ÇAĞIN SUÇU…UĞUR MUMCU
”””Kontrgerilla" cuntası Türkiye'de kapatılması hiç
düşünülmeyen bir Amerikan üssüdür. Önümüzdeki günlerde, kanlı siyasal
olaylar yaratılırsa, biliniz "kontrgerilla" eyleme geçmiştir. Sağcı
gençlik örgütleri saldırılarını yoğunlaştırırsa, hiç şüpheniz olmasın,
"kontrgerilla" emir vermiştir.””””
Uğur Mumcu, ailesi Ankaralı olmasına karşın, 22
Ağustos I942'de, babasının görevi nedeniyle bulundukları Kırşehir'de doğdu.
Babası Ankara'ya atanınca, Balıkpazan'ndaki Devrim ilkokulunda başladığı
ilköğrenimini Bahçelievler'deki Ulubatlı Hasan ilkokulunda tamamladı,
Cumhuriyet Ortaokulu ve Deneme Lisesini bitirdikten sonra (1961), Ankara Hukuk
Fakültesine girdi.
Uğur Mumcu öğrencilik yıllarında "bilgi sahibi
olmadan fikir sahibi olunamayacağı"nı kavramış, etkin, coşkulu, çok
okuyan, araştıran ve sorgulayan bir gençti. Onun öncülüğünde yapılan
toplantılara zamanın politikacıları, bilim ve sanat insanları çağrılıyor,
"münazara'lardaki başarılarıyla dikkatleri çekiyordu. Daha 20 yaşındayken "Türk
Sosyalizmi" başlıklı yazısıyla Yunus Nadi Makale Yarışmasını kazandı.
Hukuk Fakültesini bitirince (1965), kısa bir süre avukatlık yaptı. Sonra dil
öğrenmek için ingiltere'ye gitti, dönüşünde Hukuk Fakültesinin idare Hukuku
Profesörü Tahsin Bekir Baltanın asistanı oldu. 12 Martın aydınlara yönelik
baskıcı tutumundan, o da payına düşeni aldı, askerliğini yapmak için
hazırlanırken tutuklandı, sonrasında "Sakıncalı Piyade" sayıldı.
Askerlik dönüşü gazetecilikte karar kıldı, üniversiteden ayrıldı. Yön, Kim,
Devrim, Ant, Türk Solu, Ortam, Akşam, Milliyet ve Yeni Ortam'dan sonra uzun
süre Cumhuriyette yazdı. Ölümünden önce 25; ölümünden sonra bütün yazılarının
toplandığı 4O'ı aşkın kitabı yayımlandı.
Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi, demokrat bir
Türkiye'nin savunucusu; devrimci, hep emekten yana olan, hep araştıran ve
sorgulayan gazeteci Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 Pazar günü otomobiline konan bir
bomba ile inandığı değerler uğruna öldürüldü.
Eşi Güldal Mumcu, çocukları özgür ile Özge; Uğur
Mumcu'nun, ilkelerinden ödün vermeyen kişiliğini gelecek kuşaklara aktarmak;
kütüphanesini, arşivini ve tüm yazılarını tarihsel sırasıyla düzenli olarak
araştırmacıların kullanımına sunmak, gazeteciliğe hevesli gençleri
araştırmacılık alışkanlığıyla mesleğe kazandırmaya çalışmak gibi amaçlarla Ekim
1994'te Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'nı kurdular. Vakıf, Aralık
1995'te amacı doğrultusunda etkinliklerini yaşama geçirmeye başladı. Şimdi genç
gazetecileri araştırmacılığa yöneltmek, insanların düşündüklerini yazıya doğru
aktarmalarını sağlamak için yazma seminerleri düzenliyor, türlü toplantıların
yanı sıra kitaplar yayımlıyor. Uğur Mumcu'nun gazete ve dergilerde beş bini
aşkın yazısı yayımlanmıştır. Bu yazıların altı yüze yakını daha önce yayımlanan
Suçlular ve Güçlüler, Bir Pulsuz Dilekçe, Tüfek icad Oldu, Terörsüz Özgürlük,
Devrimci ve Demokrat, Tarikat- Siyaset-Ticaret adlı kitaplarında yer almıştı.
Ancak vakıf "Bütün Yazılan" dizisi içinde onun bütün köşe yazılarını,
söyleşilerini, haberlerini tarih sırasıyla yayımlamayı bir görev saydı. Böylece
Mumcu'nun öldürüldüğü güne değin verdiği savaşımın unutulmaması için
okurlarıyla kurduğu bağ pekiştirilmiş olacak.
Uğur Mumcu, hiçbir zaman Çağın Suçu'na ortak olmadı,
hep a-raştırdı, araştırmalarının sonuçlarını, düşündüklerini korkmadan,
yılmadan yazdı. Susmadı...Yüzlerce belge, yolsuzluk dosyası koydu ortaya;
vurguncuları, çıkarcıları, yobazları saklayan perdeleri açtı bir bir...Ve
öldürüldü. Ölümü sorgulanamayan Uğur Mumcu, gelecek kuşaklara paha biçilmez bir
kalıt bıraktı,..Düşüncesini, düşüncelerini içeren yapıtlarını... Kuşkusuz bu
kalıt, sahipsiz kalmayacak... Bu yapıtın e-linizde olması, Çağın Suçu'na ortak
olmayacağımızı gösteriyor...
Bu kitabın oluşturulmasında emeği geçen Ali
Tartanoğlu'na, Mesut Seven'e, Fatih Alpertan'a, Avni Kalkan'a, Bekir
Tekkaya'ya, Serkan Uzun'a, Şebnem Kocabıyık'a, Neş'e Tartanoğlu'na; kapağını
özenle yapan Murat Kaya ile Emrah Yücel'e ve kitabı özenle basan DUMAT Matbaası
emekçilerine içtenlikle teşekkür ederiz. Sağ olsunlar...
Daha aydınlık bir dünya isteyen insanlar,
düşünceleri uğruna çok eziyet çektiler, öldürülmeyi göze aldılar, öldürüldüler.
Bu yolda gözünü kırpmadan yaşamını feda edebilecek insanları yitirmeden,
aydınlık bir dünyanın, Çağın Suçu'na ortak olmayacak aydınların emeği ve çabası
ile oluşacağına inanıyoruz. Bu çabanın başarıya ulaşabilmesinin ilk koşulu,
suskun kalmamak... Düşünenlerin öldürülmemesi, öldürülenlerin unutulmaması
dileğiyle...
um:ag
TOPLU TEBRİK...
Bugün yeni bir yıla başladık. Hepinize kutlu olsun!
Merhaba dostlar merhaba... işçiler, köylüler, memurlar, tüm emekçiler... Nasıl
geçirdiniz geçen yılı? Ay sonlarını nasıl kapattınız? Kimlerden borç aldınız?
Sofranızda et bulundu mu? Çocuğunuz hastalanınca doktor ve ilaç parası
verebildiniz mi? Sevinçle, güvenle mi girdiniz bu yıla? ithalatçılar,
ihracatçılar, özel teşebbüsçüler, güzel teşebbüs-çüler, işadamları,
sanayiciler, toprak ağaları, milyonlar üzerine milyonlar kattınız mı? Kaç
milyon lira vergi kaçırdınız bu yıl? Hiltonlarda, Carlton Otellerinde kaç yüz
bin liralık viski içtiniz hep birlikte? Boğaziçi restoranlarını kaç kez
kapattınız geçen yıl? Kaç işçiyi işten çıkardınız? Keyifleriniz nasıl? Sıhhat
ve afiyette misiniz?..
Banka kapılarından kovulanlar, hastane yataklarına
alınmayanlar, iş bulamayanlar, kapıdan kapıya sürüklenenler, harmanlarını
kaldıramayan köylüler, çocuklarını okutamayan işçiler, sizler nasılsınız? Gülün
ve eğlenin; yeni yıla girdik...
Kalın enseliler, şiş göbekliler, milyonlar üstüne
milyonlar vuranlar, karaborsacılar, kaçakçılar, esrarcılar, rüşvetçiler, sizler
ne âlemdesiniz? Dümen yine aynı dümen değil mi?
Sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurulanların
anaları babaları, cezaevindekilerin yakınları, onların eşleri, nişanlıları,
sevgilileri, yeni yılı nasıl karşıladınız? Umutlarınızla yaşıyor musunuz? Katiller,
caniler, faşist çeteciler, onların akıl hocaları, çete başları, kan içiciler,
zindancılar, kelepçeciler bu yeni yılda kimlerin kanını içeceksiniz? Hangi
karanlık köşede planlar yaptınız yine?..
ilericiler, devrimciler, emekten yana aydınlar,
öğretmenler, öğrenciler, işçiler, kendilerini devrime ve devrimciliğe adayan-
ÇAGIN SUÇU
lar, yarınlarda yine beraber misiniz? El ele ve omuz
omuza mısınız?
Her devrin adamları, her iktidardan koltuk kapanlar,
aşağılık cuntacılar, kontrgerillacıiar, işkenceciler, yine hangi
"melanetlerin" peşindesiniz bu yıl? Bakalım neler yapacaksınız bundan
sonra!
Gerçekleri yıllar yılı yazanlar, doğruları
haykıranlar, işkenceciden, zindancıdan korkmayan yazarlar, yazarlıktaki
ağabeylerimiz, hocalarımız, kalemlerimizi yine özgürlük ve toplum için
kullanacağız hep birlikte. Birbirimize güç katacağız eskisi gibi.
Sağın kalemleri, bilgisizleri, yılışık yazarları,
yine "komünizm ticaretine" devam edecek ve binlerce lirayı
ceplerinize indirecek misiniz? Bu yılbaşı, kaç işadamından hediye aldınız paket
paket?
Her haksızlığa karşı koyanlar, adaletsizliğe boyun
eğmeyenler, başkalarının özgürlüğü için savaşanlar; kutlu olsun savaşınız.
Yalnız olmadığınızı bilirsiniz değil mi?.
Korkaklar, ürkekler, evet efendimciler, el
ovuşturanlar, e-mir kulları, uşaklar, üçkâğıtçılar, egoistler, yine aynı işlere
devam edecek misiniz? Korkularınız bitmeyecek mi hiç?
Namuslu hukukçular, özgürlük savaşı veren avukatlar,
yüce yargıçlar, onurlu savcılar, "gazanız mübarek olsun!" Adalet
sizlere borçlu biraz... Kavrulan yüreklere su serpecek misiniz bu yıl yine?..
Emir kulu yargıçlar, köle ruhlu savcılar, satılmış
hukukçular, adaleti bu yıl da lekelemek isteyecek misiniz? Avukatlar para
kazanıp vergi kaçıracak mısınız? Hukukçuluğunuzdan ve adaletten hiç utanmayacak
mısınız?
Namuslu bürokratlar, sinirli bürokratlar, devletin
bir kuruş parasını yabancılara kaptırmamak için büyük şirketlerin
temsilcileriyle, avukatlarıyla boğuşanlar; bu devletin sahipsiz olmadığını
kanıtlamaya devam edeceksiniz değil mi? Korkmadan yürüyeceksiniz yabancı
şirketler üzerine...
Unuttuklarımız, unutmak istediklerimiz, unutulmak
istenenler sizlere de birer "merhaba!"
Merhaba dostlar merhaba!..
Bir yıl daha yaşayacağız birlikte... (Yeni Ortam, I
Ocak 1975)
YAPILAR...
Gazeteye giderken, her gün ilk Büyük Millet
Meclisinin ö-nünden geçiyorum. Kurtuluş Savaşı bu yapıdan yönetilmiş. Mustafa
Kemal Paşa ve boz kalpaklı devrimciler burada toplanmış. Müze oldu şimdi
burası. Arasıra girip gezerim yeniden.
ikinci Büyük Millet Meclisi de Ulus'tadır. Şimdi
"CENTO" ya ayrıldı bu yapı. Eskiden yemyeşil ve güzel bir bahçesi
vardı. Heykelciklerle süslenmiş havuzlarında renkli balıklar oynardı.
Bayar-Menderes döneminde yabancıların istediği "petrol" ve
"maden" yasaları, "Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası" bu yapıdan
çıkmıştı hep. Şimdi "CENTO" olmuş bu eski Meclis. Kapısında yabancı
bayraklar asılmış ve yabancı subaylar girip çıkıyor durmadan.
Cumhuriyet Halk Partisinin yapısı da iyice eskimişti
artık. Merdivenler gıcırdıyordu çıkarken. Bundan sonra yeni yükler taşımaya
elverişli değildi bu yapı. Belki bunun için, yepyeni bir "genel
merkez" yapılıyor Çankaya'da.
- Hayırlı olsun... diyelim. Acaba bu yeni yapıda
"parti sol kanadı", "parti sağ kanadı" gibi salonlar,
odalar ayrılacak mı?.. Yoksa yapının "merkezi", "ortanın
ortasına" mı oturtulacak?.. Biz ne bilelim?. Müteahhitler bilir bütün
bunları... Adalet Partisi de yeni bir inşaat tamamlamak üzere. Selanik
Caddesinde kat kat yükseliyor yeni yapı. Acaba temelleri sağlam mı?..
Bakarsınız birdenbire "güm" diye çökmüş koskoca AP! Olur mu olur...
Bu yapının hemen yanında "Eski Muharipler
Derneği" vardır. Acaba Emekli Orgeneral Faik Türün bu derneğe geliyor
mu?.. Gelmez herhalde. Çünkü onun silah arkadaşları, "Ticaret ve Sanayi
Odaları" üyeleridir artık. Ne yapsın eski arkadaşlarını?.. Yenileri daha
kârlı günümüzde. Sözgelişi, "Meşrutiyet" Caddesinde yolunu şaşırmış
bir yurttaşımıza Adalet Partisini nasıl tarif eder, nasıl yol gösterirsiniz?..
- Anayasa Mahkemesini şöyle bir geç, tam karşısında
sağda... dersiniz olur biter. Yurttaşımız da eliyle koymuş gibi bulur Adalet
Partisini. Anayasa Mahkemesinin tam karşısında, sağdadır AP. Herkes bunu
bilir...
Demokratik Parti de oralardadır. Bu partinin şimdiki
genel merkezinde bir zamanlar "Fikir Kulüpleri Federasyonu" otu-
ÇAĞIN SUÇU .4 rurdu. Sosyalist gençler bu katta konferanslar ve açıkoturumlar
düzenlerdi. Devrin içişleri Bakanı Faruk Sükan burada konuşulanları, -
Solcuların nefes alışlarını bile dinliyorum... diyerek din-letmişti. işte bu
yapıdan çıkan seslerin ülkede çok yankı yaptığını bildiğinden, genel merkez
olarak burayı seçmişti zehir hafiye! Sükan, içişleri Bakanı olarak solcuların
nefeslerini dinlemiştir ama, kendi partisi içindeki Demirel markalı
dinleyicileri henüz bulamamıştır. Ne demişler: - Alma mazlumun ahım, çıkar
aheste aheste...
Türkiye Sosyalist işçi Partisiyle, Milli Selamet
Partisinin binaları da karşı karşıyadır Ankara'da. Milli Selamet Partililer
sabah akşam Sosyalist Partinin tabelasını görünce, - Lahavle... çekiyorlardır,
amma biraz sabırlı olsunlar. Sabrın sonu selamet... Bir daha 12 Mart gelince
ancak o zaman kapanır sosyalist partiler. Şimdi ise geometrik hızla çoğalacak.
- Ben sosyalistim, sen revizyonistsin... diye diye
bir düzine sosyalist partiyle Avrupa "rekoru" kıracağız galiba.
"Çoğulcu demokrasilerde olur böyle şeyler...
Milli Selamet Partisi, 12 Marttan önce "Milli
Nizam Partisi" olarak bilinirdi. Bu parti Anayasa Mahkemesince
kapatılınca, devlet partinin bütün mallarına el koydu. Bu arada Meşrutiyet
Caddesindeki partiye kayıtlı katın da devlet mülkiyetine geçmesi gerekiyordu.
Fakat Anayasa Mahkemesi kararından hemen önce bu kat bir partilinin üzerine
kayıtlanıvermiş. Partinin el konmayan "mallarını" da hep birlikte
gördük sonra. Ne mallardı doğrusu...
Milli Nizam Partisi, Anayasa Mahkemesince kapatıldı.
Fakat parti yöneticileri hakkında hiçbir ceza soruşturması yapılmadı. Türkiye
işçi Partisi de Anayasa Mahkemesince kapatıldı ama, bütün yöneticileri onar, on
beşer yıl cezalara çarptırıldılar.
- Nasıl olur?., diye sormayacaksınız. Burası Türkiye'dir,
olur böyle şeyler... Türkiye işçi Partisinin Ankara'da Mithatpaşa'da zar zor
aldığı bir kat vardı. Parti kapatılınca bu kata da devlet el koydu. Fakat o
tarihten bu yana kat boşu boşuna bekletilmektedir.
Türkiye işçi Partisinin bıraktığı boşluk sahipsizdir
şimdi. Kim dolduracak dersiniz?.
(Yeni Ortam, 2 Ocak 1975)
SAĞCILARA BİLGİLER
Son zamanlarda gerek
sağ basın, gerekse politikacılar, "halk iktidarı" kavramını
eleştirerek, bundan kendilerine göre sonuçlar çıkarmaya başlamışlardır. Ecevit:
- Halk iktidarı kuracağız... deyince, bunun komünistlik, Marksistlik,
Leninistlik olduğu yazılıp çizilmeye başladı. Bu mantığa göre herkim ki,
"halk" sözcüğünden oluşan bir kavram
kullanır, o, komünistin taa kendisidir! Ne diyelim?!.. "Cehalet
çukuru"nun dibi yoktur. Yazsınlar, çizsinler bakalım. Fakat biz de
kendilerine "mektupla öğrenim" yoluyla bu kavramları anlatmaya
çalışalım hiç olmazsa.
Bakınız Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşının temelini
atarken ne demiş: - Bizim görüşlerimiz, ki "halkçılık"tır, kuvvetin,
kudretin, hâkimiyetin doğrudan doğruya "halka" verilmesidir. Halkın
elinde bu-lundurulmasıdır. Ve şüphe yok ki bu dünyanın en kuvvetli bir esası,
prensibidir...
işte buna "komünistlik" diyor sağ basının
kalemleri!.. Bir kaç örnek daha verelim de öğrensinler:
- Şekli hükümetimiz tam bir demokrat hükümettir. Ve
lisanımızda bu hükümet, "halk hükümeti" diye yad edilir...
Bu sözler, Atatürk'ün "Söylev ve
Demeçleri"nin 3'üncü cildinin 5 I 'inci sayfasındadır.
- Yeni Türkiye devleti bir "halk
devleti"dir...
Bunu da Atatürk söylemiştir.
"Söylev ve Demeçler"in 2'nci cildinin 32'nci sayfasından başlayarak
altı sayfa okursanız, bu sözleri gözlerinizle görürsünüz. - Her birimizin hakkı
vardır, yetkisi vardır. Fakat, çalışma sayesinde bu hakkı elde ederiz. Yoksa
arkaüstü yatmak ve hayatını çalışmaktan uzak olarak geçirmek isteyen insanların
bizim sosyal bünyemiz içinde yeri yoktur. Hakkı yoktur. 0 halde ifade ediniz
efendiler, "halkçılık" sosyal düzeni, "emeğine"
hukuken
dayanmak isteyen bir "sosyal" doktrindir.
Efendiler biz bu hakkımızı mahfuz bulundurmak, istiklalimizi emin bulundurmak
için, "heyeti umumiyemizce", "heyeti milliyemizle" biz
mahvetmek isteyen "emperyalizme" ve bizi yutmak isteyen
"kapitalizme" karşı "heyeti milliyece" mücadeleyi caiz
gören bir "doktrini" takip eden insanlarız...
ÇAĞIN SUÇU 15
Bu konuşma da, Türkiye Büyük Millet Meclisinde I
Aralık 1921 'de yapılmıştır. Atatürk'ün sözleridir bunlar.
"Halk", Kurtuluş Savaşımızın temel
kavramlarından biridir. işte sağ basının kalemleri bu sözcüğün, yirminci yüzyılın
ikinci yarısında "komünizm" kanıtı olduğunu yazıp çizmekle,
"milliyetçilik" yaptıklarını sanmaktadırlar. Oysa "halk",
cumhuriyetimizin temelini atan büyük kavganın harcıdır... Bilmezler mi bunu?
Sağ basının kalemleri bir de "Türkiyeli"
sözcüğüne takılmaktadır.
- Ankaralı... istanbullu... izmirli.., der gibi:
- Türkiyeli... denmesinden de "zehir
hafiye" coşkusuyla komünizm belirtileri bulmaya çalışmak şimdi hüner
sayılmaktadır.
Bir de şu satırları okusunlar:
- "Türkiye halkı", mütevazı milli hudutlar
içinde bütün medeni insanlar gibi tam mana ve şümulüyle hür ve müstakil
yaşayacaktır...
Bu sözleri söyleyen de Atatürk'tür. "Türkiye
halkı" Atatürk tarafından kullanılmış bir kavramdır açıkçası. "Söylev
ve De-meçler'ın 3'üncü cildinin 40'ıncı sayfasını açarsanız bunları da
okursunuz.
Bunlar böyle...
Bir de "halk mahkemesi" kavramı var:
Halktan söz edince hemen:
- Halk mahkemeleri mi kuracaksınız?., diye
demagojilerle saldırırlar. Bu demagoji silahını da ellerinden almak gerekiyor.
"Halk mahkemesi" birçoklarının sandığı
gibi, sosyalist ülkelerdeki siyasal suçlan yargılayan mahkemeler değildir!
"Halk mahkemesi", Hitler tarafından kurulan ve sosyalistleri
yargılayan mahkemenin adıdır. Almancası "Volksgerichthog",
ingiliz-cesi "Peoples Court", Türkçesi "halk mahkemesi!"
Sağ basının kalemleri "William I. Shirer'in "Nazi imparatorluğu"
kitabının 426'ncı sayfasına lütfedip bakarlarsa, şimdiye kadar uluorta
kullandıkları "halk mahkemesi" kavramını da öğrenmiş olurlar.
Milliyetçilik, ulusal sınırları içinde yaşayan bütün
yurttaşları dil, din ve sınıf ayrımı gözetilmeksizin insanca yaşatma amacının
adıdır. Halksız milliyetçilik olamaz.
Halk sözcüğünden korkanların bilgisizlikleri kadar
amaçlan da belli değil mi?.. (Yeni Ortam, 3 Ocak 1975) BÖLMEDEN
Yumuşakbaşlı, sessiz sedasız insanlar için,
- Ağzına vur, lokmasını al... derler.
Gerçekten bazı insanlar böyledir. Ağızlarına vurulmadan da lokmalarını başkalarına kaptırırlar.
Toplumların da böyle olması istenmektedir, işçi hak
aramayacak. Köylü olanla yetinecek. Memur ne verilirse kabullenecek. Böylece
memleket güllük gülistanlık olacak.
Arasıra,
- Nerde efendim o eski günler... diye yakınmalara
tanık o-luruz. O eski günler, işçinin, köylünün, memurun hak aramadığı
günlerdi. Böyle zamanlarda devleti yönetmek de çok kolaydı:
- Vatanın yüksek menfaatleri... denilince akan sular
dururdu. Devler adamları gökten zembille inmiş kurtarıcılar sayılırdı. Bu, bir
çeşit şartlanmaydı... insanlar önce "teba" olmaktan
"yurttaş" olmaya geçiyorlar. Sonra bu "yurttaşlığın"
bilinci yerleşmeye başlıyor. Sonra da "sınıf bilinci" başlıyor.
Anayasa ve yasalar,
- Herkes yasa önünde eşittir... diyor ama yasaların,
yani daha somut tanımla devletin önünde insanlar eşit değil, çeşit çeşit
diziliveriyor. işçisi başka, köylüsü başka, memuru başka, kentsoylusu başka...
Ortaya, sınıf ayrımı çıkıyor, insanların,
yurttaşların yasa ö-nünde neden eşit olmadığı da araştırılmaya başlanıyor.
Egemen sınıflar bunların araştırılmasını hiç istemiyorlar:
- Aşırı akımlar.., zararlı cereyanlar... maksatlı
fikirler... gibi suçlamalar hemen ortaya atılıyor. Amaç, yurttaşın sınıf
bilinciyle olayları değerlendirmesine engel olmaktır, işte "zararlı
fikir" dedikleri, kendileri için zararlı olacak düşünceler ve davranış
türleridir!
ÇAĞIN SUÇU 17
I
İşçi sınıfı ideolojisinin bin bir karalama ve
demagoji ile kö-tülenmek istenmesinin nedeni de budur açıkça. Sömüren,
sömürülenin uyanmasını istemiyor... Emekçiler bir "yabancılaşma"
dünyasında yaşatılmak isteniyor. Kendi emekleri ile yaratılan değerlere sahip
çıkmasını bilmiyor emekçiler. Türlü korkular, endişeler ve şartlanmalar, bu
"yabancılaşma" ile birlikte, işçi sınıfını kendi ideolojisinden uzak
tutmaya yarıyor.
Fakat bir süre sonra kırılıyor bu çemberler. Bu kez
emekten yana aydınları, ezmek, boğmak ve öldürmek istiyorlar. Fakat hiçbir şey
kâr etmiyor! "Sınıf bilinci" geliştikçe gelişiyor. Dernekler,
örgütler, partiler hep birlikte bu bilinç aşamasına katkıda bulunuyorlar birer
birer.
Bir birikim doğuyor sonra... Siyasal partiler bu
birikimle iktidara doğru yaklaşıyorlar. Sosyal demokrat ve sosyalist partiler
bu bilinçle güçleniyor. Burada bir başka "taktik" uygulanıyor artık.
Böl ve parçala... Ayrıntılar abartılıyor. Solculuk
için solculuk yapma tutkusu, küçük burjuva dürtüleri ile birleştiricilikten çok
"bölücülüğe" yarıyor. Herkes kendisinin daha sosyalist olduğunu
kanıtlama yarışına giriyor. Ve parçalara bölünüyor sol birikim...
Oysa somut gerçekler, soldaki ortak ilkeleri de
kendiliğinden ortaya koyuyor bir bir. Türkiye hangi aşamadadır? Önce bunu
bilelim... Gücümüz nedir, önce bunu anlayalım... Geçmişte ne gibi
yanılgılarımız oldu, bunun "özeleştirisini" yapalım... Dost kim,
düşman kim, bunları iyice saptayalım...
Bunlara katlanmadan ya geçmişteki sol birikimi
tümüyle yadsıyarak "inkarcılığa", ya da türlü ilerici akımdan
soyutlanarak, "küçük burjuva anarşizmine" düşmemek mümkün değildir.
"Dogmatizmin" bataklığında kulaç atmanın adı hiçbir ülkede
"hayırla" anılmaz. Sosyalizmi "mezhepçilik" gibi bir
"fraksiyon" kalkanı yapanları ise halk hiç anlamaz. Anlamaz ve
bağışlamaz üstelik...
Bugüne kadar oluşan "sol birikimi"
harcatmamak hepimizin görevidir. Bölmeden, parçalamadan, "antifaşist"
güçleri birleştirmek gerekiyor şimdi.
"Morrison milliyetçiliği"nin bayrağı
altında toplananlar ortadayken birbirimizi yemenin anlamı ne? Bunu düşünelim
hiç olmazsa...
(Yeni Ortam, 4 Ocak 1975) ODTÜ DOSYASI...
Bugün hep birlikte ODTÜ, dosyası tutanaklarına göz
atalım.
Askeri Savcı: Hâkim Yarbay ihsan Şenel, Tutanak
Kâtibi: Öncel Gürkan, Soruşturma yeri: Sıkıyönetim Askeri Savcılığı, Soruşturma
tarihi: 28.7.1971,., Vaki davet üzerine geldiği görülen Mehmet Kıcıman huzura
alınıp ifade ve hüviyetinin tespitine geçildi.
Hüviyeti: Mehmet Kıcıman, Nafiz oğlu, 1932 doğumlu,
halen Ankara, Ant Sokak, 5/1, Çankaya'da oturur. ODTÜ, inşaat Bölümü
profesörlerinden. Soruldu: Üniversitemizde aşırı sol düşünceleri bakımından
talebelerin yanında olan kimseleri ben sadece kendi bölümümde olanları
değerlendiriyorum. Bunlar konuşmaları, hareketleriyle fikirlerini belli
ediyorlar. Bunların isimleri Sedat Özkol, Ertan Acaroğlu'dur... Sedat Özkol'un
10 Haziran 1970 tarihli Milliyet gazetesinde zihniyetini aksettiren, Türkiye
halklarından bahseden bir yazısı mevcuttur. Kendisi zaten Amerika'da iken aşırı
sol fikirlerinden dolayı arkadaşlarının dikkatini çekmiştir. Onunla beraber Amerika'da
bulunan Yük. Müh. Bnb. Erol Tezcan ve Yük. Müh. Bnb. Yücel Erden bana durumu
anlatmışlardı... Bu da başkası:
Hüviyeti: Rahmi Magat, Fevzi oğlu, 1927 doğumlu.
Bursa nüfusunda kayıtlı, halen Ankara, Kavaklıdere, Alaçam Sokak, 24/7'de
oturur. ODTÜ, Hukuk Müşaviri ve serbest avukat.
Hadise soruldu: Ben 1960 senesinden beri ODTÜ 'sinin
Hukuk Müşavirliğini yapmaktayım. Rektör Kemal Kurdaş üniversitede her türlü
fikirlerin serbestçe tartışılabileceğini kabul ediyordu. Bu müsamaha neticesi
her türlü sol fikirler ve olaylar üniversitede konuşuluyor ve tartışılıyordu.
Yalnız sol tema-yüllü olanların miktarı fazla ve biraz daha cesurane hareket
ettiklerinden karşı gruba faaliyet imkânı tanımıyordu. Ben şahsen bu düşüncenin
karşısında olduğumu Kemal Kurdaş'a söylüyordum. Bu bakımdan üniversiteye, Çetin
Altan, ilhan Selçuk, Muammer Soysal gibi sol fikirde olanlar konferans vermek
ü-zere geliyorlardı. Yine üniversitede Nazım Hikmet köşesi, Vietnam köşesi
yapılabiliyordu... Disiplin kurulundaki tartışmalarda bu talebelerin bu
hareketleri bağımsız Türkiye için yapı- ÇAĞIN SUÇU 19 yorlar şeklinde müdafaa
oldu. Bunu yapanların başında Yılmaz inkaya gelir... Bir zamanlar Ankara Barosu
Başkanlığı yapan bu "çok saygıdeğer" Hukuk Müşaviri, eski Rektör
Kemal Kurdaş'ı suçladıktan ve bazı öğretim üyelerinin adlarını verdikten sonra
bir de şu açıklamayı yapıyor: - Hüseyin Batuhan ismindeki Beşeri ilimlerdeki
Bölüm Başkanı arkadaşımız, öğretim görevlilerinin öğrencilere ideolojik tesir
icra ettiğini yazıyla bildirdi. Bunların bir kısmına mukavele tazelenmedi. Bir
kısmının da mukaveleleri feshedildi.,.
"Tolerans" konusunda doktora tezi veren
Hüseyin Batuhan da bazı öğretim görevlilerini üniversiteden attırabilmek i-çin
yazılar yazmış. Sen gel, dış ülkelerde, "batıda tolerans fikrinin
gelişimi" diye doktora tezi hazırla, sonra da kendi yurttaşlarını, kendi
meslektaşlarını üniversiteden attırabilmek için yazılar yaz! Aferin doğrusu...
Bir zamanlar Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı ve
Ankara Barosu Başkanlığı yapan Rahmi Magat, ifadesini şöyle tamamlıyor: - Bu
hususları genel olarak ben Cumhurbaşkanına iadeli taahhütlü bir mektupla
bildirdim. Bunun bir kopyası bendedir, istendiğinde verebilirim...
Üniversite Hukuk Müşaviri, devrin Cumhurbaşkanı
Cevdet Sunay'a bütün bildiklerini bildirmiş. Kırk bir kere maşallah!
Gelelim üniversitenin şimdiki Rektörü Prof. Tarık
So-mer'e: Tanık Tarık Somer: Mehmet oğlu, 1926 doğumlu. El-mas'tan doğan, D.
Veli nüfusunda kayıtlı, Ankara Esat Caddesi 42/15'te oturur. ODTÜ Kimya
Mühendisliği Bölümünde Öğretim Üyesi. Bu "zatı şerif, sonradan Amerikan
firması müteahhitlerinden Süleyman Demirel'in partisinden milletvekili seçilen
Prof. Mustafa Parların rektörlük seçimi sırasında olup bitenleri anlatırken,
öğretim üyesi arkadaşlarını şöyle suçlamaktadır: - Aşırı solda talebelerin
yanında olanlar, toplanarak kalkıp aleyhte konuşuyorlar ve Mustafa Parlar'ın
geçmiş hizmetlerine kara sürüyor ve küçültücü sözler söylüyorlardı. Bunlar
arasında Sedat Özkol, Halit Çakır, Kemal Ertopçuoğlu, Erhan Kara-esmen gibi
şahısların bulunduğunu, ayrıca kapıya sık sık gelip Yaşar Gürbüz'ün Halit
Çakır'a direktifler verdiğini gördüm. E-lektrik Mühendisliği Başkanlığına
getirilen Nazif Tepedelen- 20 lioğlu, Dekanlığa getirilen Erdoğan Tekin, Rektör
Yardımcılığına getirilen Ertan Acaroğlu, tamamen talebenin paralelinde çalışmış
kimselerdir...
Bu da üçüncüsü...
Şimdi işlere bakınız: Profesör Mustafa Parlar Adalet
Partisi milletvekili olmuş. Devrimci öğretim üyeleri birer birer ayıklanmış.
Tarık Somer Rektörlüğe seçilmiş. "Operasyon" tamamlanmış.
Şu rastlantıya ne dersiniz: Rektörlük Hukuk Müşaviri
Rahmi Magat, bu "saygıdeğer" avukat, üniversiteye karşı açılacak
davalarda Rektörlüğü savunacak. Üniversitede de çalışan kamu personelinin
avukatlığını da Doçent Seyfullah Ediz yapıyor. Geçen hafta bu köşeden Seyfullah
Ediz'i de tanıtmıştım. O da, Ankara Hukuk Fakültesindeki devrimci öğretim
üyelerini mahkûm ettirebilmek için savcılık kapılarına koşmuştu. Rahmi Magat
işveren vekili olarak Rektörlüğü, Seyfullah Ediz sendika vekili olarak
üniversitede çalışan öğretim üyelerinin haklarını savunacak... Ne denir? Bu da
güzel rastlantıdır...
Geçen hafta, askeri mahkemelerde arkadaşlarını
mahkûm ettirebilmek için uğraşan profesör, doçent ve asistanların adlarını
açıklamış ve bunlara "altın", "gümüş" ve "bronz"
madalya verilmesini önermiştim. Yukarıda adları geçenleri de sık sık hatırlamak
gerekiyor.
Profesör Tarık Somer'in, Hukuk Müşaviri Avukat Rahmi
Magat'ın, Profesör Mehmet Kıcııman'ın ve Hüseyin Batuhan'ın, Üniversite
bahçesine heykellerinin dikilmesini öneriyorum...
(Yeni Ortam, 6 Ocak 1975)
HAVADAN VE SUDAN
- Havadan sudan para kazanmıştır... denir. Bugün
sizlere, "su" işlerinden dolayı para kazanmış bir müteahhitten söz
e-deceğim.
Müteahhidin adı, Süleyman Demirel'dir... Demirel,
I960 dönemi geldiğinde, Devlet Su işleri Genel Müdürüydü ve henüz askerlik
görevini yapmamıştı. Bugüne kadar Demirel'in bir ÇAĞIN SUÇU 21 devlet
memurundan daha çok para kazandığını kimse söyleyemez. Öyleyse nasıl zengin
oldu Demirel?
Şöyle...
Yük. Mühendis Süleyman Demirel, bir yandan Orta Doğu
Teknik Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışırken, öte yandan da
müteahhitlik yapmaktaydı. O günlerde, üniversitenin içme suyu inşaatı da
ihaleye çıkarıldı, inşaatın keşif bedeli 5 milyon 750 bin liraydı. Demirel, -
Ben bu inşaatı 4 milyon 100 bin liraya yaparım... diyerek hemen kolları sıvadı.
Fakat ortaya küçük bir pürüz çıktı. Üniversite Kuruluş Yasası ve Satmalına
Yönetmeliği, üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışanların bu tür
ihalelere girmelerini yasaklamaktaydı. Bir süre sonra bu pürüz de giderildi.
Üniversite Hukuk Müşavirliği,
-
Ek
görevle üniversitede çalışanlar ihalelere girebilir:., diye yorum yaptı ve
Demirel, üniversitenin içme suyu inşaatını Çizerine almış oldu.
Su tesisat inşaatı için gerekli ithal malzemesinin
vergi ve gümrük "resmine" bağlı olduğunu bilen Demirel bir süre sonra
üniversite Rektörlüğüne başvurarak,
-
Orta
Doğu Teknik Üniversitesi bir kamu kuruluşudur. Bu nedenle bu vergi ve resimleri
ödememek gerekir... dedi. Demirel ayrıca bu sonucu sağlamak için imar ve iskân
Bakanlığına başvurarak devlete vereceği vergilerden kurtulmak istedi. De-'
mirel'in dilekçesi bakanlıkta, bakanlık "Amme Tesisleri Dairesi
Başkanı" Mehmet Uslu'nun önüne geldi. Uslu, - Bu vergi ve resimlerin
ödenmesi gerekir.., dedi. Dedi a-ma kendisi izindeyken yerine bakan Raşit
Yalvaç, - Bu kamu kuruluşudur. Bu kuruluşta ihaleyi üzerine alan da
Demirel'dir.
Öyleyse Demirel devlete gümrük vergi ve resmi
vermemelidir... gerekçesiyle Demirel'e ayrıcalık tanıdı.
Bu usulsüzlüğe, üniversite inşaat Başkanı itiraz
etti. 9 Ocak 1963 tarihli ve 715/49-53 sayılı yazıda Başkan Muhittin Kulin, -
Demirel'e tanınan ayrıcalık yasalara aykırıdır.,, diye diretti. Aynı günlerde
devrin imar ve İskân Bakanı Fahrettin Kerim Gökay, 5.1 1. 1963 tarihinde
üniversiteye başvurarak, - Gerekli malzemenin gümrük veya gider vergisinden
muaf tutulması hususunda verilen belgelerin müteahhit Süleyman Demirel
tarafından kendi çıkarına kullanılıp kullanılmadığını... 22 sordu. Bu yazı
üzerine "Mütevelli Heyet" toplandı ve Demi-rel'i haklı buldu. Böylece
Demirel 700 bin liralık bir ithalat dolayısıyla ödenmesi gereken 200 bin lirayı
devlete ödemedi. Bu iki yüz bin Türk lirası havadan Süleyman Demirel'in cebine
iniverdi!
Ayrıcalıklar bununla da bitmedi.,. 4 milyonluk ihale
için, Demirel'e 2 milyon 100 bin liralık "avans" da verildi. Oysa,
yapılan mukavelede böyle bir hüküm yoktu. Demirel bu parayı herhangi bir
bankadan alsa, yüzde 18-20 faiz ödeyecekti. A-vans almakla bu faizden de
kurtularak yine havadan 150 bin lira kadar bir para daha kazandı. Demirel
bununla da yetinmedi...
Mukaveleye göre, Demirel'in su tesislerini 30.6.1963
tarihinde bitirmesi gerekiyordu. Eğer inşaat erken bitirilirse kendisine erken
bitirme primi ödenecekti. Demirel 14.4.1963'te işi bitirdiğini ileri sürüp 2 ay
9 günlük erken bitirme primi alarak 248 bin lira daha kazanmıştır. Fakat iş
Demirel'in bildirdiği tarihte bitirilmiş değildi. 23 Ekim 1963 tarihinde Rektör
yerine imza atan Orhan Alsaç, Demirel'e gönderdiği mektupta, - Eksikliği
tamamla... demişse de Demirel işi erken bitirdiği gerekçesiyle 248 bin lirayı
kasasına çoktan yerleştirmiştir. Yani Demirel, gecikme dolayısıyla üniversiteye
tazminat ödemesi gerekirken, erken bitmiştir gerekçesiyle ödüllendirilmiştir.
Bir de, - Borular zamanında yerleştirilmedi... diyerek 65 bin lira tazminat
istemiş ve almıştır bu arada.
Demirel'in yaptığı işin kesin kabulü 15-25 Temmuz
1964 tarihleri arasında yapılmıştır. Üniversite inşaat Başkanlığından Yük. Müh.
Şevket Göloğlu, 17 Kasım 1964 tarihli raporunda, - Su tesisleri kusurlu
yapılmıştır. Teknik kusur ve hatalar dolayısıyla, geçen bir yılda 650 bin lira
kayıp olmuştur... diyerek bu "Barajlar Kralı"nı yerden yere vurmuşsa
da, Demirel yine kazanacağını kazanmıştır. Bu rapor üzerine Rektör, iller
Bankası, Devlet Su işleri ve Bayındırlık Bakanlığı mühendislerinden oluşan bir
kurula konuyu inceletmek istemişse de, Orhan Alsaç, "iç bünyede bir
araştırma" yapmakla yetinilmesini önermiştir. iç bünyede yapılan
araştırmada da aksaklıklar saptanmış ve bunların giderilmesi için 25 bin
marklık malzeme sipariş edil- ÇAĞIN SUÇU 23 mistir. Bunun da Türk parası ile
değeri 100 bin liradır. Bu yüz bin liranın Demirel'den alınması gerekirken, bu
konunun üzerine de gidilmemiştir. Birtakım "masonik" ilişkiler de
etkili olmuştur bu işlerde...
Özetleyelim... Demirel, 4 milyonluk küçük bir
ihaleden, 313 bin lira prim, 150 bin lira gümrük bağışıklığı, 150 bin lira
avans kârı, 100 bin lira tesisat noksanlığı olmak üzere, 713 bin lira açıktan
para kazanmıştır.
İşte "havadan" ve "sudan" böyle
para kazanılır...
Şimdi bu müteahhidin çevresinde "Milliyetçi
Cephe" kurulacak. Ey "komandolar" siz de titreyin ve bu Amerikan
firması müteahhidinin fedailiğine koşun...
(Yeni Ortam, 7 Ocak 1975) MR. HARRIS KİMDİR?..
Bugünlerde, Amerikan Büyükelçiliği bir konuğu beklemektedir:
Washington'da "State Department" yetkilileri de bir atama işlemini
tamamlamak üzeredir. Son Kıbrıs olaylarından' sonra Türkiye'ye yüksek düzeyde
bir CIA yetkilisinin atanması gerekmekteydi. Bu yetkili hemen bulundu.
George S. Harris, bugünlerde Washington'dan uçağa
binip, Esenboğa'ya inmek için bütün hazırlıklarını tamamlamıştır. Belki bu
satırların yazıldığı gün, "veda partileri" de bitmiş oluyordu.
George S. Harris kimdir? Tanıtalım...
Mr. Harris, Türkiye konusunda iki kitabın, daha
doğrusu iki "rapor'un sahibidir. Kitaplardan biri, "Origins of
Communism in Turkey" ikincisi "Troubled Alliance" adlarıyla
yayımlanmıştır. Yazarın "Middle East Journal" adlı derginin 1963 yılı
Nisan sayısında "The Rol of the Military in Turkish Politica" adlı
uzun bir incelemesi de yayımlanmıştır.
Troubled Alliance adlı kitap daha önce "State
Department'^ bir rapor olarak sunulmuş, sonradan "Hoover"
yayı-nevince kitap olarak yayımlanmıştır. Bu kitap, 1945 yılından 1971 yılına
kadarki dönemde, Türk-Amerikan ilişkilerini incelemektedir. Yazar, birçok Türk
araştırmacısının yayınlarına ve 24 yazılarına dayanarak, Türkiye'deki
"antiamerikan" akımların nedenlerini incelemekte ve belirli yorumlar
yapmaktadır.
Harris, kitabının 135'inci sayfasında, CIA konusuna
yer vermiş, Bülent Ecevit'in bu konuda Parlamentoda yaptığı konuşmayı
değerlendirerek, Adalet Partisiyle Cumhuriyet Halk Partisinin bu konudaki
tutumlarını karşılaştırmıştır. Türkiye işçi Partisinin, "Angloamerikan
emperyalizmine karşı ortak cephe" önerdiğini yazan Harris, Cumhuriyet,
Milliyet, Akşam, Yön ve Aydınlık gibi yayın organlarına yollama yaparak,
Türkiye'de gelişen "antiemperyalist" akımları incelemiş, Türk-iş'e
yapılan yardımların, "Ford burslarının ve "barış gönüllülerinin, CIA
tarafından yönetildiğinin yazıldığını belirtmiştir.
Kitabında "Büyükelçi Kommer'in gelişi"
başlığıyla bir bölüm ayıran Harris, Kommer'in Vietnam'da
"pasifıkasyon" uzmanı ve danışmanı olarak çalıştığını, bu nedenle
Türk kamuoyundan çok sert tepkiler gördüğünü yazdıktan sonra,
- Kommer'in Türkiye'ye atanması bir hataydı...
demektedir. Kommer'in Türkiye'ye gelişini izleyen günlerde yoğunlaşan
"antiamerikan" gösterilerin, büyükelçinin arabasının yakılmasıyla
daha da şiddetlendiğini anlatan Harris,
- Türk basınında, Kommer'in Orta Doğu Teknik
Üniversitesine giderek, böyle bir tepkinin doğmasına bilerek yol açtığı
yazılmış ve aynı günlerde Adalet Partisinin anayasal hakları kısıtlayıcı
yasalar getirmesi de aynı gözlemin kanıtları olarak ileri sürülmüştü...
demektedir.
1969 seçimlerinden sonra solun "şiddet"
yoluna başvurduğunu anlatan Harris, "Ant" dergisinin, Latin Amerika
türü eylemleri öğütlediğini yazarak Selma Ashworth'un "Ant"
dergisinde çıkan "Biz de mi Amerikan elçisini dağa kaçıralım?" başlıklı
yazısını kaynak göstermektedir. Solun Parlamento dışına itildiğini ve
"Parlamento dışı muhalefet" adıyla yeni "taktikler"
saptadığını anlatan Harris, 1969 yılında yayın hayatına başlayan
"Devrim" gazetesinin "milliyetçi" bir yaklaşımla Türkiye'
ye yeni bir yön verme çabasında olduğunu kaydetmektedir. 1969'da başlayan
eylemlerin 1971 Martında "komutanlar muhtırası" ile sonuçlandığını
anlatan Harris, Nihat Erim'in Cumhurbaşkanı Sunay tarafından, - Güvenilir ve
tecrübeli politikacı... olarak başbakanlığa a-tandığını belirtmektedir.
ÇAĞIN SUÇU 25
Kitapta, siyasal, askeri, ekonomik her türlü
Türk-Amerikan ilişkisi, kaynaklarına inilerek incelenmiş ve bu incelemelerden
belirli sonuçlar çıkarılmıştır. Doğan Avcıoğlu, ilhan Selçuk, Çetin Altan,
llhami Soysal, Kemal Bisalman gibi yazarların yazıları, Cüneyt Arcayürek,
ismail Baltacıoğlu gibi gazetecilerin haberleri, M. Ali Aybar, Haydar
Tunçkanat, Sezai Orkunt, Haluk
Ülman gibi politikacıların konuşma ve yazıları da
birer birer inceleme konusu olmuştur.
"Türkiye'de Komünizmin Kaynağı",
"Ordunun Politikadaki Rolü", "27 Mayıs 1960 ihtilalinin
Nedenleri" ve "Sıkıntılı Birlik" gibi araştırmaların yazarı olan
Mr. Harris, Türkiye'deki Amerikan Büyükelçiliğine "Political
Officer", yani bir çeşit "siyasal danışman" olarak atanmıştır.
Bilindiği gibi CIA eski başkanlarından Colby de şu anda Tahran'da Amerikan
Büyükelçisi olarak görev yapmaktadır.
Ortadoğu ülkelerinde artık bir "diplomatlar
savaşı" başlamıştır. Bu diplomatlar artık CIA yetkililerinden
seçilmektedir. Bu nedenle biz Mr. Harris'e, - Hoş geldiniz... demiyoruz.
Biliyoruz ki Mr. Harris hayırlı sabahlar müjdecisi değildir...
(Yeni Ortam, 8 Ocak 1975) DÜN SUÇTU...
Bir ülkenin savunması, ulusal savaş sanayiinin
kuruluşuna bağlıdır. Bir devlet kendi savunmasını, kendi yaptığı silahlarla
yürütemiyorsa, ister istemez bir başka ülkenin güvenliği için kullanılıyor
demektir. Türkiye yıllardır NATO stratejilerine göre koşullandırılmış ve
ülkemizin savunması ve güvenliği Amerika Birleşik Devletleri'nin "ortak
savunma" planlarına bağlanmıştır.
1963 yılında Kıbrıs olayları patlak verdiğinde,
Amerikan Cumhurbaşkanı Johnson, - Size verilen silahları ancak benim emrimle
kullanabilirsiniz... diyerek bir acı gerçeği bütün çıplaklığı ile yüzümüze
vurmuştu. Yakın siyasal tarihimizde "Johnson mektubu" olarak
adlandırılan bu "muhtıra", ulusal onurumuza indirilmiş büyük bir
şamardır.
26
Bu şamara yüzünü uzatmak zorunda kalan hükümet
başkanı da, Kurtuluş Savaşımızın, emperyalist ordularını denize döken
"millici" güçlerin "Garp Cephesi Komutanı" ismet Paşaydı!
1963 yılındaki Kıbrıs bunalımı ulusal bilinçlenme
aşaması i-çin bir önemli kilometre taşı oldu.
-
Başkasının
yapamadığını millet yapar... kampanyaları ile "çıkartma gemileri"
yapımı başladı. Kurtuluş Savaşımızdan sonra yeniden kendi halkımıza, kendi
işçimize güvenmeye başlıyorduk.
-
Kendi
Uçağını Kendin Yap,., kampanyası da Hava Kuvvetlerimizi güçlendirmeye
yönelmişti. Petrolde, madende, bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızda tam bir
"milliyetçilik" aşaması başlamıştı.
Ülkenin devrimci kesimi, ulusal sanayimizden,
yeraltı ve yerüstü zenginliklerimize kadar, halkımızın öz mallarını, emeğini
sömürtmemenin savaşına girmişti: "Kuvvayı Milliye" yeniden
dinliyordu!
Ülkemizde aynı günlerde bir Amerikan firması
komisyoncusunun yönetiminde tam Amerikancı bir iktidar hüküm sürmekteydi. Bir
gün Senatoda ulusal savunmamız söz konusu olunca Emekli Korgeneral Cemal
Madanoğlu kürsüye çıkarak, - Ulusal ordu özlemi... diye başlayan bir konuşma
yaptı. Devrimci general, Silahlı Kuvvetlerimizin ancak kendi kaynaklarımıza
dayanılarak güçlendirilmesini istiyor, buna "ulusal ordu özlemi"
adını takıyordu.
O gün Senato karıştı... Amerikan firması
komisyoncusu Süleyman Demirel birdenbire kürsüye fırlayarak General
Madanoğlu'na en sert cümlelerle saldırdı. Bunların hepsi tutanaklardadır şimdi.
Gün olur açıklarız bu köşeden. Demirel'e göre "ulusal ordu
özlemi"nden söz etmek, Silahlı Kuvvetlerimize hakaret sayılırdı.
Aradan günler, haftalar, aylar ve yıllar geçti...
12 Mart 1971 günü, Demirel Silahlı Kuvvetler adına
verilen bir "muhtıra" ile "şapkasını" alıp Başbakanlıktan
kaçtı. Üç gün sonra, 12 Mart cuntacılarının eline verdikleri bir listeye imza
atarak, bazı general ve albayları emekliye sevk etti. Komutanlar
ÇAĞIN SUÇU 27
sıkıyönetim istiyorlardı. Demirel, sıkıyönetimin baş
destekçisi oldu. Komutanlar, Anayasayı değiştirmek istiyorlardı. Ne derlerse
yaptı.
27 Mayıs Anayasası, 12 Mart cuntacılarının
emirleriyle "tağyir, tebdil ve ilga" edilirken, Korgeneral Cemal
Madanoğlu, emekli olur olmaz Adalet Partisinin kapısını çalan Ali Elver-di'nin
de imzaladığı bir kararla tutuklanıp cezaevine
gönderiliyordu. Aynı günlerde, ulusal savaş
sanayiinin kurulması için çabalayan bir başka tümgeneral, elleri ve ayaklarına
bağlanan zincirlerle Göztepe'deki işkence evinde sorguya çekiliyordu.
Demokrat Parti, 27 Mayıstan öcünü alıyordu. Hem de
kendilerine 27 Mayısçı dedirten Gürlerlerin, Baturların kuvvet komutanlığı
yaptığı günlerde... "Ulusal ordu özlemi"ni savunanlar bir bir
cezalarını çekiyorlardı. Bu siyasal olayların toz bulutu içinde ulusal
çıkarlarımızı savunanlar birer birer ezilmek isteniyordu açıkça.
Şu iki örnek yetmez mi?.. Yabancı şirketlere karşı
petrol savaşı veren Profesör Muammer Aksoy, sahteliği sonradan anlaşılan bir
mektuba dayanılarak Ali Elverdi tarafından tutuklanıyordu. "Ulusal ordu
özlemi"ni dile getiren General Cemal Madanoğlu da düzmece raporlarla
tutuklanıyor ve idamı isteniyordu.
Kavganın temelini görelim... Şimdi artık,
"Ulusal Savaş Sanayii" sanayici ve işadamlarımızın da
"özlemi" oldu. Çünkü artık "kâr" bu alanda. Gördüler bunu.
Daha iki üç yıl önce Yunan işadamlarıyla ticari örgütler kuranlar, şimdi
"ulusal savunmamıza" katkıda bulunacaklar!
"Ulusal Savaş Sanayiimiz" ancak ve ancak
devlet eliyle kurulabilir. Sanayiciler, ulusal sanayii değil, sadece faşizmi
kurmanın çabası içindedirler.
Bazen olayların dili zamanla çok daha belirli
biçimde ortaya çıkıyor: Dün suç sayılan "ulusal ordu özlemi", şimdi
kaçınılmaz bir görev sayılıyor. Fakat bu özleme sahip çıkanlara bakın siz!
işadamları ve sanayiciler, birlesiniz, milyonlarınızdan başka kaybedeceğiniz
neyiniz var ki?..
(Yeni Ortam, 9 Ocak 1975)
28
BELGEDEN BİLGİYE...
22 Kasım 1965 tarihinde Washington'daki "Ordu
Karargâh Dairesi", CIA başkanlığına, Ankara'daki ve Atina'daki Amerikan
Kara Ataşelerine "gizli" kaydıyla şu yazıyı göndermekteydi:
Türk hükümeti ve Genelkurmayı tarafından, bazı
Avrupa ülkelerinde askeri üsler yapılması için Amerikalılara sağlanan
kolaylıkların şartlarıyla ilgili istihbarat faaliyeti şunları kapsayacaktır.
a- Böyle bir harekete gerçekten teşebbüs edilmiş
midir?
b- Hareketi kim başlatmıştır? c- Hareketin
nedenleri?
Kılavuz: Askeri üsler için Amerikalılara sağlanan
kolaylıkların şartlarıyla ilgili bilgi toplaması için Türk Genelkurmayı
tarafından emir verildiği haber alınmıştır.
Dağıtım: Amerikan Kara Ataşesi: Amerikan Elçiliği,
Ankara Türkiye, (bilgi için.) CIA (Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı),
Amerikan Kara Ataşesi, Amerikan Elçiliği-Atina, Yunanistan.
Özel Talimat: a) 20 Aralık /965'te sona erecektir.
Eğer paragraf 3'te daha önce bir talimat verilmemişse, istenilen bilgi o tarihte
veya ondan sonra yollanacaktır.
b)
Cevap
verilme tarihi bildirilsin veya bildirilmesin yukarıda verilmiş olan öncelik
derecesi kontrol faktörüdür.
c)
Verilen
tarihten sonra da bu konu ile ilgileneceği anlamı çıkmamalıdır. DASGIR-Ordu
istihbarat Dairesinin başka bir dairesi bu tarihten sonra da rapor edilmesini
istemektedir. Herhalde bu gibi raporlarda yukarıdaki kontrol numarasından
bahsedilmelidir.
d)
Diğer
talimat, bilgi için bir nüsha Yunanistan'daki ARMA'-ya, kılavuz için AIÇ Atina
Soruşturma Merkezine, Genelkurmay istihbarat Başkan Yardımcısı yerine imza
james E. Lazanby
Albay GS Haber Alma Şefi
Konu son derece açıktı. Türk Genelkurmayı, ikili
anlaşmalarla sağlanan bazı ayrıcalıkları yeniden gözden geçirerek, Türkiye'deki
Amerikan üslerinin statülerini yeniden inceleme kararı almıştır. Bu kararın
öğrenilmesi üzerine, Amerikan Genelkurmayı, bu çalışmaların Türkiye'de kimlerce
yürütüldüğünün ÇAĞIN SUÇU 29
araştırılmasını istemekte, ayrıca bu çalışmaları
başlatan ve yürütenlerin adlarının saptanmasını gerekli görmektedir. Bu
belgeden sonra Türkiye'den hangi adlar saptanıp Amerikan Genelkurmayına
bildirilmiştir, bunu belgelere dayanarak saptama olanağı şimdilik elimizde
değildir. Ancak, bu çalışmaların kimler tarafından başlatılıp yürütüldüğü
konusunda bazı bilgilerimiz vardır.
Bu konuda çalışmaları başlatan, eski Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Cemal Tural'dır. Tural, kişisel tutumu dolayısıyla "Ne
isa'ya ne Musa'ya" yaranamamış bir Genelkurmay Başkanıdır. Bir yandan
sınır tanımaz bir sol düşmanlığı, öte yandan "antiamerikan"cı
yurtsever tutumuyla birçok çevrenin eleştiri ve hışmına uğramış ve Genelkurmay
Başkanlığından ayrılması hemen herkesçe sevinçle karşılanmıştır. Yerine Memduh
Tağmaç'ın atanmasıyla ve Tural, "Sunay-Demirel" iklisinin isteğiyle "tasfiye"
edilmiş oluyordu. Böylece Amerikalılara sağlanan "kolaylıkların"
gözden geçirilmesini isteyen Genelkurmay Başkanı "saf dışı"
ediliyordu!
Amerikalılara sağlanan ayrıcalıklara karşı çıkan
eski "Kara Kuvvetleri Plan ve Prensipler" Başkanı Tümgeneral Celil
Gür-kan da 16 Mart 1971 günü, "Türkiye'nin geleceğini ağır bir tehlike
içine düşürmek" suçuyla devrilen Süleyman Demirel hükümetinin imzasıyla
emekliye sevk edilmiş, bir süre sonra işkenceci başı Orgeneral Faik Türün'ün
emriyle elleri ayaklan zincirlenerek Göztepe'deki işkence evinde sorguya
çekilmiştir. Tümgeneral Celil Gürkan da bu yolla "tasfiye"
olunmuştur!
Milli Savunma Bakanlığı Hukuk Müşaviri Hâkim Albay
Emin Değer, ikili anlaşmaları inceleyerek, bunların değiştirilmesi gerektiğini
yetkililere bildirmiş ve Amerikalılara sağlanan ayrıcalıkların ortadan
kaldırılması gereğini savunmuştur. Hâkim Albay Emin Değer 16 Mart 1971 günü
Ankara dışına atanmış, bir süre sonra da ordudan ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu
"tasfiye" de böyle gerçekleşmiştir! Birtakım siyasal olayların
gürültüsü uzaklaşınca, bazı cunta öykülerinin toz bulutu ortadan kalktıkça,
insanı şaşırtan ve düşündüren acı gerçekler de birer birer gözler önüne
serilmektedir...
(Yeni Ortam, 10 Ocak 1975) 30
SAKAL, BIYIK, SAÇ
Son günlerde bu köşeden bir sürü muhbir adı
okudunuz, birkaç belgeyle de karşılaştınız. Gelin bugün de biraz
"boş" sözlerle avunalım. Bugün saçtan, bıyıktan, sakaldan söz açalım.
Ne derler:
- Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal...
Bu, güç durumda kalmış insanları tanımlar. Hem sakal
hem de bıyığı, tükürürken kurtarabilmek için, içine düşülen çaresizliği
anlatıyor bu atasözü. Bu atasözü bilmem kaç yüzyıllıktır... O zamanlar, uğursuz
politikacı yüzleri bilinmediği için, - Politikacının suratına tükür... gibi
sözler söylenemezdi doğal ki...
Ya Karacaoğlan'a ne dersiniz? "Sakal seni
matkap ile oyayım. Bir kız bana emmi dedi neyleyim..." Karacaoğlan, genç
kızların, sakalına bakıp "emmi" demesinden çok çok tedirgin olmuş.
Olmuş da, sakalını matkap ile oymaya karar vermiş. Bu
"yaşlılık-gençlik" de önemli konu bu işler için. Gerçi sevimli
başbakanımız, - Erkekler poligamdır... demişse de, yine de gencin yaşlının
yapacağı işler başka başkadır. Başbakanlık için de yaş önemli olsa gerek, insan
yaşlandıkça sağlığını yitirebilir. Midesi ağrır, böbreği ağrır, romatizması
tutar, prostat olabilir, daha daha, ne bileyim, enfarktüs krizleri geçirebilir,
damarlarda bir tıkanıklık olabilir, beyin damarları kireçlenebilir. Fakat
sevimli başbakanımız "acul" Sadi Bey bunlara bana mısın demiyor:
- Erkek olan poligamdır... diye tutturuyor. Ben
kulağınıza bir şey söyleyeyim mi? Sadi Bey bu "poligamlık" konusunu
biraz daha işleyip bu konuda "reformlar" ve "yasa değişiklikleri
yapabilseydi, memleketimizin bütün erkeklerinden "güvenoyu" alırdı...
Böylece gençlere taş çıkarırdı.
Gençler için de, - Daha bıyığı terlememiş
delikanlı... diye bir tanım vardır. Yaşlılar, yaş "kemale erdikçe",
gençlere tepkilerini de arttırırlar. Bıyığı terlememiş
gençlerin asılıp kesilmeleri, işsiz güçsüz
kalmaları, bir ayağı çukurdakilerin avuntularından biridir.
Bu "sakal" ve "bıyık" konusu,
siyasal yaşamımıza da girmiştir son yıllarda. ÇAĞIN SUÇU 31
- Mao bıyıklı gençler... gibi sözlere çok tanık
olunmuştur. Oysa Mao'nun bıyığı yoktur! Peki nereden çıkıyor bu söz?
Bilgisizlikten çıkıyor, başka nereden olacak... Doktrinden anla-mazsanız. Peki.
Hiç Mao'nun fotoğrafını da mı görmediniz?
Görmüşlerdir de görmezlikten gelmişlerdir... Kari
Marks'ın da sakalı vardır. Arasıra sağcı yayın organlarında, - Sakallı Marks...
diye başlayan bilimsel eleştirilere rastlarız. Evlerde yapılan aramalarda
"Paşa dedenizin" sakallı resmi varsa, yandığınız gündür! Dedenizin
Karl Marks olmadığını kanıtlamak için mahalle muhtarını tanık göstermek
zorundasınız. Bir fakültede yapılan aramada "Che Guevera"nın
fotoğrafını, - Bırak canım o Barış Manço'nun resmidir.., diye çekip almayan
memurun hoşgörüsüne ne dersiniz? Bu sakal, bıyık, saç konulan bildiğiniz gibi
değil, gördünüz...
Bazı adamlar için,
- Sakalından utan... derler. Bizdeki bazı saçsız
politikacıları düşünüyorum. Bunların sakalı da yok. Demek ki utanmaları söz
konusu değil. Saçı yok, sakalı yok... Kim bunlar?
Bunlar da utanmaz politikacılardır..,
Kurtuluş Savaşı sonrası Ankarasında "Sakallı
Celal" diye a-nılan bir lise müdürü varmış. Açıkgörüşlü, toksözlü bir
adammış Sakallı Celal.
- Türkiye doğuya doğru giden gemide, batıya doğru
koşan bir adama benzer... demiş o günlerde. O günden bu yana hiç
"dümen" kırmadık. Gidiyoruz öyle. Sözlerini çevrelerine dinletmeyen
insanlar:
- Vay benim köse sakalım... derler. Ya da,
- Sakalımız yok ki sözümüz dinlensin... diye
yakınırlar, izninizle ben de burada bir yakınacağım:
Yurttaşlarımız milletvekillerini ve senatörleri
seçip Ankara'ya yollamışlar. Partiler var. Allah başımızdan eksik etmesin,
parti liderlerimiz var. Parlamento dışı liderimiz Celal Bayar var. Parlamento
içi liderimiz Demirel var. Fakat bir türlü hükümet kurulmuyor. Hükümet
kurulmadıkça Sadi Bey, devlet işlerinden zaman ayırıp "poligamik"
çalışmalar yapamıyor. Ne olacak bu işin sonu? Birtakım insanlar, 32
- Bir gece ansızın gelebilirim... diye rap rap
hazırlık yapıyorlar. Sesler duyulmuyor mu?
Sakalımız yok ki, sözümüz dinlensin... (Yeni Ortam,
II Ocak 1975)
MOZAİK...
Gazeteci Cüneyt Arcayürek, "Hürriyet"
gazetesinde, 12 Mart öncesi cunta çalışmalarını anlatan bir yazı dizisi
yayımlıyor. Bu dizide, yazarın kendi tanımıyla "gün ışığına çıkmamış"
belgelerden yararlanılıyor. "Gün ışığına çıkmamış belgeler",
kontrgerilla merkezinden işkence ile alınmış ifadelerdir. Yani,
"yasadışı" yollarla alınan ifadeler, yine "yasadışı"
yollarla Arcayürek'e iletilmiştir.
Bu ifadelerde birçok asker ve sivil kimsenin adları
geçmektedir. Bunlar kimlerdir ve hangi siyasal görüşten yanadır? Önce bunu
cevaplandıralım... 15 Mart 1971 tarihinde emekliye sevk edilen Tümgeneral Celil
Gürkan ve arkadaşlarından bir kısmı, görüşlerini CHP'ye yakın buldukları için
parti genel merkezine başvurmuşlardır. Bunlar Celil Gürkan, Tuğamiral Vedii
Bilget, Albay Cavit Bayar, Hava Albay Nedim Arat, Albay Kadir Ok, Hâkim Albay
Emin Değer'dir. Aynı gün emekliye sevk edilen Genelkurmay Merkez Dairesi
Başkanı Tümgeneral Şükrü Köseoğlu, Demokratik Partiye girmiş ve. bu partinin
Kastamonu milletvekili adayı olarak seçimlere katılmışsa da, Parlamentoya
girmeyi başaramamıştı. ihtilalciler arasında adı geçen Kurmay Albay Nusret Van,
emekli olur olmaz Adalet Partisine girmiştir. Kurmay Albay ilyas Albayrak
yabancı sermayenin kurduğu "Fruko Genel Müdürlüğüne" getirilmiştir.
Kurmay Albay Kemal Tunusluoğlu
-ki muhtırayı radyoevine götüren görevlidir- Agasi
Şen'in Türk Hava Yollarında genel sekreterlik yapmaktadır.
15 Mart 1971 tarihinde emekliye sevk edilen Hava
Tuğgeneral Ömer Çekgör de, üniformasını çıkarır çıkarmaz, yabancı petrol
şirketlerinin desteklediği "Türk Petrol" Ankara Grubu Başkanlığına
atanmıştır.
ÇAĞIN SUÇU 33 I
Aynı gün emekliye ayrılan Tuğgeneral M. Ali Akar,
Milas'ta köşesine çekilmiş ve adını unutturmuştur. Albay Kadir Tandoğan da
köşesine çekilmiştir. Albay Mehmet Namlı bir şirketin müdürlüğüne
getirilmiştir.
Levazım Albay Hasan Yalçınkaya, istanbul'da Aksaray
semtinde "Babanın Yeri" adıyla bir meyhane açmış, istanbul Mali Polis
eski müdürlerinden Rafet Kaplangı da yine istanbul'da, Kadıköy'de bir büfe
işletmeye başlamıştır.
Yarbay Ümran Şensezgin ise, Ankara Halkevlerinde,
Halkevi Vakfını işletmek için gece gündüz çalışmaktadır.
ifadelerde, "Devrim Konseyi" üyesi olarak
adından söz edilen Piyade Albay Bedri Buluç, Orgeneral Türün'ün emir ve
komutasıyla istanbul'da önemli "operasyonlarda" görev yaptıktan sonra
emekliye ayrılmıştır.
Korgeneral Hayri Yalçıner, geçtiğimiz ağustos ayında
e-mekliye ayrıldıktan sonra, bazı gizli istihbarat örgütlerinde ö-nemli
görevler yürüten eşiyle birlikte mutlu yaşantısını sürdürmeye başlamıştı.
Kontrgerilla ifadelerinde "darbeci" olarak
adı geçen Korgeneral ihsan Över, şu anda 2'nci Kolordu Komutanlığı yapmaktadır.
Yine ihtilalciler arasında sayılan Kurmay Albay Kenan Güven 2'nci Ordu Lojistik
Başkanı, Kurmay Albay Orhan Üstün de aynı orduda harekât başkanı olarak
görevlerinin başındadır.
ihtilalcilerin Genelkurmay Başkanlığına getirecekleri
söylenen Korgeneral Atıf Erçıkan da, 12 Marttan bir süre sonra, Amerika'ya
"tedavi" maksadıyla gidip geldikten sonra emekliye ayrılmıştır. Bu
korgeneralin, Tümgeneral Celil Gürkan ve arkadaşlarını "ihbar"
ettiği, o günlerde ileri sürülmekteydi.
12 Mart 1971 tarihinde istanbul zırhlı birliklerinde
görevli Kurmay Albay Nedim Arat da bir turizm şirketinde çalışmaktadır.
Tank Binbaşı Yılmaz Akkılıç, ordudan ayrıldıktan
sonra, bir süre gözaltına alınmış, daha sonra da sosyalist eğilimli "Yeni
Dönem" adlı bir dergi çıkartmıştır.
Kontrgerilla ifadelerinde adı geçen ve sonradan
Madan-oğlu davasında da yargılanıp beraat eden Kurmay Albay Adnan Arabacıoğlu
bir ticari şirkete, Kurmay Albay ibrahim Ar-tunç da Halkevlerinin bir şubesinde
çalışmaktadır. Deniz Kurmay Albay Adnan Kaptan da orduda görev başındadır.
Albay 34
Hidayet Ilgar istanbul'da avukatlık yapmakta, eski
arkadaşlarını savunmaktadır. Sivillere gelince...
Orhan Kabibay, 12 Mart 1971 tarihinden sonra olanca
gücüyle Erim hükümetlerini desteklemiş, bir süre sonra Ecevit'i ve partisini,
"Marksist kışkırtıcılık..." gerekçesiyle suçlayarak önce Cumhuriyetçi
Partiyi kurmuş, sonra da partisiyle birlikte "alafranga sağcı" Turan
Feyzioğlu'nun partisinde esas duruşa geçmiştir. Fakih Özfakih, Cumhuriyet Halk
Partisinden ayrılmıştır.
Talat Turan, "Marksist-Leninist" eylemlere
yol göstermek gerekçesiyle tutuklanmış, Milli Birlik Komitesi eski üyelerinden
Numan Esin ve irfan Solmazer ile birlikte yargılanmıştır.
Numan Esin, Alpaslan Türkeş'le birlikte Milliyetçi Hareket
Partisini kurduktan sonra Türkeş'ten ayrılmış ve büyük bir "nakliyat
şirketi" kurmuştur. 12 Mart geldiğinde Esin kırk kadar "TIR"
kamyonun sahibi görülüyordu. Solmazer, seksen kadar deniz teğmeni ile birlikte
yargılanıp beraat etmiş, Numan Esin'e Göztepe'deki işkence evinde ağır
işkenceler yapılmıştı. Solmazer ve Esin'in en yakın "kader" arkadaşı
Orhan Kabibay da bu işkence seslerini Cumhuriyetçi Güven Partisi binalarından
dinlemiştir.
Bu adları neden açıkladık? Nedeni şu.
12 Mart 1971 tarihinden hemen sonra Silahlı
Kuvvetlerde bazı general ve albayların "komünist ihtilal" yapmak için
hazırlandıkları, o günün basınında yazılıp çizilmişti. "Hürriyet
gazetesi" bu tür yayın yapanların başında gelmekteydi.
Şimdi soruyoruz: Bu komünist ihtilal, bir yandan Tümgeneral
Celil Gürkan gibi "ilericiler", öte yandan Tümgeneral Şükrü Köseoğlu
gibi Demokratik Partililer, Kurmay Albay Nusret Van gibi Adalet Partililerle
ortaklaşa mı yapılacaktı? Aynı komünist ihtilali, Orhan Kabibay gibi
"McCarthist"lerle, yabancı sermaye müdürleri ve temsilcileriyle mi
planlanacaktı? Eğer gerçekten bu bir komünist ihtilal ise Korgeneral ihsan
Över'in Kolordu Komutanlığında, Kurmay Albay Kenan Güven ve Kurmay Albay Orhan
Üstün'ün orduda görevleri nedir? Nasıl görev başında tutulmaktadır?
Türkiye'de birtakım basın mensubu, gizli örgütlerin
"zabıt kâtipliğini" yapmayı "gazetecilik" saymaktadır. Bu
sorulara inan- ÇAGIN SUÇU 35 dinci cevaplar vermeden "gün ışığına
çıkmamış" belgelere dayanarakA), hiçbir açıklama yapmış
olamazsınız. 12 Mart gerçeği bunların çok ötesindedir. "Kimler neden"
tasfiye olmuş ve hangi göstermelik gerekçeler bu iş için kullanılmış? Bunu
araştırabiliyor musunuz?!,.
(Yeni Ortam, 13 Ocak 1975)
ONLAR VE SİZ
Çevremizde bazı zenginler vardır. Bunların nasıl
zengin olduğu konusunda söylentiler dolaşır: - Eskiden hamalmış, sonradan
zengin olmuş...
Bir insanın önce hamal sonra da milyoner olmasına,
bu kapkaç düzeninin piyasa ekonomisi bile izin vermez. Adamın zenginliğinin
nedenini araştırırsanız, önünde sonunda bir bit-yeniği çıkar.
- Gazete kâğıtlarını toplayıp satarmış, böyle böyle
zengin olmuş...
Olamaz... Ya kâğıtları satarken bir hırsızlık
yapmıştır ya da bir başka kirli işten para vurmuştur.
- Halde limon satarmış, Şimdi Kızılay'da apartmanı
var... Beş kuruşa limon satıp beş milyon sahibi olunmaz. Bu işin de bir girdisi
çıktısı vardır.
Müteahhittir; devleti kazıklar. Yasaların içinde
hoplaya zıp-laya milyonları cebine indirmiştir, işadamıdır; devletten
milyonlarca kredi alır. Üstelik "teşvik tedbirleri" diye ne kadar
kolaylık varsa ondan yararlanmıştır. Gazete sahibidir; iki yüz basar, on bin
gösterir. Devletten resmi ilan alır. Anasını, babasını, kardeşini
"muhabir" olarak gösterir. Ayda devletten yüz-iki yüz bin lirayı
cebine indirir. Arsa komisyoncusudur. Fakir fukaranın topraklarını ucuza
kapatır, sonra kentsoylu zenginlere satar. Arsa spekülasyonu yoluyla zengin
olur. ithalatçı, ihracatçıdır. Bin bir türlü kaçakçılık yapar. Vergi vermez.
Çok kazanır, az gösterir.
- Allah bir kere yürü ya kulum demiş... derler
bunlar için. Nasıl yürüdüğü, kimlerle yürüdüğü bellidir bunların. Dinleri,
i-manları paradır...
36
Aşırı akımlara karşıdırlar. Komünizmle kanlarının
son damlasına kadar savaşmaya karar vermişlerdir. Devletiyle, milletiyle
bölünmezliğe inanmışlardır. Anarşistlerin hak ettikleri cezayı görmelerini ve
ömür boyu cezaevlerinde kalmalarını istemişlerdir.
Hele sınıf tahakkümü... Sınıf tahakkümüne çok
karşıdırlar. Karşı olmak ne demek, "sınıf deyince tüyleri diken diken
olmaktadır. Milletin dilim dilim bölünmesine, ecdat kanlarıyla sulanmış bu
toprakların Ruslara katılmasına bir türlü gönülleri razı olmamaktadır.
Amerikalıların topraklarımız üzerinde üsler
kurmalarına, petrollerimize ve madenlerimize göz dikmelerine, Amerikan
subaylarının Türkiye'deki ayrıcalıklarına da gönülden taraftardırlar.
- Hür düzen böyle kurulur da ondan... derler,
sorarsanız. Adlarının çevresinde söylentiler çıkar:
- Çok çalışmış çok kazanmış...
- Hamalmış, sonradan zengin olmuş...
- Buraya geldiğinde bir küfesi, bir de ipi varmış...
- Halde limon satarmış, böyle zengin olmuş...
Aklınız alıyor mu böyle zenginlikleri? Almıyor doğal
ki... Sizler de çok çalışıyorsunuz, neden zengin olmuyorsunuz? Namuslu
yaşıyorsunuz, hırsızlık yapmıyor, rüşvet alamıyorsunuz, işte nedeni bu,
Öğretmensiniz. Sınırdan sınıra sürülmüşsünüz.
Çocuğunuzu bile rahatlıkla okutamamışsınız. Ay sonlarını denk getirememişsiniz,
iki yakanız bir araya gelmemiştir bir türlü. Gelmez... Çünkü bu devletin sadık
ve namuslu bir memurusunuz.
Memursunuz. Karı koca, çoluk çocuk gece gündüz
çalışır- ;-siniz. Bir türlü gülmez yüzünüz. Çocuğunuzla çoluğunuzla, yıllar
yılı aynı dertlerle boğuşup durursunuz. Düzelmez bir türlü yaşantınız.
Düzelmez... Çünkü bütün namusunuzla çalışıyorsunuz.
işçisiniz, köylüsünüz. Evinize ayda bir kez bile et
girmez. Köyde ağanın yanında bir yanaşmasınız. Maden ocaklarında çalışırsınız.
Kızgın güneşte, tarlada eker biçersiniz. Büyük inşaatların betonlarını atar,
tuğlalarını dizersiniz. Doymaz kamınız bir türlü.
ÇAĞIN SUÇU 37
Doymaz. Çünkü çalınan alınteriniz, sömürülen emeğiniz-dir.
Onlar için,
- Eskiden hamalmış, sonradan zengin olmuş... derler.
Oysa bu düzenin yükünü çeken sizlersiniz; onlar da
bu a-rada "yüklerini" tutmaktadırlar.
Ama sakın sınıfınızın tahakkümünü kurmayın bunlar
üzerinde... Naziktirler, üzülür, kırılırlar sonra.
Hem bunca yıl "tahakküm" kurdunuz bunlar
üzerinde, bırakın biraz rahat nefes alsınlar...
(Yeni Ortam, 14 Ocak 1975)
ESKİCİ ...
Sokaklarda arasıra, - Eskici... eskiler alırım,
elbise, palto, kağıt... eskici... diye dolaşan insanlara rastlarız. Şimdi de
aynı çığırtkanlık politika sahnelerinde gözümüze çarpıyor: - Eskiler alırım.
Eski milletvekili, eski bakan, eski cumhurbaşkanı, eskiciiii...
Demirel de, Bozbeyli de pazarlık kızıştırıyorlar
bugünlerde: - Yuvanız burasıdır...
- Hayır yanlış adres veriyor; burası, buyrun...
Eski demokratlar da kendi aralarında "şans
talih" oyunu oynuyorlar:
- Ya şundadır ya bunda, müteahhidin kolunda... Bu
tekerlemeler sırasında aynı "koro" uğulduyor:
- Eskiler alırım. Eski milletvekili, eski bakan,
eski cumhurbaşkanı.
Eskiciiii...
Kulislerde kavgalar sürüp durur:
- Bozbeyli haindir,..
- Hain babandır...
- Hepimizin "babası" kim?
- Celal Bayar...
- Ya şundadır ya bunda, müteahhidin kolunda... Perde
arkasında konuşmalar yükseliyor:
38
- Petrolleri Amerikalılara kim verdi?
- Demokrat Parti.
- Madenleri Amerikalılara kim sattı?
- Demokrat Parti.
- Üsleri Amerikalılara kim verdi?
- Demokrat Parti,
- ikili anlaşmaları kim imzaladı?
- Demokrat Parti.
Ortadoğu ve Balkanların en büyük müteahhidi,
televizyon ekranından başını uzatarak bağırıyor:
- Biz Demokrat Partinin devamıyız... Öyledir!
Koronun sesi yükseliyor!
- Eski alırım. Eski milletvekili, eski bakan, eski
cumhurbaşkanı.
Eskiciiiiii...
Bir eski ses:
- Petrol satarım. Maden satarım. Üs veririm.
Kapitülasyon anlaşmaları imzalarım...
Bir yenisi:
- Satılmışı var, alınmışı var... Konuşmalar devam
ediyor:
- Gençlere kurşun sıkan kim?
- Sade onlar mı?
- Devrimcileri zindanlara atan kim?
- Sade onlar mı?
- Yazarları fişleyenler kim?
- Sade onlar mı?
- Devrimci subaylara işkence yapan kim?
- Sade onlar mı?
Bayar'ın hakkı Bayar'a, Sezar'ın hakkı Sezar'a...
Koro başlar:
- Eskiler alırım. Eski milletvekili, eski bakan,
eski cumhurbaşkanı.
Eskiciiii...
Konuşmalar gittikçe yükselir:
- Demokrat Partiyi yıkan kim?
- Milli Birlik Komitesi.
- Demokrat Partililerin tutuklanmalarına kim karar
vermiş?
- Milli Birlik Komitesi.
- ihtilal bildirisini kim okumuş?
ÇAĞIN SUÇU 39
- Alparslan Türkeş.
- Alparslan Türkeş albay değil mi?
- Kimin albayı?
- Şimdi Bayar'ın emir subayı!
- O zaman "komandolar" kaç yaşındaydı?
- Dört beş yaşlarında.
- Yazık çocuklara. Koro devam ediyor:
- Eskiler alırım. Eski milletvekili, eski bakan,
eski cumhurbaşkanı.
Eskiciiii... 27 Mayıs da alırım, 12 Mart da satarım.
Eskici...
Böyle gidecek pazarlık. Önünde sonunda Amerikan
firması müteahhidi Demirel'in üzerinde kalacak ihale! Müteahhitlik adamın eski
mesleğidir de... (Yeni Ortam, 15 Ocak 1975) KİME HİZMET?..
Geçen hafta bu köşede ClA'nın yüksek düzeydeki
danışmanlarından George S. Harris'in Amerikan Büyükelçiliğine a-tandığını
yazmış ve kendisi hakkında bazı bilgiler vermiştik.
George Harris bugünlerde Türkiye'de siyasal
çalışmalarını yürütmektedir. Politikacılar, öğretim üyeleri ve gazeteciler
arasında geniş bir "dost" çevresine sahip olan bu CIA Türkiye uzmanı,
geçtiğimiz hafta bazı eski dostlarıyla görüştü. Bu arada, Adalet Partisi eski
milletvekillerinden Siyasal Bilgiler Fakültesi iktisat Profesörü Aydın
Yalçın'ın "Bükreş" Sokağındaki evinde bir de "akşam" yemeği
yedi.
- Yedikleri içtikleri onların olsun. Biz konuştuklarını
merak ediyoruz.,, diyeceğiz, ama konumuz bu değil şimdilik.
George Harris dolayısıyla Siyasal Bilgiler Fakültesi
eski asistanlarından Dr.
Müslim Özbalkan'dan söz edeceğiz bugün.
George Haris'in, "Tradlied Alliance"
adıyla yayımlanan ve Amerika'da State Department'a "rapor" olarak
sunulan incelemesinin "barış gönüllüleri" ile ilgili bölümünde Müslim
Özbalkan'ın "Gizli Belgeleriyle Barış Gönüllüleri" adlı incelemesine
de yer verilmiştir. CIA Türkiye uzmanının üzerinde 40 durduğu "Gizli
Belgelerle Barış Gönüllüleri" adlı kitapta Müslim Özbalkan şunları
söylüyor:
- Amerikan barış gönüllüleri örgütü, ABD'nin dünya
çevresindeki çıkarlarını korumak ve 19. yüzyıldan bu yana genişleyen ve yayılan
Amerikan emperyalizminin hedeflerine varmasını sağlamak amacıyla kurulmuş yeni
bir örgütten, bu emperyalist politikanın yeni bir yöntemi ve aracından başka
bir şey değildir... Ulusal kalkınmasını hızla gerçekleştirmek yoluna yönelen
ülkelerin ilk işi, ülkelerinden bu barış gönüllülerini çıkarmak olmalıdır.
Barış gönüllüleri ile,
ekonomik, sosyal, siyasal gelişmeyi sağlamak,
bağımsız bir ülke olmanın amacının uyuşmadığı, amaca varmak için bu
işbirliğinden ayrılmanın zorunluluk olduğu kesinlikle anlaşılmıştır... Hem
kendi, hem uygulanış biçimi Anayasaya aykırı bulunan bir ikili anlaşmaya
dayanarak 1200'den fazla sayıda barış gönüllüsü ülkemize gelmiş, değişik
ekonomik, toplumsal ve etkin yapıya sahip bölgelerin farklı tiplerdeki yerleşme
birimlerinde çeşitli programlarda çalışmış ve çalışmaktadır...
Dr. Müslim Özbalkan incelemesinin sonunda şu
düşünceleri savunmaktadır: - Türkiye'nin barış gönüllüleri çıkmazından
kurtulması için devrimci ve ulusçu güçlerin tepkisi, çıkar yollarının
aranmasında oldukça etkili olmuştur. Amerikalıların da açıkça itiraf ettiği
gibi, kamuoyunun bu konudaki tepkileri, faaliyetlerinin sınırlanmasına yol
açmıştır. Basının barış gönüllüleriyle ilgili görüş ve haberlere yoğun biçimde
yer vermesi, Amerikalıları ve işbirlikçilerini sürekli olarak rahatsız etmekte,
sindirmektedir. Fakat bugüne kadar bunlara yönelen tepkilerin, barış
gönüllülerinin kesinlikle ülkemizden gitmelerini sağlayacak ölçüde olmadığını
söyleyebiliriz. Bu nedenle tüm aydınların, devrimcilerin ve ulusçu güçlerin,
Amerikan militarizminin, güler yüzlü ticaretinin, emperyalizminin ve karşıdevrimciliğinin
bir örgütü ve bu örgütün ajanları olan "Amerikan barış gönüllülerine"
kesinlikle karşı çıkmaları ve bunların faaliyetlerini ve programlarını sona
erdirecek biçimde davranmaları gerekmektedir...
Müslim Özbalkan'ın bu incelemesi Ankara Üniversitesi
Rektörlüğünün isteği üzerine, Siyasal Bilgiler Fakültesi "iskân ve
Şehircilik Enstitüsü"nce hazırlanmış ve enstitü adına bu çalışmayı Asistan
Dr. Müslim Özbalkan yürütmüştür. Bu çalışma ÇAĞIN SUÇU 41
Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörler Kuruluna sunulmuş,
25 Kasım 1969 günü oybirliği ile kabul edilmiştir. Enstitü Müdürü Prof. Dr.
Fehmi Yavuz, varılan sonuçları Türk kamuoyuna açıklayarak barış gönüllülerinin
Türkiye'den çekilmelerini istemiştir. Harris kitabında bu olaya da yer
vermektedir. Burada bir ilginç belge daha açıklayalım...
Barış gönüllülerinin Türkiye'de çalışmalarını
sağlayıcı yasanın Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulması için hazırlanan
taslağın altında kimlerin imzalan vardır, bilir misiniz? CHP Kocaeli
Milletvekili Profesör Nihat Erim, Adana Milletvekili Kasım Gülek, AP Bursa
Milletvekili Cevdet Perin ve Rize Milletvekili Erol Yılmaz Akçal.
Millet Meclisi Dışişleri Komisyonunun esas no: 1/428
karar no: 44 sayı ve 30.5.1963 tarihli raporunda da şu görüşler yer almaktadır:
- Barış gönüllüleri adlı teşekkülün gayesi, azgelişmiş veya gelişme gayreti
içinde bulunan memleketlerde, eğitim, sağlık ve tarım sahalarında ihtiyaç
duyulan elemanları temin etmek ve her suretle, Amerikalıların diğer memleket
halkını, diğer devletler halkının da Amerika'yı yakından tanımasına imkân
vermektir.
Profesör Nihat Erim'in de paylaştığı görüşler
bunlar... Gelelim sonuca.
Müslim Özbalkan, 12 Mart 1971 tarihinden sonra
askerlik görevini yapmak için izmir'de Ulaştırma Yedek Subay Okuluna asteğmen
olarak atanacağı gün, - Kötü düşünce sahibidir... gerekçesiyle Bayburt'a
"er" olarak yollanmıştır. Özbalkan'ın bu kitaptan başka hiçbir
siyasal "eylemi" bulunmamaktadır. Aynı günlerde "barış
gönüllülerini" bütün yurda yayan yasa taslağı hazırlayıcılarından Profesör
Nihat Erim de ülkemizde Başbakanlık yapmış ve yerini Ferit Melen'e bırakmıştı.
Açıkça görülüyor: Müslim Özbalkan "barış
gönüllüleri" konulu kitabından dolayı cezalandırılmıştır. Onu er
çıkartanlar, a-dım adım izleyenler, imza sahipleri, beyler, paşalar, beyefendiler
kime hizmet ettiğinizi şimdi anlıyor musunuz?.. (Yeni Ortam, 16 Ocak 1975)
ŞİMDİDEN...
"Acul" Sadi Bey, son günlerde atama
kararnameleri imzalamaktan başını kaşıyamıyor. Belki de bu yüzden
"poligamik" çalışmalara bile zaman ayıramıyor galiba.
Önce Amiral Sezai Orkunt'a bir iş bulundu. TRT
Yönetim Kurulu üyeliği boştu. Haydi oraya...
Bu amiral çok ilginç bir adamdır doğrusu. Ordu
istihbarat Başkanlığından ayrıldıktan sonra devrimci yayın organlarında
mangalda kül bırakmayan yazılar döktürmüş, sonra da kapağı CHP'ye atmıştı.
Amiral, NATO ve ikili anlaşmalar üzerine yazılar yazar,
- Kişilikli dış politika... diye diretirdi. 12 Mart
öncesi, Cumhuriyet gazetesi ile Devrim dergisini karıştıranlar amiralin yazı ve
demeçleriyle karşılaşırlar. Amiralin bu tutumu Amerikalıların da dikkatini
çekmiş ve son günlerde adından çok söz ettiğimiz CIA Danışmanı Harris, Amerika
Dışişleri Bakanlığına verdiği raporda,
- Amiral Sezai Orkunt, sosyalist eğilimli ve
Amerikan düşmanı olduğu için I. Erim kabinesine alınmadı... diye yazılmıştı.
Amiral kısa sürede hem Amerikan düşmanı, hem de
sosyalist olmadığını kanıtlayıverdi. Önce,
- Marksist kışkırtıcılık... diye CHP'den ayrıldı,
sonra da Erim hükümetlerinin arkasında yerini aldı. Simdi de amiral, sandalla
denize indirilir gibi, TRT Yönetim Kuruluna indiriliverdi.
Bir de ismail Arar var... Bu "zatı şerifi de
hiç kimse unutmamalıdır. 12 Mart hükümetlerinin demirbaşıydı Arar. Bir ara
başbakanlığı bile düşünülmüştü. Sadi Koçaş'a sorarsanız, şu ünlü
"makabline şamil kanun" sorunu bu Arar Efendinin kaleminden
çıkmıştır.
-
Ararım,
ararım seni her yerde... diye bir "alaturka" şarkı vardır ya, işte bu
Arar da her yerde adamın karşısına çıkıverir. Dokuz canlıdır...
Bir zamanlar CHP milletvekiliyken, Meclis Başkan
Vekilliği yaptı. Erim'in yanında Milli Eğitim Bakanı ve hükümet sözcülüğü
görevlerini yürüttü. Seçimlerden sonra işsiz kaldı koskoca bakan. Irmak
hükümeti işbaşına gelir gelmez Arar da hemen
ÇAĞIN SUÇU 43
bir iş aradı. Aradı ve buldu... Etibank Yönetim
Kurulu üyeliği a-çıktı. Ücret de fena sayılmazdı.
-
Hoooop...
ismail Arar yönetim kurulu üyeliğine atandı!
ismail Ararın görev yaptığı dönemde, işlerinden
güçlerinden atılanlar hâlâ sokaklarda sürünedursunlar! Önemli olan A-rarların
sıhhat ve afiyetleridir.
Devletimizin görevi, hiçbir aşırı akıma kapılmadan
ismail A-rar ve benzerlerine iş bulmaktır. Çünkü bunlara iş bulmak, devletin
bir ölçüde bu gibi insanlara olan borçlarını ödemesi demektir.
Arar olmasaydı neler olurdu? Devlet ortadan
kalkardı. Memleketimiz Ruslara satılırdı, Milletimiz dilim dilim sınıflara
bölünürdü. Bence, koskoca ismail Arar'a bir yönetim kurulu üyeliği az gelir. Ya
on, on beş yönetim kurulu üyeliği birlikte verilmelidir, ya da Etibank'ın her
ikramiye çekilişinde ismail A-rar'a birer kat çıkmalıdır.
Az mı çekti adam?.. Anarşistlerle uğraş, makabline
şamil kanun taslağı hazırla, bunu emekli albaylara okut, Anayasayı değiştir,
yasaları değiştir, sıkıyönetim gerekçeleri yarat...
"Vatana hizmet tertibinden" ömür boyu maaş
da bağlanmalıdır Arar'a.
Şaka bir yana... Adamlar hemencecik
çörekleniveriyorlar. Bir hükümet bunalımı çıkmayagörsün. Lacivert elbisesini
sırtına geçiren, bir köşe kapmak için ya Başbakanlık merdivenlerini ya da
Parlamento koridorunu aşındırıyorlar.
Bu arada Demokrat Partili Samet Ağaoğlu da, kaşla
göz a-rasında Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu üyeliğine atanıverdi. iyi oldu...
Yazık, açlıktan ölecekti bu iş bulunmasa. Bu işi kim yaptıysa hayır duası
alacak. Allah razı olsun!
Mithat Perin, hani canım şu Demokrat Parti eski
milletvekili, o da Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu başkanlığına getirildi.
Perin'in bir zamanlar gizli örgütlere yazdığı mektuplar var. Bir boş zamanımda
onları da yayımlayacağım bu köşeden.
"Milliyetçi Cephe" alttan alta nasıl
kurulmuş görüyor musunuz!.. Siz daha Demirel'le, Bozbeyli'yle uğraşın...
(Yeni Ortam, 17 Ocak 1975)
MİLLİ SAVUNMA BAKANINA...
Ankara sıkıyönetim mahkemelerine atanan üyelerin bir
bölümü duruşmalar devam ederken görevlerinden alınıp başka görevlere atanmış,
İstanbul'da da, sanıklar hakkında beraat kararı veren bir mahkeme toptan
kaldırılmıştı. Sıkıyönetim dönemleri boyunca mahkemelere atandıktan sonra görev
yerleri değiştirilenlerin adlarını ve bu yargıçların hangi kararlardan sonra
görevlerinden alındıklarını saptamak bazı olaylara da ışık tutacaktır.
Birkaç örnek vermekle yetinelim...
istanbul I No'lu Sıkıyönetim Mahkemesinde, idam
istemiyle yargılanan irfan Solmazer ve seksen deniz teğmeni hakkında beraat
kararı verip ihbarcılar hakkında kamu davası açılmasını isteyen Hâkim Albay
Remzi Şirin ve Hâkim Yarbay Refik Karaa hemen görevlerinden alınmış ve görev
yaptıkları mahkeme de Milli Savunma Bakanlığının emriyle kaldırılmıştır.
Evet, bir mahkeme toptan iptal edilmiştir...
Ankara'ya gelelim.
Ankara 2 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesinde, Askeri
Savcı Abdülbaki Tuğ'un isteği gereğince Türk Ceza Yasasının 141'inci maddesi
uyarınca tutuklanan Türkiye Öğretmeler Sendikası Genel Başkanı Fakir Baykurt ve
arkadaşlarının tahliyelerine karar veren Hâkim Albay Doğan Tolon ve Hâkim Albay
ismet Onur da bu karardan sonra görevlerinden alınmış ve mahkûmiyet kararı bu
üyelerin yerine atanan yargıçlarca verilmiştir. Bu karar da Hâkim Yarbay Zeki
Eğin'in muhalefetiyle Tank Albay Celal Altın ve Hâkim Yüzbaşı Celalettin
Perek'in oylarıyla alınabilmiştir.
Türkiye işçi Partisi yöneticilerinin tutuklanma
kararlarına karşı çıkan Hâkim Yarbay Besim Doğuşlu bu görevde üç ay tutulduktan
sonra başka bir göreve atanmıştır. Behice Boran, Sadun Aren ile birlikte öteki
TİP yöneticilerinin tahliyesine karar veren Sıkıyönetim 3 No'lu Mahkemesi
duruşma yargıcı Hâkim Albay Süha Umurhan da bu karardan sonra bir başka göreve
atanmıştır. Bazı sanıkların tahliyelerine karar veren Hâkim Yarbay Erdoğdu
Demiray ile Hâkim Binbaşı Ergun Argun da kısa sürede başka görevlere
atanmıştır.
I 44 ÇAĞIN SUÇU 45 Yazar Emil Galip Sandalcı'nın
tahliyesine karar veren Hâkim Yarbay Necati Akagündüz de bir süre sonra
görevinden alınmıştır. Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi Savcısı Hâkim Albay
Hayrettin Uğraşız da bir tutuklama istemine karşı çıktıktan sonra bir başka
göreve atanmıştır.
Ankara INo'lu Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Topçu
Albay Azmi Işıklar, Profesör Uğur Alacakaptan ile birlikte yargılandığımız
davada benim hakkımda tahliye kararı verdikten sonra tam karar verileceği gün
değiştirilerek bir başka göreve yollanmıştır. Aynı kararda mahkûmiyet hükmüne
katılmayan Hava Hâkim Binbaşı Oltulu da bu karardan bir süre sonra sıkıyönetim
mahkemelerindeki görevinden alınmıştır. Böylece karar, duruşmalara katılmayan
üyelerin oylarıyla mahkûmiyet biçiminde ortaya çıkmıştır.
Bütün bunlar, basit rastlantılar mıdır? Bu yargıçlar
neden değiştirilmişlerdir?. Görevlerinden alınan yargıçların, sanıklar lehine
karar verdikten sonra yer değiştirmelerini açıklayacak hukuk kuralı var mıdır?
12 Mart döneminin yöneticileri bu soruların
karşılığını tarih önünde vermek zorundadırlar. CHP milletvekillerinin bu
soruları Parlamentoya getirerek konunun enine boyuna incelenmesini sağlamaları,
adalet tarihimize karşı kaçınılmaz bir görev olmaktadır.
Sorulacak başka sorular daha vardır.
12 Mart 1971 tarihinden sonra yürürlüğe konan
sıkıyönetim kaldırılmış, birçok dava da sonuçlanmıştır. Çıkartılan Af
Yasasından sonra da sıkıyönetim mahkemelerinin işleri, eskisiyle
karşılaştırılmayacak ölçüde azalmıştır. Ancak buna rağmen üç sıkıyönetim
mahkemesi de görev başında tutulmakta ve bu görevlilere "sıkıyönetim
tazminatı" ödenmektedir. $u anda Ankara sıkıyönetim mahkemelerinde kaç
görevli çalışmaktadır, bunların ellerindeki dava sayısı nedir? Bunların da
araştırılması gerekmektedir.
Geriye bir konu kalmaktadır. Askeri Savcı Abdülbaki
Tuğ, yasa ve yönetmelikler gereği olarak, doğu illerimizde görev yapması
gerekirken, hangi gerekçelerle
"doğu hizmeti" yapmamaktadır?.. Acaba
Abdülbaki Tuğ, hem doğu hizmetinden kaçmakta, hem de sıkıyönetim tazminatı
almakta mıdır?
Bu soruları Türk Kamuoyu önünde Milli Savunma Bakanı
ilhami Sancar'a soruyor ve konunun aydınlanması için ÇHP milletvekili ve
senatörlerini göreve çağırıyorum...
(Yeni Ortam, 18 Ocak 1975)
ÇAĞIN SUÇU...
Ankara'da Devlet Tiyatrosu, Alman oyun yazan
Siegfried Lens'in "Suçsuzlar Çağı- Suçlular Çağı" adlı yapıtını
oynuyor. Oyunu izlerken çevremizde yaşadığımız olayların dönme dolabı dolaşıp
durdu başımın içinde.
Bir devrimci, kentin valisini öldürmek isterken
yakalanır ve işkence yöntemleriyle sorguya çekilir. Polis devrimciyi konuş-turamayınca,
vali bir başka yönteme başvurur. Kentte yaşayan dokuz suçsuz yurttaş
devrimciyle birlikte aynı koğuşa kapatılır. Vali bu dokuz suçsuzdan devrimciyi
konuşturmalarını ister. E-ğer bu dokuz kişi devrimciyi konuştururlarsa,
özgürlüklerine kavuşacaklar, yoksa onlar da tutuklu kalacaklardır. Bu dokuz
suçsuz ayrı ayrı konuşurlar devrimciyle. Devrimci, örgütteki arkadaşlarını ele
vermez. Bu dokuz suçsuz kişi kendi özgürlükleri söz konusu olunca, akıllarından
devrimciyi öldürmeyi geçirirler, içlerinden biri, gece hepsinin aklından geçeni
yapar ve devrimciyi boğarak öldürür. Bunun üzerine bu dokuz suçsuz yurttaş
serbest bırakılır.
Dört yıl sonra devir değişir, ihtilal olmuş,
devrimciler iktidarı ele geçirmişlerdir. Bu kez devrim yönetimi, öldürülen arkadaşlarının
katilini bulmak için aynı suçsuz yurttaşları bir eve kapatır, içlerinden biri
devrimcilerle işbirliği yapmıştır. Hepsini sorguya çeker. Herkes olayın hem
sanığı, hem de yargıcı olarak suçluyu arar. Şüphe bulutu her birinin üzerinde
ayrı ayrı dolaşır. Oysa her biri, baskı yönetiminde suça bir ölçüde katılmışlar
ve suç işlemeyi kafalarından geçirmişlerdir.
- Zamanımızın bir özelliği bu. Boyun eğme yüzünden
cinayet işleme... Emir alıp öldürenin durumu değişik olur. "Hırs ve
ihtiras yüzünden öldüren birini anlamayıp emir aldığı için öldüren birini
affeden ne düşüncedir bu?.." deniyor oyunun her yerinde.
46
ÇAĞIN SUÇU 47
Devrimciyi kendi özgürlükleri için öldürenin kimliği
önemli değildir oyunda. Herkes suça bir ölçüde katılmıştır baskı yönetiminde. Çünkü
insanlar birer araç gibi kullanılmışlardır birbirlerine karşı: Eylemli olarak
suç işleyenle bilerek susan, karışmayanla duymak istemeyen arasında ne fark
kalıyor böyle dönemlerde?,.
Bir kişiye yapılan haksızlık bütün bir topluma,
bütün insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur çağımızda. Bu bilinç çağımızın en
onurlu aşamasıdır. Bu bilinci paylaşmayan, paylaşmaktan korkan toplum, kendi
çağının çok gerisinde kalmıştır. Susmayı, kendi kabuğunun içine çekilmeyi, bir
yaşam biçimi, bir kişilik simgesi olarak benimseyen insanlar vardır.
Özgürlükleri ve silahları konuşmamaktır. Her adaletsizlik, onların
eylemsizliğinden güç alır biraz da.
Her dönemde ezenden, yönetenden ve güçlüden yana
olmayı hüner sayanlar vardır. Bütün baskı yöntemleri, bu gibi insanları birer
kerpeten, birer maşa, devrimcilerin boynuna dolanan bir ip gibi kullanır.
Sonra, bu baskı yönetimini yıkan güce araçlık ederler aynı insanlar.
Baskıya boyun eğmeyen, gelen geçen yönetimlere
maşalık etmeyen, içinde insanlık onurunu bir değişilmez hazine gibi saklayan
insanlardır çağlarına ve toplumlarına yakışanlar, Faşizmin utanç duvarlarına
karşı birer "fedai mangası" gibi dövüşenler her toplumda, her
dönemde, karanlığa karşı sıkılmış bir yumruk gibi uzanıp geliverdiler bugüne
kadar. Açılan yumrukların içinden özgürlük güvercinleri uçtu havaya.
Ellerini kana bulayanlar, içlerindeki korkuların
mezar taşlarıyla yaşayanlar, aynı adaletsizliğin ve aynı suçun ortaklarıdır hep
birlikte. Gözlerin açıksa göreceksin. Kulağın sağır değilse duyacaksın. Ellerin
kesik değilse uzanacaksın. Tutuklanan özgürlükçü: Hepinizin, hepimizin
özgürlüğü, çalınan emektir. Bütün çalınanlar, hepimizin emeği, verilmeyen
ekmektir. Sizlerin, çocuklarınızın bir dilim ekmeği ezilen onurudur, hepinizin
hepimizin insanlık onuru.
Bu özgürlüğün, bu onurun, bu ekmeğin kavgasına tanık
olmadık mı Türkiyemizde de? Ülkemizde faşizm bütün alaturkalığı ile hüküm
sürmedi mi? Korkanlar, kaçanlar, gözlerini kapayanlar, olup bitenleri
duymayanlar, görmeyenlerle yaşamadık mı "suçlular çağı"nı?
48
Şimdi "suçlular çağı" başlasa; o dönemin
bütün sorumluları birer birer sorguya çekilse görürdünüz; birbirlerini suçlar,
kendi suçlarını emanete bırakılmış mallar gibi nasıl başkalarının ö-nüne
sürmeye çalışırlardı!..
Kendi sesleriyle, kendi kalemleriyle okunan ve yazılan
belgeleri bile cami avlusuna bırakılmış "nesebi gayri sahih" çocuklar
gibi terk edip kaçanların suçlarına ortaklık etmiş, bu suçlarla özdeşleşmiş
olanları alacak cezaevlerini yapmaya devletimizin bütçesi yeter mi dersiniz?..
"Suçsuzlar ve Suçlular Çağı" Devlet
Tiyatrosunun bir oyunu değil, "devletin yaşanmış bir oyunudur sanki...
(Yeni Ortam, 20 Ocak 1975)
ENTERNASYONAL FAŞİZM...
Son zamanlarda faşist saldırıları yeniden
yoğunlaştı. Bir "terörist çete" üniversitede ve büyük kentlerde
herkesin gözleri önünde adam vurmaktan çekinmemektedir.
Burada bir parantez açalım.
italya'da süregelen "anarşik" nitelikteki
olayların araştırılması sonunda, bu gibi olayların italya Gizli istihbarat
Örgütü "SİD" tarafından planlandığı ortaya çıkarılmıştır. "Yirmi
Gül Harekâtı" adlı bir terörist örgütün "SİD" ve "CIA"
ile ilişkisi olduğu "L'Espresso" dergisinin aralık ayı sayısında
belgeleriyle açıklanmıştır.
Bu konuda bir küçük bilgiye daha gerek var...
Bilindiği gibi, Türkiye'de olduğu gibi bütün NATO
ülkelerinin gizli istihbarat örgütlerinde "müşavir" adı altında CIA
a-janları görev yapmaktadırlar. Bu müşavirler, "komünizmle mücadele"
için belirli "taktik" ve "stratejiler" saptamak ve
önermektedirler.
Amerika'da CIA için yapılan soruşturmada, bu örgütün
karşı gruplara "kışkırtıcı ajanlar" soktuğu da açıklanmıştır. Bütün
bu ilişkiler artık "sahiplerinin sesi" ile bütün dünya kamuoyuna
duyurulmuştur. Şili'de Sosyalist Devlet başkanı Salvador Allende'nin CIA
tarafından devrildiği en yetkili kişilerin dillerinden açıklanmıştır.
ÇAĞIN SUÇU 49
Amerika'da, NATO ülkelerindeki gizli istihbarat
örgütlerine iki okul öğrenci yetiştirmektedir. Bu okullardan biri
Was-hington'da bulunan "Uluslararası Polis Akademisi" öteki de ,
Panama Kanalındaki "Antigerilla Okulu" dur.
"Uluslararası Polis Akademisi" sivil
istihbarat örgütlerine, "Antgerilla Okulu" da askeri örgütlere
istihbaratçı, darbeci ve "işkenceci" yetiştirmektedir. Şili'de,
Bolivya'da, Uruguay'da ve Yunanistan'da faşist darbeleri yöneten subayların
çoğu Panama Kanalındaki "Antigerilla Okulu" yetiştirmeleridir. Son on
yılda girişilen askeri darbelerin amaç ve yöntemleriyle birbirlerine
benzemeleri ve darbeden sonra uygulanan işkence yöntemlerinin de birbirinin
aynı olması, bu bakımdan şaşırtıcı olmalıdır.
Buna, "enternasyonal faşizm" denilmelidir
artık.,.
12 Mart 1971 tarihinden sonra kendilerine
"kontrgerilla" adı verilen örgütün uyguladığı işkence yöntemleri,
Şili'de, Uruguay'da, Yunanistan'da uygulananların aynısıdır. Bu örgüt, ClA'nın
Türkiye'deki "karakollarından biridir.
Antigerilla örgütlerine göre, NATO ülkelerinde,
herhangi bir komünizm tehlikesinde yararlanılmak üzere, "mahalli sivil
örgütler" kurulur. Bu örgütler, her ülkedeki "kontrgerilla"
örgütlerinin yan kuruluşlarıdır.
Kontrgerilla örgütlerinin yasal görünümde yayın organları
da vardır. Bunlar "komünizm tehlikesi" gerekçesiyle yayın yapıp
kaynağı belirsiz bazı yerlerden beslenirler. Hemen hemen hepsi, "hür
teşebbüs", "yabancı sermaye" savunuculuğu yaparlar. Petrol
sorununda yabancı petrol şirketlerinden yana çıkıp kendi devletlerine karşı
çokuluslu şirketleri savunurlar. Bu gazete sahiplerinden bazıları çok uluslu
şirketlerin temsilciliklerine de getirilirler.
Şimdi buna bir nokta koyalım...
Ülkü Ocakları adlı örgüt yıllardan beri Türkiye'de,
ancak devletin kuvvetleri bu terörist örgüte,
"Dur..." diyememektedir. Görüyorsunuz, hep birlikte yaşıyoruz
olayları. Dur demek ne kelime, eski Cumhurbaşkanı Sunay, - Bunlar miliyetçi
gençlerdir... diyerek sırtlarını sıvazlamıştır. Üstelik bununla da
yetinilmemekte, 50
- Ülkü Ocakları, komünizme karşı savaşan gençlerdir.
Devletin emniyet kuvvetlerinin yanında yer almışlardır... gibi siyasal değer
yargıları mahkeme kararlarına kadar geçmektedir. Bu örgütü kollayan askeri
savcılar ve yargıçlar bugünlerde bile görev başındadır "Geçmişe sünger
çekmek", bir bakıma gelecek için gözlerimizi kapatmak demektir.
"Kontrgerilla"nın arkasındaki gerçek ortaya çıkarılamadan,
yaşadığımız ve yaşayacağımız olayları anlamaya da olanak yoktur.
Ülkü Ocakları bu cesareti nereden almaktadır?
Bunların arkasında kimler vardır? Kontrgerilla adlı
örgütün yöneticileri ile bu örgüt arasında bir ilişki söz konusu mudur? 12 Mart
öncesi ve sonrasında sokak ortalarında vurulan gençlerin katilleri neden
bulunmamıştır ve bu dosyaları kapatanlar kimlerdir?
Hepimizin gözleri önünde "SS kıtaları"
kurulmakta, desteklenmekte ve eyleme yöneltilmektedir. Faşizm bütün kaba
görüntüleriyle sahneye konmaktadır şimdi. Cinayetleri göz ucuyla izlemek bir
bakıma cinayetlere ortak olmak demektir. Devletin bütün yasal organlarını
göreve çağırıyoruz. Yok mu bir er kişi? (Yeni Ortam, 21 Ocak 1975) BUNLARI DA
TANIYALIM...
Geçen haftalarda bu köşeden, baskı döneminde
arkadaşlarını mahkûm ettirebilmek için askeri mahkemelere koşan öğretim
üyelerinin birer birer adlarını açıklamış, bunlara akademik kariyerlerine göre,
"altın", "gümüş", "bronz" madalyalar verilmesini
önermiştik. Bir başka yazımızda da Orta Doğu Teknik Üniversitesi dosyasından
tutanaklar okumuş ve bazı öğretim üyeleri ile Üniversite Hukuk Müşavirinin üniversite
bahçesine heykellerinin dikilmesini istemiştik.
Bugün de bu iki yazıyı tamamlayan başka bilgiler
vereceğiz. Konumuz, bilirkişilik...
12 Mart 1971 tarihinden sonra, gözaltına alınan ve
tutuklanan öğretim üye ve yardımcıları hakkında bilirkişi raporları ÇAĞIN SUÇU
51 düzenleyen öğretim üyelerinin de bilinmesinde yarar ummaktayız. Bunlara da
"özerklik şilti" verilmesini üniversitenin yetkili kurullarına
öneriyoruz. Şimdi açıklayalım.
Siyasal Bilgiler Fakültesi eski Dekanı ve Anayasa
Hukuku Profesörü Mümtaz Soysal, "Anayasaya Giriş" adlı ders
kitabından ötürü, Askeri Savcı Abdülbaki Tuğ'un kaleme aldığı bir iddianame
uyarınca "komünizm propagandası" yaptığı gerekçesiyle yargılanmıştı.
Kitabın yayımlanışı üzerinden altı ay geçtiğinden, Basın Yasası gereğince bu
kitap hakkında dava açma olanağı yoktu. Ancak, - Dersler bu kitaba dayanılarak
verilmiştir... denilerek "A-nayasaya Giriş" adlı kitap dolayısıyla
yine yargılanmış oluyordu.
Neyse...
Duruşmalar sürüp durdu. Soysal'ın avukatları Uğur
Alaca-kaptan, Ahmet Tahtakılıç ve Turan Güneş'ti. Davaya bakan 3 No'lu Askeri
Mahkeme, kitabın incelenmesi için bir bilirkişi kurulu seçti.
Kurulu tanıtalım... istanbul İktisat Fakültesi
Profesörü Sabahattin Zaim... istanbul Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Profesörü
Selçuk Özçelik... istanbul iktisat Fakültesi Profesörü Amiran Kurtkan...
istanbul iktisat Fakültesi Profesörü Nevzat Yalçıntaş... istanbul Hukuk
Fakültesi Profesörü Ayhan Önder... Bu pek sayın profesörler, hazırladıkları
bilirkişi raporunda, - Kitapta komünizm propagandası vardır... demişler, ama
Askeri Yargıtay, - Bu profesörler tarafsız sayılmaz... gerekçesiyle yeni
bilirkişiler seçilmesini istemişti. Mahkeme, - Hayır bunlar tarafsızdır... diye
diretmiş, bu "har gür" devam ederken Af Yasası çıkmış ve dava da
ortadan kaldırılmıştı.
Bilirkişilerden Ayhan Önder, askerlik görevini kırk
yaşının baharında yerine getirmek amacıyla Tuzla Piyade Okuluna katılmış ve
"vatan hizmeti"ni Selimiye Kışlasında sıkıyönetim "emrinde"
geçirmiştir. Bu bilirkişilerden bazıları, son zamanlarda bildin yayımlayan
"sağcı" profesörlerin en önünde "arz-ı endam" eyleyerek,
"tarafsızlıklarını" bir kez daha kanıtlamışlardı!
52
Yine Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyelerinden
Doç. Dr. Özer Ozan kaya ve Doç. Dr. Mete Tuncay, birlikte yaptıkları bir çeviri
nedeniyle tutuklanmışlar ve haklarında "komünizm propagandası"
gerekçesiyle kamu davası açılmıştı.
Bu dosyanın da bir ünlü bilirkişisi var. istanbul
Hukuk Fakültesi amme hukuku öğretim üyesi pek Sayın üstat Ord. Prof. Dr. Recai
Galip Okandan... Üstadın bir başka bilirkişiliğini de açıklayalım yeri
gelmişken, istanbul Yüksek Öğretmen Okulu öğrencilerini yayımladığı bir
bildiri, üstat Okandan ile birlikte Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer ve asistanı
Dr. Kayhan içel'e gönderilir. Bu üç bilirkişi bildiriyi inceleyerek, "Suç
yoktur..." derler. Dosya numarasını verelim: istanbul Basın Savcılığı,
968/59. Tarih: 26.1.1968.
Aynı bildiri, bu kez yine üstat Okandan ile birlikte
yine ünlü üstatlardan Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer'e gönderilmiş. Bu kez
yanlarında, Dünya gazetesi sahibi Bedii Faik'in kardeşi ; ilhan Akın da
bilirkişi olarak seçilmiştir.
Aynı üstatlar, aynı ordinaryüsler, aynı profesörler,
aynı hukuk doktorları, yani üstat Okandan ile üstat Dönmezer, daha önce
"suç yoktur..." dedikleri bildiri için, - Bu bildiri Türk Ceza Kanunu'nun
159'uncu maddesini ihlal eder... deyip basmışlar imzayı, inanmazsanız, bunun da
dosya numarasını verelim: istanbul 6'ncı Ağır Ceza Mahkemesi, 968/1029.
Bu ünlü Ord. Prof. Dr. Sulhi Sönmezer benim için de
bilirkişi raporu vererek, hakkımda kamu davasının açılmasını sağlamıştı. Bir de
Yılmaz Günal adında doçent var. Bunu da u-nutmayalım sakın.
Yılmaz Günal, Siyasal Bilgiler Fakültesi Ceza Hukuku
do-çentlerindendir. 12 Mart muhtırası dolayısıyla yazdığımız bir yazı için bu
doçent, bilirkişi seçilmiş ve raporuna şunları yazmıştır:
- Orduya.. "Uyanık ol" anlamının mevhumu
muhalifinden "uyuyor" demekte TCK. 159/1'in yanı devletin askeri
kuvvetlerini tahkir ve tezyif suçunun unsurları bulunduğu kanaatine vardık,..
Uyanık ol demek, uyuyorsun demekmiş!.. Bunun dosya
numarası da: Ankara Basın Savcılığı Hazırlık 1971 /251 'dir. Bu rapora
dayanılarak hakkımızda tutuklama ka
ÇAĞIN SUÇU 53
ran çıkmışsa da Ağır Ceza Mahkemesine çıktığımız ilk
duruşmada beraat ettik, sonradan.
Bugün de sizleri bu bilirkişilerle baş başa
bıraktık. Beğendiniz mi?.. (Yeni Ortam, 22 Ocak 1975) İÇİŞLERİ BAKANINA...
Geçen haftayı olaylarla geçirdik: Ankara Tıp
Fakültesinde silahlı saldırıya uğrayan devrimci öğrenciler kurşunlandı.
Ankara'da yürüyüş yapan astsubay eşleri, toplum polisinin "panzer"
tanklarıyla durduruldu. Aydınlık dergisi yöneticileri tutuklandı, istanbul'da
Viranşehir olaylarıyla ilgili olarak bir toplantı düzenlemek isteyen topluluk
zor kullanılarak dağıtıldı. Türkiye Sosyalist işçi Partisinde arama yapılarak
bazı yayın ve belgelere el kondu, istanbul'da komandolar istiklal Caddesinde
devrimci yayın organlarına saldırdı. Üniversite ve yurtlarda komando baskılan
sürüp durmakta. Her gün bir yeni olayı gazetelerde okuyoruz hep birlikte.
Bir "iktidar boşluğundan" yararlanmak isteyen
pusuya yatmış cuntacılar, bulanık suda balık avlamanın eylemi içindeler.
Birtakım açık ya da gizli örgütler bu olayları çığrından çıkarmak için
birlikte, el ele çalışıyorlar. Kim bilir kaç "kışkırtıcı ajan" yine
görev başındadır!..
Ankara'da Tıp Fakültesinde Ali Aslan adlı bir
devrimci öğrenci, polisin de gözü önünde faşist saldırganlar tarafından
vuruldu. Hani sanıklar?., istanbul'da istiklal Caddesinde yasadışı gösteri
yapan, kitap yağmacılığına çıkan komandolar suç işlemediler mi? Nerede
görevliler?..
iki hafta önce, ödenekleri verilmedi diye direnişe
geçen toplum polislerini, kocalarının haklarını aramak için gösteri yapan
assubay eşlerinin üstüne yollayınca mı görev yapılmış oluyor? Bilelim!
12 Mart işkence evlerinde adı sık sık geçen Ümit
Erdal, bugün de görev başında baskınlar yönetiyorsa, içişleri Bakanına
seslenmenin bir anlamı kalıyor mu? Geçmişe çektiğimiz 54 süngerden kan
sızıyorsa, kimi sorumlu tutacağız. Hangi barışın türküsünü yürekten söylemeye
sesimiz yetecek? Artık kanıksadık galiba...
Şunu saptayalım hep birlikte: Bugün ortaya çıkan
olaylar, 12 Mart öncesini de geçmiştir. Her gün, evet her gün bir yeni olayla
karşılaşıyoruz. Her olayın arkasından "komando" adı verilen gençler
çıkıyor. "Milliyetçi Cephe" adıyla kurulmak istenen "sermaye karargâhı",
faşist gösteriler ve kabadayılık özentileriyle yılgınlık yaratmaya çabalıyor.
Sola yüklenmek için emirler yağdıran valiler,
emniyet müdürleri, sağa karşı tam bir hoşgörü içinde, olup bitenleri
görmezlikten geliyorlar. Bu, bir bakıma, 12 Mart darbesinin, bürokrasi üzerinde
yarattığı şartlanmayla açıklanabilir. Fakat sorun bununla da bitmiyor, iktidar
boşluğundan bir otoriter, daha doğrusu bir "faşist" yönetime geçme
planları şimdiden yürürlüğe konmuş gibidir.
Bunu görüp bunu anlayalım hep birlikte... Sağ basın,
kısır ideologundan yılışık yazarına kadar, hep birlikte "komando"
övgüsüne devam etmektedir, ihtilalle yıktığı politikacıların emrinde çalışmayı
şeref sayan Albay Türkeş, sağ basında sık sık boy göstermekte ve
"Milliyetçi Cephe"nin "vurucu kuvvet" komutanlığını üzerine
aldığını çeşitli yollarla belirtmeye çalışmaktadır.
Bırakalım bütün bunları şimdilik... Bakın, bugün
size, sağ basınla bazı polis yetkilileri arasındaki işbirliğini kendi
yayınlarına dayanarak ortaya koyalım isterseniz: Geçen hafta Türkiye Sosyalist
işçi Partisinin Fatih ilçe Merkezi basılarak binada arama yapıldı. Arama
yasadışıdır yasaya uygundur, gibi konuları tartışmıyoruz. Eğer bu arama sonunda
bir kovuşturma açılacaksa, suç belgeleri savcılığa teslim edilir. Yasa bunu gerektirir.
Ceza Yargılaması Usulünde, "hazırlık
soruşturması" gizlidir. Polisin el koyduğu suç kanıtlarını ancak ve ancak
yetkili ve görevli savcı inceleyebilir. Polisin bu belgeleri basına vermesi
yasalara aykırıdır ve açıkça yazayım, Türk Ceza Yasasının 240'ıncı maddesinde
yer alan "görevi kötüye kullanma" suçuna girmektedir.
Geçen pazartesi günkü Tercüman gazetesinde
"yasak kitaplar ve öğrenci fişleri ele geçirildi" başlığıyla, Türkiye
Sosya- ÇAĞIN SUÇU 55 r list işçi Partisinde ele geçtiği bildirilen bir belgenin
fotokopisi yayımlanmaktadır. Belgede bazı parti üyelerinin adları yer
almaktadır.
Bu belgeyi gazeteye veren kimdir? Kim olduğu küçük
bir a-raştırmayla saptanabilir. Sadece bu belge bile istanbul Emniyet örgütünde
çalışan bazı polislerin kimlerle işbirliği içinde olduğunu ortaya koymaktadır.
içişleri Bakanı Mukadder Öztekin, bu olayı bundan
öncekiler gibi "mukadder akıbetine" bırakmadan incelerse, siyasal
geleceği tehlikeye mi düşer acaba?., (/era Ortam, 23 Ocak 1975)
TARAFSIZLIK ADINA...
Basın özgürlüğünün önemi baskı dönemlerinde çok daha
iyi anlaşılıyor. Diktatörlerin devlet koltuklarına bağdaş kurdukları günlerde
özgürlükten yana olan kalemler silah zoruyla birer birer kırılmak isteniyor:
Direnen direniyor. Direnmeyen de ya susuyor ya da kalemini diktatörden ve
baskıdan yana kullanıyor. Bunları bir bir yaşadık...
12 Mart faşizmi, gelir gelmez, yazar Çetin Altan ve
ilhan Selçuk'u tutuklayıverdi. Bir süre sonra Cumhuriyet ve Devrim gazeteleri
ile Ortam dergisi kapatıldı. Aynı günlerde Cumhuriyet gazetesinde bir "iç
darbe" düzenlenerek Nadir Nadi ve arkadaşları gazete yönetiminden
uzaklaştırıldı. Doğan Avcı-oğlu, ilhami Soysal, Muammer Aksoy, Mümtaz Soysal,
Bahri Savcı da hemen gözaltına alındı. O ünlü "Balyoz Harekâtı"
gecesinde, ilhami Soysal, Mümtaz Soysal, Bahri Savcı, Cahit Talaş, Halit
Çelenk, Niyazi Ağırnaslı, Uluç Gürkan'la birlikte aynı
koğuşta buluştuk. 12 Mart faşizmine karşı
çıkabilecek ne kadar hukukçu ve yazar varsa hep birlikte gözaltına alınmıştı.
Tarık Zafer Tunaya, ismet Sungurbey, Uğur Alacakaptan da birer ikişer koğuşa
getiriliyordu.
O günlerde Kemal Bisalman tarafından çıkarılan
"Ortam" dergisinin öyküsü çok ilginçti. Dergi yayın hayatına
başladığında Başyazarı Mümtaz Soysal'dı. Soysal bir süre sonra gözal- 56 tına
alındı. Derginin yazarlarından ilhami Soysal da aynı günlerde tutuklandı.
Başyazarlık görevini bu kez Muammer Aksoy üzerine aldı. Aksoy da bir süre
sonra, sahte bir ihbar mektubuna dayanılarak tutuklandı. Derginin yazarlarından
Ali Sirmen de tutuklanınca, Sirmen'den boşalan yere ben yazmaya başladım. O
günlerde gözaltından yeni çıkmıştım. Dergi, sıkıyönetim mahkemelerindeki
yargılamaları yayımlıyor ve devrin yöneticilerini eleştiriyordu. Dergi bir kez
daha kapatıldı. Bu kez "Yeni Ortam" adıyla yayın hayatını sürdürmeye
başladı. Fakat sıkıyönetimden gelen baskılara göğüs germek olanaksızdı. Sonunda
dergiyi basacak matbaa bile bulamadı Bisalman! Devrin Sıkıyönetim Adli Müşaviri
Albay Turgut Akan "Yeni Ortam" ile uğraşmayı baş görevleri arasına
almıştı. "Yeni Ortam" bu koşullarda kendini kapatmak zorunda kaldı.
Ben de bir süre sonra yeniden tutuklandım.
Bütün yazar-çizer takımının gözaltına alındığı ve
tutuklandığı günlerde Abdi ipekçi'nin yönettiği Milliyet gazetesinde Metin
Toker "Sağda ve Solda Vuruşanlar" adlı yazı dizisiyle, 12 Mart
yöneticilerine "ideolojik" ve siyasal" dayanak sağlamaya
çalışıyordu. Metin Toker'in eleştirdiği ve saldırdığı yazarların çoğu
cezaevindeydi o günlerde. Toker de bunu fırsat bilip Milliyet'teki köşesinden,
eli kolu bağlı insanlara tokat atmanın zevkini çıkarıyordu. Sonra, aynı Metin
Toker, Milliyet'te yayımladığı bu yazı dizisini, silahların gölgesinde
televizyon ekranından seslendirme olanağını da buldu. 12 Mart faşizminin hüküm
sürdüğü günlerde, Milliyet gazetesi, Doçent Dr. Çetin Özek'in "Pişmanlık
Notlarını" da yayımlamaya başladı. "Direnen Faşizm" diye kitap
yazıp, üç aylık hapis hayatına direnemeyen ve bir zamanlar Marksizm ve
Leninizmin mangallarında kül bırakmayan Çetin Özek. "Ben yaptım, siz
yapmayın" diyerek komutanlar önünde diz çöktü. Bunun için de Milliyet
gazetesini seçti nedense.
Devam ediyoruz...
Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu, bazı kurmay
albaylar ve Doğan Avcıoğlu, ilhami Soysal, ilhan Selçuk, Ali Sirmen gibi
yazarlarla birlikte tutuklandı. Askeri savcı, Madanoğlu ve arkadaşlarını
suçlayarak her birinin yıllarca hapsini isteyen bir iddianame hazırladı. Abdi
ipekçi'nin yönettiği Milliyet gazetesi, bu ÇAĞIN SUÇU 57 iddianameyi bir
"foto-roman" kurgusu içinde günlerce yayımladı.
Aradan aylar geçti. Emekli General Madanoğlu'yla
birlikte, Doğan Avcıoğlu, ilhami Soysal, ilhan Selçuk, Ali Sirmen hep birlikte
beraat ettiler. Mahkeme beraat kararında, - Sanıkların suç işlemediklerine tam
bir vicdani kanaat getirilmiştir... dedi. Gerekçeli karar da geçen haftalarda
açıklandı.
Mahkemelerde bile, "iddia-savunma"
eşitliğine uyulması u-sul hukukunun temel kurallarındandır. Fakat Abdi ipekçi
yönetimindeki Milliyet, iddianamelerdeki gerçekdışı suçlamaları yayımlamayı
gazetecilik saymakta, ancak aynı sanıklar beraat edince bu beraat kararını
görmezlikten gelmektedir! Eğer "tarafsız" gazetecilik yapılıyorsa,
buyurun, beraat kararını da aynı biçimde ve aynı özeni göstererek yayımlayın.
Merak ediyorum; acaba Sayın Abdi ipekçi,
Uluslararası Basın Enstitüsü toplantılarına gittiğinde, - Bizim basın ahlakımız
budur. Arkadaşlarım cezaevindeyken onların aleyhindeki her türlü yayını yapar,
beraat ederlerse hiç sesimi çıkarmam. Basın özgürlüğü bu demektir...
demeyecektir herhalde.
Sıkıyönetimin zulüm çemberinden geçmiş Mümtaz
Soysal'a Milliyet gazetesinde köşe vermekle günahlarının unutulduğunu mu
sanmaktadır?
(Yeni Ortam, 24 Ocak 1975)
GÜNAHLARINI ALMAYALIM...
Ünlü Amerikan gazetecisi Jack Anderson, İran Şahı
Rıza Pehlevi ile Dr. Kissinger arasında yakın ilişkiler olduğunu açıkladı.
Anderson, Washington Post gazetesinde yazdığı yazıda, iran Şahının ClA'ya para
yardımı yaptığını anlatmakta ve iran'ın güçlü elektronik araçlarla Sovyetler
Birliği'ni gözaltında tuttuğunu ileri sürmektedir.
Açıklamaya göre, Şah ile Kissinger arasındaki
ilişkileri CIA eski başkanlarından, Amerika'nın Tahran'daki Büyükelçisi Richard
Helms yürütmektedir, iran ordusunda bazı Amerikan as- 58 keri uzmanlarının da
bulunması, bu işbirliğini iyiden iyiye kanıtlamaktadır. Bu ilişkinin, son
petrol bunalımı sürerken ortaya çıkarılması da ilginçtir. Biliyorsunuz hem
Başkan, hem de Dr. Kissinger, - Gerekirse petrol kuyuları için askeri
müdahalede bulunuruz... demişler, bu kabadayılık gösterisi NATO'nun selvi boylu
sekreterince de, - Yerden göğe kadar hakları var... denilerek onaylanmıştır.
Yani uzun lafın kısası, Amerika iran Şahının tahtını siper yaparak Arap
ülkelerindeki petrol kaynaklarını denetimi altında tutmak, bir yandan da
Uzakdoğuda kaybettiği askeri üstünlüğü Ortadoğuda sağlamak için elinden geleni
yapmaktadır. Yapar, hakkıdır...
CIA eski Başkanı durup dururken neden iran'a
büyükelçi olarak atanmaktadır? Herhalde orada acılı köfte yiyip Azeri türküleri
dinlemek istemiyor sadece! "Görevimiz tehlike" oyununu oynuyor
Tahran'da, Şöyle bir düşünelim: Demek oluyor ki, Amerika Ortadoğu ülkelerinde
askeri ve siyasal üstünlük kurabilmek için çalışıp duruyor. CIA başkanına, -
Sen git, oraları bir kolaçan et bakalım... deniyor, En üstün yetenekli savaş
uzmanlarını da iran'a gönderip - Siz de şu iran ordusunu bir adam edin... diye
buyruklar veriliyor. Bunlar ortaya kondukça insan ister istemez şöyle
düşünüyor: - Acaba Türkiye'de de aynı yollarla yollanmış, görev yapan ve yapmış
olan CIA uzmanları var mıdır? Bunlarla hangi politikacılar, gazeteciler
işbirliği yapmıştır?
Türkiye'de hiçbir politikacı CIA ile
işbirliği yapmaz. Çünkü politikacılarımız "iman dolu göğüslerini", bu
"ecdad yadigârı" vatan için siper etmeye hazırdırlar. Hiçbir Müslüman
Türk, CIA ile işbirliği yapmayı aklından geçiremez. Çünkü Kuranı Ke-rim'de, -
CIA ile işbirliği yapın... diye bir hüküm bulunmamaktadır. Nasıl kutsal
kitapta, - Çalmayın... deniyor ve bunlar da nasıl çalmıyorlarsa, nasıl, - Yalan
söylemeyin... deniyor, bunlar da yalan söylemiyor-larsa, CIA ile de işbirliği
yapmazlar. Günahtır, korkarlar... Yarın ÇAĞIN SUÇU 59 ahrette iki yakaları bir
araya gelecek; hiç işbirliği yaparlar mı CIA ile?.. Ayrıca konuyu hukuk
açısından da incelemek gerekecektir. Hangi partinin tüzüğünde, - Partimiz CIA
ile yakın işbirliği yapar,
işbirliği yapmayan, haysiyet
divanına verilir... diye bir hüküm vardır?
Memleketimizde "kanun devleti"
yürürlüktedir. Partilerimiz, Siyasi Partiler Yasasına uygun olarak
çalışmaktadır. Parti tüzüğünde CIA ile işbirliği yapılacağına ilişkin bir
açıklık yoksa, böyle bir ilişki yok demektir. Arasıra Türkiye'ye Kommer gibi,
Harris gibi ünlü ve azılı CIA danışmanları gönderiliyorsa, Albay Dickson gibi
Kara Ataşeleri suçüstü yakalanıyorsa da bunlar birer "zabıta vakasf'dır.
Türkiye'de Amerikalıların hiçbir "üssü" yoktur. Olamaz da. A-merikan
firması eski müteahhitlerinden inşaat Mühendisi Süleyman Demirel Amerikalılarla
içli dışlıdır. Başbakan olduğunda bütün milliyetçiliği ile, - Üs yoktur tesis
vardır... demiştir bir zamanlar. Biz onun yalancısıyız... Eski Cumhurbaşkanı
Cevdet Sunay'ın büyük oğlu Dr. Atilla Sunay da aynı kanıdadır. Eskiden
Ankara'da Amerikan hastanesinde çalışırdı. Şimdi tası tarağı toplayıp
Amerika'ya göçtü. Babasından miras kalan milliyetçiliği Amerika'da temsil
edecek şimdi. Dr. Atilla Sunay da Amerikalıların hiçbir kötü niyetlerinin
olmadığını çevresine anlatır dururdu.
İran Şahının CIA ile işbirliği yaptığını söyleyen
Amerikalı gazeteci Jack Anderson da buz gibi komünist! Sadece komünist değil.
Hem Marksist, hem Leninist hem de, Allah geçinden versin, hatta Maoist...
Şu Pentagon generalleri arasında bir Faik Türün yok
ki haddini bildirsin. Erkekse Türkiye'ye gelsin Anderson...
(Yeni Ortam, 25 Ocak 1975)
ADINI KOYALIM...
Demokrat Parti eskilerinin yeniden boy göstermeleri
üzerine çeşitli siyasal yorumlar da sergilenmeye başladı. Birtakım yazar çizer
takımı, - Demokrat Parti bir halk hareketi sonunda iktidara gelmiştir...
diyerek sosyolojik oluşumları tersyüz etmeye çalıştı. Bundan, - Demokrat
Partiyi halk destekledi... anlamı çıkıyorsa bir diyeceğimiz yok. Elbette
Demokrat Parti halkoyu ile iktidara gelmiştir. Fakat burada, - Demokrat
Partiyle birlikte çok partili hayat başlamıştır.,, deniyorsa, yine bir
aldatmaca kavramla göz boyanıyor demektir. "Halk hareketi", "çok
partili hayat" gibi kavramlar bir araya gelince Demokrat Partinin ilerici
ve liberal bir görünümde olduğu izlenimi yaratılmak istenmektedir.
Bu doğru mudur?
Önce şu sorunu çözelim:
Halkın desteklediği her eylem i-lerici sayılmaz. Tarihteki bütün gerici
isyanların arkasında da halk yığınları bulunmaktadır. Patrona Halil isyanı da
31 Mart a-yaklanması da bir kalabalıkça desteklenmiştir. Gerçi bazı seçkin
solcularımız, - Ezilmişliklerinin kurtuluşunu metafizik yollarda arayanlar...
diyerek yeni bir yorum getirip "tarihsel yanılgılar" çıkmazına
değinirlerse de sanırız gerçeği pek
değiştiremezler. Halkın
desteklediği bir eylem ilerici nitelikte
örgütlerce yönetilmez ve üretim araçları
üzerindeki mülkiyeti değiştirecek bir sürece girmezse, bu eylemin
ilericiliğinden söz etmek olanaksızdır. Bunun içindir ki, - 1946 hareketi ilerici nitelikteydi... demek
yanlıştır. 46 hareketinin
temelinde, "dörtlerin takriri"
yatmaktadır, "dörtlerin takriri" ise halka toprak dağıtımına engel
olmak için verilmiştir. Demokrat Parti olayını temelindeki bu olguyla bile
tanımak yeterken birtakım sosyolojik kavramları zorlayarak, bu gerici tepkiye
ilerici adları takmak hangi bilimsel temele dayanmaktadır?
Bir de, - Türkiye'de çok partili hayat 946'da
başlamıştır... yargısı var. Çok partili hayat, sağlı sollu bütün partilerin tam
bir özgürlük ortamında seçimlere katılmasıyla gerçekleşebilir. Çok partili
hayatın temel koşulu düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün sağlanmasıdır. Bu
özgürlükler iki büyük partinin elbirliğiyle yok edildikten sonra,
"Hacivat-Karagöz" oyunları gibi bir çekişmeye "çok partili
hayat" adını vermek de aynı yanılgının halkalarından biridir. ÇAĞIN SUÇU
6!
1946 hareketi bir "halk hareketi" ve
"çok partili hayata" a-tılan bir adımsa, aynı biçimsel mantıkla, 27
Mayıs ihtilali de gerici ve faşist bir eylem olarak görülebilir.
Bu yargılar temelinden yanlıştır. 27 Mayıs ihtilali
topluma ças\ja,. bir anayasa armağan etmiş, düşünce özgürlüğü sınırlarını
geliştirerek, örgütlenme özgürlüğünü sağlamaya çalışmıştır. Böylece Türk
tarihinde ilk kez bir sosyalist parti Parlamentoya girebilmek olanağını elde
etmiş, gazete ve dergilerde ülkenin siyasal ve toplumsal konuları tartışılmaya
başlanmıştır, işte ancak bu günlerde "çok partili hayat" az da olsa,
kapısını aralamıştı.
Bu da uzun sürmedi... Seçim sisteminde yapılan bir
değişiklikle, Türkiye işçi Partisinin Parlamentoya girme olanakları ortadan
kaldırıldı. Yeniden iki büyük partinin egemenliğine dayanan bir "milli
irade" tablosu çizildi. Bu koşullarda Parlamento yeniden ilerici partilere
kapanmış oluyordu, işte bizim, - Filipin demokrasisi... cici demokrasi... biçimsel
demokrasi,., dediğimiz siyasal sistem buydu. Emekçi sınıfların örgütlenmesi
yasak, düşünce yasaklarıyla donatılmış ceza yasaları, soğuk savaşın
antikomünizm şartlanmasıyla yönetilen bürokrasi iş ve sermaye çevrelerinin
güdümünde iki siyasal partinin egemenliğindeki sistem!.. Buna, - Parlamenter
faşizm... dediğimiz de oluyordu. Çünkü faşizm, bazı sağcı yazarların sandığı
gibi, Hitler ve Mussolini'yle başlayıp bunlarla biten siyasal
dönemlerin adı değildir. Sadece sermaye egemenliğine
dayalı diktatörlüklere, bütün siyasal bilimciler "faşizm" adını
verirler. Sermaye egemenliğinin sağlandığı, emekçi sınıfların söz ve örgütlenme
özgürlüğünün yasaklandığı ülkelerde parlamentoların varlığı bu gerçeği
değiştirmez. Parlamento böyle rejimlerin "vitrini"dir.
Siyasal hayata toprak ağalığını savunmak için çıkan,
uluslararası tekelci sermayenin egemenliğini sağlayan, emekçi sınıfların söz ve
örgütlenme özgürlüğünü kaldıran bir siyasal döneme ne "halk
hareketi", ne de "çok partili hayat" denilemez.
Demokrat Parti, "parlamenter faşizm"in
emekçi halk üzerine kurduğu yönetimin adıdır. Önce bu dönemin adını koyalım.
Tartışmak isteyen varsa buyursun... (Yeni Ortam, 27 Ocak 1975) 62
SİZE BAŞVURUYORUM...
Geçen hafta silahlı komandolar yine sokakları kana
boya-dılar. Her hafta yeni olaylar, aynı suç zincirinin halkalarını çoğaltarak
sürüp duruyor. Devlet bütün yetkilileri ile bir suskunluk içindedir, iktidar
boşluğundan yararlanarak iktidara gelmek isteyen cuntacılar kanlı kaldırımlara
basa basa amaçlarını gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Hitler de, Mussolini de işte bu yöntemlerle iktidara
geldi. Hitler özentisi albaylar, aynı "taktik" ve aynı
"stratejileri" kullanarak önce "komünizm korkusu", sonra da
otorite özlemi yaratıp, iktidara tırmanmak istiyorlar. Tarihte bu olayların
benzerlerini gördük; şimdi de aynı olayları Türkiye'de yaşıyoruz.
Bir gerçeğe bütün gücümüzle ağırlık vermek
zorundayız. Komando adlı gençler hangi güç merkezlerinden desteklenmektedir?
Bunların ellerindeki silahları kim vermektedir? Yıllarca bu örgütü koruyan ve
kollayan resmi görünüşlü yetkililer kimlerdir? Bu yetkililer şimdi hangi
görevlerdedir? Öncelikle bu soruların yanıtlarını en açık seçik biçimde ortaya
koymamız gerekiyor.
12 Mart 1971 tarihinden sonra sıkıyönetim
mahkemelerinde görev yapan bazı savcı ve yargıçların bu örgütlerle ilişkileri
hiç araştırılmış mıdır? Açılan kamu davalarında, sadece Ülkü Ocaklı
öğrencilerin ifadelerine dayanılması ve aleyhte ifade veren öğretim üyelerinin
de Ülkücü Öğretmenler Derneği yöneticilerinden seçilmesi, basit birer rastlantı
sayılabilir mi? Bazı davalarda ihbarcıların hem Ülkü Ocaklı, hem de MİT
görevlisi olması da aynı rastlantıların önemsenmeyecek örnekleri midir? Mahkeme
kararlarında Ülkü Ocaklarının övülmesi, iddianamelerde Kurt Karaca takmaadıyla
kitap yazan bir öğretim üyesinin kitabından kaynaklanan gerekçelerin yer alması
da mı aynı rastlantıların basit birer belirtisidir?
"Şark hizmeti" yapması gereken bir askeri
savcının ısrarla Ankara'da tutulması, tutuklulara olmadık baskıları yapan bir
doktor yüzbaşının hemen Gülhane Tıp Akademisine alınması da mı rastlantıdır? Bu
rastlantıların arka arkaya gelmesi bizler gibi, devletin birçok yetkilisini de
düşündürmelidir.
Düşünecek başka konular da vardır... Pentagon
generallerinin ve CIA yetkililerinin yönetimindeki, Panama Kanalı "Anti-
ÇAĞIN SUÇU 63 gerilla Okulu"nun Türkiye'deki "şubesi" olan
"kontrgerılla" adlı gizli örgüt kimlerden oluşmaktadır? Bazı yasal
yetkileri üzerlerinde taşıyarak bu örgütte çalışanların kimliklerini, devletin
bazı yetkilileri bilmektedir. Bu adları 12 Martın karanlıklarına gömmeye
kimsenin hakkı yoktur. Hiçbir sünger, bu adları belleklerden silmemelidir.
Birlikte düşünelim...
12 Marttan sonra, işkenceci başı Faik Türün'ün
komutanlığı döneminde, "kontrgerilla" adlı bir örgüt, işçilerden
öğrencilere, kurmay subaylardan tümgenerallere kadar birçok kimseyi
Göztepe'deki işkence karargâhına götürerek yasadışı yollardan sorguya çekmiş,
ülkenin ünlü yazarları bu yerde kelepçelenip zincirlenmiş ve kendilerine
işkence yapılmıştır.
Kimdir bu işkenceciler? Ve devletin hangi
yetkilileri bu adları unutturmaya çalışmaktadır? Hep birlikte bu konular
üzerinde duralım. Devleti yönetmeye kalkışan çetelerin kimlikleri açıklanmalı,
bugün nerede ne yaptıkları birer birer saptanmalıdır...
Bugünkü faşist saldırıların "karargâhı"
işte bu çetelerin bulunduğu yerlerdir. Bu gerçek araştırılmadan olayları
anlamaya ve önlemeye de olanak yoktur. Devlet, adım adım bir çetenin eline
geçmektedir.
Sayın Cumhurbaşkanımız..,
Siz, demokratik görüşlü, kişilikli bir devlet
başkanısınız. Bugüne kadar bizlerde bıraktığınız güvene dayanarak bu olaylara
el koymanızı ve devletimizi bu saldırgan çetenin uğursuz gölgesinden
kurtarmanızı istiyoruz.
Sayın Ecevit...
Siz, Türkiye'de demokrasiyi ve Anayasa düzenini
ayakta tutabilecek etkili tek parti liderisiniz. Bütün bu söylediklerimizi
birer birer araştırıp güçlü sesinizle bu konulan Parlamento kürsülerine
getiriniz. Bütün milletvekili ve senatörleriniz bu saldırılar önlenmeden hiçbir
yasal çalışmaya katılmamalıdır. Bir cunta, gençlerimizi birbirlerine boğdurarak,
sokakları kana bulayarak, aşağılık hırslarıyla kan içerek ve kanlı kaldırımlara
basarak iktidara gelmek istiyor.
Her gün bu köşeden bunları anlatmaya çalışıyoruz.
Gücümüz sadece kalemimizle sınırlı. Sesimizi sizlere duyurabilmek için söyleyin
daha ne yapalım? Kimlere başvuralım?..
(Yeni Ortam, 28 Ocak 1975) 64
GÖRÜNEN KÖY...
Kerim Yaman adlı öğrenci, herkesin gözü önünde
kurşunlanarak öldürüldü. Bu cinayet, bundan öncekilerin devamıydı. Hemen hemen
her hafta "komando" adlı "terörist" örgüt, sokak
ortalarında adam vurmakta, fakat devletin sorumluları tam bir suskunluk içinde
olup bitenleri göz ucuyla izlemektedir.
içişleri Bakanı Bay Mukadder Öztekin olayları tam
bir tarafsızlıkla araştıracağı yerde, televizyonda "baba nasihatleri"
yayımlamakla yetinmektedir. Başbakan Bay Sadi Irmak olayların üzerine parmak
basacakken,
- Gençleri kamplara bölmek... ideolojik
ayrılıklar... gibi yosun tutmuş sözcüklerle yorum yapmaya çalışmaktadır.
Bu "muhterem" kişiler, yönetim kurulu
arpalıklarına 12 Mart artıklarını atarken, genel müdür ve müsteşarları
değiştirirken bu kadar "serinkanlı" davranmıyorlardı. Güvenoyu
alamamış, üstelik istifa etmiş hükümetin yetkilileri ancak "günlük
işleri" yürütmekle sınırlıyken, devlet bürokrasisini altüst etmek, emekli
amirallere ve bakan eskilerine iş bulmak, köprü başlarına adam yerleştirmek
gibi yasadışı ne kadar atama varsa hepsi bir bir gerçekleştirmiş, ama yurttaş
kanı içmeye yeminli örgütler ortalığı kana bulayınca, - Yapmasanız iyi olur...
gibi genellemelerle yetinilmiştir.
Bu iki "muhterem" kişi, devletimizin
Başbakanlık ve içişleri Bakanlığı koltuklarını işgal ettikleri için kendilerine
sesleniyoruz. Yoksa biliyoruz ki, Bay Mukadder Öztekin 12 Mart bakanıdır. Ne
bekleyebiliriz ki kendisinden?.. Bay Sadi Irmak ırkçı teorilerden esinlenmiş
kitapların yazarıdır. Hangi tarafsızlık simgesi olarak el uzatacaktır bu
işlere?..
Geçelim bunları bir kalem...
Bir de sağ basına bakın. Öldürülen, bir yurttaşımız
değil sanki! Üstelik, - Kızıl faşist anarşistler... gibi buram buram sefalet kokan
başlıklarla suçu örtmeye çalışmakta ve "komando" adlı
"terörist" eylemcilere kol kanat germektedir.
Irkçı-Turancı-kafatasçı-milliyetçi-mukaddesatçı adı altındaki "31 Mart
cephesi" tabancasıyla, tüfeğiyle, bıçağı ile, tornavidasıyla, kalemi ve
rotatifiyle saldırıya geçmiştir artık.
ÇAĞIN SUÇU 65
Bunlar da suç ortağıdır bir bakıma... Ne bekliyoruz:
yabancı petrol şirketlerinin avukatlığını yapanlardan; ne bekliyoruz gerçekten?
Çok tirajlı bir gazetede bir yazar Ecevit'in
konuşmasını "kışkırtıcı ajan" başlığı altında eleştiriyor sözümona;
Ecevit'i de "kışkırtıcı ajan" yapıyor bu yazar bey de. Anlaşılan
"kışkırtıcı a-jan" nedir, bu kavramı da öğrenememiş şimdiye kadar.
Her gün yüz binlerce yurttaşımızın okuduğu bir yazar -ki kendisi öğretmendir-
henüz bu kavramı bile öğrenememiş. "Kışkırtıcı ajan", kışkırtıcı
sanılan sözleri söyleyen adam değildir hukukta. Bazı insanlara suç işletmek
için onlarla birlikte eyleme geçen, devrimci gibi görünüp devrimci eylemleri
yasadışına iten, sağcı gibi görünüp sağcılara suç işleten adamdır
"kışkırtıcı
ajan". Bunlar devletin gizli istihbarat
örgütünce görevlendirilip gençlerin arasına sokulurlar.
12 Marttan önce birçok eylemde bu "kışkırtıcı
ajanların" etkileri vardır. Bu dönemin Başbakanı Demirel Parlamento
kürsülerinden,
- Bir tek kışkırtıcı ajanın adını açıklayın...
dediği zaman bu köşeden tam bir düzine ajanın adlarını, sanlarını, künyelerini
ve suç belgelerini birer birer açıklamıştık. "Kışkırtıcı ajan" diye
bunlara derler ve Sayın Ecevit'in de sözünü ettiği kışkırtıcı a-janlar
bunlardır.
Yazara bir hukuk dersi verirdik, ama şimdi zamanı
değil. Geçelim bunu da...
Bir tek yalın gerçek var ortada. Günlerdir bu
gerçeğe parmak basmak istiyoruz. Bu sağcı teröristler kimler tarafından
desteklenmektedir? Bu örgütün, tıpkı italya'da ortaya çıkarıldığı gibi,
devletin bazı gizli örgütlerince desteklendikleri doğru mudur?
"Kontrgerilla" adlı işkence örgütünün bu saldırılarla i-lişkisi var
mıdır? 12 Mart öncesinde bu olaylar nasıl geliştiği, nasıl sonuçlandırılmak
istendiği, bu işlemlerde kimlerin görev aldığı saptandı mı? ClA'nın öteki NATO
ülkelerinde bu tür eylemleri desteklediği de kesinkes ortaya çıkarıldığına göre
"komando" ve "kontrgerilla" arkasındaki uluslararası
ilişkiler, cesaretle ele alınacak mı?
Türkiye'mizin barışçı bir ortama ulaşabilmesi, bu
soruların gün ışığına çıkmasına bağlıdır. Yoksa her ölümün arkasındaki
duygusallık gibi Kerim Yaman olayı da unutulur ve kan içiciler 66 yine
oyunlarını eskisi gibi sürdürürler. Bu "iktidar boşluğundan"
yararlanarak "darbe" yoluyla iktidara gelmek isteyenlerin o-yunlarını
anlamak bu kadar güç mü? Gözler kör ve kulaklar sağır mıdır?..
(Yeni Ortam, 29 Ocak 1975)
İKİNCİ MEMDUH PAŞA...
Osmanlı tarihinde "Birinci Mehmet",
"ikinci Mehmet", "Birinci Beyazıt", "ikinci
Beyazıt", "Birinci Abdülhamit", "ikinci Abdülhamit"
gibi padişahlar vardır. Cumhuriyet tarihimizde de aynı adda politikacılara
rastlarız. Adnan Adıvar ve Adnan Menderes aynı addaki başbakanlarımızdandır.
Osmanlı imparatorluğunun son sadrazamlarından Damat Ferit Paşa ile 12 Mart döneminin
son başbakanlarından Ferit Melen'in adları aynıdır. Tarihçilerimiz değişik
yöntemler kullanarak siyasal tarihimizde, - Adnanlar dönemi... Feritler
dönemi... gibi ayrımlar yapabilir. Ad benzerliği siyasal tarihimizde iyice
araştırılmalıdır.
Tek partili dönemimizdeki "üç Aliler"de
çok ün yapmışlardır. Kel Ali, Kılıç Ali, Necip Ali... Çok partili dönemde
bunlara bir dördüncü Ali daha eklendi: Elverdi Ali... Bu Alilerin hepsi de
astığı astık, kestiği kestik kişilerdi...
Ad benzerliği gerçekten çok ilginçtir. Profesör Uğur
Alaca-kaptan ile Mamak Cezaevi hücrelerinde yatarken, - Hocam isim
benzerliğinden sizinle beraber beni de içeri aldılar... diye takılırdım
Alacakaptan'a. Milli gelirden payımıza ne düşer bilmezdik amma, sıkıyönetimde
her "Uğur" başına "yedi yıl" ceza düşmekteydi.
Cezaevi müdürünün adı da çok ilginçti: Mehmet Kemal
Saldıraner... Tam cezaevi müdürüne uygun soyadı!.. Arayıp arayıp bulmuşlar.
"Halkı suç işlemeye tahrik, teşvik" gibi soyadı: Saldıraner. Emekli
oldu mu bilmem...
Bir de cezaevinin içinde bulunduğu tümenin,
kendisini "Napolyon"a benzeten bir komutanı vardı. Onun da soyadı çok
ilginçti. Apdullah Kuloğulları... Diyorum ya, arayıp arayıp buluyorlar işte...
ÇAĞIN SUÇU 67
12 Mart döneminin iki ünlü "Memduh Paşa"sı
vardır. Birincisini hepiniz tanırsınız. Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral
Memduh Tağmaç. ikincisi soyadı "Unlütürk" olmasına rağmen kamuoyunun
henüz yeterince tanımadığı Tümgeneral Memduh Ünlütürk'tür.
Birinci Memduh Paşa, 12 Mart muhtırasına imzayı
bastıktan sonra, attığı imzaların değerini hemen kavrayıvermiş ve emekli olur
olmaz, bir büyük bankanın yönetim kuruluna kapağı atı-vermiştir. Şimdi Birinci
Memduh Paşa, engin ve paha biçilmez ekonomi ve bankacılık bilgi ve
tecrübesinden iş ve sermaye çevrelerini yararlandırmak için, ayda on bini aşan
bir ücret almakta ve bu "mütevazı"
gelirini emeklilik maaşı ile birleştirerek,
"ekmek parasını" çıkarmaya çalışmaktadır.
ikinci Memduh Paşaya gelince...
"Ünlütürk"ü hep birlikte tanısak iyi olur:
Unlütürk, Kara Harp Okulunu 1938 yılında bitirmiştir. Harp Okulundan
"topçu teğmeni" olarak mezun olan ikinci Memduh Paşa, sınıf arkadaşı
Topçu Teğmen Alparslan Türkeş'in düşüncelerini benimsemiştir.
Albaylığında Şam'a Askeri Ataşe olarak atanan ikinci
Memduh Paşa, Şam'dan döndükten sonra Bursa'da ve Manisa'da görev yapmış ve en
sonunda Birinci Memduh Paşanın gözüne girerek, I967'de iki yıllık gecikmeden
sonra tuğgeneralliğe yükseltilmiştir. Birinci Memduh Paşanın isteği üzerine
Genelkurmay Eğitim Dairesi Başkanlığı yapan bu şişman, buğday renkli general,
1970 yılında tümgeneral olmuştur.
Bir süre sonra da Birinci Memduh Paşanın, sonradan
"demokratik solcu" olduğunu açıklayan uçan General Muhsin Ba-tur ve
iki komutanla birlikte imzaladıkları muhtıra radyodan o-kununca, ikinci Memduh
Paşa da kollan sıvamışlar hemen. Gün onun günüdür.
ikinci Memduh Paşa, o günlerde Orgeneral Faik
Türün'ün emrindeki bir tümende komutanlık yapmaktaydı. Türün, Ünlü-türk'e,
Unlütürk de Türün'e güveniyordu... Birinci Memduh Paşa da emekliye ayrılınca,
ikinci Memduh Paşanın tek desteği Faik Türün kalıyordu. Türün ve Unlütürk, hep
birlikte istanbul'daki operasyonları yönettiler. Göztepe'deki eve sık sık gidip
geldiler, ikinci Memduh Paşa her sanığın durumu ile kendisi tek tek ilgilendi.
Nedense!.. 68
ikinci Memduh Paşa, Birinci Memduh Paşa Genelkurmay
Başkanıyken ikide birde Ankara'ya telefon ederek:
- Paşam emirleriniz var mı?, diye sorardı. O kadar
ki, Birinci Memduh Paşanın emir subayları ikinci Memduh Paşadan bıkmış
usanmışlardı.
ikinci Memduh Paşa, tam korgeneralliği beklerken son
30 Ağustosta emekliye ayrılıverdi. Şimdi evinde oturup eski arkadaşıyla geçmiş
günleri anmaktadır. Acaba diyoruz, şu son günlerde Orgeneral Faik Türün'le
konuşuyor mu? Yakın arkadaşı Alparslan Türkeş'le buluşuyor mu? Komandolarla
ilgileniyor mu? Bu son günlerde ne yapıyor ikinci Memduh Paşa?..
Unlütürk ne yapıyor ve ne düşünüyor son olaylar
hakkında?
(Yeni Ortam, 30 Ocak 1975)
AKILLANMAK...
"Milliyetçi Cephe", "bir sosyal
sınıfın öteki sosyal sınıflar Çizerinde" baskısını kurmak için toplanırken,
Anayasadan, özgürlükten ve barıştan yana olanlar da birbirleriyle uğraşmanın
sarhoşluğundan kurtulmuş değiller henüz. - Sen revizyonistsin... Sen
oportünistsin... türünden tartışmaları "fraksiyon" dergilerinde, her
hafta görüyoruz. Faşizm özlemcileri bütün azgınlıklarıyla kol gezerken,
sosyalizmin savunuculuğunu kaptırmak istemeyenler bir "kültür
yarışması" gibi, - Lenin der ki... Mao der ki... tartışmaları içinde
sosyalist öğretilerin "klasik" ilkelerini yeni baştan sergilemektedirler.
Oysa kapısını çalan, adıyla, sanıyla faşizmdir!..
Toplumumuzun bütün demokratik güçlerinin, anayasal
çizgide birleşmeleri bir siyasi zorunluluk olmuştur, işte antidemokratik
yasalar, işte cezaevinde unuttuklarımız, işte uluslararası faşizmin ahtapot
kolları, işte emperyalizmin yeni tuzakları!.. Birleşebileceğimiz somut amaçlar
bunlardır... Şimdi bunları bir yana itip ÇAĞIN SUÇU 69 - Ecevit büyük
burjuvazinin adamıdır... gibi anlamsız bilgiçlik özentiieriyie güçleri dağıtmak
neden? Demokrasi kavgası vermeden, sosyalizmin "s"sinden söz etme
olanağının bulunmadığını geçtiğimiz dönemin tecrübelerinden anlamaımışsak,
hangi bilimsel öğretinin satırlarının arasında arayacağız bu gerçekleri?
"Madalyon"un bir "yüzü" böyle...
Öbür yüzüne de bakalım ve bazı örnekler de verelim:
Son zamanlarda derneklerde, barolarda, meslek
odalarında seçimler yapılagelmektedir. Bu seçimlerde sağ, Adalet Partisinden
Erbakancısına ve Türkeşçisine kadar tam bir bütünlük içinde seçimlere
katılırken, "demokratik
solcu" CHP'liler ile CHP'den soldaki siyasal görüşleri
benimseyenler arasında uzlaşma kurulamadığı gibi, zaman zaman tam bir çekişme
ve tartışma ortaya çıkmaktadır.
Anlatalım...
Geçtiğimiz aylarda Ankara Barosu seçimleri yapıldı,
"ilerici avukatlar" Halit Çelenk'in başkanlığında bir listeyle seçime
katıldılar. Listede Uğur Alacakaptan, Ahmet Tahtakılıç, Doğan Tanyer gibi
CHP'liler de olmasına rağmen, bir kısım CHP'liler, AP, CGP, MHP ve MSP'lilerin
destekledikleri adayın çevresinde toplanmışlardı. Gerekçeleri de çok ilginçti:
- Kardeşim onlar da çok solcu...
Seçimleri ben de izledim. Sıkıyönetim mahkemelerinde
devrimcileri mahkûm ettirebilmek için uğraşan Ülkü Ocaklılarla muhbir hukuk
müşavirleri ve öğretim üyeleri kol kola seçimlere giderken, bazı CHP ileri
gelenleri de bu örgütlenmenin "militanları" olarak çalışmaktaydılar.
Ecevit hükümetinin Çalışma Bakanı Önder Sav, içinde
kendi partisinin en yüksek organlarının yöneticilerinin de bulunduğu listeyi
seçtirmemek için, tam bir "militan" coşkusu i-çinde çalışıyor, karşı
tarafın adayını seçtirmek için kendini paralıyordu.
"Demokratik solculuk" değildi bu. Adıyla
sanıyla "antipatik solculuktu" bu yapılan!
Haydi, bu çelişkiyi baronun kendi iç koşullarıyla
açıklayalım diyelim. Fakat bunu da kolaylıkla söyleyemiyoruz bir türlü. Başka
örnekler de var çünkü.
Geçen hafta Ankara'da "Makine Mühendisleri
Odası" için seçimler yapıldı. Seçimlere üç liste girmekteydi. Birinci
liste, 70 "demokratik solcular'ın oluşturduğu listeydi, ikinci listede
"ilerici demokratlar" adıyla sosyalistler, üçüncü listeyle de
sağcılar seçime katılmaktaydı.
Demokratik solcularla sosyalistler arasında bir
türlü anlaşma olmadı. Sağcılar da tam bir güç birliği içinde seçimleri
kazandılar.
Oyların dağılımı ise şöyle: Sağcılar 174, demokratik
solcular 163, ilerici demokratlar 140... Yani, demokratik solcularla
sosyalistler ortak listeye seçimle girseler, seçim büyük farkla kazanılacak.
Yok, girmezler... Böylece sağcılar, aradan sıyrılarak seçimleri kazanırlar.
Şimdi bu anlattıklarımız, benzer seçimlerde aynen
oluyor. Mühendislerin de pek hesaba akılları ermiyor galiba...
Bütün bunları gördükten sonra düşünüyorum:
Kendilerine ne ad verirlerse versinler, biz ilericiler, halktan ve emekten yana
olanlar, faşizm geldiğinde sadece cezaevlerinde mi birleşeceğiz? Hiç
akıllanmayacak mıyız?..
Söyleyin Allah aşkına, yanlış mı düşünüyorum?..
(Yeni Ortam, 31 Ocak 1975)
TOPRAK ACISI...
Son yıllarda toprak reformunu belirli bölgelerde
gerçekleştirme amacıyla iki yasa çıkarıldı. Bunlar "Tarım Reformu Ön
Tedbirler Yasası" ve "Toprak ve Tarım Reformu Yasası" adlarını
taşımaktadır. Toprak reformunun bu yasalar gereğince uygulanması için 33
yönetmeliğin de hazırlanması gerekmektedir. Bu yönetmeliklerden 19'u Resmi
Gazetede yayımlandı. 8'i yayımlanmak üzere hazırlandı, geri kalan 6
yönetmeliğin de hazırlıkları bitirildi, bakanımızın masasında beklemektedir.
Bütün bu hazırlıklar ne için? Bunlar, Urfa ilindeki
toprak a-ğalığının ve emek sömürücülüğünün bir ölçüde önlenmesi için
yapılmaktadır. Urfa'da 108 köyde, 1.753.340 dönüm arazi toprak ağaları
tarafından kullanılmaktadır. Bu topraklar üzerinde 4.941 köylü ailesi, yani
Urfa deyişi ile 24.705 "azap" yaşamaktadır. "Toprak ve Tarım
Reformu Yasasına" göre I Mart 1975 gününe kadar 41 köyde 899.000 dönüm
arazinin kaÇAĞIN SUÇU 71 mulaştırılması ve kamulaştırılan bu arazinin, I
Haziran 1975 gününe kadar I 1.300 topraksız ve az topraklı Urfalı
"azap"a dağıtılması gerekmektedir, Bütün bu çalışmaları "Toprak
ve Tarım Reformu Müsteşarlığı" yürütmektedir.
Müsteşarlık, önce bölgedeki "altyapı"
hizmetlerini gerçekleştirdi. Bütçede yeterli para vardı. Yol, su, elektrik,
gübreleme, tarım araçları sağlanması gibi
hizmetler yapıldı. Müsteşarlığın buraya kadar olan
çalışmalarından bölgedeki toprak sahipleri çok hoşnuttu. Çünkü bölgeye
elektrik, su ve gübreleme gibi olanaklar sağlanıyordu. Sorun bundan sonra
başladı.
Müsteşarlık, Urfa'nın "Akçakale" ilçesinde
41 köyde kamulaştırma işlemlerini tamamlamak için gece gündüz çalışıyordu.
"Kızılca kıyamet" bugünlerde patlak verdi. Toprak ağaları, şu
"masum" istekleri ileri sürmekteydiler;
-
Bütün
Urfa'da altyapı hizmetleri bitirilmeden kamulaştırma yapılmasın... Toprak
ağaları bununla, 1985 yılına kadar zaman kazanacaklardı. Ağaların ikinci
önerileri şuydu:
-
Hiç
olmazsa, Akçakale'deki alt yapı hizmetleri tamamlanmadan kamulaştırma
yapılmasın... Böylece de iki üç yıl kazanacaklardı. Bir başka öneri ise şöyle
özetleniyordu:
-
Bunlar
kabul edilmezse, araziler "vergi değeri" üzerinden değil, bugünkü
değerlerinden kamulaştırılmalıdır...
Buna "Keban tipi zenginleşme" deniliyor.
Keban barajı çevresinde topraklan olanlar, kamulaştırma bedellerini, devlete
gösterdikleri vergi üzerinden değil, kamulaştırma anında biçilen değere göre
aldılar. Yani vergi verirken, - Arazim çok değersizdir... deyip satarken -
Arazim çok kıymetlidir... diyerek para aldılar. Urfa'nın toprak ağalan da böyle
para kazanmak istiyorlardı, işin pek şakaya gelir tarafı da yoktu. Müsteşarlık
bütün gücüyle kamulaştırmaları gerçekleştirmenin çabası içindeydi. Bu arada
siyasal değişiklikten yararlanabilirdi. Güvenoyu almamış olsa da, istifa etse
de Irmak hükümeti görev başındaydı. Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığı da
Cumhuriyetçi Güven Partisi Milletvekili Devlet Bakanı Salih Yıldız'a bağlıydı.
Urfa'nın toprak ağaları hemen, - Gökte yıldız yüz altmış, Mevlam neler
yaratmış... diyerek Salih Yıldız'a çengel atmışlardı. Salih Yıldız da Van'da
"mütevazı" bir toprak ağasıydı ve ağaların dilinden anlardı. 72 Salih
Yıldız, müsteşarlığın önerdiği kadro istemlerini işleme koymamakta, hiçbir
atamayı onaylamamakta, yayına gönderilen yönetmelikleri yayımlamamakta, yani
önce "pasif direnişe" geçmektedir. Urfa bölgesinde çalışan
müsteşarlık görevlileri de açık ve kapalı yollarla tehdit edilmeye başlamıştı.
Bu arada toprak ağaları aralarında bir
"gizli" toplantı yaparak -lise öğrencileri hakkındaki gizli örgüt
kurmaktan dava açan askeri savcılar duymasınI milyon 250 bin liralık bir
"fon" topladılar, aralarından "Reşit ipek" ve "Celal
Öncel" Ankara'ya yollandı. Bu arada birdenbire "Son Havadis"
gazetesinde Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığına saldırıya geçildi. Gerekçeler
ilginçti. Müsteşarlık fazla kira veriyordu. Usulsüz atamalar yapılıyordu ve
daha ilginci, müsteşarlık ülkenin "bütünlüğüne" kastetmişti.
Milli bütünlüğümüz elden gidiyor.., türü yaygaralar,
gazete sütunlarından Parlamento kulislerine ve kürsülerine kadar yansıdı. Konu
Milli Güvenlik Kuruluna da götürüldü. Amaç, ne yapıp yapıp kamulaştırmayı
önlemek, bunun için de Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığını tümüyle
"topa" tutmaktı.
Yıpratma çalışmaları, Demokratik Partinin
"Toprak ve Tarım Reformu Yasası" için açtığı davanın yeniden konu
edilmesiyle sürdürüldü. Bir de, Urfa'da yeraltından su çıkartmak çok güçtür. Bu
nedenle toprak reformundan vazgeçelim... gibi bir garip gerekçe daha ileri
sürüldü. Parlamento kürsüsüne gelen Bakan Salih Yıldız, - Hazır söz almışken...
diye başlayıp sonra da, - Bölücülük çalışmalarına izin verilmeyecektir... diye
konuşarak "Son Havadis"i doğrulamaya çalıştı. Bakan Yıldız, Urfa
bölgesinde çalışan müsteşarlık görevlileri hakkında toprak a-ğalarının
şikâyetlerini dinlemek için, müsteşarı yanına almadan Urfa'ya gitti. Urfa'da
toprak ağalarıyla yemek yedi. Birlikte Akçakale'ye gidildi. Bakan, çevreden
duyulacak biçimde toprak a-ğası Celal Öncel'e, - Celal Ağabey... diyerek
sesleniyor ve topraksız köylülerle de konuşurken ağaları yanından hiç
ayrılmıyordu.
Başbakanlık bütçesi görüşülürken konu "milli
cephe" milletvekillerince bir kez daha ortaya atıldı.
-
Müsteşar
Saim Kendir'i neden değiştirmiyorsunuz... diye sorular sorulmaya başlandı, iki
üç gün önce iki milletvekili müsteşar için soruşturma açılmasını istedi.
ÇAĞIN SUÇU 73
Evet, Urfa'daki toprak sorununun kısa öyküsü
şimdilik böyle işte. Ne yapıp yapıp kamulaştırmayı önleyecek toprak ağaları.
Urfa'nın CHP milletvekilleri konunun peşini hiç
bırakmamalı, Urfa CHP örgütü, topraksız köylülerle birlikte yürüyüşler
düzenleyerek, yasal haklarını sonuna dek savunmalıdır. Toprak ağalarının
Anayasa dışı baskılarına karşı Urfa'nın "azap" denilen köylüleriyle,
onlara birer avuç toprak dağıtmak için çabalayan müsteşarlığın yurtsever
görevlilerini yalnız bırakmayalım...
(Yeni Ortam, 1 Şubat 1975) ASSUBAYLAR SORUNU...
Subay ve assubayların "iş güçlüğü ve
riski" zammı, 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Yasasına eklenen
1323 sayılı yasanın 3'üncü maddesiyle düzenlenmiştir. Madde şu biçimdedir:
- Hayat ve sağlık için tehlike ve çalışma şartları
bakımından güçlük arz eden veya normalin üstünde gayret sarfını gerektiren
görevler için, subay, assubay, uzman çavuş ve jandarmalara iş güçlüğü ve riski
zammı ödenir.
Hukuk açısından maddede üzerinde durulacak nokta,
"normalin üstünde gayret sarfını gerektiren görevler için,.."
tanımıdır. Bundan "iş güçlüğü ve riski" zammının, "rütbeye"
göre değil, "görevin niteliği" göz önünde tutularak ödeneceği sonucu
çıkmaktadır.
Buraya bir nokta koyalım...
Bu "iş güçlüğü ve riski" zammı, Milli
Savunma Bakanlığıyla içişleri ve Maliye Bakanlıklarının birlikte
düzenleyecekleri yönetmelik uyarınca ödenecektir. Bu maddeye dayanılarak 14
Eylül 1972 tarihinde çıkarılan bir yönetmeliğe göre, subay ve assubaylara I Ağustos
1972 tarihinden geçerli olmak üzere zamlı maaş ödenmiştir. Yasa bu zammın
1.3.1971 tarihinden başlayarak ödenmesini öngördüğünden, ortaya hukuksal
u-yuşmazlık çıkmıştır. 1,3.1971 ile 1.8.1972 tarihleri arasındaki 17 aylık zam
için, Ankara'da kuvvet komutanları ve yüksek rütbeli general ve amiraller başta
olmak üzere binlerce subay, 74 yüksek askeri idare mahkemesine dava açarak bu
on yedi aylık zammın kendilerine verilmesini istemişlerdir. On yedi aylık zam
için açılacak davalarda, Ankara Selanik Caddesi Togay Handa çalışan Emekli
Hâkim Yarbay Mehmet Kabasakal'a binlerce vekâletname çıkarılmış, noter günlerce
Kara Kuvvetleri Karargâhına taşınmıştır.
Sayın kuvvet komutanları, kurmay başkanları ile
öteki general ve amiraller, kendi haklarını aramak için her türlü yasal yola
başvuracaklardır. Hak arama özgürlüğü herkes gibi onlara da açıktır.
Son zamanlarda kendileri için saptanan "yan
ödemeler'in yasaya uygun olarak verilmediği inancında olan assubaylar, son
kararnameyi tepkiyle karşılamışlar, göreve uygun olarak ödeme yapılmadığına
inanan assubay eşleri de büyük kentlerimizde yürüyüşler düzenlemişlerdir. Bu
yürüyüşler, bazı olayların ortaya çıkmasına yol açmış, birçok kişi gözaltına
alınmıştır. Ankara'da "panzerlere" bindirilmiş toplum polisleri ile
assubay eşleri, Kızılay'da, Atatürk Bulvarında çatışmışlardır.
Aynı toplum polisleri, bu çatışmadan bir ay kadar
önce, kendilerine verilen ödenekleri yeterli bulmayarak direnişe geçmişler ve
direniş yetkililerce güçlükle önlenmişti. Aynı koşullar içinde olan kamu görevlilerini
birbirlerinin üzerine yollamak, hem Silahlı Kuvvetlerimiz hem de emniyet örgütü
için yararlı sonuçlar doğurmaz. Bu gibi tehlikeli sürtüşmeleri önlemek,
herkesten önce kuvvet komutanlarıyla Emniyet Genel Müdürlüğüne düşmektedir.
Silahlı Kuvvetlerimizin "subay-assu-bay" çatışması ile zedelenmesi
hiç kimseye yarar sağlamaz. Bu sürtüşmeyi önlemek herkesten çok kuvvet
komutanlarının görevidir. Komutanlar astlarının haklarını koruyup kolladıkları
ölçüde, rütbelerinin de üzerinde bir saygınlığa erişirler.
Hak arama özgürlüğünü, ceza korkuları, yargılamalar,
e-meklilik işlemleriyle önlemek artık olanaksızdır. Önemli olan kanayan yaranın
"kangren" olmadan iyileştirilmesidir. Sayın kuvvet komutanları, bu
gibi konuları bizden çok daha
iyi bilirler. Kendi haklarından önce astlarının
haklarını koruyan, onlara bir "baba" sevecenliği ile yaklaşan
komutanların nasıl erişilmez saygılarla yüceltildiğini anlatmaya gerek yoktur
sanırız.
Assubaylar yan ödemelerle birlikte eskiden olduğu
gibi, belirli sınavlarla subay olabilmeyi, eğitimde geçen sürelerin tıp-
ÇAĞIN SUÇU 75
ki yedek subay ve erler gibi emekliliklerine
sayılmasını istemektedirler. Assubay okulları dışında öğrenim görmüş
assubayların terfi edebilmeleri gibi başka haklarının da çiğnendiği
inancındadırlar.
Eşlerinin haklarının çiğnendiği gerekçesiyle yürüyüş
yapan assubay hanımlarının bu tutumlarını doğal karşılamak gerekmektedir.
Yasalara uygun olarak düzenlenmiş gösteriler sakıncalı sonuçlar doğurmaz,
tersine, doğabilecek sakıncalı sonuçları önlemek için yöneticilere yol
gösterir. Bütün bunların şiddet yöntemleriyle bastırılmak istenmesi, belki
olayları geniş boyutlarla göremeyenlerin öfkelerini dindirir, ama sürtüşmeleri
daha da derinleştirir, yaraları büyütür.
On yedi aylık zamlarını almak için Yüksek Askeri
idare Mahkemesine başvurmuş olan sayın general ve amiraller, bu tutumlarıyla
hak arama özgürlüğünün nasıl kullanılacağı konusunda astlara yol
göstermişlerdir. Assubayların yan ödeme sorunu da sayın kuvvet komutanlarınca
aynı haklılık bilinciyle ele alınmalı ve kanayan yara şimdiden kapanmalıdır.
Konunun yasal ve barışçı yöntemlerle çözüme
bağlanması, bütün subay ve assubaylar kadar bizim de içten dileğimizdir...
(Yeni Ortam, 3 Şubat 1975)
TRT'YE SALDIRANLAR...
Sağ partiler şimdi de TRT Genel Müdürü ismail Cem'e
Saldırmaya başladılar. Önce Fethi Çelikbaş adlı senatör:
- ismail Cem neden soyadını kullanmıyor?., diye soru
sormaya başladı. Türk siyasal hayatının bu "demirbaşı", Fethi
Çelikbaş, şimdiye kadar kendisinden Türk petrollerini yabancılara peşkeş çekmenin
hesabı sorulmadığından, Senatoda kabadayılık gösterilerine kalkışmaktadır.
Yabancı petrol şirketlerine kaptırdığımız her kuruşun hesabını bu adamdan
sormalı devlet. Çelikbaş, sağa sola saldıracağına, önce "işletmeler
Bakanı" olduğu günlerde yabancı petrol şirketlerine doğal kaynaklarımızı
nasıl teslim ettiğini anlatsın. Hayatında bir tek kitap yazmadan profesör
olmuş, üstelik Türk siyasi hayatında girip çıkmadığı siyasal parti kalmamış,
eski Cumhurbaşkanı Sunay'ın seçimiyle 76
Senatoya girmiş, oradan Feyzioğlu'nun partisine
yeniden sıçra-yıvermiş bu "zatı şerif ikide birde,
- ismail Cem neden soyadını kullanmıyor... diye
soruyor. Biz de kendisine,
- Hiç kitap yazmadığın halde nasıl profesör
etiketini taşıyorsun... dersek ne diyecektir?.. Hiç!.. Var mı kitabı?
- Petrollerin hesabını ver... dediğimizde ne
yapacaktır? Hiç. Ortada değil mi petrol kanunu?
Bu bir yana...
Bir de Hüsamettin Çelebi var! Çelebi, ismail Cem'in
genel müdürlüğe getirilmesinden hemen sonra TRT'deki görevinden alınmış, bir
süre sonra da Sayın Cumhurbaşkanınca Kontenjan Senatörlüğüne getirilmiştir.
Çelebi, "pilli bebekler" gibi ne sorarsan, - TRT... diye karşılık
vermekte ve
- Bölücülük... Kışkırtıcılık... Milliyetçilik...
diye devam etmektedir. TRT Genel Müdürlüğüne kişisel bir kırgınlığı olabilir.
Fakat bir senatörün TRT'den başka bir konusu yok mudur?
Bilmem yanlış mı hatırlıyorum?.. Milli Nizam
Partisinin kongresi Hüsamettin Çelebi tarafından izlenmiş ve TRT ekranlarına
aktarılmıştı. Savcılık bu haber ve görüntüyü "ihbar" kabul ederek
dava açmış, dava sonunda Milli Nizam Partisi Anayasa Mahkemesince
kapatılmıştı. Bu kez, kapatılan parti yerine kurulan Milli Selamet Partisi
iktidara gelince Hüsamettin Çelebi TRT'yi bu partinin Adalet Bakanına şikâyet
etmiş, - TRT müstehcen yayın yapıyor... diye Adalet Bakanına
"ihbar"da bulunmuştu. Bu arada bir CHP bakanına da söylenecek sözümüz
var...
CHP, İsmail Cem ve Mehmet Barlas'ı gazetelerdeki
köşelerinden alıp TRT yönetimine getirince, Hüsamettin Çelebi gibi, Doğan
Kasaroğlu ve Muammer Yaşar da görevlerinden alınmışlardı. Çelebi de, Kasaroğlu
da, Yaşar da tam 12 Mart döneminin TRT'cisiydiler. Özgürlük ortamı gelince
görevlerinden alınmaları da doğaldı. Ve görevlerinden alındılar.
Turizm ve Tanıtma Bakanı Orhan Birgit, Kasaroğlu ve
Muammer Yaşarı ödüllendirerek, Basın Yayın Genel Müdür Yardımcılıklarına atadı.
Şimdi Basın Yayın Genel Müdürü Orhan Koloğlu izinli. Bir süre sonra da
görevinden ayrıldı mı, Doğan Kasaroğlu genel müdür olacak. Bu da demokratik
solcu CHP politikası... ÇAĞIN SUÇU 77
TRT Yönetim Kurulu ise başlıbaşına bir sorun. Fikret
Ekinci adındaki eski askeri yargıç, 12 Mart 1971'den bu yana TRT Yönetim
Kurulunda görev yapmakta ve son yıllardaki gönüldaşı Feyzioğlu'na göz kırparak
ismail Cem'e saldırmaktadır. CHP iktidara gelince bu Ekinci'ye hiç dokunmadı.
Ekinci yazarlık yaptığı dönemlerde Ecevit'e ağız dolusu küfürler yayımladıktan
sonra Ecevit hükümetinin temsilcisi olarak yönetim kurulu koltuklarını
aşındırdı.
Bu da yetmedi...
Yetkileri, ancak "günlük" işleri
yürütmekle sınırlı olan ve güvenoyu alamayarak istifa etmiş bulunan Irmak
hükümeti gelir gelmez Genelkurmay istihbarat Başkanlığı görevinden e-mekli
olduktan sonra, önce devrimcilik sonra da Feyzioğlu'nun partisinde "esas
duruşa" geçip "McCarthistlik" yapan emekli Amiral Seazi Orkunt'u,
Fikret Ekici'nin yanına yollayıverdi. Şimdi içerden de böyle kuşatılmıştır
ismail Cem.
Saldıracaklar, yıpratacaklar, böylece TRT Genel
Müdüründen kurtulacaklar akıllarınca. Sonra da ya Sezai Orkunt ya Doğan
Kasaroğlu gelip TRT'yi yönetecek eskisi gibi.
Bir kurumun başına aydınlık ve çağdaş bir adam
gelince tedirgin oluyorlar. Başlıyorlar saldırıya. Aydınlıktan korkanların
"telaşı" ve "korkusu" bütün bunlar...
(Yeni Ortam, 4 Şubat 1975)
CEM SORUNU...
TRT Genel Müdürü ismail Cem'e yapılan saldırılar,
hukuk düzenimizi zorlayarak sürdürülmek istenmektedir. Önce sorunun hukuksal
yorumunu yapalım: CHP-MSP koalisyonu, I I sayılı kanun hükmünde kararnameyi
hazırlayarak TRT Genel Müdürlüğünü de 657 sayılı Devlet Memurları Yasasında
öngörülen "istisnai" memurluklar arasına aldı. 12 sayılı kanun
hükmünde kararnameye de bu konuda hüküm koydu. Böylece ismail Cem, bundan önce
devlet memurluğu yapmamasına rağmen, TRT Genel Müdürlüğüne getirilmiş oldu. 78
Şimdi sorun burada düğümleniyor. Kendilerine
"milliyetçi" etiketi yapıştıran "sermaye cephesi",
- Bir tek gün devlet hizmetinde bulunmayan bir şahıs
nasıl TRT Genel Müdürü olur?., diye bas bas bağırmaktadır.
Kanun hükmünde kararnamelerin gerek Anayasanın
64'üncü maddesi gerekse Meclis içtüzüğü gereğince "öncelik ve ivedilikle"
Parlamentoya sunulması gerekmektedir. Fakat ne bugünkü CHP-MSP ortaklığı kanun
hükmünde kararnameyi Parlamentoya getirmiş, ne de o günün, başta Adalet Partisi
olmak üzere öteki partileri bu konuda bir çalışma yapmışlardır. Kararnamenin, aradan
bunca süre geçtikten sonra komisyonda reddedilmesiyle birlikte bazı hukuksal
sorunlar da ortaya çıkmıştır. Parlamento aynı görüşle, I I sayılı kanun
hükmündeki kararnameyi reddederse ne olacaktır?
Bu ret işlemi bir yasal işlem niteliğindedir. Yani
bu işlemin iptali için Anayasa Mahkemesine dava açılabilecektir. Bu ret kararı,
başlıbaşına "yasama görevinin kötüye kullanılması", yani "yetki
saptırması" örneğidir. Önce MSP'yi ele alalım. MSP, CHP ile hükümet
sorumluluğunu paylaşırken, I I sayılı kanun hükmünde kararnameyle, ismail
Cem'in atanmasına karar vermiştir. Şimdi aynı hukuksal düzenlemenin iptali için
oy kullanırsa, aynı kararname için hükümette iken başka türlü, muhalefetteyken
bunun tam tersi bir davranış içine girmiş demektir. Bu da açıkça "yasama
görevinin kötüye kullanılması" örneğidir ve bir iptal nedenidir.
Kamu hukukunda "idari istikrar" ilkesi,
devletin bütün karar organlarını bağlar. Bu "istikrar" ilkesi,
"kazanılmış hakların" gelişigüzel çiğnenemeyeceği sonucunu doğurur,
ismail Cem I I sayılı kanun hükmünde kararnameyle, geçerli bir işlemle a-tanmış
ve bugüne kadar görevini sürdürmüştür. I I ve 12 sayılı kanun hükmünde
kararnameler, Parlamentoca reddedilmiş bile olsa TRT Genel Müdürünün görevi
kendiliğinden son bulmaz.
Bu konuda birkaç örnek verelim:
Ankara Hukuk Fakültesinin öğrenim süresi, 1942
yılında üç yıldan dört yıla çıkarılmıştır. Bu yasa yürürlüğe konulduğu
günlerde, fakülte üçüncü sınıfında okuyanlar, üç yıllık öğretim sonunda diploma
almışlardır. Üniversiteler Yasası değiştirile- ÇAĞIN SUÇU 79 rek, ancak
doktorasını yapmış asistanların asistan olarak atanacakları hükmü
getirilmiştir. Bu yasa yürürlüğe konduktan sonra, fakültelerde doktora yapmamış
asistanların görevlerine son verilmemiştir. Yine üniversiteden bir başka örnek
verelim. Doçentlik için bekleme süresi iki yıl iken, sonradan bu süre dört yıla
çıkarılmıştır. Ancak iki yıl bekledikten sonra doçent olanların hakları
ellerinden alınmamıştır. Bunun gibi Turan Feyzioğlu ve Nihat Erim'in doçentlik
ve profesörlükleri önce yasa ile verilmiş, sonra çıkan Üniversiteler Yasası,
doktora, doçentlik ve profesörlük aşamalarını öngörmüştür. Bütün bunlar,
"idari istikrar" ilkesi gereğince "kazanılmış" hakların
çiğnene-meyeceğinin örnekleridir. Bu konuda Anayasa Mahkemesiyle Danıştay
kararlarından başka örnekler de vermek mümkündür.
I I ve 12 sayılı kanun hükmünde kararnameler
Parlamentoca iptal edilse bile, ismail Cem'in görevinden ayrılması için bir
başka işleme daha gerek vardır. Kararnameler iptal edilir edilmez,
- Cem'in görevi bitmiştir... demek, yürütme organına
düşen bir görevin yasama organınca yapılması anlamına gelir. Buna da idare
hukukunda "fonksiyon gaspı" denilmektedir.
Parlamentonun kanun hükmündeki kararnameleri iptal
ettiğini düşünelim. Bu durumda Anayasa Mahkemesine dava açma olanağı
bulunmaktadır. Bu dava, kanun hükmündeki kararnamelerin yürürlüğe konuluş
biçimiyle, yasama görevinin kötüye kullanılması gibi gerekçelere dayanacaktır.
Hükümet bu iptal kararından sonra, ayrıca bir işlemle TRT Genel Müdürünü
görevinden alabilir mi? Alamaz. Nedeni de şu: İrmak hükümeti, güvenoyu
alamayarak istifa etmiş bir hükümettir. Bu hükümetin yetkisi, ancak
gecikmesinde sakınca bulunan "günlük işler" yani Başbakan Sadi
Irmak'ın anlayacağı dille; "cari işler" ile sınırlıdır. Genel müdür
ataması gibi, günlük işlerden sayılmayan, üstelik başlıbaşına bir
"siyasal" karar niteliğindeki bu işlemin yapılması, başlıbaşına bir
"yetkisizlik" örneğidir. Ayrıca bu işlem, idare hukukunda
"maksat unsuru" olarak belirtilen koşula da ters düşmektedir. Çünkü
bu işlemin "sebebi", kesinlikle bir "siyasal amaca"
dayanmaktadır. Kamu hizmetlerinin esenliği dışındaki amaçlar, "maksat
unsuru"na ay- 80 kırıdır. Yasama görevi gibi yürütme yetkisi de, belirli
siyasal a-maçlar için kullanılmış olmaktadır.
Kendilerine "milliyetçi" adını takan
çağdışı sağ partilerin a-ritmetik toplamı bu konuda hangi yola başvurursa
vursun, başını ya Selanik Caddesindeki Anayasa Mahkemesine ya da
"Umut" Sokaktaki Danıştay duvarına çarpacaktır...
(Yeni Ortam, 5 Şubat 1975) ONLAR KİM, SİZ KİM?
Son yıllarda hayat pahalılığı iyice çekilmez hale
geldi. Yoksul halk gittikçe yoksullaşmakta, sofrasındaki ekmek günden güne
ufalmaktadır. Olabilir... Buna karşı istanbul'da Boğaziçi restoranları, bin bir
çeşit mezeler, taze balıklar, kızartmalar ve meyve salatalarıyla donatılmış
masalarıyla, mor binlikli müşterilerini ağırlamaktadır, Doğaldır...
Çocuğunuza içirecek süt bulamazsınız, hastanıza et
alamazsınız, peynir otuz liraya, ekmek iki liraya çıkmış, fiyatlar her gün
gökdelen asansörü gibi yükselmektedir durmadan. Mümkündür.,.
Adalarda, Modalarda, Şişlilerde, Nişantaşlarında,
Maçkalar-da, Leventlerde, Bağdat Caddelerinde, Kordonlarda, Karşıya-kalarda,
Göztepelerde, Çankayalarda, Kavaklıderelerde, hayat eskisi gibi
sürdürülmektedir hiç merak etmeyin.
Siyasetçilerin gelip gittiği Anadolu Kulüplerinde,
Büyük Kulüplerde, Deniz Kulüplerinde yeşil çuha masalarda fraklı, smokinli
beyler, tuvaletli makyajlı hanımların ellerinde iskambil kâğıtlarıyla birlikte
gıcır gıcır binlikler dolaşıp durmaktadır. Haklarıdır...
Anadolu'da binlerce çocuk küçücük ayaklarıyla,
yırtık lastik pabuçlarıyla kar üstünde buz kessinler; kızamıktan, boğmacadan
ölsünler; ne önemi var! Beylerin çocukları, özel kolejlerde, dadılarla,
mürebbiyelerle büyüyor ya!.. Olmazsa doğru Avrupa... Londra mı olur, Paris mi,
Zürich mi... Okur gelirler bir yerde. Otelcilik eğitimi yaparlar örneğin, ne
bileyim...
Eskiden sevgililer birbirlerine, ÇAĞIN SUCU 81
- Bir ekmek peynirle yaşarım senin için,., diye
bağlılık yeminleri ederlerdi.
Bu yeminin de "modası" geçti artık. Peynir
otuz liraya, ekmek iki liraya şimdi.
Havagazı ücreti de arttı. Yemekleri ısıtırken bile
çok dikkatli davranmak gerekiyor. Bazı yurttaşlarımız havagazı ocaklarını
mühürletecekler bu gidişle. Son içki ve sigara zamları, bazı sarhoş vatandaşlarımızın
başlarını iyice döndürmüştür herhalde. Akşamüstü arkadaşlarıyla çıkıp şöyle
" iki tek atmak" bile haram oldu artık. Ne "katsayı" çözer
bu işi ne de "yan ödeme".
Hastanelere ise hiç uğramayacaksınız. Hastanız
olursa "kocakarı ilacıyla" yetineceksiniz, başka çaremiz yok. ilaç
hiç almayacaksınız. Biliyorsunuz sayın eczacılarımız da "boykot"
yapıyorlar durmadan. Eskiden öğrenciler boykot yaparsa, - Komünistliktir...
diye bağırıp çağrılır, olmazsa sıkıyönetim döneminde apar topar içeri atılırdı.
Ama eczacıysanız boykot yapabilirsiniz. Tabii bir ayrıcalığınız var:
"ideolojik kanaatiniz" yok ki... ideolojik kanaatiniz yoksa, ne
isterseniz yaparsınız...
Kiralar da çekilmez artık. Yükseldikçe yükseliyor,
iki oda bir küçük aralık: - Yakıt hariç, bin beş yüz lira efendim...
Evlerde de oturmak güç olduğu için, "her
zamandan daha çok milli birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu
günlerde" havagazı kullanmaz, içki içmez ve gecekonduda oturursanız,
yurttaşlık görevini yapmış olursunuz.
Gecekondularda oturanlar ne olacak öyleyse?.. Ne
demişler: - Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine...
istanbul'dakilerin, izmir'dekilerin, Ankara'dakilerin yaşantılarına hiç
karışmayacaksınız. Karışırsanız, bu sevgili yurttaşlarımız üzerinde "sınıf
tahakkümü" kurmuş olursunuz ki, bu da size yakışmaz. Hiçbir Müslüman Türk,
sınıf tahakkümü kuramaz, Bu, aile terbiyesiyle bağdaşmaz!.. Daha önce
kurduysanız, bundan sonra sakın kurmayın bir daha. Yazıktır adamlara. Sizde
"tövbe" edin artık. Olmaz mı?..
Hayat pahalılığı sürüp dursun. Önemli olan
"Milliyetçi Cephe" tarafından kurulan "hür" demokratik
düzenin "millet düşmanları" tarafından yıkılmaması, Celal Bayar'ın
yeniden diriltilmesi, Erbakan hazretlerinin alnının secdeye inip kalkması- 82
dır. Bundan da önemlisi TRT Genel Müdürünün görevden
a-Immasıdır.
Memlekette hayat pahalılığı varsa, onlar neden bu
kadar yakınmıyorlar? Düşünün bakalım... Onlar milliyetçi, siz değilsiniz de
ondan!..
TEKZİPTİR:
"1964 senesi sonunda Adalet Partisi Genel
Başkanlığını deruhte etmeden önce, 1962-1964 yıllarında mesleğim olan
mühendisliği serbestçe icra ederek hayatımı kazandığım herkesçe bilinmektedir.
10 sene evvel sona eren ve 2 sene devam eden bu süre içinde her mühendisin
Türkiye'de neyi yapmak hakkı ise, ben de onu yaptım. Müşavir mühendislik ve
müteahhitlik, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının ve kanunlarının yasakladığı bir
iştigal alanı değildir. Binlerce kişi bu sahada çalışarak günlük hayatlarını
kazanmaktadır. Ben de 14 seneye yakın bir süre devlete hizmet ettikten sonra ve
Adalet Partisi Genel Başkanı olmadan önce 2 sene müddetle mesleğimi serbestçe
icra ettim. Bu arada ifa ettiğim taahhütlerden
birisi de Orta Doğu Teknik Üniversitesine içme suyu
getirilmesi işi idi. işin keşif bedeli 4,5 milyon lira civarındaydı, ihale,
ehliyet belgesi olan 5 müteahhit arasında gazetelere ilan verildikten sonra
yapılmıştı. % 28 tenzilatı ben yaptım. Ondan sonra gelen tenzilat % 21 idi.
Sadece tenzilat farkından iş sahibi 300 bin lira kazanmakta idi.
Taahhüt bir mukavele ile ifa olunur. Orta Doğu
Teknik Ü-niversitesi ile aramızda aktedilen mukavelenin yüklediği karşılıklı
vecibelerin yerine getirilmesi, aktin ifasının gereğidir. Müteahhit, mukavelede
ve şartnamelerde tayin edilen esaslara göre işi yapar, idare de mukaveledeki
esaslara göre işin bedelini öder. Ben mukaveledeki şartlara göre işi yaptım,
idare, işi hem yapılırken kontrol etti, hem de sonunda 2 defa muayeneden
geçirerek muvakkat ve kesin kabullerini yaptı, işin iyi ve doğru yapıldığını
belgelemek idarenin görevidir. Bu belgeler idarenin dosyalarında mevcuttur.
Yapılan işin bedeli ise, istihkaklarla ödenir. Sonunda kesin kabulle birlikte
kesin hesap yapılır. Kesin hesabı idare ile müteahhit karşılıklı yapar ve
üzerinde mutabık kalırlar. Ödenen bedel mukaveleye göre işin be- ÇAĞIN SUÇU 83
delidir. Bu hesaplar da yapılmış ve taraflar birbirleri ile alakasını
kesmiştir. Müteahhitlere ödenen iş bedelinin tümü müteahhidin kârı değildir.
Zira müteahhit, o işi yaptırmak için çeşitli masraflar yapar, işçi kullanır,
malzeme satın alır. Bunların hepsine bedel öder. Kâr, müteahhidin o iş için
idareden aldığı bedelle o işi yaptırmak için sarf ettiği paranın arasındaki
farktır. Müteahhidin idareden aldığı bedel ve sarf ettiği para Maliyenin
kontrolündeki noter tasdikli defterlerde de yazılıdır.
Bundan 12 sene evvel taahhüt edip başarı ile ikmal
ettiğim Orta Doğu Teknik Üniversitesi su işi inşaatına tarafımdan ne sarf
edildiği ve karşılığında ne alındığı muhasebe defterinde yazılıdır.
Bu defter yazarın elinde bulunmadığına göre havadan
ve sudan kazanç sağladığımız iddiası yalandan ibarettir. Zira 4,5 milyon
liralık bu taahhütte, 750 bin lira zarar ettiğim Maliyece kontrolden geçmiş
muhasebe defterlerinde sabittir. 750 bin lira zarar edilen bir iş dolayısıyla
havadan ve sudan kâr ettiğimiz iddiasını ortaya atmak gülünçtür. Yazarın yalan
ve iftiradan o kadar gözü kararmıştır ki, kendisini bu gülünç duruma
düşürmektedir. Karıştırmaya çalıştıkları defterlerimiz temizdir. Türk
milliyetçiliğini savunmamız yazarı çileden çıkarmış görünmektedir."
Süleyman Demirel (reni Ortam, 6 Şubat 1975)
NATO'DAN ÇIKMALIYIZ...
Amerikan hükümetinin Türkiye'ye askeri
yardımı, 1947 tarihli askeri yardım anlaşmasına dayanarak yapılmıştır. Bu
anlaşma devrin Türk hükümetinin yetkilisi Hasan Saka tarafından, - Bismillah...
çekilerek imzalanmıştır. Yardım anlaşmasında şu hüküm yer almaktadır: - Verilen
silahlar, verildikleri amaç dışında kullanılamazlar.,, işte 1964
Kıbrıs bunalımında Amerikan Devlet Başkanı Johnson
bu anlaşma hükmüne dayanarak, 84 - Size verdiğim silahları benim iznim olmadan
kullanamazsınız... deyip devrin Başbakanı ismet inönü'ye ünlü mektubunu
yazmıştı, inönü, ulusal onurumuzu kıran bu küstahça mektubu, - Yeni bir dünya
kurulur, Türkiye de yerini bulur... diyerek yanıtlamak istemişse de kısa sürede
hükümetten düşürülmüştü. O günlerde Amerikalı General Porter Türkiye'de bir
hükümet değişikliği için çalışıp durmaktadır. Sonunda, inönü hükümeti
düşürülmüş, yerine Suat Hayri Ürgüplü'nün başkanlığında bir hükümet kurulmuştu.
Bu hükümetin başbakan yardımcılığına da Amerikan Morrison firması Türkiye
temsilcisi Süleyman Demirel getirilmişti. Bundan sonraki gelişmeleri hep
birlikte yaşadık.
1947 Yardım Antlaşmasından sonra Türk hükümetlerinin
bütün çabası NATO'ya girebilmekti. 1950 yılında CHP hükümeti NATO'ya girmek
için başvurmuşsa da bu istek, başta Amerika olmak üzere, ingiltere ve Fransa
hükümetlerince reddedilmiştir. Demokrat Parti iktidara gelir gelmez aynı istek
yenilenir. Ancak
bu istek de kabul edilmez. Bu arada Amerikan Silahlı
Kuvvetleri Türkiye'nin NATO'ya girmesi için bir koşul öngörür. 1950 yılının
Temmuz ayında Türkiye'ye gelen Amerikalı Senatör Cain,
-
NATO'ya
girebilmeniz için Kore'ye asker yollamanız gerekmektedir... diyerek bu koşulu
açık seçik ortaya koyar. Menderes hükümeti, Meclisten karar almadan bir
tugayımızı Kore'ye gönderir. Aynı günlerde Türkiye'de Menderes hükümetinin bu
kararına karşı direnenler, polis yöntemleriyle ezilmek ve boğulmak istenir.
Türk tugayı, Amerikan generallerinin yönetiminde en tehlikeli savaş bölgelerine
sürülür. Amerikan birliklerinin çekildikleri yerlere Türk birlikleri
gönderilir. Bunu Kore VIII. Ordu Komutanı Walker,
-
Düşman
çok üstün bir güçle karşımızda belirdiği ve onun önünde çekilmek zorunda
kaldığımız zaman Türkleri savaşa soktum. Eğer elimin altında Türk birliği
varolmasaydı, bugün bütün Amerikan birlikleri yok olacaktı.., cümleleriyle
açıklar.
Bu arada Amerikan Genelkurmayı, Sovyet sınırlarına
yakın bölgelerde askeri üs gereğini siyasal yetkililere önerir. Türkiye
"jeopolitiği" bu sorun için biçilmiş kaftandır. Amerika, Türkiye'nin
kendisine "üs" verilmesi koşuluyla NATO'ya girmesini isterken bu kez
direnmez; direniş, bazı iskandinav ülkeleriyle ÇAĞIN SUÇU 85 ingiltere'den
gelir, ingiltere Ortadoğudaki çıkarlarının da Türkiye'de korunmasını ister.
Türkiye, İngiltere'ye bu konuda güvence verir. Artık bütün koşullar
tamamlanmıştır. Bundan sonra Türkiye NATO'ya alınır.
1952 yılında NATO'ya girer girmez bütün
birliklerimiz NATO emrine verilir. Anayasaya aykırı olarak yürürlüğe konulan
"ikili anlaşmalar" aracılığıyla, Rusya'yı nükleer silahlarla
bombalayacak askeri üsler verilir. Bu üslerden kalkan bir Amerikan casus
uçağının Ruslar tarafından düşürülmesiyle Türk-Sovyet ilişkileri iyice
gerginleşir.
Amerika'nın Türkiye üzerindeki siyasal, ekonomik ve
askeri egemenliği günden güne arttırılır. Bir ara, ordumuza kurmay subay
yetiştiren Harp Akademilerinin bir yıla indirilmesi bile, Amerikan
Genelkurmayınca önerilir. Amerikan ordusunda kullanılan
"talimatnameler" bile kelimesi kelimesine Türkçeye çevrilerek
kullanılır. Amerikan Genelkurmayı bu konunun "maliyet hesabını" bile
yapmıştır: Türk askeri 136 dolara, A-merikan askeri ise 5500 dolara mal
olmaktadır.
Türkiye bu antlaşmayla bir büyük açmazın içine
sürükleniyordu. Bir yandan Silahlı Kuvvetler, "ortak savunma"
gerekçesiyle bir Amerikalı "korgeneralin" buyruğuna veriliyor, öte
yandan, Arap ülkelerindeki "milliyetçi" uyanışlar Türkiye'deki askeri
üslerle denetleniyor, böylece Ortadoğuda yoksul ülkeler arasındaki devrimci ve
ulusçu dayanışma da yok ediliyordu. Ayrıca bir savaş olasılığında Türkiye ilk
savaş alanı olarak seçilmiş bulunuyordu.
Bütün bu konuların tartışılması I960 ihtilalinden
sonra yapılabildi. Her toplumsal sorun gibi Türk-Amerikan ilişkileri de
eleştirildi. Amerikan üslerinden söz edilirken devrin Başbakanı Süleyman
Demirel, - Üs yoktur tesis vardır... diyerek bütün bu gerçekleri örtbas etmeye
çalıştı. 12 Mart faşizmiyle de, ülkedeki "antiem-peryalist" ve
"antiamerikan" çevreler silah zoruyla susturulmak istendi.
işte şimdi bütün gerçekler ortadadır. Amerikan
Kongresi, Kıbrıs'ta soydaşlarımızın can güvenliği kadar, ulusal onurumuzu da
koruduğumuz günlerde, askeri yardımı keserek, Türk ordusunu bir çaresizlik
içine sürüklemek istemiştir. Bir ülkenin savunması ancak kendi öz kaynaklarına
ve halkına güvenilerek 86
yapılabilir. Türk Ulusu Kurtuluş Savaşı bilinciyle,
yani "Kuvvayı fiiliye" ruhuyla bu yeni "emperyalizm
oyununa" karşı çıkmalıdır.
Bundan sonra yapılacak iş Parlamentoya dayalı güçlü
bir hükümetin kurulması, ikili anlaşmaların yürürlükten kaldırılması, Amerikan
üslerinin Türk denetimine geçmesi ve en kısa zamanda NATO'dan çıkılmasıdır...
(Yeni Ortam, 7 Şubat 1975) MÜTEAHHİT MİLLİYETÇİLİĞİ...
iki gün önce Bay Süleyman Demirel gelip köşemize
oturuverdi. Bu köşede, Demirel, nasıl zengin olduğunu anlatan yazımıza çok
kızmış anlaşılan: Önce konuyu özetleyelim:
Demirel, Adalet Partisine genel başkan olmadan önce
Orta Doğu Teknik Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışıyor, bu arada
Ankara'da Sümer Sokak, Onikiler Apartmanında da müteahhitlik yapıyordu. Aynı
günlerde üniversite içme ve su tesisleri inşaatı da ihaleye çıkarıldı, inşaatın
keşif bedeli 5 milyon 750 bin liraydı. Demirel ihaleye girerek, - Ben bu
inşaatı 4 milyon 100 bin liraya çıkarırım dedi ve hemen işe girişti. Ancak
Üniversite Kuruluş Yasası ve Satın-alma Yönetmeliği üniversite de görevli
olanların bu tür ihaleye girmelerini yasaklamaktaydı. Bu engel hemencecik
atlatıldı.
Su tesisatının, inşaat için gerekli ithal
malzemesinin vergi ve gümrük resmine bağlı olduğunu bilen Demirel bir süre
sonra Rektörlüğe başvurarak, - Orta Doğu Teknik Üniversitesi bir kamu
kuruluşudur. Ben de burada ihaleye girdiğime göre gümrük vergisi vermemem
gerekir... dedi. Bu konudaki yazıların numaralarını verelim: Orta Doğu Teknik
Üniversitesi Rektörlüğünün 26 Kasım 1963 gün ve 715/1505 sayılı yazısında
Demirel'in, - Geçmişteki tecrübelerimden bildiğime göre... diye başlayarak ve
kendisinin gümrük ayrıcalığından yararlandırılmasını istemiştir. Şimdi buraya
bir nokta koyup soralım: Demirel devlete gümrük vergisi vermemek için
Rektörlüğe başvurmuş ÇAĞIN SUÇU 87
mudur başvurmamış mıdır? Bu istek imar ve iskân
Bakanlığı Amme Tesisleri Başkanı Mehmet Uslu'nun imzasını taşıyan bir yazı ile
reddolunmuş mudur, olunmamış mıdır? Mehmet Uslu izindeyken Demirel'in istediği,
bir önceki bakanlık yazısının tersine, Reşit Yalvaç adlı görevlinin imzasıyla
kendisine ayrıcalık tanınmış mıdır, tanınmamış mıdır? Demirel'e soruyoruz:
Vergi resmini ödememek yolu üniversiteyle imzaladığı mukavelede öngörülmüş
müydü? Bu usulsüzlüğe, Üniversite inşaat Dairesi Başkanı 9 Ocak 1963 gün ve
715/4953 sayılı yazısı ile itiraz etmiş midir, etmemiş midir? isterseniz
Üniversite inşaat Dairesi Başkanı Muhittin Kulin'in yazısının bir bölümünü
birlikte okuyalım:
- Üniversite adına ve lehine muafiyet istihsal
olunmuştur. Buna rağmen işlerin ve formalitelerin suret-i cereyanı dolayısıyla,
bu muafiyetten doğan vergi ve gümrük farklarından müteahhit istifade eder
duruma gelmiştir... Reisliğimiz, gümrük ve vergi muafiyetinin yalnız amme
hizmeti gören resmi teşekküllere raci olacağı ve bağışlanan vergilerin,
muafiyetin tanındığı müesseseye ait olması gerektiği ve bunun dışındaki işlemin
mesuliyeti mucip olacağı kanısındadır... Bu konuda devrin imar ve iskân Bakanı
Fahrettin Kerim Gökay'ın da Üniversite Rektörlüğüne yazdığı 5.1 1. 1963 günlü
yazıda aynı konuya değinilmekte ve Demirel'in gümrük resmi ödeyip ödemeyeceği
sorulmaktadır.
Demirel, "tekzip" yazısında bir
müteahhidin nasıl mukavele imzalayacağını anlatmakta, ancak müteahhitliğini
yaparken hangi yolları zorladığına hiç değinmemektedir. Soruyoruz: Devlete
gümrük resmi vermemek için "türlü çeşitli" yollara başvurdunuz mu,
başvurmadınız mı?
Devam edelim...
Demirel'in üniversiteyle imzaladığı mukavelede
kendisine avans verileceğine ilişkin bir hüküm yokken, 4 milyonluk ihalede, tam
2 milyon yüz bin liralık avans aldınız mı, almadınız mı? Bilindiği gibi avans,
faizsiz kredi yoluyla verilen paradır. Mukavelede olmadığı halde, nasıl olur da
bu kadar avans alırsınız? Tekzipte "Müteahhit mukavele ve şartnamede
gösterilen e-saslara göre iş yapar" buyuruyorsunuz. Avans konusu bu
mukavelede yer almış mıdır? Bu avans size verilmeseydi, aynı tutarı
bankalardan alsaydınız, yüzde 18-20 arasında bir faiz ö-demeyecek miydiniz? Bu
soruları cevaplandırırken biz başkalarını da soralım...
Mukaveleye göre, su tesislerinin 60.6.1963 tarihinde
bitirilmesi gerekmektedir. Demirel 14.4.1963 tarihinde işi bitirdiğini ileri
sürerek, 248 bin lira erken bitirme primi almıştır. Oysa iş 30.11.1963 gününde
bitirilmiştir. Rektör Vekili Orhan Alsaç 23 Ekim 1963 tarihinde yazdığı yazıda,
- Kabul heyetince tespit ve 30.1 i. 1963 tarihine kadar ikmali istenilen kusur
ve noksanlar listesi eklidir... diyerek işin bitmediğini Bay Demirel'e
bildirmiştir. Nasıl olur da ancak 30.1 1.1963 günü bitecek işin, bundan tam
yedi ay önce bitirildiğini ileri sürerek 248 bin lira erken bitirme primi
alırsınız?
Tekzipte inşaatın "başarı ile ikmal
edildiği" ileri sürülmektedir. Tesisatın kesin kabulü ancak 15-25 Temmuz
1964 tarihleri arasında yapılmıştır. Üniversite inşaat Dairesinden Yük. Müh.
Şevket Göloğlu'nun 17 Kasım 1964 tarihli raporundan birkaç satır aktararak, bu
"başarıyı" birlikte kutlayalım: - Üniversitenin günlük ihtiyacının üç
mislinden fazla su basılmasına rağmen, üniversite su şebekesinde su
bulunmamaktadır. Su tesislerinin en az bir seneden beri çalışmakta olduğunu
kabul edersek, geçen bir senede 650 bin lira kaybolmuştur ve bundan sonra da
durum takdir ve tashih edilinceye kadar daha uzun bir müddet bu kayıp devam
edecektir. Üniversitenin ve işletmecilerin başına bela edilen, bazen teknik
elemanlara gazap yağdıran bu kusurlu tesis, şekli ve sathi görünüşü ile
muvaffak olmuş addedilerek tebrik ve taltif edilen ve fakat bütün çabalarımıza
rağmen teknik ve işçilik bakımından kötü bir eser bırakan müteahhidin
armağanıdır...
Bu rapor üzerine Rektör Kemal Kurdaş, iller Bankası,
Devlet Su işleri ve Bayındırlık Bakanlığı mühendislerinden oluşan bir kurula
işi inceletmek istemişse de, Orhan Alsaç'ın isteğiyle "iç bünyede"
bir araştırmayla yetinilmiştir. Bu araştırma sonunda da 25 bin marklık malzeme
sipariş edilerek Demirel'in eksik bıraktığı iş tamamlanmıştır. Buna rağmen
zarar etmiş Süleyman Bey!
Demirel bunlara cevap vereceğine, - Yazarın yalan ve
iftiradan gözü kararmıştır.,, diyor. Yalandan gözleri kararanlar, Mason
örgütlerinin Bilgi Localarına kaÇAĞIN SUÇU 89 yıtlı olmalarına rağmen, Mobil
Genel Müdürü Necdet Ege-ran'dan aldıkları sahte raporlarla; "Mason
değilim" diyenlerdir.
Bay Demirel, biz bu gibi konuları cevaplandırmak
için gazetemizin köşelerine kadar tırmananlayız. Üç gencin idam kemendini
elinde tutan General Ali Elverdi sizin için, - 26 milyonluk birader yolsuzluğu
yapmıştır ve bunların soruşturmalarını önlemek için ayak oyunlarına
başvurulmuştur... demişti kararlarında. Önce partinize kapılanlarla paylaşın
kozunuzu.
Hem biz daha "Morrison dosyası"nı açmadık
henüz. Ereğli Demir Çelik belgeleri de konuşur yakında. Bundan da, 26 milyonluk
kredilerden de zararınız ortaya çıkar ve herkes bu kez "nasıl milyoner
olduğunuzu" iyice öğrenir.
Milliyetçiliğe gelince... Bizim
"milliyetçiliğimiz" Amerikan firması komisyonculuğu etiketini
taşımamaktadır.
freni Ortam, 8 Şubat 1975) EGE SORUNU...
Ege Denizinde sualtında petrol arama konusu Türk
kamuoyuna ancak geçen yıl yansıtılabildi. Oysa Yunanlılar yıllardan beri Ege'de
petrol aramakta ve bulmaktadırlar. Yunan hükümetleri I960 yılından bu yana, bu
konuda harıl harıl çalışmaktadırlar.
Ege Bölgesi, denizlerde olduğu gibi havada da Yunan
e-gemenliğine verilmiştir. Onun da öyküsü şöyle: 1944 tarihli bir anlaşmaya
göre Ege Denizi, ortalarına yakın bir bölgeden ikiye ayrılmakta, doğusu
Türkiye'ye batısı da Yunanlılara bırakılmaktadır. Türk ve Yunan hükümetleri bu
bölgelerdeki hava trafiğini düzenleme yetkisine sahip olmaktaydılar. Buna
"Fır Hattı" denilmektedir, ikinci Dünya Savaşından sonra Yunanlılar bu
"Fır Hattf'nı kaydırmak ve kendilerine düşen bölgeyi genişletmek
istemişler ve bunda da başarı sağlamışlardır. 1952 yılında Yunanistan'ın isteği
üzerine yapılan bir sözlü anlaşmayla Yunanistan hemen hemen bütün Ege Denizi
üzerinde trafik düzenleme yetkisini eline almış bulunmaktaydı. Yunan hükümeti
bu yetkisine dayanarak Türk jetlerinin Ege'de eğitim u- 90 çuşlarına bile izin
vermemiştir. Üstelik, Türk Hava Kuvvetlerince kullanıldığı sanılan bir
"hava koridoruna" Yunanlılar tahrip gücü yüksek bir füze atmışlardır.
Bunlara hep susulmuştur...
Yunanlılar, 1947 yılında italyanlarla imzaladıkları
barış anlaşmalarına aykırı olarak, Ege Denizindeki adaları "hava
limanlan" ile donatmışlar ve Çanakkale Boğazı'nın hemen karşısındaki Limni
ve Rodos Adalarıyla, Laros, Sisam, Sakız ve
Midilli adaları silahlarla doldurulmuş, Larso
Adasına da bir çıkartma üssü yapılmıştır.
Bütün bu çalışmalar yapılırken Demirel hükümeti
susmuş, "Atatürkçü" Erim hükümeti de CIA bordrosundan maaş alan
faşist Papadopulos'la Türk-Yunan dostluğu üzerine iyi niyet mesajları
"teati" etmişlerdi. O günler, ülkede Amerikan emperyalizmine karşı
çıkanların "vur emriyle" kovalandığı günlerdi. Demirel hükümeti gibi
Erim hükümeti de kendi yurttaşlarını izlemekten, onları cezaevlerine
doldurmaktan zaman ayırıp ulusal haklarımızı korumayı pek düşünmüyorlardı.
"Türk-Yunan işadamları dernekleri" de aynı günlerde kuruldu. Böylece
Türk ve Yunan burjuvaları arasında yakınlaşma ve bütünleşme de sağlanıyordu!
Ege'de su altında petrol arayan Yunanlılar,
"Medyan Hattı" kuramına dayanmaktaydılar. Bu kuram, Yunanlıların
işine çok uygun düşüyordu. 1973 seçimlerinden sonra kurulan Ecevit hükümeti
gelir gelmez bu konuya eğildi. Gerçi 1973'te Türkiye Petrolleri Anonim
Ortaklığına "petrol arama ruhsatı verilmişse de bu kuruluşun olanakları
elverişli olmadığından, bütün araştırmalar "dostlar alışverişte
görsün" rahatlığı içinde sürdürülüyordu. Yapılan araştırmalar da kendi
karasularımız içindeydi.
Ecevit hükümeti, Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığına Ca-hit Kayrayı getirdi. Kayra, bakanlığında hemen namuslu ve
yurtsever bir bürokrat kadro kurarak çalışmalara girişti. Bir yandan yabancı
petrol şirketlerinin açık ve kapalı baskılarına göğüs gerilirken, öte yandan da
Ege sorunu ciddi biçimde ele alındı. İlk kez Yunan hükümetlerinin bel bağladığı
"Medyan Hattı" görüşü yerine "Kıta Sahanlığı" kuramı ortaya
atıldı.
Bugünlerde "Karakas"ta Türk-Yunan
uyuşmazlığı da görüşülmekteydi. Türkiye'nin ortaya attığı "Kıta
Sahanlığı" görüşü ÇAĞIN SUÇU 91 dünya kamuoyu önünde de yandaş kazanmaya
başlamıştı. Aynı günlerde, Ege'de Türkiye adına petrol arayan bir Amerikan
gemisi Ege'ye girmeyi reddetti. Baskılar başlamıştı.
Bakan Kayra ve bakanlıktaki yurtsever bürokratlar bu
kez yeni çözüm yolları önerdiler. Hükümet bu görüşleri benimsedi. Ecevit hükümeti
büyük bir duyarlılıkla konunun üzerindeydi. Türkiye Petrolleri Anonim
Ortaklığına karasularımız dışında da araştırma yapması için yeni
"ruhsat" verildi. Çandarlı gemisi Ege'ye açıldı. Beş milyon Türk
lirası tutarında arama araçları ısmarlanarak Çandarlı gemisiyle araştırma
yapılması da planlandı.
Bütün bu çalışmalar sürdürülürken Kıbrıs bunalımı
patlak verdi. Bundan sonra "haşhaş ekimi" "Kıta Sahanlığı"
ve "Kıbrıs" gibi üç ayrı konuda Amerikan politikasına direnen Ecevit
hükümeti birtakım küçük siyasal oyunlarla "yumuşak iniş"e zorlandı.
Hükümet henüz istifa etmeden, iskandinav ülkelerinde bir araştırma
yaptırılarak, Ege'de petrol arama amacıyla iki Norveç gemisiyle anlaşıldı. Bu
anlaşmayı duyan Yunan büyükelçisi, Norveç hükümetine başvurarak anlaşmadan
vazgeçilmesini önerdi.
Ecevit hükümetinin istifa ettiği günlerde kiralanan
"Langva" gemisi de Türkiye'ye doğru seyretmeye başladı. Gemi Türk
karasularına geldi, ama kendisine Irmak hükümetince bir program da verilmedi.
Langva bir süre Akdeniz'de "tatil" yaptı. i TPAO ile yapılan
anlaşmaya göre, araştırma gemisi gösterilecek her bölgede araştırma yapacaktı.
Fakat bu araştırmalar bir türlü yaptırılmadı.
Üstelik Yunan ve ingiliz basınında olduğu gibi bazı
Türk gazetelerinde de Langva gemisinin Ege'de araştırma yapmasını önleyecek
mukavele hükümleri olduğu1 yazıldı. Oysa anlaşma metninde böyle bir hüküm
bulunmamaktaydı.
Bütün bu öyküyü neden anlattık? Önerimizi şöyle
özetleyebiliriz: Ulusal haklarımız yıllardır özellikle Demirel ve Erim
hükümetlerince korunmamış ve bugünkü koşullar yaratılmıştır. Ege'deki
"Kıta. Sahanlığı" ve "Fır Hattı" konuları Parlamentoca ele
alınmalı ve sorumlular birer birer saptanmalıdır. Bu yapılır mı, yapılmaz mı
bilmeyiz.
Norveç gemisinin araştırma yapmayacağı da
anlaşılıyor. Devletin olanakları bir araştırma gemisi almaya da yetmez mi? Bunu
da mı yabancılardan bekleyelim?.. (Yeni Ortam, 10 Şubat 1975) 92 LENİN'E
BENZEMİYOR...
Bir ihbar üzerine, televizyon haberlerinden önce
gösterilen dünya haritasındaki "Kuzey Amerika" bölümünün, "Lenin"e
benzeyip benzemediği araştırılmış sonunda Ankara Savcılığı, - Kuzey Amerika
Lenin'e benzemiyor... demiştir. Böylece Lenin'in haritaya benzemediği savcılık
kararı ile kesinleşmiş bulunuyor.
Fakat acaba savcılık araştırmaları gereği gibi
yapmış mıdır? Bence yapmamıştır. Çünkü, Lenin'in Kuzey Amerika'ya benzeyip
benzemediği hemencecik saptanamaz. Bu konuda geniş a-raştırmalar yapmak
gerekmektedir.
Önce Ceza Muhakemeleri Usulü Yasasının 66'ncı
maddesi uyarınca savcının bilirkişi seçmesi gerekiyordu. Bilirkişi tek başına
bu işin üstesinden gelemez. Dil- Tarih ve Coğrafya Fakültesi Coğrafya Kürsüsü
öğretim üyeleriyle istanbul Güzel Sanatlar Akademisi öğretim üyelerinden
kurulan bir bilirkişi kurulu, en az altı ay konu üzerinde çalışarak bir rapor
hazırlamalıydılar.
Bu da yeterli değildir...
Bu kurulun Kuzey Amerika'ya giderek "yerinde
inceleme" yapması, ayrıca Moskova'da Lenin'in büstleri, heykelleri ve
resimleri üzerinde araştırmalarla bilimsel bir rapor hazırlaması gerekmekteydi.
Görüyoruz ki bu da yapılmamış...
Konu sanıldığı kadar basit değildir.
- Dünya dönüyor sen ne dersen de... şarkısını
söyleyen sevimli kızımız Nilüferin de ifadesine başvurulup bu dönen dünyada
Lenin'in resminin bulunup bulunmadığı kendisine sorulmalıdır.
Savcılık bu çalışmaları yapmadan,
- Lenin Kuzey Amerika'ya benzemiyor... demiş ve
kovuşturmaya yer olmadığına karar vermiştir. Böylece TRT Genel Müdürü ismail
Cem'in "çaktırmadan" yaptırdığı "komünizm propagandası"
ortaya çıkarılamamıştır. Konu "milliyetçi partilerce" Parlamentoya getirilmelidir..,
Kararnameyi iptal etmekle iş bitmez...
Şu anda bundan daha önemli bir konu olamaz.
"Milli bütünlüğümüz", "şanlı tarihimiz" ve "ecdat
kanıyla sulanmış bu topraklar" şimdi büyük bir tehlike içindedir. Konu
biraz daha ÇAĞIN SUÇU 93 "ciddiyetle" incelenirse, Fransa'nın
Troçki'ye, italya'nın Stalin'e, Almanya'nın Roza Lüksemburg'a benzediği ancak
bu biçimde ortaya çıkarılabilir, ingiltere'nin Kari Marks'a, iskoçya'nın
En-gels'e, Kuzey Afrika'nın da Castro'ya benzediği milliyetçi partilerin elbirliğiyle
bir bir kanıtlanmalı ve "milli bütünlüğümüz" korunmalıdır.
Ayrıca haberleri okuyan spikerlerin birer yüzleri,
iki kulakları, iki gözleri, bir ağızları olduğuna göre, burada da uzun uzun
düşünmek gerekir: Lenin'in de iki gözü, iki kulağı, bir ağzı vardır. Stalin
bıyıklıdır. Spiker Zafer Celasun da bıyık bırakmıştır. Can Akbel'in saçları
dökülmüştür. Lenin'in de saçları açıktır.
Komünizmin böyle açıkça propagandası yapılamaz,
insaf, insaf!.. TRT Genel Müdürü bu yüzden de görevden alınmalıdır.
Milliyetçi partiler "Pembe Panter" konusu
üzerinde de durmalıdırlar. Pembe, kırmızının bir tonudur. Kırmızı aynı zamanda
"kızıl"dır. Kızıl kimdir? Marksist, Leninist, anarşist ve üstelik
hatta Maoist olanlardır. Pembe solculuğun simgesidir. Panter saldırgan ve yırtıcı
bir hayvandır.
Hem "pembe" hem "panter..." Bu,
"saldırgan solcu" anlamına gelmektedir. Pembe Panter her cumartesi
gösterilerek, sinsice komünizm propagandası yapılmaktadır. Bütün bunların
sorumlusu Ecevit'tir...
Cem, "sultan"dır. Mehmet ise
"han"dır. Bir de Hüsamettin "Celebi" vardır... Kaçıncı
Çelebi? Birinci Çelebi...
Cumartesi günleri yayımlanan "Uygun Çift"
programı da ele alınmalıdır. "Uygun çift" kavramının "mefhumu
muhalifinden" uygunsuz çift anlamı da çıkmaktadır. Komünistler ise, aile
düzenine karşıdırlar. Cem bu yüzden görevinden alınmalıdır...
Görüldüğü gibi, konu gerçekten çok önemli ve önemi
ölçüsünde de ciddidir gerçekten. Savcılık gerekli ve yeterli araştırmaları
yapmadan karar vermiştir. İyisi mi, şöyle yapalım... Televizyon haberlerinden
önce dünya haritası yerine, Demirel'in boy resmini gösterelim. Şöyle küçükten
başlayıp dönerek büyüyen bir
Demirel resmi "milli bütünlüğü" sağlar tek
başına. "Fon müziği" olarak da Ni- lüfer'in,
- Dünya dönüyor sen ne dersen de... şarkısını
kullanalım.
Demirel de Mussolini'ye benzer amma bir zararı
yok...
(Yeni Ortam, II Şubat 1975) 94
UYDULUK BELGESİ ...
Amerika'nın Türkiye'ye askeri yardımı kestiği ve
Arap ülkelerindeki petrol kuyularına silahlı saldırıların planlandığı şu
günlerde, sizlere 1958 yılında Demokrat Partinin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü
Zorlu'nun bir konuşmasını Meclis tutanaklarından aktarmak istiyorum.
2 Ağustos 1958 günü Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü
Zorlu I-rak ihtilalinden sonra şöyle konuşmaktadır:
- Türk dış politikasının başlıca amacı, Ortadoğudaki
bir sızma hareketini önlemeye çalışmaktır, işte bu nedenledir ki, son olaylar
karşısında, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin politikası, bu gibi hareketlere
seyirci kalmamak politikası olmuştur. Bu bölgede milletlerarası komünizmin
sızma hareketi, hükümetleri devirmek için harekete geçen Amerika ve
ingiltere'yi bizim de desteklememiz, bu ilkelerden esinlenmiştir ve bu pek
doğaldır. Elbette ki hiç kimse Türkiye'nin en çok yüz kilometre ötesinde
devletlerde cereyan eden "yıkıcı" faaliyetlere, anarşik hareketlere
kayıtsız kalacağını bekleyemezdi. Biz daha mayıs ayından itibaren müttefik
Birleşik Amerika Dev-letleri'ni ve ingiltere hükümetini, Ortadoğuda cereyan
etmekte olan bu yıkıcı faaliyetler karşısında gereken tedbirler i-çin uyarmış
bulunuyorduk. Bu uyarı yalnızca orada saldırıya uğrayan iki küçük devletin
savunması bakımından değil, fakat özellikle anavatanın güvenliği bakımından
büyük bir önem taşıması yüzündendi. Bağımsız iki küçük devlet, dolaylı bir
saldırı karşısındadırlar. Sınırlarından sivil kıyafete bürünmüş askerler,
silahlar sokulmaktadır. Yabancı radyolar, devamlı halkı devlet adamlarını
öldürmeye teşvik etmektedirler, içeride dışarıdan beslenen isyanlar
çıkarılmaktadır. Bu devletlerin bütün bu darbelere rağmen, ayakta kalma olanağını
bulabilen meşru hükümetleri yardım isteğinde bulunuyorlar. Bu yardım yapılacak
mı yapılmayacak mı? Bütün dünyanın kafasındaki sorun budur. Hatta daha açığı:
Acaba bu yardım yapılacak mı? Bu durum karşısında kaygıyla bekleniyor, bu
yardım isteği karşılanacak mı? Müttefikimiz Birleşik Amerika, mertçe bir
davranışla dünya çapındaki sorumluluğunun yükümlülüğünü kavramış bir
"celadetle" derhal harekete geçiyor ve böylece bizim inancımızı, yani
küçük devletlerin bağımsızlığına ve güvenliğine ve onların her ne biçimde
olursa olsun, kışkırtmalar, dolaylı saldırılar karşısın-
ÇAĞIN SUÇU 95
da savunulacağına dair inancımız bir anda en üst
noktasını buluyor. Bu davranışın karşısında Türkiye'ye düşen ödev neydi?
Elbette ki, bu civanmerdane hareketi ve belki bizim de teşvik ettiğimiz bu
civanmerdane hareketi desteklemekti.
Zorlu konuşmasını burada keserek CHP Milletvekili
Kâmil Tabak'a seslenir:
- Gülme. Bizim ödevimiz, Amerika'yı küçük
devletlerin yardımına teşvik etmektir. Sen gülüyorsun. Bu hareketinle vatana
ihanet ediyorsun...
Fatin Rüştü Zorlu devam eder:
- Sevgili arkadaşlarım, hepinizin bildiği gibi, bu
pek "cesur" ve "insancıl" hareket karşısında gocunan,
milletlerarası komünizmdir. Onlar tehditler savurdular ama, özgürlük ve
bağımsızlıklarına âşık ve bağımsızlık ve güvenliklerini korumak için dayanışma
içinde bulunan devletler bundan zerrece yılmadılar. Birleşik Amerika ve
ingiltere, "Biz oradayız ve bizi davet eden devletler istediği sürece
orada kalacağız" diye karşılık verdiler. Böylece küçük bir devletin imdat
isteme hakkının varolduğunu ve imdat isteğine yetişmeyi -bir saldırı değil-
fakat bir yükümlülük saydıklarını dünyaya göstermiş oldular. Birleşmiş
Milletlere gittiğimiz zaman savunduğumuz Türk tezi işte bu idi.
Bütün bu sözler Irak'ta gerici rejimin devrilmesi
dolayısıyla Ortadoğuda gelişen ilerici askeri rejimleri yıkmak için Amerika ve
ingiltere'nin giriştiği ortak saldırıyı savunmak için söylenmiştir. Irak'ta
ihtilal olunca, Amerikan deniz piyadeleri Lübnan'a çıkartma yapar. Almanya'da
üslenmiş Amerikan askerleri de
Adana'daki incirlik Üssüne inerler. Kıbrıs'taki
ingiliz birlikleri de, Amerikan Hava Kuvvetlerinin desteğiyle Ürdün'e yollanır,
işte Fatin Rüştü Zorlu'nun, - Bunları biz teşvik ettik. Amerika ve
ingiltere'nin hareketleri civanmerdanedir... dediği saldırılar bunlardır.
Devrin Türk hükümeti gerici Irak hükümetinin devrilmesinden sonra Irak'a bir
askeri müdahaleyi bile düşünür.
Bayar, Menderes ve
Zorlu bu konuda Genelkurmaya emir verirler. Türkiye'nin Irak ihtilalcilerine karşı planladığı harekâtı
Amerika önler. Bunlar
Yassıada mahkeme tutanaklarına da geçmiştir.
Bugün, bütün sağcı partilerin mirasını
paylaşamadıkları Demokrat Partinin Amerika ve Ortadoğu ülkeleri için
düşündükleri bunlardı. Demokrat Parti, ilerici Arap rejimlerini "ulus- 96
lararası komünizm" olarak görüyor ve bu ülkelere karşı Amerikan ve ingiliz
müdahalesini istediği ve desteklediği gibi, aynı zamanda kendisi de bir işgal
hareketini planlıyordu.
Gelelim bugüne...
Amerika son petrol bunalımı dolayısıyla Arap
ülkelerindeki petrol kuyularına silahlı müdahalede bulunacağını açıkladı, bu
uluslararası "kabadayılık" ve "haydutluk", NATO
sekreterince de onaylandı. Böyle bir saldırıda Amerika, Türkiye'deki üslerini
kullanacaktır. Amerika bir yandan silah yardımını kesecek, diğer yandan da
Türkiye'deki üsleri Arap ülkelerine yapacağı saldırı için kullanmak
isteyecektir.
Bu durumda Türkiye ne yapabilir? NATO'dan çıkılıp
üsler Türk ordusunun buyruğuna geçerse bir sorun yoktur. Fakat üsler Amerikan
buyruğunda kaldığı sürece, böyle bir olasılık her zaman için geçerlidir.
Milliyetçi Cephe, Amerikan üslerinin Türk ordusu buyruğuna geçmesine dünyada
izin vermeyeceğine göre, tıpkı Anayasa değiştirir gibi "din"
değiştirip - Araplar hem komünist, hem de artık din kardeşi de sayılmaz... mı
denilecektir acaba?.
(Yeni Ortam, 12 Şubat 1975)
NEYİN KAVGASI?
Amerikan yardımının kesilmesi "Milliyetçi
Cephe'yi bir şaşkınlık girdabına sürükledi. Halk deyişiyle, hepsinin
"elleri böğürlerinde" kaldı. Bir zamanlar kulu kölesi oldukları büyük
"müttefik", nasıl olur da onları böyle yalnız bırakırdı? Bu soruya da
hemen karşılık bulundu: - Kararı Yunan asıllı senatörler aldırdı...
Bu yanıtın gölgesiyle bir parça avundu bizim
"milliyetçiler", sonra da, - Başkan Ford ne yapıp yapıp bize yardım
verecek... gibi dilenci umutlarıyla yorumlar başladı. Bunun da geçer akçe
olmadığı anlaşılınca, ABD'yi NATO'ya "şikâyet" eden beyanlar ortaya
çıktı. Erbakan hazretleri "lahavle" çektikten sonra, ÇAĞIN SUÇU 97 -
Müslüman ülkelerle anlaşır, üstelik her on yılda bir stok yaparak durumu idare
ederiz,., gibi yorumlarla, yine inci üzerine inci dizdi. Demirel, - Bu,
"go home"cuların bayramıdır... diye "dramatik" bildiriler
yayımladı. Ayrıca televizyon ekranına yakınları "elim" bir kazada
ölmüş insanların acısı içinde, - Amerika bunu yapmamalıydı... diye konuştu.
Yüzünden düşen bin parçaydı. Bozbeyli, - Efendim... diye başlayıp "kalem
efendisi" inceliğiyle konuşarak NATO'dan çıkılmasını isteyenleri bir güzel
şikâyet etti:
- Sakın bunların sözüne inanmayın... yollu yorumlar
yaptı. Feyzioğlu sanırım bu gidişle Amerikalı senatörleri de
"komünistlikle" suçlayıp Amerika'da bazı illerde sıkıyönetim ilanını
öngörecek! Türkeş ise, bütün bunların solcular tarafından yaratılan sonuçlar
olduğu kanısındadır. Şimdilik albayımız da Amerika'ya bir küçük sitemde
bulundu ister istemez.
Gözlerimizi geriye çevirelim... 1964 yılında
Kıbrıs'a çıkartma kararı veren ismet inönü, devrin Amerika Devlet Başkanı
Johnson'dan, - Size verdiğim silahlan benim iznim olmadan kullanamazsınız...
diyen bir mektup almıştı. Johnson'un mektubunu açan Başbakan, Kurtuluş
Savaşında
ulusumuzun "makûs talihini" yenen ordular
komutanıydı. "Ulusal savaş kahramanı"ydı! Eli kolu bağlandı ismet
Paşanın. Sadece,
- Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de yerini bulur...
diyebildi. Bu söz kendisine pahalıya ödetildi. Kıbrıs davasını savunmak için
Amerika'ya gittiğinde, Demirel tarafından yönetilen bir "Parlamento
darbesiyle" iktidardan uzaklaştırıldı. Artık başbakanlık koltuğu;
Johnson'la kol kola çektirdiği fotoğraflarla siyasal hayata atılan Demirel'e
açıktı. Devlet Su işleri Genel Müdürlüğünden sonra, Devlet Planlama Örgütünde
askerlik görevini tamamlayan ve bundan sonra iki yıl müteahhitlik yapıp, bir
süre içinde de Amerikan Morrison firması komisyonculuğunda bulunduktan sonra
hem zarar ettiğini söyleyip hem de bu süre içinde zengin olduğu anlaşılan
Süleyman Demirel, devlet yönetimine geçiverdi!
Johnson ünlü mektubunu yolladığı zaman, bu sağcı
siyasetçiler sus pus oldular, O zaman da aynı tavır söz konusuydu.
98
Aynı Amerika, aynı anlaşmalara dayanarak, aynı
Kıbrıs sorunu için,
-
Size
verdiğim silahları benim iznim olmadan kullanamazsınız... diyordu, inönü
hükümetini düşürüp iktidara geçen siyaset adamlarıdır bunlar. Bugün, ıkınıp
ağlayıp sızlayıp Amerikan Kongresini NATO'ya şikâyet edenler de bunlar.
Oysa Amerika'nın tutumunu kınamak yersizdi. 1947
anlaşması oldukça açıktı: Amerikan hükümeti, Türkiye'ye dilerse yardım yapar,
dilerse yapmaz! Tutarsız olan, yıllar boyu kendi savunmasını bir başka ulusun
buyruğuna bağlayan, topraklarında komşu uluslar için kullanılacak askeri üsler
dağıtanlardır. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerimizi, yabancı şirketlerin
tekellerine peşkeş çekenlerin, Başbakanlığa Amerikan firması komisyonculuğundan
gelenlerin, Ecevit hükümetini haşhaş yasağını kaldırdığı için Amerika'ya şikâyet
eden komando başı albayların tutumları ve kişilikleri midir tutarlı olan?
Şüphesiz hayır..,
Bir ülke kendi savunmasını ancak kendi halkına
güvenerek yapabilir. Yarım yüzyıl önce, "emperyalizme" karşı
"Kurtuluş Savaşı" verirken, Mustafa Kemal Paşa işçisiyle, köylüsüyle,
aydınıyla yalnız Türk halkına güveniyordu. Kurtuluş Savaşımızın "Kuvvayı
Milliye" bilinci, ikinci Dünya Savaşından sonra hortlayan "Amerikan
mandacılarının" elleriyle boğulmak istendi. "Tam bağımsızlıktan"
yana devrimcilerin, çıkarcı, işbirlikçi, tutucu "Amerikan
mandacıları" ile yıllar yılı süren kavgasının bir dönüm noktasındayız
şimdi.
En büyük Amerikan yardımı, kongrenin yardım kararını
kesmesidir! Onurlu bir ulus olmanın tek koşulu yeniden Kurtuluş Savaşımızın
"tam bağımsızlık" bilincine dönebilmektir...
(Yeni Ortam, 13 Şubat 1975) ECEVİT'İN ÇELİŞKİSİ...
Siyasetçilerimizde ismet Paşadan miras kalan bir
alışkanlık var: O da büyük siyasal olaylar karşısında kesin tavır takınmadan,
lastik gibi sağa sola çekilebilecek sözlerle yorumlar yap- ÇAĞIN SUÇU 99
maktır. Sayın Ecevit'in de bu alışkanlığı sürdürdüğünü üzülerek izlemekteyiz.
Amerikan Kongresi Türkiye'ye yapılan askeri yardımın kesilmesine karar verdi.
Önce bu gerçeği olduğu gibi kabul edip bundan sonra gerçekçi yorumlar yapmak
gerekirken,
-
Ford
ve Kissinger, kongre üyeleri gibi düşünmüyor... değerlendirmesiyle, bütün
sorumluluğu Yunan kökenli kongre ü-yelerine yüklemek çok kolay seçilebilecek
bir siyasi yoldur. Şimdi bu yol seçiliyor.
Sonuç ortada.., 1947 tarihli anlaşma Amerikan hükümetine
yardımı dilediği anda kesme yetkisi vermektedir. Kongre de bu gerekçeye
dayanarak askeri yardımı kesmiştir. Artık bundan sonra, - Yardımın yeniden
başlaması olasılığı var... gibi avuntularla zaman öldürmek hiç de gerçekçi
çözüm yolu değildir.
Bunun da bir "çünkü"sü var... Çünküsü şu:
Kongre, Kıbrıs'tan askeri birliklerimizi çekmemiz ya da bu konuda ödünler
vermemiz koşuluyla yardımı yeniden başlatacaktır. Eğer askeri birliklerimizi
Kıbrıs'tan çekersek, Amerikan askeri yardımı yeniden başlayacaktır.
Burada bir soru sorulacaktır o zaman...
- Madem biz Türkiye Cumhuriyeti olarak, burnumuzun
dibinde, uluslararası anlaşmaları çiğneyerek, soydaşlarımızı tavuk boğazlar
gibi boğazlayan Rum çetelerine karşı silah kul-lanmayacaksak, bu silahlar bize
neden verilmektedir?..
Bu "nede"nin yanıtını çoktan vermiştir
Türkiye... İşte, başta "acul" Sadi Bey olmak üzere birçok
siyasetçinin içinden çıkamadıkları ya da çıkmak istemedikleri çelişki çukuru
budur. Sayın Ecevit de bu konuda kesin tavır takınamamaktadır. Oysa Türkiye
Cumhuriyeti'nin bundan sonraki göstergesi, Sayın Ecevit'in takınacağı tavırla
çok yakından ilgilidir. Amerikan yardımı konusunda Ecevit'in öteki siyasetçiler
gibi, sorumluluğu Yunan kökenli senatörlere ve "lobicilere"
yüklemesi, bundan sonraki Türk dış politikası için de bir olumsuz gelişim
grafiği çizmektedir.
Cumhuriyet Halk Partisinin, muhalefet yıllarında
"ortak savunma" ve NATO konusundaki görüşleri gazete koleksiyonları
arasındadır. Bütün bunları unuttururcasına, 100
- Dış politika iktidarda yapılır... gerekçesine
sığınmak Ecevit çapındaki bir siyasetçiye açıkça "ters" düşmektedir.
Bir siyasal parti, iç siyasette olduğu gibi dış siyasette de sürekli ve tutarlı
görüşleri savunur.
- Muhalefette başka düşünüyorduk, iktidarda başka...
özrü, ancak sağcı siyasetçilere yarayan bir imdat simididir.
Türk basınında ilk kez 1963'lerde:
- NATO'dan çıkalım... yolunda yazı yazan Profesör
Haluk Ülman bugün de Sayın Ecevit'in yakınındadır. Sanırız "ortak
savunma" konusundaki çelişki halkasının çözümünde Profesör Ülman, Ecevit'e
yardımcı olur.
CHP içinde bir süre savunulan, sonra da
"hasıraltı" edilip bugün de hiç hatırlanmayan raporlar ve bu
raporları savunanlar da henüz hayattadır. Bunlardan biri Nihat Erim'dir...
Amerikan hükümetinin istekleri uyarınca Türk köylüsünün haşhaş ekimini
yasaklatan "malum" 12 Mart Başbakanı...
Bir diğeri Amiral Sezai Orkunt'tur... ikili
anlaşmalar ve NATO üzerine yazılar yazdıktan sonra, 12 Mart faşizminin
dalgalarından kaçıp, Feyzioğlu'nun kanatlarına sığınan emekli devrimci amiral...
Üçüncüsü Orhan Kabibay'dır... 12 Mart öncesinin
"keskin devrimcisi" emekli ihtilalci albay, arkadaşları işkence
evlerinde canavarların ellerine teslim edilmişken, Feyzioğlu'nun partisinde
"el pençe" durup Ecevit'i "Marksist kışkırtıcılık"
damgasıyla suçlamak isteyen 27 Mayısçı...
CHP çelişkileri bitmeli artık! Sayın Ecevit,
Amerikan yardımı konusunda büyük çelişkilere düşmeden NATO ve ABD emperyalizmi
karşısında kesin tavrını takınmalıdır. Dış siyasette "idareyi
maslahatçılık", iç politikada da tutuculuğun başlangıcıdır.
Soru açık ve seçiktir: Bu koşullar altında, NATO'ya
karşı mısınız değil misiniz? Ecevit, NATO'ya karşı olmak "yüreklilik"
ve "gerçekçiliğini" gösterebilecek mi? Gündemdeki sorun şimdilik
budur...
ÇAĞIN SUÇU
101
ESKİ DEFTERLER...
Arasıra "eski defterleri" karıştırmak çok
yararlı oluyor. Bugün sizlerle "Metin Toker'in Not Defteri"ni
karıştıralım. Çok partili düzenimizin bu çok ünlü "damat bey"i,
bakalım Prof. Nihat Erim hakkında, daha önceleri neler demiş?
- Bir hususun bilinmesi lazımdır, Nihat Erim ihtiras
sahibi bir politikacıdır. Nitekim daha sonra, 1955 Mayısının bir gününde, 9
Mayıstı, Kemali Beyazıt, Pembe Eve öğle yemeğine geldiğinde, Nihat Erim'in,
politikasını kendisine şöyle anlattığını nakledecektir: Rejimde ümit kalmamış,
kendisi genç adammış. Politik istikbalini korumak için her iki tarafı idare
ederek, bir gün toplayıcı rol oynamayı tasarlamaktaymış...
Bu satırlar, Metin Toker'in kaleme aldığı
"ismet Paşayla On Yıl" adlı kitabın birinci cildinin 30'uncu
sayfasında yer almıştır.
Erim'e "toplayıcı rol oynamak" görevi,
gençken değil, ama biraz ileri yaşında "nasip" oldu. Erim, sadece
devrimci ve ilerici aydınları toplamayı hüner saydı. Devam edelim... Metin
Toker, aynı cildin 36'ncı sayfasında şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
- Böylece iktidar, zaafını anlamış bulunduğu Nihat
Erim'i öldürmüyor, korkutuyordu, itiraf edelim ki bu, iktidar bakımından çok
başarılı oldu ve Erim'i kendilerine iyi hizmet ettirdiler...
Toker'in anlatmak istediği, Erim'in Demokrat Parti
döneminde "Halkçı" gazetesinde yazdığı bir yazı için yüz bin liraya
mahkûm edilmesi olayıdır. Toker'e göre,
- Bu yüzden Demokrat Parti Erim'i kendilerine hizmet
ettirmiş... Böyle diyor ismet Paşanın damadı.
Biz ne bilelim?..
Metin Toker aynı kitabında bir de şu değerlendirmeyi
yapıyor:
- Bugün aradan geçen senelerin sonunda bana göre,
1954 yazında Nihat Erim'in tam bir zihin karışıklığı içinde olduğudur.
Seçimlerin sonucu şok tesiri yapmıştı. Rejimin sonuna geldiğine dair endişeleri
vardı. Fakat bu badireden şahsen nasıl çıkabileceğini, ne yapıp da su üstünde
kalması gerektiğini kestire- mediğini sanıyorum. Demokrasi bitmişti. Yani bir
sistem gelip 102
yerleşecekti. Nihat Erim, bu sistem içinde siyasi
hayatını nasıl yürütebilecekti?..
Bunlar hep Demokrat Parti dönemine ilişkin değerlendirmelerdir.
Demek oluyor ki, bu adamın eski huyu. Rejimden umudunu kesiyor. Gelecek rejimde
ne yapacağını hesaplıyor. Hep rejimin çöktüğünü, demokrasinin bittiğini
düşünüyor. Fakat demokrasi bitmiyor, Erim bitiyor sonunda...
Metin Toker'in yazdıklarına devam edelim değil mi?
- Ama bir insan Nihat Erim'i affetmedi: Özden. Kadın
hisleri başka oluyor. Bana Nihat Erim'i hep savunmuş olan karım için dünyada
böyle bir kimse yoktur. Bazen evde, sofrada Nihat Erim'in lafı geçer, laf
lehteyse babasına karşı o kadar saygılı olan Özden, bir buruk söz atmadan
duramaz...
Burada bir an duralım ve gerçekçi gözlemleri ve
içten duyguları için Sayın Özden Toker'i kutlayalım. Sonra Metin Toker'in aynı
kitapta yazdıklarına bakalım yine de:
- Oylama turlarının birinde cereyan eden
bir olay hatırım-dadır. Kürsüden AP adına Muhittin Güven konuşuyordu. Sirmen'i istemediklerini
bildirdi. Dili
sürçtü: "CHP'den bize mütemayil bir aday
göstermenizi istiyorum" dedi.
Herkes gülmeye başladı ve bütün başlar o günler
"AP'ye mütemayil" bilinen iki CHP milletvekiline çevrildi. Nihat Erim
ve Kasım Gülek...
Böyleymiş...
Aynı kitabın 4'üncü cildinde yer almış bu
değerlendirmeler. Biz yine okuyalım Metin Toker'i:
- Önce Nihat Erim'in çevresinden, partiden istifa
ettiği rivayetleri atıldı ortaya. Nihat Erim bunları şöyle tekzip etti: i-nönü
partiden istifa etti mi ki?..
12 Mart gelince partisinden hemen istifa edip
Başbakanlık koltuğuna oturuveren Erim'e bu sözleri hatırlatmakta hiç fayda yok
belki. Şimdiye kadar neler hatırlatıldı neler!.. Hiç oralı olmaz, nasılsa...
Toker, Erim'in AP'liliği için şöyle yazmış o
günlerde:
- Mütemayil miydiler, mülayim mi?.. Erim ile Gülek
konusunda bu sual bir dil sürçmesi sonucu 1961 lerde hep sorulup dururdu. AP'ye
mütemayil miydiler, AP'ye mülayim mi geliyorlardı?..
ÇAĞIN SUÇU 103
Durup dururken neden aktardım bunları? Nedeni var
doğal ki. Pirimiz üstadımız Celal Bayar,
- Felsefesi aynı olan partiler birleşsin.., dedi ya;
ne olacak şimdi? Süleyman Bey, yeniden "Morrison" firması
komisyonculuğuna dönsün. Bozbeyli Bayar'a "özel sekreter" olsun.
Toker'in yazdıklarına göre Nihat Erim, "ihtiras sahibidir" bu bir.
"Demokrasiye inanmaz" bu iki. "Adalet Partisi eğilimlidir"
bu üç. Bir de ben ekleyeyim. Erim'in bazı generallerle arası çok i-yidir, Hava
Kuvvetleri eski Komutanı Muhsin Batur, Nihat E-rim'in kiracısıdır. Bu da etti
mi dört?
Şimdi geriye bir de Metin Toker'in
"vizesi" kalıyor. Bu da oldu mu tamam! Nihat Erim, birleştirici,
toplayıcı tek liderdir "Milliyetçi Cephe" için. Erim Adalet Partisi
Genel Başkanı olsun, her şey güllük gülistanlık olur.
Nihat Erim, Allah Kerim...
(Yeni Ortam, 15 Şubat 1975) EDEBİYAT MUHTIRASI
Geçenlerde Ankara'da bir "sanat" dergisi
yayın hayatına katıldı. Dergi, Hava Kuvvetleri eski Komutanı Muhsin Batur'un
oğlu Enis Batur tarafından çıkarılıyor. Dergi "Üç Aylık Metin
Dergisi-Yazı" adını taşıyor. Edebiyatçılar bu derginin Türk sanat ve
edebiyat dünyasına verilmiş bir "muhtıra" özelliği taşıdığını
söyleyeceklerdir hiç kuşkusuz.
Enis Batur'un dergide uzun bir şiiri var. Şiir
Türkçe başlıyor sonra birdenbire Fransızca oluyor, sonra ingilizce devam
ediyor, yeniden Türkçeleşiyor.
Bu sanat yapıtının bir bölümünü, dergideki aynı
dizgi düzenini izleyerek okuyalım ve bu "edebiyat muhtırasfnı birlikte
görelim. Şiirin adı: "Güneşin Altında Birşey Yok." Aktaralım: Birinci
değinim: Nil-Pathos ilişkisi için özyazılı yaklaşımlar. (Relato Refero)
Nil de 104 en uzun saçları yıkanır Bir kadının
kahraman ve soyludur öfke: dönüşüne dek buruşuk bir kediye sığabileceği tek
yüreği ıskalamış: Bulanık elyazmalarında ıslak ve ıslak Yaşamanın tekmelerini
yiyecektir (ni toloa) taştık (atemozti) ve kurudukça (ati caualo) II
Öyküsü olacaktır Çünkü salt keşişler mi Kara
giysilidirler? Ve Öyküsü olağandır, soluk bir ibrani harfi ile başlayacaktır
(bir doğa ötesi sorunu çıkar burda Yalnızca yamyamlara özgü ama -Nil hep uzak
kalmıştır günbatımlarına ve kaşları çatık) ve
Hafifçe dönüp de saçlarını toplasa Nil (Mısıra ne
bunlardan? Çünkü kuru ve çatlak ve cansız da olsa varolma zorunluluğunu
vurgulayacaktır) Ayrıntılar da olacaktır ve ayrıntılar ayraç açacaklardır: Enis
Batur'un şiiri, bazen Türkçe, bazen Fransızca, bazen de ingilizce uzayıp
gidiyor böyle. Sanırım siz de hemen şu kanıya vardınız ki, bu şiir bir
"şaheser" yapıttır edebiyatımız için!
ÇAĞIN SUÇU 105
Bu şiir, sizin şu satırları okuduğunuz günlerde,
bütün dünya dillerine çevrilmemişse, dünya edebiyatı için şüphesiz çok büyük
kayıptır. Şu bölüme bakın: - Ayrıntılar da olacaktır, ve ayrıntılar ayraç
açacaklardır...
Türk ve dünya edebiyatı henüz böyle bir tanıma
şimdiye dek kavuşmadı. Konunun başta Türk Dil Kurumu olmak üzere, Türkiye
Yazarlar Birliği ve Yayın Kongresinde tartışılması ve E-nis Batur'un
ödüllendirilmesi gerekirdi. "Tanzimat Edebiyatı", "Birinci
Yeniler", "ikinci Yeniler" gibi ayrımlar hep yapay kalmıştır artık.
Bundan sonra edebiyat, "Batur'dan önce", "Batur'dan sonra"
diye ikiye ayrılabilir ancak.
Söyledik, bir "edebiyat muhtırası"dır bu
satırlar. Baba Batur'un "muhtırası" ilk okunduğunda anlaşılıyordu,
sonra anlaşılmaz oldu. Oğul Batur'un "muhtırası" şimdi anlaşılmıyor
ama bin yıl sonra anlaşılacaktır kesinlikle...
(Yeni Ortam, 17 Şubat 1975) ELEŞTİRİ...
Ankara Hukuk Fakültesinde her yıl "Ceride-i
Kantar" adında bir güldürü dergisi çıkarılır. Öğrencilik yıllarımızda, bu
dergide "Türk vatandaşı" tanımına rastlamıştık. "Vatandaş"
şöyle tanımlanıyordu:
-
Türk
vatandaşı, İsviçre Medeni Kanununa göre evlenen, İtalyan Ceza Kanununa göre
cezalandırılan, Alman Usûl Kanununa göre yargılanan, Fransız idare Hukukuna
göre idare edilen ve islam Hukukuna göre gömülen kişidir...
Bu tanım bir sosyolojik yaklaşımı yansıtmaktadır.
Hukuk devrimi, Türk toplum yapısına batı burjuvazisinin hukuksal kılıflarını
geçirmekle başanlır sanılmıştır. Oysa sorun temeldedir, Toplumsal gerçeklerle
hukuksal düzenlemeler arasında uyum yerine çelişki doğarsa, toplumsal sorunları
da hukuk kurallarıyla çözümlemek olanaksızdır.
"Koyu doktrinci" arkadaşlarda aynı
çelişkinin yanılgılarını görmekteyiz. Sosyalist öğretiden esinlenen görüşler,
sabahtan 106 akşama kadar papağan "sadakatiyle" tekrarlanmakta ve
böylece "sosyalist eylem" yapıldığı sanılmaktadır.
Demokrasinin, cumhuriyetçiliğin evrensel ilişkileri
olduğu gibi, sosyalist ilkelerin de herkes tarafından bilinen genel doğruları
vardır. Önemli olan, genel doğrulan ülkenin toplumsal gerçeklerine ve sınıfsal
dengesine göre uygulayabilmektir. Nasıl ki, iyi niyetli liberal aydınlarımız, -
ingiliz demokrasisi gibi olsa... deyip bu özlemle düşünürken yan ılıyorlarsa;
"Marksizm ve Leninizm" adına "soyutlamalar" yapan
arkadaşlarımız da aynı yanılgının içindedirler.
Her ülkenin kendine özgü siyasal koşulları ve
sınıfsal dengesi, halkının özlemleri ve özellikleri vardır. Devrimci öğretiler,
bu gerçekleri kapsayıp yansıttığı ölçüde halkın bilinçli desteğine kavuşurlar.
Yoksa, - Lenin der ki... Mao der ki... Baku Kongresi... gibi genellemelere
saplanıldı mı, bir başka "tutuculuk" türü yaratılmış olur
kendiliğinden.
Temel doğru, bilimsel öğretilerin ışığı altında,
emekçi sınıflara siyasal iktidar yolunu açabilmektir. Bu görevi savsaklayan
devrimci, bir bakıma arkadaşlarıyla "kültür yarışması" yapan bir
çalışkan öğrenciden öteye bir anlam taşımaz.
Her ülkenin somut koşulları, o ülke devrimcilerini,
emekçi sınıfların demokratik örgütleriyle işbirliğine çağırır. Bu örgütler,
yerine ve koşullarına göre, sosyal demokrat ve demokratik sosyalist partiler,
ilerici sendikalar ve derneklerdir.
Sosyalizmin en önemli ilkesi, emekçi sınıfları bir
ilerici parti çevresinde toplamayı gerektirir. Böyle bir parti yoksa,
kurul-mamışsa ve yeterli görülmüyorsa, temel doğrulan gözden u-zak tutmamak
koşuluyla, çeşitli örgütler aracılığıyla emekçi yığınlarla ilgi kurabilmektir.
Solun, burjuvazinin öz örgütleri sağcı partiler
karşısında birleşip toplanamaması, bütün dünya solunun ortak hastalığıdır. Bu
hastalık da, adıyla sanıyla "küçük burjuva bireyciliği"dir.
Sorunlar soyutlaştıkça, görüş ayrılıkları artar.
Doktrin bulutları, bazı ortak noktaları küçük burjuva öfkesinin sisleri içine
gömer. Sorunlar somutlaşıp ülkedeki gerçeklere ve sınıfsal dengelere dayandıkça
birleşebilecek noktalar kendiliğinden ortaya çıkar. Tartışmak isteyen soyuta,
birleşmek isteyen somuta yönelir, Böylece, ÇAĞIN SUÇU 107
-
Lenin
der ki... Mao der ki.., bilgiçliği bir ölçüde unutulur. Birbirlerinin
sözlerinden cımbızla çekilmiş satırlarla sosyalizm konusunda "haksız rekabet"
de son bulur.
Somutlaşmaktan özellikle kaçan bazı keskin
arkadaşlar,
-
Dedim...
dedi... tartışmasının aleviyle hep birlikte zaman öldürüyorlar böylece.
Türkiye'de ilerici ve devrimci atılımlar, halkımızın
ulusal ö-zelliklerine, emekçi sınıfların oluşum biçimine göre güç kazanacaktır.
Devrimcilere düşen görev "Türk devrim öğretisini" ve bu öğretinin
çözüm yollarını saptamaktır.
Yoksa halk, cezaevlerinde bile birbiriyle
"diyalog" kuramamış bazı soyut solcuların kendisiyle kuracakları
"diyaloga" gönül ve bilinç birliğiyle inanabilir mi?
Türk aydını! Kalem başına!.. (Yeni Ortam, 18 Şubat
1975) GÜÇ GÜNLER...
Ülkemizde "gaflet, delalet ve hatta
hıyanet" içinde olanlar, bir iktidar boşluğu yaratarak iktidara tırmanmak
isteyenler, tüm Anadolu'da geniş çaplı bir eyleme girişmişlerdir.
Olaylar adım adım gelişmiştir. 12 Mart 1971
tarihinden sonra kendilerine devlet zoruyla "Atatürkçülük" etiketi
yapıştıran yetkili ve etkililerin gölgeleri altında kurulan
"kontrgerilla" örgütü, önce işkence yöntemleriyle suç ve suçlular
yaratmış, bundan sonra da yeniden saldırılar düzenleme görevini üzerine
almıştır.
Bu yasadışı örgütte bulunanların adları birçok
sorumlularca bilinmesine rağmen, ne sıkıyönetim dönemlerinde ne de 14 Ekim
seçimlerinden sonra bu "cunta karargâhına" kimse elini sürememiştir!
Okuyucularımız hatırlayacaklar; bu köşeden bıkmadan usanmadan,
- Kontrgerilla örgütü ortaya çıkarılmadan son
saldırıları önlemek olanaksızdır... diye yazılmıştır, işte "uluslararası
fa-şizm"in bu örgüt aracılığıyla düzenlediği saldırılar bütün yurda
yayılmıştır. Herkesin gözleri önünde oluyor bunlar...
108
Kendilerine "Milliyetçi Cephe" adını takan
sermayeci, çıkarcı, saldırgan ırkçı ve din sömürücüsü, ölü yıkayıcısı çevreler
yeni bir "31 Mart" yaratmak için saldırılarını sürdürmektedirler.
Oysa ülkemiz Kurtuluş Savaşından sonra ilk kez bir
büyük yalnızlık çemberine itilmiştir, Türkiye'yi Sovyetlere ve Ortadoğu
ülkelerine karşı sadece bir "ileri karakol" olarak kullanıp, yurdun
dört bir bucağında Amerikan üsleri yerleştirenler, elimizdeki silahlan
kullanmamıza bile izin vermemektedirler. Ege'de Yunan saldırıları planlanıp
yabancı petrol şirketleri devletimizi alt etmenin yollarını ararken, ülkede bir
iç savaş cephesi açmak isteyenlerin eylemlerine hem Ceza Yasasında hem de
siyasal dilde bir ad bulmak mümkündür.
Önemli olan devletin bütün yetkililerinin 12 Mart
şartlandırmasından kurtularak, olayların arkasındaki gerçekleri
saptayabilmeleridir.
Hitler ve Mussolini iktidara nasıl geldiler? Bu
örnekler u-nutulmuş olsa bile, daha dün Şili'de CIA örgütünce düzenlenen
"anarşik olaylar" nasıl başlatıldı ve nasıl sonuçlandı? Kamboçya'da
Prens Sihanuk, CIA darbesiyle iktidardan nasıl uzaklaştırıldı? italya'da ortaya
çıkarılan "Yirmi Lale Örgütü", italyan Gizli Haber Alma Örgütü
"SID" tarafından nasıl kuruldu? Bütün bu olayların gelişim çizgisi,
Türkiye'de oluşturulan son o-layları da bir ölçüde açıklamaktadır. Ülkemizde 14
Ekim seçimlerinden sonra başlayan ve "haşhaş yasağı" ile birlikte
yürürlüğe konan plan adım adım yürütülmektedir. Önce Ecevit'in devrilmesi
beklenmiş, bu başarı-lamayınca koalisyon "yumuşak iniş" yöntemleriyle
zorlanmış ve Kıbrıs olaylarından sonra da bugünkü sonuç yaratılmıştır.
Dışarıdaki tehlike böyle düşünülürken, içerde de planlı programlı saldırılar
yoğunlaşmaktadır. Şüphesiz bunlar basit rastlantıların gelişigüzel halkaları
değildir.
Bütün bunlar, bir "iktidar boşluğu"
yaratarak iktidara gelmek isteyenlerin çabalarıdır. Irkçısı, Turancısı,
Abdülhamitçisi, Osmanlıcısı, Yassıadacısı, 27 Mayıs spikeri, 31 Martçısı, 12
Martçısı, sermayecisi, din sömürücüsü, komando albayı, işkenceci generali, hep
birlikte bir iç savaşın hazırlıkları içindedirler. Yayın organlarında aylarca
bugünkü ortamın yaratılması için mürekkep akıtıldı, rotatif döndürüldü.
Bu noktada, devrimci kesimin bazı sözcülerinin de
oyuna gelmemeleri gerekmektedir. Hangi devrimci adımın, hangi si- ÇAĞIN SUÇU
109 yasal aşamada atılacağını bilmemek, toplumu darboğazlara sürükleyebilir. En
keskin söz, her zaman en "ileri" eylem ve davranış türü değildir.
Toplumumuz bütün sınıf ve tabakalarıyla hızla bir değişimin içindedir. Bu
değişim süreci içinde, devrimci ve ilerici örgütlerden soyutlanmadan,
soğukkanlı ve gerçekçi yöntemleri benimsemek ve izlemek de devrimciliğin temel
kurallarındandır. Bu gerçekler bir yana itilip sosyalizmin soyut kavramlarına
dayanarak, en "keskin" amaç ve en "parlak" sözlerle
devrimcilik yapmak, karşıdevrimcilerin de ekmeklerine yağ sürmektedir.
Önümüzdeki günler, devrimci kesimin sınav dönemidir.
Atılacak her adımın, düşünülerek atılması gerekmektedir. Soruna bu açıdan
bakarsak, TÖB-DER tarafından düzenlenmiş yasal gösterileri, ne kadar haklı
nedenlere dayanırsa
dayansın "zamanlaması" yanlış saptanmış
bir eylem türü olarak görebiliriz. Bu noktada Sayın Ecevit'in eleştirilerine
katılmamak mümkün değildir.
"iktidar boşluğu" neden yaratılır? Bunu
yaratanlar ve sürdürenler kimlerdir? Bu soruların yanıtları bulunduktan sonra,
toplumun devrimci kesiminin de ne yapacağı kendiliğinden anlaşılır.
Güç günler geliyor...
(Yeni Ortam, 19 Şubat 1975) SENİ KRİPTO SENİ ...
Çok partili düzenimizin anlı şanlı damadı, son
günlerde yeniden devleti yönetmeye başladı. Önce devletimizin dostlarını
saptadı, sonra da başbakan atadı. Metin Toker'e göre Türkiye'nin yakın dostları
iran, Amerika ve Yunanistan olmalıdır. Ecevit de başbakanlık koltuğunu
oturmalıdır.
Gitti Yunanistan'a Karamanlis ile konuştu. Ecevit
ile Kara-manlis'i bir yerde buluşturursa, dünya barışını da bir çırpıda
kuruverecek üstat. Kissinger'i kıskandıracak bu gidişle...
Geçen hafta "Milliyet" gazetesindeki köşesinde
yine döktürdü: Türkiye'de herkes istediğini düşünebilirmiş... Bazıları en
hayırlı yolun NATO'dan çıkıp Varşova Paktına girmek olduğu- ııo
nu düşünebilirmiş. isteyen sadece NATO'dan çıkılıp
Varşova Paktına gidilmesini doğru görmeyebilirmiş. NATO içinde kişilikli
politika izlemek isteyenler de bulunabilirmiş. Toker bunları özetledikten
sonra,
- Böylelerinin karşısında şapka çıkarılır, fikir
nihayet fikirdir... diyor sonra da,
- Kripto çevrelerinin, usulleri gereğince koro
halinde yaydıkları bir akım dolaştırılıyor. Bu akımın esası, gene usulleri
gereğince gerçeklerin değiştirilmesidir... yollu yorumlar yapıyor. Fikir
karşısında şapka çıkarmaz. Kitap çıkarıp savcılara yol gösterir.
Üstadın huyudur: işine gelmedi mi, bir
"kripto" edebiyatı tutturur. "Kripto", kendini gizleyen
komünist demektir. Toker "alaturka sağcılar" gibi belirli
"klişeleri" kullanmamakta, "alafranga sağcılığa" yakışan
sözcüklerle konuşmaktadır. Sağcılığın dört başı mamur bir "alafranga"
türüdür Metin Toker... Bakın ne diyor:
- Türk ordusu bugünkü çağdaş düşünme düzeyine de
Türk-Amerikan ortak eğitim sistemiyle gelmiştir. Bunlar tarihe yazılmıştır.
Hangi kriptonun kudreti bunu değiştirmeye yeter?
Biz de sormak isteriz:
- Acaba hangi Amerikalı, Amerika'yı bu kadar
yürekten ö-vebilir? Soruyu soralım; yine de Toker'in yazdıklarına göz atalım:
- Bu grup, yardımın nasıl başlatıldığı ve neden
başlatıldığı konularında akıl almaz cambazlıklardan da çekinmemektedir. Sanki
Türkiye üzerindeki 1945 kâbusu, akşam yatılmadan fazla yemek yenmiş olmasının
sonucudur. Sanki Sovyetler Birliği u-zun bir harp devrini takiben 1946'da
Türkiye'ye resmen nota verip Boğazlarda "ortak savunma" istememiştir.
Sanki o soğuk harp devresinde Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotof,
Türkiye Büyükelçisi Sarper'e resmen, Ankara'da Varşova veya Bükreş'teki
hükümetler tipi, "Rusya'ya dost" bir hükümet istediklerini
söylememiştir. Sanki Amerika, tabii bizim daima hayranlık uyandıracak bir
çalışmamız sonunda cevap vermemiştir. Türkiye'ye bir Rus silahlı müdahalesi halinde
kendi silahlı kuvvetlerini kullanacağını açıkça bildirmemiştir. Bunlar hep
tarihe yazılmıştır.
Toker yazısında,
ÇAĞIN SUÇU
- Bütün bunlar tarihe yazılmıştır... diyor ve
kendisinin yazdığı bir kitaba yollama yapıyor. Demek tarihi de Metin Toker
yazıyor! Buna,
- Haydaaaaa... deyip Metin Toker'in sekiz yıl önce
yine aynı gazetede yazdıklarına da bakalım. I I Temmuz I967'de Metin Toker
şunları yazmış: - Dünyanın ve dünyadaki dengenin gerginlik sebeplerinin ve
gerginlik derecesinin son yıllarda çok değişmiş olduğunun kabul edilmesi
zarureti vardır. Bu üsler Amerika'ya verilirken şartlar başkaydı. NATO başka
mana ifade ediyordu. Başka telakkiler yürürlükte bulunuyordu. Üslerin statüsünü
aynı tutmakla Türkiye üzerinde hâlâ yirmi yıl öncenin modasına uygun elbise
taşıyan bir insana
benzemektedir. 20 yıl öncesinin silahlı mütecaviz
Rusyası bugün yoktur. Diyelim ki bu taktiktir, diyelim ki bu bir moladır.
Gerçek budur ya... Bugün bir harp, yirmi yıl önceye nazaran bambaşka şekillerde
çıkar, bambaşka ölçü alır. Halbuki eski statüsünü muhafaza eden üsler
Türkiye'nin başını sanki 20 yıl öncesindeymiş gibi, hiç lüzumu yokken, bundan
sakınmamız imkânı varken derde sokar...
Burada hemen yine Toker'in geçen haftaki yazısına
dönelim:
- Kripto tazyikinin en fazla Ecevit ve CHP üzerinde
yoğunlaştığı elbette gözden kaçmıyor... Türkiye'nin şimdi en fazla prestije
sahip lideri ve en büyük partisi bir kere NATO'ya hayır deme durumuna
getirilirse, Marksist-Leninist sistem gay- retçileri geniş mesafe almış
olacaklardır. Bugün üzerinde düşündüğüm konuda bir esaslı unsur, alacağımız
kararın bizi Rus nüfuz sahası içine biz farkına varmadan, yavaş yavaş yumuşak
yumuşak düşürmesidir...
Bu mantığa göre, de Gaulle'ün de, Karamanlis'in de
Marksist-Leninist olması gerekiyor. Her iki devlet de NATO'dan çekilmişlerdi.
Atatürk de Marksist- Leninisttir. Çünkü o da Ruslarla saldırmazlık paktı
imzalamıştır. Aynı sütunlarda yazan Mümtaz Soysal da "kripto"dur,
çünkü Toker'in yazısından bir gün önce yazdığı yazıda "Dış politikada
açıklık hainlik değildir" diyerek bu konuların hiç olmazsa Metin Toker'in
"üslubuyla" tartışılmasını istemekteydi. Geçelim bunları da...
112
Toker, "Uyusun da Büyüsün" başlığıyla I I
Temmuz 1967 günü "Milliyet" gazetesinde Amerikan üsleri konusunda
şunları yazmış. Bunları da okuyalım: - Mesele, Türkiye'deki Amerikan üsleri
meselesidir. Bunların bir düzene bağlanması için her gün bir gösteri yapılsa
her bir gösteriye yürekten katılırım...
Alın size bir "kripto" daha!.. Uyumasın da
büyüsün... Seni gidi "Kripto" seni!.. (Yeni Ortam, 20 Şubat 1975)
ERİM-REKLAM
Şu garipliğe bakın: Bir yazar, tarihsel olayları
anlatırken,
- Bunları tarih yazmıştır... diyor ve kendi yazdığı
kitaba yollama yapıyor! Tarih de kendisi...
Öteki, "temizleme tozu" reklamı
yaparcasına televizyon ekranına başını uzatıp
- Kıbrıs olaylarının gizli belgeleri yalnız
bendedir... diye reklam programına çıkıyor!
Bunlardan biri, kayınpederinin gölgesinden
yararlanarak işi "Paşa ticaretine" dökmüş bir yazar, ötekisi,
"kuvvetli ve inandırıcı Başbakan" etiketiyle Başbakanlık yapmış bir
hukuk profesörü!
Gazetelerde okuduk: Metin Toker, evlilik yıldönümünü
kutlamak için düzenlediği partiye Amerikan Büyükelçisini de çağırmış ve bu
partide Türk-Amerikan ilişkileri sevimli bir kızımızın,
- Olmaz böyle şey... şarkısıyla eleştirilmek istenmiştir.
Şarkıda aldatılan bir genç kız, kendisini aldatıp kaçan gencin arkasından
ağlamaktadır. Bizim "Kripto uzmanı" da Amerika hakkında aynı
duyarlılık içinde not defterini karalayıp duruyor. Dün bu köşeden Toker'in
yazılarını birlikte okumuş ve yararlanmıştık. Öbürü ise bir başka âlem... Hukuk
profesörü olmuş, bakanlık, başbakanlık yapmış, adı çevresinde binbir söylenti
dolaşmış bir siyasetçi, televizyon ekranına çıkıp kendi yazdığı yazının
reklamını yapar mı hiç?.. "Temizleme tozu", "çorap",
"izo- ÇAGIN SUÇU 113
cam" reklamları da böyle yapılıyor. Koskoca bir
eski Başbakan, üstelik bir bunalım döneminde süngü ucuyla Başbakanlık koltuğuna
oturacak, sonra da bir televizyon reklamında gözükecek. "Kuvvetli ve
inandırıcı" olmanın gerekleri bunlar galiba,..
Zeki Müren, bir bankanın reklam programına çıkınca
da böyle düşünülmüştü.
Koskoca bir sanatçı, bir reklam programı için adını
kullandırır mıydı hiç!.. Bu, sanatçı kişiliği ve ağırbaşlılığıyla nasıl
bağdaştırılırdı?..
Zeki Müren'in yaptığını Nihat Erim de yapıyor şimdi:
Reklam programlarına çıkarak, adını kullandırarak reklam yapıyor... Yakışır mı
hiç? Ben kendi hesabıma Nihat Erim'i günahım kadar sevmem. Fakat, inanın
sevgili okurlar, bir Başbakanın böylesine bir reklam programına çıkmasını
kendisine yakıştıramadım. Bizim yakıştıramadığımızı Erim kendisine yakıştırmış,
ne yapalım?
Hem bir de şuna bakınız:
- Gizli belgeler sadece bendedir... diyor reklam
programlarında. Gizli belgeler Erim'e, yaptığı bir görev dolayısıyla
verilmiştir. Bu belgelerin açıklanması Ceza Yasasında yaptırıma bağlanan
suçlardandır. Erim gizlilik niteliği taşıyan belgeleri a-çıklayacaksa, hakkında
dava açmak gerekir.
Gülüyorsunuz herhalde... Ben de gülüyorum. Hiç kimse
meraklanmasın. Erim'in suçları için bu koşullarda dava mava a-çılmaz. Hele bir
açılsa... Anayasayı tağyir, tebdil ve ilgadan... işkenceden... Haşhaştan...
Bir de bu eklenir: Gizli belgeleri açıklamaktan...
Bunlardan bir kısmı affa uğradı amma geri kalanı Erim'e yeter... Yeter de artar
da...
Erim'in yaşaması bizim için de çok gerekli. 12
Martın o dehşetengiz günlerinde, biri çıkıp
- Erim üç dört yıl sonra bir gazetenin reklam
programında konuşacak... deseydi inanmazdık. Bizim anlatmak istediklerimizi,
Erim kendi ağzı ve kendi elleriyle yapıyor.
O yaşasın, herkes de görsün... Bir yargılansaydı,
suçu nasıl başkalarına atacaktı, bir de bunlara tanık olurduk.
12 Mart faşizmini cezaevi hücrelerinde geçirmiş
olanlar ellerine kalem alıp bu dönemi eleştirirlerse,
- Duygusallık yapıyorsun... diye suçlanıyorlar. Ben
de böyle suçlanıyorum arasıra. Eh duygusallık insanlara özgü... Erim'in 114
reklam programları yine duygusal yanımı etkiledi,
ismail Cem ve Mehmet Barlas, şöyle eli yüzü düzgün bir programa çıkar-salar
Erim'i.
içim parçalanıyor vallahi...
(Yeni Ortam, 21 Şubat 1975)
KUŞATMA...
Bugün de Trabzon'a doğru uzanalım ve Karadeniz
Teknik Üniversitesi dosyasına şöyle bir bakalım.
Haydi başlayalım...
Üniversitenin anlı şanlı bir rektörü vardı. Adı
Saffet, bir başka adı Rıza, soyadı da Alpar. Bu bir hanım profesördür. Bu hanım
profesör şimdi emekli olmuştur ve olur olmaz da "Başbuğ Türkeş'in
partisine kaydolmuştur." "Dokuz Işık" ilkesine yürekten
bağlıdır. Bu hanım profesör, istanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi Dekanıyken
bazı olaylara yol açmış, sonunda Trabzon'a gelerek üniversiteye rektör
olmuştur.
Bu hanım profesörü Karadeniz Teknik Üniversitesine
atayan, üniversitenin eski rektörü Ekrem Göksu'dur. Bu da çok
"muhterem" bir yurttaşımızdır. Göksu adı petrol sorunu ile ortaya
çıkmıştır. Göksu, açıklıkla ve kesinlikle, ülkemizdeki petrollerin yabancı
şirketler eliyle işletilmesini istemektedir. Fakat aynı zamanda
"milliyetçi"dir...
Ekrem Göksu'nun görev süresi dolunca, Saffet Rıza
Alpar, devrin Milli Eğitim Bakanı Sabahattin Özbek imzasıyla üniversite
rektörlüğüne getirilmiştir. Alpar gelir gelmez üniversite rektörlüğüne sekreter
olarak Korkmaz Açıkgöz'ü atadı. Korkmaz Açıkgöz, Milliyetçi Hareket Partisi
milletvekili adayların-dandı, ancak kazanamamıştı.
Bir Türkeşçi rektör...
Bir Türkeşçi sekreter...
Saffet Hanım, "ülküdaşı" Bahriye Yaramış'ın
üniversiteye fizik profesörü olarak atanmasını sağladı. Sağladı, ama bir de
Bayan Yaramış'ın oğlu Aydın Yaramış vardı. O ne yapacaktı.
Çare bulundu... Aydın Yaramış'ın üniversite giriş
sınavında gerekli puanı tutturamadığı söyleniyordu, ama herhalde yeterli ÇAĞIN
SUÇU 115 puan almış ki 9.1 1.1973 gün ve 18 sayılı Senato kararı ile
üniversitenin Kimya Bölümüne kaydını yaptırdı. Şimdi 80092 numaralı öğrenci
olarak öğrenimine devam etmektedir.
Acaba üniversite girişinde kaç puan almıştı? Bize
ne? Alan razı, veren razı... Saffet Rıza Alpar Hanımefendi, ülkücü öğrencilere
türlü olanaklar tanıdıktan sonra emekli oldu. Ülkücü öğrenciler, Alpar'ı, -
Bozkurt Alpar... diye gösterilerle uğurlamışlardı. Anlattığım gibi, Alpar
Türkeş'in partisine kaydoldu. Geçen aylarda Ankara'da Ülkü Ocakları bir büyük
gösteri düzenlediler. Alpar burada başkan seçildi.
Sonra da "parti müfettişi" olarak Trabzon'a gitti.
Hanımefendi Trabzon'a gelir gelmez olaylar da şladı.
Vali olayları önlemek için tedbirler aldı. Yurtlan bir süre için kapattı.
Jandarma birliklerinden yardım istendi. Alpar Hanımefendi otellerde kalmayı hiç
sevmez. Trabzon'a geldiğinde doğru üniversite lojmanlarına gider orada kalır.
Eski rektöre saygı gerekmez mi? Gerekir...
Üç hukukçu öğretim üyesi Ankara'dan ders vermek için
üniversiteye gelip gitmişlerdir. Bunlardan birincisi Doçent Fikret Eren'dir.
Ankara Hukuk Fakültesinde Medeni Hukuk Doçenti olan ve bugünlerde profesörlük
tezini hazırlamakta olan Doçent Eren, "Doçent Dr. Kurt Karaca"
imzasıyla "Milliyetçi Türkiye" adlı bir kitap yayımlamıştır. Bu kitap
ülkücü öğrencilerin el kitabıdır.
Öğretim üyelerinden ikincisi Doçent Seyfullah
Ediz'dir ve Doçent Eren'den sonra Karadeniz Teknik Üniversitesinde dersler
vermiştir. Bu öğretim üyesi de 12 Mart döneminde arkadaşları aleyhine
sıkıyönetim mahkemelerinde ifadeler vermiştir. Şimdi Orta Doğu Teknik
Üniversitesi Kamu Personeli Sendikası Hukuk Müşaviridir. Üçüncü öğretim üyesi
de Profesör Erol Cansel'dir. Cansel 12 Mart tarihinden önce devrimcilik adına
mangalda kül bırakmaz, düzenlenen bütün yürüyüşlere katılır, bütün forumlarda
konuşurdu. Bazı devrimci öğrenciler Erol Cansel'i dekan seçtirebilmek için
çalıştılar ve bu çabanın sonunda Cansel devrimci öğrencilerin desteğiyle Ankara
Hukuk Fakültesi Dekanlığına seçildi. Bir süre sonra 12 Mart gelip çattı...
Cansel bu kez 116 kendisini dekanlık seçimi için destekleyen öğrenciler başta
olmak üzere, sıkıyönetim mahkemeleri'nde sanıklar aleyhinde i-fadeler verdi.
Aynı günlerde "Ülkücü Öğretmenler Derneği" kongre başkanlığına getirildi.
Bunlar "uçan hocalar" dır. Çünkü uçakla
gelip ders vermekte ve on beş günde bir gelip 14 ders verip gitmektedirler. Her
ders için ödenen para 250 lira kadardır. Yol ücreti hariç...
Karadeniz Teknik Üniversitesinde üç asistan hukukçu
vardır. Bunlardan biri ünlü Askeri Savcı Abdülbaki Tuğ'un kardeşi Adnan
Tuğ'dur. Adnan Tuğ hukuk öğrenimine 1964 yılında istanbul'da başlamış ve dört
yıllık öğrenimi yedi yılda "orta" dereceyle tamamlayarak, Karadeniz
Teknik Üniversitesi öğretim kadrosuna alınmıştır. Tuğ'un fakülteye giriş tarihi
1964, çıkış tarihi ise 1971 'dir. Bir kez de yaş düzeltmesi yaptırmıştır her
nedense.
Evet bütün bunlar rastlantıdır. Doçent Fikret Eren,
Kurt Karaca adıyla kitap yazan ülkücüdür. Askeri Savcı Abdülbaki Tuğ'un en
yakın arkadaşıdır. Seyfullah Ediz, Fikret Eren'in iş ortağıdır. Erol Cansel bu
iki öğretim üyesinin en yakın dostudur ve Ülkücü Öğretmenler Derneği
yöneticisidir. Abdülbaki Tuğ'un kardeşi, bu üç öğretim üyesinin sırayla ders
verdikleri üniversitede asistandır. Seyfullah Ediz de, Erol Cansel de 12 Mart
döneminde askeri savcılarla yakın işbirliği yapmışlardır. Dayanışma dediğin
böyle olur...
(Yeni Ortam, 22 Şubat 1975) ŞARTLANMA...
TÖB-DER'in düzenlediği yasal toplantılara karşı
düzenlenen faşist ayaklanmanın yankıları sürüp durmaktadır. Üniversite ve yurt
baskıncısı, devrimci öğrenci avcısı Ülkü Ocakları örgütünün başbuğu, bütün olup
bitenleri unutulmuş sayarak, - Anarşiye karşı tedbir alınsın...
diyebilmektedir.
Birlikte düşünelim... Devrimci öğrencilere saldıran
kim? Komando kampları açıp gençleri silahlı eğitimden geçiren Milliyetçi
Hareket Partisi militanları... ÇAĞIN SUÇU 117 Güneydoğu illerimizde
"Alevi-Sünni" ayrımı gözeterek mezhepçilik yapanlar kim? Yıllarca din
sömürücülüğü yapan gerici çevreler...
Ülkenin ekonomik gerçeklerini unutturmak için
"ırkçı" düşüncelerle "ırk ayrımı" yapanlar kim? Irkçılar,
Turancılar, kafatasçılar...
Ülkemizde bir iç savaş çıkarmak için sokaklara
afişler asıp gazetelerde yazılar yayımlayanlar kim? Yine bunlar...
Şimdi bütün bu gerçekler altüst edilerek, anarşinin
yükü devrimcilere yükletilmek isteniyor. Bu, bir bakıma 12 Mart şartlanmasıdır.
- Solcular gemi batırmışlar ve Kültür Sarayını
yakmışlardır... gibi yalan kampanyası, bu son olaylarda bile utanılmadan
kullanılmaktadır. Kültür Sarayının yakıldığı, Marmara Vapurunun batırıldığı
gerekçeleriyle birtakım insanlar gözaltına alınıp tutuklanmış ve idam istemiyle
yargılanmışlardı. Sanıklar kontrgerilla örgütünce işkence yöntemleriyle alınan
ifadelerinde,
- Evet hepsini biz yaptık,., demişler, ancak
mahkemelerde özgür iradeleriyle ifade verince, bütün bunların yalan olduğu
anlaşılmış ve sanıklar beraat etmişlerdi. Sadece bu iki dava bile 12 Mart
döneminin işkence yöntemleriyle ifadeler aldığını ve de bu ifadeleri baskı
dönemini sürdürmek için kullandığını kanıtlamaktadır.
Utanma olmayınca, bütün bunları her gün yüzlerine
çarp-san yine de kılları kıpırdamaz bu beylerin.
Bir de bunun tersini düşünün... Solcular, sağcıların
düzenlediği toplantıları bassalar ve bazı partilerin binalarına saldırsa-lardı...
Siz o zaman seyrederdiniz gürültüyü.,. Milliyetçi
Cephe, hep birlikte bu illerimizde sıkıyönetim ilanını ister, bu arada bizler,
birer ikişer, - Anarşinin asıl teşvikçisi bunlardır... denilerek, Mamak ve
Selimiye Cezaevlerine kilitlenir, üstelik savunduğumuz Anayasanın ihlalinden
sanık olarak yargılanırdık.
Çok partili düzenimizin hukuk anlayışı böyle:
isterseniz beğenin isterseniz kızın. Sağcılar suç işlerse unutturulur ve
üstelik övülür; solcular için suçlar yaratılır; yoksa oluşturulur, işkence yapılır.
Elaltından basına sahte belgeler verilir.
Devletin valisi saldırganların karşısında çaresiz
kalıp 118
- Ben de Müslümanım... diyerek "tekbir"
getiriyor. Devletin emniyet müdürleri, polisleri yaralanıyor. Partilerin
binalarına saldırılıyor. Bunun adı "anarşidir" işte.
Milliyetçi Cephe alkışlıyor bütün bunları. Hani
düzen anlayışınız? Yok, unutmuşlardır...
Türk Ceza Yasasını şöyle bir karıştırın,
göreceksiniz; Irk e-sasına dayalı örgütü kuranlar bunlar. Yağmacılar bunlar.
Katiller bunlar. Toplumu suç işlemeye tahrik ve teşvik edenler, suç cilan
eylemleri övenler bunlar... Ceza Yasasının birçok satırında sırıtıp durmaktadır
bu saldırganlar...
Fakat öylesine bir şartlanma içindeyiz ki, bütün
bunlar bir yana itilir: - Bölücülük, kışkırtıcılık, komünistlik... gibi
tekerlemelerle suç dönüp dolaşıp devrimcilerin üzerine yükletilir.
Gerçek bölücüler bunlardır: Irk ayrımı, mezhep
ayrımı, sınıf ayrımı gözeten ve üstelik "şiddet yöntemleri"
kullananlar da bunlardır.
Önce bu şartlanmayı yıkalım. Usta hırsızlar, ev sahiplerini
bastırmadan ama... (Yeni Ortam, 24 Şubat 1975)
NELER OLABİLİR?..
Siyasal olaylar büyük bir hızla gelişmektedir.
Gelişen olaylarla birlikte bir gerçek de artık iyiden iyiye anlaşılmış
bulunuyor. Erken seçim bütün kaçınılmaz koşullarıyla ortadadır artık.
14 Ekim 1973 seçimlerine CHP, solun bütün
kesimlerince desteklenmiştir. Şüphesiz bu desteğin çok büyük bir yararı
olmuştur. Aradan geçen zaman içinde, CHP dışındaki solcuların yeni bir arayış
içinde oldukları da görülüyor. Ecevit'in solundaki "boşluğu"
doldurmak isteyen solcular, sosyalist eğilimli sol partiler kurarak siyasal
hayata girmişlerdir. Önce Türkiye Sosyalist işçi Partisi, sonra Vatan Partisi,
daha sonra Emekçi Partisi kurulmuştur. Anayasa Mahkemesince kapatılan Türkiye
işçi Partisinin eski Genel Başkanı Behice Boran da bugünlerde bir başka
sosyalist partinin kuruluş çalışmalarını tamamlamaktadır. Böylece şimdilik dört
sosyalist parti, CHP dışında, sosya- ÇAĞIN SUÇU I 19
list oyları paylaşma yarışına gireceklerdir.
Ülkemizde çağdaş anlamda bir "burjuva demokrasisi" yaşatılacaksa, bir
sosyalist partinin varlığı gerekli temel koşullardan sayılmalıdır.
Bu sosyalist partiler, yapılacak erken seçime
katılabilirler mi? Bu partilerden sadece Türkiye Sosyalist işçi Partisi uzun
süreden beri çalışmalar yaptığı için, belki Siyasal Partiler Yasasının
öngördüğü örgütlenme zorunluluğunu yerine
getirebilecektir. Öteki partilerin bu koşulu kısa
sürede tamamlamaları biraz güç gözükmektedir.
Fakat ne olursa olsun, CHP dışındaki oyların bir
kısmı 14 Ekim seçimlerinde olduğu gibi CHP için kullanılmayacaktır. Bu arada
Birlik Partisinin varlığını da göz önünde tutarsak, sol oyların tümüyle CHP'ye
gitmeyeceğini söylemek falcılık sayılmamalıdır. Önümüzdeki seçimlerde CHP'nin
tek başına iktidara gelmesi, ülkemizde yaşatılmak istenen demokrasi için bizce
de zorunludur amma, şimdilik konumuz, bugünkü oluşumları olduğu gibi
değerlendirmektir. CHP sol oyları "çantada keklik" saymamalıdır.
Yapılacak ilk seçimde, sol oylar bir ölçüde bölünecektir. Bunun sorumluluğunu
kime yüklerseniz yükleyin, bu bölünme bir bakıma kaçınılmaz bir zorunluluk
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sol bölünürken sağ ne yapmaktadır? Sağ partiler bir
başka oyunun içindedir. Bu oyun şimdilik bütün çıplaklığıyla gözler önündedir.
Adalet Partisi gün geçtikçe yitirdiği saygınlığını "Milliyetçi Cephe"
adlı yapay birleşim formülü ile gizlemeye ve bu birleşimden mümkün olan kârla
çıkmayı tasarlamaktadır. Adalet Partisi ve bu partinin iki yılda hem zarar edip
hem de milyoner olmasını beceren liderinin yeni hesapları vardır. Bu hesap,
şimdilik herkese ters gelse bile, Adalet Partisi adına izlenmesi en uygun
"taktik" ve "strateji" olarak belirmektedir.
Bu hesap nedir acaba? Daha doğrusu, nasıl bir hesap
De-mirel'in çıkarlarına uygun düşmektedir? Önce bazı "varsayımlardan"
hareket edelim: Necmettin Erbakan bir eski Adalet Partilidir. Milli Selamet
Partisinin şimdiki ileri gelenleri, Demirel yönetiminin bürokratlarıdır. Bu
parti, AP'nin tabanından oy çalmıştır. Milli Selamet Partisi kapatılırsa,
çalınan oylar yeniden AP için kullanılacaktır. Bu parti, 12 Mart 1971'den önce
"Milli Nizam Partisi" olarak siyasal hayata atılmış ancak Anayasa
Mahkemesince temelli 120 kapatılmıştır. Bugün, Milli Selamet Partisinin
kapatılması için, düne göre bin neden daha vardır. Fakat parti kapatma kararı,
hukuksal olmaktan çok siyasal koşullara bağlıdır. Bunu bilen Demirel seçim
kampanyalarında, - Muvazaa partileri kurulmuştur... diye Erbakan'ı savcılara
ihbar etmeyi hiç ihmal etmemişti. TÖB-DER toplantılarına karşı planlanan gerici
ayaklanmasının, Milli Selamet Partisinin seçim bölgelerinde ortaya çıkması ve
bu olaylarda "Alevi-Sünni" "Türk-Kürt" ayrımlarının
zorlanması, sanırız devletin bazı güvenlik organlarının da dikkatinden
kaçmamıştır. Önümüzdeki günlerde, Milli Selamet Partisinin kapatılması için
Anayasa Mahkemesine dava açılırsa, bu hiç kimse için şaşırtıcı olmamalıdır. Bu
parti kapatılırsa, sağ oylar büyük ölçüde Adalet Partisine gidecektir.
Demirel'in de beklediği budur şimdilik. Hele, bu kapatma işlemi, Türkeş'in
"terörist" partisini de kaparsa o zaman, sağ oyların sahibi iyice
belli olacaktır.
Adalet Partisinin bundan başka çıkar yolu
kalmamıştır. Erken seçime bugünkü siyasal partilerle girilirse, sağ oylar
parçalanacak, bugün sahip olduğu sandalyeleri de elinden kaçıracaktır. Şimdi
Demirel için tek çıkar yol, ne yapıp yapıp ülkeyi bir "anarşi"
ortamına itmek ve bunun sonucunda da "Milliyetçi Cephe"nin bazı
partilerini kapattırıp sağın oylarına sahip çıkmaktır. Demirel bu konuda
"tecrübesiz" ve "başarısız" sayılmaz. 12 Mart 1971 tarihinde
kendisi "cumhuriyetin geleceğini ağır bir tehlikeye düşürmek" suçunun
ağırlığıyla iktidardan u-zaklaştıktan sonra Gürlerlerin, Baturların eliyle,
bütün siyasal isteklerini gerçekleştirmişti. Şimdi de benzer bir çalışmanın
i-çinde olması mümkündür. 1975'in Şubatında sorun böyle görünüyor başkentten...
(Yeni Ortam, 25 Şubat 1975)
DENKLEM...
Başbakan Irmak, Erzincan olayları konusunda şöyle
düşünmektedir: - Birkaç kişi kavga ediyordu. Birdenbire caddede on-binlerce
kişi toplandı. Bazı sinemalara saldırdı. Bir öğrenci öl- ÇAĞIN SUÇU 121
dürüldü. Polisler yaralandı. Hükümet duruma müdahale edince, güvenlik sağlandı.
Irmak, benzer olaylarda da aşağı yukarı böyle konuşmaktadır. Oysa Anadolu'da
özellikle, "Alevi" ve "Sünni" yurttaşlarımızın bir arada
yaşadıkları bölgelerde, son haftalarda tam bir silahlı ayaklanma sürdürülmekte
ve devlet bir gerici
azınlığın ellerine terk edilmektedir.
"Milliyetçi Cephe" etiketli sermaye karargâhı, elinden geldiği kadar
bu çatışmaları körüklemekte, hukukça bir tanımla açıklarsak, suçu
"tahrik" ve "teşvik" etmektedir.
Olaylar, küçük bir "zabıta vakası"
değildir. 14 Ekim seçimlerinden sonra bilinçlenen ve güçlenen halk yığınlarının
uyanışından ürken sermaye çevreleri, gerici azınlığı kışkırtarak, demokratik
sistemin işlerliği ve etkinliğini şüpheye düşürmek, bundan sonra da kanlı bir
diktaya yol açmak için gece gündüz çalışmaktadır.
12 Mart 1971 tarihinden önce devletin bazı güvenlik
yetkililerince korunan ve 12 Mart 1971 tarihinden sonra da bu işbirliği sonucu
bazı askeri savcılarla "eylem birliği" içinde çalışan Ülkü Ocakları
adlı sağ "terörist örgüt" ve bunların "akıl hocası" bazı
öğretim üyeleri, gerek sağ basında gerekse kapalı kapılar ardında yeni
"taktik" ve "stratejiler" saptamış ve uygulama aşamasına
sokmuşlardır. "Kontrgerilla" adlı gizli örgütte çalışanlarla
"Ülkü Ocakları" arasındaki örgütsel bağlantı ortaya çıkarılmadan son
anarşik olayları da anlamaya pek olanak yoktur. Eylem alanı, şimdi ırkçılardan
ümmetçilere doğru genişlemiş ve Milliyetçi Cephe desteğiyle bir "terörist
saldırganlar örgütü" oluşturulmuştur.
Irmak, bu gerçekleri araştırmaya hiç de gönüllü
değildir. Nasıl olsun ki! Hükümetinin yarısı, Milliyetçi Cephenin bir
partisinin bakanlarıyla doldurulmuştur. Sorarsanız,
- Ben güvenoyu almamış bir hükümetin başkanıyım...
der. Fakat, iş 12 Mart artıklarına bol ücretli yönetim kurulu üyeliğine
gelince, bunu hiç hatırlamaz. Şunlara bakın siz: Ülkücü Öğretmenler Derneği
adına, bir Ziraat Fakültesi Profesörü çıkıp
- Halkın tepkisi meşrudur... diye TRT ekranlarından
suç kışkırtıcılığı yapar. Türk Ceza Yasasının 312'nci maddesine giren suçu
cumhuriyet savcıları görmez nedense!
122
"Ortadoğu" adlı bir gazete, her gün bir
"31 Mart" ayaklanması hazırlar. Hacıeminoğlu adlı bir öğretim üyesi;
bu gazetede,
- Halk meşru müdafaadadır... diyebilir. Türk Ceza
Yasasının 311 ve 312'nci maddesine girer suçu. Hiç kimse karışmaz!
27 Mayıs spikeri, 21 Mayıs muhbiri, 12 Mart galibi
Albay Türkeş,
- Biz adam öldürmek istesek, sıra işçi Hüseyin'e
gelmez... yollu, "merdi kıptı" örneği "şecaat" arz eder.
Kimse sesini çıkaramaz!
Devlet adım adım bir silahlı çeteye teslim edilmek
istenmektedir. Devletin valilerine saldırmadılar mı? Saldırdılar. Devletin
polisini yaralamadılar mı? Yaraladılar. Sokak ortasında a-dam öldürmediler mi?
Öldürdüler. Yağma yapmadılar mı? Yaptılar.
Ve bütün bunlar "devleti koruma"
gerekçesiyle yapıldı... Üstelik her gün bir yeni 31 Mart yaratılıyor. Yapanlar
belli,.. Kışkırtanlar belli... Destekleyenler belli...
Bu suskunluktan cesaret alan saldırganlar yarın
büyük suikastlara da girişebilirler, ilerici siyasetçiler, yazarlar da bu
teröristlerin kurşunlarına hedef olabilir. Toplum her gün bir büyük kargaşanın
içine bilinerek ve istenerek itilmektedir.
"iktidar boşluğu", bu boşluktan güç alan
"anarşi" ve "terör", bundan sonra da bir "faşist
darbe..." Gündemdeki "denklem" budur şimdi.
Buna karşı, bütün devrimcilerin, bilinçli bir
soğukkanlılıkla gelişmeleri izlemeleri gerekmektedir. Bu bir "sinme"
sayılmamalıdır. Devrimcilik, her an "eylem" içinde olmak değildir.
Ö-nemli olan, yığınlarla ilgi kurabilecek eylem türünü ve bu eylemin zamanını
saptayabilmektedir, Güç günler, sabır ve soğukkanlılık ister...
(Yeni Ortam, 26 Şubat /97J)
SANSÜR
"Ölümsüz", Yunan yazarı Vasilli
Vassilikos'un bütün dünya dillerine çevrilen romanının adıdır. Romanda, solcu
EDA par- ÇAĞIN SUÇU 123
tisi milletvekillerinden Lambrakis'in Selanik'te
Yunan gizli istihbarat örgütlerince öldürülmesi olayı ele alınmıştır.
Yaşanmış bir olaydır bu. Roman, filme alınmış ve
bütün dünya sinemalarında gösterilmiştir. Filmin çevrildiği günlerde
Yunanistan'da CIA bordrosundan maaş aldığı saptanan Albay Papadapulos yönetimi
hüküm sürmekteydi.
Film Yunaistan'a sokulmadı. Atina'da albaylar
yönetimi yıkılıp yerine Karamanlis yönetimi geçince film bütün Yunan
sinemalarında oynatılmaya başlandı. Aynı günlerde Türkiye'de 1939 tarihli bir
"nizamnameye" göre toplanan "Sansür Komisyonu" filmin
gösterilmesini yasakladı.
Kıbrıs olayları sonunda Atina'ya demokrasi
götürmüştük. Anlaşılan, o kadar fazla götürdük ki, geriye bize özgürlük kalmamıştı.
Yunanistan'ı konu alan, albaylar yönetimince yasaklanan film, Türkiye'de
oynatılmıyordu. Atina sinemalarında rahat rahat oynanan bir film, Türkiye'de
"zararlı" bulunmaktaydı.
Oysa, bu filmin romanı, yıllardır Türkiye'de hiçbir
yasal engelle karşılaşmadan satılabildi. Erimsel-Melensel dönemin askeri
savcıları bile "Ölümsüz" romanını kara listeye almadı. Ünlü Askeri
Savcı Abdülbaki Tuğ bile bu kitabın yakılmasına karar vermedi!..
Fakat, Sansür Komisyonunun pek sayın üyeleri, -
Olmaaaaz... diyorlar... Türk halkı bu filmi göremez... Yunanistan'da olup
bitenleri bütün dünyaya "teşhir" eden film, Türk Sansür Komisyonunca
yasaklanıyor. Kim adına, ne hakla, hangi gerekçeyle?!..
Doğal ki yasal dayanağı var bu işin. Sansür
Nizamnamesi 1939 tarihlidir. Bu nizamname, "Polis Vazife ve Salahiyetleri
Kanunu"na dayanılarak çıkarılmıştır. Otuz altı yıldır bu tüzük (nizamname,
Türkçe tüzük demektir. Tüzükleri de Bakanlar Kurulu çıkarır) uygulanmakta ve
birçok değerli yapıt Türk halkından gizlenmektedir. Tüzüğün 7'nci maddesinde
sansür nedenleri şöyle sıralanmaktadır: a- Herhangi bir devletin siyasi
propagandasını yapan, b-Herhangi bir ırk veya devleti tezyif eden, c- Dost
devlet ve milletlerin hislerini rencide eden, d- Din propagandası yapan, e-
Milli rejime aykırı siyasi, iktisadi ve içtimai ideoloji propagandası yapan, f-
Umumi terbiyeye ve ahlaka ve milli duygularımıza mugayir olan, g- Askerlik
şeref ve haysiyetini kıran ve 124 askerlik aleyhine propaganda yapan, h-
Memleket inzibat ve emniyeti bakımından zararlı olan, i- Cürüm işlemeye tahrik
e-den, j- İçinde Türkiye aleyhine propaganda vasıtası olacak sahneler bulunan
senaryoların çevrilmesine ve nasılsa çevrilmiş olanların gösterilmesine müsaade
olunamaz...
"Sansür Nizamnamesi", filmlerin belirli
komisyonlarca inceleneceğini hüküm altına almıştır. Bu komisyonlar da ikiye
ayrılmaktadır, "il Komisyonları" Ankara ve istanbul'dadır. Fuar
mevsiminde bir de izmir'de komisyon toplanmaktadır, il komisyonları beşer
kişiden oluşur. Milli Eğitim Bakanlığından bir, içişleri Bakanlığından iki,
Turizm ve Tanıtma Bakanlığından bir, ayrıca komisyonun toplandığı ilin emniyet
örgütünden bir müdür komisyon toplantılarına katılır. Ayrıca Genelkurmay
Başkanlığı, askerlikle ilgili filmlerde bir temsilci gönderir.
"Merkez Kontrol Komisyonu" da beş
kişiliktir. Komisyonun üyeleri, içişleri Bakanının, biri Emniyet Genel
Müdürlüğünden olmak üzere seçeceği iki kişi ile Turizm ve Tanıtma Bakanlığı ve
Milli Eğitim Bakanlığından gelen birer temsilciyle, Genelkurmay temsilcisinden
oluşur. Merkez Kontrol Komisyonu, il Komisyonları kararlarını ikinci kez
incelemekle görevlendirilmiştir. Bu iki komisyon da bir filmin yasaklanmasına
karar ver-mişlerse, artık Danıştaya başvurmaktan başka çare kalmamaktadır.
Bunların dışında bir de içişleri Bakanının sansür
yetkisi öngörülmektedir. Bu iki komisyonun verdikleri izne rağmen içişleri
Bakanı istediği filmi yasaklayabilir.
Türkiye işçi Partisi, Sansür Nizamnamesinin
dayandığı "Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasasının" 6'ncı maddesinin
iptali için Anayasa Mahkemesine dava açmışsa da, Anayasa Mahkemesi 8.7.1963
tarihli karan ile yasanın Anayasaya aykırı olmadığına karar vermiştir.
Bu durumda, Parlamento içinde bir yasal çalışma
yapıldıktan sonra demokratik ve ilerici eğilimli bir hükümetten bu nizamnamenin
değiştirilmesini, ya da bu konunun yepyeni bir yasa ile düzenlenmesini
istemekten başka bir olanağımız kalmamaktadır.
Gelelim "Ölümsüz" filmine...
Yukarıda bir filmin hangi gerçeklerle
yasaklanacağını anlattık. Yunanistan'da bir siyasal suikastı ele alan konu
acaba nizamnamenin hangi hükmüne aykırı bulunmuştur?
ÇAĞIN SUÇU 125
Herhangi bir devletin siyasal propagandası mı?
Öyleyse buyursunlar Amerikan filmlerine baksınlar! Herhangi bir ırkı ve devleti
tezyif mi etmiştir film? Yunaistan'da oynatılan filmin E-len ırkına hakaret
ettiği mi düşünülmektedir? Yunan gizli örgütünün kiralık katillerle adam
öldürmesi "milli rejime" aykırı mı bulunmuştur? Askerlik şeref ve
haysiyetine mi aykırı görülmüştür?
Yoksa, benzer olaylar arasındaki çağrışımlardan mı
korkul-muştur? Bir benzer yanımız mı vardı Yunanistan'la?..
(Yeni Ortam, 27 Şubat 1975)
SÖZ MECLİSTEN DIŞARI...
Geçenlerde televizyonda, Orsan Öymen arkadaşımızın
ilginç bir programını izledik. Orsan, "Söz Meclisten Dışarı" adını
taktığı programda siyasetçilerin özel yaşantılarını ele alıyor. Çeşitli
partilerin ileri gelenlerini televizyon ekranında karşılaştırıyor. Araya
sanatçılar da giriyor. Siyasetçilere sorular soruluyor.
Gerçi, televizyonda ilginç programlar yapmak Örsan'a
pek yaramıyor amma, biz yine de bu programların devamını dileyelim okuyucular
adına. Bilirsiniz, Orsan 12 Marttan önce de böyle güzel programlar düzenlerdi.
Sonra, - Mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır... örneğinde olduğu gibi bu
başarılı programcı da kapı dışarı atılıvermişti.
Hatırlarsınız, o günlerde, "bir gece
ansızın" Musa Öğün adlı bir general TRT Genel Müdürlüğüne oturmuş, Örsan'a
da,
- Hayırlı yolculuklar kardeşim... deyivermişti.
Yani, Mart pek hayırlı değil Orsan için amma, haydi hayırlısı yine de!
Neyse benim amacım, Örsan'a bu köşeden bazı öneriler
sunmaktır. Bundan sonraki programa Süleyman Demirel'i çıka-racakmış.
Bakın bu program çok ilginç olur... Önce Demirel'e
"pinpon" oynatsın Orsan.
Sonra da Türk müziği söyletsin. Örneğin:
"Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime...
126
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime..."
şarkısı Demirel'e çok uygun gelir. Programın bir özelliği de, günlük siyasetten
hiç söz etmemektir, işte bunun için Demirel'e, - Nasıl zengin oldunuz?., gibi
sorular da sorulabilir. Demirel; açıkyürekle,
- Zengin olmanın türlü çeşitli yolları vardır.
Kanunlar zengin olmaya mani mi?.. Değil. Ben de çalışmış mıyım?.. Çalışmışım.
Devlet kredi vermiş mi?.. Vermiş. Zengin olmak suç mu?., diye sorar ve konu
böylece açılır. Sonra da, - Ben bir küçük çobandım. Top oynadım acıktım, Yerde
buldum bir erik. Ektim onu toprağa. Tohum ağaç oldu. Ağaç meyve verdi. Babam
meyveleri sattı. Bize iki buçuk milyon verdi... der ve ekler:
- iki yıl müteahhitlik yaptım. 750 bin lira zarar
ettim. Defterimde kayıtlıdır. Partim kıratlıdır. Bütün işlerim ayarlıdır...
Orsan araya girip sormalı:
- Boş zamanlarınızda ne yaparsınız?
- Müteahhitlik yaparım... diye cevap alır herhalde,
Demirel'den sonra, ekranlarda büyük bir özlemle beklenen siyasetçi hiç
şüphesiz, Ortadoğu ve Balkanların en büyük devlet adamı, ünlü düşünür, büyük
sanatçı Cevdet Sunay'dır. Sunay da ekrana çıkmalıdır...Orsan konuyu yavaş yavaş
açmalı ve...
- Efendim sizi istanbul Teşvikiye Büyükçiftlik
sokakta aradık. Biraz hava almaya çıktı. Şöyle "yeşilliklerde bir dolaşıp
gelecek" dediler. Nihayet bulduk... diye sormalı Sunay'a.
- Oturduğunuz sokağın adı neden Büyükçiftlik
sokak?., diye sorular sormalı Orsan. Sunay da anlatmalı.
Sonra başka konulara geçmeli... Sunay'a Türk ve
dünya e-debiyatı ile ilgili sorular sormalı ve bu konuşma "erovizyon"
kanalı ile bütün dünya televizyonlarına verilmelidir.
Erbakan'ın programı da çok ilgi çeker galiba,
Necmettin Efendinin programa katıldığı gün Orsan, Ankara'da Sarmanpa-zan'ndan
"gülsuyu" alıp stüdyoya dökmelidir. - Sayın Erbakan boş
zamanlarınızda ne yaparsınız?
- Üç kulhüvallah bir elham okurum... der sonra
"Nisa suresinden" bir parça okur galiba. Bunun için birkaç camiden de
hafızlar alıp onlara da sorular sordurmalı. ÇAĞIN SUÇU 127
- Motor alırım, Suudi Arabistan'a satarım. Ondan
petrol a-lırım, başkasına satarım. Renksizlere renk, dinsizlere din veririm.
Allah kabul etsin. Amin. Elemtere fış kem gözlere şiş...
Diyeceksiniz ki, bu kadar siyasetçi programa
katılırsa, reklam programlarına yer kalmaz.
Onun da bir kolayı var... Programın arasında
"kuvvetli ve i-nandırıcı" yönetimin Atatürkçü Başbakanı çıkar ve
konserve reklamı gibi, - Okuyun beni. Belgeler bendedir... der ve böylece Nihat
Erim'i de görmüş olursunuz. Üstelik reklam programı da kaçı-nlmamış olur.
Aman Orsan, gözünü seveyim yap şu programı...
(yeni Ortam, 28 Şubat 1975) ÜS MÜ, TESİS Mİ?
Amerika Gizli Haber Alma Örgütü ClA'nın eski
başkanlarından şimdiki Savunma Bakanı James Schlesinger televizyonda yaptığı
konuşmada, - Türkiye'deki askeri tesislerin kaybı bize çok pahalıya mal
olacaktır. Bunlar kapanırsa Savunma Bakanlığının haber alma imkânları
daralacaktır... demiştir. Amerikan Savunma Bakanının bu konuşmasına bir
"mim" koyarak "Dışişleri Belleteni" adıyla yayımlanan resmi
yayın organında, eski Başbakanlardan Süleyman Demirel'in bir konuşmasını
aktaralım. Belleten'in I9'uncu sayısının 79'uncu sayfasında, Demirel'in 3 Nisan
1966 tarihinde yapmış olduğu basın toplantısında söylediklerine bir göz atalım:
- Türkiye'de yabancı devletlere ait üsler mevcut değildir. Türkiye'de NATO
anlaşması ve ikili anlaşmalar gereğince savunma maksatlarına matuf tesisler
vardır. Üs ile tesisi birbirinden ayırmak lazımdır...
Demirel'in, - Savunma maksadına mahsus tesisler...
olarak tanımladığı bölgeler, Amerikan Savunma Bakanlığının emir ve komutası
altındaki Amerikan üsleridir. Bu üslere, Türk askeri giremez. Bu üslere,
orgeneral rütbesi taşıyan Türk yetkilileri de gire- 128
I mez. Türk
Genelkurmayının denetleyemediği askeri üsler, hangi ortak
savunmanın tesisleri sayılabilir!?..
Siyasal hayata, Amerikan Morrison firmasının
temsilciliğinden istifade ederek atılan, seçim kampanyalarında Amerikan Devlet
Başkanı Johnson'la çektirdiği fotoğrafları dağıtan Bay Demirel, - Türkiye'de
yabancı devletlere ait üsler mevcut değildir... diyebiliyor; ama Amerika
Savunma Bakanı, - Bunlar kapanırsa Savunma Bakanlığının haber alma imkânları
daralır... diyor. Gerçek işte böyle en açık biçimde "sahiplerinin
sesinden" bütün dünya kamuoyuna açıklanırken, bizler Türk yurttaşları
olarak eski Başbakandan bu gerçekleri neden gizleme gereği duyduğunu
açıklamasını isteme hakkına sahip değil miyiz?
Üs yokmuş, tesis varmış...
Demirel'in bu sözlerini de, kendi Dışişleri Bakanı
ihsan Sabri Çağlayangil, 6 Haziran 1967 günü Senatoda yaptığı konuşmada şöyle
yalanlamıştır: - Bunlar müşterek üs ve tesislerdir. Ve Türkiye'nin iradesi
dışında ve Türkiye'nin menfaatleri, ile politikası ile bağdaşmayacak şekilde
kullanılmaları asla mevzubahis değildir...
Bu askeri bölgelerin adı "üs" olsa ne
olacak "tesis" olsa ne olacak?!.. Önemli olan bu askeri bölgelere
kimin komuta ettiğidir. Fakat Demirel bu iki kelimeden yararlanarak, Amerikan
Savunma Bakanlığına ayrıcalıklar tanınmadığına herkesi inandırmak istiyor
aklınca...
Doğan Avcıoğlu "Milli Kurtuluş Tarihi"
adlı yapıtında, Türk-Amerikan ilişkilerini birinci elden kaynaklara inerek tek
tek inceliyor. Üç ciltlik incelemeyi okuyunca Ulusal Kurtuluş Savaşımızdan
sonra nasıl adım adım emperyalizmin pençesine teslim edildiğimizi belgeleriyle
öğreniyorsunuz. Avcıoğlu anlatıyor
- Türkiye'nin Kore yiğitliği ABD'nin kararını pek
etkilemese de ABD Genelkurmayının "Türkiye'de üslere muhtacız"
yargısı çok etkiler... Daha 1948 yılında Genelkurmay Başkanı General Bradley,
- Karşı darbeler indirmemiz için, sahip
bulunmadığımız üslere ihtiyacımız var. Hatta ittifaklarımız, her şeyden önce
bize ÇAĞIN SUÇU 129
sağlayacakları hava üsleriyle haklı görülebilir...
der. 12 Nisan 1948'de Ordu Bakanı Kenneth Royal "Topraklarımız yakınında
üs kabul etmeyiz ama, düşman topraklarına yakın yerlerde üs isteriz" diye
konuşur...
Bu konuda yine Avcıoğlu'nu dinleyelim:
- ABD, Ortadoğu ve dünya çapındaki çıkarları
yüzünden incirlik Üssünü elinde tutmaya, kesinlikle kararlı görünmektedir.
Apdi ipekçi Washington'da Pentagon yetkilileriyle bu
konuyu konuşur: ipekçi - Örneğin incirlik Üssünden çekilseniz ne olur?
Pentagon - Bizim için felaket olur...
Bu konuda belge ve bilgi çoktur. Bunları teker teker
buraya aktarmadan soralım yine de,
- Türkiye'deki Amerikan üsleri kimin emir ve
komutasın-dadır ve bu üsler Türkiye'nin kontrolünde değilse neden yıllarca bu
gerçek Adalet Partisi Genel Başkanı Demirel tarafından ısrarla gizlenmiştir?
Türk milliyetçiliği, ulusal sınırlar içinde yaşayan
tüm yurttaşların insan onuruna yaraşır yaşam düzeyine kavuşmalarını ve ülkenin
yeraltı ve yerüstü kaynaklarının devlet eliyle Türk halkı adına işletilmesini
ve ülkenin savunmasının öz kaynaklarımıza dayanılarak yapılmasını gerektirir.
Amerikan üslerini savunmanın
"milliyetçilik" ile ilgisini açıklayacak bir "babayiğit"
var mı bu Milliyetçi Cephede?..
(Yeni Ortam, I Mart 1975)
ŞU BELGEYE BAKIN...
1962 yılında, Milli istihbarat Teşkilatı Müsteşarı
Korgeneral Fuat Doğu, Kayseri cezaevinde mahkûmiyet günlerini geçirmekte olan
Demokrat Parti eski milletvekillerinden birinden ilginç bir mektup aldı. Mektup
şöyle başlıyordu:
- Muhterem Efendim. Şifahi görüşmemizde mutabık
kaldığımız veçhile fikirlerimizi yazılı olara arz ediyorum. Şahsım hakkında kafi
malumat sahibi bulunulduğu düşüncesiyle kendimden bahsetmeyi zait
addetmekteyim. Ancak 25 seneyi 130
bulan gazetecilik hayatımda ve demokratik rejim
tatbikatından beri siyasi hayatımda, memleket ve millet menfaatlerini ön planda
mütalaa ettiğimi ve bu yolda açık veya gizli hiçbir faaliyetten geri
durmadığımı herkesten evvel servisin bildiği kanaatini taşımaktayım...
Görüldüğü gibi bu eski milletvekili, 25 yıllık
gazetecilik hayatında bazı "gizli" çalışmalar yaptığını bunun da
Milli istihbarat Örgütünce bilindiğini anlatmakta ve
- Düşünce ve kanaatlerimin kaynağı bu olunca da
yeniden neşriyat hayatına başlamadan önce müşahedelerimi ve neşrini düşündüğüm
gazeteme vereceğim istikametleri hülasa olarak bildirmekte faide mütalaa
ediyorum... diyerek, cezaevinden çıkar çıkmaz yayımlamayı düşündüğü günlük
gazete için Milli istihbarat Örgütünün yardımını istemektedir. DP milletvekili
devam ediyor: - Zira öteden beri "servis"e karşı yaptığımı
zannettiğim hizmetlere yenilerini ilave etmek imkânını bulduğum takdirde geçen
çeyrek asırlık mesleki tecrübemle, politikanın hazin sonu ve Yassıada
mahkûmiyetinin verdiği gerçekçi düşünce ve kanaatlerin mahsulü olan fikir
istikametimin milli menfaatlere hizmet yolunda faideli olacağına kani
bulunuyorum...
Eski milletvekili, mektubunda birlikte mahkûm olduğu
Demokrat Partili milletvekillerini Milli istihbarat Örgütü Müsteşarına şikâyet
ettikten sonra, - Bir yanda maddi ve manevi yaralar almış insanların üzerinde
yapılagelmekte olan siyasi spekülasyonların, bende de sosyal adalet sloganı
ardına gizlenmiş
komünizm faaliyetinin... arttığını söyleyerek
kendisine mali yardım yapılarak bir gazete çıkarmasının sağlanmasını
istemektedir. Eski milletvekili, - Propaganda hissi vermeden devamlı
aydınlatıcı antiko-münist neşriyat yapmak. Komünizm tehdidi karşısında iş
sahiplerini ve vatandaşları bir "cephe" halinde toplamak yolunda
makale ve aydınlatıcı yazılar... Bu yolda çalışmak üzere mutemet gazeteci
arkadaşlar seçerek komünizm hareketlerini yakından takip imkânı bulmak... gibi
"hizmetler" karşılığında Milli istihbarat Örgütünden para yardımı
istemektedir. Eski milletvekili, mektubunda "Kürtçülük" sorununa da
değinerek, - Hatırlarda olduğu üzere, 1958 yılında Paris'te tesadüfen
tanıştığım Kâmuran Bedirhani'den NATO yetkilileri kademe- ÇAĞIN SUÇU 131
sindeki 1957 toplantısı münasebetiyle gelen o zaman
ki Birleşik Amerika Dışişleri Bakanı Foster Dallas'a Kürt meselesine dair uzun
bir muhtıra verdiğini ve bir mülakat temin ederek uzun müddet görüştüğünü
bildirmiştim. Bu mevzua karşı dikkat ve hassasiyetimi belirtmek üzere
yukarıdaki hadiseyi arz etmiş bulunuyorum. Aynı sebepledir ki, Kayseri Cezaevi
dahilinde uyanıklığımı devam ettirdim ve ilerde faydalı olurum ü-midiyle
münasebetler düzenledim...
Eski milletvekili, birlikte mahkûm olduğu arkadaşları
hakkında da Milli istihbarat Örgütüne bilgi verdiğini böylece anlattıktan
sonra, - Bence eski iktidar mensuplarının politikadan uzak tutula-bilmeleri
ancak ihdas edilebilecek manevi bağ ile mümkün o-lur kanaatindeyim. Ayrıca
devamlı irtibat tesis edildiği takdirde, sağa sola kaymalar, politikaya fiilen
katışla arzulan kolaylıkla önlenebilir ve takip olunabilir.
Eski milletvekili, bu konuda, Demokrat Partililerin
yeniden siyasal hayata girmeleri için de çalışmalar yapmak istediğini, ancak
bunun için kendisine mali yardım yapılması gerektiğini anlatmaktadır.
-
Eski
iktidar mebuslarını gazeteye bağlayarak, bunların müfrit politikacılara alet
olmaları ve fiili politikaya karışmalarını önlemeye çalışmak... ifrat
hareketler nereden nereye gelirse gelsin karşı koymak... iç politikada huzurun
ve kardeşlik havasının tesisi yolunda neşriyat yapmak... Komünistlerin bu
cenahta yapacakları hareketleri önlemek ve bunlara karşı koymak...
Eski milletvekili mektubunun sonunda Milli
istihbarat Örgütü Müsteşarından şunları istemektedir:
-
Gazetemin
yeniden neşriyata başlayabilmesi için gerekli mali imkânlara sahip olmadığım
malumdur... Önce bana yeniden devletime hizmet imkânını verebilecek yolu
aramakta fayda gördüm. Bu maksatla gazetemin yeniden neşriyata başlayabilmesi
için tahakkuku elzem hususları aşağıda arz ediyorum:
-
Havadis,
Güneş Matbaacılık A.Ş. Matbaasının kiralanması, neşredilecek gazetenin
diğerleriyle rekabet edecek evsafta olmasını temin edecektir. Gazetenin
intişare başlamasıyla beraber "istanbul Ekspresi"nin mücbir sebeple
kapandığı tezi desteklenerek derhal resmi ilan alabilmemiz temin olunmalıdır.
Yapılacak mali yardım büyük bir gazetenin çıkışını temin 132
edecek çapta olmalıdır. Çıkıştan sonraki devreyi ben
temin e-deceğimi umuyorum. Bankalardan kredi kolaylıklarının temini... Bu
hususların bazılarının temini servisle irtibatımızın meydana çıkacağı
endişesini doğurabilir, Ancak şifahi görüşmemizde bir mahzur olmayacağı
hususunda kanaate varılacağını tahmin ediyorum. Bütün bu düşünce ve
programlarımızın tahakkuk e-debilmesi, şüphesiz işbirliğimizin tam bir gizlilik
içersinde kalmasıyla mümkün olacaktır. Bu bakımdan gerekli tedbirin alınacağına
emin olarak talimatınıza intizar ediyorum. En derin saygılarımla...
Bu mektubun altındaki imza, Demokrat Parti eski milletvekillerinden
"Mithat Perinindir. Mithat Perin şimdi, Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu
Başkanlığı yapmaktadır, Bu Ajans, TÖB-DER'in düzenlediği yasal toplantıların,
"Bizim Radyo" adlı komünist yayın organından alınan "talimat
uyarınca" düzenlendiğini yaymıştı. Böylece, "hariçten gazel
okuyan" bu "münasebetsiz" radyo, bir kez daha ülkedeki sağcılara
kullanılacak "koz" vermekteydi.
Bu mektup, Yassıada Yüksek Soruşturma Kurulu Üyesi
Doğan Tanyeri tarafından 1971 yılında "Devrim" gazetesinde
yayımlanmış, ancak olay 12 Martın tozu ve dumanı altında u-nutulmuştu. Şimdi bu
mektubu yeniden kamuoyuna sunuyor ve "sağcılık",
"milliyetçilik", "antikomün izm"
adına hangi tür ilişkiler kurulduğunu "sahibinin sesinden"
açıklıyoruz.
(Yeni Ortam, 3 Mart 1975)
AKSOY'UN AK KİTABI
Bazıları için, - Saçını, sakalını değirmende
ağartmamıştır... derler. Profesör Muammer Aksoy, işte tam bu söze uygun olan
bilim a-damlarımızdandır. Muammer Aksoy, saçlarını yıllarca, yılmadan,
usanmadan yaptığı demokrasi ve hukuk devleti savaşında ağartmıştır. Demokrat
Parti döneminden 12 Mart faşizmine kadar bütün baskı yönetimlerine karşı
bıkmadan, usanmadan amansız bir savaş veren Aksoy, bu günlerde "Devrimci
Öğretmenin Kıyımı ve Mücadelesi" adlı iki ciltlik yapıtıyla Türk kamuoyuna
yeni belgeler ve bilgiler sunmaktadır.
ÇAĞIN SUÇU 133
Aksoy'un "ak kitabı" bu...
Kitabının ilginç bir serüveni var. Aksoy, öğretmen
boykotu üzerinde küçük bir inceleme yapmak amacıyla hazırlanmaya başlamış,
ancak konunun önemi, kitabın kapsamını da genişletmiştir. Aksoy, Demirel
dönemini kitabında "öğretmenlerin kara dönemi" olarak adlandırırken,
12 Marttan sonra sahte bir ihbar mektubuna dayanılarak tutuklanmış ve kitabın
basılmakta olan nüshalarına sıkıyönetim el koymuştur. Aksoy, özgürlüğüne
kavuştuktan sonra kitabı tamamlamış ve Erim dönemi için, - Öğretmenin kapkara
dönemi... tanımını kullanmıştır. "E-rimsel-Melensel dönem" kavramı da
böylece Aksoy'un kaleminden Türk kamuoyuna duyurulmuştur.
Kitap, tam 1298 sayfadan oluşmuş ve iki cilt olarak
yayımlanmıştır. Öğretmen boykotları, bunların siyasal ve hukuksal
değerlendirmeleri, öğretmen kıyımları, grev hakkı, tek tek, olay olay
incelenmiş ayrıca olaylarda adı geçenler için derli toplu bir dizin de
yapılmış. Öyleki, hangi olayı araştırmak istersen, bunu "içindekiler"
bölümünden saptayabiliyorsun, kıyıma uğrayan herhangi bir öğretmen de,
"dizin" bölümüne bakarak kendi adını kolaylıkla bulabiliyor. Siyasal
olaylar ve bunların hukuksal yorumları tam bir titizlikle ortaya konulmuş.
Karaman olaylarından Kayseri olaylarına kadar, devrimci öğretmenlere karşı
girişilen faşist saldırılar ve bunların amaçları ve bu saldırganların
arkasındaki siyasal iktidarlar, Aksoy'un incelemesinde bir "suçüstü
tutanağı" gibi olaylarla ve belgelerle saptanmış.
Kitap, Türk öğretmeninin "ak kitabf'dır.
Devrimci öğretmenin savunmasıdır. Gerici iktidarlar için yazılmış bir çeşit
iddianamedir...
Aksoy, hukuk alanında titiz bir araştırmacı olması
yanında aynı zamanda bir "siyasi polemik" ustasıdır da. Sizlere
Aksoy'un kitabından bazı parçalar aktaralım.
Profesör Muammer Aksoy, Nihat Erim'in "bilimsel
kariyerini" şöylece açıklamaktadır:
-
Nihat
Erim, I936'da istanbul Hukuk Fakültesini bitirmiş, 1938'de Devletler Hukuku
alanında doktora vermiştir. Kendisi 1941'de Ankara Hukuk Fakültesinde profesör
olarak görünmektedir. Hiç asistanlık yapmamış ve doçentliği "atom
çağına" yaraşır baş döndürücü bir hızla geçmiş ve kendisi üstün
yeteneklerinden ötürü hemen profesör sayılmıştır. Bilindiği üzere, 134
o zamanlar üniversite özerkliği mevcut olmadığından,
iktidarın "profesör oldun" dediği her kişi profesör oluveriyordu...
Nihat Erim adındaki vatandaş "sözlerine özel bir önem verilmesi
i-çin" durmadan "kendisinin üniversite profesörlüğü yapmış ve bu
payeyi elde etmiş" bir bilim adamı olduğunu belirttiği -Anayasa değişikliğini
paldır küldür sağlayacağı günlerde buna bir de hiç yapmadığı Anayasa
profesörlüğünü eklediği- için kendisinin nasıl profesör sayıldığının
bilinmesinde toplumumuz için yarar görmekteyim. Kendisi, Hukuk Okulunun Adalet
Bakanlığına bağlı olduğu zamanda bir "göreve alınış sınavı" ile ve
Prof. Bozkurt'un derslerine -onun yanında oturarak- 1-1.5 yıl devam ettikten
sonra, Bozkurt'un istemi ve Profesörler Kurulunun "evet" demesi ve
zamanın Adalet Bakanının da tasdik etmesi üzerine profesör oluvermiştir; işte o
kadar... Prof. Aksoy, Erim için,
-
Osmanlı
döneminde "paşalık" beşikte iken verilebildiği gibi,
"âlimlik" de beşikte iken bir kişiye hibe ediliyordu... diyerek, bu
anlı şanlı profesör başbakanın profesör etiketini çekip kaldırıyor kitabında.
Erim, 1968 boykotları için neler demişse, Aksoy
bunları da birer birer tutanaklardan ak kitabına aktarmış. O zamanlar
boykotları şöyle savunmuş Erim. Alın bir "ibret" belgesi:
-
Bugün
bu genel görüşmenin Büyük Mecliste yapılmasına fırsat hazırlayan, gençlerimizin
son günlerde giriştikleri "boykot" ve "işgal"
hareketleridir. Hemen şunu söyleyeyim ki, gençlerimizin bu davranışlarında, biz
takbih edecek, ayıplanacak hiçbir nokta görmemekteyiz... Gençlik hareketleri
başarı kazandığı zaman bilmek lazımdır ki, yurdun tümü, milletin büyük
çoğunluğu gençlerle beraberdir ve onun için başarı kazanmaktadır... Üniversite
öğrencileri 18-25 yaşlarındaki çocuklarımız, eğer tıpkı bizim gibi düşünür
olurlarsa, o zaman bu millet ilerlemez... Ben Hukuk Fakültesinde naçizane
profesörlük ettim. Tek parti devri idi. Ve o tek parti devrinde kamu hukuku
okuturdum. Ve derste şöyle söylerdim: idare edenler, idare edilenlere zulmeder
ve bu zulüm devamlı hal alırsa, içtimai mukaveleyi idare edenler bozduğuna
göre, idare edilenlerin ayağa kalkması bir hak olur. Ben bunu tek parti
devrinde Ankara Hukuk Fakültesinde- söyledim. Kitabıma yazdım. Hiçbir takibata
uğramadım...
ÇAĞIN SUÇU 135
"Direnme hakkı"nı 1942 yılında yayımladığı
"Kamu Hukuku" kitabında şöyle açıklamış Erim:
-
Umumi
bir ayaklanma ile devirmek hakkı milletten esir-genemez. Bunun aksi kabul
edilseydi tarihte gördüğümüz ihtilal ve inkılapların hiçbirisi yapılmamalı
idi... Tazyike mukavemet ve isyan hakları, fertlerin, milletlerin meşru müdafaa
haklan o-larak kabul edilmelidir...
Aksoy'un aktardığı bu satırları okuyunca,
-
iyi
ki, 12 Marttan sonra Erim'in sözleri tutulmamış. Yoksa Erim hangi darağacında
can verirdi... diye düşünmekten ala-koyamadım kendimi.
Profesör Muammer Aksoy'un "ak kitabı"
bütün öğretmenlerin ve ilerici aydınların Türk kamuoyuna sundukları bir bildiri
gibidir...
(Yeni Ortam, 4 Mart 1975)
ÇANKAYA'NIN SESİ...
Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk'ün yaptığı son
radyo-televizyon konuşması, sorumluluğunu bilen bir devlet adamının haklı
eleştirileri ve uyarılarını taşımaktadır. Korutürk,
-
Tarihte
görülmüştür ki, "özgür demokratik rejimin" bir memlekette
yerleşebilmesi için zaman içinde ağır bedeller ö-denmesi gerekmektedir. Ve
hatta bu bedeller sonunda başarı sağlanamazsa, zihinlerde ülkenin kimin
tarafından idare edileceği sorunları doğmakta ve totaliter rejime hasret
uyanmaktadır.., derken, ülkemizde genel seçimlerden sonra yaratılan
"iktidar boşluğunun" bu "kaos"tan sonra
"totaliter" rejimle doldurulmak isteneceğini, hiç olmazsa, tarihte
böyle örneklere rastlandığını anlatmak istiyor.
Faşizmin "denklemi" bellidir:
"iktidar boşluğu" yaratılacak, bu boşlukta "anarşizm" kol
gezecek, bundan sonra da otorite özlemleriyle devlet bir silahlı azınlık
tarafından yönetilecek! "Milliyetçi Cephe" son aylarda sistemli ve
kasıtlı olarak, adım adım bu "denklemin" öğelerini oluşturmaya
çalışmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanımız soruyor: 136 1
- Bana, "Harp içinde miyiz" diye
sormayınız. Ben sizlere bugün "Barış içinde miyiz" diye soruyorum...
Bu soruyu, birçok yurttaşımız da aynı açıklıkla
birbirlerine sormaktadır. Korutürk, son konuşmasıyla halkımızın endişelerini de
dile getirmiş ve gerçeklere tam bir olgunluk ve cesaretle parmak basmasını
bilmiştir.
Ülkemizde her namuslu ve yurtsever aydına yapıldığı
gibi, Sayın Cumhurbaşkanımıza da saldırılar başladı. Önce Bay Demirel, ondan
sonra da Milliyetçi Cephenin yayın organları Sayın Kortürk'ü "totaliter
heveslere" sahip olmakla suçladılar.
Herkes elini vicdanına koyarak düşünmelidir...
Sayın Korutürk'ü bu uyarı ve önerileri için
suçlayanlar, 12 Mart 1971 günü ellerine tutuşturulan bir "muhtıra"
ile iktidardan uzaklaşıp sus pus olanlardır. Bunlar, sıkıyönetim döneminde her
türlü eleştiriyi silah zoruyla bastırdıktan sonra Anayasayı "tağyir,
tebdil ve ilga" edenlerdir. Yine bunlar, Enm-Melen ve Talu hükümetlerini
Anayasaya uygun bulup bu hükümetlere katılanlardır. Şimdi bütün bunların
unutulduğunu sanarak demokrasi ve özgürlük "havariliğine"
özeniyorlar.
Şunu unutuyorlar: Ne papaz her zaman pilav yer; ne
de usta hırsız ev sahibini her zaman bastırabilir...
Hangi siyasal görüşte olursak olalım, Korutürk'ün
iyi niyetli çabalarını görmezlikten gelebilir miyiz? Bir buçuk yıldır,
Parlamentoya dayalı bir hükümet kurulması için, siyasal parti liderleri kaç kez
Çankaya'ya çağrılmıştır?
- Kur...
- Kurmam...
- Başkası kursun...
- izin vermem...
Son ayların "diyalogu" sadece budur: Bu
kadar sorumsuzdur siyasetçilerimiz. Kıbrıs'ta savaş koşulları sürüp gidiyor,
E-ge'de Kıta Sahanlığı tartışmalarını silah yoluyla çözmek isteyen faşizm
heveslileri darbe yapmayı bile denediler. Bütün bunlara karşı "Milliyetçi
Cephe" adlı gerici ve tutucu kalabalığıysa ülkemizde "anarşi"nin
toplum yaşantısına egemen olması için e-linden geleni yapıyor.
Öte yandan Celal Bayar, Çiftehavuzlar'daki evinde
"ikinci Cumhurbaşkanı" gibi, partileri kabul edip toplantılar
yapıyor, çözüm yolları öneriyor. Bayar'ı Cumhurbaşkanlığından indirip ÇAĞIN
SUÇU 137 Yassıada'ya kapatan ihtilalin spikeri Albay Türkeş, şimdi bu eski
Cumhurbaşkanının önünde "esas duruşa" geçerek hizmet arz ediyor.
"SS" ve "SA" heveslileri sokak ortalarında adam boğazlıyor,
güneydoğu illerimiz de'Alevi- Sünni" tartışmaları kanlı kavgalara
dönüştürülüyor. Bütün bunlara karşı Sayın Korutürk, - Bana "Harp içinde
miyiz" diye sormayınız. Ben sizlere bugün "Barış içinde miyiz" diye
soruyorum... demektedir. Yerinde bir soru değil mi bu?
Korutürk,
- Cumhurbaşkanı bu görevi nasıl ifa edecektir,
edebilecektir? Bunu vatandaşlarımın vicdanlarında temiz yürekle
değerlendirmelerini istiyorum... derken, kendisine düşen görevin bu koşullarda
nasıl yerine getirileceğini de soruyor.
Şüphesiz Sayın Cumhurbaşkanımız, özgürlükçü
demokratik sistemin yaşatılması için var gücüyle çabalamaktadır. Bu görevi
yaparken, bizlerin bildiği ve de bilmediği bazı etkenlerin ve endişelerin de
olabileceğini gözden uzak tutmamak gerekmektedir.
Sayın Cumhurbaşkanımızın son demecini, devletine,
demokrasiye ve ulusa karşı duyulan sorumluluk ve bağlılıkla yapılmış bir görev
olarak niteliyoruz. Çankaya'da, sorumlu bir devlet adamının varlığı,
demokrasiye yürekten inananlar için bir güvence kaynağıdır...
(Yeni Ortam, 5 Mart 1975)
PİŞMANİYE...
Bir hukuk doçentince kaleme alınan şu satırları
birlikte o-kuyalım:
- Dünden bugüne faşist örnekler ve bunlara karşı
gerçekleştirilen kavgalar, bize bazı sonuçlara varmak olanaklarını
sağlamaktadır. Faşizme karşı savaşmanın sosyalistler için şaşmaz bir görev
olduğu açıktır. Faşizme karşı kavga veren, bunu en bilinçli ve sosyalist düzeni
amaçlar biçimde gerçekleştirmek zorunda olan sosyalistlerin bu kavga süresince,
özellikle geri bırakılmış ülkelerde, diğer sınıf ve tabakalarla
"ittifak" kurmaları da zorunluluk olarak belirmektedir. Bu konuda
sanırız ki, fa- 138 şizme karşı ittifak kurulup kurulmayacağı tartışması
gereksiz ve zararlı bir çekişme olacaktır. Faşizme karşı devrimci halk
cepheleri kurulacaktır. Üzerinde durulması gereken konu somut koşullar ve
yapılar içinde "devrimci halk cephelerinin" kurulma koşullarını
saptamak, cephe içindeki sınıfsal güçlerin
yapısını bilmek, devrimci yöntemleri araştırarak
"işçi-köylü iktidarının" kurulmasına yönelik "cephe"
taktiklerini son amaca yönelik biçimde ele almaktır. Dünyadaki örneklemeler
bize göstermiştir ki, "halk cepheleri" faşizme üstün gelse ve halk
iktidarına yaklaşsa bile, sosyalist devrim kendiliğinden oluşmamakta ve
devrimci gelişim yer yer yüzgeri edip "gerici" siyasi düzenlemelere
varabilmektedir. Bunun örneğini kendi Ulusal Kurtuluş Savaşımız açısından,
savaş sonrası gelişim ve bugün vardığımız noktada bulabilmeliyiz... Halk
cepheleri sınıflar arası bir ittifak sonucu kurulurken bu sınıfları bir araya
getiren unsur, bunların "emperyalizme" ve "faşizme" karşı
oluşlarıdır... Bu açıdan, işçi sınıfı ideolojisini benimsemiş proleter
sosyalistler için "cep- he"yi sadece emperyalizme ve faşizme karşı
bir araç olarak ele almamak gerekir. Böyle bir anlayış proleter sosyalistleri
burjuva kuyrukçusu yapabilir... Proletaryayı, kendi sınıfsal iktidarına
yaklaştıracak olan "halk cephesi", devrimci ve öncü proletaryanın,
antiemperyalist ve antifaşist kavganın proletarya devrimine yönelişinin bir
aracı olarak kabulü zorunludur... Bu satırları okuyup - Kim bu hukuk doçenti
"proleter sosyalist?.." diye düşünüyorsanız, hemen açıklayalım: Bu
satırlar, istanbul Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku Doçenti Dr. Çetin Özek'in
"Faşizm ve Devrimci Halk Cephesi" adlı kitabından alınmıştır. Özek,
"Türkiye'de Gerici Akımlar", "Nurculuğun içyüzü", "
141 -142'nci Maddeler", "Direnen Faşizm" gibi kitapların
yazarıdır. 12 Mart döneminde "gizli komünist partisi" kurmak,
"halkı suç işlemeye tahrik" eylemlerinden dolayı gözaltına alınarak
tutuklandı. Dört beş aylık tutukluluktan sonra serbest bırakılan "keskin
proleter devrimci" ve "işçi sınıfı savaşçısı", Milliyet
gazetesinde yayımladığı yazılarda, sağcı öğretim üyelerine dipnotları düşerek,
savunduğu bütün görüşleri yadsıdı ve 12 Mart yönetimini övdü. Fakat bütün bu
çabalarına rağmen, yine de iki yıl hapis cezası aldı. Dosya, Yargıtaydayken, Af
Yasası çıktı ve böylece cezadan kurtuldu.
ÇAĞIN SUÇU 139
Bu "halk cephesi" kuramcısı, bu "halk
savaşı" militanı, bu "proleter devrimci", yazdığı şu satırları
da unuttu: - işçi sınıfı partisi her bölgede, her yörede, her fabrikada
birleşik cepheyi kurmak, işçi sınıfının eylem birliğini sağlamak ve bu eylem
birliğini faşizme karşı, sınıf düşmanlarına karşı bir silah olarak kullanmak
zorundadır, işçilerin faşizme karşı sınıfsal çıkarlarının bilincine varıp bu
çıkarları savunması, proletarya birliğinin de ilk temel unsuru olacaktır...
Evet, bu satırların yazarı Doç. Dr. Çetin Özek, 12
Mart dönemindeki dört-beş aylık tutukluluktan sonra, "Hürriyet gazetesinin
"kurmayları" arasına katıldı. Bu gazetenin hem hukuk, hem de bir
çeşit siyasal danışmanlığını yapmaktadır şimdi.
Bugünlerde profesör olacak Özek. "Hocası",
Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer ve Prof. Dr. Sahir Erman'ın önünde
"profesörlük cüppesi" giyecek. Bir de kitap hazırladı bunun i-çin.
Adı: "Basın Suçlarında Ceza Sorumluluğu". Özek bu kitabında,
yazıişleri müdürlerinin ceza sorumluluğunun bugünkü gibi sürüp gitmesini
savunarak, hocası Prof. Dönmezer'den de katı ve totaliter görüşleri savunuyor.
Hocası Dönmezer, - Yazıişleri müdürlerinin sorumlu olmaları Anayasaya
aykırıdır... derken Özek; - Hayır Anayasaya uygundur... diyebiliyor. Özbek'in
şu satırlarına da göz atalım, - "Ortanın solu" politikası, devrime
karşı "güvenlik sübabı" görevini, parlamenter alanda gerçekleştirilen
ve temelde anti-emperyalist niteliği bulunmayan bir küçük burjuva hareketidir.
AP'nin işbirlikçi burjuva iktidarının yıkılmasıyla bütün sorunların
çözümleneceği yanlışına dayanan bu hareket, "düzen değişikliğinin"
sınıfsal ve üretim ilişkileri yapısına ilişkin nitelikleri hiçe sayarak, klasik
"sosyal demokrat" ihanetini tekrarlamaktadır...
Özek kitabını,
- Örgütlenme hakkını elde etmek, fiili ve hukuki
saptırmalara karşı direnmek, yasaları zorlamak ve partisine kavuşmakla birlikte
"devrimci, antifaşist halk cephesi" içinde öncülüğü kazanmak
zorundadır. Zafer, işçi sınıfının ve onun ideolojisini benimseyenlerin
olacaktır... cümlesiyle bitirmektedir.
insanlar baskılar karşısında inançlarından
dönebilirler. Bunların örneklerine çok rastlanmıştır. Baskıya karşı her insan
aynı 140
dirençle karşı koyamaz. Özek'in "dramı"
bir ölçüde böyle yo-rumlanmalı.
Fakat, toplum önünde en keskin devrimci görüşlerin
sahipleri bu inançlarını, cami avlularına bırakılmış çocuklar gibi terk edip
kaçamazlar! Yazılan her satırın, halk önünde, aydın önünde ve emekçi sınıflar
önünde bir sorumluluğu vardır. Şimdi bu sorumluluğun bilinciyle soruyoruz, -
Bay Özek, devrimci inançlarınızdan döndükten sonra ö-zel yaşamınızda bir
değişiklik oldu mu? 12 Mart 1971 öncesi servet beyanınızla, bugünkünü açıklar
mısınız?
(Yeni Ortam. 6 Man 1975)
ALAFRANGA SAĞCILAR
Bugün bir ilginç konuya değinelim, ne dersiniz?
Sağcılığını türleri üzerinde duralım hep birlikte: Aman sakın korkmayın, öyle
"aşırı sağ-aşırı sol" diye başlayıp
- Şu der ki... bu der ki... diye bilgiçlik
gösterileri yapmayacağım, izninizle sağcıları ikiye ayıracağım; "alaturka
sağcılar- a-lafranga sağcılar,.," "Alaturka sağcılar" din, iman,
şanlı tarih, ecdatlarımızın kanı gibi gerekçelerle düzenin böylesine sürüp
gitmesini isteyen gericilerdir. Nurcular vardır. Süleymancılar vardır.
Ticaniler vardır. Irkçılar vardır. Nakşibendiler vardır. Bunların işleri
güçleri;
- Din iman elden gidiyor... diye "ilerici"
düşünceye saldırmak ve sermaye sınıfının bilinçli ya da bilinçsiz uşaklığını yapmaktır.
14 Ekim seçimlerinden sonra MSP-CHP yakınlaşması söz konusu olunca, bazı seçkin
aydınlarımız sosyal bilimlerde bir süre arkeolojik araştırmalar yaptıktan
sonra:
- Ezilmişlikten kurtuluşu metafizik yollarda
arayanlar... diye Erbakancıların ilericiliğini kanıtlamaya çalışmıştı. MSP
ortaklığı son bulunca bu "teoriler" de alaşağı ediliverdi. Siyasal
yanlarıydı bu...
Bu "alaturka sağcılar" yanında bir de
"alafranga sağcılar" vardır. Bunlar, birkaç yabancı dil bilirler,
kolejlerden mezundurlar. Avrupa görmüşlerdir. Paris'te, Newyork'ta, Londra'da
ÇAĞIN SUÇU 141 yaşamışlardır. En güzel şarabın tadını, en güzel kadının
giyimini de en iyi onlar bilir. Üstleri başları çiçek gibi tertemizdir. En
pahalı restoranlarda yemek yiyip en lüks otellerde kalırlar.
Işadamıdırlar. Üniversite profesörüdürler! Gazete
yöneticisi ve yazarıdırlar... Her devirde ayakta kalmasını becermişlerdir.
Çünkü düzen onların düzenidir. Kendi aralarında "alaturka sağcılarla"
alay ederler, fakat siyasal alanda bunları güzelce kullanırlar.
- Efendim ben Paris'teyken... diye
başlarlar. Fakat
Paris'teyken
bulundukları kentin siyasal özgürlük havasından bir
yudum paylarını almamışlardır hiç.
Biçimsel görünümleriyle, "alaturka
sağcılarla" "alafranga sağcılar" birbirlerinin tam tersidirler.
Fakat sınıfsal açıdan birbirlerini tamamlarlar. Bir de kendilerini
"Marksist" sanan "alafranga sağcılar" vardır. Bunlar da,
yazılarında, en anlaşılmaz biçimde yorumlar yapıp işleri arapsaçına çevirirler.
- 1970'lerin Türkiyesinde yığınsal sorunlar, toplumsal dinamizmin hiç değişmez
sürecinin geleneksel kalıplarını zorlarken... diye bilmece üstüne bilmece yazıp
- Liberal kapitalist AP... yargısıyla Demirel'in ilericiliğinden bile söz
açarlar. Demirel'i "çağdaş sağcı" diye selamlayan düşünce de bu görüşlerden
kaynaklanmaktadır. Aslını sorarsanız, gerçek "çağdaş" sağcılar
bunlardır!
Bunlardır da, birtakım Marksist sözcüklerle
karıştırılmış kavramlarla bir çeşit "aşure" hazırlayıp kamuoyu önüne
sürerler. Öylesine kafa karıştırır ki bunlar... - Bir bakarsınız, "Marksizmi"
hiç kimseye bırakmazlar. Bir bakarsınız, düzene karşı en geleneksel kesimlerin
kaba kuvvet gösterilerini bile ilericilik adına hoşgörü ile karşılayıp, bir de
bu "özlemlere" yeni yeni adlar bulurlar.
Alafranga sağcıların, iş ve sermaye çevrelerindeki sözcüleri,
neyin ne olduğunu, sizden benden iyi bilirler. Sınıfsal çıkarları,
"alaturka sağcılarla" işbirliği
yapmayı gerektirdiğinden toplumun gelenekçi
kesimleriyle birliktedirler. Bunlara söyleyeceğimiz bir şey yok.
Marksizm adına sağcılık yapanları, uzaktan yakından
tanıyoruz, iyi insanlardır, Fakat kafa düzenlerini bir türlü kuramama-nın
sıkıntısı içinde "beyinsel- jimnastik" yaparak yazı yazarlar.
Sorarsanız, 142
- Yığınların sosyopolitik özlemleri, sanayici-toprak
sahibi çelişkisi, AET ilişkileri, ABD-AET çelişkisi... diye bin türlü
reçetelerle "kavram anarşizmini" yoğunlaştırırlar.
"Alaturka sağcılar", gözler önündedir.
Bunlar kimlerdir, herkesçe bilinir. Ya "alafranga sağcılar" öyle
mi?.. Batıcılık ve çağdaşlık görüntüleri arkasına saklanmıştır bunlar.
"Alafranga sağcılar" kimler, tanıdınız
şimdi değil mi?
Evet, evet, onlar...
(Yeni Ortam, 7 Mart 1975)
DEMOKRASİNİN NİMETLERİ...
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı Yönetim
Kurulunda kimler var hiç merak ettiniz mi? Devletin payı olan anonim şirketler
ve iktisadi devlet teşekkülleri, siyasal iktidarın rengine göre bir sürü
siyasetçiyle doldurulmuştur.
TPAO'dan bir örnek verelim: Buyurun yönetim kurulu
ü-yelerini: Turgut Göle, Naci Asutay, Tayyar Emre, Ruhi Ahıs-kalı, Süreyya Koç.
Turgut Göle ve Süreyya Koç, milliyetçi Güven
Partisinin pek sayın üyeleridir.
Erimsel-Melensel dönemde, bu "milliyetçi"
yuttaşlarımıza vatana, millete yaptıkları büyük hizmete karınca kaderince bir
karşılık olmak üzere yönetim kurulu ü-yeliği verilmiştir.
Turgut Göle, petrol üretiminden anlar mı? Anlamaz...
Süreyya Koç anlar mı? O da anlamaz... Çok partili düzenimizin arpalıklarıdır
buralar. Her siyasal iktidar kendi adamlarını hemen yerleştiriverir böyle
yerlere. Sonra gelsin paralar... İPRAŞ Yönetim Kurulunu da tanıtalım: Selahattin
Özkan, Raşit Ceylan, Ferhan Sanlav, Hamza Batuk, Turgut Öğmen.
Gelelim Türkiye Elektrik Kurumuna...
Behçet Yücel -ki bu, eski Genel Müdür Mehmet
Erde-mir'in sıkıyönetimde tutuklanması için ihbarda bulunmuştur-Emin Bozoğlu,
Hüseyin Tekinel ve Nermin Neftçi.
Türk kültürünün "medarı iftiharı", gelmiş
geçmiş Türk kadınlarının en kültürlüsü, Kültür Bakanı Nermin Neftçi de, bakan
olmadan önce yüksek kültürüyle Türkiye Elektrik Kurumu
ÇAĞIN SUÇU 143
Yönetim Kurulu üyeliği yapıyordu. Erimsel-Melensel
dönemde Nermin Hanımefendi de, bir yönetim kurulu üyeliği kapmıştı.
Nermin Neftçi, kültürlü olmasına çok kültürlüydü,
ama bu kültür hazinesi içinde doğal ki, elektrik üretimiyle ilgili bilgiler
bulunmamaktaydı. Olsa olsa, - Cereyan... denilince hanımefendi, - Aşırı cereyan...
diye karşılık verecek kadar elektrik üretimiyle ilgili olabilirdi ancak.
Cumhuriyetçi Güven Partisinin, olağanüstü dönemde
nasıl köşe kapmaca oynarcasına oraya buraya adam yerleştirdiğini kanıtlamıyor
mu bunlar?
TRT Yönetim Kurulu üyeliği de böyle oldu. CHP
iktidardayken ne TRT Yönetim Kuruluna adam atayabildi, ne de E-rimsel-Melensel
dönemde atananları değiştirebildi. Irmak Hükümeti gelir gelmez emekli
McCarthist tümamirallerden Sezai Orkunt'u TRT Yönetim Kurulu üyeliğine
gönderiverdi. Arkasından da 12 Mart döneminin ünlü ismail Ararını Etibank
Yönetim Kurulu üyeliğine atayıverdi.
Bütün bunlar "milli birlik ve beraberlik ruhu
içinde" olup bitiyor...
Petkim, Petrokimya Anonim Şirketi Yönetim Kurulu
üyelerini de tanıtalım: Selahattin Özkan, Hasan Çil, Raşit Ceylan, Celal
Şardan, Hamza Batuk, Muhtar Uluer, Ahmet Kerse, Ali Cüceoğlu, Adil Aktuğ,
Sabahattin Temman, Ömer Nebi Al- han, Veysel Ergun, Turgut Boztepe, Sabri
Ceyhan, Bunlardan bazıları değiştirilmiştir. Fakat yerlerine yine onlar gibi
birileri atanmıştır. Alın Veysel Ergun'u... Ergun emekli generaldir.
Erimsel-Melensel dönemde bu göreve atanmıştır. Neden? Nedenini büyüklerimiz
bilir...
Türkiye Kömür işletmeleri Yönetim Kurulu üyelerini
de tanıyalım: Sıddık Aksoy, Servet Eyüpgiller, Necmettin Vangöl, Bahattin
Ertürk. Bunlardan Necmettin Vangöl de Melensel dönemde atanmıştır. Vangöllü
olduğundan mıdır acaba?
Etibank Yönetim Kurulu ise ismail Arar, Nedret
Utkan, Yaşar Özkara, Saim Yurdakoş, Feyzi Çilingirden oluşuyor, ismail Ararın
yerinde daha önce ikinci Ordu Komutanlığından emekli Korgeneral Şefik i İter
oturmaktaydı.
Cümlenizce malumdur ki Genelkurmay eski Başkanı
E-mekli Orgeneral Memduh Tağmaç, yüksek bankacılık bilgilerinden iş ve sermaye
çevrelerini yararlandırmak amacıyla Sanayi ve Kalkınma Bankası Yönetim Kurulu
üyeliğine sıçrayı-vermiş, 12 Martın işkenceci basısı Emekli Orgeneral Faik
Türün de "Umumi Mağazalar Yönetim Kurulu" üyeliğine oturu- vermişti.
Özet: Yönetim kurulu üyelikleri, siyasal partiler ve
emekli generaller arasında paylaşılmıştır, işte bunlar demokrasinin
"nimetleri"dir. Paylaşan, paylaşana...
(Yeni Ortam, 8 Mart 1975)
DEMİRBAŞ ...
Geçenlerde bir kokteylde yabancı gazetecilerden
biriyle konuşuyordum. Konuşma sırasında, - Cumhurbaşkanımızın konuşmasını nasıl
buldunuz?., diye sordum.
- Henüz ingilizcesini görmedim... dedi. Ben de
şaşırdım. Bildiğim kadarıyla, Basın Yayın Genel Müdürlüğünün bu tür konuşmaları
anında çevirip elçiliklere ve yabancı gazetecilere göndermesi gerekirdi.
Anlaşılan Sayın Cumhurbaşkanımızın konuşması günü gününe yabancı dillere
çevrilmemişti. Unutulmuştu.
içinde bulunduğumuz siyasal dönem, hem iç, hem de
dış politika bakımından çok önemlidir. Dış sorunlarımız, artık bir
"propaganda savaşf'nı gerektirmektedir. Kıbrıs, Ege, Türk-Amerikan
ilişkileri' gibi konularda yurtdışında sesimizin duyurulması, her zamankinden
daha da önem kazanmıştır.
Önem kazanmıştır da ne olmuştur? "Eski hamam
eski tas" örneği, yine eskisi gibi yürütülmüştür işler. Kıbrıs çıkartması
günlerinde bir iki kıpırdanıştan sonra yeniden kış uykusuna yatmıştır dış
temsilcilerimiz. Bunlardan bir kısmı düzenin şartlandırdığı silik
bürokratlardır; bir kısmı da, örneğin, - Amerikan yardımına hayır... diye bir
çıkış yapsa, başına gelmedik bela kalmaz. Merkeze alınır, mimlenir, fişlenir,
"hayatı kayar" sözün kısası.
Neyse canım, sorun bu değil şimdilik.
ÇAĞIN SUÇU 145 /
Ben bugün Basın-Yayın Genel Müdürlüğünden söz açmak
istiyordum. Bu genel müdürlüğün görevi, yurtiçi ve dışı yayınları izlemek,
kamuoyunu aydınlatmak ve yerli yabancı, isteyen kişilere gerekli bilgileri
vermektir. Bu genel müdürlük, 17 Haziran 1920'de "Matbuat ve istihbarat
Müdüriyet-i Umumisi" a-dıyla Atatürk tarafından kurulmuş ve elindeki yok
denecek kadar kısıtlı olanaklarla, Kurtuluş Savaşında bütün dünyaya Ankara'nın sesini
duyurmuştur.
Bu kuruluş, çeşitli yasal değişikliklerden sonra
1963 yılında 265 sayılı yasayla yeniden örgütlenmiştir. Bu yasanın I9'uncu
maddesine göre genel müdürün bir yabancı dil bilmesi gerekmektedir. Şu anda
genel müdür koltuğunda "vekâleten" oturan Doğan Kasaroğlu ise yabancı
dil bilmemektedir.
Basın, yayın, haberleşme gibi işlerin
"demirbaşadır Kasaroğlu. Dil bilmese de bu görevini sürdürür güzelce.
- Ne olmuş yani?, demeyin. Söz konusu ismail Cem'in
genel müdürlüğüyse, bin bir türlü gerekçe bulunur. Yoksa uydurulur, isviçre'den
aldığı diplomaya rağmen, - Yükseköğrenimli değildir... denilir. Komisyonlar
kurulur, gece yarılarına kadar toplantılar yapılır. Bu arada, belki bazılarınız
bilmez. Tapu Kadastro Genel Müdürü yükseköğrenimli değildir. Fakat o, genel
müdürlük makamında oturur, hiç kimse ses çıkarmaz.
Evet, gelelim Kasaroğlu'na... Yabancı dil bilmemek
ayıp değildir amma, yasa genel müdürlük için ille de, - Yabancı dil bilmek
şart... demektedir.
Doğan Kasaroğlu'nu tanırsınız. Bir zamanlar TRT
kurumunun ünlü iç haberler Müdürüydü. 12 Mart tarihinden sonra da Musa Paşanın
"gözdesi" oldu aynı yerde.
Sıkıyönetimin sivil kadrosu olarak tam bir
"sadakat için"de hizmet etti o dönemde.
Sonra 14 Ekim seçimleri yapıldı. TRT Genel
Müdürlüğüne İsmail Cem ve haber servislerinin başına da Mehmet Barlas
getirildi. Cem gelir gelmez, - Ben sizinle çalışamam... diyerek danışmanlığa
atadı Kasaroğlu'nu. Hüsamettin Çelebi'nin de elinden ekran alındı.
Kasaroğlu aynı zamanda eski CHP'lidir. Bir zamanlar
(bir zamanlar dediğimiz 1963 yılı) partinin gençlik kolları seçimleriyle bile
yakından ilgilenir, yapılan toplantılara katılırdı, işte bu 146 yüzden midir,
neden bilmem amma, Orhan Birgit'in bakanlığın sırasında Doğan Kasaroğlu Basın
Yayın Genel Müdür Yardımcılığına atandı. Orhan Koloğlu genel müdürlükten istifa
edince de genel müdür vekili olarak koltuğuna iyice ısındı. Durumu Anayasaya
aykırı açıkça. Yabancı dil bilmiyor. Bu güç dönemde, yani Kıbrıs, Ege ve
Türk-Amerikan ilişkilerinin yoğunlaştığı günlerde bu genel müdürlüğün "propaganda
savaşını" bütün gücüyle yapması gerekirken, Sayın Cumhurbaşkanımızın iç
politikada büyük değişikliğe yol açan demeci bile günü gününe çevrilip
yabancılara verilemiyor.
Kasaroğlu bunları yapmaz; öyleyse ne yapar?
"Kulis" yapar! TRT'yi ele geçirmek için
temaslarını sürdürür. TRT'de "Kasaroğlu ekibi" diye tanınan
görevlilerden sık sık haberler alır. Turizm Bakanı yerine imza atmaya da
bayılır!
Kasaroğlu'nun yerine kim gelecek ve kimin yerine
Kasaroğlu gelecek? Bekleyelim, görürüz hep birlikte...
(Yeni Ortam, 10 Mart 1975)
NALINCI KESERİ...
Adalet Partisi yanlısı yayın organlarında son
günlerde Sayın Cumhurbaşkanının konuşması eleştiriliyor. Bu eleştiri sadece
Sayın Korutürk'ün son konuşmasını değil, aynı zamanda Cumhurbaşkanının
yetkilerini de kapsamaktadır. AP basını, şimdi Sayın Korutürk'ü istifa etmeye
çağırıyor.
Bir yayın organı şu düşüncededir: Kontenjan
senatörleri başbakan olamaz. Çünkü, Anayasanın 102'nci maddesine göre,
başbakanların millete sorumlu olması gerekmektedir. Gazetenin başyazısında;
- Biz, Anayasanın 102'nci maddesinin kaynağına
başvurduk. Ve gerekçede gördük ki, kontenjan senatörlerinin başbakan olmasına
imkân yoktur.., denilmektedir. Sevgili okurlar, bilmem Türk müziğinden hoşlanır
mısınız? Selahattin Pınarın, - Daha önceleri nerelerdeydiniz?., diye biten bir
şarkısını a-nımsatıyor bu tutum ister istemez.
ÇAĞIN SUÇU 147
Düşünelim, ismet inönü Parlamento içi darbeyle
düşürülüp yerine AP eğilimli bir hükümet kurulurken, Süleyman De-mirel kimin
yardımcısı olarak atanmıştı?
Kontenjan Senatörü Suat Hayri Ürgüplü'nün... Peki,
Anayasanın bu 102'nci maddesi o zaman da yürürlükte değil miydi? Yürürlükteydi
doğal ki.
Nihat Erim, süngü ucuyla başbakanlık koltuğuna
oturtulduğunda, "millet çoğunluğunu" mu temsil ediyordu? Hayır.
Tağ-maç, Gürler, Batur ve Eyicioğlu'nun iradelerini sadece!.. Öyleyse nasıl
güvenoyu verip desteklediniz Erim'i?
Dahası var... Nairn Talu neyin nesiydi Allah aşkına?
Önce Merkez Bankası Başkanıydı. Sonra kontenjan senatörü oldu. Ondan sonra da
başbakan. Bugün kontenjan senatöründen başbakan olamayacağı görüşünü savunan
aynı AP, Talu hükümetinin baş destekçisi değil miydi? Öyleydi. Kim unuttu ki?..
Bunlar böyledir...
Geçenlerde Anayasa Mahkemesi kararlarını
karıştırırken ne göreyim! Bazı senatörler, Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle,
bir özel Af Yasasının iptalini istemişler. Gerekçe olarak ne ileri sürmüşler
bilir misiniz? Af Yasasının iptali için CHP ne ileri sürmüşse, hemen hemen aynı
gerekçeyi!.. Bu senatörler arasında Van Senatörü Ferit Melen de var!
Yani Türkçesi şu. Kendilerinin Anayasa Mahkemesine
başvururken kullandıkları gerekçe, siyasal suçların affı için kullanılırsa,
- Anayasa Mahkemesi görevini kötüye kullanmıştır...
diye yaygaraya başlarlar. "Nalıncı keseri" gibidir bu adamlar,
işlerine geldi mi iyi güzel, gelmedi mi,
"vatan-millet" "şanlı tarihimiz"
diye başlayıp "devletin bütünlüğü" diye biten demagoji fırtınası
estirirler her yerde.
Kontenjan senatörlüğü de böyle işte... Ürgüplü
seçilir, ses yok. Erim seçilir, ses yok. Talu seçilir, ses yok. Ama ne zaman ki,
Sayın Cumhurbaşkanı ülkede devrimci kanı içmeye hazırlananların oyunlarını
bozar; işte artık, anayasacı ve demokrasici kesiliverirler.
Şöyle düşünüyorlar. Cumhurbaşkanı Anayasayı korumak
i-çin yemin etmiştir. Kontenjan senatöründen başbakan atanması Anayasaya
aykırıdır. Öyleyse Cumhurbaşkanı, "Milliyetçi 148
Cephe"den bir lideri, şüphesiz bunların
arasında, Süleyman Demirel'i başbakanlığa atamalıdır ya da istifa etmelidir.
Bu mantığın bir ileri aşaması da, Cumhurbaşkanının
da, kontenjan senatörlüğünden Cumhurbaşkanlığına geldiği, bu nedenle
"millet iradesi" ile seçilmediği olabilir. Demagojide bu kadar ileri
giderler mi bilmem amma, bugüne kadar söyledikleri ortada. Son günlerde, bu
AP'liler düşünüp taşınmışlar, sonra, - Bir de Anayasaya bakalım... demişler.
Bir de ne görsünler! Anayasada 102'nci madde var. Kendilerini kutlamak gerekir.
Düşünün ki, önce bu memlekette bir Anayasanın varolduğunu anlamışlar. Bu büyük
bir başarı! Sonra bu Anayasada başbakanların nasıl atanacağına ilişkin hükmü de
bulmuşlar. Ondan sonra da; kontenjan senatörlerinin başbakan olamayacağını
keşfedivermişler.
Demirel mantığı ile şöylece düşünmek mümkündür:
Cumhurbaşkanı var mı? Var. Irmak senatör mü? Senatör. Atanmış mı atanmış. Kim
atamış, niye atamış? Görev verilmişse verilmiştir. Atanma yapılmışsa
yapılmıştır. Öyle ya da böyle...
Görüyorsunuz adamları... Bütün bunları gördükten
sonra bu cepheci saldırganlara, - Anayasayı yeni mi okuyorsunuz, yoksa okumaya
yazmaya yeni mi başladınız?., diye sorsak ne derler acaba?.
(Yeni Ortam, II Mart 1975)
AYRILIRKEN...
Bugün, bu köşeden son yazımı okuyorsunuz.
Çalışmalarımı bir başka gazetede sürdürmek amacıyla, "Yeni Ortam"dan
ayrılıyorum. Bir yılı aşkın süreden beri hemen hemen her gün birlikte olduk. Bu
süre içinde elimden geldiği kadar, yaşadığımız sorunların gerçek nedenlerini
belgelere dayanarak açıklamaya çalıştım. Bunda ne kadar başarılı oldum,
bilemiyorum. Yalnız, olanaklarım ölçüsünde bildiklerimi ve düşündüklerimi
sizlere aktarmaya özen gösterdim.
12 Mart döneminde yazı yazabilmek için açıkça
"yürek" istiyordu. Bu yayın organında yazı yazanlar uydurma
gerekçeler- ÇAĞIN SUÇU 149
le birer birer tutuklanıyorlardı. Böyle olağanüstü
dönemler olmasa, bir yazar faşizmin ateş çemberi karşısında sınavdan geçmese, o
yazarın inançlarına bağlılığını nasıl anlayacağız? Devrimcilik adına yazılar
yazan bir insanın inançları faşizmin bir hoyrat rüzgârı ile sapır sapır
dökülürse bu inançları paylaşan okuyucuların güven duyguları, bozuk paralar
gibi elden ele geçip harcanmış olmaz mı?
Yazar, toplum için, o toplumun bir kesimi adına
dövüşen bir asker gibidir. O inançları diri tutmaya, düşünceleri yığınlara
iletmeye, bu düşünce ve inançlarla görevini yapmaya çalışacaktı. Bunu yaparken
de, olduğu gibi görünmek ve okuruna karşı bütün içtenliğiyle davranmak zorundadır.
Bu kurallara uymaya çalıştım.
Bazı düşüncelerimi paylaştınız, bazılarını da
eleştirdiniz. Beni kendi adıma, düşüncelerime ve inançlarıma bir
"etiket" takıp başkasıyla bilgiçlik yarışması yapmayı düşünmedim.
Yaşadığımız toplumda, sadece antifaşist olmakla yetindim. Bana, - Uğur
arkadaş... diye başlayıp sosyalizm adına en ağır e-leştirileri yapanlardan da
yararlandım. Küfürlü tehditli mektuplar aldım. Özellikle 12 Mart döneminin
sorumlularını eleştirince, bunların galiba yakınlarından, en ağza alınmaz
satırlarla donatılmış mektuplar geldi.
Güldüm ve geçtim bunlara da...
Çağımızın "asgari müşterek" kuralı,
"antifaşizm"de toplanmaktadır. Bütün yazılarımda bu kuralı savunmaya
çalıştım. E-limden geldiği kadar, yazdıklarımı belgelere dayamaya özen
gösterdim. Bazı keskin devrimcilerce,
-
Sosyalizmi
yozlaştırmaya yönelik küçük burjuva radikalizmi savunucusu... olmakla
suçlandım. Ülkücü öğrencilerden:
-
Kızıl
komünist... diye başlayan mektuplar aldım.
Her dönemin bir yazarlık anlayışı oluyor. 12 Mart
döneminden sonra da "teşhir" dönemi başladı. 12 Mart sorumlularını
tek tek belgelere dayanarak kamuoyu önünde eleştirmeye çaba harcadım. Hep
birlikte gördük; belgeli yazılardan bir teki bile yalanlanamadı. Bu
"teşhir" dönemi de kapanıyor. Artık Türk solunun en bilinçli ve
kararlı dönemi başlıyor. Bu dönemde, olanca soğukkanlılıkla, emekçi sınıfların
iktidar yolunun araştırılması gerekiyor. Bunun için de ilerici partilerimizin
güçlenmesi, gündemin ilk maddesi olarak yer alıyor.
150
Evet sevgili okuyucular...
Bu köşeden tek kelimem bile "sansür"
edilmeden bir yılı aşkın süreden beri her gün yazı yazdım; sizlerle beraber
oldum. Ne düşündüysem yazdım, inanç özgürlüğümü en geniş boyutlarıyla kullanma
olanağına sahip oldum bu sürede. Hepinize yürek dolusu sevgiler saygılar ve binlerce
teşekkürler.
Allahaısmarladık...
TEKZİP
Sayın Uğur Mumcu,
6 Mart 1975 tarihli Yeni Ortam gazetesinde
yayımladığınız yazıda, şahsımla ilgili bazı isnatlarda bulunmaktasınız, Eski
kitaplarımdan aldığınız parçalarla, bazı davranışlarım konusundaki değerlendirmelerinize
cevap verecek değilim. Bunlar sizin kişisel değerlendirmelerinizdir. Sadece
"Basın Suçlarında Ceza Sorumluluğu" isimli kitabımla ilgili
beyanlarınıza değinmek isterim.
Gerçekten profesörlük takdim tezi olarak sunacağım
"Basın suçlarında Ceza Sorumluluğu" isimli kitabımda "Yazı
işleri müdürlerinin ceza sorumluluğunun" bugünkü gibi gitmesini savunarak,
"Hayır, Anayasaya uygundur" dediğimi iddia ediyorsunuz. Bu iddianın
kulaktan dolma, başkasından duyma bir iddia olduğu açıktır.
"Bilim adamlığı" sıfatını taşımış bir
insanın, söz konusu isnadı ileri sürerken, hiç değilse kitabın fihristine
bakması gerekirdi. Kitabımızın 358-424.
sayfalarında "Basın Suçlarında Sorumluluk"
sistemimizin Anayasaya aykırı olarak, "objektif sorumluluk" sistemi
olduğu, cezaların şahsiliği prensibine aykırılığı savunulmuştur. Nitekim
kitabın daha fihristinde şu başlıkları okumak mümkündür. "Basın suçlarında
sorumluluk objektif sorumluluktur", "Basın suçlarında sorumluluk
sistemi cezaların şahsiliği kuralına aykırı nitelik taşımaktadır",
"istenmeyen sonuç, fiilin hukuka aykırılık vasfını teşkil
etmektedir", "Yazı işleri müdürünün hareketlerinin kusurlu oluşu
aranmadığı" gibi, söz konusu sorumluluğun Anayasaya aykırılığını ifade
eden cümlelere rastlamak mümkündür.
424 sayfa tutan bir kitabın tümü, Basın Suçlarında
Sorumluluk sistemimizin izahına ve Anayasaya aykırılığının kanıtlan- ÇAĞIN SUÇU
151
masına tahsis edilmişken, gayet sorumsuz bir şekilde
benim, basın suçlarında sorumluluğun Anayasaya uygun bulunduğunu söylediğimi
iddia etmek, ne gerçek yazarlığa, ne dürüstlüğe, ne de bilim adamlığına sığmaz.
Ayrıca diğer bütün beyanlarınızın da ne derece mesnetsiz, sübjektif olduğunu
gösterir.
Bu gerçekler karşısında sizi, eğer uğraşınıza saygı
duyan, haysiyetli bir kişiyseniz kitabımla ilgili iddianızı kanıtlamaya davet
ediyorum, Saygılarımla Çetin ÖZEK
(Yeni Ortam, 12 Mart 1975)
DENKLEM
Son yılların siyasal bunalımları, gün geçtikçe
toplumu darboğazlara sürüklemektedir. Bu bunalımdan kurtulmak için ö-nerilen
çözüm yollarını hep birlikte izliyoruz. Olayları, siyasal dedikoduların
kısırdöngüleri içinde görmeye alışmış olanlarımız için, konu oldukça basittir:
- Demirel Ecevit'e elini uzatsa, Korutürk bütün
partileri bir araya toplasa, Bozbeyli anlayışlı davransa, Bayar desteklese gibi
avuntularla olasılıklar zincirinin halkaları tamamlanmaktadır.
Oysa, bunalım nedenleri derindedir.
Olayların üzerindeki gelip geçici kaygı
bulutlarından sıyrılıp geçerek, nedenlere eğildikçe, sorunların içinde yepyeni
odak noktalan belirmekte ve toplumsal değişimin kuralları aydınlık ışıklarla
gözler önüne serilmektedir. Her demokrasinin "gerek" ve
"yeter" koşulları vardır. Bu koşullar yaratılmadan, sadece biçimsel
görünümlerle yetinmek, bedeli çok pahalı ödenecek serüvenlere yol açar.
Önce şu gerçek koşulu tanımlayalım: Batı
demokrasilerinde, toplumun bütün sınıf ve tabakalarına söz ve örgütlenme
özgürlüğü tanınır. Bu özgürlük demeti, insanlığa, sınıf kavgaları, ihtilaller
ve devrimler sonucunda sunulabilmiştir. Özgürlük ve demokrasi bütün insanlığın
ortak misafiridir. Fakat bu miras, çağlar boyunca toplumun belirli
kesimlerince, aynı toplumun öteki sınıf ve tabakaları için kullandırılmamıştır.
152
Bu yasak düzeni, demokrasimizde bütün
alaturkalığıyla sürdürülmektedir. Toplumun emekçi kesimlerine söz ve örgütlenme
özgürlüğü isteyen herkes, - Zararlı akımlar... Aşırı cereyanlar... Yıkıcı
düşünceler gibi gerçeklerle korkutulmak, sindirilmek ve cezalandırılmak
istenmiştir.
Oysa demokrasilerde "zararlı düşünce",
"zararsız düşünce" ayrımları yapılmaz. Düşünceler için uygulanacak
tek ölçü, yanlışlık ve doğruluktur.
Türkiye'de biçimsel görüntülü hayat yürürlüktedir.
Fakat bu çok partili hayat tek parti döneminden kalan ceza yasası ile
korunmaktadır. Açıkçası çok partili demokrasimiz, yıllardır tek partili dönemin
Ceza Yasasıyla "gözaltında" tutulmaktadır.
Sadece on beş yıldır, bu Ceza Yasasının ünlü
maddelerini bir darağacı gibi birbirine çatıp başbakanlar, bakanlar, kurmay
albaylar ve devrimci gençleri birer birer ipe çekmişiz. Siyasal bunalımlardan
kurtulmak için idam hükümleri, hapis cezaları, kelepçeler hiç yarar sağlamamış,
toplum yerinden, döne dola-şa yine çıkmaz sokakların eşiklerine getirilmiştir.
Bu çıkmaz sokağın kavşak noktasındayız şimdi.
Türk toplumu ya çağdaş demokrasilerin gereklerine
uyarak toplumun bütün sınıf ve tabakalarına söz ve örgütlenme özgürlüğü
sağlayacak ya da kurulu düzenin denklemi eskisi gibi, yeni güçlüklerle ve
sorunlarla sürdürülecektir. Bu denklem, oldukça kaba görünümüyle gözler
önündedir.
Önce bir "iktidar boşluğu" yaratılacak, bu
boşlukta kargaşa ortamı oluşturulacak, bu koşullar sağlandıktan sonra otoriter
devlet özlemcilerine "yeşil ışık" yakılacaktır.
- Kuvvetli ve inandırıcı hükümet... gerekçesiyle
kurulu düzenin haksızlıkları, adaletsizlikleri ve ayrıcalıkları üzerinde yönetimler
sürdürülecektir. 14 Ekim seçimlerinden tedirgin o-lanlar için başka yol
kalmamıştır. Bu iktidar boşluğu bilinerek ve istenerek yaratılmaktadır.
Bu boşluğun anlamsız uğultuları içinde, olayların
nedenlerini ve sonuçlarını birbirine karıştırmak, güncel sorunları,
- Demirel, Ecevit'e elini uzatsa, Irmak görevini
sürdürse, gibi çözümlere bağlamak, olaylara bakış açımızı kısırlaştırır ve bir
süre sonra kamuoyunu anlamsız siyasal dedikoduların yanıltıcı yaklaşımı içine
sokar. Nedenler, toplumsal gelişimin te- ÇAĞINSUÇU 153
mellerindedir. Kurulu düzenin topluma sunduğu
denklemin, tersyüz edilmesi, Türk halkının bütün sınıf ve tabakalarıyla,
özgürlüğe ve demokrasiye sahip çıkmasına bağlıdır. Demokrasinin gerçek
güvencesi halkın bilinçli desteğidir.
Bu destek nasıl sağlanır?
Demokrasimizin "güncel gündemi" bu sorunun
yanıtında saklıdır. Bu köşeden hep birlikte yaşadığımız olayları gözetleyecek
ve yorumlarını yapacağız. Cumhuriyet gazetesinin yarım yüzyıldır aydınlattığı
düşünce ortamında bu sorunları sizlerle tartışma özlemiyle: - Merhaba...
diyorum.
(Cumhuriyet, 18 Mart 1975)
TEK PARTİ OLSALAR...
"Milliyetçi Cephe" kurmaylarının son
günlerde ağızlarını bıçak açmıyor. Gün geçtikçe cephe "taktikleri"
birer birer bozuluyor.
Bu taktiklerden birisi, sağcı partilerin seçimlere
bir ortak listeyle girme düşüncesinde yoğunlaşıyordu. Bu amaçla bir yasa
taslağı da hazırlandı. Buna göre, "siyasi partilerden ikisi veya daha
fazlasının, seçim ittifakı kurarak müşterek aday listesiyle" seçime
girmesi öneriliyordu.
Cephenin "hukuksal taktiği" bu yasa
taslağıyla saptanmak istendi. Fakat bu kez de karşılarına bir Anayasa Mahkemesi
kararı çıktı. Yüksek mahkemenin 1965 yılında oybirliğiyle verdiği kararda şu
gerekçe benimsenmektedir: - Partilerin müşterek oy listeleriyle seçime katılabilmeleri,
kendi kişiliklerinin ve özelliklerinin inkârına varır ki, böyle bir sonuç parti
kavramıyla ve nispi sistemle bağdaşmaz. Böyle bir yol büyük çoğunluğu kişilere
değil, partilere yönelen seçmen oylarının ereklerini bulmasına da engeldir...
Cepheciler, hep birlikte bu karara da karşı çıktılar. Onlara sorarsanız, -
Mahkemenin verdiği bu kararla kendilerinin hazırladığı sistem arasında hiçbir
ilinti yoktur... Oysa, "Milliyetçi Cephe" partilerinin hazırladıkları
taslak da elimizdedir. Bu taslağın 4'üncü maddesinde, 154
- 306
Sayılı Milletvekili Seçim Kanununun 14'üncü maddesi kaldırılmıştır...
denilmektedir. Anayasa Mahkemesinin kararı da işte
bu 14'üncü maddeyle ilgilidir. Yüksek mahkeme, başta hukuk profesörlüğü
etiketini taşıyan parti liderleri olmak üzere, herkesin anlayacağı bir dille, -
Ortak listeyle seçime girmek Anayasaya aykırıdır... demektedir. Karar
oybirliğiyle alınmıştır. Ve bu kararı imzalayanlar arasında şimdi Adalet
Partisi Ankara Milletvekili olarak görev yapan Anayasa Mahkemesi eski Başkanı
Sayın ismail Hakkı Ketenoğlu da bulunmaktadır.
Bu taslak Parlamentodan geçerse, Anayasa
Mahkemesinin bu yasayı iptal etme olasılığı çok yüksektir. Çünkü mahkemenin
bilinen görüşü ortak listeyle seçime girmeyi Anayasaya aykırı bulmaktadır.
Burada duralım ve bir siyasal gerçeği birlikte
saptayalım:
Sağcı partiler şimdiye kadar birçok kez, Anayasa
Mahkemesi duvarına başlarını çarpmışlardır, iş çevrelerine ayrıcalık tanımak
için yetki yasası çıkarılmış, ancak bu yasa Anayasa Mahkemesince iptal
edilmiştir. Yassıada mahkûmlarına siyasal haklarını vermek için Anayasa
değişikliği yapmışlar, ancak bu değişiklik de Anayasa Mahkemesinden dönmüştür.
Sıkıyönetim Yasasında böyle olmuştur. Af Yasası böyledir. Sağcı partiler
kalabalığı, henüz bir yasa, usulüne uygun olarak nasıl Parlamentodan geçirilir,
bunu bile öğrenememiştir.
Bu olgudan da iki sonuç çıkmaktadır:
Ya bu partilerin sayın yöneticileri devlet
yönetiminin ciddiyetiyle bağdaşmayacak ölçüde bilgisiz ve yeteneksizdirler, ya
da Anayasa düzeniyle uzlaşmaz bir çatışma içindedirler. Başka olasılık da
yoktur. Anayasa düzeniyle, bu denli sürekli çatışmaya girmiş siyasal partilere,
devleti yönetme olanağı tanımak, ülkeyi yeniden bir kargaşa ortamına bilerek ve
isteyerek sokmak demektir.
Milliyetçi Cephe partilerince hazırlanan son
taslağın Anayasaya aykırı olduğu yazılınca, sanki bir cephenin karargâhına
bomba atılmışçasına, telaş ve korku başladı. Anayasayı "tağyir, tebdil ve
ilga" edenlerin sabıkalarına bir yenisi daha eklenmektedir. Şimdi, bir
önerimiz var...
Bu partiler ortak listeyle seçime gireceklerine, bir
tek partinin çatısı altında toplansalar, kendi amaçlarına çok daha ya-
ÇAĞIN SUÇU 155
rarlı olamazlar mı? Hem böyle olunca Hazineden ayrı
ayrı para almazlar. Bizler de bu çok etkili ve yetkili liderleri televizyon
ekranında sık sık görmemiş oluruz,
Birleşseler diyoruz. Çünkü birleşirlerse, Milli
Selamet Partisini kapatmak için seçim meydanlarında, - Kapatılmış partilerin
şekil değiştirip tekrar ortaya çıkması muvazaadır... diyen Demirel ile, Adalet
Partisini, - AP'nin sağcılığı, perhizli hastanın turşu yemesine benzer. Bu
parti sağcı değil macun partisidir... Türkiye'de bütün komünistler AP'nin
iktidara gelmesini istiyor, diye suçlayan Erbakan arasındaki "milli
dayanışma" güçlenir.
- AP'yi iktidara getirmeyin, bunalımlara dur diyecek
gücü yoktur, diyen Feyzioğlu'yla Demirel "millet bütünlüğünü"
sağlasın, birleşsin ki, 27 Mayıs ihtilalinin albayı ile Celal Bayar'ın siyasal
mirasçıları kol kola girsinler. Sağcı partiler, birlesiniz!.. Tabelalarınızdan başka
kaybedecek neyiniz var ki?..
(Cumhuriyet, 20 Mart 1975)
ORTAOYUNU...
Geçen çarşamba günü Ankara'da siyasal trafik, akıl
karıştıracak kadar yoğunlaşmıştı. Çankaya "yokuşunu" tırmanıp
i-nenlerden bazıları, köşke, umutla girip düş kırıklığı ile çıktılar. Bazıları
ise, hiç beklemedikleri anda devlet kuşunun başlarına konduğunu görünce, ihale
kazanmış müteahhit gibi sevindiler. Şimdi, Demirel, Erbakan, Feyzioğlu ve
Türkeş, memleketi komünizm tehlikesinden kurtaracak bir "icraat"
hükümeti kuracaklar.
Bugün canciğer kuzu sarması olan bu siyasal parti
liderleri ve bunların bir altındaki lidercikleri, daha dün denecek kadar kısa
dönemde birbirlerinin gözlerini oymak için uğraşıp dururlardı; şimdi sözde
devletimizi parçalamamak milletimizi bölmemek için "milli birlik ve beraberlik
ruhu" içinde bir cephenin karargâhında saf saf dizilmişlerdir,
Milliyetçi Cephenin "serdarı ekremi"
Süleyman Demirel, 9 Mart 1975 günü Demokrat Parti eski milletvekillerini
cephenin "ihtiyatları" arasına kaydederken yaptığı konuşmada, 156
- istikrarsızlığa 1960 ihtilali sebep olmuştur.
Şayet Demokrat Parti hamlesi hepimizin bildiği şekilde sekteye uğramamış
olsaydı, 1975 Türkiyesinde istikrarsızlık içinde olmazdık... derken, 27 Mayıs
ihtilalini Türk ve dünya kamuoyuna,
- Dikkat, dikkat... diye ilk kez duyuran, albay
Alpaslan Türkeş, Çankaya Köşkünden çıkıp
- 27
Mayıs ve 12 Mart, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından zaruretlerin neticesi
olarak yapılmış olan hareketlerdir ve gayet
haklıydılar... demektedir. Türkeş daha önce de 12 Mart muhtırasını eleştiren AP
Genel Başkan Vekili Necmettin Cev-heri'ye, 29 Ağustos 1973 günü yayımlattığı
genel idare kurulu bildirisiyle, - AP, Türk tarihine karşı suç işlemiştir...
demişti. Şimdi devrilenle devrik kol koladır. Bu sözler politika girdabında
öylesine yosun tutmuştur ki, üzerinden "Menderes'ler akıp geçer. Fakat,
yine de sökülüp atılamaz.
Milli Selamet Partisi Genel Sekreteri, Oğuzhan
Asiltürk'ün de AP hakkındaki görüşlerini hep birlikte okuyalım. Asiltürk, 13
Ekim 1973 günü radyodan yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: - AP liberal,
renksiz zihniyetin partisidir. Özü sömürücüdür. Asıl aşırı, asıl gerici
AP'dir... Partinin eski Genel Başkanı Süleyman Arif Emre, 10 Ekim 1973 günü
Yozgat'ta yaptığı konuşmada, - En zayıf koalisyon Demirel iktidarından
iyidir... diye bas bas bağırıyordu. MSP-, AP için "renksizler" adını
da takmıştı. Demirel de en çok bu tanıma kızmaktaydı. 5 Ekim 1973'te, Demirel,
Gaziantep'te, Erbakan'a şu soruyu soruyordu: - Erbakan 1960'ta bize geldi, aday
olmak istedi, reddettik. AP o zaman renkliydi de, şimdi mi renksiz oldu?
Öyle oldu herhalde...
Erbakan, AP'nin sömürücü bir parti olduğu
kanısındaydı. 6 Ağustos 1973'te, bir gazetenin yönetmeniyle yaptığı konuşmada,
- Biz demokratik yoldan, Türkiye'yi AP'den kurtaracak partiyiz. Bu vazifeyi
bizden başkası ifa edemez, biz buna müdrikiz, ve milletimize en büyük vazifeyi
ifa ediyoruz. Bu bir zihniyet meselesidir... deyip bu "zihniyetle
vazifesini ifa ederken" 25 Eylül 1973'te Elazığ'da, ÇAĞIN SUÇU 157 - MSP
öyle, ecnebi memleketinden alınmış fikirlerle kurulmuş bir parti değildir. Onun
için kendisine hayvan ismi seçecek değil ya? MSP'nin işareti anahtardır,
anahtar... diye de Demirel'e sataşıyordu. Demirel de, mühendis mantığıyla, 27
Eylül 1973 günü Erzurum'dan,
- Anahtar ne demektir? Cennetin anahtarı yoktur.
Cennete gitmek o kadar kolay olsaydı, o zaman ne lüzum vardı mahkemeyi
kübraya?.. diye sorduktan sonra Erbakan'a sesleniyordu:
- Burası vaaz yeri değildir. Vaaz yapacak olan
camiye gider... Şimdi camide değil ama cephede buluşmuşlardır artık.
Demirel, Erbakan'ın bu "anahtar
nazariyesine" o kadar kızmış ki, 28 Eylül 1973'te Trabzon'da da hızını
alamayıp MSP'yi savcılara ihbar ediyor ve hukukçulara da göz kırpıyordu:
- Anayasa dışı siyasi partilerin temelli
kapatılmasına dair hükmün uygulanmasında, kapatılan partilerin muvazaa yoluyla
kurulmasını önleyici hükümlerin takviyesi gerekmektedir...
Erbakan da bu beyana kızıp önce,
- Bizi kapatacak olan, daha anasının karnından
doğmamıştır... diye bir "nara" attıktan sonra, sesini yeniden
inceltip I E-kim 1973'te istanbul Taksim Alanında,
- Türkiye'de bütün komünistler AP'nin iktidara
gelmesini istiyorlar. Çünkü, ancak AP yönetimi ve felsefesi içinde komünizm
memleketi felakete götürür,., diye "cemaati Müslimin" ö-nünde sınıf
arkadaşı Demirel'in "günahını" alıyordu herhalde.
işte buyurun Milliyetçi Cephenin "hatıra"
defterini. Bu defteri karıştırın ve ülkemizi yönetmeye kimlerin aday
olduklarını bir kez daha anlayın. Ne bitmez orta oyunuymuş bu? Gülen sadece
kendileri, ağlayan ise, yıllardır hep Türk halkı.
(Cumhuriyet, 22 Man 1975) PARLAMENTO GEOMETRİSİ
Hükümet bunalımı uzadıkça, siyasal sözlüğümüze yeni kavramlar eklenmektedir.
"Parlamento aritmetiği" bunlardan biridir. Beş sağcı siyasal partiden
dördünün sandalye sayısını top- 158
lar, bundan Demokratik Partinin üyelerini
çıkarırsanız; ortaya Demirel'in kurmak istediği hükümet çıkmaktadır. Buna bir
de, ortalıklarda dolaşan bağımsızların dört sandalyesini eklerseniz 218
sayısına ulaşırsınız. İşte Demirel bu 218 sandalyeden bir başbakanlık koltuğu
yaratmaya çalışmaktadır.
Bir de 226 rakamı var. Bu, Millet Meclisi üye
tamsayısının bir fazlası demektir. Anayasamıza göre bir hükümetin güvenoyu
alabilmesi için 226 oy aranmamaktadır. Kabul oyları ret oylarından çok olursa,
hükümet güvenoyu alabilecektir.
Demirel'in hesap cetveli, bu aritmetik sonuçlar
üzerinde çalışmaktadır. Eğer Demokratik Parti milletvekillerinden bazıları
oylamaya katılmasalar, Demirel güvenoyu alıp Başbakanlığa yerleşemeyecektir.
Bir gensoru önergesi sonunda, hükümet yeniden güvenoyu isterse, 226 oy işte o
zaman aranacaktır. 12 Mart tarihinden önce Demirel'in ikide birde, - Bulun
226'yı düşürün, demesinin anlamı da buydu. Demirel, 1971 baharında bu 226 oyu
beklemeden, dört imzalı bir muhtırayı alır almaz, görevinden istifa edip hem
partisinin esenliğini hem de kişisel güvenliğini, 12 Mart yönetiminin
"şefkatli" ellerine teslim etmişti ama, bu, - Bulun 226'yı düşürün...
sözü de siyasal hayatımıza çoktan mal olmuştu.
Demirel'in kurmaya çalıştığı hükümet, güvenoyu alsa
bile yarın herhangi bir olay dolayısıyla hemencecik düşürülebilir.
Sayın Korutürk'ün Demirel'e hükümeti kurma görevini
verirken ne gibi koşullar sürdüğünü ayrıntılarıyla bilmek belki o-lanaksızdır.
Fakat bu koşulların, 226 oy sağlanması ve kurulacak hükümete "etkili"
ve "yetkili" çevrelerin tepki duymayacağı politikacıların alınması
olabilir, dersek; pek de "gaipten ses almış..." olmayız.
Bu varsayım doğruysa burada bir sorun çıkmaktadır:
Eğer Demirel, 226 oyu sağlamadan hükümet kurar ve
hükümet listesi Sayın Korutürk tarafından onaylanmazsa ne olur? Ne olacağını
söyleyelim. Demirel köşkün kapısından çıkar çıkmaz, - Demokrasi elden gidiyor,
gibi bir kahramanlık gösterisiyle 12 Mart tarihinden bu yana her gün parça
parça yitirdiği saygınlığını yeniden kurtarmaya çalışır. Böylece, "ucuz
kahraman- CAĞIN SUÇU 159
lık" yoluyla yeniden "Demirel
efsanesi" yaratılmış olur. işte bunun içindir ki, Demirel hükümeti kurma
görevini aldığı günden bu yana, - Kuracağımız hükümet Parlamentonun içinden
çıkabilecek, demokratik usullere uygun hükümet ihtimalinin sonuncusudur,
diyerek Sayın Cumhurbaşkanını şimdiden manevi baskı altında tutmaktadır.
Demirel, Sayın Korutürk'ün demokrasinin biçimsel kurallarına bile ne kadar özen
gösterdiğini bildiğinden, Çankaya'nın bu duyarlığından yararlanarak Parlamento
aritmetiğinin toplama çıkarma cetveline rağmen hükümeti ele geçirmek
istemektedir. Bunun için de, - Bizim dışımızda kurulacak hükümetler demokratik
değildir... diyerek bir de demokrasi kavramı üzerinde "ipotek" kurmak
istemektedir.
"Parlamento aritmetiği" kadar, "demokrasi
geometrisi" de önemlidir. Çağımızın her türlü düşünce akımlarına karşı
kurulmak istenen bu gerici ve tutucu koalisyonu, demokrasinin hangi çağdaş
ilkesiyle bağdaşmaktadır? Bir ayağı Abdülhamit gericiliğine, öteki ayağı ilkel
ırkçılığa dayanan, geçmişinde sokak ortasında vurulup öldürülen öğrencileri,
kanlı kaldırımları saklayan politikacıların iktidarı demokratik iktidar olmaz.
Çıkardığı her yasa Anayasa Mahkemesinden dönen, yaptığı her işlem Danıştay
kapısında yığılan, Anayasa suikastçılığından "sabıkalı" Demirel
iktidarı mı, demokratik yönetim kuracak?.. Hayır!..
Toplum yeniden kargaşa ortamına itilecek ve bundan
sonra da,
- Demokrasi bize lükstür, diyen anlayışın gelip
yerleşmesi ve ülkenin "Parlamento" vitrinli bir faşizmle
yönetilmesinin yolu yöntemi araştırılacaktır. Fakat unutuluyor ki, artık bu
dönemin de modası geçmiştir. Bu bunalımın sonunda yeni bir 12 Mart bekleyenler
de aldanırlar. Artık, köprülerin altından çok sular akmıştır. Bundan sonra bu
tür balyozların altında kimin kalacağını kestirmek pek kolay değildir.
Seçilecek Parlamentonun "aritmetiği" kadar "geometrisi" de
bu "milliyetçi" liderlerin uykularını kaçırmaktadır.
işte meydan, işte seçim; neden kaçıyorsunuz?..
(Cumhuriyet, 24 Mart 1975) 160
SON SAĞCI HÜKÜMET
Irmak hükümeti görevi devre hazırlanırken, bazı eski
politikacılar kaşla göz arasında yönetim kurulu üyeliklerini de
payla-şıverdiler. Bu politikacı eskilerine çok şekerli kahve ısmarlanır-casına,
bol ücretli yönetim kurulu üyelikleri dağıtılmaktadır. Noterlikler, banka ve iktisadi
devlet teşekkülleri yönetim kurulu üyelikleri, eylemsiz müşavirlik ve
murakıplıklar, kapanın e-linde kalmaktadır.
"Yağma Hasan'ın böreği"dir bu...
Kurulu düzen, kendisinden yana olanları, işte böyle
kolları ve kanatları arasına almaktadır. 27 Mayıs ihtilalinin mahkûm ettiği
politikacılar bir elleri yağda, bir elleri balda yaşatılırken, 12 Mart
sanıklarına dünyaları haram edilmiş ve devlet kapısında görev almaları bile
yasaklanmıştır.
Bütün bunlar, kurulmaya çalışılan "Milliyetçi
Cephe"nin, toplumun ayrıcalıklı kesimlerinde yıllardır bir
"koalisyon" olarak yaşadığını kanıtlamaktadır.
Ülkenin bu ayrıcalıklı sınıf ve tabakaları tam bir
sınıf bilinci ve dayanışması içinde, ülkeyi bugünkü bunalımın içine
sürüklemişlerdir.
- Milliyetçi partiler toplamı 214 eder. 4 de
bağımsız, Demokratiklerden de beş on tane oy alırsak... gibi hesaplar ve buna
karşı,
- Demokratik Partiyle, Halk Partisinin oy toplamı
227'dir. Teknokratları da alıp bir hükümet kurarsak...
Avuntularla ülkemizin tek bir sorunu bile
çözülemeyeceği gibi, yeni yeni sorunlar ve güçlükler ortaya çıkar, Gerçeği
görelim...
Bunalım, "hükümet bunalımı" değildir.
Ülkemiz, Kurtuluş Savaşından bu yana ilk kez bir yabancı ulusla savaşa
girmiştir. Türkiye, Kıbrıs ve Kıta Sahanlığı gibi konularda ciddi bir savaş
olasılığının güç koşulları içinde yaşamaktadır. Bütün dünyayı saran ekonomik
sarsıntılar, ekonomiyi büyük bir enflasyon dalgası içine itmiştir. Bütün bu
olumsuz koşulların tel örgüleri i-çinde yaşarken, yine de, - Demirel 226'yı
bulur mu, bulmaz mı?
- DP'den AP'ye kaç kişi geçer?
- DP+Teknokratlar hükümeti kurulabilir mi?., gibi
sorular soruluyorsa, bir "hükümet bunalımından değil, adıyla sanıyla ÇAĞIN
SUÇU 161
"rejim bunalımından söz etmek gerekir, işin
kökenine eğilir-seniz, "Milliyetçi Cephe" denilen tutucu kalabalığın,
bu düzenin temelinde yattığını görürsünüz, bu adaletsiz toplumu oluşturan çıkar
düzeni, tutucu partiler kalabalığının varlık nedeni ve yaşama gerekçesidir.
Sınıf bilincinin en etkin olduğu kesim, toplumun bu
ayrıcalıklı sınıf ve tabakalarıdır, Bu çevreler, gün geçtikçe uyanan e-mekçi
halk yığınlarının, bu adaletsiz düzeni sürgit sırtlarında taşıyamayacaklarını,
14 Ekim seçimlerinde anlamışlardır. Amaçları, ne yapıp yapıp "demokratik
solcu" CHP'nin iktidara gelmesini önlemektir.
Seçimlerin CHP'yi güçlendireceğini ve
belki de tek başına iktidar yapacağını sezenler, "türlü çeşitli"
yollara başvurarak düzeni korumaya çalışmaktadırlar. - 226 mı, 218 mi?.. Demokratik Parti parçalanır mı, parçalanmaz
mı?..
Bu gibi parmak hesaplarıyla bu düzeni ayakta
tutamayacaklarına, onların da aklı yatmaktadır. Seçim er geç yapılacaktır. O
zaman da başbakanlık koltuğuna solcu bir politikacı oturacaktır.
Bunun içindir ki, bir yandan,
- El çabukluğu marifet, diyerek, devletin kilit
noktalarına a-nahtar adamlarını yerleştirip bürokrasiyi denetimlerinden uzak
tutmamak, öte yandan Yunanistan'da, 1965 yılında CIA tarafından önerilen,
benzer partilerin birleşmesi sistemine tıpatıp benzeyen bir seçim yasasıyla
seçime girerek, solu iktidardan uzak tutmak istiyorlar. Bu da olmazsa, gelsin
faşist yönetim. Örnekleri var nasıl olsa. Bir geçiş dönemi yaşıyor Türkiye. Ya
bu adaletsiz düzeni oluşturan sınıf ve tabakaların sözcüleri olan sağcı
partiler ülkeyi yönetecek; ya da emekçi sınıfların haklarını savunan ilerici
partiler iktidara gelecektir. Bu ikinci olasılık da gün geçtikçe artıyor.
Toplum, ulusal ve sınıfsal bilinçlenme aşamasını olanca hızıyla yaşıyor şimdi.
Baskı yönetiminin orgeneraline neden bir bankada
yönetim kurulu üyeliği verildiğini herkes anlıyor. Eski ihtilalcilerin tutucu
partilerce uzatılan yönetim kurulu üyeliklerine nasıl o-turtulduklarını çok
kimse biliyor. Siyasal hayata, bir "beyzbol topu" gibi Amerikan
firması müteahhitliğinden sıçrayan politi- 162 kaçının hangi
"milliyetçiliğin" bayraktarlığını yaptığını örtbas etmeye de olanak
yok artık.
Yaşadığımız geçiş döneminin "rejim'
bunalımı" mühendis cetveli, mürteci tespihi, başbuğ buyruğu ve profesör
demago-jisiyle çözümlenecek gibi değildir. Bunalımın nedeni temeldedir. Bu
bunalımı çözecek tek güç ise halkın bilinçli oylarıdır. 12 Mart 1971 günü
Parlamentonun çatısına geçirilen süngü, tutucuları mıknatıs gibi bir araya
getirdi. Fakat bu dönem hiçbir sorunu çözemedi. Üstelik demokrasi tarihine
kapkara bir leke olarak geçti. Toplumun bütün kesimlerinde yıllarca sürdürülen
"çıkar koalisyonu" hangi aritmetik hesaba dayanırsa dayansın, halkın
oylarıyla yıkılacaktır. Kurulacak sağ hükümet, "Milliyetçi Cephe"
kalabalığının kurup kuracağı son hükümet olacaktır.
Korkuları da bu değil mi?., (Cumhuriyet, 26 Mart
1975) SORUYORUZ...
Demirel siyasal hayata atılır atılmaz, ilk kez
masonluk suçlamasıyla karşılaştı. Adı "Türk Yükseltme Derneği" olarak
bilinen mason örgütünün "Bilgi Locası" üyeleri arasında bulunmasına
rağmen, kamuoyunun gözüne baka baka, - Ben mason değilim... diyebildi. Bundan
sonra, kendisine Amerikan "Morrison firması" Türkiye temsilcisi
olduğu hatırlatılarak, - Morrisan Süleyman... adı takıldı, buna da fazla
aldırmadı. Amerika'nın Türkiye'deki ayrıcalıkları eleştirilirken, - Üs yoktur,
tesis vardır... diyerek soğuk espriye meraklı Amerikalıları bile güldürdü. Bu
da çabuk unutuldu.
Bu arada kardeşlerine usulsüz krediler dağıttığı
ileri sürüldü. Gazetelerde belgeler, eleştiriler, uyarılar yayımlandı.
Kardeşlerine yasadışı krediler
verildiği o kadar "ayyuka" çıktı
ki sonradan yanağından şapur şupur öptüğü General Ali Elverdi bile, üç gencin
idam kararını imzalarken dayanamayıp - 26
milyonluk birader yolsuzlukları ve bunun gün ışığına çıkmasını önleyen
ayak oyunları... gibi gerekçelerle Demirel'i ÇAĞIN
SUÇU 163 suçladı. Demirel, bütün bunlar yazılıp çizilirken kulağının üstüne
yatmayı yeğledi ve kendisine bu kadar ağır gerekçelerle saldıran generali
partisine alıverdi.
Şimdi elimizde belgeler var. Belgelerin her
sayfasını tek tek okuyoruz: Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü Disiplin Kurulu
kararından Süleyman Demirel'in kardeşi Hacı Ali Demirel'in usul ve yasalara
aykırı olarak krediler aldığını ve aldığı kredilerin faizlerini ödemediğini
ayrıca banka işlemleri üzerinde bazı değişiklikler yaptığını bir bir okuyoruz.
Disiplin Kurulunun 8.6.1974 günü tamamladığı suç belgeleri 1974/39 sayı ile
bankanın genel müdürlüğüne yollanmıştır. Genel Müdür de 29.1 1.1974 gün ve 509
sayılı yazı ile dosyayı banka yönetim kuruluna, göndermiştir.
Hacı Ali Demirel'e usulsüz kredi sağlayanlardan
bankanın Ankara Yenişehir Şubesi Müdür Muavini Refet Gürsel de olay patlak
verince istifa edip Demirel ailesiyle iş ortaklıklarına girmiştir. Bütün
bunları art arda sıralayıp Demirel'in ünlü sorusuyla, - Var mı başka izah
tarzı?., denilmekle yetinilebilir, ama biz kamuoyunun bu gibi konulara olan
duyarlılığına saygılı olmak için belgelerle konuşmayı uygun buluyoruz.
Ziraat Bankası Genel Müdürlüğünün 29.1 1.1974 gün ve
509 sayılı yazısı bankanın yönetim kuruluna gönderilen dosya, kurulun 3.12.1974
gün, 80 sayılı toplantısı ve 2089 sayılı kararıyla onaylanmıştır. Bütün bunlar
devletin "arşivi" arasındadır. Bu dosyaların tozunu silkip kamuoyu
önüne getirmek ve başbakanların kardeşlerine nasıl ayrıcalıklar tanındığını
kanıtlamak, artık milletvekillerinin ve senatörlerin görevidir.
Kimdir bu Hacı Ali Demirel ve hangi hakla
ayrıcalıkların gül bahçelerinde yaşatılmaktadır?!.. Bu soruya cevap vermek,
kapısına "milliyetçilik" tabelası asılan sözde "icraat"
hükümetlerinin çatısına kiremit döşemekten çok daha güçtür.
Eğer konu böyle açılırsa sorulacak başka sorular da
vardır: Örneğin Çankaya Vergi Dairesinin 22.5.1970 gün ve 328-36-35 sayılı yazı
ile, Demircilerin babası merhum Yahya Demirel'den istenen bilgiler de yeniden
tartışma konusu olabilir. Yahya Demirel, - İsparta'nın Atabey kazası islamköy
nahiyesinde 10 dönümlük meyve ağacım vardır. Bu bahçeden elde ettiğim elma 164
ve armutların faturalarına yazılı miktarlarını oğlum
Ali Demi-rel'e satmış bulunuyorum. 1925 yılından 1948 yılına kadar ticaretle ve
ziraatle iştigal ettim. Bu müddet içinde altın ve para olarak biriktirmiş
olduğum 2.5 milyon lirayı sermaye yapması için oğlum Ali Demirel'e uzun vadeli
olarak borç verdim. Ekseri Anadolulu vatandaşlar gibi ben altın ve paralarımı
daima yanımda muhafaza ettim... diyordu. Yahya Demirel öldü. Acaba 1948 yılında
iki buçuk milyon olan bu mirasın vergisi Demirel kardeşler tarafından ödenmiş
midir? Ve nerede kalmıştır "Çoban Sülü" efsanesi?
Ali Demirel'in Ankara Kavaklıdere'de, 2538 ada, 14
parselde, 2539 ada, 5 parselde, 2538 ada, 13 parselde gayri menkulleri var
mıdır? Yenimahalle Orman Çiftliği 2104 ada, 35 parsel, 2104 ada, 36 parsel,
2104 ada, 29 parsel, Ankara Bal-gat Mahallesinde 1819 ada, 200 parselde sahip
olduğu toprakların satış bedeli ne kadardır?.. Bu gayri menkuller Ali Demirel
tarafından hangi tarihte, kaç liraya satın alınmıştır? Maltepe Eti Mahallesi
7377 ada, I parseldeki gayri menkulle, 7377 sayılı parseldekinin şimdiki satış
bedeli ile, alış fiyatı açıklanabilir mi?
Bütün bunları açıklanırsa, işte o zaman Ali
Demirel'in oğlu Yahya Demirel'in 4997 sayılı ve I 3.1 1. 1973 günlü Ticaret
Sicili Gazetesinde kuruluş amacı açıklanan "into. Gıda ve ihtiyaç
Maddeleri Uluslararası Ticaret ve Sanayi Merkezi Anonim Şirketi" ile 5105
sayılı Ticaret Sicili Gazetesinde açıklanan
"Orsa, Orman Ürünleri Ticaret ve Sanayi Limited
Şirketi"nin kredilerine ve ihracat lisanslarına da değinebiliriz.
"icraat" hükümeti kuracaklar: Neyin
"icraatı" bu, belli değil mi? "Milliyetçi" hükümeti
kuracaklar: "Morrison" şirketi temsilcisinin başkanlığındaki
koalisyonun, hangi milliyetçiliğin bayraktarlığını yapacağı anlaşılmıyor mu? Ve
şu "cephe", biraderler cephesi, kredi özgürlüğü ve şirketler
demokrasisi mi sağlayacak acaba?
(Cumhuriyet, 28 Mart 1975)
AHLAK DERSLERİ ...
Bugün "Allahın emri, Peygamberin kavliyle"
el ele, omuz omuza, gönül gönüle hükümet çatısını kapatmaya çalışan Adalet
ÇAĞIN SUÇU 165
Partililer ile Milli Selamet Partililer geçen yıl
tam bugünlerde, "masonluk" ve "dinsizlik" üzerine
"türlü çeşitli" tartışmalar yaparlardı. Bugün sizlere henüz mürekkebi
kurumamış tutanaklardan bölümler aktararak bu "Müslüman
kardeşlerimizi" daha da yakından tanıtalım.
Önce, Milli Selamet
Partisi Çorum Milletvekili Yasin Hatip-oğlu'dan başlayalım. Hatipoğlu, 27 Mart
1974 günü Millet Meclisi kürsüsünden şunları söylemiştir: Millet Meclisi
Tutanak dergisinin 58'inci birleşim I 'inci oturum sayfa 372'den aktarıyorum:
"Anadolu esnafının atar damarlarındaki kanla iktifa etmeyip kılcal
damarlarındakini de emmeye çalışan bir avuç mutlu a-zınlık saltanatı devam
edemez... Devlete ait arsaya yaptığı gecekondunun yıkılacağını matem havası
içinde bekleyene karşılık devletin başka arsalarını yaranlara parselleme devam
ettikçe... katıksız bir huzurun teessüsünü hayal etmek bile zordur..."
Hatipoğlu, konuşmasını AP'Iİ milletvekillerinin sataşmalarına rağmen
sürdürürken, - Sayın Adalet Partili kardeşlerimizin... demiş, buna AP'liler,
şiddetle tepki göstererek, - Ne kardeşi be... diye
cevap vermişlerdir. AP Milletvekili Ahmet Buldanlı yerinden, Hatipoğlu'na, -
Allah belanı versin, komünist, yeşil komünist. Ne farkın var onlardan senin?.,
diye sataşınca Hatipoğlu, - Düşmanımız tek değildir. Komünizm düşmanımız,
Siyonizm de düşmanımızdır ve komünizm masonluğun, Siyonizmin icadıdır...
Sizleri de masonluğun karşısında olmaya davet ediyorum... diyerek kürsüden
inmiştir.
4 Nisan 1974 günü Yasin Hatipoğlu AP'lilere şöyle
seslenmiştir:
- istismar nedir? istismar, Hacıbayram'da poz verip
Pod-gorni ile ramazan ortasında öğle yemeği yemektir, istismar 1966 yılında,
meşhur tılsımlı 226'nın da üstünde çok rakama sahipken, 163'ü affeder
gözükmektedir. Bunlara katiyen fırsat vermeyeceğiz. Oyunları sökmeyecek, AP
binası maili inhidamdır, yıkılıncaya kadar çatırdamaya devam edecektir...
Yasin Hatipoğlu, 10.4.1974 günü de AP'lilere şunları
söylemiştir: 166 - Hükümetteyken aldığınız bir kararla mason cemiyetlerini
menafii umumiyeye hadim saydınız. Vidanınız sızlamadı mı?
Şimdi gelelim bir de, Milli Selamet Partisi Tokat
Milletvekili Hüseyin Abbas'ın konuşmalarına : Millet Meclisi Tutanak dergisinin
71'inci birleşimiyle ilgili sayfaları açarsanız, Hüseyin Abbas'ın
"veciz" konuşmalarını da görürsünüz. Hüseyin Abbas
"Bismillah" deyip kürsüden bas bas bağırıyor, o günlerde: - Anarşik
olaylara katılanların hepsinin yetiştiricisi, müreb-bisi Adalet Partisidir...
Samimi olmak lazımdır. Böylesine meydanlarda bu milleti aldatmak için, kendi
zümrevi, şahsi menfaatlerini elde etmek için, büyük kitleleri, yıllarca peşinde
"sağcıyım" vesaireciyim diye sürükleyip rey alıncaya kadar milli irade,
rey aldıktan sonra da milli iradenin tam istediğinin tersini yapan zihniyettir
ki, bu milleti bu hale getirmiştir... dedikten sonra, AP'lilere bağırıyor: -
Ben gerçek mücadele yaparak geldim, sizin sahtekârlığınızı gördüğüm için karşı
geldim... Evet, bizim gibi gerçek manada inanmış insanlar olmasaydı, sizin gibi
münafıklar, daha çok bela açarlardı bu milletin başına...
"Sahtekâr" sözü ortalığı iyice
karıştırıyor. AP'liler "sahtekâr" ve "münafık"
suçlamalarından çok alınıyorlar nedense. Hüseyin Abbas bunlara da cevap
yetiştiriyor:
- Biz bu laflarımızla, bu memlekette, yıllarca sağcı
solcu diyerek bu memleketin yeni nesillerini karşılıklı birbirlerine kırdırıp
öbür tarafa rengini belli etmeyerek, renksiz zihniyeti, bu milleti sömüren
zihniyeti kastederek söyledim... diyor, yerine oturunca da dayanamayıp
bağırıyor AP'lilere:
- Sizin milleti aidata aidata vicdanınız sızlamadı
mı? Sızla-mamıştır, ancak, tutanaklarla saptanmıştır bir bir.
Bir de MSP istanbul Milletvekili Fehmi
Cumalıoğlu'nun incilerine göz atalım. Millet Meclisinin 90. birleşiminde yer
alan konuşması, 1974 yılının Mayıs ayının 30. gününde yapılmıştır. Cumalıoğlu
da şöyle buyuruyor, "hutbe" okurcasına: - Sayın Demirel, ensesine
kaldırmayı itiyat edindiği mağrur başını öne eğerek, Sayın Bozbeyli de methiyeler
dökerek, Sayın Celal Bayar'ın ellerini öpmek için sıraya dizilmişlerdir..,
Muhterem milletvekilleri, ismiyle zihniyeti zıt olan bu yeni
"cephe"nin, bir zamanların Vatan Cephesi gibi çilekeş milletimizin
başına yeni badireler getirmemesini Cenabı Haktan niyaz eyleriz.
ÇAĞIN SUÇU 167
Cumalıoğlu Allanın pek sevgili kulu değilmiş ki,
duaları kabul olmamış, şimdi yeniden bir "cephe" kurulmuştur. Bu kez
kendileri, "tövbe" ederek "mason" dedikleri Demirel'in
imamlığında namaza durmuşlardır.
Allah kabul etsin...
Bugün "manevi kalkınma" ve
"ahlak" sözlerini dillerden düşürmeyen, Allahın sevgili kulları ve
cennet bağının çok renkli güllerinin, gülsuyu kokulu sözlerini birlikte okuduk.
Şimdi "masonluk" unutuldu. Şimdi "sahtekârlık" ve
"münafıklık" unutuldu. "Er kişi niyetine" bir araya
geliyorlar. Önce İslam), sonra vatanı kurtaracaklar.
Okuduğunuz bu satırlar, sadece Millet Meclisi
Tutanak Dergisinin satırları değil, bir siyasal ahlak anlayışının suçüstü
tutanaklarıdır. Bunları okuyun ve sizler de bu tutanakların altına tanık olarak
imzalarınızı atın.
Milli Selamet Partisinin gençler için önerdiği
"ahlak derslerini" önce kime öğretmeli acaba, kime?!...
(Cumhuriyet, 31 Mart 1975)
DOĞRUYU SÖYLEMEK...
Devlet adamları için aranması gereken ilk koşul,
açıkyürekli ve doğru sözlü olmalarıdır. Yurttaş, hangi görüşte olursa olsun,
siyasal parti liderlerinin güven verici ve inandırıcı olmalarını ister. Sayın
Ecevit'e saygınlık kazandıran özelliklerden biri de budur. Başbakanlık
koltuğunun yeni sahibi Demirel için bu ö-zelliklerden söz etme olanağı pek
yoktur, Çünkü Demirel, sahibi olduğu sözleri, bir çırpıda unutuvermenin
hünerine de sahiptir. Bunun bir örneğini, önceki günkü basın toplantısında
verdi.
Demirel, 1973 seçim kampanyalarında konuşurken, 28
Eylül 1973 günü Trabzon'da, Anayasa Mahkemesince temelli kapatılan anayasal
partilerin "muvazaa" yoluyla yeniden açılmaması için yasal tedbirler
getirilmesini önermişti. Basın toplantısında söz isteyerek Demirel'e bu konuyu
hatırlattım ve
- Bugün aynı kanıda mısınız?., diye sordum. Demirel
yüzlerce gazetecinin önünde ve televizyon ekranının içine baka baka, 168
- Böyle bir beyanım yoktur.., diyebildi. Ben
sorduğum soruyu yeniden kendisine yönelttim.
- Bunlar gazete sütunlarındadır, ispat ederim...
dediğimde de,
- ispat edin, gelin o zaman konuşalım... demekten
çekinmedi. Bazı gazeteci arkadaşlarımızın yadırgadığı sert tartışma, basın
toplantısında böylece kapatılmak istendi, ispata çağrıldığımıza göre, ispat
etmek boynumuzun borcu oldu artık.
Kanıtı sağlam yerden getirmek gerekmektedir.
Bırakalım öteki gazeteleri de, olayı "sahibinin sesi"nden yani,
"Son Havadisken okuyalım. 29 Eylül 1973 günü Son Havadis gazetesinin
birinci sayfası boydan boya Demirel'in Trabzon gezisine ayrılmıştır. Son
Havadis, Demirel'in konuşmasını şöyle aktarmış. Demirel diyor ki:
- AP'nin görüşüne göre, Anayasadaki değişikliklere
rağmen, bazı hususlarda ıslah tedbirlerine ihtiyaç vardır. Evvela Anayasa dışı
partilerin temelli kapatılmasına dair Anayasa hükmünün uygulanmasında,
kapatılan partilerin muvazaa yoluyla kurulmasını önleyici hükümlerin takviyesi
gerekmektedir. Ayrıca kapatma davalarının açılması ve yürütülmesinde çabukluğu
sağlayıcı hükümlerin takviyesi gerekmektedir.
işte Demirel bu konu için,
- Böyle bir konuşmam yoktur, ispat edin...
diyebilmektedir.
Görülüyor ki Başbakan Demirel, kendi partisinin
yayın organında çıkan sözlerini bile unutmaktadır. Acaba bundan sonra
Demirel'in konuşmalarını noter aracılığıyla saptayıp bir de kendisine
imzalatmak mı gerekecektir?
Oysa sorun apayrıdır. Demirel hiç şüphesiz, henüz bu
yaşında bellek bozukluğuna uğramış değildir. Her ne kadar şimdiye kadar,"
19 milyon, 20 milyon, 26 milyon" gibi rakamlar ve "141-142-146"
gibi yasa maddeleriyle çok haşır neşir olmuşsa da, bütün bunların Demirel'in
belleğinde bozukluk yaratması düşünülemez. Demirel bu sözleri, Milli Selamet
Partisi için söylemiştir. Bugün aynı partiyle ortaklık kurmuştur. Koalisyon
protokolü imzalanır imzalanmaz, kendisine bu konu hatırlatılınca, - Böyle bir
konuşmam yoktur.., diye konuyu geçiştirmeye çalışmıştır. Fakat unuttuğu bir
nokta var: Yazılar silinmez ve arşiv bu konuşmaları hiç unutmaz. ÇAĞIN SUÇU 169
Gelelim bir başka konuya:
Kendilerine "milliyetçilik" etiketi
yapıştıran bu tutucu partiler kalabalığı, kendi aralarında bir "zoraki
nikâh" kıymışlardır. Her birinin amacı, birbirlerinin gözünü oyup cephe
komutanlığını kendi üzerine almaktır. Hesaplar bunun üzerine yapılmıştır. Çünkü
artık biliniyor ki, ülkedeki sağcı oylar donmuştur. Tutucu partilerin kurup
kuracakları son sağcı hükümettir bu. Demirel, bu sağcı partileri, kendi
ağırlığı altında eriterek gücünü artırmak ve sağın tek lideri olmak
istemektedir. Feyzioğlu, 12 Mart döneminde denediği yolların bugün de
geçerliliğini kanıtlamaya çalışarak, bir mangalık partisiyle devleti yönetmenin
yolunu yordamını araştıracaktır. Türkeş, Birinci Dünya Savaşından sonra bazı
ülkelerde denenmiş ilkel yolları zorlayarak devleti ele geçirmeye çalışacaktır.
Erbakan ise, Abdülhamit gericiliğini devlet katına bulaştırmanın mutluluğu
içindedir. Bu dört parti lideri de, artık birbirinin oy depolarına göz
dikmekten başka hiçbir siyasal yoldan umut beklememektedirler. Ö-nümüzdeki
dönemde sağcıların "miras kavgasf'na tanık olacağız. Gün geçtikçe tükenen
miras, bakalım, bu liderleri hangi yollara itecektir? Hep birlikte göreceğiz.
Demirel, Milli Selamet Partisinin de, Milliyetçi
Hareket Partisinin de kapatılmasını çoktan istemektedir. Kendisine
hatırlattığımız konuşmasını çok iyi hatırlamıştır, amma unutmayı yeğ tutmuştur
şimdilik.
Onları kendi hesaplarıyla baş başa bırakıp sizlere
bir küçük masaldan söz edelim: Bir çoban her gün köyüne gelip - Kuzuları kurt
kaptı,., dermiş. Sonra bu kuzuları satar ve paraları biriktirirmiş, Köy halkı
bu çobana bu yüzden hiç inan-mazmış. Bir gün çobanın sürüsünü gerçekten kurt
kapmış. Bu kez, çoban yaşlı gözlerle köye gelip durumu anlatmış, Anlatmış amma
artık kendisine hiç kimse inanmamış.
Kıssadan hisse: Doğruyu, gerçeği, "kurt"
kapmadan söylemek ve herkesi kendisine inandırmak gerekmektedir. Bilmem
çobanlık yaptığı günlerde Demirel'e bu küçük masal hiç anlatılmış mıydı?..
(Cumhuriyet, 2 Nisan 1975) 170
KANLI KALDIRIMLAR...
Tutucu partiler kalabalığı bir araya gelip hükümet
kurarken, gençlik kesimindeki şiddet eylemleri de yoğunlaşmaktadır.
Parlamentoda üç sandalyeye sahip bir partinin, başbakan yardımcılığına tırmanıp
üstelik hükümet üyeliklerinin ikisini kapı-vermesi, "Parlamento
aritmetiği" ile açıklanacak olaylardan değildir.
Yıllarca, devletin güvenlik örgütlerinin gözleri
önünde "komando kampları" açarak, sağcı eylemciler yetiştirenler,
şimdi başbakanlık koltuklarına kadar ulaşabilmişlerdir. Hükümet güvenoyu alırsa
herhalde sağcı eylemcilerin yeni kanlı saldırılarına tanık olacağız,
Türkiye'de henüz karanlık cinayetlerin hesabı
sorulmuş değildir. Gencecik yaşlarında, birer ikişer öldürülen genç
öğrencilerin ve işçilerin katilleri aramızda ellerini ve kollarını sallayarak
dolaşmaktadırlar. Taylan Özgür, Nail Karaçam, ilker Mansuroğlu, Hıdır Altınay,
Mehmet Cantekin, Battal Mehet-oğlu, Mehmet Büyüksevinç, Necdet Güçlü, Niyazi
Tekin, Mehmet Ali Aytaç, Dursun Erdoğan, Hüseyin Çapar, Şerif Aygün, Necmettin
Giritlioğlu, Koray Doğan, Şahin Aydın, Hüseyin Örek, Kerim Yaman, Veli
Yıldırım... Bunlar demokrasimizin tarihine terk edilmiş mezar taşlarıdır. Bu
cinayetler işlenirken, devrin hükümetleri olayları göz ucuyla izlemiş ve
gençlerin aralarına yerleştirdiği "kışkırtıcı ajanlar" aracılığıyla
kargaşa ortamını bilerek ve isteyerek yaratmıştır. 12 Mart öncesinin kanlı
kaldırımlarından sorumsuz politikacıların ayak izleri silinmiş değildir.
Sağcı eylemciler, sıkıyönetim
dönemlerinde de özellikle korundular ve kollandılar. Sağcılar, kendilerine
"ülkücü" adı takan sağcı öğrencilerin tanıklığıyla ilerici aydın
avına çıktılar, Mahkeme kararlarında sağcı eylemciler açıkça övüldü. Sizlere,
Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı I Numaralı Askeri Mahkemesinin 1972-89 esas
sayılı dosyasından şu satırları aktaralım: .
- Ülkücülerle aşırı solcuların çatışması ve
çarpışmaları, ideolojik görüş farkından gelmektedir. Aşırı solcular düzeni
değiştirmek için ihtilalin ön safhasını teşkil eden anarşik ortam yaratmak
maksadıyla fiil ve eylem yapmakta ve hadise yaratmaktadır. Ülkücüler bunların
karşısında, gayelerinin tahakkukuna mani olmaya çalışmaktadırlar. Vaki fiil ve
eylemlere karşı çı- ÇAĞIN SUÇU 171 kan emniyet kuvvetlerinin yanında bulunan,
çarpışan yine ülkücülerdir...
Bu karar Topçu Albay Remzi Siretli, Hâkim Albay
Sadettin Üçüncüoğlu ve Hâkim Binbaşı Siret Kurtcebe tarafından imzalanmıştır.
Bu örnek, bu belge, düşündürücü değil midir?
Görülüyor ki 12 Mart sıkıyönetimi karanlık
cinayetlerin hesabını sormak yerine, "ülkücü" adı takılan sağcı
eylemcileri, mahkeme kararlarında bile övmeyi gerekli görmüştür. Daha da acısı;
devrin Cumhurbaşkanı Sunay, - Ülkücü gençler memleketi koruyor... gibi
sözlerle, sağcı saldırganların sırtlarını sıvazlamıştır. Bütün bunlar, basit
rastlantıların gelişigüzel halkaları değildir.
Gerçeği görelim.
Uluslararası faşizm, geri bıraktırılmış her ülkede
bu tür saldırı yöntemlerini denemektedir. Bürokrasinin etkili kesimiyle
yasadışı ilişkiler kuran bir küçük azınlık, ülkede kargaşa ortamı yaratmaya,
bundan sonra da bir faşist yönetimin kurulmasına çalışmaktadır. Bunun son
örneklerini Şili'de ve Yunanistan'da gördük. Hükümetin bir kanadından da güç
alan saldırganların, yarın, seçim güvenliğini ortadan kaldırmak için şiddet
yöntemlerine başvurmayacağını söylemek mümkün müdür?
Unutulan şu:
Türkiye'de köprülerin altından çok sular akmıştır.
Bozuk saatler bile, günde iki kez doğru göstermektedir. Gelişen toplum,
özgürlüğe ve demokrasiye her gün biraz daha sahip çıkmaktadır. Özgürlüğün
kilometre taşlarını geriye çevirmeye şimdiye dek, hiç kimsenin gücü
yetmemiştir. Faşizmin alaturkası ise, bu oluşumu hiç değiştiremez.
Bugün demokrasimiz, ne katilleri bulunmamış fidan
gibi delikanlıların kanlı kefenlerine sarılıp unutturulabilir, ne de milyonluk
kredi yağmalarıyla satın alınabilir. Emekçi Türk halkı, örgüt desteği ve
demokratik bilinciyle sağcı yönetimlerin bu kara dehlizini de geçecektir.
Kimsenin şüphesi olmasın. Aslanın sırtında hükmetmeye özenenler de bir gün bu
aslana yem olurlar. Mussolini ayaklarından bir sokak fenerine a-sıldı. Hitler
ise, bir sığınakta beynine kurşun sıkarak öldü.
Dileyelim ki, Tanrı Türkü korurken, bazılarını da
böyle sonlardan saklasın. Titreyip kendilerine gelinceye kadar...
(Cumhuriyet, 4 Nisan 1975) 172
SORMAZLAR MI?
Maliye Bakanlığının döner koltuğunda bugün genç bir
politikacı oturuyor. Politikacının adı Yılmaz Ergenekon'dur. Erge-nekon, Ankara
Hukuk Fakültesinde
Medeni Hukuk Doçentiyken, Devlet Planlama Örgütünde
görevler üstlenmiştir. Örgütte, "Teşvik ve Uygulama Dairesi
Başkanlığı" yapan bu Medeni Hukuk Doçenti, devletin olanaklarını iş ve
sermaye çevrelerine "ulufe" dağıtır gibi dağıtmakla ün yapmıştır.
Ergenekon, bir özel şirkete yedi yüz yirmi bin dolarlık döviz kredisi
sağladıktan sonra, fakültedeki ve planlamadaki görevlerinden istifa edip kredi
sağladığı bu şirkete müşavir oluvermişti.
- Nasıl olur?., demeyiniz. Ergenekon'un geçenlerde
ortağı tarafından vurularak öldürülen bir işadamına ingiltere'de gazoz
fabrikası kurması için imzaladığı belgeler arşivlerdedir.
Arşivde başka belgeler de vardır. Şimdi,
Parlamentoda milletvekilleri, Ergenekon'un Devlet Planlama Örgütünde görev
yaptığı süre içinde kimlere ne kadar kredi verip yatırım indirimi sağladığını
tek tek araştırmalıdır. Bunlar ortaya çıkarılınca, "milliyetçilik"
etiketinin altında hangi çıkar çevrelerinin adlarının okunacağını da hep
birlikte göreceğiz. Bir tanesini şimdiden görelim:
Günlerden bir gün, 933 sayılı yasa
olarak bilinen "Yetki Yasası" Parlamentodan geçer. Adalet Partisi bu
yasanın çıkması için gece gündüz çalışmıştır. Bu yasa siyasal dildeki adıyla
"hür teşebbüs" yani, " özel ve güzel" teşebbüse türlü
çeşitli kolaylıklar sağlıyordu. O günlerde Demirel durmadan, - 26 milyon hür teşebbüs...
Teşkilatlanmış kredi piyasası... gibi sözlerle
ekonomi bilimi ve güldürü edebiyatına katkılarda
bulunmaktaydı. Bu "26 milyon hürteşebbüs"ten biri de kardeşi Hacı Ali
Demirel'di ve "kanun" devletinde kardeşlerinin yasalardan
yararlanması da vazgeçilmez ve devredilmez kutsal haklardan biriydi.
Yasa çıkar çıkmaz ilk başvuran, Hacı Alı Demirel'den
başkası değildi. Ali Demirel, 9/9/1968 günü Devlet Planlama Örgütüne
başvurarak, ucuza kapattığı devlet arazisi üzerine kondurduğu "Özel
Yükseliş Koleji" için yatırım indirimi sağlanmasını istemiştir. Bu istek
ikinci Beş Yıllık Kalkınma Plan ilkelerine ÇAĞIN SUÇU 173 açıkça aykırıdır.
Fakat planlama örgütünde "Teşvik ve Uygulama Dairesi Başkanı" Yılmaz
Ergenekon'dur. Ergenekon, ne yapar yapar, Hacı Ali Demirel'e tam bir milyon dört
yüz bin liralık yatırım indirimi sağlar. Tarih, 29 Kasım 1968. Demircilerin
ünlü "Terakki Şirketi" de bu olanaklardan yararlanır. Devlet Planlama
Örgütü, 18 Aralık 1968 gününde 39 sayı ile Demirellerin bu aile şirketine
"teşvik belgesi" verir. 39 sayılı teşvik belgesi, bu kez 120 sayılı
teşvik belgesiyle değiştirilerek, Hacı Ali Demirel, Şevket Demirel ve Süleyman
De-mirel'in kayınbiraderi Yılmaz Şener'in ayrıcalıkları genişletilir. Bu arada
Anayasa Mahkemesi, 933 sayılı Yetki Yasasını iptal etmiştir ama, "kıratı"
alan "Üsküdar'ı" çoktan geçip gitmiştir. Sizler, şimdi, - Nereye
kadar? diyeceksiniz. Orasını da anlatalım: Planlama örgütü "Teşvik ve
Uygulama Dairesi Başkanı" Yılmaz Ergenekon aracılığıyla Demirellere bir
milyon iki yüz bin dolarlık "ulufe" dağıtıldıktan sonra, konu, Avrupa
Yatırım Bankasına kadar gelmiştir, Demirellerin usulsüz kredi aldıkları, Alman
milletvekilleri tarafından Avrupa Parlamentosu Türkiye Ortaklığı Komisyonunda
bile konuşulmuştur.
Sen gel, kredi sağladığın özel şirkete bol ücretle
müşavir ol. Sen gel, Demirel kardeşlere milyonlarca kredi sağla ve bugün devlet
Hazinesinin başına Maliye Bakanı olarak otur. Sormazlar mı hesabını?
Bir yanda devletin tek kuruşunu yabancı şirketlere
kaptırmamak için gece gündüz çalışan yurtsever ve devrimci bürokratlar, öte
yanda özel teşebbüse krediler yağdıran Demire! genel müdürleri, müsteşarları ve
Demirel müşavirleri duruyor. Kendilerine "milliyetçi" süsü vermekten
sanık bu tutucu partiler kalabalığının, ne için iktidara gelmek istedikleri
belli değil midir? Bunların geçmişinde, sadece kanlı kaldırımlarda alçakça
kurşunlarla öldürülen gençlerin kefenleri değil, bu yoksul ulusun milyonlarca
lirasını, mutlu azınlığa dağıtanların suçüstü tutanakları da bulunmaktadır. Bu
hesapları vermeden Parlamentodan güvenoyu istemek, bankalardan kredi istemek
kadar kolay mı sanırsınız?!.. (Cumhuriyet, 7 Nisan 1975) 174
ÇIKMAZ SOKAK
Parlamento aritmetiğinin toplama, çıkarma ve bölme
işlemleri geçtiğimiz günlerde akılları iyiden iyiye karıştırdı. Siyasal
partilerin sandalye sayısı, basketbol maçlarındaki sayaç tablosundaki rakamlar
gibi günden güne değişip durdu. Başkentteki büyük otellerin salonlarında, -
Yuvaya dön, diye başlayan göz yaşartıcı konuşmalar yapıldı. Gazeteciler
birbirlerine, - Bugün transfer var mı, gibi sorular yönelttiler, Parlamento
kulislerinde söylentiler birbirini kovaladı:
- Bakanlık verilirse geçecekmiş... il başkanlığı
yeter diyor genel sekreter. Partiye daha önce müracaatı varmış, gizli
tutu-luyormuş. Oylama günü Meclise gelmeyecekmiş... gibi dedikodularla politikacılarımızı
bir kez daha yakından tanıdık.
Bütün bu çalışmalar, bu hafta sonunda, Demirel
hükümeti için kullanılacak kırmızı ve beyaz oyların dökümüyle sonuçlanacak.
Beyaz oylar, kırmızı oylardan fazla çıkarsa, Demirel hükümeti güvenoyu alarak
bakanlık koltuklarına sımsıkı sarılacak. Yok, kırmızı oylar beyaz oyları
geçerse, o zaman Demirel, inşaatı çökmüş müteahhit gibi, derin bir
"eleme" terk edilmiş o-lacaktır. Elinize kâğıt kalem alıp bugünlerde
boş yere;
- CHP 189, 31 de Demokratikler, I de Timisi... diye
hesaplar yapmayın. Parlamento aritmetiğinin cetvellerine, bizim gibi
"sade" vatandaşların aklı pek ermez, bakarsınız yarın bir saygıdeğer
parlamenter sandalyesini kaptığı gibi soluğu bir başka partide alıverir. Bunun
için, papatya falı bakarcasına, - Güvenoyu alır mı, almaz mı, diye olasılıklar
zincirini sağa sola sallamayın hiç. Af görüşmelerinde de böyle olmuştur. Af
çıktı, çıkıyor derken, yirmi "Müslüman kardeş, "hükümetlerini arkadan
hançerleyerek, bir gece içinde bütün siyasal dengeyi bozuvermişti,
hatırlarsanız. Demokratik Parti tümüyle kırmızı oy verir mi, vermez mi?
Milliyetçi Hareket Partisi içindeki "mason hafiyeleri" düne kadar
Cenabı Hakka sığınıp aşk ile küfrettikleri Demirel'i destekler mi desteklemez
mi? Kime karşı, kim için ve neden -bağımsız- oldukları pek anlaşılmayan şu
gezer ve yüzer oy sahipleri hükümete beyaz oy verirler mı, vermezler mi?.. CHP
içinde bir daha vatanın içinde bulunduğu
ÇAĞIN SUÇU 175
tehlikeleri anlayıp bir çırpıda cephe siperlerine
atlayan olur mu, olmaz mı? Bütün bunlar, Parlamento aritmetiğinin, azgelişmiş
demokrasimize özgü çok bilinmeyenli denklemlerinden biridir.
Türkiye'de yıllardır demokrasinin biçimsel
görünümünü çok partili hayat sayan, tek boyutlu kısır düşünce yürürlüktedir.
Düşünce yasaklarıyla örülmüş "utanç duvarları", toplumu ö-nünde
sonunda siyasal bunalımların çıkmaz sokaklarıyla karşılaştırıyor. Bugün, gömlek
değiştirir gibi parti değiştirenlere de bakıp çok fazla öfkelenmemek
gerekmektedir. Çünkü onlar, bu düzenin acı meyveleridir. Toplumu, düşünce
yasaklarının dikenli telleriyle kuşatıp koşullandırdıktan sonra, - Yıkıcı
düşünce... Aşırı cereyan... gibi gerekçelerle yönetmeye kalkarsanız, karşınızda
işte böyle, kaba bir tablo bulursunuz. Bir düzen anlayışının, bir sistemin
kaçınılmaz sonuçlarıdır bütün bunlar. Bir ülkede hükümet kurulup kurulmaması,
beş-on parlamenterin bir iki hafta içinde parti değiştirmesine bağlanıyorsa, o
ülkede demokrasiyi oluşturan temel koşullardan biri eksik demektir.
Böylesine temelsiz bir inşaatın çatısına kiremit
koyarken u-zun uzun düşünmek gerekiyor. Belki Demirel güvenoyu alırsa, devlet
örgütünde ilerici memurlar yerlerinden bir bir sökülüp alınacak, yürümekle
kaldırımları aşındırmayan tutum, yine öğrencileri birbirine sokacak, sokaklarda
delikanlı kanı akacak, birkaç yazar çeşitli gerekçelerle susturulmak istenecek
ve kredi muslukları dost ve birader avuçlarına milyonlar dökecektir.
Ya güvenoyu alamazsa?
O zaman da, Demirel Başbakanlık koltuğunun
Parlamento içinden de kendisine kilitlendiğini gözleriyle görecektir. 12 Mart
1971 'de kendisine memleketi yönetme yeteneğinden yoksun olduğu bildirildi ve
ülke yönetimi "yedekteki" sağcı politikacılara bırakıldı. Bu
güvenoylamasında Parlamento da kendisine "Hayır" derse, yurttaşın
seçimlerde söyleyeceği söz artık şimdiden belli olacaktır. Bunalımdan çıkış
yolunu erken seçimden geçirmeyen her çözüm, bunalımın ömrünü
uzatmaktan başka hiçbir siyasal sonuç yaratmaz.
Bunalımın sonunda değil, henüz başındayız şimdi.
176
Parlamento aritmetiğinin hesap cetveli, yarın öbür
gün ne gösterir bilemeyiz ama, sağcı politikacıların altında kalacakları
yıkıntı bugünden bellidir. Duyduğunuz sesler, bir yapının değil, bir yıkıntının
çatırtı ve gürültüleridir. (Cumhuriyet, 10 Nisan 1975) BİÇİM VE ÖZ...
Siyasal yaşamda duyguların önemini kimse yadsıyamaz.
Her siyasetçi, bazı siyasal olaylara ve kişilere karşı sevgi ya da nefret
duygulan taşır. Bu duyguları insanların içinden söküp çıkarmak mümkün değildir.
Bir ihtilalciyle, bu ihtilalcinin devirdiği cumhurbaşkanı arasında herhangi bir
sevgi bağı bulunabilir mi? Siyasal gelişmenin bir kavşak noktasında devrilenle
devrik kol kola girmişlerse, bunun yorumunu özenle yapmak gerekmektedir.
Celal Bayar, 27 Mayıs I960 sabahında radyosunu
açtığında Albay Alpaslan Türkeş'in, - Dikkat... dikkat!., diye bağıran
konuşmasıyla kendisine karşı yapılan ihtilali öğrenmiş oldu. Bayar, sonradan
açıkça, - Uluslararası komünizmin eseri... dediği 27 Mayıs ihtilalini ilk kez
Türk ve dünya kamuoyuna duyuran albayla beraber aynı "cephe"
içindeyse, bu olguyu yerli yerine yerleştiremez-sek yanlış yorumların
dalgalarına karışabiliriz.
Bu birleşme, Türkiye'de egemen çevrelerin ekonomik
ve siyasal etkinliklerini güçlendirme amacıyla oluşturulmaktadır, Yasadaki
tanımla, "bir sosyal sınıfın, öteki sosyal sınıflar üzerindeki egemenlik
ve etkinliği", komünizme karşı bir birleşme gerekçesiyle sürdürülmek
istenmektedir, Oysa gerçek amaç ülkedeki demokratik düzenin yok edilmesi,
Abdülhamit gericiliğinden tekelci kapitalizme kadar, toplumun bütün çıkarcı ve
gerici çevrelerinin desteğiyle, Anayasa dışı bir iktidar kurma özleminde
yatmaktadır,
Bu olguyu 12 Mart "laboratuvan" içinden de
izlemek mümkündür. Bir askeri darbe yapılıyor. Demirel iktidardan
u-zaklaştırılıp başbakanlık koltuğuna bir hukuk profesörü oturtuluyor. Bu
profesör 12 Mart öncesi dönemin "ilerici" partisi- ÇAĞIN SUÇU 177
nin içinden seçilip alınıyor. Üstelik bu profesörün,
geçmişte partisindeki "orta sol" gelişimleri yeterli bulmayıp
- Sosyalist parti olduğumuzu ilan edelim... türünden
yaptığı konuşmalar belleklerden silinmemiş, işte bu hukuk profesörü,
Türkiye'nin o tarihe kadar gelmiş geçmiş en sağcı hükümetinin başkanı
oluveriyor. 12 Mart süngüsü, tıpkı bir mıknatıs gibi, hem Parlamento içinde,
hem de bürokrasinin birçok kesiminde tutucuları bir araya toplayıveriyor.
Bugünkü Bakanlar Kurulunda beş eski CHP kökenli
bakan bulunmaktadır. Bu beş bakan, bir zamanlar AP iktidarlarına karşı
partilerinin en ön sıralarında savaş veriyorlardı. Şimdi, e-leştirdikleri,
saldırdıkları Demirel'in başkanlığında koltuklarında oturmaktalar. Biçimde ayrı
görünenler, bir siyasal süreç içinde, aynı özde, aynı sınıfsal dayanışma içinde
olduklarını hemen ka- nıtlayıveriyorlar. Eski görüş ayrılıklarının yapay ve
yüzeysel gerekçeleri, bir suyun buharı gibi kayboluyor. Geriye toplumun
ayrıcalıklı kesimlerini savunanların ortaklığı apaçık beliriveriyor. Zaman
geçtikçe, herkes yerli yerine oturuyor.
- Milli bütünlük... Milletin selameti... Aşırı
cereyanlar... Bölücülük... gibi gerekçelerin toz bulutu altında kalmazsanız,
bir süre sonra yatırım indirimi, teşvik tedbiri, kâr transferi, ucuza kapatılan
arsalar, yönetim kurulu üyeliği gibi konularla burun burna geliyorsunuz.
Düzenin perde arkasında görünen bunlardır. Düzenin çirkin yüzü...
12 Mart 1971 günü, başbakanlık koltuğundan şapkası
ile birlikte sökülüp alınan Demirel ile, 12 Mart yönetiminin aynı koltuğa
oturttuğu Ferit Melen arasında bir sevgi bağı bulunabilir mi? Demirel'e karşı
yapılan askeri darbeyle başbakanlık görevi üstlenen Melen, bugün Demirel'in
koltuğu altında bakanlık yapıyorsa, bu çelişkiyi,
- Ne etsin adamlar... deyip geçiştirmek pek kolay
olmasa gerekir.
Evet, sorun başka... Bayarla Türkeş'i, Demirel ile
Melen'i, Feyzioğlu'yla, Erbakan'ı bir araya getiren gerçek, Türkiye'nin
sınıfsal çizelgesinin de
görüntüsünü vermektedir. Toplumun her kesimine
çöreklenmiş olan "tutucular koalisyonu" hemen hemen her partide köşe
başlarını tutmuştur. Egemen sınıfların ayrıcalıklı düzeni, 12 Mart gibi
olaylarda da, bütün tutucuları "öncelik ve ivedilikle" bitir mektedir."
178
Bu, siyasal görünümlü bir sınıfsal dayanışmadır. Gün
geçtikçe siyasal kurumlar, partiler ve kişiler, gerçek kimliklerini
bulmaktadırlar. Sermayeden ve emekten yana olanların ayrımı, siyasal olayların
eleğinden geçe geçe, ekonomik ve siyasal tabanına oturmaktadır. Bu geçiş
döneminin doğal sancılarını yaşarken, ülkeyi yönetenlerin gerçek yüzlerini de
görmekteyiz. Çeşitli adlar ve kimlikler altında, yıllarca "bir sosyal
sınıfın" e-gemenliğini pekiştirmeye çalışanların maskeleri de birer ikişer
inmektedir artık.
Bugün "Milliyetçi Cephe" çadırları altında
birleşmeye çalışanlar, bundan önce de her partinin yönetim kadrosunu işgal
etmiş olan siyasetçiler topluluğudur. Biz bunların geçmişlerini de biliriz.
Geçmişleri, geleceklerinin aynası değil midir?..
(Cumhuriyet, 12 Nisan 1974) MUHALEFET BAŞLARKEN...
Demirel. hükümeti, kavgalı gürültülü olaylardan
sonra Millet Meclisinden güvenoyu almış bulunmaktadır. 1973 seçimlerinden
sonra, "türlü çeşitli" parçalara bölünmüş olan sağcı güçler artık
komünizmle mücadele gerekçesi altında bir araya gelmişlerdir. Dört sağcı
siyasal parti, biri solcu, biri sağcı iki siyasal partinin muhalefetiyle,
iktidar koltuklarını paylaşmıştır. Bu gelişim, bugünkü sonuçlarıyla sağ güçler
için bir başarı sayılabilir. Bazı çevreler, güvenoyunu, - Üç DP'Iİ oylamaya
katılsaydı, iki CHP'Iİ partilerinde kalsaydı, bağımsızlar çekimser oy
kullanmasaydı... gibi avuntularla yorumlamayı uygun görebilirler. Bu tür
yorumlar, gerçek nedenlerin bir süre daha gizlenmesine yol açar.
Gerçeği görelim:
Türkiye'deki sağ partiler, çağdaş kapitalizmi
savunacak öz ve nitelikten yoksundurlar. Soğuk savaş kuşkularından artakalan
antikomünizmin en ilkeli, ülkemizde bütün alaturkalığıyla sürdürülmektedir.
Çağın düşünce akımlarına sımsıkı kapattıkları kapılarını, vurgun düzeninin
kapkaççı çevrelerine alabildiğine açan partilerle, sosyal hukuk devletinin ve
demokrasisinin ge- ÇAĞIN SUÇU 179 reklerini yerine getirmek olanaksızdır. Bu
çevreler, 12 Mart döneminin kendilerine sağladığı etkinlik ve rahatlığın
sarhoşluğundan 15 Ekim 1973 sabahı uyandıklarında, karşılarında bambaşka bir
Türkiye gördüler. Demirel bu seçim sonuçlarını görür görmez,
- Millet bize muhalefet görevi verdi, diyerek,
iktidardan bir süre uzak durmayı uygun buldu, Aradan geçen sürede, milletin
kendisine verdiği muhalefet görevini "kötüye kullanarak" iktidara
tırmanmanın yollarını aradı. Milletin vermediği iktidar, Parlamento
aritmetiğinin toplama çıkarma işlemleriyle sağlanmış oldu. Böylece,
"özgürlükçü iktidar- tutucu muhalefet" denklemi tersyüz edilerek
sağcı partiler iktidara getirildi. Egemen çevreler 14 Ekim seçimlerinden hiç
hoşnut değillerdi. Ecevit "yumuşak inişe" zorlanarak, yerine bugün
dört sağcı parti liderinin, dört oy fazlasıyla sahip oldukları iktidar görünümü
ortaya çıktı.
"Dörtler hükümeti" şimdiden karşılarında
güçlü bir muhalefet bulmuştur. Parlamento içinde muhalefet partilerinden biri,
"demokratik solcu" CHP, öteki ise "demokratik sağcı"
DP'dir. Bu iki partinin muhalefet amacı ve yöntemi birbirinden geniş ölçüde
farklı olacaktır. Çünkü DP hükümete muhalefet ederken, - Siz CHP'nin uydusu
oldunuz, gibi eleştirilerden kurtulmak için "Demirelsiz sağcı
hükümet" biçiminde çözüm yollarıyla ortaya çıkarak, durmadan Demirel ve
yakınlarını suçlayacaktır. DP muhalefet anlayışını değiştirmedikçe sağcı oyları
toplamasına da pek olanak yoktur sanırız. Çünkü öteki sağcı partiler, oy
toplama konusunda DP'den daha başarılıdırlar. Sadece Demirel eleştirisine
dayanan muhalefet de uzun boylu başarılı olamaz. Ancak Demirel iktidarı,
şimdilik DP'nin bu tür muhalefetiyle de karşılaşacak ve bu hırçın çatışma,
hükümeti bir ölçüde yıpratacaktır. Önemli olan, ÇHP'nin sürdüreceği
muhalefettir. Güvenoylamasından hemen sonra herkes birbirine;
- Acaba CHP sert muhalefet mı yapacak?., diye
sormaktadır. Ciddi bir muhalefetin serti ve yumuşağı olmaz. Ciddi muhalefet,
yani yeni adıyla sol muhalefet, "düzenin ekonomik" temellerine
yönelerek, emekçi halk yığınlarına, bu düzenin bir avuç mutlu azınlık yararına
işlediğini gösterir. CHP bu devrimci 180 muhalefeti sürdürdüğü ölçüde
güçlenerek, emekçi sınıfları yanına alabilecektir. Şüphesiz önümüzdeki günlerde
CHP, kendi içinde son o-layların muhasebesini yapacaktır. Bu tartışmanın tam
bir "özeleştiri" anlayışı ve hoşgörü içinde yapılması, parti
yöneticilerince bu ortamın özgürce sağlanmasına bağlıdır. Parti yöneticilerinin
ahlar ve vahlarla, - iki kişi alabilseydik... iki kişiyi de kaptırmasaydık...
gibi ö-zürleri bir yana iterek, bu giden iki kişinin, geniş toprak sahibi
çiftçiler olduğunu bir kez daha düşünmeleri ve bu olgudan gerekli sonuçları
çıkarmaları da yararlı olur. Bu özeleştiri aşamasından sonra CHP'nin örgütlü ve
bilinçli muhalefetiyle toplumun bütün demokratik ve ilerici kesimlerini
"sol muhalefef'in çatısı altında toplaması başvurulacak tek etkin ve
geçerli yol olarak görülmektedir. CHP'nin bugünkü muhalefeti, 12 Mart öncesinde
Demi-rel'e karşı inönü tarafından yönetilen sınırlı muhalefete hiç
benzemeyecektir. CHP, Parlamento içinde en çok sandalyeye sahip partidir.
Bürokrasinin ilerici kesimi CHP ile bilinç ve duygu bağı içindedir, ilerici
basın CHP'yi büyük ölçüde desteklemektedir Bütün bunlara, iktidarı oluşturan
sağcı partilerin iç çelişkilerini de eklerseniz, önümüzdeki günlerin Demirel
için hiç de iç açıcı olmadığı sonucuna varabilirsiniz.
Dört sandalyeye dayalı sağcı yönetim, Türk halkının
uyanışını durduracak mı sanırsınız?.. Çilekeş Türk halkı, bundan önce toprak
ağasından başbakanlar gördü, yılmadı. Özgürlüklerin tepesine balyoz gibi inmeye
özenen hukuk profesörleri tanıdı, yılmadı. Şimdi, siyasal geçmişi belli bir
parti liderinden mi korkacak? Bu da gelir, bu da geçer...
(Cumhuriyet, 15 Nisan 1974) PETROL KOKUSU...
Milliyetçi Cephe partileri, Millet Meclisinden
"dört dörtlük" güvenoyu aldıktan sonra, hemen beklenen
"icraata" giriştiler. Demirel yönetiminin ilk "icraatı",
Enerji ve Tabii Kaynaklar Ba- ÇAĞIN SUÇU 181 kanlığından başladı. Geçen pazar
günü Bakanlık idari işler Daire Başkanı Sami Güven evinden çağrılarak,
kendisine görevinden alındığı bildirildi. Ertesi gün de, Müsteşar Teoman
Köprü-lüler'in sandalyesine cepheci partilerin eli uzandı. Müsteşar Teoman
Köprülülerden de görevini bir başkasına terk etmesi istendi. Olağandır bütün
bunlar. Çünkü, Teoman Köprülülerin bakanlıkta görev yaptığı sürede, Enerji ve
Tabii Kaynaklar Bakanlığına bağlı kuruluşların kârı, 900.818.459.46 liradan,
bir milyar fazlasıyla, tam 1.933.087.000 liraya çıkarılmıştır. Yani, bir yıl
içinde, Türk devleti, bir milyardan daha fazla kâr etmiştir. Bu kârın her
kuruşu da, yabancı petrol şirketlerinin kasalarından sökülüp yoksul Türk
devletinin hazinesine kazanılmıştır.
Görevden alınması için, sadece bu suç yetmez mi?
Yetiyor anlaşılan. Her kim ki, devlete, yurtseverlik
bilinciyle hizmet etmiştir, biliniz ki, o, tutucu siyasal iktidarlarca yerden
yere vurulmuştur. Devletin yüce katlarına tırmanmak için yabancı şirket
temsilcisi olacaksın, görevini kötüye kullanıp biraderlere ve damatlara
milyonlarca kredi sağlayacaksın, devlet büyüklerine ucuza arsa kapattıracaksın,
yatırım indirimi sağlayacaksın. Çok partili düzensizliğin, hiç değişmeyen
kuralıdır bu. Köprülüler'in öteki suçlarına bakın siz: Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanı Cahit Kayra ile birlikte, yabancı petrol şirketleriyle
boğuşmuşlar. Yabancı şirketler, 1974 yılının Haziran ayında eyleme geçerek, -
Biz bu fiyatlarla petrol ithal etmeyiz,., demişler. Kayra, Köprülüler ve bakanlığın
yurtsever bürokratları gece gündüz çalışıp yabancı şirket prenslerine, -
Hayır... demesini bilmişler. Üstelik,
- Ya bu fiyatlardan ithal edersiniz ya da Petrol
Yasası gereğince işlettiğiniz rafinerilere el koyarız... demişler.
Yabancı şirketler böylece boyun eğmiştir. Aynı
şirketler
1975 Ocağında direnişe geçtiklerinde, bakanlığı
sarsamamış-lardır bile. Devlete karşı başkaldıran yabancı şirketler
Türkiye'deki petrol üretiminin de yüzde altmışını kısmışlardır, işte, bu
koşullarda şirketlere karşı savaş verilirken, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı,
yabancı şirketlerin bir numaralı düşman saydıkları Bakanlık Müsteşarını öncelik
ve ivedilikle değiştiriver-miştir.
182 "icraat" dedikleri budur işte. Şimdi
bakalım yabancı petrol şirketleri, istedikleri zamlı satış olanağını nasıl elde
edecekler? Bunları adım adım izleyeceğiz. Önümüzdeki günlerde, devletimizin bir
kuruşunu bile yabancı petrol şirketlerine kaptırmamak için savaşan namuslu
bürokratlarla yabancı petrol şirketlerinin kavgasına tanık olacağız. Kimler
"milliyetçi", kimler yabancı sermaye şirketi sözcüsüdür, bütün
bunları gözlerimizle tek tek göreceğiz.
Bir de şu hikâyeye bakın:
Türkiye'de yıllarca, devrimcilere cezaevi duvarları
örülürken, Ege Denizinin havası ve suyu Yunanlılar tarafından paylaşılmaktaydı.
Yunanlılar bir yandan "Fır Hattı" dedikleri uçuş trafiği yetkisini
tekellerine alırken, bir yandan da, Türk "Kıta Sahanlığı"
bölgelerinde de petrol araştırmaları yapmaktaydılar. Bizim hükümetlerin ise
böyle bir sorunu yoktu, - Asil ve necip millet... şanlı tarihimiz...
ecdadımızın kanlarıyla sulanmış bu topraklar... derken, Yunanlılar hem Ege
Denizi üzerinde rahatça uçmakta, hem de Türkiye'nin Kıta Sahanlığında petrol
araştırmaları yapmakta, üstelik Ege'deki adalara askeri üsler kurmaktaydılar.
Ecevit hükümeti döneminde bu sorun da ele alındı. Kayra ve Köprülüler, Ege'de
Kıta Sahanlığı için de petrol arama amacıyla Türkiye Petrollerine a-rama
ruhsatı verdiler. Çandarlı gemisi 1974 yılı Mayısında E-ge'de petrol
araştırmalarına başladı.
Bu da bağışlanmaz suçlardandır, doğal ki.
Bir büyük suçu daha vardır Köprülüler'in. O da,
Kıbrıs çıkartması yapıldığı günlerde, "ATAŞ Rafinerisi" üzerinde
devlet denetimini kurdurarak, uçaklarımıza yakıt sağlayacak kaynakları elde
tutmayı başarmasıdır. 1963 yılında inönü hükümeti Kıbrıs çıkarmasını planlarken
yakıt üretimini kesen yabancı şirketlerin oyunlarına I974'te gelinmemiştir
böylece.
Evet, evet...
Milliyetçi Cephe partilerini desteklemek için
partisinden istifa eden bazı milletvekillerinin benzin istasyonu sahibi olduklarını
ve bugünlerde devletten kredi almak için Enerji Bakanlığı merdivenlerini
tırmandıklarını söylersek, "vatan, millet" edebiyatının arkasında
nelerin yattığını anlamak güç müdür acaba? Milliyetçi Cephe çadırlarını şöyle
bir aralayın, bakalım arkalarında hangi yabancı şirketlerin petrol kuyularını
göreceksiniz?
(Cumhuriyet, I 7 Nisan 1975)
ÇAĞIN SUÇU 183
DOSYALI MUHALEFET...
Basın özgürlüğünün iki önemli amacı vardır.
Bunlardan birincisi düşüncelerin serbestçe yayılabilmesi, ikincisi ise devleti
yönetenlerin kamuoyu önünde eleştirilmesidir. Türkiye'de gelmiş geçmiş sağcı
iktidarların hepsi de basın özgürlüğüne karşı çıkmışlardır.
- Vatanın yüksek menfaatleri... devletin
bölünmezliği... milli bütünlük... gibi gerekçelerin arkasında, devleti kemiren,
ülkeyi çökerten her türlü ilişki kurulmuş, bin bir türlü dolap da
döndürülmüştür. Devletin çıkarlarını gözeten, halkın yoksulluktan kurtulması
için çabalayan binlerce yurttaş da egemen sınıfların bela çemberlerinden
geçirilmiştir.
Devlet toprakları bir avuç haramzadeye verilmiş,
milyonlarca lira kredi bir imzayla biraderlere dağılmış ve yabancı şirketlere
akıl almaz ayrıcalıklar tanınmıştır. Bütün bunların yanında, ne toprağımızın
altındaki petrole, ne kıyılarımızın bir karış ötesindeki bölgelere sözümüz geçebilmiştir.
Bütün bunlar, vatanın yüksek menfaatlerinin nasıl korunduğunun, devletin
bütünlüğünün nasıl sağlandığının elle tutulur, gözle görülür örnekleridir.
- Yıkıcı düşünce, zararlı akım, aşırı fikir.,, gibi
demagoji silahlarıyla hem basın özgürlüğü yok edilmiş, hem de çevrilen dolaplar
gizlenmek istenmiştir. Ne adına?.. Kendilerine sorarsanız, devletin bütünlüğünü
korumuşlardır. Milletin bölünmezliğine hizmet etmektedirler. Bu parlak sözlerin
cilalarını kaldırırsanız, karşınıza kapışılan yönetim kurulu üyelikleri, benzin
bayilikleri, usulsüz krediler ve yatırım indirimleri çıkar. Kendi kişisel
çıkarlarına, - Devletin yüce menfaatleri... adını takıp devletin kredi
musluklarından paylarını alanlar, türlü suç gerekçeleriyle, yolsuzluklarını
ortaya çıkaranları ezmek istemişlerdir.
Dün böyle oldu, bugün de aynı oyun oynanacak
sanıyorlar. Oysa toplum artık eskisi gibi değildir. Köprülerin altından, çok
sular akmıştır. Devlet bürokrasisinin bir kesimi, oynanan oyunlara
direnebilecek gücü bulabilmektedir. Devletin haklarını savunan dürüst, namuslu
ve erdemli insanlar vardır. Bunların her birini yenmek de "mebus
pazarı" kurmak kadar kolay değildir. 184 ilginç bir dönem yaşayacağız. Bu
dönemde sol muhalefet bilgiye, belgeye ve kanıta dayanmak zorundadır.
- Kimlere, hangi tarihte kaç milyon lira kredi
sağladınız?., diye sorulmalı, bütün belgeler didik didik edilmelidir.
- Devlete bir yılda, bir milyar lira kazandıran bir
insanı ne hakla görevinden alırsınız, denmeli ve her işlemin hesabı
sorulmalıdır. Bunlara karşı, demagojinin toz bulutu içinde,
- Aziz milletimiz... Hür teşebbüs... Yıkıcı
cereyan... gibi tekerlemelerle işi unutturmaya çalışırlarsa belgeleri bir
karpuz sergisi gibi kamuoyunun önüne sermek gerekmektedir. Son siyasal olaylar
sırasında bankalardan kimler para çekmiştir? Kimlerin hangi gayri menkulleri
üzerinden haciz kaldırılmıştır? Hangi partiler bankalardaki paralarını
çekmişler ya da bu partilerin hesaplarına hangi paralar yatırılmıştır? Bunlar
araştırılmalı ve hem Parlamentoda hem de basında enine boyuna incelenmelidir.
Yabancı petrol şirketlerinin Türkiye'deki
çalışmaları yakından izlenmeli, yabancı sermaye, petrol, maden yasalarıyla,
E-reğli Demir Çelik kuruluş yasalarının amaçları tek tek halka anlatılmalı,
yabancı sermaye şirketlerinin ahtapot kolları arasında beslenen yüksek
bürokratlarla, politikacılar birer birer kulaklarından tutulup kamuoyunun önüne
çıkarılmalıdır.
Bunlar güç işler değildir. Milletin birçok namuslu
memuru, iş çevrelerinin politikacılarla "milli birlik ve beraberlik ruhu
i-çinde", bürokrasi çarklarını nasıl döndürdüklerini gözleriyle
görmektedirler, Bunların belgeleri, kısa sürede gün ışığına çıkmaktadır. Bu
iktidar geçicidir. Birbirlerinin oy depolarına göz dikmiş olan dört oyluk sağcı
yönetim, yapılacak ilk seçimle yerini terk edecektir. Yasadışı her işlem,
namuslu bürokratları karşısında bulmalıdır.
Şimdi en büyük görev, Sayın Ecevit'e ve CHP örgütüne
düşmektedir. Bakanlıklarda CHP'nin gözleri ve kulakları olmalıdır. Atılan her
adım, günü gününe izlenmeli ve her yolsuzluk Parlamento kürsüsüne
getirilmelidir. Akıl vermek gibi olmasın amma, bunları gerçekleştirmek, hem
ülkeye hem de CHP'ye, "kumar borcu olmayan sekiz iyi adam" bulmaktan
çok daha yararlı olacaktır.
Belgeli ve dosyalı muhalefet, muhalefetlerin en
ölçülüsü-dür. CHP böyle bir muhalefete hazır mıdır?.. Erken seçim oy- ÇAĞIN
SUÇU 185 lamasına katılmayan CHP'lileri görünce, bu soruya olumlu cevap vermek
kolay mıdır acaba?..
(Cumhuriyet, 19 Nisan 1975) SAĞA BEŞ, SOLA ON BEŞ
YIL... Çiçeği burnunda Adalet Bakanı, güvenoyu alır almaz, henüz ayağının
tozuyla geldiği bir toplantıda, göreve yeni başlayan cumhuriyet savcı
yardımcılarına, - 163'ncü maddeyle 6187 sayılı kanunu uygularken dikkatli
olun... demiştir. Türk Ceza Yasasının 163. maddesi, "laikliğe" aykırı
olarak, devletin içtimai veya iktisadi veya siyasi veya hukuki temel
nizamlarını, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla örgüt
kuran ve propaganda yapanları cezalandırmaktadır. Örgüt kurmanın cezası iki
yıldan yedi yıla, propaganda yapmanın cezası ise bir yıldan beş yıla kadar
hapistir. 6187 sayılı yasa da
siyasal çıkar elde etmek amacıyla din sömürücülüğü
yapanları cezalandırmaktadır. Bu yasada öngörülen ceza da, bir yıldan beş yıla
kadardır, işte Adalet Bakanı bu yasaların uygulanmasında dikkatli olunmasını
istemektedir, Türk Ceza Yasasının ünlü 141 ve 142. maddelerinde "Sosyal
bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakküm kurmasını" amaçlayan
örgütlenme ve propaganda yasaklanmaktadır. Maddelere göre, bu amaçla örgüt
kurmanın cezası sekiz yıldan başlamakta, on beş yıla kadar uzanmaktadır. Ayrıca
bu türdeki örgütü yönetenlere ölüm cezası da, verilebilmektedir. 141. maddeye
göre, propaganda yapmanın cezası da, beş yıldan başlamakta, on yılda
bitmektedir.
Bugün Parlamento aritmetiğini bir yana bırakıp
"ceza aritmetiğine" başvurursak şu sonuca ulaşırız: Sağcı örgüt
kurmanın cezası iki yıldan yedi yıla kadar hapistir. Solcu örgüt kurarsanız, bu
ceza sekiz yıldan başlamakta on beş yıldan idam cezasına kadar uzamaktadır.
Sağcılık propagandası yaparsanız, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile
cezalandırılırsınız. Propaganda amacı solcu siyasal görüşlerle ilgiliyse
cezanız beş yıldan başlar on yıla kadar çıkar. Yani sağcı inanç ve görüşlere
dayanılarak yapılan propaganda için verilecek en çok ceza tutarı, solcu i- 186
nanç ve görüşlere dayanılarak yapılan propaganda için verilecek en düşük cezaya
eşittir. Solcunun cezası beş yıldan başlamakta, sağcının cezası ise en çok beş
yıl olabilmektedir. Şimdi istediğiniz kadar, - Anayasa, siyasi düşünce, felsefi
inanç, din ve mezhep ayrımı gözetmemiştir... deyiniz. Gerçekler gün
ışığındadır. Açıkça siyasal düşünce ayrımı gözetilerek, solcu inançlar, sağcı
görüşlerle oranlanmayacak ölçüde ağır yaptırımlarla cezalandırılmaktadır.
Yıllarca, kendi siyasal egemenliklerini sürdürmekte amacıyla, -Aşırı sağa ve
aşırı sola karşıyız... türünden söylevler veren ve "aşırı ortacı"
görünen politikacıların hangi yalanın plaklarını döndürdükleri de yadsınmaz
biçimde ortaya çıkmıştır. Bir hukuk düzeninde, - Sen sağcısın, sana en çok beş
yıl, sen solcusun cezan beş yıldan başlar... denilmişse, en azından, sağa ve
sola, aynı ölçüde karşı olunmadığı, aritmetik biçimde kanıtlanmış demektir.
Yasa açısından görünen çelişki budur.
Toplumsal gerçeklere eğilirseniz, sağın Türkiye'de,
gelmiş geçmiş siyasal iktidarlarca korunduğunu ve kollandığını görürsünüz. I960
öncesinde siyasal iktidarlar, Saidi Nursi'nin sakalını sıvazlayarak elini
öperek oy toplamayı uygun görmüştür. 1961 sonrası Adalet Partisi de, dinsel
sağın oy depolarına dayanarak iktidara tırmandı. Bugün Milli Selamet Partisinin
yönetici kadrosunu oluşturan politikacılar, Adalet Partisinin yüksek
bürokratları ve "takunyalı" biraderleriydi. Demirel ailesine, Devlet
Planlama Örgütünden "ulufe" dağıtıldığı dönemlerde, planlamanın
birçok dairesi bu biraderlerin yönetimindeydi. 12 Martın sözde Atatürkçü
yönetimi de, sağcılar için açtırdığı bir iki göstermelik dava dışında,
"aşırı sağ" dediği hiçbir örgüte ve kişiye dokunmamıştır. Öyle ki
Anayasa Mahkemesince kapatılan Türkiye işçi Partisi yöneticileri sıkıyönetimce
ağır cezalara çarptırılırken, yine Anayasa Mahkemesince kapatılan "Milli
Nizam Partisi" yöneticileri, başta, bugünkü hükümetin başbakan yardımcısı
Necmettin Erbakan olmak üzere, ellerini kollarını sallayarak dolaşmakta ve bugünlere
hazırlanmak için tespih çekmekteydi.
Abdülhamit gericiliğinden, 31 Mart saldırganlığına,
Saidi Nursi örgütçülüğünden, kanlı pazar eylemciliğine kadar, bütün ÇAĞIN SUÇU
187 gerici akımlar, bugün yabancı sermaye milliyetçiliği, Hitler öz-lemciliği
ve politika cambazlığıyla, sermaye sınıfının çıkarlarını korumak için birleşmiş
ve kendi çelişkilerinin dikenli telleriyle bütünleşmeye çalışmışlardır.
Adalet Bakanının cumhuriyet savcılarına söylemek
istediği söz ve vermek istediği yön bizler için yabancı değildir. Tutucu
iktidarların, yıllarca sarıldıkları din silahına, bu kez de başvurulmaktadır.
Eski hamamlarda, eski taslar kullanılmaktadır.
Ancak, unutulan bir gerçek var:
Savcılar, "cumhuriyet" savcısı olarak
adlandırılır. Hiçbir kamu görevlisinin adının başında "cumhuriyet"
sözcüğü bulunmaz. Cumhuriyet savcıları, başta
çağımızın vazgeçilmez koşulu düşünce özgürlüğü olmak
üzere, cumhuriyetimizin temelini oluşturan Atatürk ilkelerini korumak amacıyla,
görev yapmaktadırlar. Demirel hükümetinin Adalet Bakanı, 163. madde için
istediği açıklığı, 141 ve 142. maddeler için de isteyebilir mi? Adalet Bakanı,
eğer sola sıkı sıkı kapatmak istedikleri özgürlük kapılarını sağcı düşünce ve
örgütlere alabildiğine açmak istiyorsa, kendilerine Atatürk'ün devrimci Adalet
Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un,
Demokrasinin nasibi irticaın elinde oyuncak olmak
değildir... sözünü hatırlatırız.
(Cumhuriyet, 22 Nisan 1975)
ANARŞİST AMERİKALI
Dr. Kissinger'in yardımcısı Mr. Hartman'ın
Türkiye'ye neden geldiği bir türlü anlaşılamadı. Acaba bu Amerikan politikacısı
Ankara'ya şişkebap yiyip bir acı kahvemizi içmeye mi gelmiştir?.. Anlaşılan
öyle olmuş. Bakınız hükümetin sorumlu a-ğızları, - Hartman bizden taviz
istemiyor, demişlerdir. Acaba taviz vermeye mi gelmiştir?..
- Son zamanlarda Türkleri çok üzdük, bir parça
gönüllerini alalım, diye mi düşünmüştür yoksa? Bilemiyoruz.
Bizim bildiğimiz, Dışişleri Bakanı ihsan Sabri
Çağlayangil'in şu son zamanlarda Türk-Amerikan ilişkileri için, şaşırıp
kaldığıdır. Mr. Hartman ile televizyon ekranına çıkıp 188
I
- Müstacel zorunluluklar... türü cümlelerle, Türk
Dil Kurumu ödüllerini kıskandıracak Türkçesiyle, kaş yapayım derken üs tüste
göz çıkarmaktadır. Gazetelerde, önce Çağlayangil'in,
- Amerikan silah ambargosuyla ordumuz manevra
yapamayacak duruma düşmüştür, diyen demecini okuduk. New-York Times'in
muhabirinin sorularını cevaplandıran Dışişleri Bakanının bu demecini okur
okumaz,
- Eyvah, dedim, Çağlayangil'i içeri atacaklar...
Çünkü bu türlü konuşmalar yapmak, devletimiz ve milletimizle bölünmezlik
ilkesine aykırı olduğu gibi, üstelik Türk Ceza Yasasına giren ağır
suçlardandır. Neyse ki Çağlayangil, önceki gün demecini yalanladı. Bakana göre,
- Damarlarında Türk kanı olan kimse böyle bir demeç
vermez.
Bu söze yerden göğe kadar hak vermemek elden
gelmiyor. Newyork Times gazetesinin muhabiri her kimse, bu demeci kendiliğinden
yazmıştır. Bu Amerikalı muhabirin damarlarında Türk kanı dolaşmadığına göre
öyle bir davranış kendisinden beklenir doğrusu. Üstelik, belki de Marksist,
Leninist hatta Maoisttir. Nerden bileceksiniz?
Fakat her nedense, bu Adalet Partili devlet
büyükleri, bazı demeçlerini hiç hatırlamazlar. Demirel de daha geçenlerde,
Milli Selamet Partisinin kapatılması için yaptığı konuşmayı u-nutmuş, - Böyle
bir konuşma yapmadım, demiştir. Memleketimizde, düşünce özgürlüğü olduğu kadar,
unutma özgürlüğü de bulunduğundan, bu gibi unutkanlıklar fazla
eleştirilmemektedir. Bir zamanlar, Türkiye'de Amerikan üslerinin varlığından
yakınanlara karşı Demirel,
- Üs yoktur tesis vardır, diye cevaplar verir ve bu
tür konuşmalarıyla doğrusu soğuk espriye meraklı Amerikalıları bile güldürürdü.
Artık iyice bilinçlenmiş ki, Newyork Times gazetesinin muhabiriyle konuşurken,
Türkiye'de Amerikan tesislerinin varlığını kabul ederek,
- Bu üsler, şayet Türkiye yalnız olsaydı, Türkiye'ye
ne kazandırırdı?., diye bir de soru sormuştur üstelik. Demek insan zamanla
yetişiyor, eğitiliyor ve memleketini daha iyi tanıyor. Hani üs yoktu tesis
vardı?..
Dün dündür, bugün ise bugündür...
ÇAĞIN SUÇU 189
Öyle anlaşılıyor ki, on-on beş yıldır, Amerika'nın
Türkiye'deki ayrıcalıklarına karşı çıkanlar, Türkiye'deki Amerikan üslerini
eleştirenler ve bu nedenlerle başlarına türlü belalar sarılanların bile bir
parça yararı olmuş Demirel'e. - Amerikalıların Türkiye'de üssü yoktur,
diyenler, zamanla, Amerikan gazetecileriyie,
- Bu üsler... diye başlayan konuşmalar
yapabilmektedir. Ne demişler: - insan beşer, bazen şaşar... Şaşmadığı
zamanlarda da, böyle doğru sözler söyler. Kendini yalanlar amma gerçeği
kanıtlar.
Evet. Biz yine dönelim Çağlayangil'e... Dışişleri
Bakanı önceki gün Amerikan gazetecisiyle ne konuştuklarını özetledikten sonra,
- Savunmanın, yabancı bir müteahhide tevdii mümkün bir husus olmadığını açıkça
belirttik, demektedir. Bu konuşma gerçekten pek "açıkça" olmuş mudur?
Onu bilemiyoruz amma, bu "yabancı" ve "müteahhit"
sözcükleri kötü çağrışımlar yapmaktadır. Müteahhitten kasıt, Amerikan hükümeti
midir?.. Eğer böyleyse, "Amerikan hükümetinin manevi şahsiyetine hakaret
ediliyor demektir.
Bunlar hep, o Newyork Times'ın Amerikalı muhabirinin
başının altından çıkmaktadır. Amerikalılara bu sırada artık hiç kimse
güvenmiyor. Baksanıza, Vietnam'da Van Tiyö, Kamboçya'da Lon Nol, - Amerika
bizlere yardım edecekti, sözünü tutmadı, diyerek kaçıyorlar. Kim bilir bu
Amerikan hükümeti, kimlere ne söz vermiştir. Kimden dost, kimden post olacağı
bu sıralarda hiç kestirilmiyor, ne yaparsınız. Dünya o eski dünya değil artık.
Bizim tarihimizdeki, Sultan Vahdettinlerin ve Damat
Ferit-lerin çok yakın "siyasal akrabası" olan bu Van Tiyö ve Lon Nol
gibileri, sanırız yakın bir gelecekte aynı ihanetin "aile
mezarlığında" bir araya gelirler. Tanrı geride kalacaklara uzun ömürler
versin.
Gerçekten bu "yabancı müteahhit" kavramı
ilerde ortalığı iyice karıştırabilir. Haydi diyelim, Çağlayangil bununla
Amerikan hükümetinin manevi kişiliğine hakaret etmek istemedi, fakat bazı
siyasal parti liderlerinin bir zamanlar yabancı şirketlerde müteahhitlik
yaptığını da mı düşünmedi?.. 190
Amerikalı bir gazeteci bakın nelere yol açıyor. Bu
Amerikalılar, içişlerimize karışmaktan hiç bıkmayacaklar mı?..
(Cumhuriyet, 25 Nisan 1975)
CEPHE OYUNU
Cephe, bir savaş sözcüğüdür. "Başbuğ" ise
yine bir savaşın başkomutanı anlamında kullanılmaktadır. Cepheli, başbuğlu
yönetim iktidara adımını atar atmaz, yeniden gençlik olayları patlak verdi.
Ecevit hükümeti döneminde de aynı gençler aynı fakültelerde bir aradaydılar.
Fakat bu dönemde hiçbir gençlik olayına rastlanmamıştı. Neden?
Çünkü 12 Mart öncesinin, "şaibeli"
Başbakanı yeniden iktidar koltuğuna konmuştur. Bu kez, 1944 yılından bu yana,
her türlü ihtilal çalışmasında boy gösteren Albay Türkeş de "takviye
kuvveti" olarak Demirel'in hemen yanı başında "esas duruş'A
geçmiştir. Artık devlet yönetimi açıkça, bir kısım sağcıların aritmetik
toplamıyla özdeşleşmiştir. Bunun içindir ki saldırgan sağcılar Meclis kürsülerinden,
- Devletin emniyet kuvvetlerine yardımcı olan gençler... diye tanıtılmış ve
sırtları bir kez daha sıvazlanmıştır. "Ülkücü gençler" adı verilen
sağcı saldırganlar, yıllardır devletin bazı yetkililerince korunmakta ve
kollanmaktadırlar. Çankaya Köşkünün eski sahibi, bir zamanlar bu saldırganlar
için övgüler dizmiş, bazı sıkıyönetim yargıçları kararlarında bu saldırganları,
- Devletin emniyet kuvvetleri yanında çarpışmışlardır, diye selamlamışlardır.
Türkiye'nin yaşadığı şiddet olaylarını aydınlatmak için,
"kontrgerilla" adı verilen yasadışı gizli örgütle, sağcı şiddet
eylemcileri arasındaki ilişki ortaya konmalıdır. Bu yapılmadıkça, gerçeklerle
değil gölgelerle, görüntülerle zaman yitirmiş oluruz. "Kontrgerilla"
örgütü kimlerden oluşmuştur? Bunlar, devletin hangi kesiminde görev
üslenmişlerdir? Bunlar 12 Mart döneminde kimlerle işbirliği yapmışlardır, bugün
kimlerle eylem birliği içindedirler? Araştırılacak konular bunlardır şimdi...
12 Mart öncesi, sokaklarda devrimci gençler birbiri
ardından kurşunlandı. Hiçbirinin katili bulunamadı, hiçbir olayın he- ÇAĞIN
SUÇU 191 sabi sorulmadı. Her olayın arkasında bir "kışkırtıcı ajan"
çıktı. Demirel yönetimi, gençlik olaylarını yasal çerçevelerinden çıkarıp Ceza
Yasası sınırlarına sokabilmek için, elindeki bütün olanakları kullandı. Bundan
sonra da Parlamento kürsülerine çıkıp hiç çekinmeden,
-Bir tek kışkırtıcı ajanın adını açıklayın, diye
gövde gösterisi yapmaya çalıştı. Sıkıyönetim dosyalarından çıkarılan
belgelerle, kışkırtıcı ajanların kimlik kartları birer boş eldiven gibi Adalet
Partisinin duvarlarına çarpıldı. Cevap?.. Cevap yok doğal ki...
Atı alan Üsküdar'ı çoktan geçmiştir. Sokaklarda
gencecik delikanlıların kanları akıtılmış, devrimci gençler birer ikişer
kurşunlanmıştır. Bütün bu cinayetler, özgürlük, demokrasi ve çok partili hayat
adına işlenmiştir. Bir eli kredi yağmalarında, öteki eli kanlı kaldırımlarda
dolaşanların sorumlulukları bir anda u-nutturulrmuş, bütün suç, soygun düzenine
karşı çıkanların sırtlarına yüklenmiştir.
Hem de Atatürkçülük adına...
Perdesinden kan damlayan bir filmi yeniden izler
gibiyiz. Aynı tür olaylar, aynı yöntemlerle sürdürülmektedir... Kışkırtıcı
ajanlar ve "kontrgerilla" örgütü, yine 11 Mart öncesi gibi eyleme mi
geçmiştir?.. Devrimci gençler, olayların dünü ve bugünü arasında ilişki
kurarak, bu sorunun cevabını aramalıdırlar.
Devrimci "teori" ve "pratik",
örgütsüz solculuğun eninde sonunda, küçük burjuva anarşizmine dönüşeceğini,
birçok kez kanıtlamıştır. Devrimcilik her zaman, her koşulda eylem yapmayı
gerektirmez. Boykot silahı çoktandır eskimiş ve aşınmıştır. Bu silahın geri
tepmeye başladığını da, yaşadığımız olaylar ortaya koymuştur, Devrimci gençler
için en büyük tehlike, toplumdaki öteki olaylardan soyutlanıp yalnız başlarına
kalmalarıdır. Devrimci düşünce ve eylemleri üniversite duvarlarına ve kantin
köşelerine sıkıştırmak, karşıdevrimin ustaca yürüttüğü oyunlardan biridir.
Devrimciliğin kurallarından biri de, bu oyuna gelmemektir.
Bundan sonra bütün görev, CHP yöneticilerine
düşmektedir. Kendi sollarına duvar örmeden önce, demokrasinin yasak duvarları
arasında kimlerin egemen olduğunu bilmek ve bunları halka anlatmak
gerekmektedir. Kredi yağmalarıyla kir- 192 lenen ellerini gençlerin kanıyla
yıkayanları suçüstü yakalamak, demokrasiyle yapılacak en büyük hizmettir. Oyun,
yine eski oyundur.
(Cumhuriyet, 28 Nisan 1975)
ULUSAL KUVVETLER
Türkiye Cumhuriyeti, yarım yüzyıl önce emperyalizme
karşı kazanılan bir kurtuluş savaşı sonunda kurulmuştur. Cumhuriyetimizin
temeli, tam üç yıl kan ve ateşle boğuşularak atıldı. Türk milliyetçiliğinin
kaynağında bu savaşın antiemperyalist bilinci yatmaktadır. Anayasamızın
önsözünde yer alan "milli mücadele ruhu" tanımı da bu anlayışı
vurgulamaktadır. Mustafa Kemal'in önderlik ettiği "Kuvvayı Milliye",
her sınıf ve tabakadan oluşan "millici" güçleri bir araya toplamıştı.
Bu güçler gerek batı, gerekse işbirlikçi istanbul basınında, - Bolşevikler...
Asiler,.. Eşkıyalar... gibi sözcüklerle suçlanmaktaydı. Çünkü gerçek
"milliyetçi" güçler, emperyalizmin ordularına karşı onurlu bir
savaşın kutsal cephelerinde toplanmaktaydılar. Emperyalizmin amacı, bu
"milliyetçileri", Bolşeviklik, asilik ve eşkıyalık gibi kavramlarla
karalamaktı.
Buraya bir nokta koyalım.
Bugün, Vietnam ve Kamboçya'da, sürdürülen savaşlar
"millici" güçlerin kesin zaferleriyle sonuçlanmıştır. Kukla devlet
başkanları, başkentlerini "ulusal kurtuluş kuvvetlerine" terk
e-derek, kaçmışlardır. Geride sadece ihanetlerinin çirkin iskeletleri
kalmıştır. işte bu çirkin iskeletler, yarım yüzyıl önce ulusal kurtuluş savaşı verilerek
kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti'nde, kendilerine "milliyetçi"
etiketi yapıştıranlar tarafından savunulmaktadır. Bunların bütün çabası,
Vietnam ve Kamboçya'dakı "ulusal kurtuluş kuvvetlerinin komünistliğini
kanıtlamaktır. Türkiye'de sağ basın ve sağcı politikacılar, kendilerine
"milliyetçi" süsü vermekten sanık oldukları gibi, siyasal konularda
da alabildiğine bilgisizdirler. Vietnam ve Kamboçya'dakı savaşları anlayabilmek
için en azından bu ülkelerin tarihi hakkında bilgi sahibi olunması gerekmektedir.
Bu ülkelerin dünya harita- ÇAĞIN SUÇU 193 sında yerlerini bile bulmaları
şüpheli olan birtakım sözde yazarlar, - TRT komünistlere, ulusal kurtuluş
kuvvetleri adını taka-maz, diye başlayıp bu yolla televizyon ekranı arkasında
komünizm propagandası kanıtlamaya
çalışmaktadırlar. Vietnam ve Kamboçya savaşları, tam
anlamıyla ulusal kurtuluş savaşlarıdır. Bu savaşa her sınıf ve tabakada,
çeşitli siyasal inançlara sahip insanlar katılmaktadır. Marksistler, Budistler,
Katolikler, toprak sahipleri, öğrenciler ve köylüler, yurt topraklarını hep
birlikte Amerikan Silahlı Kuvvetlerine ve kukla hükümetlere karşı
savunmaktadırlar. Kamboçya'da, ulusal kurtuluş savaşının önderi Norodom Sihanuk
ise, ülkesindeki soyluluğun simgesi bir feodal prenstir.
- Ben Marksist değilim. Budistim, diyen Sihanuk,
bizim yerli antikomünistlerimizin hışmından kendisini kurtaramamıştır.
Yakın tarihimizde Sultan Vahdettin ve Damat Ferit,
Vietnam'da kukla Saygon hükümetinin başkanı Van Tiyö ve Mareşal Lon Nol, aynı
siyasal çizginin birbirlerini tamamlayan halkalarıdır. Yunanistan'da Albay
Papadopulos, Şili'de General Pinochet, aynı ihanetlerin kimlik kartlarını
taşımaktadır. Bizim tarihimizdeki "istanbul hükümeti", Vietnam'da
"Saygon hükü-meti"nin elli yıl önceki benzeridir.
Kurtuluş Savaşımızdaki Bolşeviklik, asilik ve
eşkıyalık, bugün hemen hemen aynı biçimde Vietnam'daki, Kamboçya'daki
yurtseverler için de kullanılmaktadır.
Vatanlarını savunanlar komünist, asi ve eşkıya,
saldıranlar ise böylece özgürlükçü oluyorlar.
- Komünist çeteler, kızıllar, asiler... denirse,
kukla hükümetler ve saldırgan orduların barışı, demokrasiyi ve düzeni korumuş
oldukları anlatılmaya çalışılacak.
Bunun içindir ki, Amerikan basını, ulusal kurtuluş
kuvvetleri yerine, komünist Vietnamlı anlamına gelen "Vietkong"
sözcüğünü kullanmaktadır. Bizim Amerikancılar da ulusal kurtuluş savaşlarına bu
Amerikan gözlüğüyle bakmaktadırlar.
Bilmedikleri bir olay daha var:
27 Ocak 1973 tarihli Paris barış görüşmelerinde,
Güney Vietnam geçici devrim hükümeti, Vietnam ulusal kurtuluş kuvvetlerinin
temsilcisi olarak görüşmelere katıldı. Paris Anlaşmasının belgeleriyle ulusal
kurtuluş kuvvetlerinin hukuksal varlığı, 194
hem Amerikan hükümetince, hem de Saygon
yöneticilerince kabul edilmiştir. Vietnam'da ve Kamboçya'da emperyalizme ve
işbirlikçi hükümetlere diz çöktüren ulusal kurtuluş kuvvetleri, elli yıl önce
kurtuluş savaşı veren bir ülkede komünistlikle suçlanıyor. Tıpkı, elli-elli beş
yıl önce "Bolşeviklik", "asilik" ve "eşkıyalık"
ile suçlanan "Kuvvayı Milliyeciler gibi, Vietnam ve Kamboçya'daki
yurtseverlik de Türkiye'de suç sayılıyor.
Ne denir buna?..
Sultan Vahdettin, Damat Ferit, Nemrut Mustafa,
Anzavur Ahmet ve Ali Kemal bugün yaşamış olsalardı, bu "milliyetçilerden
farklı mı düşünürlerdi? Mustafa Kemal, - Mazlum milletler bir gün zalimleri yok
edecektir, diyordu, Zalim devletlerin tankına, topuna, tüfeğine alkış
tutanların milliyetçiliği, "Kuvvayı inzıbatiyecilik" değil de nedir
acaba?..
(Cumhuriyet, 30 Nisan 1975)
MİLLİYETÇİLİK SINAVI...
Petrol kokusu, ortalığı iyice sarmaya başladı. Önce,
ulusal petrol kavgası veren bürokratlar, birer, ikişer yerlerinden alındılar.
Sonra da, yabancı petrol şirketlerinin zam istekleri kabul ediliverdi.
- Vatanın, yüksek menfaatleri... Devletimiz ve
ülkemizle bölünmezlik... Aşırı akımlar... gibi gerekçelerin arkasında, hangi
yabancı şirketlerin çıkar düzeninin gizlendiği de hemen ortaya çıkıverdi.
ATAŞ Rafinerisini yabancı şirketler ortaklaşa olarak
işletmekteydiler. Kıbrıs'ta savaş olasılığı belirdiği zaman, silahlı
kuvvetlerimizin yakıtını kesen yabancı şirketler, bugün artık ellerini
ovuşturmaktadırlar. Amerikan ve ingiliz elçileri de rahat nefes almışlardır,
istedikleri zammın bir miktarını şimdilik koparmışlardır. Yakında bir başka zam
istemiyle yeniden bakanlık merdivenini tırmanırlar.
istedikleri oldu artık...
ÇAĞIN SUÇU 195
6 Şubat 1975 günü 7/9131 sayılı kararnameye
dayanılarak, yabancı şirketlerin zamlı fiyat istekleri reddolunmuştu. Bunun
üzerine yabancı şirketler, - Biz de AT AŞ Rafinerisinde petrol üretmeyiz..,
diye kabadayılık gösterisi yapmışlardı. Fakat bu kez pabuç pahalıydı. Bakanlık,
- Size doksan günlük süre veriyorum. Bunun sonunda, işletme ruhsatınız iptal
edilecektir... diyerek, yabancı şirketlere boyun eğmeyeceğini açık ve seçik
biçimde ortaya koymaktaydı. Süre, 6 Mayıs 1975 günü sona ermekteydi.
Yani dört gün sonra...
Yabancı şirketler,
Ecevit hükümetinin kuruluşundan bu yana, eylem içindeydiler. Sürekli zam
istekleriyle kârlarını arttırmak istiyorlardı. Milliyetçiliği yabancı şirket
avukatlığı sanan bir kısım başbuğcu, Dokuz Işıkçı, milliyetçi- toplumcu ilkel
ideolog özlemcisi de dev yabancı şirketlerin işlettiği ATAŞ Rafinerisini
millileştirmek isteyen Ecevit hükümetine karşı şunları yazabiliyorlardı;
öğrenin siz de: - Türk hükümetinin ATAŞ'a el koymasına maalesef imkân yoktur.
Bunu şirketler kadar bakan da bilir. Çünkü vaktiyle çıkarılmış istimlak
Kanununa göre, ATAŞ arazisinin istimlakine, (kamulaştırılmasına) Türk hükümeti değil
milletlerarası bir mahkeme karar verir. ATAŞ
Rafinerisi, tıpkı bir yabancı sefaretin hukuki statüsüne tabidir, ingiliz
Sefaretini işgal edebilirseniz, ATAŞ'ı da işgal edebilirsiniz... Kim adına, ne
için?
Müslümanlık, Türklük, milliyetçilik, muhafazakârlık
adına yazılmıştır bütün bunlar. Görülüyor değil mi? Yabancı şirketler, ahtapot
kollan, basını, bürokratları ve siyaset adamlarını işte böylesine çevreleyip
kuşatmıştır. Bunun içindir ki, milliyetçilik maskesiyle, - ingiliz Sefaretini
işgal edebilirseniz, ATAŞ'ı da işgal edebilirsiniz... diye yazabilmişlerdir.
istimlak Yasası da, Petrol Yasası da ortadadır. Hükümetler belirli koşullarla
yabancı şirketlerin işlettiği rafinerilere el koyabilirler, ister mi bunu bizim
milliyetçimiz?!..
Sağcı milliyetçilik budur işte.
- Bismillahirrahmanirrahim... dedikten sonra,
yabancı şirketlere el açıp dua ederler. Her yoksul ülkede böyle olmuştur bu.
Yabancı petrol şirketlerinin girdiği her ülkede, ihtilaller, hü- 196 kümet
darbeleri ve saray oyunları dönmüştür. 1951 yılında i-ran'da petrolleri
millileştiren Başbakan Mu şaddık, yabancı petrol şirketlerinin düzenlediği bir
ihtilalle devrildi ve yerine Tah-ran'daki ingiliz ve Amerikan elçilerinin pek
sevdiği General Zahidi getirildi.
Yaşandı bütün bunlar...
Türkiye'de Petrol Yasası 1954 yılında kabul
edilmiştir. Yasa taslağını kaleme alan, bir Türk hukukçusu değildir. Taslak,
A-merikan petrol şirketlerinin avukatı Max Ball tarafından hazırlanmıştır.
Bunun içindir ki, Petrol Yasası, birçok çevrede "Max Ball yasası"
olarak adlandırılır. Devrin muhalefet lideri inönü, bu yasaya karşı çıkarken, -
Petrol Kanunu, kapitülasyon hükümleri ile hazırlanmıştır, gönüllü bir
kapitülasyon layihası olarak kabul edilmiştir, işte profesörler, işte hukuk
âlimleri, hepsinin önünde söylüyorum. Petrol Kanununu karşılıklı taahhüt
şeklinde görmek, bir kapitülasyon devrini açmaktır... demekteydi, işte, bu kapitülasyon
yasasıyla bile yabancı şirketlere savaş açtı yurtsever bürokratlar...
Petrol sorunu, kimlerin milliyetçi olduklarını
kanıtlayacak bir sınav konusudur, işte yabancı şirketler, işte Türk devletinin
haklarını savundukları için, arka arkaya yerlerinden sökülüp alınan yurtsever
bürokratlar... işte bakanlık merdivenlerini aşındırıp şikâyet mektupları yazan
elçiler, işte bunlara karşı direne-bilen dürüst bakanlar... işte devlet
hazinesinden avuç avuç alıp yabancı şirket kasalarına doldurulan milyonlar, işte
ırkçısı, Turancısı, Morrisoncusu, şerbetçisi, takunyalısı ve nakşibendisiyle,
"Milliyetçi Cephe", yabancı şirketleri milyon yağmuruna çağırıyor.
Sorulmayacak mı bu hesap?
Cumhuriyet Halk Partisi, Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanının yakasına yapışmalı ve demagojinin toz bulutunu bir yana i-tip, petrol
sorununu halkoyu önünde
tartışmalıdır. Gensoru önergesiyle, petrol konusu
Parlamentoya getirilmeli ve Max Ball tarafından kaleme alınan yasanın
satırlarına tutunup yıllarca petrol kuyuları üzerinde cambazlık yapanların
oyunları da bir bir ortaya çıkarılmalıdır. Bu ne biçim milliyetçiliktir ki,
devletin öz kaynaklarını yabancıların elinden alıp millileştirmek is- ÇAĞIN
SUÇU 197 teyenlere karşı yabancı şirket avukatlığını üstlenir?!..
Milliyetçiliğin, böylesine "kökü dışarıda" olanına, ne ad takmak
gerekir a-caba?..
(Cumhuriyet, 2 Mayıs 1975)
ÇANKAYA NE DİYECEK?
Başbakan Yardımcısı
Necmettin Erbakan, Malatya'da yaptığı konuşmada, hükümetin imamlara yeni
kadrolar verdiğini a-çıkladıktan sonra, - Kesin karar aldık. Hükümet bu genel
müdürü azletti, milli neşriyat başlıyor, demiş ve Başbakan Demirel de önceki
gün ismail Cem ile ilgili kararnamenin Cumhurbaşkanına sunulduğunu söylemiştir.
Artık kararname bakanlıklardan çıkıp Çankaya Yokuşunu tırmanmıştır. Kararname, şimdi Sayın
Korutürk'ün masasındadır.
Hükümet, ismail Cem ile ilgili kararnameyi, TRT
Yasasının 9. maddesine dayanarak hazırlamıştır. Bu maddeye göre, genel müdür, -
Milli güvenliğin, kamu düzeninin veya devletin dış güvenliğinin gerekli kıldığı
veya devlet memuru olma niteliğini yitirdiği hallerde... gerekçesi açıkça
gösterilerek görevinden alınabilmektedir. Hükümet, ismail Cem'in TRT Genel
Müdürü olarak "milli güvenliği" ve "kamu düzeni"ni bozduğu,
ya da "devletin dış güvenliğini" tehlikeye düşürdüğünü kanıtlama
yükümlülüğü altındadır.
Bu madde, 12 Mart döneminde yasaya eklenmiştir. Bir
genel müdür, milli güvenliği ve kamu düzenini nasıl bozabilir? Devletin dış
güvenliğini ne gibi eylemleriyle tehlikeye düşürebilir? Hukuk açısından yürütme
organının bunları kanıtlaması mümkün değildir. Çünkü, milli güvenliği ve kamu
düzenini bozmak, Ceza Yasasında yer alan suçlardandır. Bu suçları yargılamak
yürütme organının değil, bağımsız mahkemelerin görevidir. Bir kamu görevlisine,
- Kamu düzenini ve milli birliği bozuyorsun denildiğinde, bu eylemlerin Ceza
Yasasının hangi maddelerine giren suçlardan olduğunu da söylemek gerekmektedir.
198
Anlaşılıyor ki, dört siyasal parti liderinin
kurduğu, dört oy farkla güvenoyu alan hükümet, 11 Mart hukukunun getirdiği yasa
maddesine dayanarak, - Milli güvenlik, kamu düzeni... dış güvenlik... gibi
soyut gerekçelerle TRT Genel Müdürünü suçlayıp görevinden almayı
amaçlamaktadır.
TRT Genel Müdürü, hangi eylemle, hangi yayınıyla
milli güvenliği ve kamu düzenini bozup devletin dış güvenliğini sarsmıştır?
TRT'nin, gerçekten Anayasa ve yasayla öngörülen ilkelere aykırı yayınları
olmuşsa, acaba Milliyetçi Cephe hükümetini oluşturan partiler neden bu
gerekçeleri ileri sürüp "TRT Seçim Kurulu"na başvurmamışlardır?
Kuruluş yasasının 9. maddesine göre TRT, tarafsızlık ilkesine aykırı yayınlar
yaparsa, siyasal partiler TRT Seçim Kuruluna başvurabilmektedirler.
Sayın Cumhurbaşkanı TRT Genel Müdürünü görevden
almak amacıyla hazırlanan kararnameyi imzalarsa, Milliyetçi Cephenin bugüne dek
TRT yayınlarına yönelttiği bütün suçları da benimsemiş, cepheci partilerce
ileri sürülen bütün gerekçeleri de haklı görmüş sayılacaktır. Bu değerlendirme
ise, Sayın Korutürk'ün kamuoyunda yarattığı olumlu izlenimi ve etkiyi geniş
ölçüde sarsacaktır.
Sorun bununla da bitmeyecektir...
Görevden alma işlemi, TRT'nin tarafsızlığını da ağır
şekilde yaralayabilir.
Çünkü her iktidar, bundan sonra kendi siyasal
a-maçlarına uygun bir TRT Genel Müdürü bulacak ve böylece TRT Genel Müdürlüğü
"transistorlu radyo" gibi elden ele taşınacaktır. Bu tür zararlı bir
geleneğin açılması hiç şüphesiz, TRT tarafsızlığını zedeleyici olumsuz
gelişmelere yol açacaktır.
Sayın Cumhurbaşkanımız, I Mart 1975 günü yaptıkları
konuşmada,
- Cumhurbaşkanının Anayasadaki görevi, sadece
hükümeti kurmak için bir başbakan atamaktan ibaret değildir, demişlerdi.
Gerçekten de, Cumhurbaşkanının Anayasayı ve anayasal kurumları koruma görevi,
bu gibi olaylarla ortaya çıkmaktadır.
Hükümetin hazırladığı görevden alma işlemi, örneğin
bugün ve yarın Cumhurbaşkanınca imzalanmazsa bu durumda I I sayılı kararnamenin
Millet Meclisince iptal edilmesi beklenecektir. I I sayılı kararnameyi iptal
eden Millet Meclisi kararı, hukuk açısından bir yasa niteliğinde olduğundan, bu
kararın
ÇAĞIN SUÇU 199
yürürlüğe girmesi için, yine Sayın Korutürk'ün
imzası gerekmektedir.
ismail Cem, yasalara aykırı olarak görevden
alınırsa, herhalde yasal olanaklardan yararlanarak, haksız olduğuna inandığı
işlemi iptal ettirmek için Danıştay'a başvuracaktır. Hükümet i-se, bu göreve
hemen birisini atayacaktır. Bu atama işlemi için de yine sayın Korutürk'ün
imzası gerekecektir. Danıştay, hükümetin görevden alma işlemini haksız bulup
işlemi iptal etse bile, Demirel, - TRT Genel Müdürlüğü boş değildir, diyerek,
12 Mart öncesi gibi, Danıştay kararını uygulamayacaktır. "Görünen köy, hiç
de kılavuz" istemez.
Bunun içindir ki, Sayın Korutürk'ün ismail Cem ile
ilgili kararnameyi imzalamaması, imzalamayı uygun görse bile, yargı organları
son sözü söyleyinceye kadar, genel müdürlük görevine bir başkasını atayan kararnameyi
imzalamaması, şimdiye kadar sürdürdüğü demokratik anlayışına uygun düşecek ve
memleketin sahipsiz olmadığı da anlaşılacaktır.
Acaba TRT Genel Müdürü ismail Cem'in "milli
güvenliği" bozduğu nasıl kanıtlanacak?. Türk Silahlı Kuvvetleri
tarafından,
- Cumhuriyetin geleceğini ağır tehlikeye düşürmek...
gerekçesiyle kendisine "muhtıra" mı yollandığı söylenecek?.. Yabancı
petrol şirketlerine milyonlarca lira haksız kazanç sağladığı mı ileri
sürülecek, yoksa laikliğe aykırı tutumu nedeniyle, Anayasaca kapatılan bir
gerici partinin lideri olduğu ya da gençleri silahlı eğitimden geçiren bir
örgüte başbuğluk yapıp yapmadığı mı sorulacak?. Sayın Korutürk'ün özgürlükten,
barıştan ve Anayasadan yana olanları koruması en içten dileğimizdir...
(Cumhuriyet, 5 Mayıs 1975) SOYUTTAN SOMUTA...
Son bir ayda, birtakım yolsuzluk dosyalan ortaya
atıldı. Devlet hazinesine milyonlarca lira zarar verenlerin kimlik kartları
açıklandı. Belgeler, birer birer sergilendi. Bunlara karşı, 200
- Kahrolsun komünistler... yaygarasından başka
hiçbir cevap verilmedi. Yıllarca, devlet hazinesini kemirenlerin, yabancı
şirketlere akıl almaz ayrıcalıklar sağlayanların suçları üzerinden sünger
geçirilerek,
- Milli birlik ve beraberlik içerisinde... ülkesi ve
devletiyle bölünmezlik ilkesine bağlı olarak... gibi gerekçelerle, somut
e-leştiriler susturulmaya çalışıldı. 12 Mart öncesi, yurtdışına kadar uzanan
yolsuzluk söylentileri, - Kuvvetli ve inandırıcı hükümet... yalanıyla
unutturuldu. Yolsuzlukları açıklayanlar, bin bir tehlikeye göğüs gererek devlet
hazinesini savunanlar, birtakım soyut gerçeklerle suçlanıp cezaevine atıldılar.
Yolsuzlukların ipliğini pazara çıkaran devrimci
yazarlar, ulusal petrol kavgası veren profesörler, özel okul yağmasını önleyen
öğretim üyeleri,
- Gençleri kışkırttı... Körpe dimağlara
anarşi tohumları attı... gibi ipe sapa gelmez suç gerekçeleriyle ezilmek
istendi. Üniversitede, sıkıyönetimlerin ihbar dosyalarını kabartan yaşlı başlı
profesörler, milliyetçi-mukaddesatçı, özel teşebbüsçü doçentler ve asistanlar, ilerici öğretim üyelerini ihbar ederek,
kurulu düzende yerlerini almaya çalıştılar.
- Aşırı akımlara karşıyız... Ecdadımızın kanlarıyla
sulanmış bu topraklar... Komünizmle kanımızın son damlasına kadar mücadele
edeceğiz... söylevlerinin arkasında, çevrilen türlü dolaplar, karanlık
ilişkiler ve kirli belgeler gizlenmek istendi.
Bütün bunlara karşı, yolsuzluk belgeleri, birer boş
eldiven gibi yüzlerine çarpılanlar ise tam bir vurdumduymazlık içindedirler.
Birçok kimsede de, bir çeşit bağışıklık yaratmıştır.
- Başbakanın kardeşlerine milyonlarca lira usulsüz
kredi verilmiş... Maliye Bakanı, Demirel ailesine yatırım indirimi sağlamış...
Başbakanın kardeşi, iki milyonluk kredi borcunu ödememiş... denilse ve
belgeler, bir karpuz sergisi gibi gözler önüne serilse bile,
- Adam sende... denilip geçilmektedir. Bunca
yolsuzluğa, bunca belgeye karşı... - Nixon, muhalefet partilerini gizli gizli
dinlettiği için "Watergate Skandali" ile koltuğundan oldu. Demirel
döneminde Türkiye işçi Partisinin mektuplarının okunduğu belgeleriyle
a-çıklanınca, ÇAĞIN SUÇU 201
- Olur böyle vakalar, denilip geçildi. Bir başka
ülkede yeri göğü birbirine katacak olaylar, hep böyle unutturulmaya çalışıldı.
I I Mart öncesi eylemlerinde gençlik içine "kışkırtıcı ajanlar"
yerleştirildiği, gizli örgüt yazışmalarıyla kanıtlandı, Bunun da üzerinde fazla
durulmadı.
Bir yandan, cumhuriyetin geleceğini değil Demirel'in
siyasal iktidarını korumak ve kollamak için verilen muhtıra, öte yandan CHP'nin
"karınca ezmez" muhalefeti, somut eleştirileri ve yolsuzluk dosyalarını
ister istemez unutturdu. Yolsuzluk dosyalarının suç kanıtları, kışkırtıcı
ajanların kimlik kartları yerine, soyut eleştirilerle yetinildi.
Şimdi ortada bir petrol sorunu var: Milliyetçi Cephe
hükümetinin Kılıç'ı, bakanlıktaki yurtsever bürokratları birer ikişer
yerlerinden aldıktan sonra, yabancı petrol şirketlerinin zam isteklerini
hemencecik kabul ediveriyor.
Belgelere bakıyorsunuz, bu şirketler, 1975 yılının 7
Martında,
- Bu en düşük fiyattır, deyip varil başına 10.70'lik
fiyat öneriyorlar. Bakanlık bunu kabul etmiyor. Aynı şirketler bu kez, 18 Mart
günü, fiyatı, 10.70 dolardan 10.40 dolara indiriyorlar. Bu da kabul
edilmeyince, ertesi gün, 19 Martta,
- Varil başı 10.36 doları kabul edin,
diyorlar. Bu öneri de reddediliyor. Demirel hükümeti kurulur kurulmaz da,
yabancı şirketler 10.36 dolara indirdikleri fiyatı, 10.50 dolara çıkarıp
sevinçten ellerini
ovuşturuyorlar. Yabancı şirketlere karşı direnen
müsteşar ile birlikte daire müdürleri apar topar yerlerinden sökülüp alındıktan
sonra, yabancı şirketlere "türlü çeşitli" ayrıcalıklar sağlanıyor.
Birtakım somut gerçekler, belgelere dayanan yolsuzluklar,
"milliyetçilik... komünizm tehlikesi... mukad- desatçılık..."
gerekçeleriyle unutturulmaya ve uyutulmaya çalışılmaktadır.
CHP, henüz güçlü, sert ve belgeli muhalefet
yöntemini kullanmaktan uzak durmak eğilimindedir. Somut eleştirilerin, soyut
suçlamalarla unutturulmaması için, CHP'nin Parlamentodaki bütün olanaklarını
kullanarak, her konuyu enine boyuna araştırması gerekmektedir. Meclis
araştırmaları, soruşturmalar, gensoru önergeleri, hangi olaylar için
saklanmaktadır?.. Yolsuzluk dosyaları nerede?.. Önergeler neden
hazırlanmamaktadır?.. Petrol konusunda gensoru önergesini vermek i-çin ne
beklenmektedir?.. (Cumhuriyet, 7 Mayıs 1975) 202 PETROL DİPLOMASİSİ
Yürürlükte bulunan Petrol Yasasının "Max
Ball" adlı bir Amerikalı tarafından kaleme alındığı herkesçe
bilinmektedir. Amerika ve ingiltere'nin petrol üreten ülkelerdeki
büyükelçileri, siyasal karar organlarıyla yakın ilişkiler kurmuşlardır. Bu ülkelerin
büyükelçileri, zaman zaman petrol şirketlerinin sözcüleri olarak bakanlık
merdivenlerini tırmanmışlardır. Petrolün e-konomik önemi, siyasal ilişkilere
büyük ölçüde yansımıştır. Bu ilişkileri yok sayıp - Biz milliyetçiyiz. Neden
ülkenin çıkarlarını düşünmeyelim!., gibi gülünç gerekçelerle açıklamalar yapmak
hiçbir sorunu çözmemektedir.
Rakamlara göz atalım:
Mobil Şirketi, 1973 yılında, 544.254.000 lira zarar
gösterirken, 1974 yılında bu zarar 160.812.653.78 liraya çıkmıştır. Yani, bu
Amerikan şirketi geçtiğimiz yıl tam yüz altmış bir milyon liraya varan bir
zarara girmiştir. Bu şirket, "ATAŞ" Rafinerisinin ortaklarından
biridir. Rafinerinin öbür ortağı British Petrolium Şirketi 1974 yılında ancak
6.800.000 lira kâr etmiştir. "ATAŞ"ın öteki ortağı Shell Şirketinin
1974 yılı kârı yan yarıya inerek 35.721.230 liraya düşmüştür. Bu üç yabancı
şirketin toplam zararı bir yılda 180 milyon lirayı bulmaktadır.
Neden?..
Nedeni açıktır: Yabancı petrol şirketleri, son
yıllarda ham petrol fiyatının arttırılmasını istemişler, ancak Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanlığı zam isteklerini reddetmiştir. Bu şirketler, aynı ay içinde,
- En düşük fiyat budur... dedikleri fiyatları derece
derece a-şağı indirmişler ve en sonunda Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının
benimsediği fiyatın da altında bir rakama düşmüşlerdir.
Bu sırada, Milliyetçi Cephe partileri de iktidarı
dört oy farkla ele geçirmişlerdir. Benzin bayii bir milletvekilinin evinde
yapılan toplantıdan sonra, Demokratik Partinin dokuz milletvekili partilerinden
istifa ederek Demirel'in imdadına koşmuşlardır. Bir cumartesi günü güvenoyu
alan cepheci partiler, ertesi gün, ÇAĞIN SUÇU 203 - Pazar günü tatildir. Yarını
bekleyelim, bile demeden, E-nerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığında yabancı
şirketlere karşı direnen yurtsever bürokratları görevlerinden almışlardır.
Milliyetçi Cephenin ilk memur kıyımı neden Enerji ve
Tabii Kaynaklar Bakanlığında başlamıştır?.. Bu bir rastlantı mıdır?..
Siz bunu düşüne durun, ben yazının başına dönerek
yine büyükelçilerden söz edeyim:
ingiltere'nin Ankara Büyükelçisi Mr. Horace Philips,
6 O-cak 1975 günü Dışişleri eski Bakanı Melih Esenbel'i ziyaret e-derek, konuyu
döndürüp dolaştırıp BP'nin zam istemine getirmiş ve
- Eğer Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı şirketin
zam isteğine kabul etmezse, petrol ithalini durduracağız, demiş ve birkaç gün
sonra da Dışişleri Bakanlığına bu konuda bir mektup yollamıştır.
Unutmayalım: BP, "ATAŞ" Rafinerisinin
ortaklarından biridir ve Kıbrıs olaylarında bu rafineri petrol ithalini
durdurmuştur.
Evet devam edelim...
- "ATAŞ" Rafinerisinin ikinci ortağı da,
Amerikan Mobil Şirketidir. Amerika'nın Ankara Büyükelçiliği Ekonomik ve Ticari
işler Müşaviri Albert V. Nuran, 30 Aralık 1974 günü, Dışişleri Bakanlığında
bazı yetkililerle görüşmüştür. Bu görüşmede Mr. Nuran, Mobil Şirketinin fiyat
konusundaki sorunlarını anlatmış, ayrıca Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığındaki bazı bürokratların kendisiyle görüşmek istemediklerini söylemiş
ve bu konuda yakınmıştır. Bu Amerikan yetkilisi, Dışişleri Bakanlığında,
- Beni Enerji Bakanlığındaki ilgililerle görüştürmek
için aracılık yapın, demiş ve bunu yazılı olarak da bildirmiştir.
Aynı günlerde, ingiliz Büyükelçisi Mr. Philips,
yeniden Dışişleri Bakanlığına başvurarak, basında yabancı petrol şirketleri
hakkında çıkan yazıları eleştirmiş ve bu konudaki üzüntülerini bildirmiştir.
Anlaşılıyor ki, yabancı petrol şirketleri, başta büyükelçiler, sonra elçiliğin
etkili ve yetkilileri, basındaki "milliyetçi-mukaddesatçı" kalemler,
yabancı sermaye yanlısı politikacılarla birlikte "eyleme" geçmişlerdir.
204
Bu konuşmaların ve yazışmaların birer örneği
bakanlıklarda dosyalar arasındadır. Bu belgelerin Meclis araştırması yoluyla,
incelenmesi ve petrol şirketlerinin kurdukları ilişkilerin birer birer ortaya
çıkarılması gerekmektedir. Çünkü petrol konusu, milliyetçiliğin "turnusol
kâğıdı"dır. Öyleki, milliyetçiliğin rengi bu konuyla belli olabilmektedir.
Belgeler açıklanırsa, işte belki o zaman CHP kontenjanından Parlamentoya giren
Bay Sela-hattin Kılıç'ın 1966 yılında AP iktidarına yönelttiği, - Rusya ve Romanya'dan
neden petrol satın almıyoruz... sorusu da cevaplandırılmış olur. Böylece, AP
ortak grubunun oybirliğiyle onayladığı petrol politikası da yerli yerine
oturtulabilir.
Ey CHP'Iİ yöneticiler, milletvekili ve senatörler,
daha ne duruyorsunuz?.. Petrol dosyası açmak, petrol kuyusu açmak kadar güç
müdür yoksa?..
(Cumhuriyet, 9 Mayıs 1975)
HUKUK ADINA MI?..
TRT Genel Müdürlüğüyle ilgili tartışmalar sürüp
gitmektedir. Sayın Cumhurbaşkanı bugünlerde kararını verecektir. Geçen hafta
Çankaya'ya çıkarılan kararname bu satırların yazıldığı güne kadar,
Cumhurbaşkanlığı masasında beklemektedir.
Irmak hükümeti zamanında kurulan üç kişilik bir
komisyon, apar topar bir rapor hazırlayarak Başbakanlığa sunmuştur. Bu
komisyon, Maliye, ve içişleri Bakanlıkları Hukuk Müşavirleriyle, TRT'den
ayrılan bir başka devlet memurundan
oluşmaktadır. Sızan haberlere göre, bu komisyon
Demirel'in istediği yönde eleştiri ve yargılarla dolu bir raporu, geçtiğimiz
perşembe günü gece yarısına doğru imzalamıştır. Demirel, Sayın Cumhurbaşkanına,
- işte tarafsız hukukçular da hükümetle aynı kanıda,
demiş ve yetmiş sayfalık raporu sunmuştur. Oysa Anayasamızın 4. maddesinde,
- Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan
almayan bir devlet yetkisini kullanamaz... hükmü yer almaktadır.
ÇAĞIN SUÇU 205
TRT yayınlarının Anayasada belirtilen tarafsızlık
ilkesine u-yup uymadığını araştırmakla görevlendirilen bu komisyon, hiçbir
yasa, hiçbir tüzük ve hiçbir yönetmeliğe dayanarak kurulmuş değildir, Özel
nitelikteki bu komisyonun hukuksal dayanağı olmadığı gibi, hiçbir yasal yetkisi
de yoktur. Bu komisyona rapor hazırlatmak açıkça "kaynağını Anayasadan
almayan devlet yetkisi kullanmak" demektir.
339 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Yasasının 9.
maddesinde şu hüküm yer almaktadır:
- TRT'nin, Anayasanın ve bu kanunun öngördüğü
esaslara aykırı yayın yaptığı ve tarafsızlık ilkesinden uzaklaştığı veya genel
müdürün görevi ile ilgili olarak ağır bir hizmet kusuru işlediği hallerde,
Başbakanın veyaTBMM'de grubu bulunan siyasi partilerden birinin yazılı olarak TRT
Seçim Kuruluna başvurması ve bu kurulun olumlu görüşünü bildirmesi üzerine,
genel müdür, Bakanlar Kurulu kararnamesi ile görevinden alınır.
Görülüyor ki, TRT yayınlarının tarafsız olup
olmadığını a-raştıracak olan yetkili kurul, güvencesiz üç devlet memurundan
oluşan özel nitelikteki bir komisyon değildir. Yasa bu konuda, TRT Seçim
Kuruluna yetki vermektedir. TRT Seçim Kurulu, üniversite rektörleri arasından
Cumhurbaşkanınca seçilecek dört rektör ile Güvenlik Kurulu Genel Sekreterinden
oluşmaktadır.
Ortaya ilginç bir hukuksal sorun çıkmaktadır:
TRT yayınlarının tarafsızlık ilkesine uyup
uymadığını araştırmakla yetkili kurul, Cumhurbaşkanınca seçilmektedir. Bu
konuda yetkili kurul yasayla belirlenmiştir. Cumhurbaşkanınca seçilecek TRT
Seçim Kurulu yerine rasgele üç güvencesiz devlet memurunu bir araya toplayıp,
bunlara rapor hazırlatmak sadece TRT Yasasına aykırı bir davranış değil, aynı
zamanda Cumhurbaşkanının yetkilerine karşı saldırı niteliğindedir.
Burada bazı soruları cevaplandırmak gerekmektedir.
Soruyoruz: TRT Anayasada yer alan tarafsızlık ilkesine aykırı yayın yaptıysa,
hükümeti oluşturan partilerden biri neden daha önce TRT Seçim Kuruluna
başvurmamıştır?.. Soruyoruz: Hükümet, TRT yayınları için Cumhurbaşkanınca
seçilen kurul yerine, neden üç güvencesiz devlet memurundan rapor almıştır?
Soruyoruz: Atamaları bakanlarının iki dudakları arasında olan iki
hukuk müşaviriyle, TRT'den ayrılmış bir hukukçunun
oluşturdukları kurul, hangi anayasal dayanakla, hangi yasa, hangi tüzük ve
hangi yönetmelik hükmüyle görevlendirilmiştir? Hükümet bu soruların cevaplarını
bulmak yerine,
- Milli güvenlik, kamu düzeni, devletin dış
güvenliği... gibi soyut gerekçelere dayanmaktadır. Yine soruyoruz: "Milli
güvenlik, "kamu düzeni", "devletin dış güvenliği"
kavramları, tarafsızlığın çiğnenmesinden daha hafif suçlarla mı ilgilidir?
Yasa, tarafsızlığın çiğnendiği yolundaki iddialar için bile hükümeti doğrudan
doğruya yetkili saymamakta ve
- Cumhurbaşkanının seçtiği TRT Seçim Kurulundan bu
konuda görüş alacaksınız, diyerek hükümetin yetkilerini sınırlamaktadır.
Öyleyse, her biri Ceza Yasasında yer alması gereken suç gerekçeleriyle
kararname hazırlayıp üstelik bu kararnameyi, yetkisiz bir komisyonun raporuyla
belgelemek, hukukun hangi ilkesiyle açıklanmaktadır?., Hükümet, yasal yollarla
tarafsız olup olmadığını kanıtlayamadığı bir Anayasa kuruluşunu, elindeki üç
güvencesiz devlet memurunun raporuyla suç-layacaksa, TRT Yasasında yer alan ve
Cumhurbaşkanınca seçilen TRT Seçim Kurulunun varlık nedenini nasıl
açıklayacaktır? Cumhurbaşkanınca seçilecek bir kurulun yetkisini, bir özel
komisyona kullandırmakla, kaynağını Anayasadan alan hangi yetkiden söz
edilebilir?
Anayasamızın 6'ncı maddesine göre yürütme görevi,
yasalar çerçevesinde, cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından yerine getirilir.
Yani,
- Hükümet kararnameyi hazırlamıştır. Cumhurbaşkanı
imza atmaya mecburdur, demek Cumhurbaşkanlığı makamını bir "imza
makinesi" saymak anlamına gelmektedir. Kararname Cumhurbaşkanı
imzalayıncaya kadar, ancak bir "taslak" niteliğindedir. Bu konudaki
yürütme görevi, ancak Cumhurbaşkanının onayı ile tamamlanmış olur. TRT Genel
Müdürüyle ilgili atama kararnamesinin hukuksal geçerliliği şimdiden
yitirilmiştir. Yaptıkları birçok yasa Anayasa Mahkemesinden dönen,
hazırladıkları işlemler birer birer Danıştay kapısında yırtılan Demirel
iktidarının yasalara karşı bu yeni saygısızlığını herkes gözleriyle izliyor.
Buna ortak olmamak gerekiyor...
(Cumhuriyet, 12 Mayıs 1975) 206
ÇAĞIN SUÇU 207
SÖZ HUKUKUN ARTIK...
Cumhurbaşkanı sayın Korutürk TRT Genel Müdürü ismail
Cem'i görevinden alan kararnameyi imzalamıştır. Böylece on gündür Çankaya'da
bekleyen kararname kesinlik kazanarak yürürlüğe girmiştir. Bundan sonra söz
hukukun yetki ise Danıştayındır.
Hükümet ismail Cem'i görevden alırken, 359 sayılı
TRT Yasasının 9'uncu maddesine dayanmaktadır. Bu maddeye göre genel müdür, -
Milli güvenliğin, kamu düzeninin veya devletin dış güvenliğinin gerekli kıldığı
hallerde, gerekçesi açıkça gösterilerek Bakanlar Kurulu kararnamesiyle...
görevinden alınabilmektedir.
"Milli güvenlik", "kamu düzeni",
"devletin dış güvenliği" gibi kavramlarda objektiflik ve kesinlik
aramak olanaksızdır. Bunlar soyut ve belirsiz kavramlardır. Örneğin,
"milli güvenlik" kavramının yasalarımızda hiçbir tanımı yoktur. Bu
kavram, sadece Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Yönetmeliğinin üçüncü
maddesinde, - Dışarıdan ve içerden yapılabilecek her çeşit taarruzlara,
bozguncu teşebbüslere, tabii afetlere, büyük yangınlara azimle karşı
koyabilecek devletin otoritesini muhafaza ve devam ettirmek ve bir savaştan
galip çıkabilmek için, milli kudret, gayret ve faaliyetlerin tam olarak
kullanılması... diye tanımlanmaktadır.
Bu tanımdan da anlaşıldığı gibi milli güvenlik, yurt
çapında beliren eylemli kalkışma, dış saldırı ya da ulusal varlığı sarsacak
olaylara karşı devletin savunulması ve güvenlik altına alınması anlamında
kullanılmaktadır. Bu kavram, siyasal dönemlere ve koşullara göre değişik
anlamlar kazanır. Bir dönemde milli güvenliği sarsıcı görülen bir olay bir
başka dönemde bu nitelikte görülmeyebilir. Yunanistan, bir NATO müttefikimiz
sayılırken, Kıbrıs olayları sırasında dış düşman olarak belirmiştir. Milli
güvenlik, bu ayrı koşullara göre anlam değiştirmektedir.
Bu ve benzeri kavramları iç politikada gelişigüzel
kullanmak mümkün değildir. - Senin siyasal görüşlerin benimkine uymuyor.
Öyleyse sen milli güvenliği, kamu düzenini, devletin dış güvenliğini sarstın,
denirse, bu eylemlerin Türk Ceza Yasasındaki karşılıklarını da 208 göstermek ve
bunları inanılır biçimde kanıtlamak gerekmektedir. Bu suçlamaların yöneltildiği
kimse bir kamu görevi yapıyorsa, bu yoldaki iddiaların yasaya uygun olması
demokratik hukuk devletinin gereklerinden birisidir.
Önce, 359 sayılı TRT Yasasına bakalım:
Yasanın "yayın esasları" ile ilgili
bölümünde "milli güvenliği" gözetmek, kurumun başlıca görevlerinden
sayılmaktadır. "Milli güvenliğe dokunan haller" başlığındaki 17'nci
madde de ise, - Başbakan veya görevlendireceği bakan, milli güvenliğin a-çıkça
gerekli kıldığı hallerde bu haber ve yayını menetmeye yetkilidir... hükmü yer
almaktadır. Devletin dış ilişkileriyle ilgili yayınlar hakkındaki I8'inci
maddede Dışişleri Bakanlığının, uygun görülecek zamanlarda, TRT yayınları ile
ilgili ilkeler saptayacağı belirtilmektedir. 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasasının
3'ün-cü maddesinde de sıkıyönetim komutanlarının, - TRT yayınlarını kayıtlamak
veya durdurmak... yetkisine sahip olduğu hüküm altına alınmaktadır.
İsmail Cem'in görev yaptığı süre içinde, Kıbrıs
savaşı patlamış ve TRT kurumu savaş koşullarında yayın yapmıştır. Bu savaş
dolayısıyla ilan edilen sıkıyönetim de sürdürülmektedir. Bu dönem içinde Ecevit
ve Irmak hükümetleri gelip geçmiş, sonunda Demirel hükümeti kurulmuştur.
Bütün bu olaylar içinde hiçbir hükümet, TRT
Yasasının 17'nci maddesine dayanarak TRT yayınlarını milli güvenliğe aykırı
gördüğü için yayın yasağı koymamıştır. Öyleyse, Demirel hükümeti güvenoyu alır
almaz, TRT yayınlarının birdenbire milli güvenliği ve devletin dış güvenliğini
bozduğu söylenemez. Söylenirse, bu bir hukuksal işlemin değil, ancak bir
siyasal yargının izlerini taşır ve ancak bu dört partiye yakışır.
Dışişleri Bakanlığı, özellikle Kıbrıs
savaşının sürdüğü dönemde, TRT yayınlarını hiçbir şekilde devletin dış
güvenliğini sarsıcı nitelikte görmemiş ve bu yolda uyarıda da bulunmamıştır.
Bugüne kadar sıkıyönetim komutanları, TRT yayınlarına milli güvenliği ve kamu
düzenini bozduğu gerekçesiyle yayın yasağı da koymuş değillerdir. Öyleyse,
hangi gerekçeler, hangi hukuksal yorumlarla, milli güvenlik, kamu düzeni,
devletin dış güvenliğinin sarsıldığı ileri sürülmektedir? ismail Cem, bundan
sonra Demirel'in, Erbakan'ın, Türkeş'in ve Feyzioğlu'nun yakalarına yapışıp
ÇAĞIN SUÇU 209 - Eğer ben kararnamenizde
yazıldığı gibi milli güvenliği bozduysam, neden
şimdiye kadar yasanın size verdiği yetkileri
kullanıp yayınları durdurmadınız?., derse, çoksesli sağcı siyasal koro hep
birlikte, - Kahrolsun komünistler!., demekten başka ne cevap verecektir?..
Danıştay 1970 yılında, TRT'nin milii güvenliği
bozduğu gerekçesiyle yayın yasağı koyan Demirel hükümetinin bir kararını bozarken,
- Milli Güvenlik Kurulunun görüşünü almadan, milli güvenliğin çiğnendiğinden
söz edilemez, demettedir, Onikinci Dairenin 5.3.1970 tarihli ve 1970/426 sayılı
kararı Danıştay dosyaları arasındadır.
TRT ismail Cem'in yönetiminde milli güvenliği
sarsmışsa, neden Demirel hükümeti 359 sayılı yasanın verdiği yetkiye dayanarak
yayın yasağı koymamıştır? TRT, tarafsızlık ilkesini çiğnemiş ve yayın
esaslarından olan milli güvenliği sarsmışsa, neden Cumhurbaşkanınca seçilecek
dört rektör ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterinden oluşan yetkili kurula
başvurmamıştır? TRT'nin milli güvenliğe aykırı hangi yayınından ötürü
sıkıyönetim komutanları yasadan doğan yetkilerini kullanarak yayın yasağı
koymuşlardır?
Hiç şüphesiz, bu soruları hukukun gerektirdiği
ağırbaşlılıkla cevaplandırmak mümkün değildir. Milliyetçi Cephenin, "milli
güvenlik" anlayışını, Anayasa ve hukuk devletinin kavramlarıyla açıklamaya
olanak yoktur. Ülkemizde Demircilerin, Erbakan-ların, Türkeşlerin,
Feyzioğluların güvenliği mi, yoksa demokratik hukuk devletinin güvenliği mi
önemlidir? Bunu önümüzdeki günlerde anlayacağız.
Günlerin getirdiğine mi, götürdüğüne mi inanmak
gerektiğini, toplum olarak işte o zaman kararlaştıracağız.
Artık, söz hukukundur... (Cumhuriyet, 14 Mayıs 1975)
ESKİ YÖNTEMLER...
1933 yılının 26 Şubat gecesi, Alman Millet
Meclisinin pencerelerinden ateş fışkırmaya başladı. Alevler bütün binayı sa-
210
rarken Alman hükümeti, üzerinde Alman Komünist
Partisinin üyelik kartı bulunan Hollandalı Van Der Lübbe adlı bir komünistin
yakalandığını bildirdi. Birkaç gün sonra Bulgar Sosyalisti Dimitrov da
tutuklandı. Hitler'in, binayı saran alevleri görür görmez, yanındakilere
söylediği ilk söz, - Bu bir Tanrısal belirtidir. Şimdi artık sosyalistleri
demir yumrukla yok etmemizi kimse engelleyemez... olmuştur. Hitler bu yangını,
sosyal demokrat, sosyalist ve komünistleri ezmek için bir "sinyal
ateşi" olarak kabul etmiştir. Siyasal tarihte, "Reichstag
yangını" olarak bilinen olay, Hitler faşizminin güçlenmesine yol açmıştır.
Olaydan hemen sonra binlerce aydın, işçi ve öğrenci tutuklanarak cezaevlerine
kapatılmıştır. Devlet radyosu, - Komünistler Reichstag'ı yaktılar... Komünist
bütün suçlarını itiraf etti... derken ülkedeki bütün devrimciler, yazarlar,
öğrenciler, hukukçular, işçi liderleri, önceden hazırlanmış tutuklama
listesiyle cezaevlerine taşınıyordu.
Yapılan yargılamalar sonunda Hitler'in savcıları
yangının bir örgütçe yapıldığını ka-nıtlayamadı. Bulgar Sosyalisti Dimitrov,
beraat etti. Bu arada yangının Nazilerce çıkartıldığını kanıtlayacak bazı
belirtiler de güçlendi. "Reichstag yangını" SA kıtalarının şiddet
eylemlerini artırdı. Hitler, bu olayı fırsat bilerek "halkın ve devletin
korunması"nı öngören bir kararnameyi yürürlüğe koymayı başardı. Bu
kararnameyle, temel hak ve özgürlükler ortadan kaldırıldı, haberleşme özgürlüğü
yok edildi ve hükümete evlerde arama izni verildi. Böylece, yangınla başlayan
terör, hukuksal düzenlemelerle de pekiştirilmiş oldu.
Hitler, yangından hemen sonra, ele geçirilen
belgelerin yayımlanacağını söylemişse de, bu belgeler hiçbir zaman
yayımlanmadı: - Komünistler ayaklanıyor. Bu gizli örgütlerin işidir.
Komünistler, belgelerle yakalandı... gibi, suç gerekçeleri devlet radyolarında
sık sık duyulmasına rağmen, hiçbir ciddi açıklama yapılmadı. Ancak, SA
kıtalarının saldırıları şiddetlendi, tutuklanmalar sürüp gitti. Cumhurbaşkanı
Hindenburg ise bütün bu olup bitenleri gözünün ucuyla izliyordu.
Buraya bir nokta koyarak, üç beş yıl önceki olaylara
göz atalım. ÇAĞIN SUÇU 211
12 Mart 1971'de, "muhtıra darbesi"
sonucunda iktidardan ayrılan Demirel yerine, - Anarşiyi önlemek.,. Reform
yapmak... gerekçeleriyle Nihat Erim hükümeti kurulmaktaydı. "Kuvvetli ve
inandırıcı" hükümet iktidara gelir gelmez, adam kaçırma, banka soyma
eylemleri de arttı, 18 Mayıs 1971 günü israil Başkonsolosu El-rom kaçırılınca,
Anayasa sistemimizde yeri olmayan "hükümet başkanlığı" bildirisiyle,
- Masum gençlerimizi söz ve yazı ile kışkırtanlar...
başta olmak üzere birçok kimsenin gözaltına alınmaları emredildi. 17 Mayısı 18
Mayısa bağlayan gece, ilerici öğretim üyeleri, yazarlar, öğrenciler, genç
subaylar ve işçiler cezaevlerine kapatıldı. Aydınların evlerinden toplanan
binlerce kitap yakıldı ve denize döküldü. Bundan sonra Anayasa değişiklikleri
meclislerden geçirilerek temel hak ve özgürlükler kısıtlandı. Basın özgürlüğü
temelinden yok edildi. Bundan sonra, özgürlükleri kısan, yargı güvenliğini
sarsan birçok yasa kabul edildi.
Aynı günlerde bazı siyasal tutuklulara işkence yapan
bir örgüt, cezaevleri üzerinde egemenliğini kurdu. "Kontrgerilla" adı
verilen bu örgüt, bütün dünyanın gözü önünde, ülkenin aydınlarına işkence
yaptı. Tümgenerallerden, ünlü yazarlara kadar birçok insan bu işkence evinde
sorguya çekildi. Bu örgütün aldığı ifadelerle birçok insan, uçak kaçırmak,
Marmara vapurunu batırmak, Kültür Sarayını yakmak gibi suç gerekçeleriyle
cezaevlerine atıldı. Bu sanıkların her biri de, mahkemeler önünde beraat etti.
Bu arada, yönetimin kolu sıkıyönetim mahkemelerine
u-zandı. Sanıklar hakkında beraat kararı veren mahkemeler toptan kaldırıldı,
tahliye kararına imza atan yargıçlar görevlerinden alındılar. Bu dönem
kapanırken, sıkıyönetim komutanları ya Adalet Partisine girdiler, ya da özel
teşebbüste yüksek ücretli koltuklara oturtuldular.
14 Ekim seçimleri, birçok hesabı altüst etti.
ilerici bir parti halkın oylarıyla iktidara gelince, oylarının donduğunu,
yollarının tıkandığını anlayan sağın açık ve gizli örgütleri kendi aralarında
bütünleşmeyi sağlamayı başardılar.
Şimdi, olağanüstü dönemin tadlarını damaklarında
duyanlar, tehlikeli bazı yöntemler kullanmaya başlamışlardır. Son o-layları
gereği gibi anlayabilmek için "kontrgerilla" gerçeğine ışık 212
tutmak gerekmektedir. "Kontrgerilla" örgütü kimlerden oluşmaktadır?
Bunlar hangi siyasal parti ve gençlik örgütleriyle işbirliği içindedirler? Bu
soruları kanıtlara dayanarak açıklamadan, son şiddet olaylarını da anlamaya
olanak yoktur.
Siyasal gerçekleri göz önünde tutarsak iki noktayı
vurgulamak gerekmektedir. Bunlardan birincisi, devrimcilik adına bireysel
terörle yapılan eylemlerden kaçınmaktır. Kışkırtıcı ajanların kol gezdiği bir
ülkede, bu tür eylemlerin, siyasal iktidarlarca nasıl kullanıldığı geçmiş
örneklerle bellidir, ikinci sonuç ise siyasal iktidarlarla ilgilidir. Bazı
olaylardan yararlanarak, ilericileri ezmek isteyenler eninde sonunda, kendi yarattıkları
sellerde boğulmuşlardır.
Faşizmin ilkel yöntemleriyle kim ayakta durmayı
başarmıştır tarihte?!.. Hem bizim "alaturka faşizmin" yetenekleri
elverişli midir bu işe?..
(Cumhuriyet, 17 Mayıs 1975) BU GEREKÇELERLE...
Hükümet en sonunda, TRT Genel Müdürü ile ilgili
kararnameyi açıkladı. Böylece kamuoyu, ismail Cem ile ilgili suç gerekçelerini
de öğrenmiş oldu. Gerekçeye göre Cem'in tutumu, - Cumhuriyetin temel
niteliklerine, devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği ilkesine zarar
verici, kanun hâkimiyetini sarsıcı, halkın huzursuzluğuna sebep olucu, milleti
kavgaya teşvik edici, gençleri milli ahlaka aykırı itiyatlara itici ve bu
suretle milli güvenliği ve kamu düzenini bozucu.., nitelikte görülmüştür.
12 Mart 1971 tarihinde, "cumhuriyetin geleceğini
ağır bir tehlike içine düşürmek" suçuyla iktidardan uzaklaştırılan
Demirel, laikliğe aykırı tutumu nedeniyle Anayasa Mahkemesince kapatılan Milli
Nizam Partisi eski Genel Başkanı Erbakan, parti kongresinde "tek meclis,
tek lider" diye karşılanan Türkeş ve siyasal "nabzın" her
dönemdeki "şerbetçisi" Feyzioğlu'nun birlikte düzenledikleri
iddianamedir bu. Başka türlü gerekçe beklenir mi hiç?
ÇAĞIN SUÇU 213
Ünlü kararnamede, - 15.2.1974'te TRT yönetimi kendisine teslim
edilen ismail Cem ipekçi, kurum
yönetimine gelinceye kadar bir gün bile devlet
hizmetinde bulunmamış ve "ehliyet", bilgi, ve tecrübe sahibi olmak
bakımından kanunun aradığı nitelikleri iktisab etmemiştir, denilmektedir. Yani
ismail Cem'in, TRT Genel Müdürlüğüne atanmadan önce, bir gün bile kamu hizmeti
yapmadığını ileri süren hükümet aynı ismail Cem'i 150 lira ek göstergesiyle
Başbakanlık Danışmanlığına atamaktadır. Şimdi Cem, ancak bir yıl devlet hizmeti
yapmasına rağmen en yüksek dereceli bir devlet memurluğuna getirilmektedir.
- Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu, diye sormazlar
mı a-dama? Madem Cem'in kamu hizmetinde bulunmaması genel müdürlüğe atanmasına
engel, nasıl oluyor da, yüksek dereceli memur olarak Başbakanlık Danışmanlığına
getirilmektedir? Bu sorulan sadece,
- Başbakanın danışmaya çok ihtiyacı var bu aralarda,
diye mi cevaplandıralım yoksa!?..
Kararnamede ismail Cem'in TRT Genel Müdürü olmadan
önce, yazdığı yazılardan bazı bölümler alınarak milli bütünlüğün ve kamu
düzeninin bozulduğu kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Bu yöntem, hukukun temel
niteliklerine aykırıdır. Cem'in yazıları hakkında şimdiye kadar hiçbir dava
açılmamıştır. Yasalara göre, suç sayılmayan bir yazının bazı bölümlerini
alarak, - işte suç gerekçesi.,, demek, Anayasaya, Ceza Yasasına ve Basın
Yasasına düpedüz aykırı bir tutumu yansıtmaktadır. Kaldı ki yargılanan bir
yazının bölümleri değil, ancak tümündeki anlam temel alınır. Cem'in suç sayılan
yazılarının tümü incelendiğinde, bu yazıyla da, kararnameyle verilmek istenen
anlamı bulmak olanaksızdır. Yani, insanların yüzyıllardır paylaştığı, Bir kimse
mahkûm oluncaya kadar masumdur.., şeklindeki "masumluk karinesi" bile
bu işlemle yok sayılabilmiştir. Kararnamenin gerekçesini okuyunca son
haftalarda, ismail Cem'in Marksistliğini kanıtlamak için, binbir dereden su
getiren bazı demirbaş yazarların çabaları da iyice anlaşılmaktadır.
Diyelim ki Cem Marksist-Leninist yazılarla kamu
düzenini bozan bir yazardır. Öyleyse neden yazılan hakkında bir dava
açılmamıştır? Haydi her nasılsa dava açılmamış diyelim, göreve atandığı zaman
atama kararnamesine imza atan başta Erbakan 214 olmak üzere bugünkü Bakanlar
Kurulunda da yer alan bakanlar, neden daha önce bu yazılarda kamu düzenini
bozucu nitelik görmüyorlardı? Bu sorulara, - Efendim kendileri Arapça okumaktan
yeni Türkçeye zaman ayırıp bu yazıları okumamışlar, diye mi cevap verilecektir?
Kararnamede çok ilginç bölümler de var.
Duymadıysanız duyun, okumadıysanız okuyun. Çoksesli sağcı koro, ismail Cem'in,
- Gençleri hayasızlığa, içkiye ve ahlakdışı davranışlara teşvik ettiği
görüşündedir. Bu hükmün kanıtları ve gerekçeleri nelerdir bilemeyiz amma,
acaba,
gençler dışında bazı yaşını başını almış
politikacıları "mebus pazarı" kurarak satın alan, gençler a-rasına
kışkırtıcı ajanlar sokan, birbirlerine en ağza alınmaz küfürlerle saldırdıktan
sonra sarmaş dolaş olanların gençlere hangi ahlak anlayışının manevi
değerlerini aşıladıklarını da soramaz mıyız acaba? Demokratik toplumlarda bir
kişiye yapılan haksızlık bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur. TRT Genel
Müdürü, sadece görevinden alınmamış, kendisine en ağır biçimde saldırılmıştır.
Bu haksızlık ortadan kaldırılmadan, Türkiye'de insan onurundan, kişi
güvenliğinden ve memur güvencesinden söz edilemez. Yirminci yüzyılın kaçıncı
çeyreğinde yaşıyoruz?
(Cumhuriyet, 19 Mayıs 1975) "NİZAMI ÂLEM İÇİN"...
Siyasal yaşantımız, bazı genel kavramların
egemenliği altındadır. Bu kavramların ipoteğini kaldırmadan, bilimsel düşünce
yöntemlerini kullanma olanağı da bulunamaz.
- Aşırı sağa ve aşırı sola karşıyız... gerekçesi, bu
kavramların en beylik olanlarındandır, Aşırılık nedir? Hangi noktadan sonra
aşırılık başlamaktadır? Düşüncelerin, aşırıları olduğuna göre, bunların bir
geometrik merkezi var mıdır? Bu soyut kavramları, kurulu düzenin burçlarına
birer bayrak gibi çektikten sonra,
- Şanlı tarih... Aziz millet... Devlet ve milletiyle
bölünmezlik gibi genel, soyut ve belirsiz kavramlara dayanılarak bir çeşit
ÇAĞIN SUÇU 215 dokunulmazlık zırhı yaratılmaktadır. Ünlü Fatih kararnamesinde,
- Her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola,
karındaşlarını nizamı âlem için katletmek münasibdir... denilmekteydi.
Padişahlara kardeşlerini öldürmek yetkisi veren kararnamede, bu cinayetler için
"nizamı âlem" gerekçesi kabul olunmaktaydı.
"Nizamı âlem"in, çok partili düzenlerde
karşılığı, "kamu düzeni" kavramıdır. Türkiye'de politikacıların sık
sık kullandıkları, - Devleti ve milletiyle bölünmezlik... Kamu düzeni... Milli
güvenlik gibi kavramlar aynı devlet anlayışının izlerini taşımaktadır. Osmanlı
padişahlarının "nizamı âlem" gerekçesi yerine bugün "milli güvenlik",
"kamu düzeni" gibi kavramlar kullanılmaktadır.
Yıllardır Türkiye'yi yönetenler kendilerince bir
"resmi" devlet görüşü saptamışlardır. Bu görüş, özgürlüklerle değil,
yasaklarla oluşturulmuştur. Bu düşünce duvarından bir adım sağa, bir adım sola
adım atılırsa, "nizamı âlem" bütün şiddetiyle düşünen insanların
beyinlerine balyoz gibi iner. Bazı bürokratlar ve politikacılar için, sosyal
olaylar birer "zabıta vakasf'dır. Üç beş yazar, beş on öğrenci ve işçi
cezaevine kapatılırsa, "milli bütünlük" sağlanmış olur, Toplum
içindeki düşünce a-kımlarının, düzenin temelindeki adaletsizlikten
kaynaklandığını ve güçlendiğini bir türlü görmek istemezler. Egemen sınıflar
yıllardır bu soyut kavramların maskesini kullanmaktadırlar. Emekçi sınıfları
düşünce yasaklarının tel ör-güleriyle yaşattıktan sonra, - Hür demokrasi...
diye söylevler verirler. Ülkeyi bir ortaçağ düzeni içinde tutup bundan sonra, -
Batı demokrasileri... diye başlayan yorumlar yaparlar. Yabancı şirketlere ancak
sömürgelerde tanınacak ayrıcalıkları verdikten sonra, - Milliyetçiyiz ... diye
cepheler kurarlar. Bunlar şimdi de, Atatürkçülük kavramını yozlaştırmaya
çalışmaktadır: Mustafa Kemal döneminde yaşamış olsalardı, kafalarındaki bu
gerici düşüncelerle, ancak "istiklal Mahkemesine çıkacak bu politikacı
kalabalığı, 216 - Gün, bugündür... deyip milliyetçilik ve Atatürkçülük
kavramlarının üzerinde oturmaktadır. Kim milliyetçi? 31 Martın kanlı
kaldırımlarını sırtlarında taşıyanlar mı? Kim Atatürkçü? Yabancı sermaye
şirketlerinin ücretli temsilcileri mi? Kim Cumhuriyetçi? Her köyde Kuran kursu
açıp Abdülhamit övgüleri yapanlar mı? Kim demokrasici? Hitler özentileri mi?
Parti kongrelerinde, - Rehberimiz Kuran, hedefimiz Turan... Tek meclis, tek
lider... diye karşılananlar mı... Ve bütün bunların eylemlerine destek olan, alkış
tutan ve ses çıkartmaktan korkanlar mı? Evet, evet, kim Atatürkçü? Kim? Söyler
misiniz kim?
Ülkenin bağımsızlığını mı istiyor? Komünisttir deyip
atın cezaevine, emekçi sınıfların hakkını mı savunuyor? Bozguncudur deyip kesin
sesini, özgürlük mü istiyor, Anayasadan yana mı yoksa devrim mi istiyor? Vurun
boynunu.
"Nizamı âlem" böyle istiyor...
Söylenmesin, susulsun. Düşünülmesin, korkulsun,
Bugün Türkiye'yi yönetenler, Atatürk'ün ölümünde
gençlik yaşında olanlardır. Bırakalım şimdi, sosyal bir sınıfın öteki sosyal
sınıflar üzerindeki egemenliğini, bugün, bir kuşak açıkça bir başka kuşaktan
bitmez tükenmez bir siyasal kinin öcünü alıyor. Ülkenin, bağımsızlıktan,
özgürlükten, emekten yana olan genç kuşaklan bugün kendilerinden önceki
kuşakların acımasız ellerindedir. Düşman askeri gibi sokak ortalarında
vurulanlar... Bunlar bizim gençlerimizdir. Gencecik yaşlarında idam sehpalarına
çekilenler... Bunlar bizim gençlerimizdir. Cezaevi hücrelerine
kilitlediklerimiz... Bunlar bizim gençlerimizdir. Devlet kapılarından kovulan,
iş verilmeyenler.,. Bunlar bizim gençlerimizdir.
Kendi evlatlarını, kendi çocuklarını, "nizamı
âlem" için boğmaya, onların kanlarını içmeye susamış olanlar, hangi
cumhuriyetin hoyrat mirasçıları olduklarını hiç düşündüler mi?
Atatürk'ün hangi ilkesini bir bayrak yarışı gibi
genç kuşaklara sapasağlam verebildiler? Ülkemizin bağımsızlığını mı korudular?
Kırk bin karanlık köyü ışıklarla mı donattılar? inançları uğruna yiğitçe mi
dövüştüler? Yenilmezliğin, ulusallığın simgesi mi oldular? Atatürk milliyetçiliğinin
hangi mirasına sahip çıttılar?
Ülkeyi yönetmiş ve yönetmekte olan ve "nizamı
âlem" a-dına bir kuşağı ezmek isteyenlere soruyoruz:
ÇAĞIN SUÇU 217
- Sizler, Atatürk'ün mirasını harcamış bir kuşağın
sorumluları ve suçluları değil misiniz? Ne ektiniz ki, ne biçmek
istiyorsunuz?..
(Cumhuriyet, 21 Mayıs 1975)
AÇIKLIK GEREK...
Türkiye'de dış politika konuları, oldum olası tam
bir gizlilik içinde yürütülmüştür. Ülkenin kaderini ve ulusun geleceğini
ilgilendiren tüm sorunlar hep kapalı kapılar arkasında karara bağlanmıştır. Bu
kapıları özgürlük anahtarlarıyla açmak isteyenler, gelmiş geçmiş iktidarlarca,
- Devletin yüksek menfaatleri... Millet bütünlüğü... Devlet sırları... gibi
soyut gerekçelerle susturulmak istenmiştir. Ceza Yasasının, - Beş yıldan aşağı
olmamak üzere... diye biten yaptırımlarla donatılmış maddeleri de,
eleştiricilerin başlarının üstüne birer "Demokles kılıcı" gibi
asılmıştır.
Böylece, "hikmetinden sual olunmaz" devlet
adamları, büyük devletlerin politikacılarıyla birlikte, - Hür dünya... NATO'nun
kalesi Türkiye... Dünya barışı... gibi türküleri söyleye söyleye uyduluk
politikasını yerleştirmişlerdir, iç politikada incir çekirdeğini doldurmayan
dedikodularla birbirlerini yiyen devlet adamı özentileri, dış politikaya
gelince, - Milli birlik ve beraberlik ruhu... gerekçesiyle, bütün olup
bitenlerin sorumluluğunu paylaşmışlardır.
Türkiye Kore'ye böyle asker yolladı. Yabancı
sermayeyi teşvik, petrol ve maden yasaları böyle kabul edildi. Türkiye'nin dört
bucağına yayılan Amerikan üsleri bu gizlilik içinde kuruldu. Amerika Birleşik
Devletleri'ne onur kırıcı ayrıcalıklar tanıyan ikili anlaşmalar böyle
imzalandı. Ege denizi üzerinde uçuş hakkımızı kaldıran "Fır Hattı"
antlaşmaları, bu gizlilik içinde Yunanlılara bağışlandı. Haşhaş yasağı, ancak
namuslu aydınların birer ikişer cezaevine atıldığı, kamuoyunun susturulduğu bir
dönemde alınabildi. Bunların hepsi de "devletin yüksek menfaatleri"
adına yapıldı.
218
Kıbrıs konusunda, ilk kez Sayın Ecevit bu kuralı
değiştirmeye çalıştı. Her konu kamuoyu önüne getirildi ve eleştirildi. Kıbrıs
çıkarmasına karşı olanlar bile, bir süre özgürce yazı yazabildiler. Bu dönemde,
"devletin yüksek menfaatleri" her zamankinden daha titizce korundu.
"Milli bütünlük" ise tam anlamıyla sağlandı.
Demirel hükümeti işbaşına gelir gelmez, bir yandan
iç politikada barış özlemleri yok edilmeye çalışılırken, öte yandan da dış
politikaya yeniden gizlilik perdeleri çekilmeye başlandı. Amerikan Dışişleri
Bakanı Mr. Kissinger'ın yardımcısı Mr. Hartmann, geçen ay Kıbrıs konusunda hükümet
yetkilileri ile neler konuştu? Çağlayangil Roma'da, sadece italyan kahvesi mi
içti? Mr. Kissinger, önceki gün Türkiye'ye gelir gelmez Sayın Ecevit'le hangi
konuyu çözüme bağlamak için konuşmak istedi?.. Amerikan hükümeti silah
ambargosunu kaldırmak için Türk yetkilileriyle ne gibi görüşmeler yaptı? Bu ve
bunun gibi birçok sorun, yeniden kapalı kapılar ardına itilmiş ve bu kapılar da
devletin soğuk damgasıyla mühürlenmiştir. . Demirel Kıbrıs konusunda Ecevit'in
onayını almadan bir a-dım atma niyetinde değildir. Kıbrıs konusunda, hükümet
bir ödün vermeyi gündemine almışsa, hiç şüpheniz olmasın buna muhalefeti de
ortak etmeyi düşünmektedir. Ankara'daki yoğun siyasal trafik biraz da bu sonucu
sağlamaya yönelmiştir. Bundan sonra da, - Milli birlik ve beraberlik ruhu...
gerekçesi, bütün sahteli-ğiyle yeniden sahnelere çıkartılacak ve Demirel barış
sağlayan bir kahraman olarak selamlanacaktır.
Dikkat edelim... iç politikada, birdenbire başlayan
ilkel ve hırçın antikomünizm dalgası, bu kez Demirel'i, temel hak ve
özgürlükleri yok etmeye, Anayasayı yeniden "tağyir, tebdil ve ilga"
etmeye yöneltecektir. Demirel'in sözcüsü ve gözcüsü bir yayın organı
geçenlerde, - Asıl düşman solculardır. Solcular, Yunanistan'la aramızdaki
uyuşmazlıkları büyütüyorlar... yollu yorumlar yapmıştır. Milliyetçi Cephe
iktidarı kurulur kurulmaz da, kafa ezmeye meraklı olan bir emekli ihtilalci,
cephelerin "başbuğu" olmanın özlemi ve özentisi içinde, - Tek meclis,
tek lider... diye karşılanmış ve aşka gelen kalabalıklar içinde ezilecek kafalardan
söz etmiştir.
ÇAĞIN SUÇU 219
Hep rastlantı mıdır bütün bunlar?.,
Bir yandan iç tehlikeler yaratmak, öte yandan bu
ortamdan yaralanarak dış politikada ulusal çıkarlarımız aleyhine kararlar
almak, azgelişmiş demokrasimizin çok gelişmiş taktıkle-rindendir.
Sayın Ecevit, gerek Kıbrıs konusunda, gerekse haşhaş
ekimi ve petrol sorunlarında Amerikan çıkarlarına karşı koyabildiği i-çin
saygınlık kazanmıştır. Bu konularda ödün vermek, ya da ö-dün vermeye kararlı
olanların sorumluluklarını paylaşmak, Ece-vit'in iç politikada etkinliğini de
saygınlığını da azaltır. Dış politika konularının yeniden kapalı kapılar ardına
itilmesi ister istemez bazı kuşkuların doğmasına yol açmaktadır. Umut edelim
ki, bu kuşkular yersizdir. Sayın Ecevit, Kıbrıs çıkarmasının başarısından söz
ederken, Atina'da devrilen faşist albaylar cuntasına bakıp - Yunanistan'a da
özgürlük götürdük, diyordu. Biz de diyoruz ki, Yunanistan'a öylesine özgürlük
götürdük ki, bize özgürlük kalmadı. Bu nedenle midir bilinmez amma, dış
politikada açıklığın simgesi Sayın Ecevit'in, bugün Kıbrıs konusunda hükümetle
aynı görüşleri paylaşıp paylaşmadığını bile bilemiyoruz.
Kapalı kapılar ardındaki görüşmeler acaba kimden ve
neden gizlenmektedir?.. Yoksa bunların açıklanması "milli bütünlüğü"
mü sarsmaktadır?...
(Cumhuriyet, 23 Mayıs 1975) KIRATIN SEYİSLİĞİ...
"Siyaset", Arapça kökenli bir sözcüktür.
At bakıcılığı, yani seyislik anlamına gelmektedir. Türk-islam
imparatorluklarında siyaset sözcüğü, ceza vermek anlamında kullanılmaktaydı.
Selçuklularda ünlü Vezir Nizamülmülk, "Siyasetname" adlı yapıtında, -
Siyasetten murat, ceza tertibidir, demekteydi. Osmanlı imparatorluğunda
siyaset, siyasal nedenlerle verilen ceza anlamına gelmekteydi. Padişah
fermanlarında, 220
- Siyaset olmayınca halkı âlem ıslah olmaz; icra
lazımdır... gibi buyruklara rastlanırdı. Bir padişah fermanında,
- Siyaset icrası... denildi mi, ölüm cezasının
yerine getirilmesi istenmiş demekti.
Türkiye'de hukuk devletinde siyaset yapmak, şüphesiz
bambaşka anlama gelmektedir. Fakat yıllar yılı, siyaset yapmak bazı insanlar
için ceza yaptınmlanyla sonuçlanmış, bazılarına da ayrıcalıklar, ödüller,
armağanlar sağlamıştır. Siyaset adamlarının dillerinden düşürmedikleri
sözcüklere bakarsanız hemen hemen hepsi, demokratik düzeni yerleştirmeye
çalışmaktadır. - Çok partili düzen... Hür demokrasi... gibi kavramlar siyasal
parti liderlerinin dillerinden hiç düşmemiştir.
Hür demokratik düzenden amaç batı demokrasileridir.
Batı demokrasileri bugünkü aşamalarına ekonomik ve siyasal liberalizmle
ulaşabilmiştir. Ekonomik liberalizm, sermayenin özgürce yatırım yapıp kazanç
sağlamasını öngörür. Siyasal liberalizm ise, her türlü düşüncenin özgür ve
serbestçe konuşula-bilmesini içerir.
Batı demokrasilerinin bu koşulları yozlaştırılmakta
ve Türkiye'de bütün alaturkalığı ile uygulanmaktadır. Denklem ters çevrilmekte
ve sıkça, - Hür teşebbüs deyip teşvik tedbiri, yatırım indirimi, kredi vergi
bağışıklığı gibi olanaklarla özel kesime ayrıcalıklar tanıdıktan sonra, -
Zehirli fikir... yıkıcı düşünce... aşırı akım... gibi demagoji i-potekleriyle
emekçi sınıfların söz ve örgütlenme özgürlükleri yok edilmektedir.
Sağcı partilerin temel felsefesi bu yasak düzeninde
yatmaktadır. Sermayeye alabildiğine özgürlük, özgür düşünceye ceza yasası,
işadamına kredi, ilerici aydına cezaevi hücresi ve kelepçe...
Sağcılığın özeti budur Türkiye'de...
Özgürlükten, barıştan ve emekten yana olanlar
cezalandırılmış, sermayeden yana olanlar ise ödüllendirilmiştir. Ceza Yasasında
yer alan, "sosyal bir sınıfın, öteki sosyal sınıflar üzerindeki
tahakkümü" tanımı, işçi sınıfından yana olanlar için bir suç gerekçesi
olmuş, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliği görmezlikten gelinmiştir.
Varolan "tahakküm" adına düşünüldüğü sanılan "tahakküm"
ceza yaptırımına bağlanmıştır.
ÇAĞIN SUÇU 221
Sağcılığın ceza anlayışı da budur...
Türkiye'de sağcılığın, beş siyasal partide toplanmış
örgütleri var. Dördü iktidarda, biri muhalefette olan bu partilerin ortak
noktaları, özel girişimci, yabancı sermayeci, sosyalizm düşmanlığı, komünizm
ticareti gibi kavramlarda toplanmaktadır. Bu beş parti de, bu kavramların
açıkartırmasına girmektedir. Bu partilerin bugünkü aritmetiği şüphesiz
böylesine sürüp gitmeyecektir. Bu beş parti liderinin de kendilerine göre
hesapları vardır. Türkeş ve Feyzioğlu, özgür bir seçimle hiçbir zaman iktidara
gelemeyeceklerini bildiklerinden, gözlerini Demirel'in koltuğuna dikmişlerdir.
Her iki lider de, - Ne yapsak da, Demirel'in yerine geçsek, diye özlemler
i-çindedir. Hakları yok mu?
Düşünün: 12 Mart dönemi olmasaydı, Feyzioğlu bir
man-galık partisiyle, iktidarı ele geçirebilir miydi? Türkeş, asker-sivil
bürokrasinin köprübaşlarını tutabilir miydi? Ve Demirel, solu bu denli kolaylık
içinde cezaevlerine kilitleyebilir miydi?.. Olağanüstü dönem, sağcı partilerin
arayıp da bulamadıkları bir ortamdır, iş ve sermaye çevreleri de bu dönemin
tatlı kârlarını yine düşlerinde görmektedirler.
Türkeş de, Feyzioğlu da, varlık nedenlerini
olağanüstü dönemin sürüp gitmesinde bulmaktadır. Bu dönemlerin kendilerine
verdiği olanak ve ayrıcalıklardan yararlanarak, Demirel'i devirip AP Genel
Başkanı olmak, her iki liderin gönüllerinde yatan birer aslandır. Demirel ise,
güdümlü demokrasiyi yaşatacak tek lider olduğunu kanıtlayıp öteki partileri
kendi etkinliği içinde eritmenin özlemi ve hazırlığı içindedir. Erbakan ise, -
Allah adını zikredelim evvela, deyip sağcı oyları partisine topladıktan sonra,
Abdülhamit gericiliğine yaşam hakkı tanımanın hazırlıklarını yapmaktadır.
Devletin bürokratik örgütleri, şimdi bu sağcı partilerce parsellenmiştir.
Tabandaki örgütlenme ve bütünleşme tamamlandıktan sonra iş, alaturka sağcıların
tek ve gerçek liderini belirlemeye kalacaktır.
Demirel, Türkeş ve Feyzioğlu'nu eritip kendi
etkinliğini sağlayabilir mi? Feyzioğlu ve Türkeş, Demirel'i devirip AP Genel
Başkanı olabilir mi? Bunlar, önümüzdeki siyasal gelişmelerin cevaplandıracağı
sorulardır. Fakat sağcı
partiler arasında bir liderlik yarışı olduğu hiç
unutulmamalıdır. Siyaset, Arapçada 222 seyislik demekmiş. Bakalım, bundan sonra
kıratın seyisliğini kim yapacak? "Kıratın ya huyundan ya suyundan"
örneği, Feyzioğlu'nun koçu, Türkeş'in kurdu kırata mı benzeyecek?.. Tanrı Türkü
mü, kıratı mı, kurdu mu, yoksa koçu mu koruyacak? Kırata üç süvari çok değil
mi? Bu seyislerden ikisi düşecek, biri kıratı alıp Üsküdar'ı geçecek amma,
hangisi?.. Kırat binenin, kılıç kuşananın... (Cumhuriyet, 26 Mayıs 1975)
BELEDİYELER SAVAŞI...
Son günlerde büyük kentlerin belediye başkanları ile
Demirel ve Maliye Bakanı Ergenekon arasında bir saklambaç oyunu sürüp
gitmektedir: Başkent Belediye Başkanı, Ankara i-çinde Demirel'i bir türlü
bulamamaktadır. On beş yıl askerlik şubesi çağrılarından kaçmayı başaran Maliye
Bakanı Ergenekon da izini kaybettirmiştir. Kamu görevlileri Ankara'da
birbirlerini kovalamaktadır. Tartışmanın nedenini açıklayalım: Büyük kentlerin
belediye başkanları hükümetten, yapılan mali yardımların sürdürülmesini
istemekte, hükümet ise, - Beş kuruş para sormayın, ne yaparsanız yapın,
demektedir. Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay bu konuları Başbakan ve
Maliye Bakanı ile görüşmeye çalışmakta, fakat bir türlü devletin yetkililerini
bulamamaktadır.
- Sayın Başbakan yerindeler mi?..
- Kim arıyor efendim?..
- Ankara Belediye Başkanı...
- Yoklar efendim...
- Nerede bulabiliriz?..
- Bir bilgimiz yok efendim.
Kovalamaca böyle sürüp gitmektedir. Başbakanlık özel
kalemi de, Maliye Bakanı özel kalemi de, Belediye Başkanlarına hemen hemen aynı
cevaplan vermektedir. Vedat Dalokay, Başbakanın makamına kadar gitmiş,
Demirel'i odasında bulamayınca, ÇAĞIN SUÇU 223 - Ben de burayı mı işgal edeyim
yani? diye söylenerek, yeniden boş belediye kasalarının başına dönmüştür.
Ankara, istanbul ve izmir Belediyeleri,
çalıştırdıkları işçilere ve memurlara ücret ve maaş veremeyecek kadar
çaresizlik i-çine sokulmuştur. Ankara Belediyesinde çalışan işçiler de
ücretleri ödenmezse belediyeyi işgal edeceklerini bildirmişlerdir. CHP'Iİ
belediye başkanları ile CHP'Iİ sendikacılar ve CHP'ye oy vermiş olan işçiler
bugün karşı karşıya getirilmişlerdir. Bu koşullarda, belediye hizmetlerinde
doğacak aksaklıklar giderek büyük kentlerde yaşayan yurttaşlarla CHP'Iİ
belediyeler arasında hoşnutsuzluk çıkaracak, böylece bu tepkiler siyasal bir
nitelik kazanacaktır, iktidar bu tepkilerden yararlanmayı tasarlamaktadır.
Belediye hizmetleri yurttaşların günlük yaşamlarıyla
ilgilidir. Sofradaki ekmek bozuksa, bunun sorumlusu belediyedir. Su akmıyorsa,
havagazı yanmıyorsa, elektrik kesiliyorsa, bunların sorumlusu yine belediyedir.
Belediye bu hizmetlerini nasıl görecektir?., Belediyenin gelir kaynaklan ve
hükümet yardımı olmazsa, belde hizmetlerinin yerine getirilmesi olanaksızdır.
Belediye Gelirler Yasası çıkarılmamıştır. Bu nedenle belediyeler gelir
kaynaklarını artıramamaktadırlar. Bunun dışında örneğin havagazı ücretlerinde
bir yükseltme yapılsa, - Bakın CHP'Iİ belediyeler nasıl zam yaptı, gibi saldırılarla
karşılaşılmaktadır. Büyük kentlerin belediye başkanları tam bir çaresizlik
içindedirler. Bu çaresizliği bilen Demirel, CHP'Iİ belediye başkanlarına, -
Hükümetin vereceği para yok, demettedir. Ücretleri ö-denmeyen işçiler de, -
Ücretlerimizi ödemezseniz belediyeyi işgal ederiz, diyerek direnişe
geçmektedirler.
Ankara Belediye Başkanı, işte bu çaresizliği önlemek
için hükümet yetkililerini aramakta fakat bir türlü bulamamaktadır, istanbul ve
izmir Belediye Başkanları da, memur ve işçilerine ödeyecek paraları kalmadığını
söylemektedirler. ince bir oyundur bu: Siyasal iktidar, kendisine oy vermeyen
kentlerin halkını böyle cezalandırmaktadır. Belediye başkanları memuruna,
işçisine aylıklarını
ödeyemeyecek, belediye hizmetleri duracak ve
bunlarla birlikte CHP'Iİ sendikacılarla 224
CHP'Iİ belediye başkanları ve halk, ister istemez
karşı karşıya gelecektir...
Bu durumda ne yapmalı?..
ilk görev belediye başkanlarına düşüyor. Başkanlar
olup bitenleri, bütün çıplaklığıyla belde halkına açıklamalı ve onlardan yardım
istemeli ve desteklerini almalıdırlar.
Konu öncelikle Parlamentoya getirilmeli ve kesin bir
çözüme bağlanmalıdır. Parlamentoda, CHP, büyük kentlerin belediyelerine yapılan
yardımın neden Demirel iktidara gelir gelmez kesildiğini sormalı ve bütün
siyasal ve hukuksal olanakları sonuna kadar kullanmalıdır.
CHP eğilimli sendikalar ise, işçilere para
vermeyenin belediye başkanları değil, Başbakan ve Maliye Bakanı olduğunu
bilmeli ve CHP'Iİ belediye başkanlarıyla yararsız çekişmelere girmemelidir. Bu
gibi konularda yanlış hedef seçmek ya da hedef saptırmak da bağışlanmaz
yanılgılara ve olaylara yol açar. Şili örneği herkese ders olmalıdır.
Bir ülkede belediyeler işçilerine ve memurlarına
aylık ödeyemezken belediyelere beş kuruş vermeyen iktidar, iş ve sermaye çevrelerine
milyarlık krediler açarsa, - Bu devlet kimin devletidir... diye sorulmaz mı
acaba?..
(Cumhuriyet, 28 Mayıs 1975)
HOŞGÖRÜ...
Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk, 19 Mayıs Gençlik
ve Spor Bayramı dolayısıyla yayımlanan demecinde, - içinde yaşadığımız önemli
iç ve dış gelişmeler karşısında karşılıklı sevgi ve hoşgörüye şu anda her
zamankinden daha çok ihtiyacımız vardır.,, demektedir. Sayın Korutürk haklıdır.
Hoşgörü, ancak çağdaş insanların ulaşabileceği
uygarca davranış türüdür. Türkiye'de sağın bütün alaturka sözcüleri, toplumda
halktan ve barıştan yana bütün girişimleri yıllardır durmadan:
"Komünistlere ölüm" kabadayılığı ile bastırmak ve susturmak
istemişlerdir. Demokrasinin gerektirdiği özgür tartışma düzeni, taşlı sopalı ve
silahlı saldırganlarca ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
ÇAĞIN SUÇU 225
Bunları görmezlikten gelmek mümkün müdür?.
Sağcılık bugün Türkiye'de cumhuriyet tarihinde eşine
rastlanmayacak biçimde güçlenmiş ve iktidara tırmanabilmiştir, Atatürk'ün
döneminde, ancak istiklal Mahkemesi sandalyesine yakışacak bazı başlar, devlet
koltuklarına bağdaş kurmuşlardır. Abdülhamit gericiliği, devlet bürokrasisini
her gün bir zehirli sarmaşık gibi sarmaktadır. Bazı çevreler, bu olgu
karşısında da, - Aşırı sağa ve aşırı sola karşıyız gibi soyut gerekçelerin
a-vuntularıyla kendi suçlarına ya da suskunluklarına özür aramaktadırlar.
Bugün, başbakanlık koltuğunda Anayasa Mahkemesince
kapatılan bir partinin eski genel başkanı oturmaktadır. 12 Martın Atatürkçülüğü
dillerinden hiç düşürmeyen komutanları ve politikacıları Anayasa Mahkemesince
kapatılan Türkiye işçi Partisi yöneticilerini, beşer onar, on beşer yıllık
cezalarla hücrelere kilitlerken, aynı mahkemenin kapattığı Milli Nizam
Partisinin Genel Başkanı Necmettin Erbakan isviçre göllerine baka baka tespih
çekmekteydi.
Hoşgörü adına mı?
Ülkemizde hoşgörü, sadece sağcılık için geçerli
olmuştur: Aynı Anayasa Mahkemesinin kapattığı sağcı partinin yöneticileri 12
Mart döneminde özgürce dolaşıp parti kurmuşlar, ancak solcu parti yöneticileri
en ağır cezalara çarptırılmışlardır, Devrimci gençlik örgütleri "gizli
örgüt" gerekçesiyle kapatılmış, henüz delikanlılıklarına doymamış
gençlerin boyunlarında idam kementleri dolaştırılmış, adam öldüren, baskınlar
düzenleyen sağcı gençlik örgütlerinin ise sırtları sıvazlanmıştır.
Büyük kentlerin kaldırımlarında her biri ardından
alçakça vurulup öldürülen devrimci gençlerin hiçbirinin katili bulunmamış, ölen
sağcı gençse, kovuşturmalar, mahkemeler sürüp durmuştur.
Hoşgörü gereği midir bugün bunlar?..
Türkiye'de yıllardır, batı uygarlığını, batı
demokrasilerine ulaşma çabasından söz edilip durulmaktadır. Hiçbir batı
ülkesinde görülmemiş çağdışı yasaklar, demokrasi ve hukuk devleti adına
sürdürülmektedir. Bir kitap çevirdiği için on yıllık ceza mahkûmiyetine
çarptırılan insanların yaşadığı bir ülkede hoşgörü acaba ne anlama
gelmektedir?.
Hangi çağdaş duygunun adıdır hoşgörü?
Gizli örgüt şatolarında işkenceci sadistlerin
acımasız ellerine terk edilen kurmay subaylara, ünlü yazarlara, fidan gibi
delikanlılara mı sorsak? Yoksa, yaz kış demeden bir ilçeden öbürüne sürülen
gece yarıları kapıları kurşunlanan öğretmenlerden mi öğrensek? Açlığa mahkûm
ettiğimiz gizli raporlarla hiçbir işe almadığımız genç insanlara mı anlatsak
hoşgörüyü?
Nedir bu hoşgörü?.,
Ölüm cezaları mı? Hücreler mi, kelepçeler mi,
cezaevleri mi? Komando kampları mı, Kuran kursları mı, gizli fişler mi,
kontrgerilla mı? Nedir ne?
Sağa özgürlük, sola ceza yasaları hoşgörünün uygarca
ölçüleri olabilir mi? Düşünce yasaklarının en ilkel biçimde sürdürüldüğü bir
ortamda, hoşgörü kime güvence sağlayabilir?
Türkiye'de solun yaşama ve güçlenme koşulu, Anayasal
düzenin eksiksiz işlemesine bağlıdır. Bu nedenle emekçi sınıflardan yana
olanlar, demokrasinin yaşamasını, ancak böylece herkese söz ve örgütlenme
özgürlüğü tanımak isterler. Hoşgörüsüz olan, egemen çevrelerin kendilerine
"milliyetçi-mu-kaddesatçı-ırkçı-Turancı" gibi etiketler takan ilkel
sağın, yeteneksiz ve saldırgan örgütleridir. ismet Paşanın tanımıyla
"havada yem arayan kuşu komünistlikle suçlamaya hazır mürteci dikta
heveslilerinin" kol gezdiği, Abdülhamit gericiliğinin devlet katına
sıçradığı bir dönemde, hoşgörülü olmak ne anlama gelmektedir acaba?
- Devletin bütünlüğü... Komünizm tehlikesi... Aşırı
akımlar... gibi yosun tutmuş gerekçelerle, özgürlükleri boğmak isteyenlere
hangi hoşgörünün uygar ilkeleri benimsetilebilir?
Sayın Korutürk hiç şüphesiz, bütün iyi niyeti ve
yurtseverliği ile, siyasal partilerin ve kişilerin hoşgörülü davranmasını
istemektedir.
Abdülhamit'te hoşgörü var mıydı ki, mirasçılarında
olsun? Hitler, hangi hoşgörüyü taşıyordu ki, özentilerinde bulunsun? McCarty,
hangi hoşgörünün bayraktarlığını yapmaktaydı ki, a-laturka McCarty'ler, bunun
sözcülüğünü yapsın? Hoşgörü, uygarlık ve çağdaşlık ölçüsüdür. Alaturka sağ,
hangi çağın uygarlığını yaşamaktadır acaba?
(Cumhuriyet, 30 Mayıs 1975) 226
ÇAĞIN SUÇU 227
ANARŞİSTLİĞİN BÖYLESİ...
Danıştay, TRT Genel Müdürü ismail Cem'in görevden
a-lınma kararnamesiyle, bu göreve Nevzat Yalçıntaş'ı getiren Bakanlar Kurulu
işlemi hakkında yürütmeyi durdurma kararı almıştır.
Konuyu önce hukuksal suç dayanaklarıyla ele alalım:
Anayasa ve yasalar, devlet organlarının görev ve yetkilerini bilirler.
Anayasamızın 4. maddesi, - Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan
bir devlet yetkisi kullanamaz... derken, bütün devlet yetkilerinin anayasal
dayanaktan güç alacağını ifade etmektedir. Anayasanın 732'nci maddesinde ise, -
Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır.
Hiçbir organ ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve
bunların yerine getirilmesini geciktiremez... denilmektedir.
Yani Danıştay kararlarını yerine getirmek, bir
anayasal yükümlülüktür. Bu kararları uygulamamak ise, Türk Ceza Yasasına giren
suçlardandır. Demirel iktidarı yıllardır hiçbir Danıştay kararını uygulamamakta
ve - Dilediğiniz yere şikâyet edin ben Danıştay kararı uygulamam, demektedir.
Yüksek mahkeme kararlarına böylesine kafa tutan bir Başbakan ne Türkiye'de, ne
de dünyanın demokratik başka ülkesinde başbakanlık merdivenlerine tırmanmış değildir.
Danıştay kararı taraflara bildirilir bildirilmez,
Yalçıntaş'ın makamından ayrılması ve Cem'in yeniden genel müdürlük koltuğuna
oturması gerekmektedir. Yani hukuk açısından Yalçıntaş'ın TRT kurumu ile
ilgisi, bundan sonra ancak sadece bir televizyon seyircisi ya da radyo
dinleyicisi kadar olabilir.
Yalçıntaş, Danıştay kararından sonra bu makamı zorla
işgal etmiş bir insan statüsündedir.
Türk Ceza Yasasının 252'nci maddesi aynen şöyledir:
- Her kim, mülki ve askeri memuriyetlerden birini
hilafı nizam ifa veya ifaya teşebbüs eylerse üç aydan iki seneye kadar hapisle
mücazat olunur. Aynı ceza, memuriyetini terk ve tatil emri kendisine resmen
bildirilmiş olduğu halde yine memuri- 228 yetine devam eden memur hakkında üç
aydan iki seneye kadar memuriyetten mahrumiyet cezası ile birlikte hükmolunur.
Yani, bu yasa maddesinin Türkçesi, - Yalçıntaş, TRT Genel Müdürlüğü koltuğunda
oturmaya devam ederse suç işlemiş olur, bu suçun cezası üç aydan iki yıla
kadardır... anlamına gelmektedir. Bu madde "hükümet memuriyetinin ve unvan
ve şerefinin gaspı" başlığını taşımaktadır.
TRT Genel Müdürlüğü açıkça "gasp"
edilmektedir... Danıştay ikinci Dairesi, 10.5.1966 gün ve 66/1203 sayılı
kararında, Danıştay kararlarını yerine getirmeyen devlet memurlarının Türk Ceza
Yasasının 240'ıncı maddesiyle yargılanacağını belirtmektedir. Bu maddenin
cezası, üç aydan iki yıla kadar hapistir. Ayrıca, bu suçu işleyen devlet
memurları hakkında geçici ya da sürekli olarak memurluktan çıkartma cezası da
verilmektedir.
Ceza Muhakemeleri Usulü Yasasının 154'üncü maddesi
u-yarınca, Danıştay kararlarını yerine getirmeyen devlet memurları hakkında
cumhuriyet savcılarının doğrudan doğruya dava açma yükümlülükleri vardır,
ilgili madde, - Kanun tarafından kendilerine verilen veya kanun dairesinde kendilerinden
istenilen adliyeye müteallik vazife ve işlerde suiistimal ve tarahileri görülen
devlet memurları... hakkında savcıların dava açacakları hüküm altına
alınmıştır. Danıştay kararlarını uygulamamak, yasadaki tanımla "adliyeye
müteallik vazife ve işlerde" görevi kötüye kullanmak ya da yerine
getirmemek demektir. Danıştay kararını uygulamayan devlet memurları hakkında
savcıların dava açmaları gerekmektedir.
Danıştay, Cem'in görevden alınmasıyla ilgili
kararnameyle birlikte, Yalçıntaş'ı aynı göreve getiren Bakanlar Kurulu işlemini
birlikte incelemiş ve her iki işlem hakkında da yürütmeyi durdurma kararı
vermiştir. Her iki işlemin yürütülmesi durdurulduğuna göre Yalçıntaş'ın,
- Mesele davacıyla hükümet arasındadır... yolundaki
demecini ancak gülümseyerek karşılamak mümkün olabilir.
Danıştay kararlarını uygulamamak, aynı zamanda Türk
Ceza Yasasının 146'ncı maddesindeki suçlardandır. Yüksek mahkeme kararlarını
uygulamayan siyasal yöneticilerin eylemi, yargı organlarıyla yürütme organı
arasındaki hukuksal ilişkileri değiştirmeye yönelik bir Anayasa suçudur.
ÇAĞIN SUÇU 229
Demokratik bir ülkede en büyük tehlike, devlet
kuvvetlerine dayanarak, hukuksal düzen yanında bu düzene tümüyle karşı bir
"fiili" düzen oluşturmak ve her türlü yasadışı işlemi bu kaba kuvvete
dayanarak yürütmektedir.
Bu gerçeği zamanında en doğru biçimde değerlendiren
hukukçulardan biri de, Siyasal Bilgiler Fakültesi idare Hukuku eski
Profesörlerinden Turhan Feyzioğlu'dur. Feyzioğlu, 1966 yılında Türk Hukuk
Kurumunca düzenlenen bir seminerde şöyle konuşmaktaydı:
- Danıştay icrayı durdurma kararı verirken, bunları
süs olsun diye mi, laf olsun diye mi verir? Bir yüce mahkeme bir kararı verir,
fakat bu kararın hiçbir hukuki etkisi olmaz, yolundaki görüş, ister partili
olsun, ister partili olmasın, hukukçuyum diyen herhangi bir insan tarafından
nasıl savunulur? Hukuk bilgisini inkâr etmeden böyle bir hatalı görüş nasıl
savunulabilir? Yurttaş olarak mahkemenin bağımsızlığına ve kararlarının saygı
göreceğine inanacağım. Mahkeme kararlarının ister yürütme, ister yasama organı
tarafından çiğnenmeyeceğine emin olacağım. O zaman kendimi bir hukuk devletinin
hür vatandaşı olarak görebilirim. Türkiye'nin bir geçmişi vardır. 27 Mayıs
Anayasası bu geçmişten ilham alınarak, ders alınarak hazırlanmıştır. Tarihimize
bakınız, Osmanlı devrinden bu yana Türkiye icranın, yürütme kuvvetlerinin
kolaylıkla ceberrut bir kuvvet haline gelebildiği bir ülkedir...
Devlet kuvvetlerini kullanıp "kamu
düzeni"ni sarsarak "milli güvenliği" bozan iktidar katındaki
"anarşistleri" Sayın Cumhurbaşkanımıza şikâyet ediyorum...
(Cumhuriyet, 2 Haziran 1975)
CEPHE HUKUKU
Danıştayın TRT ile ilgili son kararı, cephe
karargâhında şaşkınlık ve öfke yarattı. Sağın bütün alaturka ve alafranga
sözcüleri, hemen Danıştaya yaylım ateşine geçtiler. Cephe çadırlarından başını
uzatan bir parti yetkilisi Danıştay kararına, - Anayasanın ihlalidir,
diyebilmektedir.
230
Bir ülkede demokrasi, bazı temel kurumlara dayanır.
Bu kurumlardan biri şüphesiz yargı erkidir. Bütün demokratik ülkelerde, mahkeme
kararları uluorta eleştirilmez ve bu mahkemelerin yargıçlarına böylesine
saldırılamaz. Çünkü, demokratik hukuk devletini oluşturan temellerinden biri
yargıçların kararlarıyla oluşmakta ve güç kazanmaktadır. Yargıçların verdikleri
bazı kararlar siyasal sonuçlar doğurur. Bu kararları saygıyla karşılamak
gerekmektedir. Beğenmediğimiz kararlar varsa, bunları, ancak hukuk biliminin
verdiği bilimsel ölçü ve özelliklerle saygıyla eleştirebiliriz.
Bir ülkede, özgürlüklerin temel güvencelerden biri
de, "tabii hâkim" ilkesi uyarınca kurulan ve görev yapan
mahkemelerdir. "Tabii hâkim" kuralı, suçtan önce yasayla kurulmuş
mahkemeleri, bağımsız yargının temeli sayar. Olağanüstü siyasal mahkeme
niteliği taşımayan bütün mahkemeler, ister askeri ister sivil olsun, herkesçe
saygıyla korunmalı ve savunulmalı-dır. Bu ilkeye uyulmazsa anarşi, devlet
katından yönetilmiş ve devletin temelleri sarsılmış olur. Buna kimsenin hakkı
yoktur...
Af Yasası Anayasa Mahkemesince iptal edilince,
cephenin o tarihteki dağınık kuvvetleri bugün Danıştaya yönelttikleri silahları
Anayasa Mahkemesine çevirmişlerdi. Geçen yıl Anayasa Mahkemesine kusulan kin,
bugün de Danıştay önüne boşaltılmaktadır. Anayasa düşmanlığının amansız kinidir
bu...
Danıştaya saldırabilmek için, bulabildikleri
gerekçelere de kısaca göz atalım. Diyorlar ki:
- Parlamento, Cem'in TRT Genel Müdürlüğüne
atanmasını sağlayan I I sayılı kararnameyi, geçmişe etkili olarak iptal
etmiştir. Böylece Cem'in genel müdür olma hakkı kaldırılmıştır.
Cevabını verelim: Cem'in genel müdürlüğü sadece
Parlamentoca iptal edilen I I sayılı yasa gücündeki kararnameye
dayanmamaktadır. 359 sayılı yasanın 9 ve 47. maddelerine göre, önceden devlet
hizmetinde bulunmamış bir kimse de TRT Genel Müdürü olabilmektedir. Bu bir...
ikincisi de şu: Cephe çoğunluğu, I I sayılı
kararnameyi, Cem'in genel müdürlüğe getirilmesini sağlayan tek dayanak olduğuna
inanarak iptal etmiştir. Fakat, 12 sayılı kararnamede ÇAĞIN SUÇU 231
yer alan geçici 9. madde, I I sayılı kararname ile
yok edilmek istenen dayanağı yeniden sağlamaktadır.
Üçüncü gerekçeyi de vurgulayalım: Danıştay, ileri
sürüldüğü gibi I I sayılı kararnamenin iptaliyle Cem'in genel müdürlük hakkını
yitirdiği sonucuna varsaydı, iptal davasını başından reddeder ve davanın özüne
girmezdi.
Cem'in bir gün bile devlet hizmetinde bulunmadığı
söylenecektir ve bundan sonra aynı Cem, genel müdürlükteki bir buçuk yıllık
hizmetiyle, devletin en yüksek memurluklarından biri olan Başbakanlık
Danışmanlığına getirilecektir. Bu çelişkiyi açıklayacak cepheci hukuk profesörü
ya da hukuk diploması taşıyan bakanı varsa, bunların sırayla alınlarını
karışlamak gerekmektedir.
Hadi, geçelim bütün bunları da bir kalem!.. Ama
artık Danıştay kararını vermiştir; bu karar dolayısıyla Danıştaya ve bu yüksek
mahkemenin üyelerine saldırmak, Türk Ceza Yasasının 159. maddesine giren
suçlardandır. Cezası, bir yıldan başlar, altı yıla kadar uzanır. Danıştay
kararını uygulamamak suç olduğu gibi, bu tür kararların uygulanmayacağını
söylemek de aynı yasanın 311 ve 312. maddelerinde yer alan, "halkı suç
işlemeye tahrik" ve "kanuna itaatsizlik" suçlarını
oluşturmaktadır.
Sulh Ceza Mahkemesine hakaret ederseniz suç olur.
Ancak Anayasa Mahkemesine saldırırsanız olmaz. Olağanüstü mahkemeleri
eleştirirseniz suçtur. Danıştaya küfrederseniz hiç kimse hesabını sormaz.
Cephenin Anayasası mı, yoksa Ceza Yasası mıdır bu?..
- Tutuklama emri bir mahkeme kararıdır. Uygulanır.
Amma Danıştay kararı uygulanmaz, idam cezası bir mahkeme kararıdır. Yerine
getirilir. Ancak bir yüksek mahkeme kararı, iktidarca çöp tenekesine atılır.
Üstelik, profesöründen yazarına, yazarından parti yöneticisine kadar bir sürü
"cephe anarşisti" halkı suça tahrik eder, kimse ses çıkarmaz.
Cephenin "orman kanunu" mu bu?..
Cephe karargâhında açıkça yargı organlarına karşı
girişilen bir isyan ve anarşi eylemi yönetilmektedir. Nerededir şimdi yüksek
mahkemelerin saygınlığını koruyacak cumhuriyet savcıları?.. Ve şimdi nerededir
acaba "kanun hâkimiyeti", "devlet otoritesi" ve "kamu
düzeni" sağlayacak güçler?.. 232
Yüksek mahkeme yargıçlarına böyle alabildiğine
küfreden ve saldıran bir iktidar, devletin onurunu kime karşı ve nasıl
koruyacaktır, acaba?.. (Cumhuriyet, 4 Haziran 1975) ÖZETLERSEK...
Demirel hükümeti güvenoyu alır almaz, yıldırım
hızıyla bazı atama işlemlerine girişti. Cumartesi pazar demeden, bazı yurtsever
bürokratlar birer ikişer görevlerinden alındılar. Cephe saldırısı ilk kez
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Müsteşarı Teoman Köprülüler'e rastladı.
Sonra Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarı Saim Kendir ile sürdürüldü. Bundan
sonra da TRT Genel Müdürü, - Milli güvenlik... kamu düzeni... devletin dış
emniyeti gibi gerekçelerle görevinden alındı, imar iskân Bakanlığı Müsteşarı
Prof. Cevat Geray, arkasından Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarları da cephe
kurmaylarının hışmına uğradılar. Ecevit hükümetinin Enerji ve Tabii kaynaklar
Bakanı Cahit Kayra, bakanlıkta namuslu bir bürokrat kadrosu oluşturarak,
başlarına Teoman Köprülüleri getirmişti. Bakanlık bu dönemde yabancı petrol
şirketlerinin zam isteklerine karşı çıktı, Kıbrıs çıkarması günlerinde, Silahlı
Kuvvetlerimizin yakıt kaynaklan ü-zerinde tam denetim sağladı ve ATAŞ
Rafinerisini millileştirmek için önemli adımlar attı,
Aynı günlerde Petrol Ofisi, 1970 yılındaki 10,5
milyonluk zararını kapatarak, 1974 yılında 96 milyonluk bir kâr düzeyine
ulaştırıldı. Petrol Ofisinin, "beyaz mal" adı verilen benzin, gaz ve
motorinde bütün Türkiye'deki satış payı, 1970 yılında yüzde otuz ikiyken,
I974'te yüzde kırk ikiye çıkarıldı. Aynı artış oranı "siyah mal" adı
verilen fuel-oil ve dizel-oil için de görüldü... Bu ne demektir?..
Bu, yabancı petrol şirketlerinin satış olanaklarının
bu oranda azalması ve devletin kâr sağlaması demektir işte, devlete bu karı
sağlayan Petrol Ofisin iki genç genel müdür yardımcısı, Mustafa Özyürek ve
Fikret Büyükburç, cephe çadırları kurulur ÇAĞIN SUÇU 233 kurulmaz görevlerinden
alınmış ve böylece Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığındaki "Kılıç
Operasyon"u tamamlanmıştır.
Petrol Ofisi, bütün yurdu benzin bayilikleri ile
sarmıştır. Bu bayi sahipleri üzerinde, 1970 yılında tam 170.994.784 lira, yani
yaklaşık olarak yüzseksen milyon lira kredi varken, bu iki genel müdür
yardımcısı Milliyetçi Cephe çadırlarına çöreklenmiş benzin istasyonu
sahipleriyle savaşa savaşa, bu kredileri 1974 yılında 139.784.643 liraya, yani
hemen hemen yüz kırk milyon liraya indirmişlerdir. Böylece, yılda on milyon
lira para, benzin bayilerinden sökülerek alınmıştır.
Güvenoylamasından birkaç gün önce "mebus
pazarı", Petrol Ofisinden milyonlarca kredi alan bir milletvekilinin
evinde kuruldu. Bu milletvekili, partisinden istifa ederek dört çadırlı cephe
karargâhına geçti. Bundan sonra olaylar çorap söküğü gibi gelişti. Yabancı
petrol şirketlerinin zam istekleri gecikmeksizin kabul edildi. ATAŞ
Rafinerisinin millileştirilmesine engel olundu. Aynı günlerde, Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanı Kılıç'ın, petrol istasyonu sahipleriyle yemek yerken çekilen
fotoğrafları basında sergilendi. Buraya bir nokta koyarak, Urfa'ya doğru
uzanalım.
Toprak dağıtımının gerçekleştirilmesi için Toprak ve
Tarım Reformu Müsteşarlığı kurulmuş ve bu göreve Ankara Ziraat Fakültesi
öğretim üyelerinden Prof. Saim Kendir getirilmişti. Müsteşarlık çatısı altında,
toprak reformunun gerçekleştirilmesine inançla bağlı bir kadro toplanmıştı.
Urfa'da gerekli çalışmalar tamamlanmış ve ilk dağıtım bölgesi olarak da Akçakale
ilçesi seçilmişti. Bu bölgede kırk bir köyün kamulaştırılması tamamlanmış olan
150 bin dönüm arazisi ile, aynı köylerdeki 60 bin dönüm Hazine arazisi, 2541
topraksız köylüye dağıtılmak üzere saptanmış ve hazırlanmıştı.
Bu arada cepheciler iktidar merdivenlerini çıkmak
üzereydiler. Benzin bayii bir milletvekilinin evinde başlayan destekleme
çabaları, Urfalı toprak sahibi milletvekillerine kadar uzandı. Güvenoyu günü,
herkesin gözleri önünde Urfalı toprak sahibi milletvekillerinden ikisi, cephe
iktidarının temellerine harç koymak için, partilerine isyan ettiler ve cephe
hükümetinin güvenoyu almasını sağladılar.
Bunların her biri, basit rastlantıların gelişigüzel
halkaları mıdır acaba?.. Yabancı petrol şirketleri zam isteklerinde bulunu- 234
yor, bu isteklere karşı direnen müsteşar ve daire başkanları görevinden
alınıyor. Milliyetçi Cephe partilerinde demir atmış petrol bayilerinin kredi
yağmasına karşı çıkan genel müdür yardımcıları aynı kılıca çarpıyor. Parti
değiştirme kararları aynı zamanda petrol bayii olan bir milletvekilinin evinden
yönetiliyor. Kıyıları halka açmak için çırpınan imar ve iskân Bakanlığı
Müsteşarı, cephe saldırılarının oklarına hedef yapılıyor. Toprak ve Tarım
Reformu Müsteşarı görevinden alındıktan sonra, I Haziranda başlaması gereken toprak
dağıtımı durduruluyor. Bu cephe trafiği içinde, TRT Genel Müdürü, - Milli
bütünlük... Kamu düzeni... Devletin dış emniyeti... gibi gerekçelerle
görevinden alınıyor.
Bütün bu atama işlemleri sahte milliyetçi sürecin
kesintisiz aşamalarıdır. Her atama ve kıyım işlemi, birbirinin nedeni ve
sonucudur. TRT, cephe kurmaylarının eline geçerse, ne petrol sorunu halka
anlatılabilecek, ne de Urfalı topraksız köylülerin acıları ekranlarda
sergilenebilecektir. Bütün amaçlan, toplumun her kesimindeki yurtsever duyguları,
ulusçu tepkileri ve anayasal direnmeleri, kaba kuvvet ve demagojiyle ezmektir.
1975 yazında, sahte milliyetçilikten sanık cephe
kuvvetlerinin "manzarayı umumiyesi" budur işte...
(Cumhuriyet, 6 Haziran 1975) MİNARE VE KILIF...
Parlamento üyelerinin aylık ve ödeneklerini artıran
yasa, kaşla göz arasında kabul ediliverdi. Yasa, iran'da bulunan Sayın
Cumhurbaşkanımızın dönüşü bile beklenmeden yangından mal kaçırırcasına,
Cumhurbaşkanı Vekili Tekin Arıburun'un imzasıyla yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Belki bir gün beklense, konu Sayın Korutürk tarafından da incelenebilecekti.
Cumhurbaşkanının yokluğunda bazı kararnameler de
imzalandı. Bunlardan biri TRT hükümet temsilcisi Tevfık Karahan'ı görevden
alırken, ikincisi de Karahan'dan boşalan yere, Erzurum Atatürk Üniversitesinin
anlı şanlı sağcılarından Prof. Şaban Karataş'ı atamaktaydı.
ÇAĞIN SUÇU 235
Karahan, geçen hafta yapılan yönetim kurulu
toplantısında, Genel Müdür Yardımcısı Hıfzı Topuz'un görevinden alınmasına
karşı oy kullanmıştı. Suçu buydu.
Sayın Cumhurbaşkanı, yokluğunda atılan bu imzalar
ile bu imzaların yaratığı hukuksal sonuçlar üzerinde ne düşünür bilemeyiz.
Parlamento üyelerinin aylık ve ödeneklerini artıran yasa, acaba Korutürkün
gelişi beklenmeden neden yürürlüğe sokulmuştur? TRT Yönetim Kurulu üyesi, ne
amaçla Koru-türk'ün yokluğunda değiştirilmiştir? Belki Sayın Korutürk,
kendisinin imzalayarak sorumluluğuna katıldığı ismail Cem ve Nevzat Yalçıntaş
ile ilgili kararnameler için verilen karar üzerine, bu gibi atamalar hakkında
görüşünün sorulmasını isteyecekti ve cephe partilerince saldırılan Danıştayın
saygınlığını koruyacaktı. Bu soruların cevaplarını şimdilik bilemiyoruz. Fakat
yeri gelmişken bazı sorunlara da değinmeyi bir görev biliyoruz.
Hukuk düzeni, başta Anayasa olmak üzere yasal
düzenlemelere ve anayasal kuruluşlara tam saygıyı gerektirir. Anayasa
Mahkemesine saldıracaksınız; fakat aynı zamanda demokratik hukuk devletinin
avukatı kesileceksiniz. Danıştaya olmadık küfürleri sıralayacaksınız; ama düzen
koruyucusu sayılacaksınız. Yargı kararlarına isyan edeceksiniz; buna rağmen
anayasal düzenden söz edeceksiniz!.. Cephe hukukundan örnekler verelim. 27
Mayıs Devriminden sonra, yapılan ilk genel seçimlerle Parlamentoya doluşan
partilerin ilk çıkardıkları yasa, Parlamento üyelerinin aylık ve ö-deneklerini
saptayan " I sayılı" yasadır.
Evet, "I sayılı" yasayla aylık ve
ödeneklerini saptamışlardır, sayın milletvekilleri ve senatörler...
Emekli haklan, işçi kıdem tazminatı, asgari ücretler
ise komisyonlarda yıllarca sürünmüştür. işçinin, köylünün ve dar gelirli
memurun haklarını savunanlar da "aşırı cereyan... yıkıcı düşünce...
tehlikeli fikir... ideolojik maksat..." gibi suç gerekçeleriyle
susturulmak istenmiştir.
Devam edelim... Anayasanın 82'nci maddesinde,
- Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin aylık ve
ödeneklerine her ne surette olursa olsun, yapılacak zam ve ilaveler, ancak bu
zam ve ilaveleri takibeden milletvekilleri genel seçiminden sonra uygulanır...
hükmü yer almaktadır. 1970 yılında, yasanın bu maddesine aykırı olarak
milletvekili ve senatörlerin 236
kendi maaşlarına yaptıkları zam, Anayasa
Mahkemesince iptal edildi.
Buna da hemen bir çare düşünüldü... Anayasanın
yukarıya aldığımız hükmü 12 Mart muhtırasını sinesine çeken partilerce,
"milli birlik ve beraberlik ruhu içerisinde" değiştirilerek,
Parlamento üyelerine kendi maaş, yolluk ve ödeneklerini artırma olanağı da
tanınmış oldu.
Bu mudur Anayasa saygısı!?..
12 Mart döneminde, sıkıyönetim mahkemelerinde
binlerce kişi yargılandı. Bu sanıkların bir kısmı hakkında tahliye ve beraat
hükmü veren mahkemeler ya toptan ortadan kaldırıldı ya da sanıkların lehine
karar veren birçok şerefli yargıç, tepeden inme emirle görevlerinden alındı.
Bu mudur bağımsız mahkemelere ve adalete saygı!?..
Cumhurbaşkanının yokluğunda önemli yasa ve
kararnamelere imza atmak; Anayasa Mahkemesinin Anayasaya aykırı bulduğu
yasaları uygulamak için, Anayasaya aykırı yasayı değil, yasaya aykırı
gördükleri Anayasayı değiştirmek; yüksek mahkeme kararlarını uygulamamak için
devlet hazinesinden binlerce lira ödemek; beğenmedikleri yargıçları
kürsülerinden çekip almak, cephe anarşizminin, aynı "kast" altında
işlediği değişik suçların küçük bir listesidir.
Bugün bu suç listesine bir yenisi ekleniyor:
Hukuksal hiçbir yetkisi olmayan TRT Genel Müdürü
olağanüstü toplantıya çağırdığı yönetim kurulunda, bir önceki o-turumda
yerinden söküp atamadığı genel müdür yardımcısını, bu kez Sayın
Cumhurbaşkanının yokluğunda imzalanan bir kararnamenin değiştirdiği üyenin de
oyuna dayanarak görevinden almak isteyecektir. Şimdi boş yere, - Hangi yetkiyle,
ne hakla, hangi mahkeme kararına dayanarak ve hangi anayasal dayanakla?., diye
sormayınız. Minareyi çalan kılıfını bulmaktadır nasıl olsa. Cephe hukuku ve
cephe a-narşizmidir bu.
Bugün cephe anarşizminin böyle bir suçuna daha imza
atılıyor. TRT Yönetim Kurulundaki konuşmalar bir suç tutanağının belgeleri
olarak kalacaktır. Toprak işleyenin su kullananın, denirse komünistlik olur da,
devlet kurumlarını işgal etmek "zabıta vakası" mı sayılır a-caba!?..
(Cumhuriyet, 10 Haziran 1975) ÇAĞIN SUÇU 237 LAVAL ÖLDÜ MÜ?
Pierre Laval, siyasal yaşamına sosyalist olarak
başlayıp kişisel hırsı dolayısıyla, gerici ve işbirlikçi hükümetlerde görev
aldıktan sonra, 1945 yılında kurşuna dizilen bir Fransız Başbakanıdır.
Parlamentoya Sosyalist Parti milletvekili olarak girdikten bir süre sonra seçim
olanağının kalmadığını anlayan Laval, siyasal görüşlerini değiştirdi ve böylece
Bayındırlık, Çalışma ve A-dalet Bakanlıkları yaptı. Bir ara Senatör de olan
Laval, Dışişleri, içişleri Bakanlıklarında bulundu.
Laval, I935'te İtalyanlarla anlaşmalar imzalayarak
Musso-lini'ye ödünler verdi, ikinci Dünya Savaşında kurulan işbirlikçi
"Vichy Hükümetinde, Mareşal Petain'in Dışişleri Bakanı olarak Hitler'le
anlaştı. 1942 yılında Almanların isteğiyle Devlet Başkanı Mareşal Petain'in Başbakanı
olarak görev yapan Laval, i 945'te kurşuna dizilerek öldürüldü.
Türkiye'de de son zamanlarda bazı siyasetçilerin,
yazarların ve ilerici sayılan öğretim üyelerinin renk ve kişilik değiştirerek,
egemen sınıfların hizmetinde yer aldıklarını görmekteyiz. Bunlar bazılarımız
için şaşırtıcı olmaktadır. Oysa sorunu temelinden almak gerekmektedir.
27 Mayıs Devriminden bu yana toplum hızlı bir uyanış
içine girmiştir. Ulusal ve sınıfsal bilinçlenme aşaması toplumun her kesimini
etkilemektedir, işçiler, köylüler, dar gelirli memurlarla tüm emekçiler,
kendilerinden yana düzenin kimlerle ve hangi yöntemlerle kurulacağını
araştırmaya başlamışlardır. Buna karşı, - Milli bütünlük... Devletin
bölünmezliği... ideolojik maksat... gibi birtakım gerçeklerle demokratik düzenin
işlemesi önlenmek istenmektedir.
12 Mart döneminden sonra da sınıfsal temellere göre
herkes yerli yerini almaya başladı. Muhtıra bir çeşit "turnusol
kâğıdı" gibiydi. Öyleki herkesin rengi bu muhtıra ile ortaya çıkarıldı.
"Sosyalist Parti olduğumuzu ilan edelim"
diyen siyasetçiler; ilerici aydınların evlerinden kitap toplandığı bir kara
yönetimin başına geçtiler. Atatürkçülük adına mangallarda kül bırakmayanlar,
cumhuriyet tarihinin bu en gerici döneminde, silahların gölgesinde devlet
yönetmeye kalktılar. Hukuk profesörlerini, 238 milletvekillerini, ihtilalcileri
hep bu yönetimin merdivenlerinde gördük.
Bütün bu olup bitenleri, sadece kişisel nedenlerle
açıklamak yanlış olur. Ulusal ve sınıfsal bilinçlenmenin sonucu olarak, herkes
yerini belirliyor artık. Geçmiş dönemlerin sahte "ilerici gerici"
kavramları, bundan sonra emekten ya da sermayeden yana olmak biçimiyle bilimsel
temellere oturuyor.
"Aşırı sağa ve aşırı sola karşıyız"
gerekçesiyle, yıllarca, tarafsızlık maskesiyle toplumu yönetmiş olan sermaye sınıfının
siyasal örgütleri de kendi içlerinde bu oluşuma ayak uydurmaya çalışıyorlar.
Siyasal partiler, son beş yıldır büyük bir
çalkantının içinde oluşumlarını tamamlamaktadır. Atatürkçülük,
"antiemperyalist" bir kurtuluş savaşından sonra kurulan
"laik" devletin temel niteliklerini kapsamaktadır.
Abdülhamit gericiliğini devlet katına çıkartanların
kol gezdiği bir ortamda, Atatürkçülük maskesine sığınıp devrim düşmanlığı
yapmak mümkün müdür? Her köyde Kuran kursu açmaya çalışanların, 31 Martın kanlı
kaldırımlarını devlet bürokrasisi içine yerleştirenlerle kol kola gezmesi midir
Atatürkçülük? Yoksa yabancı petrol şirketi bekçiliği mi?
- Aşırı cereyan... Yıkıcı düşünce... Devletiyle
milletiyle bölünmezlik... gibi yosun tutmuş suç gerekçelerinin toz bulutu i-çinde,
tüm toplumsal sorunların konuşulması yasaklanmak istenmektedir, işte böylece, -
Ben sermayeden yanayım... demeden insanları aldatmanın ve yönetmenin de yolunu
bulmuşlardır.
12 Mart öncesi devrimciliğin ipoteğini alan ünlü
generaller gördük. Hukuk devletine toz kondurmak istemeyen kamu hukuku
profesörleri ve özgürlük savunucusu yazarlar gördük. 12 Mart
"laboratuvar'larında bütün bunların gerçek kişiliklerini ve düşüncelerini
tanıdık.
Değişen belki sadece onlar değil. Bir toplum
değişiyor. Toplum değiştikçe de, kurumlar ve kişiler yerli yerini alıyor.
Özgürlüklerin kısıldığı bir toplumda, insanlar, bir maskeli balo-daymış gibi,
kimlerle beraber olduğunu bile bilmiyor. Işıklar a-çıldıkça, maskeler çıkıyor
ve herkes gerçek yüzleriyle tanınıyor.
Olağanüstü dönemler yaşanmasa, insanların
kişiliklerini de anlamaya pek olanak yoktur. 12 Mart dönemi belki bu bakım-
ÇAĞIN SUÇU 239 dan yararlı da olmuştur. Bu sınıfsal ve ulusal bilinçlenme
aşamasında, bir zamanlar devrimcilikten söz edip bugün gericiler, tutucular ve
Anayasa düşmanları yanında saf tutanlara, Fransız Başbakanlarından Laval'in
yaşamöyküsünü hatırlatsak, ne derler acaba?
27 Mayısın kilometre taşından, 12 Mart yokuşuna
kadar u-zanan yolda hiç Laval'inkine benzeyen yaşamöykülerine tanık olmadık mı?
Tanrı sonlarını benzetmesin...
(Cumhuriyet, \2 Haziran 1975) KARAKOL VE AYNA...
Cephe karargâhı, polis örgütünü doğrudan doğruya
bazı siyasal partilerin emir ve denetimine sokmanın hazırlığı içindedir. I
Haziran 1975 günü Resmi Gazetede yayımlanan bir yönetmelik değişikliğine göre,
askerlik görevini yapmamış kimseler de polis olabilecektir. Böylece, parti
militanları polis görevlisi olarak da, iktidarın emrine verilerek, - Ülkücü
gençler emniyet kuvvetlerinin yardımcısıdır... sözüyle başlayan siyasal
tırmanma, devletin kolluk kuvvetlerini de saracaktır.
Solculuk gerekçesiyle görevlerinden alınan toplum
polisleri yanında, derslerde yurt sorunlarıyla ilgili görüş bildirdiği için
o-kullarından çıkarılan polis enstitüsü öğrencilerine de rastlanmaktadır.
7 Haziran 1975 günkü Resmi Gazetede içişleri
Bakanlığının yayımladığı "Polis Kolejine Giriş Yönetmeliği" ise, son
zamanlarda olup bitenlere tuz biber ekti. Yönetmeliğin 7'nci maddesinde,
"adayların sağlık nitelikleriyle ilgili koşullar" başlığı altında,
- Peltek, kekeme, kel ve cildinin siyah (zenci)
olmaması ve yüzde çiçek bozuğu, yüz ve bedende bıçak vs.. yara izi ve diğer
işaretler bulunmaması... biçiminde bir bent yer almaktadır.
Yani, yönetmeliğe göre "zenci" olanlar,
siyah derililer, polis olamayacaktır. Yüzünde örneğin, "şark çıbanı"
adı verilen yara izi bulunanlar, çiçek bozuğu olanlar da bu mesleğe
giremeyeceklerdir. Bu açıkça, - Senin ırkın ayrı, bu nedenle polis olamazsın...
demektir. Zencilere yaşam hakkı tanımayan gerici ve ırkçı siyasal düşünce, en
açık ve seçik biçimde Polis Enstitüsü Yönetmeliğinde yer almaktadır.
Unutmayalım. Burası Amerika değil Türkiye'dir ve Anayasasında, "herkes,
din, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı
gözetmeksizin kanun önünde eşittir" hükmü yazılıdır. Buna rağmen, - Sen
zencisin, ayrı ırktansın polis olamazsın... Sen, Antep'te, Urfa'da, Mardin'de,
Diyarbakır'da doğduğun için, yüzünde "Halep çıbanı" var, seni polis
yapmayız... denilmektedir.
Ya kimi polis yapmak istiyorlar? Irkçısı, Turancısı,
Süleymancısı, Nakşibendisi, mukaddesatçısı, kafatasçısı, ülkücüsü,
başbuğcusuyla, devletin emniyet kuvvetlerine yardım ettikleri açıklanan sağcı
"militan gençleri,., Yine unutmayalım sakın, yirminci yüzyılın ikinci
yarısında yaşıyoruz ve içişleri Bakanı bir yönetmelik yayımlayarak, - Zenciler
polis olamaz... Yüzünde çıban olanları da polis yapmayız... diyebiliyor.
Irkçılık ve bölücülük değildir de, söyler misiniz
nedir bunun adı?!..
Bu, işin siyasal yanı. Bu sorunun bir de mizahı yönü
var: Yönetmeliğin 8'inci maddesinde de, - Fiziki yapı bakımından aşırı şişman
veya şişmanlamaya elverişli bulunanlar aday olamazlar... denilmektedir.
"Aşırı şişman olmak" anlaşılır bir kavramdır. Ancak "... veya
şişmanlamaya elverişli bulunmak" ne demektir? Bunu anlamaya herhalde olanak
yoktur.
"Aşırı şişman", bazı devlet büyüklerimiz
gibi dengesizce, gelişmiş vücut yapısına sahip olmak demektir. Fazla şişmanlık,
insanların sağlığına da zararlıdır. Şişman bir insanın, devletin ö-nemli
görevlerinde bulunmaması gerekmektedir, işte bu nedenle aşırı şişman olduğu,
ilk bakışta anlaşılan bir kimsenin polis olması sakıncalı görülmektedir.
Bir de, "kel" olmak, polislik mesleğine
girmek için engel sayılmaktadır. Yönetmelik bu konuda da açık bir hüküm
getirmiştir. Şimdiye kadar hiç kimse kelliğin tanımında birleşeme-miştir.
Ancak, saçları başının önemli bir bölümünde açık bırakacak biçimde dökülmüş
olanlara da, günlük dilde "kel" diyebi- 240
ÇAĞIN SUÇU 241
liriz. Soruna bu açıdan bakarsak, yürürlükteki
yasalara göre, genel müdür, milletvekili, senatör, televizyon spikeri ve hatta
başbakan olmak hakkına sahip
bulunan kel yurttaşlarımızın, polislik mesleğine
alınmamaları açıkça keller arasındaki eşitliğe de aykırıdır.
Her ne kadar, haklarının yenildiği kanısında
olanlar, - Benim başım kel mi... diye sorarlarsa da, kelliği polisliğe engel
sayan yönetmeliğin bununla bir ilgisi yoktur.
Bu meslekte hem şişmanlayıp hem de saçları dökülen
polis, komiser ve emniyet amirlerinin durumu ne olacaktır? Bunun için de bir
yönetmeliğin hazırlanması ve şişmanlık ve kelliğin yasa güvencesi altına
alınması gerekmektedir, herhalde. Evet, şaka bir yana... Siyasal amaçlar, bu
kez karakol aynalarında bütün çirkinlikleriyle belirmeye başlamıştır...
Cepheciler bir yandan, karakollara kendi yandaşlarını doldurmak isterken, öte
yandan da yurttaşlar arasında ırk ayrımı güden yönetmeliklerle hangi çağın
gerisinde kaldıklarını apaçık ortaya koymaktadırlar. "Camiye, kışlaya,
okula siyaset sokmayalım" diyenler, işlerine geldiği zaman cephe
çadırlarını karakol bahçelerine kurmaktan hiç çekinmemektedirler.
Devlet yönetmek, "hırsız-polis" oyununa
benzemez. Tarihe bakınız; devletin polisini bazı siyasal partilerin amaçları
için kullanmak isteyenler, başlarını er geç kayalara çarpmışlardır...
(Cumhuriyet, 14 Haziran 1975)
PUSUDAKİLER...
istanbul'da Kültür Sarayını ve Marmara vapurunu
yakmak, Eminönü araba vapurunu batırmak suçlarıyla yargılanan Ter-sane-iş
Sendikası Başkanı Hilmi Taşdemir ve arkadaşları hakkındaki beraat hükmü Askeri
Yargıtayca da onaylanarak kesinleşti. Bu kararın ışığı altında bazı siyasal
gerçekleri yeni baştan değerlendirmek ve bundan, ileriye dönük sonuçlar
çıkarmak gerekmektedir.
11 Mart muhtırasından sonra başlayan "devrimci
avı" döneminde bazı kişiler Kültür Sarayı ve Marmara vapurunu yak- 242
mak ve Eminönü araba vapurunu batırmak suçlarıyla
gözaltına alınmıştı. Sanıkların ilk sorgusunda suçlarını itiraf ettikleri
sıkıyönetim komutanlığınca kamuoyuna bildirilmişti. Gerçekten de sanıklar
"kontrgerilla" adlı gizli örgüt karargâhında yapılan sorgularında,
- Kültür Sarayını, Marmara yolcu gemisini biz
yaktık, Eminönü araba vapurunu da batıran bizleriz... yollu ifadeler
vermişlerdi.
Yargılama devam ederken, Başbakanlık, "Beyaz
Kitap-Türkiye Gerçekleri ve Terörizm" adlı bir kitap yayımlayarak,
sanıkların suçlu olduğunu ilan etti. Simdi kitabın 93'üncü sayfasını birlikte
okuyalım:
- istanbul'un Taksim semtinde inşa edilen Kültür
Sarayı, kültür adına iftihar edilecek modern bir bina idi. Ancak
Mark-sist-Leninist ihtilalciler bu binayı burjuvazinin hizmetinde bir e-ser
olarak vasıflandırmış ve zaman zaman, fazla zararlı olmayan saldırılarda
bulunmuşlardır. Nihayet 27 Kasım 1970 gecesi, önceden planlanmış bir sabotaj
neticesi Kültür Sarayını yakmışlardır. Sabotajda bilfiil vazife alanlar aşırı
solcu bir sendikanın bazı üyeleri ile, Türkiye işçi Partisinin bir üyesidir.
Kitapta, Marmara yolcu gemisi ile Eminönü araba
vapurunun da Kültür Sarayını yakanlar tarafından yakıldığı ve batırıldığı
yazılmaktadır. "Beyaz Kitap" adıyla çıkan, ancak içindeki satırlarla
kapkara bir faşizmin suç tutanağı olan bu kitap şimdi devlet arşivlerindedir.
Beraat kararı, bu kitabı, I 2 Mart yöneticilerinin suratlarına bir tokat gibi
çarpmıştır, Bu beraat kararı, sanıkların sorgularını saptayan
"kontrgerilla" örgütünün de mahkûmiyet hükmünü noktalamaktadır. Bu
örgüt, komünizmle mücadele gerekçesi altında, bütün NATO ülkelerinde kurulan
gizli örgütlerin ortak adıdır. Panama Kanalında, 1960 yılında Amerikan Milli
Savunma Bakanlığına bağlı olarak kurulmuş olan "Antigerilla
Okulu"nda, dünyanın dört bir bucağından gelen görevlilerle, başta işkence
olmak ü-zere, her türlü yasadışı yöntem öğretilmektedir. Bu eğitimle §orgü ve
bilgilerin artırarak yurtlarına dönenler, devletin ö-nemli kuruluşlarında görev
almaktadırlar.
Panama Kanalında Pentagon generallerine bağlı olarak
çalışan askeri nitelikteki "Antigerilla Okulu" yanında merkezi
Washington'da bulunan "Uluslararası Polis Akademisi" de, ÇAĞIN SUÇU
243
WP"
NATO ülkelerindeki sivil haber alma örgütlerine
eğitilmiş uzman yetiştirmektedir. Bu her iki kuruluş da doğrudan doğruya CIA
(Merkezi Haber Alma Örgütü)'ne bağlıdır.
Yunanistan'da 1967 yılında gerçekleştirilen faşist
darbenin, Yunan istihbarat Örgütü (KYP) tarafından düzenlendiği belgelerle
kanıtlanmıştır. Darbe lideri Albay Papadopulos'un CIA ve KYP arasında görev
yapan "irtibat subayı" oluşu da, tek başına birçok gerçeği
anlatmaktadır, italyan Gizli Haber Alma Örgütü (SID) tarafından girişilen bazı
eylemler de, geçtiğimiz yılın aralık ayında bütün belgeleriyle ortaya
konmuştur.
Devrimci örgütlere kışkırtıcı ajanlar yerleştirmek,
sabotajlar düzenlemek, basını elde tutarak kamuoyunu belirli amaçlar i-çin
hazırlamak, darbeyle birlikte, işkenceleri yönetmek, doğrudan doğruya, CIA
tarafından yönetilen "kontrgerilla" örgütlerinin ortak yöntemleridir.
Panama Kanalında I960 yılında kurulmuş bulunan
"Anti-gerilla Okulu", NATO ülkelerinde her türlü sol akımı ezmek
için, faşist darbeci yetiştirmektedir. Olağanüstü dönemlerde girişilen amansız
baskı yöntemlerini anlayabilmek için, Panama Kanalındaki Antigerilla Okulu,
Washington'daki Uluslararası Polis Akademisi ve Türkiye'de, devletin bazı
önemli kuruluşları içinde karargâh kuran "kontrgerilla" örgütü
arasındaki ilişkiyi bilmek, olaylarla bu kuruluşlar arasındaki bağı yerli
yerine yerleştirmek gerekmektedir.
12 Mart döneminde, perde arkasından devleti yöneten
"kontrgerilla" örgütü kimlerden oluşmaktadır? Bunlar devletin hangi
kuruiuşu içinde görev yapmışlardır? Bu örgütte görev a-lanlar, yurtiçi ve dışı
eğitimlerini nerede tamamlamışlardır? Bu örgütle, sağcı terörist gençlik kuruluşları
arasında ne gibi ilişkiler vardır?
Bu soruların cevaplarını araştırmak sadece, 12 Mart
dönemini anlayabilmemiz için gerekli değildir. $ımdi önemli olan bu "kökü
dışarıda" örgütün, bundan sonra hangi "taktık" ve
"strateji" ile yeni eylemler saptadığıdır. 12 Mart muhtırasının
gölgesinde, devleti ele geçiren bu örgüt şimdi hangi eylemlerin içinde ve hangi
planların başındadır?
Ülkeyi sürekli bir rejim bunalımı içinde göstermek,
gençlik kuruluşları arasında silahlı çatışmalar yaratmak, devrimci kuruluşlar
içine kışkırtıcı ajanlar sokmak, sabotajlar düzenleyip düz- 244 meçe davalar
açtırmak ve demirbaş politikacıları birer masa gibi katlayıp bütün yasadışı
eylemlerini "Beyaz Kitap" adıyla, devletin damgasıyla mühürlemek
gücünü kendinde bulan bu örgüt, bundan sonra, kimbilir hangi siyasal olayların
içinden çıkacaktır?
"Kontrgerilla"
cuntası Türkiye'de kapatılması hiç düşünülmeyen bir Amerikan üssüdür.
Önümüzdeki günlerde, kanlı siyasal olaylar yaratılırsa, biliniz
"kontrgerilla" eyleme geçmiştir. Sağcı gençlik örgütleri
saldırılarını yoğunlaştırırsa, hiç şüpheniz olmasın, "kontrgerilla"
emir vermiştir.
Bakalım gündemlerinde ne var? (Cumhuriyet, 17
Haziran 1975)
Uğur MUMCU
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar