Print Friendly and PDF

ABD İLE İMZALANAN SÖMÜRGE ANTLAŞMALARI




 


 28 Haziran 2012 Perşembe,   Tolga YILDIRIM 

ŞİMDİ SORU ŞUDUR: LOZAN'I TANIMAYAN ABD DEĞİLMİDİR VE WİLSON İLKELERİ TÜRK MİLLETİ ALEYHİNDE OLAN PRENSİPLER DEĞİLMİDİR? KURTULUŞ SAVAŞIMIZDA İSTANBUL BOĞAZINDA İÇERİ GİRİP 17 HARP GEMİSİ İLE İŞGALCİLER İLE BİR OLAN AMERİKA DEĞİLMİDİR (RESİMLERİ İLE HULKİ CEVİZOĞLU'NUN 1919 ŞİFRESİ ADLI KİTAPTA MEVCUTTUR BELGELERİ İLE ) BUNA RAĞMEN BU ANTLAŞMALARI YAPANLAR VATAN HAİNİ DEĞİLMİDİR? BUNLARI SORALIM KENDİMİZE ?

ABD, İkinci Dünya Savaşından, bir süper güç olarak çıktı. Nükleer gücü tekelinde bulunduran ABD, büyük bir zenginliğe sahipti. ABD ve Amerikan yaşam tarzı büyük bir propagandayla tüm dünyayı saran bir moda halinde idi. Bu parlak görüntünün arkasında güçsüze yaşam şansı vermeyen büyük ve acımasız bir emperyalist devlet vardı. ABD’nin politik amaçları arasında az gelişmiş ülkelerin kendi geleceklerini belirleme, ulusal çıkarlarına sahip çıkma ya da bağımsızlıklarını koruma gibi kavramlar yoktu.

Türkiye, ABD yörüngesine girmede en istekli ülke oldu. Daha 20-25 yıl önce emperyalizme karşı, dünyadaki ilk zaferi kazanmış olan ülkemizin yöneticilerinin bu isteği acınacak, ibretlik bir durumdu ve bir ihanetti. Atatürk’ün mirası reddediliyordu.

1 Nisan 1939 Kapitülasyon Antlaşması:

Türkiye, Atatürk’ten sonra yabacı bir devlete ekonomik imtiyaz tanıyan ilk ikili antlaşmayı 1 Nisan 1939’da ABD ile yaptı. 5 Mayıs 1939’da yürürlüğe giren bu antlaşmaya göre Türkiye, ABD’ye gerek ithalat ve ihracatta ve gerekse diğer bütün konularda en ziyade müsaadeye mazhar millet statüsü tanımıştır. Ayrıca, ABD sanayi malları için %12 ile %88 arasında değişen oranlarda gümrük indirimleri sağlanıyordu. Daha Atatürk’ün vefatının üzerinden bir sene geçmemişken, Lozan’da bin bir zorlukla kaldırılan kapitülasyonlar İnönü eliyle geri gelmişti.

23 Şubat 1945 Antlaşması:

Borç verme ve kiralamalarla ilgili olan bu antlaşma II. Dünya Savaşının sonlarına denk gelen 23 Şubat 1945 tarihinde TBMM’de 4780 sayılı yasa ile kabul edilmiştir. Antlaşmanın temel özelliği “Karşılıklı Yardım Antlaşması” olarak gözükmesine karşın, tümüyle ABD isteklerinin Türkiye tarafından kabulünü içermesidir. Antlaşma, ABD’nin haklarını korumaktadır! Antlaşmanın 2. maddesinde: “T.C. Hükümeti, sağlamakla görevli olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ye temin edecektir” denilmekteydi. Böyle bir madde bağımsız bir ülkenin yöneticileri tarafından kabul edilmemeliydi. Türkiye, ABD’ye hizmet sunmakla görevlendirilmişti!

27 Şubat 1946 Kredi Antlaşması:

ABD ile imzalana ikinci antlaşma 27 Şubat 1946 tarihli Kredi Antlaşması idi. Antlaşmanın özü dünyanın değişik yerlerinde kalmış ABD’nin savaş artığı eski malzemelerini satın alması koşuluyla Türkiye’ye 10 milyon dolar borç verilmesi idi ve ağır koşullar içeriyordu. Antlaşmanın birinci bölümünde: “Türkiye Hükümeti, ABD Dış Tasfiye Komisyonunun Türkiye dışında satışa çıkardığı, kullanım fazlası malzeme ve donatımlardan, ihtiyaçlarına denk düşenleri satın almak istediğinde, bu alımın 10 milyon dolarlık bölümü için, iki hükümet aşağıdaki maddeleri kabul etmiştir” deniliyor ve koşullar sıralanıyordu.

I. ve III. alt maddelerde 10 milyon doların geri ödeme biçimi şöyle tarif ediliyordu: “Birleşik Devletler, faiz dâhil taksitlerin resmi rayiç üzerinden Türk lirası olarak ödenmesini de isteyebilecektir. Türk lirası ödemeler, T.C. Merkez Bankasında özel bir hesaba yatırılacak ve Birleşik Devletlerin arzusuna göre; kültürel, eğitimsel ve insani amaçlara ya da Birleşik Devletler tarafından Türkiye’de kullanılan memurların harcamalarına tahsis edilecektir” Bu antlaşmayla hem elindeki artık malzemeyi satan, hem de Türkiye’yi bu malzemelere ait yedek parçaların bağımlısı haline getiren ABD; Türkiye’de faaliyet gösteren personelinin giderlerini de Türkiye’ye karşılatmaktadır. Kültürel, insani ve eğitimsel faaliyetlerin ne anlama geldiği bugün daha iyi görülebilmektedir. ABD, bu maddeye dayanarak kendisine bağlı insan yetiştirmiştir!

Antlaşmanın ikinci bölümünün birinci maddesinde ise: “ABD Dış Tasfiye Komisyonu, Türk Hükümetine satacağı malzemelerin fiyatlarının dökümünü ve listelerini verecektir. Satış fiyatı, ilgili temsilciler arasında görüşülecektir. Türk Hükümeti, malzemeyi bulduğu yerden ve bulunduğu gibi alacaktır. Alınan malzemenin mülkiyeti Türkiye’ye geçmeyecek, ABD hükümeti alınan malzeme için herhangi bir teminat vermeyecektir” deniliyor. 5. Maddeye göre ise: “Türkiye, ABD Başkanı gerek görürse, bu malzemeleri, parası ödenmiş olsa da, geri vermeyi kabul etmiştir” deniliyordu! Yani Türkiye, malzemeyi kırık, bozuk, işlemez nasıl bulduysa satın alacak! Ayrıca satın alınan malın mülkiyeti ABD’de kalacak! Atatürk’ün vefatından sadece 9 yıl sonra devletimizi dilenci konumuna düşüren omurgasızları “rahmetle” anıyorum!

12 Temmuz 1947 Antlaşması (Truman Doktrini):

ABD Başkanı Truman, Türkiye için şunları söylemekteydi: “Yunanistan’ın komşusu olan Türkiye dahi dikkatimizi gerektirmektedir. Türkiye’nin bağımsız ve iktisaden sıhhatli bir devlet olarak bekası, barışa bağlı bütün dünya milletleri için Yunanistan’dan daha az ehemmiyetli olmadığı aşikârdır.”

Truman, konuşmasında ayrıca Kongreden bu iki ülkeye yapılacak mali yardım ve verilecek araç gerecin nasıl kullanıldığını gözetleyip denetlenmesi ve Türk ve Yunan personelinin Amerika’da eğitilmesi amacı ile yetki isteyecekti.

Türkiye’deki Amerikancılar bu durumdan oldukça memnu olacaklardı. Başbakan Recep Peker, ABD basınına: “Başkan Truman, tam geçekçi ve tam insani bir görüşten mülhem olmuştur” diyordu.

22 Mayıs 1947’de General L.E. Oliver başkanlığına 20 kişilik bir askeri yardım kurulu Türkiye’ye geldi. Bu kurulun onuruna Ankara palas’ta kokteyl verildi. Daha sonra bu kurul üyeleri, Atatürk’ün Emperyalistleri kovduğu, ülke içinde inceleme gezilerine çıkmışlardı. 24 Mayıs 1947’de Kara Kuvvetleri subay üniformaları, Amerikan subaylarının ki örnek alınarak değiştirildi. (2009 kışında benzeri bir hadise yine oldu.C.A.) 5 Ekim 1947’de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Salih Omurtak başkanlığında general, amiral ve subaylardan oluşan bir kurul ABD’ye gitmişti.[1]

Truman Doktrini, 12 Temmuz 1947’de Hasan Saka ve ABD Ankara Büyükelçisi Edwin C. Wilson arasında imzalan antlaşma ile yürürlüğe girdi.

Antlaşmanın başlangıç bölümünde gerekçe, şöyle belirtilmekteydi:

“Türkiye hükümeti; Türkiye’nin hürriyetini ve bağımsızlığını korumak için ihtiyacı olan güvenlik kuvvetlerinin takviyesini temin ve aynı zamanda ekonomik istikrarını muhafazaya devam maksadıyla, Birleşik Devletler Hükümetinin yardımını istediğinden ve Birleşik Devletler Kongresi, 22 Mayıs 1947’de tasdik edilen kanun ile Birleşik Devletler Başkanına, Türkiye’ye her iki memleketin egemen ve bağımsızlığına ve güvenliğine uygun şartlar dairesinde böyle bir yardımda bulunmak yetkisi verdiğinden…”

1. Maddede yardımın Amerikan Yardım Kanunu gereğince yapılacağı ve Türkiye’nin de bu antlaşmada belirtilen koşullar içinde bunu kullanacağı belirtiliyordu.

2. Maddede, Türkiye’nin doğrudan doğruya içişlerine karımak demek olan bir hüküm yer almaktaydı. Buna göre: Türkiye’de yardımın kullanılmasını denetleyecek, koşullarını belirleyecek ve Amerikalılardan oluşacak bir kurulun görev yapacağı, kurul başkanına “Misyon Şefi denileceği, Türk hükümetinin bu kurula her türlü kolaylığı sağlayacağı belirtiliyordu.

3. Maddenin 1. fırkasında: “Birleşik Devletler basın ve radyo temsilcilerine, bu yardımın kullanılışını serbestçe incelemeleri ve bu incelemelerini tam olarak bildirmeleri müsaade edilecektir” deniliyor ve bu suretle ABD basınına “DENETLEYİCİ” işlevi veriliyordu.

2. Fırkasında ise: “Türkiye Hükümeti, bu yardımın amacı, içeriği, genişliği, miktarı ve ilerleyişi hakkında Türkiye’de tam ve devamlı yayın yapacaktır” deniliyor ve Türkiye Cumhuriyetinden, halkına ve dünyaya ABD propagandası yapması isteniyordu. Hükümet de bunu kabul ediyordu.

En önemli madde olduğunu belirtebileceğimiz 4. Maddede ise: “ Türk Hükümeti, yapılan yardımı, tahsis edilmiş bulunduğu gayeler uğrunda kullanacaktır… Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümetinin onayı olmadan, bu neviden hiçbir madde ve bilginin mülkiyet ve zilyetliğini devredemeyeceği gibi, aynı onay olmadan Türk Hükümetinin Subay, memur veya ajan sıfatını haiz bulunmayan bir kimseye açıklanmasına ve maddeler ve bilgilerin verildikleri gayeden başka bir gayede kullanılmasına müsaade etmeyecektir” denilmekteydi. Bu maddenin ne anlama geldiği, 1964 Kıbrıs olaylarında ve ABD Başkanı Lyndon Johnson’un 3 Haziran 1964 tarihli mektubuyla anlaşılacaktı. 1964 yılında Kıbrıs’ta Rumlar, Türkleri Soykırıma uğratmaya başlamışlardı. Türkiye ise ABD’den aracı olmasını istemiş, ancak ABD, Rumlardan yana görüntü verince, garantörlük haklarını kullanıp adaya müdahaleye hazırlanmıştı. Bu sırada 3 Haziran 1964 tarihli Başkan Johnson’un mektubu geldi. Bu kaba mektupta ABD’nin Türkiye ile Yunanistan arasında çatışma istenmediği, Türkiye bir Sovyet saldırısına hedef olursa yardım edilmeyebileceği belirtiliyordu. Mektubun son kısmında ise: “Türkiye ile mevcut Temmuz 1947 antlaşmasının 4. maddesi gereğince, askeri yardımın, veriliş amacında ayrı amaçlarla kullanılması için ABD’nin onayının alınması gerekmektedir… Mevcut koşullar altında Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede ABD tarafından sağlanmış olan askeri malzemenin kullanılmasına ABD izin vermemektedir” deniliyordu. Türkiye’ye, o malzemeler kendi çıkarını korusun diye değil, ABD çıkarlarını Sovyetlere karşı korusun diye verilmişti. ABD, Türkiye’yi Sovyetlere karşı bir “ön karakolu”, “fedaisi” olarak görüyordu.

Bu bir ittifak antlaşması değil, sömürge antlaşmasıydı. Türkiye, ABD varlığına kapılarını açıyordu. Amerikalılar, ülke yönetiminde söz sahibi oluyor, ABD propagandasını Türk Hükümeti üstleniyordu.

Truman Doktrini, Yunanistan ve Türkiye’ye yardım amacıyla düşünülmemişti. ABD Emperyalizminin o günün koşullarına uygun olarak meydana gelen bir yansıması idi. Orta Doğu’da İngiliz Emperyalizmini yerini ABD Emperyalizmi almıştı. Gerçekten de 1956 tarihli Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Raporunda şöyle deniliyordu: “ABD yardımı, bir hükümet girişimi olarak, başkalarının çıkarı için yapılan bir şey değildir. ABD, ne sadaka veren bir kuruluştur, ne de Amerikan halkının cömert ruhunun dışarıya akmasıdır… Teknik yardım, ABD’nin dış politikasını yürütmek ve ulusal çıkarlarını dışarıda geliştirmek için mevcut araçlardan bir tanesidir” deniliyordu. Dış yardım bir dış siyaset aracı idi ve dış yardımı alan ülke, yardımı yapanın denetimine giriyordu. Yardımı yapan ülkenin istekleri yerine getirilmediğinde bu yardım kesilir. Yardıma bağlı hale gelmiş ülke için bu durum sakıncalı gözükür ve yardımın kesilmemesi için her istenilen yapılırdı. Trajikomik bir olaydır ki 12 Temmuz 1947 Antlaşması İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı sırasında imzalanmıştı. Johnson Mektubu geldiğinde de İnönü, Başbakandı.

ABD, 12 Temmuz 1947 Antlaşmasında eksik(!)gördüğü konuları Türk hükümetine verdiği notalarla çözmüştür. Türk hükümetince hemen kabul edilen nota ABD personeline diğer NATO ülkelerinde sahip olmadıkları ayrıcalıklar tanıyordu. TBMM’nin gündemine bile getirilmeyen kabul edilen bu nota’nın ikinci maddesinde: “Türkiye’ye giren ve çıkan ABD askeri personelinin giriş ve çıkışlarını Türk Hükümeti kontrol edemeyecektir” hükmü yer almaktaydı. O yıllarda Türkiye’de değişik yerlerde 30 binden fazla ABD askeri olduğu ve uygulamanın Türkiye’de iş yapacak olan ABD’li müteahhit ve çalışanlarına kadar genişlediği göz önünde bulundurulduğunda durumun vahameti daha iyi anlaşılacaktır.

Truman Doktrini ile başlayan süreç, Türkiye’yi sömürge haline sokan antlaşmalar dizisinin bir başlangıcı idi. Türkiye, askeri yönden, iç ve dış siyaset yönünden ABD Emperyalizminin dilediği gibi yönettiği bir ülke haline gelecekti. 1923–1938 arasında Mustafa Kemal Atatürk’ün kazandırdığı bağımsızlık yok olacaktı. Yol açılmıştı…

Sömürgeleşmenin İkinci Adımı Marshall Yardımı:

ABD, Türkiye’yi bir hammadde deposun ve sanayi ürünleri için bir açık Pazar olarak görmektedir. Bunu en iyi ifade eden belgelerden birisi ABD Savunma Bakanı General Marshall’ın konuşması ve planıdır.

Marshall’a göre: ”Toprağı zengin ve iklimi müsait olan Türkiye, tabii kaynaklar bakımından da aynı derecede zengindir. Türkiye’nin daima, mamul eşya ihtiyacını temin ettiği Avrupa ve Birleşik Devletler ile olan ticaretinin kesilmiş olmasına rağmen, şimdi Marshall Planı sayesinde tekrar açılmış ve genişlemiştir.”

Türkiye’nin Marshall Planından yararlanması için “Türkiye Cumhuriyeti ile ABD Arasında Ekonomik İşbirliği Antlaşması” 4 Temmuz 1948’de imzalandı ve bu antlaşma TBMM’de 8 Temmuz 1948’de 5253 sayılı yasa ile onaylandı.

2. Maddenin son kısmında: “T.C. Hükümeti, özel ve Ticari teşebbüsler arasında, resmi ticari teşebbüsler arasında, rekabeti kısıtlama, piyasalara katılımı sınırlama veya inhisarcı kontrolleri teşvik edici uluslar arası ticarete tesir eden ticari usul ve tertiplere- işbu usul veya tertipler netice itibarıyla müşterek Avrupa Kalkınma Programının tahakkukuna müdahale eyledikleri takdirine- mani olmak üzere uygun gördüğü tedbirleri ittihaz edecek ve diğer katılan memleketler ile işbirliği yapacaktır” deniliyor ve devletçilik ilkesine sınır getiriliyordu. Bu maddeye göre Türkiye, Tasarrufunda bulunulan bütün kaynaklarının müşahedesi ve araştırılmasına olanak da tanıyordu.

Antlaşmanın 7. maddesinde tıpkı 12 Temmuz 1947 Antlaşmasında olduğu gibi Türk Hükümeti, ABD’nin ve antlaşmanın propagandasını yapmakla görevlendiriliyordu.

8. Maddenin 1. fırkasında: “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, ABD Hükümetinin bu antlaşma gereğince deruhte ettiği vecibeleri T.C. dâhilinde ifa edecek olan bir özel ekonomik işbirliği misyonunu kabul etmeye muvafakat eder” denilmekteydi. Takip eden ve Türk bağımsızlığını sınırlayan fırkada: “T.C. Hükümeti, T.C. nezdindeki ABD Büyük Elçisinin gereği veçhiyle ihbarı üzerine, Özel Misyon ve Özel Misyon Personeli ve Avrupa’daki Birleşik Devletler Heyet Temsilcisini, T.C. nezdindeki ABD Büyük Elçiliğine ve bu elçiliğin mümasil rütbeli personeline bahşedilen imtiyazlardan ve muafiyetlerden faydalanma itibarıyla, mezkûr Büyükelçiliğin bir cüzü sayacaktır. Bundan başka, T.C. Hükümeti ABD Kongresinin Harici İktisadi İşbirliği Müşterek Komitesi üyelerine ve memurlarına uygun güzel muamele yapılacak ve onlara vazifelerini iyi yapabilmeleri için lazım gelen kolaylıklar sağlanacaktır” denilmekteydi.

8. Maddenin 3. fırkasında ise: “T.C. Hükümeti doğrudan doğruya ve Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatındaki temsilcileri vasıtası ile Özel Misyon’a Avrupa’daki Birleşik Devletler Özel Temsilcisi ile maiyetine ve Müşterek Komite üyeleri ile memurlarına tam işbirliği sağlayacaktır. Bu kabil işbirliği, bu antlaşma gereğince yapılan yardımın ne suretle kullanıldığı dahil olmak üzere bu Antlaşmanın uygulamasını gözlem ve araştırma için lazım gelen bütün bilgilerin ve kolaylıkların sağlanmasını temin etmektir” deniliyordu.

Böylece ABD, Türkiye’nin bütün ekonomik kaynaklarını saptamak ve denetlemek hakkını elde etmişti. Ayrıca bu işe görevli ABD personeline diplomatik ayrıcalık ve dokunulmazlık tanınmıştı.

Bütün bu ibretlik duruma rağmen Peyami Safa, Fuat Köprülü ve Başbakanlığa yeni atanan Şemsettin Günaltay’ın antlaşmayı öve öve bitirememeleri, hatta yer yer yetersiz bile bulmaları bizim midemizi bulandırmıştır!

Gördüğümüz gibi, ABD ile yapılan her antlaşma Türkiye’nin bağımlılığını arttırmaktaydı. II. Dünya Savaşı sonunda 245 Milyon Dolarlık döviz ve altın stoku olan Türkiye, kendi olanaklarıyla yatırım yapabilecekken, üç kuruşa ABD güdümüne sokulmuştu. ABD, Türkiye’yi bir açık pazar, bir hammadde kaynağı olarak yapılandırıyordu.

27 Aralık 1949 ABD ile Eğitim Komisyonu Antlaşması:

Bugünün çocukları, yarın oy kullanan yani seçme ve seçilme hakkına sahip vatandaşlar olacaklar, bunların bir kısmı devlet yönetiminde önemli noktalara, belki de en üst noktalara geleceklerdir. Onları nasıl eğitirseniz, onlarda nasıl bir kafa yapısı oluşturursanız onlar öyle vatandaşlar, öyle yöneticiler olacaklardır. Bu nedenle Atatürk, eğitime çok önem vermiş ve onurlu, şuurlu, vatansever kuşakların yetiştirilmesine özen göstermiştir. Atatürk’ün yetiştirilmesine önem verdiği Türk Gençliğine ilk darbe Köy Enstitülerine yapılan kıyım ve yıkım ile indirilmişti. Köy Enstitüleri yıkılırken ABD’ye öğrenci gönderme furyası başlamıştı. Atatürk döneminde de yabancı ülkelere öğrenci gönderiliyordu, ancak gönderimde ülke ihtiyaçları göz önünde tutuluyor ve illa şu ülkeye öğrenci göndereceğiz diye saplantıya girilmiyordu.

ABD, Türkiye’de yerleştikçe ve denetimi ele geçirdikçe kendi ideolojisini benimsemiş, ABD’nin çıkarlarını kendi çıkarları gibi özümsemiş ve ileride Türkiye’de önemli görevlere gelme olasılığı yüksek gençleri ‘yetiştirmek’ yolunu tutmuştu. Bu amaçla 27 Aralık 1949’da Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkında Antlaşma imzalandı. Bu antlaşma, ABD’nin eğitime önce ortak edilmesini, sonra da belirleyici olmasını sağlayacak bir antlaşmaydı.

Antlaşmanın 1. Maddesine göre: Türkiye’de bir Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu kuruluyordu. Komisyon’un giderleri Türkiye’nin ABD’ye olan borcundan karşılanacaktı. Komisyon’un amacı: “eğitim programının idaresini kolaylaştırmak” olacaktı. ABD vatandaşlarınca yapılacak öğretim ve araştırma giderlerini de biz ödeyecektik. Aynı ödeme durumu ABD’de eğitim görecek Türk öğrencileri de kapsamaktaydı.

Ayrıntıya girecek olursak, kurulacak Komisyonun yetkileri 1. maddenin 1. fırkasında ve 2. maddenin 1. fırkasında şöyle belirtilmişti: “Türkiye’deki okul ve yüksek öğrenim kurumlarında ABD vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi eğitim faaliyetleri ile Birleşik Devletlerdeki okul ve yüksek öğrenim kuruluşlarında Türkiye vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi faaliyetlerini; yolculuk, tahsil ücreti, geçim masrafı ve öğretimle ilgili diğer harcamaların karşılanması da dâhil olmak üzere finanse etmek… Komisyon harcamalarını yapacak veznedar veya bu işi yapacak şahsın atanması ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından uygun görülecek ve ayrılan paralar, ABD Dışişleri Bakanı tarafından tespit edilecek bir depoziter veya depoziterler nezdinde bankaya yatırılacaktır.”

Kullanma yer ve miktarına ABD Dışişleri Bakanının karar vereceği harcamaların nereden sağlanacağı ise, antlaşmanın giriş bölümünde belirtilmektedir: “T.C. Hükümeti ile ABD Hükümeti arasında 27 Şubat 1946 tarihinde imzalanan antlaşmanın birinci bölümünde belirtilen kaynakla.” Bu kaynak ise ABD’nin Türkiye’ye verdiği borcun faizlerinin yatırılacağı T.C. Merkez Bankasına, Türk Hükümetince ödenen paralardan oluşan bir kaynaktır. T.C. Hükümeti bu antlaşmalarla, kendi parasıyla kendini bağımlı bir hale getirmektedir. ABD ile yapılan ikili antlaşmalar birbirini tamamlayıcı nitelik taşımaktadır. Eğitimle ilgili antlaşmanın kaynağı, Borç Verme Antlaşması’nın bir maddesi ile karşılanmaktadır.

Antlaşmanın en önemli maddesi 5. Maddedir. Bu madde, Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonun kuruluş şemasını vermektedir. Buna göre: “ Komisyon, Dördü T.C. vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki Büyükelçisi komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir” denilmekteydi. Amerikalı üyeleri ABD Dışişleri Bakanı atayacaktı. Komisyon doğrudan doğruya ABD Dışişleri Bakanlığına bağlıydı ve onun denetiminde olacaktı. Komisyon ‘Türk Milli’ Eğitiminin programlarını düzenleyecekti. ABD’lilerin Türk eğitim sistemi içinde nerede nasıl görev yapacağına komisyon karar verecekti. 5. Maddeyi okuyunca, insanın aklına Atatürk’ün şu sözleri geliyor: “Oysa hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.” Sadece 10 sene içerisinde bu sözün ne anlama geldiği unutulmuştu!

TBMM’de yasa ile onaylanan antlaşmanın gerekçesi ise aynen şöyledir: “ Amerika Hükümeti, harpten sonra ordusu elinde kalan fazla malzemelerin satışı için çeşitli devletlerde antlaşmalar yapmış ve gerek bu devletleri mezkûr satışların hâsılatını dolar olarak ödemek külfetinden kurtarmak, gerekse bu vesile ile AMERİKAN KÜLTÜRÜNÜ YAYMAK GAYESİYLE, antlaşmalarla ortaya çıkan alacaklarının bu memleketlerde kültürel gayelere sarfını temin edecek kültür antlaşmalarını imzalamıştır.”

Gerekçede, bu girişimi Amerikan Senato üyelerinden Fulbright başlattığından bu tür antlaşmalara Fulbright Antlaşmaları denildiği belirtiliyordu.

Dışişleri komisyonunun E. 1/1731, K. 14 sayılı ve 9 Mart 1950 günkü raporunda da, Antlaşmanın amacının “Türk ve Amerikan Kültürlerini birbirlerine tanıtıp yaklaştırmak” olduğu belirtilecekti.

Milli Eğitim Bakanlığında bugün çalışmalarını etkin bir biçimde sürdüren, personel politikalarından ders programlarına, Ilımlı İslam Projesi doğrultusunda imam-hatip okulu açılmasından Yüksek İslam Enstitülerinin yaygınlaştırılmasına dek pek çok konuda stratejik kararlar veren “MİLLİ EİĞİTİMİ GELİŞTİRME KOMİSYONU” adlı bir komisyon vardır. 1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi Amerikalıydı. Komisyonun başında L. Cook adlı bir Amerikalı bulunuyordu. L. Cook’un yanında “Milli Eğitim Bakanlığı Başdanışmanı” olarak da Howard Reed bulunmaktaydı. İnsanın aklına İslam Öncesi Türk tarihinde sık sık karşımıza çıkan Bağımsızlığını kaybetmiş Türk Kağanlıklarındaki Çinli danışmanlar geliyor.

Türk Milli Eğitimini ABD’nin yönetmesi 1949’dan günümüze kadar devam eden bir olgudur. Köy Enstitülerinin kapatılması, Yatılı bölge okullarının işlevsizleştirilmesi, vakıf üniversiteleri, anaokulundan başlayan yabancı dilde eğitim, Atatürk’ün eğitimde birlik ilkesinin işlevsizleştirilmesi hep bu ABD yönetiminin ve işbirlikçilerinin icraatlarıdır.

Demokrat Parti Dönemi

Demokrat Parti – ABD ilişkilerinin niteliğini anlayabilmek için Türkiye’nin katıldığı ilk NATO toplantısının ertesinde Adnan Menderes’in yaptığı açıklamaya ve ABD Dışişleri Bakanı John Fuster Dulles’in cevabına bakmak gerekir. Gerçekten de Menderes, Türk – Amerikan ilişkileri için “ölümsüz dostluk” derken, ABD Dışişleri Bakanı John Fuster Dulles cevaben: “Amerika’nın dostu yok, çıkarı vardır” diyordu. Gerçekten de bu cevap milli çıkarı en önde tutan, gerçekçi devlet yöneticilerinin vereceği bir cevaptı.

12 Kasım 1956 Tarım Ürünleri Antlaşması:

10228 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren bu antlaşmaya göre ABD Türkiye’ye 46.3 milyon dolarlık buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, sığır eti, konserve, donyağı ve soya yağı satacaktı. Bir tarım ülkesi olan Türkiye’nin ürettiği bu temel ürünler, ABD gibi gelişmiş bir ülkenin, eşit olmayan rekabetine terk ediliyordu. Antlaşmanın 2. Maddesinde: “Türkiye’nin yetiştirdiği ve bu antlaşmada adı geçen ya da benzeri ürünlerin Türkiye’den yapılacak ihracatı, Birleşik Devletler tarafından denetlenecektir” deniliyordu. Bağımsızlıkla ne kadar bağdaşıyor değil mi?

3. Maddenin C bendinde ise: “Türk ve Amerikan Hükümetleri, Türkiye’de Amerikan mallarına talebi arttırmak için birlikte hareket edeceklerdir” deniliyordu.

Antlaşmanın imzalanmasından altı yıl sonra 21 Şubat 1963’te ABD Ankara Büyükelçisi, Türk Hükümetine bir nota verdi. Bu notada antlaşmanın 2. ve 3. maddelerine dayanılarak hükümetten şunlar isteniyordu: “T.C. Hükümeti,1 Kasım 1962–31 Ekim 1963 tarihleri arasındaki devrede zeytinyağı ihracatını 10 bin metrik tonu aşmayacak biçimde sınırlayacaktır. Türkiye eğer bu miktardan fazla zeytinyağı ihraç edecek olursa ABD’den fazlalık kadar yağ ithal edecektir.” Bu nota dönemin Ticaret Bakanı Muhlis Ete tarafından hemen kabul edildi.

5 Mart 1959 ABD’ye Askeri Müdahale Yetkisi Veren Antlaşma:

Demokrat Parti döneminde imzalanan sayısı ve niteliği bilinmeyen antlaşmalardan en önemlisi, metni tam olarak açıklanmamış olan 5 Mart 1959 Antlaşmasıdır. Antlaşmada çok ciddi yükümlülükler altına giriliyor, ABD’ye Türkiye’ye askeri müdahale yetkisi veriliyordu. ABD’ye “Türkiye’nin siyasi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı yapılacak her türlü tehdidi çok ciddi bir biçimde araştırmak” görevi veriliyor, takip eden altı maddede ise: ABD’nin ”doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak; tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı, dolaylı saldırı hallerinde” Türkiye’ye müdahale etmesi kabul ediliyordu. Dolaysız Saldırı, dolaylı saldırı, tecavüz ve özellikle sivil saldırı gibi kavramların ne anlama geldiği açıkça tanımlanmamış, bunlar ABD’nin yorumuna bırakılmıştı. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 4 Nisan 1960’ta bu gerçeği kabul edecek ve yaptığı açıklamada “bu konudaki takdir hakkının Amerikalılara ait olduğunu” söyleyecektir.

 

1954 Petrol Yasası:

1954 yılında, yabancı petrol şirketlerinin adamı olduğu söylenen Max Ball’e hazırlatılan ve Atatürk’ün çok önem verdiği petroldeki devlet tekelini kaldıran “Petrol Yasası” aynı yıl TBMM’de kabul edildi. Yasanın sonradan değiştirilen 136. maddesinde; “Bu yasa yabancı şirketlerin izni olmadan değiştirilemez” deniliyordu. Ana muhalefetin lideri İsmet İnönü, Petrol Yasası için “Bu bir kapitülasyon kanunudur” demiş, ama ileride başbakan olduğunda bu yasa için hiçbir girişimde bulunmamıştı. Zaten yukarıda imzaladığı antlaşmalara ve Yazı dizimizde değindiğimiz Köy Enstitüleri ile Toprak Reformu hakkında yaptıklarına bakıldığında ondan başka bir şey beklenemezdi!

Diğer Antlaşmalar:

23 Haziran 1954 yılında, Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında Vergi Muafiyetleri Anlaşması imzalandı. Yalnızca Amerikalıların yararlandığı bu anlaşma, Türkiye’deki ABD varlığını adeta devlet içinde devlet haline getiriyor ve ABD şirketlerine vergisiz, gümrüksüz, denetimsiz ve yargı organlarından uzak, yasa üstü bir statü tanıyordu. 1959 yılında millileştirme işlemlerinde muhatabın ABD hükümeti olmasını kabul eden, İstimlâk ve Müsadere Garantisi Anlaşması yasalaştırılıyor ve bu yasaya Erzurum Milletvekili Sabri Dilek, ‘Bu anlaşmanın kabulüyle kapitülasyonlar geri getirilmektedir. Bu anlaşma ile Amerikalılara açıkça imtiyaz verilmektedir diye tepki gösteriyordu.

31 Mayıs 1968 tarihinde yapılan ve 12978 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan, Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri Arasında Kredi Anlaşması; Türkiye’yi ekonomik, mali ve siyasi bağımlılığa sürükleyen koşullu kredi anlaşmalarına çarpıcı bir örnektir. Anlaşma 30,5 milyon dolarlık bir anlaşmaydı ve Türkiye’nin bu borcu koşullara bağlanmıştı.

Etibank’ın Ergani hariç tüm bakır işletmelerini ABD’nin denetimi altındaki Karadeniz Bakır İşletmeleri A.Ş.’ye devretmesini şarta bağlayan anlaşmanın 3. maddesi şöyleydi: ‘Şirketin kuruluş sözleşmesi, tescil belgesi, organizasyon şeması, Türk hükümetinin krediyi şirkete borç vereceğine ilişkin hükümetle şirket arasında yapılmış olan sözleşmenin tasdikli bir örneği, yönetim kurulu üyelerinin isimleri Türkiye’deki Amerikan Yardım Teşkilatına (AID) bildirilecektir. ABD’nin bütün bunları uygun görmesi halinde kredi ödemesi yapılacaktır.’

YAZIMIZI SAYIN METİN AYDOĞAN’IN “YENİ DÜNYA DÜZENİ KEMALİZM VE TÜRKİYE” ADLI ESERİNDEN AYNEN AKTARDIĞIMIZ BU BÜYÜKÇE KISIMLA SONUÇLANDIRIYORUZ:

“1945′ten sonra motor ve ağır sanayi yatırımlarından vazgeçildi ve bu yöndeki eğilimler resmi politikadan çıkarıldı. Türkiye, yabancı sermayeye denetimsiz olarak açıldı; gübre ve tarım ürünleri dâhil ithalata yönelindi; yoğun olarak dış borç alındı; NATO’ya girildi; Petrol Kanunu çıkarılarak petrol işletmeciliği devlet tekelinden çıkarıldı; KİT’lerin satılacağı açıklandı. Yasadışı ilişkiler ve karaborsayla palazlanan zenginler türedi, arazi vurguncuları ve büyük toprak sahipleri, uluslararası şirketlerin temsilciliklerini almaya başladılar. CHP, 1947 yılında programını değiştirdi ve Demir-Çelik Kombinaları, Genel Makine Fabrikası, Elektrolitik Bakır Kombinası gibi ağır sanayi projelerinden vazgeçildiğini açıkladı. MKE’nin (Makine Kimya Endüstrisi) gerçekleştirdiği ve Danimarka dahil birçok ülkeye ihraç edilen 8 kişilik yolcu uçağı üretimine son verildi.

Türkiye, Batıya bağlanmanın yeni bir aşaması olan Avrupa Birliği (o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu-AET) sürecine 20 yıllık anti-Kemalist uygulamalar döneminden sonra böyle geldi. 1959′da üyelik için AET’ye başvurduğunda, Türkiye Atatürk’ün 1938′de bıraktığı Türkiye’den çok farklı bir yerdeydi. Tam bağımsızlıktan ödün vermeyen, emperyalist bloklarla ittifak yapmayan, kendi gücüne dayanarak kalkınan ve dünyanın hiçbir ülkesine en küçük bir bağımlılığı olmayan, borçsuz ve bağlantısız Türkiye’nin yerinde; iç ve dış siyasette özgürce karar üretemeyen, açık bütçeli, sanayileşemeyen ve sürekli borçlanan bir Türkiye vardı. Ülkeyi yönetenler Batıya bağlanmaktan başka bir yolun olmadığını söylüyor, söylemleri yönünde uygulamalar yapıyor, üstelik bu uygulamaları Atatürkçülük adına yaptıklarını ileri sürüyorlardı.

Atatürk’ün ölümüyle başlayan ve 1963 yılında AB ile imzalanan Ankara Anlaşması’na dek geçen 25 yıllık geri dönüş süreci içinde, yapılan uygulamalar ve bu uygulamaların Türkiye’yi getirdiği durum şuydu:

1- Türkiye, imzaladığı çok sayıda uluslararası ve ikili anlaşmayla yönetim inisiyatiflerini önemli oranda yitirdi ve egemenlik haklarını dışarıyla paylaşır duruma geldi, Atatürk’ün yaşamsal düzeyde önem verdiği tam bağımsızlık işleyişinden vazgeçildi ve Tanzimat Batıcılığı yeniden yerleşik devlet politikası haline geldi.

2- Ulusal sanayi yatırımları durduruldu, dış yönlendirmelere bağlı olarak ‘savaş zenginleri ve dış borca dayanılarak tüketime yönelik montaj yatırımlarına yönelindi. Dışarıdan alınan borçlar, teşvik kredisi adıyla, yerli ortak bularak yatırım yapan uluslararası şirketlere devredildi ve geleceğini Batıya bağlamış olan yeni bir işbirlikçi zümre yaratıldı.

3- Yabancılara hemen her alanda imtiyaz hakları tanındı. Petrol başta olmak üzere tüm stratejik madenler yabancı sermaye yatırımına açıldı. Yatırımcı kuruluşların yönetimlerine, dışarıda eğitim gören ve Batı değerlerini temsil eden kadrolar getirildi. Ulusçu ve Atatürkçü kadrolar devlet yönetiminden uzaklaştırıldı.

4- Dış ticaret ve bütçe dengeleri bozuldu. İhracatın ithalatı karşılaması oranı sürekli küçüldü ve bütçe açıkları hızla arttı. Bu olumsuz gelişmenin doğal sonucu olarak ve giderek artan bir yoğunlukta dış borçlanmaya gidildi. Milli kambiyo işleyişi zedelendi, Türk parası sürekli değer yitirdi.

5- ‘Eğitim Birliği’ ilkesi uygulamadan kaldırıldı ve Türkiye her çeşit insan yetiştiren bir ülke haline getirildi. Misyoner okulları, tarikat mektepleri, paralı kolejler, imam hatip kurs ve okulları, yabancı dilde eğitim yaygınlaştırıldı. Köy enstitüleri ve köy öğretmen okulları kapatıldı, eğitimin ulusal niteliği bozuldu.

6- Bağımsız ve bağlantısız niteliğiyle tüm dünyada saygı uyandıran Atatürkçü dış siyasetten vazgeçildi. Batı politikalarının dümen suyuna gidildi. Türk ordusunun büyük bölümü NATO emrine verildi. Kore’ye asker gönderildi. Kurtuluş Savaşı ile örnek olunan ve anti-emperyalist bir mücadele içine giren ‘mazlum’ uluslar değil, büyük devletler desteklendi. Kemalist Cumhuriyetin saygınlığı yitirildi.

7- Gelişmiş ülkeler öncülüğünde kurulup geliştirilen hemen tüm uluslararası örgütlere üye olundu. Truman Doktrini, Marshall Planı, IMF, Dünya Bankası, Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması ve Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü politikalarıyla emperyalizm Türkiye’de içsel bir olgu haline getirildi; Türkiye’nin geleceğine bu örgütler karar verir hale geldi.

8- Atatürk döneminde sıkı bir biçimde denetlenen ve ulus karşıtı hiçbir faaliyetine izin verilmeyen Fener Rum Patrikhanesi’ne ayrıcalıklı bir hoşgörü gösterildi. CIA görevlisi Athenagoros Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığına geçirilerek patrik yapıldı; Milli Eğitim Bakanlığı, Heybeliada Ruhban Okulu’nun Teoloji Yüksek Okulu adıyla, İlahiyat Fakültesi haline getirilmesine izin verdi.

9- Sınır komşularıyla, Atatürk döneminde geliştirilen dostluk ilişkileri kalıcı düşmanlıklara dönüştürüldü. Sovyetler Birliği ve Yunanistan birinci tehdit unsuru düşmanlar haline geldi. Menderes hükümeti Irak’a askeri müdahale yapmaya kalkıştı. Türkiye ‘düşmanlarla’ çevrili bir ülke haline geldi.

10- Yaygın ve etkili bir kültürel yozlaşma yaşandı. Atatürk’ün bizzat katıldığı Türk dili ve tarihi konusundaki çalışmalar geliştirilmediği gibi yapılanlar, sistemli bir karşı çıkışla ortadan kaldırıldı. Özellikle Amerikan kaynaklı ‘kültür’ ürünleri bilinçli programlarla yaygınlaştırıldı. Toplumsal değerler ve ulusal kimlik kalıcı bozulmalara uğradı. Demokratik hemen hiçbir gelişmeye izin verilmedi. Partiler ve örgütler kapatıldı. Atatürk’ün özellikle emperyalizme karşı söylemleri bile ‘suç’ olarak değerlendirildi. Köy enstitüsü çıkışlılar başta olmak üzere hemen tüm ulusçu aydınlar baskı altına alındılar, cezai kovuşturmaya uğradılar. Türkiye, kendi aydınlarını yok eden bir ülke haline geldi.”

Değerli Yazar Metin Aydoğan’ın tespitleriyle 3 yazıdan oluşan yazı dizimizin 3. Bölümünün de sonuna gelmiş bulunmaktayız. Emperyalizme karşı ulusal direnişin başlayacağı günleri görmek dileğiyle…

Çetin Yetkin, (2002): Karşıdevrim 1945–1950, Otopsi Yayınları, İstanbul.

Haydar Tunçkanat, (2006): İkili Antlaşmaların İçyüzü, Kaynak Yayınları, İstanbul.

Metin Aydoğan, (2006): Küreselleşme ve Siyasi Partiler, Umay Yayınları, İstanbul.

Metin Aydoğan, (2008): Türkiye Üzerine Notlar 1923-2005, Umay Yayınları, İstanbul

Metin Aydoğan, (2002): Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, Umay Yayınları, İstanbul.

[1] Burada, 1962 yılında ABD Savunma Bakanı Mc Namara’nın şu sözleri anlam kazanıyor: “Gelecek yıl Amerikan askeri okullarında yabacı uluslardan 18 bin kişi eğitim görecektir. Bu kişilerde her biri demokrasimizin nasıl çalıştığına tanık olacak, bizim hükümet geleneklerimizi ve felsefemizi öğreneceklerdir. Ülkelerine döndüklerinde de her biri bunun uygulayıcısı olacaktır.” Yani bu subaylar bizim iktidar alternatifimiz olacaktır denilmek isteniyor. 12 Eylül 1980 darbesini duyan ABD Başkanı Mc Charty’nin “Bizim çocuklar” demesi önemlidir.

 

Amerika ile ilişkiler Türkiye'yi çökertti

Erişim: https://www.evrensel.net/haber/151445/amerika-ile-iliskiler-turkiye-yi-cokertti

ABD ile Türkiye arasındaki ikili anlaşmaları gazetemize değerlendiren emekli Hakim Albay Emin Değer, ABD ile Türkiye arasındaki anlaşmalarda hep ABD'nin çıkarlarının ön planda tutulduğunu söyledi.

 

ABD ile Türkiye arasındaki ikili anlaşmaları gazetemize değerlendiren emekli Hakim Albay Emin Değer, ABD ile Türkiye arasındaki anlaşmalarda hep ABD'nin çıkarlarının ön planda tutulduğunu söyledi. Anlaşmaların "bağımsızlık eğilimi artacak" diye Türkiye'nin ekonomik yönden kalkınmasını önlemeye yönelik de olduğunu vurgulayan Değer, "Amerikan Yardım Teşkilatı, DB ve IMF'nin kontrolü altında Türkiye'ye ekonomik yönden bırakın gelişmeyi sürekli çökertilmiştir" dedi. Türkiye ve ABD arasındaki ikili anlaşmaların tarihçesi nedir? Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) ne zaman ve hangi koşullarda ortaya çıktı? İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyanın yeniden yapılanması sırasında özellikle Türkiye ve Ortadoğu ABD'nin hedefleri arasına alınıyor. Eski ABD Ankara Büyükelçisi George McGhee'nin anılarına göre kuvvet komutanları 1946 yılında yaptıkları bir stratejik analiz sonucu Ortadoğu'da Türkiye'nin mutlak surette ABD'nin çıkarları içinde ele alınması, elde edilmesi konusunda rapor sunuyorlar. Potsdam Konferansı'nda adeta Sovyetleri Türkiye'ye nota verecek şekilde kışkırtıyorlar. Evvela Türkiye İngiliz himayesi altında görünüyordu. 1945-46'larda, İngilizler, "Artık biz Türkiye ve Yunanistan'ı sırtımızda taşıyamayacağız", dediklerinde ABD'nin himayesine terk ediliyor. O zamanlar Yunanistan'da komünistlerle, milliyetçiler savaş halinde. Sovyetlerin bize verilmiş notaları var. Biz o notaları kabul etmediğimizi belirtmişiz ama ABD ve İngiltere'den yardım istiyoruz. İngiltere "Ben yardım edemem" diyor, ABD savsaklıyor. 1947 yılının 12 Mart günü Truman doktrini açıklanıyor. Özetle "bir ülke eğer komünizm taarruzu altında ise, ya da bu doğrultuda bir saldırı varsa ABD bu tehdidi önlemek için bu devletlere yardım etmek gereklidir" şeklindeki tebliğ ünlü Truman doktrini olarak anılır. Truman doktrini daha sonra 27 Mayıs 1947'de Türkiye ve Yunanistan'a Yardım Hakkında Kongre Kanunu olarak yasalaşıyor. Kanunun birinci maddesi "ABD Kongresi'nin Senatosu ve Temsilciler Meclisi tarafından kanunlaştırılmıştır".diye başlar ve "…Bir başka kanunun hükümleriyle çatışmadıkça cumhurbaşkanı birleşik devletler çıkarlarına uygun mütalaa ettiği zamanlarda yardım edecektir." diye biter. Bunun anlamı şudur, Yunanistan ve Türk hükümetleri her seferinde elini açacak dilenci gibi, o düşünecek, çıkarına uygunsa yardım edecek. Bizim bütün çalışmalarımız, bütün faaliyetlerimiz, bütün kurumlarımız ABD'nin çıkarlarına uygun olsun ki bize yardım etsin, yardımın amacı özetle budur. İlk ilişki böyle başlıyor. Türkiye için zorunluluk var herhalde? Hayır hiç bir zorunluluk yok. Ben asla bunu kabul etmiyorum. İmzaladın mı zaten kurtuluş yok. 12 Temmuz 1947 tarihli Türkiye'ye yapılacak yardım hakkında anlaşma imzalanıyor. İlginç çünkü 12 Temmuz 1947 İnönü'nün demokrasi projesini açıkladığı gün. 12 Temmuz'da anlaşma kanunlaşıyor. Aynı gün İnönü demokrasi projesini açıklıyor. Demokrasinin ilk adımı sayalım, ama hâlâ biz kendi kendimize bir şey yapamadığımız için şimdi de AB'nin emirleri altında sürekli kanun çıkarıyoruz. Niçin demokratikleşmek için. Bizi boyuna elimize talimat vererek yönetiyorlar. İlk anlaşma budur ve çok ağırdır. Örneğin ABD Başkanı eğer yardımla ilgili herhangi bir konuda Türkiye hükümetinin mevzuatını yeterli bulmuyorsa ya da o öyle görüyorsa şu şekilde kanun çıkar diyecek ve biz anlaşma gereği o şekilde kanun çıkaracağız. Bu hem Türkiye ve Yunanistan'a yardım hakkında kanunda var hem de anlaşmada var. Nerede kaldı bağımsızlık ve egemenlik. Türkiye ilk büyük yarayı bu anlaşmayla almıştır. Ondan sonra Marshall yardımı, bunu da 4 Temmuz 1948'de imzalamışız. Ama gerek Marshall yardımına gerek NATO'ya katılmamız çok ilginçtir. Bir mektupla katılmışız. O mektuplarda Dışişleri Bakanı'nın imzası var. Yeryüzünde bir mektupla kendi kendini başka ülkelerin çıkarlarına hizmet ettiren bir devlet var mıdır bilmiyorum. Olacağını da sanmıyorum, çünkü bir başka devletin sana verdiği bir emire göre hareket edersen egemenlik ve bağımsızlık ortadan kalkar. Bu o dönemin büyük ayıbıdır. Bu ayıbı söylediğim ve yazdığım zaman birçok kişi bana kızıyor çünkü işin içinde İnönü'nün kusuru var. Ama Demokrat Parti zamanında da yapılmış aynı yanlışlık. Mesela NATO'ya girişimiz, Demokrat Parti zamanında olmuş. Sonradan ikili anlaşmalar NATO'ya girdikten sonra çıkıyor. Türkiye'nin önemi öteden beri zaten ABD için belli, hem Ortadoğu'da hem de Sovyetler ile ilişkilerde, her koşulda en güçlü devlet ve en örgütlü ulus Türkiye olduğu için ABD bizi hep el üstünde tutmak istiyor. Bizden kendi irademizle değil de ABD'nin güdümünde bir şeyler yapmamız isteniyor. İkili anlaşmaların ilki 1954 tarihlidir ve o anlaşma 1969'a kadar yürürlükte kalmıştır. Güncel olan ve üzerinde konuşulan 1980 tarihli SEİA, Sovyetler Birliği tehdidine karşı yapılıyor. Bu anlaşmanın diğerlerinden farkı nedir? Farkı yoktur. Örneğin İncirlik'in hareket odasına Türk komutan istediği zaman giremez, girse de denetleyemez. 29 Mart 1980 tarihli Türkiye ve ABD Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması bunu sisteme bağlamıştır. Bu anlaşmaya göre iki ülke de kendi savunmalarını güçlendirmek için karşılıklı olarak yardımlaşacaklar. Bu anlaşma, ABD'nin kendi çıkarı da var diye ekonomik yönden bize yardım edecek maddeleri içerir, ama hiçbirisi uygulanmamıştır. ABD bizim ekonomik yönden kalkınmamızı istemezdi ve isteyemezdi. Örneğin, 1956'da Rockefeller, dönemin başkanı Eisenhower'a bir mektup yazar. Mektupta ilk askeri yardımların hangi ülkeye nasıl yapılacağının bilinmesi gerektiğine dair bölümde ülkeleri altı gruba ayırıyor, birinci grupta Türkiye var. Diyor ki "Biz askeri paktlarımızı kurmayı ve sağlamlaştırmayı hedef alan tedbirlere devam etmeliyiz. Büyük ölçüde askeri ve politik nüfuz garantileyecek genişlikte ekonomik yayılma planını, Asya, Afrika ve diğer az gelişmiş bölgelerde uygulamak zorundayız. Birinci gruba giren, bizimle dost olan ve bize uzun vadeli askeri paktlarla bağlanmış olan ülkeler girer. Bu ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur. (Örneğin Türkiye) bazı hallerde düşünmenin tersi sonuçlar verebilir. Yani bağımsızlık eğilimini artırıp mevcut askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere doğrudan doğruya iktisadi yardım da yapılabilir ama bu bize uygun, bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda olmalıdır." Yani bağımsızlık eğilimini artıracak diye bizim ekonomik yönden kalkınmamızı istemiyor ABD. O halde ekonomik ve askeri yardım içeren şu anlaşmalarda ekonomik yardımın hiçbir zaman bizi tatmin edici olmayacağı bellidir. Gerçekten de olmamıştır. Olmaması bir yana AID, DB ve IMF'nin kontrolü altında Türkiye ekonomik yönden bırakın gelişmeyi sürekli çökertilmiştir. Bugünkü konum bunu gösteriyor. Buna karşı duranlar olmuştur. Örneğin Menderes 1958 yılında IMF'yi terslemiştir ama peşinden 27 Mayıs gelmiştir. 27 Mayıs'ta ABD'nin parmağı olmadığını söyleyenler yanılırlar. Çünkü ABD'nin o yıllarda kendi çıkarını önce askerlerle sağlamaya yönelik politikası gereği Latin Amerika'da da, Endonezya'da da, Yunanistan'da da askeri yönetimler gelmiştir. Bu ABD'nin o yıllarda uyguladığı bir soğuk savaş taktiğidir. ABD 12 Mart'ta da, 12 Eylül'de de vardır. Bugün için benzer bir müdahale ihtimali var mı? 12 Eylül'den sonra taktik değişti. Artık askeri sistem gelmemeliydi. Bugünkü koşullarda yani iktidarın hedefi göz önüne alındığında orduda iktidar yanlılarının sürekli tasfiye edilmesine karşın hâlâ yüzde 10-15 iktidarın da personel bulundurabileceğine inandığım için ordu parçalanabilir korkusunu taşıyorum. En büyük korkum Türkiye'de askeri bir hareketin uç vermesidir. Çünkü bu kendiliğinden olmayacaktır, arkasında ABD olacaktır. Aşağı yukarı yarım asırdır biz ABD'nin güdümünde birçok şeyleri yaptık. Kendiliğinden bir hareket yapılacağı kanısında değilim. Bugünkü hükümeti de ABD yönetiyor bana göre, bugünkü çelişkiler de ABD'nin işine yarıyor.


ABD-TÜRKİYE Antlaşmaları Özet

 

Kendilerini yetiştiren iktidara getiren efendilerine arada sırada meydan okumalar yapılır. Amaç; sapkın yandaşlar desteklediklerinin kimin emrinde olduklarını farketmesinler.

Türkiye, 1930’lu yıllarda bağımsız politikaya yönelir. ABD Lozan antlaşmasını imzalamaz. Bugüne kadar da imzalamamıştır. Türkiye; kalkınma hamleleri ile Sadabat Paktı ve Balkan antantı ile bölgesel etkinliğe yönelir. Bu durum; İngiliz Fransız Amerikan güçlerini harekete geçirir. 1936 yılına kadar İstanbul Marmara bölgesi, limanlar işgalcilerin elindedir.

ABD; İkinci Dünya Savaşından, Nükleer gücü tekelinde bulunduran bir süper güç olarak çıkar. Amerikan yaşam tarzı, propagandayla dünyayı saran moda halinde idi. Bu parlak görüntünün arkasında bir emperyalist devlet vardı. ABD-İngiltere İkinci dünya savaşı sonrası birliktedir. İki ülke, tek bir politika ile küresel strateji oluşturulur.

ABD, İngiltere ile birlikte Ortadoğu coğrafyasının SSCB nüfuzunun girmesini önlemek için strateji geliştirir. Bunun sonucu olarak; bağlayıcı anlaşmalara gider. İlk olarak da Türkiye’yi yeniden mutlak vesayete almaya yönelirler.

Kapitülasyon Antlaşması:1 Nisan 1939

Türkiye, Atatürk’ten sonra yabacı bir devlete ekonomik imtiyaz tanıyan ilk ikili antlaşmayı 1 Nisan 1939′da ABD ile yapar. 5 Mayıs 1939′da yürürlüğe giren antlaşmaya göre Türkiye, ABD’ye gerek ithalat ve ihracatta ve gerekse diğer bütün konularda en ziyade müsaadeye mazhar millet statüsü tanımıştır. Ayrıca, ABD sanayi malları için gümrük indirimleri sağlanıyordu. Lozan’da bin bir zorlukla kaldırılan kapitülasyonlar İnönü eliyle geri gelir.

Karşılıklı yardım anlaşması: 23 Şubat 1945

Antlaşma; “Karşılıklı Yardım Antlaşması” olarak gözükmesine karşın, tümüyle ABD isteklerinin Türkiye tarafından kabulünü içerir. Antlaşma, ABD’nin haklarını korumaktadır! Antlaşmanın 2. maddesinde: “T.C. Hükümeti, sağlamakla görevli olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD’ye temin edecektir” denilmekteydi.

Kredi Antlaşması: 27 Şubat 1946

ABD ile imzalanan ikinci antlaşma. Antlaşmanın özü dünyanın değişik yerlerinde kalmış ABD’nin savaş artığı eski malzemelerini satın alması koşuluyla Türkiye’ye 10 milyon dolar borç verilmesi idi ve ağır koşullar içeriyordu. Türkiye, malzemeyi kırık, bozuk, işlemez nasıl bulduysa satın alacak! Ayrıca satın alınan malın mülkiyeti ABD’de kalacak!

Truman Doktrini: 12 Temmuz 1947 Antlaşması

Başbakan Recep Peker, ABD basınına: “Başkan Truman, tam geçekçi ve tam insani bir görüşten mülhem olmuştur” diyordu. 24 Mayıs 1947′de subay üniformaları, Amerikan subaylarının ki örnek alınarak değiştirilir. Dünya Savaşı sonunda 245 Milyon Dolarlık döviz ve altın stoku olan Türkiye, kendi olanaklarıyla yatırım yapabilecekken, ABD güdümüne sokulur. ABD, Türkiye’yi bir açık pazar, bir hammadde kaynağı olarak yapılandırır.

ABD ile Eğitim Komisyonu Antlaşması: 27 Aralık 1949

ABD, Türkiye’de yerleştikçe ve denetimi ele geçirdikçe kendi ideolojisini benimsemiş, ABD’nin çıkarlarını kendi çıkarları gibi özümsemiş ve ileride Türkiye’de önemli görevlere gelme olasılığı yüksek gençleri ‘yetiştirmek’ yolunu tutmuştu. Bu antlaşma, ABD’nin eğitime önce ortak edilmesini, sonra da belirleyici olmasını sağlayacak bir antlaşmaydı. Antlaşmanın 1. Maddesine göre: Türkiye’de bir Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu kuruluyordu.

NATO anlaşması: 18 Eylül 1952

Türkiye Başbakanı Adnan Menderes, Türk-Amerikan ilişkileri için ölümsüz dostluk derken, ABD Dışişleri Bakanı John Fuster Dulles; Amerika’nın dostu yok, çıkarı vardır diyordu.

Petrol Yasası:1954

Yabancı petrol şirketlerinin adamı Max Ball’e hazırlatılan ve petroldeki devlet tekelini kaldıran “Petrol Yasası” aynı yıl TBMM’de kabul edilir. Yasanın değiştirilen 136. maddesinde; “Bu yasa yabancı şirketlerin izni olmadan değiştirilemez” deniliyordu.

Vergi Muafiyetleri Anlaşması: 23 Haziran 1954

Yalnızca Amerikalıların yararlandığı bu anlaşma, Türkiye’deki ABD varlığını adeta devlet içinde devlet haline getiriyor ve ABD şirketlerine vergisiz, gümrüksüz, denetimsiz ve yargı organlarından uzak, yasa üstü bir statü tanıyordu. 1959 yılında millileştirme işlemlerinde muhatabın ABD olmasını kabul eden, İstimlâk ve Müsadere Garantisi Anlaşması yasalaşır.

Tarım Ürünleri Antlaşması: 12 Kasım 1956

Antlaşmaya göre ABD Türkiye’ye 46.3 milyon dolarlık buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, sığır eti, konserve, donyağı ve soya yağı satacaktı. Bir tarım ülkesi olan Türkiye’nin ürettiği bu temel ürünler, ABD gibi gelişmiş bir ülkenin, eşit olmayan rekabetine terk ediliyordu.

ABD’ye Askeri Müdahale Yetkisi Veren Antlaşma: 5 Mart 1959

Bu antlaşmada ABD’ye “Türkiye’nin siyasi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı yapılacak her türlü tehdidi çok ciddi bir biçimde araştırmak” görevi veriliyor. Yine: ABD’nin “doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak; tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı, dolaylı saldırı hallerinde” Türkiye’ye müdahale etmesi kabul ediliyordu. Dolaysız saldırı, dolaylı saldırı, tecavüz ve özellikle sivil saldırı gibi kavramların ne anlama geldiği açıkça tanımlanmamış, bunlar ABD’nin yorumuna bırakılmıştı. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 4 Nisan 1960′ta bu gerçeği kabul edecek ve açıklamasında bu konudaki takdir hakkının Amerikalılara ait olduğunu söyleyecektir.

ABD Kredi Anlaşması; 31 Mayıs 1968

Türkiye’yi ekonomik, mali ve siyasi bağımlılığa sürükleyen koşullu kredi anlaşmalarına çarpıcı bir örnektir. 1962 yılında ABD Savunma Bakanı Mc Namara: Gelecek yıl Amerikan askeri okullarında yabacı uluslardan 18 bin kişi eğitim görecektir. Bu kişilerde her biri demokrasimizin nasıl çalıştığına tanık olacak, bizim hükümet geleneklerimizi ve felsefemizi öğreneceklerdir. Ülkelerine döndüklerinde de her biri bunun uygulayıcısı olacaktır, diyordu.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar