Print Friendly and PDF

İbnü’l-Arabî-İdrîs Peygamber Görüşme

Bunlarada Bakarsınız

 Şemsüddîn İsmâil b. Sevdekîn’in “el-Fassu’l-İdrîsî”

Adlı Eseri

 İbnü’l-Arabî-İdrîs Peygamber Görüşme Metinleri I-II-III

İbnü’l-Arabî, Fütûhât’ta bahsettiği bir mîrâcında her bir semâdaki peygamberlerle karşılaşmasını ve neler konuştuğunu detaylı olarak anlatır. Dödüncü semâ ile ilgili olarak şunları söyler:

İdrîs aleyhisselâm’ın yanına gittim. Ona selâm verdim. O da selâmımı aldı ve:

-            Hoş geldin ey Muhammedî vâris, dedi. O’na sordum:

-             Bize ulaştığına göre sana iş nasıl karışık oldu? Şüphe götürmez bir şekilde Tûfan olacağını nasıl bildin? Halbuki nebî sâdece kendisine vahyedilene vâkıftır. İdrîs peygamber:

-            Onu yüz bin veya daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik1402

âyetini okudu ve Îşte bu bana vahyedilenlerdendir, diye cevap verdi. Ben ona dedim ki:

-            Bana senden vâsıl olduğuna göre “hark” olduğunu söylüyorsun. O da:

-                                     Hark olmasaydı ben yüce mekâna ref’ edilmezdim, diye karşılık verdi.

-            Mekânında mekânetin nerededir?

-            Zâhir bâtının ünvânıdır.

-             Bana ulaştığına göre sen kavminden sâdece “tevhîd”i taleb etmişsin, başkasını değil.

-             Çünkü ben “tevhîd kelimesine” dâvet eden -tevhîde değil- bir nebî olduğum halde gereğini yerine getiremediler. Çünkü tevhîd kimsenin inkâr ettiği bir

şey değildir.

-             “Bu acâib bir durum” dedim sonra, “Ey vâzıu’l-hikem! Bize göre fürû’da ictihâd meşrûdur ve ben zaman âlimlerinin lisânıyım, dedim.

-             Usûlde de meşrûdur, dedi. Çünkü “Allah nefse vüs’ati kadar teklif yükler.”

-                                     Hak ve onunla ilgili sözlerde çok ihtilâf var, dedim.

-                                     Ancak böyle olurdu zâten. Çünkü iş mizâca tâbidir, dedi.

-            Siz nebîler topluluğunun o konuda ihtilâf etmediğini görüyorum.

-             Çünkü biz nazar yoluyla söylemeyiz. Onu “el-Vâhid” olandan söyleriz. Kim hakîkatleri bilirse, Allah hakkında tek söz üzerine, nazar sâhiplerinin tek sözde birleştikleri mertebesinde, nebîlerin tamâmının ittifâk hâlinde olduklarını bilir.

-             İşler aslında size söylenildiği gibi midir? Çünkü akılların delîli, bu konuda sizin getirdiğiniz şeyleri tahayyül etmektedir.

-             İş bize söylendiği gibi ve bize söyleyenin o konuda bildirdiği gibidir. Çünkü Allah her söyleyenin söylediği indindedir. Bu sebeple insanları “tevhîd”e değil “tevhîd kelimesi”ne dâvet ettik. Kim Hak konusunda nazarından konuşursa mahzûrlu konuşmaz. Çünkü o kulları için mertebenin tevhîdini şerîat yaptı. Bunun için ancak mertebe tevhîdi ile söylenen kabuldür.

-            Ya müşrikler?

-             Onlar tevhîd konusunda ancak vaz’ etme yolunu tutmuşlardır. Vaz’ ettikleri şeyler (töreleri) yönüyle de yalancı olurlar. Onları (kutsiyet atfettikleri şeyleri) kendilerine “yakınlık” vesîlesi saydılar. Onu bu ahadiyet mertebesi sâhibinin mertebesine indiremediler.


-             Vâkıamda tavafta bir şahsı gördüm. Bana ecdâdımdan olduğunu haber verdi. Kendisinin ismini söyledi. Ona ne zaman vefat ettiğini sordum. Bana “Kırk bin yıl” olduğunu söyledi. Ona târihteki müddeti bilenen Âdem’den sordum. Bana “Hangi Âdem’den bahsediyorsun? Şu (zamânı size) en yakın olan Âdem’den mi? dedi. İdrîs Peygamber şöyle dedi:

-            Doğru söyledi, ben Allah’ın nebîsiyim. Buna rağmen âlemin ömrünün

tamâmını bilmiyorum. Ancak genel olarak, topluca biliyorum. O “Hâlık” olmak bakımından ebedîdir. Dünyâ ve âhiret zâil olmaz. Mahlûkun ecelleri müddetlerinin bitmesiyledir, yaratma ile değildir. Yaratma nefeslerle yenilenir. Bize ne öğretildi ise biz de onu öğrettik. “Onun bildirdiklerinin dışında insanlar O ’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler.”[1403] O’na dedim ki:

-                                     Kıyâmetin şartlarından birini bana târif eder misin?

-            Âdem’in varoluşu kıyâmetin şartlarındandır.

-                                     Kıyâmetin zuhûruna ne kadar kaldı? Dedi ki:

-            “İnsanların hesâbı yaklaştı. Fakat onlar gaflet içerisindedirler. ”[1404]

-            Dünyâdan önce başka bir diyâr var mıydı?

-             Vücûd diyârı birdir. Diyâr siz olmadan önce dünyâ değildi. Ancak sizinle ve âhiretle oldu. Sizinle vücûddan temeyyüz etti. Cisimlerdeki iş; kevnler, istihâleler, gelişler ve gidişler zâil olmadı ve olmayacak.

-            Sonra ne var?

-            Bildirilmeyeni bilmiyoruz.

-            Doğrudan yanlış olanın yeri nerede?

-             Yanlış izâfî bir durumdur. Asıl olan doğrudur. Allah’ı ve âlemi tanıyan, doğrunun ezel ile berâber asıl olduğunu bilir. Çünkü yanlış, iki görüşün karşılaşması ile ortaya çıkar. Karşılaşmanın gereği olarak (birisinin) yanlış olması gerekir. Kim hatâ ile söylerse doğru ile birlikte söyler. Kim hatâsız söylerse doğru söyler. Hatâyı doğru kılmıştır.

-            Âlem hangi sıfattan sudûr etmiştir?

-            “el-Cûd” sıfatından.

-            Bâzı şeyhlerin de böyle söylediğini duymuştum.

-            Söyledikleri doğrudur.

-                                     Biz insanlar dünyâdan (âhirete) intikal ettiğimizde madde ne olacak?

-            Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır.

-                                     Hangi şeyi?

-             İki şeyi. Bâkî olan, rahmeti ile vâr ettiklerinden rahmeti ile bâkî kıldığıdır. Sonra dedi ki: O’nun “Vücûd”unda a’râzların yerleri sâbittir. A’râzlar ise, benzerleri ve zıtları ile mahalleri üzerinde değişir.

-            En büyük “emr” nedir?

-            Onunla Âlem en büyük emirdir.

Sonra O’na vedâ ederek yanından ayrıldım.[1405]

*****

Îbnü’l-Arabî el-İsrâ ilâ Makami’l-Esrâ isimli risâlesinde uykuda tevfîk elçisi gelerek ihlâs burağını getirdiğini, sekîne bıçağı ile göğsünün yarıldığını, kalbinin temizlendiğini, takdis öğütleri ile nefsinin kirlerden temizlendiğini anlatır.

Önce vezirlik semâsı olan ilk semâya yükselişinden bahseder. Orada Âdem aleyhisselamın rûhâniyetinin sırrını gördüğünü, sohbetine katıldığını ve yaptığı konuşmaları anlatır.

Kitâbe semâsı ve ruhlar semâsı olan ikinci semâda Îsâ aleyhisselam ile, şehâdet ve cemâl semâsı olan üçüncü semâda Yûsuf (a.s.) ile görüşmesini anlatır. Dördüncü ise semâda İdrîs (a.s.) ile görüşür. İdrîs aleyhisselâm onu şu sözlerle karşılar:

-                                     Merhaba ey seyyidü’l-evliyâ! Basît cevherinle ma’sûm olan.

-            Verdiğin müjde ve yaptığın açıklama ne güzel! Yüce makamın hakkı için

sen kimsin?

-             Ben celâlet menşei, sülâlenin tayyibi, yücelik babası? Güneş’in, doğmakta olan Güneş’in efendisiyim.

Îbnü’l-Arabî bu büyüklük karşısında ona şu şiiri okur:

Kudsiyet mertebesinde bulunan şark ehline kutlu olsun

Öyle bir Güneş ki, ışıkları kabrin karanlığını aydınlatır

Teşbîhten uludur, böylece eşsizdir O

Sınırlarda bir fasıl değildir, bir cins de değildir

Varlığımızın kemâlini onunla idrâk ederiz

Yarasanın Güneş’in göz alıcılığında idrâk edilmesi gibi

Allah için risâletin getirdiği nûr ne güzel

Tahmînden, zandan ve sezgiden kurtaran

Onu bize getiren kalp, susuz ve arzu içindeydi

Mele-i a’lâ ve kuds mertebesine

Geldi ve evlerin çoğunda kutlama yapmadı

Na’l ve Kürsî mertebesinden onlara hitâb etti

Ben, efendi ve risâletim, saygın gelin

Allah için ne güzel efendi ve ne güzel gelin!

Sizin için nîmet olarak emânet dalını diktim

Ondan sonra fidanın meyvesidir benim kurulum(?)

Açıklanınca teblîğe çok düşkün oldum

İnsanlar ve ünsiyetten terakkî ettiren işler

Şimşeklerim çakmış ve parıltıları çıkmış olarak gece yürüdüm

Böylece gayb denizlerini his bineğinde geçtim

Uyudum ama göz kapaklarım uyumadı sabaha kadar

Cinler ve insanlar ile övündüm gurûra kapılmadan Ey nefis! İşte hak budur ki varlığı parıldamakta İnkâr etme sakın ey nefis! ey nefsim!

Sâlik[1406] der ki:

Sonra şimşeğin parıltısı kaybolunca “fark”ın karanlığı da onunla birlikte yarıldı. Bunun üzerine İdrîs peygamber:

-             Nasıl gördün? diye sordu ve ekledi: “Sana mâhiyetimi ve bütün hüviyetimi açıklamak istedim”

Ağyârın nasıl fânî olduğunu, nûrların kayboluşunu, fikirlerin ortaya çıkışını, günlerin tamamlanışını, çiçeklerin râyihasını yayışını, ıstılâmın[1407] hakîkatinin belirişini, cisimler arzının aydınlanışını, bütün bunların nasıl gerçekleştiğini gördün ey sâlik!

Bekaya uğurlandım. Yükselme (irtika) mahallinden lika vücûduna yürütüldüm. Ben yolu en açık şekilde göstermede münâsip bir rehberim. Benim üzerime hüküm verilmemiştir. Bana son yoktur. Arşıma istivâ ettim. Yaygımın bilinenleri, mâlûmâtı üzerine uzandım. Onda murâd ettiğim gerçekleşti. Îtikadımın âkibetine hamdettim.

Sâlik dedi ki: Onun ifâde ettiklerine kanâat ettim. Çünkü daha fazlasını istesem 1408 kesinlikle artırırdı.

Îbnü’l-Arabî detaylı olarak anlattığı yolcuğu ile ilgili olarak dönüşünde kendisine yolda gelirken mîrâcında nelerle karşılaştığı sorulur. Bunun üzerine semâlardaki Nebîlerle karşılaşmalarını ve oralarda gördüklerini kısa kısa anlatır.

Dördüncü semâ hakkında şöyle der:

O yüce mekânda İdrîs’i gördüm. Sır, tahayyül ve telebbüsten (karışıklıktan) takdîs oldu. Bunun üzerine “ Varılacak son yer burasıdır ve bu kemâl ve behâ (latîflik) makamıdır” dedim ve Îmâm’dan hilâfeti taleb ettim.[1408]

*****

İmâmın Pazar gününe tahsîs edilmesi ve infiallerden zâhir olanlar hakkında[1409]:

Muazzam saîd güne selâm

Munazzam vücûdun günlerinin sultânına

O ilk var edilen seçilmiş Pazar’dır

Harâb olmaksızın yüce binâ onunladır

Allah’ın vasfı ile isimlendirilir, başkası olmadan

Onun emsâllerinden; öne almakla onu seçti

Her meslekte ruhlar onunla mesrûr oldu

Cömertlik ve tekerrüm kutbu diye çağrılır

“Vücûd”un kalbi ufkundan ona ilgi duydu

Böylece gizli olan bütün sırları ona öğretti

Rûhlar onunla hayat bulurlar melekûtlarında

Mülâzeme ve tekellüfehli de hayat bulurlar onunla

Ruhlar ona tutundular böylece görünmediler

Gam ve nedâmet ehlinin müşâhede yerinde

Allah sizi bâkî kılsın ve muhâfaza buyurusun!

Esmâdan “Kerîm” isminin rûhâniyetinden başka bir isme, beni semâya yükseltsin diye çıktım. Türâbî zulmetin bağları kalmayıp hürlüğe kavuşunca, bize gaybî müşâhedenin âlemleri göründü. Yolu tâkib ettik. Alâmetleri istedik. “Seferin meşakkatinden, kötü manzaralardan[1410] ”, endîşeli olmanın şaşkınlığından sığındık. Yol işâretlerini izleyerek oralardan geçtik. Onu orta semâya (dördüncü semâ, Güneş feleği), âdil, eşit olan mertebeye ulaşıncaya kadar mîrâcımız için basamak, merdiven edindik.

Yüce nebî yâni yükseklik ve Güneş nebîsine (nebiyyü’l-alâ ve’l-mihât) ulaşıncaya kadar. Yükseklik ve Güneş hayâtın var olmasında ana ve babaların en parlağı, en yücesidir. Bu matlûb olan semâya vâsıl olunca, “hikmet-i mahbûbe” nin sâhibinden bizim için izin istedik. Efendi bize izin verince içeriye girdik. Gelişimizden dolayı bizi karşıladı ve bizimle oturdu:

-             Bu korunmuş bineğe ve dikkatleri çeken muhâfaza edilmiş yere nereden geldin? dedi.

-                                     Garîb cesed beldesinden, dedik.

-             Habîbin beldesini ziyârete gelenlere Merhabâ. Ne güzel korunmuş şehir! Direklerini dört köşe üzerine dikti. Sultânını bedi’ âleminden kıldı. Bu âlem iki cinstir. Refi’ ve nâzil. Bu sultân ise refi’ cinsindendir. Hayy, Âlim, Mürîd, Kadir, Mütekellim, Basîr ve Semî olarak isimlendirilen Îlâhî sıfatları orada, (korunmuş şehirde) icrâ etti. Ğaziye (gıdalanma), nâmiye (uyuma), musavvire (tasvir etme), nâtıka (konuşma), âkıle (akletme), hâfıza (hıfzetme), müfekkire (düşünme), muhayyile (hayal etme) ve muhisse (hissetme)den meydana gelen dokuz kuvvetle tahkim etti. Böylece en güzel biçimde süslenmiş hâle geldi. Hasar görme ve onları defetme kuvveti endişesiyle; faydaları cezp etme, birbirine tutunma ve hazmetme kuvvetini sağlamlaştırdı. Onda bulunan bölümlerin çokluğu sebebiyle bu şehrin tertîbini açıklamak uzun sürer.

Bunun için ben varlıkların hakîkatlerini ve bâzı ilâhî hakîkatleri cem’ ettim. Allah onlardan daha üstün bir varlık yaratmadı. Onlardan ihdas olunanlar gibi, hiç kimseden hikmetler alınmadı. (Onlardan ihdâs edildiği şekilde hiç kimseden hikmetler ihdas edilmedi.[1411]) Cevâmiu’l-kelim verildi. Hikmet çeşitleri konuldu. Onlara şevkim ve hasretim ne büyük! Benim onlara kavuşmam ve onlara nüzûlüm için kıyâmeti arzuluyorum. Onlar kıymeti bilinmeyen bir şehirdir. Ancak kader sırrına vâkıf olan bilir. Bundan dolayı fikir erbâbı onları bilemedi. Onlar hikmetin bölümleri ve nağmenin mûsikîsidir. Nûr ve zulmet berzahıdır. Ufuklarının yolculuğu ve tabakalarının devri kesintisizdir.

Bu sözler üzerine orada oturanlar ve muhâfızlar emrine âmâde oldular ve hicâbın gölgesi sebebiyle secdeye kapandılar. Sonra başlarını kaldırdılar ve onu can kulağı ile dinleyerek anlattıklarından dolayı mesrûr oldular.

Es-Seyyid, el-îmâm, nessâbetü’l-allâm tekrar söze başladı ve şöyle dedi:

-             Burasının en yüksek, yüce bir yer olduğunu bildiniz. Ona teklîf câiz değildir. Ne latîf ve ne de kesîf ona tahakküm edemez. Üzerinde olduğumuz bâzı şeyler konusunda bizden murâdını açıkça isteyen, onun yanında konuştuğumuz bâzı konuları bizden tercüme eden nerede?

Bu dâvet üzerine, bizim için kırmızı altından bir beyt yükseltildi. Misk ve anber ile kokulandırılmıştı. O beytin içinde kırmızı yâkuttan bir minber kuruldu. Başında inci ve cevherden bir tâc ile mütercim oraya çıktı. Onun etrâfı, mele-i a’lânın sözleri, yüce semâların rûhâniyetleri ile çevrildi. Orada hazır olmayan ruh, zâhir olmayan gizli kalmadı. Şuâlar parıldadı. Arâzi mâmûr hâle geldi. Ziyâlar gizlendi. Nûrlar doğdu. Semâvât güzelleşti. îstivâlar sultânı zâhir oldu. Yüce olanın yüceliği belli oldu. Binâ kaim oldu. Dostluk hâlis oldu. Safâ iyice yerleşti. Doğuş azametli oldu. Âfâk parıldadı. Cedveller yayılıp genişledi. Sözlerin mertebeleri belli oldu. Beliğ ve güzel konuşan, mânâlara vâkıf gür sesli hatîb minbere çıktı. Bu (meydana gelen) intibâı muhâfaza etti. O şekilde güzel bir görünüşe, mutedil bir neş’eye sâhipti. Alnı geniş ve

açık, burnu koku almaya müsâit büyüklükte, parmakları uzun, bâtıl ehline lisânı keskin, dârı illiyyînde en güzel yaratılıştaydı. Hakk’a ve tarîk-ı müstakîme hidâyet ediyor. Ak yüzü yuvarlak, yanağında nar tanesi gibi parlak kırmızılık vardı.

Selâm verdi. Bunu yaparken parmakları ile işâret etmedi. Diliyle dudağının üst kısmına dokundu ve dilini ağzı içinde çevirdi. Sonra konuşmasına başladı:

-             Allah’a hamdolsun. O vardır ve O’nunla birlikte bir şey yoktur. O şimdi de bulunduğu hâl üzeredir. Sonra âlemi yarattı, onu var etti. Yarattığı şeylerden bir eser, tesir ona dönmedi. Zâtında ilmi olan şeyi vücûda getirdi, başkasından değil. Âlemi onda gizli kalan bir şey olmaksızın ortaya çıkardı. Her mevcûddan önce O, vücûd ile mevsûftu. Öncelik diye bir şey yoktur, ancak ibâre hasebiyle vardır. Oluş ancak işâret yönünden vardır. Sonradan olanlarla kadîm arasındaki irtibâtı bilmede en sağlam yoldur. O ikisi arasında beyniyet ve kabliyet (öncelik) yoktur. Çünkü öncelik izâfî olup mahlûktur ve zamanî uzama hayattır. Kevnin vücûdu zâviyesinde ondan gizlendi. Her “ayn”ın izlediği yola nüfûz etti. Adâlet terâzisini fazîlet kubbesinde yerleştirdi. Böylece kinler zâil oldu. Düşmanlıklar kalktı. Onun saltanatı gaybların tahsîsâtı ile kalplerde zâhir oldu. Onun yüce şânı zâil olmaz. Mekânı âlîdir. Sonra indim ve şöyle dedim:

-            Ey yüceliğin babası! (Ebu’l-Alâ) Niçin kalbe mahsus oldun ?

-             Kalb, sûreti üzerine konulmuş olan Rabbin Celâli’ni vüs’at eden mertebe olmasından dolayı.

-                                     Niçin Güneş’in sırrı olan kuvvetler ona has kılındı?

-             Hayat mâdeni olduğu için. Sana, kuvvetlerin ve uzuvların olarak sende mukabili bulunan her semânın rûhâniyetinde bu belli olacak. Ona dedim ki:

-             Beni kevn âleminden âriflerin, ulemânın ve mürîdlerin kalblerine te’sîrini, feleklerinin ve meleklerinin ona ne verdiğini müşâhede etmeye muvaffak kılmanı istiyorum.

Bunun üzerine etrâfında oturan bâzılarını işâret etti. Hizmetçilerine ikramda bulundu ve (birine) şöyle söyledi:

-             Onunla dörtlü devri katet. Yedili kevne yüksel. Hazînelerin anahtarları ve mârifetlerin ölçüleri hâsıl olunca, bana getir ve önüme hazır et.

Bunun üzerine hizmetçi beni (birinci devirdeki) doksan feleğe götürdü. Her felekle birlikte bir melek gördüm. Bu meleklerin işi üç meleğe bağlıdır:

Bunlar tahlîl, ölüm ve nefesler ile müvekkel melektir. Onların âlemdeki idâre etme süreleri 33 bin yıl olup idâreleri üstün ve güzeldir. Huzurlarında genç sûretinde yedi melek bulunur. Sanki onlar budanmış yaş çubuk gibidirler ki bu çubuk bükülebilir, eğilebilir, uğurlu ve yumşak olup yüzeylerinde bir bitki yoktur. Görevlerini yaparken aslâ gecikme olmaz.

Eğer mevcûdâtın mertebelerinin tahkîkine erseydiniz, sizin zamanların varlığı ve mekânda tekaddüm konusundaki görüşünüz değişirdi. Orada imkândan sonra başka hâle geçmeye hükmederdiniz. Kimin kademi sâbit olursa ona zamanlara ıtlâk edilen ve mekâna işâret eden biçimi değiştirmek vâcib olur. Yücelik ve azizlikten olan bu makam hakkında ibâret âlemindeki acz ve kusurdan dolayı bunlar ancak -câiz olduğu üzere- mecâz yoluyla mümkündür. Te’sis edilen mukaddes mânâları idrâk edebilmek için mâkûl akıllar fikirleriyle onlara ıtlâk edilir. Pâk üstün mârifete çok hasret çeken, kafaları karışmış bu akıllar için bir yardım söz konusu olmasaydı, bu sınırlı ibâreleri kullanmaya ihtiyaç duymazdık.

Yüce sıfatlar, güzel isimler, yüce haberler ve mahâfaza edilen izzetin hicâbı onun içindir. Onun ismi “el-Hayy”dır. Bu ismi ile tecellî ettiğinde mevcûdât hayat bulur. “el-Kayyûm” ismi ile semâvât, arz ve onlarda bulunan beka ve istihâle âlemleri kaim olur. Vecihler onun hayatı için boyun eğer. Bütün cepheler onun kayyûmiyetine secde eder. Başlar azametine rızâ gösterir. Dudaklar onun zikriyle hareket eder.

Bu efendimize (Hz. İdrîs), esrâr ve mârifetlerin bütün çeşitleriyle muhabbet olsun. Onun ihsânı, nurların doğuşunda mârifetlerin bolluğudur. Onu feleklerle birlikte devrettirdi. Meleklerle birlikte seyrettirdi. (isrâ) Felekî eserler üzerinde bilgi sâhibi yaptı. Melekî letâifin sırlarıyla tahakkuk ettirdi. Her rûhâniyete kendi dili ile hitâb ettirdi. Mekânın hikmeti hakkında mârifet sâhibi yaptı. Yüceliğin zirvesinde çıkmış iken, iki meyilden birine ayrılır da bâzı mârifetleri gider ve letâfetten sonra kesâfete

dönüşür korkusuyla, istivâ hattına indi. Denizlerin kabarıp yükselmesinde meydana gelen şeyleri öğrendi. Hikmetleri kayalara yazdı. Sonra en orta terakkî derecesine (Güneş semâsı) avdet etti. Ortada ondan ayırdı. O ikamet ettiğiniz makamınızdır. Yolculara kelâmımızı bitirme durumu ondandır. Sonra yönlerin muhâfazası, taleblerin dikkat çekiciliği ve Güneş’in nikâhlısına vâsıl olunca, onlara güzel kokularını sunmalarını emretti. Ellerinde anahtarlar ve kısmetler vardı. Eteklerini katladılar. Ridâlarını kısalttılar. Mekânlarında durup, onlardan istenilenleri –kendilerinden sâdır olana hâkim bir vaziyette- öğrettiler. Onlardan beşinin hareketi bir, ikisinin hareketi ikidir. Onlardan ikisi ise “tahlîl meleği”nin, ikisi “nefesler meleği”nin, biri de “ölüm meleği”nin huzurundadır. Onlar yöneticilerinin verdiğinin dışında bir ilme sâhip değillerdir.

İkisine gelince, onlardan birinin tahlîl ve mevt ilmi, ikincisinin nefesler ve mevt ilmi vardır. [Ölüm meleği] her ikisinde de tasarruf etmektedir. Tahlil meleği ise birine, nefesler meleği de diğerine tasarruf etmektedir. Onlar fiillerin hükümlerinde, kuvvet ve sayıda eşit ve mutedil derecededirler. İkinin dışındakiler, (beş kişiden üçü) âlemlerin tahsîli konusunda daha bilgilidirler.

Bu mertebeler belli olunca ve bu yollar geçilince beni yedili kevne yükselttiler. O en muazzam, mükemmel, mükerrem ve yüksek arştır. Orada kulların kalplerinde ve bu feleklerde hareketlerindeki mertebelerine göre Allah’ın neleri meydana getirdiği ve oradaki melekleri yönlendirmeleri belli oldu. Allah Teâlâ feleklerin hareketlerinde, melekleri yönlendirmesinde, hakîkatlerden incelik üzere eşitlik yerinde nûrlar ve sırların arasını birleştirir. Akıllar ve hisler âleminde ise nefislerin hakîkatleri arasını tesviye eder. Te’sîs mârifetlerini ızhâr eder. Nûr nefesleri, ruhları örter. Bütün bâtıl ve eğrilik kaybolur. Sınırlı ve sınırsız ilimlerde, Allah’ı bilen âlimler, îtikad meselelerinin hükümlerini bilenler için düğümü çözer ve müphemleri îzah eder. Müşkilleri şerheder. Ustaların kalplerinde meslek ilimlerini açar. Dinlemelerde nağmelerin mevkilerini güzelleştirir. Âriflerin kalplerinde mârifetlerin devâlarını akıtır. Âlimlerin nefislerinde ilimlerin kaynaklarını fışkırtır. Muhakkik hakîmlerin kalplerinde hikmet ve sırların esrârını azametli hâle getirir. Gaybî tenezzülleri ard arda indirir. Rahmânî sırlarını, nihâyetler sidresinin furûlarının en yukarısına yükseltir. Mürebbî şeyhlere hastalıklar ve

devâları ilmini açar. Reddedilen ve edilmeyen nefsin hevâlarının îtidal bulmasının mârifetini açar. Mücâhedeler ehline mücâhedelerini netîcelerini ikram eder. Kâinattan içinde kuvvet bulunan müstahsen şeyleri onlara verir. Onlardan bir tâife zevkî müşâhede ile nîmetlenir. Bir tâife de nefeslerin müşâhedesi ve güzel kokuların râyihaları ile nîmetlenir.

îşte bu mertebede bu makamlar toplanır. Onun üzerinde bu bereketler görünür. Bu teveccühler ve hareketlerde, bidâyet ehlinin kalplerinde mânâların rûhlarının nefhi vardır. Müridlerin tıfıllarına tecelliyâtın başlangıç sütlerini içirir. Çıkış âlemi açılır. Beka halleri dönüşür. Âriflerin himmetleri visâle hasret çeker. Âbidler amellerde yarışır. Mürîdler de hallerde. Bekanın zıddı ifnâ, hayâtın mukabili ölüm olur. îsbâtın zıddı mahvolur. Anlatılanlar bu devirde, ilk bölümün tesîrinden kevnde belirenlerdir.

Sonra beni ikinci bölüme götürdü. Bana doksan feleği gezdirdi. Aynı şekilde her felekte bir melek gördüm. Onların işi de üç meleğe râci’ idi. Birincisi hayat ile, diğeri terkîb, öteki de fenâ ile müvekkeldi. Onların âlemdeki yönetim müddeti 24 bin senedir. Onların huzurunda ömrünün baharında gençler olan yedi melek bulunur. Sanki onlar 25 yaşındaki gençler gibi ki o gençler direnmedeki güçlerini gösterişlerinde mâsumdurlar. Tasarrufları çok güçlü bununla birlikte tahrîf ve tâdîl sınırlarında bilgi sâhibidirler. Onların bu üç melekle olan durumu, hikmetin tertîbi ve hizmette önde olan yedi melekle olan durumu gibidir. Onlardan beşi bir dalda âlimdir. îkisi “hayat meleği”, biri “terkib meleği”, kalan ikisi “fenâ meleği”dir. Geriye kalan ikiden biri, terkîb ve hayat bilgisine sâhip, diğeri ise terkîb ve fenâ bilgisine sâhiptir.

Onların amaçları belli olunca, mânâları tahakkuk edince, kalblerdeki gayb çeşitli şekilleriyle olan tesirlerini görmem için, beni mahbûbun kevnine yükseltti. Böylece Allah Teâlâ bu feleğin hareketleri ve melekî yönelişleri sırasında, nurlar âlemi üzerine sırlar âlemini ızhâr eder. Böylece ilim, batıda doğudan daha çok olur. Rabbânî ârif gerçekleşen ilâhî önceliği kabul eder. îstılâm sultanı kerâmet ve haller ehlini güçlendirir. Nûrî ilim makamât ehlinin kalblerinde sağlamlaşır. Sırlar onu bileni taleb eder. His ve hissedilenin hakîkatleri ortaya çıkar. Ve böylece akıllarda zayıflık zâhir olur. Akledilenler ile ilgili vâridatlar kesilir. Nakledilen maddeler devam eder. Nefisler tecellîlerin şevki ile yanar. Sevgi sultânı, nihâyetlere vâsıl olma zâhir olduğu zaman,

muhiblerin nefislerinde daha da sağlamlaşır. Onlar için gayelerin işâretleri yükseltilir. Hissedilir şeylerin denizi, heyecanlanmaların çeşitleri ile dolar. Müridlerin tıfılları buluşmaların sütlerini içer. Evliyânın sırları için, muazzam azamet tecellî eder. Beşerî neş’e, berzahtakilerin ruhlarını teshîr eden esmâ-i ilâhiyyeden kendisine verilen ile iyice yerleşir. O ruhların esrârı önlerindedir. Mârifetleri yanlarındadır.

İşte bunlar bu devirde ikinci bölümün tesirinden meydana gelen şeylerdir. Bu devirde her bölümde ikametim on beş buçuk gün, altı saat sürdü. Oranın her günü, dünyâdan altı buçuk gündür.

Sonra beni üçüncü bölüme götürdü. Orada da doksan felek katettim. Allah her felek için bir meleği vekil kılmıştı. Onların işleri de üç meleğe râcîdir. Meleğin biri nefeslere, diğeri rûhlara, üçüncüsü mîzâna vekildir. Âlemdeki yönetim müddetleri 15 bin yıldır. Huzurlarında yedi orta yaşlı melek bulunur. Onların kuvvetleri yerinde, akılları sağlam, yönetimleri iyidir. Dereceler ve müsâvîlikte daha önceki bölümlerde bulunan hizmetçilerin hükmü ile onların hükümleri aynıdır. Sırlarına vâkıf olduğumda ve onların işlerinden insanlara gizli olanları keşfettiğimde bu dönüşte, onlara tevdî edilen tesîrleri görmem için kevne indim. O dakîkada Allah Teâlâ, sırlar âlemi ile nurlar âlemi arasındaki inceliği müsâvî kıldı. İştiyak duyanın kaygısı sukûna erdi. İştiyak ateşi azaldı. Kalplerde değişikliğe uğrama hâli ortaya çıktı. Mârifetler azaldı. Tenezzüller durdu. Hayâl edilen makamlar perdelendi. Hastalık ve şifâ ilimlerinin doğuşu kesildi. Önde gidenlerin sırrı gitti. Onların ashâbı kenarda kaldı.

Noksanlık sırrının, kurtuluş hikmetinin âlimi ârifler, pek çok ihlâs devâsı ile döndü. Vâkıflar selb mevkıfını (engelleme durağını) elde ettiler. “el-Hafîz” ismi tecellî etti. Mele-i a’lâda fazla doluluktan sıkışmalarının sesi işitildi. Sevilenden, matlûb olan sevene sevgi intikal etti. Kalplerde ve hâtırlarda korunma gerçekleşti. İblisler ve vesveseler kovuldu. Ruhlar âlemi için tasarruf kuvveti ancak hislerde gerçekleşti. Ekvânın sırları ve içinde bulunan renkler zâhir oldu. Hafif ve ağır, uzak ve yakın eşit oldu.

îşte bunlar bu devirden üçüncü bölümden meydana gelen şeylerden muayyen olan bâzılarıdır. Onu on beş buçuk gün altı saatte kattettim. Ondan her gün dünyâ günlerinden altı buçuk gün yapar.

Sonra bu devirde beni dördüncü bölüme iletti. Orada da doksan feleği devrettim. Allah her felek için bir melek yerleştirmişti. Onların da aynı şekilde işi üç meleğe râcî idi. Birinci melek “mahv”, ikinci melek “recâ”, üçüncü melek “ilim” ile müvekkeldir. Onların yönetim müddeti 6 bin senedir. Huzurlarında yedi yaşlı şeyh durur. Onlarda gençlerin kuvveti vardır. Kendilerine emredilen her şeyi yaparlar. Onların hükmü daha önce geçen kardeşlerinin teshîr, infirâd, iştirâk, müsâvât ve diğerlerinde hükmü aynıdır.

Rumuzları çözüp, müphemleri ortaya çıkarınca kevne muttalî oldum. Böylece enginlik ve eksiklik, adâlet ve cevr ehlinin kalplerinde, bu devrin sultânından zâhir olanı gördüm. Allah Teâlâ bu ulvî hareketler ve ufkî teveccühler olduğu zaman, nûrlar âlemini, sırlar âlemi üzerine ızhâr etti. Yıldızlar meydana geldi. Hayyu’l-Kayyûm olandan tenezzüller çoğaldı. “Güneş dürüldü. His silindi. Dağlar yürütüldü. Kumlar toz haline geldi. Gebe develer kendi başına salıverildi. Ürkütücü vahşî hayvanlar bir araya getirildi.”[1412] Tûfân meydana geldi. Volkan patladı. Ruhlar bedenlerle birleşti. Hislerle birbirine âşık oldu. Sâhifeler açıldı. Mârifetler açıklandı. Latîfeler zâhir oldu. Zarîf olanlar bir araya getirildi. Kavuşma ipi bağlandı. Sevgililer arasında öpüşme ve kucaklaşma çoğaldı. Ayrılık arşı yıkıldı. Tabîat sır yıldızlarını saçtı. Nûrlarının parlaklığına berzahlar doğdu. Ve berzah yerinden tahliye oldu. Tâcir, dükkânına âşık oldu. Sülûk ehlinin canı sıkıldı. Esmer hizmetçiler nîmete kavuştu. Cehennemde reyhân boy verdi. Açık bir şekilde alev yâkutları zâhir oldu. Tekvîn rûhu ile bütün mâdenler mâmûr oldu. Rab, bulutların gölgesinde geldi. Melekler de zulmet örtülerinde geldiler. Va’d ve vaîd münâcâtı çoğaldı. Muhabbet ehlinin gönülleri sıkıştı. Âriflerin bedenleri eridi. Nefisler ülfet ettikleri ve ülfet gördükleri ile sükûn buldu. Tanıdıklarına ve kendisini tanıyanlara muhabbetini gösterdi. îşte bunlar, bu bölümdeki tesirden, kevnde beliren bâzı durumlardır.

Bu mârifetlere vâkıf olup, buradaki sırlar ve latîfelerin ilimlerini öğrendiğimde, te’sîs sahibi olan Seyyid, îmâm İdrîs peygamberin huzûruna geldim. Bana dedi ki:

-              Unutmaktan sakın. Çünkü o mahrûmiyet sebebidir.

Sonra dedi ki:

-     Cömertliğine bin, kalbini bile. Babanın mertebesine git. Tecellîde sana hâsıl olanı muhâfaza et. “însân-ı vahîd”in sırlarını öğren. Burada sana murâd ve mürîd arasındaki fark belli oldu.

Allah bizi ve sizi nefsini tanıyan, lütfu ile Güneş’ine şâhid olanlardan etsin. Ondan başka Rab yoktur. Âmîn.


1408 Îbnü’l-Arabî, el-İsrâ ilâ Makâmi’l-Esrâ (Kitâbu’l-Mîrâc), 89-91; Thk. ve şerh, Suâd el- Hakîm, Beyrut, 1988; Îbnü’l-Arabî, Kitâbü’l-İsrâ ilâ Makâmi’l-Esrâ, 144-145, (Resâil)



[1403] Bakara, 255

[1404] Enbiyâ, 1

[1405] İbnü’l-Arabî, Fütûhât, III, 348-349

[1406] İbnü’l-Arabî’nin kitab boyunca kendisinden “Sâlik” diye bahseder.

[1407] Istılâm: Kalbde beliren bir sıfat olup kalb onun hükmü altında sükûna erer. Îbnü’l-Arabî, Istılâhu’s-Sûfiyye, 413, (Resâil)

[1408] Îbnü’l-Arabî, el-İsrâ ilâ Makâmi’l-Esrâ (Kitâbu’l-Mîrâc), 136 Thk. ve şerh, Suâd el- Hakîm, Beyrut, 1988

[1409] Bu tercüme iki baskıdan yararlanarak yapılmıştır: 1. Tenezzülâtü’l-Emlâk min Âlemi’l- Ervâhi ilâ Âlemi’l-Eflâk, 78-86, (Hâşiye, Şeyh Abdülvaris Muhammed Ali) Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l- îlmiyye, 2000; 2. Tenezzülü’l-Emlâk fî Hareketi’l-Eflâk, Thk. ve Şerh. Nevâf Cerrâh, Beyrut, Dâru Sâdır, ts., 89-97

[1410] Müslim, age., II, 978, nr. 1342

[1411] Nevâf Cerrâh bir başka rivâyette böyle geçtiğini söyler. Bkz. îbnü’l-Arabî, Tenezzülât, 90 dtp. 1.

[1412] Tekvîr 1-5 âyetlerine telmîh vardır.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar