Print Friendly and PDF

SOVYET RUSYA AZERBAYCAN, OZBEKISTAN, BULGARİSTAN, MACARISTAN

Bunlarada Bakarsınız

 

  

Melih Cevdet Anday


gerçek yay1nevi

BİRİNCİ BASKI EKİM 1965

gerçek yayınevi

İstanbul, Cağaloğlu, Molla Fenari Sok. No. 30- 32

GÜN MATBAASI
Nuruosmaniye Cad. No. 17

ÖNSÖZ

Son iki yıl içinde beş sosyalist ülke gördüm, gerçi az kaldım her birinde, diyelim yirmi gün kimindeyse, kiminde üç gün; bir ülkeyi, hele dünyanın en yeni deneyimlerini y^ şıyan ülkeleri tanımağa yeterli olmadığı açıktır bu kısa sü­relerin, hazırlanmakla, incelemek/e, göilemlemekle oluı- tanıma; belli bir konu alacaksınız, ilk hazırlık çalış­malarını yapacaksınız daha yola çıkmadan, gittiğiniz yerlerde de yalnızca o konu ile ilgili kurumları gezip göreceksiniz, ar­dına düştüğünüz sorunları çözüm/emeye yarar sorular sora­caksınız, aldığınız cevapları gözlemlerinizle karşılaştıracaksı­nız, istatistik bilgilere baş vuracaksmız sonra... Bu yol, bil- xinleri, bilgince çalışmaya alışmış kimseleri başarıya götürür ancak, berı kendimden böylesini bekliyemezdim. Peki, sanat, edebiyat incelemelerine mi kalktım? Doğrusu, onu da yap tım diyemiyeceğim. O 'hiç olmaz. Bir ülkenin edebiyatı, sana­tı üstüne bilgi edinmek, bilimsel araştırma ve inceleme yön- temleri)'e olmaz sadece. Kitap baskı sayıları, sergi sayıla,, konser sayıları.. olsa olsa sanat, edebiyat yaşamının canlılığı, geçerliliği üstüne bir bilgi verebilir, niteliği üstüne değil. Kimi zaman bakarsınız, yalnııca bir kitap, yalnızca bir ya­zar, bir ülke11in edebiyatını temsil edecek duruma gelivermiş­tir; dahası, gördüğü işle damgalamış/ır ülkesinin edebiyata m... Diyelim Azerbaycanlı kompozitör Kara Karayef, Azebaycan müziği için böyle bir addır işte. Kara Karaye/'in mü- ıikçi değerini ölçmek bana düşmez, ama şurası sanıyorum doğru ki, Kara Karayef modertt Azerbaycan müıiğıni .'?,er- çek/ik alanına so.kmuştur, adını koymuştur onun, bugün batı müziğidir modern Azerbaycan'ın müziği. Biıse çeşitli hoca- lamalardan sonra, kimi ilerici aydınlarımızın da destekledik­leri bir görüjle, giderek alaturkaya bile yeni bir yaşam ka­zandırmak ardına düşmüşüzdür; Atatürk'ün «Buna şap­ka derler.» kestirmesini örnek alıp müziğimizin adını koyamamışızdır bir türlü. Oysa bizim de Kara Ka- rayef'in çalıştığı yolda giden değerli sanatçılarımıı. var. Şimdi diyelim bir yabancı, yurdumuzda on on- beş güıı kalacak bir y.ıbancı, Türk müziği üstüne nasıl, ne yoldan bir kanıya varabilir burada? Konuşacağı kimselere bağlıdır bu, bakarsınız onu bir alaturkaaya götürmüşler, ya da bir caıcıya, bir çolesesli müzik yapımasına götürmüşler... Götürdük/eri yere göre değişir izlenimleri. Gerçekte onların tümü ile görüşmesi ger11kir ya, bizim müzik sorunlarımızı iyice anlamaJt, kavraması için yalnız müzikçi/er/e konuşması da yetmez o yabancının, başka sorunlarla ilgilenmesi de ge­rekir.

Sonra sanatçılar, yazat•lar güç in.sanlardır, düşüncelerini.. kanılarını ortaya koyu koyuvermezler öyle, kendini beğenmiş­likten de değildir bu, çoğu zaman o da bilmez sorulan soru­nun karşılığını, sanatçı boyuna kendi kendisi ile tartışmada­dır çünkü, bu tartışmayı neresinden kessin de karşısındakine inandırıcı bir söz söylesin? Yapıtlarına benzerler sanatçılar, en az iki şey vardır onlarda, ille karşıt iki şey değil, başka türden iki şey. Gerçi her hangi bir anlarından katılabiliriz onlara, din/emiye bajlıyabiliriz onları, ama bilmeZiyiz ki ke­sin bir sonuç vermez, tümden tanılmaz bize sanatçıyı o bö­lüm, o parça. Bakın, siyaset adamları ö;•le değildir, onlar ilk

kez karplaşırlar, iki saat konuşurlar ve bir anlaşmağa varır­lar; çünkü aramıyorlardır onlar, durduruyor/ardır geçici bir süre için, biblolaştırıyorlardır her şeyi. Sanatçının ilk tanımı da bence, biblodan iğrenmesidir. Konuşmada anlaşmaya yara­yan, rahat, orta malı söz kalıpları da birer biblo değil midir? Siyaset adamı ile sanatçı arasındaki başlıca ayrım burda işte: Siyaset adamı her şeyi bilir, sanatçı hiç bir şey bilmez. Ama sanatçının bilmedikleri, siyaset adamının bildiklerinden daha evrenseldir. Bu yolculuk/arım sırasında en sıkıldığı- ğım anlar, edebiyat üstüne kanıtarım sorulduğu anlardı; tartıştığım konular ise kesin kanılar oldu. Bunlara «Tek ka- nı/ar» demek istiyorum; sadece kendimi anlatmaya (o da gerçek bir içtenliğimiz varsa) yararlar ve bu özelliklerinden ötürü de baskı yapıcı niteliğindedirler bu tür kanılar. Bu söz­lerimden, sanatçıyı yalpalamaktan hoşlamr bir ki,ri saydığım anlamı çıkarılırsa yanlış olur. Burada açıktıyayım, «İnana­mıyorum, bağlanamıyormn!» diyenterin çoğu (belki de tü­mü) kendilerini ille akıllı göstermek için, aklın en yüce bi­çiminin küşümcülük olduğu inancı ile davrananlardır. Bantt ne küçümcülükten? Asıl sanatçıdır inanan, bağlanan. Hiç kimse onun kadar içten, onun kadar dayanıklı olamaz bu ko­nuda. Giderek, tutumu gereği, inanmaktan, bağlanmaktan, içtenlikten çoğunlukla uzak bulunan, uzak bulunmak zorun­da olan siyaset adamı da çoğu kez sanatçı ile kurtarmak ister kendiui, ayaküstii bağlantılar kurmağa kalkar sanatçı ile, ya­rın belki de bırakıvereceği, vaz geçivereceği bağlantılardır bunlar, inanmasını ister sanatçının. Sanatçının inancı ise diz- ha geniş bağlantıları kavrayacak bir niteliktedir. Ölümsüz olanı, evrensel olam demek istemiyorum, «gününe kapan- mı,r, kilitlenmiş,> olmayanı demek istiyorum sadece. İşte bü­tün bu açılardan bakıldığında, üç gün de kalsanız bir ülkenin saııat :caşamını ;:.örebilirsiniz. ne var ki sanatçıyı göremezsi-

niz, tanıyamaz.sınıı.. E.. onu görüp tanımadan da bir ülkenin sanatı,· edebiyatı üstüne bir şey öğrenilemeı. Bir birey soru­nudur bu. Geçmişin edebiyatlarını sadece kitaplardan nasıl öğreniyoruz diye sorulamaz burada, o zaman başka bir ülke­ye gitmek tümden gereksiz düşer. Bakın ].P. Sartre, ikide bir Moskova'ya gidiyor, (biz oradayken de oradaydı) Ehren­burg ile konuşuyor... Yapıtlarını ve düşüncelerini biliyorlar birbirlerinin, tanıyorlar birbirlerini, baştan başlamıyorlar ko­nuşmaya. Diyeceğim, bu yolculuk yazılarımda, gördüğüm ül­kelerin edebiyat/arı, sanatları üstüne de bilgi vercmeıdim. Ayrıca not da tutmadım. Bir yerde insanlarla konuşurken, ya da ilginç bir şeye bakarken kaleme kağıda sarılmak ho­şuma gitmiyor benim. Gördüm, konuştum, baktım, uyu­dum, içtim, öğrendim.. ama ayrıca çalışmadım bunları yaza­rım diye, izienimterime bıraktım kendimi. Belki iyi değildir böylesi. Bir yazar not almalı bir yandan. İşte bu sosyalist ül­kelerin gerek ekonomik-sosyal, gerek edebiyat, sanat durum­ları üstüne bekledikleri biçimde öğretici bilgiler getirmedi­ğim için beni yerenler oldu ve olmuş ötede beride. Biri, Ma­caristan yazı/arım için, «Bir az turistik oldu» dedi, «Yok Peyç diye tutturmuşun, yok .tarih diye..» Evet, öyle J'aptım, sosyalizmi gördüğüm yerde doğanın güzelliği ile, ya da tarih­le karşılaştımsa görmezlikten gelemezdim; giderek sevdiğim 1eyleri yazarken sosyal midir, değil midir diye düşünmedim. Başka biri, pek kitap karıştırmaktan hoşlanmayaıı biri de, «Böyle olmaz kardeşim'> demez mi bana, <<Geı.diğin ülkelel' için basılmış kitaplar var, onları oku, bilgiler aktar oralarda^ Yalnıı. gezi notları ile yelinilir mi?» Bir başkası da gene bil­gi; istatistik bilgi eksikliği üzerinde durmuş yazılarımın, bir ad da vermiş, «Onun yazdıklarında bile rakam var.» demiş. Söylediği yazardaki rakamları, okuyanlardan kime sordumsa, tekrarlayabi/en çıkmadı, kimsenin belleğinde kalmamış. Keıı·

dimde de d^nemifimdir, nice yolculuk yazısı, kitabı okudum- sa, en beğendiklerimden bile bir kaç görünü, bir kaç tatlı öykü, ne diyeyim bir izienim kalmıfttr belleğimde, hiç bir istatistik kalmamıfttr.

Ya ne için yazdın diyeceksiniz. Sevdim gördüğüm yerle­ri, tatlı günler geçirdim oralarda. Bizim halkımızın bilmediği, yıllardır bilmesi yasak edilmif bir takım ülkelerdi bunlar. 0- ralardan ufak tefek öykü/er, görünüler getirdim sanıyorum. Bu ülkelerle ili^kilerimizin artacağı, sıklafocağı kanısındayım ben. Neden derseniz, dünya sosyalizme gidiyor. Biz bu gerçe­ği fark etmekte bile geciktik. Tıpkı bizden yüz yüzelli yıl ön­ceki kufakların burjuva devrimini kavrayamamalarına benzer bir gecikmedir bu. İlerici padifahlardan III. Selim 28 ya- fında tahta çıktığında yıl 1789 dur, batıda materyalist bur­juva sınıfı gelifirken, III. Selim, sadrazamını seçmek için «istihare,>ye yatıyordu. Bu gecikmeden ötürü Türk toplu- munda bir aykırılık oldu, yirmrnci yüzyılın ortalarında, fal yok yumurta yokken, burjuva sınıfı yarattimağa kalkıftldı. Ikinci gecikmemiz sosyalizm konusunda olmuftur. Sosya- liımirı Kaamus'ıt Fransevide karftltğı «sitk-i sakim-i ifti- rdkiyun»dur. Bir bilimsel akımın adına bile değer yargısı anlatan bir sözcük katma eğilimindeki tuhaflık, ne yazık ki, toplumumuzu çağ dıfı bıraktıracak bir acı gecikmeye, geri kalmışlığa de.k varmıştır. Türk toplumu layik olmadığı bu du­rumdan kurtulacak ve çağının içindeki yerini alacaktır. Bu sıçramayı yapacak büyük bir manevi gücü var onun, her tür­lü belirtiler gösteriyor bunu. Öyle ki, çağının hizasına sıçra­mış olan Türk toplumu, o bizayı daha da ilerietecek güçler ta- yımakta, bana sorarsanız. uygarlıklar, yarışan toplumların ürü­nüdür, sosyalist ülkeler de değişiyor/ar, yarışıyorlar, yaratıcı­lıklarını boyuna bileyorlar. Kapitalist yoldan gelişme öyküsü /..:apanmı,rttr ülkemizde. Geç kaldığımız sosyalist dünya konr1-

sunda çağımızı hizalamaz, sosyalist ülkelerin gelişme ve iler­leme nitelik ve çabalarına yabancı kalmak, bu bizim için üçüncü bir gecikme olur ve aykırılıklar doğurur. Benim ka­nım, Türk toplumu, yeni dünyaya katkıda bulunacak gücleri ve olanakları taşımaktadır.

Melih Cevdei Anday

1965

SOVYET RVSYA

«MOSKOVA'YA.. MOSKOVA'YA”·

Bizi Odesa'ya götürecek olan Armenia vapunı Tophane rıhtımından kalkarken, yol arkadaşım Yaşar Kemal:

-Bizim sağcılar «Moskova'ya. Moskova'ya» diye öyle çok bağırdılar ki, sonunda gidiyoruz işte dedi.

Onlar da gitseler keşke. «Moskova'ya Moskova'ya ... )lo Nedir bu sözün anlamı? Şu olsa gerek: <<Solcu isen, senin yerin burası değil, Moskova'dır, sen ancak orada rahat ede­bilirsin.» Böyleyse biz de önce şunu belirtelim: Solcu isek, sosyalist isek, bizim yerimiz burasıdır. Türkiye'yi bütün Türklerin rahat edeceği bir barış ülkesi yapmak istiyoruz, bunun da yolu sosyalizmdir diyoruz. Moskova'ya gelince, gerçekten sevdim Moskova'yı «Moskova'ya Moskova'ya» di­ye dolmuş yapar gibi bağıranların da gidip görmelerini sağlık veririm, hoşlanacaklar, bir takım yersiz kuşkularından kur­tulacaklar; yıllardan beri kökü dışarda bir takım çıkarcı çev­relerin yaydıkları uydurmalada aldatıldıklarını anlıyacaklar, orada dostlarımızın oturduklarını ve bu dostların savaş is- temiyen mutlu insanlar olduklarını göreceklerdir.

Mutlu toplumlar savaş istemezler ama tarih boyunca mutlu diye bilinen bir takım toplumların da savaş açtıklan görülmüştür. Ancak burada önemli bir ayrım var: Tarih boyunca mutlu bilinmiş toplumların ayrıcasız yok­sulları vardı ve krizleri vardı. Günümüzde ise artık

yoksulları bulunmayan, çatışmalarından kurtulmuş ye­ni toplumlar tarihin dönüm noktasını çiziyorlar. Yazının icadı, İsa'nın doğumu gibi yeni bir başlangıç noktasıdır bu. Değerli bilgin dostum Bayayef'e sormuştum Moskova'da: «Burada ne yasaktır?» ^abayef:

- Savaş propagandası yapmaktan başka hiç bir şey yasak değildir, demişti.

Sovyetler Birliği gezi anılarıma sonundan başlıyayım: Dönüşümde tanıdıklarımın, tanımadıktarımın bir çok soru­ları ile karşılaştım. Çünkü herkes merak ediyordu Sov- yetler Birliği'ni. Bu soruları sırası geldikçe anacağım ya, burada ikisini yazmak istiyorum sadece.

Yüksek öğrenim görmüş sayın bir ev hanımı merak­la:

-Orada herkes çalışmak zorunda mı?

Diye sordu. Ne diyeceğimi şaşırdım. «Çalışmak zo­rundadır» desem, bundan <<İstemese de çalışmak zorun­dadır» anlamı çıkacak ve bu da «Sovyetler Birliği'nde insanları zorla çalıştırıyorlar» propagandasına uygun düşe­cekti ve haksızlık olacaktı. Gerçekte bu sorunun karşılığı sadece şudur:

-Orada herkes çalışır.

Doğrusunu is terseniz benim o sayın ev hanımına şunu sormam gerekirdi:

- Çalışmadan yaşamak olur mu?

Evet, oluyor bizim yurdumuzda. Sözgelişi yübek öğ­renim görmüş bir hanım, kocasının para durumu yerinde ise (giderek yerinde değilse bile) çalışmıyor, çalışmıyabili- yor; babasından paraya ve evlere konan bir genç çalışmıyor, sekiz katlı apartman yaptırabilen çalışmıyor, dededen kal-

ma toprağını yarıcı köylüye bırakıp onların çalışınalanndan gelen para ile büyük şehirlerde yan gelip keyif süren ça­lışmıyor, parasını işleten ve onun getirdiği faizle yaşıyan çalışmıyor.. Türk halkını «tembel» diye suçlayanlar bun­lardır işte. Oysa Türk halkı çalışkandır. (Atatürk kısık ^- siyle ne güzel bağırır... ) Ama iş bularnazsa ne yapsın? Sos­yalist bir toplumda ise herkesin bir işi, sevdiği bir işi var­dır, bu iş ona angarya olarak yükletilmiş değildir. Çalış­mayan bir insan kolay düşünülemez orada ve doğal olanı da budur. Çünkü her çalışmayan kişi kendi hesabına başkasını çalıştırıyor demektir. Başkasını kendi hesabı­mıza çalıştırmak ise sömürücülüktür. Ha.. Bakın bir yasak daha bulduk: Sovyetler Birliği'nde insanın insanı sömür­mesi yasaktır. Babayef'in bana bu yasaktan söz açmaması­nın nedeni ise açık: Çünkü orada insanın insanı sömürmesi imkansızdır.

Başka biri, bir yerde tanıştırdıklan biri de:

- Sizden bir şey soracağım, dedi. Sovyetler Birliği'n- de hüriyet var mıdır?

Doğrusu, istemeye istemeye

-Neyin özgürlüğünü soruyorsunuz? dedim.

«İstemeye istemeye^ diyorum, çünkü özgürliiğün ille somut bir dilek ve amaca yöneleceğini bildiğim halde insan­ların sınırlamadan, somutlamadan «Özgürlük özgürlük» di­ye bağırmalarına kızmamalı kanısındayımdır ben. Tarihte, ço^ kez yönsemi besbelli olmayan, apaçık olmayan bu ^- şit haykırışiardan insanoğlunu şaşırtan, beklenmedik yeni­likler, iyilikler doğmuştur. İleriye yönelen böyle salt bir özgürlük isteği hep olacaktır sanırım. Ama karşımd^ne o »™^ sormakla iyi etmişi.

- Sözgelişi liberalizm için, dedi.

Bir ekonomi sistemi olarak liberalizm Sovyet üniver­sitelerinde elbette okutulur, ama anlıyordum ki, karşımda- kinin niyeti bu değildi, liberal ekonomiye göre davranmak ve işlernek özgürlüğünün bulunup bulunmadığını merak edi­yordu o. Ben de o zaman konuyu somutlamak yoluna git­tim. Söylediklerimi size de özetliyeyim:

- Sizin liberal ekonomi için bilim özgürlüğünü öne sürmediğİnizi anlıyorum; liberal ekonomi kurallarını uygu­lamak ve yeniden yaşatmak özgürlüğünden söz açmak isti­yorsunuz siz. Öyle ise biz de kuramsal konuşmayı bir yana bırakıp elle tutulur bir örnek üzerinde konuşalım. Sovyet- ler Birliği'nde sözgelişi evini kiraya vererek geçinen kimse yoktur. Şimdi biz orada bir gazete çıkarıp ya da bir siyasal parti kurup «Ev sahipleri olsun istiyoruz, kiracılar olsun istiyoruz, ev sahipleri evlerini eskisi gibi ve istedikleri fi­yattan kiraya versinler istiyoruz^ diyerek bir özgürlük sa­vaşına kalkamayız. Bir takım insanın başka bir takım insanı sömürerek tembel tembel yaşaması düzeninin geri gelmesi­ni isternek olur bu ve kanundan önce halk karşı koyar böyle bir akıma: «Ne demek? Biz kendi evlerimizde, ya da devletten ucuza kiraladığımız evletimizde oturınıyacak mıyız artık? Yeniden ev sahiplerinin eline mi düşeceğiz?^ der. Macar karşı ihtilali sırasında kapitalist devletlerin yardımları ile Macaristan'a giren eski toprak ağaları­ve eski patronları, köylüler ve işçiler köyün kapısından, fabrikaların kapısından kovmuşlardır.

Gerçi buna, gene bilimsel bir kılığa bürünülerek:

- Liberal, kapitalist ekonomi sistemi topluml^rı mut-

luluğa götürecek tek sistemdir. Bana bu sistemi uygulamak özgürlüğünü neden tanımıyorsunuz?

Diyerek karşı çıkanlar oluyor, ama ne yapalım ki, Sov- yetler Birliği bunun karşıtı olan tezi uygulamak uğrunda büyük bir ihtilal yapmış ve sosyalist ekonominin kalkınma gücünü dünyaya tanıtlamış bir ülkedir. Bugün Sovyetler Birliği bir çok kapitalist ülkeyi çoktan geride bırakmıştır.

Ben okurlarımla kuramsal tartışmalara girecek, bilim­sel kurarnlardan söz edecek değilim bu yazılarımda; yeryü­zünün ilk sosyalist ülkesi Sovyetler Birliği'nin bir parçası­nı kısa bir süre içinde gördüm. iktisatçılar, sosyologlar an­lata dursunlar, tartışa dursunlar, ben size oradan canlı bir iki görünü, kitaplardan kolay kolay öğrenilemiyecek bir iki yaşam parçası getirmek istiyorum. Biliyorum ki, en çok merak edileni de budur. Kitapların yazdığına aldıran az, sosyalizm değil de, daha çok sosyalist bir toplumdaki insan­ların günlük yaşamıdır merak uyandıran, sanıyorum.

VAPURDA:

Sovyet Armenia vapurunu İstanbullular çok iyi bi­lirler; Pobeda ile Armenia, her hafta Tophane rıhtımında, gördüğümüz, küçük, şirin yolcu vapurlarıdır, Sovyetler Birliği'nin İstanbul Başkonsolosluğu yetkilileri bize Sovyet Yazarlar Birliği Başkanlığından gönderilmiş olan çağrı mektuplarını verdikten sonra, hareket edeceğimiz günü sordular, 12 Haziran Cumartesi günü üzerinde anlaştık. Va­purumuz Armenia idi. Konsolosluk memurlanndan ikisi bizi uğurlamak için vapura gelmek nezaketini göstermişler, onlarla birlikte daha hareketten önce vapurun barına gidip bir kaç şişe votka içtik. Bir kaç şişe dediğim için gözünüzde büyütmeyin, bunlar birer kadehlik küçük şişelerdi.

Benim en sevdiğim içki rakıdır. Neden derseniz onu aşan başka bir içki bulamadım bugüne değin. Bulgarların Yu- goslavların slibovaları, slibovitçaları sarmadı pek; Bulgar mastikası ile Yunan mastİkası gerçi güzel içkilerdir, ama güzellikleri bizim rakıya yakın olmalarından gelir bence; Macar şarabı, ermeni konyağı, Gürcü şarabı içtim, İskandi­navyalıların sert içkilerinden de tattım; bütün bunların içinde rakıdan sonra en sevdiğim içki votka oldu. Anca Rus votkası bizim votkaya hiç mi hiç benzemiyor, ondan başka bir içki. Şunu da söyliyeyim, Rus usulü İçmiye daha vapur­da alıştırmaya başladık kendimizi; her kadehi şerefe- kalJı- racaksınız, elinizden gelirse, kısa ya da uzun bir söylev çe­keceksiniz, ondan sonra kadehi birden içeceksiniz, başka bir deyişle, dilinizi değdirmeden gırtlağınıza dökeceksiniz ve arkasından mezeye saldıracaksınız. Bu meze havyar olur­sa diyecek yoktur. Bu usulle çok içilir ve az sarhoş olunur. Biz söylev çekmiye alışık olmadığımız için, bütün gezi bo­yunca biraz sıkıntı çektik. Sonra sonra anladım ki, her ka­dehten sonra birinin kalkıp bir «şerefe» söylevi bulması, ^ kadeh arasım açarak birincisinin iyice oturmasına yarı­yor, demek teknik bir sorundur. Çoğu zaman da son yudu­muna değin içtiğiniz kadehi başınızın üstüne kapatmanız gerekiyor, içinde bir yudum bile kalmadı anlamına gelir bu. Ruslarda şerefe içmek, şerefe söylev çekerek içmek eski bir adettir. Puşkin'in arkadaşı Ruspopov, Mohilev'de ona rast­ladığı geceyi anlatırken «Aklımıza gelen her şeyin şerefine içtik.» diye yazar.

Saat 16 da kalkacak olan vapurumuz, şehre çıkan yol­cuların zamanında dönmemeleri yüzünden iki saat gecikti. Bizim votka stajı da bu yüzden bir az uzadı. Konolosluk m^

murları gittikten sonra vapurda başka bir bar daha buldum. Türk parası geçiyordu, birinden ötekine gidecektik artık. Yemeğe çakır keyiften bir az daha keyifli oturduk. Önce yanlış bir salona gitmişiz, ikinci mevki yemek salonu imiş orası, karşımızda İsrail'den gelen bir karı koca vardı, tam onlarla konuşmağa başladığımiZ sırada garson bizim birinci mevki yemek salonuna gitmemiz gerektiğini söyledi. Kalk­tık, o salonu bulduk, bu sefer oradan da çevirdiler, bizim servis 21 de başlıyormuş. Demek yemek sa­lonları her yemek için iki servis yapıyorlardı. Va­purumuzun kalabalık olduğunu gösterir bu. Bizden başka Türk yolcu hulunmadığını da öğrendik.

Ama koridorlarda, güvertede, İstirahat salonlarınd<ı kulağıma boyuna Türkçe çalınıyor, yanlış mı duyuyorum di­yorum kendi kendime, hayır efendim, Türkçe, bizim Ana­dolu Türkçesi, önümüze gelen Anadolu Türkçesi konuşu­yor. Ve bu Anadolu Türkçesi konuşanların yüzü Anadolu yüzü, halleri tavırları da öyle Kimi terliklerini giymiş, ki­mi bir ayagını altına almış... Bizim de Türkçe konuştuğu­muzu duyunca adamlar birbirlerine baktılar, şaşmışlardı sanki. Bir ikisi ile selamlaşınca öğrendik ki, bunlar Suriye'­den Lübnan'dan. Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti başkenti Erivan'a tatil geçİrıniye giden Ermenilerdir. Bizim Sovyet- ler Birliğini ziyarete giden Türk yazarları olduğumuzu öğ­renince hani ağızları açık kaldı. Vapur nerdeyse, kadın er­kek, genç, yaşlı sadece bu Ermenilerle dolu idi. Bir kaçı ile konuşup ahbap olduk, o zaman anladık ki, bunların hepsi Anadolu'ludur. Yaşlıları Anadolu'da doğmuşlar, yaşamış­lar; gençleri ise babalarının, analarının Suriye'ye, Lübnan'a göç etmesinden sonra doğmuşlar ama gene de Türkçe'yi ana

dili olarak öğrenmişler. Kimi Adana'dan, kimi Malatya'­dan, kimi Kayse:ri'den... Ve soruyorlar, özlemle, sevgi ile soruyorlar eski yurtlarını. İnsan içinin cız ettiğini duyuyor, giderek bir suçluluk duygusuna da kapılıyor. Cumhuriyet gazetesinde yazdığım sıralarda, dil konusundaki bir yazım dolayısiyle, Ermeni okurlanından birinden bir mektup almıştım. «Kati-i am» karşılığı olarak Türkçe «kesim» 5ÖZ- cüğünü öncriyordu bu Ermeni okurum ve mektubunun so­nunda da, «Biz Ermeni kesimi deriz» diye yazıyordu. O za­man da bir burkulma olmuştu içimde. Suçumun yüzüme vurulmasından değil, hayır, benim bir suçluluğum yoktu, Anadolu tarihinin artık kapanmış olan eski bir döneminin olayı idi bu, ondan sonra Osmanlı Devleti yıkılmıştı. Onun sorumu, onu yıkan ihtilalin çocuğuna yükletilemezdi; daha­sı, bir devletin, bir siyasetin sorurounu sür git bir ulusa yük­lemek yanlış olurdu. Ama nerede bir zulüm, bir kesim var­sa, ondan herkese sorum payı düşer gene de Bize yükletilmiş olmasa bile, kendiliğimizden duyduğumuz, kendimize yük­lediğimiz bir sorurodur bu. Uluslarda, başka uluslara say­gının yerleşmesinde, bu «kendini sorumlandırma» bilinci­nin büyük yeri olsa gerektir. Bizim eski yurttaşlarımızia ko­nuşurken böyle düşünüyor, böyle duyuyordum; onlarda bir burkulma, bir içlenme hissetmedim, tersine olarak bize çok saygılı davrandılar. Aynı toprağın insanları idik, Anadolu toprağı idi bu, onun üstünde yaşayanları din, budun bölüm­lemesine uğratmak kadar yanlış bir şey olamazdı; orada dinlerin de, budunların da üstünde olan başka ortaklıklar vardı, toprağın tarihsel karakterinden geliyordu bu, yarat­tığı uygarlıklar zincirinden geliyordu.

Ertesi sabah erken Varna'ya yanaştık. Varna'yı bir yıl

önce görmuştum. Bu sefer, denizden girerken bu sayfiye şehrine uzun uzun baktım, giriş epey sürüyor ve göz alıcı kıyı, yer yer yükselen modern yapıları ile insan'ı çekiyor. Sessiz pazar sabahı Varna'nın tenha caddelerinde bir saatlik bir yürüyüş yaptıktan sonra Armenia'ya döndük. Bütün gün ve bütün gece gideceğiz. Sabah erkenden Odesa'dayız.

Gece erken yattım, ama şarkıdan, müzikten gözüme uyku girmedi. Yolcular yemekten sonra salonda toplanmış­lardı. Önce bir film gösterilmişti, arkasından da müzik, eğ­lence başlamıştı. Yattığım yerden dinliyordum, içerde kü^ çük bir koro kurmuşlardı. En sık söylenen şarkı «Moskova geceleri» idi.

ODES.t1

Odesa'ya yaklaşırken vapurun doktoru bizi çağırttı, çiçek aşısı raporumuzun olup olmadığını sordu. Olmadığı karşılığını alınca da bizi aşilayacağını söyledi. «Eğer Hin­distan'dan, Pakistan'dan gelmiş olsaydınız daha başka aşı­lar da yapardıb dedi.

Büyük Odesa limanının rthurnlarından birine yanaş­tık. Süvari'ye, tanışuğımız yardımcılarına, konuştuğu­muz Etmenilere veda ederek toprağa ayak bastık. Inturist'in ajanı, daha vapurda bizi görmiye gelmiş, ineceğimiz oteli bildirmişti. Fakat aşağı inince biraz bekle- rnemizi rica etti. Moskova'dan bizi karşılamağa bir hanım gelmiş, vapurdan çıkış gecikince de, Odesalı yazarlada bir­likte bize çiçek almaya gitmiş. Bu hanım, Bayan Vera idi. Moskova'da çoğun bizimle dolaştı. Odesalı yazarlar gece J.:l:Çirmiyeceğimiz halde bizi otelimize götürdüler. Odaları-

mıza bavullarımızı koyduk ve onlarla birlikte şehri gezmiye çıkuk.

Odesa yazarlar birliği temsilcileri arasında iki de ozan vardı, biri Ryadçenko, öteki Azerbaycan'dan göçmüş ve orada yerleşmiş olan Seferzade. Bu Seferzade çok tatlı dilli bir adamdı, dünya neşeden başka bir şey değildi onun için.

İç bade güzel şev var ise akl ü şuurun

Dünya var imiş ya ki yoğ imiş ne umurun

beytini Odesalı azanlara da öğretmiş, ikide bir tekrarlıyor; şaka için, gülrnek için vesile arıyor, bulamazsa icadediyor, öyle ki kısa süren arkadaşlığımız süresince bizi kırdı geçir­di. Azeri şivesi ile diyor ki:

- Men şairem, akşamları bir elime kalem alırem, bir eliıne şarap bardağını alırem... Bahırem ki yazdığım şiir bir şeye benzemir... Men de şarap içirem...

Birlikte yazarlar birliği'ne gidiyoruz. Yazarlar birliği, bir zamanlar Puşkin'in kalmış olduğu bir otel olan eski bir yapıda yerleşmişti. Odesa Puşkin'in anıları ile doludur. Orada Ukraynalı yazadardan, bu arada ·bol bol Gogol'den konuştuk. Gogol bizde çok sevilen bir yazardır, bunu Uk­raynalı meslekdaşlara söylüyorum, diyorum ki:

- Gogol'ün bizde sevilmesi sadece büyük bir yazar olmasından gelmez bence, onun romanlarındaki kişiler ve olaylar, bizim kişiletimize ve olaylarımıza benzediği için Türk okuru yakın bulur Gogol'ü kendine.

Gerçekten de komşumuz ukraynalılarla konuşurken hiç yabancılık çekmedik. Olgun, çelebi, cana yakın insan­lar...

Sonra Puşkin müzesini gezdik ve şehre çıktık. Biribi-

rini kesen, geniş, ağaçlıklı caddeleriyle, büyük, sakin, temiz bir şehir Odesa. 1793 de Duc de Richelieu'nun temelleri­ni attığı, sonra Fransız göçmeni Comte de Langeson'un ge­nişlettiği Odesa, XIX. yüzyılın başlarında yavaş yavaş or­taya çıkınağa başlar. O zamanlar çeşitli uluslardan tüccar­ların, gemicilerin buluştuğu kozmopolit bir yerdi, sokakları çamur deryası idi, içme suyu yoktu, bu yüzden evlere gün­de bir teneke su verilirdi, ama operası, tiyatrosu, kumar­hanesi, çeşitli eğlence yerleri vardı. Çünkü ticaretle zengin olmuş Rumlar, Yahudiler, Fransızlar birikmişti orada. Av­rupa havası almak İstiyen Ruslar Odesa'ya gelirierdi İşte sürgün Puşkin'in küçük bir memur, fakat dehası yeni yeni parlayan genç bir ozan olarak 1823 de geldiği Odesa böy­le bir yerdi. Orayı şiirlerinden birinde şöyle anlatır:

Gökyüzü orada uzun zaman durgundur

Ticaret canlıdır, rahattır

Yetkenlerini dalgalar üzerine gerer...

1 talyan'ın altın dili

Sokakta şen şakrak çınlar

Oradan gurur/u Slav geçer Fransız, lspanyol, Rum Ermeni, şişman Buğdanlı...

Kimi zaman şafak topu

Gemilerin bordasında patlayınca

Denize kadar giden

Dik yokuştan inerdim.

Şimdi o yokuştan uzun, geniş merdivenler ve asan­sörle inilip çıkılıyor. Büyük merdivenin başladığı alanda

Duc de Richelieu'nün yonutu var, Fransızlardan kalma. On­dan daha içerde, şehrin ortalarına doğru Kont Vorontsov'- un ve elbet en güzel yerde Puşkin'in yonutu. Puşkin, şiir, aşk, içki, kumar, gezintiler ve üzüntülerle geçirdiği Odesa'- daki yılları içinde Kontes Vorontsov'a aşık olmuştu. Bu Kont Vorontsov Çarlığın güney Rusya genel valisi idi ve Odesa'da bir kral gibi yaşıyordu. Üç konağı vardı, bunlar­dan denize bakan bir tepenin üstünde olanını gezdik, sü­tunlarla donanmış gösterişli girişi, limana bakan gezisi ile şehrin en göz alıct yerlerindendir. Ozan Ryadçenko:

- Puşkin karısına aşık olmasaydı Vorontsov'u kim hatırlardı... diyor. Kendisine lord dedirten kont Vorontsov, bendeleri arasına sokamadığı ve bu yüzden kızdığı genç oza­nın, üstelik karısı ile ilişki kurduğunu öğrenince onu sürer Odesa'dan. Puşkin müzesindeki eski resimlerle bu hikaye­leri birleştirince yüzelli yıl önceki olaylar gözümü<:ün önün­de canlanıyor. Puşkin'in yiyip içtiği Rum Dimitraki'nin ve Fransız Cesar Automne'un lokantaları, meyhaneleri yok şimdi elbet; ama onların yerinde bütün Odesa halkının gezindiği, dinlendiği büyük parklar, yıkandığı plajlar, ço­cuk bahçeleri, eğlerı.ce yerleri var. Öğleye doğru idi, deııiı.e bakan ağaçlıklı büyük bir caddeden geçiyorduk; ağaçbr al­tındaki sıralarda, güneşlensinler diye soyundurulmuş küçük çocuklar oturuyorlardı, başlarında bakıcı öğretmenleri. Bu çocukların anaları babaları, şimdi içieri rahat, gönülleri fe­rah, işlerinde güçlerinde çalışıyorlardı. Çocuklar ^:ığlık ve güzellik içindeydiler. Onlara bakınağa doyamadım. Sefer- zade'nin konuşmaları 9a neşemizi arttırıyordu. Ama tam bu sırada arkamızdan koşarak biri geldi, Seferzade'yi yanı-

na çağırdı, bir şeyler söyledi üzüntü ile, Seferzade ağlar gi­bi bir yüzle bize döndü:

- Kaynanarn ölmek üzereymiş, bana müsaade, dedi.

İnsan çevresindekileri güldürmiye alıştırmasın bir kez, Seferzade'nin söylediği bu sözler bizi de şaşırtmıştı elbet, teselli ettik kendisini, uğurladık, ama uğurladıktan sonra da kendimizi tutamadık, gülmeye başladık. Seferzade'ye o ağlar yüz yakışmıyordu çünkü, dünyaya metelik vermeyen bu adamın kaynanası için ağlamağa kalkması tuhaf kaçıyor­du. Başı sağ olsun!

Odesa'da çok az vaktimiz vardı, öğleden sonraki bir uçakla Moskova'ya uçacaktık. Otomobille şehrin belli başlı yerlerini gezdik ve dinlenme evleri, oteller, gezinti ve eğ­lence yerleri ile en büyük kalabalığı kendine çekmiş olan plaj bölgesine gittik. Ryadçenko'nun yumuşak bir sesle verdiği izahatı dinliyordum, övmüyor orada yapılmış olan­ları, eksikleri söylüyor daha çok, yapılacakları, yapıl­ması gerekli olanları anlatıyor. Oysa gözlerimizin önün- dekiler gerçekten ilginçtir. Ryadçenko'nun kişiliği bende saygı ve inanç uyandırıyor. Kısa süren beraberliğimizde dost olduğumuzu söyliyebilirim.

Oradan otelimize dönüyor, bavulları arabaya yükle­dikten sonra artık hava alanına yollanıyoruz. Gerçi daha bir kaç saatimiz var, ama öğle yemeğimizi hava alanında yi­yeceğiz.

Hava alanının lokantasında güzel bir masaya yerleştik: Ah Seferzade de olsaydı bu toplantıda, ne tadını çıkarırdı kim bilir! Beş kişiyiz, önce mezeler geliyor, öylesine bol nıcze ki bunun arkasından yemek geleceğini aklınızın ucun-

.dan geçirmezsınız, ama votka yedirir, gözünüzün yaşına bakmaz.

Ryadçenko İngilizce, Vera Türkçe biliyor. Rahat anla­şıyoruz. Ben ve Ryadçenko şiiderimizi okuyoruz birbirimi­ze. Çeviri, hele ayak üstü yapılan çeviri bir şiire ne denli kaybettitir bilirsiniz ama bütün bunlara karşın Ryadçen- ko'nun şiirleri beni çok sardı. Onların iyi yapılmış çevirile­rini okumak isterdim.

Bizim buradaki ozan arkadaşlarla kurduğumuz bir sof­radan hiç farkı yok soframızın. Öylesine kaynaşmışız birbi­rimize. Genç Rus ozaru Yevtuçenko, geçen yıl Avrupa'ya gittiğinde bir gazeteciye:

- Uluslar elçi olarak ozanları yollamalı birbirlerine, demişti.

Doğru söz, yararlı bir söz. Ozanlar, san'atçılar birbir­lerini çok daha iyi anlarlar ve bir takım kurumuş kanıların gereksiz önyargıların üstüne çıkmasını herkeslerden iyi bilirler. Keşke onların ozanları, san'atçıları da gelse buraya, tanışsalar bizimkilerle... Birbirlerinin şiirlerini, san'at, ed(..'- biyat üstüne düşünlerini öğrenseler^ Bütün insanları kav­rayıcı, evrensel dil san'at, edebiyat dilidir çünkü.

Saat 16 da kalkıyoruz masamızdan, artık uçağa bin­memiz gerekiyor. Bizse Moskova'ya gideceğimizi unutmuş gibiyiz. Uçağın merdiveni dibinde öpüşüp ayrılıyoruz Ode- sa'lı meslekdaşlardan, Vera ile birlikte uçağa biniyonız.

Erken kalkmışım, bütün gün dolaşmışım, uzun süren öğle yemeğinde votka içmişim, artık uçakta biraz uyurum diye düşünüyorum. Oysa hiç birimizi uyku tutmuyor.

Bayan Vera ile Türkçe konuştuğumuz için karşımızda oturan genç adam bizimle ilgileniyor, kim olduğumuzu sö-

ruyor Vera'dan Rusça. O da söylüyor. Türk yazarları di­yor. Bunun üzerine karşımızdaki delikanlı bir şeyler daha söylüyor, sözleri arasında Nazım Hikmet, Reşat Nuri, Sa­bahatin Ali adlarının geçtiğini fark ediyorum. Merak edip soruyorum Vera'dan bu adamın neci olduğunu; <<İşçi» di­yor Vera, «Bu üç Türk yazarından başka adlar bilmediği için üzüldüğünü söylüyor.» diyor. «Çalıkuşu'nu çok sev­miş...»

Bayan Vera Moskova'da, Doğu Enstitüsünde Türk di­li öğrenmektedir, Enstitüyü bu yıl bitirecek. «Konuşmam iyi değil» diyor. «Sizinle Moskova'da beraber olursam iler- lcteceğim.» Aziz Nesin'in Moskova'da olduğunu haber ve­riyor bize, Tiirkçe yanlışlarını onun düzelttiğini ekliyor söz­lerine, «Mesela ben gideceğim diyordum, ondan öğrendim ki gidicim demek lazımmış.» Ve gülümseyerek, «Gidicim, edicim, yapıcım...» diye talime başlıyor.

Uçak büyük, kalabalık. Hastesler iri kıyım Rus kız­larıdır. İkide bir uçağın durumu, nerede bulunduğumuz, Moskova'ya ne zaman varacağımız üstüne Rusça açıklama­lar yapıyorlar. Hava kapalı. Moskova'yı çok merak ediyo­rum. İkide bir, «Geliyor muyuz?» diye soruyorum

Bir buçuk saat sonra vardık Moskova'ya. Şehir uzak­ta. Ormanlık bir bölgenin üstünden uçuyoruz. Artık alçal­maya başladı uçak, büyük bir hava alanında durdu. Bizi kar- ^ılayanlar arasında Yazarlar Birliği sekreteri var, unı- vcrsitede Türk edebiyatı profesörü olan Babayef var, Türk dili okuyan ve Türk misafirlere mihmandarlık eden Gürcü kızı Svetlana var, Fransızca bilen yaşlı bir Rus romancısı var. ..

() tomobilierimize biniyoruz. Moskova, bu hava alanın-

dan kırk kilometre uzaklıktadır. İki yanımız orman, geniş bir asfalt yoldan hızla ilerliyoruz. Az sonra Moskova'nın ilk mahalleleri başlıyor.

- Bunlar yeni kurulan mahallelerdir, diyorlar. Eski Moskova'nın sınırına gelmedik daha.

Eski Moskova'nın sınırı da gelmiyor bir türlü. Orada öğreniyoruz ki, Moskova şehri, bir baştan bir başa altmış kilometredir. Şehri ortasından geçeceğiz. Uzakta gökdelen­ler görünmeye başladı. Şehrin göbeğine dalıyoruz.

- İşte Kızıl Meydan bu yanda diyorlar. İşte Üniver­site, işte Bolşoy, işte Gorki caddesi... Bu cadde eskiden Moskova'nın en geni^ caddesi idi, görüyorsunuz şimdi ne küçük kaldı.

Oysa küçük kaldı dedikleri Gorki caddesi bizce çok geniş bir cadde. Otelimize gidiyoruz.

MOSKOVA:

Moskova'nın bende bıraktığı ilk izlenim, bü­yüklüğü ve sakinliği oldu. Sessizliği büyüklüğünden, bü­yüklüğü sessizliğinden geliyordu sanki. Geceleyin a­yaklarınızın sesini duyarak caddelerde yürürken, bu şehir­de yedi milyon insanın oturduğuna inanmak gelmez içiniz­den. Ama bunun nedenlerini anlamak da güç değildir. Gün­düzleri kalabalık olan üstü değil, altıdır Moskova'nın. Met­ro, örümcek ağı gibi sarmıştır onu, büyük çoğunluğun kul­landığı taşıt aracı metrodur. Her istasyondan dakikada bir tren geçer. İşçiler işlerine çoğun metro ile gelip giderler.

Bundan başka, tiyatrolar, sinemalar erken başlar, er­ken biter. Beş, beş buçukta girersiniz, bilemediniz dokuz

buçukta çıkarsınız. Ertesi gün çalışacak olan Moskova'lılar, yemeklerini yeyip erken erken yatacaklardır. Törenler, şö­lenler de öyle erken saatlerde düzenlenir. Gerçi Mosko­va'yı gören herkesin söylediği gibi, geceleyin sokaklar büs­bütün boşalmıştır; ama bütün şehrin tümden uykuya dal­dığı anlamına gelmez bu. Büyük otelierin salonları, geç va­kitlere kadar açık, kalabalık, canlıdır.

insanlarla oturdukları şehirler arasında benzerlikler kurmak doğru olursa denecek şudur ki, Moskovalı Mos­kova gibi sakindir, şehri gibi huzur verir o da. Yüksek sesle konuşmaz, ateşli ateşli tartışmaz, naziktir, düşüncelidir, giderek dalgındır bile. Bu yüzden olacak, Babayef'e ikide bir:

- Düşüncelisiniz bugün, diyordum.

O da şaşarak:

- Hayır, diyordu.

Türkçeyi bir İstanbul efendisi gibi konuşan Aleksan- drof, hep bir şey hatırlıyormuş gibi dalar giderdi, bizim işleri­miz için sessiz sessiz öteye beriye telefon ederken, bartalarma dalmış bir kurmay subay gibi çevresini unuturdu, dikkatli ve telaşsız. İstanbul'dan tanıdığım güler yüzlü Bay ivan'ın neşesi de sanırım gürültülü kahkahaya değin varmamıştır. Diyeceğim, Karamazoflara benzer kimseyi görmedim orda. Dostoievski'nin Rusları yanlış anlatmış olduğu biçiminde bir eleştiri olarak söylemiyorum bunu, aklımın ucundan geçmez öyle şey, Dostoievski'nin ereği başkaydı.

Moskova'da belirleyici görünü kulelerdir. Eski kilise­lerin renkli şekeriere benzeyen kubbeleri arasından yeni Moskova'nın gökdelenleri yükselir. Stalin'in gününde ya- plmıış olan yedi büyük yapı. Üniversite, Otel, Bakanlık

(Dış İşleri Bakanlığı) ve konut olarak kullanılıyor bunlar. Ben bu yapıların usluplarından hoşlanmadım. Belki de Mos­kova ile uygunluk araoarak yapılmış olacaklar. Bunlarda sezilen başlıca amaç büyüklüktür, görkemdir, göz doldur­maktır. Onlarda olsun, öteki büyük blok apartımanlarda olsun, bir biteviyelik ağır basıyor. Gerçi bu biteviyelikten kurtulmuş bir iki yapı görmedim değil, ama onlar arada kaynayıp gitmişler. Bunlardan birini Corbusier yapmış, otuz beş yıllarında sanırım, aklımda yanlış kalmadı ise. Ho­şa gitmemiş olacak ki, unutulmuş bir yanda. Yeni Moskova, eski Moskova'yı ortadan kaldırmamıştır, onun yanında, arasında kurulmuştur: öyle ki büyük yeni yapıların arasın­da, en işlek alanlarda, bir katlı, küçük, ahşap, yapılar da görüyorsunuz arada bir. Sözgelişi eski Moskova'nın aristok­ratlar mahallesi duruyor. Bu mahalledeki evler genel ola­rak bir, en çok iki katlıdır. Şimdi Moskova Yazarlar Birli­ğinin oturduğu yer olan, Kont Rostov'un konağı da bunlar­dan biri. «Savaş ve Barış»ın ünlü kahramanlarından Nata- şa'nın babasıdır Kont Rostov. Tolstoy'un dostu imiş, ünlü romancı bu evde de çalışmış, bahçenin orta yerinde yonutu var. Yapı, bir dikdörtkenin üç kolu biçiminde, tam karşı­nıza gelen orta bölüm, iki katlı gibi görünüyor, gerçekte ise yemek salonunun tavanının yüksekliğindendir bu. Bu salondan bakılınca arkaya, sağa, sola ayrılan koridorlar üzerinde odalar var. Tolstoy'un Yasnaya Palyana'daki evin­de bu basitliği ve sadeliği daha yakından gördük. Sırası gel­diğinde anlatacağım. Dahası, Moskova'da Napolyon'un gör­düğü yapılar bile var. Demek eski ve yeni Moskova iç içe.

Döneceğim gün, yanımdaki bir iki Moskovalıya: - Moskova'yı öğrenemeden gidiyorum...

dedim de güldüler:

- Biz de öğrenemedik daha, dediler.

Benimkisi boş söz, sanki istanbul'u tanıyor muyum ge- rl!ğince! Moskova'nın kurucusu, XII. yüzyılın ortalarında tahta bir kale yaptırmış olan Yuri Dolgoruki'dir, şimdi Gorki caddesinin orada at üstünde heykeli var. Onun yap­tığı kale XIV yüzyılda tuğlaya çevrilmiş. Moskova prens­lerinin sarayı olan Kremlin'in duvarları XV yüzyılın son­larına doğru yapılmış. Kremlin ve Kızıl meydandaki ünlü Korkunç ivan kilisesi, şehre kişiliğini, tarihsel havasını ve­ren ve onu çevresinde toplayan başlıca yapılardır. Fotoğraf­lardan, afişlerden bildiğim Korkunç ivan kilisesinin mim:ı- risi gerçekten ilginç, tuhaf bir çekiciliği var. Bir gece ye­mekten sonra yürümüştük Kızıl Meydan'a doğru. Ne kala­balıktı! Kitara çalan, türkü söyliyen gençler gördük.. L^ nin'in mezarının çevresi mahşer gibiydi, geçit resimleri için yapılmış sıralarda Moskovalılar oturmuşlar, serinleniyor, dinleniyorlardı. Ayışıklı bir gece sandım ben, oysa Mosko­va geceleri hep böyle aydınlıkmış. <(Leningrad'a giderseniz, orada hiç gece olmaz handiyse, sokakta gazete okunabilin> dediler. Kuzey gecesi aydınlıktır. <(Beyaz Geceler» adı bur- dan geliyor.. Sonra Korkunç ivan kilisesinin yanından Mos­kova nehri kıyısındaki ağaçlıklı caddeye indik. Ağaçların altındaki sıralarda sevişen çiftler oturmuşlardı.

Bir Pazar günü da kanalda vapur gezintisi yaptık. Rus­ya'da hemen bütün nehirler kanallada bağlanmıştır birbir­lerine. Baltık denizindeki bir gemi bu kanallardan geçerek Karadeniz'e kadar gelebilir.

- Ya kışın? Donmaz mı kanallar?

- Hepsi donar.

- Kışın gemiler geçemez öyleyse...

- Buzkıran gemilerimiz var ya..

Moskova'nın bir parçasını çepeçevre saran kanalın genişliği, kimi yerde, Boğaz'ın en dar yeri kadar oluyordu. Bu kanalda uçan vapurlar işliyor, bunlara Roket diyorlar. Roketler, kanalda gezinti için kullanılan vapurlardandır, iskeleden kalktıktan bir az sonra hızlanıyor, hızlanınca ka­natlarının üstünde yükseliyor, su ile arası açılıyor ve suyun karşı koroası kalmadığı için de hızı büsbütün artıyor. Biz va­kit kaybetmemek için beklemedik Roketi, öteki vapurlardan birine bindik, böylece toketierin gelişini gidişini karşıdan gördük. İskele hınca hınçtı. Pazar tatillerini kanal boyunda geçirmek İstiyen Moskovalılar dolup dolup boşalıyorlar­dı. Sıra beklerken, bizim Türkçe konuştuğumuzu duyup kim ollduğumuzu merak eden bir Moskovalı, mihmanda­rımızdan bilgi aldı, sonra:

- Dostuz biz Türklerle, dedi. İyi eğlenceler dilerim Moskova'da.

İki saat kadar gittik kanalda. O Pazar gününü hiç unutmayacağım. Kanalın koruluk olan iki kıyısı insan dolu. Her ağacın altında kadınlar, erkekler, çocuklar... Sonra yüzenler, balık tutanlar, güneşlenenler.. Vapurun içi gibi, kanalın kıyıları da neşe içinde.. Vapurdan kıyıya, kıyıdan vapura el sallayanlar... Yolcuların çoğu gençlerdi; güzel, renkli kızlar gördüm, dans eder gibi kıvrun kıvrımdılar! Küçük çocuğunu yürütmeye çalışan neşeli bir baba gör­düm güvertede; üşümesin diye kocasının arkasına kendi hırkasını atan orta yaşlı bir kadın gördüm; pencereleri sım sıkı kapatılmış, perdeleri örtülmüş kamaraların önünden geçtim.. Sonra vapurun restoranına gittik, şaraplı bir akşam

yemeği yedik. Yanımızdaki masada, iki eli de olmayan yaş­lıca bir kadın çok güzel kızı ile yemek yiyordu.. Nasıl yi­yordu, bakamadığım için anlamadım.

Başka bir gün de Moskova mezarlığına, Nazım'ın me­zarına gittik. Burası tanınmış kimseler mezarlığı idi ve iki bölümü vardı. Eski bölümde Çehof'un, Gogol'ün mezarla­rını gördük. Burası loşçaydı, sık ağaçlık olduğu için. Hemen bütün mezarların önünde, ölenlerin yakınları oturmuşlardı. Gogol'ün mezarını bize onlardan biri, bir kadın gösterdi.

Mezarlığın yeni bölümü ise, ağaçlar daha yeni olduğu için, ap aydınlıktı. Mezarların üstünde heykeller, büstler, resimler... Kiminde bir bilgin, kiminde bir asker, kiminde bir sanatçı yatıyor. Kimi çok genç yaşta ölmüş, resminden belli oluyor. Hepsi de Sovyet Rusya'nın tanınmış kişileri. Nazım'ın mezarının başında, rastlantıya bakın, onun ka­bartmasını yapacak olan sanatçı ile karşılaştık. Bize proje üzerinde bilgi verdi yapacağı işten. Daha yeni olan bu me­zarlar, birer küçük çiçek tarhı gibiydiler. Hepsinin önünde, ölenin yakınının otutaeağı alçak bir sıra vardı. Diyelim bir kadın, kocasının mezarına gelmiş, su veriyor mezarın üs­tündeki çiçeklere, gereksiz otları topluyor. Öyle kederli bir yer değil, daha çok bir parka benzettim ben orayı.

Mezarlıktan çıktık, o günlerde Moskova'da bulunan Azerbaycanlı ozan Resul Rıza'ya akşam yemeğine davetli­yiz, metro istasyonuna yollandık Bu sırada boşalan metro- Jan büyük bir kalabalık çıktı karşımıza. Bunlar kadınlı er­kekli işçilerdi, öğrendik ki orada bir stadyarnda bir buz re- viisü görmiye gidiyorlardı. Üstleri başları tertemizdi, kimi sandviçini yiyordu. On dokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatın-

dan bildiğim yoksul Rus halkı, işçiler, mujikler geldi gözü­mün önüne. Karşımdan akın akın gelen bu işÇ,ilerin anaları babaları değilse, büyük babaları, büyük analarıydı onlar, Demek bir kuşak boyunda değişmişti durum. Moskova'da bir tek hırpani kişi, bir tek dilenci görmedim, Rusya'da gör­medim.

RESUL RIZA ILE:

Moskova'ya vardığımız gün sormuştum:

- Sovyetler Birliği'nin şimdi en ünlü ozanı kimdir?

Bir az düşündükten sonra:

- Resul Rıza, demişlerdi.

Bense Yevtuçenko'yu, Voznesenski'yi söyliyecekler sanmıştım.

- Başka?

- Resul Hamza.

- O kim?

- Dağıstanlı bir ozan.

Romancılarını soralım dedik.

- En ünlü romancınız?

- Cengiz Aytmatof.

Bu Cengiz Aytmatof, bizde Cemile adlı romanı yayın­lanmış olan Türkistanlı romancıdır. Aragon, dünyanın en büyük romancısı diye övmüştü onu. Kendisi ile Asya-Afri­ka yazarları toplantısında tanıştım.

Gelelim konuşmamıza.. Cengiz Aytmatof'un da adını duyunca:

— Türkler olmasa durumunuz güçleşmekmiş, diye şa­ka ettim.

Ünlü Rus ozanları ile tanışamadım, Yevtuçenko ile

Voznesenski o sırada dışardalarmış. Dünyaca tanınmış r^ mancı Şolohof, kö^ndeydi. Ehrenburg, görüşmek üzere bizi davet etmişti, fakat tam o gün, sabah erken erken ben Moskova'dan ayrılmak zorunda kaldım, Yaşar Kemal ile Aziz Nesin gitmişler, görüşmüşler, Sartre da o sıra oraday- mş, kapıda tanışmışlar.

Resul Rıza ile bir kaç akşam önce, Yasnaya Palyana (Tolstoy'un köyü) dönüşü tanışmıştık, ben bir az hastay­dım, ayak üstü konuşup ayrıldım. Bu akşam birlikte yemek yiyeceğiz. Babayef ile Aleksandrof da var. Resul Rıza'nın otelinde buluşup sokağa çıktık. Prag lokantasına gidecek- niişiz, yürüyelim dedik, ötekiler önümüz sıra gide duro:un- lar, ben Resul Rıza ile ağır ağır arkadan gidiyorum. Çeşitli konular üzerinde duruyoruz; uzun sükutlarla konuşuyor Resul Rıza, bende tam «V^ geçti bu konunun üstünde dur­maktan» izlemini uyandırmak üzere iken konuyu can evin­den kavrayan en açıklayıcı sözü buluyor. Doğru, içten, duygulu ve inandırıcı. Kişiliği saygı uyandırıyor. Şiirlerini merak ediyorum için için.

Prag lokantasına geliyoruz. Sakallı bir kapıcı, kimseyi bırakmıyor içeri. Lokanta kalabalıkmış da ondan. Aleksan- drof atılıyor önden, ne söylüyorsa söylüyor, ama sakallı laf anlar takımından değil, Nuh diyor peygamber demiyor.. Derken ikinci hamleyi Resul Rıza yapıyor, yakasında mil­letvekili rozeti var.. A, sakallı ona da aldırmıyor.. Ben baş­ka bir yere gitmeyi öneriyorum. Ev sahiplerimiz direniyor­lar ve sonunda zafer, sakallıyı yenip giriyoruz içeri. Güzel, süslü bir yer. Saray merdivenlerini andırır merdivenlerden yukarı kata çıkıyoruz, bir masaya yerleşiyoruz. Yemek istemiyor cammız, hafif mezelerle votka ve şarap içiyoruz.

Resul Rıza, hasta olduğunu söylüyor, az içeceğinden ötürü özür diliyor, ama içtikçe neşeleniyor ve daha, daha içiyor. İçeriki salonda dans müziği var, şarkı söyliyen güzel kadı­nın sesi ve tekniği pek ala. Moskova otelinin ve bizim kal­dığımız Pekin otelinin yemek salonlarını da gördüm, oradııki cazları da dinledim. En iyisi Prag'daki miydi, yoksa Mos­kova otelininki mi? Ayıramıyorum. Genel olarak en yeni caz müziği yok. Yeni dansları bilenler de ya yok, _ya çok az. Moskova otelinin yemek salonunda, en yeni dansları oy­nayan bir turist takımı vardı, onlar ortaya çıktılar mı Mosko­valılar dans pistinin çevresine toplanıveriyorlardı. Gece kulüplerinde insanların kılıkiarı rahattır, özenmişlik yok­tur, ama herkes temiz giyinmiştir. Ceketlerini çıkarmış, kollarını sıvamış olanlar da görülür. Bakarsınız bir masada çok sesli bir koro kuruluvermiş, şarkılar söyleniyor. Özellikle gençlerdir bunlar. Pekin otelinin salonlarında, okullarını bitirmeleri şerefine toplanmış böyle bir gençlik kümesi görmüştük.

Moskova'ya vardığımızın ertesi günü, öğleden önce Yazarlar Birliği'ne, (Kont Rostov'un konağı) gittik. Ora­da bizi Yazarlar Birliği sekreteri Aleksey Surkov karşıladı, bir odada ünlü hikayeci Lenç, romancı Nikulin ve daha başka yazarlada oturduk, konuştuk. Lenç'i Türk okurları bilir, yıllar önce Remzi Kitabevi, üç Rus hikayecisinden ( Katayef, Zozula, Lenç) bir seçmeler yayınlamıştı. Lenç elli altmış yaşlarında, nazik, ince bir adam. Hikayelerinin Türkiye'de yayınlandığını duymuş, biliyor. Romancı Niku­lin, Fransızca konuşuyor, iki kez gelmiş Türkiye'ye, Abdül- hamid'i araba ile sokaktan geçerken görmüş İstanbul'da, son­raki gelişinde Ahdülhak Hamid'le, Yakup Kadri ile tanışmış,

Anadoluyu görmüş. Onunla Moskova'da kaç kez karşılaşıp konuştuksa, hep Türkiye anılarından söz açtı. Konferansta da Türk edebiyatı üzerine konuştu.

Bize Sovyetler Birliğinde nereleri görmek istediğimizi soruyorlar. Koca Sovyetler ülkesinde görülecek o kadar çok yer var ki, seçmekte güçlüğe uğruyoruz. Leningrad planımız­da var. (Ne yazık ben oraya gidernedim) Kiyev'e gidilebi­lir, çünkü çok övgüsünü duyuyoruz o şehrin. Sibirya'ya gi­dilebilir, Kafkasya, güzelliği dillere destan Kuzey Kafkas­ya'ya gidilebilir. Biz ilk ağızda Azerbaycan ile Özbekistan'ı söyledik. Moskova ve çevresinde görülecek önemli yerleri görüp yola düşeceğiz, sonra gene döneceğiz Moskova'ya.

GORKİY'DE

Gorkiy, Moskova yakınında bir kolhaz köyünün adı­dır. O çevrenin en zengin kolhozu olduğunu öğrendik. ^- nin orada, bir generalin malikanesinde ölmüştü, Lenin'in son günlerini geçirdiği, bahçeler içindeki güzel ev (ya da ev ler, çünkü bir kaç yapı var ) şimdi müzedir. Rusya'nın her yanından orayı ziyarete geliyorlar. Moskova'daki çalışma­larına ara vermek istemiyen Lenin'i İstirahat ve tedavi için buraya göndermeyi düşünen parti, karar almak zorun­da kalmış. Çünkü gitmem de gitmem diye dayatmış Lenin. Bir generalin evi dedim ama, ev değil koca bir mali­kane, park haline getirilmiş bahçenin büyük yolundan yu­karı çıkıyoruz. Bizden başka kalabalık gezgin kafileleri de var, başlarında gezdiricileri. Biz de o kafilelerden birine katıldık. Verilen bilgileri dinliyerek evleri gezmeye başla­dık. Lenin, gösterişten, lüskten kaçan bir adammış, giderek

utangaçmış bile. Yalnız, diyorlar, işçilerin karşısında konu· şurken açılırdı. Ayakkabılarunızın üstüne bez terlikler gi­yiyor ve evlerin içine giriyoruz. Lenin koca evde en küçük odayı yatr;nak ve çalışmak için kendine ayırmış: Küçük bir karyola, baş ucwıda küçük bir masa, bir kaç iskemle, masa­nın üstünde son okuduğu ve çalıştığı kitaplar.. Karısı ve kızkardeşi ile yemek yediği oda. Lenin bu köşke işçileri da­vet eder, günlerce alıkoyar, onlarla, bahçede dolaşır, konu- şurınuş. İyi havalarda bahçede dinlendiği sıra, iple çevril­miş. Orada çekilmiş fotoğrafı da var. Sonra öteki yapıda, öldüğü odayı görmiye gidiyoruz. Birlikte gezdiğimiz kafile ayrıldıktan sonra bize orada Lenin'in sesini dinlettiler. Kı­sık bir sesle, hızlı hızlı konuşuyor. Sesi Atatürk'ün sesine benziyor. Duvarlarda resimleri, camlı kutularda el yazıları, önemli belgeler. Cenazesini yüzlerce binlerce işçi, Gorkiy köyünden ta Moskova'ya kadar el üstünde taşımış. Bu olayı canlandıran büyük bir anıt var bahçede, Lenin işçi­lerin omuzlarında yatıyor..

Tarihin akışını değiştirmiş büyük bir adamın, son ayla­rını geçirdiği, çalıştığı, düşündüğü, dolaştığı, son soluğunu verdiği bu ev, bu bahçe, bu odalar gezilirken, geçmişle gelece­ği birbirine bağladığı birdenbire ve olağanüstü bir hızla dü- şünülüveren ve yaşanılan anı bu bağ içindeki yerine oturtan derin bir zaman duygusu içinde, insan gücünün yüceliğine karşı beslenen saygı, büyüleyici bir nitelikle bilincini doldu­ruyor kişinin.

YASNAYA POLYANA

Tolstoy'un köyü. Bu büyük romancının, yaşadığı, ya­rattığı. sonra bir gece yarısı doktorunu uyandırarak gizlice

arabasına atlayıp kaçtığı evi görmek heyecan.landırıyor be­ni. Otomobilimizi aşağıda bırakıp sık ağaçlı yoldan yü- yürüyoruz. Az sonra soylu romancının evi karşımıza çı­kıyor. Tolsoy burayı Kont Bolkonsk'den satın almış, «Sa­vaş', ve Barış»ın kahramanlarından olan Bolkonski. Şaşır­tıcı tir şey, küçük, iki katlı bir Göztepe köşkü. Evin içinin sadejigi, basitliği daha da şaşırtıcıdır. Kont Leon Tolstoy'­un ^alikanesi deyince karşınıza bir saray, ya da küçük bir saray çıkacak sanırsınız. Alt katın küçük halünden dar bir merdiYen çıkıyor yukarı. Önce salon.. Burada iki piyano ve yemek masası var. Masada Tolstoy'un oturduğu iskemle, baştan 1 ikinci. Oradan içeri, romancının çalışma odasına ge­çiyoruz. Masanın üzerinde şamdanlar, açık duran bir ki­tap, son okuduğu kitaptır bu, Dostoievski'nin Karamazof- lar'ı. Oradan da yatak odasına geçiyoruz. Basit bir karyola, yıkanda kabları, duvarda gocuğu, tüfeği. Kısa boylu, sa­kallı, sert bakışlı romancı, bir yerden karşımıza çıkacak sanki. Gene aşağı iniyonız. Doktorunun yattığı oda, onun yanında misafir Odası. Çehof burada kalmış.. Gorki'nin de belki bir gece bu yatakta yatmış olduğu tahmin ediliyor. İkisinin, Tolstoy ile Gorki'nin bahçede çekilmiş bir resim­leri var.

- İşte şu ağacın altında çekilmiş, diyorlar

Resimde Gorki elleriyle kemerini tutmuş, başını gu­rurla geri atmış. Tolstoy ise, kaşları çatık, delici bakışlada bakıyor.

İşte orada Alman faşistlerinin rezaletini dinliyoruz. İkinci Dünya Savaşında buraya kadar geliyorlar, Tolstoy'un evinde karargah kuruyorlar. Ama çekilmek zorunda kal­dıkları giin, bu büyük romancının evini yakıp yıkınağa kal-

kıyorlar. Nefretimi yazıyomm aşağıdaki deftere. Sonra şarı çıkıyoruz. İşte Tolstoy'wı arabası, arabalıkta duruyor. Bir gece yarısı bu araba ile kaçmıştı. Doyulrnaz güzellikteki bahçeden büyük romancının mezarına gidiyoruz. Bu sıra da yanmuzdan iki köylü geçti. Bunlardan biri çok yaşlı 6di. Uzun boylu bir köylü. Yanım^da müze müdürü de [var, ben:                                                                              1

- Sorabilir miyiz şu yaşlı köylüye, dedim. 1caba

Tolstoy'u görmüş mü?                                          J

Seslendiler. Adam durdu, bir az Gorki'ye beryziyor, ·

uzun bıyıklı, zayıf, ince.

- Bir kez konuştum kendisiyle, diyor.

Yaşar Kemal hemen fotoğrafını çekmek istiyor. Ama

'

adam eliyle önledi onu:

- Ben önemli bir adam değilim, çekmeyİn fotoğrafımı^ dedi.

Soma anısını anlattı. Çar polisinden eziyet görmüş, bir atın arkasına bağlayıp sürüklemişler, sonra da hapse at­mışlar. İçerdeyken bir gün hapishane müdürü, onun da bu­lunduğu koğuşu teftiş ediyormuş, önünde durmuş, köylü:

- Ben ayağa kalkmadım, diye anlattı. Tolstoy başım­dan geçenleri duymuş, bir tanıdıkla çağırttı beni hapisten çıktıktan sonra. Bir akşam gittik.

Önce aşağı katta oturmuşlar. Yemek zamanı, Kontes Tolstoy, «Yemeğe gelsinler» diye haber yollamış, çıkmış­lar yukarı, sofraya oturmuşlar, Tolstoy daha ortalıkta yok­muş, yandaki odadan girmiş içeri, köylünün ta burnunun ucuna kadar sokulmuş.

- Bakışları sanki delip geçiyordu, diyor. Sakalları .değdi göğsüme. Kısa boylu bir ihtiyardı. Bana, «Kusura bak-

ma, seni hemen tanıyamadım, görüşmeyeli çok oldu her halde» dedi. «Hayır dedim, ilk görüyorsunuz beni». Sonra oturduk, başımdan geçenleri dinledi yemekte. «Hapishane müdürüne ayağa kalksaydın keşke, o da bir insandır» dedi.

Teşekkür edip ayrılıyoruz köylüden. Edebiyat fakül­tesini bitirmiş, Tolstoy üzerine çalışmış olan genç müze mü­dürü:

- Konuşmalar tam Tolstoy'un konuşmaları, onun uslı1bu, dedi.

Az sonra Tolstoy'un mezarındayız. Ağaçların arasında küçük bir tümsek. Üstü yemyeşiL Buraya çiçek getirmek yasaktır. ((Yasak olmasa, her gün yığınla insanın getirdiği çiçeklerden mezar kaybolup giderdi» diyor müze müdürü.

Öğle yemeğimizi aşağıda, küçük şirin bir lokantada yedikten sonra, kırlar, bağlar, bahçeler, kolbozlar arasın­dan, karakteristik Rus köylü evlerinin arasından geçerek geri dönüyoruz. Bu evlerin hepsinde pencereler oymalı ve renkli. Tula'dan geçiyoruz. Gogol'ün hikayelerinden bili­rim bu adı. Küçük bir kasaba iken büyük bir şehir olmuş.

Moskova'yı bir hafta için bırakacağız; Azerbaycan'a ve Özbekistan'a gideceğiz, sonra gene geleceğiz buraya. Mos­kova üstüne söyliyeceklerimi o zaman tamamlayacağım.

AZERBAYCAN

BAKU

Biz Moskova'da iken Aziz Nesin Leningrad'a gitmişti; Ekber Babayef'le üç kişi uçağa binip Baku'nun yolunu tu­tuyoruz. Aziz Nesin'le orada buluşacağız. Babayef Bakulu. Sovyetler Birliği'nde sık sık bir Babayef'le karşılaştık, ta- ruştık. İşte Baku hava alanında bizi karşılayanlardan biri de gene Babayef, ozan Adil BabayeL Sonra Moskova'daki Asya - Afrika yazarları toplantısında taruşacağımız Ker Ba- bayef.

İki yıl önce, ben Türk Edebiyatçılar Birliği başkaru iken, Azerbaycan Yazarları Birliği başkanı Mehdi Hüseyin İstanbul'a gelmişti. Bizim Birlik'te aramış beni, sonra Kon­solosluktaki bir kokteyl partide buluşup konuşmuştuk. Daha Odesa'dan başlayarak bana:

- Biliyor musunuz Mehdi Hüseyin öldü, dediler. Dostunuz Mehdi Hüseyin.

Taruşıklığımızı Türkiye yolculuğu üstüne yazdığı ki­taptan biliyorlar. Moskova'ya indik, orada da aynı sözler. Baku'ya giderken uçakta bizim Babayef:

- Baku'da Mehdi Hüseyin'in eşini ziyarete gideriz, di­yor.

Vakitsiz ölen Mehdi Hüseyin ikinci kez, Podgorni ile gene gelmiş yurdumuza, dönerken bir elbiselik kumaş al­ınış buradan, diktirmiş onu Baku'da, bir sabah eşine:

- Yeni elbisemi giyeyim, demiş.

Ama vazgeçmiş sonra, işte o gün ölüvermiş biçare. Eşini, kızını, oğlunu, dostlarını keder içinde bırakmış. Çok sevilen bir yazar olduğunu orada yakından gördüm.

Moskova'da bıraktığımız Resul Rıza da bana:

- Baku'da bizim eve gidin, karım da, oğlum da yazar­dırlar, tanışırsınız, ben geleceğinizi yazdım, demişti.

Böylece, dost ve kardeş Azerbaycan'ın başkentinde ya­kınlarımız, bizi tanıyanlar, bekliyenler bulunduğunu düşün­mek yolculuğumuza daha da içtenlik katıyor.

Üç saat süren uçak yolculuğundan sonra Baku hava alanına indik. Otomobiliere atlayıp şehrin yolunu tuttuk. Az sonra petrol kuyuları başladı. Bu göriinüyü size nasıl anlatsam?

Göz alabildiğine bir düzlük düşünün, bu düzlük üze­rinde hiç ağaç yoktur, yalnız ve yalnız kuyular, madeni ku­yu kuleleri, kuyular, kuyular, kuyulardan bir orman ... Ya­kınlarından geçtiğimiz kuyulara bakıyoruz, bir tek insan gö­remiyoruz, hepsi de kendi kendine işliyor. Bırakılmış bir şehir sanki. Aziz Nesin'in dediği gibi ürküntü veriyor insana. Sov- yetler Birliği'nin daha bir çok yerinde petrol vardır, ama yeni bulunanları da katın, Baku petrolünün niteliğine hiç bi­ri ulaşamıyormuş.

Geniş asfalt caddeleriyle şehir başlıyor. Büyük yapılar, ağaçlıklı yollar, alanlar, alanlarda yonutlar... Geneeli Niza- mi'nin yonutu, Fuzuli'nin yonutu, Azerbaycan'ın tanınmış ozanı, bir kaç yıl önce ölmüş olan Samed Vurgun'un yo- nutu. Sonra ta ilerde, tepede, Baku koyuna bakan Kirof'un yomıtu. Leningrad komiseri iken öldürülen Kirof, burada

kalmış, çalışmış, Bakuluların sevgisini kazanmıştır. Doğruca Inturist Oteline gidiyoruz.

Nazım Hikmet Baku'yu İstanbul'a benzetirrniş, ben daha çok İzmir'e benzettim. Oraya varıp da Babr-ı Hazar şiirini anımsamamak olur mu?

Uçsuz bucahrz tuzlu bir sudur Hazar

Baku'nun eski günlerini bilenlerden ogreniyoruz ki, şehir tanmınıyacak kadar değişmiştir. Kıyı bo^nca, ^l^ metrelerce uzanan bir park yapmışlar; bu parkta gazinolar, kahveler, plajlar, fıskiyeli havuzlar var. Burası özellikle ak­şam üstleri ve geceleri çok kalabalık oluyor. Parkı çevreli- yen büyük caddede troleybiis işliyor. Bizim otel de bu cad­denin üstünde. Odaının balkonu caddeye, parka ve Hazar'a bakıyor. Bir oturma ve çalışma odam, bir de yatak odam var. Eanyoda her an sıcak su bulabiliyorum. Üçüncü katta- ^ lokanta salonu büyüktür, pencereleri denhe bakıyor. Ak­şam yemeği için salona çıkıyoruz, salonda uzun bir turist masası vai:, Afrikalılar, Asyalılar, Avrupalılar yanyana... Son­ra caz... ve dans edenler. Biz, romancı Gılman Musa ile otu­ruyoruz, ötekiler Aziz'i karşılamağa gittiler. Votkalarımızla ikra ( havyar) geliyor. Gılman Musa'nın romanlarından baş­ka, senaryoları ve oyunları da var; yazılarından bizim para ile dörtyüzbin lira kadar kazanmış. Yaşar Kemal'e

-Ben sizi milyoner sanırdım, dedi.

O zaman Mehdi Hüseyin'in İstanbulda bana söyledik­leri aklıma geliyor, Azerbaycanlı yazarların listesini çıkarmış, tek tek adlarını okuyarak:

- Bunun otomobili v:ıaar, bunun otomobili vaaar... di­ye saymıştı.

Azerbaycanlılar bizim gibi kısa «var» demezler, biraz uzatarak «Vaar·^ derler. Rahat anlaşıyoruz. Hele birkaç gün oturduktan sonra, Azer lehçesindeki bizimkine uymayan ufak tefek değişiklikleri de kavradık, hiç bir güçlük kalmadı ara­mızda. Onlar indik demezler, düştük derler. Sözgelişi, bir Bakulu, «Şimdi size gelirken otobüsten düştüm.» derse, sa­kın «Geçmiş olsun, bir yerinize birşey oldu mu?» demeyin! «Danışmak» konuşmak, söylemek demektir: «Yahşı danışır­san» güzel söylüyorsun, <^Düz danışırsan» doğru söylüyorsun anlamındadır <^Beli» evet demek. «Görkemli» ünlü, meşhur anlamına gelir.

Daha biz sofradayken Aziz de geldi. Yanında Svetlana var, Orhan Kemal üstüne doktora tezi hazırlamaktadır Svet­lana.

Bakulular:

- Kaç ay kalacaksıruz? diye soruyorlar.

Birkaç gün için geldiğimizi, buradan Taşkent'e, Semer- kant'a gideceğimizi söylüyoruz. Üzüldükleri belli oluyor. Gıl- man Musa, düşünceli, vakur bir adam. Daha ilk akşamdan edebiyat tartışmasına girdik. içtenliğini, dostluğunu hep ana­cağım. Sevimli genç ozan Adil Babayef de öyle, Türkiyeli meslekdaşları ile tanıştığı, danıştığı için sevinçli; ilk şiirini Samed Vurgun ·a okumuş, beğendirmiş, ondan sonra kitapla­rı çıkınağa başlamış... Yeni akımın temsilcilerinden. Azerbay­can şiirinde yeni akımı, özgür koşuktan yana olanlar temsil ediyor. Bir de eski ozanlar, aruzcular varmış. Aralarında bir çekişme olduğu anlaşılıyor. Bana da soruyorlar, «Özgür ko­şuk mu, yoksa aruz mu?» diye. Yeni akımın sürükleyicisi, görkemli ozan Resul Rıza'dır.

BİLİMLER AKADEMİSİNDE

Ertesi gün Bilimler Akademisini ziyaret ettik. Azerbay­can'ın eğitim öğretim alanındaki başarılarını ne denli övsem azdır. Bir kez bütün Sovyetler Birliğinde olduğu gibi, sekiz yıllık zorunlu ilk okulu okumayan yok. Ama asıl önemlisi ondan sonra başlıyor. Sekiz yıllık ilkokulu bitiren gençler için bütün öğretim dalları açıktır, hiç bir çocuk şu ya da bu yüzden okuyamadığını söyliyecek durumda değildir, o­na istediği öğrenimi yapması için bütün kolaylıklar gösteril­miştir. Özellikle teknik öğretim. gözdedir. Bilimler Akade­misi ile (ondan sonra ziyaret ettiğimiz) Üniversite, bir­birlerini destekliyerek, işbirliği yaparak çalışmaktadırlar. Liseyi bitirenler başka büyük şehirlere, bu arada en çok Moskova'ya yüksek öğrenim için gidiyorlar; üniversiteyi bi­tirenler de doktora yapmak için. Öğrenimlerini Moskova'­da yapmış bir çok bilim adamları, öğretmenleri var. Kız­lar, erkeklerle yarış halindedirler. Akademideki toplantıda tanıdığım, sonra bir kaç kez daha buluşup konuştuğum Azerbaycanlı toplumbilimci iktisatçı genç hanım Esme­ralda, bilgisi ve gözlemleri ile bende çok olumlu bir izie- nim bıraktı; dünyanın her .yeri için seviyeli bir bilgindi. Türkiye'nin sosyal - politik durumu üstüne inceleme kitap­ları var. Türkiye'deki düşün akımlarını bütün ayrıntıları ile izlemiş, izlemekte.

Akademideki toplantıda, dilimizi özleştirme akımımız üstüne sorular sordular bize. Biz de gerekli karşılıkları verdik, kısaca. Azerbaycanlı bilim adamları, yazarlar, ama özellikle yaşlıca olanlar, bizim Türkçecilik akımını tutmu­yorlar. Burada size önemli bulduğum bir tartışmayı açaca-

ğım. Bizde dili özleştirme akımına karşı başlıca iki yerıne vardır: 1) Özleştirmecilik dilde ırkçılıktır, 2) Özleştirmeci­ler Moskova'dan emir alıyorlar. Bu iki yerginin de temel­siz olduğunu işte ispat ediyorum:

Azerbaycan'da da, Özbekistan'da da bizim dil akımı­mızı tutmuyorlar. Demek ırkçılık yakıştırmaları tümden uy­durma. Moskova'nın emrine gelince, Moskova'nın Türkçe­cilik akımına böylesine bir düşkünlüğü olsaydı, bizden ön­ce Azerbaycan'da, Özbekistan'da uygulatmağa kalkardı bu­nu. Bilimler Akademisindeki sayın bilginler,

- Dile müdahale edilmez, diyorlar, dil kendi kendi­ne değiştiği kadar değişir, yavaş yavaş...

Bu kanılarına destek olarak da, halkın anladığı bir di­li değiştirmenin yanlış olduğunu ileri sürüyorlar. Oysa Azer dilinde farsça sözcükler çokçadır, böyle olduğu için de eski ozanlarının yazdıklarını Azerbaycan halkının kolayca anladı­ğı iddiası bizi pek kandırmıyor. Soruyoruz.

- Anlar, diyorlar.

Bunun üzerine Fuzuli'den beyitler okuyoruz, «Bunu ve benzerlerini kolayca anlar Azerbaycan halkı?» diye soru­yoruz. «Anlamaz elbet» anlamına gülümsüyorlar o vakit. Aziz Nesin:

- Sizde de bizim gibi düşünenler çıksa? diye 50rdu, Azerbaycan dilini özleştirmeye kalkanl::ır çıksa?

Bir bilgin ( sanırım bir tarihçi idi ) :

- Olamaz böyle şey, dedi, çıkamaz.

Kendi adına söyledi her halde, olur a, istemez ist^ mez.

Şimdi ben buna dayanarak, bizdeki özleştirme düş­manlan komünist sayınağa kalksam doğru olur mu?

Oradan, daha tamamlanmamış olan büyük üniversite sitesine gittik. Profesörlerle, doçentler bizi bekliyorlarmış, onlarla oturup konuştuk. Notlarına bakarak bize Türk ede­biyatı üstüne sorular sordular, bilgi istediler.

YAZARLAR BiRLiGiNDE

Yazarlar Birliğindeki toplantı müsamere salonunda ol­du. Biz üç kişi ve Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı, eski cumhur başkanı Mirza İbrahim, Ekber Babayef, Svetlana sahneye çıktık, oradaki iskemlelere oturduk. Aşağıda seyir­ci durumunda da yüzlerce Bakulu yazar. Çok hoş sohbet bir kişi olan Mirza İbrahim, bizi tanıttı arkadaşlarına, sonra da!

- SoracaklarıniZ varsa sorun! dedi.

Orada da dil tartışması açıldı. Bu tartışmayı Mirza İbrahim tatlıya bağladı, Akademide de bizimle birlikte ol­duğu için aynı lafların bir daha söylenmesinden hoşlanma­mıştı her halde.

- Arkadaşlar, dedi, Türk yazarlarının kendi işleridir bu, anlattıklarına göre başanya da ermişler, bunu tartışmak bize düşmez... Edebiyat üzerinde duralım biz.

Bunun üzerine edebiyat konuları ele alındı. Türk Ede­biyatçılar Birliğinin çalışmaları üstüne bilgi istediler, bu so­ruyu ben cevaplandırdım. Sovyetler Birliğinde Yazarlar Bir­likleri, bir çeşit devlet kurumlarıdır ve çok güçlüdürler. Ki­taplar, dergiler bastırmak bu birliklerin işidir; yazarların ça­lışmaları, yaratmaları, yaşamaları, bu biriikiere üye olmakla yürür.

- Bizim Edebiyatçılar Birliği, yazarlanmıza bir biz-

mette bulunacak durumda değildir, dedim. Tersine olarak bir takım yazarlarımız karşılık beklemeden çalışırlar Birlik'- te. Küçücük bir odamız var. Her yıl bir yıllık çıkarırız zar zor. Bir takım toplumsal konularda edebiyatçılarımızın sesini duyurmağa çalışırız .. O kadar.

Bunun üzerine yaşlıca bir üye:

- Duyuyoruz ki, dedi, Abdülhak Hamid artık sevilmi­yor, okunmuyormuş Türkiye'de:. Büyük şairinize karşı bu haksızlığı nasıl reva görürsünüz?

Ben:

- Bizim Abdülhak Hamid için ayrıca bir kötülüğümüz olmadı, dedim. Abdülhak Hamid artık okunnıuyor, sevilmi- yar, sanırım iyi bir şair olmadığı anlaşıldı da ondan...

Soruyu soran:

- Biz öyle düşünmüyoruz, diye bağırdı aşağıdan.

Baku'daki edebiyat cepheleri böylece yavaş yavaş orta­ya çıkıyordu. Abdülhak Hamid'i savunanlar, Orhan Seyfi ile Yusuf Ziya'yı da sordular. Anladım ki onlardan sonraki Türk edebiyatı üstüne bir takım Azerbaycanlı yazarların bilgileri azdır. Özbekistan'da da benzeri durumla karşılaştık. Birinci Dünya Savaşından sonra Baku'ya, Taşkent'e, İstanbul'dan bir takım öğretmenler gidiyor; bunlar orada Türk edebiyatı okutuyorlar. Ondan sonra bu iki ülke ile Türkiye'nin iliş­kileri azala azala nerdeyse hiçe iniyor. Biz de onları ta­nımağa boş vermişiz. Böylece aramızdaki kültür alış verişi, geçmişteki kültür alışverişinden öteye gitmiyor.

Ama genç azanlar, genç düşün erieri ve edebiyatçıları ile de konuştum. Bunlardan kimi, Yazarlar Birliğindeki top­lantıda da bulunmuştu. Bize, «Eskilerimiz böyledir işte^ de­diler, «Aiıştıklarından, bildiklerinden vaz geçmezler. Ama

biz onlar gibi düşünmüyoruz, yeni kuşaklar onların izinden gitmiyorlar, bu yüzden de aramızda bir savaşım var.»

Resul Rıza'nın evinde en gençleri ile tanıştım. Yazarlar Birliğindeki toplantıdan çıktıktan sonra, Resul Rıza'nın ^i Bayan Nigar ve oğlu Anar, bizi evlerine çağırdılar. Adil Ba- bayef de yanımızda. İkindi vakti idi. Resul Rıza'nın evine gittik. Bir apartmanın ikinci katında büyük bir daire, iki ^- yük salonu var, salonlardan birinde bir piyano duruyor. ^" varlarda modern Azerbaycanlı ressamların resimleri var. Bunlar en yeni anlayışlarla yapılmış, dünyanın neresinde gösterilitse gösterilsin beğenilecek modern yapıtlardı. Nigar hanım masaya buyur etti, masamız yemeklerle, içkilerle d<r luverdi. Oysa biz akşama Mirza İbrahim'in yemeğine gide­ceğiz. Oralarda akşam vemeği erken yenir. Aman zaman, din" lemiyorlar. Biz de bu yüzden Mirza İbrahim'in sofrasındaki o güzel yemeklerden ancak birer lokma tatmak talihsizliğine uğrayacağız. Anar yabancı dil biliyor, kültürlü, akıllı bit genç,

— Sizinle tanışmak İstiyen arkadaşlarım gelecek, rica ederim erken kalkmayın, dedi.

İki genç ozan, bir müzisyen, bir eleştirmed geldi. Mü­zisyen olan genç, ünlü besteci Kara Karayef'in öğrencisi. Şostakoviç ve Haçaturyan ile birlikte üç büyük Sovyet beste­cisinden biri olan Kara Kayef'in adını epeydir duyuyordum, eserlerini dinliyememiştim ama verdikleri bilgilere dayanarak söyliyeyim, Kara Karayef modern bir Azerbaycan kompozi- türüdür, halk temalarını işlemektedir, öyle ki ^erbaycan M- k ı, modern bir yöntemle çalıştığı halde onun yapıtiarına ku- £i bir yadırgama duymuyor, giderek onun bestelermden parça

lar bile mırıldanıyor. Bu knim için gerçekten ilginç bir k^ nuydu, çünkü bizim de en önemli sorunlarımızdan biri müzik sorunuyordu. Kara Karayefin başarısının sırrını çok merak ediyordum. Kendisi ile Baku'da taruşacağımızı ummuştum, olmadı, ondan bir iki plak getirdim. Burada şunu da ekliye- yim, Azerbaycan müziği, türkülerdedir sadece, bizim ala­turka çeşidi bir müzikleri yok onların. Bu bakımdan Kara Ka- rayef'in işi bizim durumumuza göre daha az güç olmuştur diyeceğim. Bizde ise, türküler unutturulup alaturka güclen- dikçe bir Kara Karayef yetiştirmemiz, daha doğrusu, batı tek­niği ile çalışan kompozitöderimizin halka mal olmaları ola­nağı belki de zayıflıyor. Sevinerek gördüm ki, Azerbaycanlı­lar Kara Karayef'i benimsemişler, övünüyorlar onunla. «Biz batı müziği taklidi şeyler sevmeyiz» diyenlere rastlamadım orada.

Resul Rıza'nın evinde, gerçek bir sanat ve edebiyat çev­resi içinde bulunduğumuzu anlıyorduk. Seviyeli bir gençlik çevresi idi bu. Genç ozanların okudukları şiirler çok hoşu­muza gitti.

Adil Babayef de orada en yeni şiirlerini okudu, bize ye­niden tanıttı kendini. Müzisyen olan genç, kendi bestele­rinden bir iki parça çaldı, Kara Karayef'in yolunda. Ben de şiirlerimden okudum. Şiir, edebiyat konuları üzerinde konuş­tuk. Bizden Türkiye'deki sanat hayatı üstüne bilgi istediler, özellikle tiyatrolarımız üzerinde çok durdular, oynanan yeni piyesleri, çeviri piyesleri sordular.

MIRZA İBRAHİM'İN YEMECİNDE

Akşam Mirza İbrahim'in, inturist Otelinin yukarı ka­tında bizim için verdiği yemeğe gittik. On, onbeş kişi kadar-

dık. Aramızda iki hanım var, biri Nigar Resul Rıza, öteki Moskova'da Türk dil ve edebiyatı ö^rencisi Svetlana. Svetla- na'nın gürcü olduğunu öğrenince, Yazarlar Birliği Başkanı Mirza İbrahim, başından geçen bir olayı anlattı. Ünlü Gürcü ozanı Leonidze'nin doğum gününü kutlamak için, Gürcüs- ıan başkenti Tiflis'te bir toplantı düzenlenmiş, Sovyetler Bir- liği'nin her yanından temsilciler ve bu arada Azerbaycan'dan da Mirza İbrahim davetli. istasyonda Mirza İbrahim'i, ar­kadaşları ile birlikte Leonidze karşılamış hemen orada bir sofraya oturmuşlar, başlamışlar yemeğe ve güzel Gürcü şara­bı içmeye. Mirza:

- E... Biz Azerbaycanlıyız, çaysız duramayız, diye de­vam ediyor.

Eğilmiş Leonidze'nin kulağına:

- Leonidze çay yok mu çay? demiş.

Leonidze:

- Çay mı? Geliyor, hiç merak etme sen, diye cevap vermiş.

Oradan kalkmışlar, bilmem ne bağiarına gitmişler, yeni bir sofra, gene yiyip içmişler. Bir ara Mirza İbrahim, Leonid- ze'nin kulağına eğilmiş.

- Leonidze çay yok mu çay? diye sormuş: Leonidze:

- Çay mı? demiş hiç merak etme sen, şimdi gelir.

Oradan da bilmem kaç saat sonra, bilmem kimi karşı­lamak üzere gene istasyona gidilmiş. istasyonda gene sof­ra, etler, tulumlar içinde güzel Gürcü çarabı... Gece yarısı­na doğru, artık çaysızlıktan bunalan Mirza İbrahim yavaşça:

- Leodnize, çay hani?

Diye soracak olmuş, o zaman Leonidze elini beline koy-

muş (Uzun boylu bir adamdı diyor Mirza) sert sert demiş ki:

- Bana bak Mirza, Gürcistan'a mı geldin. Çayhaneye mi?

BİR SOVHOZ

Bir gün de Baku'dan epey uzakta bir Sovhoz'u görmiye gittik. İki otomobilde :ıltı kişiydik. Öğleye doğru vardık Sov- hoz'un m@:rkezine. Azerbaycanlı genç Sovhoz müdürü bizi karşıladı, çaylarımızı içerken Sovhoz'un çalışması ve durumu ile ilgili konular üzerinde konuştuk, bilgi aldık Genç müdü­rün bende bıraktığı izlenimi söyliyeyim önce: Ciddi, bilgili, sorularımıza en doğru karşılıkları vermek için kafasını yoran, güvenilir, çalışkan bir genç. Bir Sovhoz'un ne olduğunu ilk orada gördüm. Bu çiftliklerde bizim köy dediğimiz topluluğu aramak boşunadır. Binlerce işçi çalışır içlerinde ve elbet otur­ma merkezlerinde bütün uygarlık ihtiyaçlarını doyuracak ku­rumlar kurulmuştur. Bunların en başında çocuk yuvaları ge­lir. Sovyet köylüsü, daha doğru deyimi ile Sovhoz ile Kol- hoz i^çisi, erkek kadın, evli ise gözü arkada kalmadan çalış­ma yerine gider, çocuğuna kendisinden daha iyi, çok daha iyi bakılacağını bilir çünkü. Sovyetler Birliğinde kökünden çö­zülmüş, her yerde çözülmüş davalardan biridir çocuk davası; bunun gibi eğitim, sağlık işleri de kökünden çözülmüştür. Orada bir köylü, bir memur, bir işçi, çocuklarının bakımın­dan, eğitiminden, sağlığından, kendi sağlığından ve gelece­ğinden şu kadar kuşku duymaz.

Baku'da Kirpi adındaki mizah dergisinin yayınevine git­miştik, orada <<Bizim en yaşlımız)> diye tanıttıkları bir ya· zar:

- Biz kendimizi Fransa ile İngiltere ile ölçüyoruz, diye övündüydü.

Gelelim sovhozlara, Kolhozlara...

Sovyetler Birliği'nde tarım bugün tamamiyle kollektif- leştirilmiştir. Daha 19 3 7 yılında kollektif işletmeler, tarım işletmelerinin yüzde 94,2'sini meydana getiriyor ve işlenen toprakların yüzde 99'unu kaplıyordu. Köylü, artık bir emek­çi olmuştur. Büyük işletmelerin bir emekçisi durumuna ge­çen köylüler ya kalhaz'larda, ya da savhaz'larda çalışır.

Kolhozlnr, büyük kollektif çiftliklerdir. Kolhozların, Sovyetler Birliği'nin genel planına uygun olarak, ne ürete­cekleri, bu üretimin yıllık miktarı önceden belirlenmiştir. Yıl sonunda, önceden ilan edilen fiyatlar üzerinden ürünler Dev­lete satılıp vergiler ödendikten sonra, kolhozun seçimle ge­len yöneticileri elde edilen karı işletmenin fonu, sosyal mas­raflar (okullar, dispanserler, sosyal sigortalar, emeklilik ay­lıkları, vb. ) ve bireysel ücretler arasında bölüştürürler. Üc­retler, işin kalitesine göre değişir. Bu gelir, kolhozcunun tek geliri değildir. Ayrıca, sahibi olduğu bir bahçe, kümes hay­vanları, bir inek vb. de vardır; kolhozcu, ailesinin ihtiyaçları­karşıladıktan sonra, bahçesinin fazla ürünlerini, meyva- larını, kümes hayvanlarım, dilerse devlete satar, dilerse doğ­rudan doğruya tüketicilere.

Kolbozlarda toprağın ve araçların kollektifleştirilmiş olması köylülere, üretim bakımından, büyük imkanlar sağlar; çünkü hiç bir köylü, kendi gücüyle, bu teknik araçlara sahip olamazdı. İşletmelerin büyük oluşu da, iş bölümüne ve ihti­saslaşmaya imkan vermiştir. Makineleşme, aynı zamanda, sa­nayi için gerekli olan işgücünün serbest kalmasını da müm­kün kılmaktadır.

Sovhozlar, Devlet çiftlikleridir. Başlangıçta, şehirlerde­ki kıtlıkla savaşmak için kurulmuşlardı; doğrudan doğruya ve tamamiyle şehirlerin tüketimi için üretimde bulunuyor­lardı. Giderek pilot-çiftlik durumuna gelmişlerdir. Modern malzemenin kul anılmasını sovhozlar öğretti; bunun için ço­ğu zaman makine ve traktör istasyonlarıyla işbirliği yaptılar. Modern malzemeleri köylü kooperatiflerine kiralıyorlar ve köyler için bir teknik merkez ödevi görüyorlardı.

Sovhozlar, üretim araçlarının Devlet mülkiyetinde ol­ması ilkesine göre kurulmuşlardır; bu ilke, sovhozları kol- hoziardan ayırd eder. Çünkü kolbozlarda üretim araçları Dev­let mülkiyetinde değil kooperatifierin mülkiyetindedir.

Sovhov ve Kolhoz, köylünün yaşamasının garantisidir. Onsuz bir köylü karaya vurmuş balık durumuna düşer. Öyle­sine bir birlik ve bağlantı sağlamıştır bu kurumlar. Bunu niçin yazıyorum? Hitler, Sovyetler Birliğinde her girdiği yer­de toprakları köylülere dağıtaeağını vaad etmiş ... Fakat so­nucun şaşırtıcılığına bakın, her yerde, o yaktığı, yıktığı Kol- hozları, Sovhozları yeniden kurmak zorunda kalmış, başka türlü başlatamamış üretime. Demek ki Sovyet tarım İşçisini, Kolhozdan, Sovhozdan ayrı düşünebilmek olacak işlerden de­ğildir.

Gittiğimiz Sovhozun meyve bahçesi, hayvancılık bölü- lü, pamuk tarlası vardı. Biz bunlardan ancak meyve bahçeleri ile, hayvancılık bölümünü gezebildik. Bu arada müdürden sadece bu Sovhoz üzerine değil, genel olarak Sovyetler Bir­liğindeki tarım çalışmaları üstüne bilgi aldık. Üretimin arttı­rılması için neler yapıldığını, kimi dalda üretim artmıyorsa bunun nedenini, az verimli toprağa düşmüş Sovhoz ve Kol- bozlar arasındaki ayrımları sorduk. Müdürün verdiği cevap-

lar arasında ilginç olanlar şunlardır: Toprağının verimsizliğin­den ötürü yeterince üretim yaparnıyan Sovhozların açığı, iyi topraklara düşmüş ve üretim sınırını aşmış Savhazların faz­lası ile kapatılıyormuş kimi yerde. Bu ve planda öngörülen üretim miktarını aşan bir Savhazdan bir dahaki yıl o üstün miktar üzerinden üretim beklenmesi, kimi yerde Sovhozların ucu ucuna plandaki miktarlarda kalmalan sonucunu doAuru- yormuş.

Ama genel olarak durum şudur ki, bir köylü, Sovhozu- nun ya da Kolhazunun zenginleşmesi ile kendisinin de zen­ginleşeceğini bilmektedir. Bunu bütün Sovyetler ülkesi için genel bir kural olarak alabilirsiniz. Orada herkes çalışması ölçüsünde kazançtan pay alır ve herkesin çalışması arttıkça, herkesin durumunun daha iyi olacağını bilir. Çalışma dışın­da bir «iş çevirme^ ile zengin olma ihtimali hiç kimse için yoktur.

Pionier ve komsomol örgütlerinden geçip uzmanlık öğ­retimini de bitirdikten sonra parti üyeliğine kabul edilmiş olan enerjik Savhaz müdürünü, daha büyük görevlerin bek­lediğini söyliyebilirim. Sovyetler Birliğinin geleceği böyle yüzlerce, yetişmiş, denenmiş uzmanlana eline bırakılacaktır. Sovhozun konuklar evinde güzel öğle yemeğimizi yedikten sonra, Sovhozculara başarılar dileyerek veda ettik ve Baku'­nun yolunu tuttuk.

<<DON SAKİN AKlYOR»

Baku'da bize «Don sakin akıyor» adlı Rus filmini gös­terdiler, özel olarak. Şolohof'un bu addaki ünlü romanından alınmış olan film üç bölümdü, altı saat kadar sürdü. İlk iki bölüm ruscaydı, Bakulu ve Moskova'dan gelen arkadaşlar,

konuşmaların en önemli yerlerini Türkçeye çeviriyoelardı kulağımızın dibinde; üçüncü bölüm Azerce dublajdı, o bö­lüm başlayınca arkadaşlarımız çeviri işini bıraktılar artık, an­larız diye. Ama bizde bir şaşkınlık oldu o sıra, dışarda pek güzel anladığımız, damştığımız Azerceyi yadırgamıştık ne­dense, anlıyamıyorduk. Filmin dört saattir Rusca konuşan kişileri, birdenbire <<Yahşi danışırsan, ama men seni sevmi- rem ki...» diye ağız değiştiriverince afallamıştık. İnandırıcı­lığı, başka bir deyişle, büyüsü yitmişti sanki filmin. Baba- yef'e,

-Ne diyorlar bunlar? Anlıyamıyorum, dedim yavaş­ça.

Babayef:

-Ben de anlıyamıyorum, dedi.

Epey sürdü bu yadırgama... Sonra gene sardı film; ro­manı titizlikle, bağlılıkla aktarıyordu. Belki beni onca saat merakla seyrettirmesi bundandı diyebilirim. Reji, oyun ve fotoğraf kusursuzdu bu filmde. O günlerde İstanbul'da «:Sir askerin türküsü» adlı bir Rus filmi gösteriliyordu, ben de görmüştüm, arka arkaya gördüğüm bu iki güzel film, pek övgüsünü duyduğum Rus sinemacılığına karşı ilgimi büsbü­tün arttırmıştı. Özbekistan'dan Moskova'ya döndüğümüzde, sinema ile ilgili Ruslara bu iki filmden söz ettim, bir az du­dak büktüler. Bir bakıma hakları vardı, her yandan sağlam, iyi, dokunaklı olan bu filmlerde sinemacılık san'atı bakımın­dan bir yenilik yoktu. Moskovadaki sinema ilgilileri bundan ötürü dudak büküyorlardı. Gerçek ünlü Rus sinemacılığının başka filmlerde görülebilcceğini söylediler bize. Bu bakım dan «Savaş ve Barış»ı merak ettim. Benim ayrılıştından bir

hafta sonra başlayacak olan Moskova Film Festivalinde bu yeni Rus filminin birinci bölümü gösterilecekti. Rus sine­macılarının bir filmi sadece sağlamlığı, dokunaklılığı, halka hoş görünmesi ile ölçmeyip, onda sinemacılık sanatı açısın­dan ilerlemeler aramaları çok yerinde bir sanat anlayışı idi. Bütün sanatlar için de böylesi doğruydu.

Azerbaycan, gdişen modern endüstrisi içinde sinemacı­lığa da yer vermiş ve bu amaçla bir sinema merkezi kurmuş­tur. Yazık ki orayı gezmeye vakit bulamadık.

Baku'da Mehdi Hüseyin'in evini ziyaret ettik. Bayan Mehdi Hüseyin bizi, rahmetlinin çalışma odasında kabul etti. Kederler içindeydi. Eşinin ilk Türkiye yolculuğu üstüne yaz­dığı kitabı gösterdi. Mehdi Hüseyin, kendisiyle İstanbul'da olan konuşmamızı, tam bir sadakatle yazmıştı. Türkiye ve Türk edebiyatı üstüne ilginç gözlemleri vardı.

Baku'daki dostlarımız, bizim Özbekistan'a gitmek üze­re oradan ayrılmamızdan ötürü üzgündüler. Hava alanında kardeşçe uğurlandık. Bu arada bize, <<Taşkent çok sıcaktır, dayanamazsınız» dediler. Hafif bir korku aldı içimizi. Bü­yük uçaklardan birine binerek yola çıktık. Orta Asya'ya uza­nıyoruz artık.

Baku'da iken eski Azerbaycan üstüne öğrendiklerimle yeni Azerbaycanda gördükletim arasında bir karşılaştırma yapmış ve gerçekleştirilen büyük gelişmeye hayranlık duy­muştum. Bu açıdan Özbekistan'ı büsbütün merak ediyor­dum.

OZBEKISTAN

TAŞKENT

Bir buçuk saat sonra Taşkent üzerine geldiğimizde, merakımız son sınırını bulmuştu. Aşağıda büyük, modern, yemyeşil bir şehir uzanıyordu. ( Kent sözcüğünü kullanmı­yorum, çünkü bu sözcük Özbek dilinde köy anlamına ge­liyor) Çok sevimli ve şirin Taşkent hava alanında bizi Öz- bekistanlı yazarlar, ozanlar karşıladılar. Tanışmalardan son­ra otomobilierimize binerek şehrin yolunu tuttuk. Geniş, asfalt, ağaçlıklı caddelerden geçerek şehre girdik. Büyük parklar, tiyatrolar, operalar, Orta Asyada bir uygarlık mer­kezine geldiğimizi bize çok iyi anlatıyor. Doğruca inturist oteline indik. Otelimiz şehirden biraz uzakça. Odalarımıza yerleştik, yıkanıp dinlendikten sonra, otelin yemek salonun­da hazırlanmış olan akşam sofrasına oturduk. Soframızın özelliği çeşitli yaş ve kuru yemişlerle bezeli oluşu idi. On kişi kadarız.

Özbek dilini, Azer dili gibi kolay anlıyamıyoruz, onlar konuştukça kulağımızı dört açıyoruz, eh o zaman biraz an­lar gibi oluyoruz. Onlar «anlamak» yerine  «düşünmek>>

sözcüğünü kullanıyorlar: sözgelişi «anlarız»          demiyorlar

«düşünümüz» diyorlar: «sizin», «bizim» yerine 'sizgin, bizgin' sözcüklerini kullanıyorlar. Alıştık, ilk sıkıntılardır bunlar, nitekim bir kaç saatçik geçince biz de «sizgin biz- gin» diye konuşmaya başladık. Türkçe vurgunu, özleştirme­ci Ali Şir Nevai'nin yurdundayız. Üstelik Taşkent ozan-

larından Şeyhzade de - ki İstanbul ağzı Türkçe konuşu­yor - bize çevirmenlik yapmakta, yardım etmekte. Kendi­si Azerbaycanlıdır, çok yıl önce Taşkent'e göç etmiş. Gülc:r yüzlü, keyif ehli bir adam. Gerçekte, tanıştığımız bütün Taşkentliler esprili, neşeli, zeki ve ince insanlar. Yazarlar Birliği Başkanının ilk sorusu, Özbekistan'da kaç ay kalaca­ğımız oldu. Ben Savyeter Birliğine üç hafta için davet edil­mişim, ama bir Cumhuriyet'ten başka bir Cumhuriyet'e ge­çince konukluk yeniden başlıyordu sanki. Yazık ki, bir iki günden çok kalamıyacağımızı söylemek zorundayız; çünkü Moskova'ya döneceğiz, orada Asya Afrika yazarlar toplantısı­na katılacağız.

Hoş beşten sonra şiir, edebiyat konuları açılıyor. On­lar ve biz şiirler okuyoruz. Taşkentli ozanlar, daha çok ru­bai gibi klasik biçimler kullanıyorlar şiirlerinde. Bütün Sov- yetler Birliği'nde olduğu gibi, burada da her kadeh uzun ya da kısa bir söylevden sonra dikiliyor. Azerbaycandaki gibi, burada da yaşlılar, bizim eski ozanlarımızı ve yazarla­rımızı tanıyorlar. Yenilerden Nazım Hikmet'i hilmiyen yok elbet. Burada şiir kitapları basılmış ve oyunları yıllarca oy­nanmıştır Nazım Hikmet'in. Aziz Nesn'in çok kitabı çev­rilmiş, Yaşar Kemal'i de tanıyorlar. Genç Türk azanlarını tanıtan antolojileri var, bunları ertesi gün kitaplıklarda gördük.

Yeni Taşkent'i ve Özbekistan'ı anlatmadan önce size, öğrendiklerimden çıkararak eski Taşkent ve Özbekistan üs­tüne kısaca bilgi vereyim.

Bugün aşağı yukarı yedi milyonluk bir ülke olan Öz­bekistan, devrimden önce yoksulluk, açlık içinde yaşayan, endüstrisi, okulları, tiyatroları olmayan, elektriksiz, susuz

bir yerdi; ilkel usullerle yetiştirdiği pamuğu, Çarlık yöne­timi yok pahasına alıyordu elinden. Taşkentte bi^ kaç med­rese vardı sadece, halk softaların baskısı altındaydı. Kadın­lar kapalı idi, at kılından örülmüş çift kat yaşmak «peçe» örterlerdi. Erkeklerin kılığı şalvara benzer bir ilkel giysiy­di. Okur yazar takımı, nüfusun yüzde üçünü geçmezdi. Evler kerpiçti. Şehirler ve köyler pislik içindeydi.

Kalkınma 1917 den sonra başlıyor. Octobr devrimi, Özbekİstanda sınıf ayrımlarını ortadan kaldırıyor ve kadına erkekle eşit yaşama olanağını sağlıyor. Devrim hükumeti, önce bir Orta Asya Cumhuriyeti kuruyor; bu Cumhuriyet'e Tacik, Türkmen, Kırgız, Kazak ve Özbek halkları alınıyor. Derebeyleri elindeki topraklar köylülere dağıtılıyor ve okullar, hastahaneler, tiyatrolar, kitaplıklar yapılmağa baş­lanıyor. Susuz topraklar, yeni açılan kanallada sulanıyor. Endüstri kuruluyor. 1924 de, ötekiler gibi, bağımsız bir cumhuriyet olan Özbekistan endüstride öyesine hızla ilerli­yor ki, bugün bir takım endüstri dallarında - bu arada en önemlisi tekstilde - bütün Sovyetler Birliği'nde birinci duruma geliyor. "Tarımda kollektivizm uygulanıyor, tarım makineleştiriliyor, savbozlar ve kolbozlar kuruluyor. Artık Özbek köylüsü modern üretime geçiyor ve zenginleşiyor. Okullar açılıyor, sekiz ve on sınıflık ilk okullar zorunlu öğ­retim olarak uyp;ulanıyor. Öyle ki, bundan on beş, on altı yıl önce bütün Özbekistan'da - birtakım çok yaşlılar bir yana - okuma yazma .bilmiyen hlmıyor. Eğitim ve öğ­retim alanındaki şaşırtıcı gelişme insanı hayran bırakacak durumdadır. Önce b!r Orta Asya üniversitesi kurulmuş, bu üniversiteye Leningrad'dan, Moskova'dan öğretmenler gel­miş, ilk kadrolar bu üniversiteden yetişiyor. Sonra Özbek

Devlet Üniversite'si kurulmuş. Kadrolar yetiştikçt: başka yüksek ogrenim kurumları, teknik okullar, akademiler, araştırma merkezleri açılmış. 1943 de bütün bu bilim mer­kezleri birleştirilerek Taşkent Bilimler Akademisi ortaya çıkarılmış. İlk gelen kurucu öğretmenler, artık yerlerini Özbek bilim ve sanat adamlarına bırakarak gidiyorlar. Bu­gün Taşkentte, öğretmenlik, doktorluk, mühendislik, mü- zlsyenlik, .aktörlük, tarih, hukuk, kimya, teknoloji okuyan 40.000 öğrenci var. Bir çok yeni araştırma merkezleri ku­rulmuştur. Bunların en ön-:mlileri, nükleer fizik ve güneş ışınından endüstride yararlanma merkezleridir. Doğu Bilim­leri Enstitüsünde 80.000 eski belge var, bu belgeler Orta Asyalı ozan ve düşünürlerin yapıtlarıdır. Unutmayalım ki, Özbekistan'ın şanlı bir bilim ve sanat geçmişi vardır. İbni Sina, Biruni, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Ali Şir Nevai oralıdır. Uluğ bey Yeni Çağ'ın en büyük rasathanesini ( onbeşinci yüz­yıl) Semerkent'te açmıştı. Fatih Mehmed astronom ve mate­matikçi Ali Kuşçu'yu büyük ününden ötürü İstanbula davet etmişti, Ali Şir Nevai Türk dilinin değerini ilk anlıyanlar- dan biri idi. Ama bu bölge tarih içinde çeşitli istilalara uğra­dığından yakılıp yıkılmış ve gelişme için rahat yüzü görme­mişti. Çinliler, Mogollar, Acemler ve Araplar ezip geçmiş­lerdi orayı. Hele ticaret yolları da yön değiştirince bu bölge büsbütün sönmeye yüz tutmuştu. O zaman memleket, dar ka­falı softaların eline düşmüştü. Uluğ beyin kafasını vurduran­lar bunlardı. Halkı cahil bırakanlar bunlardı, derebeyleriydi.

Özbekistan'da araştırma ve inceleme merkezleri ge­nellikle üretime, demek ki köye yardımcı olacak bir yapıda­dır. Pamuk enstitüsü, pamuğun cinsini iyileştirip üretimi arttırmanın yollarını araştırır; yapı enstitüsü, depremiere

karşı dayanıklı yapı çeşit ve biçimleri üzerinde incelemeler yapar. Bunlardan çok iyi sonuçlar alınmıştır. Pamuk üreti­mi tümden modernleştirilmiştir. Depremlerden korkmuş olan Özbekistan halkı genel olarak bir katlı evlerde otur­mak yolunu tutmuştu. Oysa bugün Taşkent caddelerini bü­yük yapılar süslemektedir. Gerçi yollar boyunda bugün de ufak evler çok var, ama şehre karakterini veren bü­yük yapılardır. Bunlar başlangıçta ulusal Özbek yapı u^- lubuna özenilerek kuruluyordu. Taşkent Operası (Ali Şir Nevai tiyatrosu ) bunun güzel örneklerinden biridir. Bun­ların yanında, son zamanlarda yapılmış olan yeni mahalle- terin mimarisi ise moderndir. Ali Şir Nevai tiyatrosu ve benzeri yapıların kurulması sırasında, bir zamanlar bizde de olduğu gibi, ulusal biçim kaygusu başa alınmış ve bu amaçla Özbek zanaatçılar ( duvarcılar, oymacılar, boyacılar, dağramacılar ) seferber edilmiş, batı tekniği ile çalışan mimarlar bunlara katılmışlardır. Benim gördüğüm yeni ma­halleler ise, tümden modern mimarlık kaygusu ile yapılmış­lardı. Alış veriş için gitiğimiz böyle yeni bir mağazayı gez­dim, bu mağaza Moskova'nın en yeni mağazaları ile yarışa­cak bir mükemmeliyette idi.

Özbek tiyatrosu, tümden devrimin doğurduğu yeni bir kurumdur. Birinci Dünya Savaşından önce Özbekistan'da tiyatro yoktu. Softalar tiyatroyu istemiyorlardı, kadınlara artist olma hakkı tanınmıyordu. Bugün Taşkent'te Ali Şir Nevai tiyatrosundan başka, bir komedi tiyatrosu, bir dram tiyatrosu, bir kukla tiyatrosu var. Bu tiyatrolarda devrim­den sonra yetişmiş o"lan kadın erkek Özbek artistieri başa­rılı temsiller veriyorlar.

Ama bu dunıma gelmek hiç de kolay olmamıştır. Baş-

lıca güçlük, Özbek kadının sahneye çıkmasında beliriyordu. Özbek tiyatrosunun kurucusu olan Hamza Hakimzade, bu güçlükleri yenmek ıçin akla karayı seçmiştir. Önce Mosko­va'ya, Leningrad'a, genç tiyatro öğrencileri yollanıyor. Bun­lar Taşkent'e döndükten sonra da kadın artist sıkıntısı sürü­yor ve bu arada Özbek tiyatrosu ilk kurbanını veriyor, sah­neye çıkan ilk Özbek kadın öldürülüyor.

Tiyatro ile birlikte Özbek sineması da kurulmuştur. Hızla gelişmektedir. Özbek sinemacıları, tiyatrolarda oy­nanan oyunları, köylünün hayaunı, Özbek büyüklerinin, yani eski bilim ve sanat adamlarının hayat hikayelerini fil­me alıyorlar başlangıçta, arkasından da yeni konulara el at­maya başlıyor.

Devrimden önce Özbekisıanda konservatuvar ve or­kestra yoktu. Devrimden sonra, yerli sazları geliştirerek, onların akordlannı ve yapılarını değiştirerek bunlarla hem bau müziği yapıtları, hem de yerli melodilerden yapılmış kompozisyonları çalan bir orkestra ve bu alanda sanatçı yetiştiren, araştırmalar yapan bir konservatuvar kuruluyor. Şimdi yüzlerce öğrencisi varmış bu konservatuvarın. Elbet­te Moskova'ya müzik öğrenimine giden ve orada öğrenimle­rini tamamladıktan sonra Taşkent Konservatuvarında öğ­retmen olan gençler, Özbek müziğinin gelişmesinde başlıca rolü oynuyorlar. Bugün operası, balesi, orkestrası ile Taş­kent'te ileri bir müzik çevresi kurulmuş durumdadır.

Taşkent, Çirçik nehri vadisindedir, Çatkal sıra dağla­rına bakar. Bu dağlardan inen ırmaklar vadiyi sular, besler. Taşkent vadisinde pamuk, pirinç, tütün, kenevir, mısır ye­tişir. İklim sıcaktır. Üç yüz çeşit endüstri bitkisi yetişir. Sovyetler Birliği'nin en büyük teksil fabrikası Taşkent'te.

Bu fabrikayı gezdik. Bizi kapıda fabrikanın mühendis ve müdürlerinden olan genç bir hanım, Kumru Han karşıladı. Üstünde renkli Taşkent ipek.lisinden bir giysi vardı. Bu renkli Taşkent ipeklisini, Taşkent sokaklarında bir çok ka­dının üstünde gördük. Ebem kuşağı renkleri ile göz alan bu ipekli kumaş, Özbekistanın çeşitli bölgelerinin havasını ve rengini birleştirmiştir sanki, onda Harzem kırmızısı ile Se- merkant sarısı ve daha başka sıcak renkler çizgi çizgi yan yana getiriln^iştir. Kumru Han ile konuşarak korobinanın ağaçlıklı yoluna girdik. İşte yeni Özbekistan'ın tipik bir örneği bu mühendis kız. Bana Türkiye üstüne sorular soru· yor, kulak kesilmiş anlamaya çalışıyorum. Ben konuşmağa başlayınca da:

- Anlıyor musunuz dediklerimi? diyorum.

- Düşünümüz, diye cevap veriyor.

Üç bölümden kurulu olan fabrikanın sadece bir bölü­münü başından sonuna gezdik. Balyelerden çıkan pamuğun renkli kumaşlar durumuna geldiğini üç saat içinde gördük. Fabrikanın yarı işçisi genç kızlardı. Burada Rus kızları da çalışmaktadır. Taşkent'e gelirken uçakta bu işçi Rus kız. larından biri yanımıza oturmuştu. Tatilini geçirmekten dö­nüyordu. Anası babası Sibirya'da, bir endüstri şehrinde imişler. On sekiz, on dokuz yaşlarındaki bu Rus kızı, Taş· kent'te hem çalışıyor, hem gece okullarında öğrenimini ya· pıyordu, mühendis olacak. Derisi yanmıştı, bol bol denize girmiş. Sovyetler Birliği'nin genişliğini ve kaç çeşit ulusu barındırdığını düşünün, bu insanlar yalnızca kendi ülkele­rinde değil, başka cumhuriyetlerde de çalışabilirler. Taş· kent'te bu Rus kızını gördüğünüz gibi, Moskovada da Ba- kuluları, Taşkentlileri görebilirsiniz. Gezdiğimiz fabrikada

erkek Rus işçileri de vardı, işçi kızların nerdeyse tümii ^- yalı idi.

Özbekistan bir pamuk ülkesidir, bu alanda bir çok memleketi ve bu arada Amerikayı geride bırakmış durum­dadır. Pamuk araştırma istasyonunun çalışmaları, bu büyük gelişmede. başlıca rolü oynamıştır. Gezdiğimiz fabrikanın bü­yüklüğü şaşırtıcı idi. Dört vardiya ile durmadan çalışıyordu. İşçiler için modern apartmanlar, konutlar yapılmıştı. Okul­ları, hastahanesi, kitaplığı, kültür sarayı vardı. Bize orada fabrikanın dokuduğu kumaşlardan küçük armağanlar ver· diler.

Bizi Baku'da Taşkent'in sıcağından korkutmuşlardı. Oysa Taşkent korktuğumuz gibi çıkmadı, sıcak olmasına sıcak ( sanırım o gün otuz sekiz derece imiş ) ama sıkıntı duymuyoruz, sadece güneşte kalmaya gelmiyor. Biz de da­ha çoğ ağaç altlarında, serin yerlerde dunıyoruz ge;,o;erken. Taşkentliler de:

-Bu bir şey değil, Semerkant'a gidin de sıcağı orada görün, diyorlar.

Gideceğiz, göreceğiz bakalım.

Taşkent'in mağazaları, dükkanları, lokantaları çok zevk­le döşenmiştir. Her yerde görüyorsunuz bunu. İncelik ve sağbeğeni cigara paketlerine kadar sinmiş gibidir. Hele Taşkent seramiği, nefis bir şey! Koca bir tabak getirdim ta oralardan evime kadar. Taşkentlilerin kılıkiarı uygar kılık­tır, kimi başına «dıbiıi» giyiyor. Bu <<dıbbi» dedikleri, ka­dife işlemeli, dilim dilim bir takkedir. Aziz Nesin bir tane alıp başına geçirmek istedi. Sokaklar, caddeler tertemiz, troleybüs işliyor. Taksi var. Şehrin aydınlığı göz kamaştı-

rıcıdır. Bu yüzden olacak, ağaca önem vermişler, ağaç, ağaç, ağaç... Yemyeşil bir şehir.

Yazarlar Birliği'ne gittik, orada Taşkentli yazarlada ta­nıştık. Bizden Türk edebiyatının şimdiki durumunu öğren­mek istediler. Yaşar Kemal ile Aziz Nesin, başka başka yanlarını anlattılar Türk edebiyatının. Ben de onlardan Öz­bek edebiyatının bugünkü durumunu sordum. Genç bir eleştirmeci, hazırlıksız olduğu halde, yeni Özbek edebiya­tını çok iyi özetledi.

Akşam Taşkent'in meyva bahçelerine yemeğe davet edildik. Artık meslekdaşlarımızı tanımış durumdayız. Ara­mızda bir de siyasetçi var, Özbek Başbakan yardımcısı. Ağaçların altında biiyük bir sofra kurulmuştu, bu sofrada, meyva bahçesinde yetiştirdikleri bütün yemişler vardı. Hiç görmediğimiz yemişler yedik şarapla. Sonra ünlü Özbek pi­lavı geldi, etli, babarlı pilav. Meyva bahçesi müdürü, çok dokunaklı sözler söyledi; Türk Özbek dostluğunun ve kardeşliğinin bu bahçe gibi yemişii olması dileğinde bulun­du. Şeyhzade:

- Sizin şiirlerinizin tümünü basalım burada, Türkiye- nin şiirini Orta Asya kırlarında çınlatalım, dedi.

Şiirler okundu, fıkralar anlatıldı; hava kararınağa yüz turunca kalktık, vedalaşıp ayrıldık. Ertesi gün erken erken gene uçakla Scmcrkant'a gideceğiz. Moskova'dan haber gel-' miş, Asya Afrika yazarlar toplantısı başlamak üzere imiş, bizi h<:kliyorlar.

Gece inturist otelinin bahçesinde oturup çay içtik ve serinledik. Taşkentte geceler serindir. Özbekler de Azer­baycanlılar gibi çaya düşkün. Beyaz ve koyu olmak üzere iki çeşit çayları var. Çay fincanları kupsuzdur, içine yarıdan

aşağı çay konur ve siz bu fincanı sağ elinizin baş ve orta parmakları dışardan, işaret parmağınız içerden olmak iize- re üç parmağınızia kıskaçlayıp ağzınıza götürürsünüz.

O akşam çok neşeliydik, meyva bahçesindeki sofrada anlatılan tatlı hikayeleri anıyor, geçirdiğimiz güzel saatleri yeniden yaşıyorduk.

SEMERKANT

Ertesi sabah, Svetlana'yı Taşkent'te bırakarak uçağa bindik ve Semerkant'a doğru yola çıktık. Taşkent ile Se- merkant arasında saat başı uçak var. Yolumuz da bir saat bir şey. Taşkent'in sıcağını gönül boşluğu ile atiatmış du­rumdayız, Semerkant'ta sadece bir gün kalacağız, akşam Taşkent'e döneceğiz. Bir gün de, ne kadar sıcak olursa ol­sun, geçer elbet diyoruz.

Semerkant hava alanında bizi Semerkant Yazarlar Birliği Başkanı karşıladı. Artık Özbekçeye alışmışız, çat pat konuşuyoruz. Bir de Rus karı koca var aramızda. Adam ozanmış, karısı da rehber. Kadın Türkçe bildiğini söyledi. Böyle deyince ne sanırsınız ilk önce? Bizim bildiğimiz Türk- çeyi bildiğini, değil mi? Belki akılsızca bir sanı ama insan gene de aldanıyor, Kadının bildiği Türkçe Özbek Türkçesi. «Men, sizgin, bizgin^ diye başladı konuşmaya, böylece bi­zim sevincimiz de yarı kaldı.

Tuhaf değil mi, Semerkant bize serin geldi. Önce ha­va alanının oradaki kahvede oturup dinlendik. Yanımızda, bir peykenin üstüne oturmuş, çay içip konuşan kadınlı er­kekli Özbekler... Bizlm köy kahvelerimizi andıran bir gö­rünüş. Sonra oradan kalktık, otomobille şehre yollandık. İşte sıcağın ne demek clduğunu orada anladık. Otomobil-

de bile bunaltı çöktü üstüınüze. Güzel, şirin bir otele git­tik. Orada Semerkant kartları bulup memlekete postala­dık. Öğle vakti olmuştu. Otelin lokantasına gittik. Bizim büyük şehirlerimizdeki büyük lokantalar kadar temiz, zevkli bir yer. Duvarlarda Semerkantli ressamların resimle­ri. Güzel ve özel yemekler yedik. Yemekten sonra odala­rımıza çekilerek yattık, dinlendik biraz. Öğleden sora reh­ber hanım, Yazarlar Birliği başkanı, hep birden şehri gez­meye çıktık.

Doğrusu sıcak, Semerkant'ın tadını çıkarınama biraz engel oldu diyebilirim. Nereyi geziyorsak bir an önce gez­meyi bitirip otomobile atıyorduk kapağı. Orada Aziz fena­lık geçirdi nerdeyse, üstünde yün bir gömlek varmış, o sık­mış. Bir dükkanın önünde durup Aziz'e Semerkant ipekli­sinden dizlerine kadar gelen bir gömlek aldık.

Bu Scmerkant büyüleyici bir şehirdir. Gördüğümüz, gezdiğimiz yerleri kısaca anlatayım size. Önce Timur'un, eşleri ve çocukları için yaptırdığı mezarlığa gittik. Mezarlık dedimse bizim mezarlıklar gibi bir yer gelmesin gözünüzün önüne. Cepheleri mozayikli büyük yapıları ile koca bir ma­halleydi burası. Mahalleye uzun ve geniş hasarnaklı bir merdivenden çıkılıyordu. Her yapının içinde bir ya da bir kaç mezar vardı. Bu mezarların tümünün kimlere ait oldu­ğu bilinmiyor. Dörtgen, beşgen, altıgen yapılar. Pencereleri camsız ve açık elbette. İçederi serin ve yüksek tavanlı. Me­zarlar oymalı, işlemeli, duvarlar da öyle. Burada bir zaman­lar büyük bir uygarlık kurulmuş olduğunu anlıyorsunuz. Yapıların kiminde daha sonraki mimarlık uslupları kulla­nılarak eklenmiş hayatlar var. Bunlardaki tahta oymacılık

pek incelmiştir. Bu merdivenlerden Timur'un aksayarak çıktığını düşünmek kişiye ürpertici bir tarih tadı veriyor.

Oradan gene Timur'un yaptırdığı yıkık büyük cami­ye gidiyoruz. Bu cami o kadar büyük tutulmuş ve Timur onun çabuk bitmesi için o kadar sıkı buyruklar vermiş ki, hakanın buyruğuna karşı duramayan ya da dalkavukluk için onun her dediğine <(Olur efendim yaparız!» diyen mimarlar işi çürük tutmuşlar, cami yirmi yirmibeş yıl içinde çökmüş.

Üç medrese ise şaşkınlık verici bir şeydi. Bir dörtgen alana bakan bu yapıların içi dışı mozaik işlemelidir. Her öğrenciye bir oda verilirmiş burada, zengin olan öğrenciler uşakları ile gelirlermiş ökumağa, uşaklar için de, zengin öğ­rencilerin odalarının altında odalar yapılmış. Efendilerini çalıştırıdarken onlar da öğrenirler, yetişirlermiş.

Oradan önce Uluğ bey rasathanesine, sonra da Timur'­un mezarına gittik. Uluğ bey rasathanesi neden sonra kazı- lada ortaya çıkarılmış. Yerin dibine doğru kuyu gibi uza­yan, eğri taş bir kızak var rasathanenin içinde; bu kızak­tan, yıldızların hareketlerini ölçen bir makine inip çıkarmış. Yıl, Fatih'in İstanbul'u aldığı yıllar. Uluğ beyin bu bilim­sel çalışmalarını çekemiyen softalar ona bir komplo hazır­lamışlar, oğlunu da elde ederek Uluğ beyi öldürmüşler. On­dan sonra buradaki bilim merkezi sönmüş.

Özbekler, Uluğ beyin mezarını açmışlar, onun kemik­lerini incelemişler ve zavallı adamın başı vurularak öldürol- düğünü ense kemiklerinin kırık olmasından anlamışlar. fo- ne bunun gibi, Timur'un da mezarı açrlmış ve aksak oldu­ğu, bir ayağının kısalığından anlaşılmıştır.

Timur'un türbesi bir gökçe yapıttır, ta uzaklardan in­sanın gözünü alıyor ve hayranlık uyandırıyor. Burada yal-

nız Timur değil, Uluğ bey ve başka torunları da yatıyor Ti- ınur'un.

Sovyetler Birliği'nin belki de en zengin kolhozlarından hiri buradadır. Semerkant pamuk kolbozudur bu. Şehir hal­kının büyük bir çoğunluğu bu kolhozun işçileridir ve zen· ginlik onların kılıklarından bile ilk görüşte anlaşılır. Pa­muk kolbozunun işçileri en pahalı cins ipekli kumaşlardan giysiler giyerler. Şehrin büyük bir stadyomu var. Tiyatrosu yeni ve büyük bir yapıdır. Bu tiyatroda Semerkantli yazar­ların oyunları oynanır. Biz orada iken, Yazarlar Birliği Başkanının bir oyunu oynanmakta idi. Repertuvarlarında yabancı ünlü yapıtlar ve klasikiere de yer veriyorlar. Yazar­lar Birliği Başkanından aldığım bilgiye göre, bir oyunun yıllarca oynandığı oluyormuş. Bölgede okuma yazma bil­meyen kalmamıştır. Büyük sayılarda basılan kitaplar üç dört ay gibi kısa bir süre içinde tükeniyormuş.

Yüzyıllarca büyük bir gerilik içinde bırakılmış bu Or­la Asya kasabasındaki gelişme düzeni insanı hayran bıra­kıyor.

Yazık ki, Semerkant'ta doya doya kalamadık. Akşa· ma doğru hava alanına geldik. Orada, Semerkant ve Taş­kent vadisini ilaçlayan küçük uçakların gidip geldiklerini gördük. Sonra kendi uçağımıza atlayıp gene Taşkent'in yo­lunu tuttuk.

GENE MOSKOVA:

Taşkent'ten Moskova'ya gidecek uçağın kalkmasına üç saat var. Taşkent hava alanı istasyonunun yemek salonu­na girdik. Az sonra, hemen bi.itün Taşkentli yazarlar ve ozanlar da geldiler oraya. Soframız büyüdü, şaraplar, kon·

yaklar geldi. Söylevler, şerefe içmeler, sohbet başladı. Taş­kent Yazarlar Birliği Başkanı, kuduz olması muhtemel bir köpek hacağını ısırdığı için içki içmiyor, bize su ile katılı­yor ve diyor ki:

-                    Üç ay sonra benim içki yasağı bitecek, o zaman si­zi Taşkent'te beklerim, karşılıklı doya doya içeriz.

Ben de diyorum ki:

-                               O zamana kadar bizi de bir köpek ısırmazsa geliriz.

Yazarlar, ozanlar bizlere kitaplarını irnzalayıp veriyor­lar. Kucağımız kitap doluyor. Şeyhzade'nin tatlı fıkraları yorgunluğumuzu unutturmuştur. İki üç günlük ahbaplıktan sonra kardeş gibi bağlandığımız Taşkentli yazarlardan üzün­tü ile ayrılıyoruz.

Uçağımız Moskova'ya beş saat sonra varacak. Hava ka­rardı. Taşkent hava alanından ayrılıyoruz. Benim yerim pencerenin yanında. Hiç de uykum yok. Gözlerim iyi gör­mediği için o ışıkta kitap da okuyamam. Pencereden dışarı bakıyorum. Alaca karanlık. Biraz sonra zifiri gece kaplayacak gökyüzünü ve ben artık pencereden de yardım göremiye- ceğim diye düşünüyorum. Ama saatler geçiyor, gökyüzü hep aydınlık, hep aydınlık. Kuzey gecesi bu, daha iyi an­lıyorum.

Moskova'ya geldiğimizde saatlerimizi geri alacağız, böylece beş saatlik yolumuz üç saate inmiş olacak. O za­man Azerbaycanlı ozan Resul Rıza'yı ansıyorum. Sovyetler ülkesindeki saat farkı üzerinde konuşurken Resul Rıza de­mişti ki bana:

- Ben savaşta ta Orta Avrupaya kadar gittim asker olduğum için. Ama bir gün bile saatimin ayarını değiştir­medim.

- Ya ne yaptınız?

- Aklımdan saat farkını bulur ona göre davranırdım.

Hangisi daha güçtür dersiniz?

Bu saat farkı denilen şeyin ne olduğunu Moskova'dan ayrıldıktan sonra daha iyi anladım. Uçağımız Moskova'dan sabah sekizde kalkmıştı ve bize kalıvaltı vermişlerdi. İki saat sonra Kopenhag'a geldik, orada yeni bir uçağa bin­dik, bir daha kalıvaltı getirdiler. Çünkü saat gene sekizdi. Böylece ileriye doğru gitseniz, kahvaltıdan öğle yemeğine sıra gelmez.

Moskova hava alanında bizi Vera karşıladı, yeni oteli­mizde yerlerimizi ayırtmış. Ertesi gün konferans başlıyor- q-ıuş. Otomobil bulmak için biraz bekledik orada. Sonra ikinci kez tuttuk Moskova'nın yolunu.

«ASYA - AFRİKA YAZARLARh TOPLANTISI

Bu toplantının konusu «hikaye» idi ve toplantıya As­yalı, Afrikalı hikayeciler çağırılmıştı. Moskova Yazarlar Bir­liğini ilk ziyaretimizde, Moskovalı mesekdaşlara, hikayeci olmadığımı, bu bakımdan toplantıya katılmakta yetkim bulunmadığını söylemiştim. Onlar da <(Aylaklar» adlı roma- mmdan söz ederek katılmaını ve katılmakla yetinmeyip ko­nuşmamı rica ettiler.

İkinci kez Moskova'ya gelişimizin ertesi akşam, Mosko­va Y:ızarlar Birliği, toplantıya gelen delegeler şerefine bir parti düzenledi. Biz partinin verildiği salona girdiğimizde, lıiitün delegeler L biçimindeki masanın çevresinde yiyip i^·mekte idiler. Ulusal giysileriyle Afrikalılar, Hintliler, Gü­ney Asya adalıları göz alıyordu. Moskovalı meslekdaşlar biz- leri görünce yanımıza geldiler, birlikte başka bir masaya

oturduk, biivük masadan içkiler, mezeler taşındı... Hikaye· ci Lenç, romancı Nikulin, benim şiirlerimi Ruscaya çevirip güzel bir kitapta bastıran Fiş, Yazarlar Blrliği İkinci Başkanı, çevirmen Aleksandrof bizimleydiler. Fiş ile ilk orada tanış· tım. Eski bir dost gibi geldi, koluma girdi:

- Ben Fiş.. dedi.

Moskovada en son basılan bu kitabımda, Fiş'in bir ince­leme yazısından başka, ünlü ozan Kirsanov'un da bir önsözü vardı. Bu Kirsanov, Mayakovsky'nin arkadaşı imiş. Hoşbeş­ten sonra Fiş'e Kirsanov'u tanımak istediğimi söyledim. Ama öğrendim ki, zavallı adam o günlerde ağzından çok önemli bir ameliyat geçirmiş, yatıyormuş ve konuşamıyormuş .. Be­nim için yazdığı kanatlı sözlere teşekür edemediğim için üz­günüm.

Oradan ayrılırken Fiş'i, Babayef'i Aleksandrof'u kal­dığımız otele davet ettim, konuşmalarımızı bizim odada sürdürecektik. Otelin kat servisinden votka, havyar, tereyağ istedik. Yaşar Kemal, ertesi gün toplantıda okumak üzere uzun bir konuşma hazırlamıştı. Biz yiyip içerken Babayef onun konuşmasım Ruscaya çevirmekle uğraştı. Rus mes- lekdaşlarla konuşurken, kendimi Türkiye'deki yazar arka­daşlarla birarada duyuyordum. Her konuyu ele alıyorduk, hiç yabancılık çekmiyorduk.

Ertesi gün konferans saat onda açıldı. Konuşmalar İngilizceye ve Fransızcaya çevriliyordu, çeviriler kulaklık­lardan dinleniyordu. Ben üç günlük toplantının ilk iki gü­nünde bulunabildim ancak, üçüncü günü Moskova'dan ay­rıldım. Konferansın bende bıraktığı izlenimi söyliyeyim: Hikaye konusu üzerinde özgün incelemelere gidilmedi, de­legeler kendi edebiyatları ve özellikle hikayeleri üstüne bil-

gi verdiler. Bu bilgiler gerçekten ilginçti. Edebiyatlarını bilmediğimiz bir takım Asya, Afrika ülkelerinin yazarla­rını merakla, dikkatle dinledim. Anlatılanları başka bir yazımda ele almak istiyorum. Burada şunu söylemekle yetineyim, konferansta daha çok Türk edebiyatı üzerinde duruldu. Rus hikayecisi Lenç, Türk mizah hikayeciliğini ele aldı ve genellikle Aziz Nesin üzerinde durdu. Nikulin de öyle, o da Türk edebiyatını anlattı, tanıdığı Türk yazar­larını ve bu arada Yaşar Kemal'i inceledi. Fiş Türk şiirin­den söz açtı, çoğunu Rusçaya çevirdiği için yakından tanı­mış olduğu benim şiiderim üzerinde durdu. Bu konuşmala- lata Yaşar Kemal'in, Aziz Nesin'in ve benim konuşmaları­mızı da katarsak, ilk iki gün daha çok Türk edebiyatı üze­rinde durulmuş olduğu ortaya çıkar. Aziz Nesin, yazarla devlet ilişkisi üzerinde durdu (Konuşması Akşam gazete­sinde yayınlamıştır. ) Yaşar Kemal, uzun hazırlayıp son­radan kısalttığı konuşmasında, yazarın doğa karşısındaki durumunu inceledi ve kendi yaşantısından örnekler verdi. Ben, bugün Türk yazarları arasında geçen fakat dünyanın büyük bir parçasını da kaplayan bir takım tartışmalar üze­rinde duracağımı söyliyerek başladım konuşmama. Yaz­mamıştım, notlar almıştım yalnızca. Sözlerimi Babayef Rus- caya çeviriyordu. Dar anlamdaki realizmin çıkınazı üzerin­de durdum; özetle, «Avrupanın eskilerini giyrnekten hoş- lanmadığıml>> söyledim ve yonutçu Albertonun iki hikaye­sini anlattım: Bu ünlü İspanyol yonutçusu Moskova'da uzun yıllar kalmış ve orada ölmüştür. Yonutlarının resimleriyle basılmış bir kitabı Moskovada görmüştüm; Picasso bir ön­söz yazmıştı bu kitaba ve dostu olan yonutçunun iki hika­yesini anlatıyordu. Biri şu ... Bir gün Alberto ile Picasso bir

arkadaşlarının evine gitmişler, Allberto içeri girer girmez duvara sıkı bir tekme atmış, bu tekmenin şiddetine dayana- mıyan kağıt kaplı duvar yıkılıvermiş, bunun üzerine yen nutçu, «Tekmeye dayanarnıyan sanat yapıtı yıkılır» demiş. İkincisi de, Alberto bir müzeye gitmiş, orada ünlü bir kop- yeci bir başyapıtın kopyesini çıkarıyormuş. Alberto, kopye- cinin kulağına eğilmiş, <<Duvardaki resimde 9 kuş var oysa sizin kopyenizde 10 kuş.. » demiş, der demez kopyecinin aklı başından gitmiş, saymış resimdeki kuşları, meğer ara­daki fark bir değil, iki imiş. Bunun üzerine kopyeci çekmiş tabancasını, vurmuş kendini.

Yıllar önce bir kadın Sovyet eleştirmecisinin yazdığı bir yazıyı da andım orada. Bu sanat eleştirmeni kadın, işçilerin çalışmalarını kopye eden ressamlar için, «işçiler bir değer ya­ratmaktadırlar, oysa bu ressamlar kendi alanlarında değer ya­ratacaklarına, değer yaratanlardan geçinmektedirler.» diyor.

Toplantı salonunun bitişiğindeki salonda Şolohof'un doğum yıldönümü dolayısiyle bir sergi açılmıştı. Tanınmış romancının kitapları ve resimleriyle donatılan bu sergi, bü­yük romancılarına Rusların ne denli önem verdiklerini çok iyi gösteriyordu. Rusyada bir sanatçı, hele tanınmış bir sa­natçı nerdeyse yarı tanrı saygısı görür. Şolohof'u Moskova- ya davet için (çünkü romancı çoğu zamanını köyünde geçi­rir) eski Başbakan Hruşçof ta onun köyüne kadar gitmiş, üç gece konuğu olmuş onun. Başka bir hikaye: Babayef bir gece geç saatlerde otomobili ile evine giderken yolda biri elini kaldırmış, o da durdurmuş arabasını, yanına al­mış bu yolcuyu.. Otomobilin içi karanlıkmış, «kim olduğu­nu iyi görememiştim» diyor Babayef. Yanındaki adam bir yerde ineceğini söylemiş, inmiş ve şu sözleri söylemiş:

- Götürdüğünüz adamın Voznesenskiy olduğnnu unutmayın!

Genç ozan Voznesenskiy'dir bu, yardımını gördüğü kimseye şeref bağışladığını düşünecek kadar önemli bulu­yor kendini. Onda bu bilinci uyandıran, toplumun san'atçı- ya verdiği değerdir. Bizim Orhan Veliyi hastahanede tanı­mamışlardı da, bir sıranın üzerine yatırmışlardı, sarhoş muamelesi görerek öldü, «Taşıdığınız adamın Orhan Veli olduğunu...» diye konuşmak aklının ucundan geçmezdi.

O günlerde Aleksandrofla benim Moskova'da son ba­sılan kitabımdan bir kaç tane almak üzere büyücek bir ki­tapçıya gittik. «Büyücek» dedimse, bizim Beyoğlundaki ko­ca mağazalar gibi bir şeydi. Ama Aleksandrof bana:

-Bunun çok daha büyükleri vardır, demişti.

Beş altı katlı bir yapıydı, kitaplar çeşitlerine göre bu katiara bölünmüştü, her katta da ayrı bir bölümleme ya- pılrmştı. Biz, benim kitap için ikinci katın birinci bölümü­ne gitik. Daha Aleksandra{ kitabın adını söyler söylemez, satıcı kız:

- Son kitabı demin sattım, dedi.

Bu konusmayı duyan bölüm şefi ( Çinliye benziyor­du ), yerinden kalktı, y<ınımıza geldi, Aleksandrof'a:

- Sanırım ozanı burada, dedi.

Ve sonra depoya gidip benim için kitap arayacağını söyledi. Biz orada beklerken çevremizde küçük bir kalaba­lık toplandı. Az sonra, Çinliye benzeyen bölüm şefi elinde kitaplada göründi.i. Teşekkür ettim. O sırada benimle ta­nışmak isteyenler oldu sanıyorum, fakat Aleksandrof hiç birine yüz vermedi.

Afrika - Asya yazarları konferansında, koridord:•. Türk­çe bilen biri yanıma geldi:

- Ben Türk dilleri Enstitüsü öğrencisiyim, bu yıl bi­tiriyorum Enstitüyü, doktora tezim Garip ozanlarıdır, de-; di.

Adı, Çörekçan Haçatur Abraham, Üç Garipçi ozanın bütün kitaplarını, bütün şiirlerini ve bütün yazılarını top­lamış; tezini tamamlamış artık; bu incelemenin kimi par­çalarını da yayınlamış, bana benimle ilgili olan bölümü (bir ayrı basımdı bu bölüm) verdi, imzaladı. Uzun boylu ko­nuşmaya vaktim olmadığı için üzgündü. Onun gibi, Fiş'le de (sözümüz olduğu halde) buluşamadık son gece. Ben bir tiyatroya davetliydim, geri bırakamazdım. Oysa Fiş'in ha­zırlamak istediği yeni kitaplar üstüne benimle konuşmak istedikleri vardı. Kendisine burada özür diliyorum.

Gece gittiğimiz tiyatro Mayakovskiy tiyatrosuydu, Na­zım Hikmet'in «Demoklesin kılıcı» adlı bir oyunu oynanı­yordu. Kaçıncı yılı imiş unuttum. Salon hınca hınç doluy­du, hiç boş yer yoktu, oyun ilgi ile seyredildi. Kimi konuş­maları çeviri yolu ile izlediğimiz için piyesi kaba taslak an- lıyabildik ancak, bu bakımdan oyunun başarı düzeyi üstü­ne bir kanı edinemedim. Yeni evli bir karı koca var, bunlar adamın bir arkadaşından gelen bir mektubu okuyorlar, oyun bu mektupta yazılanları canlandırıyor, sahne ikiye bölünmüştür. Mektubu yazan, bütün hayatını anlattıktan sonra, uçağ1 ile havalanıp şehrin üstüne bir atom bombası bırakacağını söylüyor. Genç karı koca o saati korku içinde bekliyorlar. Gerçekten de bir uçak sesi duyuluyor o saatte, korkulu saniyelerden sonra uzaktaşıyor bu ses. Kurtulmuş­lardır. Bir az sonra da mektubu yazan içeri giriyor. Geçir-

diği krizi anlatıyor. Üç kişi, atom bombasına karşı savaş gereği üzerinde birleşiyorlar. Oynaruş, genel olarak sade, giderek bir az da hareketsiz. Bunun bir tarz olduğunu söy­lediler. Ama boş rolü oynayan patetikti.

MOSKDVADA FIKRALAR

Moskovalılar siyaset üzerine fıkralar uydurmaktan pek hoşlaruyorlar. Güzel bir uygarlık ve kendine güven örneği olarak da bu fıkralarda kendi yönetimleri ve tanınmış Sov­yet Devlet adamları ile alay ediyorlar. Bunlardan bir kaçını yazayıın:

Leonid İliç Brejnef (bilindiği gibi İliç, Lenin'in küçük adıdır) parti sekreteri olduğu günlerde, partinin ileri gelen­leri yaruna gitmişler:

- Stalin'e büyük önder, Hruşçef'e büyük yoldaş di­yorduk, size ne diyelim? diye sormuşlar.

Brejnef boynunu bükmüş:

- İliç deyin sadece, olsun gitsin, demiş.

İki kişi konuşuyorlar:

- Bu yıl paraşütle yüksekten atlama rekorunu kim kırdı?

- Bilmiyecek ne var, Hruşçef.

Bir zamanlar Moskovayaa giren büyük caddelerden birine «Tereyağı üretiminde, Amerika Birleşik Devletlerini geçeceğiz» diye bir levha asmışlar. Bu levhanın asıldığı yer­den bilmem kaç metre aşağıda da şöyle bir trafik levhası varmış: «Yol vermezse geçmiye kalkma!»

SON

Sovyetler Birliği yolculuğunun bende bıraktığı genel izlenimi özetliyeyim:

Gelişmesini savaştan başka bir gücün yavaşlatamıya· cağı, emeğe ve barışa inanmış zengin bir toplum gördüm. Orada dünyanın başka zengin memleketindeki benzerle­riyle boy ölçüşen kuruluşların ayıncı niteliği, yalnızca hd- kın yararına yönelmiş olmalarıydı, bu amaca yönelmemiş bir girişime rastlamadım.

Sovyetler Birliğinde oturan insaniann Türkler için dostluk duyguları beslediklerini gördüm. İkinci Dünya Sa· vaşından sonra Sovyetler Birliğine ilk giden Türk yazarlan bizlerdik Bu yolculuğun Türk - Sovyet dostluğunu can· landırmakta uğurlu olmasını dilerim.

BVLQARISTAN

25 Mayıs - 28 Mayıs 1964 tarihleri arasında Sofya'da ilk olarak bir Balkan Yazarlar Konferansı toplandı. 13u konfe­ransa Arnavutluk, Bulgaristan, Rumanya, Türkiye, Yugoslav­ya ve Yunanistan yazarlarını temsil eden heyetler katıldı. Toplanlının amacı Balkan yazarları arasında tanışıklık ve sü­rekli ilişki kurulması idi Nitekim konferans sonunda alınan kararlardan biri, bir Ballean Edebiyatçı/ar Birliği kurulması­nı öngörüyordu. Bundan başka karşılıklı çeviri işine hız ver­mek ve bu işi düz^nli olarak yönetmek de alınan kararlar ara­sında idi.

Türk Edebiyatçı/ar Birliği Yönetim Kurulu, beni de Saf- ya'ya gidecek heyete seçmişti. Eşim/e birlikte Sofya'ya git­tim.

Size önce bu konferans üstüne bilgi verecek, sonra da Bulgaristan içinde yaptığım gezinin hikayesini an/atacağım.

SOFYA KONFERANSININ TOPLANTI
ZAMANI VE
YERİ

Bulgar hükumeti Balkan yazarlarını ilk olarak biraraya getiren bu toplantı için, Bulgar kırallarının av köşkü olan ve Sofya'ya on beş kilometre uzaklıkta bulunan Vranya sarayı­m Bulgar edebiyatçılar birliği'ne vermişti. Vranya sarayı­nın yukarı katlarında delegelerin yatak odaları, birinci katta da büyük toplantı salonu, kornitderin toplantı odaları, ^ virmenlerin çalışma yerleri ve yemek salonu vardı. Vranya'-

nın gerçekten sanatla düzenlenmiş, yeşil çayırlar ve sık konı- lada bezeli büyük bahçesi, delegeler için güzel bir dinlenme ve dolaşma yeri oldu. Bizden önce burada, Sovyetler Birliği Başbakanı Hruşçev ile Cezayir Başbakanı Ben Bella'nın kal­dığını söylediler.

Hazırlık toplantısı

Bütün heyetlerden birer ya da ikişer delegenin katıldığı, 25 Mayıs sabahı yapılan hazırlık toplantısında, konferans programının ve günlük programların yayınlanması, bir sekre­terlik, bir de redaksiyon komitesinin seçilmesi ve kurulması, okunacak raporların Fransızca ve Bulgarca'ya çevrilerek bü­tün delegelere dağıtılması, açış söylevinin Bulgar yazarlar birliği başkanı Dimitre Dimov, karşılığının da Yunan heye­tinden Leon Koukoulas tarafından verilmesi kararlaştırılmış- tl.

Delegeler raporlarını kendi dillerinden okuyacaklar ve bu raporlar, toplantı salonunun bitişiğinde yerleşmiş olan çevirmenler tarafından öteki Balkan dillerine ve Fransızca'ya çevrilecekti. Delegeler, dinleme cihazlarını ve önlerindeki fişleri kullanarak, kürsüde konuşanı istedikleri dilde dinliye" bileceklerdi. Bu çeviri işi, ufak bir iki aksaklık bir yana bı­rakılacak olursa, uluslar<trası bir konferansa layık bir biçimde başarı ile yürütüldü.

Çalışmaların başlaması ve Bulgar heyetinin raporu:

Öğleden önceki açılış toplantısında, Bulgar yazarlar bir­liği başkanı Dimitre Dimov, açış söylevini verdi ve bütün de­legeleri teker teker tanıttı; öğleden sonra da Bulgar heyL"- tinin raporunu okudu.

Bulgar yazarlar birliği başkanı, 21 büyük say;a tutan raporuna, doğrudan doğnıya humanizma konusu ile girdi ve bu açıdan Bulgar edebiyatının gelişimini anlattı. Bay Dimov'- un söylevinin özü şn noktada toplanıyordu: Humanizma kav­ramını sadece bir edebiyat ve sanat sorunu olarak değil, ça­ğımızın toplumsal, ekonomik, ahlaksal ve politik büyük so­runlarını içine alan bir insan sorunu olarak görmeliyiz; böy­le davrandığımııda da humanizma uğrunda bir şeyler yapma­mız gerekir. Bay Dimov, ortaya attığı bu yeni humanizmaya «aktif humanizma» adını koydu. <<Aktif humanizma», İtal­yan Rönesansı'nın ve Fransız devrimi'nin ilke ve kavramları ile çatışmıyor, tersine olarak, onları daha da geliştiriyordu. Bay Dimitre Dimov, bu açıdan yeni Bulgar edebiyatının özel­liklerini saydı, bu edebiyatın barışçı, devrimci, demokratik, realist olduğunu söyledi, fakat aynca «sosyalist realizm», «devrimci romantizm» terimlerine değinmedi.

Başkan'ın, sözleri arasında, Bulgar yazarlarının Atina'­ya kolayca gidemediklerini, Yunan ozanı Varnalis'in de doğduğu yere, yani Varna'ya gelemediğini, şaka kılıklı or­taya atması, Yunanlı sanatçıları önce darılttı; onlara göre, Varnalis istediği yere gidebilirdi, ona kimse engel olmazdı, nitekim üç kez Moskova'ya gitmişti ama hastaydı şimdi. Bay Dimov bunun üzerine Yunan heyetinden özür diledi.

Bütün konferans boyunca tatsızlık diye gösterilebile­cek bir bu olay oldu, bir de Arnavutlada Yugoslavlar ara­sındaki çatışma. Ama İkincisini bir anlayış ve düşünce ça­tışması diye anmak gerekecek. Yerinde göreceğiz.

Arnavut heyetinin rapoı-u:

Arnavut delegesi Fatmir Gheata'nın konuşmasında en

belirgin temalar şunlardı: Yeni Arnavut edebiyatı, kurtuluş savaşları içinde doğmuştur, bir savaş edebiyatıdır, yoksul­luğu yerer, özgürlük özlemini dile getirir ve «sosyalist re­alizm», <<devrimci romantizm» temelleri üzerine kuruludur. Yeni Arnavut şiirinde, romanında, piyesinde, yeni bir «kah­raman>> tipi canlandırılır, bu tip «toplumsal bilinci olan bir kahraman» tipidir. Yeni humanizma, eski humanizmanın taban tabana karşıtıdır. Barış için gerekirse savaşılmalıdır.

Rumen Heyetinin raporu:

Bay Ovidiu Krohmalnicianu'nun okuduğu raporda en ilginç olan yan, bu raporda humanizma konusuna Rumen halkııun verdiği basit anlamlarla girilmesiydi. Rumen de­legesi, bu geleneksel inançlardan edebiyatlara, sanatlara ve politik, toplumsal durumlara pek uyumlu ve akışlı olarak geçmesini bildi. Bunun gibi, Bay Krohmalnicianu'nun, Bal­kan edebiyatlarının ortak özelliklerini dile getirmesi de ger­çekten ilginçti. Rumen delegesi, Bulgar delegesinin <<Aktif humanizma» deyimine benzer bir deyim de kullandı, «Sos­yalist humanizma» dedi ve sanımca Bay Dimov'a göre daha açık - seçik davrandı. Her ikisi de ahlaksal ögelerin yeniden canlılığa kavuşturulması üzerinde durmuşlardı. Fakat Ru­men delegcsi kapitalist löpçülüğe dayanan insan ilişkileri içindeki humanizma ile yeni humanizmanın çatışma halin­de olduğunu da belirtti ki, bu belirtİş ile Arnavut delegesi­nin anlatırnma yaklaşmış oldu; ancak onunki kadar sivri olmadı bu anlatım, bol örnekler ve tatlı wzler içinde ^- muşadı.

Yugoslav Heyetinin raporu:

Yugoslav heyeti temsilcileri çeşidi bölgelerden geldik-

leri için konferansa ayrı ayrı bildiriler sundular. Biz bun­lardan genç romancı Dobritza Tchossitch'in okuduğu rapor üzerinde duracağız. Bu rapor, Balkanlı sosyalist memleket­ler arasında, edebiyat ve sanat anlayışları bakımından ayrı­lıklar bulunduğunu göstermesi açısından ilginç olmakla kalmıyor, bundan ayrı olarak, kalıplaşmağa yatkın edebiyat ve sanat akımlarının sert bir eleştirisini de getiriyordu. On­ca, çağımızda kültürün insani bağlardan kopması, ideololjik faydacılığa ve kar bırsına dayanıyordu ki, ikisinin de kay­nağı bencillikti. Tchossitch, sadece burjuva dar kafalılığına çatmakla kalmadı; Stalinci ve uydurma-devrimci diye ad­landırdığı yeni bir dogmatizmi de yerdi. Dogmacı sosyaliz­min edebiyat ve sanat özelliklerini sıralarken bu özellikle­rin, «olumlu», «iyi», «sağlam», 'iyimser,' 'aydınlık', 'biz­den' gibi sıfatla:rla anlatıldığını söyledi ve bunların boş olduğunu açıkladı. Ayrıca insanı idealize etmenin yersizliği üzerinde de durdu, «İnsan aynı zamanda, hasta, karamsar ve tehlikelidir de...» dedi. Toplumsal, ekonomik koşulların düzelmesi ile bu kötülüklerin git gide azalabileceğini söy­lerken de, sanımca Sartre'a yaklaşıyordu. Tchossitch, bu­nunla da yetinmedi, Kızıl Çin'de insanlık için yeni bir teh­likenin hazırlandığını söyledi ve bununla da Arnavut dele­gesinin, bir az sonra anlatacağım, protestosu ile karşılaştı.

Kısaca özedediğim bu raporlarında sosyalist memle­ketler edebiyatçıları, belirdi ki, memleketlerinin politiY. gi­dişlerine uygun bir dil kullanmışlardır. Bununla, Türk ve Yunan heyetlerinin, kendi devletlerinin politikalarını hiçe sayarak konuştuklarını söylemek istemiyorum. Biz Türkler, sosyalist olmıyan bir memleketten Sofya'ya gelmiştik; bun­dan ötürü de, sosyalist humanizma konusu üzerinde olum-

lu ya da olumsuz g0rüşler ileri sürmekte «temsilci olarak^ yetkisizdik. Kişisel kanılarımızı ise, özel konuşmalar sıra­sında elverdikçe açıkladık. Türk heyetinin raporunda, doğ­rudan doğruya humanizma konusu üzerine görüşler ve tah­liller yoktu; humanizma'nın doğuşunu anlatmak sadece öğ­retici olacağı için yersiz kaçacaktı, ama Türk edebiyatının gelişimi anlatılırken, çağdaş humanİzınanın bu edebiyat üzerindeki etkisi ve uygulanış biçimi kendiliğinden ortaya çıkıyordu sanıyorum. Yunan heyetinin raporu da başka bir yoldan aynı niteliği gösteriyordu.

Yunan heyetinin raporu:

Bay Dirnitdos Fotiadis'in okuduğu rapor, ne düpedüz humanizma üstüne, ne de Yunan edebiyatı üstüne idi. İnce ve duygulu bir uslUpla kaleme alınmış olan bu rapor, ede­biyat ve sanat üzerine bir deneme niteliği taşıyordu. Ama bu deneme içinde sanatçının kişiliği, yurtseverliği ve insan severliği, birbirlerini tamamlıyaıt ögeler olarak tanımlanı­yor ve kahramanlık, baş kaldırma, ölümü göze alma nitelik­lerine değin geliştiriliyordu. Böylece Bay Fotiadis'in rapo­runda humanizma, kavram olarak değil, canlı olarak ele alı­nıyor, savlardan, tanımlamalardan çok, nitelemelere, açık­lamalara, duygulara dayatılıyordu.

Bir tartışma:

Yeniden söz alan Arnavut delegesi Fatmir Gheata, Yugoslav delegesi Tchossitch'in sözlerine sert sözlerle kar­şılık verdi; Çin'e ve dar kafalı dogmacılığa çatılmasını pro­testo etti, realizm sosyalist ve devrimci romantizm ilkele­rini yeniden ve bu sefer daha keskin olarak savundu ve

alkışlanmadan ki.irsüden indi. Yugoslavlar ona cevap ver­mediler.

Son:

Konferansın çalışmaları, 28 Mayıs günü öğleden son­ra, redaksiyon komitesinin kaleme aldığı bildirinin okun- ınası ile sona erdi. Bu bildiri ayakta ve a]kışlarla dinlendi. Her memleketten ikişer delegenin katıldığı redaksiyon ko­mitesine beni başkan seçmişlerdi. Bu sıfatla hazırladığım raporun k.Jmitedeki ilk okunuşunda tartışmaları ben yö­nettim. Tartışma dedimse, taslaktaki bir sözcüğe Arnavut delegesi Dylan Şaplo karşı çıktı. O sözcük <dolerans» söz­cüğü idi. Bay Şaplo, dedi ki, «Cinayete de mi tolerans gös­tereceğiz?» Bunun üzerine Yunanlı delege, o sözcüğün ye­rine «karşılıklı düşüncelere saygı» deyiminin kullanılması­nı teklif etti, bu teklif kabul edildi ve böylece de o küçük tartışma sona ermiş oldu. Gerçekte bizim tolerans dediği­miz de «karşılıklı düşüncelere saygı» dan başka bir şey değildi.

Konuşmalardan çıkan genel sonuçlar:

Sofya konferansı, bir takım Balkan edebiyatçılarının ta­nışmalarına ve birbirlerinin edebiyatları üzerine genel bil­giler edinmelerine yaradı. $ekretarya komitesinin bir Bal­kan Edebiyatçılar Birliği kurulması ve Balkan memleketleri arasında karşılıklı çeviri işine hız verilmesi hakkındaki tek­lifleri karara bağlandı. (Sosyalist memleketlerde yayın iş­lerini devlet yürüttüğü için bu kararlar oralarda kolayca uy­gulanabilir, fakat Yunanistan'da ve Türkye'de bir takım güçlükler çıkar ).

Humanİzınayı sosyalist dünya görüşü açısından ele alan ve yararlı kılınağa çalışan sosyalist memleketler dele­geleri arasında bir takım görüş ayrılıkları olduğu dikkati çekti. Bu görüş ayrılıkları, o memleketlerin politik yönle­rine ve davranışiarına uygun olarak ortaya çıkıyordu.

Çalışmalar bittikten sonra, heyetler, ayrı ayrı Bulga­ristan gezisine çıktılar.

Toplantı dtft konufmalar:

Delegeler, sabah, öğle, akşam yemeklerinde aynı sa­londa toplanıyor ve yiyip içerken birbirleriyle konuşuyor­lardı. Bu durum, Sofya konferansının daha canlı ve daha yararlı olmasını sağladı. Gerek Vranya'da, gerek Bulgaris­tan gezisi sırasında çeşitli şehirlerin eğlence yerlerinde, dele­geler edebiyat ve sanat üzerine özel konuşmalarda bulun­dular, dostluklar kurdular, birbirlerini memleketlerine da­vet ettiler. Bu konuşmalardan edindiğim izlenimlerin bir takımını kısaca belirtmek isterim.

Kürsüde sert Arnavut delegeleri, özel konuşmalar sı­rasında çok tatlı insanlar olarak ortaya çıkıyorlardı. Türk edebiyarından kendi dillerine bazı çeviriler yapılmıştı, bu bakımdan bazı Türk edebiyatçılarını tanıyorlardı. Tek tük de Türkçe biliyorlardı. Bizlerle dostluk kurdular.

Yugoslav heyeti, bizimle tanışmak için, beraberce bir gezinti yapmamızı teklif etmişti; Sofya'nın üstündeki Vi- toşa dağına beraberce çıktık. Oradaki konuşmalarımız sı­rasında genç romancı Tchossitch bana, Balkan edebiyatçı­larının kendilerine özgü bir edebiyat ve sanat yaratmaları­nın boş olduğunu, bir çağdaş sanat bulunduğunu, bu sanat içinde kendimizi göstermemiz ve kabul ettirmemiz gerek-

tiğini, bunun için de tek dayanağın kişilik olduğunu söyle­di: «Her şeyin başı imzadır» dedi.

Burga4.'da, bir gece kulübündeki uzun konuşmamız sırasında da Rumen delegelerinden Bay Balan, batıda ta· nınmadan Balkan yazar ve sanatçıları için dünyaca üne ka­vuşmanın ve kendilerini tanıtmanın olanağı bulunmadığını söyledi. (Ad vermiyordu, ama Panait İstrati, Tristan Tzara, Brancusi böyleydi ).

Çeşitli siyasal eğilimlerde bulunan Yunan delegeleri­nin batı kültürüne bağlı oldukları ve o kültürden çokça ya­rarlandıkları ilk bakışta anlaşılıyordu. İçlerinde sol eğilimli olanlar vardı, Türk delegelere karşı yakınlık ve sevgi gös· terdiler.

Bulgarların belki de en iyi ozanları ve en iyi eleştir­menleri ile konuştum ve onlarda, sanat ve edebiyat sorun­ları konusunda büyük bir açık fikirlilik bulunduğunu gör­düm. Yaratıcılık alanında Batı'yı bizalamak için bütün kapı­ları açmak ve büyük bir çaba göstermek eğilimindeydiler.

Genel olarak bütün delegelerle dostça ve meslekdaşça konuştuk; aramızda aşılamaz anlaşmazlıklar olmadı.

Türkçe hala Balkanların geçerli bir dilidir. Hikayeyi sofrada bizim yanımızda anlattılar; bir Yugoslav'a, «Sizin dilinizde Türkçe sözcük var mı?» diye sormuşlar, Yugos­lav Türkçe, «Yok be birader.» demiş.

Türk yazarlarından Nazım Hikmet'i, Aziz Nesin'i, Ya­şar Kemal'i, Orhan Kemal'i en çok tanıyorlar.

TÜRK HEYETİ ADINA OKUDUCUM, HEYETÇE HAZIRLANAN RAPOR

Ulusların, edebiyatlarını karşılıklı olarak tanımaların-

da büyük faydalar vardır. Geçmiş ve günümüz, bu düşün­ceyi doğrulayan olaylarla doludur. Bir çağın edebiyat ve sanatı dünyaya açıldıkça evrensellik kazanır ve bu ölçüde etkisini de artırır. Gerçekten de çeşitli toplumların birbirle­rini tanımalarında, kendilerine özgü düşünce sınırlarını ge­nişletmek ve başka toplumları anlamaya başlamak gibi bü­yük faydalar vardır. Bu faydaları sağlıyan başlıca önemli yol­lardan biri edebiyat ve sanat yoludur. Başka ulusların ede- biyatiarına ve sanatiarına açıldıkça, bir ulusa özgü edebi­yat ve sanat evrensel olma niteliğini kazanır. Nitekim bu­günkü uygarlığımızın temelinde bulunan Yunan - Latin kül­türü, bütün yabancı kültürlere kapısını ardına kadar açık tutarak evrensellik niteliğini kazanmıştır. Bugün artık bir Yunan mucizesinden söz edilmiyor. Eskiden mucize diye tanıtılan bu olay, ilk fizikçiler denilen İyonya düşünürlerin­den tutun, Anadolu, Mezapotamya, Hint ve Mısır kültür­lerine kadar uzanır. Böylece bu olayın, sürekli bir gelişim sonunda yapılan bir bileşim olduğu ortaya çıkar.

Bunun gibi, günümüzde en dar anlamda Avrupa böl­gesinin yoğurduğu bir çok sanatlarda, dünyanın dört buca­ğındaki sanatlardan ve kültürlerden yararlanma geleneği vardır. Bu gelenek, bir yandan modern sanatların nefes al­masını, yenileşmesini sağlar ve bu yoldan eskimiş güzellik anlayışlarını sarsarken, öte yandan dünyaca az tanınmış, hatta ilkel toplumların sanatlarında, örnek alınabilecek ni­telikte biçim ve anlam zenginliklerinin varlığını gösteriyor. Böylece dünyamız küçülmüş ve birleşmiş oluyor. Ayrıca da toplumlar arasındaki suni, zoraki ve tek yanlı bölümleme­ler önemini yitiriyor. Bugün artık ileri gitmiş ve geri kal­mış toplumlar arasındaki ayrım değildir önemli olan, bu

toplumlardaki insanların ortak yanları ve yaşama çabala­rıdır. Nitekim, bakıyorsunuz, en yeni dünya görüşleri, geri kalmış diye bilinen toplumlarda rahatça gelişme ve uygu­lama alanı bulabiliyor. Bu noktada edebiyatların ve sanat­ların gördükleri hizmet çok önemlidir. Öyleyse bu çeşitli edebiyatlar ve sanatların birbirlerini tanımaları kadar ge­rekli, akla uygun ve yararlı bir şey düşünülemez.

Buııda, Balkan ülkeleri edebiyatçılarını bir araya ge­tirmekle bu gerekli ve yararlı görevi başarmış olan sayın evsahiplerimiz Bulgar yazarlar birliği'ne teşekkürü borç biliriz.

Gerçekten Balkan edebiyatçılarının eserlerini dikkatle inceliyen ve karşılaştıran bir göz, bu eserde anlatılan kişilerin ve yaşayışların ne kadar çok ortak ve benzer yan­ları olduğunu görür. Başka bir deyişle, bu yazarlar sanki kendi uluslarını yazmakla ve aniatmakla kalmamışlar, ade­ta Balkanlıları, bütün bu komşuları dile getirmiş ve can­landırmışlardır. İlk aklımıza gelen bir kaç ad, bize bunun ne kadar doğru olduğunu gösterecektir. Bir Yurdan Yafkof, bir İvo Andriç, bir Panait Strati, bir Kazancakis, bir Spasse ve bir Sait Faik hepimizin yazarlarıdır. Gerçi sanatında «hümen»i bulmuş olan her sanatçı, artık sadece kendi top- lumunun değil, bütün insanlığın malıdır. Ama bizim örnek­lerimizde, durum, daha somut bir nitelik taşıyor.

Bununla beraber, bütün bu edebiyatlar birer ulusal edebiyattır; dil ve öz bakımından elbette belli bir ulusun dilini ve yaşayışındaki özü getirir. Ancak şunu da belirtmek yerinde olacaktır ki, ulusal edebiyatlar ve sanatlar, evrensel olma niteliğini gerçekleştirdikleri oranda ulusaldırlar. Baş-

ka bir deyişle, onlar, ancak ulusal oldukça evrenselliğe ula- ^abilirler.

Bugün dünyaya mal olmuş edebiyatlar ve sanatlar için de bu diyalektik gelişim doğrudur.

Bizim çağdaş edebiyatımıza çok etkisi olmuş sanat anlayışlarından birine göre, biçim yani form, uygarlığın or­tak malıdır; öz ise yerlidir. Biçimin özü, özün de biçimi ge­tirdiği kuralı her ne kadar doğruysa da, biçim alış verişinin kolaylığına karşılık, öze ancak somut bir yoldan varılabilir. Bu öz, hiç bir zaman benzeri bulunmayan bir insanı hedef tutmaz; o, insana yani humen olana ancak somut bir yoldan varılabileceğini düşünmekle en doğru anlamını kazanabilir. Belli bir çevrenin insanı, son incelemede, bizi hümen ola­na götürür. Bu bakımdan bölgesel ve ulusal olduğunu ileri iürdüğümüz öz, ayıncı bir nitelik taşımaz. Taşırsa evrensel olmak ve az önce sözünü ettiğimiz diyalektik kural gere­ğince, ulusal olma niteliğini de yitirir.

Bunun bir örneğini, müsaade ederseniz, size çağdaş Türk edebiyatından söz açarak belirtmek istiyoruz.

Türk edebiyatı, gelişimini ulusallaşma yönünde yap­mış ve bu yolla dünyaya açılmak olanağını bulmuş bir ede- biyatır. Burada, Türk edebiyatma topluca bir bakış yarar­lı olacaktır sanırız.

Türklerin, İslam uygarlığına girmeden önce de bir edebiyatları vardı ve bu edebiyat çok tanrılı uygarlığın söz­lü edebiyatı idi. Aynı zamanda sihirbaz olan şairler, şiirleri­ni sazla söylerlerdi. Sözlü ve yazılı olarak iki dönemde ele alınan bu edebiyat, Türklerin İslam uygarlığına girmesi ile değişikliğe uğradı. Burada önemli ve konumuzia ilgili bir olayı anlatmak gerekiyor: Türkler bu uygarlık değiştirme

olayı sırasında dillerini de değiştirmişler ve Türkçe büyük ölçüde arapça ve farscarun etkisi altında kalmıştır. Çünkü arapça dinin ( yeni hukukun ), farsca da ortak uygarlığın şiir dili idi. (Sadece şiir sözünü kullanmamız şundan geli­yor; o çağdaki Türk-İslam edebiyatı büyük ölçüde şiirden ibaretti.) Türk şairleri, kendilerine örnek olarak fars şair­lerini seçmişlerdi, onların şiirlerindeki söz ve anlam oyun­larını taklid ediyorlardı. Sonradan Divan şiiri diye anılan bu şiirin yaratıcıları, gerçi fars etkisi altında bile kişilikle­rini belli etmekten geri kalmıyorlardı; ama onların yaptık­ları bu edebiyata gene de orijinal bir edebiyat denemez. Çünkü sevgiliyi, yürüyen selviye benzetmek, fars şiirinin bulduğu bir benzetme idi ve bu iki edebiyatı inceliyen bir göz, elbette kaynağa önem verecekti. Bir ümmet edebiyatı, bir din birliği edebiyatı olan Divan edebiyatı halkı ihmal edip adeta karma bir dille ortak bir formalist zevk anlayışı­na yönelmiş, fakat bu yolla hümı:;ne ve evrensel olana ula­şamamıştır. Böylece de gittikçe daralan bir sınır içinde ka­panıp kalmıştır.

Buna karşılık Türklerin İslam uygarlığı içinde başka bir çeşit edebiyatları daha gelişmiştir. Biz buna halk edebi­yatı diyoruz: Eski Türk geleneğinden kalma ve Anadolu'­nun çok eski geleneklerini de benimsemiş, sazla söylenen türküler ve hikayeler. Bu edebiyat kimsesiz halkın dilini ve duygusunu kullanıyordu. Gerçi Divan edebiyatının benzetmeleri ve söz oyunları, bu edebiyatta da etkisini gös­terir, ancak onu yaşamdan ve insandan ayrı düşürmez.

Bu iki edebiyat yan yana ta Tanzimat'a ( 1839) kadar yaşarlar, Türk toplum hayatında büyük bir yeri olan Tan­zimat olayı, kısaca anlatmak gerekirse, Türk toplumunun

bir uygarlık değiştirme çabasıdır. Fakat bu çaba, kökten bir devrime dayanmadığı için, kesin bir başarıya ulaşama­mış ve iki uygarlık arasında bocalayıp kalmıştır. Bunun ede­biyat alanındaki örneklerini söylemek gerekirse, Divan şii­ri bir yandan sürüp gidiyor, bir yandan Avrupa edebiyatla­rından alınan yeni edebiyat türleri ortaya çıkıyordu, roman tiyatro gibi... Tabii bunun yanında bir de batılı şiir anlayışı da artık gelişiyordu. Bu iki şiir anlayışı arasındaki farkı kı­saca belirtmek yerinde olacaktır. Divan şiiri, mesela bir ka­side, bir gazel, gelişen bir bütün değildir; birbirleriyle san­ki ilgisiz olan beyiderden kuruludur. Bu yolla yaratılan gü­zelliği bir yana bırakırsak, Divan şiirine donmuş, kalıplaş­mış bir şiir denebilir. Şüphesiz onu biz yeniler bütün bü­tün bir yana atmış değiliz; biz şimdi o şiire modern bir göz­le bakarak, eskilerin kabul etmiyecekleri güzellikleri bulu­yoruz onda. Ama bu nihayet bir yorumdur, yeni bir yorum. Diyeceğimiz şu ki, Tanzimada beraber giren yeni şiir anla­yışı, Türk edebiyatma kendi içinde gelişen ve anlama daya­nan bir şiiri getirmiştir. Fakat yukarda da dediğimiz gibi, bu yeni şiir anlayışı ile, eski şiir anlayışı daha bir süre yan yana yaşıyacaktır.

Osmanlı İmparatorluğunun dağılma ve çöküş süreci içinde, Türklerin ulusallaşma eğilimi ve bilinci de git gide artar. Bu eğilim ve bilinç içinde, dil yabancı etkilerden kur­tulma çabasına düşer. Arap ve fars dillerine karşı bir tepki belirir. Bizim şimdi burada sadece edebiyat alanındaki ör­neklerini ve özelliklerini verıniye ve belittmiye çalıştığımız bu çaba, Atatürk devrimi ile birlikte kesin ve tam anlamını kazanır: Dilde ve özde ulusallaşma.

Atatiirk devrimi, bizim açımızdan kısaca belirtmek ve

tanımlamak gerekirse, İslam uygarlığından laik uygarlığa geçiş demektir. Bu geçiş sırasında da, tıpkı çok tanrılı bir toplumdan İslam uygarlığına geçiş sırasında olduğu gibi, büyük bir dil özleşmesi akımı kendini gösterir. İslam uy­garlığına geçiş sırasındaki dil değişikliğinin anlamı, arap ve fars dillerini ölü diller olarak kullanma ve o dillerin kök­lerinden yeni sözcükler üretmekti. Tıpkı yeni Avrupa dil­lerinin Yunan ve Latin dillerini birer ölü dil gibi kullanma­sı olayına benzer bu. Atatürk devriminden sonra ise, eski uygarlığın ölü dilleri artık işe yaramıyacaktı. Başlangıçta bir biçim değişikliği gibi görünen alfabe devrimi aslında öz bakımından değişmedir. Söyle ki: Arab alfabesinin fonetiği ve yapısı artık yeni Türkçe'nin yapı ve fonetiğine uymuyor­du. Ve yeni Türk yazısı yabancı sözcüklerin atılmasını hız­landırıyordu. Gerçekte, Osmanlı İmparatorluğu içinde doğmuş olan karma dil, Türk dilinin yapısına ve fonetiğine aykırı idi. Bildiğiniz gibi, Türk dili ile Arap ve Fars dilleri başka başka ailelerdirler.

Atatürk devrimleri diye anılan değişiklikler, yeni bir ulus anlayışı temeline dayanıyordu. Bu anlayışa göre, ye­ni toplumun tarih görüşü, üstünde yaşadığı toprağın bütün uvgarlıklarını benimserrıe çığrını açar. Demek ki, laik Türk toplumu, ulusallaşmakla, dar sınırlar içine kendini kapatmış değil, tam tersine, bir yandan toprağın bütün es­ki uygarlıklarına, öte yandan da batı uygarlığının evrensel özüne açılmıştır. Burada önemli bir açıklama yapmak gere­kiyor: Hristiyanca bir özü de içinde taşımakta olan batı, bizim açımızdan (ve sanırız ki bu açı en bilimsel verilerle de doğrulanabilir) hristiyanlığı yendikçe evrensele yönelen bir uygarlık yaratmıştır. Hoşgörü, tabiata yönelme, akla

inanma gibi erdemler ve özellikler ancak böyle bir başarı sonunda ortaya çıkabilirdi. Türk toplumuna Atatürk dev- rimlerinin getirdiği değişiklik, ona büyük bir gelişim olana­ğı sağlamıştır. Gelişim ise, insan aklının bütün kazançlarını elde tutarak ilerlemek demektir. Bu bakımdan bir bölgenin, bir toplumun sanatı ve edebiyatı, ayırt etmeden, geçmişin bütün kazançlarını benimsernek zorundadır. Buna, çağdaş olan karşılıklı etkilenmeleri de eklersek çağımızın insanını ve evrensel olanı bulma olanağını yaratırız. Türk edebiyatı hiç bir döneminde bu özelliklere bugünkü kadar yaklaşma­mıştır. Baştan beri ileri sürdüğümüz görüşe bağlı kalarak diyebiliriz ki, Cumhuriyet dönemindeki Türk edebiyatı, halka, yurt sorunlarına eğildikçe yabancı ülkelerin dikkatini çekmeye başlamıştır. Çünkü bu eğiliş dünyaya kapalı değil­dir; çünkü Türk insanı ve onun sorunları, bugünkü edebi­yatçılarımız iyice anlamışiardır ki, dünyanın gidişinden ba­ğımsız değildir. Bütün iş, bir bölgenin kendine özgü koşul­larından, insanlığın ortak sorunlarını bulup ortaya çıkar­maya bağlıdır.

Gene Türk edebiyatı, sanat biçimleri, teknik ilerleme­ler ve yenilikler bakımından, hiç bir zaman bugünkü ka­dar dünyanın başka yerlerindeki sanat ve edebiyat akımla­rına yaklaşmış değildir. Bugün Türkiye'de, şiir, edebiyat alanında olsun, plastik sanatlar alanında olsun, dünyanın en yeni akımlarını yaratıcı bir çaba ile ele almış sanatçılar var­dır. Bu çaba, bizim halk edebiyatımızı ve halk sanatlarımızı da kapsıyor. Halk edebiyatı ve halk sanatları, sanatçılarımiZ için zengin bir kaynak görevini görüyor. Başka bir deyişle, kendimize eğilrnek ve dünyanın başka yerlerindeki sanat

biçimlerİ ve sanat akımları ile ilgilenmek birarada yürütül­mektedir.

Burada acındığım bir soruna dokunmak istiyorum. Dünyanın küçüldüğü ve birbirine yaklaştığı böyle bir dö­nemde, ne yazık ki, Balkan memleketleri edebiyatçıları ve sanatçıları, birbirlerini gereğince tanımamaktadırlar. Bulgar Yazarlar Birliği'nin düzenlediği bu mutlu toplantı, dileye- Jim ki, bu eksikliğin giderilmesinde başarılı bir adım olsun.

YaJamak bir ağaç gibi tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeJcesine

ARNAVUTLUK HEYETİNDEN

FATMİR GHIATA'NIN RAPORUNDAN:

Fatmir Ghiata, 1923 de doğru. Edebiyata Ulusal Kur­tuluş saf.'aJında hasladı. Bu savaşa bizzat katılmıJ!ır. Şiir kitapları yazdı. Bunlar arasında en tanınmıJ olanı «Partizan Venko»dur. Hikayeler de yayınlamıştır. Bunların başlıca- ları, <<Kan damla/art•>, <<Buğday olgunlaştı»dır. Romanları da vardır: <Su uyur, düşman uyumaz» «Dönemeç», «Batak­lık», «Düşmanlar». Arnavut yazarlar ve sanatçılar birliği'- nin yönetim kurulu üyesidir. Bir çok ödüller almıştır.

Kültür ve edebiyat alanında Arnavut rönesansı on dokuzuncu yüzyılda başlar; bu akım yurtseverlik düşün­cesinden, memleketin ve insanın kurtuluşu kaygusundan ve en derin insan severlik duygusundan esinlenmiştir. Ar­navut rönesansı edebiyatı, oldum olası, bir kavga ve savaş edebiyatıdır; halkı, birleşip özgürlüğünü elde etmiye çağı­rır, ona «Ya özgürlük, ya ölüm!» sloganını verir. Bu, baş-

lıra aııı;ıcı ulusal kurtuluş olan erkek sesli bir edebiyattır.

Rönesans eserlerinin bütününde hep insanlık ve ulus adına fedakarlık düşüncesi ağır basar. Bütün azanların ha yatı, ülküleri ile uyumlu idi. Bunlar, Arnavutluğun kurtu­luşu, özgürlüğü uğruna savaşıyor, kendilerini feda ediyor­lardı.

Kurtuluş döneminde, Zogo'nun burjuva-derebeylik rejimi altında ise, toplumsal nitelikte ve sınıf ilkesine da­yanan daha başka sorunlar, halkın toplumsal durumu ve aşı­rı yoksulluğu sorunları ortaya çıktı. Bu dönemde edebiya­tımız, devrimci romantizm adı altında özetlenebilecek ye­ni bir aşamaya vardı. 27 yaşında veremden ölen Migbeni sadece yoksulluğu dile getirdi ve bunun ne büyük bir yüz­karası olduğunu belirtti.

Yüzyılımızın otuzuncu yıllarına doğru, toplumsal ni­telikte bir takım sorunları, birey ve toplum ilişkilerini, ya­şamdan koparılmış, kendini bir çıkmazda gören, ümitsizliğe ve inkarcılığa düşmüş ( Spasse'nin <<Niçin>) adlı romanında anlattığı gibi) insanın kaderi ile ilgili sorunları ele alan ye­ni bir edebiyat ortaya çıktı. Gene bu dönemde edebiyatı­mız, baba erkine bağlı ve bu ilişkileri koparmaya çalışan kadın sorununu ele aldı.

Buraya kadar eski edebiyatımızın gelenekleri üzerine kısaca bazı bilgiler vermiş clduk. Yeni Arnavut edebiyatı­nın ise yirmi yıllık bir geçmişi vardır. Bu edebiyat, yukarda anlattığımız gelenekiere dayanmakta ve onları geliştirmek­tedir. Halk devriminden doğan yeni Arnavut edebiyatı, devrimci ve humanisttir. En yüce amacı, sosyalizmin ger­çekleşmesi yolundaki savaşta halk kitlelerinin davasına hiz­met etmek, yurtseverlik ve enternasyonalizm ülküleri, in-

sanlık ve barış sevgisi, her türlü sörnürücülüğe ve toplurn- sal adaletsizliğe, gaddar emperyalizme karşı savaşta halkı güçlendirmektir. Partizanların patiattığı silah sesleriyle ve savaşçıların yüreğinden kopan türkülerin yankısı ile doğan bu edebiyat, şehirlerde, köylerde gizli gizli dağıtılan bro­şürler, dergiler ve türkületle bütün yurdu kapladı.

İşte şimdi bizim edebiyatırnız realist bir olgunluk ça­ğında olup toplumsal bir nitelik taşımakta ve özellikle Sov­yet yazarlarının - Gorki, Aleksi Tolstoy, Fadeyev - ve genel olarak bütün dünyadaki ilerici edebiyatların etkisi altında bulunmaktadır. Yeni Arnavut edebiyatı, bir kahramanlık destanı halini almıştır.

Toplumsal bir bilinci olan yeni kahraman sorunu, sos­yalizmin kuruluşu boyunca daha da içli bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Halkın içinde ve halkın hizmetinde gelişen edebiyatımız, sosyalizm gibi bir gerçek karşısında kendi içi­ne kapanamaz ve dar konulu açılardan işe başlıyamazdı. Gerçek realist sanat, her zaman büyük temaları, toplumun gelişmesi ile insanın gelişmesini toplumsal süreçler halinde ele almayı amaç bilir.

Amacı dünyayı değiştirmek ve Gorki'nin dediği gibi «Bütün ırk ve ulusların işçilerini sermaye zincirlerinden kurtarmak» olan humanizmayı, sahte humanizmadan ayırd ermesini biliyoruz. Sahte humanizına derken de şunu söy­lemek istiyoruz: Güya bütün insanlara şefkat ve sevgi duy­duğunu söyliyen, aslında ise insanlığa ve insanların gerçek mutluluğuna karşı ilgisiz olan kimselerin «avutucu» güzel sözlerinden başka bir şey olmıyan humanizma. İnsanların kurtulması ve insanlığın mutluluğu hiç bir zaman pasif bir hurnanizma yolu ile elde edilemez.

Bizim edebiyatımız, dünya edebiyatının büyük eser­lerinin çevirileriyle geniş ölçüde desteklenmektedir. Bu iş, eski Yunan klasiklerinden başlıyarak, Avrupa, Amerika, Afrika-Asya'nın en yeni romanlarını içine almaktadır. Türk yazarlarından Suat Derviş ile Aziz Nesin'i de bu arada sa­yabiliriz.

BULGAR HEYETİ BAŞKANI

DİMİTRE DİMOV'UN RAPORUNDAN:

Konferansta Bulgar heyeti başkanı ve Bulgar Edebi- yaıçılar Birliği Ba[kanı nlan Dimitre Dimov, romanları ve piyesleri ile tanınmış bir Bulgar yazarıdır. Özenle son ro­manı Tütün çok ilgi toplamış ve kısa zamanda yeniden ba­sılmıştır. Öteki Balkan dillerinden bir kısmına çevri/en bu büyük kitap Bulgaristan'da istisnasız bütün eleştirmenlerin takdirini kazanmış bulunmaktadır. İspanyolı·a bilir ve bu dilde incelemeler J'apmıştır.

Humanizma kadar hiç bir konu bizi böylesine içten saramazdı; işte bu yüzdendir ki biz raporlarımızı bu konu üzerinde hazırladık ve bu konu üzerinde tartışacağız. Halkı ile yaşıyan ve onun kaderini paylaşan yazar kadar kimin ka­fasına ve yüreğine bunca yakın bir konu bulunabilir? Halkı sevmeyi, yazarların tekeline bırakınayı düşünmüyorum, ama bütün dünyaca tanınmış bir gerçeği dile getirmek isti­yorum ki, o da şudur: Tarih toplum ve ahlak açılarından ele alınınca, humanizma, bütün yazarların bireysel bilinç­lerinin ve kamusal davranışlarının bölünmez bir parçasıdır.

Eğer humanizma kavramı ile, sadece yazarların bütün

dikkatini kendi üzerine çeken genel olarak insana yönelmiş bir ilgiyi değil de, her şeyden önce çağımızın toplumsal, ekonomik, ahlaksal ve politik büyük sorunlarına, milyon­larca insanın baskı ve yoksulluk altındaki durumlarına, in­sanın daha iyi ve daha haklı bir yaşayışa karşı olan özlemi­ne yönelmiş bir ilgi ve dikkati anlıyorsak, bundan çıkacak olan ilk sonuç, bu humanizma uğrunda bir şeyler yapma­mızı gerektiren etkenleri ele almaktır. Bu etkenlerden biri, özel olarak biz Bulgar yazarlarını ilgilendirir. Buna bölge­sel ve öznel bir etken de denebilir. Madem burada dostça konuşuyoruz, ufak bir nükte, sanırım kimseyi darıltmaya- caktır. Dünyanın dört bir yanında, zengin ve aylak yüzlerce kişi, binlerce kilometre aşıp canları istedi mi Atina'ya gide­bilir ve oradaki eski sanat eserlerini görebilir. Oysa biz, Yunan başkentinden ancak yüz kilometre uzaklıkta bulu­nan Bulgar yazarları için böyle bir gezi bin türlü güçlükler­le karşılanır; o kadar ki böyle bir geziden vaz geçmemiz ge­rekir. Atom silahlarının tehdidi altında yaşadığımız ve bir düğmeye basınakla her şeyin, bunca sanat hazinelerinin mahvolabileceği bu çağda bizler, bu korkunç tehlikeyi ön­lemek için neden bütün çabalarımızı biraraya katmıyoruz diye vicdan azabı duyabiliriz. Zaten dünyanın hiç bir böl­gesi, Balkanlar kadar savaş alanı haline gelmemiş ve yakılıp yıkılmamıştır. Hatta bu yüzden Balkanları barut fıçısı say- ınağa kadar gitmişlerdir. Çağımız gibi, insanların kitle ha­linde yok edilmeleri tekniğinin gelişmiş bulunduğu bir çağ­da barış ve savaş sorunu artık bizim için sadece politik ve ahlaksal bir tartışma konusu değil, fakat bir ölüm kalım sorunudur.

Burada, sizlere, Başbakanımız Jivkov'un bir az da şa-

ka kılıklı söylediği şu sözleri hatırlatmak istiyorum: «İkin­ci dünya savaşından bu yana yirmi yıl geçti. Biz Balkan uluslarının politikacıları ve devlet adamları biraraya gel­mek için hala bir imkan ve zaman bulamamışken, siz bu ülkelerin yazarları huluştunuz. Hem de sadece buluşmakla kalmadınız, politik düşünce ve görüşlerimizin ayrılığına kar­şın ortak bir dil buldunuz. Çünkü sizi biraraya getiren bir çok etkenler vardı: Halk sevgisi, ulusal gelenek saygısı ve her ülkenin kültürel zenginlikleri, barışa, ilerlemeye ve ulusların refahına karşı duyulan karşılıklı anlaşma.))

Bütün Balkan memleketlerinin edebiyatlarında derin­den derine humanist, demokratik ve uygarcı geleneklerin bulunduğu kolayca gösterilebilir. Bir çok tarih olayları, Bal­kan uluslarını ve onların kültür temsilcilerini esiniiyen hu- manistçe bir hoşgörü, dostluk, karşılıklı anlaşma ve işbir­liği duygusunu taşıdıklarına tanıklık eder.

Humanizma, insan düşüncesinde büyük, tarihsel bir dava ve insan toplumunu yöneten nesnel yasaların özünü koşullayan karmaşık bir takım kavramlar demetidir. Taraf­sız her insan için şurası açıktır ki, Rönesans'ın humanİst düşünceleri, Fransız burjuva devriminden sonraki humanİst düşüncelerle ve sosyalist Ekim devriminden sonraki düşün­celerle kolay kolay bağdaşamaz. Biz sosyalist dünya yazar­ları için bu çok uıbiidir; çünkü insanlığın tarihsel geliş:mi içinde toplumda durmadan yeni bir takım etkenler ve bun­lar arasında da bir takım yeni ilişkiler ortaya çıkmaktadır. Ama bu, İtalyan Rönesans'ının humanİst düşünceleri, bizim sosyalist dünyamıza hiç bir ışık getirmemiştir anlamına gel­mez; biz sosyalistlerin humanİzın anlayışı, Fransız devrimi- nin ortaya attığı kardeşlik, eşitlik ve özgürlük gibi büyük

demokratik kavrarnlara karşıt değildir. Tam tersine, bizim humanizmimiz, Rönesans'ın ve Fransız burjuva devriminin ilke ve kavramlarının özünü pratikte genişletmekte, zengin­leştirmekte ve ateşlendirmektedir. Oysa bugün batıda bu ilke ve kavrarnlara karşı gelen bir takım akımlar vardır. Biz bunlara karşı Rönesans'ın insan kişiliğini savunmak duru­munda bulunuyoruz ve bu yüzden de onlar tarafından ede­biyat ve sanat alanında dogmatik olmakla suçlandırılıyoruz.

Tarih bize gösteriyor ki, Rönesans'ın humanizma kavramı, yavaş yavaş ve aşamalada gelişmiştir. İnsanlığın ilerlemesini İstiyen ve tarihsel bir dava olarak ele alınan humanİzınanın son gdişim aşamasına biz aktif humanizma diyoruz. Bu açıdan, biz Bulgar yazarları için humanizma, insanın ahlaksal ilkeleri, içinde inanç ateşi, yaratıcı gücü ve eylemleridir, bunlar da bizi barış adına, insanın geçmişteki, bugünkü ve gelecekteki onuru adına, her uzanan eli sık- ınağa götürür.

RUMEN HEYETİ BAŞKll.NI

OVİDjU KROHMALNJCIANU'NUN

RAPORUNDAN

Rumen halkı <<Humanizma» sözcüğünden ne anla­maktadır? Bize göre humanizma, insan davranışlarının özü üzerinde durmak demektir. Halk bu kavrama, bir takım ba­sit ilişkilere bağlı olarak somut bir anlam verir. Bu ilişkiler şunlardır: İhtiyaç ve zorluk karşısında dayanışma, hoşgörü, çeşitli ulusların inançlarına, törelerine ve geleneklerine say­gı, konukseverlik yani dost edinme ihtiyacı, iyi komşuluk ilişkileri, birbirine açılma ve dolayısiyle haksızlığı, İşkenceyi, toprak doymazlığı, insanın aşağılatılmasını ortadan kaldır-

mak uğrunda gerekli olan adalet sevgisi. İşte Rumen halkı­nın Ilumanizma kavramını dile getiren geleneksel duygula­kısaca bunlardır. Folklorumuzda bu duyguları yankılayan nice örnek vardır.

Balkan memleketlerinde edebiyatların folklora, efsane­lere, türkülere ve halk hikayelerine ne kadar bağlı olduğu­nu biliriz. Üstelik, ülkelerimiz arasında bütün bu motifler bakımından büyük bir yakınlık da vardır. Örneğin Panait İstrati'nin ve Sadovyanu'nun eşsiz bir özgürlükle modern bir destan haline koydukları haydut geleneği bütün uluslarımız­da ortak bir gelenek değil midir? Tabiat bilinci, Balk.ı< n memleketleri edebiyatlarının hepsinde ağır basar.

Bunun gibi, bana göre, realizm de ülkelerimizin ortak bir geleneğidir.

Bizim edebiyatımızda ulusallık ögesi, humanİst bir ruh ile ele alınmış ve gerçekleştirilmiştir; insanlık kavramı, bir çeşit yüksek sosyalist humanizma biçimini almıştır. Bulgar Edebiyatçılar Birliği Başkanı Dimitre Dimov'un da dediği gibi, halk destanı yeni bir bilinç düzeyine ulaşmıştır. İnsan kişiliğinin özgürce gelişmesini sağlıyan bilimsel felsefeye da­yalı ana kavramları desteklemek için humanizma, ahlaksal etkin ögelerin yeniden canlılığa kavuşmasını istemektedir.

Bizim çağdaş edebiyatımız, insanlık kavramına yep­yeni bir anlam vermiştir. Eskiden humanİzınanın özü, top­lumsal ilişkiler karşı savaşta anlatımını bulmak zorunda idi. lumsal ilişkilere karşı savaşta anlatımını bulmak zorunda idi. ilişkiler, demek ki, humanİzınanın özü ile çatışma halinde idi ve onu yok etmiye çalışıyordu. Ama bugün bizde insan duygusunun dile getirilmesi, çağdaş ve toplumsal gerçeklik duygusuna yoldaşlık etmektedir. Bunu, unutulmaz simge-

leriyle Mihai Beniuk, «Yol kenarındaki elma ağaw> adlı şürinde en iyi dile getirir. Ozan, insaru meyveler veren bir dma ağacı gibi düşünmektedir; bu ağaç, etrafı çevrili, iyi korunmuş bir bahçede değil, gelenin geçenin ellerini uza­tıp meyvelerini koparahileceği bir yerdedir. Bu yer, vatanın cömert toprağı üzerindedir.

Ben bir elma ağacıyım, bahçesiz

Dallarımda kırmızı elmalar tutuşur

Yolcu, istediğin gibi kopar al

Kimseye hesap verecek değilsin

İlle de birine teşekkür gerekse

Yurduna teşekkür et

Seni de, beni de taşıyan o Seni de, beni de hesliyen o

Sosyalist humanizma, bütün uluslarla, özellikle kom­şu uluslarla bir bağ kurma kararımızda bütün engelleri ve önyargıları silip atmıştır. Bugün Balkan ulusları ara­sında içten bir yakınlaşma havası yaratılmış bulunuyor.

YUGOSLAV HEYETiNDEN

DOBRITZA TCHOSSITCH'İN RAPORUNDAN:

Kültür ve edebiyat alanında Balkan uluslarırun iliş­kilerine öncülük etmesi gereken bir takım genel ilkeler ka­bul etmek zorundayız. Bunlardan biri, bence, gittikçe kü­çülmekte olan dünyamızın kaderini, maddi, kültürel ve ah­laksal bağımlılığını, birlik ve beraberliğini benimsemektir. Bizim insancıl sorunlarımız, dünyanın insancıl sorunları ve hayati bağları dışında ele alınacak olursa, gerçek çağdaş

humauizmarun özü bozulur ve onun buyruklarını yerine getirmek güçleşir.

Balkan ülkeleri arasında dostluk, kardeşlik, anlaşma ve karşılıklı güven bağlarının kurulabilmesi için başlıca şartlcırdan biri de, bizim kültürlerimizin ideolojik yapısının tarihsel ve eleştirel bilinçine varmaktır. Bunun için de ulu­sal bencilliği, başka hir deyişle, şovinizmi, ideolojik prag­macılığı ve politikadaki faydacılıkları yenmemiz gerekir. Uluslar arasındaki açıklıklar, ancak geçmişteki ve günümüz­deki gerçekler ortaya atılarak kapanabilir.

Humanizmanın buyruklarını yerine getirmek için, her şeyden önce, onun somut özünü anlamamız gerekir. Bundan sonra da, huminst düşüncenin anlamını, değerini ve yönünü, pratik toplumsal hayattaki uygulanışiarına bağ­lamak ve bunda da köksel bir eleştirinin sürekli denetimini sağlamak gerekir.

Çağdaş tarihte, kültürün insancı bağlardan kopması­nın başlıca iki nedeni vardır: Bunlar ideolojik faydacılık ve bezirganlıktır. Bu iki etkenin kaynağında da kişisel, sı­nıfsal ve ulusal bencillik ve çıkarcılık yatar. insani yanıl­maları, dar kafalılığı, uyuşukluğu ve gücsüzlüğü de bu ara­da sayabiliriz. Bunlar, burjuva uygarlığının özellikleri ol­makla beraber, Stalinci ve uydurma-devrimci dogmatizme de bulaşmıştır. İşte üstünlük iddiaları, ırkçılık, ulusal şovi- nizm, ya doğrudan doğruya bunlardan doğar, ya da dolaylı olarak bunların etkisinde bulunur. Sosyalizm dönemi bile, tarihsel bakımdan yatsınması gereken bir toplumun bu ide­olojik özelliklerinden tam olarak yakasım sıyıramamıştır

Çağdaş toplumlar, söylemek gerekir ki, bazı kötülükleri, ı,;atışmaları ve anlaşmazlıkları ile birbirlerine benzemekte­dirler. İnsanı ve toplumu kurtarmak ve ilerleme güclerine kaulmak için, faydacılığı ve önyargıla:rı bilincimizden at­mamız, tarihsel gerçeğimizin belirlenmesi için gerekli olan devrimsel ve bilimsel bilinci uyandırmamız lazımdır.

Çağdaş dünya kültürünün başlıca sorunlarından biri de edebiyatta ve sanatlarda humanizmanın ideoloji bakımın­dan dar bir çerçeveye sıkıştırılmasıdır.

Ba.zı bölgelerde ve bazı aşamalarda edebiyatın ve sa­natın gözden düşmesine ve boğulmasına kadar varan bu daralma, türlü yönlerden kendini göstermektedir. En önem­lisi, sanatın ideolojik görevi ve anlamı üzerinde aşırı de­recede pragmatik direnmedir. (Ki bu, sanatta biçim ve özün bir takım basit ve safca ölçülere göre değerlendiril- ıniye kakışılması demektir.) Buna göre sosyalizmin ve hu- manizmin ideolojik değerlendirilmesi şu özelliklerin üstün­lüğüne dayatılmaktadır: <(Olumlu», <(ıyı», <(sağlam», «iyimser», <(aydınlık», <(bizden». Bu inanç şeması, evrensel bir ·uygulama alanı bulmuştu. Stalin düsturculuğu, bu ye­ni sözlüğü ile, Hristiyanlığın dogmatizminden ve çağımızın en tutumcu şiir yasamından pek de farklı değildir.

Bununla birlikte, toplumsal hayatta, toplumsal ilişki­lerde, insanlar arasındaki ilişkilerde ve değer ölçülerinin yaratılmasında sosyalist devrimciliğin yaratılmasında sosya­list devrimciliğin humanİst anlamı, yaratıcılık için gerekli olan nesnel koşulların belirlenmesinde, gerçeğin anlatım ve öğreniminde, yaşamda ve toplumsal gerçekte, insanın ger-

çcğindc toplanır. İnsan bütün bu görünüşlerinde ve özün­de değişken değerli ve çelişik bir yaratıktır. İnsan hiç bir zaman yalnız sağlam, olumlu, iyi ve makul değildir. İnsan hastadır, karamsardır, kötüdür ve tehlikelidir de. O yalnız bugüne kadarki toplumsal, tarihsel ve nesnel koşullardan doğmaz. Gorki ne derse desin, İnsan yaşamı süresince pek de övünülecek bir yaratık değildir. Ama bana sorarsanız, şunu da umabiliriz ki, insani ve toplumsal çelişıneler ve karmaşıklıklar, gelecekte daha soylu ve daha az trajik bir özellik kazansın ve olumlu, maddi, kültürel ve ahlaksal ko­şullar ancak o zaman bütün insanlar için daha insansal ol- iun!

YUNAN HEYETİNDEN

FOTIADIS'lN RAPORUNDAN:

Dimitrios Fotiadis, 1898'de İzmir'de doğmuf, Lise öğrenimini orada yapmış ve 1922'de Yunanistan'a geçerek Atina'da yerlefmiftir. 1931'de yazdığı üç perdelik «Mania \'itrova» Kalokarinio dram ödülünü, 1933'de yazdığı «Bü­yülü Keman» Sanatçılar Kulübü ödülünü almıfttr. 1936'da Yeni Yu nan Edebiyatı adlı haftalık derginin müdürü ol­muştur.

Eski Yunancadan bazı eserleri yeni Yunancaya aktardı­ğı için de Dimitrios Fotiadis'e, Sorbonne'a bağlı Eski Yu­nan Eserlerini inceleme Derneği tarafından gümüf madal- ye armağan edilmiftir.

Gorki'ye göre, uygarlığın temsilcileri üç çeşittir: İşçiler, bilginler ve sanatçılar. İşçiler demire ve çeliğe hayat verir­ler ve gelişme ile ilerlemenin maddi önkoşullarını sağlarlar.

llılginler tabiatı araştırırlar ve birinci tabiata dayanarak ıkinci bir tabiatın nasıl yaratılabileceğini halka öğretirler. Sanatçılar insanın iç dünyasını yani insan ruhunu incelerler ve insanların içindeki iyiyi ve kötüyü gösterirler. Böylece bilim gibi sanat da ikinci bir tabiat yaratır, yalnız şu farkla ki, bilim insanı çevretiyen tabiatı değiştirdiği halde, sanat insanın içindeki tabiatı değiştirir.

Her büyük sanat eserinin yaratıcısı ile bjnlerce insan gizlice işbirliği halindedir. Eser ne kadar iyi olursa, gizli yardımcıların sayısı o kadar yüksek olur. Bu suretle her büyük eser yalnız bir kişinin değil, bütün bir ulusun deha­sını kapsar. Eser bir ulusun ülkülerini, maddi ve manevi durumunu, toplumsal bünye ve evren görüşünü açıklar.

Hasta romantiklerin sandıkları gibi, sanatın amacı mutlakı gerçekleştirmek midir, ozan her yasanın üstünde midir? Bu görüş üzerinde, ancak insan kendisini saran çev­re ile hiç teması olmaksızın, ister hisleriyle, ister düşünce­leriyle yaşamak imkanım verecek yeteneklere sahip olduğu takdirde tartışılabilir. Demek ki sınırsız bir istem özgürlü­ğü asla yoktur. Bundan dolayı, kanımızca yazar, emeğini esirgemeden yaşadığı çağın tabiat ve toplum koşullarını in­celemek zorundadır. Böylece yazar, yarattığı esere en ge­niş özü vermiş olur. Şunu unutmamak gerekir ki, tabiatı ve kendini aşmak için durmadan savaşan insan-ve tabii ya­zar ve sanatçı gerçekten özgür sayılır. Bundan ötürü de gerçek sanat, tabiat güzelliğini kölece taklit etmek hevesin­de değildir, daha yüksek bir güzelliği taklit etmek amacını güder. Şunu da unutmamalı ki, sanatın ulusal karakteri onun kişisel karakterinin üstündedir. Onun da üstünde uluslararası karakter bulunur. ( Kişilik-tnus-İnsanlık. ) Bir

sanat eseri ancak böyle üçlü bir biçimde yaratılabilir. Top­lumsal kişilik, toplumdan uzak, toplum dışında var olamı- yacağı gibi, sanat eseri de bütün insanlık dışında var ola­maz. Aynı suretle, sanatçı da biçimde ulusal ögeler olmak­sızın ve uluslararası bir öze sahip olmaksızın bir eser yara­tamaz. Bundan dolayı, eninde sonunda, sanatta kişilik uslu-, bu, milliyet biçimi, insanlık da özü temsil eder.

Bir sanat eserinin değerli olabilmesi için, araştırma­nın ve kültürün gerekli olmadığı, ancak yeteneğin yeterli olduğu görüşü, çalışmak ve okumaktan korkanlar için ko­lay bir görüştür. Hayatı bütünü ile kavramadan, tabiat ve toplum yasalarını bilmeden büyük eserler yaratmanın Ön· koşullarından olan evrensel akıl düzenini elde etmek müm- kiio değildir. Büyük bir eser yalnızca yetenek ve mutlu bir esin sonınu değildir. Çağımızın üçüncü yüzyılında yaşamış olan Longin «Yücelik üzerine» başlığını taşıyan biricik eleş­tiri yapıtında, bilimsiz sanat olamıyacağını açıklıyan ilk adam olmuştur. Sanatçı ancak bu sağlam temel üzerinde öbür yeteneklerini yükseltebilir. Yoksa onun yetenekleri ne olursa olsun, hayatın bütünü ile kavranması sonucunda elde edilen dengeli bir uyurnun yardımından yoksun kalır. Oysa ancak bu dengeli uyum en iyi sonuçları sağlayabilir.

Bilgilerle kuşanmış bir sanatçı, çağının bütün sevinç ve acılarını rahatça benimser; bir ülkü uğruna yapılan öz­verinin yüceliğini olduğu gibi, bir kadının hazin yüzündeki gülümsemenin güzelliğini de hisseder; ulusun özgürlük ve hakları uğrunda savaşanların kahramanca coşkunluğunu olduğu gibi, tarihi olmıyan sade bir çiçeğin öyküsünü de hisseder; ölümle korkmadan yüz yüze gelir ve aynı zaman­da elimizi sıkan ve sözden çok daha anlamlı olan dost elini

de hiseder. Sanatçı, kitlelerin büyük facialaruu ve aynı za. manda adsız kalan küçük acıları, insanlık için kurduğu ta­sarılar yanında sılası olmıyan özlemleri de hisseder. Sanatçı her şeyin, büyük şeylerin ve önemsiz şeylerin alıcısı ve vericisi olmalıdır. O yalnız fırtınada değil, güzelliğin her fısıldayışında ve hem içten hem dilden gelen en hafif mel­temde bile titriyen bir anten olmalıdır.

Sanatçı aynı zamanda gerçek uğruna yapılan savaşın ön hatlarında yer almalıdır, işkence görenlere silahsız olaA rak kalkan olmalıdır. Adaleti korumak yolunda yapılan her protestonun, eserinde chediyen yaşayacağını ve hiç bir ^eyin onu susturamıyacağını hissetmelidir. Bu başkaldırma yüzyıllar boyunca anılacaktır.

Hayır, sanatçının rolü pasif olamaz, aktif, enerjik ol­malıdır. Uygarlık surlarında bekliyen bir savaşçı olmalıdır o. Savaşçının hayatı bir düş hayatı olamaz, onun hayatı, ya­şama savaşı ve onun canlı ve somut anlatımı uğrunda ya­şanan bir hayat olmalıdır.

Redaksiyon komitesi başkanı olarak hazırlanması ba­na bırakılan ve benim Rumanya delegelerinden Bay Balan ile işbirliği yaparak yazdığım ve konferansın son günü Bal­kan Yazarları adına okuduğum

BİLDİR!

Balkan memleketleri, coğrafya, tarih, ekonomi ve tö­reler bakımından hatta folklorlarında, örneğin türkülerin­de, oyunlarında, genel olarak yaşayışlarında büyük benzer­likler gösteren ülkelerdir. Bu kadar ortak yanları bulunan bu ülkelerin şimdiye değin birbirlerinden uzak kalmalan

yapma ve anlaşılmaz bir ayrılık sayılsa yeridir. Balkan halk­ları, kurtuluş savaşlarını bile birbirlerine benzer biçimler­de başarmışlardır. Geleneklerinde, yaşayışlarında, sanatla­rında böyle bir bütünlük gösteren bu ülkelerin yazarları, sanatçıları elbette birgün tanışmak, anlaşmak gereksinimi duyacaklardı. İşte Bulgar Yazarlar Birliği'nin ve Romanyalı meslek arkadaşlarımızın önayak olmasıyla gerçekleşen Sof­ya'daki Balkanlar-arası edebiyatçılar kongresini bu gerek­sinme doğurmuştur.

Arnavut, Bulgar Yunan, Rumen, Türk ve Yugoslav yazarlarının ve sanatçılarının 25 mayıstan 28 rnayısa kadar süren buluşmalarında genellikle humanizrna konusu ele alınmış ve delegeler bu açıdan kendi edebiyatlarının duru­munu ve gelişimini anlatmışlar, bu durum ve gelişimierin benzerliklerini görmüşler, ayrıca dünyanın ve insanlığın geleceği üzerine gerçekten yararlı ve ilerici düşünceler or­taya atmışlardır. Ayrı görüşler ve anlayışlara, ayrı zevk­ler ve edebi yönlere bağlı olan yazarlar söz almışlar, ama tümü de bu gibi dostça buluşmaların yararı, sürdürülmesi üzerinde durmuşlar ve işbirliği, temasların arttırılması ve bunları yerine getirmenin gerçek bir zorunluk olduğu üze­rinde birleşmişlerdir.

Bütün bu konuşmalardan anlaşılmıştır ki, Balkanlı yazarlar halkçılık, insanseverlik, barış-severlik, ilkelerinde birleşiktirler. Yine bu konferans bize öğretmiştir ki, Balkan yazarları ve sanatçıları Balkan uluslarının kurtuluşları, yük­selmeleri, ilerlemeleri için önderlik etmişler, faşizmin yo- ketmeye kallaştığı insan değerlerini bütün çabalarıyla ve hatta çoğu zaman hayatlarını bile vererek korumayı ve da­ha da zenginleştirmeyi başarmışlardır.

Sofya konferansındaki konuşmalar Balkanlı sanatçıla­rın ve yazarların ernekten, bilimden, hoşgörüden, akıldan ve eşitlikten yana olduklarını göstermiştir. Balkın edebi­yatlarının bu humanİst özelliği bir rasiantı değildir; çünkü, dünya uygarlığına, düşüncesine, sanatlarına kaynaklık et­miş olan kültürler bu topraklardan doğmuştur. Bu edebi­yatlar en yeni çağdaş akımları ve görüşleri benimsemiş ol­makla birlikte, yine de yukarıda belirttiğimiz temel özellik­leri sürdürmektedirler.

Bütün bu özellikleri kendinde toplıyan bu edebiyat­ların temsilcileri olan Balkan edebiyatcılarının birbirlerini daha iyi tanıması, aramızdaki temasların gelişmesi, iyi kom­şuluk, barışı sağlamak ruhu içinde işbirliği noktalarında birleşmiş bulunuyor ve biz bütün dünya yazarlarını da barışı ve ilerlemeyi engelleyen güçlüklere karşı çaba harcamaya çağırıyoruz. Sanatçılar ve yazarlar, kültür yoluyla barışı ve iyiliği koruma ve gerçekleştirme gereğini seve seve yerine getirecekler. Buna güvenimiz var.

II

BIR GEZiDEN ANILAR

Şimdi Bulgaristan gezisinden edindiğim izlenimleri anlatmak istiyorum. Bulgaristan'da gördüklerimi, öğren­diklerimi tanıdıklarıma bütün ayrıntıları ile anlattım, çok il­gi ile karşılandı bunlar. Kimi de inanmadı, inanmak istı!- rnedi söylediklerime, açıkça «Yalan söylüyorsun, o ülkeyi överek bize toplumculuk aşılamak istiyorsun» demedi de, <<Kandırrnışlar sizi» dedi, <<gördüklerin ancak sana göster-

dikleridir, gözünü boyamışlar.» dedi. Bunlar anlaşılan çok akıllı kişilerdi, benim gördüklerimi görmedikleri halde ya­nılmıyorlardı. Bense, gördüğüm halde yanılıyordum, ^t- muş oluyordum, böylesine aptalın biri idim. Bizden sonra Sabri Esat Siyavuşgil de Bulgaristan'a gitmiş, gezmiş bizim gezdiğimiz yerleri, Bulgarların başarılarını Yeni Tanin'de bir kaç fıkra ile yazdı. Bu fıkralarının birinde, aldığı bir okur mektubundan söz ediyordu Siyavuşgil; «Utanmıyor musun o ülkeyi övmiye» diyormuş okur o mektubunda, «seni kan­dırmışlar.» diyormuş. Şaşıyordu Siyavuşgil, <<Koca ülkeyi beni kandırmak için sinema stüdyosu durumuna getirecek değiller ya...» gibilerden bir söz ediyordu.

Propagandaların, propagandalardan doğma önyargıla­rın gücünü küçümsemiyelim. Bi7Ale yıllardan beri kötülen­miş bir yönetim biçiminin, alışıla gelen uslüpla ele alınma­ması, kimini yadırgatabilir. Ama unutmamalı ki, alışıla ge­lene uymak ereği ile doğruları tersine çevirip söylemek in­sana yakışmaz. Nitekim Siyavuşgil de «Ben bir bilim adamı yım, gördüklerimi yazmak, doğruları söylernek benim gö- revirndin> diyordu o yazısında. Bu sözlere ben de şunu ek- liyeceğiın: Komşularımızda olanı biteni görmemekle, gör­mezlikten gelmekle ne kazanacağız? Bilgisizlik üzerine ku­rulu yargılar mı daha güçlüdür, yoksa bilgi. görgü üzerine kurulu yargılar mı? Biz kendi başanianınıza güveniyorsak, başkalarının başarılarından niçin korkalım? Bana sorarsa­nız, başkalarııun, hele komşularımızın kimi başarıları biz­de daha çok çalışmak, daha çok çabalamak hevesini uyan- dırmalıdır. Sözgelişi, «Bulgaristan'da okuma yazma bilmi- yen yok.» dersem, buna karşılık, «Vay hain! Bulgaristan'ı övüyor.» dememeli, «Ne yapsak da hiz de bütün insanları-

ınızı okutsak, bizde de okuma yazma hilmiyen yok diye övünsek?^> biçiminde düşünmeli. Bunun çaresi bulunmuş­tu. Köy Enstitüleri yıkılmasaydı, bugün bütün Türk çocuk­ları okumuş yazmış durumundaydılar. Köy Enstitülerini yı­kan kafanın ne kötü bir kafa olduğu işte ortada. Hala o ka­fayla, hala önyargılarla, hala gerçekleri görmezlikten gel­mekle ne kazanacağız, sorarım!

o

Bulgaristan'da on beş gün kaldık. Bu günlerin çoğu Sofya'da geçti. Sofya'dan başka Filibe'yi, Varna'yı, Bur- gaz'ı, Balçık'ı, Şumnu'yu gördük, bazı köylerde de kaldık. Öyle ise gördüklerimi anlatmaya Sofya'dan başlıyayım:

Sofya. Sofya gibi yeşil, Sofya gibi temiz bir kent da­ha göstermek, sanırım, çok güçtür. Avrupa'nın bir çok kent­lerini görmüşlüğüm vardır, hiç biri bende bunca temiz iz­lenimini uyarıdırmamıştır. Otomobili az; bu yüzden dö­nüşümde İstanbul beni şaşkına çevirdi. Otobüsleri, troley­büsleri var; taksi bulmak oldukça güç. Bir akşam, bu yüz­den, dostum Paruşev'le birlikte o sokaktan o sokağa gittik, sonunda taksi aramaktan vaz geçtik. Benim tanıdığım sa­natçılardan bir takımının özel arabaları vardı. İnsanlar te­miz pak. Yırtık pırtık, kir pas içinde kimseye rastlanmıyor. Dilenci diye bir şey görmedim. Kitapçı dükkanları, pasta- haneler, eğlence yerleri kalabalık. Bunlar arasında beni Ö7.ellikle kitapçı dükkaniarı ilgilendirdi. Büyük caddelerde, diyebilirim ki, dört beş dükkanda bir kitapçı var. Bizim elçi, bir Bulgar'ın İstanbul aleyhindeki bir yazısından söz etti bize. <<Ne diyor?» diye sorunca da, «Koca Beyoğlu cad­desinde hir taneden başka kitapçı görmedim diyor» diye

cevap verdi. Şimdi o kitapçı da kapandı, ne yapacağız? Yu­karda da söylediğim gibi, Bulgaristan'da okuma yazma bil- miyen kalmamış gibidir. «Gibidir» deyişim, kimi köylerde bir kaç yaşlı adam varmış okuma yazma bilmiyen. Sonuç: Yirmi bin basılan bir roman en çok üç ayda tükeniyor. (Orhan Kemal'in, Aziz Nesin'in, Yaşar Kemal'in kitapları da öyle olmuş ).

Beş altı katlı büyük mağazalar var ki, «Lokomotiften başka her şey bulunun> diye şakasını yapıyorlar. Günün hangi saatinde gitseniz, büyük bir kalabalık, harıl harıl alış veriş ediyor. Pazarlık yok, çünkü hepsi devlet mağazaları. Giyim kuşam ederleri bizim paramıza göre, pek ucuz değil. Buna karşılık makine eşyası daha ucuz.

Sofya'dan, aklımda kaldığına göre, yirmi kilometre ka­dar uzaklıkta bir barajı gezerken oradaki bir lokantaya gir­dik, bir öğle yemeği yedik. Burası turistler içindi ve pahalı idi. Başka bir gece de Sofya'da bir meyhaneye gittik. Bod­rum katında idi bu meyhane, üstü de kilise imiş. Çok hoş bir yerdi. Çalgıcılar yerli müzik aletleriyle folklor havaları çalıyorlar, yerli kılığında bir genç kız da türkü söylüyordu. Bu türkülerden birine az sonra bizde katılıverdik. Çünkü tanıdığımız, bildiğimiz bir türküydü.

Eğer benim ile gelmek dilersen...

Meğer, sorduk, «Makedonya türküsüdür» dediler. Nerden nereye... Onların rakı dedikleri slibova (erik rakısı) içiyor, sahanda sucuk yiyorduk. Biz orada iken kilisenin iki pa­pazı meyhaneye geldi, içtiler içtiler, sonra sallana sallana çıktılar. Çıkarlarken papazın biri yolunu şaşırdı, mutfağa daldı. Y amındaki Bulgar arkadaşa:

- Şimdi bunlar bu halde nereye giderler? diye sor­dum.

- Kiliseye, dedi, ötekine berikine nasihat etmiye.

İçkiyi sık sık içiyorlar ama bizim gibi sarhoş olmu­yorlar. Bu belki de bizim rakının ağır bir içki olmasından­dır diye düşünüyorum. Yoksa Sofya'da iken, nereye çağı­rıldı isek, güpe gündüz içki ikram ediyorlardı. Tiyatro mü­dürünün odasına giriyoruz, bakıyorum, bir masa, üstünde slibova, çilek... Bir basımevini ziyaret ediyoruz, bir kapı açıyorlar, masanın üstünde slibova, çilek... Hiç unutmam, bütün ziyaretleri biraraya topladığımiZ o gün, sabahın onun­dan akşamın onsekizine kadar adam akıllı sarhoş oldum. Gündüz İçıniye alışmamışım da ondan diyorum. Slibova beni pek sarmadı, ben daha çok mastikayı ve özellikle onların «bialo vino» dedikleri beyaz şarabı çok sevdim.

Sofya'da üç de ev ziyaret ettik. Bunlardan biri, bizim konukçumuz olan Bayan Donka Melamet'in evi idi. Bir akşam:

- Hadi sizin eve gidelim; dedim ona.

Belki de ayıp ettim. Kadıncağız evine telefon etti, bi­zim geleceğimizi haber verdi. E .. Bizim de maşallahımız vardı hani, yedi kişiydik. Bayan Donka Melamet'in evi bizi çok sardı; küçük bir daire, mütevazı bir döşeme dayama. Radyoları, pikapları ve televizyonları var. Folklorik mü­zikten tutun batı klasiklerine değin bir yığın plak dinledik. Bu fasıl kapanınca ev sahiplerimiz kendileri başladılar tür­kü söylemiye. Karı koca bu türküleri çift sesle söylediler. Masamızda on iki çeşit meze vardı. Bay Melamet:

- Bizim hamının adeti on üç mezedir, ama bu sefer başaramamış, diye takıldı eşine.

İkinci olarak bir ressamın evine gittik. Ünlü ressam Angeluşev'in evi, Vitoşa dağı eteğinde bir villa idi. Ange- luşev bize Fransız konyağı, sütlü kahve ve tatlı ikram etti. Resimlerini göstermeden önce de Türkiye'den söz açtı. 1931 de İstanbul'a gelmiş, hayran olmuş bu kentimize. Hele Sirkeci'de tirenden inince, parasını bozmak bahane­siyle etrafını alan ve adamcağıza bir hayli kazık atan road- rabazların elinden kurtulduktan sonra asıl Türklerle, doğru ve namuslu insanlarla karşılaşmak onu çok duygulandır­mış... Köprü üstünde yaşlı bir sucudan bir bardak su içmiş, iyi bilmediği Türk parasını avuçla uzatmış adama ve ^- rümüş. Bir az sonra bakmış ki o yaşlı sucu omuzuna vuru­yor ve:

- Oğlum, daha alacağın var benden... diyerek ona bir takım paralar veriyor. Angeluşev:

- Unutamam bunu, diyordu.

Sonra çalışma odasına geçtik. Angeluşev artık resim yapmıyordu, kitap kapağı yaparak hayatını kazanıyordu. Bu kitap kapakları gerçekten iyi bir beğeninin ürünüydü. Ressamın ayrıca karikatürleri de vardı ve asıl şöhretini bu resimlerle yapmıştı. Birini anlatayım (ki orada çok tanınan bir karikatür ); köylü eşeğine binmiş, bacaklarını açmış gi­derken radyo atom bombası yapmanın yasak edildiğini söy­lüyor. Köylü de, «Yazık, diyor, tam kalıpları hazırlamış- trn.»

Geleceğimiz gün de ozan Valery Petraf'un evine git­tik. Valery Petraf'un evi, bizim Levent'e benziyen bir ma­hallede idi. İkinci kata çıktık. Orada daha başka tanıdık­larımızı bulduk. Evde, ev sahibimiz, eşi ve kızından başka

ozan Bayan Leda Millova ile eşi de vardı. Slibova içtik, pas­ta yedik ve evsahiplerimizde konuklarının söyledikleri tür­küleri dinledik. Şiirler de okundu. Bu Bulgarlar, nerede olurlarsa olsunlar türkü söylüyorlar. Caz müziği pek duy­madım. Bayan Donka'nın söylediğine göre, daha çok genç­ler düşkünmüş caz müziğine, sakal da bırakıyorlarmış... Ama işçisinden tutun başbakanlarına kadar, hepsi genel olarak türkü söyleyip yerli oyunlar oynuyorlar. Bunun üze­rinde duruşumun bir önemi var: Büyük kentlerden ayrılıp köylere gidince havanın değişmediğini görüyorsunuz. Bu da sizde tutarlı bir köylü uygarlığı ile karşılaştığıniZ izlenimini uyandırıyor. Gerçekten de Bulgaristan'da, köylü kentli iki­liği diye bir şey duyulmuyor. Tıpkı bunun gibi, aydın ve halk ikiliği de yok. Aydınlar ve yöneticiler, okumuş köylü­ler ve işçilerdir. Başbakanlarının asıl mesleği mürettiplik imiş. Bizim Yaşar Kemal'in, görünce <<Haydut!» diye ses­lendiği eleştirmen Goşkin, Şumnu'nun bir köyündendi. Be­nim dedemin dedesinin de Şumnu'lu olduğunu öğrenince, bir gün Goşkin boynuma sarıldı; bunu gören köylü roman­cı Kara Slavov da gülerek bana;

- Goşkin Şumnulu'yum diye övünür ama Türkçe bilmez, dedi.

Arkasından da:

- Türkçe bilmiyene Şumnulu denmez, diye ekledi.

Konuştuğum bütün Bulgarlar, üç beş sözcük olsun Türkçe biliyorlardı. İyi bilenlerini ise, bizden ayırmak güç­tür.

Sofya'da bir tiyatro, bir opera, bir resim sergisi gör­dük. Dillerini bilmediğimiz için, tiyatrodaki oyunu bize

perde aralarında anlatıyorlardı. Böylece, üç aşağı beş yuka­rı, bir kanı edindik bu oyun üstüne. Ben beğenmedim oyu­nu. Düşüncelerimi Bulgar sanatçılarına açtım, çoğu benim­le birlik çıktılar. Siyasal bir konuyu işiiyen bu oyun inan­dırıcı gel^edi bana. Buna karşılık oynanış daha iyi idi ve seyircinin ilgisi beni çok duygulandırdı.

Opera için pek bir şey söyliyemiyeceğim, çünkü az opera görmüşürodür ve müzik bilgim yetersizdir. Ama bize söylediklerine göre, iyi ses sanatçıları yurt dışında turnede imişler, biz zayıf olanları dinlemişiz. «Sihirli Flüt»Ü oyna­dılar; ama bt'n hiç de büyülenmedim.

Sergiye gelince... O akşam açılacakmış, kapıda bekle­şenler vardı. Edebiyatçılar Birliği Dış İlişkiler Müdürü Bay Stoyanof, o kapıdan girdi bu kapıdan çıktı, sonunda bizi salona aldı. Dışarda bekliyenler buna içerlediler. Vasil İvanof adlı ressam, sergisine Kozmos adını vermişti ve bü­tün resimler kozmos'la, roketlerle ilgili idi. İlk bakışta ilgi uyandırmasına karşı, resimlerin biteviyeliği, sonunda ser­ginin çekiciliğini azaltıyordu. Yeni ressamlardandı bu Vasil İvanof ve öteki ressamlarca pek de tutulmadığı anlaşılıyor­du. Sözgelişi Angeluşef, bize yeni resimden söz açtığı sıra­da demişti ki:

- Biz soyut ya da non-figüratif denen resme karşı değiliz, ama bu türlü resimlerden halk anlamıyor. Ne için yapıyorlar, kendileri için mi? Biz batının büyük resmini taklit etmemeliyiz, onlar bize ancak teknikte önderlik ede­bilirler. Biz kendi renklerimizi, kendi biçimlerimizi ortaya çıkarmalı, kendi konularımızı bulmalı ve halkımızın beğe­nisine seslenmeliyiz.

Tartışma bizdekine benziyordu ve kolayca bir sonuca

bağlanır gibi değildi. Çünkü resim sanatında uzun bir geç­mişi olmıyan ülkelerde gerçi halk yeni resme karşı koyuyor­du ama, aynı halk kendi eliyle yarattığı yapıtlarda, kilim­lerde, çoraplarda, el işlerinde çok stilize figürler kullanıyor ve bu figürler zamanla anlamsız, soyut biçimler durumuna geliyordu.

Gerçi batının soyut anlayışı ile, doğu sanatlarının so­yut biçimlerine kaynak olan inanışlar arasında hiç de ben­zerlik yoktu; batı gene doğaya yönelirken, doğanın özünü araştırırken bu aşamaya gelmişti; doğu ise doğadan kaçarak, mistiklerle. Bu bakımdan mistik inanışiara bağlı geri kal­mış toplumlar için doğaya öyküneo resim ilerici bir görev görmüş oluyordu.

Ancak bu durumu benimseyip onunla yetinmek ise, bizi batı toplumuna uzaktan bakıp onlara imrenmekle ve onların yaptıklarını kendimize neden yasak ettiğimizi so­rup durmakla sonuçlanabilirdi.

Bunları Angeluşev'e aşağı yukarı böyle söyledim, dü­şündü, cevap veremek istemedi. Bende kalan izienim şudur ki, somut resim ya da non-figüratif resim diye adlandırılan yeni resim konusunda, ağır basan resmi bir tutum yoktu Bulgaristanda, yaşlı ressamların ya da düpe düz yeni res­me karşı olanların davranışları vardı.

Dönüşümde, Angeluşev'le konuştuklarımızı ressam Nurullah Berk'e anlattım; Angeluşev'e hak verir biçimde konuştu Nurullah Berk. Demek, aşağı yukarı, dünyanın her yanında yapılmakta olan bir tartışma Bulgaristan'da da sürüyordu. Anlaşılan, orada da, bizde olduğu gibi, yeni res­mi tutmayanlar ağır basıyordu. Ancak bu direnişe boş ve­rip bildikleri, istedikleri gibi resim yapan ressamların var-

lığını da söylemeliyim. Burgaz'da sergisini gezdiğimiz Yor- gi Bayef bunlardan biriydi. Yorgi Bayef'in resimlerinden, Bulgaristan gezisine sıra geldiği zaman söz edeceğim.

Bir Bayram. Sofya'da gençlik bayramını gördük. Di- mitrof'un anıt kabri önünden binlerce genç geçti. Bu ge­çit töreninin özellikleri şunlardı: Geçenler uygun adımla yürümüyorlardı; rahat, güle oynaya, türkü söyliyerek, on­ları selamlayan devlet adamlarına el saHayarak geçiyorlardı. Kimi başının üstüne küçük çocuğunu oturtmuş, kimi bir az daha büyük çocuğunun elinden tutmuş; resimler, afişler taşıyorlar; Kiril alfebesinin harflerini tutuyorlar, okuma yazma marşı söylüyorlar:

Okuma yazma bilen uluslar yok olmaz

Dünyanın bir takım büyük düşünürlerinin, sanatçılarının fotoğrafları ellerinde, çiçekler atıyorlar, gülüyorlar, hep birden bağırıyorlar. Gençlik örgütleri, okullar, çalışma, kolları biribirinin arkasından geliyor. Son dalga alanda ulusal oyunlar oynadı ve tören orada böylece bitti.

Eskiden bizim Köy Enstitülü öğrenciler de böyle bi­ni bir yerde halay çekerierdi diye düşünüp üzüldük..

Bu geçit resmini ben, Bulgar Başbakanı'nın daveti üze­rine, Dimitrof'un anıt kabri üstünden, devlet büyüklerine ayrılan yerden izledim.

Yolda. İkinci Dünya Savaşından önce tirenle geçmiş­tim Bulgaristan'dan; toprağının verimliliği, işlenmişliği o zaman da gözüme çarpmıştı. Bu sefer, konferanstan son­raki gezimizde, bunu daha yakından gördüm. Toprağı bi·

len, bir toprak çocuğu olan Yaşar Kemal gezi ertesi Sofya'­da yapılan bir basın toplantısında, gazetecilerin bir sorusu üzerine, şöyle dedi: «Toprak da yaratılır ve Bulgarlar dün­yamıza güzel bir toprak armağan etmişler.» Filibe'ye doğru giderken sağımızda solumuzda uzanan işlenmiş toprakları seyrediyor, bir yandan da Bulgarların toprakta neler yap­tıklarının öyküsünü dinliyorum:

Devrimden önce de büyük toprak sahipleri pek çok değilmiş Bulgaristan'da. Devrim hükümeti, toprağı ulus- Iaştırma yolunu tutmamış, kooperatifler kurmuş; köylü­ler de kendi toprakları oranında ortak olmuşlar bu koope- ratifiere ve toprağı beraberce işlemeye başlamışlar. Ortak çalışma ve makineli üretim verimi birden arttırmış. En önemlisi küçük köyler halkının kooperatif merkezlerinde toplanmasıdır. Bırakılmış küçük köyleri yollardan geçer­ken görüyorsunuz. Böylece bizdeki küçük köyler kalmamış Bulgaristan'da, onların köy dedikleri yerler, bu kooperatif merkezleridir. Küçük köyler bir araya gelince, öteki işler de kolaylaşmış; sekiz sınıflık ilk okulu ile, hekimi, ebesi, daha büyükçe ve zenginleşmiş kooperatİf merkezlerinde dinlenme evleri ve mağazaları ile temel kurullar birbiri ar­kasına ortaya çıkmaya başlamış. Türklerin daha yoğun ola­rak bulundukları bölgeleri gezdik, buraların kooperatifle­rinde yetişmiş tarım ve makine teknisyenlerini, öğretmen­leri, örgütlerde çalışan aydın Türkleri tanıdık. Türkler, Bulgaristan toplumculuğunun kurulmasında etkin ve ya­rarlı gücler olmuşlardır. Yaşlı bir köylü gördük, bize <(emek­li köylü» olduğunu söyledi. Altmış yaşını geçtiği için koo­peratifinden emekli aylığını alıyor. Ama arada bir ufak te­fek başka işler de yapabilecek gücte olduğu için kazaneını

artırabiliyordu. «Ne yapayım ki yaşım ilerledi, sosyalizmi gençliğimde bulsaydım...» diye yakındı bize.

Öğrencilerin okula devamsızlığı diye bir sorun olup olmadığını sorduk. Böyle bir sorunla karşılaşmadıklarını söylediler. Çünkü kooperatif köyündeki bir köylü, küçük çocuklarını okuldan alıp tarlada çalıştırmak zorununu duy­mamaktadır, toprağın işlenmesi ortak bir çabadır.

Sekiz sınıflık ilk okulu bitirenler, kentlerde ve baş­kentteki yüksek okullara gidiyorlar. Çoğunun teknik okul­ları (onlar Jehnik diyorlar) yeğlediklerini gördüm.

Kooperatif üretimi bu yolda gelişe dursun, yirmi yıl içinde toplumcu eğitim ile yetişen köylü çocukları, toprak üstündeki mülkiyet haklarını da kooperatife bırakmışlar. Böylece bütün köyler halkı, kooperatiflerinin emekçisi du­rumuna gelmişlerdir.

Filibe yolu üzerinde bir köyde durduk, bir ya da bir kaç köy evi gördük, köylülerle bir süre konuştuk. Odaları tertemiz ve bakımlı idi, kimi evde çamaşır makinesi vardı. Televizyon ve radyo köylere girmiştir.

Filibe. Büyük, şirin bir kent Filibe. Gerçi çok kalma­dık, ancak bir öğle yemeği yiyip büyük caddelerinde ve par­kında dolaştıktan sonra yola koyulduk Gideceğimiz çok yer vardı daha. Parti merkezi olan yapılar, bütün kentlerin büyük alanlarına bakan koca koca yapılardır. Bu yapıların alınlarında, parti ileri gelenlerinin büyük boy fotoğrafları asılı. En başta kurucuların, Dimitrof'un, Kolarov'un re­simleri, onların yanı sıra öteki yöneticiler... Sofya'da ise bunlarla birlikte, devrimden önce kendi alanlarında büyük işler başarmış kimselerin resimleri de asılıdır. Bu arada eği-

timciler, ozanlar, sanatçılar da var. Çoğu zorbalık yönetim­lerinin kurbanı olmuşlar, öldürülmüşlerdir. Bütün çalışma yerlerinde, müzelerde, okullarda, faşistlerin öldürdüğü dev­rimcilerin fotoğraflarını görüyorsunuz. Genç kızlar ve deli­kanlılar çoğunlukta. Faşistlerin öldürdüğü İnsanların sayısı otuz bini buluyormuş. Kentlerin, kasabaların müzelerinde devrim olaylarını canlandıran köşeler var; bu köşelerde sık sık Türklerin de fotoğraflarını görüyorsunuz. Faşistlerden saklanan partizanlar en çok Türk köylerine sığınıyorlarmış, ((Oralara sığınınca kendimizi emniyette sayardık.» diyor­lar.

Burgaz. Burgaz'da Belediye'yi ve bir de Yorgi Bayef'- in resim sergisini ziyaret ettik. Belediye Başkanı bölgenin tarım, sanayi işleri üstüne ve bir de turizm konusunda bil­gi verdi. Turizm sorununa özellikle Varna'ya sıra geldiğin­de değineceğim. Burada şunu söylemekle yetineyim: Git­tiğimiz bütün büyük kentlerde ünlü Balkan otelinden baş­ka gerçekten rahat, temiz, modern oteller var. Hemen hep­sinde de turist kalabalıkianna rast geldik. Bulgaristan'ın Karadeniz kıyıları, kuzey ve Orta Avrupa halklarını çek­mektedir. Turistler buralarda rahatça eğlenip yıkanıyorlar. Burgaz'dan sonra ta Balçık'a değin, artık bütün bu kıyı, dinlenme ve eğlence yerleri ile dolu büyük bir plajdır. Plaj kasabaları, bakırnit bahçeler ve parklar içindedir, yapılar modern, eğlence yerleri batı ile yarışacak nitelikte.

Yukarda, Yorgo Bayef'in resim sergisini anlatacağımı yazmıştım, bir az da onun üzerinde durayım. Yorgi Bayef modern bir ressamdır. Avrupa'da bulunmuş. Resimleri, ye­ni resme karşı olanları da yadırgatmayacak bir uslupla ya-

pılmış, sergi bütünü ile belli bir anlayışa sıkı sıkıya bağlı ka­lınarak yapılmış resimlerden çok, değişen ve arayan bir res­samın yapıtlarını toplamış izlenimini bırakıyor. Ressarola konuştuk, o da bunun böyle olduğunu söyledi ve gelişme yolunu resimler üzerinde gösterdi bize.

Burgaz'da kaldığımız o gece, Burgaz'la Varna arasın­da yeni açılmış bir gece kulübüne davet edildik. İçerisi tu­ristle dolu idi. Caz ve numaralar iyi. Striptiz yoktu.

Varna. Bu güzel ve aydınlık kent, dünya çapındaki ününü hak etmiştir. Caddeleri, parkları düzenli ve temiz; yapıları güzel, kahveleri ve lokantaları modern, mağazaları belki Sofyadakilerden de zengin. Biz, Bulgar yazarları için yazlık dinlenme evi olarak yapılmış, denize ebakan bir yapı· da kaldık. Odalarımız, ferah ve hanyolu idi. Biz orada iken, öteki balkanlı delegeler de geldiler. Buluşma hepimiz­de neşe yarattı. Bulgar yazarları tatillerini burada geçiri­yorlar. Dinlenme evinin müdürü sempatik bir adamdı, bize kendi mastikasından getirtti.

Varna'nın turizm işinde bunca ileri gitmesinin neden­lerini ilk bakışta anlıyorsunuz. Bir kez, büyük otellerden tutun, geceliği .bir levaya (yedi buçuk lira) tek odalı evle­re değin her keseye göre kalınacak yeri var. Bu yerler, ba- lamlı, yemyeşil parklar içindedir. Kadınlar, her saatta bikiru ile, mayo ile dolaşabilirler. Sevişenleri, birbirine sarılmı.ş olarak dolaşanları, öpüşenleri, rahatsız etmek şöyle dursun gözetiiyen kimse yok.

En ufak cıgaracısından en büyük mağazasına değLtı bütün alış veriş yerleri devlet eliyle yönetildiği için, hiç bir yerde pazarlık yoktur. Ancak çalışma saatleri dışında açık

dükkiin bulmak çok güç oluyor. Ben bunu bir turizm böl­gesi için uygun bulmadığımı söyleyince arkadaşımız Donka Melıimet:

- Ne yapalım, diye karşılık verdi, çalışma saatlerine uymak zorundayız. Buralardaki dükkanlar için bir ekip daha kullanma yolunu da tutamıyoruz, çünkü iş gücüne başka yer­lerde ihtiyacımız çok.

Bölgenin tarih bakımından en ilginç yeri Nessebr. Yalnız şunu hemen ekliyeyim, soruşturduklarımdan anla­dığıma göre, Bulgaristan'da arkeolojik kalıntılar pek zen­gin değildir. Gezdiğim müzelerdeki en eski kalıntı örnekle­ri, bilemediniz Helenistİk bir iki küçük parça He kalıyordu. Bizim toprakların bu alandaki zenginliği, sanırım dünyanın hiç bir yeri ile ölçülemez. Nesseebr'de ise bir iki Bizans ka­lıntısı vardı. Bunlardan biri onarılmıştı. Bazilikanın duvar süslemeleri, geçen yıl Amasra'da gördüğüm bir bazilikanın duvar süslemeleri ile aynı idi: Beş altı köşeli keramiklerden yapılmış yarım daireler. Bunlar, onarılmış olan kilisenin duvarlarında renkli camlada bezenmişti. Bulgarlar, bir ya­rım ada olan ve eski yapıları bulunan Nessebr'i, kendi ha­vası içinde yaşatmak için tedbir almışlar: Eski evleri onarı­yorlar. Böylece denize bakan ahşap, kargir yapılar, kendi usluplarında yaşatılmış ve görünü zenginleştirilmiştir.

Romanya .sınırına yakın olan güzel Balçık kasabasını da gördükten ■ sonra Varna'daki dinlenme evine döndük, eşyamızı topladık ve otomobillerle Şurnnu'ya doğru yola çıkuk.

Şumnu. Daha Sofya'ya indiğimiz sabah, bizi istasyon­da karşılayanlar arasında bulunan Bulgar Edebiyatçılar Bir-

liği dış ilişkiler müdürü Bay Stoyanof bana Şumnulu oldu­ğunu söylemiş ve gülerek:

- Bütün büyük adamlar Şumnu'dan çıkar, demişti.

Böyle bir fırsat gelmiş ayağıma kaçırır mıyım, benim de dedemin dedesinin Şumnu'lu olduğunu söyledim. Bay Stoyanof, bu sözümü, savına yeni bir belge olarak almak nezaketini gösterdi. Onlar Şumnu'ya <<Şumen» ya da «Ko- larovgrad» diyorlar. Çünkü partinin Dimitrof'la birlikte kurucusu olan Kolarov oralı imiş. Yolda Şumnu üzerine bu çeşit şakalaşmalar daha da hızlandı. Eski bir Türk kentine gidiyorduk, bu bizi duygulandırıyordu. Öğleye doğru var­dık Şumnu'ya; arabalarımız büyük cadde üstünde, bir ya­pının önünde durdu. Bizi karşılayanların çoğu Türktü. Bun­ların arasında genç bir Türk milletvekili, kadın erkek tiyat­rocular ve siyasal, toplumsal örgütlerde çalışan Türkler vardı. Bizi slibovalı, bialo vinolu, sucuklu, ekmek peynirli bir sofrada «ağırladılar.)> Burada söylevler verildi ve günü­müzü nasıl geçirmek istediğimiz soruldu. Tasarılar arasın­da bir köye gitmek vardı. Bu köy, Şumnu'dan elli kilomet­re kadar uzakta idi. Biz ikiye ayrıldık, köye gidecekler yola koyulduk.

Orada geçirdiğim o güzel günü unutamıyacağım. Bü­yük bir Türk köyü idi bu. Öğle yemeği zamanı epey geç­mişti. Baktık ki, köyde bize büyük bir sofra hazırlamış­lar. Belki otuz, kırk kişi oturduk bu sofraya. Gelmeseydik ayıp olacakmış, bekliyorlarmış bizi. Aramızda kadın erkek Türk öğretmenler, kooperatif teknisyenleri vardı. Şerefe içmeler arasında söylevler verildi; şiirler okundu, türküler söylendi. Türk türkülerinden sonra, Bulgarlar da Bulgar türküleri söylediler. Rusya'da okumuş genç bir Türk tek-

nisyeninin kooperatİf üretimi ve makineleri üzerine verdiği ilginç bilgileri dikkatle dinledik. İsmailova adlı genç bir türk hanımı, Moskova'daki dünya kadınlar toplantısına ka­tılmış, anılarını anlattı bize.

Bu sırada şöförümüz, pek efedi bir adam olan Drago, yorgunluğunu gidermek için uyuyormuş, bu yüzden yemeğe katılmamış bizimle. Ona yiyecek öte beri derledikten son­ra artık ayrılık saatinin geldiğini söyledik. Ama bırakmı­yorlardı bizi bir türlü, akşama kalmamız için direniyorlardı. Köyün alanına çıktık, der demez köylüler toplanıverdi ora­ya, bizi sardılar. Öpüşmeler sarılmalar arasında köylülerle konuşmağa başladık. Güleryüzlü, şakacı, konuşkan kimse­lerdi bu köylüler... Hele yaşlıları... Hepsi birer nükte küpü. Bu yaşlılardan biri ille bir söylev verınemi istedi benden. Yakarnı güç kurtardım, <<Böyle konuşalım, daha iyi değil mi?» dedim. Bunun üzerine Yaşar Kemal'in üstüne atıl­dılar. «Anlat bakalım, şu İace Mehmed'i nasıl yazdın?» dediler. O da anlattı. Ben bu ara yaşlı bir köylüye, «Yerli oyunlarınız nasıldır? Nasıl oynarsınız? » diye sormuş bu­lundum, hani laf kıtlığında derler a, o türlü bir söz. Kaçı­rır mı alay fırsatını bizimki, «İki elimizi kaldırır oynarız.» dedi, sonra da «Sen şimdi onu bırak da bir şeyler söyle!» diye ekledi. İstanbul'u soruyorlar, Türkiye'yi soruyorlar, «Biz iyiyiz ya, siz nasılsınız?» diyorlar. Küçük kızlar, sekiz sınıflık zorunlu ilk okulda okuyan küçük çocuklar adresle­rini yazıyorlar bize, bizden adreslerimizi alıyorlar; mektup­laşalım diyorlar.

Nasıl da üzülerek ayrildık onlardan. Vaktimiz azdı, daha kalırsak yQ!da gecikecektik. Resimler çektirdikten sonra otomobillerimiz yola koyuldu.

Gece yarısına doğru Selvieva'ya geldik, kentin ala­nında kum gibi insan kaynıyordu: kahveler, dondurmacı­lar, pastacı dükkaniarı hınca hınç dolu idi. Yaşar Kemal, Bayan Donka ve ben, içki verilir bir yer olduğunu benim ta uzakta sezdiğim bir dükkana girdik. Hem içki, hem don­durma, hem yiyecek veren bir yer burası, İçkilerimizi ayak­ta içiyorduk, bir ara Yaşar Kemal kayboldu, sonra yanımı­za gelip:

- Ben şu masada ahbaplar buldum, dedi.

Nasıl bulur? Merakla o masaya gittik. Çocukları ile iki aile oturmuş dondurma yiyorlar. Bulgarca'dan başka dil de bilmiyorlar. Arkadaşımız Donka aracı oldu. Meğer. iki adamdan biri Selvieva'nun belediye başkanı, öteki de yardımcısı imiş. Masalarına oturduk. Ben belediye başka- nına:

- Şikayetçi olduğunuz bir şey söyleyin, diye tuttur­dum.

Adamlar düşünmiye başladılar. Bunun üzerine Yaşar Kemal:

- Canım, karılarımızdan şikayetçiyiz deyin bari, de­di.

Bu sözler gülmelere yol açtı. Sonra başkan, yollan- nın iyi olmadığını söyledi. Bizim, geçtiğimiz yolları beğen­diğimizi söylememiz üzerine de:

- Ona ne bakıyorsunuz, öteki yollarırruz hiç iyi de­ğildir, diye cevap verdi.

Gece yarısından sonra Sofya'ya, kaldığımiZ Vranya -sarayına vardık.

Son. Bulgarlar, iyi, güleryüzlü, dürüst insanlar. Bir-

birlerini seviyorlar; içlerinde biri değerli bir mi yapmış, bir çalışma kolunda yeteneğini mi göstermiş, onu övüyorlar, destekliyorlar. Birbirlerine çelme takmıyorlar, birbirlerinin göeünü oymuyorlar. Onun için bir Bulgar dostuma:

- Siz birbirinizi sevdiğiniz için toplumculuğu başarı ile kurmuşsunuz, dedim.

Gerçekten de bugün Bulgaristan temel sorunlarıru çözmüş, ilerleme yolundaki engelleri temizlemiş, yüksel­me ve gelişme için gerekli koşulları düzenlemiş bir ülke­dir, yakında daha büyük başarılarını bütün dünya duyacaknr. Gördüğüm ilk sosyalist ülke olan Bulgaristan bende çok olumlu izienimler bırakmıştır. Bu çalışkan ve dürüst komşu­larımızın, Türkler için iyi duygular beslediklerini de söyli- yeyim.

MACARISTAN

«ŞOK VAN»

Balkan uluslarının dillerinde pek çok Türkçe sözcük bulunduğunu anlatan şöyle bir hikaye dinlemiştim geçen yıl Sofya'da. Bir Bulgar bir Yugoslav'a sormuş:

- Sizin dilinizde de çok Türkçe sözcük var mı?

Yugoslav Türkçe olarak:

- Yok be kardeşim, demiş.

Bu soru bir Mascar'a sorulsa,

-Şok van...

karşılığı alınırdı; «çok var^ demektir.

Macarlar dillerindeki Türkçe sözcüklerde Türkçe'nin temel fonetik kurallarına kimi yerde bizden daha bağlı­dırlar; sözgelişi «elma^ demezler, «alma» derler. Bundan başka bir takım Türkçe sözcükleri de, bizim unuttuğumuz ya da bıraktığımız gerçek anlamları ile kullanırlar: «Atya» Macarca'da «baba» demektir; bizse «ata» soysop, dede karşılığı işletegelmişiz. Ozbekistan'da da «baba» demiyor­lar, <(ata» diyorlar. <(Baba» sözcüğünün bize Hititçe'den kalmış olduğunu Halikarnas Balıkçısı'nın yazılarından yeni öğrendim.

Türklerle Macarların aynı ırktan olmaları ile övünen bir Macar ressam, bir gün Peşte'de bana:

- Bizim en büyük yanlışımız geçmişte birbirimizle savaşmamız olmuştur, dedi. Yoksa Türklerle Macarlar birleş- selerdi bütün Avrupa'yı süpürürlerdi.

Neyse, bir fırsaltır kaçırmışız. Ancak gene de biz bir Macar'a:

-- Sizin diliniz Türkçe'dir, siz Türksünüz...

Dememeliyiz, hoş kaçmaz, dikkat etmeli. Bu türlü ko­nulara övünme iddiası karıştı, söz duygusallığa vuruldu mu, en azından ayıp kaçıyor çünkü. Hele Macarca ile Türkçe'­nin yakınlığından, Macarların Türk asıllı (ya da Orta Asya asıllı) olmalarından başka dünyada <(bilimsel bir bilgish> bulunmayanlarımız bu konuyu fazla kurcalar, ikide bir öne sürederse tepkisi biraz tersee de olabilir. Çünkü biz, <(ba- ba^ demeyip <(atya^ diyen Macar'a benzemeyiz; nitekim Karagöz'ü hilmiyen Ozbek'e de benzemeyiz pek. Soylar ve diller kökte ne denli bir olursa olsun, yerler ve o yer­lerin tarihleri yepyeni halklar, başka başka uygarlıklar ya­ratıyor. Benzeşmekse, sözgelisi komşularımız Ukraynalılar ve Bulgarlada daha çok benzeştiğimizi söylerim ben.

«BATb> NERESİ?

Doğularına biraz küçümseyerek baktıkları söylenen Macarların, batı karşısında kompleksli olduklarını anlayın­ca şaştım. Batıyı görmüş olmakla, batıda bulunmuş olmak­la övünmelerinden değil sadece, <(Batıyı neden taklit etme­li efendim? Bizim benliğimiz yok mu?>> diye tartışmaların­dan da çıkıyor bu. Batılılaşmak isteyen Türkiye'nin bir so­runu sandığım bu tartışmayı geçen yıl Bulgaristan'da da bu!muştum. Sonra daha öteye, Yugoslavya'yı da aşarak Ma­caristan'a gittim, orada kuzey batı sınır kenti olan Ester- gon'a ( Macarlar Ertergom diyorlar) kadar uzandım, Ester- gon'dan Tuna'nın öteki yakasına bakarsanız, fabrika hacaları ile Çekoslovakya'yı görürsünüz, demek Avrupa'nın ortaların-

da idim. Ama gene «Batıyı neden taklit etmeli efendim?» tartışması... Peki bu «batı» dedikleri neresidir? Yoksa sa­dece Fransa ile İngiltere olmasın?

Paris'ten yeni gelen Pertev Boratav'la geçende bunu ko­nuşurken, Boratav:

- Valiahi Fransa da değil, dedi. Orada da arıyoruz, bulamıyoruz.

Sabahattin Eyüboğlu'nun Andre Malraux'dan dilimize çevirdiği ve Çan Yayınları arasında çıkan «Turan Yolu»■ adlı kitabı okuyanlar bilirler. Andre Malraux'nun babası, Alman imparatorunun adamı olarak İstanbul'a gelir, Enver Paşa ile sıkı fıkı bir dostluk kurar ve onun buyruğu ile <<Turan» ı aramaya gider, dolaşır aylarca Asya bozkırlarıru, dönüşünde:

- Bulamadım Turan'ı, yokmuş, der Enver Paşaya.

Sakın «Turan» gibi bir şey olmasın bu «batı» dedikleri?

Sahte bir ülkü, utanmazsa çıkarların sarıp satmalandığı bir uygarlık örtüsü, bir aldatmaca, donmuş bir yargı, ya da bir zorbalık aracı olarak batı elbette dışardan uydurulmuş, aranıp bulunaınıyacak bir şey değildir; dünyaya yayılmıştır o, kendi coğrafyası dışında da bütün özellikleri ile yakalanabilir. Ancak Mustafa Kemal'in «Batıya rağmen batılı olmak» di­ye anlattığı ve son yazılarında Niyazi Berkes'in bence biraz dolaşık bir anlatımla «karşı varılabileceği» ni söylediği bir başka batı daha var ki, çelişkileri içinde aniaşılmak ve geçmişinin özlü deneyimlerinden yararlanan, canlı ve yaratıcı yanı ile ele alınma koşulu altında bu batıyı da artık belli bir coğrafyada oturur sanmak doğru olmaz de­rim; kalelere kapatılmış, çekmeeelere kilidenmiş değildir ki gittiğimiz bir yerde elimizle koymuş gibi bulalım, yay­gındır, her an yeniden yaratılmaktadır ve belki en so-

nuncia kendi içimizde bulacağız, kendimizde yarataeağız onu. İşte bizde biraz başka bir biçimde, Macaristan'da biraz başka bir biçimde tartışılan, hem küçümsenen, hem önem ve­rilen <<batı» nın karmaşıklığı sanırım buradan geliyor. Peşte'- nin sanatçılar sitesindeki güzel evinde, batının yeni resim ve yonut akımlarını küçümseyen genç yonutçu, bu tutumu ile hangi batıya kızmaktadır? Kapısında Avrupa'nın yüz yıllık lokantası olduğu yazılı Matyas Pince'de «Avrupa'nın en ünlü çigan orkestrası bizdedir» derlerken, Peşte'liler hangi batı öl­çüsüne göre konuşuyorlar? Ünlü baritonları Gavurof'un da­ha çok Avrupa'da gezdiğini, orada alkışlandığını söylerken Bulgarlar niçin övünüyorlar? «Ama balemiz!» diyen Mosko­valı, Avrupalının yüzünde belirecek hayranlık çizgilerini ni­çin öylesine gururla bekliyor? Ve şunu da ekliyerek konumu­zun başlangıcına dönelim: Doğularında kalan ülkelere yuka- ndan baktıkları doğru ise, Macarlar kendilerini batılı say­makta ve bununla övünmektedirler; ama «batıyı neden taklit etmeli? » dediklerinde - bırakalım taklidin iyi ya da kötü ol­duğunu - kendilerini batıdan ayrı gördükleri için onlara batı­lı demek pek de kolay olmuyor. Biz kendimizi doğu ile ba­tının sınırında sayarız ya, bu sınır belki de asıl Macaristan'­dadır.

Ancak durumu daha iyi anlamak için, konumuza bir de şu açıdan bakmak gerekir: Mac:uistan İmparatorluğu zama­nında elindekini avucundakini sömürgelerine veren Macar köylüsü, faşist Horty'nin gününde yarı aç yarı tok, okulsuz, hekimsiz, özgürlükten yoksun, inim inim inleyen Macar halkı, kurtuluştan sonra kendi yaşamına egemen olmuş, uygar bir toplumun insanları için gerekli bütün kurumlarını yaratmış, geriliklerinden sıyrılmış, Avrupa'nın ortasında başını dik tu-

tan bir toplum olarak yerini almıştır ve konumuz bakımından asıl önemli olan, bir Avrupalı tarafından küçük görülmekten kurtulmuştur. Dahası var, eski sömürgenlerini küçük gör­mek sırası şimdi ona gelmiştir. Çünkü batıya öğretecekleri vardır, örnek olarak göstereceği kurumları vardır.

Dünya değişiyor, Avrupalının bütün dünyada kendisini efendi saydığı günler artık geridedir. Geçen gün Çetin Alta- n'ın Ja dediği gibi, bırakın sosyalist Macaristan'!, bütün ge­ri kalmış ülkelerin aydınları, dünyayı tanıdıkları, dünyanın gidişini bildikleri için bugün artık kapitalist ülkelerin kişileri karşısında l.ıaşlarını dik tutarak konuşmakta, çoğu konuda onlardan daha isabetli konuşmaktadırlar. Bunun nedeni, sos­yalist dünya görüşünün gücünde saklıdır.

iLK GÜN

Bulgaristan yolculuğundan tam bir yıl sonra Macaristan yolu göründü. Macar Kültür Münasebetleri Enstitüsü, eşimle beni, 15 gün için Macaristan'ı görmeye davet ediyordu. Bir· sosyalist ülke daha tanıyacaktık, güzelliği dillere destan Peş- te'yi görecektik. Macaristan'daki yazarlarla, sanatçılada tanı­şacaktık. 7 Mayıs 1965 Cuma günü trenle yola çıktık. Bulga­ristan'dan Yugoslavya'dan geçerek Pazar sabahı gün doğar­ken uçsuz bucaksız yeşil Macar ovasına girdik. Macaristan'ı Avrupa'nın buğday arnbarı diye bilmemiz işte bu güzel, ha- kılmakla doyulmaz ovadan ötürüdür. Ama sonradan öğren­dim ki Macar ovası, altında çekilmiş bir denizin kumları yat­tığı için, sanıldığınca verimli değilmiş. Düşünün, onun bütün verimini de eskiden başkaları Mncar köylüsünün elinden alı­yormuş. Bugün bu ovanın toprağı onarılmakta, zenginleşti-

rilmektedir. Deyim yerinde ise, demek ki Macarlar toprakla­rını da yeniden yapıyorlar.

Sabahın erken saatlerinde Peşte'ye vardık. Bizi istasyon· da konukçumuz Bayan Polgar Judith karşıladı, İngiliz­ce biliyor, iki yıl Amerika'da kalmış, şimdi bir tiyatroda dik­siyon öğretmeni.. Konuşkan, bilgili, özellikle Macar sanat ve edebiyatını bilen bir kadın. Ama otomobilimizin kalkması ile istasyon alanını dolanıp otelimizin önünde durması bir oldu. Sabatçak otelidir bu, özgürlük dernek. Avrupa'nın her yeri için birinci sınıf, konforlu bir otel. Judith, öğleden sonra buluşmak üzere bizi odarnıza bıraktı gitti. Ama biz yıkanıp kahvelerirnizi içtikten sonra, Judith'in sandığı gibi dinlen- rnek ve biraz da uyumak üzere yataklarırnıza girrnedik, attık kendimizi Peşte'nin sokaklarına, yürüye yürüye Tuna'nın ya­nına geldik ( Macarlar Duna diyorlar ), Tuna üzerindeki köp­rülerden birinden karşıya, Buda'ya geçtik. Öğleye kadar do­laştık orada. Öğle yemeğimizi Tuna'ya bakan bir tokantada yemek istiyorduk. Önümüze gelene böyle bir tokantayı nere­de bulacağırnızı soruyor, fakat hep yabancı dil bilmeyenlerle karşılaştığımiZ için derdimizi bir türlü anlatamıyorduk. So­nunda özel arabaları ile pazar tatili yapmaya giden bir aile, çat pat bir İngilizce ile İsteğimizi anladılar, gidecekleri yere gecikmeleri babasına bizi arabaları ile Otel Duna'nın lokanta­sına bıraktılar. Garson Türk olduğumuzu anlayınca rnasarnı- za bir Türk bayrağı koydu ve bize barikulade Macar yemek­leri getirdi. Harikulade diyorum, gerçekten de Macar muda- ğı çok zengindir. Öylesine ki kolay kolay yemek seçernezsi- niz, aklınız öteki yemeklerde kalır. Yıllardan beri ününü duyduğumuz Tokay şarabını istemekte de gecikrnedik. Oysa Tokay şarabı pek kolay bulunmuyor orada, anlaşılan ihrac

malı olduğundan ... Ama Macarlar ondan daha iyi şarapları ol­duğu için övünüyorlar. Hakları da yok değil.

Öğleden sonra Judith bizi otelden aldı ve Ulusal Gale­riye götürdü. Peşte, müzeleri bakımından çok zengindir. Uw sal Müze, Güzel Sanatlar Müzesi, Etnografya Müzesi, Uygu­lama Sanatları Müzesi, Doğu Asya Sanatları Müzesi, Petöfi Müzesi ve Ulusal Galeri. Ulusal Galeri'de Rönesans ve Ba­rak srnatı ürünlerinden başka ve özelUkle çağdaş Macar m- natının yapıtları toplanmıştır. Çağdaş Macar resminin aşağı yukarı 150 yıllık bir geçmişi var. Demek bizden biraz daha eskidirler bu alanda. İlk resarnları (klasikleri diyeyim) sağ­lam bir resim geleneğinin temelini atmış olan güçlü sanatçı­lardır. Ama ben, bir Şeker Ahmet Paşa'yı bulamadım orada. Şunun üzerinde önemle durmak istiyorum, sosyalist ülkeler­de, özellikle Macaristan'da geçmişin değerlendirilmesi, hele güzel sanatlar alanında, hayranlık ve gıpta uyandıracak nite­liktedir. Hiç bir yapıtı, hiç bir belgeyi savsaklamarnışlar, geç­mişte ne yaratmışiarsa tümünü müzelerinde toplamışlar, ot­larla övünüyorlar. Oysa bizim Şeker Ahmet Paşa'nın baş ya­pıtları, akrabası rahmetli edebiyat öğretmenim Yahya Saim Bey'in evindedir. Macar empresyonistlerinden çok daha güç­lü bir ressam olan Nazmi Ziya'nın çoğu resmi, akrabası Ra- sih Güran'ın evindedir. Sanatsevediğimiz demek ki bu re­simleri toplumun malı yapacak güce erişmemiş daha. Yalnız bu resimleri toplamak için bile sosyalist olmaya değer.

Ulusal Galeride benim en çok sevdiğim ressam Csontavry (Çontvari okunacak) oldu. Van Gogh'un doğdu­ğu yılda doğmuş ve en önemli yapıtlarını Picasso'nun ortaya çıktığı yıllarda vermiş olan Csontvary bence Avrupa'nın en önemli ressamlarından biridir. Resmin özünü bulmuş ve pri-

mitiflerden çağımıza değin onun bütün macerasını yaşamış- ur... Sonra delirmiş. Biz müzeden çıkarken Csontvary'nin iki röprodüksiyonunu satın aldık, fakat ne yazık ki çok sevdi­ğim o resimler dönüş yolculuğu sırasında kayboldu.

İlk günü şuracıkta bitirdim. (Ama Macaristan anılarımı gün gün yazacağım sanılmasın, çünkü not tutmadım, belle­ğimde de kalmaz ve böylesi daha iyidir. Ben bu yolculukla­rımda defter kalem taşımadım yanımda, açık tuttum bütün izlenimlere kendimi, notlarıma bakacağıma izlenimlerimi yok- luyorum yazarken. Bu bakımdan pek de bilgi edinemiyeceksi- niz bu yazılarımdan, olsa olsa gezdiğim gördüğüm yerlerin belki rüzgarı vurur size. ) Akşama Macar Türkologu dostum Hazai hizi otelden aldı, iki gün için gelmiş Peşte'ye Berlin;- den, akşam yemeğimizi Buda'da, Kale Tepesi yakınında, kü­çük ama çok tatlı bir lokantada yedik. Adamakıllı acı ama nefis bir balık çorbası ile beyaz şarap içtik. Yaşlı bir adam pi­yano çalıyordu, dışarda da sağnaktan boşanırcasına yağ­mur. Peşte'ye gene yoluro düşse ilk o lokantaya giderim, yani Buda'ya. Peşteli'ler de Buda'yı Peşte'den daha çok seviyorlar. Çünkü orada tarih ve sessizlik vardır; gürültüsü artık duyui- mıyan Peşte'ye oradaki iki tepeden, Kale Tepesinden ve Geliert Tepesinden bakılınca tüm şehir gözle kucaklanır. Arada Tuna vardır. Mavi Tuna... Ama biz onu mavi görme­diğimizi söylediğimizde, bir Macar yazarı, ciddi ciddi:

- Üç gün önce maviydi, dedi.

İkinci Dünya Savaşında Peşte'nin en zarar gören, yakı- hp yıkılan yeri Kale Tepesi bölgesidir. Çünkü Peşte Kurtu­luş Orduları tarafından sarılınca, faşist Almanlar bu tepeye sığınmışlar ve uzun bir süre direnmişler orada. Şimdi Macar-

lar o bölgedeki eski yapıları onanyorlar, onlara eski biçim­lerini veriyorlar.

Faşist Almanların sebep oldukları yıkıntıları görünce <(savaştır, olur!» deyip geçemiyorsunuz. Ne tarihe, ne güzel­liğe saygı duymuşlar. Tolstoy'tUl Moskova'dan 60 kilometre uzaklıktaki çiftliğine girmişler, peki girdiler, çekilirken ToltS. toy'un evini yakıp yıkmaya kalkmanın gereği neydi? İnsan tiksiniyor.

Peşte'de bir turist gibi gezmekle yeni Macaristan üstü­ne bir şeyler öğrenemiyeceğimi anladım ve gezinti programı­nı kendim yapmaya karar verdim. Hele bir sosyalist ülke için çok gerekliydi bu. Gene anladım ki, sosyalizmin getirdikle­rini merak etmeden sosyalist bir ülkeyi, otellerinde kalarak, lokantalarında yiyip içerek araba ile geçenJerin izlenimleri bundan ötürü sudan oluyor. Yok taksi şoförü bahşiş aldı, yok lokantada garson yemeği geç getirdi, bilmem otele dönmek için saatlerce otomobil hekledik... Bunlar sosyalizmde ille kusur bulmaya gidenlerin görüşleri. Ama bu bakımdan Peş­te sokakları sosyalizmi bilip bilmeden sevemeyenleri bile şa­şırtacak kadar öğreticidir. İnsanlar şık denecek gibi temiz gi­yimli, kadınlar herherden yeni çıkınışeasma tuvaletli, kan kocalar muhabhetli. Konukçumuz Polgar Judith, böyle gi­yimli kuşamlı bir kızı bize göstererek:

- Bir tiyatro artisti de olabilir, bir fabrika işçisi de, dedi.

Dediğinin doğru olduğunu, Peşte'de bir ayakkabı fab­rikasını gezerken yakından gördük, bütün işçi kızların saçia- rına o sabah herher eli değmişti.

Karım:

- Bu kadar itina fazla değil mi?

Diye sorunca Evropa Yayınevi Müdürlerinden Bayan Carrig Sara kızar gibi:

- Salkım saçak mı dolaşsınlar, dedi.

Doğrusu karımın sorusunun cevabı değildi bu, ama biz bu itinayı, daha sonra gezdiğimiz bir kooperatif köyünün ev­lerinde de görecektik. Yeri gelince anlatacağım. Ben sosyaliz­mi sefalet diye beliemiş kişilerden olmadığım için, herhangi bir Avrupalı turistin yüzünü güldürecek kadar temiz ve ne· şeli olan Peşte'nin bu görünüşü ile yetinmek istemiyorum. Elbet müzelere, Kukla Tiyatrosuna, yayınevlerine gidecek­tim, gittim de... Ama o arada bir ayakkabı fabrikasını, M. O. M. fabrikasının kültür sarayını, kimsesiz çocuklar sitesini gezdim. Yeni Macarİstanı tanımak istiyordum.

PETÖFİ MÜZESi

Ünlü Macar ozanı Petöfi'nin adını taşıyan bu müze, gerçekte Macar Edebiyat Müzesidir. Orada bütün Macar ya­zarlarını, azanlarını hayatları, yapıtları, resimleri ile yakından tanırsınız. Müzenin en büyük bölümü Petöfi'ye ayrılmıştır. Bütün Macarlar taparlar Petöfi'ye. Onu dünyanın en büyük azanlarından biri, Macar özgürlük savaşının öncüsü, Macar halkının dostu olarak bilirler. Petöfi, geçen yüzyılın ilk ya­rısında yaşamış, ihtilaliere katılmış. Macarlarda ulus bilincini uyandırmış ve genç yaşta ölmüş bir ozandır. Yunus Emre'nin- kine benzer menkibemsi bir yaşamı var. Anadolu köylerinden birçoğu nasıl Yunus'u paylaşamıyorsa, Petöfi'yi de iki Ma­car köyü <(Sende doğdu, bende doğdu» diye paylaşnnıamış. Anlaşmazlığı bir sonuca bağlamak için ne yapsınlar... Bu iki köyün orta yerinde tek başına bir ev bulmuşlar, Petöfi bu­rada doğdu demişler, kapatmışlar işi.

Konukçumuz Bayan Judith, Petöfi bölümünü gezer­ken unutmuştu bizi sanki, Petöfi'nin duvarlara büyük bü­yük yazılmış olan şiirlerini baştan sona Macarca okuyor, ah­lıyor ofluyor, onun resimlerine öpücükler yolluyor, sonra bizim farkımıza vararak o şiirleri bir de baştan sona İngiliz­ce'ye çeviriyordu.

Bir sonraki bölüme geçilince, Judith bayılacak gibi ol­du, <<Ah Ady, Ady! » diye inledi. Ady ( Odi okunur) de ta­nınmış bir Macar ozanı. Kadınlar onu payiaşamamışlar. O da sık sık aşık olmuş, sonunda frengiden ölüyor. Sevdiği bir kadın orada olduğu için yedi defa Paris'e gitmiş... Ama her seferinde büyük bir yurt özlemi ile dönermiş M:ıcaristan'a .. _ Bunu anlatan bir şiirinde,

Ben bir taş gibiyimdir

Ne kadar atılsam gene düşerim.

diyor. Ama Judith bize

-Ah bundan sonra Arany geliyor...

deyince Petöfi Müzesinde öyle orta halli bir ozan, bir yazar bulamayacağımızı anladık. Ondördüncü yüzyılda yaşamış bir masal kahramanı olan Toldi için yazdığı şiirle birdenbire ta­nınmış Arany. Ama Petöfi kıskanmamış onun ününü,

Bütün ruhum Toldi'nin yaratıcısı ile diye yazmış.

Bizim Yunus'u düşünüyorum, Avrupanın en eski ve en güçlü şiirini, Türk şiirini düşünüyorum. Bh bu güçlü ozanla- rımm kadir bilir halkımızın belleğine, sevgisine bırakıp g^- mişiz. Nerde bizim Yunus Emre M^emiz? Nerde çağdaş şü- rimizin, hikayemizin, romanımızın müzesi? Nazım Hikmet'i, Cahit Sıtkı'yı, Orhan Veli'yi, Sait Faik'i... biz kendi çocukla·

runıza ve yurdumuza gelen yabancılara ne zaman, nerede gös- ten.><:eğiz?

M. O. M. FABRİKASININ

KÜLTÜR SARAYI

Bu fabrika, büyük bir optik gereçleri fabrikasıdır ve Ma­caristan'da bütün fabrikaların olduğu gibi bunun da bir kül­tür sarayı vardır. Macarların «Kültür Sarayı)) dedikleri bu kurumlar, bizim eski <(Halkevleri)) ne benzer; orada kadın erkek fabrika işçileri toplanır, çeşitli sanat ve kültür alanla­rında, spor dallarında çalışır ve özel merakla içm de ^- çük kulüpler kurarlar.

M. O. M. fabrikasını kültür sarayında, tiyatro, sinema gösterileri, eğlence toplantıları için kullanılan bir bahçe, gü­zel, geniş ve büyük bir yapı olan sarayın içinde de gene ko­ca bir tiyatro ve toplantı salonu, bir sergi salonu, jimnastik- hane, bale dersanesi, kütüphane ve çeşitli kültür kolları için ayrılmış odalar, dersaneler vardı.

Bizi kültür sarayının partili olan direktörü gt:Zdirdi, ta­nışmamızdan sonra kısa bir kaç sözle, yönettiği bu kurumun görevlerini belirtti ve:

- Gezerken konuşursak daha iyi olur .. diyerek önümü­ze düştü. Ben de:

- Bir sosyaliste yaraşam da budur, dedim, az söz, bol örnek...

Sergi salonunda bir resim sergisi vardı, bu sergide ama­tör ressamların resimleri sergilenmişti. Çeşitli anlayışlarda yapılmış ve gerçekten beğendiğim resimler gördüm orada. Soyut ve non-figüratif olanla't da vardı. Demek bu fabrikanın işçileri ve o mahallede oturanlar, modern sanat yapıtlarını

kendi anlayışiarına aykırı ve kendi beğenilerinin dışında gör­müyorlardı. Oysa Peşte'nin sanatçılar sitesinde yerleşmiş genç bir yonutçu, bize ertesi gün modern anlayışları yerecek, giderek bu yolda sinidendiğini bile belli etmekten hoşlana­caktı. O konuşmayı biraz sonra anlatacağım.

Başka bir salonda pul meraklıları toplanmışlardı; bun­lar karşılıklı oturmuşlar, pul değiş tokuşu ile meşguldüler. Çoğu yaşlı kimselerdi bu pul meraklılarının. Belki de emekli işçilerdi.

Kapısını açıp baktığımız bir odada, satranç meraklıları santranç tahtalarma eğilmiş, sessiz sessiz düşünüyorlardı. Bi­zi görünce gülümseyerek selam verdiler. Onları rahatsız et­memeği düşünüp kapıyı çektik.

Kütiiphanede bize Türkçeden çevrilmiş olan kitapları gösterdiler. Nazım Hikmet'in, Sabahattin Ali'nin kitaplarını hatırlıyorum.

Başka bir odada genç kızlar ve genç erkekler toplanmış­lardı. Kültür Sarayının direktörü, burada genç işçilerin çeşitli toplumsal konular üzerinde tartışmalar yaptıklarını söyledi. O günkü konu, «kız - erkek arkadaşlığı ve flört» idi. Kürsüde ayakta duran delikanlının, bu konudaki konuşmasını, biz içe­ri girmekle yarıda bırakmıştık Konunun ne biçimde ele alın­dığını merak ettiğim için devam etmeleri ricasında bulun­dum. Oturduk, dinledik. Bu sırada direktör bize birkaç kitap gösterdi; bu kitaplarda toplumsal yaşama, insan ilişkileri üze­rine kısa bilgiler veriliyordu. Kürsüdeki delikanlının konuş­ması bittikten sonra tartışmalara sıra gelecekti. Bu konuşma­yı birbirlerine solo.ılmuş olarak diniy en genç kızlada genç erkekler, ancak dersini gördükten sonra flörte ya da arkadaş-

lığa karar verecek değildiler elbet. Bunu düşündüğümü fark eden direktör, belli belirsiz bir gülümseme ile:

- Gerçi flörtün dersini görmiye ihtiyaçları yok ama konuşmakta gene de fayda umulur, dedi.

Oradan alt kata, dört beş yaşından yedi sekiz yaşına kadar olan çocukların bale öğrendikleri dershaneye girdik. Bunlar çiçek gibi giydirilmiş, sağlam, neşeli işçi çocukla­rıydı. Şuracıkta söyleyivereyim: bütün sosyalist ülkelerde en büyük önem çocuklara veriliyor, onların bahçeleri, on­ların okulları, onların eğlenceleri, oyuncakları .. Çocuklar orada annelerinin başına dert değildiler artık, hani bizde söylendiği gibi «tatlı bela» değildiler, sadece tatlıydılar, an­nelerinin çalışmasına engel olmuyordu hiçbiri. Kimsesiz ço­cuklar daha da büyük bir itinaya layık görülmüşlerdir. Pe^- te'deki kimsesiz çocuklar sitesi bu bakımdan en güzel ör­nek. Bu yazımda anlatacağım. Oysa bir kış akşamı, Babtali'- den inerken yanımdan, incecik sesiyle akşam gazetelerinden birinin adını bağırarak 8-9 yaşlarında bir çocuk geçmişti ve ben o gece eve neşesiz gelmiştim; yemekte konuklarımiZ vardı, onlara anlatmıştım neşesizliğimin nedenini. Arkada- şıının hanımı şaşmıştı bana:

- Yeni bir şey değil ki bu anlattığınız, demişti.

Evet, ben de biliyordum yeni olmadığını, alıştığımız bir şeydi, artık bu yüzden duygulanamazdık, kaşarlanmıştık çünkü. Benimki olsa olsa, sırası geçmiş uygunsuz bir duy­gululuktu. Anlıyordum. Ama o hanımı ertesi akşam Kala­mış mehtabını görmiye çağırsaydım,

- Yeni bir şey değil ki... demiyecekti, gelecekti.

Kültür Sarayı direktörü ile dolaşmamızı bitirip bize

şarap ikram ettiği odaya girince, aklımı kurcalayan bir so­runu açtım ona:

- Fabrikanız, güzelliği, eğlencesi dünyaya ün salmış büyük bir şehrin yanı başında, dedim. Üstelik bu şehirde tiyatro, müzik, sinema hayatı da çok canlı. Siz işçilerinizi böylesine hareketli bir şehrin yanı başında amatörce sanat gösterıleri ile nasıl eğitebilirsiniz?

Bunu sorarken bizim <<Halkevleri» ni düşünüyordum. Halkevleri, sanattan ve kültürden yana yoksul bölgelerimi­zin kültür ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuşlardı. An­kara'da bile öyleydi. Devlet tiyatrosu ve özel tiyatrolar ku­rulmadan önce başkentimizin tiyatrosu amatör halkevi ti­yatrosu idi. Ama bugün yeniden kurulmuş olan Halkevle- ri'nde sözgelişi tiyatroculuk gene başlıyacaksa, bu ancak öncü, atılgan, cesur bir tiyatroculuk olmalıdır, başka türlü seyirci bulamaz çünkü. Artık Ankara'da bol ve iyi tiyatro vardır, halk bu tiyatroların eğitiminden geçmiştir.

Kültür Sarayı direktörü dedi ki:

- Bizim Kültür Sarayımız, yalnızca işçilerimize değil, bütün bu çevrede oturanlara açıktır. Onlar, şehir biraz uzak olduğu için bizim sinemamıza gelirler, burada hem şehirde göremedikleri eski ve sevilmiş filmleri görürler, hem de ye­nilerini. (O sırada başka bir tahrikanın kültür sarayında Şerburg Şemsiyeleri oynuyordu ). Tiyatromuz hevesiiierin boş vakitlerini değerlendirmiye yarar. Gerçekte bütün bu kültür sarayı, yeni hayatımızın sorunlarını halka açıklamak amacı yanında, işçilerimizin ve mahalletimizin boş vakitle­rini değerlendirmek amacını da güder.

Peşte'de iki çocuklu bir hanım:

- Çocuklarıma kahvaltıda yiyecek beğendiremiyo-

rum, diye dert yanınıştı bir gün bize, önlerine her şeyi ko­yuyorum, beğenmiyorlar. <(Böyle yapmayın, biz ne sıkıntılar gördük!)) deyince de kızıyorlar. «E... artık yeter bu laflar, gördünüzse gördünüz» diyorlar.

Artan refah, geçmiş acı günleri hilmiyen gençlerde böyle bir bencil iyimserlik duygusu yerleştirmiş demek. Bu­nun yaygınlık ölçüsünü bilemem. Başarıdan doğan yeni ^ runlardır bunlar. Başka örneklerini de gördük. Ancak bu «bencil iyimserlik» havası benim «şarkı» diye adlandırmak istediğim o aşk ve şevk içinde yaratma havasını, o yarını yaratma coşkunluğunu, güçlükler de olsa değerinden yitir- miyen coşkuoluğu ne kadar besler? İlk başarılardan sonra ülkücülüğün hızı kesiliyor mu? İşte M.O.M. fabrikasının ve öteki fabrikaların kültür sarayları bu «şarkı»yı ayakta tutmaya çalışan yerlerdir.

SANATÇILAR S]TESİNDE

Şehrin sakin bir bucağında, bahçeler içinde kurulmuş olan bu sitede Macar sanatçılarının yaratma evleri var. Bi­zi, orada oturan genç bir yonutçunun evine götürdüler. Bü­yük bir atelyeye girdik, atelyenin bir yanı, yerden ta yük­sek tavana kadar camdı. Ötede heride bitmiş, bitmemiş bir kaç yonut duruyordu. Bu büyük atelyeden başka, sanırım, evin iki odası vardı. Yonutçu, eşi ile sekiz yıldır oturuyor­du bu evde ve bizim paramızla ayda sekiz on lira gibi sem­bolik bir kira ödüyordu. İşini, kazaneını sorduk. Oluk gibi iş akıyormuş her yandan, çünkü Macaristan'da her çeşit ya­pıda, masrafın yüzde onu (belki de daha çoğu ) sanat gideri olarak ayrılıyor. İşte yanımda duran, bir atın üzerine acaip bir biçimde oturmuş adam yonutu, bir işçi mahellesinin par-

kı için ısmarlanmıştı. Yonutçu, Paris sanatçılarına özenerek giyinmişti, dik yakalı bir kazak vardı üstünde, yakınarak:

- Siparişten baş alıp istediğim gibi yonut yapamıyo- nım, dedi.

İstediği yonut ne ola? Konuşmamız yeni sanat akım- Iarına geldi dayandı elbet. Parisli sanatçının kılığına özen­miş ev sahibimiz burada biraz sinirlendi, dedi ki:

- Burjuva memleketlerinden gelenler de hep bu sonı- larda direniyorlar, dejenere burjuva sanatlarından söz aç:- yorlar. Bunu anlıyamıyoruz bir türlü.

Konumuzun burjuvalılıkla, sosyalistlikle ne gibi bir iliş­kisi olabilirdi? Macaristan bir Avrupa ülkesi değil miydi? Biz bir takım sanat akımlarını burjuvalıkla, bir takımını da sos­yalistlikle damgalamak için ne gibi ölçüler kullanacaktık;ı Gerçi bütün dünyada bir dar kafalılık vardı, ama bu dar ka­falılığı etmek de gene sanatçılar düşerdi. Yoksa böyle kaba bir bölümleme ortaya bir takım güçlükler çıkaracaktı. Modern yonut dünyasını zenginleştiren şu sanatçılar, Arc­hipenko, Picasso, Tatlin, Pevsner, Naum Gabo, Arp, Alberto Giacometti, Joan Miro, Henry Moore, Lipchitz, Brancussi... bubölümleme sırasında hangi damgayı yiyeceklerdi? İş sanıl­dığı kadar kolay değildi bence. Bu adları kendisine saydım. Modern yonut konusunda sinidenen ve kapağı kurjuva-sosya- list bölümlemesine atan yonutçu, yazık ki bu adlardan bir ta­kımını hiç duymamıştı, bir takımını biliyor ama onlar için de dudak büküyordu. Oysa bunlar içinde Picasso ile Alberto gibi iki komünist vardı; Tatlin, Pevsner, Naum Gabo, Sov­yet devriminin ilk yıllarında ve Lenin'in bütün yaşadığı yıl­lar boyunca, Moskova'da ilk modern yonut örneklerini ver­mişler, akademilerde öğretmenlik etmişler, alanları yapıt-

ları ile donatmışlar, parklarda halka sergiler açmışlardı. İs­panya ihtilalinden sonra yurdundan kaçıp Moskova'ya gelen ve orada yirmi yıl yaşıyan komünist İspanyol ressamı Al- berto'nun yapıtlarını gösteren kitaplar Çekoslovakya'da, Moskova'da basılıyordu. Bunlara ne diyecekti? Bunların karşısında kendi ne düşünüyordu, neye inanıyordu? Yeni bir görüşü mü vardı?

Sadece:

- Bizim anlayışımız realizmdir, dedi.

Artık sinidenmek sırası bana geliyordu yavaş yavaş. Realizmin bir burjuva icadı olduğunu söyledim ve sanatta çeşitli anlayışlar olmasından niçin bu kadar huylandığını sordum.

- Çeşitli anlayışlar mı? diye sordu.

- Evet.

Gene dudak bükerek:

- Öyleyse faşizm de olsun .. demez mi?

Bu ya beni aptal yerine koyuyordu, ya da sanatçı de­ğildi. Marksizmi de, sanatı da ondan daha iyi bilen biri kar­şısında bulunduğunu kendisine en uygun dille anlattım.

Burada bir sanat tartışmasına girecek değilim; ancak şuncasını da söylemeden geçemiyeceğim: Sovyet devrimin- den önce yaşamış büyük Marksistlerde böyle kaba bir sınıf­lama yoktur. Upton Sindair'in kitabının ise anti Marksist olduğu anlaşılmıştır. Yazarların bağımlılıgi sorunu Lenin'in bir makalesinin yanlış yorumuna dayanmaktadır; Lenin o makalesinde partili yazarları (sanatçıları değil) ele almak­tadır. Gerçi yüzyılımızda yeni bir sanatın, sosyalist sanatın kurarnları üzerinde çalışanlar var, fakat bu alanda sözgelişi Jidanov'un görüşleri artık bütün komünist ülkelerde bile

önemini yitirmiş durumdadır, giderek zararlı bile görülmek­tedir. Gezdiğim, gördüğüm komünist ülkelerde Jidanov'u tutan bir tek yazara, bir tek sanatçıya rastlamadım. Sartre'a, Camus'ye, Kafka'ya karşı durum almanın modası bütün ko­münist ülkelerde eskimiştir. En büyük Çek dergileri Kafka için özel sayılar yapıyorlar, Kafka Macaristan'da, Polonya'­da, Romanya'da ... basılıyor ve satılıyor. Bunları Macar yo- nutçusu ile tartışmak için yazmıyorum, kendimiz için yazıyo­rum. Sosyalist ülkeler yazarları ve sanatçıları ile yaptığım konuşmalarda «sosyalist realizm» deyiminin bile pek tu­tunmadığını gördüm. Ama bizim kimi keskin kuramcıları­mız, «Kıyısız bir gerçekçilik» adlı yapıtında Kafka'nın hak­lı yerini tanıdığı, ona gerici diyenleri sözde - Marksist- likle adlandırdığı için Garaudy'yi bile suçluyorlar. İşte ben gezdiğim sosyalist ülkelerdeki yazarlar ve sanatçılada bu konuları tartışırken özellikle bizim memleketimizi, bizim aydınlarımızı düşünüyordum. Genel izienimimi söyliyeyim, sosyalist ülkeler yazarları arasında böyle bir dar sanat an­layışı ortadan kalkmıştır, ya da kalkmak üzeredir. Jidanov'- dan Rusya'da bile söz etmiyorlar artık.

Macar yonutçusunun evinden ayrılırken şundan ötürü üzüntülü idim; sanatçısına dünyanın en iyi olanaklarını sağ- lıyan bir toplumun halkı, üstün yaratıcılara Hiyıktı, onu Av­rupa'nın eskileri ile oyalayan, dünyadan habersizlere değil... İşçi parkı için yapılan at yonutunun üstündeki adamın oturuşu nasıl acaip idiyse, sosyalizmin üstüne oturmuş bu yonutçunun durumu da öylesine acip geldi bana. Sosya­lizmlerini daha kuramamış ülkelerde, bin türlü yoksunluk­lar içinde çalışan ve yaratmada dünya çizgisini aşmaya uğ­raşan ülkücü sanatçıları düşündüm. Hani bir zamanlar Me-

met Fuat, «Sanatçı ölmeli» diye yazmıştı. (Korunup da yoz­laşacağına, acından ölmeli ); doğru olsun istemem o görüş, ama.. en azından yeteneksizlerin, tembellerin ortalığı hara­ca kesmelerini de ne yapıp yapıp önlemek gerekir. Bu ko­nuya daha geleceğiz.

Bereket ertesi gün başka bir yonutçu aileyi ziyaret et­tik. Karı koca ikisi de yonutçuydular. Evleri Peşte'nin dış mahallelerinden birindeydi. Kocaman ahşap kapı, eski İs­tanbul L'Vlerini hatırİatıyordu Açık penceresinden yemyeşil bir bahçe görünen odalarında birer küçük konyak içtikten soinra yukarı kata, atdyelerine çıktık. Yapıtlarını da, ken­dilerini de çok sevdik Tibor'ların. Burada bir sergi açmak olanağını bulmalarını candan dilerim.

YAY/NEVLERİ VE

BAŞKA KONULAR

Peşte'de üç yayınevini ziyaret ettik: Evropa, Nagvilar, Koşut. Bunlar devletin ve partinin yayınevleridir. Orada özel bir yayınevi aramak yanlış olur. Genel olarak özel bir işyeri aramak yanlıştır gerçekte. Her şeyin devlet yöneti­minde olmasına alışık değilseniz, ikide bir, «Bu da devletin mi?» diye soracaksınızdır, o zaman yanınızdaki Macar gü­lümseyerek:

- Burada her şey devletindir, devletin olmayan pek - az şey vardır, der.

Sözgelişi bize özel bir bakkal dükkanı gösterdilerdi. Hem de çok kazanan bir bakkal dükkanı imiş .. Şu da var ki, bu bakkal dükkanının sahibi, emekli yaşına geldi mi, bir işçi gibi emekli aylığına bağlanacaktır. Yasa böyle. Halk demokrasilerinden birini ya da Sovyetler Birliği'ni görme-

miş kimselerin en çok merak ettikleri de işte bu her şeyin devlete ait oluşu ve özellikle alış veriş yerlerinin, mağaza­ların, lokantaların, gazinoların, gece klüplerinin, meyhane­lerin, kahvelerin, dondurmaciların bu durumda bulunuşu­dur. Her şey mi? Nasıl olur? Evet, her şey, oluyor işte. Öy­le ki, sizi, diyelim, Viyana diye kandırıp uçaktan geceleyin Peşte'ye indirseler, bir lokantaya, oradan bir gece klübüne, oradan da bir otele götürseler, bir halk demokrasisinde bu­lunduğunuzu anlayamazsınız. Böyle bir ülkede bulunduğu­nuz rakamlar konuşmaya başladığında ortaya çıkar. Sözge­lişi bir Macar ayda ne vergi verir? Hiç vergi vermez, yalnız sigorta ödeneği kesilir ücretinden, o da yüzde 5 midir ne­dir? Ev kirası olarak ne öder? Ev kiraları, kazancın yüzde onunu geçmez. Macarİstanda ev sahibi de olabilirsiniz, gi­derek evinizi kiraya da verebilirsiniz. Ama bu kirayı devlet belirler. Ev satın alıp kiraya verme hevesi, son yıllarda git­gide azalmakta imiş, çünkü bir süre sonra herkesin bir evi olacağına, ya da en azından ev buhranı tümden çözümlene­ceğine göre, kiraya vermek üzere satın alınan kat başa bela kesilecektir. Atamazsın satamazsın.

Gene bu ülkelerin başka bir ortak yanı, kitap baskısı­nın ve satışının yüksekliğidir. Bu da elbet okuma yazma işi­nin kökten çözümü ile ilgili bir iştir. Kurtuluştan önce Ma­caristan bir çok başka bakımlardan olduğu gibi, okuma yaz­ma bilenlerin nüfusa orantısı bakımından da ülkemize benze­mekte imiş ... Yeni yönetim kurulduktan sonra ele alınan ilk sorunlardan biri olan okuma yazma sorunu, bugün artık so­nuca ulaşmış durumdadır. Bununla bağlı olarak da kitap bas­kı sayıları hızla yükselmiştir. Macaristan kitapçılığı, estetik bakımdan, öteki halk demokrasilerinden daha ileri geldi ba-

na. Gerçekten zevkli, güzel baskılar yapıyorlar. Ziyaret et­tiğimiz ve sorumluları ile uzun uzun konuştuğumuz üç ya­yınevinde telif ve çeviri, basılmış kitapları gördük. Bütün dünya klasiklerini dillerine çevirme işi büyük bir hızla sürüp gidiyor. Bu arada modern yapıtlara da önemli bir yer ayu- mışlar.

- Kafka var mı?

Diye sorulunca şaşmıyorlar,

- Elbette var...

Diye sayınağa başlıyorlar.

ikide bir Kafka adını anışıın, o yazara düşkünlüğüm­den değildir, yasağı anlamıyorum, yasağın nedenlerini me­rak ediyorum, bu bakımdan o yazarın adı bir ölçü oluyor benim için.

Yalnız partinin kurduğu Koşut Yayınevi'nin direktö­rü:

- Modern yapıtiara bizim yayınevinde şimdikinden daha çok yer ayıramayışımızın nedeni şudur, dedi, devrim­den önce Macarİstanda Marksist yapıtların basımı ve ya­yımı yasaktı, biz önce bıı boşluğu doldurmakla görevliydik.

Fakat öteki yayınevleri bu bakımdan tamamiyle özgür­dürler. Güzel bir Türk şiiri antolojisi basmışlar. Yunus'- tan günümüze değin bütün Türk şiirini yakından tanıtan bir kitaptır bu. Gerçi büyük sayılarda basılmamış, ama üç ay içinde tükenmiş. Evropa Yayınevi Direktörterinden Ba­yan Carrig Sara ile, Macarcaya çevirtmeyi düşündüğü Türk edebiyat yapıtları üzerinde bir kaç kez uzun boylu konuş­tuk. Ayrıca Nagvilar Yayınevi ile ve Yazarlar Birliği üye­leriyle yaptığım toplantılarda bir Türk - Macar şiiri antolo­jisi çıkarınağı düşündük. Ancak onlar böyle bir işe hemen

hazır olduklarını söyledikleri halde, ülkemizde yayınevleri­nin özel ellerde bulunuşu bize o rahatlığı ve kolaylığı ver­miyordu. Üstelik ben Macaristan'a Türk Edebiyatçılar Bir- liği'nin temsilcisi olarak değil kendi adıma çağrılmıştım. An­cak burada ilginç bir durum var, bugün Türkiye'nin ilerici ay­dınları kitap bastırma işinde özel teşebbüsle işbirliği yap­maktadırlar. Komünist bir ülke aydını bunun neden ve na­sıl böyle olduğunu ilk bakışta kolayca anlıyamaz. Ama yur­dumuzdaki öncü yayınevlerini yönetenlerin de birer ile­rici aydın oldukları söylenirse, o zaman durum değişir. Ben de antoloji konusunda, çoğu dostum olan bu yayınevleri sahiplerine güvenerek konuştum orada. Dönüşümde ken­dilerine anlattığımda, onlardan «İyi ettin» karşdığını J- dım.

AYAKKABI FABRİKASINDA

Bir halk demokrasisinde bir fabrika gezmek, elbette daha çok iktisatçıları, endüstriden anlayanları ilgilendire­cek, onların yararlanacağı bir iştir; benim gibi bir edebiyat­çı, bir ozan böyle bir ziyarette, ne bilgisi vardır ki neyi kar­şılaştırsın, ne öğrensin? Ama ben gene de <<anlamam» diye­rek fabrika ziyaretlerini gezi programından çıkartınağa kalkmadım. İyi de ettim. İnsanın, bir hazırlığı olmasa dıı, bu gibi yerlerden öğreneceği çok şeyler vardır, belli olmaz. Nitekim ben de, görmiye gittiğim ayakkabı fabrikasından, Macar iş hayatı ve Macaristan'ın yeni sorunları üstüne il­ginç bilgiler edindim. Size onları kısaca yazacağım.

Bu fabrika sadece Macaristan'ın ayakkabı ihtiyacıru karşılamakla görevli değildi; yaptığı ayakkabıları dışarıya da satıyordu. Uygulanan iş bölümü ve otomatizasyon m^

derndi. İşçiler dört ekip halinde çalışıyordu; yıl sonunda kardan pay alıyorlardı ve yıllık izinlerini Balaton gölü ke­narında, ya da başka sayfiyelerdeki dinlenme evlerinde ge­çiriyorlardı.

Ancak yeni Macar endüstrisinin ve çalışma hayatının bir takım yeni problemlerle karşı kar^ıya bulunduğunu öğ· rendim. Bunlardan biri, endüstrinin daha çok Peşte'de top­lanmış olması ve böylece Peşte'nin gittikçe kalabalıklaşma­sıdır, ki bu durum hükumet için yenilmesi pek de kolay ol^ mayan güçlükler doğuruyor. Bunu önlemenin çaresi ve Ma­caristan için yararlı olan yol, endüstriyi bütün ülkeye yay­maktır. Sözgelişi bizim gezdiğimiz fabrikanın, üç ayrı yerde üç dalı vardı. Ama teknisyenler, işçiler, ne yapıp edip kapa­ğı Peşte'ye atmak, orada yaşamak istiyorlarmış. Bu yüzden Peşte'ye akın, bir takım kararlarla sınırlandırılmıştır. Gene de ônlenemediği söyleniyor. Bundan başka, iş yerlerinin birbirlerinden işçi ayartmaları da planı bir ölçüde aksatacak niteliktedir. Şunu hemen söyliyeyim, Macaristan'da işsizlik diye bir şey yoktur, bunun tersi vardır, iş sunuşu, iş dileğin­den üstün olduğu için, işçiler yalnız şehirler arasında değil, Peşte içinde de oradan oraya dalgalanmaktadırlar. İş bol­luğunun ne biçimde olduğunu gösteren bir örnek: Tram­vayda iki üç ilan gördüm ki, bunlarda, gösterilen yerlerde çalışmak isteyenlerin hemen tramvaya atlayıp şu, şu, şu adreslere başvurmaları yazılı idi. Hükumet bu türlü dalga- Ianmaları önlemek için, çalışma yerinde üç yıl çalışmadan haşka yere geçen işçiler için, yıl sonu primlerinin ödenmi- yeceği ve ücretli yaz tatili izninin verilmiyeceği müeyyide­lerini koymak zorunda kalmıştır.

KİMSESİZ ÇOCUKLAR YURDU

Şehrin dışında, kırk hektarlık bir alanda, yeşillikler içinde kurulmuş yapılardadır bu Kimsesiz Çocuklar Yurdu. Bizi yurdun direktörü karşıladı. Ona Macaristan'ın Maka- renko'su diyorlar, ünlü Rus pedagoguna benzeterek. Önce kendi odasında, Yurdun kuruluş nedenleri ve geçmişi üze­rinde bilgi verdi. Kurtuluş savaşından sonra bir çok çocuk anasız babasız kalmıştır, bunlara anaları babaları suç işle­yip de hapse girdiği için yalnız kalan çocukları da ekleyince, kimsesiz çocukların sayısı bir haylı kabarık sayıya varmış ve bu durum karşısında devlet, Macaristan'ın çeşitli bölge­lerinde kimsesiz çocuklar için yurtlar açmıştır. Bizim gezdi­ğimiz işte bunlardan biri ve en büyüğü idi. Direktör de sa­vaşta anasını, babasını, eşini kaybetmiş, iki çocuğu ile kal­mış ve kendisini bu işe vermiş. Devletin himayesi ile bu güzel yurdu kendi eliyle kurmuş. Orada oturuyor ve bütün çocukları kendi çocukları gibi seviyor. Çocuklar da, hele küçükler, onu babaları gibi tutuyorlar, koşup boynuna atılı­yorlar, şakalaşıyorlar onunla. Ama yalnız direktör değil, bü­tün öğretmenler yurtta oturmaktadır, hepsi de bu kimsesiz çocukların anası babası gibidirler. Site ayrı ayrı yapılardan kurulmuştu. Bu yapılarda çocuklar, yaşiarına göre yerleş­tirilmişlerdi. Hepsinde öğretmenler için bir bölüm vardı, baş­ka bir deyişle, çocuklar, öğretmenleriyle bir evde oturuyor­lardı. Direktör diyor ki:

- Başka kurumlarda pedagoglar ayrı yerlerde, diye­lim şehirde otururlar. Oysa sabah gelip akşam giden peda- ,gog bize gerekli değil.

Bu yapılardan birini, yetişmiş kızlar için ayrılanını

gezdik. Yatakhaneleri, sınıfları, öğretmen bölümünü gör­dük. Beni en çok şaşırtan, bu okuldaki «lüks^ diyebileceğim döşeme dayama ve konfor oldu. Her yatakhane başka bi­çimde, başka kumaşlarla, başka döşeme dayama ile süslen­mişti. Öğretmen bölümündeki odalar, benim diyen zengi­nin evi ile yarışabilecek nitelikteydi.

Orada bizim Köy Enstitülerimizi düşündüm; yoksul köylü çocuklarımızın ülkücü öğretmenleriyle bir arada, el­leriyle kurdukları yapıları, işiikieri hatırladım ve bunu di­rektöre anlattım, Enstitülerin ilkesi olan iş eğitimi üzerinde durdum. Ama o, Köy Enstitülerimizi kuranların çabalarını nedense değerlendiremedi, ya da yanlış anladı söyledikle­rimi:

- Çocukları para kazanmak için çalıştırmak doğru de­ğildir, dedi.

- Para için değil, dedim. Biz devletin yapamadığını köyde köylünün gücü ile yapmak ve çocukları iş ^ırasında eğitmek yolunu denemiştik.

Direktör:

- Hayır hayır, diye devam etti. Burada her şeyi dev­let yapmıştır, yılda altı milyon tutarında bir bütçemiz var...

Ah Türk çocuğu! Ah ülkücü Türk öğretmeni! Bırak yardımı, korunmayı, çelme takmasalar sen kim bilir ne mucizeler yaratacaksın?

Peşte'deki Kimsesiz Çocuklar Yurdunu bitiren ve bir sahibi olup evlenen çocuk, dilediği zaman eski yurduna döner, orası ana baba evidir onun. Gerçi isteyen çocuksuz aileler buradan kimsesiz bir çocuk alıp evlat edinebilirler. Ama o çocukları da okul, gözden uzak tutmuyor, çocuk git-

tiği aileyi beğenmezse, okuluna dönüyor. Nitekim böyle bir küçük oğlan çocuk, birkaç ay sonra dönmüş gelmiş:

- Karı koca karşıma geçiyorlar, bütün gün beni ölen çocuklarına benzetip yüzüme bakıyorlar... Ben oraya ölmüş bir çocuğun yerini doldurmağa, ona benzediğim için bir ana babayı oyalamağa gitmedim, demiş.

Bahçeye çıktık, bebeklikten yeni kurulmuş çocukların oyun odalarına ve oyun bahçelerine gittik. Orada durum yürekler paralayıcı idi; ana baba şefkatine susamış olan bu kimsesiz çocuklar boynumuza atılıyor, Macarca «Öp beni^ diyorlardı. Hele biri, kucağımdan hiç inmek istemedi. Bi­zim Macarca konuşmadığıımza da şaştılar. İçlerinden biri bunun nedenini sordu direktöre:

- Onlar Türk...

Karşılığını alınca da:

- Niçin Türk? diye sordu.

PEŞTE'DE BAŞKA YERLER

Üniversitede Türkoloji bölümünü ziyaret ettik; pro­fesörler, doçentler ve öğrencilerle konuştuk, kütüphaneleri­ni gezdik. Orada geçirdiğim güzel satleri unutamıyacağım. Bir dertleri vardı, Türk edebiyatını günü gününe izleye­mediklerinden yakınıyorlardı. Yayınevleri olan arkadaşla­rımdan rica ederim, kitaplarından Peşte Üniversitesi Tür­koloji bölümü kütüphanesine yollariarsa iyi ederler.

Kukla tiyatrosunu ne denli övsem bitiremem; o tiyat­royu Türk seyircisinin de görmesini çok isterdim. Böyle bir işe girişecek ve böyle bir çağrıyı düzenliyecek kurum ya da kişi çok yararlı olacaktır kanısındayım.

Pt>şte Elçimiz sayın Nedim Eveiner'in ve sayın eşinin

nazik davetleri ile bir akşam Peşte'nin en tanınmış restoran­larından biri olan Matyas Pince'ye gittik, orada Avrupa'­nın en ünlü çigan orkestrası diye tanıtılan orkestrayı dinle­dik ve çalgıya yakın olduğumuz için pek konuşamadık, ko­nuşabildiklerimizi anlıyamadık. Ben oldum olası hoşlan- ınam çigan müziğinden, Peşte'de ise en sık dinleneo mü­zik budur. Belki yalnızca bunun için gelenler de vardır ora­ya. Çigan müziğinden, Macaristan'daki çingenelerin duru­muna geçelim: Çingeneler yerleşme sorunuoda güçlük çı- karıyorlarmış... Bir yıl önce Bulgaristan'da da benzeri hika­yeler dinlemiş tim. Bir köy gösterip «Ütur! » diyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki ertesi gün çingenelerin yerinde yel­ler esiyor, kodunsa bul! Bulgarlar, dayanmışlar, direnmis- ler, sonunda başarmışlar işi, yerleştirmişler çingcneleri. Duyduğuma göre Macar çingenelerinin bir çoğu gene de gezgindir. Ne yapsınlar, içieri sıkılıyor demek ki bir yerde oturmaktan, tanımalı onlara bu gezginlik hakkını... diyece­ğim ama, bir ucundan ta öbür ucuna geçtiğim Macaristan'­da bir tek dilenci çıktı karşımıza, o da küçük bir çingene kı­zıydı; Estergon'dan dönerken bir kahve içmek üzere dur· duğumuz Szentendr'de gördük onu... Kahvehanenin kapı­sına dayandı, avucunu uzattı içeri. vavık vavık bir ş<;yler söyledi, sonra da oynaya zıplaya uzaklaştı gitti.

Bizde merak edenler olur, Peşte lokantaları pahalı mı, ucuz mu? Büyük lokantalar pahalı, ama her keseye göre yemek yenecek yerleri de var Peşte'nin. Bir örnek: Bir gün Petöfi'nin eskiden arkadaşları ile toplandığı, birçok şiirle­rini yazdığı eski bir kahve ve şimdi şehrin büyük bir !okan- tası olan Petöfi kulübünde üç kişi öğle yemeği yedik. Çok .güzel bir yemekle, çok güzel bir şarap, deseri ve kahvesi

130 - 140 lira tuttu. Buna karşılık, Petöfi kulübünün hemen yanındaki başka bir lokantada bu işi 20 - 30 liraya görebi­leceğimizi söylediler.

Mağazalar hep kalabalıktır. Bir çoklarının önünde kuyruklar var. Aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Bakkal dökkaPlarında (onlara dükkan değil, mağaza demek da­ha doğru olur ) her çeşit hazır yemek vardır. içkiler genel olarak pahalı; ancak çok da süslü şişeler, kablar içinde satı­lıyor. Bir gece de Geliert tepesindeki bir gece kulübüne git­tik; küçük bir yerdi, müzik orta halliydi, attaksiyon yoktu, gideri bizim büyük gece kulüplerininkine yakın bir şey tuttu.

Peşte'den ayrılınağa sıra geliyor artık; oradan kuzeye, Estergon'a, sonra da güneye, Pecs'e (Peyç okunur) gidece- ği2. Ama Peşte'yi bititmeden önce şu hikayeyi de anlatayım:

Büyük bir günlük gazetenin yazarı sizinle konuşacak dediler. Randevu saatinde otelin salonuna indim, orada Ev- ropa yayınevi direktörlerinden bayan Carrig Sara ile altmış­lık, zayıf bir kadın oturuyordu, bir de ressam gelmişti bera- ^rlerinde, biz konuşurken resimlerimizi yapacaktı. Bu rö­portajcı hanım, Türkiye üstüne hemen hemen hiç bir şey bilmiyordu ve bu yüzden de çok genel sorularla işe başladı; ((Türk edebiyatında ne gibi akımlar var?» ya da «Türk ede­biyatı nereye gidiyor?» gibi... Soruların cevapları da soğuk olunca kadın büsbütün sıkıldı, daha garip sorulara geçti, sözgelişi:

- Türkiye'de hareminiz var mı? diye sordu.

- Benim yok, kimsenin de yok, Türkiye'de harem çoktan kalktı.

Kadın biraz düşündü:

- Türkiye'de bir kahvedc, bir lokalde benimle kC'- nuştuğunuz gibi rahat konuşabilir misiniz? dedi.

- Nasıl yani?

- Polisten korkmaz mısınız?

Böyle saçma sapan bir iki şey daha konuştuktan ı.onra, eskiden aristokrat olduğu söylenen bu acaip kadın kalktı gitti. Onu uğurlarken yanlışlıkla ayağına basmışım, ona da sinirlendi. Ben de Bayan Carig Sara'ya, ne yazarsa yazsın, bu kadının yazdıklarının çıkmasını istemediğimi söyledim. Bu konuşmadan bende kalan izienim şudur: Bizi çok, ama çok az tanıyorlar. Özellikle halk demokrasisi ülkelerine uzun yıllar süren temassızlıktan ötürü, yurdumuz üstüne az ve yanlış bilgi vadır. Sosyalist ülkelerle temastan çekinil- mesini anlamam, bu yüzden zararlı çıktığımızı ise gördüm.

«BRE DİLBER AMAN ...»

Bizim sevimli Polgar Judith ile, Macar Kültür Müna­sebetleri Enstitüsünün bize ayırdığı arabaya atlıyarak Tuna boyundan Estergon yoluna düştük. Sevdiğim en güzel tür­külerden biri olan

Estergon kalesi Bre dilher aman Subaşı durak Kemirir bağrımı Bir sinsi /irak

türküsünü, daha yolda iken Judith'e aniatmağa ça­lışıyordum. Bu türküyü Macarlar bilmiyorlar. Elbette bil-

mezler, ama yollasak, tanıtsak hoşlarına da giderdi belki. Ancak Peşte Elçimiz sayın Nedim Eveiner'den dinlediğime göre, Adnan Saygun oraya geldiğinde açılmış bu konu, ama Saygun, tek sesli olması dolayısıyle bu türkünün Ma- carları sarmıyacağını söylemiş. Oysa bizim Kadıköy'deki evde türkü meraklısı arkadaşlarla beraber bulunduğu bir gece, Macar elçiliği memurlarından Bay Anders İlyes'in «Estergon kalesi» ni dinlerken gözleri yaşarmıştı. Yol arka­daşımız Polgar Judith ise ogün, benim bir şiirimin Türkçe- sini ezberlemeye çalışıyordu. Yonutçu Tiborların evinde iken, Bay Tibor, Türk şiir antolojisindeki şiirlerimi açmış, bunlardan bir ikisini bir de benim ağzımdan dinlemek iste­diğini söylemişti. Onlara orada okuduğum şiirlerden biri Hiroşima adlı şiirimdi ve Bayan Polgar Judith'i sarmıştı bu şiir. Elindeki kağıttan, vurgulara adamakıllı basarak okuyor otomobilde.

Büyük babam, babam, ben...

«hiim»lar kulağırnın dibinde palıyor, bereket dört dize yazmışım diyorum İçimden, biter bitmez Judith baştan alı­yor.

- Babam ...

- Hayır, büyük babam...

- Büyük babam, babam, ben ... Küçük oğlan, kız da­mat ...

Bir şey değil aileden soğukluk gelecek. Ne yapayım, Estergon türküsünü söylüyorum kendi kendime. Tuna da habire akıyor yanıbaşımızdan. «Akma Tuna akma bre şa­hin aman!» Nedense başka Tuna türkülerinde de Tuna'ya hep «dur!» denir, akması istenmez onun. Sabahattin Eyüb-

oğlu farkına varmıştı. Oysa Tuna akıyor, hiç bir türkü dur- duramamış onu.

Yolumuzcia belli başlı üç yer var: Szentendre, Visegr1d ( Vişegrad okunur), Esztergom (Biz Estergon diyoruz). Bun­lardan ilki, yüzelli yıldır çok az değişmiş, evleri barok ve ro­koko üslubunda olan küçük ve şirin bir kasabadır. Sanatçı­ların, özellikle ressamların düşkün oldukları bir yer. Daha Romalıların gününde oturma yeri imiş, kazılar yapılıyor. Ondan sonra Tuna'nın hemen kıyıcığında Visegrad'a geli­yoruz. Eski kalesi, kral sarayı ile Visegrad ve genel olarak bu bölge ortaçağı canlandırır gözlerde, Macar kralları yüz­yıllarca burada oturmuşlardı. 1308 de kral Charles Robert'- in yaptırdığı, arkasından kral Sigsmund'un genişlettiği ve son biçimini kral Matthias'ın ( 1458 1490) zamanında alan bu saray, yıkıntıclan yok olmak üzere iken kurtatılmış ve yeniden kurulmuştur. Sarayın en parlak günleri elbette kral Matthias'ın günleridir. İkinci Mehmed'in İstanbul'u aldığı ve orada bir yeni çağ bilim ve sanat merkezi kurmağa çalıştığı yıllarda, bu sarayda bir takım İtalyan sanatçıları ve humanistleri Rönesans kültürünü geliştiriyorlar ve Ma­caristan'a yayıyorlardı. Kral Matthias'ın karısı Beatrice, Na­poli kralının kızıydı. Bir Estergon kardinalinin yazdığına göre, üç yüz elli odası varmış sarayın (bugünkü durumu ile tahmin edilemez ), biri beyaz, biri kırmızı mermerden, olan iki çeşmesinden, törenlerde şarap akarmış... Visegrad, Tu­na ile tepeler arasına sıkışmıştır. Tepede Solomon kalesi var.

Visegrad'dan bir çeyrek sonra Estergon'a vardık. Bu­rası İmparator Charlemagne'ın batı kalesiydi ve o zamanlar, Latince Strigonium'dan bozma Oster Ringum diye anılır-

dı; Estergon oradan gelme. Dokuzuncu yüzyılda Macarlar Urallardan geldiklerinde, ucbeyi Arpad'ın konağı oluyor burası. Ben hemen Estergon kalesini aramağa başladım. Ge­çen yüzyılın ilk yarısında yapılmış olan büyük ve tatsız ka­tedral bütün görünüyü kapıyordu. Oysa burada ünlü kale­den başka, Roma, ortaçağ Macar ve Türk kalıntıları vardı. On ikinci yüzyıldan kalma gotik üslubunda bir saray, kral Bela'nın sarayı. Uzun yıllar toprak altında unutulmuş olan bu sarayın dar merdivenlerinden çıkıp bir kalenin ağzına geldik ve orada başka bir merdivenden akan gezicilerin hü­cumuna uğradığımız için sıkıştık kaldık. Boyuna geçiyorlar, geçiyorlar. «Arpad'ın ordusu .. » dedim Judith'in kulağına. Sonra oradan kaleye, ünlü Estergon kalesine geçtik ve bü­tün şehri, Tuna ile birlikte yukardan gördük, evierden sa­dece biri Türklerden kalma idi, ikinci kata dışardan çıkan bir merdiveni var. Öte yanda, şimdi Hristiyan müzesi olan kilisenin sarayı ve Tuna... Tuna üzerinde yıkılmış bir köp­rü.. Savaşta yıkılmış olan bu köprüden karşıya, Çekoslo­vakya'ya geçiliyordu eskiden. Karşıda fabrika hacaları ile Çekoslovakya...

Büyük katedrali de gezdik, bir papaz vaaz ediyordu, yüzlerce insan doldurmuştu kiliseyi. (Estergon dindarların merkezidir ). Katedralin en ilginç yanı, içinde bir onbeşinci yüzyıl Chapel'ini saklamasıdır. Yıkılan bir ortaçağ katedra­linden kalmış bu chapel; kapısından baktık, o küçücük yer­de tek başına oturmuş, gözlerini İsa'ya ya da Meryem'e dik­miş, kıpırdamadan bir kadın oturuyordu öyle...

Sonra tepeden indik, önce Türk eserleri müzesini gez­dik. İki üç odadan kurulu küçük bir müze bu. Adı: Török Emlekek. <^Ernlekek» ne demektir diye sordum, <(kalıntıı^-

demekmiş. Bence ,«mülk>> ile bir kökten olmalı o sözcük. Müzede bir kaç kilim ve kap kacak gibi bir kaç parça eşya vardı.

Bir kaç ay önce, İstanbul'da çıkan bir dergi, Yunus Nadi ile Yahya Kemal'in Viyana bozgunu konusunda bir­birlerine yazdıkları mektupları yayınlamıştı. Yunus Nadi, Viyana bozgununun nedenlerini bir yana atıp «Nasıl olsa geri dönecek değil miydik?» diyordu; Yahya Kemal ise, Viyana'ya gitmenin yanlış olduğunu söylüyor ve «Biz Es- tergon'dan ileri gitmemeliydik» diye cevap veriyordu. Biz de Estergon'dan ileri gitmedik, döndük oradan. Türklerin kaderi huymuş demek. Ayakta durmaktan, dolaşmaktan çok yorulmuştum, ama yorgunluğuma aldırmadan. Çekos­lovakya'ya uzatılmış o yıkık köprünün uruna değin gittim, oradan bir daha baktım Tuna'ya ve karşıya... Sonra otomo­bilimize döndüm. Sevimli Judith gür sesi ile tekrarlıyor:

- Büyük babam, babam, ben... Küçük oğlan, kız damat.. Gelişimiz teker tekerdi.. Gidişimiz cümbür cema­at...

Bense İstanbul'u, oğlum İdris'i düşünüyorum, «Ke­mirir bağrımı bir sinsi firak. .. »

Dönüşte Visegrad'da yemek yedik. Lokantada ekme­ği garson getirmiyordu, bir kız sepetin içinde gezdiriyordu. Siz de kaç dilim isterseniz ondan satın alıyordunuz. Yemek­lerimiz gelmişti, ama ekmekçi kız ortada yoktu... Yanımız­daki masada yemek yiyen aileden bir kadın, Polgar Judith'e bir şeyler söyliyerek iki dilim ekmek uzattı. Bizim ekmek­çi kızı beklemememiz için bu nezaketi gösterdiğini sanmış­tım, ama Judith çantasını açıp iki dilim ekmeğin parasını verince durumu anladım, kadın kendilerine fazla gelen o

iki dilim ekmeği satıyordu bize. Garipsemeyin, bizim lo­kantalarımızdaki ve evlerimizdeki ekmek ziyankarlığını dü­şünün!

Szentendre'e yaklaşırken bir köy pazarında arabamızı durdurttuk. İncik boncuk, çörekler, oyuncaklar satılıyordu bu pazarda... Çoluk çocuk cıvıl cıvıldı. İdris'e bir kılıç al­dım o pazardan. Estergon anısıl

DUNAUYVAROŞ

Peşte'ye döndükten sonra Pecs ( Peyç) hazırlığına baş­ladık. Beç ile karıştırmamalı, bilindiği gibi Beç, Viyana'dır. Peyç ise bizim ünlü tarihçimiz Peçevi İbrahim efendinin doğduğu yer. Budin'de yazdıği iki ciltlik tarihinde Kanu- ni'den Dördüncü Murat devrinin sonuna kadarki olayları anlatan Peçevi'nin büyük babası, Fatih Sultan Mehrned'io silahtarlığında bulunmuş Kara Davut'tur. Bu bakımdan Peyç, Nizarnettin Nazif'i de ilgilendirir.

Macaristan'a ayak bastığımızdan beri her konuştuğu muz Macar bize Peyç'i görmemizi salık vermişti. Bu yolcu­luğumuzda Polgar Judith artık bizi bıraktı, provaları var­mış, Enstitü bu sefer başka bir hanımı arkadaş etti bize, Dar- vaş Gabriella. O da Judith gibi İngilizce biliyor. Yolumuz uzun ve Peyç'e varmadan önce başka ilginç yerleri de görece­ğiz, dönüşümüzde ünlü Ballaton gölüne gideceğiz. Sabah er­kenden yola koyulduk.

İlk durağımız Dunauyvaroş. 1950 den önce basılmış olan Macaristan haritalarında böyle bir ada rastlanmaz. Çünkü Dunauyvaroş, yeni kurulmuş bir sosyalist şehirdir. İlk beş yıllık planın en büyük demir-çelik endüstri merkezi. Büyük, modern yapılar, ağaçlı caddeler, yeşillikler, bahçeler,

oyun yerleri arasında birbirlerini kesen temiz sokaklar, mağa­zalar, lokantalar, oteller, okular, sinemalar, müze, hastahane... her şeyi, her şeyi olan yepyeni bir işçi şehri burası. Gerçi ^- zey Macaristan'da demir-çelik endüstrisi merkezi vardır; ama buranın, Tuna yolundan yararlanmak ve Comlo kömürlerine yakın olmak bakımından bir çok kolaylıkları vardır ve bun­dan ötürü de orta ve güney Macaristan için önemi büyüktür.

Dunauyvaroş'un yapımına, 1950 ilkyazında başlaru- yor. Heyecan verici bir hikaye. Önce, kurulacak şehrin bü­tün ayrıntılarına değin planlarını hazırlıyacak olan ilk ekip­ler geliyor bu boş araziye ve ilk konutları, dükkanları, bir sinema, bir kütüphane, bir tiyatro ve hastahane yapıyorlar. Sonra yapı araçları ve gereçleri, uzaktan ve yakından büyük bir işçi kitlesi akını başlıyor. Mühendisler, köylüler, genç işçiler... Yeni kuşak Macar şiirinin tanınmış azanlarından Gyula İllyes, bu coşkunca çalışmayı anlatan şiirinde, doğayı Gulliver'e benzetir, karıncalar onu tuzağa düşürüyorlar. Dunauyvaroş'daki bu yapı hamaradığı sırasında, bir bronz çağı oturma yeri de çıkıyor ortaya toprak altından. Çalışma gece gündüz, ara vermeden sürüyor ve böylece ilk sosyalist şehir, yepyeni görünüşü ve en modern kuruluşları ile boy gösteriyor. Dunauyvaroş kültür sarayının sahnesinde tem­siller vermek üzere ulusal tiyatro, komedya tiyatrosu taşra kumpanyalan birbiri ardına geliyorlar... Şehir, fabrika du­manlarından ve kokularından rahatsız olunınıyacak bir yere yapılınıştır ve bütün apartımanlar bir merkezden ısıtılır, evlerde her zaman sıcak su bulunur. Yazın açık hava tiyat­rosunda temsiller verilir, spor alanlarında ve parklarda eğlenilir. Bela Bartok'un adını taşıyan lokalde konserler vardır. Dunauyvaroş, sporda memleket çapında ün yapmı^-

ur, Macaristan'ın en iyi futbolcuları, teniscileri, yüzücül^ri (yüzme havuzu var şehrin ), baskctbolcuları oradan çık­maktadır.

PECS (PEYÇ)

Övdükleri kadar varmış, Peyç insanı hemen saran, kendini sevdiren bir şehir. Yüzünüze Akdeniz havası ve ik­limi çarpıyor orda. Ilkyaz, bütün Macaristan'da önce bura­ya gelir. Şehrin orta . alanında Türklerin yaptıkları bir cami hemen göze çarpıyor. Peyç, Macaristan'ın en eski şehridir; Peyçiller bununla övünürler ve şehirlerinin Peşte'den üstün olduğunu söylerler size. İlk Macar kralı Stephan, onuncu yüzyıl sonunda büyük bir katedral yaptırmış. İlk Macar iiniversitesi burada 1367 de kuruluyor. Bu üniversite, Bolog­na, Paris, Prag, Cracow ve Viyana üniversitelerinden son­ra Avrupa'nın en eski üniversitesi. 1526 da Mohaç savaşın­dan sonra Türkler alıyor P_eyç'i ve St. Bartholomev kilise­sinin taşlarını kullanarak orta yere bir cami yaptırıyorlar. Ka­sım Ağa camisidir bu, şimdi Katolik kilisesi olarak kulla­nılmaktadır, tepesindeki ayın üstüne haç kondurulmuş, o kadar. Bundan başka on altıncı yüzyılda yapılmış Yakovalı Hasan camisi ve İdris Baba türbesi var ki, bunlar bugün müzedir. Yakovalı Hasan camisinde Türk hükumetinin ar­mağan ettiği rahleler ve Kuranlar gördük. İdris Baba, Os­manlı komutanlarının sefere çıkmadan önce danıştıktan bir bilici imiş, orada yatıyor.

Ünlü Peyç katedtalinin yapımına kral Birinci Stephan zamanında başlanmış, ::onra katmalada büyümüş yapı, on altıncı yüzyılda tamamlanmış. Hemen yanında dördüncü yüzyıldan kalma bir yeraltı chapel'i bulunmuş, ki duvar süs-

lerneleri ve mezarları ile bilgillierin büyük ilgisini çckmek- tedir. Katedralin alana bakan yüzünde duvar diplerinde, taşların üstüne kızlar, oğlanlar oturmuşlardı, kimi kitap okuyor, kimi düşünüyor kimi uyukluyor. Sessiz bir yer bu Peyç, her şey, her şey insana huzur veriyor. Tarih içinde ya­şadığınızı duyuran az bulunur şehirlerden biri. Katedralin önündeki ağaçlık yoldan aşağı inerken, ağaçlardan birinin ^- tında bir kuş yavrusunun çırpındığını gördük, okulundan çık­mış bir öğrenci, bu kuş yavrusunu aldı, koynuna sokup gö­türdü.

Yazarlar Birliği'ne gittik, orada Peyçli azanlar ve ya­zarlarla tanıştık, konuştuk. Hepsi de böyle bir tarih şehrin­de yaşadıklarının bilincini taşıyan kimselerdi. İçlerinden biri uzun uzun Evliya Çelebi'den söz açtı bize, onun Peyç için «Yeryüzündeki cennet)) diye yazdığım söyledi. Papanın bir temsilcisi de Visegrad için, Kral Matthias'ın Visegrad'ı için aynı şeyi yazmıştır. Demek Macaristan'da iki eski cen­net var. Macar işçileri, bunlara Dunauyvaroş ve Uranyum şehri gibi yeni cennetler katınağa çalışıyorlar.

Yazarlar Birliği üyeleriyle, edebiyat ve sanat sorunları, kitap baskı ve yayımı üzerinde konuştuk. Benim merak et­tiğim şuydu: Dergi ve kitap yayımı devletin yönetiminde olduğuna göre, iyi ve kötü yazarı, iyi ve kötü ozanı birbirin­den ayıracak ölçüyü kim, nasıl koyabiliyordu? Konuşma gene halkın beğenisine, halkın seçmesine dayandı. Ama hal- h, eski, günü geçmiş, çağdışı kalmış beğenisi ile avutan, onu böylece zayıf yerinden yakalayan yazar ve ozan ne olu­yordu? Peyçli yazarlar bu konuda kesin konuşmaktan sa­kındılar. Çünkü halkın beğenisine saygı, hem bir takım ye­m araştırmaları önliyebilir, hem de halkın nabzına göre şer-

bet veren bir takım yazarların hak etmedikleri ünü ve raba- elde etmeleri sonucunu doğurabilirdi. Başka bir deyişle bu saygı, saygısızlık biçimine girebilir ve halkın beğenisini olduğu yerde bıraktırabilirdi. Peyçli meslekdaşlar bunun böyle olabileceğini söylediler. Ben, daha önce de yazdığım gibi, bu konuyu sadece halk demokrasilerindeki edebiyat, sanat sorunu olarak tartışmıyor, bizim kendi aramızdaki tartışmalara yardımcı olur umudu ve niyeti ile ele alıyor­dum. Toplum için, sosyalizm için yararlı edebiyat ve sana­tın hangisi olduğunu kim söyliyecekti? Dönüşümüzde, Peş- te'de Yazarlar Birliği üyeleriyle yaptığımız toplantıda da açıldı bu konu, bizim sosyalist bir ülke almadığımız halde onların fikir ve sanat maceralarını yaşadığımızı söyledim kendilerine, yalnız bizim değil, bütün dünyanın... Edebiya­tın, sanutın evrenselliği de bunu gerektiriyordu. İşte bu ev­rensellikti beni bu konuşmalara götüren, konuya sahip çı­karan, yoksa dışardan gazel okumak hevesi değil. Peşteli yazarları da, Peyçliler gibi düşüneeli buldum bu konuda...

Peyç'de ilk gün gezdiğimiz yerlerden biri de seramik müzesi oldu. Görse bayılırdı Füreya. Bu müzeyi kuran Zsolnay Vilmos, bir Macar soylusu ve zenginidir. 1829 - 1900 yılları arasında yaşamış, hayatının uzun bir parçası boyunca dünyayı gezmiş, gittiği yerlerden seramik topla­mış, o yerlerin seramik tekniğini ve üslubunu incelemiş, bunları birer birer yazmış çizmiş bir yana... Sonra Peyç'e dönüyor, büyük evini seramik atelyesi haline getiriyor, ka­rısını, kızlarını da çalıştırıyor ve böylece 1852 de bu görül­memiş seramik kolleksiyonu çıkıyor ortaya. Peyçliler onu rahmetle anıyorlar, «Evet, derebeyi imiş, ama bu güzel hazineyi bırakarak yurduna iyilik etmiş, başkaları gibi har

vurup harman savurarak keyfine bakmamış,)) diyorlar. Mü­zeden çıkarken bizim Gabriella durdu, kapının üzerindeki levhada ne yazılı olduğunu okumağa başladı ve birden çile­den çıktı,

- Şikayet edeceğim Peşte'de, diye söylenıniye başla­dı, kim yazdırmış bunu buraya?

Meğer o levhadaki yazıda, Zsolnay Viimos'un dünya­gezip burjuva zevkini Peyç'e taşıdığı söyleniyormuş ...

Peyç'i gerçekten sevdim, orada daha kalmak, yaşamak isterdim. Sokaklarına, ağaçlarına, sessizliğine, taş kemerli geçitlerden girilen, kapıları tahta oymalı eski yapılarının güzelliğine doyamadım. Şehir Mecsck tepesinin eteğindedir, akşam üstü tepeye çıktık, oradan şehre, güneye, Yugosla·.r- ya'ya doğru uzanan yeşil Drava vadisine, biraz ötedeki Uranyum şehrine baktık. Bu tepede turistik otel, dinieniM evleri (her yerde onlar, her yerde ) , gazinolar yapmışlar. Kalabalıktı.

Kaldığımız otel, şehrin orta alanına bakan Nador ote­liydi, sabahleyin erken çıktım otelden, traş olacaktım, bir herher buldum, iki bölümlü dükkanııı bir yanı erkek her- beri, öteki yanı kadın berberi. İkisi de tıklım tıklım doluy­du. Otele döndüğümde eşimle Gabriella kahvaltı sofrasına oturmuşlardı. Orada günlük programımızı konuştuk. Ya­kındaki Uranyum şehrini görecek, sonra da bir kollektif çiftliğe gidecektik.

URANYUM ŞEHRİ

Dunauyvaroş gibi modern bir işçi şehridir bu, adını da orada yeni bulunmuş olan uranyum madeninden alıyor. Fabrika az aşağıda idi, biz şehrin içinde otomobille dolaşıp

bir kahvesinde oturduk, sonra bir lokantasında da yemek yedik. Burada da Dunauyvoraş'ta olduğu gibi çocuk bollu­ğu, çocuk halluğu ölçüsünde de düzenli, tertemiz oyun bah­çeleri, çocuk yuvaları, okullar, spor alanları. .. Ama yeni ye­tişenlerde gene de Peşte'ye gitmek hevesi baskın çıkıyor­muş, orada çalışmak, orada yaşamak. .. Yoksa edebiyat, oot daha mı kolay görünüyor?

KOLLEKTİF ÇİFTLİKTE

Göreceğimiz kollektif çiftliğe doğru yola koyulduk. 1951 de 17 kişi ile kurulmuş olan Petöfi kollektif çiftliği bu. Bizi Parti başkanı, çiftlik müdürü ve tarım uzmanı W- şıladı. Önce çiftliğin yönetim odasına gittik. Vakit öğleye yaklaşıyordu. Orada yerli malı şarap ve sucuk sundular, çiftliğin nasıl döndüğünü anlattılar. Anlattıkları kısaca şu: Eskiden iki kooperatİften kurulu imiş, şimdi üç kooperatif olmuş çiftlik. 1960 daki büyük gelişmeden sonra köylünün geliri çok artmış. Köylüler, beraberce işledikleri topraktan ayrı ·olarak, kendi özel bahçelerinde de çalışıyorlar, yetiş­tirdiklerini satarak gelirlerini arttırıyorlar. Rastalanan olur- m, çiftlikten parasını almağa devam ediyor ve devlet has- tahanesinde parasız tedavi görüyor. Emeklilik yaşı geldi mi herkes emekli maaşına bağlanıyor. Altı yaşından ondört ya­şına kadar olan çocukları için sekiz sınıflık ilkokul zorunlu Bu öğrenimi görmiyen yoktur. Daha fazla okumak, yüksek öğrenim yapmak istiyen çocuklar için çiftlik burs veriyor. Köyün teknik, tarım, hayvan bakımı kursları var. Köylünün ^^e daksanı kendi evinde otumyor. Bu evler iki üç ^^ lıdır. Her evde televizyon, radyo, çamaşır makinesi, elekt<- rikli fırın. Tabii bütün Macaristan köylerinde elektrik var.

Okuma yazma hilmiyen - pek yaşlılar bir yana bırakılırsa - kalmamıştır. Çifdikte ortaokul, bir teknik okul, bir ekono­mik teknik okul var. Köylünün yüzde otuz beşi, ilk zaman­lar, daha eğlenceli buldukları için, büyük şehirlere gidiyor­larmış. Ama orada makine kullanmasını öğrenince köylerine dönüp teknik işlerde çalışıyorlarmış... Bir ilkokulc:la en az beş, en çok on beş öğretmen bulunuyor. Yaşlılar okuma yazma bilmediklerini söylemekten utandıkları için, öğret­menler onları, evlerine giderek gizlice okutuyorlar... İşte çingene sorunu da orada açıldı, « Yerleştiremiyoruz bir tür­lü» diye dert yanıyorlar, <<kaçıp gidiyor çingeneler.>>

Köyün evlerini görmiye gittik. İlk gittiğimiz ev çiftlik müdürünün evi idi. Tenıiz pak bir odaya girdik, bir köy evinin misafir odası olarak gerçekten iyi idi. Oysa ne göre­lim, orası sofa değil miymiş, asıl buyur ettikleri oda içerde. Burada koltuklar, kanapeler, büyük bir masa, büfe. .. vardı. Der demez evin şarabı ve sucukları, pastırması, ekmeği ge­tirildi. Saat de öğleye yaklaşıyor, acıkmışız, yiyip içmiyc başladık. Gabriella ikide bir elimi tutuyor, «Çok içmeyin!» diyor bana. Kocası içkiden ölmüş çünkü, bir takdirnci imiş. Ama parti başkanı içkici mi içkici, dotdurdukça dolduru­yor... Bir ara çiftlik müdürünün karısı ile anası bize evlerini gezdirdiler. Yatak odalarının güzelliğine, temizliğine hay­ran olduk. Orta yerde çok büyük bir karyola, üstünde ipek­li örtüler, duvarlarda yağlıboya resimler, aynalı dolap fi­lan... Ama biz asıl kilerden çıkmak bilmedik. Karı koca bo­ğazımıza fazla mı düşkünüz neyiz... Tavanda takım takım sucuklar, pastumalar sarkıyordu. Raflarda içieri tatlılar, şerıx;tler, çeşitli turşular dolu kavanozlar sıralanmıştı. İçeri döndüğiim^de parti başkanı ile çiftlik müdürünü nmlc i^

kavga eder bulduk. Gabriella dinledi, bize de anlattı. Parti başkanı, çiftlik müdürünü göstererek ve biraz da alay ede­rek:

- Bunun öğrenimi ortadır, diyor. Oysa ben kendisi­ne kaç kez söyledirtı. daha yüksek okullara git diye gitmedi, gitmedi.

Çiftlik müdürünün yüzü kızarıyor sinirden, diyor ki:

- Karışma benim okumama, ben burada işimi eksik­siz yapıyor muyum, yapmıyor muyum? Ona bak! Okudu­ğum kadarı yeter bana, ben toprakta çalışmaktan hoşlanı­rım.

Oğlu da okulunu bitirdikten sonra orada kalacakmış. Toprakta uğraşan şehre boş verebiliyor...

Gabriella'nın vakti hatırlatması üzeriiY) kalktık, can­dan vedalaştık cv sahipleriyle. Ama sokağa çıkar çıkmaz par­ti başkanı tutturdu, ille başka bir ev daha gezelim.

- Bize (;iftlik müdürünün evini gösterdiler dersiniz... diyor.

Kurtuluş yok. Gabriella koluma girdi:

- İsrar ediyor, kırmayın, bir eve daha girelim, dedi.

O sırnda önünden geçmekte olduğumuz evi göster­dim:

— nuııa girelim, dedim.

Hahçcyc girdiğimizde evin sahibi domuz ahırında do- muzlnrla uğraşiyordu. Domuz çok para getirir ve bu gelir köylünün özel kazancıdır. Adam bizi görünce kalktı, niçiiı geldiğimizi anladıktan sonra içeri buyur etti, karısı ile an­nesi karşıladılar orada. Bundan önceki gibi temiz, eksiksiz, güzel hir cv. Gene şaraplar, sucuklar, pastırmalar, taze ek­mek. Pıırti başkanı daldurdukça dalduruyordu şarabı.

Oradan da çıktık. Artık gideceğiz değil· mi? Parti.baş- kanı ille bir ev daha diye diretmiye başlamaz mı?

- O kadar ısrar ediyorsanız, içeri girmiydim de kapı· sından bakalım, dedim ben.

- Hayır, diyor, içeri girmeden, şaraplarını içmeden olmaz.

O zaman Gabriella kulağıma:

- Parti başkanı sizi vesile edip bütün gün şarap iç­mek istiyor, dedi, maksadı evleri göstermek filan değil.

BALLATON GÖLÜ

Zor kurtardık yakamızı, oradan doğru Ballaton gölüne gitik. Ballaton Orta Avrupa'nın en büyük gölüdür. Onu gören bir daha unutamaz deniyor, ki doğrudur. Her mev­simi güzel, ama özellikle yazın kalabalık oluyor. Bütün Ma­car işçileri, takım takım, gelip orada dinleniyorlar. Göl bü­yüktür, çevresinde tepeler... Bu tepeler ağaçlada kaplıdır. Göl kıyısında sık sık köyler, kasabalar, şehirler var. Bunlar turistik otellerle, dinlenme evleriyle, eğlence yerleıiyle do­lu. Gölde küçük vapurlar, motorlar işliyor. Biz BaUaton ^ yısındaki Siofok'a gittik sadece. Çok övdükleri Tihaniyi görernedik Meşhur fogas balığı işte bu gölden çıkarılır. Be­yaz etli, kılçıksız büyük bir balık bu... Peşte lokantalarında çok aranır. Ressamlar Ballaton'u çok sevmişlerdir, orada yerleşip kalan Macar ressamları da var. Ozanlar da bu gölo den esinlenerek şiirler yazmışlar, övmüşler onu. Macaris- tan'ı^ en çok Macar olan yanları, özellikleri, adetleri, görü- nüleri, renkleri Ballaton gölü çevresindedir.

İÇİNDEKİLER

Önsöz .............................................  5

Sovyet Rusya                                    ll

Azerbaycan                                     43

Özbekistan                                      63

Bulgaristan                                      87

Macaristan                                    141

Melih Cevdet Anday, geçen yıl ilk olarak toplanan Balkan Yazarları Konferansına katılmak üzere Sofya'ya gitmiı,;ti. · Ondan sonra Macar Kültür Münasebetleri Enstitüsünün çağrılısı olarak Macaristan'a gitti. Son olarak da Sovyet Yazarlar Birliği kendisini Sovyetler Birliği'ne ça· ğırdı; yazar, bu yolculuğunda, Sovyet Rusya'dan baı,;ka Azerbaycan'ı ve Özbekistan'ı da gördü. iı,;te bu kitap adlarını saydığımız ülkeler üstüne yazılan yolculuk izlenimlerinden kurulmuı,;tur. Komı,;ularımız olan sos· yalist ülkeler halklarının yaı,;ayıı,;larını merak eden okurlar, bu kitapta ilginç bilgiler bulacaklardır.

 

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar