SOVYET RUSYA AZERBAYCAN, OZBEKISTAN, BULGARİSTAN, MACARISTAN
Melih Cevdet Anday
gerçek yay1nevi
BİRİNCİ BASKI EKİM 1965
gerçek yayınevi
İstanbul, Cağaloğlu, Molla Fenari Sok. No. 30-
32
GÜN
MATBAASI
Nuruosmaniye Cad. No. 17
ÖNSÖZ
Son iki yıl içinde beş sosyalist ülke
gördüm, gerçi az kaldım her
birinde, diyelim yirmi gün kimindeyse, kiminde üç gün; bir ülkeyi, hele
dünyanın en yeni deneyimlerini y^ şıyan ülkeleri tanımağa yeterli olmadığı
açıktır bu kısa sürelerin, hazırlanmakla, incelemek/e, göilemlemekle oluı-
tanıma; belli bir konu alacaksınız, ilk hazırlık çalışmalarını yapacaksınız
daha yola çıkmadan, gittiğiniz yerlerde de yalnızca o konu ile ilgili kurumları
gezip göreceksiniz, ardına düştüğünüz sorunları çözüm/emeye yarar sorular soracaksınız,
aldığınız cevapları gözlemlerinizle karşılaştıracaksınız, istatistik bilgilere
baş vuracaksmız sonra... Bu yol, bil- xinleri, bilgince çalışmaya alışmış
kimseleri başarıya götürür ancak, berı kendimden böylesini bekliyemezdim. Peki,
sanat, edebiyat incelemelerine mi kalktım? Doğrusu, onu da yap tım
diyemiyeceğim. O 'hiç olmaz. Bir ülkenin edebiyatı, sanatı
üstüne bilgi edinmek, bilimsel araştırma ve inceleme yön- temleri)'e olmaz
sadece. Kitap baskı sayıları, sergi sayıla,, konser sayıları.. olsa olsa sanat,
edebiyat yaşamının canlılığı, geçerliliği üstüne bir bilgi verebilir, niteliği
üstüne değil. Kimi zaman bakarsınız, yalnııca bir kitap, yalnızca bir yazar,
bir ülke11in edebiyatını temsil edecek duruma gelivermiştir; dahası,
gördüğü işle damgalamış/ır ülkesinin edebiyata m... Diyelim Azerbaycanlı
kompozitör Kara Karayef, Azebaycan müziği için böyle bir addır işte. Kara Karaye/'in mü- ıikçi
değerini ölçmek bana düşmez, ama şurası sanıyorum doğru ki, Kara Karayef modertt Azerbaycan müıiğıni .'?,er- çek/ik alanına
so.kmuştur, adını koymuştur onun, bugün batı müziğidir modern Azerbaycan'ın
müziği. Biıse çeşitli hoca- lamalardan sonra, kimi ilerici aydınlarımızın da destekledikleri bir görüjle, giderek alaturkaya bile
yeni bir yaşam kazandırmak ardına düşmüşüzdür; Atatürk'ün «Buna şapka derler.» kestirmesini örnek alıp
müziğimizin adını koyamamışızdır bir türlü. Oysa bizim de Kara Ka-
rayef'in çalıştığı yolda giden değerli sanatçılarımıı. var. Şimdi diyelim bir yabancı, yurdumuzda on on- beş güıı kalacak bir y.ıbancı, Türk
müziği üstüne nasıl, ne yoldan bir kanıya varabilir burada? Konuşacağı kimselere bağlıdır bu, bakarsınız onu bir alaturkaaya götürmüşler, ya da bir caıcıya, bir çolesesli müzik
yapımasına götürmüşler... Götürdük/eri yere göre değişir izlenimleri. Gerçekte
onların tümü ile görüşmesi ger11kir ya, bizim müzik
sorunlarımızı iyice anlamaJt, kavraması için yalnız müzikçi/er/e
konuşması da yetmez o yabancının, başka sorunlarla ilgilenmesi de gerekir.
Sonra sanatçılar, yazat•lar güç
in.sanlardır, düşüncelerini.. kanılarını ortaya koyu koyuvermezler öyle, kendini beğenmişlikten de değildir bu, çoğu zaman o da bilmez sorulan sorunun karşılığını, sanatçı boyuna kendi kendisi ile tartışmadadır
çünkü, bu tartışmayı neresinden kessin de karşısındakine
inandırıcı bir söz söylesin? Yapıtlarına benzerler sanatçılar, en az iki şey vardır onlarda, ille karşıt iki şey değil,
başka türden iki şey. Gerçi her hangi bir anlarından katılabiliriz onlara, din/emiye bajlıyabiliriz
onları, ama
bilmeZiyiz ki kesin bir sonuç vermez, tümden tanılmaz bize sanatçıyı o bölüm, o parça. Bakın, siyaset adamları ö;•le değildir, onlar ilk
kez karplaşırlar, iki saat konuşurlar ve bir anlaşmağa varırlar; çünkü aramıyorlardır onlar, durduruyor/ardır
geçici bir
süre için, biblolaştırıyorlardır her şeyi. Sanatçının ilk tanımı da bence, biblodan iğrenmesidir.
Konuşmada anlaşmaya yarayan, rahat, orta malı söz kalıpları da birer biblo değil midir? Siyaset adamı ile sanatçı arasındaki
başlıca ayrım burda işte: Siyaset adamı her şeyi bilir, sanatçı hiç bir şey bilmez. Ama sanatçının bilmedikleri, siyaset adamının bildiklerinden daha
evrenseldir. Bu yolculuk/arım sırasında en sıkıldığı- ğım anlar, edebiyat üstüne
kanıtarım sorulduğu anlardı; tartıştığım konular ise kesin kanılar oldu. Bunlara «Tek ka- nı/ar» demek istiyorum; sadece
kendimi anlatmaya (o da gerçek bir içtenliğimiz varsa) yararlar ve bu özelliklerinden
ötürü de baskı yapıcı
niteliğindedirler bu tür kanılar. Bu sözlerimden, sanatçıyı yalpalamaktan hoşlamr bir ki,ri saydığım anlamı
çıkarılırsa yanlış olur. Burada açıktıyayım, «İnanamıyorum, bağlanamıyormn!» diyenterin çoğu (belki de tümü) kendilerini ille akıllı
göstermek için, aklın en yüce biçiminin küşümcülük olduğu inancı ile davrananlardır.
Bantt ne küçümcülükten?
Asıl sanatçıdır inanan, bağlanan. Hiç kimse onun kadar içten, onun kadar dayanıklı olamaz bu konuda. Giderek, tutumu gereği, inanmaktan, bağlanmaktan,
içtenlikten çoğunlukla uzak bulunan, uzak bulunmak zorunda olan siyaset adamı da çoğu kez sanatçı ile kurtarmak ister
kendiui, ayaküstii bağlantılar kurmağa kalkar sanatçı ile, yarın belki de bırakıvereceği,
vaz geçivereceği
bağlantılardır bunlar, inanmasını ister sanatçının. Sanatçının inancı ise diz- ha geniş
bağlantıları kavrayacak bir niteliktedir. Ölümsüz olanı, evrensel olam demek
istemiyorum, «gününe kapan- mı,r, kilitlenmiş,> olmayanı demek istiyorum sadece. İşte bütün bu açılardan
bakıldığında, üç gün de kalsanız bir ülkenin saııat :caşamını
;:.örebilirsiniz. ne var ki sanatçıyı göremezsi-
niz, tanıyamaz.sınıı.. E.. onu görüp tanımadan
da bir ülkenin sanatı,· edebiyatı
üstüne bir
şey öğrenilemeı. Bir birey sorunudur bu. Geçmişin edebiyatlarını sadece kitaplardan nasıl
öğreniyoruz diye sorulamaz burada, o zaman başka bir ülkeye gitmek tümden gereksiz düşer. Bakın ].P. Sartre, ikide bir
Moskova'ya gidiyor, (biz oradayken de oradaydı) Ehrenburg ile konuşuyor... Yapıtlarını ve düşüncelerini biliyorlar birbirlerinin, tanıyorlar birbirlerini, baştan
başlamıyorlar konuşmaya. Diyeceğim, bu yolculuk yazılarımda, gördüğüm ülkelerin edebiyat/arı, sanatları üstüne de bilgi vercmeıdim.
Ayrıca not
da tutmadım. Bir yerde insanlarla konuşurken, ya da ilginç bir şeye bakarken kaleme kağıda sarılmak
hoşuma gitmiyor
benim. Gördüm, konuştum, baktım, uyudum, içtim, öğrendim.. ama ayrıca
çalışmadım bunları yazarım diye, izienimterime bıraktım kendimi. Belki iyi değildir
böylesi. Bir
yazar not almalı bir yandan. İşte bu sosyalist ülkelerin gerek ekonomik-sosyal,
gerek edebiyat, sanat durumları üstüne bekledikleri biçimde
öğretici bilgiler
getirmediğim için beni yerenler oldu ve olmuş ötede beride. Biri, Macaristan yazı/arım için, «Bir az turistik oldu»
dedi, «Yok Peyç diye tutturmuşun, yok .tarih diye..» Evet, öyle J'aptım, sosyalizmi gördüğüm yerde doğanın
güzelliği ile, ya da tarihle karşılaştımsa görmezlikten gelemezdim; giderek sevdiğim 1eyleri yazarken sosyal
midir, değil midir diye düşünmedim. Başka biri, pek kitap karıştırmaktan
hoşlanmayaıı biri de, «Böyle olmaz kardeşim'> demez mi bana, <<Geı.diğin
ülkelel' için basılmış kitaplar var, onları oku, bilgiler aktar
oralarda^ Yalnıı. gezi notları ile yelinilir mi?» Bir başkası da gene bilgi; istatistik bilgi eksikliği üzerinde
durmuş yazılarımın, bir ad da vermiş, «Onun yazdıklarında bile rakam var.» demiş.
Söylediği yazardaki rakamları, okuyanlardan kime sordumsa, tekrarlayabi/en çıkmadı, kimsenin belleğinde
kalmamış. Keıı·
dimde de d^nemifimdir, nice yolculuk yazısı, kitabı okudum- sa, en beğendiklerimden
bile bir kaç görünü, bir kaç tatlı öykü,
ne diyeyim
bir izienim kalmıfttr belleğimde, hiç bir istatistik kalmamıfttr.
Ya ne için yazdın diyeceksiniz. Sevdim gördüğüm yerleri, tatlı günler geçirdim oralarda. Bizim halkımızın
bilmediği, yıllardır bilmesi yasak edilmif bir takım ülkelerdi bunlar. 0- ralardan
ufak tefek öykü/er, görünüler getirdim sanıyorum. Bu ülkelerle ili^kilerimizin artacağı,
sıklafocağı kanısındayım ben. Neden derseniz, dünya sosyalizme gidiyor. Biz bu gerçeği fark etmekte bile geciktik.
Tıpkı bizden yüz yüzelli yıl önceki kufakların burjuva devrimini kavrayamamalarına
benzer bir
gecikmedir bu. İlerici padifahlardan III. Selim 28 ya- fında tahta çıktığında yıl 1789 dur, batıda materyalist burjuva sınıfı gelifirken, III. Selim, sadrazamını seçmek
için «istihare,>ye
yatıyordu. Bu gecikmeden ötürü Türk toplu- munda bir aykırılık oldu, yirmrnci yüzyılın
ortalarında, fal yok yumurta yokken, burjuva sınıfı yarattimağa kalkıftldı. Ikinci gecikmemiz sosyalizm
konusunda olmuftur. Sosya- liımirı Kaamus'ıt Fransevide karftltğı «sitk-i sakim-i ifti-
rdkiyun»dur. Bir bilimsel akımın adına bile değer yargısı anlatan bir sözcük katma eğilimindeki
tuhaflık, ne yazık ki, toplumumuzu çağ dıfı bıraktıracak bir acı gecikmeye, geri kalmışlığa de.k varmıştır. Türk
toplumu
layik olmadığı bu durumdan kurtulacak ve çağının
içindeki yerini
alacaktır. Bu sıçramayı yapacak büyük bir manevi gücü var onun, her türlü belirtiler gösteriyor bunu. Öyle ki, çağının
hizasına sıçramış olan Türk toplumu, o bizayı daha da ilerietecek güçler ta- yımakta, bana sorarsanız.
uygarlıklar, yarışan toplumların ürünüdür, sosyalist ülkeler de değişiyor/ar,
yarışıyorlar, yaratıcılıklarını boyuna bileyorlar. Kapitalist yoldan gelişme öyküsü /..:apanmı,rttr
ülkemizde. Geç kaldığımız sosyalist dünya konr1-
sunda çağımızı hizalamaz, sosyalist ülkelerin
gelişme ve ilerleme nitelik ve çabalarına
yabancı kalmak,
bu bizim için üçüncü bir gecikme olur ve aykırılıklar
doğurur. Benim
kanım, Türk toplumu, yeni dünyaya katkıda bulunacak gücleri ve olanakları
taşımaktadır.
Melih Cevdei Anday
1965
SOVYET RVSYA
«MOSKOVA'YA.. MOSKOVA'YA”·
Bizi Odesa'ya götürecek olan Armenia vapunı Tophane rıhtımından kalkarken, yol arkadaşım Yaşar
Kemal:
-Bizim sağcılar «Moskova'ya. Moskova'ya»
diye öyle çok bağırdılar ki, sonunda gidiyoruz işte dedi.
Onlar da gitseler keşke. «Moskova'ya Moskova'ya ... )lo
Nedir bu sözün anlamı? Şu olsa gerek: <<Solcu isen, senin yerin burası değil,
Moskova'dır, sen ancak orada rahat edebilirsin.» Böyleyse biz de önce şunu belirtelim: Solcu isek,
sosyalist isek, bizim yerimiz burasıdır. Türkiye'yi bütün Türklerin
rahat edeceği bir barış ülkesi yapmak istiyoruz, bunun da
yolu sosyalizmdir diyoruz. Moskova'ya gelince, gerçekten sevdim Moskova'yı «Moskova'ya Moskova'ya» diye dolmuş yapar gibi bağıranların da gidip görmelerini
sağlık veririm,
hoşlanacaklar, bir takım yersiz kuşkularından kurtulacaklar; yıllardan beri kökü dışarda bir takım çıkarcı
çevrelerin yaydıkları uydurmalada aldatıldıklarını
anlıyacaklar, orada dostlarımızın oturduklarını ve bu dostların savaş
is-
temiyen mutlu insanlar olduklarını göreceklerdir.
Mutlu toplumlar savaş istemezler ama tarih
boyunca mutlu diye bilinen bir takım toplumların da savaş açtıklan
görülmüştür. Ancak burada önemli bir ayrım var: Tarih boyunca mutlu bilinmiş toplumların
ayrıcasız yoksulları vardı ve krizleri vardı. Günümüzde ise artık
yoksulları bulunmayan, çatışmalarından
kurtulmuş yeni toplumlar tarihin dönüm noktasını çiziyorlar. Yazının
icadı, İsa'nın doğumu gibi yeni bir başlangıç noktasıdır bu. Değerli bilgin dostum Bayayef'e sormuştum Moskova'da: «Burada ne yasaktır?» ^abayef:
- Savaş propagandası yapmaktan başka hiç bir şey yasak değildir,
demişti.
Sovyetler Birliği gezi anılarıma sonundan başlıyayım:
Dönüşümde tanıdıklarımın, tanımadıktarımın bir çok soruları ile karşılaştım.
Çünkü herkes
merak ediyordu Sov- yetler Birliği'ni. Bu soruları sırası
geldikçe anacağım ya, burada ikisini yazmak istiyorum sadece.
Yüksek öğrenim görmüş sayın bir ev hanımı merakla:
-Orada herkes çalışmak zorunda mı?
Diye sordu. Ne diyeceğimi şaşırdım. «Çalışmak zorundadır»
desem,
bundan <<İstemese de çalışmak zorundadır» anlamı çıkacak ve bu da «Sovyetler Birliği'nde
insanları zorla çalıştırıyorlar» propagandasına uygun düşecekti ve haksızlık
olacaktı. Gerçekte bu sorunun karşılığı sadece şudur:
-Orada herkes çalışır.
Doğrusunu is terseniz benim o sayın ev hanımına şunu sormam gerekirdi:
- Çalışmadan yaşamak olur mu?
Evet, oluyor bizim yurdumuzda. Sözgelişi yübek
öğrenim görmüş bir hanım,
kocasının para durumu yerinde ise (giderek yerinde değilse bile) çalışmıyor,
çalışmıyabili- yor; babasından paraya ve evlere konan bir genç
çalışmıyor, sekiz katlı apartman yaptırabilen çalışmıyor, dededen kal-
ma toprağını yarıcı köylüye bırakıp
onların çalışınalanndan gelen para ile büyük şehirlerde yan gelip keyif süren çalışmıyor,
parasını işleten ve onun getirdiği faizle yaşıyan çalışmıyor.. Türk halkını «tembel» diye suçlayanlar bunlardır
işte. Oysa Türk halkı çalışkandır. (Atatürk kısık ^- siyle ne güzel
bağırır... ) Ama iş bularnazsa ne yapsın? Sosyalist bir toplumda ise herkesin
bir işi, sevdiği bir işi vardır, bu iş ona angarya olarak yükletilmiş
değildir. Çalışmayan bir insan kolay düşünülemez orada ve doğal olanı da
budur. Çünkü her çalışmayan kişi kendi hesabına başkasını çalıştırıyor
demektir. Başkasını kendi hesabımıza çalıştırmak ise sömürücülüktür. Ha..
Bakın bir yasak daha bulduk: Sovyetler Birliği'nde insanın insanı sömürmesi
yasaktır. Babayef'in bana bu yasaktan söz açmamasının nedeni ise açık: Çünkü
orada insanın insanı sömürmesi imkansızdır.
Başka biri, bir yerde tanıştırdıklan
biri de:
- Sizden bir şey soracağım, dedi.
Sovyetler Birliği'n- de hüriyet var mıdır?
Doğrusu, istemeye istemeye
-Neyin özgürlüğünü soruyorsunuz?
dedim.
«İstemeye istemeye^ diyorum, çünkü
özgürliiğün ille somut bir dilek ve amaca yöneleceğini bildiğim halde insanların
sınırlamadan, somutlamadan «Özgürlük özgürlük» diye bağırmalarına kızmamalı
kanısındayımdır ben. Tarihte, ço^ kez yönsemi besbelli olmayan, apaçık olmayan
bu ^- şit haykırışiardan insanoğlunu şaşırtan, beklenmedik yenilikler,
iyilikler doğmuştur. İleriye yönelen böyle salt bir özgürlük isteği hep
olacaktır sanırım. Ama karşımd^ne o »™^ sormakla iyi etmişi.
- Sözgelişi liberalizm için, dedi.
Bir ekonomi sistemi olarak liberalizm Sovyet üniversitelerinde elbette okutulur, ama anlıyordum ki, karşımda- kinin niyeti bu değildi, liberal ekonomiye göre davranmak ve işlernek
özgürlüğünün bulunup bulunmadığını merak ediyordu o. Ben de o zaman konuyu
somutlamak yoluna gittim. Söylediklerimi size de özetliyeyim:
- Sizin liberal ekonomi için bilim özgürlüğünü öne
sürmediğİnizi anlıyorum; liberal ekonomi kurallarını uygulamak ve yeniden yaşatmak
özgürlüğünden söz açmak istiyorsunuz siz. Öyle ise biz de kuramsal konuşmayı bir yana bırakıp elle tutulur bir örnek üzerinde
konuşalım. Sovyet- ler Birliği'nde sözgelişi evini kiraya vererek geçinen kimse yoktur. Şimdi biz orada bir gazete çıkarıp ya da bir siyasal parti
kurup «Ev sahipleri olsun istiyoruz, kiracılar olsun istiyoruz, ev
sahipleri evlerini eskisi gibi ve istedikleri fiyattan kiraya versinler
istiyoruz^ diyerek bir özgürlük savaşına kalkamayız. Bir takım insanın
başka bir
takım insanı sömürerek tembel tembel yaşaması düzeninin geri gelmesini isternek olur bu ve
kanundan önce halk karşı koyar böyle bir akıma: «Ne demek? Biz kendi evlerimizde, ya da devletten ucuza kiraladığımız evletimizde oturınıyacak
mıyız artık? Yeniden ev sahiplerinin eline mi düşeceğiz?^ der. Macar karşı ihtilali sırasında kapitalist devletlerin yardımları ile Macaristan'a giren eski
toprak ağalarını ve eski patronları, köylüler ve işçiler köyün
kapısından, fabrikaların kapısından kovmuşlardır.
Gerçi buna, gene bilimsel bir kılığa
bürünülerek:
- Liberal, kapitalist ekonomi sistemi topluml^rı mut-
luluğa götürecek tek sistemdir. Bana bu
sistemi uygulamak özgürlüğünü neden tanımıyorsunuz?
Diyerek karşı çıkanlar oluyor, ama ne yapalım ki, Sov- yetler Birliği bunun karşıtı olan tezi uygulamak uğrunda büyük bir ihtilal yapmış ve sosyalist ekonominin kalkınma gücünü
dünyaya tanıtlamış bir ülkedir. Bugün Sovyetler Birliği bir çok kapitalist ülkeyi çoktan geride bırakmıştır.
Ben okurlarımla kuramsal tartışmalara girecek, bilimsel kurarnlardan söz edecek değilim bu yazılarımda;
yeryüzünün ilk sosyalist ülkesi Sovyetler Birliği'nin bir parçasını kısa
bir süre içinde
gördüm. iktisatçılar, sosyologlar anlata dursunlar, tartışa dursunlar, ben size oradan canlı bir iki görünü, kitaplardan kolay kolay öğrenilemiyecek
bir iki yaşam parçası getirmek istiyorum.
Biliyorum ki, en çok merak edileni de budur. Kitapların
yazdığına aldıran az, sosyalizm değil de, daha çok sosyalist bir toplumdaki insanların
günlük yaşamıdır merak uyandıran, sanıyorum.
Sovyet Armenia vapurunu İstanbullular
çok iyi bilirler; Pobeda ile Armenia, her
hafta Tophane rıhtımında, gördüğümüz, küçük, şirin yolcu vapurlarıdır, Sovyetler Birliği'nin
İstanbul Başkonsolosluğu yetkilileri bize Sovyet Yazarlar Birliği Başkanlığından gönderilmiş olan çağrı
mektuplarını verdikten sonra, hareket edeceğimiz günü sordular, 12 Haziran
Cumartesi günü üzerinde anlaştık. Vapurumuz Armenia idi. Konsolosluk
memurlanndan ikisi bizi uğurlamak için vapura gelmek nezaketini göstermişler, onlarla birlikte daha
hareketten önce vapurun barına gidip bir kaç şişe votka içtik. Bir kaç şişe
dediğim için gözünüzde büyütmeyin, bunlar birer kadehlik küçük
şişelerdi.
Benim en sevdiğim içki rakıdır. Neden derseniz onu aşan başka bir içki bulamadım
bugüne değin. Bulgarların Yu- goslavların slibovaları, slibovitçaları sarmadı pek; Bulgar mastikası ile Yunan mastİkası gerçi
güzel içkilerdir, ama güzellikleri bizim rakıya yakın olmalarından gelir bence; Macar şarabı, ermeni konyağı, Gürcü
şarabı içtim, İskandinavyalıların sert içkilerinden de tattım; bütün
bunların içinde rakıdan sonra en sevdiğim içki votka oldu. Anca Rus votkası bizim votkaya hiç mi hiç benzemiyor, ondan başka bir içki.
Şunu da söyliyeyim, Rus usulü İçmiye daha vapurda alıştırmaya başladık
kendimizi; her kadehi şerefe- kalJı- racaksınız, elinizden gelirse, kısa
ya da uzun bir söylev çekeceksiniz, ondan sonra kadehi birden içeceksiniz,
başka bir deyişle, dilinizi değdirmeden gırtlağınıza dökeceksiniz ve arkasından
mezeye saldıracaksınız. Bu meze havyar olursa diyecek yoktur. Bu usulle
çok içilir ve az sarhoş olunur. Biz söylev çekmiye alışık olmadığımız için,
bütün gezi boyunca biraz sıkıntı çektik. Sonra sonra anladım ki, her kadehten
sonra birinin kalkıp bir «şerefe» söylevi bulması, ^ kadeh arasım açarak
birincisinin iyice oturmasına yarıyor, demek teknik bir sorundur. Çoğu zaman
da son yudumuna değin içtiğiniz kadehi başınızın üstüne kapatmanız gerekiyor,
içinde bir yudum bile kalmadı anlamına gelir bu. Ruslarda şerefe içmek, şerefe
söylev çekerek içmek eski bir adettir. Puşkin'in arkadaşı Ruspopov, Mohilev'de
ona rastladığı geceyi anlatırken «Aklımıza gelen her şeyin şerefine içtik.»
diye yazar.
Saat 16 da kalkacak olan vapurumuz,
şehre çıkan yolcuların zamanında dönmemeleri yüzünden iki saat gecikti. Bizim
votka stajı da bu yüzden bir az uzadı. Konolosluk m^
murları gittikten sonra vapurda başka bir bar daha buldum. Türk parası
geçiyordu, birinden ötekine gidecektik artık. Yemeğe çakır keyiften bir az daha
keyifli oturduk. Önce yanlış bir salona gitmişiz, ikinci mevki yemek salonu imiş orası,
karşımızda İsrail'den gelen bir karı koca vardı, tam onlarla konuşmağa
başladığımiZ sırada garson bizim birinci mevki yemek salonuna gitmemiz gerektiğini
söyledi. Kalktık, o salonu bulduk, bu sefer oradan da çevirdiler, bizim servis 21 de başlıyormuş. Demek yemek salonları her yemek için iki servis yapıyorlardı.
Vapurumuzun kalabalık
olduğunu gösterir bu. Bizden başka Türk yolcu hulunmadığını da öğrendik.
Ama koridorlarda, güvertede,
İstirahat salonlarınd<ı kulağıma boyuna Türkçe çalınıyor, yanlış mı duyuyorum diyorum kendi kendime, hayır efendim, Türkçe, bizim Anadolu Türkçesi, önümüze gelen Anadolu Türkçesi konuşuyor. Ve bu Anadolu Türkçesi
konuşanların yüzü Anadolu yüzü, halleri tavırları da öyle Kimi terliklerini giymiş, kimi bir ayagını altına
almış...
Bizim de Türkçe konuştuğumuzu duyunca adamlar birbirlerine baktılar,
şaşmışlardı sanki. Bir ikisi ile selamlaşınca öğrendik ki, bunlar Suriye'den Lübnan'dan. Ermenistan Sovyet
Cumhuriyeti başkenti Erivan'a tatil geçİrıniye giden Ermenilerdir. Bizim
Sovyet- ler Birliğini ziyarete giden Türk yazarları olduğumuzu öğrenince hani ağızları açık
kaldı. Vapur
nerdeyse, kadın erkek, genç, yaşlı sadece bu Ermenilerle dolu idi. Bir kaçı ile konuşup ahbap olduk, o zaman anladık ki, bunların hepsi Anadolu'ludur. Yaşlıları Anadolu'da doğmuşlar,
yaşamışlar; gençleri ise babalarının,
analarının Suriye'ye, Lübnan'a göç etmesinden sonra doğmuşlar ama gene de Türkçe'yi ana
dili olarak öğrenmişler. Kimi Adana'dan, kimi Malatya'dan, kimi Kayse:ri'den... Ve
soruyorlar, özlemle, sevgi ile soruyorlar eski yurtlarını.
İnsan içinin cız ettiğini duyuyor, giderek bir suçluluk duygusuna da kapılıyor. Cumhuriyet gazetesinde yazdığım
sıralarda, dil konusundaki bir yazım dolayısiyle, Ermeni okurlanından birinden bir mektup almıştım. «Kati-i am» karşılığı olarak Türkçe «kesim» 5ÖZ- cüğünü
öncriyordu bu Ermeni okurum ve mektubunun sonunda da, «Biz Ermeni kesimi
deriz» diye yazıyordu. O zaman da bir burkulma olmuştu içimde.
Suçumun yüzüme vurulmasından değil, hayır, benim bir suçluluğum yoktu, Anadolu tarihinin artık kapanmış olan eski bir döneminin olayı
idi bu,
ondan sonra Osmanlı Devleti yıkılmıştı. Onun sorumu, onu yıkan ihtilalin çocuğuna
yükletilemezdi; dahası, bir devletin, bir siyasetin sorurounu sür git bir ulusa yüklemek yanlış olurdu. Ama nerede bir zulüm, bir kesim varsa, ondan herkese sorum payı düşer gene de Bize yükletilmiş olmasa bile, kendiliğimizden
duyduğumuz, kendimize yüklediğimiz bir sorurodur bu. Uluslarda, başka uluslara saygının
yerleşmesinde, bu «kendini sorumlandırma» bilincinin büyük yeri olsa gerektir. Bizim
eski yurttaşlarımızia konuşurken böyle düşünüyor, böyle duyuyordum; onlarda bir
burkulma, bir içlenme hissetmedim, tersine olarak bize çok saygılı davrandılar. Aynı
toprağın insanları idik, Anadolu toprağı idi bu, onun üstünde
yaşayanları din, budun bölümlemesine uğratmak kadar yanlış bir şey olamazdı; orada dinlerin de, budunların da üstünde olan başka
ortaklıklar vardı, toprağın tarihsel karakterinden geliyordu bu, yarattığı
uygarlıklar zincirinden geliyordu.
Ertesi sabah erken Varna'ya yanaştık.
Varna'yı bir
yıl
önce görmuştum. Bu sefer, denizden girerken
bu sayfiye şehrine uzun uzun baktım, giriş epey sürüyor ve göz alıcı kıyı,
yer yer yükselen modern yapıları ile insan'ı
çekiyor. Sessiz
pazar sabahı Varna'nın tenha caddelerinde bir saatlik bir yürüyüş
yaptıktan sonra Armenia'ya döndük. Bütün gün ve bütün gece gideceğiz. Sabah erkenden Odesa'dayız.
Gece erken yattım, ama şarkıdan,
müzikten gözüme uyku girmedi. Yolcular yemekten sonra salonda toplanmışlardı.
Önce bir
film gösterilmişti, arkasından da müzik, eğlence başlamıştı. Yattığım yerden dinliyordum, içerde kü^ çük bir koro kurmuşlardı. En sık söylenen şarkı
«Moskova
geceleri» idi.
ODES.t1
Odesa'ya yaklaşırken vapurun doktoru bizi çağırttı, çiçek
aşısı raporumuzun
olup olmadığını sordu. Olmadığı karşılığını alınca da bizi aşilayacağını
söyledi. «Eğer Hindistan'dan, Pakistan'dan gelmiş olsaydınız daha başka aşılar da yapardıb dedi.
Büyük Odesa limanının
rthurnlarından birine yanaştık. Süvari'ye, tanışuğımız yardımcılarına, konuştuğumuz Etmenilere veda ederek toprağa ayak bastık. Inturist'in ajanı, daha vapurda bizi görmiye gelmiş,
ineceğimiz oteli bildirmişti. Fakat aşağı inince biraz bekle- rnemizi
rica etti. Moskova'dan bizi karşılamağa bir hanım gelmiş, vapurdan çıkış gecikince de, Odesalı yazarlada birlikte bize çiçek almaya gitmiş. Bu hanım, Bayan Vera idi. Moskova'da çoğun bizimle dolaştı.
Odesalı yazarlar
gece J.:l:Çirmiyeceğimiz halde bizi otelimize götürdüler.
Odaları-
mıza bavullarımızı koyduk ve onlarla birlikte şehri gezmiye çıkuk.
Odesa yazarlar birliği temsilcileri arasında iki de ozan vardı, biri Ryadçenko,
öteki Azerbaycan'dan
göçmüş ve orada yerleşmiş olan Seferzade. Bu Seferzade çok tatlı dilli bir adamdı, dünya
neşeden başka bir şey değildi onun için.
İç bade güzel şev var ise akl ü şuurun
Dünya var imiş ya ki yoğ imiş ne umurun
beytini Odesalı azanlara da öğretmiş, ikide bir tekrarlıyor;
şaka için, gülrnek için vesile arıyor, bulamazsa icadediyor, öyle ki kısa süren
arkadaşlığımız süresince bizi kırdı geçirdi. Azeri şivesi ile diyor ki:
- Men şairem, akşamları bir elime kalem alırem, bir eliıne şarap bardağını
alırem...
Bahırem ki yazdığım şiir bir şeye benzemir... Men de şarap içirem...
Birlikte yazarlar birliği'ne gidiyoruz. Yazarlar birliği, bir zamanlar Puşkin'in
kalmış olduğu bir otel olan eski bir yapıda yerleşmişti. Odesa Puşkin'in
anıları ile
doludur. Orada Ukraynalı yazadardan, bu arada ·bol bol Gogol'den konuştuk. Gogol bizde çok sevilen bir yazardır, bunu Ukraynalı
meslekdaşlara söylüyorum, diyorum ki:
- Gogol'ün bizde sevilmesi sadece büyük bir yazar olmasından gelmez bence, onun romanlarındaki
kişiler ve
olaylar, bizim kişiletimize ve olaylarımıza benzediği için Türk okuru yakın bulur Gogol'ü kendine.
Gerçekten de komşumuz ukraynalılarla
konuşurken hiç yabancılık çekmedik. Olgun, çelebi, cana yakın insanlar...
Sonra Puşkin müzesini gezdik ve şehre çıktık. Biribi-
rini kesen, geniş, ağaçlıklı caddeleriyle, büyük, sakin, temiz bir şehir Odesa. 1793 de Duc de
Richelieu'nun temellerini attığı, sonra Fransız göçmeni Comte de Langeson'un genişlettiği Odesa, XIX. yüzyılın
başlarında yavaş yavaş ortaya çıkınağa başlar. O zamanlar çeşitli uluslardan tüccarların, gemicilerin buluştuğu kozmopolit bir yerdi, sokakları çamur
deryası idi,
içme suyu yoktu, bu yüzden evlere günde bir teneke su verilirdi,
ama operası, tiyatrosu, kumarhanesi, çeşitli eğlence yerleri vardı. Çünkü ticaretle zengin olmuş Rumlar, Yahudiler, Fransızlar
birikmişti orada. Avrupa havası almak İstiyen Ruslar Odesa'ya gelirierdi İşte sürgün Puşkin'in küçük bir memur, fakat dehası yeni yeni parlayan genç bir ozan olarak 1823 de geldiği Odesa böyle bir yerdi. Orayı
şiirlerinden birinde şöyle anlatır:
Gökyüzü orada uzun zaman durgundur
Ticaret canlıdır, rahattır
Yetkenlerini dalgalar üzerine gerer...
1 talyan'ın altın dili
Sokakta şen şakrak çınlar
Oradan gurur/u Slav geçer Fransız, lspanyol, Rum Ermeni, şişman Buğdanlı...
Kimi zaman şafak topu
Gemilerin bordasında patlayınca
Denize kadar giden
Dik yokuştan inerdim.
Şimdi o yokuştan uzun, geniş merdivenler ve asansörle inilip çıkılıyor.
Büyük merdivenin
başladığı alanda
Duc de Richelieu'nün yonutu var, Fransızlardan kalma. Ondan daha içerde, şehrin
ortalarına doğru Kont Vorontsov'- un ve elbet en güzel yerde Puşkin'in yonutu. Puşkin, şiir,
aşk, içki, kumar, gezintiler ve üzüntülerle geçirdiği Odesa'- daki yılları içinde Kontes Vorontsov'a aşık olmuştu. Bu Kont Vorontsov Çarlığın güney Rusya genel valisi idi ve
Odesa'da bir kral gibi yaşıyordu. Üç konağı vardı, bunlardan denize bakan bir tepenin üstünde olanını
gezdik, sütunlarla donanmış gösterişli girişi, limana bakan gezisi ile şehrin en göz alıct yerlerindendir. Ozan Ryadçenko:
- Puşkin karısına aşık olmasaydı Vorontsov'u kim hatırlardı... diyor. Kendisine lord
dedirten kont Vorontsov, bendeleri arasına sokamadığı ve bu yüzden kızdığı
genç ozanın, üstelik karısı ile ilişki kurduğunu öğrenince onu sürer Odesa'dan. Puşkin
müzesindeki eski resimlerle bu hikayeleri birleştirince yüzelli yıl önceki olaylar gözümü<:ün
önünde canlanıyor.
Puşkin'in yiyip içtiği Rum Dimitraki'nin ve Fransız Cesar Automne'un lokantaları, meyhaneleri yok şimdi elbet; ama onların yerinde bütün Odesa halkının
gezindiği, dinlendiği büyük parklar, yıkandığı plajlar, çocuk bahçeleri, eğlerı.ce yerleri var. Öğleye doğru idi, deııiı.e bakan ağaçlıklı büyük
bir
caddeden geçiyorduk; ağaçbr altındaki sıralarda, güneşlensinler diye soyundurulmuş
küçük çocuklar oturuyorlardı, başlarında bakıcı öğretmenleri. Bu çocukların
anaları babaları, şimdi içieri rahat, gönülleri ferah, işlerinde güçlerinde çalışıyorlardı.
Çocuklar ^:ığlık ve güzellik içindeydiler. Onlara bakınağa doyamadım. Sefer- zade'nin konuşmaları 9a neşemizi
arttırıyordu. Ama tam bu sırada arkamızdan koşarak biri geldi, Seferzade'yi yanı-
na çağırdı, bir şeyler söyledi
üzüntü ile,
Seferzade ağlar gibi bir yüzle bize döndü:
- Kaynanarn ölmek üzereymiş, bana müsaade, dedi.
İnsan çevresindekileri güldürmiye
alıştırmasın bir kez, Seferzade'nin söylediği bu sözler bizi de şaşırtmıştı elbet, teselli ettik
kendisini, uğurladık, ama uğurladıktan sonra da kendimizi tutamadık,
gülmeye başladık. Seferzade'ye o ağlar yüz yakışmıyordu çünkü, dünyaya
metelik
vermeyen bu adamın kaynanası için ağlamağa kalkması tuhaf kaçıyordu. Başı sağ olsun!
Odesa'da çok az vaktimiz vardı, öğleden sonraki bir uçakla Moskova'ya uçacaktık. Otomobille şehrin belli başlı yerlerini gezdik ve dinlenme
evleri, oteller, gezinti ve eğlence yerleri ile en büyük
kalabalığı kendine çekmiş olan plaj bölgesine gittik. Ryadçenko'nun yumuşak bir sesle verdiği izahatı
dinliyordum,
övmüyor orada yapılmış olanları, eksikleri söylüyor daha çok,
yapılacakları, yapılması gerekli olanları anlatıyor. Oysa gözlerimizin önün- dekiler gerçekten
ilginçtir. Ryadçenko'nun kişiliği bende saygı ve inanç
uyandırıyor. Kısa süren beraberliğimizde dost olduğumuzu söyliyebilirim.
Oradan otelimize dönüyor,
bavulları arabaya yükledikten sonra artık hava alanına
yollanıyoruz. Gerçi daha bir kaç saatimiz var, ama öğle yemeğimizi
hava alanında yiyeceğiz.
Hava alanının lokantasında güzel bir masaya yerleştik: Ah Seferzade de olsaydı bu toplantıda, ne tadını
çıkarırdı kim bilir! Beş kişiyiz, önce mezeler geliyor, öylesine bol nıcze ki bunun arkasından yemek geleceğini
aklınızın ucun-
.dan geçirmezsınız, ama votka yedirir, gözünüzün
yaşına bakmaz.
Ryadçenko İngilizce, Vera Türkçe biliyor. Rahat anlaşıyoruz. Ben ve Ryadçenko
şiiderimizi okuyoruz birbirimize. Çeviri, hele ayak üstü yapılan çeviri bir şiire ne denli kaybettitir
bilirsiniz ama bütün bunlara karşın Ryadçen- ko'nun şiirleri beni çok sardı.
Onların iyi
yapılmış çevirilerini okumak isterdim.
Bizim buradaki ozan arkadaşlarla
kurduğumuz bir sofradan hiç farkı yok soframızın. Öylesine kaynaşmışız
birbirimize. Genç Rus ozaru Yevtuçenko,
geçen yıl Avrupa'ya gittiğinde bir gazeteciye:
- Uluslar elçi olarak ozanları
yollamalı birbirlerine, demişti.
Doğru söz, yararlı bir söz. Ozanlar, san'atçılar
birbirlerini çok daha iyi anlarlar ve bir takım kurumuş
kanıların gereksiz önyargıların üstüne çıkmasını herkeslerden iyi bilirler. Keşke onların
ozanları, san'atçıları da gelse buraya, tanışsalar bizimkilerle...
Birbirlerinin şiirlerini, san'at, ed(..'- biyat üstüne
düşünlerini öğrenseler^ Bütün insanları kavrayıcı, evrensel dil san'at,
edebiyat dilidir çünkü.
Saat 16 da kalkıyoruz
masamızdan, artık uçağa binmemiz gerekiyor. Bizse Moskova'ya gideceğimizi
unutmuş gibiyiz.
Uçağın merdiveni dibinde öpüşüp ayrılıyoruz Ode- sa'lı
meslekdaşlardan, Vera ile birlikte uçağa biniyonız.
Erken kalkmışım, bütün gün dolaşmışım, uzun süren öğle
yemeğinde votka içmişim, artık uçakta biraz uyurum diye düşünüyorum. Oysa hiç birimizi uyku tutmuyor.
Bayan Vera ile Türkçe konuştuğumuz için karşımızda oturan genç adam bizimle ilgileniyor,
kim olduğumuzu sö-
ruyor Vera'dan Rusça. O da söylüyor. Türk
yazarları diyor. Bunun üzerine karşımızdaki delikanlı bir şeyler daha söylüyor,
sözleri arasında Nazım Hikmet, Reşat Nuri, Sabahatin Ali adlarının geçtiğini fark ediyorum. Merak edip
soruyorum Vera'dan bu adamın neci olduğunu;
<<İşçi» diyor Vera, «Bu üç Türk yazarından başka adlar bilmediği için
üzüldüğünü söylüyor.» diyor. «Çalıkuşu'nu çok sevmiş...»
Bayan Vera Moskova'da, Doğu
Enstitüsünde Türk dili öğrenmektedir, Enstitüyü bu yıl bitirecek. «Konuşmam iyi değil» diyor. «Sizinle Moskova'da
beraber olursam iler- lcteceğim.» Aziz Nesin'in Moskova'da olduğunu haber veriyor bize, Tiirkçe
yanlışlarını onun düzelttiğini ekliyor sözlerine, «Mesela ben gideceğim diyordum, ondan öğrendim ki gidicim demek lazımmış.» Ve gülümseyerek, «Gidicim, edicim, yapıcım...» diye talime başlıyor.
Uçak büyük, kalabalık. Hastesler iri kıyım Rus kızlarıdır.
İkide bir
uçağın durumu, nerede bulunduğumuz, Moskova'ya ne zaman varacağımız
üstüne Rusça açıklamalar yapıyorlar. Hava kapalı. Moskova'yı çok merak ediyorum. İkide bir, «Geliyor muyuz?» diye
soruyorum
Bir buçuk saat sonra vardık Moskova'ya. Şehir uzakta. Ormanlık bir bölgenin
üstünden uçuyoruz. Artık alçalmaya başladı uçak, büyük bir hava alanında durdu. Bizi kar- ^ılayanlar
arasında Yazarlar
Birliği sekreteri var, unı- vcrsitede Türk edebiyatı
profesörü olan Babayef var, Türk dili okuyan ve Türk misafirlere mihmandarlık eden Gürcü kızı Svetlana var, Fransızca bilen yaşlı bir Rus romancısı var. ..
() tomobilierimize biniyoruz. Moskova, bu hava alanın-
dan kırk kilometre uzaklıktadır.
İki yanımız orman, geniş bir asfalt yoldan hızla ilerliyoruz. Az sonra Moskova'nın ilk mahalleleri başlıyor.
- Bunlar yeni kurulan mahallelerdir, diyorlar. Eski
Moskova'nın sınırına gelmedik daha.
Eski Moskova'nın sınırı da gelmiyor bir türlü. Orada öğreniyoruz ki, Moskova şehri, bir baştan bir başa altmış kilometredir. Şehri
ortasından geçeceğiz. Uzakta gökdelenler görünmeye başladı. Şehrin göbeğine dalıyoruz.
- İşte Kızıl Meydan bu yanda diyorlar. İşte Üniversite, işte Bolşoy, işte Gorki caddesi... Bu cadde
eskiden Moskova'nın en geni^ caddesi idi, görüyorsunuz
şimdi ne küçük kaldı.
Oysa küçük kaldı dedikleri Gorki caddesi
bizce çok geniş bir cadde. Otelimize gidiyoruz.
MOSKOVA:
Moskova'nın bende bıraktığı ilk izlenim, büyüklüğü ve
sakinliği oldu. Sessizliği büyüklüğünden, büyüklüğü sessizliğinden geliyordu
sanki. Geceleyin ayaklarınızın sesini duyarak caddelerde yürürken, bu şehirde
yedi milyon insanın oturduğuna inanmak gelmez içinizden. Ama bunun nedenlerini
anlamak da güç değildir. Gündüzleri kalabalık olan üstü değil, altıdır
Moskova'nın. Metro, örümcek ağı gibi sarmıştır onu, büyük çoğunluğun kullandığı
taşıt aracı metrodur. Her istasyondan dakikada bir tren geçer. İşçiler işlerine
çoğun metro ile gelip giderler.
Bundan başka, tiyatrolar, sinemalar
erken başlar, erken biter. Beş, beş buçukta girersiniz, bilemediniz dokuz
buçukta çıkarsınız. Ertesi gün çalışacak olan Moskova'lılar, yemeklerini yeyip erken
erken yatacaklardır. Törenler, şölenler de öyle erken saatlerde düzenlenir.
Gerçi Moskova'yı gören herkesin söylediği gibi, geceleyin sokaklar büsbütün
boşalmıştır; ama bütün şehrin tümden uykuya daldığı anlamına gelmez bu. Büyük otelierin salonları, geç
vakitlere kadar açık, kalabalık, canlıdır.
insanlarla oturdukları şehirler arasında benzerlikler kurmak doğru olursa denecek şudur ki, Moskovalı Moskova gibi sakindir, şehri gibi huzur verir o da. Yüksek sesle konuşmaz,
ateşli ateşli tartışmaz, naziktir, düşüncelidir, giderek dalgındır bile. Bu yüzden olacak, Babayef'e ikide
bir:
- Düşüncelisiniz bugün, diyordum.
O da şaşarak:
- Hayır, diyordu.
Türkçeyi bir İstanbul efendisi gibi konuşan Aleksan- drof, hep bir şey
hatırlıyormuş gibi dalar giderdi, bizim işlerimiz için sessiz sessiz öteye beriye telefon ederken,
bartalarma dalmış bir kurmay subay gibi çevresini unuturdu, dikkatli ve telaşsız.
İstanbul'dan tanıdığım güler yüzlü Bay ivan'ın neşesi de sanırım
gürültülü kahkahaya değin varmamıştır. Diyeceğim, Karamazoflara benzer
kimseyi görmedim orda. Dostoievski'nin Rusları yanlış
anlatmış olduğu biçiminde bir eleştiri olarak söylemiyorum bunu, aklımın ucundan geçmez öyle
şey, Dostoievski'nin
ereği başkaydı.
Moskova'da belirleyici görünü kulelerdir. Eski kiliselerin renkli şekeriere benzeyen kubbeleri arasından yeni Moskova'nın
gökdelenleri yükselir. Stalin'in gününde ya- plmıış olan yedi büyük
yapı. Üniversite, Otel, Bakanlık
(Dış İşleri Bakanlığı) ve konut olarak kullanılıyor bunlar. Ben bu yapıların
usluplarından hoşlanmadım. Belki de Moskova ile uygunluk araoarak yapılmış olacaklar. Bunlarda sezilen
başlıca amaç büyüklüktür, görkemdir, göz doldurmaktır. Onlarda olsun, öteki büyük blok apartımanlarda olsun, bir biteviyelik ağır basıyor.
Gerçi bu
biteviyelikten kurtulmuş bir iki yapı görmedim değil, ama onlar arada kaynayıp
gitmişler. Bunlardan birini Corbusier yapmış, otuz beş yıllarında
sanırım, aklımda yanlış kalmadı ise. Hoşa gitmemiş olacak ki, unutulmuş bir yanda. Yeni Moskova,
eski Moskova'yı ortadan kaldırmamıştır, onun yanında,
arasında kurulmuştur: öyle ki büyük yeni yapıların
arasında, en işlek alanlarda, bir katlı, küçük, ahşap, yapılar da görüyorsunuz arada bir. Sözgelişi eski Moskova'nın
aristokratlar mahallesi duruyor. Bu mahalledeki evler genel olarak bir, en çok iki katlıdır. Şimdi
Moskova
Yazarlar Birliğinin oturduğu yer olan, Kont Rostov'un konağı da bunlardan biri. «Savaş ve Barış»ın ünlü
kahramanlarından Nata- şa'nın babasıdır Kont Rostov. Tolstoy'un dostu imiş, ünlü
romancı bu
evde de çalışmış, bahçenin orta yerinde yonutu var. Yapı, bir dikdörtkenin üç
kolu biçiminde, tam karşınıza gelen orta bölüm, iki katlı gibi görünüyor,
gerçekte ise
yemek salonunun tavanının yüksekliğindendir bu. Bu salondan bakılınca arkaya, sağa, sola ayrılan koridorlar üzerinde odalar var. Tolstoy'un
Yasnaya Palyana'daki evinde bu basitliği ve sadeliği daha yakından
gördük. Sırası geldiğinde anlatacağım. Dahası, Moskova'da Napolyon'un gördüğü
yapılar bile
var. Demek eski ve yeni Moskova iç içe.
Döneceğim gün, yanımdaki bir iki Moskovalıya: - Moskova'yı
öğrenemeden gidiyorum...
dedim de güldüler:
- Biz de öğrenemedik daha, dediler.
Benimkisi boş söz, sanki istanbul'u tanıyor muyum ge- rl!ğince!
Moskova'nın kurucusu, XII. yüzyılın ortalarında tahta bir kale yaptırmış olan Yuri Dolgoruki'dir, şimdi Gorki caddesinin orada at üstünde heykeli var. Onun yaptığı kale XIV yüzyılda
tuğlaya çevrilmiş. Moskova prenslerinin sarayı olan Kremlin'in duvarları XV yüzyılın sonlarına
doğru yapılmış. Kremlin ve Kızıl meydandaki ünlü Korkunç ivan kilisesi, şehre
kişiliğini, tarihsel havasını veren ve onu çevresinde toplayan başlıca
yapılardır. Fotoğraflardan, afişlerden bildiğim Korkunç ivan kilisesinin mim:ı- risi gerçekten
ilginç, tuhaf
bir çekiciliği var. Bir gece yemekten sonra yürümüştük
Kızıl Meydan'a
doğru. Ne kalabalıktı! Kitara çalan, türkü söyliyen gençler gördük..
L^ nin'in mezarının çevresi mahşer gibiydi, geçit resimleri için yapılmış
sıralarda Moskovalılar oturmuşlar, serinleniyor, dinleniyorlardı. Ayışıklı bir
gece sandım ben, oysa Moskova geceleri hep böyle aydınlıkmış. <(Leningrad'a
giderseniz, orada hiç gece olmaz handiyse, sokakta gazete okunabilin>
dediler. Kuzey gecesi aydınlıktır. <(Beyaz Geceler» adı bur- dan geliyor..
Sonra Korkunç ivan kilisesinin yanından Moskova nehri kıyısındaki ağaçlıklı
caddeye indik. Ağaçların altındaki sıralarda sevişen çiftler oturmuşlardı.
Bir Pazar günü da kanalda vapur
gezintisi yaptık. Rusya'da hemen bütün nehirler kanallada bağlanmıştır birbirlerine.
Baltık denizindeki bir gemi bu kanallardan geçerek Karadeniz'e kadar gelebilir.
- Ya kışın? Donmaz mı kanallar?
- Hepsi donar.
- Kışın gemiler geçemez öyleyse...
- Buzkıran gemilerimiz var ya..
Moskova'nın bir parçasını
çepeçevre saran kanalın genişliği, kimi yerde, Boğaz'ın en dar yeri kadar oluyordu.
Bu kanalda uçan vapurlar işliyor, bunlara Roket diyorlar. Roketler, kanalda gezinti için kullanılan
vapurlardandır, iskeleden kalktıktan bir az sonra hızlanıyor, hızlanınca kanatlarının
üstünde yükseliyor, su ile arası açılıyor ve suyun karşı koroası kalmadığı için de hızı büsbütün
artıyor. Biz
vakit kaybetmemek için beklemedik Roketi, öteki vapurlardan birine bindik, böylece toketierin gelişini
gidişini karşıdan gördük. İskele hınca hınçtı. Pazar tatillerini kanal
boyunda geçirmek İstiyen Moskovalılar dolup dolup boşalıyorlardı.
Sıra beklerken,
bizim Türkçe konuştuğumuzu duyup kim ollduğumuzu merak eden bir Moskovalı,
mihmandarımızdan bilgi aldı, sonra:
- Dostuz biz Türklerle, dedi. İyi eğlenceler dilerim Moskova'da.
İki saat kadar gittik kanalda.
O Pazar gününü hiç unutmayacağım. Kanalın koruluk olan iki kıyısı insan dolu. Her ağacın altında
kadınlar, erkekler, çocuklar... Sonra yüzenler, balık tutanlar, güneşlenenler.. Vapurun içi gibi, kanalın
kıyıları da neşe içinde.. Vapurdan kıyıya, kıyıdan
vapura el
sallayanlar... Yolcuların çoğu gençlerdi; güzel, renkli kızlar gördüm, dans eder gibi kıvrun
kıvrımdılar! Küçük çocuğunu yürütmeye çalışan neşeli bir baba gördüm
güvertede; üşümesin diye kocasının arkasına kendi hırkasını atan orta yaşlı bir kadın gördüm; pencereleri sım sıkı
kapatılmış, perdeleri örtülmüş kamaraların önünden geçtim.. Sonra vapurun restoranına gittik, şaraplı bir akşam
yemeği yedik. Yanımızdaki masada, iki eli de olmayan yaşlıca bir kadın çok güzel
kızı ile
yemek yiyordu.. Nasıl yiyordu, bakamadığım için anlamadım.
Başka bir gün de Moskova mezarlığına,
Nazım'ın mezarına gittik. Burası tanınmış kimseler mezarlığı idi ve iki bölümü vardı. Eski bölümde
Çehof'un, Gogol'ün mezarlarını gördük. Burası loşçaydı, sık ağaçlık olduğu
için. Hemen
bütün mezarların önünde, ölenlerin yakınları oturmuşlardı. Gogol'ün
mezarını bize
onlardan biri, bir kadın gösterdi.
Mezarlığın yeni bölümü ise, ağaçlar daha yeni olduğu için, ap aydınlıktı.
Mezarların üstünde heykeller, büstler, resimler... Kiminde bir bilgin, kiminde bir asker,
kiminde bir sanatçı yatıyor. Kimi çok genç yaşta ölmüş, resminden belli oluyor.
Hepsi de Sovyet Rusya'nın tanınmış kişileri. Nazım'ın mezarının
başında, rastlantıya bakın, onun kabartmasını yapacak olan sanatçı ile karşılaştık. Bize proje üzerinde bilgi verdi yapacağı işten.
Daha yeni
olan bu mezarlar, birer küçük çiçek tarhı gibiydiler. Hepsinin önünde, ölenin
yakınının otutaeağı alçak bir sıra vardı. Diyelim bir kadın, kocasının mezarına gelmiş, su veriyor mezarın üstündeki
çiçeklere, gereksiz otları topluyor. Öyle kederli bir yer değil, daha çok bir parka benzettim ben orayı.
Mezarlıktan çıktık, o günlerde Moskova'da bulunan Azerbaycanlı ozan Resul Rıza'ya akşam
yemeğine davetliyiz, metro istasyonuna yollandık Bu sırada boşalan metro- Jan büyük bir kalabalık çıktı
karşımıza. Bunlar kadınlı erkekli işçilerdi, öğrendik ki orada bir stadyarnda bir buz re- viisü görmiye
gidiyorlardı. Üstleri başları tertemizdi, kimi sandviçini yiyordu. On dokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatın-
dan bildiğim yoksul Rus halkı, işçiler,
mujikler
geldi gözümün önüne. Karşımdan akın akın gelen bu işÇ,ilerin
anaları babaları değilse, büyük babaları, büyük analarıydı onlar, Demek bir kuşak boyunda değişmişti durum. Moskova'da bir tek hırpani kişi, bir tek dilenci görmedim, Rusya'da görmedim.
RESUL RIZA ILE:
Moskova'ya vardığımız gün sormuştum:
- Sovyetler Birliği'nin şimdi en ünlü ozanı kimdir?
Bir az düşündükten sonra:
- Resul Rıza, demişlerdi.
Bense Yevtuçenko'yu, Voznesenski'yi söyliyecekler
sanmıştım.
- Başka?
- Resul Hamza.
- O kim?
- Dağıstanlı bir ozan.
Romancılarını soralım dedik.
- En ünlü romancınız?
- Cengiz Aytmatof.
Bu Cengiz Aytmatof, bizde Cemile adlı romanı
yayınlanmış olan Türkistanlı romancıdır. Aragon, dünyanın en büyük romancısı
diye övmüştü onu. Kendisi ile Asya-Afrika
yazarları toplantısında tanıştım.
Gelelim konuşmamıza.. Cengiz Aytmatof'un da adını duyunca:
— Türkler olmasa durumunuz
güçleşmekmiş, diye şaka ettim.
Ünlü Rus ozanları ile tanışamadım,
Yevtuçenko ile
Voznesenski o sırada dışardalarmış.
Dünyaca tanınmış r^ mancı Şolohof, kö^ndeydi. Ehrenburg, görüşmek üzere
bizi davet etmişti, fakat tam o gün, sabah erken erken ben Moskova'dan ayrılmak
zorunda kaldım, Yaşar Kemal ile Aziz Nesin gitmişler, görüşmüşler, Sartre da o
sıra oraday- mş, kapıda tanışmışlar.
Resul Rıza ile bir kaç akşam önce,
Yasnaya Palyana (Tolstoy'un köyü) dönüşü tanışmıştık, ben bir az hastaydım,
ayak üstü konuşup ayrıldım. Bu akşam birlikte yemek yiyeceğiz. Babayef ile
Aleksandrof da var. Resul Rıza'nın otelinde buluşup sokağa çıktık. Prag
lokantasına gidecek- niişiz, yürüyelim dedik, ötekiler önümüz sıra gide
duro:un- lar, ben Resul Rıza ile ağır ağır arkadan gidiyorum. Çeşitli konular
üzerinde duruyoruz; uzun sükutlarla konuşuyor Resul Rıza, bende tam «V^ geçti
bu konunun üstünde durmaktan» izlemini uyandırmak üzere iken konuyu can evinden
kavrayan en açıklayıcı sözü buluyor. Doğru, içten, duygulu ve inandırıcı.
Kişiliği saygı uyandırıyor. Şiirlerini merak ediyorum için için.
Prag lokantasına geliyoruz. Sakallı
bir kapıcı, kimseyi bırakmıyor içeri. Lokanta kalabalıkmış da ondan. Aleksan-
drof atılıyor önden, ne söylüyorsa söylüyor, ama sakallı laf anlar takımından
değil, Nuh diyor peygamber demiyor.. Derken ikinci hamleyi Resul Rıza yapıyor,
yakasında milletvekili rozeti var.. A, sakallı ona da aldırmıyor.. Ben başka
bir yere gitmeyi öneriyorum. Ev sahiplerimiz direniyorlar ve sonunda zafer,
sakallıyı yenip giriyoruz içeri. Güzel, süslü bir yer. Saray merdivenlerini
andırır merdivenlerden yukarı kata çıkıyoruz, bir masaya yerleşiyoruz. Yemek
istemiyor cammız, hafif mezelerle votka ve şarap içiyoruz.
Resul Rıza, hasta olduğunu söylüyor,
az içeceğinden
ötürü özür diliyor, ama içtikçe neşeleniyor ve daha, daha içiyor. İçeriki
salonda
dans müziği var, şarkı söyliyen güzel kadının sesi ve tekniği pek ala. Moskova otelinin
ve bizim kaldığımız Pekin otelinin yemek salonlarını da gördüm, oradııki
cazları da
dinledim. En iyisi Prag'daki miydi, yoksa Moskova otelininki mi? Ayıramıyorum. Genel olarak en yeni caz müziği yok. Yeni dansları bilenler de ya yok, _ya çok az. Moskova otelinin yemek
salonunda, en yeni dansları oynayan bir turist takımı vardı, onlar ortaya çıktılar mı
Moskovalılar dans pistinin çevresine toplanıveriyorlardı. Gece kulüplerinde
insanların kılıkiarı rahattır, özenmişlik yoktur, ama herkes temiz giyinmiştir. Ceketlerini çıkarmış,
kollarını sıvamış olanlar da görülür. Bakarsınız bir masada çok sesli bir koro kuruluvermiş,
şarkılar söyleniyor. Özellikle gençlerdir bunlar. Pekin otelinin salonlarında,
okullarını bitirmeleri şerefine toplanmış böyle bir gençlik kümesi
görmüştük.
Moskova'ya vardığımızın ertesi günü, öğleden
önce Yazarlar
Birliği'ne, (Kont Rostov'un konağı) gittik. Orada bizi Yazarlar Birliği sekreteri Aleksey Surkov karşıladı, bir odada ünlü hikayeci Lenç, romancı Nikulin ve daha başka yazarlada oturduk, konuştuk.
Lenç'i Türk okurları bilir, yıllar önce Remzi Kitabevi, üç Rus hikayecisinden (
Katayef, Zozula, Lenç) bir seçmeler
yayınlamıştı. Lenç elli altmış yaşlarında, nazik, ince bir adam.
Hikayelerinin Türkiye'de yayınlandığını duymuş, biliyor. Romancı Nikulin, Fransızca
konuşuyor, iki kez gelmiş Türkiye'ye, Abdül- hamid'i araba ile sokaktan geçerken görmüş
İstanbul'da, sonraki gelişinde Ahdülhak Hamid'le, Yakup Kadri ile tanışmış,
Anadoluyu görmüş. Onunla Moskova'da kaç kez karşılaşıp konuştuksa,
hep Türkiye
anılarından söz açtı. Konferansta da Türk edebiyatı üzerine konuştu.
Bize Sovyetler Birliğinde nereleri görmek
istediğimizi soruyorlar. Koca Sovyetler ülkesinde görülecek o kadar çok yer var ki, seçmekte
güçlüğe uğruyoruz. Leningrad planımızda var. (Ne yazık ben oraya gidernedim)
Kiyev'e gidilebilir, çünkü çok övgüsünü duyuyoruz o şehrin. Sibirya'ya gidilebilir, Kafkasya, güzelliği dillere destan Kuzey Kafkasya'ya gidilebilir. Biz ilk ağızda Azerbaycan ile Özbekistan'ı söyledik.
Moskova ve
çevresinde görülecek önemli yerleri görüp yola düşeceğiz, sonra gene döneceğiz Moskova'ya.
Gorkiy, Moskova yakınında bir kolhaz köyünün adıdır.
O çevrenin en zengin kolhozu olduğunu öğrendik. ^- nin orada, bir generalin malikanesinde
ölmüştü, Lenin'in son günlerini geçirdiği, bahçeler içindeki güzel ev (ya da ev
ler, çünkü bir kaç yapı var ) şimdi müzedir. Rusya'nın her yanından orayı
ziyarete geliyorlar. Moskova'daki çalışmalarına ara vermek istemiyen Lenin'i
İstirahat ve tedavi için buraya göndermeyi düşünen parti, karar almak zorunda
kalmış. Çünkü gitmem de gitmem diye dayatmış Lenin. Bir generalin evi dedim
ama, ev değil koca bir malikane, park haline getirilmiş bahçenin büyük
yolundan yukarı çıkıyoruz. Bizden başka kalabalık gezgin kafileleri de var,
başlarında gezdiricileri. Biz de o kafilelerden birine katıldık. Verilen
bilgileri dinliyerek evleri gezmeye başladık. Lenin, gösterişten, lüskten
kaçan bir adammış, giderek
utangaçmış bile. Yalnız, diyorlar, işçilerin
karşısında konu· şurken açılırdı. Ayakkabılarunızın üstüne bez terlikler giyiyor ve evlerin içine giriyoruz. Lenin koca evde
en küçük odayı yatr;nak ve çalışmak için kendine ayırmış: Küçük bir karyola, baş ucwıda
küçük bir
masa, bir kaç iskemle, masanın üstünde son okuduğu ve çalıştığı kitaplar.. Karısı ve kızkardeşi ile yemek yediği oda. Lenin bu köşke işçileri
davet
eder, günlerce alıkoyar, onlarla, bahçede dolaşır, konu- şurınuş. İyi havalarda bahçede
dinlendiği sıra, iple çevrilmiş. Orada çekilmiş fotoğrafı da var. Sonra öteki yapıda,
öldüğü odayı görmiye gidiyoruz. Birlikte gezdiğimiz kafile ayrıldıktan sonra bize orada Lenin'in
sesini dinlettiler. Kısık bir sesle, hızlı hızlı konuşuyor. Sesi Atatürk'ün sesine benziyor. Duvarlarda
resimleri, camlı kutularda el yazıları, önemli belgeler. Cenazesini yüzlerce binlerce işçi, Gorkiy köyünden ta Moskova'ya kadar el üstünde
taşımış. Bu olayı
canlandıran büyük bir anıt var bahçede, Lenin işçilerin omuzlarında yatıyor..
Tarihin akışını değiştirmiş büyük bir adamın, son aylarını
geçirdiği, çalıştığı, düşündüğü, dolaştığı, son soluğunu
verdiği bu
ev, bu bahçe, bu odalar gezilirken, geçmişle geleceği birbirine bağladığı birdenbire ve olağanüstü bir hızla dü-
şünülüveren ve yaşanılan anı bu bağ içindeki yerine oturtan derin bir
zaman duygusu içinde, insan gücünün yüceliğine karşı beslenen saygı, büyüleyici bir nitelikle bilincini dolduruyor kişinin.
Tolstoy'un köyü. Bu büyük romancının,
yaşadığı, yarattığı. sonra bir gece yarısı doktorunu uyandırarak
gizlice
arabasına atlayıp kaçtığı evi görmek
heyecan.landırıyor beni. Otomobilimizi aşağıda bırakıp sık ağaçlı yoldan yü- yürüyoruz. Az sonra soylu romancının evi karşımıza çıkıyor.
Tolsoy burayı Kont Bolkonsk'den satın almış,
«Savaş', ve Barış»ın kahramanlarından olan Bolkonski. Şaşırtıcı tir
şey, küçük, iki katlı bir Göztepe köşkü. Evin içinin sadejigi, basitliği daha
da şaşırtıcıdır. Kont Leon Tolstoy'un ^alikanesi deyince karşınıza bir saray,
ya da küçük bir saray çıkacak sanırsınız. Alt katın küçük halünden dar bir
merdiYen çıkıyor yukarı. Önce salon.. Burada iki piyano ve yemek masası var.
Masada Tolstoy'un oturduğu iskemle, baştan 1 ikinci. Oradan içeri,
romancının çalışma odasına geçiyoruz. Masanın üzerinde şamdanlar, açık duran
bir kitap, son okuduğu kitaptır bu, Dostoievski'nin Karamazof- lar'ı. Oradan
da yatak odasına geçiyoruz. Basit bir karyola, yıkanda kabları, duvarda gocuğu,
tüfeği. Kısa boylu, sakallı, sert bakışlı romancı, bir yerden karşımıza
çıkacak sanki. Gene aşağı iniyonız. Doktorunun yattığı oda, onun yanında
misafir Odası. Çehof burada kalmış.. Gorki'nin de belki bir gece bu yatakta
yatmış olduğu tahmin ediliyor. İkisinin, Tolstoy ile Gorki'nin bahçede çekilmiş
bir resimleri var.
- İşte şu ağacın altında çekilmiş,
diyorlar
Resimde Gorki elleriyle kemerini
tutmuş, başını gururla geri atmış. Tolstoy ise, kaşları çatık, delici
bakışlada bakıyor.
İşte orada Alman faşistlerinin rezaletini
dinliyoruz. İkinci Dünya Savaşında buraya kadar geliyorlar, Tolstoy'un evinde
karargah kuruyorlar. Ama çekilmek zorunda kaldıkları giin, bu büyük romancının
evini yakıp yıkınağa kal-
kıyorlar.
Nefretimi yazıyomm aşağıdaki deftere. Sonra Aşarı çıkıyoruz. İşte
Tolstoy'wı arabası, arabalıkta duruyor. Bir gece yarısı bu araba ile kaçmıştı.
Doyulrnaz güzellikteki bahçeden büyük romancının mezarına gidiyoruz. Bu sıra da
yanmuzdan iki köylü geçti. Bunlardan biri çok yaşlı 6di. Uzun boylu bir köylü.
Yanım^da müze müdürü de [var, ben: 1
- Sorabilir miyiz şu yaşlı köylüye,
dedim. 1caba
Tolstoy'u
görmüş mü? J
Seslendiler. Adam durdu, bir az
Gorki'ye beryziyor, ·
uzun bıyıklı, zayıf, ince.
- Bir kez konuştum kendisiyle, diyor.
Yaşar Kemal hemen fotoğrafını çekmek
istiyor. Ama
'
adam eliyle önledi onu:
- Ben önemli bir adam değilim,
çekmeyİn fotoğrafımı^ dedi.
Soma anısını anlattı. Çar polisinden
eziyet görmüş, bir atın arkasına bağlayıp sürüklemişler, sonra da hapse atmışlar.
İçerdeyken bir gün hapishane müdürü, onun da bulunduğu koğuşu teftiş
ediyormuş, önünde durmuş, köylü:
- Ben ayağa kalkmadım, diye anlattı.
Tolstoy başımdan geçenleri duymuş, bir tanıdıkla çağırttı beni hapisten
çıktıktan sonra. Bir akşam gittik.
Önce aşağı katta oturmuşlar. Yemek
zamanı, Kontes Tolstoy, «Yemeğe gelsinler» diye haber yollamış, çıkmışlar
yukarı, sofraya oturmuşlar, Tolstoy daha ortalıkta yokmuş, yandaki odadan
girmiş içeri, köylünün ta burnunun ucuna kadar sokulmuş.
- Bakışları sanki delip geçiyordu,
diyor. Sakalları .değdi göğsüme. Kısa boylu bir ihtiyardı. Bana, «Kusura bak-
ma, seni hemen tanıyamadım, görüşmeyeli çok oldu her halde» dedi. «Hayır dedim, ilk görüyorsunuz beni». Sonra oturduk, başımdan
geçenleri dinledi yemekte. «Hapishane müdürüne ayağa kalksaydın keşke, o da bir insandır» dedi.
Teşekkür edip ayrılıyoruz
köylüden. Edebiyat fakültesini bitirmiş, Tolstoy üzerine çalışmış olan genç müze müdürü:
- Konuşmalar tam Tolstoy'un konuşmaları, onun uslı1bu, dedi.
Az sonra Tolstoy'un mezarındayız.
Ağaçların arasında küçük bir tümsek. Üstü yemyeşiL Buraya çiçek getirmek yasaktır. ((Yasak olmasa, her gün yığınla
insanın getirdiği çiçeklerden mezar kaybolup giderdi» diyor müze müdürü.
Öğle yemeğimizi aşağıda, küçük şirin bir lokantada yedikten
sonra, kırlar, bağlar, bahçeler, kolbozlar arasından, karakteristik Rus köylü evlerinin arasından
geçerek geri
dönüyoruz. Bu evlerin hepsinde pencereler oymalı ve renkli. Tula'dan geçiyoruz.
Gogol'ün hikayelerinden
bilirim bu adı. Küçük bir kasaba iken büyük bir şehir olmuş.
Moskova'yı bir hafta için
bırakacağız; Azerbaycan'a ve Özbekistan'a gideceğiz, sonra gene geleceğiz buraya. Moskova üstüne söyliyeceklerimi o zaman tamamlayacağım.
AZERBAYCAN
Biz Moskova'da iken Aziz Nesin Leningrad'a gitmişti; Ekber Babayef'le üç kişi uçağa binip Baku'nun yolunu tutuyoruz. Aziz Nesin'le orada buluşacağız. Babayef Bakulu. Sovyetler Birliği'nde sık
sık bir
Babayef'le karşılaştık, ta- ruştık. İşte Baku hava alanında bizi karşılayanlardan
biri de
gene Babayef, ozan Adil BabayeL Sonra Moskova'daki Asya - Afrika yazarları
toplantısında taruşacağımız Ker Ba- bayef.
İki yıl önce, ben Türk
Edebiyatçılar Birliği başkaru iken, Azerbaycan Yazarları
Birliği başkanı Mehdi Hüseyin İstanbul'a gelmişti. Bizim Birlik'te aramış beni, sonra Konsolosluktaki bir kokteyl partide buluşup
konuşmuştuk. Daha Odesa'dan başlayarak bana:
- Biliyor musunuz Mehdi Hüseyin öldü, dediler. Dostunuz Mehdi Hüseyin.
Taruşıklığımızı Türkiye yolculuğu
üstüne yazdığı kitaptan biliyorlar. Moskova'ya indik, orada da aynı sözler. Baku'ya giderken uçakta bizim Babayef:
- Baku'da Mehdi Hüseyin'in eşini
ziyarete
gideriz, diyor.
Vakitsiz ölen Mehdi Hüseyin ikinci kez, Podgorni ile
gene gelmiş yurdumuza, dönerken bir elbiselik kumaş alınış buradan, diktirmiş onu Baku'da, bir sabah eşine:
- Yeni elbisemi giyeyim, demiş.
Ama vazgeçmiş sonra, işte o gün ölüvermiş
biçare. Eşini, kızını, oğlunu, dostlarını keder içinde bırakmış. Çok sevilen bir yazar olduğunu orada yakından
gördüm.
Moskova'da bıraktığımız Resul Rıza da bana:
- Baku'da bizim eve gidin, karım da, oğlum da yazardırlar,
tanışırsınız, ben geleceğinizi yazdım, demişti.
Böylece, dost ve kardeş
Azerbaycan'ın başkentinde yakınlarımız, bizi tanıyanlar, bekliyenler bulunduğunu
düşünmek yolculuğumuza daha da içtenlik
katıyor.
Üç saat süren uçak
yolculuğundan sonra Baku hava alanına indik. Otomobiliere atlayıp şehrin yolunu tuttuk. Az sonra
petrol kuyuları başladı. Bu göriinüyü size nasıl anlatsam?
Göz alabildiğine bir düzlük düşünün,
bu düzlük üzerinde hiç ağaç yoktur, yalnız ve yalnız kuyular, madeni kuyu
kuleleri, kuyular, kuyular, kuyulardan bir orman ... Yakınlarından geçtiğimiz
kuyulara bakıyoruz, bir tek insan göremiyoruz, hepsi de kendi kendine işliyor.
Bırakılmış bir şehir sanki. Aziz Nesin'in dediği gibi ürküntü veriyor insana.
Sov- yetler Birliği'nin daha bir çok yerinde petrol vardır, ama yeni
bulunanları da katın, Baku petrolünün niteliğine hiç biri ulaşamıyormuş.
Geniş asfalt caddeleriyle şehir
başlıyor. Büyük yapılar, ağaçlıklı yollar, alanlar, alanlarda yonutlar...
Geneeli Niza- mi'nin yonutu, Fuzuli'nin yonutu, Azerbaycan'ın tanınmış ozanı,
bir kaç yıl önce ölmüş olan Samed Vurgun'un yo- nutu. Sonra ta ilerde, tepede,
Baku koyuna bakan Kirof'un yomıtu. Leningrad komiseri iken öldürülen Kirof,
burada
kalmış, çalışmış, Bakuluların sevgisini kazanmıştır.
Doğruca Inturist
Oteline gidiyoruz.
Nazım Hikmet Baku'yu İstanbul'a
benzetirrniş, ben daha çok İzmir'e benzettim. Oraya varıp da Babr-ı Hazar şiirini
anımsamamak olur mu?
Uçsuz bucahrz tuzlu bir sudur Hazar
Baku'nun eski günlerini bilenlerden ogreniyoruz ki,
şehir tanmınıyacak kadar değişmiştir. Kıyı bo^nca, ^l^ metrelerce uzanan
bir park yapmışlar; bu parkta gazinolar, kahveler, plajlar, fıskiyeli havuzlar
var. Burası özellikle akşam üstleri ve geceleri çok kalabalık oluyor. Parkı
çevreli- yen büyük caddede troleybiis işliyor. Bizim otel de bu caddenin
üstünde. Odaının balkonu caddeye, parka ve Hazar'a bakıyor. Bir oturma ve
çalışma odam, bir de yatak odam var. Eanyoda her an sıcak su bulabiliyorum.
Üçüncü katta- ^ lokanta salonu büyüktür, pencereleri denhe bakıyor. Akşam
yemeği için salona çıkıyoruz, salonda uzun bir turist masası vai:, Afrikalılar,
Asyalılar, Avrupalılar yanyana... Sonra caz... ve dans edenler. Biz, romancı
Gılman Musa ile oturuyoruz, ötekiler Aziz'i karşılamağa gittiler.
Votkalarımızla ikra ( havyar) geliyor. Gılman Musa'nın romanlarından başka,
senaryoları ve oyunları da var; yazılarından bizim para ile dörtyüzbin lira
kadar kazanmış. Yaşar Kemal'e
-Ben sizi milyoner sanırdım, dedi.
O zaman Mehdi Hüseyin'in İstanbulda
bana söyledikleri aklıma geliyor, Azerbaycanlı yazarların listesini çıkarmış,
tek tek adlarını okuyarak:
- Bunun otomobili v:ıaar, bunun
otomobili vaaar... diye saymıştı.
Azerbaycanlılar bizim gibi kısa «var» demezler, biraz
uzatarak «Vaar·^ derler. Rahat anlaşıyoruz. Hele birkaç gün oturduktan sonra, Azer lehçesindeki bizimkine uymayan ufak
tefek değişiklikleri de kavradık, hiç bir güçlük kalmadı
aramızda. Onlar indik demezler, düştük derler. Sözgelişi, bir Bakulu, «Şimdi size gelirken otobüsten
düştüm.» derse,
sakın «Geçmiş olsun, bir yerinize birşey oldu mu?» demeyin! «Danışmak»
konuşmak, söylemek demektir: «Yahşı danışırsan» güzel söylüyorsun, <^Düz
danışırsan» doğru söylüyorsun anlamındadır <^Beli» evet demek. «Görkemli»
ünlü, meşhur anlamına gelir.
Daha biz sofradayken Aziz de geldi. Yanında Svetlana var, Orhan Kemal üstüne doktora tezi hazırlamaktadır
Svetlana.
Bakulular:
- Kaç ay kalacaksıruz? diye soruyorlar.
Birkaç gün için geldiğimizi, buradan Taşkent'e, Semer- kant'a gideceğimizi
söylüyoruz. Üzüldükleri belli oluyor. Gıl- man Musa, düşünceli, vakur bir adam. Daha ilk akşamdan edebiyat tartışmasına girdik. içtenliğini,
dostluğunu hep anacağım. Sevimli genç ozan Adil Babayef de öyle, Türkiyeli
meslekdaşları ile tanıştığı, danıştığı için sevinçli; ilk şiirini Samed Vurgun ·a okumuş,
beğendirmiş, ondan sonra kitapları çıkınağa başlamış... Yeni akımın temsilcilerinden. Azerbaycan
şiirinde yeni akımı, özgür koşuktan yana olanlar temsil ediyor. Bir de eski ozanlar,
aruzcular varmış. Aralarında bir çekişme olduğu anlaşılıyor. Bana da soruyorlar, «Özgür koşuk mu, yoksa aruz mu?» diye.
Yeni akımın sürükleyicisi, görkemli ozan Resul Rıza'dır.
Ertesi gün Bilimler Akademisini
ziyaret ettik. Azerbaycan'ın eğitim öğretim alanındaki başarılarını ne denli övsem azdır. Bir kez bütün Sovyetler Birliğinde
olduğu gibi,
sekiz yıllık zorunlu ilk okulu okumayan yok. Ama asıl önemlisi ondan sonra başlıyor. Sekiz yıllık ilkokulu bitiren gençler için
bütün öğretim dalları açıktır, hiç bir çocuk şu ya da bu yüzden
okuyamadığını söyliyecek durumda değildir, ona istediği öğrenimi yapması için bütün
kolaylıklar gösterilmiştir. Özellikle teknik öğretim. gözdedir. Bilimler Akademisi
ile (ondan sonra ziyaret ettiğimiz) Üniversite, birbirlerini destekliyerek,
işbirliği yaparak çalışmaktadırlar. Liseyi bitirenler başka büyük şehirlere, bu
arada en çok Moskova'ya yüksek öğrenim için gidiyorlar; üniversiteyi bitirenler
de doktora yapmak için. Öğrenimlerini Moskova'da yapmış bir çok bilim
adamları, öğretmenleri var. Kızlar, erkeklerle yarış halindedirler.
Akademideki toplantıda tanıdığım, sonra bir kaç kez daha buluşup konuştuğum
Azerbaycanlı toplumbilimci iktisatçı genç hanım Esmeralda, bilgisi ve
gözlemleri ile bende çok olumlu bir izie- nim bıraktı; dünyanın her .yeri için
seviyeli bir bilgindi. Türkiye'nin sosyal - politik durumu üstüne inceleme
kitapları var. Türkiye'deki düşün akımlarını bütün ayrıntıları ile izlemiş,
izlemekte.
Akademideki toplantıda, dilimizi
özleştirme akımımız üstüne sorular sordular bize. Biz de gerekli karşılıkları
verdik, kısaca. Azerbaycanlı bilim adamları, yazarlar, ama özellikle yaşlıca
olanlar, bizim Türkçecilik akımını tutmuyorlar. Burada size önemli bulduğum
bir tartışmayı açaca-
ğım. Bizde dili özleştirme
akımına karşı başlıca iki yerıne vardır: 1) Özleştirmecilik dilde ırkçılıktır, 2) Özleştirmeciler Moskova'dan emir alıyorlar. Bu iki yerginin de temelsiz olduğunu işte ispat ediyorum:
Azerbaycan'da da, Özbekistan'da da bizim dil akımımızı tutmuyorlar. Demek ırkçılık
yakıştırmaları tümden uydurma. Moskova'nın emrine gelince, Moskova'nın
Türkçecilik akımına
böylesine bir düşkünlüğü olsaydı, bizden önce Azerbaycan'da, Özbekistan'da
uygulatmağa kalkardı bunu. Bilimler Akademisindeki sayın bilginler,
- Dile müdahale edilmez, diyorlar, dil
kendi kendine değiştiği kadar değişir, yavaş yavaş...
Bu kanılarına destek olarak da, halkın anladığı
bir dili değiştirmenin
yanlış olduğunu ileri sürüyorlar. Oysa Azer dilinde farsça
sözcükler çokçadır, böyle olduğu için de eski ozanlarının yazdıklarını Azerbaycan halkının kolayca anladığı
iddiası bizi
pek kandırmıyor. Soruyoruz.
- Anlar, diyorlar.
Bunun üzerine Fuzuli'den beyitler
okuyoruz, «Bunu ve benzerlerini kolayca anlar mı Azerbaycan halkı?» diye soruyoruz. «Anlamaz elbet» anlamına
gülümsüyorlar o vakit. Aziz Nesin:
- Sizde de bizim gibi düşünenler
çıksa? diye
50rdu, Azerbaycan dilini özleştirmeye kalkanl::ır çıksa?
Bir bilgin ( sanırım bir tarihçi idi ) :
- Olamaz böyle şey, dedi, çıkamaz.
Kendi adına söyledi her halde, olur a, istemez
ist^ mez.
Şimdi ben buna dayanarak, bizdeki
özleştirme düşmanlan komünist sayınağa kalksam doğru olur mu?
Oradan, daha tamamlanmamış olan büyük
üniversite sitesine gittik. Profesörlerle, doçentler bizi bekliyorlarmış,
onlarla
oturup konuştuk. Notlarına bakarak bize Türk edebiyatı üstüne sorular sordular, bilgi
istediler.
Yazarlar Birliğindeki toplantı müsamere salonunda oldu. Biz üç kişi ve Azerbaycan Yazarlar Birliği
Başkanı, eski
cumhur başkanı Mirza İbrahim, Ekber Babayef, Svetlana sahneye çıktık, oradaki iskemlelere
oturduk. Aşağıda seyirci durumunda da yüzlerce Bakulu yazar. Çok hoş sohbet bir kişi olan Mirza İbrahim, bizi tanıttı
arkadaşlarına, sonra da!
- SoracaklarıniZ varsa sorun! dedi.
Orada da dil tartışması açıldı. Bu tartışmayı Mirza İbrahim tatlıya
bağladı, Akademide
de bizimle birlikte olduğu için aynı lafların bir daha söylenmesinden
hoşlanmamıştı her halde.
- Arkadaşlar, dedi, Türk
yazarlarının kendi işleridir bu, anlattıklarına göre başanya da ermişler, bunu tartışmak bize düşmez... Edebiyat üzerinde duralım
biz.
Bunun üzerine edebiyat konuları ele alındı. Türk
Edebiyatçılar Birliğinin çalışmaları üstüne bilgi istediler, bu soruyu ben cevaplandırdım.
Sovyetler Birliğinde Yazarlar Birlikleri, bir çeşit devlet kurumlarıdır ve çok
güçlüdürler. Kitaplar, dergiler bastırmak bu birliklerin işidir; yazarların çalışmaları,
yaratmaları, yaşamaları, bu biriikiere üye olmakla yürür.
- Bizim Edebiyatçılar Birliği, yazarlanmıza bir biz-
mette bulunacak durumda değildir, dedim. Tersine olarak bir takım
yazarlarımız karşılık beklemeden çalışırlar Birlik'- te. Küçücük bir odamız var. Her yıl bir yıllık
çıkarırız zar zor. Bir takım toplumsal konularda edebiyatçılarımızın
sesini duyurmağa
çalışırız .. O kadar.
Bunun üzerine yaşlıca bir üye:
- Duyuyoruz ki, dedi, Abdülhak Hamid artık sevilmiyor, okunmuyormuş Türkiye'de:. Büyük
şairinize karşı bu haksızlığı nasıl reva görürsünüz?
Ben:
- Bizim Abdülhak Hamid için ayrıca bir kötülüğümüz
olmadı, dedim.
Abdülhak Hamid artık okunnıuyor, sevilmi- yar, sanırım iyi bir şair olmadığı
anlaşıldı da ondan...
Soruyu soran:
- Biz öyle düşünmüyoruz, diye bağırdı
aşağıdan.
Baku'daki edebiyat cepheleri böylece yavaş
yavaş ortaya çıkıyordu.
Abdülhak Hamid'i
savunanlar, Orhan Seyfi ile Yusuf Ziya'yı da sordular. Anladım ki onlardan sonraki Türk edebiyatı
üstüne bir
takım Azerbaycanlı yazarların bilgileri azdır. Özbekistan'da da benzeri durumla karşılaştık. Birinci Dünya
Savaşından sonra Baku'ya, Taşkent'e, İstanbul'dan bir takım
öğretmenler gidiyor; bunlar orada Türk edebiyatı okutuyorlar. Ondan sonra bu
iki ülke ile Türkiye'nin ilişkileri azala azala nerdeyse hiçe iniyor. Biz de onları tanımağa
boş vermişiz. Böylece aramızdaki kültür alış verişi, geçmişteki kültür
alışverişinden öteye gitmiyor.
Ama genç azanlar, genç düşün erieri ve edebiyatçıları ile de konuştum. Bunlardan kimi, Yazarlar Birliğindeki
toplantıda da bulunmuştu. Bize, «Eskilerimiz böyledir işte^
dediler, «Aiıştıklarından,
bildiklerinden
vaz geçmezler. Ama
biz onlar gibi düşünmüyoruz, yeni kuşaklar
onların izinden
gitmiyorlar, bu yüzden de aramızda bir savaşım var.»
Resul Rıza'nın evinde en gençleri ile tanıştım. Yazarlar Birliğindeki
toplantıdan çıktıktan sonra, Resul Rıza'nın ^i Bayan Nigar ve oğlu Anar,
bizi evlerine çağırdılar. Adil Ba- bayef de yanımızda. İkindi vakti idi. Resul
Rıza'nın evine gittik. Bir apartmanın ikinci katında büyük bir daire, iki ^-
yük salonu var, salonlardan birinde bir piyano duruyor. ^" varlarda
modern Azerbaycanlı ressamların resimleri var. Bunlar en yeni anlayışlarla
yapılmış, dünyanın neresinde gösterilitse gösterilsin beğenilecek modern
yapıtlardı. Nigar hanım masaya buyur etti, masamız yemeklerle, içkilerle d<r
luverdi. Oysa biz akşama Mirza İbrahim'in yemeğine gideceğiz. Oralarda akşam
vemeği erken yenir. Aman zaman, din" lemiyorlar. Biz de bu yüzden Mirza
İbrahim'in sofrasındaki o güzel yemeklerden ancak birer lokma tatmak
talihsizliğine uğrayacağız. Anar yabancı dil biliyor, kültürlü, akıllı bit
genç,
— Sizinle tanışmak İstiyen
arkadaşlarım gelecek, rica ederim erken kalkmayın, dedi.
İki genç ozan, bir müzisyen, bir
eleştirmed geldi. Müzisyen olan genç, ünlü besteci Kara Karayef'in öğrencisi.
Şostakoviç ve Haçaturyan ile birlikte üç büyük Sovyet bestecisinden biri olan
Kara Kayef'in adını epeydir duyuyordum, eserlerini dinliyememiştim ama
verdikleri bilgilere dayanarak söyliyeyim, Kara Karayef modern bir Azerbaycan
kompozi- türüdür, halk temalarını işlemektedir, öyle ki ^erbaycan M- k ı, modern
bir yöntemle çalıştığı halde onun yapıtiarına ku- £i bir yadırgama
duymuyor, giderek onun bestelermden parça
lar bile mırıldanıyor. Bu knim için
gerçekten ilginç bir k^ nuydu, çünkü bizim de en önemli sorunlarımızdan
biri müzik sorunuyordu. Kara Karayefin başarısının sırrını çok merak ediyordum.
Kendisi ile Baku'da taruşacağımızı ummuştum, olmadı, ondan bir iki plak
getirdim. Burada şunu da ekliye- yim, Azerbaycan müziği, türkülerdedir sadece,
bizim alaturka çeşidi bir müzikleri yok onların. Bu bakımdan Kara Ka- rayef'in
işi bizim durumumuza göre daha az güç olmuştur diyeceğim. Bizde ise,
türküler unutturulup alaturka güclen- dikçe bir Kara Karayef yetiştirmemiz,
daha doğrusu, batı tekniği ile çalışan kompozitöderimizin halka mal olmaları
olanağı belki de zayıflıyor. Sevinerek gördüm ki, Azerbaycanlılar Kara
Karayef'i benimsemişler, övünüyorlar onunla. «Biz batı müziği taklidi şeyler
sevmeyiz» diyenlere rastlamadım orada.
Resul Rıza'nın evinde, gerçek bir
sanat ve edebiyat çevresi içinde bulunduğumuzu anlıyorduk. Seviyeli bir
gençlik çevresi idi bu. Genç ozanların okudukları şiirler çok hoşumuza gitti.
Adil Babayef de orada en yeni
şiirlerini okudu, bize yeniden tanıttı kendini. Müzisyen olan genç, kendi
bestelerinden bir iki parça çaldı, Kara Karayef'in yolunda. Ben de
şiirlerimden okudum. Şiir, edebiyat konuları üzerinde konuştuk. Bizden
Türkiye'deki sanat hayatı üstüne bilgi istediler, özellikle tiyatrolarımız
üzerinde çok durdular, oynanan yeni piyesleri, çeviri piyesleri sordular.
Akşam Mirza İbrahim'in, inturist
Otelinin yukarı katında bizim için verdiği yemeğe gittik. On, onbeş
kişi kadar-
dık. Aramızda iki hanım var, biri Nigar Resul Rıza, öteki Moskova'da Türk dil ve edebiyatı
ö^rencisi Svetlana. Svetla- na'nın gürcü olduğunu öğrenince, Yazarlar Birliği Başkanı
Mirza İbrahim,
başından geçen bir olayı anlattı. Ünlü Gürcü ozanı Leonidze'nin doğum gününü kutlamak için, Gürcüs-
ıan başkenti Tiflis'te bir toplantı düzenlenmiş, Sovyetler Bir- liği'nin her yanından temsilciler ve bu arada
Azerbaycan'dan da Mirza İbrahim davetli. istasyonda Mirza İbrahim'i, arkadaşları
ile
birlikte Leonidze karşılamış hemen orada bir sofraya oturmuşlar,
başlamışlar yemeğe ve güzel Gürcü şarabı içmeye. Mirza:
- E... Biz Azerbaycanlıyız, çaysız duramayız, diye devam ediyor.
Eğilmiş Leonidze'nin kulağına:
- Leonidze çay yok mu çay? demiş.
Leonidze:
- Çay mı? Geliyor, hiç merak etme sen, diye cevap vermiş.
Oradan kalkmışlar, bilmem ne bağiarına
gitmişler, yeni bir sofra, gene yiyip içmişler. Bir ara Mirza İbrahim, Leonid- ze'nin kulağına
eğilmiş.
- Leonidze çay yok mu çay? diye sormuş: Leonidze:
- Çay mı? demiş hiç merak etme sen, şimdi gelir.
Oradan da bilmem kaç saat sonra, bilmem kimi karşılamak üzere gene istasyona gidilmiş. istasyonda gene sofra, etler, tulumlar içinde güzel
Gürcü çarabı... Gece yarısına doğru, artık çaysızlıktan bunalan Mirza İbrahim
yavaşça:
- Leodnize, çay hani?
Diye soracak olmuş, o zaman Leonidze elini
beline koy-
muş (Uzun boylu bir adamdı diyor Mirza) sert sert demiş ki:
- Bana bak Mirza, Gürcistan'a mı geldin. Çayhaneye mi?
BİR SOVHOZ
Bir gün de Baku'dan epey uzakta bir
Sovhoz'u görmiye gittik. İki otomobilde :ıltı kişiydik. Öğleye doğru vardık Sov- hoz'un m@:rkezine. Azerbaycanlı
genç Sovhoz
müdürü bizi karşıladı, çaylarımızı içerken Sovhoz'un çalışması ve durumu ile ilgili
konular üzerinde konuştuk, bilgi aldık Genç müdürün bende bıraktığı izlenimi söyliyeyim
önce: Ciddi,
bilgili, sorularımıza en doğru karşılıkları vermek için kafasını yoran, güvenilir,
çalışkan bir
genç. Bir Sovhoz'un ne olduğunu ilk orada gördüm. Bu çiftliklerde bizim köy dediğimiz
topluluğu aramak boşunadır. Binlerce işçi çalışır içlerinde ve elbet oturma merkezlerinde bütün uygarlık
ihtiyaçlarını doyuracak kurumlar kurulmuştur. Bunların en başında çocuk yuvaları gelir. Sovyet köylüsü, daha doğru deyimi ile Sovhoz ile Kol-
hoz i^çisi, erkek kadın, evli ise gözü arkada kalmadan çalışma yerine gider, çocuğuna kendisinden daha iyi, çok daha iyi bakılacağını bilir çünkü. Sovyetler Birliğinde
kökünden çözülmüş, her yerde çözülmüş davalardan biridir çocuk davası; bunun gibi eğitim, sağlık
işleri de kökünden
çözülmüştür. Orada bir köylü, bir memur, bir işçi, çocuklarının bakımından, eğitiminden, sağlığından, kendi sağlığından ve geleceğinden
şu kadar kuşku duymaz.
Baku'da Kirpi adındaki mizah dergisinin yayınevine gitmiştik,
orada
<<Bizim en yaşlımız)> diye tanıttıkları bir ya· zar:
- Biz kendimizi Fransa ile İngiltere ile ölçüyoruz, diye övündüydü.
Gelelim sovhozlara, Kolhozlara...
Sovyetler Birliği'nde tarım bugün tamamiyle kollektif- leştirilmiştir.
Daha 19 3
7 yılında kollektif işletmeler, tarım işletmelerinin yüzde 94,2'sini meydana getiriyor
ve işlenen toprakların yüzde 99'unu kaplıyordu.
Köylü, artık bir emekçi olmuştur. Büyük işletmelerin bir emekçisi durumuna geçen köylüler
ya
kalhaz'larda, ya da savhaz'larda çalışır.
Kolhozlnr, büyük kollektif çiftliklerdir.
Kolhozların, Sovyetler Birliği'nin genel planına uygun olarak, ne üretecekleri, bu üretimin yıllık
miktarı önceden belirlenmiştir. Yıl sonunda, önceden ilan edilen fiyatlar üzerinden
ürünler Devlete satılıp vergiler ödendikten sonra, kolhozun seçimle gelen yöneticileri elde edilen karı işletmenin
fonu,
sosyal masraflar (okullar, dispanserler, sosyal sigortalar,
emeklilik aylıkları, vb. ) ve bireysel ücretler
arasında bölüştürürler. Ücretler, işin kalitesine göre değişir. Bu gelir, kolhozcunun tek geliri değildir.
Ayrıca, sahibi
olduğu bir bahçe, kümes hayvanları, bir inek vb. de vardır; kolhozcu, ailesinin ihtiyaçlarını
karşıladıktan sonra, bahçesinin fazla ürünlerini, meyva- larını, kümes
hayvanlarım, dilerse devlete satar, dilerse doğrudan doğruya tüketicilere.
Kolbozlarda toprağın ve araçların
kollektifleştirilmiş olması köylülere, üretim bakımından, büyük imkanlar sağlar; çünkü
hiç bir köylü, kendi gücüyle, bu teknik araçlara sahip olamazdı.
İşletmelerin büyük oluşu da, iş bölümüne ve ihtisaslaşmaya imkan vermiştir.
Makineleşme, aynı zamanda, sanayi için gerekli olan işgücünün serbest kalmasını da mümkün
kılmaktadır.
Sovhozlar, Devlet çiftlikleridir.
Başlangıçta, şehirlerdeki kıtlıkla savaşmak için kurulmuşlardı; doğrudan doğruya ve tamamiyle şehirlerin
tüketimi için üretimde bulunuyorlardı. Giderek pilot-çiftlik durumuna gelmişlerdir. Modern malzemenin kul anılmasını sovhozlar öğretti; bunun için çoğu zaman makine ve traktör
istasyonlarıyla işbirliği yaptılar. Modern malzemeleri köylü kooperatiflerine kiralıyorlar ve köyler için bir teknik merkez ödevi
görüyorlardı.
Sovhozlar, üretim araçlarının Devlet mülkiyetinde olması
ilkesine göre
kurulmuşlardır; bu ilke, sovhozları kol- hoziardan ayırd eder. Çünkü kolbozlarda üretim araçları
Devlet mülkiyetinde
değil kooperatifierin
mülkiyetindedir.
Sovhov ve Kolhoz, köylünün
yaşamasının garantisidir. Onsuz bir köylü karaya vurmuş balık durumuna düşer. Öylesine bir birlik ve bağlantı
sağlamıştır bu kurumlar. Bunu niçin yazıyorum? Hitler, Sovyetler Birliğinde her girdiği yerde toprakları köylülere dağıtaeağını vaad etmiş ... Fakat sonucun şaşırtıcılığına bakın, her yerde, o yaktığı,
yıktığı Kol-
hozları, Sovhozları yeniden kurmak zorunda kalmış, başka türlü başlatamamış
üretime. Demek
ki Sovyet tarım İşçisini, Kolhozdan, Sovhozdan ayrı
düşünebilmek olacak işlerden değildir.
Gittiğimiz Sovhozun meyve bahçesi,
hayvancılık bölü- lü, pamuk tarlası vardı. Biz bunlardan ancak meyve bahçeleri ile, hayvancılık
bölümünü gezebildik.
Bu arada müdürden sadece bu Sovhoz üzerine değil, genel olarak Sovyetler Birliğindeki
tarım çalışmaları üstüne bilgi aldık. Üretimin arttırılması için neler yapıldığını, kimi dalda üretim
artmıyorsa bunun nedenini, az verimli toprağa düşmüş Sovhoz ve Kol- bozlar arasındaki
ayrımları sorduk. Müdürün verdiği cevap-
lar arasında ilginç olanlar şunlardır:
Toprağının verimsizliğinden ötürü yeterince üretim yaparnıyan Sovhozların açığı, iyi topraklara düşmüş ve üretim sınırını
aşmış Savhazların fazlası ile kapatılıyormuş kimi yerde. Bu ve planda öngörülen
üretim miktarını aşan bir Savhazdan bir dahaki yıl o üstün miktar üzerinden
üretim beklenmesi,
kimi yerde Sovhozların ucu ucuna plandaki miktarlarda kalmalan sonucunu
doAuru- yormuş.
Ama genel olarak durum şudur ki, bir köylü, Sovhozu- nun ya da
Kolhazunun zenginleşmesi ile kendisinin de zenginleşeceğini
bilmektedir.
Bunu bütün Sovyetler ülkesi için genel bir kural olarak alabilirsiniz. Orada herkes çalışması
ölçüsünde kazançtan pay alır ve herkesin çalışması arttıkça, herkesin durumunun daha iyi
olacağını bilir. Çalışma dışında bir «iş çevirme^ ile zengin olma ihtimali hiç kimse için yoktur.
Pionier ve komsomol örgütlerinden
geçip uzmanlık öğretimini de bitirdikten sonra parti üyeliğine kabul edilmiş olan enerjik Savhaz müdürünü, daha büyük
görevlerin beklediğini söyliyebilirim. Sovyetler Birliğinin geleceği böyle yüzlerce,
yetişmiş, denenmiş uzmanlana eline bırakılacaktır. Sovhozun konuklar evinde güzel öğle
yemeğimizi yedikten sonra, Sovhozculara başarılar dileyerek veda ettik ve Baku'nun yolunu tuttuk.
<<DON SAKİN AKlYOR»
Baku'da bize «Don sakin akıyor» adlı Rus filmini gösterdiler, özel olarak. Şolohof'un bu addaki ünlü romanından
alınmış olan
film üç bölümdü, altı saat kadar sürdü. İlk iki bölüm ruscaydı,
Bakulu ve
Moskova'dan gelen arkadaşlar,
konuşmaların en önemli yerlerini Türkçeye
çeviriyoelardı kulağımızın dibinde; üçüncü bölüm Azerce dublajdı, o bölüm
başlayınca arkadaşlarımız çeviri işini bıraktılar artık, anlarız diye. Ama bizde bir şaşkınlık oldu o sıra, dışarda pek güzel
anladığımız, damştığımız Azerceyi yadırgamıştık nedense, anlıyamıyorduk. Filmin dört saattir Rusca konuşan
kişileri, birdenbire <<Yahşi
danışırsan, ama men seni sevmi- rem ki...» diye ağız değiştiriverince afallamıştık.
İnandırıcılığı, başka bir deyişle, büyüsü yitmişti sanki filmin. Baba- yef'e,
-Ne diyorlar bunlar? Anlıyamıyorum, dedim yavaşça.
Babayef:
-Ben de anlıyamıyorum, dedi.
Epey sürdü bu yadırgama... Sonra gene sardı film; romanı titizlikle, bağlılıkla
aktarıyordu. Belki beni onca saat merakla seyrettirmesi bundandı diyebilirim. Reji, oyun ve fotoğraf kusursuzdu bu filmde. O günlerde
İstanbul'da «:Sir askerin türküsü» adlı bir Rus filmi gösteriliyordu,
ben de görmüştüm, arka arkaya gördüğüm bu iki güzel film, pek övgüsünü
duyduğum Rus
sinemacılığına karşı ilgimi büsbütün arttırmıştı. Özbekistan'dan
Moskova'ya
döndüğümüzde, sinema ile ilgili Ruslara bu iki filmden söz ettim, bir az dudak büktüler. Bir bakıma hakları
vardı, her
yandan sağlam, iyi, dokunaklı olan bu filmlerde sinemacılık
san'atı bakımından bir yenilik yoktu. Moskovadaki sinema ilgilileri bundan ötürü dudak büküyorlardı.
Gerçek ünlü Rus sinemacılığının başka filmlerde görülebilcceğini söylediler bize. Bu bakım dan «Savaş ve Barış»ı merak ettim. Benim ayrılıştından bir
hafta sonra başlayacak olan Moskova Film
Festivalinde bu yeni Rus filminin birinci bölümü gösterilecekti. Rus sinemacılarının
bir filmi
sadece sağlamlığı, dokunaklılığı, halka hoş görünmesi ile ölçmeyip, onda sinemacılık
sanatı açısından ilerlemeler aramaları çok yerinde bir sanat anlayışı idi. Bütün sanatlar için de böylesi
doğruydu.
Azerbaycan, gdişen modern endüstrisi
içinde sinemacılığa da yer vermiş ve bu amaçla bir sinema merkezi kurmuştur. Yazık ki orayı gezmeye vakit bulamadık.
Baku'da Mehdi Hüseyin'in evini ziyaret ettik. Bayan
Mehdi Hüseyin bizi, rahmetlinin çalışma odasında kabul etti. Kederler içindeydi.
Eşinin ilk
Türkiye yolculuğu üstüne yazdığı kitabı gösterdi. Mehdi Hüseyin, kendisiyle İstanbul'da olan konuşmamızı, tam bir sadakatle yazmıştı.
Türkiye ve Türk edebiyatı
üstüne ilginç gözlemleri vardı.
Baku'daki dostlarımız, bizim Özbekistan'a gitmek üzere oradan ayrılmamızdan
ötürü üzgündüler. Hava alanında kardeşçe uğurlandık. Bu arada bize, <<Taşkent
çok sıcaktır, dayanamazsınız» dediler. Hafif bir korku aldı içimizi.
Büyük uçaklardan birine binerek yola çıktık. Orta Asya'ya uzanıyoruz
artık.
Baku'da iken eski Azerbaycan üstüne
öğrendiklerimle yeni Azerbaycanda gördükletim arasında bir karşılaştırma
yapmış ve gerçekleştirilen
büyük gelişmeye hayranlık duymuştum. Bu açıdan Özbekistan'ı büsbütün merak ediyordum.
OZBEKISTAN
TAŞKENT
Bir buçuk saat sonra Taşkent üzerine
geldiğimizde, merakımız son sınırını bulmuştu. Aşağıda büyük, modern, yemyeşil bir şehir
uzanıyordu. ( Kent sözcüğünü kullanmıyorum, çünkü bu sözcük Özbek dilinde köy anlamına geliyor) Çok sevimli ve şirin Taşkent hava alanında bizi Öz- bekistanlı yazarlar, ozanlar karşıladılar.
Tanışmalardan sonra otomobilierimize binerek şehrin yolunu tuttuk. Geniş, asfalt, ağaçlıklı caddelerden geçerek şehre girdik. Büyük parklar, tiyatrolar,
operalar, Orta Asyada bir uygarlık merkezine geldiğimizi bize çok iyi anlatıyor.
Doğruca inturist
oteline indik. Otelimiz şehirden biraz uzakça.
Odalarımıza yerleştik, yıkanıp dinlendikten sonra, otelin yemek salonunda hazırlanmış olan akşam sofrasına
oturduk. Soframızın
özelliği çeşitli yaş ve kuru yemişlerle bezeli oluşu idi. On kişi kadarız.
Özbek dilini, Azer dili gibi
kolay anlıyamıyoruz, onlar konuştukça kulağımızı dört açıyoruz, eh o zaman biraz anlar gibi oluyoruz. Onlar
«anlamak» yerine «düşünmek>>
sözcüğünü
kullanıyorlar: sözgelişi «anlarız» demiyorlar
«düşünümüz» diyorlar: «sizin», «bizim»
yerine 'sizgin, bizgin' sözcüklerini kullanıyorlar. Alıştık, ilk sıkıntılardır bunlar, nitekim bir kaç saatçik
geçince biz
de «sizgin biz- gin» diye konuşmaya başladık. Türkçe vurgunu, özleştirmeci Ali Şir Nevai'nin yurdundayız.
Üstelik Taşkent ozan-
larından Şeyhzade de - ki İstanbul ağzı
Türkçe konuşuyor - bize çevirmenlik yapmakta, yardım etmekte. Kendisi Azerbaycanlıdır, çok yıl önce
Taşkent'e göç etmiş. Gülc:r yüzlü, keyif ehli bir adam. Gerçekte,
tanıştığımız bütün Taşkentliler esprili, neşeli, zeki ve ince insanlar.
Yazarlar Birliği Başkanının ilk sorusu, Özbekistan'da kaç ay kalacağımız oldu. Ben Savyeter Birliğine üç hafta için davet edilmişim, ama bir Cumhuriyet'ten başka bir Cumhuriyet'e geçince konukluk yeniden başlıyordu sanki. Yazık ki, bir iki günden çok
kalamıyacağımızı söylemek zorundayız; çünkü Moskova'ya döneceğiz, orada Asya Afrika yazarlar toplantısına katılacağız.
Hoş beşten sonra şiir, edebiyat konuları
açılıyor. Onlar ve biz şiirler okuyoruz. Taşkentli ozanlar, daha çok rubai gibi klasik biçimler
kullanıyorlar şiirlerinde. Bütün Sov- yetler Birliği'nde olduğu gibi, burada da her kadeh
uzun ya da kısa bir söylevden sonra dikiliyor. Azerbaycandaki gibi, burada da yaşlılar, bizim eski ozanlarımızı ve yazarlarımızı
tanıyorlar. Yenilerden Nazım Hikmet'i hilmiyen yok elbet. Burada şiir kitapları
basılmış ve oyunları
yıllarca oynanmıştır Nazım Hikmet'in. Aziz Nesn'in çok kitabı çevrilmiş,
Yaşar Kemal'i
de tanıyorlar. Genç Türk azanlarını tanıtan antolojileri var, bunları ertesi gün kitaplıklarda
gördük.
Yeni Taşkent'i ve Özbekistan'ı anlatmadan önce size, öğrendiklerimden
çıkararak eski Taşkent ve Özbekistan üstüne kısaca bilgi vereyim.
Bugün aşağı yukarı yedi milyonluk bir
ülke olan Özbekistan, devrimden önce yoksulluk, açlık içinde yaşayan,
endüstrisi, okulları, tiyatroları olmayan, elektriksiz, susuz
bir yerdi; ilkel usullerle yetiştirdiği
pamuğu, Çarlık yönetimi yok pahasına alıyordu elinden. Taşkentte bi^ kaç medrese vardı sadece, halk softaların
baskısı altındaydı. Kadınlar kapalı idi, at kılından örülmüş çift kat yaşmak «peçe» örterlerdi. Erkeklerin kılığı şalvara benzer bir ilkel giysiydi. Okur yazar takımı, nüfusun
yüzde üçünü geçmezdi. Evler kerpiçti. Şehirler ve köyler pislik içindeydi.
Kalkınma 1917 den sonra başlıyor. Octobr devrimi, Özbekİstanda
sınıf ayrımlarını ortadan kaldırıyor ve kadına erkekle eşit yaşama
olanağını sağlıyor. Devrim hükumeti, önce bir Orta Asya Cumhuriyeti kuruyor; bu Cumhuriyet'e
Tacik, Türkmen, Kırgız, Kazak ve Özbek halkları alınıyor. Derebeyleri elindeki
topraklar köylülere dağıtılıyor ve okullar, hastahaneler, tiyatrolar, kitaplıklar
yapılmağa başlanıyor. Susuz topraklar, yeni açılan kanallada sulanıyor.
Endüstri kuruluyor.
1924 de, ötekiler gibi, bağımsız bir cumhuriyet olan Özbekistan
endüstride öyesine hızla ilerliyor ki, bugün bir takım endüstri
dallarında - bu arada en önemlisi tekstilde - bütün Sovyetler Birliği'nde birinci duruma geliyor. "Tarımda kollektivizm uygulanıyor,
tarım makineleştiriliyor, savbozlar ve kolbozlar kuruluyor. Artık Özbek köylüsü modern üretime geçiyor
ve zenginleşiyor. Okullar açılıyor, sekiz ve on sınıflık ilk okullar zorunlu öğretim olarak uyp;ulanıyor.
Öyle ki,
bundan on beş, on altı yıl önce bütün Özbekistan'da - birtakım çok
yaşlılar bir
yana - okuma yazma .bilmiyen hlmıyor. Eğitim ve öğretim alanındaki şaşırtıcı gelişme insanı hayran bırakacak
durumdadır. Önce b!r Orta Asya üniversitesi kurulmuş, bu üniversiteye Leningrad'dan, Moskova'dan öğretmenler gelmiş,
ilk
kadrolar bu üniversiteden yetişiyor. Sonra Özbek
Devlet Üniversite'si kurulmuş. Kadrolar yetiştikçt:
başka yüksek ogrenim kurumları, teknik okullar, akademiler, araştırma merkezleri açılmış. 1943 de bütün bu bilim merkezleri birleştirilerek Taşkent Bilimler Akademisi ortaya çıkarılmış. İlk
gelen
kurucu öğretmenler, artık yerlerini Özbek bilim ve sanat adamlarına
bırakarak gidiyorlar. Bugün Taşkentte, öğretmenlik, doktorluk, mühendislik,
mü- zlsyenlik,
.aktörlük, tarih, hukuk, kimya, teknoloji okuyan 40.000 öğrenci var. Bir çok yeni araştırma merkezleri kurulmuştur.
Bunların en ön-:mlileri,
nükleer fizik
ve güneş ışınından endüstride yararlanma merkezleridir. Doğu Bilimleri Enstitüsünde 80.000 eski belge var, bu
belgeler Orta Asyalı ozan ve düşünürlerin yapıtlarıdır. Unutmayalım ki, Özbekistan'ın
şanlı bir
bilim ve sanat geçmişi vardır. İbni Sina, Biruni, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Ali Şir Nevai oralıdır. Uluğ bey Yeni Çağ'ın en büyük rasathanesini ( onbeşinci yüzyıl)
Semerkent'te
açmıştı. Fatih Mehmed astronom ve matematikçi Ali Kuşçu'yu büyük ününden
ötürü İstanbula davet etmişti, Ali Şir Nevai Türk dilinin değerini ilk anlıyanlar- dan biri idi. Ama bu bölge tarih içinde çeşitli istilalara uğradığından
yakılıp yıkılmış ve gelişme için rahat yüzü görmemişti. Çinliler, Mogollar, Acemler ve Araplar
ezip geçmişlerdi orayı. Hele ticaret yolları da yön değiştirince bu bölge büsbütün
sönmeye yüz tutmuştu. O zaman memleket, dar kafalı softaların eline düşmüştü. Uluğ beyin kafasını
vurduranlar bunlardı. Halkı
cahil bırakanlar
bunlardı, derebeyleriydi.
Özbekistan'da araştırma ve inceleme merkezleri genellikle üretime, demek ki köye yardımcı olacak bir yapıdadır. Pamuk enstitüsü,
pamuğun cinsini
iyileştirip üretimi arttırmanın yollarını araştırır; yapı enstitüsü, depremiere
karşı dayanıklı yapı çeşit ve biçimleri
üzerinde incelemeler
yapar. Bunlardan çok iyi sonuçlar alınmıştır. Pamuk üretimi tümden modernleştirilmiştir. Depremlerden korkmuş olan Özbekistan
halkı genel
olarak bir katlı evlerde oturmak yolunu tutmuştu. Oysa bugün Taşkent caddelerini büyük yapılar
süslemektedir. Gerçi yollar boyunda bugün de ufak evler çok var, ama şehre karakterini veren büyük
yapılardır. Bunlar başlangıçta ulusal Özbek yapı u^- lubuna özenilerek kuruluyordu. Taşkent Operası
(Ali Şir Nevai tiyatrosu ) bunun güzel
örneklerinden biridir. Bunların yanında, son zamanlarda yapılmış olan yeni mahalle- terin
mimarisi ise moderndir. Ali Şir Nevai tiyatrosu ve benzeri yapıların
kurulması sırasında, bir zamanlar bizde de olduğu gibi, ulusal biçim kaygusu başa alınmış ve bu amaçla Özbek
zanaatçılar ( duvarcılar, oymacılar, boyacılar, dağramacılar ) seferber edilmiş, batı
tekniği ile
çalışan mimarlar bunlara katılmışlardır. Benim gördüğüm yeni mahalleler ise, tümden modern mimarlık kaygusu ile yapılmışlardı.
Alış veriş için gitiğimiz böyle yeni bir mağazayı gezdim, bu mağaza
Moskova'nın en yeni mağazaları ile yarışacak bir mükemmeliyette idi.
Özbek tiyatrosu, tümden devrimin doğurduğu yeni bir kurumdur. Birinci Dünya
Savaşından önce Özbekistan'da tiyatro yoktu. Softalar tiyatroyu istemiyorlardı,
kadınlara artist olma hakkı tanınmıyordu. Bugün Taşkent'te Ali Şir Nevai tiyatrosundan başka, bir komedi tiyatrosu, bir
dram tiyatrosu, bir kukla tiyatrosu var. Bu tiyatrolarda devrimden sonra yetişmiş o"lan kadın erkek Özbek artistieri başarılı temsiller veriyorlar.
Ama bu dunıma gelmek hiç de kolay olmamıştır.
Baş-
lıca güçlük, Özbek kadının sahneye çıkmasında beliriyordu. Özbek tiyatrosunun kurucusu olan
Hamza Hakimzade, bu güçlükleri yenmek ıçin akla karayı
seçmiştir. Önce Moskova'ya, Leningrad'a, genç tiyatro öğrencileri
yollanıyor. Bunlar Taşkent'e
döndükten sonra da kadın artist sıkıntısı sürüyor ve bu arada Özbek tiyatrosu ilk kurbanını veriyor, sahneye çıkan ilk Özbek kadın
öldürülüyor.
Tiyatro ile birlikte Özbek sineması da kurulmuştur.
Hızla gelişmektedir. Özbek sinemacıları, tiyatrolarda oynanan oyunları, köylünün hayaunı, Özbek
büyüklerinin, yani eski bilim ve sanat adamlarının hayat hikayelerini filme alıyorlar başlangıçta, arkasından da yeni konulara el atmaya başlıyor.
Devrimden önce Özbekisıanda konservatuvar ve orkestra yoktu. Devrimden sonra,
yerli sazları geliştirerek, onların akordlannı ve yapılarını
değiştirerek bunlarla hem bau müziği yapıtları, hem de yerli melodilerden yapılmış
kompozisyonları çalan bir orkestra ve bu alanda sanatçı yetiştiren, araştırmalar yapan bir konservatuvar
kuruluyor. Şimdi yüzlerce öğrencisi varmış bu konservatuvarın.
Elbette Moskova'ya müzik
öğrenimine giden ve orada öğrenimlerini tamamladıktan sonra Taşkent
Konservatuvarında öğretmen olan gençler, Özbek müziğinin gelişmesinde
başlıca rolü oynuyorlar. Bugün operası, balesi, orkestrası ile Taşkent'te ileri bir müzik çevresi
kurulmuş durumdadır.
Taşkent, Çirçik nehri vadisindedir, Çatkal sıra
dağlarına bakar. Bu dağlardan inen ırmaklar vadiyi sular, besler. Taşkent vadisinde pamuk, pirinç, tütün, kenevir, mısır yetişir.
İklim sıcaktır. Üç yüz çeşit endüstri bitkisi yetişir. Sovyetler Birliği'nin en büyük teksil fabrikası
Taşkent'te.
Bu fabrikayı gezdik. Bizi kapıda
fabrikanın mühendis ve müdürlerinden olan genç bir hanım, Kumru Han karşıladı.
Üstünde renkli Taşkent ipek.lisinden bir giysi vardı. Bu renkli Taşkent ipeklisini, Taşkent
sokaklarında bir çok kadının üstünde gördük. Ebem kuşağı renkleri ile göz alan bu ipekli kumaş,
Özbekistanın çeşitli bölgelerinin havasını ve rengini birleştirmiştir
sanki,
onda Harzem kırmızısı ile Se- merkant sarısı ve daha başka sıcak renkler çizgi çizgi yan yana getiriln^iştir.
Kumru
Han ile konuşarak korobinanın ağaçlıklı yoluna girdik. İşte yeni Özbekistan'ın
tipik
bir örneği bu mühendis kız. Bana Türkiye
üstüne sorular soru· yor, kulak kesilmiş anlamaya çalışıyorum.
Ben
konuşmağa başlayınca da:
- Anlıyor musunuz dediklerimi?
diyorum.
- Düşünümüz, diye cevap veriyor.
Üç bölümden kurulu olan fabrikanın sadece bir bölümünü
başından sonuna gezdik. Balyelerden çıkan pamuğun renkli kumaşlar durumuna geldiğini üç
saat
içinde gördük. Fabrikanın yarı işçisi genç kızlardı. Burada Rus kızları da çalışmaktadır.
Taşkent'e gelirken uçakta bu işçi Rus kız. larından
biri
yanımıza oturmuştu. Tatilini geçirmekten dönüyordu. Anası babası Sibirya'da, bir endüstri
şehrinde imişler. On sekiz, on dokuz yaşlarındaki bu Rus kızı, Taş· kent'te hem çalışıyor, hem gece okullarında
öğrenimini ya· pıyordu, mühendis olacak. Derisi yanmıştı, bol bol denize girmiş. Sovyetler Birliği'nin
genişliğini ve kaç çeşit ulusu barındırdığını düşünün, bu insanlar yalnızca kendi ülkelerinde değil, başka cumhuriyetlerde de çalışabilirler.
Taş·
kent'te bu Rus kızını gördüğünüz gibi, Moskovada da Ba- kuluları,
Taşkentlileri görebilirsiniz. Gezdiğimiz fabrikada
erkek Rus işçileri de vardı, işçi
kızların nerdeyse tümii ^- yalı idi.
Özbekistan bir pamuk ülkesidir, bu
alanda bir çok memleketi ve bu arada Amerikayı geride bırakmış durumdadır.
Pamuk araştırma istasyonunun çalışmaları, bu büyük gelişmede. başlıca rolü
oynamıştır. Gezdiğimiz fabrikanın büyüklüğü şaşırtıcı idi. Dört vardiya ile
durmadan çalışıyordu. İşçiler için modern apartmanlar, konutlar yapılmıştı.
Okulları, hastahanesi, kitaplığı, kültür sarayı vardı. Bize orada fabrikanın
dokuduğu kumaşlardan küçük armağanlar ver· diler.
Bizi Baku'da Taşkent'in sıcağından
korkutmuşlardı. Oysa Taşkent korktuğumuz gibi çıkmadı, sıcak olmasına sıcak (
sanırım o gün otuz sekiz derece imiş ) ama sıkıntı duymuyoruz, sadece güneşte
kalmaya gelmiyor. Biz de daha çoğ ağaç altlarında, serin yerlerde dunıyoruz
ge;,o;erken. Taşkentliler de:
-Bu bir şey değil, Semerkant'a gidin
de sıcağı orada görün, diyorlar.
Gideceğiz, göreceğiz bakalım.
Taşkent'in mağazaları, dükkanları,
lokantaları çok zevkle döşenmiştir. Her yerde görüyorsunuz bunu. İncelik ve
sağbeğeni cigara paketlerine kadar sinmiş gibidir. Hele Taşkent seramiği, nefis
bir şey! Koca bir tabak getirdim ta oralardan evime kadar. Taşkentlilerin
kılıkiarı uygar kılıktır, kimi başına «dıbiıi» giyiyor. Bu <<dıbbi»
dedikleri, kadife işlemeli, dilim dilim bir takkedir. Aziz Nesin bir tane alıp
başına geçirmek istedi. Sokaklar, caddeler tertemiz, troleybüs işliyor. Taksi var.
Şehrin aydınlığı göz kamaştı-
rıcıdır. Bu yüzden olacak, ağaca önem
vermişler, ağaç, ağaç, ağaç... Yemyeşil bir şehir.
Yazarlar Birliği'ne gittik, orada Taşkentli yazarlada tanıştık. Bizden Türk
edebiyatının şimdiki durumunu öğrenmek istediler. Yaşar Kemal ile Aziz Nesin, başka başka
yanlarını anlattılar Türk edebiyatının. Ben de onlardan Özbek edebiyatının bugünkü durumunu sordum. Genç bir eleştirmeci,
hazırlıksız olduğu halde, yeni Özbek edebiyatını çok iyi özetledi.
Akşam Taşkent'in meyva bahçelerine
yemeğe davet
edildik. Artık meslekdaşlarımızı tanımış durumdayız. Aramızda bir de siyasetçi var, Özbek Başbakan
yardımcısı. Ağaçların altında biiyük bir sofra kurulmuştu, bu sofrada, meyva bahçesinde
yetiştirdikleri bütün yemişler vardı. Hiç görmediğimiz yemişler yedik şarapla. Sonra ünlü Özbek pilavı
geldi,
etli, babarlı pilav. Meyva bahçesi müdürü, çok dokunaklı sözler söyledi; Türk
Özbek dostluğunun ve kardeşliğinin bu bahçe gibi yemişii olması
dileğinde bulundu. Şeyhzade:
- Sizin şiirlerinizin tümünü basalım burada, Türkiye- nin şiirini Orta Asya kırlarında
çınlatalım, dedi.
Şiirler okundu, fıkralar
anlatıldı; hava kararınağa yüz turunca kalktık, vedalaşıp ayrıldık. Ertesi gün erken erken gene uçakla Scmcrkant'a gideceğiz. Moskova'dan haber gel-' miş, Asya Afrika yazarlar toplantısı
başlamak üzere imiş, bizi h<:kliyorlar.
Gece inturist otelinin bahçesinde oturup çay içtik ve serinledik. Taşkentte geceler serindir. Özbekler de Azerbaycanlılar
gibi çaya düşkün. Beyaz ve koyu olmak üzere iki çeşit çayları var. Çay fincanları kupsuzdur, içine yarıdan
aşağı çay konur ve siz bu fincanı sağ elinizin baş ve orta parmakları
dışardan, işaret parmağınız içerden olmak iize- re üç parmağınızia
kıskaçlayıp ağzınıza götürürsünüz.
O akşam çok neşeliydik, meyva bahçesindeki sofrada anlatılan tatlı
hikayeleri
anıyor, geçirdiğimiz güzel saatleri yeniden yaşıyorduk.
SEMERKANT
Ertesi sabah, Svetlana'yı Taşkent'te bırakarak
uçağa bindik
ve Semerkant'a doğru yola çıktık. Taşkent ile Se- merkant arasında saat başı uçak var. Yolumuz da bir saat
bir şey. Taşkent'in sıcağını gönül boşluğu ile atiatmış durumdayız,
Semerkant'ta
sadece bir gün kalacağız, akşam Taşkent'e döneceğiz. Bir gün de, ne kadar sıcak olursa olsun, geçer elbet diyoruz.
Semerkant hava alanında bizi Semerkant Yazarlar Birliği Başkanı
karşıladı. Artık Özbekçeye alışmışız, çat pat konuşuyoruz. Bir de Rus karı koca var aramızda. Adam ozanmış, karısı
da rehber.
Kadın Türkçe bildiğini söyledi. Böyle deyince ne sanırsınız ilk önce? Bizim bildiğimiz
Türk- çeyi bildiğini, değil mi? Belki akılsızca bir sanı ama insan gene de aldanıyor,
Kadının bildiği Türkçe Özbek Türkçesi. «Men, sizgin, bizgin^ diye başladı
konuşmaya, böylece bizim sevincimiz de yarı kaldı.
Tuhaf değil mi, Semerkant bize serin
geldi. Önce hava alanının oradaki kahvede oturup dinlendik. Yanımızda, bir peykenin üstüne oturmuş,
çay içip konuşan kadınlı erkekli Özbekler... Bizlm köy kahvelerimizi andıran bir görünüş. Sonra oradan kalktık, otomobille şehre
yollandık. İşte sıcağın ne demek clduğunu orada anladık. Otomobil-
de bile bunaltı çöktü üstüınüze. Güzel, şirin
bir
otele gittik. Orada Semerkant kartları bulup memlekete postaladık.
Öğle vakti olmuştu. Otelin lokantasına gittik. Bizim büyük
şehirlerimizdeki büyük lokantalar kadar temiz, zevkli bir yer. Duvarlarda
Semerkantli ressamların resimleri. Güzel ve özel yemekler yedik. Yemekten
sonra odalarımıza çekilerek yattık, dinlendik biraz. Öğleden sora rehber hanım, Yazarlar Birliği
başkanı, hep birden şehri gezmeye çıktık.
Doğrusu sıcak, Semerkant'ın tadını
çıkarınama biraz engel oldu diyebilirim. Nereyi geziyorsak bir an önce gezmeyi bitirip otomobile atıyorduk
kapağı. Orada Aziz fenalık geçirdi nerdeyse, üstünde yün bir gömlek
varmış, o sıkmış. Bir dükkanın önünde durup Aziz'e Semerkant ipeklisinden dizlerine kadar gelen bir gömlek
aldık.
Bu Scmerkant büyüleyici bir şehirdir.
Gördüğümüz, gezdiğimiz yerleri kısaca anlatayım size. Önce Timur'un, eşleri ve çocukları
için yaptırdığı mezarlığa gittik. Mezarlık dedimse bizim mezarlıklar gibi bir yer gelmesin gözünüzün
önüne. Cepheleri mozayikli büyük yapıları ile koca bir mahalleydi burası. Mahalleye uzun ve geniş
hasarnaklı bir merdivenden çıkılıyordu. Her yapının
içinde bir ya da bir kaç mezar vardı. Bu mezarların
tümünün kimlere ait olduğu bilinmiyor. Dörtgen,
beşgen, altıgen yapılar. Pencereleri camsız ve açık elbette. İçederi serin ve yüksek
tavanlı. Mezarlar oymalı, işlemeli, duvarlar da öyle. Burada bir zamanlar büyük bir uygarlık
kurulmuş olduğunu anlıyorsunuz. Yapıların kiminde daha sonraki mimarlık
uslupları kullanılarak eklenmiş hayatlar var. Bunlardaki tahta oymacılık
pek incelmiştir. Bu merdivenlerden Timur'un
aksayarak çıktığını düşünmek kişiye ürpertici bir tarih tadı veriyor.
Oradan gene Timur'un yaptırdığı
yıkık büyük camiye gidiyoruz. Bu cami o kadar büyük tutulmuş ve Timur onun çabuk bitmesi için o kadar sıkı buyruklar vermiş ki, hakanın
buyruğuna karşı duramayan ya da dalkavukluk için onun her dediğine <(Olur efendim yaparız!» diyen mimarlar işi çürük
tutmuşlar, cami yirmi yirmibeş yıl içinde çökmüş.
Üç medrese ise şaşkınlık verici bir şeydi. Bir dörtgen alana bakan bu yapıların içi
dışı mozaik
işlemelidir. Her öğrenciye bir oda verilirmiş burada, zengin olan öğrenciler
uşakları ile
gelirlermiş ökumağa, uşaklar için de, zengin öğrencilerin odalarının altında odalar yapılmış. Efendilerini çalıştırıdarken
onlar da öğrenirler,
yetişirlermiş.
Oradan önce Uluğ bey rasathanesine, sonra da
Timur'un mezarına gittik. Uluğ bey rasathanesi neden sonra
kazı- lada ortaya çıkarılmış. Yerin dibine doğru kuyu gibi uzayan, eğri taş bir kızak var rasathanenin içinde; bu kızaktan, yıldızların hareketlerini ölçen bir makine inip çıkarmış. Yıl, Fatih'in İstanbul'u
aldığı yıllar. Uluğ beyin bu bilimsel çalışmalarını çekemiyen softalar ona bir komplo hazırlamışlar,
oğlunu da
elde ederek Uluğ beyi öldürmüşler. Ondan sonra buradaki bilim merkezi sönmüş.
Özbekler, Uluğ beyin mezarını
açmışlar, onun kemiklerini incelemişler ve zavallı adamın başı vurularak öldürol- düğünü
ense kemiklerinin kırık olmasından anlamışlar. fo- ne bunun gibi, Timur'un da
mezarı açrlmış ve aksak olduğu, bir ayağının kısalığından anlaşılmıştır.
Timur'un türbesi bir gökçe yapıttır,
ta uzaklardan insanın gözünü alıyor ve hayranlık uyandırıyor. Burada yal-
nız Timur değil, Uluğ bey ve başka
torunları da yatıyor Ti- ınur'un.
Sovyetler Birliği'nin belki de en zengin kolhozlarından
hiri
buradadır. Semerkant pamuk kolbozudur bu. Şehir halkının
büyük bir çoğunluğu bu kolhozun işçileridir ve zen· ginlik onların
kılıklarından bile ilk görüşte anlaşılır. Pamuk kolbozunun işçileri en pahalı cins ipekli kumaşlardan giysiler giyerler. Şehrin büyük
bir
stadyomu var. Tiyatrosu yeni ve büyük bir yapıdır. Bu tiyatroda Semerkantli yazarların
oyunları oynanır. Biz orada iken, Yazarlar Birliği Başkanının bir oyunu oynanmakta idi. Repertuvarlarında
yabancı ünlü yapıtlar ve klasikiere de yer veriyorlar. Yazarlar Birliği Başkanından aldığım bilgiye göre, bir oyunun yıllarca
oynandığı oluyormuş. Bölgede okuma yazma bilmeyen kalmamıştır. Büyük sayılarda basılan kitaplar üç dört ay gibi kısa bir süre içinde
tükeniyormuş.
Yüzyıllarca büyük bir gerilik içinde
bırakılmış bu Orla Asya kasabasındaki gelişme düzeni insanı hayran bırakıyor.
Yazık ki, Semerkant'ta doya doya kalamadık. Akşa· ma doğru hava alanına geldik. Orada, Semerkant ve
Taşkent vadisini ilaçlayan küçük uçakların gidip geldiklerini gördük. Sonra kendi uçağımıza
atlayıp gene Taşkent'in yolunu tuttuk.
Taşkent'ten Moskova'ya gidecek uçağın kalkmasına
üç saat var. Taşkent hava alanı istasyonunun yemek salonuna girdik. Az sonra, hemen bi.itün
Taşkentli yazarlar ve ozanlar da geldiler oraya. Soframız
büyüdü, şaraplar, kon·
yaklar geldi. Söylevler, şerefe içmeler, sohbet başladı. Taşkent Yazarlar Birliği
Başkanı, kuduz
olması muhtemel bir köpek hacağını ısırdığı için içki içmiyor, bize su ile katılıyor ve diyor ki:
-
Üç ay sonra benim içki yasağı bitecek, o zaman sizi Taşkent'te beklerim, karşılıklı doya doya içeriz.
Ben de diyorum ki:
-
O zamana kadar bizi de bir köpek ısırmazsa geliriz.
Yazarlar, ozanlar bizlere kitaplarını
irnzalayıp veriyorlar. Kucağımız kitap doluyor. Şeyhzade'nin tatlı fıkraları
yorgunluğumuzu unutturmuştur. İki üç günlük ahbaplıktan sonra kardeş gibi bağlandığımız
Taşkentli yazarlardan üzüntü ile ayrılıyoruz.
Uçağımız Moskova'ya beş saat sonra varacak. Hava karardı.
Taşkent hava
alanından ayrılıyoruz. Benim yerim pencerenin yanında. Hiç de uykum yok. Gözlerim iyi görmediği için
o ışıkta kitap da okuyamam.
Pencereden dışarı bakıyorum. Alaca karanlık. Biraz sonra zifiri gece
kaplayacak gökyüzünü ve ben artık pencereden de yardım
göremiye- ceğim diye düşünüyorum. Ama saatler geçiyor, gökyüzü hep aydınlık, hep aydınlık. Kuzey gecesi bu, daha iyi anlıyorum.
Moskova'ya geldiğimizde saatlerimizi geri alacağız,
böylece beş saatlik yolumuz üç saate inmiş olacak. O zaman Azerbaycanlı ozan Resul Rıza'yı
ansıyorum. Sovyetler ülkesindeki saat farkı üzerinde konuşurken Resul Rıza demişti ki bana:
- Ben savaşta ta Orta Avrupaya kadar gittim
asker olduğum için. Ama bir gün bile saatimin ayarını
değiştirmedim.
- Ya ne yaptınız?
- Aklımdan saat farkını bulur ona göre
davranırdım.
Hangisi daha güçtür dersiniz?
Bu saat farkı denilen şeyin ne olduğunu Moskova'dan ayrıldıktan sonra daha iyi anladım.
Uçağımız Moskova'dan
sabah sekizde kalkmıştı ve bize kalıvaltı vermişlerdi. İki saat sonra Kopenhag'a
geldik, orada yeni bir uçağa bindik, bir daha kalıvaltı getirdiler. Çünkü saat gene sekizdi. Böylece ileriye doğru gitseniz, kahvaltıdan
öğle yemeğine sıra gelmez.
Moskova hava alanında bizi Vera karşıladı, yeni otelimizde yerlerimizi ayırtmış. Ertesi gün konferans başlıyor-
q-ıuş. Otomobil
bulmak için biraz bekledik orada. Sonra ikinci kez tuttuk Moskova'nın yolunu.
«ASYA - AFRİKA YAZARLARh TOPLANTISI
Bu toplantının konusu «hikaye» idi ve toplantıya Asyalı,
Afrikalı hikayeciler
çağırılmıştı. Moskova Yazarlar Birliğini ilk ziyaretimizde, Moskovalı
mesekdaşlara, hikayeci olmadığımı, bu bakımdan toplantıya katılmakta yetkim bulunmadığını
söylemiştim. Onlar da <(Aylaklar» adlı roma- mmdan söz ederek katılmaını ve katılmakla yetinmeyip konuşmamı rica ettiler.
İkinci kez Moskova'ya gelişimizin ertesi akşam, Moskova Y:ızarlar Birliği, toplantıya gelen delegeler şerefine bir parti düzenledi. Biz partinin verildiği salona girdiğimizde,
lıiitün delegeler
L biçimindeki masanın çevresinde yiyip i^·mekte idiler. Ulusal giysileriyle Afrikalılar, Hintliler, Güney Asya adalıları göz
alıyordu. Moskovalı meslekdaşlar biz- leri görünce
yanımıza geldiler,
birlikte başka bir masaya
oturduk, biivük masadan içkiler, mezeler taşındı... Hikaye· ci Lenç, romancı Nikulin, benim şiirlerimi Ruscaya çevirip güzel bir kitapta bastıran Fiş, Yazarlar Blrliği İkinci
Başkanı, çevirmen Aleksandrof bizimleydiler. Fiş ile ilk orada tanış· tım. Eski bir dost gibi geldi,
koluma girdi:
- Ben Fiş.. dedi.
Moskovada en son basılan bu kitabımda,
Fiş'in bir
inceleme yazısından
başka, ünlü ozan Kirsanov'un da bir önsözü vardı. Bu Kirsanov, Mayakovsky'nin
arkadaşı imiş. Hoşbeşten sonra Fiş'e Kirsanov'u tanımak
istediğimi söyledim. Ama öğrendim ki, zavallı adam o günlerde
ağzından çok önemli bir ameliyat geçirmiş, yatıyormuş ve konuşamıyormuş .. Benim için yazdığı kanatlı sözlere teşekür
edemediğim için üzgünüm.
Oradan ayrılırken Fiş'i, Babayef'i Aleksandrof'u kaldığımız otele davet ettim, konuşmalarımızı
bizim
odada sürdürecektik. Otelin kat servisinden votka, havyar, tereyağ istedik. Yaşar Kemal, ertesi gün toplantıda okumak üzere uzun bir konuşma
hazırlamıştı. Biz yiyip içerken Babayef onun konuşmasım Ruscaya çevirmekle
uğraştı. Rus
mes- lekdaşlarla konuşurken, kendimi Türkiye'deki yazar arkadaşlarla birarada duyuyordum. Her
konuyu ele alıyorduk, hiç yabancılık çekmiyorduk.
Ertesi gün konferans saat onda açıldı.
Konuşmalar İngilizceye ve Fransızcaya çevriliyordu, çeviriler kulaklıklardan dinleniyordu. Ben üç günlük
toplantının ilk iki gününde bulunabildim ancak, üçüncü günü Moskova'dan ayrıldım.
Konferansın bende bıraktığı izlenimi söyliyeyim: Hikaye konusu üzerinde özgün incelemelere gidilmedi, delegeler kendi edebiyatları ve özellikle hikayeleri üstüne bil-
gi verdiler. Bu bilgiler gerçekten
ilginçti. Edebiyatlarını bilmediğimiz bir takım Asya, Afrika ülkelerinin
yazarlarını merakla, dikkatle dinledim. Anlatılanları başka bir yazımda ele almak istiyorum. Burada
şunu söylemekle yetineyim, konferansta daha çok Türk edebiyatı üzerinde duruldu. Rus hikayecisi Lenç, Türk mizah hikayeciliğini ele aldı ve genellikle Aziz Nesin üzerinde durdu. Nikulin de öyle, o da Türk
edebiyatını anlattı, tanıdığı Türk yazarlarını ve bu arada Yaşar Kemal'i inceledi. Fiş Türk şiirinden söz açtı, çoğunu Rusçaya çevirdiği
için yakından tanımış olduğu benim şiiderim üzerinde durdu. Bu konuşmala- lata Yaşar Kemal'in, Aziz Nesin'in ve
benim konuşmalarımızı da katarsak, ilk iki gün daha çok Türk
edebiyatı üzerinde durulmuş olduğu
ortaya çıkar. Aziz Nesin, yazarla devlet ilişkisi
üzerinde durdu
(Konuşması Akşam gazetesinde yayınlamıştır. ) Yaşar Kemal, uzun hazırlayıp sonradan kısalttığı konuşmasında, yazarın doğa
karşısındaki durumunu inceledi ve kendi yaşantısından örnekler verdi. Ben, bugün Türk
yazarları arasında geçen fakat dünyanın büyük bir parçasını da kaplayan bir takım
tartışmalar üzerinde duracağımı söyliyerek başladım konuşmama. Yazmamıştım, notlar almıştım
yalnızca. Sözlerimi Babayef Rus- caya çeviriyordu. Dar anlamdaki realizmin çıkınazı üzerinde durdum; özetle,
«Avrupanın eskilerini giyrnekten hoş- lanmadığıml>> söyledim ve yonutçu Albertonun iki hikayesini anlattım: Bu ünlü İspanyol
yonutçusu Moskova'da uzun yıllar kalmış ve orada ölmüştür.
Yonutlarının resimleriyle basılmış bir kitabı Moskovada görmüştüm; Picasso bir önsöz yazmıştı
bu kitaba
ve dostu olan yonutçunun iki hikayesini anlatıyordu. Biri şu ... Bir gün Alberto ile Picasso bir
arkadaşlarının evine gitmişler, Allberto içeri girer girmez duvara sıkı bir tekme atmış, bu tekmenin şiddetine dayana- mıyan kağıt
kaplı duvar
yıkılıvermiş, bunun üzerine yen nutçu, «Tekmeye dayanarnıyan sanat yapıtı yıkılır» demiş. İkincisi de, Alberto bir müzeye gitmiş, orada ünlü bir kop- yeci bir başyapıtın kopyesini çıkarıyormuş. Alberto, kopye- cinin kulağına
eğilmiş, <<Duvardaki
resimde 9 kuş var oysa sizin kopyenizde 10 kuş.. » demiş, der demez kopyecinin aklı başından
gitmiş, saymış resimdeki kuşları, meğer aradaki fark bir değil, iki imiş. Bunun üzerine kopyeci çekmiş
tabancasını, vurmuş kendini.
Yıllar önce bir kadın Sovyet eleştirmecisinin
yazdığı bir
yazıyı da andım orada. Bu sanat eleştirmeni kadın, işçilerin
çalışmalarını kopye eden ressamlar için, «işçiler bir değer yaratmaktadırlar,
oysa bu
ressamlar kendi alanlarında değer yaratacaklarına, değer yaratanlardan geçinmektedirler.»
diyor.
Toplantı salonunun bitişiğindeki salonda Şolohof'un
doğum yıldönümü dolayısiyle bir sergi açılmıştı. Tanınmış romancının
kitapları ve resimleriyle donatılan bu sergi, büyük
romancılarına Rusların ne denli önem verdiklerini çok iyi gösteriyordu. Rusyada bir sanatçı, hele tanınmış bir sanatçı nerdeyse yarı tanrı saygısı
görür. Şolohof'u Moskova- ya davet için (çünkü romancı çoğu zamanını
köyünde geçirir) eski Başbakan Hruşçof ta onun köyüne kadar gitmiş, üç gece konuğu olmuş onun. Başka bir hikaye: Babayef bir
gece geç saatlerde otomobili ile evine giderken yolda biri elini kaldırmış, o da durdurmuş
arabasını, yanına almış bu yolcuyu.. Otomobilin içi karanlıkmış, «kim olduğunu iyi görememiştim» diyor Babayef. Yanındaki adam bir yerde ineceğini
söylemiş, inmiş ve şu sözleri söylemiş:
- Götürdüğünüz adamın Voznesenskiy olduğnnu
unutmayın!
Genç ozan Voznesenskiy'dir bu, yardımını
gördüğü kimseye
şeref bağışladığını düşünecek kadar önemli buluyor kendini. Onda bu bilinci uyandıran, toplumun san'atçı- ya verdiği
değerdir. Bizim Orhan Veliyi hastahanede tanımamışlardı da, bir sıranın üzerine
yatırmışlardı, sarhoş muamelesi görerek öldü, «Taşıdığınız adamın Orhan Veli olduğunu...» diye konuşmak
aklının ucundan
geçmezdi.
O günlerde Aleksandrofla benim
Moskova'da son basılan kitabımdan bir kaç tane almak üzere büyücek bir kitapçıya gittik. «Büyücek» dedimse, bizim Beyoğlundaki koca mağazalar gibi bir şeydi. Ama Aleksandrof bana:
-Bunun çok daha büyükleri
vardır, demişti.
Beş altı katlı bir yapıydı, kitaplar çeşitlerine
göre bu
katiara bölünmüştü, her katta da ayrı bir bölümleme ya- pılrmştı. Biz, benim kitap için ikinci katın birinci bölümüne gitik. Daha Aleksandra{ kitabın adını
söyler söylemez, satıcı kız:
- Son kitabı demin sattım, dedi.
Bu konusmayı duyan bölüm şefi ( Çinliye
benziyordu ), yerinden kalktı, y<ınımıza geldi, Aleksandrof'a:
- Sanırım ozanı burada, dedi.
Ve sonra depoya gidip benim için kitap arayacağını
söyledi. Biz
orada beklerken çevremizde küçük bir kalabalık toplandı. Az sonra, Çinliye benzeyen bölüm şefi elinde kitaplada göründi.i.
Teşekkür ettim.
O sırada benimle tanışmak isteyenler oldu sanıyorum, fakat Aleksandrof hiç birine yüz vermedi.
Afrika - Asya yazarları konferansında, koridord:•. Türkçe bilen biri yanıma geldi:
- Ben Türk dilleri Enstitüsü
öğrencisiyim, bu yıl bitiriyorum Enstitüyü, doktora tezim Garip ozanlarıdır, de-; di.
Adı, Çörekçan Haçatur Abraham, Üç Garipçi
ozanın bütün kitaplarını, bütün şiirlerini ve bütün yazılarını toplamış; tezini tamamlamış
artık; bu
incelemenin kimi parçalarını da yayınlamış, bana benimle ilgili olan bölümü (bir ayrı basımdı bu bölüm) verdi, imzaladı. Uzun boylu konuşmaya vaktim olmadığı için
üzgündü. Onun
gibi, Fiş'le de (sözümüz olduğu halde) buluşamadık son gece. Ben bir tiyatroya
davetliydim, geri bırakamazdım. Oysa Fiş'in hazırlamak istediği yeni kitaplar üstüne benimle konuşmak istedikleri vardı. Kendisine burada özür diliyorum.
Gece gittiğimiz tiyatro Mayakovskiy
tiyatrosuydu, Nazım Hikmet'in «Demoklesin kılıcı» adlı bir oyunu oynanıyordu. Kaçıncı yılı imiş unuttum. Salon hınca hınç
doluydu, hiç boş yer yoktu, oyun ilgi ile
seyredildi. Kimi konuşmaları çeviri yolu ile izlediğimiz
için piyesi
kaba taslak an- lıyabildik ancak, bu bakımdan oyunun başarı düzeyi
üstüne
bir kanı edinemedim. Yeni evli bir karı koca var, bunlar adamın bir arkadaşından gelen bir mektubu
okuyorlar, oyun bu mektupta yazılanları canlandırıyor, sahne ikiye bölünmüştür. Mektubu yazan, bütün hayatını
anlattıktan sonra, uçağ1 ile havalanıp şehrin üstüne bir atom bombası bırakacağını söylüyor. Genç
karı koca
o saati korku içinde bekliyorlar. Gerçekten de bir uçak sesi duyuluyor o saatte,
korkulu saniyelerden sonra uzaktaşıyor bu ses. Kurtulmuşlardır.
Bir az
sonra da mektubu yazan içeri giriyor. Geçir-
diği krizi anlatıyor. Üç
kişi, atom
bombasına karşı savaş gereği üzerinde birleşiyorlar. Oynaruş, genel olarak sade, giderek
bir az da hareketsiz. Bunun bir tarz olduğunu söylediler. Ama boş rolü oynayan patetikti.
Moskovalılar siyaset üzerine
fıkralar uydurmaktan
pek hoşlaruyorlar. Güzel bir uygarlık ve kendine güven örneği olarak da bu fıkralarda kendi yönetimleri ve tanınmış Sovyet Devlet adamları ile alay ediyorlar.
Bunlardan bir kaçını yazayıın:
Leonid İliç Brejnef (bilindiği gibi İliç, Lenin'in küçük adıdır) parti sekreteri olduğu
günlerde, partinin ileri gelenleri yaruna gitmişler:
- Stalin'e büyük önder, Hruşçef'e büyük yoldaş
diyorduk, size ne diyelim? diye sormuşlar.
Brejnef boynunu bükmüş:
- İliç deyin sadece, olsun gitsin,
demiş.
İki kişi konuşuyorlar:
- Bu yıl paraşütle yüksekten atlama rekorunu kim kırdı?
- Bilmiyecek ne var, Hruşçef.
Bir zamanlar Moskovayaa giren büyük caddelerden birine «Tereyağı
üretiminde, Amerika Birleşik Devletlerini geçeceğiz» diye bir levha asmışlar. Bu levhanın
asıldığı yerden bilmem kaç metre aşağıda da şöyle bir trafik levhası varmış: «Yol vermezse geçmiye kalkma!»
SON
Sovyetler Birliği yolculuğunun bende bıraktığı genel izlenimi özetliyeyim:
Gelişmesini savaştan başka bir gücün yavaşlatamıya· cağı, emeğe ve barışa inanmış zengin bir toplum gördüm. Orada dünyanın başka zengin memleketindeki benzerleriyle
boy ölçüşen kuruluşların ayıncı niteliği, yalnızca hd- kın yararına
yönelmiş olmalarıydı, bu amaca yönelmemiş bir girişime rastlamadım.
Sovyetler Birliğinde oturan insaniann
Türkler için dostluk duyguları beslediklerini gördüm. İkinci Dünya Sa· vaşından
sonra Sovyetler Birliğine ilk giden Türk yazarlan bizlerdik Bu yolculuğun Türk
- Sovyet dostluğunu can· landırmakta uğurlu olmasını dilerim.
BVLQARISTAN
25 Mayıs - 28 Mayıs 1964 tarihleri arasında Sofya'da ilk olarak bir
Balkan Yazarlar Konferansı toplandı. 13u konferansa Arnavutluk, Bulgaristan,
Rumanya, Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan yazarlarını temsil eden heyetler katıldı.
Toplanlının amacı Balkan yazarları arasında tanışıklık ve sürekli ilişki kurulması idi Nitekim konferans
sonunda alınan kararlardan biri, bir Ballean Edebiyatçı/ar Birliği kurulmasını
öngörüyordu. Bundan başka karşılıklı çeviri işine hız vermek ve bu işi düz^nli olarak yönetmek de alınan kararlar arasında idi.
Türk Edebiyatçı/ar Birliği Yönetim Kurulu, beni de Saf- ya'ya
gidecek heyete seçmişti. Eşim/e birlikte Sofya'ya gittim.
Size önce bu konferans üstüne bilgi verecek, sonra da
Bulgaristan içinde yaptığım gezinin hikayesini an/atacağım.
SOFYA KONFERANSININ TOPLANTI
ZAMANI VE YERİ
Bulgar hükumeti Balkan yazarlarını ilk olarak biraraya getiren
bu toplantı için, Bulgar kırallarının av köşkü olan ve Sofya'ya on beş kilometre uzaklıkta bulunan Vranya sarayım Bulgar
edebiyatçılar birliği'ne vermişti. Vranya sarayının yukarı katlarında
delegelerin yatak odaları, birinci katta da büyük toplantı salonu, kornitderin toplantı
odaları, ^ virmenlerin çalışma yerleri ve yemek salonu vardı. Vranya'-
nın gerçekten sanatla düzenlenmiş,
yeşil çayırlar ve sık konı- lada bezeli büyük bahçesi, delegeler için güzel bir dinlenme ve dolaşma yeri oldu. Bizden önce burada, Sovyetler Birliği
Başbakanı Hruşçev ile Cezayir Başbakanı Ben Bella'nın kaldığını söylediler.
Bütün heyetlerden birer ya da ikişer delegenin katıldığı, 25 Mayıs sabahı
yapılan hazırlık toplantısında, konferans programının ve günlük
programların yayınlanması, bir sekreterlik, bir de redaksiyon
komitesinin seçilmesi ve kurulması, okunacak raporların
Fransızca ve Bulgarca'ya çevrilerek bütün delegelere dağıtılması,
açış söylevinin Bulgar yazarlar birliği başkanı Dimitre Dimov, karşılığının da Yunan heyetinden Leon Koukoulas tarafından verilmesi kararlaştırılmış-
tl.
Delegeler raporlarını kendi dillerinden
okuyacaklar ve bu raporlar, toplantı salonunun bitişiğinde
yerleşmiş olan çevirmenler tarafından öteki Balkan dillerine ve Fransızca'ya
çevrilecekti. Delegeler, dinleme cihazlarını ve önlerindeki
fişleri kullanarak,
kürsüde konuşanı istedikleri dilde dinliye" bileceklerdi. Bu çeviri işi, ufak bir iki aksaklık bir yana bırakılacak olursa, uluslar<trası
bir
konferansa layık bir biçimde başarı ile yürütüldü.
Çalışmaların başlaması ve Bulgar heyetinin raporu:
Öğleden önceki açılış toplantısında, Bulgar yazarlar birliği
başkanı Dimitre
Dimov, açış söylevini verdi ve bütün delegeleri teker teker tanıttı;
öğleden sonra
da Bulgar heyL"- tinin raporunu okudu.
Bulgar yazarlar birliği başkanı, 21 büyük say;a tutan raporuna, doğrudan
doğnıya humanizma
konusu ile girdi ve bu açıdan Bulgar edebiyatının
gelişimini anlattı. Bay Dimov'- un söylevinin özü şn noktada toplanıyordu: Humanizma kavramını sadece bir edebiyat ve
sanat sorunu olarak değil, çağımızın toplumsal, ekonomik,
ahlaksal ve politik büyük sorunlarını içine alan bir insan sorunu
olarak görmeliyiz; böyle davrandığımııda da humanizma uğrunda bir şeyler yapmamız
gerekir.
Bay Dimov, ortaya attığı bu yeni humanizmaya «aktif humanizma» adını koydu. <<Aktif
humanizma», İtalyan Rönesansı'nın ve Fransız devrimi'nin ilke ve kavramları ile çatışmıyor, tersine olarak, onları daha da geliştiriyordu.
Bay
Dimitre Dimov, bu açıdan yeni Bulgar edebiyatının özelliklerini saydı, bu edebiyatın
barışçı, devrimci, demokratik, realist olduğunu söyledi, fakat aynca «sosyalist
realizm», «devrimci romantizm» terimlerine değinmedi.
Başkan'ın, sözleri arasında, Bulgar yazarlarının
Atina'ya kolayca gidemediklerini, Yunan ozanı Varnalis'in de doğduğu yere, yani Varna'ya gelemediğini,
şaka kılıklı ortaya atması, Yunanlı sanatçıları önce darılttı; onlara göre, Varnalis istediği yere gidebilirdi, ona kimse
engel olmazdı, nitekim üç kez Moskova'ya gitmişti ama hastaydı
şimdi. Bay
Dimov bunun üzerine Yunan heyetinden özür diledi.
Bütün konferans boyunca tatsızlık diye gösterilebilecek bir bu olay oldu, bir de Arnavutlada Yugoslavlar arasındaki
çatışma. Ama İkincisini bir anlayış ve düşünce çatışması diye anmak
gerekecek. Yerinde göreceğiz.
Arnavut heyetinin rapoı-u:
Arnavut delegesi Fatmir Gheata'nın
konuşmasında en
belirgin temalar şunlardı: Yeni Arnavut edebiyatı,
kurtuluş savaşları içinde doğmuştur, bir savaş edebiyatıdır, yoksulluğu yerer, özgürlük
özlemini dile
getirir ve «sosyalist realizm», <<devrimci
romantizm» temelleri üzerine kuruludur. Yeni Arnavut şiirinde,
romanında, piyesinde, yeni bir «kahraman>> tipi canlandırılır, bu tip «toplumsal bilinci
olan bir kahraman» tipidir. Yeni humanizma, eski humanizmanın taban tabana karşıtıdır.
Barış için gerekirse savaşılmalıdır.
Bay Ovidiu Krohmalnicianu'nun okuduğu raporda en ilginç olan yan, bu raporda
humanizma konusuna Rumen halkııun verdiği basit anlamlarla
girilmesiydi. Rumen delegesi, bu geleneksel inançlardan edebiyatlara, sanatlara ve
politik, toplumsal durumlara pek uyumlu ve akışlı olarak geçmesini bildi. Bunun gibi, Bay Krohmalnicianu'nun,
Balkan edebiyatlarının ortak özelliklerini dile getirmesi de gerçekten
ilginçti. Rumen delegesi, Bulgar delegesinin <<Aktif humanizma» deyimine
benzer bir deyim de kullandı, «Sosyalist humanizma» dedi ve sanımca Bay Dimov'a göre daha açık - seçik davrandı.
Her ikisi
de ahlaksal ögelerin yeniden canlılığa kavuşturulması üzerinde
durmuşlardı. Fakat Rumen delegcsi kapitalist löpçülüğe dayanan insan ilişkileri
içindeki humanizma
ile yeni humanizmanın çatışma halinde olduğunu da belirtti ki, bu belirtİş ile Arnavut delegesinin anlatırnma yaklaşmış oldu; ancak onunki kadar
sivri olmadı bu anlatım, bol örnekler ve tatlı wzler içinde ^- muşadı.
Yugoslav heyeti temsilcileri çeşidi
bölgelerden geldik-
leri için konferansa ayrı ayrı bildiriler sundular. Biz bunlardan genç romancı Dobritza Tchossitch'in okuduğu rapor üzerinde
duracağız. Bu rapor, Balkanlı sosyalist memleketler arasında, edebiyat ve sanat anlayışları
bakımından ayrılıklar bulunduğunu göstermesi açısından ilginç olmakla kalmıyor, bundan ayrı olarak, kalıplaşmağa
yatkın edebiyat
ve sanat akımlarının sert bir eleştirisini de getiriyordu. Onca, çağımızda kültürün insani bağlardan
kopması, ideololjik
faydacılığa ve kar bırsına dayanıyordu ki, ikisinin de kaynağı bencillikti. Tchossitch,
sadece burjuva dar kafalılığına çatmakla kalmadı; Stalinci ve
uydurma-devrimci diye adlandırdığı yeni bir dogmatizmi de
yerdi. Dogmacı sosyalizmin edebiyat ve sanat özelliklerini
sıralarken bu özelliklerin, «olumlu», «iyi», «sağlam», 'iyimser,' 'aydınlık',
'bizden'
gibi sıfatla:rla anlatıldığını söyledi ve bunların boş
olduğunu açıkladı. Ayrıca insanı idealize etmenin yersizliği
üzerinde de
durdu, «İnsan aynı zamanda, hasta, karamsar ve tehlikelidir de...»
dedi. Toplumsal, ekonomik koşulların düzelmesi ile bu kötülüklerin git gide azalabileceğini
söylerken de, sanımca Sartre'a yaklaşıyordu. Tchossitch, bununla da yetinmedi, Kızıl Çin'de
insanlık için yeni bir tehlikenin hazırlandığını söyledi ve bununla da Arnavut delegesinin, bir az sonra anlatacağım, protestosu ile karşılaştı.
Kısaca özedediğim bu raporlarında sosyalist memleketler edebiyatçıları, belirdi ki, memleketlerinin
politiY. gidişlerine uygun bir dil kullanmışlardır. Bununla, Türk ve Yunan heyetlerinin, kendi
devletlerinin politikalarını hiçe sayarak konuştuklarını söylemek istemiyorum. Biz Türkler, sosyalist olmıyan bir memleketten Sofya'ya gelmiştik; bundan ötürü de, sosyalist humanizma
konusu üzerinde olum-
lu ya da olumsuz g0rüşler ileri sürmekte «temsilci olarak^
yetkisizdik. Kişisel kanılarımızı ise, özel konuşmalar sırasında elverdikçe
açıkladık. Türk heyetinin raporunda, doğrudan doğruya humanizma konusu üzerine
görüşler ve tahliller yoktu; humanizma'nın
doğuşunu anlatmak
sadece öğretici olacağı için yersiz kaçacaktı, ama Türk
edebiyatının gelişimi anlatılırken, çağdaş humanİzınanın bu edebiyat üzerindeki etkisi ve uygulanış
biçimi kendiliğinden ortaya çıkıyordu sanıyorum. Yunan heyetinin raporu da başka bir yoldan aynı niteliği
gösteriyordu.
Bay Dirnitdos Fotiadis'in okuduğu rapor, ne düpedüz humanizma üstüne, ne de Yunan edebiyatı
üstüne idi.
İnce ve duygulu bir uslUpla kaleme alınmış olan bu rapor, edebiyat ve sanat üzerine bir deneme niteliği
taşıyordu. Ama bu deneme içinde sanatçının kişiliği,
yurtseverliği ve insan severliği, birbirlerini tamamlıyaıt ögeler olarak tanımlanıyor ve kahramanlık,
baş kaldırma, ölümü göze alma niteliklerine değin geliştiriliyordu. Böylece Bay Fotiadis'in raporunda humanizma, kavram olarak değil, canlı olarak ele alınıyor, savlardan, tanımlamalardan
çok, nitelemelere,
açıklamalara, duygulara dayatılıyordu.
Bir tartışma:
Yeniden söz alan Arnavut delegesi
Fatmir Gheata, Yugoslav delegesi Tchossitch'in sözlerine sert sözlerle karşılık
verdi; Çin'e ve dar kafalı
dogmacılığa çatılmasını protesto etti, realizm sosyalist ve devrimci romantizm ilkelerini yeniden ve bu sefer daha
keskin olarak savundu ve
alkışlanmadan ki.irsüden indi. Yugoslavlar ona cevap
vermediler.
Konferansın çalışmaları, 28 Mayıs günü
öğleden sonra, redaksiyon komitesinin kaleme aldığı bildirinin okun- ınası ile sona erdi. Bu bildiri
ayakta ve a]kışlarla dinlendi. Her memleketten ikişer delegenin katıldığı redaksiyon komitesine beni başkan seçmişlerdi.
Bu sıfatla
hazırladığım raporun k.Jmitedeki ilk okunuşunda tartışmaları ben yönettim. Tartışma dedimse, taslaktaki bir sözcüğe Arnavut delegesi Dylan Şaplo karşı
çıktı. O sözcük <dolerans» sözcüğü idi. Bay Şaplo, dedi ki, «Cinayete de mi
tolerans göstereceğiz?» Bunun üzerine Yunanlı delege, o sözcüğün yerine «karşılıklı düşüncelere saygı» deyiminin kullanılmasını
teklif
etti, bu teklif kabul edildi ve böylece de o küçük tartışma sona ermiş oldu. Gerçekte bizim tolerans dediğimiz de «karşılıklı düşüncelere
saygı» dan
başka bir şey değildi.
Konuşmalardan çıkan genel sonuçlar:
Sofya konferansı, bir takım Balkan edebiyatçılarının
tanışmalarına ve birbirlerinin edebiyatları üzerine genel bilgiler edinmelerine yaradı. $ekretarya komitesinin bir
Balkan Edebiyatçılar Birliği kurulması ve Balkan memleketleri arasında
karşılıklı çeviri işine hız verilmesi hakkındaki teklifleri karara bağlandı. (Sosyalist memleketlerde yayın işlerini devlet yürüttüğü için bu kararlar oralarda
kolayca uygulanabilir, fakat Yunanistan'da ve Türkye'de bir takım güçlükler
çıkar ).
Humanİzınayı sosyalist dünya görüşü
açısından ele alan ve yararlı kılınağa çalışan sosyalist memleketler delegeleri arasında bir takım görüş
ayrılıkları olduğu dikkati çekti. Bu görüş ayrılıkları, o memleketlerin politik yönlerine ve davranışiarına uygun olarak ortaya çıkıyordu.
Çalışmalar bittikten sonra, heyetler, ayrı ayrı Bulgaristan gezisine çıktılar.
Toplantı dtft konufmalar:
Delegeler, sabah, öğle, akşam yemeklerinde aynı salonda toplanıyor ve yiyip içerken birbirleriyle konuşuyorlardı.
Bu durum,
Sofya konferansının daha canlı ve daha yararlı
olmasını sağladı. Gerek Vranya'da, gerek Bulgaristan gezisi sırasında
çeşitli şehirlerin eğlence yerlerinde, delegeler edebiyat ve sanat üzerine özel
konuşmalarda bulundular, dostluklar kurdular, birbirlerini memleketlerine davet ettiler. Bu konuşmalardan
edindiğim izlenimlerin bir takımını kısaca belirtmek isterim.
Kürsüde sert Arnavut delegeleri, özel konuşmalar
sırasında çok tatlı insanlar olarak ortaya çıkıyorlardı. Türk edebiyarından kendi dillerine bazı çeviriler
yapılmıştı, bu bakımdan bazı Türk edebiyatçılarını tanıyorlardı. Tek tük de Türkçe biliyorlardı.
Bizlerle
dostluk kurdular.
Yugoslav heyeti, bizimle tanışmak için, beraberce bir gezinti yapmamızı teklif etmişti;
Sofya'nın üstündeki Vi- toşa dağına beraberce çıktık. Oradaki konuşmalarımız
sırasında genç romancı Tchossitch bana, Balkan edebiyatçılarının kendilerine özgü bir edebiyat ve sanat yaratmalarının
boş olduğunu, bir çağdaş sanat bulunduğunu, bu sanat içinde kendimizi göstermemiz ve kabul ettirmemiz gerek-
tiğini, bunun için de tek dayanağın
kişilik olduğunu söyledi: «Her şeyin başı imzadır» dedi.
Burga4.'da, bir gece kulübündeki uzun konuşmamız
sırasında da Rumen delegelerinden Bay Balan, batıda ta· nınmadan Balkan yazar ve sanatçıları
için dünyaca üne kavuşmanın ve kendilerini tanıtmanın olanağı bulunmadığını
söyledi. (Ad
vermiyordu, ama Panait İstrati, Tristan Tzara, Brancusi böyleydi ).
Çeşitli siyasal eğilimlerde bulunan Yunan delegelerinin batı kültürüne bağlı oldukları ve o kültürden çokça
yararlandıkları ilk bakışta anlaşılıyordu. İçlerinde sol eğilimli olanlar vardı, Türk delegelere karşı yakınlık ve sevgi gös· terdiler.
Bulgarların belki de en iyi ozanları ve en iyi eleştirmenleri ile konuştum ve onlarda, sanat ve
edebiyat sorunları konusunda büyük bir açık fikirlilik bulunduğunu gördüm.
Yaratıcılık alanında Batı'yı bizalamak için bütün kapıları açmak ve büyük bir çaba göstermek
eğilimindeydiler.
Genel olarak bütün delegelerle dostça ve meslekdaşça
konuştuk; aramızda aşılamaz anlaşmazlıklar olmadı.
Türkçe hala Balkanların
geçerli bir
dilidir. Hikayeyi sofrada bizim yanımızda anlattılar; bir Yugoslav'a, «Sizin
dilinizde Türkçe sözcük var mı?» diye sormuşlar, Yugoslav Türkçe, «Yok be birader.» demiş.
Türk yazarlarından Nazım Hikmet'i, Aziz Nesin'i, Yaşar Kemal'i, Orhan Kemal'i en çok tanıyorlar.
TÜRK HEYETİ ADINA OKUDUCUM, HEYETÇE HAZIRLANAN RAPOR
Ulusların, edebiyatlarını karşılıklı olarak tanımaların-
da büyük faydalar vardır. Geçmiş ve günümüz, bu düşünceyi doğrulayan olaylarla doludur. Bir çağın edebiyat ve sanatı dünyaya
açıldıkça evrensellik kazanır ve bu ölçüde etkisini de artırır.
Gerçekten de çeşitli toplumların birbirlerini tanımalarında, kendilerine özgü düşünce
sınırlarını genişletmek ve başka toplumları anlamaya başlamak gibi büyük faydalar vardır. Bu faydaları
sağlıyan başlıca önemli yollardan biri edebiyat ve sanat yoludur. Başka ulusların
ede- biyatiarına ve sanatiarına
açıldıkça, bir ulusa özgü edebiyat ve sanat evrensel olma niteliğini
kazanır. Nitekim
bugünkü uygarlığımızın temelinde bulunan Yunan - Latin kültürü, bütün
yabancı kültürlere kapısını ardına kadar açık tutarak evrensellik niteliğini
kazanmıştır. Bugün artık bir Yunan mucizesinden söz edilmiyor. Eskiden mucize
diye tanıtılan bu olay, ilk fizikçiler denilen İyonya
düşünürlerinden tutun, Anadolu, Mezapotamya, Hint ve Mısır kültürlerine kadar uzanır. Böylece
bu olayın, sürekli
bir gelişim sonunda yapılan bir bileşim olduğu ortaya çıkar.
Bunun gibi, günümüzde en dar anlamda Avrupa bölgesinin yoğurduğu bir çok sanatlarda, dünyanın dört
bucağındaki sanatlardan ve kültürlerden yararlanma geleneği
vardır. Bu
gelenek, bir yandan modern sanatların nefes almasını,
yenileşmesini sağlar ve bu yoldan eskimiş güzellik anlayışlarını sarsarken, öte yandan dünyaca az tanınmış, hatta ilkel toplumların
sanatlarında, örnek alınabilecek nitelikte biçim ve anlam zenginliklerinin varlığını gösteriyor. Böylece
dünyamız küçülmüş ve birleşmiş oluyor. Ayrıca da toplumlar arasındaki suni, zoraki ve tek yanlı bölümlemeler önemini yitiriyor. Bugün artık ileri gitmiş ve geri kalmış toplumlar arasındaki
ayrım değildir önemli olan, bu
toplumlardaki insanların ortak yanları ve yaşama çabalarıdır.
Nitekim, bakıyorsunuz, en yeni dünya
görüşleri, geri kalmış diye bilinen toplumlarda rahatça gelişme ve uygulama alanı bulabiliyor. Bu noktada edebiyatların ve sanatların
gördükleri hizmet çok önemlidir. Öyleyse bu çeşitli edebiyatlar ve sanatların birbirlerini tanımaları kadar gerekli, akla uygun ve yararlı bir şey
düşünülemez.
Buııda, Balkan ülkeleri
edebiyatçılarını bir araya getirmekle bu gerekli ve yararlı görevi başarmış olan sayın evsahiplerimiz Bulgar
yazarlar birliği'ne teşekkürü borç biliriz.
Gerçekten Balkan edebiyatçılarının
eserlerini
dikkatle inceliyen ve karşılaştıran bir göz, bu eserde anlatılan
kişilerin ve yaşayışların ne kadar çok ortak ve benzer yanları
olduğunu görür. Başka bir deyişle, bu yazarlar sanki kendi uluslarını yazmakla ve aniatmakla kalmamışlar,
adeta Balkanlıları,
bütün bu komşuları dile getirmiş ve canlandırmışlardır.
İlk aklımıza gelen bir kaç ad, bize bunun ne kadar doğru olduğunu
gösterecektir. Bir Yurdan Yafkof, bir İvo Andriç, bir Panait Strati, bir
Kazancakis, bir Spasse ve bir Sait Faik hepimizin yazarlarıdır.
Gerçi sanatında «hümen»i bulmuş olan her sanatçı, artık sadece kendi top- lumunun değil, bütün
insanlığın malıdır. Ama bizim örneklerimizde, durum, daha somut bir nitelik taşıyor.
Bununla beraber, bütün bu edebiyatlar birer ulusal
edebiyattır; dil ve öz bakımından elbette belli bir ulusun dilini ve yaşayışındaki
özü getirir.
Ancak şunu da belirtmek yerinde olacaktır ki, ulusal edebiyatlar ve
sanatlar, evrensel olma niteliğini gerçekleştirdikleri oranda ulusaldırlar.
Baş-
ka bir deyişle, onlar, ancak ulusal oldukça
evrenselliğe ula- ^abilirler.
Bugün dünyaya mal olmuş edebiyatlar ve sanatlar için de bu diyalektik gelişim
doğrudur.
Bizim çağdaş edebiyatımıza çok etkisi olmuş sanat anlayışlarından
birine göre, biçim yani form, uygarlığın ortak malıdır; öz ise yerlidir. Biçimin özü,
özün de biçimi getirdiği
kuralı her
ne kadar doğruysa da, biçim alış verişinin kolaylığına
karşılık, öze ancak somut bir yoldan varılabilir. Bu öz, hiç bir zaman benzeri
bulunmayan bir insanı hedef tutmaz; o, insana yani humen olana ancak somut bir yoldan varılabileceğini
düşünmekle en doğru anlamını kazanabilir. Belli bir çevrenin
insanı, son
incelemede, bizi hümen olana götürür. Bu bakımdan bölgesel ve ulusal olduğunu ileri iürdüğümüz öz,
ayıncı bir
nitelik taşımaz. Taşırsa evrensel olmak ve az önce sözünü
ettiğimiz diyalektik kural gereğince, ulusal olma niteliğini de yitirir.
Bunun bir örneğini, müsaade ederseniz, size çağdaş Türk
edebiyatından söz açarak belirtmek istiyoruz.
Türk edebiyatı, gelişimini
ulusallaşma yönünde yapmış ve bu yolla dünyaya açılmak olanağını bulmuş bir ede- biyatır. Burada, Türk edebiyatma topluca bir bakış yararlı
olacaktır sanırız.
Türklerin, İslam uygarlığına girmeden önce de bir edebiyatları
vardı ve
bu edebiyat çok tanrılı uygarlığın sözlü edebiyatı idi. Aynı zamanda sihirbaz olan şairler,
şiirlerini sazla söylerlerdi. Sözlü ve yazılı olarak iki dönemde ele alınan bu edebiyat, Türklerin İslam
uygarlığına girmesi ile değişikliğe uğradı. Burada önemli ve konumuzia ilgili bir olayı anlatmak gerekiyor: Türkler bu uygarlık
değiştirme
olayı sırasında dillerini de değiştirmişler ve Türkçe büyük
ölçüde arapça ve farscarun etkisi altında kalmıştır. Çünkü arapça dinin ( yeni hukukun ),
farsca da ortak uygarlığın şiir dili idi. (Sadece şiir sözünü
kullanmamız şundan geliyor; o çağdaki Türk-İslam edebiyatı büyük
ölçüde şiirden ibaretti.) Türk şairleri, kendilerine örnek olarak fars şairlerini seçmişlerdi, onların şiirlerindeki
söz ve anlam oyunlarını taklid ediyorlardı. Sonradan Divan şiiri diye anılan bu şiirin
yaratıcıları, gerçi fars etkisi altında bile kişiliklerini belli etmekten geri kalmıyorlardı; ama onların yaptıkları
bu
edebiyata gene de orijinal bir edebiyat denemez. Çünkü sevgiliyi, yürüyen selviye benzetmek, fars şiirinin
bulduğu bir
benzetme idi ve bu iki edebiyatı inceliyen bir göz, elbette kaynağa önem verecekti. Bir ümmet
edebiyatı, bir din birliği edebiyatı olan Divan edebiyatı halkı ihmal edip adeta karma bir
dille ortak bir formalist zevk anlayışına yönelmiş, fakat bu yolla hümı:;ne ve evrensel olana ulaşamamıştır.
Böylece de gittikçe daralan bir sınır içinde kapanıp
kalmıştır.
Buna karşılık Türklerin İslam uygarlığı
içinde başka bir çeşit edebiyatları daha gelişmiştir. Biz buna halk edebiyatı diyoruz: Eski Türk
geleneğinden kalma ve Anadolu'nun çok eski geleneklerini de benimsemiş, sazla söylenen
türküler ve
hikayeler. Bu edebiyat kimsesiz halkın dilini ve duygusunu kullanıyordu.
Gerçi Divan
edebiyatının benzetmeleri ve söz oyunları, bu edebiyatta da etkisini gösterir, ancak onu yaşamdan ve insandan ayrı düşürmez.
Bu iki edebiyat yan yana ta Tanzimat'a ( 1839)
kadar yaşarlar, Türk toplum hayatında büyük bir yeri olan Tanzimat olayı, kısaca anlatmak gerekirse, Türk toplumunun
bir uygarlık değiştirme çabasıdır. Fakat bu çaba, kökten bir devrime dayanmadığı
için, kesin
bir başarıya ulaşamamış ve iki uygarlık arasında bocalayıp
kalmıştır. Bunun edebiyat alanındaki örneklerini söylemek gerekirse, Divan şiiri bir yandan sürüp gidiyor, bir yandan Avrupa edebiyatlarından
alınan yeni
edebiyat türleri ortaya çıkıyordu, roman tiyatro gibi... Tabii bunun yanında bir de batılı şiir
anlayışı da artık
gelişiyordu. Bu iki şiir anlayışı arasındaki farkı kısaca belirtmek yerinde olacaktır. Divan şiiri, mesela bir kaside, bir gazel, gelişen bir bütün değildir;
birbirleriyle
sanki ilgisiz olan beyiderden kuruludur. Bu yolla yaratılan güzelliği
bir yana bırakırsak, Divan şiirine donmuş,
kalıplaşmış bir şiir denebilir. Şüphesiz onu biz yeniler bütün bütün bir yana atmış değiliz; biz şimdi o şiire modern bir gözle bakarak, eskilerin kabul
etmiyecekleri güzellikleri buluyoruz onda. Ama bu nihayet bir yorumdur, yeni bir yorum.
Diyeceğimiz şu ki, Tanzimada beraber giren yeni şiir anlayışı, Türk edebiyatma kendi içinde gelişen ve anlama dayanan bir şiiri
getirmiştir. Fakat yukarda da dediğimiz gibi, bu yeni şiir anlayışı ile, eski şiir anlayışı daha bir süre yan yana yaşıyacaktır.
Osmanlı İmparatorluğunun dağılma ve çöküş süreci
içinde, Türklerin ulusallaşma eğilimi ve bilinci de git gide artar. Bu eğilim ve bilinç içinde, dil yabancı etkilerden kurtulma çabasına düşer. Arap ve fars dillerine karşı bir tepki belirir. Bizim şimdi burada sadece edebiyat alanındaki örneklerini ve özelliklerini
verıniye ve
belittmiye çalıştığımız bu çaba, Atatürk devrimi ile birlikte kesin
ve tam anlamını kazanır: Dilde ve özde ulusallaşma.
Atatiirk devrimi, bizim açımızdan
kısaca belirtmek
ve
tanımlamak gerekirse, İslam
uygarlığından laik uygarlığa geçiş demektir. Bu geçiş sırasında da, tıpkı çok
tanrılı bir
toplumdan İslam uygarlığına geçiş sırasında olduğu gibi, büyük bir dil özleşmesi akımı
kendini gösterir. İslam
uygarlığına geçiş sırasındaki dil değişikliğinin anlamı, arap ve fars dillerini ölü diller olarak kullanma ve o
dillerin köklerinden yeni sözcükler üretmekti. Tıpkı yeni Avrupa dillerinin Yunan ve Latin dillerini birer
ölü dil gibi kullanması olayına benzer bu. Atatürk devriminden sonra ise, eski
uygarlığın ölü dilleri artık işe yaramıyacaktı. Başlangıçta bir biçim
değişikliği gibi görünen alfabe devrimi aslında öz bakımından değişmedir.
Söyle ki:
Arab alfabesinin fonetiği ve yapısı artık yeni Türkçe'nin yapı
ve fonetiğine
uymuyordu. Ve yeni Türk yazısı yabancı sözcüklerin atılmasını hızlandırıyordu.
Gerçekte, Osmanlı İmparatorluğu içinde doğmuş olan karma dil, Türk dilinin yapısına ve fonetiğine
aykırı idi.
Bildiğiniz gibi, Türk dili ile Arap ve Fars dilleri başka başka ailelerdirler.
Atatürk devrimleri diye anılan
değişiklikler, yeni bir ulus anlayışı temeline dayanıyordu. Bu anlayışa göre,
yeni
toplumun tarih görüşü, üstünde yaşadığı toprağın bütün uvgarlıklarını
benimserrıe çığrını açar. Demek ki, laik Türk toplumu, ulusallaşmakla,
dar sınırlar içine kendini kapatmış değil,
tam
tersine, bir yandan toprağın bütün eski uygarlıklarına, öte yandan da batı uygarlığının
evrensel özüne
açılmıştır. Burada önemli bir açıklama yapmak gerekiyor: Hristiyanca bir özü de içinde
taşımakta olan batı, bizim açımızdan (ve sanırız ki bu açı en bilimsel verilerle de doğrulanabilir)
hristiyanlığı yendikçe evrensele yönelen bir uygarlık yaratmıştır. Hoşgörü, tabiata yönelme, akla
inanma gibi erdemler ve özellikler ancak böyle bir başarı sonunda ortaya çıkabilirdi.
Türk toplumuna
Atatürk dev- rimlerinin getirdiği değişiklik, ona büyük bir gelişim olanağı
sağlamıştır. Gelişim ise, insan aklının bütün kazançlarını elde tutarak ilerlemek
demektir. Bu bakımdan bir bölgenin, bir toplumun sanatı ve edebiyatı,
ayırt etmeden,
geçmişin bütün kazançlarını benimsernek zorundadır. Buna, çağdaş olan karşılıklı etkilenmeleri de eklersek çağımızın
insanını ve
evrensel olanı bulma olanağını yaratırız. Türk edebiyatı hiç bir döneminde bu özelliklere
bugünkü kadar
yaklaşmamıştır. Baştan beri ileri sürdüğümüz görüşe bağlı kalarak diyebiliriz ki,
Cumhuriyet dönemindeki Türk edebiyatı, halka, yurt sorunlarına
eğildikçe yabancı ülkelerin dikkatini çekmeye başlamıştır. Çünkü bu eğiliş dünyaya
kapalı değildir; çünkü Türk
insanı ve
onun sorunları, bugünkü edebiyatçılarımız iyice anlamışiardır ki, dünyanın
gidişinden bağımsız değildir. Bütün iş, bir bölgenin kendine özgü koşullarından,
insanlığın ortak sorunlarını bulup ortaya çıkarmaya bağlıdır.
Gene Türk edebiyatı, sanat biçimleri, teknik ilerlemeler ve yenilikler bakımından, hiç
bir zaman bugünkü kadar dünyanın başka yerlerindeki sanat ve
edebiyat akımlarına yaklaşmış değildir. Bugün Türkiye'de, şiir, edebiyat alanında olsun, plastik sanatlar alanında olsun, dünyanın en yeni akımlarını
yaratıcı bir
çaba ile ele almış sanatçılar vardır. Bu çaba, bizim halk edebiyatımızı ve halk sanatlarımızı da kapsıyor. Halk edebiyatı ve halk sanatları,
sanatçılarımiZ için zengin bir kaynak görevini görüyor. Başka bir deyişle, kendimize eğilrnek ve dünyanın başka yerlerindeki sanat
biçimlerİ ve sanat akımları ile ilgilenmek birarada yürütülmektedir.
Burada acındığım bir soruna dokunmak
istiyorum. Dünyanın küçüldüğü ve birbirine yaklaştığı böyle bir dönemde, ne yazık ki, Balkan memleketleri edebiyatçıları ve sanatçıları, birbirlerini gereğince
tanımamaktadırlar. Bulgar Yazarlar Birliği'nin düzenlediği bu mutlu toplantı, dileye- Jim ki, bu eksikliğin giderilmesinde başarılı bir adım olsun.
YaJamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeJcesine
ARNAVUTLUK HEYETİNDEN
FATMİR GHIATA'NIN RAPORUNDAN:
Fatmir Ghiata, 1923 de doğru. Edebiyata Ulusal Kurtuluş
saf.'aJında hasladı. Bu savaşa bizzat katılmıJ!ır. Şiir kitapları yazdı. Bunlar arasında en tanınmıJ olanı «Partizan Venko»dur.
Hikayeler de yayınlamıştır. Bunların başlıca- ları, <<Kan damla/art•>,
<<Buğday olgunlaştı»dır. Romanları da vardır: <Su uyur, düşman uyumaz» «Dönemeç»,
«Bataklık», «Düşmanlar». Arnavut yazarlar ve sanatçılar birliği'- nin yönetim kurulu üyesidir. Bir çok ödüller
almıştır.
Kültür ve edebiyat alanında Arnavut rönesansı on dokuzuncu yüzyılda
başlar; bu akım yurtseverlik düşüncesinden, memleketin ve insanın
kurtuluşu kaygusundan ve en derin insan severlik duygusundan esinlenmiştir.
Arnavut rönesansı
edebiyatı, oldum olası, bir kavga ve savaş edebiyatıdır; halkı, birleşip özgürlüğünü elde etmiye çağırır, ona «Ya özgürlük, ya ölüm!»
sloganını verir. Bu, baş-
lıra aııı;ıcı ulusal kurtuluş olan erkek sesli bir edebiyattır.
Rönesans eserlerinin bütününde hep insanlık ve ulus adına fedakarlık
düşüncesi ağır basar. Bütün azanların ha yatı, ülküleri ile uyumlu idi. Bunlar, Arnavutluğun
kurtuluşu, özgürlüğü uğruna savaşıyor, kendilerini feda ediyorlardı.
Kurtuluş döneminde, Zogo'nun burjuva-derebeylik
rejimi altında ise, toplumsal nitelikte ve sınıf ilkesine dayanan daha başka sorunlar, halkın toplumsal durumu ve aşırı yoksulluğu
sorunları ortaya çıktı. Bu dönemde edebiyatımız, devrimci romantizm adı altında
özetlenebilecek yeni bir aşamaya vardı. 27 yaşında veremden ölen Migbeni sadece yoksulluğu dile getirdi ve bunun ne büyük bir yüzkarası
olduğunu belirtti.
Yüzyılımızın otuzuncu yıllarına
doğru, toplumsal
nitelikte bir takım sorunları, birey ve toplum ilişkilerini,
yaşamdan koparılmış, kendini bir çıkmazda gören, ümitsizliğe ve inkarcılığa
düşmüş (
Spasse'nin <<Niçin>) adlı romanında anlattığı gibi) insanın kaderi ile ilgili sorunları ele alan yeni bir edebiyat ortaya çıktı. Gene bu dönemde
edebiyatımız, baba erkine bağlı ve bu ilişkileri koparmaya çalışan kadın sorununu ele aldı.
Buraya kadar eski edebiyatımızın gelenekleri üzerine kısaca
bazı bilgiler
vermiş clduk. Yeni Arnavut edebiyatının ise yirmi yıllık bir geçmişi vardır.
Bu
edebiyat, yukarda anlattığımız gelenekiere dayanmakta ve onları
geliştirmektedir. Halk devriminden doğan yeni Arnavut edebiyatı, devrimci ve humanisttir. En
yüce amacı, sosyalizmin gerçekleşmesi yolundaki savaşta halk kitlelerinin davasına hizmet etmek, yurtseverlik ve
enternasyonalizm ülküleri, in-
sanlık ve barış sevgisi, her türlü
sörnürücülüğe ve toplurn- sal adaletsizliğe, gaddar emperyalizme karşı savaşta
halkı güçlendirmektir. Partizanların patiattığı silah sesleriyle ve savaşçıların
yüreğinden kopan türkülerin yankısı ile doğan bu edebiyat, şehirlerde,
köylerde gizli
gizli dağıtılan broşürler, dergiler ve türkületle bütün yurdu kapladı.
İşte şimdi bizim edebiyatırnız realist bir olgunluk çağında olup toplumsal bir nitelik taşımakta ve özellikle Sovyet yazarlarının - Gorki, Aleksi Tolstoy,
Fadeyev - ve genel olarak bütün dünyadaki ilerici edebiyatların etkisi altında
bulunmaktadır. Yeni Arnavut edebiyatı, bir kahramanlık destanı halini almıştır.
Toplumsal bir bilinci olan yeni kahraman sorunu, sosyalizmin kuruluşu boyunca daha da içli bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
Halkın içinde ve halkın hizmetinde gelişen edebiyatımız, sosyalizm gibi bir gerçek
karşısında kendi içine kapanamaz ve dar konulu açılardan işe başlıyamazdı. Gerçek realist sanat, her zaman büyük temaları,
toplumun gelişmesi ile insanın
gelişmesini toplumsal süreçler halinde ele almayı amaç bilir.
Amacı dünyayı değiştirmek ve Gorki'nin dediği gibi «Bütün ırk ve ulusların
işçilerini sermaye zincirlerinden kurtarmak» olan humanizmayı, sahte humanizmadan ayırd ermesini biliyoruz. Sahte humanizına derken de şunu söylemek istiyoruz: Güya bütün insanlara şefkat ve sevgi duyduğunu
söyliyen, aslında ise insanlığa ve insanların gerçek mutluluğuna karşı ilgisiz olan kimselerin
«avutucu» güzel sözlerinden başka bir şey olmıyan humanizma. İnsanların
kurtulması ve insanlığın mutluluğu hiç bir zaman pasif bir hurnanizma yolu ile elde
edilemez.
Bizim edebiyatımız, dünya edebiyatının
büyük eserlerinin çevirileriyle
geniş ölçüde desteklenmektedir. Bu iş, eski Yunan klasiklerinden başlıyarak, Avrupa, Amerika, Afrika-Asya'nın
en yeni romanlarını
içine almaktadır. Türk yazarlarından Suat Derviş ile Aziz Nesin'i de bu
arada sayabiliriz.
BULGAR HEYETİ BAŞKANI
DİMİTRE DİMOV'UN RAPORUNDAN:
Konferansta Bulgar heyeti başkanı ve Bulgar Edebi- yaıçılar
Birliği Ba[kanı nlan Dimitre Dimov, romanları ve piyesleri ile tanınmış bir Bulgar yazarıdır.
Özenle son
romanı Tütün çok ilgi toplamış ve kısa zamanda yeniden basılmıştır.
Öteki Balkan
dillerinden bir kısmına çevri/en bu büyük kitap Bulgaristan'da istisnasız
bütün eleştirmenlerin takdirini kazanmış bulunmaktadır. İspanyolı·a bilir ve bu
dilde incelemeler J'apmıştır.
Humanizma kadar hiç bir konu bizi böylesine içten
saramazdı; işte bu yüzdendir ki biz raporlarımızı bu konu üzerinde
hazırladık ve bu konu üzerinde tartışacağız. Halkı ile yaşıyan ve onun kaderini paylaşan yazar kadar kimin kafasına ve yüreğine bunca yakın bir konu bulunabilir? Halkı sevmeyi, yazarların tekeline bırakınayı
düşünmüyorum, ama bütün dünyaca tanınmış bir gerçeği dile getirmek istiyorum ki, o da şudur: Tarih toplum ve ahlak açılarından ele alınınca, humanizma, bütün
yazarların bireysel bilinçlerinin ve kamusal davranışlarının bölünmez bir parçasıdır.
Eğer humanizma kavramı ile, sadece yazarların
bütün
dikkatini kendi üzerine çeken genel olarak insana yönelmiş bir ilgiyi değil de, her şeyden önce
çağımızın toplumsal, ekonomik, ahlaksal ve politik büyük sorunlarına,
milyonlarca insanın baskı ve yoksulluk altındaki
durumlarına, insanın daha iyi ve daha haklı bir yaşayışa karşı olan özlemine yönelmiş bir ilgi ve dikkati anlıyorsak, bundan çıkacak olan ilk sonuç, bu humanizma uğrunda bir şeyler yapmamızı
gerektiren
etkenleri ele almaktır. Bu etkenlerden biri, özel olarak biz Bulgar yazarlarını ilgilendirir. Buna bölgesel ve öznel bir etken de denebilir.
Madem burada dostça konuşuyoruz, ufak bir nükte, sanırım kimseyi darıltmaya-
caktır. Dünyanın dört bir yanında, zengin ve aylak yüzlerce kişi, binlerce kilometre aşıp canları istedi mi Atina'ya gidebilir ve oradaki eski sanat
eserlerini görebilir. Oysa biz, Yunan başkentinden ancak yüz kilometre uzaklıkta bulunan Bulgar yazarları için
böyle bir
gezi bin türlü güçlüklerle karşılanır; o kadar ki böyle bir geziden vaz geçmemiz gerekir. Atom silahlarının tehdidi altında
yaşadığımız ve bir düğmeye basınakla her şeyin, bunca sanat hazinelerinin mahvolabileceği
bu çağda bizler, bu korkunç tehlikeyi önlemek için neden bütün
çabalarımızı biraraya katmıyoruz diye vicdan azabı duyabiliriz. Zaten dünyanın hiç bir bölgesi, Balkanlar kadar savaş alanı haline gelmemiş ve yakılıp
yıkılmamıştır. Hatta bu yüzden Balkanları barut fıçısı say- ınağa kadar gitmişlerdir.
Çağımız gibi,
insanların kitle halinde yok edilmeleri tekniğinin gelişmiş bulunduğu bir çağda barış ve savaş sorunu artık bizim için sadece politik ve ahlaksal
bir tartışma konusu değil, fakat bir ölüm kalım sorunudur.
Burada, sizlere, Başbakanımız Jivkov'un bir az da şa-
ka kılıklı söylediği şu sözleri
hatırlatmak istiyorum: «İkinci dünya savaşından bu yana yirmi yıl geçti. Biz Balkan uluslarının
politikacıları ve devlet adamları biraraya gelmek için hala bir imkan ve zaman bulamamışken, siz bu ülkelerin
yazarları huluştunuz. Hem de sadece buluşmakla kalmadınız, politik düşünce ve görüşlerimizin
ayrılığına karşın ortak bir dil buldunuz. Çünkü sizi biraraya getiren bir çok etkenler vardı: Halk sevgisi, ulusal
gelenek saygısı ve her ülkenin kültürel zenginlikleri, barışa, ilerlemeye ve ulusların
refahına karşı duyulan karşılıklı anlaşma.))
Bütün Balkan memleketlerinin edebiyatlarında
derinden
derine humanist, demokratik ve uygarcı geleneklerin bulunduğu kolayca gösterilebilir.
Bir çok tarih olayları, Balkan uluslarını ve onların kültür temsilcilerini esiniiyen
hu- manistçe bir hoşgörü, dostluk, karşılıklı
anlaşma ve işbirliği duygusunu taşıdıklarına
tanıklık eder.
Humanizma, insan düşüncesinde
büyük, tarihsel
bir dava ve insan toplumunu yöneten nesnel yasaların özünü
koşullayan karmaşık bir takım kavramlar demetidir. Tarafsız her insan için şurası
açıktır ki,
Rönesans'ın humanİst düşünceleri, Fransız burjuva devriminden sonraki
humanİst düşüncelerle ve sosyalist Ekim devriminden sonraki düşüncelerle kolay kolay bağdaşamaz. Biz sosyalist dünya yazarları
için bu çok uıbiidir;
çünkü insanlığın tarihsel geliş:mi içinde toplumda durmadan yeni bir takım etkenler ve bunlar arasında da bir takım yeni ilişkiler ortaya çıkmaktadır. Ama bu, İtalyan
Rönesans'ının humanİst düşünceleri, bizim sosyalist dünyamıza hiç bir ışık
getirmemiştir anlamına gelmez; biz sosyalistlerin humanİzın
anlayışı, Fransız devrimi- nin ortaya attığı kardeşlik, eşitlik ve özgürlük gibi büyük
demokratik kavrarnlara karşıt değildir.
Tam
tersine, bizim humanizmimiz, Rönesans'ın ve Fransız burjuva devriminin ilke ve kavramlarının
özünü pratikte
genişletmekte, zenginleştirmekte ve ateşlendirmektedir. Oysa bugün batıda bu ilke ve kavrarnlara karşı gelen bir takım akımlar
vardır. Biz
bunlara karşı Rönesans'ın insan kişiliğini savunmak durumunda bulunuyoruz ve bu yüzden de onlar tarafından edebiyat ve sanat alanında dogmatik olmakla suçlandırılıyoruz.
Tarih bize gösteriyor ki, Rönesans'ın humanizma kavramı, yavaş
yavaş ve aşamalada
gelişmiştir. İnsanlığın ilerlemesini İstiyen ve tarihsel bir dava olarak ele alınan
humanİzınanın son gdişim aşamasına biz aktif humanizma diyoruz. Bu açıdan, biz Bulgar yazarları için humanizma, insanın ahlaksal ilkeleri, içinde inanç
ateşi, yaratıcı gücü ve eylemleridir, bunlar da bizi barış adına, insanın geçmişteki,
bugünkü ve
gelecekteki onuru adına, her uzanan eli sık- ınağa götürür.
RUMEN HEYETİ BAŞKll.NI
OVİDjU KROHMALNJCIANU'NUN
Rumen halkı <<Humanizma» sözcüğünden ne anlamaktadır? Bize göre humanizma, insan davranışlarının
özü üzerinde durmak demektir. Halk bu kavrama, bir takım basit ilişkilere bağlı olarak somut bir anlam
verir. Bu ilişkiler şunlardır: İhtiyaç ve zorluk karşısında
dayanışma, hoşgörü, çeşitli ulusların inançlarına, törelerine ve geleneklerine saygı, konukseverlik yani dost
edinme ihtiyacı, iyi komşuluk ilişkileri, birbirine açılma ve dolayısiyle
haksızlığı, İşkenceyi, toprak doymazlığı, insanın aşağılatılmasını ortadan kaldır-
mak uğrunda gerekli olan adalet
sevgisi. İşte Rumen halkının Ilumanizma kavramını dile getiren geleneksel duyguları kısaca
bunlardır. Folklorumuzda bu duyguları yankılayan nice örnek vardır.
Balkan memleketlerinde edebiyatların folklora, efsanelere, türkülere ve halk hikayelerine ne
kadar bağlı olduğunu biliriz. Üstelik, ülkelerimiz arasında bütün bu motifler bakımından
büyük bir
yakınlık da vardır. Örneğin Panait İstrati'nin ve Sadovyanu'nun eşsiz bir özgürlükle modern bir destan haline koydukları haydut geleneği bütün
uluslarımızda ortak bir gelenek değil midir? Tabiat bilinci, Balk.ı< n memleketleri edebiyatlarının
hepsinde ağır basar.
Bunun gibi, bana göre, realizm de ülkelerimizin ortak bir geleneğidir.
Bizim edebiyatımızda ulusallık ögesi,
humanİst bir
ruh ile ele alınmış ve gerçekleştirilmiştir; insanlık kavramı, bir çeşit yüksek sosyalist humanizma biçimini
almıştır. Bulgar Edebiyatçılar Birliği Başkanı Dimitre Dimov'un da dediği gibi, halk destanı yeni bir bilinç düzeyine
ulaşmıştır. İnsan kişiliğinin özgürce gelişmesini sağlıyan bilimsel felsefeye dayalı ana kavramları desteklemek için humanizma, ahlaksal etkin ögelerin yeniden canlılığa
kavuşmasını istemektedir.
Bizim çağdaş edebiyatımız, insanlık
kavramına yepyeni bir anlam vermiştir. Eskiden humanİzınanın özü, toplumsal ilişkiler karşı savaşta anlatımını bulmak zorunda idi. lumsal ilişkilere
karşı savaşta anlatımını bulmak zorunda idi. ilişkiler, demek ki, humanİzınanın
özü ile çatışma halinde idi ve onu yok
etmiye çalışıyordu. Ama bugün bizde insan duygusunun dile
getirilmesi, çağdaş ve toplumsal gerçeklik duygusuna yoldaşlık etmektedir. Bunu, unutulmaz
simge-
leriyle Mihai Beniuk, «Yol kenarındaki elma ağaw> adlı
şürinde en
iyi dile getirir. Ozan, insaru meyveler veren bir dma ağacı gibi düşünmektedir; bu ağaç, etrafı
çevrili, iyi
korunmuş bir bahçede değil, gelenin geçenin ellerini uzatıp meyvelerini koparahileceği bir yerdedir. Bu yer, vatanın cömert
toprağı üzerindedir.
Ben bir elma ağacıyım, bahçesiz
Dallarımda kırmızı elmalar tutuşur
Yolcu, istediğin gibi kopar al
Kimseye hesap verecek değilsin
İlle de birine teşekkür gerekse
Yurduna teşekkür et
Seni de, beni de taşıyan o Seni de, beni de hesliyen o
Sosyalist humanizma, bütün uluslarla, özellikle komşu
uluslarla
bir bağ kurma kararımızda bütün engelleri ve önyargıları silip atmıştır. Bugün
Balkan ulusları arasında
içten bir
yakınlaşma havası yaratılmış bulunuyor.
DOBRITZA TCHOSSITCH'İN RAPORUNDAN:
Kültür ve edebiyat alanında Balkan uluslarırun
ilişkilerine öncülük etmesi gereken bir takım genel ilkeler kabul etmek zorundayız. Bunlardan biri, bence, gittikçe küçülmekte
olan dünyamızın kaderini, maddi, kültürel ve ahlaksal bağımlılığını, birlik ve beraberliğini benimsemektir. Bizim insancıl
sorunlarımız, dünyanın insancıl sorunları ve hayati bağları dışında ele alınacak olursa, gerçek çağdaş
humauizmarun özü bozulur ve onun buyruklarını yerine getirmek güçleşir.
Balkan ülkeleri arasında dostluk, kardeşlik,
anlaşma ve karşılıklı
güven bağlarının kurulabilmesi için başlıca şartlcırdan biri de, bizim kültürlerimizin
ideolojik yapısının tarihsel ve eleştirel
bilinçine varmaktır. Bunun için de ulusal bencilliği, başka hir deyişle, şovinizmi, ideolojik pragmacılığı ve politikadaki faydacılıkları yenmemiz gerekir. Uluslar arasındaki
açıklıklar, ancak geçmişteki ve günümüzdeki gerçekler ortaya atılarak kapanabilir.
Humanizmanın buyruklarını yerine getirmek için, her şeyden önce, onun somut özünü anlamamız
gerekir.
Bundan sonra da, huminst düşüncenin anlamını, değerini ve yönünü, pratik toplumsal hayattaki uygulanışiarına
bağlamak ve
bunda da köksel bir eleştirinin sürekli denetimini sağlamak gerekir.
Çağdaş tarihte, kültürün
insancı bağlardan kopmasının başlıca iki nedeni vardır: Bunlar ideolojik faydacılık ve bezirganlıktır.
Bu iki
etkenin kaynağında da kişisel, sınıfsal ve ulusal bencillik ve çıkarcılık yatar. insani yanılmaları, dar kafalılığı,
uyuşukluğu ve gücsüzlüğü de bu arada sayabiliriz. Bunlar, burjuva
uygarlığının özellikleri olmakla beraber, Stalinci ve uydurma-devrimci
dogmatizme de bulaşmıştır. İşte üstünlük iddiaları, ırkçılık, ulusal şovi-
nizm, ya doğrudan doğruya bunlardan doğar, ya da dolaylı olarak bunların
etkisinde bulunur. Sosyalizm dönemi bile, tarihsel bakımdan yatsınması gereken
bir toplumun bu ideolojik özelliklerinden tam olarak yakasım sıyıramamıştır
Çağdaş toplumlar, söylemek gerekir ki, bazı
kötülükleri, ı,;atışmaları ve anlaşmazlıkları ile birbirlerine benzemektedirler. İnsanı ve toplumu kurtarmak ve ilerleme
güclerine kaulmak için, faydacılığı ve önyargıla:rı bilincimizden atmamız, tarihsel gerçeğimizin belirlenmesi için gerekli olan devrimsel ve
bilimsel bilinci uyandırmamız lazımdır.
Çağdaş dünya kültürünün başlıca
sorunlarından biri de edebiyatta ve sanatlarda humanizmanın ideoloji bakımından dar bir çerçeveye
sıkıştırılmasıdır.
Ba.zı bölgelerde ve bazı aşamalarda
edebiyatın ve sanatın gözden düşmesine ve boğulmasına kadar varan bu daralma, türlü yönlerden
kendini göstermektedir.
En önemlisi, sanatın ideolojik görevi ve anlamı üzerinde
aşırı derecede
pragmatik direnmedir. (Ki bu, sanatta biçim ve özün bir takım basit ve safca ölçülere göre
değerlendiril- ıniye kakışılması demektir.) Buna göre sosyalizmin ve hu- manizmin
ideolojik değerlendirilmesi şu özelliklerin üstünlüğüne
dayatılmaktadır: <(Olumlu», <(ıyı», <(sağlam», «iyimser», <(aydınlık»,
<(bizden».
Bu inanç şeması, evrensel bir ·uygulama alanı bulmuştu.
Stalin düsturculuğu, bu yeni sözlüğü ile, Hristiyanlığın dogmatizminden ve çağımızın en tutumcu şiir yasamından
pek de farklı
değildir.
Bununla birlikte, toplumsal hayatta, toplumsal ilişkilerde, insanlar arasındaki
ilişkilerde ve değer ölçülerinin yaratılmasında sosyalist devrimciliğin
yaratılmasında sosyalist devrimciliğin humanİst anlamı, yaratıcılık için gerekli olan nesnel koşulların belirlenmesinde, gerçeğin
anlatım ve öğreniminde,
yaşamda ve
toplumsal gerçekte, insanın ger-
çcğindc toplanır. İnsan bütün bu görünüşlerinde ve özünde değişken değerli ve çelişik bir yaratıktır.
İnsan hiç bir zaman yalnız sağlam, olumlu, iyi ve makul değildir. İnsan
hastadır, karamsardır, kötüdür ve tehlikelidir de. O yalnız bugüne kadarki toplumsal, tarihsel
ve nesnel koşullardan doğmaz. Gorki ne derse desin, İnsan yaşamı
süresince pek de övünülecek bir yaratık değildir. Ama bana sorarsanız,
şunu da
umabiliriz ki, insani ve toplumsal çelişıneler ve karmaşıklıklar,
gelecekte
daha soylu ve daha az trajik bir özellik kazansın ve olumlu, maddi, kültürel ve ahlaksal koşullar ancak o zaman bütün insanlar için daha insansal ol- iun!
YUNAN HEYETİNDEN
FOTIADIS'lN RAPORUNDAN:
Dimitrios Fotiadis, 1898'de İzmir'de
doğmuf, Lise
öğrenimini orada yapmış ve 1922'de Yunanistan'a geçerek Atina'da yerlefmiftir.
1931'de yazdığı üç perdelik «Mania \'itrova» Kalokarinio dram ödülünü, 1933'de yazdığı «Büyülü
Keman» Sanatçılar
Kulübü ödülünü almıfttr. 1936'da Yeni Yu nan Edebiyatı adlı haftalık derginin müdürü olmuştur.
Eski Yunancadan bazı eserleri yeni Yunancaya aktardığı için
de
Dimitrios Fotiadis'e, Sorbonne'a bağlı Eski Yunan Eserlerini inceleme Derneği
tarafından gümüf madal- ye armağan edilmiftir.
Gorki'ye göre, uygarlığın temsilcileri üç çeşittir:
İşçiler, bilginler
ve sanatçılar. İşçiler demire ve çeliğe hayat verirler ve gelişme ile ilerlemenin maddi önkoşullarını sağlarlar.
llılginler tabiatı araştırırlar ve birinci tabiata
dayanarak ıkinci bir tabiatın nasıl yaratılabileceğini halka öğretirler.
Sanatçılar insanın iç dünyasını yani insan ruhunu incelerler ve insanların
içindeki iyiyi
ve kötüyü gösterirler. Böylece bilim gibi sanat da ikinci
bir tabiat yaratır, yalnız şu farkla ki, bilim insanı
çevretiyen tabiatı değiştirdiği halde, sanat insanın içindeki tabiatı değiştirir.
Her büyük sanat eserinin yaratıcısı ile bjnlerce insan gizlice işbirliği halindedir. Eser ne kadar
iyi olursa, gizli yardımcıların sayısı o kadar yüksek olur. Bu suretle her büyük eser yalnız bir kişinin değil,
bütün bir
ulusun dehasını kapsar. Eser bir ulusun ülkülerini, maddi ve manevi durumunu,
toplumsal bünye ve evren görüşünü açıklar.
Hasta romantiklerin sandıkları gibi, sanatın amacı
mutlakı gerçekleştirmek midir, ozan her yasanın üstünde midir? Bu görüş üzerinde,
ancak
insan kendisini saran çevre ile hiç teması
olmaksızın, ister hisleriyle, ister düşünceleriyle yaşamak imkanım verecek yeteneklere sahip olduğu takdirde tartışılabilir.
Demek ki sınırsız bir istem özgürlüğü asla yoktur. Bundan dolayı,
kanımızca yazar, emeğini esirgemeden yaşadığı çağın tabiat ve toplum koşullarını incelemek zorundadır. Böylece yazar, yarattığı esere en geniş özü
vermiş olur.
Şunu unutmamak gerekir ki, tabiatı ve kendini aşmak için durmadan savaşan insan-ve tabii yazar ve sanatçı gerçekten özgür sayılır. Bundan ötürü de gerçek sanat, tabiat güzelliğini
kölece taklit
etmek hevesinde değildir, daha yüksek bir güzelliği taklit etmek amacını güder.
Şunu da unutmamalı ki, sanatın ulusal karakteri onun kişisel karakterinin üstündedir. Onun da üstünde
uluslararası karakter bulunur. ( Kişilik-tnus-İnsanlık. ) Bir
sanat eseri ancak böyle üçlü bir biçimde yaratılabilir.
Toplumsal kişilik, toplumdan uzak, toplum dışında var olamı- yacağı gibi, sanat eseri de bütün insanlık
dışında var
olamaz. Aynı suretle, sanatçı da biçimde ulusal ögeler olmaksızın
ve uluslararası bir öze sahip olmaksızın bir eser yaratamaz. Bundan dolayı, eninde sonunda, sanatta kişilik uslu-, bu, milliyet biçimi,
insanlık da özü temsil eder.
Bir sanat eserinin değerli olabilmesi için, araştırmanın
ve kültürün gerekli olmadığı, ancak yeteneğin yeterli olduğu görüşü,
çalışmak ve
okumaktan korkanlar için kolay bir görüştür. Hayatı bütünü ile kavramadan, tabiat ve
toplum yasalarını bilmeden büyük eserler yaratmanın Ön· koşullarından olan evrensel akıl düzenini elde etmek müm- kiio değildir. Büyük
bir eser yalnızca yetenek ve mutlu bir esin sonınu
değildir. Çağımızın üçüncü yüzyılında yaşamış olan Longin «Yücelik
üzerine» başlığını taşıyan biricik eleştiri yapıtında, bilimsiz sanat olamıyacağını
açıklıyan ilk adam olmuştur. Sanatçı ancak bu sağlam temel üzerinde öbür yeteneklerini yükseltebilir. Yoksa onun yetenekleri ne
olursa olsun, hayatın bütünü ile kavranması sonucunda elde edilen
dengeli bir uyurnun yardımından yoksun kalır. Oysa ancak bu dengeli uyum
en iyi sonuçları sağlayabilir.
Bilgilerle kuşanmış bir sanatçı,
çağının bütün sevinç ve acılarını rahatça benimser; bir ülkü uğruna yapılan özverinin yüceliğini olduğu gibi, bir kadının hazin yüzündeki
gülümsemenin güzelliğini de hisseder; ulusun özgürlük ve hakları uğrunda
savaşanların kahramanca coşkunluğunu olduğu gibi, tarihi olmıyan sade bir çiçeğin
öyküsünü de
hisseder; ölümle korkmadan yüz yüze gelir ve aynı zamanda elimizi sıkan ve sözden çok daha anlamlı olan dost elini
de hiseder. Sanatçı, kitlelerin büyük facialaruu ve aynı za. manda adsız kalan küçük acıları,
insanlık için kurduğu tasarılar yanında sılası olmıyan özlemleri de hisseder. Sanatçı her şeyin, büyük
şeylerin ve önemsiz
şeylerin alıcısı ve vericisi olmalıdır. O yalnız fırtınada değil, güzelliğin her fısıldayışında ve hem içten hem dilden gelen en hafif meltemde bile titriyen bir anten olmalıdır.
Sanatçı aynı zamanda gerçek uğruna
yapılan savaşın ön hatlarında yer almalıdır, işkence görenlere silahsız
olaA rak
kalkan olmalıdır. Adaleti korumak yolunda yapılan her protestonun, eserinde
chediyen yaşayacağını ve hiç bir ^eyin onu susturamıyacağını
hissetmelidir.
Bu başkaldırma yüzyıllar boyunca anılacaktır.
Hayır, sanatçının rolü pasif olamaz, aktif,
enerjik olmalıdır. Uygarlık surlarında bekliyen bir savaşçı
olmalıdır o. Savaşçının hayatı bir düş hayatı olamaz, onun hayatı, yaşama
savaşı ve
onun canlı ve somut anlatımı uğrunda yaşanan bir hayat olmalıdır.
Redaksiyon komitesi başkanı olarak hazırlanması bana bırakılan ve benim Rumanya
delegelerinden Bay Balan ile işbirliği yaparak yazdığım ve konferansın son günü Balkan Yazarları adına
okuduğum
BİLDİR!
Balkan memleketleri, coğrafya, tarih, ekonomi ve töreler bakımından hatta folklorlarında,
örneğin türkülerinde, oyunlarında, genel olarak yaşayışlarında büyük benzerlikler gösteren ülkelerdir. Bu kadar ortak yanları bulunan bu ülkelerin
şimdiye değin birbirlerinden uzak kalmalan
yapma ve anlaşılmaz bir ayrılık sayılsa
yeridir.
Balkan halkları, kurtuluş savaşlarını bile birbirlerine benzer biçimlerde başarmışlardır. Geleneklerinde, yaşayışlarında,
sanatlarında böyle bir bütünlük gösteren bu ülkelerin yazarları, sanatçıları elbette birgün
tanışmak, anlaşmak gereksinimi duyacaklardı. İşte Bulgar Yazarlar Birliği'nin ve Romanyalı meslek arkadaşlarımızın
önayak olmasıyla gerçekleşen Sofya'daki Balkanlar-arası edebiyatçılar kongresini bu gereksinme doğurmuştur.
Arnavut, Bulgar Yunan, Rumen, Türk ve Yugoslav yazarlarının ve sanatçılarının 25 mayıstan 28 rnayısa kadar süren
buluşmalarında genellikle humanizrna konusu ele alınmış ve delegeler bu açıdan kendi edebiyatlarının
durumunu ve
gelişimini anlatmışlar, bu durum ve gelişimierin benzerliklerini görmüşler,
ayrıca dünyanın ve insanlığın geleceği üzerine gerçekten yararlı ve ilerici düşünceler ortaya atmışlardır. Ayrı görüşler ve anlayışlara,
ayrı zevkler ve edebi yönlere bağlı olan yazarlar söz almışlar, ama tümü de bu gibi dostça
buluşmaların yararı, sürdürülmesi üzerinde durmuşlar ve işbirliği,
temasların arttırılması ve bunları yerine getirmenin gerçek bir zorunluk olduğu üzerinde birleşmişlerdir.
Bütün bu konuşmalardan
anlaşılmıştır ki, Balkanlı yazarlar halkçılık, insanseverlik, barış-severlik,
ilkelerinde
birleşiktirler. Yine bu konferans bize öğretmiştir ki, Balkan yazarları ve sanatçıları Balkan uluslarının
kurtuluşları, yükselmeleri, ilerlemeleri için önderlik etmişler, faşizmin yo- ketmeye kallaştığı insan değerlerini
bütün çabalarıyla ve hatta çoğu zaman hayatlarını bile vererek korumayı ve daha da zenginleştirmeyi başarmışlardır.
Sofya konferansındaki konuşmalar Balkanlı
sanatçıların ve yazarların ernekten, bilimden, hoşgörüden,
akıldan ve eşitlikten yana olduklarını
göstermiştir. Balkın edebiyatlarının bu humanİst özelliği bir rasiantı
değildir; çünkü, dünya uygarlığına, düşüncesine, sanatlarına kaynaklık etmiş olan kültürler bu topraklardan doğmuştur. Bu edebiyatlar en yeni çağdaş akımları
ve görüşleri
benimsemiş olmakla birlikte, yine de yukarıda belirttiğimiz temel özellikleri sürdürmektedirler.
Bütün bu özellikleri kendinde toplıyan bu edebiyatların temsilcileri olan Balkan edebiyatcılarının
birbirlerini
daha iyi tanıması, aramızdaki temasların gelişmesi, iyi komşuluk,
barışı sağlamak ruhu içinde işbirliği noktalarında birleşmiş bulunuyor ve biz bütün dünya
yazarlarını da barışı ve ilerlemeyi engelleyen güçlüklere karşı çaba harcamaya çağırıyoruz.
Sanatçılar ve yazarlar, kültür yoluyla barışı ve iyiliği koruma ve gerçekleştirme
gereğini seve
seve yerine getirecekler. Buna güvenimiz var.
II
Şimdi Bulgaristan gezisinden edindiğim izlenimleri anlatmak
istiyorum. Bulgaristan'da gördüklerimi, öğrendiklerimi tanıdıklarıma bütün ayrıntıları ile anlattım, çok
ilgi
ile karşılandı bunlar. Kimi de inanmadı, inanmak istı!- rnedi söylediklerime,
açıkça «Yalan
söylüyorsun, o ülkeyi överek bize toplumculuk aşılamak istiyorsun» demedi de, <<Kandırrnışlar
sizi»
dedi, <<gördüklerin ancak sana göster-
dikleridir, gözünü boyamışlar.» dedi. Bunlar anlaşılan çok
akıllı kişilerdi, benim gördüklerimi görmedikleri halde yanılmıyorlardı.
Bense, gördüğüm halde yanılıyordum, ^t- muş oluyordum, böylesine aptalın
biri idim. Bizden sonra Sabri Esat Siyavuşgil de Bulgaristan'a gitmiş, gezmiş
bizim gezdiğimiz yerleri, Bulgarların başarılarını Yeni Tanin'de bir kaç fıkra
ile yazdı. Bu fıkralarının birinde, aldığı bir okur mektubundan söz ediyordu
Siyavuşgil; «Utanmıyor musun o ülkeyi övmiye» diyormuş okur o mektubunda, «seni
kandırmışlar.» diyormuş. Şaşıyordu Siyavuşgil, <<Koca ülkeyi beni
kandırmak için sinema stüdyosu durumuna getirecek değiller ya...» gibilerden
bir söz ediyordu.
Propagandaların, propagandalardan
doğma önyargıların gücünü küçümsemiyelim. Bi7Ale yıllardan beri kötülenmiş
bir yönetim biçiminin, alışıla gelen uslüpla ele alınmaması, kimini
yadırgatabilir. Ama unutmamalı ki, alışıla gelene uymak ereği ile doğruları
tersine çevirip söylemek insana yakışmaz. Nitekim Siyavuşgil de «Ben bir bilim adamı yım,
gördüklerimi yazmak, doğruları söylernek benim gö- revirndin> diyordu o
yazısında. Bu sözlere ben de şunu ek- liyeceğiın: Komşularımızda olanı biteni
görmemekle, görmezlikten gelmekle ne kazanacağız? Bilgisizlik üzerine kurulu
yargılar mı daha güçlüdür, yoksa bilgi. görgü üzerine kurulu yargılar mı? Biz
kendi başanianınıza güveniyorsak, başkalarının başarılarından niçin korkalım?
Bana sorarsanız, başkalarııun, hele komşularımızın kimi başarıları bizde daha
çok çalışmak, daha çok çabalamak hevesini uyan- dırmalıdır. Sözgelişi,
«Bulgaristan'da okuma yazma bilmi- yen yok.» dersem, buna karşılık, «Vay hain!
Bulgaristan'ı övüyor.» dememeli, «Ne yapsak da hiz de bütün insanları-
ınızı okutsak, bizde de okuma
yazma hilmiyen yok diye övünsek?^> biçiminde düşünmeli. Bunun çaresi bulunmuştu. Köy Enstitüleri yıkılmasaydı, bugün
bütün Türk çocukları okumuş yazmış durumundaydılar. Köy Enstitülerini yıkan kafanın ne kötü bir kafa olduğu işte ortada. Hala o kafayla, hala önyargılarla, hala gerçekleri
görmezlikten gelmekle ne kazanacağız, sorarım!
o
Bulgaristan'da on beş gün kaldık.
Bu günlerin çoğu Sofya'da geçti. Sofya'dan başka Filibe'yi, Varna'yı, Bur- gaz'ı,
Balçık'ı, Şumnu'yu gördük, bazı köylerde de kaldık. Öyle ise gördüklerimi anlatmaya Sofya'dan başlıyayım:
Sofya. Sofya gibi yeşil, Sofya gibi temiz bir kent daha göstermek, sanırım, çok güçtür.
Avrupa'nın bir çok kentlerini görmüşlüğüm vardır, hiç biri bende bunca temiz izlenimini uyarıdırmamıştır. Otomobili az; bu yüzden dönüşümde
İstanbul beni
şaşkına çevirdi. Otobüsleri, troleybüsleri var; taksi bulmak oldukça güç. Bir akşam, bu yüzden, dostum Paruşev'le birlikte o sokaktan o sokağa gittik, sonunda taksi
aramaktan vaz geçtik. Benim tanıdığım sanatçılardan bir takımının özel arabaları vardı.
İnsanlar temiz pak. Yırtık pırtık, kir pas içinde kimseye rastlanmıyor. Dilenci diye bir şey görmedim.
Kitapçı dükkanları, pasta- haneler, eğlence yerleri kalabalık. Bunlar arasında beni Ö7.ellikle
kitapçı dükkaniarı ilgilendirdi. Büyük caddelerde, diyebilirim ki,
dört beş dükkanda bir kitapçı var. Bizim elçi, bir Bulgar'ın İstanbul aleyhindeki bir yazısından söz etti bize. <<Ne diyor?»
diye sorunca da, «Koca Beyoğlu caddesinde hir taneden başka kitapçı görmedim diyor» diye
cevap verdi. Şimdi o kitapçı da kapandı, ne yapacağız? Yukarda da söylediğim gibi, Bulgaristan'da okuma
yazma bil- miyen kalmamış gibidir. «Gibidir» deyişim, kimi köylerde bir kaç yaşlı adam varmış okuma yazma bilmiyen. Sonuç: Yirmi bin basılan bir roman en çok üç ayda tükeniyor. (Orhan Kemal'in, Aziz
Nesin'in, Yaşar Kemal'in kitapları da öyle olmuş ).
Beş altı katlı büyük mağazalar var ki, «Lokomotiften başka her şey bulunun> diye şakasını
yapıyorlar. Günün hangi saatinde gitseniz, büyük bir kalabalık,
harıl harıl alış veriş ediyor. Pazarlık yok, çünkü hepsi devlet mağazaları. Giyim kuşam ederleri bizim paramıza göre, pek ucuz değil. Buna karşılık makine eşyası daha ucuz.
Sofya'dan, aklımda kaldığına göre, yirmi kilometre kadar uzaklıkta bir barajı gezerken oradaki bir
lokantaya girdik, bir öğle yemeği yedik. Burası turistler içindi ve pahalı idi. Başka bir gece de Sofya'da bir
meyhaneye gittik. Bodrum katında idi bu meyhane, üstü de kilise imiş. Çok hoş bir yerdi. Çalgıcılar yerli müzik aletleriyle folklor havaları
çalıyorlar, yerli kılığında bir genç kız da türkü
söylüyordu. Bu türkülerden birine az sonra bizde katılıverdik.
Çünkü tanıdığımız, bildiğimiz bir türküydü.
Eğer benim ile gelmek dilersen...
Meğer, sorduk, «Makedonya türküsüdür» dediler. Nerden nereye... Onların rakı dedikleri slibova (erik rakısı) içiyor,
sahanda
sucuk yiyorduk. Biz orada iken kilisenin iki papazı meyhaneye geldi, içtiler
içtiler, sonra
sallana sallana çıktılar. Çıkarlarken papazın biri yolunu şaşırdı,
mutfağa daldı. Y amındaki Bulgar arkadaşa:
- Şimdi bunlar bu halde nereye
giderler? diye sordum.
- Kiliseye, dedi, ötekine berikine nasihat etmiye.
İçkiyi sık sık içiyorlar ama bizim gibi sarhoş olmuyorlar. Bu belki de bizim rakının ağır bir içki olmasındandır
diye düşünüyorum. Yoksa Sofya'da iken, nereye
çağırıldı isek, güpe gündüz içki ikram ediyorlardı. Tiyatro müdürünün
odasına giriyoruz,
bakıyorum, bir masa, üstünde slibova, çilek... Bir basımevini ziyaret ediyoruz, bir kapı açıyorlar,
masanın üstünde slibova, çilek... Hiç unutmam, bütün ziyaretleri biraraya topladığımiZ o gün, sabahın
onundan akşamın onsekizine kadar adam akıllı sarhoş oldum. Gündüz İçıniye
alışmamışım da ondan diyorum. Slibova beni pek sarmadı, ben daha çok mastikayı ve özellikle
onların «bialo
vino» dedikleri beyaz şarabı çok sevdim.
Sofya'da üç de ev ziyaret ettik.
Bunlardan biri, bizim konukçumuz olan Bayan Donka Melamet'in
evi idi. Bir akşam:
- Hadi sizin eve gidelim; dedim ona.
Belki de ayıp ettim. Kadıncağız evine telefon etti, bizim geleceğimizi haber verdi. E .. Bizim de maşallahımız
vardı hani,
yedi kişiydik. Bayan Donka Melamet'in evi bizi çok sardı;
küçük bir
daire, mütevazı bir döşeme dayama. Radyoları,
pikapları ve televizyonları var. Folklorik müzikten tutun batı klasiklerine değin bir yığın plak dinledik. Bu fasıl kapanınca
ev
sahiplerimiz kendileri başladılar türkü söylemiye. Karı koca bu türküleri çift sesle söylediler.
Masamızda on iki çeşit meze vardı. Bay Melamet:
- Bizim hamının adeti on üç mezedir, ama bu sefer başaramamış, diye takıldı eşine.
İkinci olarak bir ressamın evine gittik. Ünlü ressam Angeluşev'in evi, Vitoşa dağı
eteğinde bir
villa idi. Ange- luşev bize Fransız konyağı, sütlü kahve ve tatlı ikram etti. Resimlerini göstermeden
önce de Türkiye'den söz
açtı. 1931
de İstanbul'a gelmiş, hayran olmuş bu kentimize. Hele
Sirkeci'de tirenden inince, parasını bozmak bahanesiyle etrafını alan ve adamcağıza bir hayli kazık atan road- rabazların elinden kurtulduktan sonra asıl Türklerle,
doğru ve
namuslu insanlarla karşılaşmak onu çok duygulandırmış... Köprü üstünde
yaşlı bir
sucudan bir bardak su içmiş, iyi bilmediği Türk parasını
avuçla uzatmış adama ve ^- rümüş. Bir az sonra bakmış ki o yaşlı sucu omuzuna
vuruyor ve:
- Oğlum, daha alacağın var benden... diyerek ona bir
takım paralar veriyor. Angeluşev:
- Unutamam bunu, diyordu.
Sonra çalışma odasına geçtik.
Angeluşev artık resim yapmıyordu, kitap kapağı yaparak hayatını kazanıyordu. Bu
kitap kapakları gerçekten iyi bir beğeninin ürünüydü. Ressamın ayrıca
karikatürleri de vardı ve asıl şöhretini bu resimlerle yapmıştı. Birini
anlatayım (ki orada çok tanınan bir karikatür ); köylü eşeğine binmiş,
bacaklarını açmış giderken radyo atom bombası yapmanın yasak edildiğini söylüyor.
Köylü de, «Yazık, diyor, tam kalıpları hazırlamış- trn.»
Geleceğimiz gün de ozan Valery
Petraf'un evine gittik. Valery Petraf'un evi, bizim Levent'e benziyen bir mahallede
idi. İkinci kata çıktık. Orada daha başka tanıdıklarımızı bulduk. Evde, ev
sahibimiz, eşi ve kızından başka
ozan Bayan Leda Millova ile eşi de vardı. Slibova içtik, pasta yedik ve
evsahiplerimizde konuklarının söyledikleri türküleri dinledik. Şiirler de okundu. Bu Bulgarlar,
nerede olurlarsa olsunlar türkü söylüyorlar. Caz müziği pek duymadım. Bayan Donka'nın
söylediğine göre, daha çok gençler düşkünmüş caz müziğine, sakal da bırakıyorlarmış... Ama işçisinden tutun başbakanlarına kadar, hepsi genel olarak türkü söyleyip yerli oyunlar oynuyorlar.
Bunun üzerinde duruşumun bir önemi var: Büyük kentlerden ayrılıp köylere
gidince havanın
değişmediğini görüyorsunuz. Bu da sizde tutarlı bir köylü uygarlığı
ile karşılaştığıniZ
izlenimini
uyandırıyor. Gerçekten de Bulgaristan'da, köylü kentli ikiliği diye bir şey duyulmuyor. Tıpkı bunun gibi, aydın ve halk ikiliği de yok. Aydınlar ve yöneticiler,
okumuş köylüler ve işçilerdir. Başbakanlarının asıl mesleği mürettiplik imiş. Bizim Yaşar Kemal'in, görünce <<Haydut!» diye seslendiği
eleştirmen Goşkin, Şumnu'nun bir köyündendi. Benim dedemin dedesinin de Şumnu'lu
olduğunu öğrenince, bir gün Goşkin boynuma sarıldı; bunu gören köylü
romancı Kara
Slavov da gülerek bana;
- Goşkin Şumnulu'yum diye övünür ama Türkçe bilmez, dedi.
Arkasından da:
- Türkçe bilmiyene Şumnulu denmez, diye ekledi.
Konuştuğum bütün Bulgarlar, üç beş sözcük olsun Türkçe
biliyorlardı. İyi bilenlerini ise, bizden ayırmak güçtür.
Sofya'da bir tiyatro, bir opera, bir resim sergisi gördük. Dillerini bilmediğimiz için,
tiyatrodaki
oyunu bize
perde aralarında anlatıyorlardı. Böylece,
üç aşağı beş yukarı, bir kanı edindik bu oyun üstüne. Ben beğenmedim oyunu. Düşüncelerimi Bulgar sanatçılarına
açtım, çoğu benimle birlik çıktılar. Siyasal bir konuyu işiiyen bu oyun inandırıcı gel^edi bana. Buna karşılık
oynanış daha
iyi idi ve seyircinin ilgisi beni çok duygulandırdı.
Opera için pek bir şey
söyliyemiyeceğim, çünkü az opera görmüşürodür ve müzik bilgim yetersizdir. Ama
bize söylediklerine göre, iyi ses sanatçıları yurt dışında turnede imişler, biz zayıf olanları
dinlemişiz. «Sihirli Flüt»Ü oynadılar; ama bt'n hiç de büyülenmedim.
Sergiye gelince... O akşam
açılacakmış, kapıda bekleşenler vardı. Edebiyatçılar Birliği Dış İlişkiler
Müdürü Bay
Stoyanof, o kapıdan girdi bu kapıdan çıktı, sonunda bizi salona aldı. Dışarda bekliyenler buna içerlediler. Vasil İvanof adlı ressam, sergisine Kozmos adını vermişti ve bütün resimler kozmos'la,
roketlerle ilgili idi. İlk bakışta ilgi uyandırmasına
karşı, resimlerin
biteviyeliği, sonunda serginin çekiciliğini azaltıyordu. Yeni ressamlardandı bu Vasil İvanof ve öteki ressamlarca pek de tutulmadığı
anlaşılıyordu. Sözgelişi
Angeluşef, bize yeni resimden söz açtığı sırada demişti ki:
- Biz soyut ya da non-figüratif denen resme karşı değiliz, ama bu türlü resimlerden halk anlamıyor. Ne için
yapıyorlar, kendileri için mi? Biz batının büyük resmini taklit etmemeliyiz,
onlar bize ancak teknikte önderlik edebilirler. Biz kendi renklerimizi,
kendi biçimlerimizi ortaya çıkarmalı, kendi konularımızı
bulmalı ve halkımızın beğenisine seslenmeliyiz.
Tartışma bizdekine benziyordu ve
kolayca bir sonuca
bağlanır gibi değildi. Çünkü resim sanatında uzun bir geçmişi
olmıyan ülkelerde gerçi halk yeni resme karşı koyuyordu ama, aynı halk kendi eliyle yarattığı
yapıtlarda, kilimlerde, çoraplarda, el işlerinde çok stilize figürler
kullanıyor ve bu figürler zamanla anlamsız, soyut biçimler durumuna geliyordu.
Gerçi batının soyut anlayışı ile, doğu
sanatlarının soyut biçimlerine kaynak olan inanışlar
arasında hiç de benzerlik yoktu; batı gene doğaya
yönelirken, doğanın özünü araştırırken bu aşamaya gelmişti; doğu ise doğadan
kaçarak, mistiklerle.
Bu bakımdan mistik inanışiara bağlı geri kalmış toplumlar için doğaya
öyküneo resim
ilerici bir görev görmüş oluyordu.
Ancak bu durumu benimseyip onunla yetinmek ise,
bizi batı toplumuna uzaktan bakıp onlara imrenmekle ve onların
yaptıklarını kendimize neden yasak ettiğimizi sorup durmakla sonuçlanabilirdi.
Bunları Angeluşev'e aşağı yukarı böyle
söyledim, düşündü, cevap veremek istemedi. Bende kalan izienim şudur ki, somut resim ya da non-figüratif resim diye adlandırılan yeni resim konusunda, ağır basan resmi bir tutum yoktu
Bulgaristanda, yaşlı ressamların ya da düpe düz yeni resme karşı olanların
davranışları vardı.
Dönüşümde, Angeluşev'le
konuştuklarımızı ressam Nurullah Berk'e anlattım; Angeluşev'e hak verir biçimde konuştu
Nurullah
Berk. Demek, aşağı yukarı, dünyanın her yanında yapılmakta olan bir tartışma Bulgaristan'da da sürüyordu.
Anlaşılan, orada da, bizde olduğu gibi, yeni resmi
tutmayanlar ağır basıyordu. Ancak bu direnişe boş verip bildikleri, istedikleri
gibi resim yapan ressamların var-
lığını da söylemeliyim. Burgaz'da sergisini gezdiğimiz Yor- gi Bayef bunlardan
biriydi. Yorgi Bayef'in resimlerinden, Bulgaristan gezisine sıra geldiği zaman söz edeceğim.
Bir Bayram. Sofya'da gençlik
bayramını gördük. Di- mitrof'un anıt kabri önünden binlerce genç geçti. Bu geçit
töreninin özellikleri şunlardı: Geçenler uygun adımla yürümüyorlardı; rahat, güle oynaya, türkü
söyliyerek, onları selamlayan devlet adamlarına el saHayarak geçiyorlardı. Kimi başının üstüne
küçük çocuğunu oturtmuş, kimi bir az daha büyük çocuğunun elinden tutmuş; resimler, afişler
taşıyorlar; Kiril alfebesinin harflerini tutuyorlar, okuma yazma marşı
söylüyorlar:
Okuma yazma bilen uluslar yok olmaz
Dünyanın bir takım büyük
düşünürlerinin, sanatçılarının fotoğrafları ellerinde, çiçekler
atıyorlar, gülüyorlar, hep birden bağırıyorlar. Gençlik örgütleri, okullar, çalışma,
kolları biribirinin
arkasından geliyor. Son dalga alanda ulusal oyunlar oynadı ve tören orada böylece bitti.
Eskiden bizim Köy Enstitülü öğrenciler de böyle bini bir yerde
halay çekerierdi diye düşünüp üzüldük..
Bu geçit resmini ben, Bulgar Başbakanı'nın daveti üzerine, Dimitrof'un anıt kabri üstünden, devlet büyüklerine
ayrılan yerden
izledim.
Yolda. İkinci Dünya Savaşından önce tirenle geçmiştim Bulgaristan'dan; toprağının
verimliliği, işlenmişliği o zaman da gözüme çarpmıştı. Bu sefer, konferanstan sonraki gezimizde, bunu daha yakından
gördüm. Toprağı bi·
len, bir toprak çocuğu olan Yaşar Kemal gezi ertesi Sofya'da yapılan bir basın
toplantısında, gazetecilerin bir sorusu üzerine, şöyle dedi: «Toprak da yaratılır ve Bulgarlar dünyamıza
güzel bir
toprak armağan etmişler.» Filibe'ye doğru giderken sağımızda solumuzda uzanan işlenmiş
toprakları seyrediyor, bir yandan da Bulgarların toprakta neler yaptıklarının
öyküsünü dinliyorum:
Devrimden önce de büyük toprak sahipleri pek çok değilmiş Bulgaristan'da. Devrim hükümeti,
toprağı ulus-
Iaştırma yolunu tutmamış, kooperatifler kurmuş; köylüler de kendi toprakları
oranında ortak
olmuşlar bu koope- ratifiere ve toprağı beraberce işlemeye
başlamışlar. Ortak çalışma ve makineli üretim verimi birden arttırmış. En önemlisi küçük
köyler halkının kooperatif merkezlerinde toplanmasıdır. Bırakılmış küçük
köyleri yollardan
geçerken görüyorsunuz.
Böylece bizdeki
küçük köyler kalmamış Bulgaristan'da, onların köy dedikleri yerler, bu
kooperatif merkezleridir. Küçük köyler bir araya gelince, öteki işler de kolaylaşmış; sekiz sınıflık ilk okulu ile, hekimi,
ebesi, daha büyükçe ve zenginleşmiş kooperatİf merkezlerinde dinlenme evleri ve mağazaları ile temel kurullar birbiri arkasına ortaya çıkmaya
başlamış. Türklerin daha yoğun olarak bulundukları bölgeleri gezdik, buraların kooperatiflerinde yetişmiş tarım ve makine teknisyenlerini, öğretmenleri, örgütlerde çalışan aydın Türkleri
tanıdık. Türkler, Bulgaristan toplumculuğunun kurulmasında etkin ve yararlı gücler
olmuşlardır. Yaşlı bir köylü gördük, bize <(emekli köylü» olduğunu söyledi. Altmış
yaşını geçtiği için kooperatifinden emekli aylığını alıyor. Ama arada bir ufak tefek başka işler de yapabilecek gücte olduğu için
kazaneını
artırabiliyordu. «Ne yapayım ki yaşım ilerledi, sosyalizmi gençliğimde
bulsaydım...»
diye yakındı bize.
Öğrencilerin okula devamsızlığı diye bir sorun olup olmadığını sorduk. Böyle bir sorunla karşılaşmadıklarını
söylediler. Çünkü kooperatif köyündeki bir köylü, küçük çocuklarını okuldan alıp tarlada çalıştırmak zorununu duymamaktadır,
toprağın işlenmesi ortak bir çabadır.
Sekiz sınıflık ilk okulu bitirenler,
kentlerde ve başkentteki yüksek okullara gidiyorlar. Çoğunun teknik okulları (onlar Jehnik diyorlar) yeğlediklerini
gördüm.
Kooperatif üretimi bu yolda gelişe dursun, yirmi yıl içinde toplumcu eğitim ile yetişen köylü
çocukları, toprak üstündeki mülkiyet haklarını da kooperatife bırakmışlar.
Böylece bütün köyler halkı, kooperatiflerinin emekçisi durumuna gelmişlerdir.
Filibe yolu üzerinde bir köyde durduk, bir ya da bir kaç köy evi gördük,
köylülerle bir süre konuştuk. Odaları tertemiz ve bakımlı idi, kimi evde çamaşır makinesi vardı. Televizyon ve radyo köylere
girmiştir.
Filibe. Büyük, şirin bir kent Filibe. Gerçi çok kalmadık,
ancak bir öğle yemeği yiyip büyük caddelerinde ve parkında
dolaştıktan sonra yola koyulduk Gideceğimiz çok yer vardı daha. Parti merkezi olan yapılar, bütün kentlerin büyük
alanlarına bakan koca koca yapılardır. Bu yapıların
alınlarında, parti ileri gelenlerinin büyük boy fotoğrafları
asılı. En başta
kurucuların, Dimitrof'un, Kolarov'un resimleri, onların yanı sıra öteki yöneticiler... Sofya'da ise bunlarla
birlikte, devrimden önce kendi alanlarında büyük işler başarmış kimselerin resimleri de asılıdır. Bu arada eği-
timciler, ozanlar, sanatçılar da var. Çoğu zorbalık
yönetimlerinin kurbanı
olmuşlar, öldürülmüşlerdir. Bütün çalışma yerlerinde, müzelerde, okullarda, faşistlerin
öldürdüğü devrimcilerin fotoğraflarını görüyorsunuz. Genç kızlar ve delikanlılar
çoğunlukta. Faşistlerin öldürdüğü İnsanların sayısı otuz bini buluyormuş. Kentlerin, kasabaların
müzelerinde devrim olaylarını canlandıran köşeler var; bu köşelerde sık
sık Türklerin de fotoğraflarını görüyorsunuz. Faşistlerden saklanan partizanlar en çok Türk
köylerine sığınıyorlarmış, ((Oralara sığınınca kendimizi emniyette sayardık.»
diyorlar.
Burgaz. Burgaz'da Belediye'yi ve bir de Yorgi
Bayef'- in resim sergisini ziyaret ettik. Belediye Başkanı
bölgenin tarım, sanayi işleri üstüne ve bir de turizm konusunda bilgi verdi. Turizm sorununa özellikle Varna'ya sıra geldiğinde değineceğim. Burada şunu söylemekle
yetineyim:
Gittiğimiz bütün büyük kentlerde ünlü Balkan otelinden başka gerçekten rahat, temiz, modern
oteller var. Hemen hepsinde de turist kalabalıkianna rast geldik. Bulgaristan'ın Karadeniz kıyıları, kuzey ve Orta Avrupa halklarını çekmektedir. Turistler buralarda rahatça eğlenip
yıkanıyorlar. Burgaz'dan sonra ta Balçık'a değin, artık bütün bu kıyı, dinlenme ve eğlence yerleri ile dolu büyük bir plajdır. Plaj kasabaları,
bakırnit bahçeler ve parklar içindedir, yapılar modern, eğlence yerleri batı ile yarışacak nitelikte.
Yukarda, Yorgo Bayef'in resim sergisini anlatacağımı
yazmıştım, bir az da onun üzerinde durayım. Yorgi Bayef modern bir ressamdır. Avrupa'da bulunmuş. Resimleri, yeni resme karşı olanları da yadırgatmayacak
bir uslupla
ya-
pılmış, sergi bütünü ile belli bir anlayışa sıkı
sıkıya bağlı kalınarak yapılmış resimlerden çok, değişen ve arayan bir ressamın
yapıtlarını toplamış izlenimini bırakıyor. Ressarola konuştuk, o da bunun böyle olduğunu
söyledi ve gelişme yolunu resimler üzerinde
gösterdi bize.
Burgaz'da kaldığımız o gece, Burgaz'la Varna arasında yeni açılmış bir gece kulübüne davet edildik. İçerisi turistle dolu idi. Caz ve numaralar
iyi. Striptiz yoktu.
Varna. Bu güzel ve aydınlık kent, dünya çapındaki
ününü hak
etmiştir. Caddeleri, parkları düzenli ve temiz; yapıları güzel, kahveleri ve lokantaları modern, mağazaları belki Sofyadakilerden de
zengin. Biz, Bulgar yazarları için yazlık dinlenme evi olarak yapılmış, denize ebakan bir yapı· da kaldık.
Odalarımız, ferah ve hanyolu idi. Biz orada iken, öteki balkanlı delegeler de geldiler. Buluşma hepimizde neşe yarattı. Bulgar yazarları tatillerini burada geçiriyorlar. Dinlenme evinin müdürü sempatik bir adamdı, bize kendi mastikasından getirtti.
Varna'nın turizm işinde bunca ileri gitmesinin nedenlerini ilk bakışta
anlıyorsunuz. Bir kez, büyük otellerden tutun, geceliği .bir levaya (yedi buçuk lira) tek odalı evlere değin her keseye göre kalınacak yeri var. Bu yerler, ba- lamlı, yemyeşil
parklar içindedir.
Kadınlar, her saatta bikiru ile, mayo ile dolaşabilirler. Sevişenleri, birbirine sarılmı.ş olarak dolaşanları,
öpüşenleri, rahatsız etmek şöyle dursun gözetiiyen kimse yok.
En ufak cıgaracısından en büyük
mağazasına değLtı bütün alış veriş yerleri devlet eliyle yönetildiği
için, hiç bir yerde pazarlık yoktur. Ancak çalışma saatleri dışında açık
dükkiin bulmak çok güç oluyor. Ben bunu bir turizm
bölgesi için uygun bulmadığımı
söyleyince arkadaşımız Donka Melıimet:
- Ne yapalım, diye karşılık verdi, çalışma saatlerine uymak zorundayız. Buralardaki dükkanlar için bir ekip daha kullanma
yolunu da tutamıyoruz, çünkü iş gücüne başka yerlerde ihtiyacımız çok.
Bölgenin tarih bakımından en ilginç yeri Nessebr. Yalnız şunu hemen ekliyeyim, soruşturduklarımdan
anladığıma göre, Bulgaristan'da arkeolojik kalıntılar pek zengin değildir. Gezdiğim müzelerdeki en eski kalıntı örnekleri, bilemediniz Helenistİk bir iki küçük parça He kalıyordu. Bizim toprakların bu alandaki zenginliği,
sanırım dünyanın hiç bir yeri ile ölçülemez. Nesseebr'de ise bir iki Bizans kalıntısı
vardı. Bunlardan
biri onarılmıştı. Bazilikanın duvar süslemeleri, geçen yıl Amasra'da gördüğüm bir bazilikanın duvar süslemeleri ile aynı idi: Beş altı köşeli
keramiklerden
yapılmış yarım daireler. Bunlar, onarılmış olan kilisenin duvarlarında renkli camlada bezenmişti. Bulgarlar, bir yarım ada olan ve eski yapıları bulunan Nessebr'i, kendi havası içinde
yaşatmak için tedbir almışlar: Eski evleri onarıyorlar. Böylece denize bakan ahşap, kargir yapılar, kendi usluplarında
yaşatılmış ve görünü zenginleştirilmiştir.
Romanya .sınırına yakın olan güzel Balçık
kasabasını da gördükten ■ sonra Varna'daki dinlenme evine döndük,
eşyamızı topladık ve otomobillerle Şurnnu'ya doğru yola çıkuk.
Şumnu. Daha Sofya'ya indiğimiz sabah, bizi istasyonda karşılayanlar arasında bulunan Bulgar Edebiyatçılar Bir-
liği dış ilişkiler müdürü Bay Stoyanof bana Şumnulu olduğunu
söylemiş ve gülerek:
- Bütün büyük adamlar Şumnu'dan
çıkar, demişti.
Böyle bir fırsat gelmiş
ayağıma kaçırır mıyım, benim de dedemin dedesinin Şumnu'lu olduğunu söyledim. Bay Stoyanof, bu sözümü, savına yeni bir belge olarak almak
nezaketini gösterdi. Onlar Şumnu'ya <<Şumen» ya da «Ko- larovgrad»
diyorlar. Çünkü partinin Dimitrof'la birlikte kurucusu olan Kolarov oralı imiş. Yolda Şumnu üzerine bu çeşit
şakalaşmalar daha da hızlandı. Eski bir Türk kentine gidiyorduk, bu bizi
duygulandırıyordu. Öğleye doğru vardık Şumnu'ya; arabalarımız büyük cadde üstünde, bir yapının önünde
durdu. Bizi
karşılayanların çoğu Türktü. Bunların arasında genç bir Türk milletvekili, kadın erkek tiyatrocular ve siyasal, toplumsal örgütlerde
çalışan Türkler vardı. Bizi slibovalı, bialo vinolu, sucuklu, ekmek peynirli bir sofrada «ağırladılar.)>
Burada söylevler verildi ve günümüzü nasıl
geçirmek istediğimiz soruldu. Tasarılar arasında bir köye gitmek vardı. Bu köy, Şumnu'dan elli kilometre kadar
uzakta idi. Biz ikiye ayrıldık, köye gidecekler yola koyulduk.
Orada geçirdiğim o güzel günü
unutamıyacağım. Büyük bir Türk köyü idi bu. Öğle yemeği zamanı epey geçmişti.
Baktık ki,
köyde bize büyük bir sofra hazırlamışlar. Belki otuz, kırk kişi oturduk bu sofraya.
Gelmeseydik ayıp olacakmış, bekliyorlarmış bizi. Aramızda kadın erkek Türk
öğretmenler, kooperatif teknisyenleri vardı. Şerefe içmeler arasında
söylevler verildi; şiirler okundu, türküler söylendi. Türk türkülerinden
sonra,
Bulgarlar da Bulgar türküleri söylediler. Rusya'da okumuş genç bir Türk tek-
nisyeninin kooperatİf üretimi ve makineleri üzerine verdiği
ilginç bilgileri
dikkatle dinledik. İsmailova adlı genç bir türk hanımı, Moskova'daki dünya kadınlar
toplantısına katılmış, anılarını anlattı bize.
Bu sırada şöförümüz, pek efedi bir adam olan
Drago, yorgunluğunu gidermek için uyuyormuş, bu yüzden yemeğe
katılmamış bizimle. Ona yiyecek öte beri derledikten sonra artık ayrılık saatinin geldiğini
söyledik. Ama bırakmıyorlardı bizi bir türlü, akşama kalmamız için
direniyorlardı. Köyün alanına çıktık, der demez köylüler toplanıverdi oraya, bizi sardılar.
Öpüşmeler sarılmalar arasında köylülerle konuşmağa başladık. Güleryüzlü,
şakacı, konuşkan kimselerdi bu köylüler... Hele yaşlıları... Hepsi birer nükte küpü. Bu yaşlılardan biri ille bir söylev verınemi
istedi
benden. Yakarnı güç kurtardım, <<Böyle konuşalım, daha iyi değil mi?» dedim. Bunun üzerine Yaşar Kemal'in üstüne atıldılar.
«Anlat bakalım, şu
İace Mehmed'i
nasıl yazdın?» dediler. O da anlattı. Ben bu ara yaşlı bir köylüye, «Yerli oyunlarınız
nasıldır? Nasıl oynarsınız? » diye sormuş bulundum, hani laf kıtlığında derler a, o türlü bir söz. Kaçırır
mı alay fırsatını bizimki, «İki elimizi kaldırır
oynarız.» dedi, sonra da «Sen şimdi onu bırak da bir şeyler söyle!» diye ekledi. İstanbul'u soruyorlar, Türkiye'yi soruyorlar, «Biz iyiyiz ya,
siz nasılsınız?» diyorlar. Küçük kızlar, sekiz sınıflık zorunlu ilk okulda okuyan küçük çocuklar
adreslerini yazıyorlar bize, bizden adreslerimizi alıyorlar;
mektuplaşalım diyorlar.
Nasıl da üzülerek
ayrildık onlardan.
Vaktimiz azdı, daha kalırsak yQ!da gecikecektik. Resimler çektirdikten sonra otomobillerimiz yola
koyuldu.
Gece yarısına doğru Selvieva'ya geldik, kentin alanında kum gibi insan kaynıyordu: kahveler, dondurmacılar, pastacı dükkaniarı hınca hınç dolu idi. Yaşar Kemal, Bayan Donka ve ben, içki verilir bir yer olduğunu benim ta uzakta sezdiğim bir dükkana girdik. Hem içki, hem dondurma, hem yiyecek veren bir yer burası,
İçkilerimizi ayakta içiyorduk, bir ara Yaşar Kemal kayboldu, sonra yanımıza gelip:
- Ben şu masada ahbaplar buldum, dedi.
Nasıl bulur? Merakla o masaya
gittik. Çocukları ile iki aile oturmuş dondurma yiyorlar.
Bulgarca'dan başka dil de bilmiyorlar. Arkadaşımız Donka aracı oldu. Meğer. iki adamdan biri
Selvieva'nun belediye başkanı, öteki de yardımcısı
imiş. Masalarına oturduk. Ben belediye başka- nına:
- Şikayetçi olduğunuz bir şey söyleyin, diye tutturdum.
Adamlar düşünmiye başladılar. Bunun üzerine Yaşar Kemal:
- Canım, karılarımızdan şikayetçiyiz deyin bari, dedi.
Bu sözler gülmelere yol açtı. Sonra başkan, yollan- nın iyi olmadığını
söyledi. Bizim,
geçtiğimiz yolları beğendiğimizi söylememiz üzerine de:
- Ona ne bakıyorsunuz, öteki yollarırruz hiç iyi değildir, diye cevap verdi.
Gece yarısından sonra Sofya'ya, kaldığımiZ Vranya -sarayına
vardık.
Son. Bulgarlar, iyi, güleryüzlü,
dürüst insanlar.
Bir-
birlerini seviyorlar; içlerinde biri değerli bir iş mi yapmış, bir çalışma kolunda yeteneğini mi göstermiş, onu övüyorlar, destekliyorlar.
Birbirlerine çelme takmıyorlar, birbirlerinin göeünü oymuyorlar. Onun için bir Bulgar dostuma:
- Siz birbirinizi sevdiğiniz için
toplumculuğu başarı ile kurmuşsunuz, dedim.
Gerçekten de bugün Bulgaristan temel sorunlarıru
çözmüş, ilerleme
yolundaki engelleri temizlemiş, yükselme ve gelişme için gerekli koşulları
düzenlemiş bir ülkedir, yakında daha büyük başarılarını bütün dünya duyacaknr. Gördüğüm ilk sosyalist ülke olan Bulgaristan bende çok olumlu izienimler bırakmıştır. Bu çalışkan ve dürüst komşularımızın,
Türkler için iyi duygular beslediklerini de söyli- yeyim.
MACARISTAN
«ŞOK VAN»
Balkan uluslarının dillerinde pek çok Türkçe
sözcük bulunduğunu anlatan şöyle bir hikaye dinlemiştim geçen yıl Sofya'da. Bir Bulgar bir
Yugoslav'a sormuş:
- Sizin dilinizde de çok Türkçe
sözcük var
mı?
Yugoslav Türkçe olarak:
- Yok be kardeşim, demiş.
Bu soru bir Mascar'a sorulsa,
-Şok van...
karşılığı alınırdı; «çok var^ demektir.
Macarlar dillerindeki Türkçe
sözcüklerde Türkçe'nin temel fonetik kurallarına kimi yerde bizden daha bağlıdırlar;
sözgelişi «elma^ demezler, «alma» derler. Bundan başka bir takım Türkçe
sözcükleri de, bizim unuttuğumuz ya da bıraktığımız gerçek anlamları ile kullanırlar: «Atya» Macarca'da «baba»
demektir; bizse «ata» yı soysop, dede karşılığı
işletegelmişiz. Ozbekistan'da da «baba» demiyorlar, <(ata» diyorlar.
<(Baba» sözcüğünün bize Hititçe'den kalmış olduğunu Halikarnas Balıkçısı'nın
yazılarından yeni öğrendim.
Türklerle Macarların aynı ırktan
olmaları ile
övünen bir Macar ressam, bir gün Peşte'de bana:
- Bizim en büyük yanlışımız geçmişte birbirimizle savaşmamız
olmuştur, dedi. Yoksa Türklerle Macarlar birleş- selerdi bütün Avrupa'yı
süpürürlerdi.
Neyse, bir fırsaltır kaçırmışız. Ancak gene de biz bir
Macar'a:
-- Sizin diliniz Türkçe'dir, siz Türksünüz...
Dememeliyiz, hoş kaçmaz, dikkat etmeli. Bu türlü konulara övünme iddiası karıştı, söz
duygusallığa vuruldu mu, en azından ayıp kaçıyor çünkü. Hele Macarca ile Türkçe'nin yakınlığından, Macarların Türk asıllı
(ya da
Orta Asya asıllı) olmalarından başka dünyada <(bilimsel bir
bilgish> bulunmayanlarımız bu konuyu fazla kurcalar, ikide bir öne sürederse tepkisi biraz tersee de
olabilir. Çünkü biz, <(ba- ba^ demeyip <(atya^ diyen Macar'a benzemeyiz; nitekim Karagöz'ü hilmiyen Ozbek'e de
benzemeyiz pek. Soylar ve diller kökte ne denli bir olursa olsun,
yerler ve o yerlerin tarihleri yepyeni halklar, başka başka
uygarlıklar yaratıyor. Benzeşmekse, sözgelisi komşularımız Ukraynalılar ve Bulgarlada daha çok benzeştiğimizi
söylerim ben.
«BATb> NERESİ?
Doğularına biraz küçümseyerek
baktıkları söylenen Macarların, batı karşısında kompleksli olduklarını
anlayınca şaştım. Batıyı
görmüş olmakla,
batıda bulunmuş olmakla övünmelerinden değil sadece, <(Batıyı neden taklit etmeli efendim? Bizim benliğimiz yok mu?>> diye tartışmalarından da çıkıyor bu. Batılılaşmak isteyen Türkiye'nin bir sorunu sandığım bu tartışmayı
geçen yıl Bulgaristan'da da bu!muştum. Sonra daha öteye,
Yugoslavya'yı da aşarak Macaristan'a gittim, orada kuzey batı sınır kenti olan Ester- gon'a (
Macarlar Ertergom diyorlar) kadar uzandım, Ester- gon'dan Tuna'nın öteki
yakasına bakarsanız, fabrika hacaları ile Çekoslovakya'yı görürsünüz, demek Avrupa'nın
ortaların-
da idim. Ama gene «Batıyı neden taklit etmeli
efendim?» tartışması... Peki bu «batı» dedikleri neresidir? Yoksa sadece Fransa ile İngiltere
olmasın?
Paris'ten yeni gelen Pertev Boratav'la geçende bunu konuşurken, Boratav:
- Valiahi Fransa da değil, dedi. Orada da arıyoruz,
bulamıyoruz.
Sabahattin Eyüboğlu'nun Andre Malraux'dan dilimize çevirdiği ve Çan Yayınları
arasında çıkan «Turan Yolu»■ adlı kitabı okuyanlar bilirler. Andre Malraux'nun babası, Alman imparatorunun adamı olarak İstanbul'a gelir, Enver Paşa ile sıkı fıkı bir dostluk kurar ve onun buyruğu ile <<Turan» ı aramaya gider, dolaşır aylarca Asya bozkırlarıru,
dönüşünde:
- Bulamadım Turan'ı, yokmuş, der Enver Paşaya.
Sakın «Turan» gibi bir şey olmasın bu «batı» dedikleri?
Sahte bir ülkü, utanmazsa çıkarların
sarıp satmalandığı bir uygarlık örtüsü, bir aldatmaca, donmuş bir yargı, ya da bir zorbalık aracı olarak batı elbette dışardan
uydurulmuş, aranıp bulunaınıyacak bir şey değildir; dünyaya yayılmıştır o, kendi coğrafyası
dışında da bütün
özellikleri ile yakalanabilir. Ancak Mustafa Kemal'in «Batıya rağmen
batılı olmak»
diye anlattığı ve son yazılarında Niyazi Berkes'in bence
biraz dolaşık bir anlatımla «karşı varılabileceği» ni söylediği bir başka batı daha var ki, çelişkileri
içinde aniaşılmak ve geçmişinin özlü deneyimlerinden yararlanan, canlı ve yaratıcı yanı ile ele alınma koşulu
altında bu batıyı da artık belli bir coğrafyada oturur sanmak doğru olmaz derim; kalelere kapatılmış,
çekmeeelere kilidenmiş değildir ki gittiğimiz bir yerde elimizle koymuş gibi bulalım, yaygındır,
her an
yeniden yaratılmaktadır ve belki en so-
nuncia kendi içimizde
bulacağız, kendimizde yarataeağız onu. İşte bizde biraz başka bir biçimde, Macaristan'da biraz başka bir biçimde
tartışılan, hem küçümsenen, hem önem verilen <<batı» nın karmaşıklığı
sanırım buradan geliyor. Peşte'- nin sanatçılar sitesindeki güzel evinde, batının yeni resim ve yonut akımlarını
küçümseyen genç yonutçu, bu tutumu ile hangi batıya
kızmaktadır? Kapısında Avrupa'nın yüz yıllık lokantası olduğu yazılı Matyas Pince'de «Avrupa'nın en ünlü çigan
orkestrası bizdedir» derlerken, Peşte'liler hangi batı ölçüsüne
göre konuşuyorlar? Ünlü baritonları Gavurof'un daha çok Avrupa'da gezdiğini, orada alkışlandığını
söylerken Bulgarlar niçin övünüyorlar? «Ama balemiz!» diyen Moskovalı,
Avrupalının yüzünde belirecek hayranlık çizgilerini niçin öylesine
gururla
bekliyor? Ve şunu da ekliyerek konumuzun başlangıcına dönelim: Doğularında kalan ülkelere yuka- ndan baktıkları
doğru ise, Macarlar kendilerini batılı saymakta ve bununla övünmektedirler;
ama
«batıyı neden taklit etmeli? » dediklerinde - bırakalım taklidin iyi ya da kötü olduğunu
-
kendilerini batıdan ayrı gördükleri için onlara batılı demek pek de kolay olmuyor.
Biz kendimizi doğu ile batının
sınırında sayarız ya, bu sınır belki de asıl
Macaristan'dadır.
Ancak durumu daha iyi anlamak için, konumuza bir de şu açıdan bakmak gerekir: Mac:uistan İmparatorluğu
zamanında elindekini avucundakini sömürgelerine veren Macar köylüsü,
faşist Horty'nin gününde yarı aç yarı tok, okulsuz, hekimsiz, özgürlükten yoksun, inim inim inleyen
Macar halkı, kurtuluştan sonra kendi yaşamına egemen olmuş, uygar bir toplumun insanları
için gerekli bütün kurumlarını yaratmış, geriliklerinden sıyrılmış,
Avrupa'nın ortasında başını dik tu-
tan bir toplum olarak yerini almıştır ve konumuz bakımından asıl
önemli olan,
bir Avrupalı tarafından küçük görülmekten kurtulmuştur. Dahası var, eski sömürgenlerini
küçük görmek sırası şimdi ona gelmiştir.
Çünkü batıya öğretecekleri vardır, örnek olarak göstereceği kurumları vardır.
Dünya değişiyor, Avrupalının bütün
dünyada kendisini
efendi saydığı günler artık geridedir. Geçen gün Çetin Alta- n'ın Ja dediği gibi, bırakın sosyalist Macaristan'!, bütün geri kalmış
ülkelerin aydınları, dünyayı tanıdıkları, dünyanın gidişini bildikleri için bugün
artık kapitalist
ülkelerin kişileri karşısında l.ıaşlarını dik tutarak konuşmakta,
çoğu konuda
onlardan daha isabetli konuşmaktadırlar. Bunun nedeni, sosyalist dünya görüşünün gücünde saklıdır.
iLK GÜN
Bulgaristan yolculuğundan tam bir yıl sonra Macaristan yolu göründü. Macar Kültür
Münasebetleri Enstitüsü, eşimle beni, 15 gün için Macaristan'ı görmeye davet ediyordu. Bir·
sosyalist ülke daha tanıyacaktık, güzelliği dillere destan Peş- te'yi görecektik. Macaristan'daki yazarlarla,
sanatçılada tanışacaktık. 7 Mayıs 1965 Cuma günü trenle yola çıktık. Bulgaristan'dan Yugoslavya'dan geçerek Pazar sabahı gün
doğarken uçsuz bucaksız
yeşil Macar
ovasına girdik. Macaristan'ı Avrupa'nın buğday arnbarı diye bilmemiz işte bu güzel, ha- kılmakla doyulmaz ovadan ötürüdür. Ama sonradan öğrendim ki Macar ovası, altında
çekilmiş bir
denizin kumları yattığı için, sanıldığınca verimli değilmiş.
Düşünün, onun
bütün verimini de eskiden başkaları Mncar köylüsünün elinden alıyormuş.
Bugün bu ovanın toprağı
onarılmakta, zenginleşti-
rilmektedir. Deyim yerinde ise, demek ki Macarlar topraklarını da yeniden yapıyorlar.
Sabahın erken saatlerinde Peşte'ye
vardık. Bizi
istasyon· da konukçumuz Bayan Polgar Judith karşıladı,
İngilizce biliyor, iki yıl Amerika'da kalmış, şimdi bir tiyatroda diksiyon öğretmeni.. Konuşkan, bilgili, özellikle Macar sanat ve edebiyatını bilen bir kadın. Ama otomobilimizin kalkması ile istasyon alanını dolanıp
otelimizin
önünde durması bir oldu. Sabatçak otelidir bu, özgürlük dernek. Avrupa'nın her yeri için birinci sınıf, konforlu bir otel. Judith, öğleden sonra buluşmak üzere bizi odarnıza
bıraktı gitti.
Ama biz yıkanıp kahvelerirnizi içtikten sonra, Judith'in sandığı gibi dinlen- rnek ve biraz
da uyumak üzere yataklarırnıza girrnedik, attık kendimizi Peşte'nin
sokaklarına, yürüye yürüye Tuna'nın yanına geldik ( Macarlar Duna
diyorlar ), Tuna üzerindeki köprülerden birinden karşıya, Buda'ya geçtik. Öğleye kadar dolaştık orada. Öğle yemeğimizi
Tuna'ya
bakan bir tokantada yemek istiyorduk. Önümüze gelene böyle bir tokantayı nerede bulacağırnızı soruyor, fakat hep yabancı dil bilmeyenlerle karşılaştığımiZ
için derdimizi
bir türlü anlatamıyorduk. Sonunda özel arabaları ile pazar tatili yapmaya
giden bir aile, çat pat bir İngilizce ile İsteğimizi
anladılar, gidecekleri yere gecikmeleri babasına bizi arabaları ile Otel Duna'nın
lokantasına bıraktılar. Garson Türk olduğumuzu anlayınca rnasarnı- za bir Türk bayrağı koydu ve bize barikulade Macar
yemekleri getirdi. Harikulade diyorum, gerçekten de Macar muda- ğı çok zengindir. Öylesine ki kolay kolay yemek seçernezsi- niz, aklınız öteki yemeklerde kalır.
Yıllardan beri ününü duyduğumuz Tokay şarabını istemekte de gecikrnedik.
Oysa Tokay şarabı pek kolay bulunmuyor orada, anlaşılan ihrac
malı olduğundan ... Ama Macarlar ondan daha
iyi şarapları olduğu için övünüyorlar. Hakları da yok değil.
Öğleden sonra Judith bizi otelden aldı ve Ulusal Galeriye
götürdü. Peşte, müzeleri bakımından çok zengindir. Uw sal Müze, Güzel
Sanatlar Müzesi, Etnografya Müzesi, Uygulama Sanatları Müzesi, Doğu Asya
Sanatları Müzesi, Petöfi Müzesi ve Ulusal Galeri. Ulusal Galeri'de Rönesans ve Barak srnatı
ürünlerinden başka ve özelUkle çağdaş Macar m-
natının yapıtları toplanmıştır. Çağdaş Macar resminin aşağı yukarı 150
yıllık bir geçmişi var. Demek bizden biraz daha eskidirler bu alanda. İlk
resarnları (klasikleri diyeyim) sağlam bir resim geleneğinin temelini atmış olan
güçlü sanatçılardır. Ama ben, bir Şeker Ahmet Paşa'yı bulamadım orada. Şunun
üzerinde önemle durmak istiyorum, sosyalist ülkelerde, özellikle Macaristan'da
geçmişin değerlendirilmesi, hele güzel sanatlar alanında, hayranlık ve gıpta
uyandıracak niteliktedir. Hiç bir yapıtı, hiç bir belgeyi savsaklamarnışlar,
geçmişte ne yaratmışiarsa tümünü müzelerinde toplamışlar, otlarla övünüyorlar. Oysa bizim Şeker
Ahmet Paşa'nın baş yapıtları, akrabası rahmetli edebiyat öğretmenim Yahya Saim
Bey'in evindedir. Macar empresyonistlerinden çok daha güçlü bir ressam olan
Nazmi Ziya'nın çoğu resmi, akrabası Ra- sih Güran'ın evindedir.
Sanatsevediğimiz demek ki bu resimleri toplumun malı yapacak güce erişmemiş
daha. Yalnız bu resimleri toplamak için bile sosyalist olmaya değer.
Ulusal Galeride benim en çok sevdiğim
ressam Csontavry (Çontvari okunacak) oldu. Van Gogh'un doğduğu yılda doğmuş ve
en önemli yapıtlarını Picasso'nun ortaya çıktığı yıllarda vermiş olan Csontvary
bence Avrupa'nın en önemli ressamlarından biridir. Resmin özünü bulmuş ve pri-
mitiflerden çağımıza değin onun bütün
macerasını yaşamış- ur... Sonra delirmiş. Biz müzeden çıkarken Csontvary'nin iki röprodüksiyonunu
satın aldık, fakat ne yazık ki çok sevdiğim o resimler dönüş yolculuğu
sırasında kayboldu.
İlk günü şuracıkta bitirdim. (Ama Macaristan anılarımı gün
gün yazacağım sanılmasın, çünkü not tutmadım, belleğimde de kalmaz ve böylesi daha iyidir. Ben bu yolculuklarımda
defter
kalem taşımadım yanımda, açık tuttum bütün izlenimlere kendimi, notlarıma
bakacağıma izlenimlerimi yok- luyorum yazarken. Bu bakımdan pek de bilgi
edinemiyeceksi- niz bu yazılarımdan, olsa olsa gezdiğim
gördüğüm yerlerin
belki rüzgarı vurur size. ) Akşama Macar Türkologu dostum Hazai hizi otelden aldı, iki gün için gelmiş
Peşte'ye Berlin;-
den, akşam yemeğimizi Buda'da, Kale Tepesi yakınında, küçük
ama çok tatlı bir lokantada yedik. Adamakıllı acı ama nefis bir balık çorbası ile beyaz şarap içtik.
Yaşlı bir
adam piyano çalıyordu, dışarda da sağnaktan boşanırcasına yağmur. Peşte'ye gene yoluro düşse ilk o lokantaya giderim, yani
Buda'ya. Peşteli'ler de Buda'yı Peşte'den daha çok seviyorlar. Çünkü orada tarih ve sessizlik vardır;
gürültüsü artık duyui- mıyan Peşte'ye oradaki iki tepeden, Kale Tepesinden ve Geliert
Tepesinden bakılınca tüm şehir gözle kucaklanır. Arada Tuna vardır. Mavi Tuna... Ama biz onu
mavi görmediğimizi söylediğimizde, bir Macar yazarı, ciddi ciddi:
- Üç gün önce maviydi, dedi.
İkinci Dünya Savaşında Peşte'nin en zarar gören, yakı- hp yıkılan yeri Kale Tepesi bölgesidir.
Çünkü Peşte Kurtuluş Orduları tarafından sarılınca, faşist Almanlar bu tepeye sığınmışlar ve uzun bir süre
direnmişler orada. Şimdi Macar-
lar o bölgedeki eski yapıları onanyorlar, onlara eski biçimlerini veriyorlar.
Faşist Almanların sebep oldukları
yıkıntıları görünce <(savaştır, olur!» deyip geçemiyorsunuz.
Ne
tarihe, ne güzelliğe saygı duymuşlar. Tolstoy'tUl Moskova'dan 60 kilometre uzaklıktaki
çiftliğine girmişler, peki girdiler, çekilirken ToltS. toy'un evini yakıp
yıkmaya kalkmanın gereği neydi? İnsan tiksiniyor.
Peşte'de bir turist gibi gezmekle
yeni Macaristan üstüne bir şeyler
öğrenemiyeceğimi anladım ve gezinti programını kendim yapmaya karar
verdim. Hele bir sosyalist ülke için çok gerekliydi bu. Gene anladım ki, sosyalizmin getirdiklerini merak etmeden sosyalist
bir ülkeyi, otellerinde kalarak, lokantalarında
yiyip
içerek araba ile geçenJerin izlenimleri bundan ötürü sudan oluyor. Yok taksi şoförü
bahşiş aldı, yok lokantada garson yemeği geç getirdi, bilmem otele dönmek için saatlerce otomobil
hekledik... Bunlar sosyalizmde ille kusur bulmaya gidenlerin görüşleri. Ama bu bakımdan Peşte sokakları sosyalizmi bilip bilmeden
sevemeyenleri bile şaşırtacak kadar öğreticidir.
İnsanlar şık denecek gibi temiz giyimli, kadınlar herherden yeni çıkınışeasma
tuvaletli,
kan kocalar muhabhetli. Konukçumuz Polgar Judith, böyle giyimli kuşamlı bir kızı bize göstererek:
- Bir tiyatro artisti de olabilir, bir fabrika işçisi de, dedi.
Dediğinin doğru olduğunu, Peşte'de bir ayakkabı fabrikasını
gezerken
yakından gördük, bütün işçi kızların saçia- rına o sabah herher eli değmişti.
Karım:
- Bu kadar itina fazla değil mi?
Diye sorunca Evropa Yayınevi
Müdürlerinden Bayan Carrig Sara kızar gibi:
- Salkım saçak mı dolaşsınlar, dedi.
Doğrusu karımın sorusunun cevabı değildi bu, ama biz bu itinayı, daha sonra gezdiğimiz bir kooperatif köyünün evlerinde de görecektik. Yeri gelince anlatacağım. Ben sosyalizmi sefalet diye beliemiş
kişilerden olmadığım için, herhangi bir Avrupalı turistin yüzünü
güldürecek kadar temiz ve ne· şeli olan Peşte'nin bu görünüşü ile yetinmek istemiyorum.
Elbet müzelere, Kukla Tiyatrosuna, yayınevlerine
gidecektim, gittim de... Ama o arada bir ayakkabı fabrikasını, M. O. M. fabrikasının
kültür sarayını, kimsesiz çocuklar sitesini gezdim. Yeni Macarİstanı
tanımak istiyordum.
PETÖFİ MÜZESi
Ünlü Macar ozanı
Petöfi'nin adını taşıyan bu müze, gerçekte Macar Edebiyat Müzesidir. Orada bütün Macar yazarlarını,
azanlarını hayatları, yapıtları, resimleri ile yakından tanırsınız. Müzenin en büyük bölümü
Petöfi'ye ayrılmıştır. Bütün Macarlar taparlar Petöfi'ye. Onu dünyanın en büyük
azanlarından biri, Macar özgürlük savaşının öncüsü, Macar halkının dostu olarak bilirler. Petöfi, geçen
yüzyılın ilk
yarısında yaşamış, ihtilaliere katılmış. Macarlarda ulus bilincini uyandırmış ve genç yaşta
ölmüş bir
ozandır. Yunus Emre'nin- kine benzer menkibemsi bir yaşamı var. Anadolu köylerinden
birçoğu nasıl Yunus'u paylaşamıyorsa, Petöfi'yi de iki Macar köyü <(Sende doğdu, bende doğdu» diye paylaşnnıamış.
Anlaşmazlığı bir sonuca bağlamak için ne yapsınlar... Bu iki köyün orta
yerinde tek başına bir ev bulmuşlar, Petöfi burada doğdu demişler,
kapatmışlar işi.
Konukçumuz Bayan Judith, Petöfi bölümünü
gezerken unutmuştu bizi sanki, Petöfi'nin duvarlara büyük büyük
yazılmış olan
şiirlerini baştan sona Macarca okuyor, ahlıyor ofluyor, onun resimlerine öpücükler yolluyor, sonra bizim farkımıza vararak o şiirleri bir de baştan sona İngilizce'ye çeviriyordu.
Bir sonraki bölüme geçilince, Judith bayılacak gibi oldu, <<Ah Ady, Ady! » diye
inledi. Ady ( Odi okunur) de tanınmış bir Macar ozanı. Kadınlar
onu payiaşamamışlar. O da sık sık aşık olmuş, sonunda frengiden ölüyor.
Sevdiği bir kadın orada olduğu için yedi defa Paris'e gitmiş... Ama her
seferinde büyük bir yurt özlemi ile dönermiş M:ıcaristan'a .. _ Bunu anlatan
bir şiirinde,
Ne kadar atılsam gene düşerim.
diyor. Ama Judith bize
-Ah bundan sonra Arany geliyor...
deyince Petöfi Müzesinde öyle orta
halli bir ozan, bir yazar bulamayacağımızı anladık. Ondördüncü yüzyılda yaşamış
bir masal kahramanı olan Toldi için yazdığı şiirle birdenbire tanınmış Arany.
Ama Petöfi kıskanmamış onun ününü,
Bütün ruhum Toldi'nin yaratıcısı ile
diye yazmış.
Bizim Yunus'u düşünüyorum, Avrupanın
en eski ve en güçlü şiirini, Türk şiirini düşünüyorum. Bh bu güçlü
ozanla- rımm kadir bilir halkımızın belleğine, sevgisine bırakıp g^- mişiz.
Nerde bizim Yunus Emre M^emiz? Nerde çağdaş şü- rimizin, hikayemizin,
romanımızın müzesi? Nazım Hikmet'i, Cahit Sıtkı'yı, Orhan Veli'yi, Sait
Faik'i... biz kendi çocukla·
runıza ve yurdumuza gelen yabancılara ne zaman, nerede gös-
ten.><:eğiz?
M. O. M.
FABRİKASININ
KÜLTÜR SARAYI
Bu fabrika, büyük bir optik gereçleri
fabrikasıdır ve Macaristan'da bütün fabrikaların olduğu gibi bunun da bir kültür
sarayı vardır. Macarların «Kültür Sarayı)) dedikleri bu kurumlar, bizim eski
<(Halkevleri)) ne benzer; orada kadın erkek fabrika işçileri toplanır,
çeşitli sanat ve kültür alanlarında, spor dallarında çalışır ve özel merakla
içm de ^- çük kulüpler kurarlar.
M. O. M. fabrikasını kültür
sarayında, tiyatro, sinema gösterileri, eğlence toplantıları için kullanılan
bir bahçe, güzel, geniş ve büyük bir yapı olan sarayın içinde de gene koca
bir tiyatro ve toplantı salonu, bir sergi salonu, jimnastik- hane, bale
dersanesi, kütüphane ve çeşitli kültür kolları için ayrılmış odalar, dersaneler
vardı.
Bizi kültür sarayının partili olan
direktörü gt:Zdirdi, tanışmamızdan sonra kısa bir kaç sözle, yönettiği bu
kurumun görevlerini belirtti ve:
- Gezerken konuşursak daha iyi olur
.. diyerek önümüze düştü. Ben de:
- Bir sosyaliste yaraşam da budur,
dedim, az söz, bol örnek...
Sergi salonunda bir resim sergisi
vardı, bu sergide amatör ressamların resimleri sergilenmişti. Çeşitli
anlayışlarda yapılmış ve gerçekten beğendiğim resimler gördüm orada. Soyut ve
non-figüratif olanla't da vardı. Demek bu fabrikanın işçileri ve o mahallede
oturanlar, modern sanat yapıtlarını
kendi anlayışiarına aykırı ve kendi beğenilerinin
dışında görmüyorlardı. Oysa Peşte'nin sanatçılar sitesinde yerleşmiş genç bir yonutçu, bize ertesi gün modern anlayışları yerecek, giderek bu yolda sinidendiğini bile belli etmekten hoşlanacaktı. O konuşmayı biraz sonra anlatacağım.
Başka bir salonda pul meraklıları
toplanmışlardı; bunlar karşılıklı oturmuşlar, pul değiş tokuşu ile meşguldüler.
Çoğu yaşlı kimselerdi bu pul meraklılarının. Belki de emekli işçilerdi.
Kapısını açıp baktığımız bir odada, satranç
meraklıları santranç tahtalarma eğilmiş, sessiz sessiz düşünüyorlardı. Bizi görünce
gülümseyerek selam verdiler. Onları rahatsız etmemeği düşünüp
kapıyı çektik.
Kütiiphanede bize Türkçeden
çevrilmiş olan kitapları gösterdiler. Nazım Hikmet'in, Sabahattin
Ali'nin kitaplarını hatırlıyorum.
Başka bir odada genç kızlar ve genç erkekler toplanmışlardı.
Kültür Sarayının direktörü, burada genç işçilerin çeşitli toplumsal konular üzerinde
tartışmalar yaptıklarını söyledi. O günkü konu, «kız - erkek arkadaşlığı ve flört» idi. Kürsüde ayakta duran delikanlının, bu konudaki konuşmasını, biz içeri girmekle yarıda
bırakmıştık Konunun ne biçimde ele alındığını merak ettiğim için devam etmeleri ricasında bulundum. Oturduk, dinledik. Bu sırada direktör
bize birkaç kitap gösterdi; bu kitaplarda toplumsal yaşama, insan ilişkileri üzerine kısa bilgiler veriliyordu. Kürsüdeki
delikanlının konuşması bittikten sonra tartışmalara sıra gelecekti. Bu konuşmayı birbirlerine solo.ılmuş olarak diniy en genç kızlada
genç erkekler,
ancak dersini gördükten sonra flörte ya da arkadaş-
lığa karar verecek değildiler elbet. Bunu düşündüğümü fark eden direktör, belli belirsiz bir gülümseme ile:
- Gerçi flörtün dersini görmiye
ihtiyaçları yok ama konuşmakta gene de fayda umulur, dedi.
Oradan alt kata, dört beş
yaşından yedi
sekiz yaşına kadar olan çocukların bale öğrendikleri dershaneye girdik. Bunlar çiçek gibi giydirilmiş,
sağlam, neşeli işçi çocuklarıydı. Şuracıkta söyleyivereyim: bütün sosyalist ülkelerde en büyük önem
çocuklara veriliyor, onların bahçeleri, onların okulları, onların
eğlenceleri, oyuncakları .. Çocuklar orada annelerinin başına dert değildiler
artık, hani
bizde söylendiği gibi «tatlı bela» değildiler, sadece tatlıydılar, annelerinin çalışmasına engel olmuyordu hiçbiri. Kimsesiz çocuklar daha da büyük bir itinaya layık
görülmüşlerdir. Pe^- te'deki kimsesiz çocuklar sitesi bu bakımdan en güzel örnek.
Bu yazımda anlatacağım. Oysa bir kış akşamı, Babtali'- den inerken yanımdan,
incecik sesiyle akşam gazetelerinden birinin adını bağırarak 8-9 yaşlarında bir
çocuk geçmişti ve ben o gece eve neşesiz gelmiştim; yemekte konuklarımiZ vardı,
onlara anlatmıştım neşesizliğimin nedenini. Arkada- şıının hanımı şaşmıştı
bana:
- Yeni bir şey değil ki bu
anlattığınız, demişti.
Evet, ben de biliyordum yeni
olmadığını, alıştığımız bir şeydi, artık bu yüzden duygulanamazdık, kaşarlanmıştık
çünkü. Benimki olsa olsa, sırası geçmiş uygunsuz bir duygululuktu. Anlıyordum.
Ama o hanımı ertesi akşam Kalamış mehtabını görmiye çağırsaydım,
- Yeni bir şey değil ki...
demiyecekti, gelecekti.
Kültür Sarayı direktörü ile
dolaşmamızı bitirip bize
şarap ikram ettiği odaya girince, aklımı kurcalayan bir sorunu açtım ona:
- Fabrikanız, güzelliği, eğlencesi
dünyaya ün salmış büyük bir şehrin yanı başında, dedim. Üstelik bu şehirde tiyatro, müzik, sinema hayatı da çok canlı. Siz işçilerinizi
böylesine hareketli bir şehrin yanı başında amatörce sanat gösterıleri ile nasıl
eğitebilirsiniz?
Bunu sorarken bizim <<Halkevleri» ni düşünüyordum. Halkevleri, sanattan ve kültürden yana yoksul bölgelerimizin kültür ihtiyaçlarını karşılamak üzere
kurulmuşlardı. Ankara'da bile öyleydi. Devlet tiyatrosu ve özel tiyatrolar kurulmadan önce başkentimizin tiyatrosu amatör halkevi tiyatrosu idi. Ama bugün yeniden kurulmuş olan Halkevle- ri'nde sözgelişi tiyatroculuk gene başlıyacaksa, bu ancak öncü, atılgan, cesur bir tiyatroculuk olmalıdır,
başka türlü seyirci bulamaz çünkü. Artık Ankara'da bol ve iyi
tiyatro vardır, halk bu tiyatroların eğitiminden geçmiştir.
Kültür Sarayı direktörü dedi ki:
- Bizim Kültür Sarayımız, yalnızca
işçilerimize değil, bütün bu çevrede oturanlara açıktır. Onlar, şehir biraz uzak olduğu için bizim sinemamıza gelirler, burada hem şehirde
göremedikleri eski ve sevilmiş filmleri görürler, hem de yenilerini. (O sırada başka bir tahrikanın
kültür sarayında Şerburg Şemsiyeleri oynuyordu ). Tiyatromuz hevesiiierin boş vakitlerini değerlendirmiye
yarar. Gerçekte bütün bu kültür sarayı, yeni hayatımızın
sorunlarını halka açıklamak amacı yanında, işçilerimizin ve mahalletimizin boş vakitlerini değerlendirmek amacını da güder.
Peşte'de iki çocuklu bir hanım:
- Çocuklarıma kahvaltıda yiyecek beğendiremiyo-
rum, diye dert yanınıştı bir gün bize, önlerine her şeyi koyuyorum, beğenmiyorlar. <(Böyle yapmayın, biz ne sıkıntılar
gördük!)) deyince de kızıyorlar. «E... artık yeter bu laflar, gördünüzse
gördünüz» diyorlar.
Artan refah, geçmiş acı günleri hilmiyen gençlerde böyle
bir bencil
iyimserlik duygusu yerleştirmiş demek. Bunun yaygınlık ölçüsünü bilemem. Başarıdan
doğan yeni ^ runlardır bunlar. Başka örneklerini de gördük. Ancak bu
«bencil iyimserlik» havası benim «şarkı» diye adlandırmak istediğim o aşk ve
şevk içinde yaratma havasını, o yarını yaratma coşkunluğunu, güçlükler de olsa
değerinden yitir- miyen coşkuoluğu ne kadar besler? İlk başarılardan sonra
ülkücülüğün hızı kesiliyor mu? İşte M.O.M. fabrikasının ve öteki fabrikaların
kültür sarayları bu «şarkı»yı ayakta tutmaya çalışan yerlerdir.
Şehrin sakin bir bucağında, bahçeler
içinde kurulmuş olan bu sitede Macar sanatçılarının yaratma evleri var. Bizi, orada oturan
genç bir yonutçunun evine götürdüler. Büyük bir atelyeye girdik, atelyenin bir
yanı, yerden ta yüksek tavana kadar camdı. Ötede heride bitmiş, bitmemiş bir
kaç yonut duruyordu. Bu büyük atelyeden başka, sanırım, evin iki odası vardı.
Yonutçu, eşi ile sekiz yıldır oturuyordu bu evde ve bizim paramızla ayda sekiz
on lira gibi sembolik bir kira ödüyordu. İşini, kazaneını sorduk. Oluk gibi iş
akıyormuş her yandan, çünkü Macaristan'da her çeşit yapıda, masrafın yüzde onu
(belki de daha çoğu ) sanat gideri olarak ayrılıyor. İşte yanımda duran, bir
atın üzerine acaip bir biçimde oturmuş adam yonutu, bir işçi mahellesinin par-
kı için ısmarlanmıştı. Yonutçu, Paris sanatçılarına
özenerek giyinmişti, dik yakalı bir kazak vardı üstünde, yakınarak:
- Siparişten baş alıp istediğim gibi yonut yapamıyo- nım, dedi.
İstediği yonut ne ola? Konuşmamız yeni sanat akım- Iarına geldi dayandı elbet. Parisli sanatçının
kılığına özenmiş ev sahibimiz burada biraz sinirlendi, dedi ki:
- Burjuva memleketlerinden gelenler de hep bu sonı- larda direniyorlar,
dejenere burjuva sanatlarından söz aç:- yorlar. Bunu anlıyamıyoruz bir türlü.
Konumuzun burjuvalılıkla, sosyalistlikle ne gibi bir ilişkisi olabilirdi? Macaristan bir
Avrupa ülkesi değil miydi? Biz bir takım sanat akımlarını
burjuvalıkla, bir takımını da sosyalistlikle damgalamak için ne gibi ölçüler
kullanacaktık;ı Gerçi bütün dünyada bir dar kafalılık vardı, ama bu dar kafalılığı
etmek de gene sanatçılar düşerdi. Yoksa böyle kaba bir bölümleme ortaya bir
takım güçlükler çıkaracaktı. Modern yonut dünyasını zenginleştiren şu
sanatçılar, Archipenko, Picasso, Tatlin, Pevsner, Naum Gabo, Arp, Alberto
Giacometti, Joan Miro, Henry Moore, Lipchitz, Brancussi... bubölümleme
sırasında hangi damgayı yiyeceklerdi? İş sanıldığı kadar kolay değildi bence.
Bu adları kendisine saydım. Modern yonut konusunda sinidenen ve kapağı
kurjuva-sosya- list bölümlemesine atan yonutçu, yazık ki bu adlardan bir takımını
hiç duymamıştı, bir takımını biliyor ama onlar için de dudak büküyordu. Oysa
bunlar içinde Picasso ile Alberto gibi iki komünist vardı; Tatlin, Pevsner,
Naum Gabo, Sovyet devriminin ilk yıllarında ve Lenin'in bütün yaşadığı yıllar
boyunca, Moskova'da ilk modern yonut örneklerini vermişler, akademilerde
öğretmenlik etmişler, alanları yapıt-
ları ile donatmışlar, parklarda halka sergiler açmışlardı. İspanya ihtilalinden sonra
yurdundan kaçıp Moskova'ya gelen ve orada yirmi yıl yaşıyan komünist İspanyol ressamı
Al-
berto'nun yapıtlarını gösteren kitaplar Çekoslovakya'da, Moskova'da basılıyordu. Bunlara ne diyecekti? Bunların
karşısında kendi ne düşünüyordu, neye inanıyordu? Yeni bir görüşü mü
vardı?
Sadece:
- Bizim anlayışımız realizmdir, dedi.
Artık sinidenmek sırası bana geliyordu yavaş yavaş. Realizmin bir burjuva icadı olduğunu
söyledim ve
sanatta çeşitli anlayışlar olmasından niçin bu kadar huylandığını sordum.
- Çeşitli anlayışlar mı? diye sordu.
- Evet.
Gene dudak bükerek:
- Öyleyse faşizm de olsun .. demez mi?
Bu ya beni aptal yerine koyuyordu, ya da sanatçı değildi.
Marksizmi
de, sanatı da ondan daha iyi bilen biri karşısında bulunduğunu kendisine en uygun dille anlattım.
Burada bir sanat tartışmasına girecek değilim; ancak şuncasını da söylemeden
geçemiyeceğim: Sovyet devrimin- den önce yaşamış büyük Marksistlerde böyle kaba bir sınıflama yoktur. Upton Sindair'in kitabının ise anti Marksist olduğu
anlaşılmıştır. Yazarların bağımlılıgi sorunu Lenin'in bir makalesinin yanlış yorumuna dayanmaktadır; Lenin o makalesinde
partili yazarları (sanatçıları değil) ele almaktadır.
Gerçi yüzyılımızda yeni bir sanatın, sosyalist sanatın kurarnları üzerinde
çalışanlar var, fakat bu alanda sözgelişi Jidanov'un görüşleri artık
bütün komünist ülkelerde bile
önemini yitirmiş durumdadır, giderek zararlı bile görülmektedir. Gezdiğim, gördüğüm komünist ülkelerde
Jidanov'u
tutan bir tek yazara, bir tek sanatçıya rastlamadım. Sartre'a, Camus'ye,
Kafka'ya karşı durum almanın modası bütün komünist ülkelerde eskimiştir. En büyük Çek dergileri Kafka için özel
sayılar yapıyorlar, Kafka Macaristan'da, Polonya'da, Romanya'da ... basılıyor ve satılıyor.
Bunları Macar
yo- nutçusu ile tartışmak için yazmıyorum, kendimiz için yazıyorum. Sosyalist ülkeler
yazarları ve sanatçıları ile yaptığım konuşmalarda «sosyalist realizm»
deyiminin bile pek tutunmadığını gördüm. Ama bizim kimi keskin kuramcılarımız,
«Kıyısız bir
gerçekçilik» adlı yapıtında Kafka'nın haklı yerini tanıdığı, ona gerici diyenleri sözde - Marksist- likle adlandırdığı için
Garaudy'yi
bile suçluyorlar. İşte ben gezdiğim sosyalist ülkelerdeki yazarlar ve sanatçılada bu konuları
tartışırken özellikle bizim memleketimizi, bizim aydınlarımızı düşünüyordum. Genel izienimimi söyliyeyim, sosyalist ülkeler
yazarları arasında böyle bir dar sanat anlayışı ortadan kalkmıştır, ya da kalkmak üzeredir. Jidanov'- dan Rusya'da bile
söz etmiyorlar artık.
Macar yonutçusunun evinden ayrılırken
şundan ötürü üzüntülü idim; sanatçısına dünyanın en iyi olanaklarını sağ- lıyan bir toplumun halkı, üstün
yaratıcılara Hiyıktı, onu Avrupa'nın eskileri ile oyalayan, dünyadan habersizlere değil... İşçi parkı için
yapılan at
yonutunun üstündeki adamın oturuşu nasıl acaip idiyse, sosyalizmin üstüne oturmuş bu yonutçunun durumu da öylesine acip geldi bana. Sosyalizmlerini daha kuramamış
ülkelerde, bin türlü yoksunluklar içinde çalışan ve yaratmada dünya çizgisini aşmaya uğraşan
ülkücü sanatçıları düşündüm. Hani bir zamanlar Me-
met Fuat, «Sanatçı ölmeli» diye yazmıştı. (Korunup da yozlaşacağına,
acından ölmeli ); doğru olsun istemem o görüş, ama.. en azından yeteneksizlerin,
tembellerin ortalığı haraca kesmelerini de ne yapıp yapıp
önlemek gerekir.
Bu konuya daha geleceğiz.
Bereket ertesi gün başka bir yonutçu aileyi ziyaret ettik. Karı koca ikisi de yonutçuydular. Evleri Peşte'nin dış mahallelerinden birindeydi.
Kocaman ahşap kapı, eski İstanbul L'Vlerini hatırİatıyordu
Açık penceresinden
yemyeşil bir bahçe görünen odalarında birer küçük konyak içtikten soinra yukarı kata, atdyelerine çıktık.
Yapıtlarını da, kendilerini de çok sevdik Tibor'ların. Burada bir sergi açmak olanağını
bulmalarını candan dilerim.
YAY/NEVLERİ VE
BAŞKA KONULAR
Peşte'de üç yayınevini ziyaret ettik: Evropa,
Nagvilar, Koşut. Bunlar devletin ve partinin yayınevleridir. Orada özel bir yayınevi aramak yanlış olur. Genel olarak özel bir işyeri aramak yanlıştır
gerçekte. Her şeyin devlet yönetiminde olmasına alışık değilseniz, ikide bir, «Bu da devletin
mi?» diye soracaksınızdır, o zaman yanınızdaki Macar gülümseyerek:
- Burada her şey devletindir, devletin
olmayan pek - az şey vardır, der.
Sözgelişi bize özel bir bakkal dükkanı
gösterdilerdi. Hem de çok kazanan bir bakkal dükkanı imiş .. Şu da var ki, bu bakkal dükkanının sahibi, emekli yaşına geldi mi, bir işçi gibi emekli aylığına
bağlanacaktır. Yasa böyle. Halk demokrasilerinden birini ya da Sovyetler Birliği'ni
görme-
miş kimselerin en çok merak ettikleri de işte bu her şeyin devlete ait oluşu ve özellikle alış
veriş yerlerinin,
mağazaların, lokantaların, gazinoların, gece klüplerinin,
meyhanelerin, kahvelerin, dondurmaciların bu durumda bulunuşudur. Her şey mi? Nasıl olur? Evet, her şey, oluyor işte. Öyle ki, sizi, diyelim, Viyana
diye kandırıp uçaktan geceleyin Peşte'ye indirseler, bir lokantaya,
oradan bir gece klübüne, oradan da bir otele götürseler, bir halk demokrasisinde bulunduğunuzu
anlayamazsınız. Böyle bir ülkede bulunduğunuz rakamlar konuşmaya başladığında ortaya çıkar. Sözgelişi
bir Macar
ayda ne vergi verir? Hiç vergi vermez, yalnız sigorta ödeneği kesilir ücretinden, o da yüzde 5 midir nedir? Ev kirası olarak ne öder? Ev kiraları,
kazancın yüzde onunu geçmez. Macarİstanda ev sahibi de olabilirsiniz, giderek evinizi kiraya da
verebilirsiniz. Ama bu kirayı devlet belirler. Ev satın alıp kiraya verme hevesi, son yıllarda gitgide azalmakta imiş, çünkü bir süre sonra herkesin bir evi olacağına, ya da en azından ev buhranı tümden
çözümleneceğine göre, kiraya vermek üzere satın alınan kat başa bela kesilecektir. Atamazsın
satamazsın.
Gene bu ülkelerin başka bir ortak yanı, kitap baskısının ve satışının
yüksekliğidir. Bu da elbet okuma yazma işinin kökten çözümü ile ilgili bir iştir.
Kurtuluştan önce Macaristan bir çok başka bakımlardan olduğu gibi, okuma yazma bilenlerin nüfusa orantısı
bakımından da ülkemize benzemekte imiş ... Yeni yönetim kurulduktan sonra ele alınan ilk sorunlardan biri olan
okuma yazma sorunu, bugün artık sonuca ulaşmış durumdadır. Bununla bağlı olarak da kitap baskı sayıları
hızla yükselmiştir. Macaristan kitapçılığı, estetik bakımdan, öteki halk demokrasilerinden daha
ileri geldi ba-
na. Gerçekten zevkli, güzel baskılar
yapıyorlar. Ziyaret ettiğimiz ve sorumluları ile uzun uzun konuştuğumuz üç
yayınevinde telif ve çeviri, basılmış kitapları gördük. Bütün dünya klasiklerini dillerine çevirme işi
büyük bir
hızla sürüp gidiyor. Bu arada modern yapıtlara da önemli bir yer ayu- mışlar.
- Kafka var mı?
Diye sorulunca şaşmıyorlar,
- Elbette var...
Diye sayınağa başlıyorlar.
ikide bir Kafka adını anışıın, o yazara düşkünlüğümden değildir, yasağı anlamıyorum, yasağın
nedenlerini
merak ediyorum, bu bakımdan o yazarın adı bir ölçü oluyor benim için.
Yalnız partinin kurduğu Koşut
Yayınevi'nin direktörü:
- Modern yapıtiara bizim yayınevinde
şimdikinden daha çok yer ayıramayışımızın nedeni şudur, dedi, devrimden önce Macarİstanda Marksist yapıtların
basımı ve yayımı
yasaktı, biz
önce bıı boşluğu doldurmakla görevliydik.
Fakat öteki yayınevleri bu bakımdan tamamiyle özgürdürler.
Güzel bir
Türk şiiri antolojisi basmışlar. Yunus'- tan günümüze değin bütün Türk şiirini
yakından tanıtan bir kitaptır bu. Gerçi büyük sayılarda basılmamış, ama üç ay içinde
tükenmiş. Evropa Yayınevi Direktörterinden Bayan Carrig Sara ile, Macarcaya
çevirtmeyi düşündüğü Türk edebiyat yapıtları üzerinde bir kaç kez uzun boylu
konuştuk. Ayrıca Nagvilar Yayınevi ile ve Yazarlar Birliği üyeleriyle
yaptığım toplantılarda bir Türk - Macar şiiri antolojisi çıkarınağı düşündük.
Ancak onlar böyle bir işe hemen
hazır olduklarını söyledikleri halde, ülkemizde
yayınevlerinin özel ellerde bulunuşu bize o rahatlığı ve kolaylığı vermiyordu. Üstelik ben Macaristan'a Türk
Edebiyatçılar Bir- liği'nin temsilcisi olarak değil kendi adıma
çağrılmıştım. Ancak burada ilginç bir durum var, bugün Türkiye'nin ilerici aydınları kitap bastırma işinde
özel teşebbüsle işbirliği yapmaktadırlar. Komünist bir ülke aydını bunun neden ve nasıl böyle
olduğunu ilk
bakışta kolayca anlıyamaz. Ama yurdumuzdaki öncü yayınevlerini yönetenlerin de birer ilerici aydın oldukları söylenirse, o zaman durum değişir. Ben de antoloji konusunda, çoğu dostum olan bu yayınevleri sahiplerine güvenerek
konuştum orada.
Dönüşümde kendilerine anlattığımda, onlardan «İyi ettin» karşdığını J-
dım.
Bir halk demokrasisinde bir fabrika
gezmek, elbette daha çok iktisatçıları, endüstriden anlayanları ilgilendirecek,
onların yararlanacağı bir iştir; benim gibi bir edebiyatçı, bir ozan böyle bir
ziyarette, ne bilgisi vardır ki neyi karşılaştırsın, ne öğrensin? Ama ben gene
de <<anlamam» diyerek fabrika ziyaretlerini gezi programından
çıkartınağa kalkmadım. İyi de ettim. İnsanın, bir hazırlığı olmasa dıı, bu gibi
yerlerden öğreneceği çok şeyler vardır, belli olmaz. Nitekim ben de, görmiye
gittiğim ayakkabı fabrikasından, Macar iş hayatı ve Macaristan'ın yeni
sorunları üstüne ilginç bilgiler edindim. Size onları kısaca yazacağım.
Bu fabrika sadece Macaristan'ın
ayakkabı ihtiyacıru karşılamakla görevli değildi; yaptığı ayakkabıları dışarıya
da satıyordu. Uygulanan iş bölümü ve otomatizasyon m^
derndi. İşçiler dört ekip halinde çalışıyordu;
yıl sonunda
kardan pay alıyorlardı ve yıllık izinlerini Balaton gölü kenarında,
ya da başka sayfiyelerdeki dinlenme
evlerinde geçiriyorlardı.
Ancak yeni Macar endüstrisinin ve çalışma
hayatının bir takım yeni problemlerle karşı kar^ıya bulunduğunu öğ· rendim. Bunlardan biri,
endüstrinin daha çok Peşte'de toplanmış olması ve böylece
Peşte'nin gittikçe kalabalıklaşmasıdır, ki bu durum hükumet için yenilmesi pek de kolay ol^
mayan güçlükler doğuruyor. Bunu önlemenin çaresi ve Macaristan için yararlı olan yol, endüstriyi
bütün ülkeye yaymaktır. Sözgelişi bizim gezdiğimiz fabrikanın, üç ayrı yerde üç dalı vardı. Ama teknisyenler, işçiler, ne yapıp edip kapağı
Peşte'ye atmak,
orada yaşamak istiyorlarmış. Bu yüzden Peşte'ye akın, bir takım kararlarla sınırlandırılmıştır.
Gene de
ônlenemediği söyleniyor. Bundan başka, iş yerlerinin birbirlerinden işçi
ayartmaları da planı bir ölçüde aksatacak niteliktedir. Şunu hemen söyliyeyim, Macaristan'da işsizlik diye bir şey yoktur, bunun tersi vardır, iş
sunuşu, iş dileğinden üstün olduğu için, işçiler yalnız şehirler arasında değil,
Peşte içinde de oradan oraya dalgalanmaktadırlar. İş bolluğunun ne biçimde
olduğunu gösteren bir örnek: Tramvayda iki üç ilan gördüm ki, bunlarda, gösterilen yerlerde çalışmak isteyenlerin hemen tramvaya
atlayıp şu, şu, şu adreslere başvurmaları yazılı idi. Hükumet bu türlü dalga- Ianmaları
önlemek için, çalışma yerinde üç yıl çalışmadan haşka yere geçen işçiler için, yıl sonu primlerinin ödenmi- yeceği ve ücretli yaz tatili izninin verilmiyeceği
müeyyidelerini koymak zorunda kalmıştır.
KİMSESİZ ÇOCUKLAR YURDU
Şehrin dışında, kırk hektarlık bir alanda, yeşillikler
içinde kurulmuş yapılardadır bu Kimsesiz Çocuklar Yurdu. Bizi yurdun direktörü
karşıladı. Ona Macaristan'ın Maka- renko'su diyorlar, ünlü Rus pedagoguna benzeterek. Önce kendi odasında, Yurdun kuruluş nedenleri ve geçmişi üzerinde bilgi verdi. Kurtuluş
savaşından sonra bir çok çocuk anasız babasız kalmıştır, bunlara anaları
babaları suç işleyip de hapse girdiği için yalnız kalan çocukları da ekleyince, kimsesiz çocukların sayısı
bir haylı kabarık
sayıya varmış ve bu durum karşısında devlet, Macaristan'ın çeşitli bölgelerinde kimsesiz çocuklar için yurtlar açmıştır. Bizim gezdiğimiz
işte bunlardan
biri ve en büyüğü idi. Direktör de savaşta anasını, babasını, eşini
kaybetmiş, iki çocuğu ile kalmış ve kendisini bu işe vermiş. Devletin himayesi ile bu
güzel yurdu kendi eliyle kurmuş. Orada oturuyor ve bütün çocukları kendi
çocukları gibi seviyor. Çocuklar da, hele küçükler, onu babaları gibi
tutuyorlar, koşup boynuna atılıyorlar, şakalaşıyorlar onunla. Ama yalnız
direktör değil, bütün öğretmenler yurtta oturmaktadır, hepsi de bu kimsesiz
çocukların anası babası gibidirler. Site ayrı ayrı yapılardan kurulmuştu. Bu
yapılarda çocuklar, yaşiarına göre yerleştirilmişlerdi. Hepsinde öğretmenler
için bir bölüm vardı, başka bir deyişle, çocuklar, öğretmenleriyle bir evde
oturuyorlardı. Direktör diyor ki:
- Başka kurumlarda pedagoglar ayrı
yerlerde, diyelim şehirde otururlar. Oysa sabah gelip akşam giden peda- ,gog
bize gerekli değil.
Bu yapılardan birini, yetişmiş kızlar
için ayrılanını
gezdik. Yatakhaneleri, sınıfları,
öğretmen bölümünü gördük. Beni en çok şaşırtan, bu okuldaki «lüks^
diyebileceğim döşeme dayama ve konfor oldu. Her yatakhane başka biçimde,
başka kumaşlarla, başka döşeme dayama ile süslenmişti. Öğretmen bölümündeki odalar, benim diyen zenginin evi ile yarışabilecek nitelikteydi.
Orada bizim Köy Enstitülerimizi düşündüm; yoksul köylü
çocuklarımızın ülkücü öğretmenleriyle bir arada, elleriyle kurdukları yapıları, işiikieri
hatırladım ve bunu direktöre anlattım, Enstitülerin ilkesi olan iş eğitimi
üzerinde durdum.
Ama o, Köy Enstitülerimizi kuranların çabalarını nedense değerlendiremedi,
ya da yanlış anladı
söylediklerimi:
- Çocukları para kazanmak için
çalıştırmak doğru değildir, dedi.
- Para için değil, dedim. Biz devletin yapamadığını
köyde köylünün gücü ile yapmak ve çocukları iş ^ırasında eğitmek yolunu denemiştik.
Direktör:
- Hayır hayır, diye devam etti. Burada her
şeyi devlet yapmıştır,
yılda altı milyon tutarında bir bütçemiz var...
Ah Türk çocuğu! Ah ülkücü Türk
öğretmeni! Bırak yardımı, korunmayı, çelme takmasalar sen kim bilir ne mucizeler yaratacaksın?
Peşte'deki Kimsesiz Çocuklar Yurdunu bitiren ve bir iş sahibi olup evlenen çocuk, dilediği
zaman eski
yurduna döner, orası ana baba evidir onun. Gerçi isteyen çocuksuz aileler buradan kimsesiz
bir çocuk alıp evlat edinebilirler. Ama o çocukları da okul, gözden uzak tutmuyor, çocuk git-
tiği aileyi beğenmezse, okuluna dönüyor. Nitekim böyle bir küçük oğlan
çocuk, birkaç ay sonra dönmüş gelmiş:
- Karı koca karşıma
geçiyorlar, bütün gün beni ölen çocuklarına benzetip yüzüme bakıyorlar... Ben oraya ölmüş bir çocuğun yerini doldurmağa, ona benzediğim için
bir ana babayı
oyalamağa gitmedim, demiş.
Bahçeye çıktık, bebeklikten yeni kurulmuş
çocukların oyun odalarına ve oyun bahçelerine gittik. Orada durum yürekler
paralayıcı idi; ana baba şefkatine susamış olan bu kimsesiz çocuklar boynumuza atılıyor, Macarca «Öp beni^ diyorlardı. Hele biri, kucağımdan hiç inmek istemedi. Bizim Macarca konuşmadığıımza
da şaştılar.
İçlerinden biri bunun nedenini sordu direktöre:
- Onlar Türk...
Karşılığını alınca da:
- Niçin Türk? diye sordu.
PEŞTE'DE BAŞKA YERLER
Üniversitede Türkoloji bölümünü ziyaret ettik; profesörler,
doçentler ve öğrencilerle konuştuk, kütüphanelerini gezdik. Orada geçirdiğim
güzel satleri
unutamıyacağım. Bir dertleri vardı, Türk edebiyatını günü gününe izleyemediklerinden
yakınıyorlardı. Yayınevleri olan arkadaşlarımdan rica ederim, kitaplarından
Peşte Üniversitesi Türkoloji bölümü kütüphanesine yollariarsa iyi
ederler.
Kukla tiyatrosunu ne denli övsem
bitiremem; o tiyatroyu Türk seyircisinin de görmesini çok
isterdim. Böyle bir işe girişecek ve böyle bir çağrıyı düzenliyecek kurum ya da
kişi çok yararlı olacaktır kanısındayım.
Pt>şte Elçimiz sayın Nedim
Eveiner'in ve sayın eşinin
nazik davetleri ile bir akşam Peşte'nin
en tanınmış
restoranlarından biri olan Matyas Pince'ye gittik, orada Avrupa'nın en ünlü çigan
orkestrası diye tanıtılan orkestrayı dinledik ve çalgıya yakın
olduğumuz için pek konuşamadık, konuşabildiklerimizi anlıyamadık. Ben oldum olası hoşlan-
ınam çigan müziğinden, Peşte'de ise en sık dinleneo müzik budur. Belki yalnızca bunun için gelenler de vardır oraya. Çigan müziğinden, Macaristan'daki çingenelerin
durumuna geçelim:
Çingeneler yerleşme sorunuoda güçlük çı- karıyorlarmış... Bir yıl önce Bulgaristan'da da benzeri hikayeler dinlemiş tim. Bir köy gösterip
«Ütur! » diyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki ertesi gün
çingenelerin yerinde yeller esiyor, kodunsa bul! Bulgarlar, dayanmışlar, direnmis- ler, sonunda başarmışlar
işi, yerleştirmişler çingcneleri. Duyduğuma göre Macar çingenelerinin bir çoğu gene de gezgindir. Ne yapsınlar, içieri
sıkılıyor demek ki bir yerde oturmaktan, tanımalı onlara bu gezginlik hakkını... diyeceğim ama, bir ucundan ta öbür ucuna geçtiğim
Macaristan'da bir tek dilenci çıktı karşımıza, o da küçük bir çingene kızıydı;
Estergon'dan
dönerken bir kahve içmek üzere dur· duğumuz Szentendr'de gördük onu... Kahvehanenin kapısına
dayandı, avucunu
uzattı içeri. vavık vavık bir ş<;yler söyledi, sonra da oynaya zıplaya
uzaklaştı gitti.
Bizde merak edenler olur, Peşte
lokantaları pahalı mı, ucuz mu? Büyük lokantalar pahalı, ama her keseye göre yemek yenecek yerleri de
var Peşte'nin. Bir örnek: Bir gün Petöfi'nin eskiden arkadaşları ile toplandığı,
birçok şiirlerini yazdığı eski bir kahve ve şimdi şehrin
büyük bir
!okan- tası olan Petöfi kulübünde üç kişi öğle yemeği yedik. Çok .güzel bir yemekle, çok güzel bir şarap, deseri ve kahvesi
130 - 140 lira tuttu. Buna karşılık,
Petöfi kulübünün hemen yanındaki başka bir lokantada bu işi 20 - 30 liraya görebileceğimizi
söylediler.
Mağazalar hep kalabalıktır. Bir çoklarının önünde
kuyruklar
var. Aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Bakkal dökkaPlarında (onlara dükkan değil,
mağaza demek
daha doğru olur ) her çeşit hazır yemek vardır. içkiler
genel
olarak pahalı; ancak çok da süslü şişeler, kablar içinde satılıyor. Bir gece de Geliert
tepesindeki bir gece kulübüne gittik; küçük bir yerdi, müzik orta halliydi, attaksiyon
yoktu, gideri bizim büyük gece kulüplerininkine yakın bir şey tuttu.
Peşte'den ayrılınağa sıra geliyor artık; oradan kuzeye, Estergon'a,
sonra da güneye, Pecs'e (Peyç okunur) gidece- ği2. Ama Peşte'yi bititmeden önce şu hikayeyi de anlatayım:
Büyük bir günlük gazetenin yazarı sizinle konuşacak dediler. Randevu saatinde
otelin salonuna indim, orada Ev- ropa yayınevi direktörlerinden bayan Carrig Sara ile altmışlık,
zayıf bir
kadın oturuyordu, bir de ressam gelmişti bera- ^rlerinde, biz konuşurken resimlerimizi yapacaktı. Bu röportajcı
hanım, Türkiye üstüne hemen hemen hiç bir şey bilmiyordu ve bu yüzden de çok genel sorularla işe başladı;
((Türk edebiyatında ne gibi akımlar var?» ya da «Türk edebiyatı nereye gidiyor?» gibi... Soruların
cevapları da soğuk olunca kadın büsbütün sıkıldı, daha garip sorulara geçti,
sözgelişi:
- Türkiye'de hareminiz var mı? diye sordu.
- Benim yok, kimsenin de yok, Türkiye'de harem çoktan kalktı.
Kadın biraz düşündü:
- Türkiye'de bir kahvedc, bir lokalde
benimle kC'- nuştuğunuz gibi rahat konuşabilir misiniz? dedi.
- Nasıl yani?
- Polisten korkmaz mısınız?
Böyle saçma sapan bir iki şey daha konuştuktan
ı.onra, eskiden
aristokrat olduğu söylenen bu acaip kadın kalktı gitti. Onu uğurlarken
yanlışlıkla ayağına basmışım, ona da sinirlendi. Ben de Bayan Carig Sara'ya, ne
yazarsa yazsın, bu kadının yazdıklarının çıkmasını istemediğimi söyledim. Bu konuşmadan bende kalan izienim şudur: Bizi çok, ama çok az tanıyorlar.
Özellikle halk demokrasisi ülkelerine uzun yıllar süren
temassızlıktan ötürü, yurdumuz üstüne az ve yanlış bilgi vadır. Sosyalist ülkelerle temastan çekinil- mesini anlamam, bu yüzden zararlı
çıktığımızı ise gördüm.
«BRE DİLBER AMAN ...»
Bizim sevimli Polgar Judith ile, Macar Kültür Münasebetleri Enstitüsünün bize ayırdığı arabaya atlıyarak Tuna boyundan Estergon
yoluna düştük. Sevdiğim en güzel türkülerden biri olan
Estergon kalesi Bre dilher aman Subaşı durak Kemirir bağrımı Bir sinsi /irak
türküsünü, daha yolda iken Judith'e aniatmağa çalışıyordum.
Bu türküyü Macarlar bilmiyorlar.
Elbette bil-
mezler, ama yollasak, tanıtsak
hoşlarına da giderdi belki. Ancak Peşte Elçimiz sayın Nedim Eveiner'den dinlediğime
göre, Adnan
Saygun oraya geldiğinde açılmış bu konu, ama Saygun, tek sesli olması
dolayısıyle bu türkünün Ma- carları sarmıyacağını söylemiş. Oysa bizim Kadıköy'deki evde türkü meraklısı
arkadaşlarla beraber bulunduğu bir gece, Macar elçiliği
memurlarından Bay Anders İlyes'in «Estergon kalesi» ni dinlerken gözleri
yaşarmıştı. Yol arkadaşımız Polgar Judith ise ogün, benim bir şiirimin
Türkçe- sini
ezberlemeye çalışıyordu. Yonutçu Tiborların evinde iken, Bay Tibor, Türk şiir antolojisindeki şiirlerimi
açmış, bunlardan
bir ikisini bir de benim ağzımdan dinlemek istediğini
söylemişti. Onlara orada okuduğum şiirlerden biri Hiroşima adlı
şiirimdi ve
Bayan Polgar Judith'i sarmıştı bu şiir. Elindeki kağıttan, vurgulara adamakıllı basarak okuyor otomobilde.
Büyük babam, babam, ben...
«hiim»lar kulağırnın dibinde palıyor, bereket dört dize yazmışım diyorum İçimden, biter bitmez Judith baştan alıyor.
- Babam ...
- Hayır, büyük babam...
- Büyük babam, babam, ben ... Küçük oğlan,
kız damat ...
Bir şey değil aileden soğukluk gelecek. Ne yapayım, Estergon türküsünü
söylüyorum kendi kendime. Tuna da habire akıyor yanıbaşımızdan. «Akma Tuna akma bre şahin aman!» Nedense başka Tuna türkülerinde de Tuna'ya hep «dur!»
denir, akması istenmez onun. Sabahattin Eyüb-
oğlu farkına varmıştı. Oysa Tuna akıyor, hiç bir türkü dur- duramamış onu.
Yolumuzcia belli başlı üç yer var: Szentendre,
Visegr1d ( Vişegrad okunur), Esztergom (Biz Estergon diyoruz). Bunlardan ilki, yüzelli yıldır
çok az değişmiş, evleri barok ve rokoko üslubunda olan küçük ve şirin bir kasabadır.
Sanatçıların, özellikle ressamların düşkün oldukları bir yer. Daha Romalıların
gününde oturma
yeri imiş, kazılar yapılıyor. Ondan sonra Tuna'nın hemen kıyıcığında Visegrad'a geliyoruz. Eski kalesi, kral sarayı ile Visegrad ve genel
olarak bu bölge ortaçağı canlandırır gözlerde, Macar kralları yüzyıllarca
burada oturmuşlardı. 1308 de kral Charles
Robert'- in yaptırdığı, arkasından kral Sigsmund'un genişlettiği ve son biçimini kral Matthias'ın ( 1458 1490) zamanında alan bu saray, yıkıntıclan yok olmak üzere iken kurtatılmış ve yeniden kurulmuştur.
Sarayın en
parlak günleri elbette kral Matthias'ın günleridir. İkinci Mehmed'in İstanbul'u
aldığı ve
orada bir yeni çağ bilim ve sanat merkezi kurmağa çalıştığı yıllarda, bu sarayda bir takım İtalyan
sanatçıları ve humanistleri Rönesans kültürünü geliştiriyorlar ve Macaristan'a yayıyorlardı. Kral Matthias'ın
karısı Beatrice,
Napoli kralının kızıydı. Bir Estergon kardinalinin yazdığına göre,
üç yüz elli
odası varmış sarayın (bugünkü durumu ile tahmin edilemez ), biri beyaz, biri kırmızı mermerden, olan iki çeşmesinden,
törenlerde şarap akarmış... Visegrad, Tuna ile tepeler arasına sıkışmıştır. Tepede Solomon kalesi var.
Visegrad'dan bir çeyrek sonra Estergon'a vardık. Burası
İmparator Charlemagne'ın batı kalesiydi ve o zamanlar, Latince Strigonium'dan
bozma Oster Ringum diye anılır-
dı; Estergon oradan gelme.
Dokuzuncu yüzyılda Macarlar Urallardan geldiklerinde, ucbeyi Arpad'ın konağı
oluyor burası. Ben hemen Estergon kalesini
aramağa başladım. Geçen yüzyılın ilk yarısında yapılmış olan büyük ve tatsız katedral bütün görünüyü kapıyordu. Oysa burada ünlü kaleden başka, Roma, ortaçağ Macar ve Türk
kalıntıları vardı. On ikinci yüzyıldan kalma gotik üslubunda bir saray, kral Bela'nın
sarayı. Uzun
yıllar toprak altında unutulmuş olan bu sarayın dar merdivenlerinden çıkıp bir kalenin ağzına geldik ve orada başka bir merdivenden akan
gezicilerin hücumuna uğradığımız için sıkıştık kaldık. Boyuna geçiyorlar,
geçiyorlar. «Arpad'ın ordusu .. » dedim Judith'in kulağına. Sonra oradan kaleye, ünlü Estergon kalesine geçtik ve bütün şehri, Tuna ile birlikte yukardan gördük, evierden sadece biri Türklerden kalma idi, ikinci kata dışardan çıkan bir merdiveni var. Öte yanda, şimdi Hristiyan müzesi olan kilisenin sarayı ve Tuna... Tuna üzerinde
yıkılmış bir
köprü.. Savaşta yıkılmış olan bu köprüden karşıya, Çekoslovakya'ya geçiliyordu eskiden. Karşıda fabrika hacaları ile Çekoslovakya...
Büyük katedrali de gezdik, bir
papaz vaaz ediyordu, yüzlerce insan doldurmuştu kiliseyi. (Estergon dindarların merkezidir ). Katedralin en
ilginç yanı, içinde bir onbeşinci yüzyıl Chapel'ini saklamasıdır. Yıkılan bir ortaçağ katedralinden kalmış bu chapel; kapısından
baktık, o küçücük yerde tek başına oturmuş,
gözlerini İsa'ya ya da Meryem'e dikmiş, kıpırdamadan bir kadın oturuyordu öyle...
Sonra tepeden indik, önce Türk eserleri müzesini gezdik. İki üç odadan kurulu küçük bir müze bu. Adı: Török Emlekek. <^Ernlekek» ne
demektir diye sordum, <(kalıntıı^-
demekmiş. Bence ,«mülk>> ile bir kökten olmalı o sözcük. Müzede bir kaç kilim ve kap kacak gibi bir
kaç parça eşya vardı.
Bir kaç ay önce,
İstanbul'da çıkan bir dergi, Yunus Nadi ile Yahya Kemal'in Viyana bozgunu konusunda birbirlerine yazdıkları mektupları yayınlamıştı. Yunus Nadi, Viyana
bozgununun nedenlerini bir yana atıp «Nasıl olsa geri dönecek değil miydik?» diyordu; Yahya
Kemal ise, Viyana'ya gitmenin yanlış olduğunu söylüyor ve «Biz Es- tergon'dan
ileri gitmemeliydik» diye cevap veriyordu. Biz de Estergon'dan ileri gitmedik, döndük oradan. Türklerin kaderi huymuş demek. Ayakta durmaktan, dolaşmaktan çok
yorulmuştum, ama yorgunluğuma aldırmadan. Çekoslovakya'ya uzatılmış o yıkık köprünün uruna değin gittim, oradan bir daha baktım Tuna'ya ve karşıya... Sonra otomobilimize döndüm. Sevimli Judith gür sesi ile tekrarlıyor:
- Büyük babam, babam, ben... Küçük oğlan,
kız damat.. Gelişimiz teker tekerdi.. Gidişimiz
cümbür cemaat...
Bense İstanbul'u, oğlum İdris'i
düşünüyorum, «Kemirir bağrımı bir sinsi firak. .. »
Dönüşte Visegrad'da yemek yedik.
Lokantada ekmeği garson getirmiyordu, bir kız sepetin içinde gezdiriyordu. Siz de kaç dilim isterseniz ondan satın
alıyordunuz. Yemeklerimiz gelmişti, ama ekmekçi kız ortada yoktu... Yanımızdaki masada yemek yiyen aileden
bir kadın, Polgar Judith'e bir şeyler söyliyerek iki dilim ekmek uzattı. Bizim ekmekçi kızı beklemememiz için bu nezaketi gösterdiğini
sanmıştım, ama Judith çantasını açıp iki dilim ekmeğin parasını verince durumu anladım, kadın kendilerine fazla gelen o
iki dilim ekmeği satıyordu bize. Garipsemeyin, bizim lokantalarımızdaki
ve
evlerimizdeki ekmek ziyankarlığını düşünün!
Szentendre'e yaklaşırken bir köy pazarında
arabamızı durdurttuk. İncik boncuk, çörekler, oyuncaklar satılıyordu bu pazarda... Çoluk çocuk
cıvıl cıvıldı. İdris'e bir kılıç aldım o pazardan. Estergon anısıl
Peşte'ye döndükten sonra Pecs ( Peyç)
hazırlığına başladık. Beç ile karıştırmamalı, bilindiği gibi Beç,
Viyana'dır. Peyç ise bizim ünlü tarihçimiz Peçevi İbrahim efendinin doğduğu yer. Budin'de yazdıği iki ciltlik tarihinde Kanu-
ni'den Dördüncü Murat devrinin sonuna kadarki olayları anlatan Peçevi'nin
büyük babası, Fatih Sultan Mehrned'io silahtarlığında bulunmuş Kara Davut'tur. Bu bakımdan Peyç, Nizarnettin Nazif'i de
ilgilendirir.
Macaristan'a ayak bastığımızdan beri her konuştuğu muz Macar bize Peyç'i
görmemizi salık vermişti. Bu yolculuğumuzda Polgar Judith artık bizi bıraktı,
provaları varmış, Enstitü bu sefer başka bir hanımı arkadaş etti bize, Dar- vaş Gabriella. O da Judith gibi
İngilizce biliyor. Yolumuz uzun ve Peyç'e varmadan önce başka
ilginç yerleri
de göreceğiz, dönüşümüzde ünlü Ballaton gölüne
gideceğiz. Sabah erkenden yola koyulduk.
İlk durağımız Dunauyvaroş. 1950 den önce basılmış olan Macaristan haritalarında
böyle bir
ada rastlanmaz. Çünkü Dunauyvaroş, yeni kurulmuş bir sosyalist şehirdir. İlk
beş yıllık planın en büyük demir-çelik endüstri merkezi. Büyük, modern yapılar, ağaçlı
caddeler, yeşillikler,
bahçeler,
oyun yerleri arasında birbirlerini kesen temiz
sokaklar, mağazalar, lokantalar, oteller, okular, sinemalar, müze, hastahane... her şeyi, her şeyi olan
yepyeni bir işçi şehri burası. Gerçi ^- zey Macaristan'da demir-çelik
endüstrisi merkezi vardır; ama buranın, Tuna yolundan yararlanmak ve Comlo
kömürlerine yakın olmak bakımından bir çok kolaylıkları vardır ve bundan ötürü
de orta ve güney Macaristan için önemi büyüktür.
Dunauyvaroş'un yapımına, 1950
ilkyazında başlaru- yor. Heyecan verici bir hikaye. Önce, kurulacak şehrin bütün
ayrıntılarına değin planlarını hazırlıyacak olan ilk ekipler geliyor bu
boş araziye ve ilk konutları, dükkanları, bir sinema, bir kütüphane, bir
tiyatro ve hastahane yapıyorlar. Sonra yapı araçları ve gereçleri, uzaktan ve
yakından büyük bir işçi kitlesi akını başlıyor. Mühendisler, köylüler, genç
işçiler... Yeni kuşak Macar şiirinin tanınmış azanlarından Gyula İllyes, bu
coşkunca çalışmayı anlatan şiirinde, doğayı Gulliver'e benzetir, karıncalar onu
tuzağa düşürüyorlar. Dunauyvaroş'daki bu yapı hamaradığı sırasında, bir bronz
çağı oturma yeri de çıkıyor ortaya toprak altından. Çalışma gece gündüz, ara
vermeden sürüyor ve böylece ilk sosyalist şehir, yepyeni görünüşü ve en modern
kuruluşları ile boy gösteriyor. Dunauyvaroş kültür sarayının sahnesinde temsiller
vermek üzere ulusal tiyatro, komedya tiyatrosu taşra kumpanyalan birbiri ardına
geliyorlar... Şehir, fabrika dumanlarından ve kokularından rahatsız
olunınıyacak bir yere yapılınıştır ve bütün apartımanlar bir merkezden
ısıtılır, evlerde her zaman sıcak su bulunur. Yazın açık hava tiyatrosunda
temsiller verilir, spor alanlarında ve parklarda eğlenilir. Bela Bartok'un
adını taşıyan lokalde konserler vardır. Dunauyvaroş, sporda memleket çapında ün
yapmı^-
ur, Macaristan'ın en iyi futbolcuları, teniscileri, yüzücül^ri
(yüzme havuzu
var şehrin ), baskctbolcuları oradan çıkmaktadır.
PECS (PEYÇ)
Övdükleri kadar varmış, Peyç
insanı hemen
saran, kendini sevdiren bir şehir. Yüzünüze Akdeniz havası ve iklimi çarpıyor orda. Ilkyaz, bütün Macaristan'da önce buraya gelir. Şehrin orta . alanında
Türklerin yaptıkları bir cami hemen göze çarpıyor. Peyç, Macaristan'ın en eski şehridir;
Peyçiller bununla övünürler ve şehirlerinin Peşte'den üstün olduğunu
söylerler size. İlk Macar kralı Stephan, onuncu yüzyıl sonunda büyük bir katedral yaptırmış. İlk Macar iiniversitesi burada 1367
de kuruluyor. Bu üniversite, Bologna, Paris, Prag,
Cracow ve Viyana üniversitelerinden sonra Avrupa'nın en eski üniversitesi. 1526 da Mohaç savaşından sonra Türkler alıyor
P_eyç'i ve
St. Bartholomev kilisesinin taşlarını kullanarak orta yere bir cami yaptırıyorlar. Kasım
Ağa camisidir
bu, şimdi Katolik kilisesi olarak kullanılmaktadır, tepesindeki ayın üstüne haç
kondurulmuş, o kadar. Bundan başka on altıncı
yüzyılda yapılmış Yakovalı Hasan camisi ve İdris Baba türbesi var ki, bunlar bugün müzedir.
Yakovalı Hasan
camisinde Türk hükumetinin armağan ettiği rahleler ve Kuranlar gördük. İdris Baba, Osmanlı
komutanlarının sefere çıkmadan önce danıştıktan bir bilici imiş, orada yatıyor.
Ünlü Peyç katedtalinin yapımına kral Birinci Stephan zamanında
başlanmış, ::onra katmalada büyümüş yapı, on altıncı
yüzyılda tamamlanmış. Hemen yanında dördüncü yüzyıldan kalma bir yeraltı chapel'i bulunmuş, ki duvar süs-
lerneleri ve mezarları ile bilgillierin büyük ilgisini çckmek- tedir. Katedralin alana
bakan yüzünde duvar diplerinde, taşların üstüne kızlar, oğlanlar
oturmuşlardı, kimi kitap okuyor, kimi düşünüyor kimi uyukluyor. Sessiz bir
yer bu Peyç, her şey, her şey insana huzur veriyor. Tarih içinde yaşadığınızı duyuran az bulunur şehirlerden biri. Katedralin önündeki
ağaçlık yoldan aşağı inerken, ağaçlardan birinin ^- tında bir kuş
yavrusunun çırpındığını gördük, okulundan çıkmış bir öğrenci, bu kuş yavrusunu
aldı, koynuna sokup götürdü.
Yazarlar Birliği'ne gittik, orada
Peyçli azanlar ve yazarlarla tanıştık, konuştuk. Hepsi de böyle bir tarih
şehrinde yaşadıklarının bilincini taşıyan kimselerdi. İçlerinden biri uzun
uzun Evliya Çelebi'den söz açtı bize, onun Peyç için «Yeryüzündeki cennet))
diye yazdığım söyledi. Papanın bir temsilcisi de Visegrad için, Kral
Matthias'ın Visegrad'ı için aynı şeyi yazmıştır. Demek Macaristan'da iki eski
cennet var. Macar işçileri, bunlara Dunauyvaroş ve Uranyum şehri gibi yeni cennetler
katınağa çalışıyorlar.
Yazarlar Birliği üyeleriyle, edebiyat
ve sanat sorunları, kitap baskı ve yayımı üzerinde konuştuk. Benim merak ettiğim
şuydu: Dergi ve kitap yayımı devletin yönetiminde olduğuna göre, iyi ve kötü
yazarı, iyi ve kötü ozanı birbirinden ayıracak ölçüyü kim, nasıl
koyabiliyordu? Konuşma gene halkın beğenisine, halkın seçmesine dayandı. Ama
hal- h, eski, günü geçmiş, çağdışı kalmış beğenisi ile avutan, onu
böylece zayıf yerinden yakalayan yazar ve ozan ne oluyordu? Peyçli yazarlar bu
konuda kesin konuşmaktan sakındılar. Çünkü halkın beğenisine saygı, hem bir
takım yem araştırmaları
önliyebilir, hem de halkın nabzına göre şer-
bet veren bir takım yazarların hak etmedikleri ünü ve raba- tı elde etmeleri sonucunu doğurabilirdi.
Başka bir
deyişle bu saygı, saygısızlık biçimine girebilir ve halkın
beğenisini olduğu yerde bıraktırabilirdi. Peyçli meslekdaşlar bunun böyle
olabileceğini söylediler. Ben, daha önce de yazdığım gibi, bu konuyu sadece halk
demokrasilerindeki edebiyat, sanat sorunu olarak tartışmıyor, bizim kendi aramızdaki
tartışmalara yardımcı olur umudu ve niyeti ile ele alıyordum. Toplum için, sosyalizm için yararlı edebiyat ve sanatın hangisi olduğunu kim söyliyecekti?
Dönüşümüzde, Peş- te'de Yazarlar Birliği üyeleriyle yaptığımız
toplantıda da açıldı bu konu, bizim sosyalist bir ülke almadığımız halde onların fikir ve sanat maceralarını
yaşadığımızı söyledim kendilerine, yalnız bizim değil, bütün dünyanın... Edebiyatın,
sanutın evrenselliği de bunu gerektiriyordu. İşte bu evrensellikti beni bu konuşmalara
götüren, konuya
sahip çıkaran, yoksa dışardan gazel okumak hevesi değil. Peşteli
yazarları da, Peyçliler gibi düşüneeli buldum bu konuda...
Peyç'de ilk gün gezdiğimiz yerlerden biri de seramik müzesi oldu. Görse bayılırdı
Füreya. Bu müzeyi kuran Zsolnay Vilmos, bir
Macar soylusu ve zenginidir. 1829 - 1900 yılları
arasında yaşamış, hayatının uzun bir parçası boyunca dünyayı gezmiş,
gittiği yerlerden
seramik toplamış, o yerlerin seramik tekniğini ve üslubunu
incelemiş, bunları birer birer yazmış çizmiş bir yana... Sonra Peyç'e dönüyor,
büyük evini
seramik atelyesi haline getiriyor, karısını, kızlarını da çalıştırıyor ve böylece 1852 de bu görülmemiş seramik kolleksiyonu çıkıyor ortaya. Peyçliler onu rahmetle anıyorlar, «Evet, derebeyi imiş, ama bu güzel hazineyi bırakarak yurduna iyilik etmiş,
başkaları gibi har
vurup harman savurarak keyfine bakmamış,)) diyorlar. Müzeden çıkarken bizim Gabriella durdu, kapının
üzerindeki levhada ne yazılı olduğunu okumağa başladı ve birden çileden çıktı,
- Şikayet edeceğim Peşte'de, diye söylenıniye
başladı, kim yazdırmış bunu buraya?
Meğer o levhadaki yazıda, Zsolnay Viimos'un dünyayı gezip burjuva zevkini Peyç'e taşıdığı
söyleniyormuş ...
Peyç'i gerçekten sevdim, orada daha kalmak, yaşamak isterdim. Sokaklarına,
ağaçlarına, sessizliğine, taş kemerli geçitlerden girilen, kapıları tahta oymalı eski yapılarının
güzelliğine doyamadım. Şehir Mecsck tepesinin eteğindedir,
akşam üstü tepeye çıktık, oradan şehre, güneye, Yugosla·.r- ya'ya doğru uzanan yeşil Drava vadisine, biraz ötedeki Uranyum şehrine baktık.
Bu tepede
turistik otel, dinieniM evleri (her yerde onlar, her yerde ) , gazinolar yapmışlar.
Kalabalıktı.
Kaldığımız otel, şehrin orta alanına bakan Nador oteliydi, sabahleyin erken çıktım otelden, traş olacaktım,
bir herher
buldum, iki bölümlü dükkanııı bir yanı erkek her- beri, öteki yanı
kadın berberi.
İkisi de tıklım tıklım doluydu. Otele döndüğümde eşimle Gabriella kahvaltı
sofrasına oturmuşlardı. Orada günlük programımızı konuştuk. Yakındaki Uranyum şehrini
görecek, sonra
da bir kollektif çiftliğe gidecektik.
URANYUM ŞEHRİ
Dunauyvaroş gibi modern bir işçi şehridir bu, adını da orada yeni bulunmuş olan uranyum madeninden alıyor. Fabrika az aşağıda idi, biz şehrin içinde otomobille dolaşıp
bir kahvesinde oturduk, sonra bir lokantasında da yemek yedik. Burada da Dunauyvoraş'ta
olduğu gibi
çocuk bolluğu, çocuk halluğu ölçüsünde de düzenli, tertemiz oyun bahçeleri,
çocuk yuvaları, okullar, spor alanları. .. Ama yeni yetişenlerde gene de Peşte'ye gitmek hevesi baskın çıkıyormuş,
orada çalışmak, orada yaşamak. .. Yoksa edebiyat, moot daha mı kolay
görünüyor?
Göreceğimiz kollektif çiftliğe doğru
yola koyulduk. 1951 de 17 kişi ile kurulmuş olan Petöfi kollektif
çiftliği bu. Bizi Parti başkanı, çiftlik müdürü ve tarım uzmanı W- şıladı.
Önce çiftliğin yönetim odasına gittik. Vakit öğleye yaklaşıyordu. Orada yerli
malı şarap ve sucuk sundular, çiftliğin nasıl döndüğünü anlattılar. Anlattıkları
kısaca şu: Eskiden iki kooperatİften kurulu imiş, şimdi üç kooperatif olmuş
çiftlik. 1960 daki büyük gelişmeden sonra köylünün geliri çok artmış. Köylüler,
beraberce işledikleri topraktan ayrı ·olarak, kendi özel bahçelerinde de
çalışıyorlar, yetiştirdiklerini satarak gelirlerini arttırıyorlar. Rastalanan
olur- m, çiftlikten parasını almağa devam
ediyor ve devlet has- tahanesinde parasız tedavi görüyor. Emeklilik yaşı geldi
mi herkes emekli maaşına bağlanıyor. Altı yaşından ondört yaşına kadar olan
çocukları için sekiz sınıflık ilkokul zorunlu Bu öğrenimi görmiyen yoktur. Daha
fazla okumak, yüksek öğrenim yapmak istiyen çocuklar için çiftlik burs veriyor.
Köyün teknik, tarım, hayvan bakımı kursları var. Köylünün ^^e daksanı kendi
evinde otumyor. Bu evler iki üç ^^ lıdır. Her evde televizyon, radyo, çamaşır
makinesi, elekt<- rikli fırın. Tabii bütün Macaristan köylerinde elektrik
var.
Okuma yazma hilmiyen - pek yaşlılar bir yana bırakılırsa - kalmamıştır.
Çifdikte ortaokul,
bir teknik okul, bir ekonomik teknik okul var. Köylünün yüzde otuz beşi, ilk zamanlar, daha eğlenceli
buldukları için, büyük şehirlere gidiyorlarmış. Ama orada makine kullanmasını
öğrenince köylerine dönüp teknik işlerde çalışıyorlarmış... Bir ilkokulc:la en az beş, en çok on beş öğretmen bulunuyor. Yaşlılar okuma yazma bilmediklerini söylemekten
utandıkları için, öğretmenler onları, evlerine giderek gizlice okutuyorlar... İşte çingene sorunu da orada açıldı, « Yerleştiremiyoruz
bir türlü» diye dert yanıyorlar,
<<kaçıp gidiyor çingeneler.>>
Köyün evlerini görmiye gittik. İlk gittiğimiz ev çiftlik
müdürünün evi idi. Tenıiz pak bir odaya girdik, bir köy evinin misafir odası olarak gerçekten iyi idi. Oysa ne görelim, orası sofa değil miymiş,
asıl buyur
ettikleri oda içerde. Burada koltuklar, kanapeler, büyük bir masa, büfe. .. vardı. Der demez evin şarabı ve sucukları,
pastırması, ekmeği getirildi. Saat de öğleye yaklaşıyor, acıkmışız, yiyip içmiyc
başladık. Gabriella ikide bir elimi tutuyor, «Çok içmeyin!» diyor bana. Kocası içkiden
ölmüş çünkü, bir takdirnci imiş. Ama parti başkanı içkici mi içkici,
dotdurdukça dolduruyor... Bir ara çiftlik müdürünün karısı ile anası bize evlerini gezdirdiler.
Yatak odalarının güzelliğine, temizliğine hayran olduk. Orta yerde çok büyük bir karyola, üstünde ipekli
örtüler, duvarlarda yağlıboya resimler, aynalı dolap filan... Ama biz
asıl kilerden çıkmak bilmedik. Karı koca boğazımıza fazla mı düşkünüz
neyiz... Tavanda takım takım sucuklar, pastumalar sarkıyordu. Raflarda içieri
tatlılar, şerıx;tler, çeşitli turşular dolu kavanozlar sıralanmıştı. İçeri
döndüğiim^de parti başkanı ile çiftlik müdürünü nmlc i^
kavga eder bulduk. Gabriella dinledi, bize de anlattı. Parti başkanı,
çiftlik müdürünü göstererek ve biraz da alay ederek:
- Bunun öğrenimi ortadır, diyor. Oysa ben kendisine kaç kez söyledirtı. daha yüksek okullara git diye gitmedi,
gitmedi.
Çiftlik müdürünün yüzü kızarıyor sinirden, diyor ki:
- Karışma benim okumama, ben burada işimi eksiksiz yapıyor muyum, yapmıyor muyum? Ona bak! Okuduğum
kadarı yeter
bana, ben toprakta çalışmaktan hoşlanırım.
Oğlu da okulunu bitirdikten
sonra orada kalacakmış. Toprakta uğraşan şehre boş verebiliyor...
Gabriella'nın vakti hatırlatması
üzeriiY) kalktık, candan vedalaştık cv sahipleriyle. Ama sokağa çıkar
çıkmaz parti
başkanı tutturdu, ille başka bir ev daha gezelim.
- Bize (;iftlik müdürünün evini gösterdiler dersiniz... diyor.
Kurtuluş yok. Gabriella koluma
girdi:
- İsrar ediyor, kırmayın, bir eve daha girelim, dedi.
O sırnda önünden
geçmekte olduğumuz evi gösterdim:
— nuııa girelim, dedim.
Hahçcyc girdiğimizde evin sahibi
domuz ahırında do- muzlnrla uğraşiyordu. Domuz çok para getirir ve bu
gelir köylünün özel kazancıdır. Adam bizi görünce kalktı, niçiiı geldiğimizi anladıktan
sonra içeri buyur etti, karısı ile annesi karşıladılar orada. Bundan önceki
gibi temiz, eksiksiz, güzel hir cv. Gene şaraplar, sucuklar, pastırmalar, taze
ekmek. Pıırti başkanı daldurdukça dalduruyordu şarabı.
Oradan da çıktık. Artık gideceğiz değil· mi? Parti.baş- kanı
ille bir
ev daha diye diretmiye başlamaz mı?
- O kadar ısrar ediyorsanız, içeri girmiydim de kapı· sından bakalım,
dedim ben.
- Hayır, diyor, içeri girmeden, şaraplarını
içmeden olmaz.
O zaman Gabriella kulağıma:
- Parti başkanı sizi vesile edip bütün gün şarap
içmek
istiyor, dedi, maksadı evleri göstermek filan değil.
BALLATON GÖLÜ
Zor kurtardık yakamızı, oradan doğru Ballaton gölüne gitik. Ballaton Orta Avrupa'nın en büyük gölüdür. Onu gören bir daha unutamaz deniyor,
ki doğrudur. Her mevsimi güzel, ama özellikle yazın
kalabalık oluyor. Bütün Macar işçileri, takım takım, gelip orada dinleniyorlar. Göl büyüktür,
çevresinde tepeler... Bu tepeler ağaçlada kaplıdır. Göl kıyısında sık
sık köyler, kasabalar, şehirler var. Bunlar turistik otellerle, dinlenme evleriyle,
eğlence yerleıiyle dolu. Gölde küçük vapurlar, motorlar işliyor. Biz
BaUaton ^ yısındaki Siofok'a gittik sadece. Çok övdükleri Tihaniyi
görernedik Meşhur fogas balığı işte bu gölden çıkarılır. Beyaz etli, kılçıksız
büyük bir balık bu... Peşte lokantalarında çok aranır. Ressamlar Ballaton'u çok
sevmişlerdir, orada yerleşip kalan Macar ressamları da var. Ozanlar da bu gölo
den esinlenerek şiirler yazmışlar, övmüşler onu. Macaris- tan'ı^ en çok Macar
olan yanları, özellikleri, adetleri, görü- nüleri, renkleri Ballaton gölü
çevresindedir.
İÇİNDEKİLER
Önsöz ............................................. 5
Sovyet Rusya ll
Azerbaycan 43
Özbekistan 63
Bulgaristan 87
Macaristan 141
Melih Cevdet Anday, geçen yıl ilk olarak toplanan Balkan Yazarları
Konferansına katılmak üzere Sofya'ya gitmiı,;ti. · Ondan sonra Macar Kültür
Münasebetleri Enstitüsünün çağrılısı olarak Macaristan'a gitti. Son olarak da Sovyet
Yazarlar Birliği kendisini Sovyetler Birliği'ne ça· ğırdı; yazar, bu yolculuğunda, Sovyet Rusya'dan baı,;ka
Azerbaycan'ı ve Özbekistan'ı da gördü. iı,;te bu kitap adlarını
saydığımız ülkeler üstüne yazılan yolculuk izlenimlerinden kurulmuı,;tur.
Komı,;ularımız olan sos· yalist ülkeler halklarının yaı,;ayıı,;larını
merak eden
okurlar, bu kitapta ilginç bilgiler bulacaklardır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar