde53 makâme formunu denemişlerdir. Ma­kâmeler Osmanlı âlimleri arasında da beklenen ilgiyi görmüştür. Temsil ettiği ileri dü­zey Arapça sebebiyle makâmeler Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutul­muş,54 makâme okutmak bir onur sayılmış ve bir âlimin ilmi derecesini göstermek ba­kımından “O, makâme okutmuş bir zattır” ifadesi meşhur olmuştur.55

Dipnotlar

Yöneticilerin israf ve gereksiz harcamalarına örnek olarak Halife Me'mun'un Haşan b. Sehl'in kı­zı Burân ile evlenirken, düğünde yaptığı harcamalar ve dağıttığı bahşişler için, ayrıca sırf Abbas

b.  Abdülmuttalib'in soyundan geldikleri için 30.000 kişiye maaş bağlatması için bkz.: ibn Haldun, Mukaddime, ter. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergah Yay., 1991, s. 510-514.

el-Mes'ûdî, Murûcu'z-zeheb, Beyrut: Dâru'l-Endelüs, (t.y.), c. III, s. 312.

İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-târîh, Beyrut: Dâru Sâdır, (t.y.), c. VI, s. 76

Zerafet ve kibarlıklarıyla ünlü bu tabaka için yöneticilerin yaptıkları harcamalar için bkz: Ebu't- Tayyib en-Nahvî el-Veşşâ, el-Muveşşâ ev ez-Zuraf ve'z-zurefâ', Kahire: el-Mektebetü'l-Hâncî, 1993, s. 147 vd.; Salah el-Muneccid, ez-Zurefâ ve'ş-şehhâzûn, Daru'l-kütübi'l-cedîde, 1993, 5. Baskı, s. 29.

Metin Kutusu: 5-Abbasi-Fatımî çekişmesinin Mekke ve Medine halkının sosyal yaşantısı üzerindeki etkisi için bkz: Süleyman Abdülganiy Mâlikî, Merâfiku'l-hacc ve'l-hademâti'l-medeniyye li'l-huccâc, Riyad- 1982, s. 101-120 ve 154-162.

Ahmed Emin, Zuhru'l-İslâm, Kahire: Mektebetü’n-nehdati'l-Mısriyye, (t.y.), s. 94 vd.

Kelimenin anlamları için bkz: ibn Manzûr, Lisânu'l-Arab, ( IaÜ) mad., Beyrut: Dâru Sâdır, 1968,

c.  XV, s. 216-217; Zebîdî, Tâcü'l-Arûs, (Uil) mad., Beyrut: Dâru Sâdır, 1966, c. X, s. 311; Ezhe- rî, Tehzîbu'l-luga, mad., I, s. 324; ez-Zemahşerî, Esasu'l-Belâga, Beyrut: Dâru Sâdır, 1965, s. 538; Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, İstanbul: Kahraman Yay., 1986, s. 643.

Bkz. İbn Manzur, Lisânu'l-Arab, (       ) mad. C. VI, s. 109: Zebidi, Tâcu'l-arûs, IV, s. 169.

İbnu'l-Esir, el-Kâmil fi't-târîh, c. I, s. 278.

Muhammed Abduh, Makâmâtu Ebi'l-Fazl Bidîizzamân el-Hemezânî, Beyrut: Dâru'l-Meşrik,

1982,  s. 97.

Ebû Mansûr es-Seâlebî, Yetimetü'd-dehr fi mehâsini ehli'l-asr, Beyrut: Dâru'l-kütübi'l-ilmiyye,

1983,   III, s. 137-139.

Hayatı için bkz: Zirikli, el-A'lâm, c. VII, s. 216; Seâlebî, Yetîmetü'd-dehr, III, s. 413-416.

Şiir için bkz.: Seâlebî, Yetime, III, s. 416-435.

Çingeneler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.: M, Tayyip Gökbilgin, “Çingeneler”, İslam Ansiklope­disi, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1963, c. III, s. 420-426.

İbn Dureyd, Kitâbu Cemhereti'l-lüga, ( ) mad.,c. I, s. 89.

İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, (-ai>j) mad., c. VII, s. 308.

Firuzabadi, Kamusu'l-muhît, II, s. 375.

İbn Ömer'in rivayet ettiği bu hadis için bkz.: Muhammed b. İsmail el-Buhârî, Sahîhu'l-Buhârî, Ehâdîsu'l-Enbiyâ, 3183.

Belâzûrî, Fütûhu'l-büldân, s. 246.

Belâzûrî, Fütûhu'l-büldân, ter. Mustafa Fayda, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., s. 367- 369.

Belâzûrî, Fütûhu'l-büldân, s. 246 ve 544.

Şihâbuddin Ahmed b. Muhammed en-Nuveyri, Nihayetü'l-ereb fi fununi'l-edeb, Kahire: Vizara- tü'l-irşâd ve's-sakâfe, (t.y.), VI, s. 225.

Gabriel Ferrad, ( j ), Dâiretü'l-me'ârifi'l-İslâmiyye, c. X, s. 349-351.

Hariri, Makamat, Çev. Sabri Selsevil, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1986, s. 40 vd.

Es-Seâlebî, Yetîmetü'd-dehr, III, s. 137-138.

Dilencilerin oluşturdukları şifreli dil ve teknik kelimelerin anlamları için bakınız: Haşan İsmail Ab- dülganî, Zâhiretü'l-küdye fi'l-edebi'l-Arabi, Mektebetu'z-Zehrâ, Kahire 1991, s.277-322.

Avad, Fennu'l-Makâmât, s. 28-29.

Ahmed Emin, Zuhru'l-İslâm, c.l, s. 120.

Haşan İsmail Abdülganî, Zâhiretü'l-Küdye, s. 36-70.

26-     Semer, eğlence amaçlı gece toplantılarındaki hikâye, masal, öykü vb dinletisidir.

27-     İbnu'n-Nedîm, İshâk b. Muhammed, el-Fihrist, Tahran 1971, s. 303-304.

28-     Masallar için bkz.: Binbir gece masalları, Çev. Alim Şerif Onaran, afa Yay. İstanbul-1998, II, s. 110-154.

29-     Rahmi Er, Bedîu'z-zamân el-Hemezani ve Makameleri, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., İstanbul 1994, s. 26;

30-     Erol Ayyıldız, “Makame”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVII, s. 417; Er, s. 27.

31-     Ahmed Haşan ez-Zeyyât, Tarihu'l-edebi'l-Arabî, Kahire, 1955, s. 217-218.

32-     Er, Bediuzzaman el-Hemezânî, s. 28

33-     J. H. Kramera, “Sâsân” İA., İstanbul 1966, c. X, s. 244.

34-     Şevkî Dayf, el-Makâme, s. 26-27.

35-     Yusuf Nur Avad, Fennu'l-Makâmât beyne'l-Meşrik ve'l-Mağrib, Mektebet Talibi'l-Câmiî, Mekke 1986, s. 56.

36-     Hariri'nin makameleri hakkında kapsamlı bir değerlendirme için bkz.: Hulusi Kılıç, “el-Makâmât”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXVII, Ankara 2003, s. 414-415.

37-     Hemezani'nin amacının dilencilik olmadığını, hatta dilenciliği bir utanç vesilesi saydığını maka- meler arasına serpiştirilmiş bazı cümlelerden anlıyoruz. Örneğin Belh makâmesinde yer alan “Hediyelerin yükünü taşıyamam, dilenciliğin yükünü de kaldıramam” cümlesi bunlardan biridir.

38-     Er, Bediuzzaman el-Hemezânî, s. 48.

39-     Er, Bediuzzaman el-Hemezânî, s. 62.

40-     Hemezani, Makametu'l-Mekfufin, s. 78.

41-     Hemezani, Maymun makamesi, Er, Bediuzzaman el-Hemezânî, s. 86

46 - Diğer dilencilik çeşitleri için bkz: el-Beyhakî, el-Mehâsin ve'l-mesâvi', Beyrut: Dâru Sâdır, 1980, s. 582-584.

47-     Dilenciliği en güzel anlatan eser, Harîrî'nin Sasaniye makamesidir. Dilenciliğin anayasası diyebi­leceğimiz bu makâmede Harîrî, oğluna dilenciliği tavsiye ederken, rahat ve mutlu bir hayat yaşa­mak isteyen dilencinin uyması gereken kuralları birer aforizma tarzında dile getirmektedir. Makâ- me için bkz. Harîrî, Makamat, s.375-381.

48-     Ebû Osman Amr b. el-Bahr el-Câhız, el-Buhalâ', Kâhire: Dâru'l-Meârif, 1971, s. 49 vd.

49-     Dilenci ve hırsızların birlikte hareket ettiklerinin bir kanıtı için bkz.: Er, Bediuzzaman el-Hemezâ­nî, Rusâfe makâmesi, s. 112.

50-     Pikaresk romanda roman kahramanına “Picaro” denmektedir. Picaro'nun herkes tarafından ka­bul edilen üç önemli özelliği vardır: Çalışmaktan kaçınma, başkalarının mallarına göz dikme ve insanların saflıklarından yararlanma. Sefiller, dilenciler, dolandırıcılar ve yetim çocuklarla dolu bir hayatı konu edinen Pikaresk romanların genel özellikleri için bkz. Ertuğrul Önalp, “Pikaresk Ede­biyat ve Keloğlan Masalları”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, c: V, sayı: 2, Ara­lık 1988, s. 233-234.

51-     Nüshası için bkz.: Süleymaniye Ktp., Şehit Ali Paşa, 2712/10

52-     Nüshası için bkz.: Ezher Camii Kütüphanesi, Hususi, No: 4011; Umumi, No: 45289.

53-     Nüshası için bkz.: Süleymaniye Ktp., Kadızâde Burhaneddin, 54/1;

54-     II. Meşrutiyet döneminde medreselerin programlarının yeniden düzenlenmesiyle ilgili yapılan tar­tışmalardan sonra 26 Şubat 1910 da yayınlanan “Medâris-i ilmiye Nizâmnâmesine göre VII. Yıl­da okutulması gereken dersler arasında Harîrî'nin Makamât'ı da bulunmaktadır. Bkz.: Mustafa Ergün, “II. Meşrutiyet Döneminde Medreselerin Durumu ve Islah Çalışmaları”, Dil ve Tarih-Coğ- rafya Fakültesi Dergisi, Cilt:30, Sayı:1-2. Ankara 1982, s.79-80.

55-     Harîrî, Makâmât, s. 12.

 

MEŞHUR ARAP EDİBİ AMR B. OSMAN CAHIZ'IN (O. 255/869) EL-BUHALÂ (CİMRİLER) ADLI ESERİNDE ABBÂSÎ DÖNEMİ DİLENCİLİĞİ VE DİLENCİLERİ

Yusuf DOĞAN

GİRİŞ

Arap edebiyatının en büyük nesir yazarlarından birisi olan el-Câhiz, eserlerinde sa­dece dînî ve edebî konuları değil, zoolojiden botaniğe kadar yaşadığı dönemin ilim, kül­tür ve sosyal hayatın birçok yönlerini ele almıştır. O bilgileri sadece aktarmakla yetinme­miş, gerçekle ilişkisi olmayanları eleştirmiş; bir uzman edasıyla sosyolojik ve psikolojik tahlillerde bulunmuş; psikolojik tahlilleri daha fazla dikkat çekmiştir.’ Bu tahlillerden bi­risini de dilencilik oluşturmuştur.

Aslında dilencilik tarih boyu birçok toplumda var olmuş bir olgudur. İslam'ın ilk za­manlarından itibaren varlığını sürdürmüş, Abbâsîler döneminde de halk arasında olduk­ça yaygınlaşmış;2 hatta bir kısım insanlar onu meslek haline getirmişlerdir.3 Çünkü el- Câhiz'in yaşadığı ikinci Abbâsî döneminde,4 halk sınıfları arasında adil paylaşım olma­ması ve devletin ekonomik yapısının da bozulmasıyla yaşam tarzları açısından üst taba­ka ile alt tabaka arasında korkunç bir uçurum meydana gelmiştir.5

Bu dönemde bireysel olarak dilenenler olduğu gibi, organize bir suç örgütü oluştu­rarak dilencilik dahil birçok yasal olmayan faaliyetler içerisine girenler de olmuştur. Bir anlamda illegal işler, mafya tarzı bir yapılanmaya gidilerek yapılmıştır. Bu yapılanmaya o dönemdeki asalaklığı6 örnek olarak verebiliriz. Çünkü asalaklık da aynı şekilde yaygın­laşmış ve meslek haline gelmiştir.7 Aynı şekilde bir kısım insanlar da başta dilencilik ol­mak üzere hırsızlık, gaspçılık vb. toplumu rahatsız eden faaliyetleri yapmak için organi­ze çete oluşturmuşlardır.

Bu organize oluşum, Abbâsîler döneminde nesir ve nazım olarak edebiyatta da ken­disini göstermiş, Kudye (dilencilik) denilen bir edebî türün ortaya çıkmasına sebep ol­muş8 ve söz konusu edebiyat el-Hemedânî'nin Makâmât'ı ile mükemmelliğe ulaşmıştır.9 Hem dilencilik yapan hem de bu edebiyatı sürdürenlere mükdî veya mükeddî yani ede­biyatçı dilenci denmiştir ki, Ahnef el-Ukberî, Ebû Dülef el-Hazrecî ve Ahmed el-Hîtî, bu edebiyatın meşhur şairleri arasında yer almıştır.10 Bu şairler, o günün medyasında dilen­cilerin seslerini duyurmuşlar ve sözcüleri olmuşlardır. Bunlardan bir kısmı da aynı za­manda iyi bir hikaye anlatıcısı yani kâs olarak da tanınmıştır. Örneğin Hâlid b. Yezîd ve Ebû Ka'b es-Sûfî insanlara güzel hikayeler anlatarak dilenmişlerdir. Zaten o dönemde hikaye anlatıcılarının genelde dilenci oldukları ifade edilmiştir.1’ Nitekim Abbâsî dönemi

Dr., Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Arap Dili ve Belagatı Bölümü.

meşhur edibi el-Câhiz de nesir yazılarında bu konu ile ilgili yazılar kaleme almış; Kitâ- bu hiyeli'l-mukeddîn (günümüze kadar gelememiş), el-Buhalâ ve diğer eselerinde di­lencileri edebî bir tarzda ele alarak işlemiştir. Muhammed Receb en-Neccâr'a göre bu edebiyatı başlatan olmuştur.12

el-Buhalâ

Arap edebiyatı klasiklerinden sayılan ve Türkçeye de Cimriler adıyla çevrilen el-Bu­halâ,13 adından da anlaşılacağı gibi, o dönemde birey ve toplumda yaygınlaşan cimri­lik konusunu ele alır. el-el-Câhiz özellikle Abbâsîler döneminde meydana gelen deği­şiklikle birlikte zengin iken fakirleşen, fakirlik ve gelecek endişesi ile para biriktirmek uğruna, insanların kendilerine ve çevresindekilere yaptıkları türlü eziyet ve işkenceleri gözler önüne serer, psikolojik tahliller yapar. Onların kendilerini haklı çıkarma gayret­lerini ve bu esnada düştükleri komik durumları okuyucusuna bir taraftan hoş, zarif, eğ­lendirici; diğer taraftan edebî, felsefî ve eğitici bir üslup içerisinde aktarır.14 Dikkat edil­mesi gereken en önemli noktalardan birisi de, eserde geçen hikâyelerin çoğunun ger­çek hayattan ve yaşanmış olaylardan alınmış olmasıdır.15 Bundan dolayı eserde geçen ve bizim de konumuz olan cimri dilencilerden Hâlid b. Yezîd ve diğer şahısların ger­çek bir şahsiyet olduğunu söylememiz gerekir. O, el-Buhalâ'da Hâlid b. Yezîd'in oğ­luna dilencilikle ilgili tavsiyeleri, dilenci sınıfları ve dilencilere karşı gösterilen tepkilere de yer verir.

Cimri Dilenci Hâlid b. Yezîd

el-Câhiz'e göre asıl adı Hâleveyh olan Hâlid b. Yezîd,16 Mühellebîler'in17 Mevlâların- dandır (azatlı kölelerindendir)18 yani aslı Arap değildir. Franz Rosenthal'in dediği gibi, isminin sonunda İran isimlerinin sonunda yer alan “veyh” olması,19 onun İran asıllı ol­duğunu gösterir. Meşhur tarihçi Yâkût da onun tarihi bir şahsiyet olduğunu ve onun tavsiyelerinin bir kağıda yazıldığını söyler.20 el-Câhiz onu el-Buhalâ'da mukdî veya mü- keddî bir dilenci olarak tasvir eder ve önemli ölçüde yer verir.21

Burada mukdî veya mükeddî kelimesinin açılımını yaparak onun ne tür bir dilenci olduğunu ortaya koymamız gerekir. Mukdî veya Mükeddî kelimeleri, “ c'j&l - ve “       ” fiillerinden türemiş olup Arapçada çukur veya kuyu gibi yer ka­

zan kimsenin sert zemine geldiğini ifade için kullanılır. Benzer şekilde bu fiiller, ısrarla dilencilik yapan kimsenin dilenciliği için de söylenir. Çünkü bu şekilde dilencilik yapan kimse de, sert bir zemin veya kaya gibi başkalarına hayrı dokunmaz veya hayrı çok az olur, cimrilik yapar. Bundan dolayı dilenci için kinaye olarak da ifade edilir.22 Nitekim Kur'an'da “  = Azıcık verip sonra vermemekte direneni..”23 ayetin­de olduğu gibi insanlara hayrı az olan ve vermemekte direnen kimse için de bu fiil kul­lanılır. Bu ayetin tefsirlerinde,  fiilinin, “kuyu kazan kişinin sert bir yere gelmek” olan asıl anlamı verilir ve Arapların da önce hayır hasenat yapıp da sonra kesen için bu fiili kullandığı belirtilir.24 Bu bağlamda mukdî veya mükeddî'nin hem edebî üslup kullanmadan hem de edebî üslup kullanarak sürekli dilenenler için de kullanıldığını ifa­de edebiliriz.

Abbasîler döneminde ortaya çıktığı kabul edilen mukdîler, çingenelerin de içerisin­de olduğu bir dilenci çetesi veya mafyası diyebileceğimiz bir yapılanmanın yani Benî Sâsân (Sâsânî Oğulları) veya Sâsâniyyûn (Sâsânîler) adı verilen grubun edebiyatçıları­nı oluşturur. Çünkü araştırmacılardan Abdulğanî de Benî Sâsân'ın mükdîlerle eş an­lamlı olduğunu belirtir/5

Benî Sâsân Örgütü

Benî Sâsân (Sâsânî Oğulları) veya es-Sâsâniyyûn (Sâsânîler) kelimesinin kökeni ile ilgili birtakım görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan birisi de şu rivayettir: İran kralı Erde- şîr Behmen, oğlu Sâsân'ın yerine kızı Hamânî'yi tahta geçirdi. Bunun üzerine Sâsân uz­lete çekilerek züht hayatını tercih etti ve hayatını dağlarda koyun güderek devam ettir­di. Bunun üzerine halk bir şehzadenin çoban olmasını çok ayıpladı ve küçük düşürmek için ona çoban lakabı verdi. O zamandan beri halk içerisinde isyan edenlere; sihirbaz­lık, dilencililik ve yılan oynatıcılık gibi işleri yapanlara Benî Sâsân denilmiştir.26 Ayrıca Müslümanların İran'ı fethetmesi ile birlikte, buranın fakir, özellikle de dilenci kesimleri akın akın İslam şehirlerine gelmişlerdir ki,27 muhtemelen bunlara da Sâsânî denilmiştir.

Abbâsî döneminde Benî Sâsân'ın ilk olarak nasıl ortaya çıktığı ile ilgili kesin bilgi ol­mamakla birlikte el-Câhiz, İran asıllı Halid b. Yezîd'i tasvir ederken önemli bilgiler ver­mektedir. el-Câhiz'in onun mal varlığını kaybettiğinde çeşitli suç örgütü niteliği grup­lar içerisine döneceği şeklindeki ifadesi de bu grubun varlığına işaret etmektedir. el- Câhiz'in zikrettiği bu gruplar içerisinde, (Lübnan'da) Cebel'in haramileri (Saâlîk), Şam hırsızları, Zutt denilen çingeneler, Kürt reisleri, çöl haramileri, Bat Nehri28 civarının ka­tilleri; Kirman, Kîkân (Kîkâniyye) ve Kutr (Kutriyye) yani İran bölgesi hırsızları, maskeli haydutlar, el-Cezîre kasapları gibi değişik ırk ve bölgelerden insanlar bulunmaktadır.29 Halid b. Yezîd'in İran asıllı olması ve bu grubun reisliğini de yapması, onun bu organi­ze içerisinde yer aldığını, o dönemde adı açıkça zikredilmese de bu grubun Benî Sâ­sân olduğunu ortaya koymaktadır. Çok geçmeden mukdî şairlerinden el-Ukberî es- Sâsâniyye adlı kasîde yazmış ve kendisi de Benî Sâsân'ın Bağdat şehrindeki bir üye­si olmuş, daha sonra da reisliğe kadar yükselmiştir.30 Yine bu şairlerden Ebû Dülef de kendisini Zenci, ez-Zutt çingenelerine, mukdîler gibi gruplara nispet etmiştir.31 O dö­nemin nesir edebiyatçılarından Bedîu'z-Zamân el-Hemedânî32 ve onun mükemmel taklitçisi el-Harîrî33 makâmâtlarında bir makâmelerini es-Sâsâniyye olarak adlandırmış­lar; burada da dilencileri konu edinmişlerdir. Hacı Halîfe bunların yaptıkları hile ve kur­nazlıklar için İlmu hiyeli's-Sâsâniyye adını vermiştir.34

Clifford Edmund Bosvvorth da Ortaçağ'da Müslümanlar arasında yeraltı dünyası­nın bu kesiminin, dilenci, çingene, hırsız, yol kesici, eşkıya, şarlatan, hilebaz ve düzen­bazlardan oluştuğunu belirtmiştir.35 Bütün bunlar, o dönemin yeraltı dünyasını teşkil eden bu gurubun açıkça varlığını ortaya koymuştur.36

Genelde Benî Sâsân'ın büyük bir bölümünü İran tarafından gelen etnik gruplar ve çingene asıllılar oluşturmuştur.37 Zira biraz önce açıklandığı gibi İran tarafından hem İran asıllılar, hem diğer etnik gruplar, hem de çingeneler gelmişlerdir -çingenelerin Hindistan'dan batıya doğru gelirken İran yolunu takip ederek Arabistan'a da geldikle­ri ifade edilmiştir-.38 Yine Halid b. Yezîd'in de İran asıllı olduğunu belirtmiştik. O ken­disini “     jLsklÜ Ul = Ben gençliğimde çingene gibi dilenciydim” şeklinde tasvir etmiştir.39 Bunun yanında el-Câhiz de Zutt denilen çingenelere bu gru­bun içinde yer vermiştir. Ancak Benî Sâsân'ın içerisinde el-Ukberî gibi Temîm kabile­sinden olan Araplar da yer almıştır.40

Bu gruplar birbirlerini korur ve kollarlardı; aralarında da bir dayanışma vardı. Örne­ğin, zenginlerden ve üst tabakadan birisi, yol kesen eşkıyanın eline düştüğünde “ben mukeddîyim” der ve ellerinden kurtulurdu41 -bu ifade de onların organize olduğunu göstermektedir-. Çünkü bir mükeddî onların şehirdeki sözcüsü konumundaydı. Söy­ledikleri şiirlerle onları savunurlardı. es-Seâlibî dilenci şair el-Ukberî'nin çok güzel ko­nuştuğunu ve dilencilerin şairi olduğunu belirtmiş;42 muhtemelen bundan dolayı da Be­nî Sâsân'ın reisliğine getirilmiştir.43

Benî Sâsân'ın dilenci grubunun özellikleri ile ilgili birtakım tespitler yapılmıştır: Zeki, kendisine güvenen, çok cesur, çok gezen, şerli, kötülük yapabilir, sabırlı;44 zengin ve fakir herkesten para alır, nereye gitseler bir şeyler bulur, hangi gurubun içerisine girse­ler kaynaşır, hiç kimseden ne çekinir ne de korkar. Böyle bir hayattan lezzet alır ve hi­leler yapar;45 daha çok bulundukları yerin inancına göre davranış sergiler; özellikle çin­geneler çok iyi dans etmeyi bilir; insanları kandırmak ve onların paralarını alabilmek için her türlü hileye başvurur.4' Bir örnek verecek olursak: Rivayete göre Abbâsî dönemin­de bir dilenci, bir rahip elbisesi giyerek Samarra'ya gider, oradaki Türk komutanlara rü­yasında Hz. Peygamber'i gördüğünü ve kendisini bu Türk komutanların İslam'a davet ettiklerini söyleyerek onların önce güvenini kazanır, sonra da paralarını alır.47

Halid b. Yezîd, Benî Sâsân grubu içerisinde kalmış, bu grubun yaptığı her illegal iş­te yer alarak reisliğe kadar yükselmiştir.

Halid b. Yezîd

Dilenciliği

Halid b. Yezîd olabildiğince cimri, bir o kadar zeki, çok güzel konuşan edip bir di­lenci ve yaşadığı dönemde birçok kişinin biriktiremeyeceği bir mala sahip birisiydi. O dilencilerin reisliğine kadar yükseldi. Onun reisliği, dilencileri tanıyıp tanımadığı ile ilgi­li soruya verdiği şu cevabından anlaşılır:48

“Nasıl tanımam? Ben gençliğimde çingene gibi dilenciydim. Yeryüzünde ne kadar derviş kılıklı, kelli-felli yapışkan, efendimci, uyuz, çocuk hırsızı, şarkı söyleyerek dile­nen, sahte âmâ, palavracı dilenci varsa hepsi de elimin altındaydı. Otuz yıl sadaka ek­meği yedim. Dünyada Ebû Ka'b'a bağlı ve mükdî bütün dilencilerin bilgilisi oldum, hat­ta o zamanın (dilenci reislerinden) İshak bile bana itaat etti... ”

Ona göre mal biriktirmek için dilenilir ve biriktirilen malı dağıtmamak için de cimri­lik yapılır. Bundan dolayı dilenilerek biriktirilen servet dilenciye verilmez, ancak mec­bur kalınırsa en küçük değerde bir para vermekte sakınca yoktur. Şu olayda bu duru­mu görebiliriz: O bir gün tanımadığı Temîm Oğullarına misafir oldu. O sırada bir dilen­ci geldi. Yanlışlıkla dilenciye değeri büyük para (dirhem) verdi. Bunu fark ettiğinde di­lenciden parayı istedi ve geri aldı, onun yerine değeri küçük para (fels) verdi.49 Bir di­lencinin diğer bir dilenciye sadaka verdiği görülmüş müdür? Bu olay, Abbâsî döne­minde dilencilerin bu konudaki psikolojisini de ortaya koyar.

Halid b. Yezîd'e göre biriktirilen serveti korumak için tutumlulukla birlikte iradeye sahip olmak gerektiği gibi bütün hilelere de başvurulur. Onun bu tavsiyelerine kararlı­lıkla uyulursa sonuç alınacaktır. Zira o çok yer gezmiş, gün görmüş tecrübeli ve bilgi­li bir kişidir. Bu görüşlerini şöyle açıklar:

“Sana, ancak koruyabildiğinde yiyebileceğin bir mal bıraktım. Harcadığında ise yi­yecek hiçbir şeyin olmayacak. Sana miras bıraktığım en güzel iyilik olan gösterdiğim doğru tedbir ve ihtiyat, alıştırdığım tutumluluk, bıraktığım maldan daha hayırlıdır. Eğer malını koruman için her çözümü bulabileceğin kurnazlığı öğretseydim, sonra da sen­de onu koruyacak istek ve rağbet olmasaydı verdiklerimden yararlanamazdın...”50 Onun bu sözleri, Abbâsî döneminde bir dilencinin psikolojisini yani aşırı mal hırsını; bunu elde etmek için her şeyi mubah gören ve gözünü dünya malı bürümüş kapitalist bir insan tipini ortaya koymaktadır. Aslında bu, o dönemden günümüze kadar sadece dilenci değil, toplumun her kesimini sarmış bir psikolojik hastalığı teşhis etmektedir. Günümüzde doymak bilmeyen mal hırsı, insanları her türlü gayri meşru yollara sevket- mektedir. Bu hastalığın tedavisi için öncelikli olarak, dilenciler de içerisinde olmak üzere toplumda, dini, insani ve ahlaki değerleri önceleyen insan yetiştirme projelerinin hayata geçirilmesi gerekir.

Halid b. Yezîd babalık hakkı ile biriktirdiği servetin elde tutulması arasında önemli bir ilişki olduğunu belirtir yani babasının biriktirdiği serveti korumak, babalık hakkını yerine getirmektir. Ancak bazen bu servetin elinden çıkarılması için dış etkenlerin de rolü olabilmektedir. Örneğin bir baba, (kendisine göre iyi niyetle) biriktirdiği malın mi­ras yoluyla (malı kız çocuğa da taksim etmek suretiyle) parçalanmasını önlemek ama­cıyla vakfeder, hakimler de bu hileyi bilerek bu mala tedbir koyarlar ve sonra da ço­cuğun elinden malı almak için hemen harekete geçerler.51 Bundan dolayı o, oğluna böyle durumlara karşı dikkatli olmayı tavsiye eder. Bu anlayışa göre, insanın sahip ol­duğu serveti, özellikle de gayri meşru yollardan elde ettiği zenginliği koruyabilmek için yasaları ve yasaların boşluklarını; bunun için yapılacak hileleri iyi bilmek gerekir.

Onun parayı harcamamak yani elde tutmak için de ilginç gerekçesi vardı. O, para­ların üzerinde Allah, kelime-i tevhit, Allah'a tevekkülü ifade eden yazılar bulunduğu için parayı harcarsa Allah'ın kendisini korumamasından endişe ederdi.5" Bu durum, böyle insanların menfaatleri gereği dini değerlere önem verdiğini ve dini değerleri istismar ettiklerini ortaya koymakta; açıkça pragmatist bir düşünceye sahip olduklarını göster­mektedir.

Onun emanet anlayışı da dinin emrettiğinden farklıdır. Din, başkalarından alınan mal, vb. geri verilmek üzere alınan bir emanet olarak kabul ederken, o dilencilik yapar­sa başkalarının malının dünya emanetçisi olacağını, aksi takdirde kendisi başkalarına emanet mal bırakacağını53 yani parasını kaptıracağını ima etmekte ve böylece dilenci­liğin vazgeçilmeyecek bir meslek olduğunu anlatmaya çalışmaktadır.

Hâlid b. Yezîd kendisini çok bilgili, çok yer gezen ve o dönemde anlatılan hikâye­leri çok iyi bilen birisi olarak şöyle tanıtır:

“Ben karada, toprağın bittiği, denizde gemilerin en son uğradıkları yerlere kadar gittim. Zülkarneyn'i54 görmedim diye üzülme! (Ben yeterim) İbn Şerye'nin55 görüşlerini bırak. O, haberlerin yalnızca dış görünüşünü bilir. Eğer, Temîm ed-Dârî55 beni görmüş olsaydı, Rûm'u benden sorardı. Ben, bağırtlak kuşundan, Duaymis'den57 ve cesur Râ- fî b. Umeyr'den58 çok daha iyi yol-iz bilirim. Çölde devlerle yattım. Bir cinle evlendim. Hatiften gelen sese kulak verdim. Cinlerin semtine yöneldim, yarı insanlarla çarpıştım. Gorillerle konuştum, büyücüler arkadaşım oldu.”59 Onun bu sözleri biraz abartılı olsa da, çok iyi efsane ve kıssa bildiğini ortaya koymaktadır. Çünkü dilenci kıssacılar, in­sanların psikolojilerini çok biliyorlardı. Dolayısıyla onları etkileme yollarına çok iyi va­kıftılar. Böylece kendilerini çok bilgili, kültürlü bir kişiymiş gibi gösterirler ve ellerinde­ki paraları kolaylıkla alabilirlerdi.

İnsanların esrarengiz ve meçhule karşı olan merakı ve onları öğrenmeye olan arzu­su, falcılığın, büyücülüğün, kâhinliğin büyük ilgi görmesine neden olmuş, zamanla bu işi meslek haline getiren ve itibar gören insanlar olmuştur.60 Dolayısıyla Hâlid b. Yezîd de insanlardan para toplamak için sihirden, büyüden, el falından yıldız falına kadar her türlü falcılık, astroloji hakkında geniş bilgi sahibi olmuştur ki, şu ifadeleri bunu ortaya koymaktadır:

“...çizgilere bakarak, kuş sesini dinleyerek falcılık yapanların hilelerini ve ne düşün­düklerini, gaybı bildiğini söyleyenlerin desiselerini, avuç içlerine bakarak geleceği oku­duklarını iddia edenlerin dediklerini öğrendim. (Ayrıca) yıldız falı, kuş falı, çakıl taşı fa­lına61 ve bunlara nasıl bakıldığına da vakıf oldum.”62

a.   Halid b. Yezîd'e Göre Dilenci Sınıfları ve Metotları

el-Câhiz o dönemde birçok dilenci sınıfı olduğunu söyler. Halid b. Yezîd'in dilinden bu sınıflardan ve onların dilenmek için uyguladıkları metotlarından bahseder. Biz de burada günümüzdekilerle örtüşenleri ve metotlarını şöyle sıralayabiliriz:

el-Muhtarânî (derviş kılıklı): Derviş yani çok dindar olduğunu göstererek bu şekil­de elbiselerle dilenir. Ayrıca İran Şahı Bâbek zamanında müezzin olduğu için Bâbek'in (ceza olarak) dilini kökten kesmiş gibi gösterir. el-Câhiz bu durumu biraz da esprili ola­rak şöyle anlatır: “Esner gibi açtığı ağzında, dilini görmek mümkün değildir. Aslında, öküzün dili kadar dili vardır. Ben de, onun dilinin olmadığına inanmıştım.” Bu tür dilen­cilerin yanında, ne demek istediğini açıklayan birisi ya da hikayesini yazdığı bir kağıt mutlaka bulunur.63 Günümüzde de dilencilerin giyim kuşamı, dilenme de çok önemli bir fonksiyonu icra eder. Zira onlar, insanları acındırmak amacıyla eski, yırtık ve yıp­ranmış elbiseler giyerler.64 Ayrıca bu elbiseler, onların dindarlıklarını da gösterir. Böy- lece yardım edecek insanlar, verdikleri yardımın gerçek dini bütün insanlara ulaştığı­na inanmış olacaklardır. Örneğin, erkekler, dindarlık göstergesi olarak kabul edilen sa­kal bırakırlar, kadınlar da alabildiğince tesettüre girerler -burada kılık-kıyafetlerini inançlarına uygun olarak giyen herkesi tenzih ederiz-. Ayrıca bu insanların sağır-dilsiz gibi rol yaparak dilenmeleri, günümüzde de dilencilerin uyguladığı bir metot olmuş ve dilencilerle ilgili yapılan bir ankette, dilencilerin kullandığı metotlardan sayılmıştır.65

el-Kâğânî (Deli-Saralı Dilenci): Deli ve saralı numarası yaparak ağzından köpükler çıkarır. Geçirdiği sara krizi ya da cinnetin şiddetinden ötürü, kimse onun çaresizliğin­den şüphe duymaz. Hatta insan, nasıl olup da hala böyle bir hastalıkla yaşayabildiği­ne şaşar.66 Bugün de elinde hasta olduğuna dair rapor olan, çocuğunun ağzına mas­ke takarak lösemi hastası veya çeşit çeşit hastalıklara sahip olduğunu söyleyerek di­lenen insanları görebiliriz. Böyle rol yapan insanlar, gerçekten ihtiyaç sahibi hastalara yardımı engellemektedir.

el-Bânûvân (Efendimci dilenci): Kapının tokmağını çalar ve “efendim” diyerek dile­nir.67 Bu dilencinin kendisini köle gibi çok düşkün bir kişi olduğunu göstererek dilen­diği söylenebilir. Böylece o insanların merhametlerini celbedecektir.

el-Karasî (Uyuz dilenci): Geceleyin kolunu bacağını sıkıca sararak yatar. Bu organ­larına kan oturup şişince, kırmızı bir otu üzerine sürer, sonra da yağ damlatır ve üzeri­ne bez örterek bir tarafını açık bırakır. Bunu görenler onun uyuz hastalığına yakalandı­ğını sanırlar.68 Aynı şekilde günümüzde de bazı sakat veya özürlü insanların kol, bacak gibi sakat olan uzuvlarını göstererek sokaklarda dilendikleri görülür. Bir insanın sakat­lık derecesi ne kadar fazla ise dilencilikte daha fazla para kazandığı tespit edilmiştir.

el-Muş'ab veya Muşa'ıb (Çocuk hırsızı dilenci): İleride dilendirmek için yeni doğ­muş çocuğu kaçırarak gözünü kör eder, elini ayağını sakat bırakır; ya da bileğinden keser. Bazen de anne-babalar kendileri dilendirmek veya kiraya vermek için çocuğu bu şahsa getirip sakat bıraktırırlar.69 Günümüzde de bazı aileler çocuklarını dilendir­mek için onlara zarar bile verebiliyorlar. Bir zabıta müdürünün ifadesine göre, bazı ai­leler çocuklarının ayağına kaynar su dökerek yanmasına sebep oluyor, sonra da on­ları dilendiriyorlar.70 Bu amaçla çocuklar da kaçırtabiliyor. Bugün dünyada İLO'nun yaptığı bir araştırmada -2006 verilerine göre-, fuhuş dahil çeşitli amaçlarla yılda 1 mil­yon çocuk kaçırılıyor.71 Ülkemizde de dilencilik yaptırmak veya organ nakli için çocuk­ların kaçırıldığı bilinmektedir.

el-Avvâ (Şarkıcı Dilenci veya Bağırarak Dilenen): Dilenmeye, akşamla yatsı arasın­da çıkar. Sesi güzel ise bu işi şarkı söyleyerek yapar.7? Günümüzde dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde de olduğu gibi özellikle büyük şehirlerde sokaklarda ya çalgı ale­ti çalarak ya da şarkı73 veya ilahi söyleyerek dilenen birçok insan vardır. Örneğin iki ço­cuğu ile birlikte Siirt'e il dışından gelen bir aile, ilahi söyleyerek dilenirken yakalanmış­tır.74 Benzer bir durum İslam alemi için de geçerlidir. Kahire'yi tasvir eden bir yazıda bu gerçek şöyle dile getirilir “Kahire'de bir de yüksek sesle dualar okuyarak dolaşan dilenciler var tabii..”75

el-lstîl (Kör Taklidi Yaparak Dilenen): Bu insanlar, bazen gözünün hiçbir zaman görmediği, bazen de gözüne kara su indiği, bazen de gözüne perde indiği için görme­diği bahanesi ile dilenirler.76 Çevremizde de bu şekilde dilencilik yapanlar, kamera ka­yıtları ile haberlere ve mizahi özellik taşıyan filmlere kadar konu olmuştur. Bu şekilde dilenme, hiçbir zaman dilencilerin vazgeçmediği bir metot olmuştur.

el-Mezîdî (Palavracı Dilenci): Yanında paralarıyla dolaşır ve “Bunlar kadife kumaş almak için biriktirilmiş paralar, (eksiği tamamlamak için )Allah rızası için biraz daha ve­rin” der. Bazen bulduğu bir çocuğu sırtında taşır. Bazen de kefen parası ister.77

el-Müstariz (Düzgün Kılıklı Beyefendi Dilenci): Düzgün bir kılıkla itibarlı bir kişiymiş gibi dolaşır; dilenirken utanıyormuş ve tanınmaktan çekiniyormuş gibi yapar; bundan dolayı da kısık sesle konuşur.78 Günümüzde az rastlanmakla birlikte, düzgün görü­nümlü, şık kıyafetli kişiler, arabalarının benzinlerinin bittiği veya cüzdanlarını kaybettik­lerini ileri sürerler. Böylece onlar insanları dilenmediklerine ve gerçekten yardıma muh­taç olduklarına inandırmaya çalışırlar.79

el-Câhiz bunlardan başka diğer dilencilerden bahseder ve kitabına alamadığı bir­çok dilenci sınıfları olduğunu da belirtir.80 O dilenci olduğunu açıkça söylemese de Bu- halâ'da geçen diğer bir dilenci de, Hâlid b. Yezîd'în kölesi Ebû Sâid el-Medâinî'dir.

Ebû Saîd el-Medâinî

Hâlid b. Yezîd'în iki kölesinden birisi de Ebû Sâid el-Medâinî'dir. el-Medâinî efen­disi Hâlid b. Yezîd'în yolundan giderek zengin olmuştur. Bu parasıyla tefecilik de yap­mıştır. el-Câhiz de onu muînînden yani faizle para verenlerden saymıştır. Anlatılana göre, Basra'da bir adama her gün beş dirhem ödemek şartıyla borç vermiş, bu bor­cunu almak için de her gün şehre uzak Hureybe Mahallesi'ne gitmiştir.81 Yine bir gün borç ödemesini zamanında yapmayan bir şahsa çok az bir kârla para verdiğini söyle­miştir.82 Bu olay, Abbasî döneminde tefeciliğin yapıldığını ve dilencilikle ne kadar ya­kın ilişkisi olduğunu göstermektedir. Bugün de mafya ve çetelerin en büyük rant kay­nağının tefecilik olduğunu bilmeyen yoktur. Daha birkaç ay önce Niğde'de dilencilik yaparak kazandığı paraları faizle başkalarına verdiği iddia edilen bir kişinin alacağını tahsil edemediği için bir bina görevlisini darp ettiği haberi, gazetelerde yer aldı.83

O dilenciliğinin yanında evini çöp eve dönüştüren birisiydi. O mahallenin çöpünü evine getirtir ve değerli olanları seçer alır, en küçük parçasına kadar değerlendirirdi.84 Zaman zaman TV haberlerinde izlediğimiz çöp evlerin tarihinin asırlarca öncesine da­yandığını ifade edebiliriz.

el-Câhiz ed-Dârderîşî gibi dilenci kovand5 ve Hâlid b. Safvân gibi dilenciye şaşırtıcı cevap veren cimrilerden de bahseder.86

el-Câhiz'in Etkisi

el-Câhiz o dönemin dilenciliği hakkında çok önemli bilgiler verdiği gibi, Hâlid b. Ye­zîd şahsında anlattığı hikâye ile, kudye ve makâme edebiyatının oluşmasına âdeta ze­min hazırlamıştır. Bu tür, biraz önce belirttiğimiz gibi daha ileriki dönemlerde Bedîu'z- Zamân el-Hemedânî ve el-Harîrî'nin elinde mükemmel olgunluğa ulaşmıştır.87

SONUÇ

İslam tarihinin önemli çağlarından birisi olan Abbâsîler döneminde, özellikle el-Câ- hiz'in yaşadığı ikinci dönemde, halk sınıfları arasında adil paylaşım olmaması ve dev­letin ekonomik yapısının da bozulmasıyla yaşam tarzları açısından korkunç bir uçurum meydana gelmiş, halk çeşitli geçim yollarına başvurmuş, bir kısmı da en kolay geçim yolu olarak dilenciliği seçmiştir.

O dönemde dilenciliği bireysel olarak yapanlar olduğu gibi ancak mafya tarzı yeraltı örgütü diyebileceğimiz Benî Sâsân adında bir grup da ortaya çıkmıştır. Bu grubun çıkış tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, bu şekilde dilenciliği öven ve savunan Kudye yani dilenci edebiyatını ilk olarak el-Câhiz'in yapması, bu dönemde çıkmasının kuvvet­le muhtemel olduğunu göstermiştir. Bu dilenci edebiyatçılara mukdî-mukeddî denmiş­tir. Bunlar hem dilenmişler hem de içerisinde bulundukları örgütün sözcüsü olmuşlardır.

Bu organize Benî Sâsân çetesi, İranlı ve çingenelerin başını çektiği, Kürt aşiret re­isleri, çöl hırsızları gibi gruplardan oluşan ve gayri meşru işi yapan bir örgüt olarak ta­nınmıştır. el-Câhiz'in tahkiye ettiği Halid b. Yezîd de İran asıllı mukdî bir dilencidir, el- Câhiz'e göre o, bu örgütün yaptığı başta dilencilik olmak üzere, hırsızlık, gasp gibi bü­tün bu işlere bulaşmış, onların bütün hilelerini kullanmış, reisliğe kadar yükselmiş, so­nuçta çok zengin olmuştur.

el-Câhiz onun bu zenginliği kaybetmemek için ölüm döşeğinde bile olsa oğluna di­lencilikle ilgili tavsiyeleri olduğunu, tavsiyelerinin en başında cimrilik, aşırı tutumluluk ve dünya malı biriktirme hırsı geldiğini belirtmiştir. O, daha sonra tekrar fakirliğe düşme­mek için sadaka vermemiş, verse bile en değersiz parayı vermiş, iradesine sahip ola­rak tutumlu olmuş ve savurganlık yapmamıştır. Böylece el-Câhiz onu, kazandığı malı tekrar kaybetmekten korkan gözünü dünya malı ve hırsı bürümüş psikolojik açıdan hasta biri olarak tasvir etmiştir. Ona göre bu dilenci, bu malı biriktirmek için insanların ilgisini çeken hikaye anlatıcılığından fal bakmaya kadar birçok yeteneğe sahip olduğu gibi, malı kaybetmemek için yasalar ve boşluklarını da çok iyi bilen birisi olmuştur.

el-Câhiz o dönemde derviş kılıklı, deli-saralı, çocuk hırsızı olmak üzere birçok di­lenci sınıfları ve metotlarından bahseder. Bu sınıflar ve metotlarının günümüzdeki di­lenci ve sınıflarının birçoğu ile aynı olduğu görülmüştür.

el-Cahiz o dönemde dilencilerle ilgili hangi tedbirler konmuş, bundan bahsetmez. Ancak dilencilere tepkide bulunan cimrilerden söz etmiştir. Aslında o dönemin dilen­ciliğinin sosyolojik bir vakıa olarak fotoğrafını çıkartmaya çalışmıştır.

el-Cahiz'in bu edebî eserinde dilencilik gibi sosyolojik bir olgunun yer alması, onunla ilgili dikkate değer bilgilerin verilmesi ve yer yer psikolojik tahlillerin yapılması, çok önemli bir teşebbüs olarak kabul edilmelidir.

Dipnotlar

Abbâsî dönemi edebiyatçısı el-Câhiz, 150-255/767-869 yılları arasında yaklaşık bir asır ömür sürmüştür. Küçük yaştan itibaren ilim öğrenmeye karşı şiddetli arzusu olan el-Câhiz, gençliğini ilim öğrenmekle geçirdi. O, Halîl b. Ahmed, Sîbeveyh, Ebû Ubeyde Ma'mer b. Musennâ gibi seç­kin ilim adamlarından İslam ilimleri, edebiyat, şiir ve tarih dersleri aldı. Ayrıca çöl Araplarına gi­derek fasih Arapça öğrendi. Hocaları arasında Mutezile mezhebine mensup âlimler olması sebe­biyle Mutezile mezhebinin görüşlerinin benimseyerek Basra Mutezile ekolünün temsilcisi oldu. Daha sonra fikirleri el-Câhiziyye diye anılan bir topluluk tarafından benimsendi. Onun 350 kadar telif ettiği eserden 20 kadarı tam, 40 kadarı eksik olarak bize ulaştı. Hayatı ve eserleri hakkında daha fazla bilgi için bk. el-Huseyn b. Ali el-Mes'ûdî, Murûcu'z-zeheb, thk. Muhammed Muhyid- dîn Abdulhamîd, el-Mektebetu'l-asriyye, Beyrut, ts., IV, 195-196; İbn Hacer, Lisânu'l-mîzân, Dâ- ru'l-fikr, Beyrut 1408/1988, IV, 357; Yâkût b. Abdullah el-Hamevî,, Mucemu'l-udebâ, Dâru'l-fikr, Beyrut, 1400/1980, XVI, 106-110; Ahmet Cevdet, Kısas-ı Enbiya veTevarih-i Hulefâ, haz. Mahir İz, IV, 222, Ankara, 1985; CorcîZeydân, Târîhu'l-âdâbi'l-luğati'l-Arabiyye, Kahire, ts., II, 170-171; Clement Huart, Arab ve İslâm Edebiyatı, çev. Cemal Sezgin, TİSA Matbaacılık, Ankara, ts., s. 213 - 215; Muhammed Abdulmun'im Hafâcî, Eb->û Osmân el-Câhiz, Dâru'l-kitâbi'l-Lubnânî, Beyrut 1982, s. 43-202; “Câhiz”, İA, III, 12-14; Ramazan Şeşen, “Câhiz”, DİA, İstanbul, 1993, VII, 20-24.

Günümüz Türkiye'sinde de dilencilik oldukça yaygınlık kazanmıştır. Aslında Abbâsîler ve Türki­ye, sosyal, ekonomik vb. yönlerden incelendiğinde aralarında benzerlikler olduğu görülecektir. Çünkü benzer nedenlerin benzer sonuçlar doğuracağı ifade edilir (bk. Nevzat Güldiken- Mehmet Aslan, “Küreselleşme ve Ulusallığın Diyalektik Etkileşimi I”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Sivas 2006 Cilt 7, Sayı 2, s. 189).

Dayf, Şevkî, el-Asru'l-Abbâsî es-sânî, Dâru'l-meârif, Kahire, ts., s. 53-62; Sa'd, Fehmî, el-Âmme fî Bağdâd, Dâru'l-muntehâbi'l-Arabî, Beyrut, 1413/1993, s. 310, 320-321.

Abbasîlerin hüküm sürdükleri dönem zarfındaki siyasî ve edebî faaliyetler şu dört dönemde mü­talaa edilmektedir: Birinci Abbasî Dönemi: 132/750'de Ebu'l-Abbâs es-Seffâh ile başlayıp 232/847'de el-Mütevekkil'in halife olmasına kadar devam eder. İkinci Abbasî Dönemi: el-Müte- vekkil'in hilafeti ile başlayıp 334/945'de Büveyhîler'in Bağdat'a girişine kadar sürer. Üçüncü Ab­basî Dönemi: Büveyhîler'in Bağdat'a hâkimiyetinden 447/1055'de Selçukluların Bağdat'a girişi­ne kadar devam eder. Dördüncü Abbasî Dönemi: Selçukluların Bağdat'a girişi ile başlar ve Bağ­dat'ın 656/1258'de Moğolların eline düşmesine kadar devam eder. (bk. Ahmet Savran, Abbasî Devletinde Sûlîler ve Abû Bekr es-Sûlî, AÜFEF, Erzurum, 1986, s. 2; Kenan Demirayak, Abbasî Edebiyatı Tarihi, Şafak Yay., Erzurum, 1998, s. 2-3).

Dayf, age., s. 53-62; Sa'd, age, s. 310, 320-321. Rivayete göre bu kesim arasında o derece fa­kirlik vardı ki, onlar tatlının nasıl olduğunu dahi bilmezlerdi (bk. Sa'd, age, s. 310). Bundan dola­yı, fakir kesimin bir kısmı, geçinmek için hırsızlığa, asalaklığa (tufeylîliğe); diğer bir kısmı bir lok­ma bir hırka ilkesiyle züht hayatına kendilerini verdiler (bk. Sa'd, age, s. 310). Muhammed Receb en-Neccâr halkın bir kısmının sefalete düşmesini ve yöneticilerin de halkın ihtiyaçlarını göz ardı etmesini, eğlenceye düşkünlüklerine, asker ve bürokratların anlayışsızlığına, dinden uzaklaşma­larına bağlamıştır (M. Receb en-Neccâr, Hikâyâtu'ş-şattâr ve'l-ayyârîn, Âlemu'l-marife, Kuveyt 1981, s. 5).

Abbâsîler döneminde, düğün yemeğine veya benzeri ziyafetlere davetsiz katılmaya asalaklık (te- tafful); böyle yemek ve davetlere katılana da asalak (tufeylî) denmekteydi (bk. İbn Manzûr, Lisâ- nu'l-Arab, Dâru sâder, Beyrut 1414/1994, XI, 404 - md-).

Sa'd, age, s. 319. Bu asalaklardan birisi de Bunân et-Tufeylî idi. Onun Basra'ya giderek orada bu işin mafyalığını yapan bir çete reîsinin emrine girdiği rivayet edilmiştir (bk. Hatîb el-Bağdâdî, Kitâbu't-tatfîl ve hikâyâti't-tufeyliyyîn fî ahbârihim ve nevâdiri kelâmihim ve eş'ârihim, thk. Abdul­lah Abdurrahîm üseylân, Cidde 1406/1986, s. 161; Şihâbeddîn el-Akfehsî, Oburlar, çev. Savaş Kocabaş, İstanbul 2001, s. 119 - 120).

Haşan İsmail Abdulğanî bu edebiyatı, şairleri ve tasvir ettikleri konuları ele alan Zâhiretu'l-kudye (Kudye Edebiyatı Olgusu) adında bir tez hazırlamış ve bu çalışma neşredilmiştir (Mektebetu'z- zehrâ, 1411/1991). Ayrıca bu konuda başka çalışmalar da yapılmıştır.

“el-Kudye ve'l-mukdûn”, Erişim [http://thawra.alwehda.gov.sy/_print_veiw.asp? FileName= 10369550932007 0314221756], Erişim Tarihi: 21/04/2008. Bedîu'z-Zamân el-Hemedânî ve Ha- rîrî Makâmât adlı eserler telif etmişlerdir. Bu eserler makâmelerden oluşur. Makâme ise, bir top­lantıda anlatılan, genellikle bir oturumluk olup daha çok dilencilerin maceralarını konu edinen eğitici ya da eğlendirici özelliği bulunan bir yazı türüdür. Yazarın, hayalî bir kişinin -râvî- ağzın­dan olayları anlatması, konusunun basit, buna karşılık üslubunun ince, edebî sanatlarının çok, di­linin oldukça ağır ve sicili oluşu, kelime bakımından zenginliği, atasözleri, hikmetli sözleri ve Arapçada ender kullanılan klasik sözcükleri içermesi, daha çok şiirle bitişi ve bir kahramanı olu­şu, bu türün belli başlı özellikleridir (bk. Bedîu'z-Zamân el-Hemedânî, Makâmât, tere. Rahim Er, MEB, İstanbul 1994, s. 27).

Metin Kutusu: 10-el- el-Âlî, Neîme Binabid, “Fi'l-bed'i kâneti'l-hîle”, Erişim [http://a.amaaz.free.fr/ portail/in- dex.php?option= com_content&task=view&id= 359&ltemid=311], Erişim Tarihi: 26/04/2008, s. 12.

el-Câhiz, el-Buhalâ, thk. Tahâ el-Hâcirî, Dâru'l-Meârif, Kahire, ts., s. 46, 267-268. en-Neccâr, age, s. 5.

el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 37. el-Buhalâ Yahya Atak tarafından Türkçeye Cimriler Kitabı adıyla çev­rilmiştir (Şule Yay., İstanbul, 1999).

Şeşen, Ramazan, “Cahiz”, DİA, İstanbul, 1993, VII, 23; Demirayak, Kenan - Çöğenli, M. Sadi, Arap Edebiyatında Kaynaklar, AÜFEF Yay., Erzurum, 1995, s. 4.

Demirayak-Çöğenli, age, s. 4.

Dilenci Hâlid b. Yezîd'i, Abbâsî dönemi şair ve katiplerinden olan Hâlid b. Yezîd el-Kâtip (ö. 269/883) ile (bk. Yakût, age, I, 47-52; Mehmet Aykaç, “Hâlid b. Yezîd el-Kâtip”, DİA, İstanbul 1997, XV, 292) İslam toplumunda ilk tercüme hareketini başlatan ve kimya ilminin öncülerinden sayılan Emevî emîri Hâlid b. Yezîd b. Muâviye'yle karıştırmamak gerekir (bk. Muhammed Abdul- kâdir Hureysât, “Hâlid b. Yezîd b. Muâviye” DİA, İstanbul 1997, XV, 292-293).

Mühelleb b. Ebî Sufre (ö. 82/702) Mühellebîler soyunun atası sayılmakta ve o soydan gelenlere Benî Mühelleb veya el-Mehâlibe denmektedir (bk. İrfan Ayçan, “Mühellebîler”, DİA, İstanbul 2006, XXXI, 513-514). el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 46.

Bosworth, Clifford Edmund Bosworth, The mediaeval Islamic underworld : the Banu Sasan in Arabic society and literatüre, Leiden: Brill 1976, s. 19.

Yâkût, el-Câhiz'in el-Buhalâ'da anlattıklarının aynısını tekrar eder, yeni bir bilgi sunmaz. Daha geniş bilgi için bk. Yâkût, age, I, 42-47. el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 46-53.

Asım Efendi, Okyanus - Kamus Tercemesi, Cemal Efendi Matb., İstanbul 1305, IV, 1148.

Necm, 53/34.

İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-azîm, Kahraman Neşr., İstanbul 1985, VII, 439; Kurtubî, el-Câmi li- ahkâm'l-Kur'an, Dâru ihyâi't-turâsi'l-Arabî, Beyrut 1405/1985, XVII, 112; Abdulğanî, age, s. 20- 21, dipnot 1.

Abdulğanî, age, s. 23.

Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, MEB, İstanbul 1991, III, 828; el-Bustânî, Butrus, Dâire- tu'l-meârifi'l-İslâmiyye, Dâru'l-marife, Beyrut, ts., IX, 378; Abdulğanî, age, s. 23. Sâsân kelime­sinin İran krallarına verilen lakap olduğu da belirtilir (bk. Abdulğanî, age, s. 23). İbn Manzûr Sâsân ın İran Kralı Kisra'nın ismi Ebû Sâsân ise onların künyesi olduğunu ve bu şahıslara da dilen­dikleri için Benî Sâsân dendiğini söyler (bk. İbn Manzûr, age, VI, 109, - md.-). Zebîdî ise bu kelimenin Fars bölgesinden geldiğini belirtir (Zebîdî,Tâcu'l-arûs, thk. Ali Şîrî, Dâru'l-fikr, Bey­rut 1414/1994, VIII, 323, - md.-). Muhammed Abduh Hemedânî'nin Makamatı'nın şer­hinde Sâsân kelimesinin İran krallarından alındığını ve onları aşağılamak için kullanıldığını belir­tir. İran fethedildikten sonra onlar Müslümanların ellerine düşmüşler, oradan oraya sürgün edi­lmişler ve babalarının adıyla aşağılamak amacıyla bu isim verilmiştir (bk. Bedîu'z-Zamân el-He- medânî, Makamat, tahk. Muhammed Abduh, Dâru'l-meşrik, Beyrut 1986, s. 92; Abdulğanî, age, s. 23-24.)

27-     el-Hemedânî, age, çev. Rahim Er, s. 23.

28-     Bat Nehri, (bugün İran sınırları içerisinde yeralan) Ahvaz şehrindedir (bk. Muhammed b. Haşan es-Sâğânî, el-Ubâbu'z-zâhir ve lubâbu'l-fâhir, Erişim [http://islamport.com/d/3/lqh/Erişim Tarihi1/40/217.html, I, 234]

29-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 49-50. Ayrıca bk. Bosworth, age, s. 19.

30-     es-Seâlibî, Yetîmetu'd-dehr fî mehâsini'l-asr, Dâru'l-kutubi'l-ilmiyye, Beyrut 1983, III, 137. Ayrı­ca bk. Ahmed el-Huseyin, “Ahnef el-Ukberî: Şâiru'l-mukdîn ve'l-mıtesevvilîn”, Erişim [http://www.dahsha.com/viewarticle. php?id=28718], Erişim Tarihi: 16/07/2008, s. 1.

31-     es-Seâlibî, age, III, 414-436; en-Neccâr, age, s. 74-75; Abdulğanî, age, s. 24-25.

32-     el-Hemedânî, age, s. 92 vd. el-Hemedânî es-Sâsâniyye makâmesi ile birlikte 26 makamede di­lencilik konusunu işlemiştir.

33-     Harîrî, Makâmât, çev. Sabri Sevsevil, MEB, İstanbul 1952, s. 375 vd.

34-     Katip Çelebi, Keşfu'z-zunûn an esâmi'l-kutub ve'l-funün, neşr. M. Ş. Yaltkaya-R. Bilge, MEB, İstanbul 1360/1941, I, 694-695.

35-     Bosworth, age, s. VII. Hem dilencilik yapan hem de her türlü serserilik ve kanunsuzluğu yapan insanlar, çoğu zaman ayrı düşünülmemiş, zira her iki kesimde topluma benzer zararlar vermiş­lerdir (bk. Par Julien Damon, “Serserilik ve Dilencilik”, çev. Derviş Kara, Erişim [http://www.egm.gov.tr/egitim/dergi/eskisayi/ 39/web/ceviri/Dervis_Kara.htm], Erişim Tari­hi^ 4/03/2008.

36-     el-Âlî, agm, Erişim [http://a-amaaz.free.fr/ portail/index.php?option=com_content &task=vi- ew&id= 359&ltemid=311], Erişim Tarihi: 26/04/2008, s. 9. Türkiye'de bir lisede (Ankara Yeşilöz Lisesi) dilencilerle ilgili yapılan ankette, bir kısım dilencilerin grup halinde bu işi yaptıklarını ve sa­dece para dilenmekle kalmayıp hırsızlık, gasp, cinayet gibi suçları işledikleri; ayrıca illere dışar­dan grup halinde gelen dilencilerin, mafya tarzında bu işi yaptıkları ortaya konmuştur. Bu tarz di­lenciliği yapmak için boş arazilere kurulan derme çatma çadırlar kurmuşlar, sonra sabah erken saatlerde dilencileri buralardan toplamışlar; arabalarla belirlenen noktalara dağıtarak yapmışlar­dır. Dilenme süresi boyunca dilenciler, bu kişiler tarafından sürekli kontrol altında tutulmuştur, (bkz. http://www.liseyesiloz.com/alan_dosyalar/page0030.htm). Bu çetelerin topladığı para ise, doğal olarak her türlü yasadışı girişimin sermayesi yapılabilmiştir (bkz. Turgay Bahti­yar, http://www.edebiyatdefteri.com/index.asp?istek=tum_yazilar&k=detay&yazi_id=1281.).

37-     Ayrıca bu guruplar, ğacar ( ), never ( ), kâvuliyye (               ) gibi isimlerle de anıl­mışlardır (bk. Muzdevir, agm, Erişim [www.aljahidhiya.asso.dz/Revues/tebyin-26/dirassat.doc], s. 9. Türkiye'nin çeşitli bölgelerinde çingenelere roman, cingan, elekçi, esmer vatandaş, poşa, abdal, domlar, lomlar, mırtipler gibi farklı isimler verilmiştir (bkz. Erişim [http://tr.wikipe- dia.org/wiki/Romanlar], Erişim Tarihi: 17/07/2008; Erişim [http://www.cingeneyiz.org/cingene- lerkimdir.htm], Erişim Tarihi: 20/07/2008.

38-     Romanlar veya halk arasındaki tabirle Çingeneler, Hindistan'ın Pencap-Sind nehir havzası bo­yunca Pakistan ve Afganistan'ın da içinde bulunduğu bölgelerden geçerek İran ve Anadolu üze­rinden dünyaya yayılmış Hint-Avrupa kökenli halkın adıdır (bk. Erişim [http://tr.wikipedia.org/wi- ki/Romanlar]; Büyük Larousse Ans., Gelişim Yay., İstanbul 1986, VI, 2737). Onların Hindistan'da dünyaya dağılması ile ilgili şöyle bir olay anlatılır: Rivayete göre, İran kralı Behram, Hind kralı Şankur'dan kendisini halkı eğlendirmesi için müzik aletleriyle birlikte beş bin kişi göndermesini ister. O da bu konuda mahareti olan çingene kabilesini gönderir. Bir süre bu kabile, kral ve halk yanındaki ilgisini kaybedince İran'dan göçmeye karar verir; buradan Arabistan, Rusya, Anadolu vb. yerlere göçerler (bk. Ahsen Muzdevir, “en-Nakdu's-sekâfiyyu'l-mukârin”, Erişim [ www.alja- hidhiya.asso.dz/Revues/tebyin-26/dirassat.doc], s. 9.

39-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 46.

40-     el-Huseyin, agm, Erişim [http://www.dahsha.com/viewarticle.php?id=28718], 16/07/2008, s. 1.

41-     es-Seâlibî, age, III, 137; en-Neccâr, age, s. 298.

42-     es-Seâlibî, age, III, 137. Ayrıca bk. el-Huseyin, agm, Erişim [http://www.dahsha.com/viewartic- le.php?id= 28718], Erişim Tarihi:16/07/2008, s. 1.

43-     el-Âlî, agm, Erişim [http://a.amaaz.free.fr/ portail/index.php? option=com_content& task=vi- ew&id=359& ltemid=311,] Erişim Tarihi: 26/04/2008, s. 9.

44-     en-Neccâr, age, s. 301.

45-     en-Neccâr, age, s. 298.

46-     el-Âlî, agm, Erişim [http://a.amaaz.free.fr/ portail/index.php? option=com_content& task=vi- ew&id=359& ltemid=311,] Erişim Tarihi: 26/04/2008, s. 2.

47-     et-Tenûhî, Ebû Ali el-Muhassan, Neşvâru'l-muhâdara ve ahbâru'l-muzâkare, thk. Abbud eş-Şâ- licî, yy., 1393/1983, VIII, 272-274; Sa'd, age, s. 322. el-Hemedânî Makâmât'ında kahramanın kurnazca fikirlerle insanlardan nasıl para topladıklarını sık sık dile getirir (bk. Margolioth, agmd., İA, V/1, 426; el-Hemedânî, age, tere. Rahim Er, s. 26).

48-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 46-47.

49-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 46.

50-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 47.

51-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 48-49.

52-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 51.

53-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 49.

54-     Kur'an'da Ye'cûc ve Me'cûc kavmine karşı korunmak amacıyla set yapan, ancak gerçek kimliği hakkında peygamber de olmak üzere çeşitli rivayetler ileri sürülen büyük bir şahsiyettir. Daha ge­niş bilgi için bk. Kehf, 18/83-89; Zemahşerî, el-Keşşâf, Edebu'l-Havze, yy., ty.; II, 742-745; El- malı'lı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Naşr., İstanbul 1979, V, 3282 vd.

55-     ibn Şerye'nin asıl adı Ubeyd b. Şerye el-Curhumî'dir. Cahiliye ve İslam dönemine idrak etmiş; Arapların rivayet, nesep, hitabet, riyaset, hikmet vb. konularla ilgili bilgisi ile meşhur olmuş ve Muâviye dönemine kadar yaşadığı da bildirilmiştir (bk. el-Câhiz, Kitâbu'l-Hayavân, neşr. Abdus- selam M. Hârûn, Dâru ihyâu't-turâsi'l-Arabî, Mısır, 1384-89/1964-69, I, 336, 365; el-Câhiz, el- Buhalâ, s. 312.)

56-     Temîm ed-Dârî olarak bilinen Temîm b. Evs b. Hârice'nin mensup olduğu Abduddâr kabilesi, bu­günkü Ortadoğu civarında yani o zamanki Bizans (Rûm) bölgesine yakın oturuyordu. Dolayısıyla Temîm ed-Dârî o bölgeyi çok bilen birisiydi. Ayrıca o dönemde kıssacılar onun cinlerle ilgili efsa­nelerini de sık sık anlatırlardı, (bk. el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 312-313; İbn Asâkir, Tehzîbu Târîhi Di- maşk el-kebîr, haz. Abdulkadir Bedrân, Dâru ihyâi’t-turâsi'l-Arabî, Beyrut, 1407/1987, III, 347 vd.)

57-     Duaymîs, çölde çok iyi rehberlik yapan birisiydi. Onun bu konudaki mahareti “Duaymîs'den çöl­de daha iyi yol gösteren” şeklinde atasözlerine kadar konu olmuştur, (bk. Ebu'l-Fadl Ahmed b. Muhammed el-Meydânî, Mecme'u'l-emsâl, tahk. Naîm Hüseyin Zerzûr, Dâru'l-kutubu'l-ilmiyye, Beyrut, 1408/1988, I, 348; el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 313).

58 - Rafi b. Umeyr et-Tâî, Hz. Ömer zamanında çölde rehberlik yapardı (bk. el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 313.).

59-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 47. Benî Sâsân reislerinden el-Ukberî de kadınların fallarına bakardı. An­cak o çok iyi fal bilmediğini, bunu sadece dilenmek için yaptığını söylerdi (el-Âlî, agm, Erişim [http://a.amaaz.free.fr/portail/index.php?option=com_content&task=view&id=359&ltemid=311], Erişim Tarihi: 26/04/2008, s. 10.

60-     Aydın, agmd, XII, 134.

61-     el-Câhiz'in yaşadığı Abbâsî döneminde yaygın olan bu falların bir kısmı hakkında kısa kısa bilgi vermek yerinde olacaktır. Yıldız Falı (horoscopy): insanın doğduğu günü dikkate alarak o günkü göğün durumu, yıldızların konumu ve insan üzerindeki etkilerinden hareketle onun kaderi hak­kında yorum yapma işidir. El Falı (chiromancy): Eldeki çizgilerden kişinin geleceğini okuma işidir. Kuş Falı (ornithomancy): Kuşların uçuş şekli ve seslerinden bir anlam çıkarmak suretiyle gelecek hakkında bilgi verme işidir (bk. Mehmet Aydın, “Fal”, DİA, İstanbul 1995, XII, 135).

62-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 47.

63-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca bk. Bosvvorth, age, s. 36.

64-     el-Hemedânî makâmelerindeki kahramanı Ebu'l-Feth el-İskenderî'nin dilenmesinde daha etkili olması için elbiselerini çok eskimiş ve yıpranmış olarak tasvir etmiştir (bk. el-Hemedânî, age, tere. Rahim Er, s. 32 ).

65-     Erişim [http://www.liseyesiloz.com/alan_dosyalar/page0030.htm,.]

66-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca bk. İbrahim b. Muhammed el-Beyhakî, el-Mehâsin ve'l-mesâ- vî, Dâru ihyâi'l-ulûm, Beyrut 1407/1988, s. 648; Bosworth, age, s. 36.

67-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 51-52. Ayrıca bk. Bosworth, age, s. 37.

68-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. el-Beyhakî bu dilenciyi el-Karaşî olarak adlandırır (bk. el-Beyhakî, age, s. 648).

69-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca bk. el-Beyhakî, age, s. 648; Bosworth, age, s. 37-38.

70-     Erişim: [http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=132016], Erişim Tarihi: 23/10/2004.

71-     Erişim: [http://www.bianet.org/kadin/kategori/kadin/80972/dunya-kupasinda-insan-kacakciligi- uyarisi.] Özellikle fuhuş sektörü varlığını sürdürmek için organize olarak çalışmış, öteden beri di­lencilerden de yararlanmışlardır. 28 Ekim 1900 tarihli Sabah Gazetesi'ne göre Osmanlı dönemin­deki dilenciler dört sınıfa ayrılmakta ve bunlar çocuklar, genç kızlar ve velisiz kadınlardan oluş­maktadır. Bunlardan dilenen bazı genç kızların dilencilik maskesi altında fuhuş yaptığı vurgulan­maktadır (bk. “OsmanlI'da Dilencilik”, Erişim [http://tr.wikipedia.org/wiki/Os- manl%C4%B1 %27da_dilencilik]. Günümüzde de dilencilik yapan bir kısım kadınlar aynı şekilde suçlanmışlardır. Muş'ta bir grup dilenci kadın, fuhuş yaptıkları iddiasıyla Belediye zabıta ekiple­rince yakalanmışlardır (Erişim [http://www.kenthaber.com/Arsiv/Haberler/2006/Agustos/01/Ha- ber_155728.aspx],

72-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca bk. el-Beyhakî, age, s. 649; Ayrıca bk. Bosworth, age, s. 39.

73-     Böyle bir şarkıcı hakkında internete şöyle bir yazı düşmüştür: “Elinde akordeonuyla vals şarkıla­rı çalan bir dilenci-müzisyendi o aslında. Öğlen 2'de, sıcakta bizim daracık sokaklarımızı teker teker dolaşan, hem başkalarını memnun etmeye çalışırken bile, yüzünde gizlenmeye çalışan hüznü çok da başka yerlere iteleyemiyordu...” (bk. Erişim [http://tugceozsoy.blogs- pot.com/2007/08/sokak-aras.html], Erişim Tarihi: 11/07/2008)

74-     Erişim: [www.siirttesonsoz.com/sss/haberdetay.asp?bolum=262&uyeid=0 - 95k.]

75-     Akagündüz, Ülkü Özel, “Kaotik şehir Kahire”, Aksiyon Haftalık Haber Dergisi, yıl: 14, sayı 710.

76-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca bk. el-Beyhakî, age, s. 648, 649; Bosworth, age, s. 39.

77-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca bk. el-Beyhakî, age, s. 649; Bosworth, age, s. 39-40.

78-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 53. Ayrıca bk. el-Beyhakî, age, s. 649.

79-     Bahtiyar, agm, Erişim: [http://www.edebiyatdefteri.com/index.asp?istek=tum_yazilar&k=de- tay&yazi_id=12813.]

80-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 52-53. el-Beyhakî, el-Câhiz'in zikrettiği ve yer vermediği dilenci sınıflarınıda zikreder. Daha fazla bilgi için bk. el-Beyhakî, age, s. 647-649. Ayrıca Ebû Dulef el-Hazrecî de el-Kasîdetu's-Sâsâniyye'de dilenci sınıflarından bahseder (bk. es-Seâlibî, age, III, 417 vd.; Sa'd, age, s. 322).

81-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 137.

82-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 141, 373.

83-     Star Gazetesi, 7/08/2008.

84-     el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 142-143, 373.

85-     ed-Dârderîşî hesabı yapılmayacak kadar zenginliğe sahipti. Bir gün komşusunun yanında iken bir dilenciyi azarladı. Sonra gelen bir başka dilenciye de daha şiddetli tepki gösterdi. Ben de: “Neden bu kadar dilenmeye kızıyorsun?”deyince o da: “Gördüklerinin çoğu benden daha zen­gin” dedi. Ben de: “Onlara bundan dolayı kızdığını sanmıyorum” dedim. O da: “Eğer güçleri yet- se evimi bile kökünden sökerler. İstediklerini verseydim çoktan onlar gibi olurdum. Beni kendi­leri gibi olmaya zorlayanlara karşı kızgınlığımın nasıl olacağını sanıyorsun?” dedi (bk. el-Câhiz, el-Buhalâ, s. 133).

86-     Hâlid b. Safvân bir gün bir dilenciye şöyle yanıltıcı ve şaşjrtıcı bir cevap verir: Bir keresinde ken­disinden para isteyen dilenciye bir dirhem verince, o da az bulur. Bunun üzerine Hâlid b. Safvân da: “Ey ahmak! Bir dirhem on dirhemin onda biri, on dirhem yüz dirhemin onda biri, yüz dirhem bin dirhemin onda biri, bin dirhem de on bin dirhemin onda biri; görüyor musun, bir dirhem, bir Müslümanın diyet miktarına nasıl yükseldi!” der (bk. Câhiz, Buhalâ, s. 150).

87-     el-Hemedânî, age, çev. Rahim Er, s. 32.

 

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar