Kontrgerilla Öğretileri...Uğur Mumcu
Merhabalar
Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen
Kanuna İstinaden Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır
Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu
Kitapları Dinliyoruz
Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir
Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini
Tutmayacağından
Kitapları Beğenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar
Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Olduğunda
Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve
Kitapçılardan Temin Edebilirler
Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir
Şeyide Düşünmem Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı
Kullanılamaz Bilgi Paylaştıkça Çoğalır Yaşar Mutlu
Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli
Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil,
alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler
için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir
engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da
engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi
kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri
87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler
alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz,
ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca
bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve
çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web
sitesinde deneme yayınına geçilmiştir.
T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve
Otomasyon Dairesi Başkanlığı Ankara
Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeğe harcanan
zamana saydı duyarak Lütfen Yukarıdaki ve Aşağıdaki Açıklamaları Silmeyin
Tarayan Yaşar Mutlu web sitesi
www.kitapsevenler.com e-posta
yasarmutlu@kitapsevenler.com yasarmutlu@yasarmutlu.com mutlukitap@hotmail.com kitapsevenler@gmail.com um:ag Iuğur mumcu arajtirmaci gazetecİlİk vakfi yayi um:ag Vakfı Yayınlan: 39 Bütün Yazıları Dizisi: 8
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
UĞUR MUMCU
( I Ocak - 30 Haziran 1977 Yazıları)
I. Baskı: Mayıs 1997, Ankara, 3 000 adet 9. Baskı:
Şubat 2004, Ankara, I 500 adet
ISBN 975 - 8084 - 32 - I
Yayın Yönetmeni: Orhan TÜLEYLİOĞLU
Kapak Tasarımı: SOLARİS
Dizgi: um:ag Baskı: DUMAT
mumcuSÜ!!""" Paris Cad. No. 14, 06540 Kavaklıdere - Ankara Tel:
(0312) 417 77 20 pbx Faks: (0312) 417 57 46 E-posta: umag@umag.org.tr www.umag.org.tr UĞUR MUMCU
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ um:ag
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ
işler Kızışıyor I I Lockheed Olayı
Saptırılıyor 13
Tarih
Kitabı
15 TRT ve
MSP
17 Kimin
Arkadaşı?
18 Anayasaya
Aykırıdır .. 20
Borçlu
Çıkarlar
22 Kim
Koruyor?
24 Hazineyi
Korumak 26 Zahmet Olur
mu? 28
Oyunlara Bakın 30
Boşluğu
Yakalamak 32
Alışmak
34
Vicdan
Lekeleri 35
Örnek Alırlar mı? . 37
Sıra
Gelmedi
38 Olaylar ve
Korutürk 40
Korutürk'ün
Yetkileri 41
Arınmak
43 Ortak
Görev
45
Uyutma
Sanatı 46
Adını
Koyalım
48
Bütünleşmek
49
Bu Dosya Kapanmaz 51
Vatan Kurtaran
Vali 52
Uçak
Kaçırma 54
Böyle
Yetişiyorlar
56
Alışamadıkları
Ses 58
ODTÜ
Kazanı
59
Vur, Öldür, Yaşatma 61
Rektör Farkında
mı?
62
Bir Pulsuz
Dilekçe 64 iyi
Çalışıyorlar
66
Suç Saymıyor mu? 67
Ne için, Kim için? 69 TRT'deki Bir
Komisyoncu 70
Erimiyor
72
Güçbirliğine
Doğru 74 işgalci ve
Komisyoncu
75 Kim inanır? 77 Kimi Sorumlu
Tutalım? 78
Karışık işler
Olay
Aranıyor
82
Böyle Karar Olmaz 84
Yılan
Hikâyesi 86
Boşa
Gayret
87
Demek
Öyle
89
Hayali
Kamyon 90
Erken Seçime
Doğru92
Kırık
Anahtar
94 "Ruzi Nazar"
Kimdir? 96
Anlayacağı
Dil 98 Olumlu
Başlangıç
100 Düzenin ikizleri 101 Bir
Yıldönümü
103
Karataş'ın
Geleceği .. 104
Kuşkular
Artıyor
106 Kaşık ve
Pilav 107
Acıklı
Son
109
Talimat
I I I
Giderayak
I 12
Neyin
Güvencesi I I 3 Lockheed
Gölgesi I 15
Habercilik I 17
Dost Acı Söyler I 18 Sızma 120 Fazilet Mücadelesi 122 Ön Seçim ve Sorumluluk 124
Korku
125 Bu Kanda Boğulacaklar 1
27
Sorular 128 Soruşturma Nasıl Yapılmalı 130
Yılgınlık 132
Oyuna Gelmemek 133 Aynı Oyun mu? I 34 Yaşanmadı mı? 136 Gündem 137 Gözden Kaçmasın I 39 Dün ve Yarın 140 Zavallı Karataş 142 Kasket, Kalpak vs .143 Hiç Çekinmiyorlar 145 Ecevit mi, Demirel mi? 146
Oldu Olacak 148
Bu Oyun Sökmez 150 Bir Film Banyosu 151
Gizli Örgüt
Avı 153
Şüphe
154
Orgeneral irfan
Ozaydınlı ve CHP 155
Üç Gün Kaldı 158
Acaba?
160
Aksoy Kanıtlıyor 161
Sol
Kazandı 163 Demirel'in
Hesapları 164
Ne
Olacak 166 Soralım
Dedik 167
Gösterinin
Ardındaki 169 Yeter
Artık 171
Bölükbaşı 172 Demirel'in
Korkusu 174
Açıklanmalı
175
Ne
Hakla? 177 Dikkatli
Olalım 179
Direniş
178
Hem Suçlu, Hem
Güçlü 181
Sonra Ne
Olur?
184
Bugünkü
Sınavlar 186
Ad
Dizini
189
Konu, Olay, Kavram
Dizini 195
SUNUŞ
Uğur Mumcu, ailesi Ankaralı olmasına karşın, 22
Ağustos I942'de, babasının görevi nedeniyle bulundukları Kırşehir'de doğdu.
Babası Ankara'ya atanınca, Ulus'ta Devrim ilkokulunda başladığı ilköğrenimini
Bahçelievler'deki Ulubatlı Hasan ilkokulunda tamamladı, Cumhuriyet Ortaokulu ve
Deneme Lisesini bitirdikten sonra (1961), Ankara Hukuk Fakültesine girdi.
Uğur Mumcu, öğrencilik yıllarında "bilgi sahibi
olmadan fikir sahibi olunamayacağı"nı kavramış, etkin, coşkulu, çok
okuyan, araştıran ve sorgulayan bir gençti. Onun öncülüğünde yapılan
toplantılara zamanın politikacıları, bilim ve sanat insanları çağrılıyor,
"münaza-ra'lardaki başarılarıyla dikkati çekiyordu. Daha 20 yaşındayken
"Türk Sosyalizmi" başlıklı yazısıyla Yunus Nadi Makale Yarışmasını
kazandı. Hukuk Fakültesini bitirince (1965), bir süre avukatlık yaptı. Sonra
dil öğrenmek için ingiltere'ye gitti, dönüşünde Hukuk Fakültesinin idare Hukuku
Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı oldu. 12 Martın aydınlara yönelik
baskıcı tutumundan o da payına düşeni aldı; askerliğini yapmak için
hazırlanırken tutuklandı, sonrasında "Sakıncalı Piyade" sayıldı.
Askerlik dönüşü gazetecilikte karar kıldı, üniversiteden ayrıldı. Yön, Kim,
Devrim, Türk Solu, Ortam, Akşam, Milliyet ve Yeni Ortam'dan sonra uzun süre
Cumhuriyet'te yazdı. Ölümünden önce 25; ölümünden sonra yazılarının toplandığı
4O'ı aşkın kitabı yayımlandı.
Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi, demokrat bir
Türkiye'nin yılmaz savunucusu; devrimci, hep emekten yana olan, hep araştıran
ve sorgulayan gazeteci Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 günü otomobiline konan bir
bomba ile inandığı değerler uğruna öldürüldü.
Eşi Güldal Mumcu, çocukları Özgür ile Özge; Uğur
Mumcu'nun, ilkelerinden ödün vermeyen kişiliğini gelecek kuşaklara aktarmak;
kütüphanesini, arşivini ve tüm yazılarını tarihsel sırasıyla, düzenli olarak
araştırmacıların kullanımına sunmak, gazeteciliğe hevesli gençleri,
araştırmacılık alışkanlığıyla mesleğe kazandırmaya çalışmak gibi amaçlarla,
Ekim 1994'te Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vak-fi'nı kurdular. Vakıf,
Aralık 1995'te amacı doğrultusunda etkinliklerini yaşama geçirmeye başladı.
Şimdi genç gazetecileri araştırmacılığa yöneltmek, insanların düşündüklerini
yazıya doğru aktarmalarını sağlamak için yazma seminerleri düzenliyor,
başkentlileri sanatsal, bilimsel etkinliklerde buluşturan toplantıların yanı
sıra kitaplar yayımlıyor.
Uğur Mumcu'nun gazete ve dergilerde beş bini aşkın
köşe yazısıyla, dizi yazıları söyleşileri yayımlanmış, um:ag Yayın Bölümü
bunların hepsini "Bütün Yapıtları" ve "Bütün Yazılan"
dizilerinde kitaplaş-tırmıştır. Yapıtların yeni baskılarına, ilk baskılarda
gözden kaçan yazılar da eklenerek, Mumcu'nun tek satırının eksik kalmamasına
özen gösterilmiştir. Çünkü onun canına mal olan bir savaşımla yaptığı
araştırmalar, yazdığı yazılar, geride bıraktığı en değerli kalıttır. Ölümünden
bu yana geçen sürede bu yazıların hâlâ güncel olması ise, bu kalıtın önemini
anlatmaktadır.
Bu görkemli dizinin oluşmasında büyük emeği geçen,
ilk yayın yönetmenimiz Ali Tartanoğiu'na, TBMM Kütüphane Müdürü Ali Rıza Cihan,
H.İlkay Balember ve çalışma arkadaşları ile Mesut Seven, Fatih Alpertan, Avni
Kalkan, Bekir Tekkaya, Serkan Uzun, Şebnem Kocabıyık, Neş'e Tartanoğlu, Murat
Kaya, Emrah Yücel, Gökhan Bozkurt, Hakan Yaman ve DUMAT Matbaası emekçilerine
içtenlikle teşekkür ederiz. Sağ olsunlar...
Bilimin ve sanatın aydınlattığı bir dünyada,
demokrasinin yaşama biçimi ve adaletin herkes için olması, bir kişinin bile hak
ve özgürlüklerinden yoksun kalmaması için savaşım veren Uğur Mumcu gibi
aydınlar, düşündükleri için öldürüldüler. Daha aydınlık bir dünyanın Mumcu gibi
aydınların çoğalmasıyla kurulacağına inanıyor ve bu inancı aydınlanmacılarla
paylaşmanın verdiği güçle Mumcu'nun düşüncelerinin gelecek kuşakları da
aydınlatacağını biliyoruz.
Düşünenlerin öldürülmemesi, öldürülenlerin hiç
unutulmaması dileğiyle... um:ag
İŞLER KIZIŞIYOR
Millet Meclisindeki Lockheed tartışmaları bir
gerçeği gün ışığı gibi ortaya çıkarmıştır. Adalet Bakanı ismail Müftüoğlu, ABD
ile imzalanan sözleşme gereğince, Lockheed'le ilgili belge ve bilgilerin ancak
"adli mercilere" verilebileceğini, bu nedenle, önce, kamu kesimindeki
alımları araştırmakla
görevli komisyona bilgi ve belge vermediğini, fakat
Başbakan Demirel'in ısrarı üzerine, komisyona bilgi ve belge vermek zorunda
kaldığını açıklamıştır.
DP Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli, hafta başında
düzenlediği basın toplantısında, Amerika ile imzalanan sözleşmenin, Lockheed
konusunun Parlamentoda araştırılıp soruşturulmasını önlediğini, bu belge ve
bilgilerin bu komisyona verilmesi halinde, ABD Adalet Bakanlığının, bu bilgi ve
belgeleri Türkiye'ye yollamayacağını belirtmişti.
Adalet Bakanı Millet Meclisinde yaptığı konuşmada,
Bozbeyli'nin bu gözlemini ve kuşkusunu doğrulamıştır. Müftüoğlu demek istiyor
ki; "ABD ile imzaladığımız sözleşmeye göre, biz bu belgeleri ve bilgileri,
ancak 'adli makamlara' verebiliriz. Eğer, biz bu gizliliğe uymazsak, ABD'nin bu
bilgi ve belgeleri Türkiye'ye vermeme hakkı doğar." Adalet Bakanı bunları
anlattıktan sonra bu belge ve bilgilerin gönderilmesinde "tıkanıklık"
olduğunu açıklamaktadır. Yani ne olmuştur?
Olan açıkça şudur. Adalet Bakanı, Başbakan
Demirel'in ısrarı üzerine Parlamentoda kurulan komisyona bilgi ve belge
vermiştir. Savcılık ya da mahkeme dışında, herhangi bir resmi kuruluşa bilgi ve
belge vermek sözleşmeye aykırıdır. Sözleşme hükümlerine göre, savcılık ve
mahkeme dışındaki resmi kuru- KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ luşlara belge ve bilgi
verildiği için, ABD Türkiye'ye Lockheed yolsuzluğu ile ilgili belge ve bilgi
göndermekten vazgeçmiştir.
Buna Demirel yol açmıştır.
Bu bir sonuçtur. Bu sonucun bir tek nedeni vardır. O
neden de, Demirel'in, Adalet Bakanını sözleşmeye aykırı olarak, komisyona bilgi
ve belge vermeye zorlamasıdır.
Yani Demirel açıkça, Lockheed yolsuzluğu ile ilgili
komisyona bilgi ve belge vermemiş olsa, konu sözleşme gereğince, sadece
"adli merciler" içinde kalacak ve olay bu yolla sonuçlandırılmış
olacaktı.
Sözleşme hiçbir yorum gerektirmeyecek kadar açıktır.
Eğer Amerika'dan yollanan bu belge ve bilgiler, "adli merciler"
dışındaki resmi yerlere bildirilirse, ABD, Lockheed yolsuzluğu konusundaki
yardımını kesecektir. Buna rağmen Başbakan Demirel, Adalet Bakanı Müftüoğlu,
sözleşmenin bu hükmünü çiğneyerek, belge ve bilgilerin gönderilmemesine yol
açmışlardır.
Bu sonuç bilinerek mi yaratılmıştır yoksa, bazı
rastlantıların sonucu mudur? Bunu bileme/iz. Şu anda bilebildiğimiz, ortaya
böyle bir sonucun çıkmış olmasıdır. Bunun baş sorumlusu da Başbakandır.
Demirel, önceki gün AP Millet Meclisi grubunda
yaptığı konuşmada, bu konuda şunları söylüyor:
- Amerika bu belgeleri, ancak gizliliğe riayet ve
adli makamlar için dağıtma şartıyla vermiştir. "Aksi halde bu belgeleri
vermem" diyor. Biz bu şartları kabul etmeyerek belgesiz kalmaya mecburduk.
Bunun başka izahı yoktur.
Bunun başka "izahı" vardır. Antlaşmanın
böyle olduğunu çok iyi bilen Demirel, Adalet Bakanı, sözleşmeye aykırı olarak
Lockheed belgesini Meclisteki komisyona vermeye zorlamış ve böylece ABD'nin
Lockheed şirketinden rüşvet alanların adlarını Türkiye'ye bildirilmesine engel
olmuştur.
Bu "izaha" ne buyurulur? (Cumhuriyet, I
Ocak 1977) 12 LOCKHEED OLAYI SAPTIRILIYOR Lockheed konusunda herkes birbirini
suçlamaya başladı. Ortalık birden karıştı. AP milletvekilleri uçak alımının
Ecevit'in Başbakanlığı dönemine rastladığını ileri sürerek, soruşturma
açılmasını istiyorlar.
CHP milletvekilleri ise, ikinci parti uçak alımının
Demirel'in Başbakanlığı döneminde yapıldığını belirterek, Demirel hakkında
soruşturma açılması gerektiğini ileri sürüyorlar. işte bu çatışma, işin özünü
unutturmakta, sorunu gerçek yörüngesinden saptırmaktadır.
Orada, ABD ile imzaladığımız bir anlaşma vardır. Bu
anlaşma uyarınca, Lockheed olayı ile ilgili belge ve bilgiler, ABD Adalet
Bakanlığı'nca Türkiye'ye yollanacaktır. Eğer Türk hükümeti, bu belge ve
bilgileri, mahkemeler dışında resmi mercilere verirse, Amerika bu bilgi ve
belgeleri göndermeyecektir.
Kamu kesimindeki alımları incelemekle görevli
Parlamento Komisyonu Lockheed olayına da elatmıştır. Anlaşmaya göre, bu
komisyonun, Lockheed olayını incelemeye yetkisi yoktur. Demirel, ABD ile bir
anlaşma imzalayarak, önce Lockheed konusunda yapılması gereken Parlamento
denetimini ortadan kaldırmıştır. Demirel diyor ki: - Ne yapalım, Amerika ancak
bu koşulla belge yolluyordu, Bu nedenle anlaşmayı imzaladık.
Ama Demirel hükümetince ABD ile imzalanan sözleşme,
yine Demirel'in emriyle bozulmuştur. Şöyle ki: Komisyon, Adalet Bakanlığından
Lockheed olayı ile ilgili belge ve bilgi istemiştir. Adalet Bakanı Müftüoğlu,
ABD ile imzalanan anlaşma gereğince, bu belge ve bilgilerin ancak mahkemelere
açıklanacağını belirterek, bilgi ve belge vermekten kaçınmıştır. Başbakan
Demirel, Adalet Bakanından, bu bilgi ve belgelerin komisyona verilmesini
istemiştir. Adalet Bakanı Müftüoğlu, yine bilgi ve belgeleri vermek istememiştir.
Demirel, ikinci kez Adalet Bakanlığına bir yazı yazarak, bu bilgi ve belgelerin
komisyona verilmesinde diretmiştir. Müftüoğlu da bu emir üzerine, bilgi ve
belgeleri Parlamento komisyonuna vermiştir. KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 13
ABD Adalet Bakanlığı, sözleşme hükümlerini
hatırlatarak, Türk hükümetinin sözleşmenin temel koşulu olan gizliliği
bozduğunu, bu nedenle belge ve bilgi veremeyeceğini bildirmiştir.
Amerika ile bir sözleşme yaparak, Lockheed konusunda
Parlamento denetimini ortadan kaldıran kim? Demirel. Sözleşmede, Lockheed ile
ilgili belge ve bilgilerin ancak mahkemelere verileceğini kabul eden kim? Yine
Demirel. Bu gizliliğe uyulmaması halinde, Amerikan Adalet Bakanlığının bilgi ve
belge yollamayacağını öngören sözleşme maddesini imzalayan kim? Yine Demirel.
Bu gizliliği bile bile, bilgi ve belgelerin Parlamento komisyonuna
gönderilmesini isteyen kim? Evet, evet, yine Demirel.
Eğer Amerika Bileşik Devletleri Adalet Bakanlığı,
Lockheed konusunda Türkiye'ye göndermek zorunda olduğu bilgi ve belgeleri
göndermiyorsa, buna doğrudan doğruya Demirel'in tutumu yol açmıştır.
Lockheed belgelerinin Adalet Bakanlığına ulaşması
konusu bir başka sorundur. Bu konuda, Dışişleri Bakanlığı ile Adalet Bakanının
açıklamaları birbirini tutmamaktadır. Adalet Bakanının açıklamasından
anlaşıldığına göre, Amerika'dan yollanan belge ve bilgilerin bazıları eksiktir.
Neden, neden acaba?
Bu nasıl devlet yönetimidir ki, böyle bir konuda ABD
ile Parlamentonun yetkilerini kısan anlaşmalar yapılır. Bu ne biçim yönetimdir
ki, hükümetlerin imzaladığı sözleşmeler hükümet başkanlarının emriyle bozulur.
Bu ne biçim yönetimdir ki, aynı konuda iki bakanın açıklamaları birbiriyle
çelişir, hatta birbirini suçlar.
Lockheed dosyası şimdi Genelkurmay Savcısı Albay
ilhan Şenel'in önündedir. Eğer Albay Şenel, elindeki belgelere göre, örneğin,
belli kişiler hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verirse, eksik
belgelere göre karar oluşturacak demektir.
Bu konuda Parlamento denetimini de, yargı denetimini
de kısıtlayan Başbakan Demirel'in tutumudur. Önce bu konu açıklığa
kavuşmalıdır.
(Cumhuriyet, 3 Ocak 1977) TARİH KİTABI
Türkiye Cumhuriyeti ne zaman kurulmuş ve cumhuriyet
dönemi ne zaman başlamıştır? Bu soruyu okuyunca şaşıracak, belki de
kızacaksınız. Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923 tarihinde kurulmuştur ve
cumhuriyet dönemi de bu tarihte başlamıştır. Bunun sorulmasına ne gerek vardır,
diye düşüneceksiniz. Nedeni şu.
AP Konya eski milletvekili Yılmaz Öztuna lise son
sınıflar için bir tarih kitabı yazmıştır. Bu kitap, Milli Eğitim Bakanlığı
Talim Terbiye Kurulunca lise son sınıflarda tarih kitabı olarak okutulmaktadır.
Kitabın 310. sayfasından şu satırlara göz atalım: - Saltanatın düşmesi ile
Türkiye tarihinin ikinci devresi kapanır ve içinde bulunduğumuz üçüncü devre,
cumhuriyet devri başlar.
Yazar, aynı sayfanın bir başka satırında, "Bu
arada 29 Ekim 1923'te, yeni rejime ad konularak cumhuriyet ilan edilmişti"
diyor amma, cumhuriyetin kuruluşu ile halifeliğin kaldırılışı arasındaki dönemi
"cumhuriyet" saymıyor.
Yazara göre, önemli olan "hilafef'tir. Aynı
sayfada Osmanlı ve Selçuklu imparatorluklarının "büyük ve şerefli"
bir tarih parçası yarattığı belirtiliyor, fakat cumhuriyet tarihimizin dünü ve
bugünü hakkında tek kelime edilmiyor. Sadece Selçuklu ve Osmanlı tarihine bakıp
cumhuriyet döneminin "istikbali hakkında çok iyimser düşünmek ümidinde
olunduğu" anlatılıyor.
Kurtuluş Savaşımız sonunda kurulan cumhuriyetimizin
"şerefli ve büyük" bir tarih parçası sayılıp sayılmayacağı konusunda
tek satır yok. Bu AP eski milletvekili, cumhuriyetin geleceğinden ümitli
olduğunu, lütfen, açıklıyor.
Yılmaz Öztuna'nın tarih kitabında, şu satırlar ders
konusu olarak işlenmektedir: - Milletlerarası sol, bütün dünyada klasik
değerlen düşürmek için büyük çaba harcamış, bu uğurda milyonlarca dolarlık dış
yatırımlar yapmış, işine yarar her mihraka para dağıtmıştır. Klasik resim
yerine dejenere resim, klasik müzik yerine dejenere musiki, klasik şiir yerine
vezinsiz kafiyesiz laf yığınları ortaya çıkarmıştır.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
IS
Kan, şiddet ve şehvet edebiyatını işlemiş ve teşvik
etmiştir. Dini ve ahlaki değerleri küçük düşürmeye çalışmıştır, Milli
kahramanları aşağılamak, milli tarihi küçümsemek ve tahrif ederek yeni
nesillere öğretmek için bütün kalemşorlarını seferber etmiştir.
Hasılı bundan böyle tarih kitaplarında klasik
savaşlarda hangi tarafın hangi tarafı yendiği değil, kültür savaşında hangi
tarafın galip ve mağlup olduğu anlatılacaktır desek, gerçeklere tercüman
oluruz.
Bu satırlar, bu tür kitapların ne amaçla
yayımlandığını da açıklamaktadır. Sol, klasik resim yerine "dejenere"
resim, klasik müzik yerine "dejenere musiki" yaratıyormuş.
Adama, "Peki, nasıl" diye sormazlar mı? Şu
"dejenere musiki" denilen müzik, acaba, alafranga "Beatles
müziği" mi? Öyleyse bunlar, klasik müzik yerine, "dejenere musiki"
yaptıkları için birer komünist mi sayılacaklardır? Ne yeri var, bu düşüncelerin
tarih kitaplarında?
AP eski milletvekili Yılmaz Öztuna, milletlerarası
solu, "milli kahramanları aşağılıyor" gerekçesiyle suçladıktan sonra,
bakınız milli kahraman saydığı Abdülhamit'i nasıl övüyor?
- Politikada müstesna bir deha.
Abdülhamit'i kitabın 210. sayfasında şöyle
tanımlıyor:
- Abdülhamit'in cenaze töreni muhteşem oldu. Artık
kendisini takdir etmeye ve anlamaya başlayan ittihatçı liderlerinin katıldığı
gibi, halk, harbin en acı günlerinde, devrinde huzur, refah ve sulh içinde
yaşadığı eski hükümdarlarının ardından samimi gözyaşları döktü. 10 yılda ortam
bu derece değişmişti.
Bu bir gerici tarih anlayışıdır. Türkiye'de bu
görüşlere inanan insanlar vardır. Fakat eğer, Atatürk'ün kurduğu cumhuriyet
döneminde yaşıyorsak, bu satırların amacı bellidir: Gerici ve çağdışı bir kuşak
yetiştirmek.
Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde,
gericiliğe bugün olduğu gibi boyun eğmiş değildir.
(Cumhuriyet, 6 Ocak 1977) TRT VE MSP
Şaban Karataş, en sonunda MSP'nin de sabrını
taşırdı. TRT'den yakınanlar arasına, CHP ve DP'den sonra, MSP de katıldı. CHP
ve DP muhalefet partileri, MSP ise, hükümet partilerinden biridir. Bu bakımdan
MSP'nin tepkisi, CHP ve DP'nin gösterdiği tepkilerden başka türlü olmalıdır.
Öyle ama, bu tepki nasıl olmalıdır?
Erbakan, bütçenin hazırlandığı günlerde, Demirel'i
iyice köşeye sıkıştırmış, Demirel'den ne isterse almış, Maliye Bakanlığının bir
kısım yetkilerini MSP'Iİ Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına devretmişti. Demek ki,
Erbakan'ın, gücü kuvveti yerinde, kopardığını alıyor. Demirel, Erbakan'dan
korkuyor. Bu belli oluyor. Fakat, Erbakan'ın bazı işlere gücü yetiyor,
bazılarına da yetmiyor. Örneğin, koalisyon protokolünde yer almasına rağmen,
Basın-Yayın Genel Müdürlüğü, bugüne kadar MSP'Iİ Devlet Bakanı Hasan Aksay'a
bağlanmış değildir.
Neden?
Çünkü, hükümeti de aşan bazı güçler, Basın-Yayın
Genel Müdürlüğünün AP'Iİ bakanlara bağlı olmasını istiyor.
Aksay da Erbakan da bu konuda çaresiz kalıyor.
Böylece Basın-Yayın Genel Müdürlüğü, Demirel'in demeçlerini basan bir
"teksir makinesi" gibi, AP güdümünde basın ve yayınını sürdürüyor.
Seçimler yaklaştığı için TRT'nin önemi büsbütün
artıyor. Artık iyice anlaşılmıştır ki, TRT, seçim döneminde, sadece Demirel ve
Türkeş'in propaganda aracı olacaktır. Haberler, röportajlar, açıkoturumlar hep
bu amaçla düzenlenecektir. Erbakan bu tehlikeyi anlamışa benzemektedir. Bu
konuda, muhalefet partisi olmakla, hükümet partilerinden biri olmak arasında
hiçbir fark yok mudur?
Maliye Bakanının yetkilerini bir çırpıda elinden
alan Erbakan, Demirel'i sıkıştığı köşede tir tir titreten Erbakan, hükümet
ortağı olarak, şu Karataş'ın hakkından gelemiyor mu?
Karataş'ı, zorla gelip bağdaş kurduğu koltuktan
atmak çok güç olmasa gerek, çünkü, Danıştay, Karataş'ı TRT Genel Müdürlüğüne
getiren kararnameyi iptal etmiştir. Hukuk açısından, Karataş'ın TRT ile ilgisi
ancak bir televizyon izleyicisi kadardır. Eğer, bundan öteye bir ilgisi varsa,
bu ilginin karşılığı- KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 17 nı, Ceza Yasası, ölçüp biçip
yaptırıma bağlamıştır. Karataş'ın boynuna şimdiden, memuriyeti gasp suçundan
Anayasayı ihlale kadar uzanan bir sürü suç asılıp durmuştur.
Bir hükümet değişikliğinde, Karataş'ın yolu, Erzurum
Atatürk Üniversitesinden çok, Ağır Ceza Mahkemesi salonlarıdır. Kendisine
yakışan sandalye de, TRT Genel Müdürlüğü odasında değil, Ağır Ceza Mahkemesi
salonlarında bulunmaktadır.
Eğer Erbakan, gerçekten Karataş'ın genel
müdürlüğünden yakınıyorsa, "işte Halep, işte arşın."; bir emirle
koltuğundan söküp alınır. Sorun, bu buyruğu verebilmekte, iş, Demirel'i bu
konuda da yenmekte, Yoksa, muhalefet partileri gibi yakınıp dövünmekle, Karataş
yerinden alınmaz. Cumalıoğlu bas bas bağırıyor: - TRT, AP Genel Merkezinden
yönetiliyor.
Evet öyledir; öyledir ama, Karataş'ı o koltuğa ne
Ecevit o-turttu, ne de Bozbeyli. Karataş, TRT Genel Müdürlüğüne hükümet
kararnamesiyle oturtuldu. Karataş'ı, TRT Genel Müdürlüğüne getiren güç, eğer
istenirse, aynı Karataş'ı o koltuktan kaldırabilir.
MSP'liler. Buyurun, alın Karataş'ı görevden. Güç
sorunu derseniz, o güç var. Baksanıza, bütçede her istenen alındı. Gerekçe mi
diyorsunuz, alın Danıştay kararını, hepsi orada yazıyor.
Bunları yapmıyorsanız, kamuoyuna yakınmanın anlamı
ne? (Cumhuriyet, 7 Ocak 1977) KİMİN ARKADAŞI?
Bilmem dikkat ediyor musunuz? Şu Lockheed olayı,
zaman zaman alevleniyor, sonra da, herkes bu konuyu unutuveriyor. Arkasından da
gelsin dedikodu, anlamlı anlamsız yorumlar, Bu iş nedir, ne değildir, bugüne
kadar, sağlam kanıtlarla ortaya çıkarılmıyor bir türlü. Üstelik birçok kimse,
bilerek ya da bilmeyerek, Lockheed olayının saptırılması için çalışıyor.
Lockheed sorununu en açık seçik ortaya koyan,
Demokratik Parti Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli'dir. Eğri oturup doğru
konuşalım. iş oldukça basit aslını sorarsanız. Hükümet ABD ile bir sözleşme
imzalamıştır. Bu sözleşmeye göre, belgeler Türkiye'ye, gizliliğe uyulması
koşuluyla verilmektedir. Bu belgeler, "adli merciler" dışındaki resmi
makamlara verilirse, ABD belgeleri göndermeyecektir.
Demirel, böyle bir anlaşma imzalayarak, önce
konunun, parlamentoda araştırılmasını önlemiştir. Bunu bilerek mi yapmıştır,
bilmeyerek mi, bunu kestirmek güçtür. Fakat sonuç ortadadır Bu sözleşme,
Lockheed konusunun Parlamentoda konuşulmasını önlemektedir.
Sonra ne olmuştur? Sonra, Demirel, kamu kesimindeki
alımlarla ilgili araştırma yapan Parlamento komisyonuna belge yollayarak,
sözleşme hükümlerini çiğnemiştir.
ABD, sözleşmede yazıldığı gibi, gizlilik koşuluna
uyulmadığı için belge göndermeyi durdurmuştur.
Bu da, Demirel'in yarattığı bir başka sonuçtur. Bu
sonuca göre Demirel, Lockheed yolsuzluğuna karışanlarla ilgili belge ve
bilgilerin Türkiye'ye verilmesine engel olmuştur. Bunu bilerek mi yapmıştır,
bilmeyerek mi? Bunu bir çırpıda kestirmek olanaksızdır. Ama sonuç budur. ABD belge
vermeyi durdurmuştur. Demirel nedense bu konuya hiç değinmemiş-tir. Bu nokta
karanlıktadır.
işte tam bu noktada, CHP ile AP arasında kişisel bir
çatışma başlatıldı:
- Uçak sizin zamanınızda alındı. Sizin zamanınızda
da yüksek komisyon ödendi. Bunlar, Lockheed olayını gizleyen kısır
çatışmalardır.
Bir savaş olasılığında, bu tür uçakların alımına,
Genelkurmay Başkanlığı gerekçe gösterir. O koşullarda "uçak
alınmasın" demek olanaksızdır. Bunu hiçbir başbakan göze alamaz. Ne
Ecevit, ne Demirel, ne de bir başkası. Sorun bu değil ki.
Sorun uçak alınması değil, bu uçak alımında rüşvet
alınıp alınmamasıdır. Lockheed, Türkiye'de rüşvet dağıtmış mıdır, dağıtmamış
mıdır? Rüşvet dağıttıysa, bu rüşveti kimler almıştır? işte Demirel'in tutumunun
yol açtığı sonuç, bu soruları karanlıklara sürüklemektedir.
Sorunu saptıran bir başka girişim de, AP Sivas
Milletvekili Vahit Bozatlı'dan gelmiştir. Bozatlı, Millet Meclisi Başkanlığına
verdiği bir önergede, Ecevit ile Altay Şirketi sahibi Nezih KONTRGERİLLA
ÖĞRETİLERİ 19
I
Dural arasında bir arkadaşlık olduğu sanısını
yaratacak ifadeler kullanmaktadır. Ecevit'in, Nezih Dural ile hiçbir
arkadaşlığı, hiçbir dostluğu ve yakınlığı yoktur. Şimdiye kadar yüz yüze de
gelmiş değillerdir, Nezih Dural ile Süleyman Demirel ve Hacı Ali Demirel'in
arkadaşlıkları vardır. Bundan ne çıkar? Nezih Dural'a her selam veren, Lockheed
şirketinden rüşvet mi almış sayılır? Üstelik, bugüne kadar yalanlanmayan
yayınlara göre, Demirel bir zamanlar Altay Şirketi adına iş de yapmıştır. Ne
çıkar bundan?
Vahit Bozatlı, CHP'den istifa edip AP'ye kapağı atan
"kıratlı" politika demirbaşlarından biridir. Bozatlı, CHP
milletvekiliyken, Demirel'in kardeşlerinin yolsuzluk yaptığını Parlamento
kürsülerinden söylemiş ve Süleyman Demirel'i "şaibeli", yani lekeli
Başbakan olmakla suçlamıştı. Şimdi ise, nereden nereye?
Lockheed konusunda herkes ne yaptığını iyi
bilmelidir. Bu konu açıklığa kavuşunca, geriye dönüp kimin ne söylediği bir bir
saptanıp açıklanacaktır. Bu işi, kim saptırıyor, kim örtbas ediyor, o zaman,
çok daha iyi anlaşılacak. (Cumhuriyet, 8 Ocak 1977)
ANAYASAYA AYKIRIDIR
Milletvekili ve senatörlerin ödenek ve yolluklarında
yapılan artış tepkiyle karşılandı. Bu konuda tepkiler oluşup, yorumlar
yapılırken, bir önemli nokta gözden kaçmaktadır. Bu nokta, Millet Meclisinin bu
konuda bir karar almaya yetkili olup olmamasıdır.
Millet Meclisi Hesaplan inceleme Komisyonu, bir
rapor hazırlayarak, ödenek ve yollukları belirleyen I sayılı yasanın yanlış
uygulandığı sonucuna varmış, bu rapor Millet Meclisinden rüzgâr gibi geçirilmiştir.
Bu yolla, gerek Millet Meclisi Hesaplama Komisyonu, gerekse Millet Meclisi, I
sayılı yasayı yorumlayarak yasanın uygulanış biçimini saptamışlardır.
1961 Anayasası, Millet Meclisine yasaları yorumlama
yetkisi vermemiştir. 1924 Anayasasının 26'ncı maddesinde, Millet 20
Meclisi yetkilen arasında sayılan yasaları
yorumlanma yetkisi, 1961 Anayasasında yer almamıştır. Anayasanın herhangi bir
hükmü ya da bir yasanın belirli maddesi, Millet Meclisinde, şöyle böyle
uygulanacaktır, diye yorumlanamaz.
Kaynağını Anayasadan almayan devlet yetkilerinin
kullanılmayacağı yine Anayasada yazılıdır.
Milletvekili ve senatörlerin ödenek ve yolluklarını
saptayan I sayılı yasa, 22 Ocak 1962 tarihini taşımaktadır. Yasa, o tarihte,
ödeneklerin saptanmasında şu sınırı getiriyordu:
-
TBMM
üyelerinin ödeneklerinin tutarı, devlet memurları kanunu ile tespit olunan en
yüksek gösterge tutarıdır.
I sayılı yasa. 4 Haziran 1975 günü, CGP Kastamonu
Milletvekili Hasan Tosyalı'nın önerisiyle şu biçimde değiştirilmiştir:
-
TBMM
üyelerinin ödeneklerinin saptanmasına dair Anayasanın 82'nci maddesindeki
miktar, devlet memurları yasası ile gösterilen en yüksek gösterge ile bu yasaya
göre çıkartılan kararnameler gereği yapılan ödeme ve diğer yasalarla aylıklara
eklenen ödemeler tutarıdır.
Böylece, yasanın kapsamı değiştirilmiş ve devlet
memurlarının yan ödeme, iş riski ve teminindeki güçlük zammı gibi ödeme
yollarının da milletvekili ve senatör ödenek ve yolluklarına yansıtılması
sağlanmıştı.
Bu uygulamaya göre, örneğin, Genelkurmay Başkanı ya
da Anayasa Mahkemesi Başkanının eline geçen para, ayda elli bin lirayı bulursa,
ödenek ve yolluklar da buna göre artacaktır.
Hesapları inceleme Komisyonu, 1901 sayılı yasaya
göre, üniversite rektörlerine ödenen aylığı temel almış, ödenek ve yolluklarda
aynı ölçüde artış sağlanması gerektiği sonucuna vararak, I sayılı yasanın
uygulanış biçimini yorumlamış, Millet Meclisi de, Anayasada öngörülmeyen yorum
yetkisini kullanarak, bu raporu kabul etmiştir.
Millet Meclisinin böyle bir yetkisi yoktur. Millet
Meclisi bu konuda yasayı yorumlayamaz, ancak, aynı konuda bir yeni yasa
çıkarabilir. Bu nedenle, bu "yorum kararına" dayanarak yapılan
ödemeler yasa dışıdır, Anayasa dışıdır. Millet Meclisi Başkanlığı, ödenek ve
yollukları eksik ödü-yorsa ve eksik ödemişse, bunun yolu, başkanlığın bu
"idari işlemi" hakkında Danıştaya dava açmaktır. Bunun yerine, Millet
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 21
Meclisine tanınmayan yorum niteliğinde kararlarla bu
paralar ödenirse, sorumluluk Millet Meclisi Başkanının omuzlarındadır. Eğer, en
kısa sürede bu adaletsizlik önlenmezse, Parlamentonun saygınlığı ağır yara
alacağı gibi, gündelikleri bin lira olan milletvekili ve senatörlerin de varlık
nedenleri tartışma konusu olur.
(Cumhuriyet, 10 Ocak 1977)
BORÇLU ÇIKARLAR
Milletvekili ve senatörlerin ödenek ve yolluklarını
düzenleyen Anayasa maddesi, 12 Mart döneminde değişikliğe uğrayarak, bugünkü
biçimine sokulmuştur. 12 Mart rejimi, "reform yapmak" gerekçesiyle
geldi. Bu rejimin yaptığı tek reform, milletvekili ve senatörlerin ödenek ve
yolluklarını artırmakla gerçekleşmiş oldu.
Bakın nasıl:
Anayasanın, ödenek ve yolluklarla ilgili 82'hci
maddesi, değişmeden önce, ödeneğin "birinci derecede devlet memurunun
aylığını" geçemeyeceğini, yolluğun ise "ödeneğin yarısını"
aşamayacağını belirtmekteydi. Madde şöyle son bulmaktaydı:
-
TBMM
üyelerinin aylık ve ödeneklerine, her ne surette olursa olsun yapılacak zam ve
ilaveler, ancak bu zam ve ilaveleri takip eden milletvekili genel seçimlerinden
sonra uygulanır.
Anayasa, açıkça, milletvekilleri ve senatörlerin
kendi ödenek ve yolluklarını artırmalarını önlemekteydi. 12 Martın tozu dumanı
içinde, bu madde bir çırpıda değiştirildi ve milletvekili ve senatörlerin kendi
ödeneklerini artırmalarını önleyen Anayasal engel ortadan kaldırıldı.
O günlerde bu girişimi eleştirecek olanların hemen
hemen tümü cezaevlerindeydi. Bu konuda basında tek yazı çıkmadı, bir tek demeç
yayımlanmadı, siyasal partiler de bu ortamda, "milli birlik ve beraberlik
ruhu içinde" ödeneklerini artıran olanakları ele geçiriverdiler.
22
Anayasanın, ödenek ve yolluklarla ilgili değişik
82'nci maddesini birlikte okuyalım:
-
TBMM
üyelerinin ödenek ve yollukları kanunla düzenlenir. Ödeneğin aylık tutarı, en
yüksek devlet memurunun almakta olduğu miktarı, yolluk da ödeneğin yarısını
aşamaz. Ödenek ve yollukların en çok üç aylığı önceden ödenebilir. Görüldüğü
gibi, ödenek ve yolluklarda yapılacak artışın, bu artış kararını alanlara
değil, gelecek genel seçimlerle oluşacak Parlamento üyelerine uygulanmasını
sağlayan Anayasal kural, birdenbire, 12 Mart kalyonunun gölgesinde yok
edilivermiştir.
Anayasa maddesi, ödenek ve yollukların yasaca
düzenleneceğini öngörmektedir. Anayasanın sözünü ettiği yasa, 22 Ocak 1962
tarihli I sayılı yasadır. I sayılı yasa, 4 Haziran 1975 gün ve 1905 sayılı yasa
ile değiştirilmiştir. Madde şöyle başlamaktadır:
-
TBMM
üyelerinin ödemelerinin saptanmasına dair Anayasanın 32'nci maddesindeki
miktar, Devlet Memurları Yasası ile gösterilen en yüksek gösterge ile bu yasaya
göre çıkartılan kararnameler gereği yapılan ödeme ve diğer yasalarla aylıklara
eklenen ödemeler tutarıdır.
Yasa maddesinde, "Devlet Memurları Yasası"
söz konusu edilmektedir. Maddelerde, "Türk Silahlı Kuvvetleri Personel
Yasası" ya da "Üniversite Personel Yasası" anılmış bile
değildir. I sayılı yasada, Danıştay, Sayıştay ve Askeri Yüksek idare Mahkemesi
üyelerinin aylıklarını artıran 1903 sayılı yasadan da söz edilmemektedir.
I sayılı yasaya göre ödenek ve yolluklar,
"Devlet Memurları Yasası" temel alınarak hesaplanmaktadır. Oysa
ödenek ve yolluklar, geçen yıllarda yargıçların aldıkları aylık temel alınarak
hesaplanmıştır. Geçen hafta Anayasaya aykırı yorum niteliğindeki kararla
yapılan yeni artış, maddede sözü geçmeyen Üniversite Personel Yasasına göre
rektörün eline geçen para ölçü alınarak hesaplanıp saptanmıştır.
I sayılı yasa değişmeden, Devlet Memurları Yasası
bir yana itilip Üniversiteler Yasasına göre artış sağlanamaz. Yasalar, özleri
ve sözleriyle yorumlanıp, uygulanırlar. I sayılı yasanın "sözünde"
yer almayan Üniversite Personel Yasasına göre artış sağlamak, yasaya aykırıdır.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 23
Eğer, ödenek ve yollukların belirli ve tutarlı
kurallara dayanarak saptanması isteniyorsa, bunun yolu, I sayılı yasanın
değiştirilmesinden geçer. "Milli birlik ve beraberlik ruhu içinde"
aylıklarını yirmi beş bin liraya çıkartan milletvekillerimiz kusura
bakmasınlar, bugüne kadar aldıkları on altı bin küsur lira parayı da fazladan
almaktadırlar. Çünkü bugüne kadar ellerine geçen para, yargıçların aldıkları
aylıklar hesaplanarak saptanmıştır. I sayılı yasaya göre ancak ve ancak, Devlet
Memurları Yasasına göre hesap yapılabilir. Alacakları yoktur, borçları vardır.
(Cumhuriyet, 12 Ocak 1977) KİM KORUYOR?
Bu köşede çok yazıldı, hemen anımsayacaksınız. 1970
yılında, Hacettepe Üniversitesi bahçesinde Ülkü Ocakları Genel Başkanı ibrahim
Doğan, ülkücü arkadaşı Ali Güngör ile birlikte, Dr. Necdet Güçlüyü tabanca
kurşunuyla öldürmüştü. Yapılan yargılama sırasında, Dr. Güçlü'yü öldüren
silahların, Türk Silahlı Kuvvetlerinde görevli iki subay adına kayıtlı
oldukları görülmüştü. Ankara Birinci Ağır Ceza Mahkemesi 1974/456 sayılı
kararında şu bölüme rastlanmıştı. Okuyalım:
- Emanet 1970/814 sırasında kayıtlı
sanık ibrahim Do-ğan'da zaptedilen 8815206 no'lu tabanca ve mermilerin Teğmen
Fehmi Altınbilek adındaki şahsa, 8815248 no'lu tabancanın Teğmen Mustafa
ilerisoy adındaki bir başka
şahsa ait olduğu anlaşıldığından, bu iki tabancanın
da sahiplerine geri verilmelerine.
Fehmi Altınbilek ve Mustafa ilerisoy, bu kanlı
tabanca ve mermileri ceplerine koyduktan sonra, kıllarına bile dokunulmamış ve
üstelik yüzbaşı rütbesine de yükseltilmişlerdir Bu konu, içişleri Bakanına
sözlü soru olarak birkaç kez soruldu. Bakanın yanıtı aşağı yukarı şöyleydi:
- Adı geçen hakkında 477 sayılı kanun muvacehesinde
ve zaman aşımı sebebiyle disiplin cezası uygulanması mümkün olmamıştır.
24
Bu yanıtı alınca, hemen Askeri Ceza Yasasının 130.
maddesini açıp okuyalım:
- Askeri hizmete mahsus bir şeyi makbul bir sebep
olmaksızın kaybeden, kasten tahrip veya terk eden veya hususi menfaatleri için
kullanan, bu şeyin kıymetine göre kısa hapis veya üç seneye kadar hapis, beş
seneye kadar ağır hapis ile cezalandırılır ve tahrip veya kaybedilen şey
ödetilir.
Bir subayın silahını yitirmesi ve bu silahın da bir
cinayet aracı olarak kullanılması bir disiplin suçu mudur ki, Bakan disiplin
cezasından ve bu cezanın zaman aşımına uğramasından söz etmektedir?
Biz şunu saptamak istiyoruz. Tabancalarını, Ülkü
Ocakları örgütüne veren iki subay hakkında hiçbir ceza kovuşturması yapılmamış,
bu subaylar birtakım kişilerce korunmuştur.
Bakan bu tutumla bizi doğrulamaktadır.
Devam edip bir başka belgeye daha göz atalım. Silahı
Ülkü Ocakları Genel Başkanının cebinden çıkan Yüzbaşı Fehmi Altınbilek,
Tunceli'de görev yaptığı sırada, düzenlediği bir belgeye hem alıcı, hem de
satıcı olarak imza koyduğu için hakkında bir kovuşturma açılmış, bu da örtbas
edilmiştir. Bunu da anlatalım:
Tunceli il Jandarma Komutanlığına odun alınmış ve
komutanlıkta görevli Üsteğmen Fehmi Altınbilek'e teslim edilmiştir. Fehmi
Altınbilek, kendi imzası dışında, Hasan Sarıateş adına da imza atmıştır. Bu
belge de elimizdedir.
Sayıştay denetçileri, Tunceli il Jandarma
Komutanlığının hesaplarını imzalarken, bu belgeye rastlamışlar ve konuyu
Sayıştay Başkanlığına bildirmişlerdir.
Sayıştay Başkanlığı, 8 Ağustos 1973 gün ve
725899/1538 sayılı yazı ile durumu içişleri Bakanlığına bildirmiştir.
Jandarma Genel Komutanlığı "20 Aralık 1973 gün
ve Loj:5202-l6-73 Lv.S. I.Ks" sayılı yazı ile olayda
"suiistimal" olmadığını bildirmiş, cinayet dosyasından sonra, sahte
belge olayı da kapatılmıştır.
Oysa, Genel Muhasebe Yasasının 22'nci maddesinde,
devlet parasını harcamayı gerektirecek şekilde belge düzenleyenler ve alınmayan
eşyayı teslim almış gibi gösterenler hakkında Ceza Yasası hükümleri
uygulanacağı belirtilmektedir. KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 25
Fehmi Altınbilek'e bu madde de uygulanmamıştır.
Askeri Ceza Yasasının I 34'üncü maddesine göre,
hizmete ilişkin işlemlerde gerçeğe aykırı belge düzenleyenler, altı aydan üç
yıla kadar uzanan hapis cezası ile cezalandırılmaktadır. Fehmi Altınbilek'e bu
yasa da işlememiştir.
Sayıştay Yasasının 65'inci maddesi gereğince de,
denetleme sırasında ortaya çıkan bir suçun nasıl kovuşturulacağı
açıklanmaktadır. Bu kural da, Fehmi Altınbilek'e uygulanmamıştır.
Ülkü Ocakları genel başkanına silah ve mermi veren
bu iki yüzbaşı, bir gizli örgütün üyeleri midir? Acaba bunun için mi, her suç
örtbas edilmektedir?
11 Mart döneminde, tümgeneralinden genç teğmenine
kadar bir çok kişiyi "disiplinsizlik" nedeniyle emekliye ayıran,
"kötü düşüncelidir" gerekçesiyle, birçok kişinin yedek subay olma
haklarını ellerinden alan bunca yetkili, bu işleri hiç suç saymaz mı?
Kim koruyor bunları, kim? (Cumhuriyet, 14 Ocak 1977)
HAZİNEYİ KORUMAK
Maliye Bakanı Yılmaz Ergenekon, Kamu iktisadi
Teşebbüslerinde dağıtılan ikramiyelerin usulsüz olduğunu ileri sürerek, bu
kuruluşların yöneticileri hakkında soruşturma yapılacağını bildirmiştir.
Ergenekon, önceki gün Millet Meclisinde yaptığı konuşmasında:
- Ödemeler vergisiz olarak yapılmıştır, Bu bakımdan
yöneticiler hakkında kaçakçılıktan soruşturma açılması zorunluluğu vardır,
demiştir.
Maliye Bakanı, ayrıca dağıtılan ikramiyelerin geri
alınacağını da belirtmiştir, ilgili kuruluşlar, bu ikramiyeleri bakanların
yazılı emirleriyle dağıtmışlarsa, işte o zaman seyreyleyin gürültüyü. Maliye Bakanı,
bu kez Bakanlar Kurulundaki arkadaşlarına dönüp kovuşturma açacak demektir.
Maliye Bakanının bu konuşmasını duyanlar, devlet
hazinesinin Bakan tarafından korunduğunu sanırlar. Öyle ya, Bakan 26
Kamu iktisadi Kuruluşlarının genel müdürlerini bir
çırpıda harcayarak, paraların geri verilmesini istemektedir.
Maliye Bakanının devlet hazinesiyle ilgisi, Devlet
Planlama Teşkilatında, Teşvik ve Uygulama Dairesi Başkanıyken başlamıştır,
Ergenekon o günlerde, Başbakan Süleyman Demirel'in pek muhterem biraderleri
Hacı Ali Demirel namındaki işadamına, plan ilkelerine aykırı olarak yatırım
indirimi sağlarken de, devlet hazinesini koruyordu.
Ergenekon, bir büyük işadamına Londra'da kurulan
"gazoz fabrikası" için binlerce dolarlık yatırım olanağı sağlandıktan
sonra DPT'den ayrılarak aynı işadamının yanında iş tutarken de devlet
hazinesini koruyordu. Korur, huyudur.
Kamu iktisadi Teşebbüslerinde ödenen ikramiyelerin
geri alınması için elinden geleni yapan Bakan Ergenekon, yasaya aykırı olarak
ödenmesi istenen parlamenter ödenekleriyle yolluklarının ödenmesi için gerekli
ödeneği elden göndermiştir. Parlamenterlerin ödenek ve yolluklarını artıran
Millet Meclisi kararı, alınış biçimi ve niteliği ile Anayasaya aykırıdır. Çünkü
Millet Meclisi, ödenek ve yolluklarla ilgili yasa maddesini yorumlayarak, bu
ödenek ve yolluklarda artış sağlamıştır. Millet Meclisi, yasa koyar, yasa
değiştirir, fakat bu yasaları yorumla-yamaz. Yorumlarsa, buna hukuk diliyle
"fonksiyon gaspı" denir.
"Fonksiyon gaspı" Millet Meclisinin, kendi
görev ve yetki alanı dışında herhangi bir konu hakkında karar alması demektir.
Millet Meclisinin ödenek ve yolluklarla ilgili
kararı hukuk açısından, "yok" hükmündedir. Yani geçersizdir. Şimdi
bakalım, Maliye Bakanı Meclis kürsüsüne çıkıp:
- Efendim, ödenek ve yollukları arttıran kararınız,
Anayasaya aykırıdır. Ben bu paraları ödetmem; Meclis Başkanlığına para
göndermem, diyecek midir?
Diyemeyeceğini şimdiden göstermiştir.
Ödenek ve yollukları artıran yasaya göre,
milletvekili ve senatörler, ancak Devlet Memurları Yasasını ölçü alarak, ödenek
ve yolluklarını arttırabilirler. Yasada yer almayan Üniversite Personel Yasası
temel alınarak yapılan artış, yasaya aykırıdır. Yapılan son artış da,
parlamenterlerin bundan önce aldığı ödenek ve yolluklar da yasaya aykırıdır.
Yani, şimdiye kadar parlamenterlere yapılan ödemeler de yasaya aykırıdır.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 27
Maliye Bakanı, devlet hazinesini belediye işçilerine
karşı korur; belediye işçilerine para göndermez. Maliye Bakanı, devlet
hazinesini memurlara karşı korur, dağıtılan ikramiyelerin geri alınmasına
uğraşır. Ama Maliye Bakanı, yasadışı kararlarla parlamenterlere verilecek
paralar söz konusu oldu mu, aynı özeni, aynı titizliği hiç göstermez.
Maliye Bakanının gücü sadece işçilere ve memurlara
mı yetmektedir? Devlet hazinesini koruyorsanız, buyurun şu ödenek ve yollukları
da yollamayın bakalım! Bu ne biçim devlet hazinesidir ki, işadamlarının
milyonluk teşvik tedbirlerine, yatırım indirimlerine, yasaya aykırı parlamenter
ödeneklerine karşı korunmaz, sadece işçilere ve memurlara karşı savunulur?
(Cumhuriyet, 15 Ocak 1977) ZAHMET OLUR MU?
Son günlerdeki saldırılar iyice yoğunluğunu
arttırdı, Bir yandan doğu illerimizde baskı bütün şiddetiyle sürdürülürken,
istanbul Sanayi Odasının bulunduğu Odakule'ye güpegündüz silahlı saldırı
düzenlenmiş, izmir'de Cumhuriyet gazetesi şefi arkadaşımız Hikmet Çetinkaya'nın
evi kurşunlanmış, Milliyet gazetesinin önünde, sağcı teröristler gövde
gösterisi yapmışlardır. Geçen hafta da Ankara'da Yeraltı Maden-iş Sendikası
Başkanının evi silahlı saldırıya uğramıştır.
Öldürülen öğrencilerin artık hesabı bile
tutulmamaktadır. Çok partili düzen, son yıllarda körpe öğrencilerin kanlarıyla
beslenmektedir. Ülke, Demirel yönetimi ile baştan aşağı kana bulanmış, can
güvenliği, öğrenim özgürlüğü, konut dokunmaz-lığı tümden yok edilmiştir.
işte genel seçimlere bu yönetimle, bu silahlı
saldırılarla ve bu öğrenci ölülerinin kanlı kefenleriyle gidiyoruz.
Amaçları o kadar açık ki... Ülkede baştan başa bir
terör ortamı yaratarak seçmen kitlelerini etkilemek, ürkütmek, işlerine
geliyor. Korku ve bu korkunun yaratacağı terör... Şimdilik bütün istedikleri
bu.
28
iç savaş koşullarından mı geçiyoruz? Hayır. Ya ne?
Bay Türkeş ülkede komünist avına çıkmış. Bütün sorun
bu. Komünist arayacak, bulacak, bulamazsa yaratacak! Emekli albayın işi gücü
bu.
Devletin bir kısım görevlileri Bay Türkeş ile el ve
dil birliği içindedir. Unutmayalım, 12 Martın bazı askeri savcı ve yargıçları,
iddianamelerinde ve kararlarında açıkça:
- Ülkü Ocakları devletin emniyet kuvvetlerine
yardımcıdır, diyebildiler. Yine unutmayalım bu dönemde, bir tek askeri savcı,
ülkücü katillerin peşine düşmedi. Silahlı Kuvvetlerde görevli yüzbaşıların
silahları, Ülkü Ocakları genel başkanlarının ceplerinde bulundu da, kimsenin
kılı biie kıpırdamadı. Yalan mı?
Türkeş'e göre hava hoş. Ülkenin dirliğinden,
düzenliğinden birinci derecede sorumlu olan içişleri Bakanı kendi partisinden
değil. Bu işlerin, bir gün toptan hesabı sorulursa:
- içişleri Bakanı sorumludur, deyip işin içinden
sıyrılmaz mı? MSP yöneticileri, bütün renkli görüntülerine rağmen, hem
Demirel hem de Türkeş'i sırtlarında taşıyorlar.
Demirel, Erba-kan'ın sırtından seçim kazanmak için oyunlar oynuyor. Türkeş,
yine Erbakan'ın sırtından devleti ele geçirmenin hazırlıklarını yapıyor.
içişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk, komando
işgalindeki öğrenci yurtlarını boşaltabiliyor mu? içişleri Bakanı, Ülkü
Ocakları militanlanna dağıtılan silahları toplayabiliyor mu? Gücü yetiyor mu,
bunlara? Henüz, Ülkü Ocakları genel başkanına silah veren, emrindeki jandarma
yüzbaşısına sözünü dinletemedi, neye gücü yeter ki!..
Bunlar göz göre göre oluyor, istanbul'da istiklal
Caddesinde günün en işlek saatinde, birtakım insanlar, sanayicilerin ve kamu
kuruluşlarının bulunduğu yapıyı makineli tüfekle tarıyorlar, kimse yakalanmıyor.
Nasıl iştir bu?!
Ülkü Ocakları, Cağaloğlu'nda kabadayılık gösterisi
yapabiliyor, kimsenin karıştığı yok. Cumhuriyet gazetesinin izmir Büro Şefinin
evi kurşunlanıyor, yine ses seda çıkmıyor. Bugünden böyle olursa, siz seçimi
düşünün artık.
Bu terör bugün durdurulmazsa, yarın kurşunlar
gazetecilere, ilerici yazarlara, siyasal parti liderlerine, milletvekillerine,
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 29
senatörlere ve kamu görevlilerine de yönelecektir.
Bundan hiç şüpheniz olmasın. Hazırlık, bunun hazırlığıdır. Adım adım
gidiyorlar. Bakalım nereye kadar?
Bu gidişten kurtulmanın tek çaresi, cephe
iktidarının görev başından uzaklaştırılmasıdır. Bunu muhalefet partilerinin
genel başkanları ve yöneticileri düşünsünler, bizler de düşünelim, yazalım.
Ödenek ve yolluklara verilen önemin onda birini bu
konuya ayırmaları, bilmem bazı CHP'Iİ parlamenterlerimize zahmet olur mu?
(Cumhuriyet, 18 Ocak 1977)
OYUNLARA BAKIN
Genel-iş Sendikası, Türk-iş'ten ayrılarak Devrimci
işçi Sendikaları Konfederasyonuna katılan güçlü işçi örgütlerinin başında
gelmektedir. Sendikanın Başkanı CHP Milletvekili Abdullah Baştürk'tür.
Her devrimci sendika gibi. Genel-iş Sendikası da,
bazı saldırılarla, sendikal oyunlarla ve yasal saptırmalarla karşı karşıyadır.
Genel-iş Sendikasına yönelen son yasal saptırmayı birlikte öğrenelim.
Bir sendikanın, bir işyerinde, işkolu düzeyinde
toplusözleşme yapabilmesi için, bu işkolunda çalışan işçilerin yarıdan çoğunun
o sendikaya üye olması şarttır. Belediye işyerlerinde toplusözleşme yapabilmek
için, bu belediyelerde çalışan işçilerin çoğunluğunun hangi sendikaya üye
olduğunun saptanması gerekmektedir. Çalışma Bakanlığı, belediye işyerlerinde,
işkolu kapsamında 102 bin 125 işçinin çalıştığını saptamıştır. Bunun yarısı ne
eder? 5 I bin 63. işte, Genel-iş Sendikasının, belediye işyerlerinde
toplusözleşme masasına oturması için bu kadar üyeye sahip olması gerekmektedir.
Bu saptamaları kim yapacaktır? Çalışma Bakanlığı...
Çalışma Bakanlığı Ankara Bölge Çalışma Müdür Vekili Hakkı Koca, Bakanlığına bir
yazı yazarak, Genel-iş Sendikasının Ankara bölgesi 30 içindeki belediyelerde
toplam 3 bin 359 üyesi bulunduğunu ileri sürmüştür. Bölge Çalışma Müdür Vekili,
Ankara Belediyesinde çalışan ve bu sendikaya üye olan işçileri, Genel-iş
Sendikası üyesi olarak göstermemiştir. Oysa, Genel-iş Sendikasının Ankara
Belediyesinde çalışan 6 bini aşkın üyesi bulunmaktadır. Bölge çalışma Müdür
Vekili, Ankara Belediyesinde çalışan Genel-iş'e üye işçileri saymaya dursun,
aynı bakanlığın bir müfettişi, özel teftiş raporunda, Genel-iş Sendikasına 3
bin 359 işçinin üye olduğunu ileri sürerken, bir başka Müfettiş Günay Dönmez
de, 22.02.1978 gün ve 153 sayılı raporunda, aynı bölgede, aynı sendikaya 10 bin
81 işçinin kayıtlı olduğunu bildirmektedir.
Bölge Çalışma Müdürünün Ankara Belediyesinde kayıtlı
bir tek işçiyi bile saymayıp bölgesinde, ancak 3 bin 359 işçinin Genel-iş
Sendikasına kayıtlı olduğunu bildirmesi üzerine, Çalışma Bakanı Şevket Kazan,
16.2.1976 tarihinde, Genel-iş Sendikasının, genel işler işkolunda toplusözleşme
yetkisi olmadığı-na karar vermiştir.
Çünkü Ankara Bölge Çalışma Müdür Vekilinin verdiği
bilgiye göre Genel-iş Sendikası bu işkolunda, Türkiye çapında, toplam işçi
sayısı olan 102 bin 135 işçinin yarısını, yani 51 bin 63 sayısını
tutturamamıştır. Eğer, Bölge Çalışma Müdür Vekili, Ankara bölgesinde çalışan ve
Genel-îş Sendikasına bağlı işçilerin gerçek sayısını bildirse, Genel-iş
Sendikası çoğunluğu alacak ve toplusözleşme masalarına oturacaktır.
Oyunu görüyor musunuz? Bölge Çalışma Müdür Vekilinin
hünerleri bununla da bitmiyor. Müdür Vekili Hakkı Koca, Ankara bölgesinde
çalışan Genel-iş Sendikasına bağlı işçilerin sayımını bildiren müfettiş
raporlarını, Çalışma Bakanlığına gön-dermiyor. Dosyadaki bütün belgeler
elimizdedir.
Bölge Çalışma Müdür Vekili bunlara nasıl cesaret
edebilir? Müdür Vekilinin bu tutumuna, idare hukukunda "ağır hizmet
kusuru" denir. Aynı tutumun Ceza Yasasında karşılığı ise, görevin kötüye
kullanılması suçudur.
Peki, çalışma Bakanı, Şevket Kazan, bu belgeleri hiç
incelemez mi? Önüne gelen her yazıyı, ne olduğunu neye yaradığını düşünmeden
imzalar mı? KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 31 işte, size sendikalar üzerine oynanan
bir oyunun ayrıntıları. cephe iktidarı, devrimci işçi birikimini, bu tür
oyunlarla da yıkmaya çalışıyor. Hem de eline yüzüne bulaştırarak...
Bakalım, Çalışma Bakanlığı gerçekdışı belgeler
düzenleyen Bölge Çalışma Müdür Vekili Hakkı Koca hakkında ne gibi işlemlere
başvuracak?
(Cumhuriyet, 19 Ocak 1977) BOŞLUĞU YAKALAMAK CHP,
Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem hakkında bir gensoru önergesi vermeyi
kararlaştırmıştır. Gerçekten Milli Eğitim Bakanlığı, Erdem'in tutumuyla,
cumhuriyet tarihinde görülmemiş biçimde yıkıcı ve bölücü bir siyasal yörüngeye
sokulmuştur. CHP, bu açıdan, gensoru istemekte yerden göğe kadar haklıdır.
Ancak siyaset, "taktik" ve "strateji" sanatıdır. Hangi
adımın ne zaman atılacağı, hangi sözün önce ya da sonra söyleneceği, bu sanatın
gereklerindendir. Bir muhalefet partisinin en aktif taktiği, iktidarın
çelişkilerini, iç yapısındaki çatışmaları ve görüş ayrılıklarını saptayarak
işlerliğe sokabilmektir.
Cephe iktidarı, dört partiden oluşmaktadır. Bu dört
parti "sola ve.komünizme karşı olmak" gerekçesiyle kurulmuştur.
Görüyorsunuz, ne zaman hükümet içinde bir çatlak söz konusu olsa, Demirel hemen
"imdat simidi" gibi bu gerekçeye yapışmaktadır. Bu gerekçe, hükümet
partilerini birleştiren ve bir arada tutar görünen gerekçedir. Bu gerekçenin
dışında, hükümet partilerini ayıran, birbirlerine düşüren, ayırıcı nedenler ve
gerekçeler de vardır.
Muhalefet partilerinin başarılan, bu boşlukları
yakalamalarına bağlıdır. Muhalefet partilerinin ortak amacı, Demirel hükümetini
düşürmektir. Bu hükümet
nasıl düşer? Bunu saptayabilmek için, hükümet
partilerini bir araya getiren gerekçelerle, bugün oluşan çatışma nedenlerini
ortaya koymak gerekmez mi? 32
Hükümet partileri, AET sorunu üzerinde görüş
ayrılıkları içindedir. CHP bu görüş ayrılıklarını daha da belirli çizgilerle
ortaya koyamaz mı? AP ve MSP arasında bu konuda çıkan uyuşmazlık, uzlaşmaz bir
noktaya sürüklenebilir. Bu konudaki ayrılıkları, çelişkileri ve çatışmaları
kamuoyu önüne getirmek ve muhalefeti bu noktadan oluşturmak, CHP açısından
geçerli bir "taktik" olmaz mı?
Kamu iktisadi Teşebbüslerinde dağıtılan ikramiye,
cephe partilerinin saklayamadıkları, gizieyemedikleri bir önemli çatışma
konusudur. Bu konu aylardır cephe partileri arasında tartışılmaktadır.
Tartışmanın sonucunu hep birlikte izliyoruz. Maliye
Bakanı dağıtılan ikramiyelerin geri alınacağını söylerken, Erbakan kimsenin
ikramiyeleri geri alamayacağını ileri sürmektedir. Bir hükümetin Maliye Bakanı
ile Başbakan Yardımcısı böyle konuşursa, muhalefetin görevi, bu çatışmaları
değerlendirmek değil midir?
Bu hükümet, kendisini oluşturan partiler arasındaki
birleştirici gerekçelerin, bu partiler arasındaki çatışma nedenleriyle
zedelendiği, yaralandığı noktadan başlayarak yıkılmaya başlar. Öyleyse,
birleştirici nedenleri bir yana iterek, ayırıcı gerekçeleri göz önüne almak
zorunluluğu vardır.
1977 bütçesi, önümüzdeki günlerde Cumhuriyet
Senatosu ve Millet Meclisinde görüşülecektir. Bütçe, yarattığı sonuçlarıyla bir
gensoru niteliğindedir. Milli Eğitim Bakanı hakkında verilecek önergede yer
alan olay ve gerekçeler, bütçe görüşmeleri sırasında Parlamento kürsülerine
getirilecektir.
Korkarız ki, Milli Eğitim Bakanı hakkında verilen
gensoru önergesi, cephe partileri arasında ayırıcı olay ve gerekçeleri bir yana
iterek, bu partileri birleştirecektir. Bunun yerine, başta AET sorunu ve KİT
ikramiyeleri olmak üzere, cephe partilerini ayıran gerekçeler üzerinde çıkışlar
yapmak, daha etkili, yararlı ve sonuç alıcı olmaz mı? (Cumhuriyet, 20 Ocak
1977) KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 33
ALIŞMAK
Öldürülen öğrencilerin adlarını art arda sayabilir
misiniz? Sayamazsınız.
Şimdiye dek kaç kişi öldürüldü bilir misiniz?
Bilemezsiniz. Çünkü artık siyasal cinayetler, günlük olaylar arasına girdi.
Artık hiç kimse bu tür olayları yadırgamıyor. Cinayete, kurşuna, işkenceye,
ölüme alıştık toplum olarak. Daha doğrusu alıştırıldık.
Bir yolsuzluk haberi duysanız şaşırır mısınız?
Şaşırmazsınız. Çünkü bilirsiniz ki, yolsuzluk, çok partili düzenimizin
vazgeçilmez parçalarından biridir.
Şurada, mobilya yolsuzluğunun girdisini çıktısını
anlatmaya kalkışsak, belki de kızarsınız. Haklısınız da. Artık bunlar günlük
olaylardan oldu bile. Kimse yadırgamıyor, kimse aldırmıyor bunlara.
- Adam sen de olur böyle şeyler, diye düşünenlerimiz
de var.
Bir yüksek mahkeme kararının uygulanmadığını
duyarsanız, tepki gösterir misiniz? Göstermezsiniz. Tersine, belki Danıştay
kararlarının hükümetçe uygulandığını duyarsanız şaşırırsınız.
Yıllarca devrimcilik, solculuk, sosyalistlik adına
yazılar yazmış, kitaplar yayımlamış, konuşmalar yapmış ve bu nedenlerle
cezaevine girmiş öğretim üyeleri, ellerine kalem alıp dün değiştirmeye
kalktıkları düzenin bugün avukatlığını üstlenirlerse, şaşırır mısınız?
Şaşırmazsınız, yadırgamazsınız, aldırmazsınız. Çünkü toplum olarak böylelerine
de alıştık.
Peki nedir bunların anlamı? Bunlar, toplum olarak
bazı duygularımızın köreldiğini, vicdanlarımızın sustuğunu, değer
yargılarımızın yozlaştığını gösterir. Çünkü hiçbir demokratik toplum
cinayetlerle, yolsuzluklarla yönetilmez. Çünkü hiçbir hukuk devletinde, bu tür
suçlar, iktidar partilerinin kolu kanadı altında işlenmez. Çünkü sağlıklı
toplumlarda, hiç kimse, iki yıl, üç yıl önceki düşünce ve eylemlerinin tam
tersini savunmak gibi bir yüzsüzlüğün maskesine sığınamaz.
Maliye Bakanı, devletin hâzinesinden sorumlu kamu
görevlisi demektir. Başbakanın yeğenine devletçe verilen milyonların hesabını,
Maliye Bakanının sorması gerekmez mi?
Sormaz bu Maliye Bakanı. Sormaz; üstelik Başbakanın
ailesinin avukatı gibi, devlet hazinesinden milyonlarca lira çeken 34
yeğeni savunur. Sonra ne olur? Aynı Maliye Bakanlığı
müfettişleri, yolsuzluğu belgeleriyle saptar. Peki, ya bu Maliye Bakanı,
bırakınız kamuoyunu, müfettişlerinin yüzüne nasıl bakar?
Alıştık, bunlara da alıştık.
Tavukçuluk konusunda uzman olan bir öğretim üyesi,
hiçbir bilgi sahibi olmadığı TRT Kurumunun başına getirilir. Danıştay, bu
öğretim üyesini TRT Genel Müdürlüğüne atayan kararnameyi iptal eder. Bu öğretim
üyesine, TRT Genel Müdürü olması için izin veren fakülte kurulları susar,
iznini geri almaz. Dört üniversite rektörü, koltuğuna Danıştay kararını minder
yapıp üstüne bağdaş kuran bu TRT işgalcisi hakkında aylardır karar veremez.
Cinayetlere alıştık; işkencelere, dayaklara, gencecik
insan ölülerine alıştık; gelinlik yerine kefen giyen genç kızlara, birbiri
ardından vurulup vurulup ölen fidan gibi delikanlılara alıştık.
Alışmadık, alıştırıldık.
Bu alışkanlık, cephe milliyetçiliğinin yaydığı en
tehlikeli toplum hastalıklarından biridir. Sinsi bir hastalık...
(Cumhuriyet, 22 Ocak 1977)
VİCDAN LEKELERİ ...
'Abdi Genel... Burçin Öztürk... Mehmet Toprak...
Ahmet Kırbulak... Ahmet Deveci... Yusuf Vehbi Yılmaz... ibrahim Kocakarın...
Ekrem Söğüt... Ayhan Alkan... Zühtü Pehlivanlı... ismet Yücel... Alpaslan
Gümüş... Yaşar Özcivelek... Münir Çetinkaya... ismail Tığlı... Muharrem
Çivikıran... Cezmi Yılmaz... Halit Pelitözü... Kâzım Göktaş... Cengiz Pas...
Kenan Dayıoğlu... Hasan Kadıoğlu... Şükrü Bulut... Yunus Ceylan... Nuray
Erenler... Atilla Özkan... Mustafa Şenpınar... Zeki Yılmaz.,. Mehmet Senses...
Bekir Altındağ... Hasan Basri Temizel... ilker Akman... Yusuf Ziya Güneş...
Özer Elmas... Metin Arıkan...
Semih Erbek... Mümtaz Akkaya... Yılmaz
Keskindemir... Hüseyin Güzel... Mehmet Ömer... Ata Yıldırım... Orhan Aydın...
Sami Ovalıoğlu... Hakan Yurdakuler... Burhan Barın.., Esari Oran. Fatih
Koyuncu... Fatma Karataş... Mehmet Dağbaşı... Ali Fuat
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 35
Okan... Timur Demir...
Mehmet Kocadağ... Sitemkar Başboğa... Mahmut Göncü... ibrahim Türkeş... Mustafa
Ertaş... Fahir Doğan... Feyzi Aslansoy... Erdoğan Yalçıngil... Ensar Bingöl...
Mehmet Aylacı... Ömer Çevik... ilhan Emre... Yemlihan Söylemez... Mehmet Ali
Özpolat... Muammer Arslan... Mehmet Kudai... Ramazan Sevindik... Refik Safa...
Ömür Keban.,, irfan Ala Güler Çetin... Muharrem Çetinbay... Necdet Salih... Alı
Yıldırım... Ali Naci Çobanoğlu... Ahmet Lale... Hüseyin Kara... Şanver Burak...
Mehmet Ayaz... Mehmet Alış... Nail Korkmaz... Mehmet Emin Ece... Orhan
Seçilmiş... ismail Tuncel... Yusuf Tamak... Yakup Kese... Emnun Yumuşaklı...
Faruk Sevinç... Kâzım Dişçioğlu... Halil Yavuz... Ali Gümüş... Enver Ulgun...
Şinasi Küçükusta... Gafur Tanyıldız... Zülfıkar Uralçin... Rıza Akdemir...
Recep Sirran... ismail Gökhan Edge... Tufan Kılıçel... Murat Ülgen... Aydın
Güler... Mustafa Halis Tazebay... Aynur Sertbudak... Şefik Özdemır...
Gıyasettin Karahan... Tamer Benan... Gengiz En... Aytekin Taşçı... Necip
Bozaoğlu... Sinan Savaş... Ahmet Söken... Yaşar Çatalbaş... Hüseyin Koç... Yüksel
Eriş..."
Ad ve soyadlarını okuduğunuz bu I 17 kişi, cephe
iktidarının güvenoyu aldığı I Nisan 1975 tarihinden 23 Ocak 1977 gününe kadar
çeşitli siyasal nedenlerle öldürülen yurttaşlarımızın listesidir.
Bir iç savaş mı yaşıyoruz? Hayır. Ama görün, anlayın:
Anayasasında "Hukuk devletidir" yazılı Türkiye Cumhuriyeti'nde, iki
yıl içinde bu kadar insan öldürüldü. Bir bu kadarı da yaralandı, sakat kaldı.
Ne için peki?
Anayasa düzeni yürürlükte mi? Evet öyle olacak,
yürürlükte. Hukuk devleti miyiz? Evet öyle, Anayasada böyle yazıyor, içişleri
Bakanımız var mı? Var.
Parlamentonun karşısındaki içişleri Bakanlığı
binasında oturuyor. Siyasal partilerimiz yok mu? Olmaz olur mu, hepsi
Parlamentoda. Yasalar işlemiyor mu? Savcılar yok mu? Var, onlar da var.
Neden öldürülüyor bunca insan, neden?!!
Birbirleri ardından vurulup öldürülenlerin anaları,
babalan, kardeşleri ne yapsınlar?.. Kime başvursunlar?.. Savcılara mı?..
içişleri Bakanına mı?.. Başbakana mı? Cumhurbaşkanına mı? Kime, nereye?..
36
Bu yüz on yedi kanlı kefen, bu yüz on yedi bahtsız
mezar taşı, bu yüz on yedi kara tabut, cephe partilerinin yüzlerinden hiç
silinmeyecek kara vicdan lekeleridir.
(Cumhuriyet, 24 Ocak 1977) ÖRNEK ALIRLAR MI?
Tanzanya, bir Afrika ülkesidir. Bu ülkenin içişleri
Bakanı, bakanlığına bağlı güvenlik kuvvetlerinin işkence yaptığını kabullenerek
görevinden istifa etmiştir. Bakan görevinden ayrılırken, işkence olayları
dolayısıyla bütün sorumluluğu üzerine aldığını da açıklamıştır.
Bu haber, bizim politikacıları etkiler mi
sanırsınız? Hiç şüphesiz hayır. Neden etkilesin?.. Ülkemizde yıllardan beri
sürdürülen işkence, sanki bir bakıma ceza yargılaması hukukunun bir yöntemi
olmuştur. Gelmiş geçmiş içişleri bakanları, işkence yapıldığını bile bile
bakanlık koltuğunda oturmayı, çok partili yaşamın gereği saymışlardır.
12 Mart döneminde işkencelerin en korkunçları, en
bayağıları yapıldı, istanbul'da, Erenköy'de bir köşkte karargâh kuran
işkenceciler, asker, sivil bütün devrimcilere en aşağılık işkence yöntemlerini
uyguladılar, işçiler, sendikacılar, genç kızlar, delikanlı öğrenciler, kurmay
subaylar, avukatlar ve emekli generaller bu işkencecilerin ellerinden geçti.
Ankara'da, Mehmet Pekşen adında bir polis memuru,
tanık olduğu bütün işkenceleri ayrıntılarıyla anlattı. Sonra bu yiğit polisin
başına gelmedik iş kalmadı. Devlet Güvenlik Mahkemesi, Mehmet Pekşen'i, bir
gösteride hükümetin manevi şahsiyetine hakaret ettiği gerekçesiyle, iki buçuk
yıla mahkûm etti. Türkiye'de işkence olayları, tıpkı siyasal cinayetler gibi,
çok partili yaşamımızın vazgeçilmez parçası oldu. Kimsenin işkenceye ve
işkenceciye aldırdığı bile yok artık. Oysa işkencelerin nerelerde yapıldığı da
biliniyor, işkencecilerin kimliği de.
Komşumuz Yunanistan, albaylar yönetimi devrildikten
sonra bütün cuntacılarla, bu cuntacılardan emir alan işkencecileri KONTRGERİLLA
ÖĞRETİLERİ 37 birer birer yargıladı. Türkiye'de ise, bu işkenceciler bol
ücretli yönetim kurullarına atandı. Çoğu bir üst göreve getirildi.
Nasıl bir toplum olduk böyle?!.. Siyasal cinayet
sanıkları ellerini kollarını sallayarak dolaşır, işkenceciler devlet
koltuklarına çöreklenir... Nasıl bir toplumuz ki, bu cinayetleri ve işkenceleri
içimize sindirip yaşayıp duruyoruz!?..
Peki, insanlık bunca toplumsal kavgadan sonra, bu
aşamaya nasıl ulaştı? insan hakları bildirgeleri neden yayımlandı bugüne kadar?
Bunlardan hiçbiri, ülkemizin gümrük duvarını aşıp bilinçlere, yüreklere ve
vicdanlara ulaşmadı mı acaba? Hangi yüzyılda, hangi krallıkta, hangi
derebeylikte yaşıyoruz?
Her gün bir cinayet işleniyor. Büyük kentlerin
öğrenci yurtları eşkıya yatağına dönmüştür. Yurtların birer silah deposu
olduğunu, sizin kadar, benim kadar, şu cephe iktidarının içişleri Bakanı da
bilmez mi? Bilir. Bilir amma, gücü yetmez. Ses çıkaramaz bu olup bitenlere.
Tanzanya içişleri Bakanı ülkesindeki yaygın işkence
söylentilerini kabullenip istifa edecek yürekliliği göstermiştir.
Ya bizimkiler?.. Ya bizimkiler ne düşünürler acaba?
Ne dersiniz? Bizimkileri, Afrika uygarlığından
yararlanmaları amacıyla, "bilgi ve görgülerini arttırmak" için,
oralara mı gönderelim?..
(Cumhuriyet, U Ocak 1977) SIRA GELMEDİ...
Geçen hafta başında, bu köşeden Demirel hükümetinin
güvenoyu aldığı günden bu yana çeşitli nedenlerle öldürülen yurttaşlarımızın
adlarını yayımlamıştık. O günden bu yana ölü sayısı arttı. Son günlerde öldürülenlerin
adları da şöyle: Ali Rıza Yerli, Mestan Büyükkorkmaz, Mehmet Yılmaz, Yavuz
Çalışkan, Hüseyin Yabuz, Baki Ünal.
27 Mayıs I960 ihtilalinden önce polis kurşunuyla
vurulan Turan Emeksiz'in ölümü, neredeyse, ihtilalin gerekçeleri arasında
sayılacaktı. Şimdi ise, birbiri ardına sıralanan genç ölülerin mezar taşlarına
bakın; kimsenin kılı kıpırdamıyor.
Siyasi yaşamımızın vazgeçilmez unsuru partilerimiz,
kanlı kaldırımlara basa basa, parlamenterlerin aylık ve ödeneklerini
tartışıyor. 38
Ne önemi var? Ölüler bir yana, paralar bir yana.
Üniversite öğretim üyeleri coplanıyor, hırpalanıyor, dövülüyor. Bu da, bir gün
gazete haberi olup geçti gitti. Bunun da önemi kalmamış artık. Özerklik yok,
bilim özgürlüğü yok, can güvenliği yok. Sadece silah var, kurşun var
üniversitede.
27 Mayıs Devrimi öncesinde Profesör Sıddık Sami
Onarı polislerin yerlerde sürüklemesi, geçmişin bir acı anısı değilmiş,
baksanıza... Öğretim üyeleri açıkça dövülüyor: Cephe milliyetçiliğinin
"milli ve manevi" değerlere bağlılığı mıdır, nedir bu? Söyler
misiniz, nedir bunun adı?
Terör ve şiddet, bir siyasal partinin kolu kanadı
altında gelişiyor. Ülkede, baştan başa bir "nazi" kuruluşu gibi
baskınlar düzenleyen, adam öldüren, terör yaratan örgütler var, Onlar var amma,
onların yanında, adlarının başında "cumhuriyet" sözcüğü bulunan
savcılar da var.
Savcıların yanında, devletin dirliğinden,
düzenliğinden sorumlu olan Emniyet Örgütümüz var. Eğer, savcılar ve güvenlik
örgütleri, bu cinayet çetelerini ortaya çıkarmazlarsa ne olacaktır peki?
Ne olacağını anlamak için, hiç de derin düşünmeye
gerek yoktur. Ne olacağı bellidir: şiddet şiddeti besleyecek, karşıt örgütler
oluşacak ve çatışma alanları, toplumun birçok kesimini etkileyecektir. Artık
bundan sonra, kimin kime yenik düşeceğini, silah, şiddet ve kaba kuvvet
belirleyecektir. Bundan sonra "kontrgerilla" öğretilen ve planlan
yürürlüğe girecektir. Bu koşullara sürükleniyoruz işte.
Kaç kez, bu köşeden içişleri Bakanı Oğuzhan
Asiltürk'ü göreve çağırdık. Fakat öğrendik ki, içişleri Bakanlığı, Bakanı, Müsteşarı,
Hukuk Müşaviri ve Özjük işleri Genel Müdürü ile çok önemli bir konuyla
ilgiliymiş, içişleri Bakanlığı Sivil Savunma Başkanlığına atanan emekli
Tümgeneral Cihat Akyol çift aylık mı alacak, tek aylık mı? Bakanlığın
ilgilendiği konu budur şu son günlerde.
Cihat Akyol, öyle sıradan bir adam değildir,
istihbarat örgütlerinde önemli görevler yapmıştır. 12 Mart döneminde kendisinin
görgü ve bilgisinden yararlanılmıştır. "Kontrgerilla" konusunda
yayımlanmış incelemeleri vardır. Ayrıca, Milli istihbarat Teşkilatı
Müsteşarlığı için adından söz edilen kişidir. Akyol, içişleri Bakanlığı Sivil
Savunma Daire Başkanlığına KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 39
Cumhurbaşkanı, Başbakan ve içişleri Bakanının
imzaladığı üçlü kararname iie atanmıştır.
Akyol, atandığı bu görevde kadro karşılığı aylığını
alırsa, emekli aylığı kesilecektir, Fakat Akyol, aynı göreve sözleşmeli
personel olarak getirilirse, hem emekli aylığını alacaktır, hem de kendisine
sözleşme karşılığı ücret ödenecektir. Cihat Akyo! için, yalnız bu işle ilgili
özel kararnameler de hazırlanmıştır.
Hele paşanın alacağı aylık işi bir çözümlensin,
ondan sonra bakın görün, içişleri Bakanı ülkenin dirliği ile, düzenliği ile
nasıl ilgilenecektir. Ne yapsın, işi başından aşkın...
(Cumhuriyet, 29 Ocak 1977)
OLAYLAR VE KORUTÜRK...
Ceza yasalarında, "görevi ihmal" olarak
adlandırılan bir suç çeşidi vardır. Buna göre, bir kamu görevlisi kendisine
yasalarca verilen görevi savsaklar ve yerine getirmezse cezalandırılır. Bu
suçta, kamu görevlisinin suç işleme amacı temel alınmaz, sonuç önemlidir.
Sonuçta görev yerine getirilmemiş, bundan da bir zarar doğmuşsa, kamu görevlisi
cezalandırılır.
Gelişen ve oluşan toplumsal olayları, yalnızca
hukuksal ge-rekçelerle ölçüp biçmek, hiç şüphesiz yeterli değildir. Çünkü
yaşadığımız olaylar hukukun biçimsel kurallarını çoktan aşmıştır. "Görevi
ihmal" suçuna değinmemiz, bir çağrışım yapma amacıyladır.
Türkiye'de bunca cinayet işleniyor. Devletin görevi,
yurttaşlarına can güvenliği sağlamaktır. Eğer devlet bunu sağlamıyorsa, kuruluş
ve varlık nedenlerinden biri ortadan kalkmış demektir, işte, "devletin
temeline dinamit koymak" böyle olur. işte böyle, ülkeyi baştan başa kana
bulamakla ve kana bulayanları göz ucuyla izlemekle...
Şiddet olaylarının temelinde, hükümet partilerinin
"cephe" anlayışı yatmaktadır. Cephe, "sola ve komünizme karşı
olmak" gerekçesiyle kurulmuştur. Cephenin ülke çapında ektiği tohumlar
yeşermiş ve kanlı çiçeklerini vermiştir.
Bu durumda ne yapmalıdır? 40
Bir hükümet, ülkedeki kanlı olayları önleyemiyorsa,
en a-zından, bu görevi yerine getiremiyor demektir. Ya bilerek yerine
getirmiyor, ya da bunu önlemeye gücü yetmiyordur. iki olasılık da devletin
temellerine yönelmiş büyük tehlikeleri yansıtmaktadır. Bu cinayetlerin, bir
hükümet partisinin kolu kanadı altında işlendiği kanıtlanırsa, bu suçun
altından kalkmak, pek kolay değildir. Bütün iyi niyetimiz ve saflığımızla
varsayalım ki, hükümetin bu olayları önlemeye gücü yetmemektedir. O zaman,
hükümetin kendiliğinden çekilmesi gerekmez mi?
Hükümet istifa etmez. Çünkü hükümeti oluşturan
partiler arasında birdenbire yıkılmayacak birtakım siyasal bağlar vardır. Fakat
bu hükümet istifaya zorlanamaz mı?
Sanırız burada Sayın Cumhurbaşkanımıza çok önemli
bir tarihsel görev düşmektedir. Hükümeti çekilmeye zorlayacak tek güç, Sayın
Cumhurbaşkanının elindedir. Demirel, birçoğu, yargı organlarınca iptal edilen
bazı kararnameleri, Cumhurbaşkanına sunmaktadır, Cumhurbaşkanı, bu
kararnameleri imzalamayarak hükümeti çekilmeye zorlayabilir. Sayın
Cumhurbaşkanı, birçok kez yetkilerinin azlığında yakınmıştır. Sanırız bu konu,
bir "yetki sorunu" değildir. Sorun, yetkinin kullanılıp
kullanılmamasıdır.
Bir ülkede cinayetler işlenir, her gün bir
yurttaşımız öldü-rülürse, herkese bu olayları önlemek için görevler düşer.
Suskunluk, cinayet çetelerinin cesaretini artırmaktadır.
Sayın Cumhurbaşkanı Korutürk, bu konuya ağırlığını
koyarsa, ülkemiz bu kanlı serüvenden kurtulacak yolu bulacaktır.
Hiç unutmayalım ki, Anayasa sistemimize göre
Cumhurbaşkanı, yürütme organının başıdır. Böylesine yüce bir devlet katından,
kanlı olayları önlemesini beklemek, bizlerin ortak yurttaşlık görevidir.
(Cumhuriyet, 30 Ocak 1977)
KORUTÜRK'ÜN YETKİLERİ...
Ülkemiz baştan aşağı kana bulanmaktadır. Büyük
kentlerin sokakları, kanlı çetelerin saldırı alanları olmuş, yurttaşların can
güvenliği ortadan kaldırılmıştır. Yarın bir başkası daha öldürü- KONTRGERİLLA
ÖĞRETİLERİ 41 lebilir; öbür gün büyük kentlerin sokaklarında birer "infaz
mangası" gibi dolaşan cinayet çeteleri, kaldırımları yeniden kana
bulayabilir.
Böyle bir ortamda, kim hukuk devletinden,
demokrasiden, can güvenliğinden söz edebilir? Kim, ülkenin geleceğine umutla
bakabilir? Hangi devlet yöneticisi, güvenilir ve inanılır sözler söyleyebilir?
Devlet bir avuç eşkıyaya teslim edilmiştir.
Bu koşullarda, devlet yöneticisi olmak en azından
ayıptır. Bu nasıl bir devlet yönetimidir böyle? Açıkça iç savaş yaşıyoruz.
Bunun için ayrıca "savaş ilanı" gerekmiyor. Bu bir iç savaştır.
Öleniyle, kalanıyla, tüfeği ile, mermisiyle, tam bir iç savaştır bu. Nasıl
olacaktır başka türlüsü?
Buna karşı cephe partilerinden çare mi bekleyeceğiz?
Hayır. Onlar, bugünkü olayların sorumlusudurlar. Onlar, bugünkü olayların
kaynağı ve sanığıdırlar. Çare, bugünkü hükümetin değişmesi, değiştirilmesi ve
düşürülmesindedir.
Hükümet partileri kendi aralarında bir çatışmaya
girişmezlerse, bu hükümeti düşürecek tek güç, tek yetki, Sayın Cumhurbaşkanı
Fahri Korutürk'te bulunmaktadır. Anayasamıza göre "yürütme görevi",
Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunca birlikte yerine getirilir. Cumhurbaşkanı
"gerekli görürse" Bakanlar Kuruluna başkanlık edebilir.
Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulunun eylem ve
işleminden sorumlu değildir. Değildir amma, bu gidişten, bu kanlı olaylardan,
hiç olmazsa bir yurttaş olarak kaygı ve acı duymaktadır. Bu bir
"vicdani" sorumluluktur. Bu sorumluluk, ceza sorumluluğundan çok daha
ağır, çok daha derin, çok daha anlamlı bir sorumluluktur.
Yürütme organının başı olan Cumhurbaşkanı, Anayasaya
göre barışta, Türk Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanıdır. Yine Cumhurbaşkanı,
Milli Güvenlik Kurulunun Başkanıdır, Yürütme organının, silahlı kuvvetlerin ve
Milli Güvenlik Kurulunun başı olan Sayın Cumhurbaşkanı, bu gidişi durduramaz
mı?
Milli Güvenlik Kurulu, ulusal güvenlik ile ilgili
konularda, hükümete gerekli "tavsiyelerde" bulunmaktadır. Sayın
Cumhurbaşkanı bu kurulun başıdır.
Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulunca yapılan
"tavsiyelere" göre, ulusal güvenlik için gerekli önlemleri alacaktır.
Sayın 42
Cumhurbaşkanı, gerekli görürse Bakanlar Kuruluna
başkanlık da etmektedir.
Bakanlar Kurulu, yürütme erkini Cumhurbaşkanı ile
paylaşmaktadır. Cumhurbaşkanı Silahlı Kuvvetlerin de başı sayılmaktadır.
Bu gidişi, bunca yetkiyle donatılmış Sayın
Cumhurbaşkanı önleyemezse, kimse önleyemez, isterseniz, bu koşullarda, Sayın
Cumhurbaşkanının yeminini birlikte okuyalım:
"-... Cumhurbaşkanı sıfatıyla, Türk devletinin
bağımsızlığına, vatanın ve milletin bütünlüğüne yönelecek her tehlikeye karşı
koyacağıma, milletin kayıtsız, şartsız egemenliğini ve Anayasayı savunacağıma,
insan haklarına dayanan demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinden ve
tarafsızlıktan ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyeti'nin şan ve şerefini koruyup
yüceltmek ve üzerime aldığım görevi yerine getirmek için bütün gücümle ve
varlığımla çalışacağıma namusum üzerine söz veririm."
Yaşadığımız olaylar, bu yemini hiç hatırlatmaz mı?
(Cumhuriyet, 31 Ocak 1977)
ARINMAK...
Ulusal güvenliğimizle ilgili konular, Anayasa gereği
olarak, Milli Güvenlik Kurulunda görüşülmektedir. Yaşadığımız kanlı olaylar bu
kurulca incelenmekte ve kurul, hükümete, alınması gereken yasal önlemleri önermektedir.
Milli istihbarat Teşkilatı, kurula olaylar hakkında
bilgi vermekte, bazı raporlar sunmaktadır. Acaba, Ülkü Ocakları, MHP ve kanlı
olaylar hakkında Milli Güvenlik Kuruluna şimdiye dek hiç rapor verilmiş midir?
Siyasal Partiler Yasasında herhangi bir derneğin bir siyasal partiyi
desteklemesi yasaklanmıştır. Acaba MİT Müsteşarı Sayın Hamza Gürgüç, Milli
Güvenlik Kuruluna bu konuda bir bilgi vermiş midir?
Ülkü Ocakları nasıl kurulmuştur? MHP tarafından
örgütlenen "komando kampları" neden kurulmuştur? Bu kamplarda ne gibi
çalışmalar yapılmıştır? Bu kampları kim yönetmiştir? Kimler para yardımı
yapmıştır? MİT, bütün bu konularda herhangi bir rapor hazırlamış mıdır?
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 43
Öyle görünüyor ki, MHP eğilimli bazı kişiler, MİT
örgütüne sızmıştır. Alpaslan Türkeş'in yakın akrabası olan, MİT Hukuk Müşaviri
Şahap Hornris, bir rastlantı sonucu mu bu göreve getirilmiştir? Ülkü Ocakları
genel başkanlarına silah dağıtan yüzbaşılar, birer "zabıta vakasf'nın
rasgele kahramanları mıdır? içişleri Bakanlığı Sivil Savunma Dairesi
Başkanlığına getirilen "kontrgerilla uzmanı" emekli Tümgeneral Cihat
Akyol, hangi ilişkiler sonucu bu göreve atanmıştır?
MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş, Milli Güvenlik
Kurulu üyesiyken, bu konular kurulda enine boyuna tartışılabilir mi?
Diyelim ki, Milli Güvenlik Kurulunda, soldaki örgüt
ve eylemler söz konusu edilip buna göre önlemler alınacaktır. Acaba, sağdaki
örgütlerden hiç söz
edilmemesi düşündürücü değil midir? Belki yılların
verdiği koşullandırmayla, "sağ" deyince, aklımıza "gerici
dinsel" örgütler gelmektedir. Ya, bu kanlı örgütler?.. Ya bunların
destekçisi siyasal partiler?..
Milli Güvenlik Kurulunun, yaşadığımız olaylar
hakkında, tam, güvenilir ve inanılır bilgi alabilmesi için, MİT ve öteki
güvenlik kuvvetlerine çöreklenmiş MHP eğilimli görevlilerin temizlenmesi
gerekmektedir. Türkeş bir bakıma köşeleri tutmuştur, kendisi Milli Güvenlik
Kurulunda, yandaşları ise Güvenlik Örgütlerinde... Yandaşları rapor verecek,
Türkeş de, Milli Güvenlik Kurulunda, bu raporlara göre işlem yapılmasını
önerecektir.
Türkeş Milli Güvenlik Kurulundayken, yaşadığımız
olaylar konusunda hiçbir etkili önlem alınamaz. MİT, Türkeş yanlılarından
arınmalıdır.
Bir gerçeği iyice saptayalım. Olayların temelinde,
cephecilik anlayışı yatmaktadır. Bir gerçeği daha vurgulayalım. Türkiye'de,
gericiliğin kaynağı ve kökeni, Adalet Partisindedir. MHP, Demirel'in emrinde,
Milliyetçi Cephenin "vurucu gücü"dür. Demirel ve Türkeş, bu
hükümetten ayrılmadan, kurulacak "seçim hükümeti" kimseye güven
vermez, hiçbir yasal önlem alamaz, olaylar yatışacağına, kızışır.
Seçim güvenliğini sağlamanın ilk koşulu, Demirel ve
Türkeş'ten arınmış bir hükümet kurmaktır. Yoksa, seçime kadar akacak kanların
sorumluluğu, bugünkü gidişe "dur" demeyen, dur demekten çekinen ve
ürkenlerin omuzlarına yüklenecektir.
(Cumhuriyet, I Şubat 1977) ORTAK GÖREV...
Bir ülkede, yargı kararları uygulanmıyorsa, hukuk
devletinden söz etmeye olanak var mıdır? Mahkemelerin tankı, topu. tüfeği
yoktur. Demokratik ülkelerde yargıç bir karara imza attıysa, artık o karar
devletin öteki organlarınca yerine getirilir.
Cephe iktidarı, Danıştay kararlarını
uygulamamaktadır. Danıştayın tankı, topu. tüfeği olmadığı için, verdiği
kararları uygulatmak olanaksızdır.
Bu, cephe partilerinin boyunlarına asılı bir Anayasa
suçudur.
Danıştay, TRT Genel Müdürü ile ilgili kararında,
Şaban Karataş adlı "cephe demirbaşının genel müdürlük yapamayacağını açık
seçik ortaya koymuştur. Bu karardan sonra, Karataş'ın görevinden çekilmesi ve
yerine yasal Genel Müdür olan ismail Cem'in getirilmesi gerekirken, bu
"fuzuli şagil", TRT Genel Müdürlüğünü işgali yetmiyormuş gibi, bir de
televizyon ekranlarını işgal ederek, görevinden ayrılmayacağını açıklamaktadır.
Bu tutuma karşı en anlamlı tepki, yargı
organlarından gelmiştir. Ankara'da Asliye Ceza Yargıcı Şakir Altay, Şaban
Karataş'ın TRT Genel Müdürü sayılmayacağına karar vermiştir. Ardından, Ankara
Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesi, Karataş'ın yasal genel müdür olmadığını belirterek,
TRT avukatını duruşma salonundan çıkartmıştır. Bunu, Kâzım Yenice
başkanlığındaki Danıştay 12'nci Dairesi izlemiş, Karataş'ın imzasını taşıyan
vekâletnameyi geçersiz saymıştır. işte bu tutum ve davranışlar, hukukçu
onuruyla güçlenen, anlamlı, yasal ve uygarca direnişlerdir. Anayasayı korumak
amacıyla oluşturulan yasal direnişlerin topiumun her katına yayılması,
demokrasinin etkinliğini kanıtlar. Anayasa, "hürriyete ve fazilete âşık
evlatlarının uyanık bekçiliğine emanet edilerek" yürürlüğe sokulmuştur. Bu
Anayasanın işlerliğini sağlamak, başta yargı organları olmak üzere toplumun her
kesimindeki yurttaşların ortak görevidir.
Anayasa ve yasalar, yasadışı emirlere karşı
direnişin koşullarını öngörmektedir. Konusu suç olan emir, hiçbir kayıt ve
koşulla yerine getirilemez.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 45 Türkiye'yi baştan başa kana
bulayanların amacı, bu iktidar boşluğundan yararlanarak, faşist bir yönetim
kurmaktır. Olaylar, bir zincirin halkaları gibi, birbirlerine sımsıkı
bağlanarak gelişmektedir. Her olay bir başka olaya yol açmaktadır.
Bu ortam böylesine sürüp giderse, şiddet eylemleri,
karşıt örgüt ve eylemleri oluşturacak ve kanlı olaylar, toplumu baştan aşağı
bir iç savaşın koşullarına sokacaktır. Bu da planın bir başka halkasıdır.
Bütün bu oluşumlara karşı ne yapmalıdır?
Ne yapılacağını, Ankara'daki yargıçlar göstermiştir.
Ne yapılacağını, "işçi sınıfımız, faşist ayaklanmayı anında bastıracak güç
ve kararlılığa sahiptir" diyen DİSK göstermiştir. Ne yapılacağını, bütün
demokratik güçleri dayanışmaya çağıran CHP Genel Başkanı Ecevit göstermiştir.
Ne yapılacağını TİP ve Sosyalist Parti göstermiştir. Türkiye Barolar Birliği
göstermiştir.
Ülkemizde her gün genç insanların öldürülmelerini
istemiyorsak, ülkemizde üniversitelerin kana bulanmasına karşıysak, cephe
partilerini iktidardan uzaklaştırmamız gerekmektedir.
Herkese görev düşüyor, herkese! Anayasanın
"uyanık bekçiliği" hepimizden görev bekliyor. Gencecik ölülerin
sahipsiz mezar taşları adına...
(Cumhuriyet, 3 Şubat 1977)
UYUTMA SANATI...
Son günlerde, siyasal yaşamımız dört beş konu
çevresinde oluşup gelişiyor. Bu konulardan en önemlisi, hiç şüphesiz faşist
tırmanmayla birlikte çoğalan siyasal cinayetlerdir.
Bu konuda Başbakan Demirel ve öteki cephe
partilerinin tutum ve davranışlarını görüyorsunuz. Demirel, bütün suçu
solculara yükleyerek işin içinden sıyrılmak istiyor. MHP, bu konuda Demirel ile
ağız birliği yapıyor. MSP ise, Dr. Fehmi Cumalıoğlu'nun ağzıyla sağa ve sola
"baba nasihati" veriyor. CGP Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu da
"kurt dumanlı havayı sever" örneği, bir yerlerden koku almaya
çalışıyor.
Kamuoyunun önem verdiği konulardan biri, Lockheed
o-layıdır. Lockheed rüşvet olayının ortaya çıkarılması için ABD 46 ile
imzalanan sözleşme, bu sözleşmeyi imzalayan hükümetin başı Demirel'in eylem ve
işlemleriyle işlerliğini yitirmiştir.
Anlaşmaya göre, ABD Adalet Bakanlığmca yollanan
belgelerin "adli merciler" dışındaki kurul ve yetkililere verilmemesi
gerekirken, sözleşmenin bu hükmü Süleyman Demirel tarafından çiğnenmiş,
yollanan belgelerin mahkemeler dışındaki yerlere verilmesiyle belge akışında,
Adalet Bakanının tanımıyla, bir "tıkanıklık" meydana gelmiştir.
Lockheed olayı ortaya atıldığında, Demirel
televizyon ekranlarına çıkıp bu firmadan uçak alım satımlarının Ecevit hükümeti
dönemine rastladığını ileri sürerek, dolaylı yolla, CHP'yi suçlamak istemişti.
CHP buna karşı, Lockheed uçaklarının ikinci partisinin, Demirel hükümeti
döneminde satın alındığını açıklayınca, Demirel'in sesi sedası kesilivermiştir.
Bu açıklamadan önce, Lockheed konusunda Süleyman Demirel'in çalımından
geçilmiyordu.
Bir başka konuya geçelim. Başbakan Süleyman
Demirel'in yeğeni Yahya Demirel ile ilgili "mobilya yolsuzluğu" bir
yılı aşkın bir süredir, bir türlü Parlamentoda ele alınamamıştır. Önce, aylarca
bu konuda araştırma yapacak komisyon, başkanını seçememiş, başkan seçildikten
sonra komisyon çalışmış, en sonunda önceki gün, komisyonun MSP'Iİ üyesi Mehmet
Bilgin, komisyondan istifa ettiğini bildirmiştir. Bu istifa, mobilya
komisyonunun kararını geciktirecektir. Komisyon üyeliği için yapılacak seçim,
bütçe görüşmeleri nedeniyle önümüzdeki ay içinde de sonuçlanmayacaktır.
Mobilya komisyonundan istifa eden MSP'Iİ Mehmet
Bilginin bir eski AP milletvekili oluşu ve bugün de eski partisiyle
ilişkilerini sürdürmesi, bu istifanın "sağlık nedenleriyle" ilgili
olmadığı kuşkusunu güçlendirmektedir. Demirel, mobilya yolsuzluğu konusunda da
zaman kazanmaktadır. MSP bu konuda çok kötü bir sınav vererek Demirel'e yararlı
olmaktadır. Kamuoyu böylece beşikteki bebek gibi uyutulmaktadır.
Parlamento üyelerinin ödenek ve yollukları konusunda
ortalıkta en çok çalım atan, AP Genel Başkanı Demirel'den başkası değildi.
Önceki gün, Anayasa Komisyonunda, ödenek ve yollukları bugünkü düzeyde tutan ve
birikmiş paraların geri alınmasını öngören yasa önerisine, AP'Iİ üyeler karşı
çıkmıştır. KONTRGEBİLLA ÖĞRETİLERİ 47
Hanı Demirel hiçbir AP'li üyenin bu paraları
almayacağını açıklamıştı? Bu konu ortaya çıktığı günden beri AP Parlamento
grupları bir türlü toplanamamaktadır.
"Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" diye
sormazlar rnı adama? Sorarlar ama ne zaman? Şimdilik ortada çalım atılsın,
zaman kazanılsın, durum "idare" edilsin. Sonra? Sonrasına Allah
kerim...
Suçluları bulunmayan siyasal cinayetler...
Soruşturulması önlenen yolsuzluk dosyalan... Üzeri kapatılmak istenen rüşvet
olayları... Ve yan ceplere atılmak istenen ödenek ve yolluklar...
işte cephe partilerinin acıklı serüvenleri... Otuz
iki kısım tekmili birden sahnelerimizde...
(Cumhuriyet, 4 Şubat / 977)
ADINI KOYALIM...
Devrimcilik, sorumluluk ister. Eylem ve
düşüncelerinde sorumluluk duymayan devrimci, emekçi sınıf ve tabakalarda kök
salamaz. Eninde sonunda, bir "küçük burjuva anarşisti" olarak emekçi
yığınlardan soyutlanır.
Yaşadığımız olaylar, bu gözlemi birçok kez
kanıtlamıştır. Halktan soyutlanmış eylem türleri, hiçbir zaman,
"ilerici" bir nitelik kazanmaz. Tersine, bu eylem ve düşünceler,
amaçlarına yabancılaşır ve birer karşıdevrim aracına dönüşür. "Bireysel
terör", sosyalizmin yabancı olduğu bir eylem çeşididir. Bu yöntemler,
hiçbir zaman sosyalistlik adına savunulamaz. Bu gibi koşullarda şiddet şiddeti
besler ve sonunda, en etkili silahlara sahip olanlar son sözü söyler.
Devrimci, attığı adımın ilerisini ve gerisini
bilmek, anlamak ve hesap etmek zorundadır. Kiminle beraber, kime karşı olduğunu
belirleyemeyenler, devrim adına küçük burjuva anarşizmi bataklığına
saplanırlar. Örnekleri çok. Gördük, görüyoruz.
Ülkede can güvenliğinin kalmadığı, temel hak ve
özgürlüklerin yok edildiği bir ortamda, bütün ilericilerin en somut görevi bu
cephe partilerini iktidardan indirmek değil midir? Eylemlerin,
"taktik" ve "stratejilerin", bu amaca yönelik olarak ortaya
konması gerekmez mi?
48
Bu görev, bu amaç, bu denli açık ve seçikken,
"sol fraksiyon" olarak adlandırılan çeşitli sol odaklar kendi
aralarında yıkıcı, yıpratıcı bir tartışmayı ön plana almışlardır.
Bir sosyalist dergiye bakarsınız, bunca kanlı olayı
unutup, aylardır CHP, DİSK ve ilerici yazarlarla uğraşır. Bir başkasının TİP ve
DİSK'ten başka düşmanı yoktur. Biri "sol McCartizm" öfkesi içinde,
kendi "fraksiyonu" dışındaki sol düşünce ve odaklan savcılara ihbar edici
yayınlar yapar. Öteki, Sosyalist Partiyle uğraşır. Bir başkası, DİSK, TİP ve
Sosyalist Partiyi "oportünist" olarak damgalayıp kendisinden başka
devrimci bırakmaz.
Devrimci bilinci, devrimci sorumluluğu bu mu
olmalıdır?
Sol, kendi içinde, eleştiri ve özeleştiri
aşamasından geçmiş değildir, çünkü, işçi sınıfından kaynaklanan, emekçi
kitlelerden destek alan güçlü bir sosyalist partiden yoksunuz. Bu eleştiri ve
özeleştiriyi yapacak ve toplumun ilerici kesimlerine ışık tutacak olan,
sosyalist partilerdir.
Partisiz ve örgütsüz sosyalizm, kavram kargaşasıyla
yozlaşmakta, küçük burjuva bireyciliği ile yıpranmakta ve böylece halktan
soyutlanmadadır.
Ankara'da yaşanan olaylar, bu örgütsüzlüğün, bu
disiplinsizliğin acı sonuçlarından biridir.
Yaşadığımız ortamda, solun kendi içinde bu denli
kavgalara girmesi ve kanlı olaylara yol açması, birkaç soyut sözle
geçişti-rilemez. Bu olay ve bu olaya yol açan kısır düşünce ve eylemlerin
sosyalizme katkı değil, "ihanet" olduğunu, elimiz yettiği, dilimiz
döndüğü kadar anlatmalıyız.
(Cumhuriyet, 7 Şubat 1977)
BÜTÜNLEŞMEK...
Cephe partilerinin arasındaki çatlaklar gün geçtikçe
derinleşmektedir, iki yıl önce, seçimlere ortak liste ile girmek için
"protokol" imzalayan cephe partileri, bugün artık birbirleriyle ancak
televizyon ekranı aracılığı ile konuşmaktadırlar. Seçim yaklaştıkça bu
çatlaklar büyümekte ve cephe ortaklığının temellerini sarsmaktadır. Cephe
hükümeti, kurulduğu günden bu yana en güçsüz dönemini yaşamaktadır.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
49
Bu dönemde, ilerici siyasal parti ve demokratik
kuruluşlara düşen görev, kendi aralarında bütünleşerek cephe hükümetinin
yıkılışını çabuklaştırmaktadır. Bu görevin ilk koşulu, cephe partilerine karşı,
aralarındaki çatlakları gizlemelerini kolaylaştırıcı eylem ve davranışlardan
kaçınmaktadır.
Çeşitli toplumsal sınıf ve tabakalardan kaynaklanan
"ideolojiler", ülkenin sınıfsal yapısını değişik biçimde görürler.
Değişik gözlemlerin, değişik yöntemleri olur. Örneğin bir Marksist ile bir
sosyal demokratın olaylara bakış açısı aynı değildir. Fakat bir sosyal demokrat
ile bir Marksist'i birleştiren ortak noktalar da vardır.
Bir sosyal demokrat ile bir Marksist'i birleştiren
ve ayıran noktaları, "statik" değil "diyalektik" bir bütün
içinde görmek gerekir. Olayların akışı, yaşanan siyasal dönem, bu dönemde
kurulan sınıfsal denge, zaman zaman ayırıcı noktaları unutturup, birleştirici
düşünce ve eylemleri gündeme getirir.
Türkiye böyle bir dönemden geçiyor.
Siyasal yaşamımız, işçi sınıfından güç alan ve
Parlamentoda üyesi bulunan bir sosyalist partiden yoksundur. Yakın tarihimizde,
ilerici tutumuyla, onurlu bir yer alan Türkiye işçi Partisi, 12 Mart faşizminin
baskısıyla kapatılmış ve yöneticileri en ağır cezalara çarptırılmıştır.
Ülkemizde Marksist siyasal partilerin örgütlenme
olanakları, ünlü 141 ve 142'nci maddelerle kısıtlanmıştır. Bugün, çeşitli
sosyalist partilere dağıtılan ilerici aydınlarımız, birbirleriyle kıran kırana
bir kavgaya tutuşmuşlardır. Bunlardan bazıları, sosyal demokrat nitelikteki CHP
ve DİSK'İ baş düşman saymaktadır.
Solun kendi içinde bütünlük kurması gereken günleri
yaşıyoruz. Sokak ortasında insanların boğazlandığı bir ülkede, ilerici parti ve
örgütlerin bir tek görevi vardır: Siyasal iktidarı değiştirmek...
Solun kendi arasında tartışması doğaldır.
Marksistlerin, sosyal demokrat düşünce ve eylemleri eleştirmeleri bir o kadar
doğaldır. Fakat güç olan, bunun zamanını ve ölçüsünü bulabilmektir. Yaşadığımız
kanlı olaylar içinde, bu olayları bir yana itip, solun kendi arasında kıyasıya
bir savaşa girmesi, cephe partilerinin işine gelmektedir. Aradıkları da budur.
Hükümet partileri en güç günlerini yaşıyor. Bu
koşullarda, solun her kesimindeki aklı başında insanlara büyük görev •50
düşüyor. Bu görev ilerici parti ve demokratik
örgütler arasında dayanışma sağlanmasını gerektiriyor,
Solda birlik, sağda parçalanma... "Taktik"
ve "strateji" burada düğümlenmelidir. (Cumhuriyet, 9 Şubat 1911)
BU DOSYA KAPANMAZ
Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı, Lockheed
yolsuzluğu ile ilgili olarak "kovuşturmaya yer olmadığı" kararı
vermiştir. Bu karar, uçak alımında hiçbir askeri yetkilinin rüşvet almadığını
saptamaktadır.
Lockheed rüşvet olayı Türkiye'de iki yargısal
kanaldan yürütülmekteydi. Aynı konuda, hem Ankara Savcılığı hem de Genelkurmay
Savcılığı soruşturma sürdürüyordu. Ankara Savcılığı, bir süre önce elindeki
belgeleri, Genelkurmay Savcılığına yollamış ve davadan elini çekmişti.
. Bu arada, Lockheed şirketi Türkiye temsilcisi
Nezih Dural, rüşvet olayı ile doğrudan ilgisi bulunmayan, "Türk Parasını
Koruma Yasası" gereğince tutuklanmış ve cezaevine yollanmıştır.
Genelkurmay Savcısı Yargıç Albay ilhan Şenel'in
Lockheed olayı ile ilgili "kovuşturmaya yer olmadığı" kararı, olayda
asker kişilerle ilgili 6ir kanıt bulunmadığı anlamına gelmektedir. Ortada sivil
kişilerle ilgili bir karar yoktur. Lockheed dosyası, bu kararla kapanmış
sayılmaz.
Lockheed şirketinin Türkiye'de rüşvet dağıttığı,
dünya kamuoyuna açıklanmıştır. Aynı biçimde Hollanda, italya ve Japonya'da da
rüşvet dağıtıldığı ileri sürülmüş, bu üç ülkede olayın sanıkları belirlenebilmiştir.
Bir tek Türkiye'de, olay bir türlü karanlıktan aydınlığa çıkarılamamıştır.
Bunun nedenlerini, niçinlerini araştırmak
gerekmektedir.
Türkiye ABD ile, Lockheed ve Douglas şirketlerinin
dağıttığı rüşvet olaylarının soruşturulmasıyla ilgili olarak bir sözleşme
imzalamıştır. Bu sözleşmeye göre, ABD, Türkiye'ye rüşvet olayı ile ilgili belge
ve bilgi yollayacaktır. KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
51
: I
Sözleşmede önemli bir koşul yer almaktadır: Eğer
hükümet, ABD tarafından yollanan belgelen "adlı merciler" dışında
herhangi bir "resmi" kurul ya da yere gönderirse, sözleşme
uygulanmayacak ve ABD belge akışını durduracaktır.
Evet, şimdi sorularımızı soralım:
Soru bir: 244 sayılı yasaya göre, sözleşmenin Resmi
Gazetede yayımından sonraki ilk iki ay içinde Parlamentoya getirilmesi
gerekirken, neden, hangi gerekçeyle ve ne amaçla, sözleşme Parlamentoya ancak
imza tarihinden yedi ay sonra sunulmuştur? Evet neden?
Soru iki: Hükümet, ABD tarafından yollanan
belgelerin, savcılıklar ve mahkeme dışındaki herhangi bir kurul ya da resmi
yere gönderilemeyeceğine ilişkin sözleşme imzalamışken, bu belgeleri neden,
hangi gerekçeyle ve ne amaçla, Parlamento komisyonuna yollayarak belge ve bilgi
akışını durdurmuştur?
Bu iki soru yanıtlanmadan, Lockheed dosyası
kapatılamaz. Kovuşturmaya yer olmadığı kararı ile, asker kişilerin rüşvet
almadıkları saptanmıştır. Ya sivil kişiler?..
Başbakan Demirel, Adalet Bakanlığına emir vererek,
belge ve bilgilerin Parlamento araştırma komisyonuna yollanmasını sağlamış,
böylece kendi tutum ve davranışıyla, ABD tarafından yollanan Lockheed
belgelerinin Türkiye'ye gönderilmesine engel olmuştur.
Öyleyse, gerek Ankara Savcılığının, gerekse
Genelkurmay Savcılığının kararlan, Lockheed olayı ile ilgili belge ve
bilgilerin tümünün incelenmesi sonucunda verilmiş değildir. Arada, Demirelin
tutumu nedeniyle, ABD tarafından gönderilmeyen belgeler vardır. Bilinmez, belki
de rüşvet alanların adları bu belgelerde yazılıdır. Kim bunun tersini
söyleyebilir?
Lockheed olayı bu yönüyle belki bitmiyor, yeniden
başlıyor. (Cumhuriyet, I! Şubat 1977)
VATAN KURTARAN VALİ ...
Cephe partilerinin liderleri yetmezmiş gibi,
başımıza bir de Ankara Valisi Durmuş Yalçın çıktı. Durmuş Yalçın'ın işi gücü,
52
dernek kapatmak, örgütlerin kapısına kilit asmak,
bir de televizyon ekranlarına çıkıp
- Bu dernekler "illegal" hale
dönüşmüşlerdir, türünden a-çıklamalar yapmaktır. "İllegal" sözcüğü,
12 Mart döneminde yaygınlık kazandı. "Yasadışı" demeye dillen
alışmayan devlet yetkilileri, açıklamalarına ağırlık vermek için bu yabancı sözcüğü
seçmekte ve üzerine basa basa,
- illegal dernekler, demektedirler. Ne yapalım,
böyle sözcükler kullana kullana, gün gelecek Marksist terminolojiye de
alışacaklar. Toplum olayları herkesi eğitiyor. Vali Yalçın, bu eğitimden en çok
pay alanlardan biri. Baksanıza.
- Maocular, Leninciler, sol fraksiyon, gibi
kavramlar valinin dilinden düşmüyor. Gerçi bu yaştan sonra güçtür amma, azmin
elinden hiçbir şey kurtulmaz.
Acaba, bir insanın Maocu olduğu nasıl anlaşılır?
Maocular sarkık bıyık bırakıp yeşil parka giyenler
midir, yoksa favorileri uzun olup insana ters ters bakanlar mı? Kadife
pantolonlular Leninist, deri yeleklüer "Menşevik", gocuklular
"Bolşevik" midir? Vali nasıl ayırt ediyor bunları?
Anlaşılan, valinin bu konuda oldukça gelişmiş
yetenekleri var. Bir bakışta kimin Maocu, kimin Leninci, kimin
"illegal" olduğunu, kimlerin yasalara uygun bulunduğunu
kestiriveriyor. Bravo doğrusu.
Eskiden, bir adamın "illegal" bir örgüte
üye olup olmadığını anlayabilmek için işkence yapılırdı. Orgeneral Faik Türün,
Tümgeneral Memduh Ünlütürk, "illegal" örgütleri ortaya çıkarmak için
bir zamanlar ne ter dökmüşlerdi bir bilseniz...
Valinin bu konularda maşallahı var. Baksanıza bir
bakışta anlıyor:
- Bu dernek illegaldir.
Gerçi, hukuk devletlerinde savcılar dışında hiçbir kamu
görevlisi, herhangi bir kimseye suç yükleyemez amma, bu vali, başka validir.
Savcını da görevini yapar, yargıcın da... Yetenekli adam çünkü...
Valinin elinden gelmeyen bir iş varsa, o da
"asayiş" görevi. Ankara'da, Tandoğan Alanında yapılan toplantıda çatışmalar
olmuşsa, bir grup bir başka gruba saldırmış demektir. Bu gruplardan biri,
Adalet Bakanlığı müsteşarı değil ki, kendi KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 53 kendisini
dövsün, kendi kendisini yaralasın... Bir saldırgan olacak, bir de saldırılan.
Valinin görevi, toplantıyı bu saldırganlardan korumak.
Fakat valinin işi başından aşkın. Ne yapsın...
Topluluğa bakıp bakıp "illegal" örgütlerle Leninistleri ve Maoistleri
seçip ayırıyor: - Şu parkalı Maocudur. Şu gözlüklü Leninisttir.
Ankara, valiler için çok uğurlu ve hayırlı bir
yerdir. Ankara valilerinden Şerif Tüten kontenjan senatörü oldu. Ondan sonraki
vali Ömer Naci Bozkurt Adalet Partisi kanalıyla, kapağı senatoya attı. Şimdi
sıra Durmuş Yalçın'da.
Oldu da bitti maşallah, mebus olur
inşallah... (Cumhuriyet, 12 Şubat 1977) UÇAK KAÇIRMA
Uçak kaçırmak Türkiye'de son beş yıldır bir salgın
hastalık oldu. Eline tabancayı alan doğru havaalanına gidip uçak kaçırıyor.
Eskiden kız kaçırma olayları gazetelerde yer alırdı, artık uçak kaçırma
olayları ile haşır neşir oluyoruz.
Şimdiye kadar Türkiye'de kaç uçak kaçırılmıştır, pek
bilemiyoruz. Bu uçakları kaçıranlar şimdi nerelerdedir, bunu da bilemiyoruz. 12
Mart döneminde, Sofya'ya bir uçak kaçırılmıştı, Acaba THY uçağını Sofya'ya
indiren hava korsanları bugün nerelerdedir, bir bilen var mı? Gerçekten kimdi
bunlar? Ve nerelerdeler şimdi? Kimlerdi, diye soruyorsak, yanıtı şöyle:
Bunların adları sanları belli, Sofya'da ikişer yıl hapis cezasına
çarptırıldıkları da biliniyor. Peki ondan sonrası ne oldu? Nerede şimdi bu
adamlar? Kimler kaçırmıştı uçağı? Neden kaçırmıştı? Bu sorular karanlıkta
kalmıştır.
12 Mart günlerinde, havaalanlarında siyasi polisten
izinsiz kuş uçmazdı. Nasıl oldu da hava korsanları, ellerini kollarını
sallayarak bellerinde makineli tüfeklerle uçaklara bindiler? in miydi, cin
miydi, neyin nesiydi bunlar?
O günlerde cümbür cemaat cezaevlerindeydik. Bir gün
radyodan uçak kaçırma olayı ile ilgili olarak, Altan Öymen, Emil Galip
Sandalcı, Erdal Öz, Mükerrem Erdoğan, Abdi Yazgan, ilhan Kalaylıoğlu gibi
dostların gözaltına alındıklarını öğrendik. Haberi radyodan duyar duymaz: -
Haydi hayırlısı, dedik. Ne ilgisi vardı, örneğin Altan Öymen'in, Emil Galip
Sandalcı'nın, Erdal Öz'ün, Mükerrem Erdoğan'ın, Abdi Yazgan'ın, Kalaylıoğlu'nun
uçak kaçırmakla?
O tarihlerde Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Adli
Müşaviri Muzaffer Gücür adlı bir albaydı. Şimdi general oldu. Gücür,
Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Semih Sancar'a ellerinde çok kuvvetli kanıtlar
bulunduğunu söylemiş. Haydi, ondan sonra gelsin gözaltılar, tutuklamalar.
Hava korsanlarından biri, Ankara'da fotoğrafçılık
yapan Abdi Yazgan'ın bir süre yanında çalışmış. Polis önce bunu saptamış. Sonra
da Abdi Yazgan'ı gözaltına almış.
Fotoğrafçı Abdi Yazgan, devrimci bir aydın; birçok
dostu, arkadaşı var. ilhan Kalaylıoğlu bu yolla bulunmuş, tabii hemen doğru
işkence evine, ilhan Kalaylıoğlu, o sıralar, geçici bir süre için yazar Emil
Galip Sandalcı'nın evinde kalıyor. işte gizli örgüt.
Emil Galip Sandalcı, 12 Marta gelindiğinde TRT
Müdürü ve TRT Yönetim Kurulu üyesiydi. Sandalcı, TRT Yönetim Kurulunda, General
Musa Ogün'ün atanmasına karşı çıktığı için bazı sıkıyönetim yetkililerinin de
hışmını çekmişti. Emil Galip Sandalcı da gözaltına alınarak işkence evine
gönderildi. Sen misin Musa Öğün'e çatan!,.
işkenceciler, ilhan Kalaylıoğlu'na şöyle bir ifade
imzalatırlar: Uçak kaçırılınca, Altan Öymen ismet Paşaya gidip idam cezalarının
infaz edilmemesini sağlayacak, çünkü ismet Paşanın oğlu Ömer inönü de kaçırılan
uçaktadır.
Altan Öymen, o sıralar bir kısım arkadaşlarıyla,
ölüm cezalarının yerine getirilmemesi için çalışıyor. Öyleyse bir örgütün
başıdır. Emil Galip Sandalcı
ve Erdal Öz de bu örgütün yöneticisidir. Örgüt karar
vermiş ve uçak da kaçırılmıştır, Sonraları, sıkıyönetimdeki işkenceciler
tarafından yazılan bu "senaryo"nun mahkeme önünde ipliği pazara
çıktı. Gözaltına alınan bütün sanıklar beraat etti, dosya da kapandı. Sanıklar
gördükleri işkenceyle kaldılar. Bu gibi olaylar sıkıyönetimin sürdürülmesi için
gerekçe oldu. Olay da unutulup gitti. KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 55 Pazar günü
uçak kaçırma haberini duyunca bunları düşündüm. Yahu, gerçekten ne oldu
Sofya'ya uçak kaçıranlar? Nerede bunlar şimdi? Bir bilen var mı? Kim kaçırmıştı
uçakları acaba? Kimler dersiniz?
(Cumhuriyet, 15 Şubat 1977) BÖYLE YETİŞİYORLAR...
Güvenlik kuvvetleri ne nitelikte bir eğitimden
geçer? Milli istihbarat Teşkilatında meslek içi eğitimi, hangi öğretim üyeleri
tarafından yürütülür? Buralarda siyasal ve sosyal konularda hangi düşünceler
okutulur? Bunları bilmeye olanak yoktur.
Polis Kolejinde ve Polis Enstitüsünde belirli
siyasal konular okutulur. Güvenlik kuvvetlerinin tarafsızlığı, bu okullardan
başlar. Öğrenciler nasıl eğitiliyor? Siyasal konularda, belirli değer
yargılarını aşılamaya yönelik çabalar söz konusu mu? Bunlar çok önemli
konulardır.
Polis yetiştiren eğitim merkezlerinde, örneğin grev
hakkı konusunda, Anayasa ve çağdışı düşünceler okutulursa, ne olur? Polis, bir
grev olayı ile karşılaşınca, grev hakkı konusunda kendisine benimsetilen değer
yargılarıyla harekete geçer. Bu eğitimlerde, Anayasadan komünistlerin
yararlandığı anlatılırsa, polis memuru, anayasal düzene düşman olmaz mı? Bu
soruları uzatmadan konumuza girelim: Emniyet örgütüne alınan polis memurları,
adaylık süreleri içinde, Ankara'da "Polis Eğitim Merkezi"nde altı
aylık bir eğitimden geçerler, Bu eğitimi tamamlayan polis adayları, polis
memuru olarak atanırlar, Polis Eğitim Merkezi'nde "haber alma-propaganda
ve yıkıcı akımlar" adlı ders notunda çok ilginç bölümler bulunmaktadır.
Yahya Soy, Mümtaz Baykal, Taner Arda ve Suat Akın adlarında iki emniyet amiri
ve iki başkomiser tarafından hazırlanan ders notlarında, "Devlet
güvenliğine karşı tehditler nelerdir?" başlığı altında, grevlerin devlet
güvenliğine karşı "kökü içerde tehditlerden" sayıldığı
belirtilmektedir.
56
Oysa grev Anayasada yer alan bir haktır. Anayasada
yer alan bir hakkın, devlet güvenliğine aykırı bir eylem çeşidi olarak
gösterilmesi, grev hakkının bu olumsuz yargılarla anlatılması, en azından
Anayasaya karşı tarafsız olunmadığını ortaya koymaz mı?
Ders notlarında, komünizm ve sosyalizm konularında,
bilgi verilirken, komünizm sözcüğünün tanımı bile doğru dürüst yapılmamakta,
ancak sol akımlar hakkında, belirli adlar sıralanarak yasadışı suçlamalar yer
almaktadır. Şu bölümü birlikte okuyalım:
- Komünistlerin kendi ağızlarından itiraf ettikleri
gibi, 1961 Anayasası aşırı sola geniş ve serbest çalışma fırsatı vermiştir.
Geçmişteki olaylar incelendiği zaman, 1966 yılından itibaren Türkiye'yi
komünist bir ülke haline getirebilmek için her fırsatın ve imkanın kullanıldığı
açıkça görülmektedir. I960 sonrası süratle gelişen olaylar, Türkiye'nin içinde
bulunduğu durumdan ziyade komünistlerin tarihi emelleriyle ilgilidir... Ders
notlarında " 12 Mart öncesinde aşırı sol gruplar gaye, strateji ve
taktikler" başlığında sol akımlar incelenmekte ve ilerici yazarların,
sendikacıların ve aydınların adları verilmektedir. Bu adlardan bazılarını
aktaralım. Behice Boran, Mehmet Ali Aybar, Sadun Aren, Kemal Türkler, Doğan
Avcıoğlu, ilhan Selçuk, Uğur Mumcu, Yaşar Kemal, Samim Kocagöz, Mihri Belli, ilhami
Soysal, Muzaffer Erdost, Doğu Perinçek, Vahap Erdoğdu.
Sol akımlar hakkında, ad, soyadı ve adres
bildirilerek verilen bu bilgiler dışında, ülkemizdeki sağcı görüş ve eylemler
hakkında, her nedense bu tür bilgilere yer ayrılmamıştır. Hani devletimiz,
"resmi" görüşlere göre, "aşırı sağa" ve "aşırı
sola" karşıydı?
Bu ders notları, polis memurlarının hangi
düşüncelerle koşullandırılarak yetiştirildiklerini ve kendilerine hangi değer
yargılarının benimsetildiğini ortaya koymaktadır. Şimdi kendimize soralım:
- Polis neden tarafsız olmuyor?
(Cumhuriyet,! 7 Şubat 1977)
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 57
ALIŞAMADIKLARI SES...
Artık Mısır'daki "sağır sultan" bile
duydu: TRT Genel Müdürlüğü koltuğuna bağdaş kuran Şaban Karataş, yasa ve hukuk
dışı bir işgalcidir. Bu işgalci, TRT içindeki suç ortakları ile birlikte her
gün "devlet memuriyetini gasp suçu" işlemektedir. Karataş, cephe
iktidarının dümen suyundaki yayın politikasını, TRT Haber Dairesi Başkanlığına
getirilen Hami Tezkan adındaki bir AP eski milletvekili eliyle yürütmektedir.
Tezkan, bir "parti komiseri" gibi haberleri denetlemekte ve cephe
partilerinin gözcüsü ve sözcüsü olarak görev yapmaktadır.
TRT içinde, bütün bu olumsuz koşullara, bu işgallere
karşı, görevini Anayasa ve TRT ilkelerine göre yapmaya çalışan namuslu ve
dürüst müdürler, müdür yardımcıları, programcılar, spikerler, kameramanlar da
vardır. Karataş, bu namuslu TRT emekçilerinin yüreklerine bir "taş"
gibi oturmuştur.
TRT Karataşların, Tezkanların çiftliği midir? Bu
Anayasa kuruluşu, Türk halkının malıdır. Ekranlar Demircilerin, Türkeş-lerin,
Feyzioğullarının "karagöz perdesi" de değildir. Mikrofonlar ise cephe
iktidarının "megafonu" olamaz.
iki üç gün önce, bir namuslu TRT emekçisi ile TRT,
işgalcilerinin çatışmasına tanık olundu. Ankara Valisi Durmuş Yalçın, 5 Şubat
günü Ankara'da Tandoğan Alanında toplantı düzenleyen TÖB-DER, TÜM-DER, TÜTED
hakkında ağır suçlamalar yöneltince, TRT Televizyon Haberleri Müdür Yardımcısı
Ayçan Giritlioğlu, valinin konuşmasında suç unsuru bulunduğunu bildirerek,
konuşmayı yayımlamayacağını söylemiştir. Bunun üzerine, TRT Haber Dairesi
Başkanı Hami Tezkan yanlı emir vererek valinin konuşmasının yayımlanmasını
istemiştir.
iki gün sonra TÖB-DER, TÜM-DER ve TÜTED adına basın
toplantısı düzenleyen TÖB- DER Başkanı Gültekin Gazi-oğlu, Vali Durmuş
Yalçın'ın konuşmasını yanıtlamış ve televizyon haberlerinden sorumlu olan Ayçan
Giritlioğlu, Gazi-oğlu'nun konuşmasını da yayına hazırlamıştır, işte kıyamet bu
noktada kopmuştur.
Bu işgalcilerin yayın anlayışı böyledir: Vali, bir
ihtilal savcısı gibi televizyon ekranına çıkıp önüne geleni komünistlikle
suçlayacak, buna karşılık suçlanan insanların savunması televiz- 58 yon
ekranında yer almayacak. Neden? Çünkü cephe iktidarının "parti
komiseri" böyle istiyor.
Ayçan Giritlioğlu, TÖB-DER Başkanının, Ankara
Valisine verdiği yanıtın yayımlanması gerektiğini söyler. Tezkan
"hayır" der. Giritlioğlu diretir. Tartışma, TRT personelinin önünde
geçer. Giritlioğlu, - Bu, haber namusu anlayışıdır. Ben bu namus anlayışımı
sizinle tartışmam, der. Sonra, görevden alınacağını bilse bile, bu yanıtı
yayımlayacağını söyler. TÖB-DER Başkanı Gültekin Gazioğlu'nun Vali Yalçın'a
verdiği yanıt, televizyon ekranında yayımlanmıştır, ama TRT Televizyon
Haberleri Müdür Yardımcısı Ayçan Giritlioğlu da görevinden alınmıştır.
Cephe iktidarı TRT koltuklarını, makamlarını bir bir
işgal edebilir. Fakat namuslu insanların vicdanlarını işgal etmek, TRT Genel
Müdürlüğünü işgal etmek kadar kolay değildir.
(Cumhuriyet, 18 Şubat 1977)
ODTÜ KAZANI...
ODTÜ, Bakanlar Kurulunca seçilen bir "Mütevelli
Heyet" tarafından yönetilir. Üniversitelerde "Mütevelli Heyet",
Türk hukuk sistemine aykırıdır. Bu sistem, bazı Amerikan üniversitelerinden
örnek alınarak, daha doğrusu "kopya" edilerek benimsenmiştir.
Amerika'da, herhangi bir özel girişimci, bir
"eğitim vakfı" kurar. Bu vakıf, bir üniversite açar. Bu üniversite,
bu vakıf sahip ve yöneticilerinin seçtiği kurullarca yönetilir. Özerklik,
üniversite yönetimine, üniversite dışı organların karışmamasını gerektirir.
Öyleyse, ODTÜ bir özerk üniversite sayılabilir mi?
Üniversite öğretim üyeleri, kendi üniversitelerini
yönetecek rektörü seçemiyorlarsa, bundan sonra söylenecek her söz boşadır.
Böylesine bir üniversite siyasal iktidara tutsaktır. ODTÜ öğretim üyeleri
yaşanan yönetim bunalımını köklü önlemlerle gidermek istiyorlarsa,
"Mütevelli Heyet" aracılığı ile sürdürülen yönetimin temeline,
sistemine karşı çıkmalıdırlar.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 59
Anayasa Mahkemesi ODTÜ yasasının iki maddesini iptal
ederken, sadece iki konu üzerinde yoğunlaşmıştır. Konulardan biri. bu
üniversitede çalışan öğretim üyeleri ve yardımcılarının, üniversite ile olan
ilişkilerinde özel hukuk kurallarına bağlı bulunmaları, ikincisi ise,
"Mütevelli Heyef'in öğretim üyelerini ve yardımcılarını atama yetkisidir.
Anayasa Mahkemesi, ODTÜ yasasında yer alan bu hükümlerin Anayasa'ya aykırı
olduğuna karar vermiştir.
Bu durumda, ne yazık ki "Mütevelli Heyet"
hukuksal varlığını korumaktadır. "Mütevelli Heyet", Milli Eğitim
Bakanının önerisi, Bakanlar Kurulu kararı ve Cumhurbaşkanı onayı ile
seçilmektedir. Bu "Mütevelli Heyet", cephe iktidarının, bu Mütevelli
Heyetin seçeceği rektör de Mütevelli Heyetin aynası olacaktır. Bunun için: -
Neden Hasan Tan rektörlüğe getirilmiştir, diye sormak gereksizdir.
Tek ve kesin çare, ODTÜ yasasından "Mütevelli
Heyet" kuruluşunu çıkartmaktır.
Ord. Prof. Dr, Sıddık Sami Onar, "idare
Hukukunun Umumi Esasları" adlı yapıtında bu konuda:
- Doğru yol bu üniversiteyi de Anayasaya göre
teşkilatlandırmak yahut kendisinden üniversite vasfını almaktır, demektedir.
Anayasa Mahkemesinin son kararına göre, Mütevelli
Heyet, hiçbir öğretim üyesi atayamamakta, ancak aynı üniversiteye rektör
seçebilmektedir. Bu garipliği açıklayacak hukuk kuralının var olduğunu pek
sanmıyoruz.
Tek çare, ODTÜ yasasının, Anayasada yer alan özerklik
kural ve güvencelerine göre, yeniden düzenlenmesidir. Devlet malında
"mütevelli" olmaz. Mütevelli Heyet başta oldukça da böyle
garipliklere çok rastlanır.
Rektör Hasan Tan olayı, üniversitenin özerkliğe olan
gereksinmesini en yalın çizgileriyle ortaya koymuştur. Özerklik, üniversite
yöneticilerinin kendi aralarından seçilmesini gerektirmektedir. Dört fakülteden
oluşan ODTÜ'nün dört fakültesi de Hasan Tan'ın rektörlüğüne karşı çıkmıştır. Bu
tepki sadece öğrencilerden gelseydi, o zaman:
- Efendim bu komünistlerin işidir, deyip
olayı demagojiye boğmak kolaylaşırdı. Sağcısı, solcusu, ilerici, gericisi,
ilgilisi,
60
ilgisiziyle, bütün öğretim üye ve yardımcılarını
karşısına almış bir rektör, üniversiteyi nasıl yönetecektir? Demek, temelde bir
yönetim bunalımı var. Bir takım güçler de bu bunalımdan yararlanmak istiyor.
"Mütevelli Heyet" ve bu kurulun
arkasındaki siyasal iktidar, ODTÜ'de Rektör Tan'ın atanmasına kadar
üniversitede sağlanan dirlik ve düzenliği bozacaksa, olay, Rektör Tan'ın da,
devlet malına "mütevellilik" eden bu kurulun da boyunu çoktan aşmış
demektir.
(Cumhuriyet, 21 Şubat 1977)
VUR, ÖLDÜR, YAŞATMA...
Önce iki el ateş ediyorlar. Ahmet Ağaoğlu, aldığı
kurşun yarası ile yere yıkılıyor. Sonra, sürüne sürüne, yakında bulunan bir
fotoğrafçı dükkânına sığınıyor. Katiller, yaralı gence üç kurşun daha
sıkıyorlar. Ağaoğlu bu kurşun yaralarıyla, hastaneye götürülürken yolda ölüyor.
Gazeteler böyle yazdı.
Nasıl bir duygudur bu? Bir insan, hiç gözünü
kırpmadan, bir başka insanı nasıl öldürebilir? Nasıl bir kin yerleşmiş
katillerin yüreğine? Kim yetiştirmiş bunları böyle?
- Vur, öldür, yaşatma!..
Hukuk devletinin Türkiyesi değildir bu. iç savaş
yaşıyoruz: Vuran vurana, kıran kırana bir savaş bu. Büyük kentlerin sokakları
genç ölülerin kanlarıyla sulanıyor. Bu düzenin Başbakanı, Parlamento
kürsüsünden, gülerek, alay ederek meydan okuyor:
- Bütün sorumluluk bendedir, gelin yakama yapışın.
Biliyor şimdilik yakasına yapışılmayacağım, yakasına yapışıia-
cağı günlerde Memduh Tağmaçların, Faik Türünlerin,
Memduh Ünlütürklerin imdadına yetişeceğini biliyor. Ve birbiri ardından dikilen
kanlı mezar taşlarına bakıp alay ediyor:
- Haydi yapışın yakama.
Bu ülkede bunca cinayet işlenirse, sorumlusu kimdir?
Ve eğer kanlı cinayetlerin katilleri, o başbakanın,
toplantılarına çiçek gönderip kutladığı örgütün üyeleriyse, söyler misiniz,
kimdir sorumlusu? KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 61
Katil diye yirmi yaşında genç yakalanıyor. Bu genç,
nasıl bir siyasi kan davasının kör silahıdır ki, yaşamının en güzel yaşında
gözünü kırpmadan bir yaşıtını kana buluyor? Çünkü yürekleri kinle doldu.
Öğretmişler, koşullandırmışlar, vicdanlarını köreltmişler: - Vur, öldür,
yaşatma!..
Gerçek sorumlular bu yirmi yaşındaki katiller değil,
onlara bu silahları veren, yüreklerine bu kor kini dolduranlardır. Ülkemiz,
"sola ve komünizme karşı mücadele" diye diye işte bu koşullara
sürüklendi, insan yüreği taşıyan ağlasın, yüzü kızaran utansın!.. Buyrun işte,
Türkiye baştan aşağı kana bulanmıştır. Bu tabloyla övünen varsa, övünsün.
Gencecik çocuklar bunlar. On dokuz yaşında, yirmi
yaşında, yirmi bir yaşında, babaları, dedeleri olacak yaşta insanların gözleri
önünde öldürülüyorlar.
Savcısı, yargıcı, politikacısı, yazarı, çizeri,
profesörü, doçenti ve sokaktaki vatandaşı ile yaşıyoruz bunları bir bir.
Elimizden de hiçbir şey gelmiyor. Bir kanlı serüven izler gibi izliyoruz bunca
olayı. Elimiz kolumuz bağlı sanki. Gün gelecek, bütün bunların hesabı
sorulacaktır. Gün gelecek, akıttıkları kan selinde boğulacaklardır.
Göreceksiniz, bugün değilse, yarın, yarın değilse öbür gün.
Ama bu hesap sorulacaktır. Bir gün mutlaka
sorulacaktır. Yarın, öbür gün, ama mutlaka sorulacaktır.
(Cumhuriyet, 23 Şubat 1977)
REKTÖR FARKINDA MI?
Önceki gün ODTÜ olaylarını endişeyle izledik.
Jandarma birlikleri öğrenci yurtlarını sarmıştı. Öğrencilerin yurtları terk
etmeyecekleri bildiriliyordu. Her an bir çatışma çıkabilirdi. Olayı duyan CHP
senatör ve milletvekilleri, toplu olarak, ODTÜ yurtlarının önüne koştular. Uzun
tartışmalardan sonra, öğrenciler, Ankara Belediyesinin yolladığı otobüslerle
üniversiteden ayrıldılar. Çatışma böylece önlenmiş oldu.
Rektör Hasan Tan, dün ODTÜ Rektörlüğünde bir basın
toplantısı düzenledi. Basın toplantısında, gazetecilere, çeşitli
meyve suları ile pasta sunuldu. Rektör Tan,
gazetecilere sadece kendi basın toplantısı için üniversite kapılarını açıyor,
başka günler, hiçbir gazetecinin üniversiteye girmesine izin vermiyordu.
Burası sanki devlet üniversitesi değil, Murat
Bayrak'ın Sancak Tül Fabrikasıydı. Öğretim üyeleri basın toplantısı yaparlarsa,
üniversite kapısı kilitli. Rektör, bu öğretim üyelerini suçlaya-caksa pastalı,
meyve sulu basın toplantıları... Rektör Tan basın toplantısında bunları unutup
- Ben fikir özgürlüğünden yanayım, diyor. Nasıl
özgürlük anlayışı bu? Öğretim üyelerine söz hakkı tanımayan Rektör, sadece bu
tutumuyla, düşünce özgürlüğüne ne denli bağlı olduğunu kanıtlamıyor mu?
Bu rektörün işlerine akıl erdirmek pek kolay değil
Önce gazetelere bir ilan vererek:
- Sevgili öğrencilerim, hemen derslerinize başlayın.
Hepinize sağlık ve başarılar diler, sevgiler sunarım, diyor. Aynı gün
üniversiteyi kapattığını açıklayarak, jandarma birliklerini üniversiteye
çağırıyor. Rektör ne yaptığının farkında mıdır?,.
Bu çağrı ya içtendir. Yani, öğrenimi başlatmak
amacıyla yapılmıştır, ya da Rektör Tan'ı da aşan bir oyunu ortaya koymaktadır.
Rektör attığı imzanın sahibiyse, elindeki bütün olanaklarla öğrenimin
başlamasına çalışır. Bunun yerine ne yapıyor? Üniversiteyi kapıyor. Akıl erer
mi buna?
Rektörün basın toplantısına giderek bu soruları
yüzüne karşı sorduk. Hiçbir doyurucu yanıt alamadık. Soruları sürdürdükçe
Rektör Bey, önce zaman olmadığını bildirerek yanıt vermekten kaçındı, sonra da,
- Hep aynı kişi soruyor, diyerek sorularımıza engel olmaya kalkıştı. Tedirgin
olduğu soruları, - Polemiğe yol açıyor, diyerek yanıtlamadı. Sağcı
gazetecilerin, solcu öğrencileri suçlayıcı sorularını herhalde, "polemiğe
yol açmadığına" inandığı için, yanıtlamaya çalıştı. Bir basın toplantısını
bile yönetemeyen Rektörün, üniversiteyi nasıl yöneteceği şimdiden bellidir.
Dirlik düzenlik içinde öğrenimini sürdüren ODTÜ,
Rektör Tan'ın seçimiyle bir kargaşaya itilmiştir. Bu kargaşa, önceki gün,
CHP'Iİ parlamenterlerin araya girmesiyle, şimdilik kansız ka- KONTRGERİLLA
ÖĞRETİLERİ 63 panmıştır. Birtakım güçler ODTÜ öğrencilerini kana bulamak
istiyor. Acaba Rektör bunun farkında mıdır? Oluşan ve gelişen olayları
anlayabilmekte ve yorumlayabilmekte midir?
ODTÜ, üniversite dışı odaklarca planlanan kanlı bir
oyunun içine sokulmak isteniyor. Bu oyuna araç olmamak, rektör olmaktan daha
güçtür. (Cumhuriyet, 25 Şubat 1977) BİR PULSUZ DİLEKÇE
Ne yapsak, nasıl yazsak bilemiyorum artık. Nasıl
yapsak da sesimizi devletimizin yüce katlarına duyursak?
Elime bir dilekçe alarak Sayın Cumhurbaşkanına
gitsem ve ölenlerin adlarını bildirsem mi acaba? Her gün bir cinayet işleniyor,
her gün fidan gibi gençler vurulup vurulup ölüyor. Ne yapsak etkili olur, ne
yazarsak bu cinayetleri duyururuz acaba?
Hükümetin ilk görevi, ülkede dirlik ve düzenliği
sağlamaktır. Bu görev yerine getirilmiyorsa, sağda solda temel atılmış, neye
yarar? Cephe iktidarında, genç ölüler için kazılan mezarlar, atılan temelleri
çok aştı. Bilmiyorum, daha doğrusu bilemiyorum, acaba Sayın Cumhurbaşkanı,
Başbakan Süleyman Demirel ile haftalık olağan görüşmelerinde bu cinayetleri bir
bir soruyor mu? Ve acaba Demirel, bu soruları yanıtlıyor mu?
Ne yalan söyleyeyim, ben CHP'nin Parlamentoda, bu
cinayetler konusunda etkili ve sürekli bir savaşım verdiği kanısında değilim.
En azından bütçe görüşmelerinde, bu cinayetler tek tek kürsüye getirilir, birer
birer bunların hesabı sorulurdu. Bu yapıldı mı? Hayır. Sadece genel sözler.,.
Demirel bu genel sözleri, aynı genellikle yanıtlayıverdi: - Bu iddiaları
reddederim.
Önceki gün, Cumhuriyet Senatosunda ödenek ve
yolluklarla ilgili yasa önerisinin tartışılmasını izledik. Meclis kulislerinde
bir heyecan ki görmeyin. Acaba ne olacak? Yasa Senatodan geçecek mi geçmeyecek
mi? Birçok milletvekili, Cumhuriyet Senatosunda görüşmeleri izliyor, Kürsüye
çıkan senatörlerin her biri aslan kesilmiş: 64 - Müktesep haklar çiğnenmez!
Öyledir öyledir, Bu hak hukuk tartışmasını, kendi
ödenek ve yollukları için hatırlayanlar, şu kanlı mezar taşlan karşısında neden
susarlar acaba? Anayasa üzerine yemin edenler bunca ateşli tartışmayı, can
güvenliği konusundan neden esirgerler acaba? - Kanunlar, makabline şamil olmaz.
Yani ne demek? Yasalar; geriye işlemez. Ödenek ve
yolluklar konusunda düzenlenen yasa geriye yürümezmiş. Kim söylüyor bunu? 12
Martın ünlü Başbakanı Erim... Devlet radyolarında, "Makabline şamil kanun
çıkartacağım" diye bildiriler yayımlatan kamu hukuku profesörü. Bazı CHP
senatörleri de kürsüden Erim'e hak veriyorlar: - Hocamızın dediği gibi...
Bu kadar cinayetin işlendiği bir ortamda
Parlamentoda tek konu tartışılmalıdır: can güvenliği... iki yılda yüz elliyi
aşkın insan siyasal cinayetlere kurban
gitmişse, milletvekili ve senatörlerin bir tek
konusu olmalıdır: can güvenliği...
Ne oluyor ya? Birçoğumuz olayları kovuşturmuyor,
olaylardan kaçıyoruz. Öyle değil mi? Herkeste bir yılgınlık:
- Aman ben sorumlu olmayım da kim olursa olsun.
Cumhuriyet Senatosunda, ödenek ve yolluklarla ilgili ateşli
tartışmalar sürerken, Ankara Akşam Ticaret Lisesinde
yaylım ateşi açılıyor, genç çocuklar beyinlerinden, göğüslerinden,
ciğerlerinden aldıkları yaralarla bir bir yerlere yıkılıyor.
Neyse, ne önemi var efendim? Ödenek ve yolluklarla
ilgili yasa ne oldu; siz ondan haber verin. Marta kadar çekler hazırlanacak mı?
Kazanılmış haklar da çiğnenir mi? Hem Parlamentonun itibarı ne olacak? Nihat
Erim de ne büyük devlet adamı değil mi?
Bir dilekçe hazırlasam... Genç ölülerin adlarını alt
alta sıralasana..
Karşılarına doğum tarihlerini yazsam, Sayın
Cumhurbaşkanımız beni gençlerin kanlarına bulanmış bu pulsuz dilekçeyle kabul
ederler mi acaba?
(Cumhuriyet 26 Şubat 1977)
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
65
İYİ ÇALIŞIYORLAR....
Eninde sonunda memurların aylıklarını belirleyen
katsayı, 12'ye çıkarıldı.
Böylece, memur aylıklarında birkaç yüz lira artış
yapılmış oldu. Bu konu görüşülürken Mecliste olacaktınız da, Adalet Partisinin,
memur aylıklarını arttırmamak için nasıl çabaladığını görecektiniz.
Bu partinin sıralarında, devlet kasasından
"teşvik belgesi" adıyla bir çırpıda milyonlarca lira paraya konanlar
var. Umurlarında mı memurun katsayısı!.. Devlet hazinesini, bir sebil musluğu
gibi yeğenlere, biraderlere, demirbaş politikacılara açan Adalet Partisi, hayat
pahalılığı karşısında beli bükülen devlet memuruna birkaç yüz lirayı vermemek
için, gece yarılarına kadar nasıl direniyor, nasıl çalışıyor bir görseniz!
Maliye Bakanı Yılmaz Ergenekon, kürsüden mobilya
yolsuzluğu ile ilgili her türlü araştırmayı yaptırdığını söylüyor. CHP
milletvekillerine bakıyorum. Bir türlü, can alıcı soruyu soramıyorlar. Belli
ki, şu ünlü mobilya yolsuzluğu konusunu, girdisini, çıktısını Genel Başkan
Ecevit dışında pek bilen de yok.
Beklediğimiz soru bir DP milletvekilinden geldi.
Ekrem Dikmen, Maliye Bakanı Ergenekon'a şu soruyu yöneltti:
- Bunu devlet haysiyetiyle, kendi haysiyetinizle,
makamınızın haysiyetiyle nasıl bağdaştırıyorsunuz?
Maliye Bakanı, bu soru karşısında, bir paslı çivi
gibi, kürsüye saplanıp kaldı. Verecek güçlü bir yanıtı da yok, ne yapsın?
- O tarihteki belgeler öyleydi, şimdi böyle,
gibisinden sudan gerekçelerle soruyu geçiştirmeye çalıştı.
Oysa gerçek gün ışığı gibi ortadadır. Mobilya
yolsuzluğu ortaya atıldığında, Yahya Demirel'in isviçre'de varlığı saptanamayan
"hayali şirketler" aracılığı ile devlet hazinesinden milyonlarca lira
çektiği, yine aynı devletin belgeleriyle kanıtlanmıştı.
Maliye Bakanı Yılmaz Ergenekon, o günlerde seçim
propagandalarına yetişmesi için, Bakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Orhan Güven'e
"belge üzerinden" araştırma yaptırarak, bu resmi belgeleri
yalanlatmak istemişse de bunda da başarılı olamamıştır.
Ergenekon'un, Teftiş Kurulu Başkanına yazdığı yazı
24 Temmuz 1975 gün ve 17 sayılıdır. Bu yazılı emirde sadece, 66
Merkez Bankası ve Ticaret Bankası kayıtları üzerinde
inceleme yapılması istenmiştir. Kâğıt üzerinde yapılan incelemelerde,
şirketlerin "hayali" olup olmadığı anlaşılamaz, Bunun içindir ki,
müfettişler raporlarını verirken: - Bu inceleme yeterli değildir. Yurtdışında
inceleme yapmak gerekir, demişlerdir.
Bu rapor da, 28/7/1975 gün ve 4-9 sayılıdır.
Yılmaz Ergenekon, Senato seçimleri için 10 Ekim 1975
günü radyoda yaptığı konuşmada, Bakanlık koltuğunu ve yetkisini kötüye kullanarak:
- Yahya Demirel, yolsuzluk yapmamıştır, demiştir.
Üstelik aynı Ergenekon, bir kısım sağcı gazeteleri 10 Eylül 1975 günü odasına
toplayarak:
- Söz konusu firmaların mevcut olduğu,
isviçre'de kayıtlı oldukları kantonların resmi vesikalarıyla ortaya çıkmıştır,
diyerek Yahya
Demirel'in avukatlığını üstlenmiştir ve bununla da
yetinmemiş, Mıgırdıç Şellefyan'ın Yahya Demirel ile herhangi bir ortaklığı
olmadığını söyleyebilmiştir. Maliye Bakanlığı müfettişleri, sonradan verdikleri
raporla yolsuzluğu belgelere bağlamışlar ve raporlarını kendi bakanlarının
yüzüne boş bir eldiven gibi fırlatmışlardır.
Bu demagoji içinde, mobilya komisyonu da gürültüye
gitti. Önce, aylarca komisyona başkan seçilemedi. Sonra, komisyonun bir AP eski
Milletvekili olan üyesi istifa etti. Daha sonra da AP'Iİ üyeler komisyon
toplantılarına gelmediler. Böylece komisyonun süresi de bitmiş oldu. AP de
seçimlere mobilya yolsuzluğunun hesabını vermeden girmeyi başardı. , Çok
partili hür demokratik sistemimiz çok iyi çalışıyor, görüyorsunuz,..
(Cumhuriyet, 28 Şubat 1977) SUÇ SAYMIYOR MU?
MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, CHP Genel
Başkanının MHP ve Ülkü Ocakları hakkındaki demecini yanıtlarken:
- Milliyetçi Hareket Partisinin hiçbir üyesi veya
yöneticisi anarşi olaylarından hüküm giymemiştir, demiştir.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 67
Türkeş, aynı konuşmasında, bir CHP il Başkanının
Beyazıt Kulesine "kızıl bayrak" çektiğini söyleyerek CHP'yi
suçlamıştır.
Bir siyasal parti lideri herhangi bir yurttaşı
suçlarsa, bunun kanıtlarını açık seçik ortaya koymalıdır. Beyazıt Kulesine
kızıl bayrak çeken kimdir? Hangi mahkeme kararıyla mahkûm olmuştur? Bunlar
belli değildir. Türkeş'in bu konuda hiçbir belgesi ve kanıtı yoktur.
12 Mart döneminde, Marmara vapurunun, Eminönü yolcu
gemisinin solcular tarafından batırıldığı, Kültür Sarayının ise yine solcular
tarafından yakıldığı söylenmiş, bu suçlama ile cadı kazanları kaynatılmıştır.
Bunlar birer kara iftiradır. Çünkü hiç kimse,
Marmara vapurunun, Eminönü yolcu gemisinin batırılması ya da Kültür Sarayının
yakılmasından ötürü mahkûm olmuş değildir. "Kızıl bayrak" olayı bu
iftira zincirinin halkalarından biridir. Türkeş, bu halkaları elinde sallayıp
durmaktadır.
Türkeş eğer inandırıcı olmak istiyorsa, kızıl bayrak
olayına karışanların hangi mahkeme kararıyla mahkûm olduklarını ortaya koymak
zorundadır. CHP'nin hangi il başkanı, Beyazıt Kulesine kızıl bayrak çekmek
suçuyla mahkûm olmuştur? Evet; ad, soyadı, mahkeme kararı... Bunları
bekliyoruz.
Bunları beklerken, isterseniz Türkeş'in "ülkücü
gençler" diyerek övdüğü, Ülkü Ocakları örgütü ile ilgili bazı kesinleşmiş
mahkûmiyet kararlarından söz edelim: Ülkü Ocakları Genel Başkanlarından Sami
Bal, Ankara Ü-çüncü Ağır Ceza
Mahkemesinin 1974/133 esas ve 1974/557 sayılı kararı
ile cinayet suçundan hüküm giymiştir. Sami Bal, devrimci öğrencilerden Nail
Karaçam'ı öldürmekten yirmi dört yıl ağır hapse mahkûm olmuş ve Türkeş'le
benzerlerinin sabah akşam çattıkları af yasası gereğince affedılmiştir.
Sami Bal, bu cinayet hükmünden sonra, Ülkü Ocakları
Genel Başkanlığına getirilmiştir.
Ülkü Ocaklarının bir başka Genel Başkanı ibrahim
Doğan ise, Ankara Birinci Ağır Ceza Mahkemesinin 1971/91 esas ve 1974/466
sayılı kararı ile on iki yıl ağır hapse mahkûm olmuş ve Af Yasası gereğince
affedılmiştir. ibrahim Doğan ile birlikte, cinayet suçundan mahkûm olan Ali
Güngör de, sonradan MHP Gençlik Kolları Başkanlığına getirilmiştir.
68
Hep rastlantı mıdır bunlar? Bunlar rastlantıysa, MHP
Niğde Senatörü Kudret Bayhan'ın, Fransa'da "baz morfin" kaçırmaktan
hüküm giymesi de bir başka rastlantıdır.
Başbuğ, bu cinayetleri ve esrar kaçakçılığını suç
saymaz mı acaba? (Cumhuriyet, 2 Mart 1977)
NE İÇİN, KİM İÇİN?
Olaylar öylesine hızla gelişiyor ki, gazeteciler
izlemeye yetişemiyor. Her gün bir cinayet, her gün bir saldırı... Hangi birini
izleyeceksiniz, hangisini kovuşturacaksınız?.. "Cinayet",
"yolsuzluk" ve "işkence", bu üç kavram, demokrasimizin
temeline yerleşti artık.
"Yolsuzluk" diyorsunuz: işte mobilya
yolsuzluğu bütün belgeleriyle ortadadır. Üç ayrı bakanlığın müfettişleri
hazırladıkları raporlarla yolsuzluğu belgelere bağladılar. Ne oldu? Hiç!..
Parlamentoda kurulan komisyon bir türlü çalışamadı. Önce başkanını seçemedi.
Sonra da, komisyonun AP'Iİ üyeleri toplantılara gelmeyince, mobilya yolsuzluğu,
şimdilik hasır altı edildi.
Ya Lockheed öyle değil mi? Lockheed yolsuzluğu
ortaya atıldığından bu yana bütün dünyada sadece Türkiye'de bu uçak yapım
şirketinden rüşvet alanlar belirlenemedi. Üstelik, ABD Adalet Bakanlığının
Türkiye'ye yollayacağı yolsuzluk belgeleri, eksik gönderildi. Genelkurmay Savcılığının,
yolsuzluk olmadığına ilişkin "kovuşturmaya yer olmadığı karan", bu
eksik belgelere rağmen alınabildi. Peki, işkence sanıkları yargılanabildi mi?
Ne gezer, işkenceciler ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlar. Orgeneral
Faik Türün, "Umumi Mağazalar" yönetim kurulu üyesidir, istanbul'da
Orgeneral Türün'ün emrindeki "Ziverbey Köşkü"nde sorgulan yöneten
Tümgeneral Memduh Ünlütürk, Ereğli Demir Çelik Fabrikalarına yönetim kurulu
üyesi oluvermiştir. THY Sivil Savunma Uzmanı Eyüp Özalkuş, işkence konusundaki
suçlamalara karşı neden hiç sesini çıkarmamaktadır? "Kürt Bedri"
adıyla bilinen işkenceci, bugün nerededir? Hem işken- KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
69
X çelerde, hem "operasyonlarda" bulunan
Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu "Bay Hıram" bugün hangi görevdedir,
ne yapmaktadır?
Türkiye'de, devlet adına işkence yapıldığı gibi,
sorumsuzca cinayet de işlenmektedir. 1972 yılında ODTÜ öğrencisi Koray Doğan,
güpegündüz, Ankara'nın Ayrancı caddelerinde, Mehmet Beyazıt adlı bir polis
memuru tarafından, yarım metre uzaklıktan, sırtına sıkılan kurşunla
öldürülmüştür.
Koray Doğan eğer ölmemiş olsaydı, 12 Mart dosyalan
arasında unutturulmak istenen "Elrom olayı" ve "Yüzbaşı ilyas
Aydın"ın gerçek kimliği ortaya çıkacaktı. Koray Doğan vuruldu ve olay da
Koray Doğan ile birlikte toprağa gömülmek istendi. istanbul'da Zeytinburnunda
Atilla Özkan, polis memuru Muhsin Bodur ve komiser Mete Altan tarafından
vurularak öldürüldü. Son günlerde ağır ceza mahkemeleri polisin siyasal
suçlarda kovuşturma yapamayacağını hükme bağlıyorlar. Şimdi Zeytinburnu olayı
ile bu kararları karşılaştırın. Ne oluyor? Yargılamadan, savunma alınmadan ölüm
cezalan yerine getiriliyor. Ve böylece cinayet, devlet adına işlendiği için,
suç olmaktan çıkıyor.
Cinayet, yolsuzluk ve işkence. Bu uğursuz üçgeni kırmadan,
ne demokrasiden söz edebilirsiniz, ne de özgürlükten.
Kapatılan yolsuzluk dosyaları, demokrasi uğruna..,
Ödüllendirilen işkenceciler demokrasi uğruna... işlenen cinayetler hep
demokrasi uğruna.
Öyleyse, bu düzen, bu devlet, bu demokrasi kim için,
ne için? Söyler misiniz, ne için ve kim için?..
(Cumhuriyet, 4 Mart 1977) TRT'DEKİ BİR KOMİSYONCU...
Ben bu satırları yazarken, TRT Seçim Kurulu, Şaban Karataş'ın genel müdürlükte
kalıp kalmayacağına karar vermek için toplanacak, siz bu satırları okurken de
kurulun kararı büyük bir olasılıkla belirlenmiş olacak.
Kurul, dört üniversite rektörü ile, Milli Güvenlik
Kurulu Genel Sekreterinden oluşuyor. Dört üniversite rektörü ve 70
Milli Güvenlik Kurulu Sekreteri Orgeneral, bakalım
yüce mahkeme kararlarının üzerinde bağdaş kuran Karataş için ne karar verecek?
Karataş'ın kimliği, kişiliği hiç de önemli değildir.
Cephe partileri, tam kendilerine göre genel müdür bulmuşlardır. Aynı partiler,
bu genel müdürün yanına bir de Hami Tezkan adında Haber Dairesi Başkanı yerleştirmişlerdir.
Tezkan, bir AP eski milletvekilidir. Milletvekilliğinden ayrıldıktan sonra,
Adalet gazetesinde yazı işleri müdürlüğü yapmış, bu arada ticarete de atılarak
komisyonculuk görevi üstlenmiştir.
Hami Tezkan, şu ünlü Lockheed uçak yapım şirketi
komisyoncusu Nezih Dural'ın komisyonculuğu görevini yüklenmiştir. Yani,
Milliyetçi Cephe TRT'sinin haberlerinden sorumlu görevlisi, Lockheed şirketinin
komisyoncusunun komisyoncusu-dur.
"Yürüyüş" dergisi, komisyoncunun
komisyoncusu Hami Tezkan'ı suç belgeleriyle kıskıvrak yakalamıştır. Dergiden
öğreniyoruz ki, Tezkan 1974 yılında "Sinyal Turizm ve Seyahat
Şirketi"nden 239 bin lira komisyon almıştır. Sinyal Turizm ve Seyahat
Şirketi, Lockheed şirketi komisyoncusu Altay Şirketi sahibi Nezih Dural
tarafından Karabük'e satılan 52 bin ton demir için "komisyoncu"
olarak görevlendirilmiştir. Sinyal şirketi ise, bu konudaki üstün yeteneklerine
inandığı Tezkan'ı, komisyoncu olarak seçmiştir.
Tezkan, bu işten tam 239 bin lira komisyon almış,
ancak, devlete tek kuruş vergi ödememiştir. Bunun vergi hukukundaki adı, sözüm
meclisten dışarı TRT'den içeri, "vergi kaçakçılığı" suçudur.
TRT Haber Dairesi Başkanı Hami Tezkan, bu
komisyonculuktan para kazanırken, aynı zamanda gazetecilik görevini de
yürütmektedir. Ülkemizdeki bazı gazeteciler, Tezkan gibi, aynı zamanda
komisyonculuk ve benzeri ticari işler de yapmaktadır. Ancak basın kartları
yönetmeliğinin 20. maddesi, ticaretle uğraşan gazetecilerin, basın kartı
taşıyamayacaklarını belirtmektedir, Tezkan, "Basın Şeref Kartı" taşımaktadır.
Yönetmelik ise şöyle diyor:
- Gazetede, dergi veya matbuada esas gazetecilik
görevinden ayrı ücret karşılığı olsun veya olmasın gazetecilik dışında iş
görmemeleri...
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
71
Komisyoncunun komisyoncusu Hami Tezkan, devlete, komisyonculuktan
kazandığı paradan beş kuruş vergi vermez yani vergi kaçırırken, TRT'de
"milli ve manevi ruh" verecek yayınları yönetmektedir.
Şimdi yapılacak iş şu. Bir: Tezkan hakkında vergi
usul yasalarına göre kovuşturma açılmalıdır, iki: Tezkan'ın basın kartı iptal
edilmelidir. Üçüncüsü de şu: TRT'de gazetecilerin "şeref ve
"itibarı" ve "vergi kaçakçılığı" konusunda bir açık oturum
düzenlenmeli ve konu, "milliyetçilik" açısından tartışılmalıdır.
Anladık, "maddi değerler", örneğin işte
böyle komisyonculuk yoluyla elde ediliyor; peki "milli ve manevi
değerler" nasıl kazanılıyor? Böyle mi?.. (Cumhuriyet, 5 Mart 1977)
ERİMİYOR...
Süleyman Demirel'in bütün amacı, Demokratik Partiyi
eritip yok etmektir. Cephe hükümetinin güvenoyu almasından bugüne kadar geçen
iki yıllık sürede DP, milletvekillerinin yarısını Demirel'e kaptırmıştır. Bunu
görenler, - DP eridi, bitti, tükendi, demektedirler.
Parlamento "aritmetiğine" bakıp bu
yargılara varanların, yaklaşan seçimler sırasında bir de seçmen
"geometrisine" bakmaları gerekir. Acaba DP eridi mi? Acaba birer
birer partilerinden kopup Demirel'in kucağına düşenler, DP oylarını da
ceplerine alıp götürdüler mi? Evet acaba?..
Pazar günü Demokratik Partinin Aydın il kongresine
gittim. Aydın'a girildiğinde, DP Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli'nin arabasını üç
yüzü aşkın araba izlemekteydi. Çevre il ve ilçelerden gelen partililer,
Bozbeyli ve arkadaşlarına gerçekten sıcak ilgi gösteriyorlardı. Bunları görünce
kendi kendime sordum:
- Acaba DP eriyor mu?..
DP erimiyor, belki de güçleniyor. Herkes biliyor ki,
parti büyük bir sarsıntı geçirdi. Fakat bu sarsıntı atlatılmış, partide
derlenme ve toparlanma başlamış. Bu, gözle görülüyor.
72
Kongreye katılan partilileri izledim. Sonra
aralarına karışarak, onlarla konuştum. Bir solcu gazeteci olarak, DP
seçmenleriyle rahatça konuşuyordum. Onlar da solcular hakkındaki görüşlerini
açık seçik söylüyorlardı.
Tartışıyorduk. Acaba, MHP ve AP kongrelerinde bu
rahatlıkla konuşabilir miydim? Hiç şüphesiz konuşamazdım. Türkiye'de sağ ile
sol arasında, hiç olmazsa bu uygarca hoşgörü ortamını oluşturmaktan ürkenler,
korkanlar var.
Ferruh Bozbeyli, yaptığı konuşmada yolsuzluklardan,
soygundan ve cinayetlerden söz etti. Sonra, sözü partisinden ayrılanlara
getirdi. Bu konudaki yorumu çok ilginç:
- Ben partiden "Bir çivi bile sökemezler"
demiştim. Yanılmışım. Söktüler. Ama, çivi sokulurken eğilir. Sonra hiçbir yere
tutmaz.
Gerçekten bu konu önemlidir. Diyelim ki, Konya
Milletvekili Necati Kalaycıoğlu, DP'den ayrılıp AP'ye geçti. Dün DP
milletvekili olarak gittiği köylerden, bugün nasıl AP'ye oy isteyecektir? AP'ye
oy isterken, eski konuşmalarını hatırlayıp yüzüne vuranlar olmayacak mıdır? Bir
Sami Aslan, peşinde kaç oyu sürükleyecektir?
Bunun için, AP oylarını hesap ederken, DP'den gelen
milletvekili sayısını pek ciddiye almamak gerekir.
Önümüzdeki seçimde partilerin çıkaracağı oyları
hesaplarken, DP'nin eridiği varsayımına dayanmak, sanırım son derece yanıltıcı
olacaktır. Amasya ve Çorum kongrelerinden sonra Aydın kongresi de DP'nin
erimediğini, tersine güçlendiğini anlatan önemli belirtilerden biridir.
Demokratik Partinin siyasal görüşlerini bir yana
bırakalım, fakat Parlamentoda Demirel'e karşı çok etkin bir savaş verdikleri,
herkesçe kabullenilmelidir. Aydın kongresinde, Bozbeyli ne zaman Demirel'in adını
ağzına alsa, delegeler toplu olarak şu yanıtı veriyordu: - Kahrolsun...
Eğer seçim alanlarında da aynı hava yaşanırsa,
Demokratik Partinin eski oylarını toplaması hiç de "sürpriz"
sayılmamalıdır.
(Cumhuriyet, 8 Mart 1977)
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 73 GÜÇBİRLİĞİNE DOĞRU...
1977 seçimleri, demokratik düzenin yaşaması için sağ
ile sol arasında bir ölüm kalım savaşına tanık olacaktır. Seçimleri cephe
partileri kazanırsa, Türkiye'de en azından dört yıl süreyle "örtülü
faşizm" yaşanacaktır. Sol kesim içinde yer alan bütün örgütlerin bu
tehlikeyi görmeleri gerekir.
Seçim aritmetiğine göre solu iktidara getirecek
oluşum, sağ oyların parçalanması, buna karşılık sol oyların birleşmesine
bağlıdır. 1973 seçimlerinde sağ oylar parçalanmış, CHP ancak bu yolla iktidara
gelebilmiştir. 1975 yılında ise sağ oyları toplayan dört parti bir araya
gelerek, "cephe hükümeti"ni kurmuşlardır.
Seçimler yaklaştıkça, cephe partileri arasında
çatışma da artmaktadır. Aynı hükümetin içinde görev yapan partilerin sözcüleri,
birbirlerini en ağır gerekçelerle suçlamaktadırlar. Artık hükümet parçalanmaya
yüz tutmuştur. Bu koşullarda, Türkiye işçi Partisiyle Sosyalist Devrim Partisi
Kongreleri toplanmıştır. Gerek TİP Genel Başkanı Behice Boran, gerekse SDP
Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, genel seçimler yaklaşırken, CHP'nin, solundaki
partilerle "diyalog" kurmasını istemişlerdir.
TİP Genel Başkanı Boran bir adım daha ileri giderek,
CHP Gene! Başkanı Bülent Ecevit ile bir görüşme yapmıştır. Bu görüşmede her iki
parti başkanı, özgürlükçü demokrasinin işlerliğini sağlamak için alınması
gereken önlemler üzerinde durmuşlardır. Boran, geçen hafta Ecevit'e yazdığı
mektupta şu görüşleri savunmaktaydı:
- Türkiye işçi Partisi, kitle tabanı ve politik
ağırlığı olan demokratik nitelikteki partiler arasında dayanışma ve güçbirliği
oluşturulmasını zorunlu bulmakta, bunun başarılmasını toplumsal ve tarihi görev
bilmektedir.
SDP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, benzer
düşünceleri partisinin kurultayında şöyle dile getirmişti:
- Faşizme karşı ilk önlem, tüm sol ve demokratik
kuruluşların, partilerin dayanışmaları, işbirliği yapmalarıdır. CHP'nin, öteki
demokratik
kuruluşlarla, özellikle solundaki kuruluşlarla
diyalog kurmaktan, faşizm karşısında bunlarla işbirliği yapmak- 74 tan
kaçınması, herhalde doğru bir davranış olarak nitelene-mez.
Aynı görüşler, Türkiye Birlik Partisi Genel Başkanı
Mustafa Timisi tarafından, öteden beri savunulmaktadır,
Sol parti liderlerinin böylesine sağlıklı bir
noktada birleşmeleri elbette ki, sevindirici bir olaydır. Bundan sonrası, bu güçbirliğinin,
bu "diyalogun", hangi somut koşullarda, hangi aşamalarda ve hangi
aritmetik çözümlerle sağlanacağı noktalarında toplanmaktadır.
Türkiye kanlı bir siyasal geçitten geçiyor. Bu
aşamada, bütün sol güçlerin, aralarındaki görüş ayrılıklarını erteleyerek,
özgürlükçü demokrasinin sınırında güçbirliği yapmaları gerekmez mi?
Bu aşamada, solun saygın ve etkin liderlerine büyük
sorumluluklar düşüyor, ilk hedef, "örtülü faşizmi" tırmandığı yerden
düşürmek ve 1977 seçimleriyle "sola açık" bir iktidar kurmaktır.
CHP bu adımları nasıl değerlendirecek? Önümüzdeki
günlerin gündeminde bu sorun vardır.
(Cumhuriyet, 10 Mart 1977)
İŞGALCİ VE KOMİSYONCU
TRT yöneticilerini, dost düşman, artık iyice
tanıyor; Genel Müdür yasadışı bir "işgalci"dir. Karataş'ın
"ülküdaşı", TRT Haber Dairesi Başkanı Hami Tezkan, Lockheed
şirketinin Türkiye'deki komisyoncusunun komisyoncusudur. Bu Anayasa kuruluşu,
işte bu iki "zatı şerif tarafından yönetilmektedir.
TRT Yönetim Kurulundaki iki hükümet temsilcisini de
tanıtalım. Biri, bir zamanlar devrimcilik adına mangallarda kül bırakmayan
emekli Tümamiral Sezai Orkunt'tur. Öteki ise, 27 Mayıs Devrimine toz
kondurmadığını ileri süren emekli Askeri Yargıç Fikret Ekinci'dir. Şimdi
Karataş, Tezkan, Orkunt ve Ekinci, "milli birlik ve beraberlik ruhu
içinde" yan yana, kol kola ve kucak kucağadır. Ne 27 Mayıs kalmıştır, ne
de Atatürkçülük.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 75
Bir de TRT Seçim Kurulu var. Bu kurul dört
üniversitenin rektöründen ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterinden
oluşuyor. Bu dört rektör ve bir orgeneral, yasadışı niteliği Danıştay ve
Yargıtayca saptanan TRT Genei Müdürü hakkında aylardır bir karara varamamıştır.
Geçen hafta bir karar vermesi beklenen kurul, her nedense kararını önümüzdeki
salı gününe bırakmıştır. Herhalde bir bildikleri vardır...
TRT Seçim Kurulu Başkanlığfna getirilen Milli
Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Nurettin Ersin, 12 Mart döneminin
Milli istihbarat Teşkilatı Müsteşarıdır. Belki bir bildiği vardır. TRT Yönetim
Kurulu Üyesi emekli Tümamiral OrJ<unt, Genelkurmay istihbarat Başkanlığından
emeklidir. Herhalde onun da bildikleri vardır. Bu iki istihbaratçı, bilgilerini
bir araya mı getiriyorlar acaba? Ve gecikme bu yüzden midir?
TRT Seçim Kurulu kararını vere dursun, yasadışı
işgalci Karataş ile komisyoncu Hami Tezkan, TRT görevlilerini birer birer
yerlerinden almaktadırlar. Televizyon Haberleri Müdür Yardımcısı Ayçan
Giritlioğlu'nun açığa alınmasıyla başlayan "Karataş-Tezkan
operasyonu", Televizyon Haberleri Müdürü Özden Vardar, TRT-2 Haberler Müdürü
Altan Aşar, yardımcısı Aydın Soysal, Dış Yayınlar Müdür Yardımcısı Hüsamettin
Unsal, muhabiri Selçuk Altan, Ahmet Tümel, spiker Sacit Onan ile sürdürüldü.
TRT görevlilerine uygulanan işlemlerin tümü
yasadışıdır. Balık baştan kokar. Çünkü genel müdür yasadışıdır. Bir
"işgal-ci'yle bir "komisyoncu" el ele vererek, TRT'de haber
namusunu koruyan görevlileri yaz kış demeden, oradan buraya savurmaktadırlar.
Yok mudur, bu Anayasa kuruluşunda çalışanları
koruyacak devlet görevlisi?
işte Danıştay kararları... işte Yargıtay kararı...
işte mahkeme kararlan... Dört üniversitenin sayın rektörü ve Milli Güvenlik
Kurulu Genel Sekreteri, bu Danıştay ve Yargıtay kararlarına . bakıp:
- Hayır, Karataş yasaya uygun bir genel müdürdür,
diyecekler midir?
TRT bir Anayasa kuruluşudur. Bu Anayasa kuruluşu,
böyle sürgit yasadışı işgalcilere ve komisyonculara terk edilemez.
TRT emekçileri, bu kurumun onurunu, kendi onurları
gibi dimdik ayakta tutmasını bilmektedirler.
TRT bir "işgalci"yle bir
"komisyoncu"ya mı kalacaktır? (Cumhuriyet, II Mart 1977) KİM İNANIR?
Son günlerde Turhan Feyzioğlu'nun söz ve demeçlerine
dikkat ediyor musunuz? CGP Genel Başkanı, yolsuzluklardan, bir de Atatürk
ilkelerine karşı olan partilerden söz edip duruyor. Bu arada da, Başbakan
Demirel ile "iadeli taahhütlü" mektuplar alıp veriyor.
Feyzioğlu'nun yolsuzluklardan söz etmesinin nedeni,
Adalet Partisidir. Bu Kayserili demirbaş politikacı, Demirel'e aba altından
sopa gösterip - Mobilya yolsuzluğunu unutma, demektedir. işlerine gelince
yolsuzluklar önemlidir. Değilse, yolsuzluğun adını bile ağızlarına almazlar.
Sormak gerekir; Mobilya yolsuzluğu ortaya atılalı
neredeyse iki yıl oluyor, Feyzioğlu ve arkadaşları bu konuda hangi olumlu
çabayı gösterdiler? isteselerdi, mobilya dosyası Parlamentoda çoktan ortaya
dökülürdü.
Ya bunun yerine ne yaptılar? Ne yapacaklar!.. Adalet
Partisinden ödünç milletvekili alıp Meclis komisyonlarında cephe partilerinin
oranını artırarak, soruşturmaları sürüncemede bıraktılar. Şimdi de
çalımlarından geçilmiyor: - CGP yolsuzluklarla mücadele eden partidir.
Çocuk kandırıyorlar sanki!.. Mobilya yolsuzluğu ile
Demirel'i korkutmaya çalışan Feyzioğlu, Atatürkçülük "maskesiyle" de
Erbakan'ı köşeye sıkıştırmayı denemektedir.
Cephe hükümeti kurulmadan önce, aralarında CGP'nin
de bulunduğu cephe partileri, seçimlere "ortak liste" ile girmeyi
öngören bir "protokol" imzalamışlardı. Feyzioğlu o günlerde, aynı
Erbakan ile ortak listeyle seçime girmek için imza atarken Atatürkçülüğünü hiç
hatırlamıyor muydu? Sanki Erbakan'ın KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 77
Atatürk düşmanlığı şu son iki hafta içinde ortaya
çıktı! Feyzioğlu da ne yapsın, Erbakan'ı suçüstü yakalayınca, bu ortaklıktan
vazgeçmeyi düşündü.,.
Dedim ya, çocuk kandırıyor...
Yolsuzluk dosyaları birbiri üstüne yığılır,
Feyzioğlu susar... Vatan evlatları, kör kurşunlarla birer birer öldürülür,
Feyzioğlu yine susar.., Bütün bunlardan sonra, şimdi yolsuzluklardan ve Atatürk
ilkelerinden söz eder. Kim inanır Feyzioğlu'na, kim güvenir bu Kayserili
politika demirbaşına?!
Bir hükümette, siyasal sorumluluk da hukuksal sorumluluk
da ortaktır. Hiçbir hükümet üyesi, hükümeti oluşturan partilerin bir ya da
birkaçını suçlayarak sorumluluktan kurtulamaz. Feyzioğlu, aklınca kamuoyu
önünde Demirel ve Erbakan'dan ayrı bir siyasal görüşün sahibiymiş gibi, oyunlar
oynamaktadır. Bir başka oyun daha var. Son haberlere göre, Türk-iş, CGP'yi
destekleyeceğini açıklayacakmış... Ankara'da son tango: Feyzioğlu ve Halil
Tunç... Ne de yakışırlar birbirlerine!.. Feyzioğlu, bundan sonra ne yaparsa
yapsın, artık siyasal yaşamını bitirmek üzeredir. Tanrı taksiratını affetsin...
Amin... (Cumhuriyet, 12 Mart 1977) KİMİ SORUMLU TUTALIM?
italya'da, iki Savunma eski Bakanı ve Hava
Kuvvetleri eski Komutanı, Lockheed uçak yapım şirketinden rüşvet aldıkları
gerekçesiyle mahkeme önüne çıkarılırken, Türkiye'de kamu alımlarıyla ilgili
yolsuzlukları araştırmakla görevli Parlamento Komisyonu Başkanı Yılmaz
Alparslan, Genelkurmay Savcısı Albay ilhan Şenel'i ağır bir dille
suçlamaktadır.
Savcı Albay Şenel, bir süre önce Lockheed
yolsuzluğuna hiçbir askeri kişinin karışmadığını ileri sürerek,
"kovuşturmaya yer olmadığı karan" vermiştir. Oysa, ABD Adalet
Bakanlığından yolsuzlukla ilgili belgelerin tümü Türkiye'ye yollanmış değildir.
Kovuşturmaya yer olmadığı kararı, Lockheed olayının tüm bilgi ve belgeleri
incelenmeden verilmiş bulunmaktadır.
353 sayılı "Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve
Yargılama U-sulü Kanunu", askeri savcı tarafından verilen kovuşturmaya yer
78 olmadığı kararına, Genelkurmay Başkanının on beş gün içinde itiraz etmesine
olanak tanımaktadır. Genelkurmay Başkanı Sancar, karara itiraz etmiş değildir.
Aynı yasanın 3'üncü maddesi, Milli Savunma Bakanına, kovuşturmaya yer olmadığı
kararına karşı askeri savcıya, aynı konuda dava açması için emir verme yetkisi
tanımaktadır. Bu konuyu düzenleyen yasa maddesi şu tümce ile son bulmaktadır:
- Kamu davasının açılması hususunda verilecek emir
üzerine askeri savcı, soruşturma yapmaksızın iddianame ile kamu davası açar.
Yani, Milli Savunma Bakanı Ferit Melen, dilerse
Lockheed ile ilgili dosyayı inceler ve askeri Savcı Albay ilhan Şenel'e kamu
davası açması için emir verebilir. Bu durumda, Lockheed yolsuzluğu için dava
açtırma yetkisine sahip tek kamu görevlisi, Milli Savunma Bakanı Ferit
Melen'dir. Melen isterse, dava açılacak, istemezse Lockheed yolsuzluk dosyası
kapanacaktır.
Genelkurmay Mahkemesinde, Milli Savunma Bakanı Melen
ile ilgili bir başka dosya daha bulunmaktadır. Bu dosya, Hava Kuvvetleri eski
Komutanı Emin Alpkaya ile ilgili beraat kararını kapsamaktadır. Askeri Yargıtay
onayından da geçmiş bulunan bu karara göre, Milli Savunma Bakanı Ferit Melen ve
Genelkurmay Başkanı Semih Sancar hakkında kamu davaları açılması gerekmektedir.
Buradan Genelkurmay Askeri Savcılığının verdiği, bir
başka kovuşturmaya yer olmadığı kararına geçelim:
Kıbrıs barış harekâtında batan Kocatepe gemisi, sağ
basında eleştirilere ve suçlamalara yol açmıştır. Bu saldırıların nedeni, o
günlerin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Kemal Kayacan'ın, CHP'ye girmesi ve
1967 Kıbrıs olayları dolayısıyla, zamanın Başbakanı Süleyman Demirel'i suçlamasıdır.
Genelkurmay Askeri Savcılığının 15.7.1976 gün ve
1976/540 sayılı kovuşturmaya yer olmadığı kararıyla, Kıbrıs çıkartması
sırasındaki olayda hiçbir komutan ve askeri personelin sorumluluklarının
olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
Bu karar verilmiştir ama, Milli Savunma Bakanı Melen
de, Genelkurmay Başkanı Sancar da, bu önemli karan kamuoyuna duyurmamışlardır.
Bu arada, AP basını, ölçüsüz saldırılarla KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 79
Kayacan'ı suçlamıştır. Melen ve Sancar yine
susmuştur. Kayacan, bu saldırıları sürdüren AP basınını çeşitli asliye hukuk
mahkemelerinde mahkûm ettirmiş, fakat yetkililerden hiçbir ses çıkmamıştır.
Melen, ancak bir yazılı soru üzerine, bu konudaki kararı, verilişinden altı ay
sonra Parlamentoda açıklamak zorunda kalmıştır.
Görülüyor ki, bu tür olaylar, belirli siyasai
eğilimlere ve endişelere göre kullanılmaktadır.
Açılmayan yolsuzluk dosyaları, mahkeme kararlarına
rağmen kapanan suç ihbarları... Silahlı Kuvvetlerin savaş gücü ve onuruyla
ilgili gizlenen kararlar... Kimi sorumlu tutalım bunlardan, kimi?.. Kimi?.. Ve
hani, nerede "devlet bütünlüğü"?.. Böyle mi korunuyor, böyle mi?..
(Cumhuriyet, 13 Mart 1977) KARIŞIK İŞLER...
Karmakarışık olaylar içindeyiz. Bir olay, bir başka
olayı u-nutturuyor. Olaylar bir alev seli gibi, toplumun her kesimini sarıyor.
Bir yerde kanayan yara, bir yerde çürüyen yolsuzluk dosyaları, görünmez
bağlarla birbirlerine bağlanmış sanki.
Ankara Cezaevinden, bazı siyasi tutuklular cezaevi
duvarını delerek kaçmış... Bu duvar nasıl delinmiş? Cezaevi yöneticileri, delinen
duvarın hiç farkına varmamışlar mı? Nasıl başarılmış bu İŞ?
Olayı duyar duymaz, cezaevinden kaçan Taner Akçam'ın
babası Dursun Akçam'ı telefonla aradım. Akçam, acı içinde kıvranıyordu.
Çaresizdi.
- Her an bir felaket haberi almaktan korkuyorum,
diyordu.
Tanrı saklasın, aklımız ister istemez Kızıldere
olaylarına takıldı. Mahir Cayan ve arkadaşları, Maltepe Askeri Tutukevinin
duvarını delerek kaçmışlar, sonunda, "Kızıldere" köyünde kapana
kısılarak, havan mermileriyle öldürülmüşlerdi.
Dursun Akçam:
- Oğlum yirmi iki yaşında. Savcı mahkemede, yaşının
otuz katı ceza istedi. Mahkeme sekiz yıl verdi. Dosyası daha Yargıtaya
gelmemişti. Karar belki bozulurdu, içim kan ağlıyor, Felaket haberi almaktan
korkuyorum, diye yakınıyor. 80 Ne yapsın!.. Baba yüreği!..
Yarın hangi olayların içinde yaşayacağız,
bilemiyorum. Sokak ortasında vurulan gençlerden mi, trafik polisi tarafından
öldürülen delikanlılardan mı, güvenlik kuvvetlerinin operasyonlarından mı söz
edeceğiz acaba?
Yarın TRT Seçim Kurulu, yasadışı bir "işgaici"
ile vergi yasalarından kaçıp televizyon ekranının gölgesine sığınmış bir
"komisyoncu"nun yönetimindeki TRT için bir karar verecek. Kurul,
aylardır bu konuda bir karara varamadı. Belki yarın, Milli Güvenlik Kurulu
Genel Sekreteri Orgeneral Nurettin Ersin, TRT Seçim Kurulunun kararını
açıklayacak.
Dört üniversite rektörü ve bir orgeneral, Danıştay
ve Yargıtayca, "yasadışı" olarak nitelenen TRT Genel Müdürü hakkında,
bakalım ne karar verecekler? Anayasa kuralları sadece mahkemeleri, hükümeti,
Parlamentoyu bağlamaz. Bu kurallar kişiler için de bağlayıcı nitelik taşırlar.
Bu kararlara karşın, örneğin kurulun orgeneral başkanı, - Hayır, Karataş tam
Anayasanın istediği adamdır, diyebilecek midir?
Generallerin, siyasal iktidarla yakınlık kurmaları
çok doğal sayılıyor nedense. Bu yakınlık, görev dolayısıyla olursa, söylenecek
söz yoktur. Fakat bazı generaller, durup dururken başbakanlarla beraber
olduklarını ilan etmeye neden gerek görürler acaba?
- Hükümetin emrinde şerefle hizmete devam
edeceğiz... Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Ali Fethi Esener ile
Kolordu Komutanı Korgeneral Feyzi Aysun'un, 12 Mart
muhtırasının yıldönümünde, bu muhtıranın iktidardan devirdiği Demirel'e
"şilt" verip böyle konuşmalar yapmalarının nedeni açıklanabilir mi?
Silahlı Kuvvetlerin, hükümetlerin emrinde olmaları
yasa gereğidir. Bu gereğin, durup dururken, siyasal nitelikteki bir, törenle
Demirel'e hatırlatılmasının siyasal amaç taşımadığını kim ileri sürebilir?
Bu iki sayın general, 27 Mayıs I960 ihtilalinde,
Silahlı Kuvvetlerde görev yapmamışlar mıydı? 27 Mayıs ihtilalinde Silahlı
Kuvvetler, "hükümetin emrinden" çıkarak, Menderes hükümetini
devirmiştir. 12 Mart 1971 tarihinde de, dört orgeneralin imzaladıkları bir
"muhtıra" ile hükümetin emrinden .çıkmış, KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 81
yine, bugün şilt vererek kutladıkları Başbakan
Demirel, hükümetten düşürülmüştü. Sayın generaller, eğer gerçekten
"hükümet emirlerine" bağlılarsa, bu bağlılıklarını şu iki hükümet
darbesinde gösterselerdi, daha inandırıcı olmazlar mıydı?
Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Ali Fethi Esener'in,
ordu komutanlığının bulunduğu Erzincan ilinden kalkıp Elazığ'a gelerek Başbakan
Demirel'e "şilt" vermesini ve Başbakanın siyasal konuşma yaptığı
kürsüde bir "parti büyüğü" gibi yer almasını Silahlı Kuvvetler nasıl
karşılar, bunu bilemiyoruz. Fakat, önümüzdeki 30 Ağustosta emekliye ayrılacak
olan Orgeneral Esener, herhangi bir parti listesinde yer alırsa, ya da bu
partiler aracılığı ile bir yönetim kurulu üyeliğine getirilirse, söylenecek
sözlerin neler olduğunu şimdiden biliyoruz. Yarın ne haber alacağız? Güvenlik
kuvvetleri, cezaevinden kaçan siyasal tutukluları yakalayacak mı? Dursun
Akçam'ın baba yüreği telaş ve heyecanla yeni haberler bekleyecek mi? TRT Seçim
Kurulu Başkanı Orgeneral Nurettin Ersin, Karataş'ın görevden alınmasını
isteyecek mi?
Olaylar birbirinin içine girmiş. Bir olayda, öbür
olayın yanıtı saklı. Ve her olay, bir çöküşün habercisi sanki...
(Cumhuriyet, 15 Mart 1977) OLAY ARANIYOR...
içişleri Bakanlığı, her ay, "hava raporu"
verir gibi, gizli örgütlerin eylem yapacaklarını açıklayan genelgeler
yayımlamaktadır. Bu hafta içinde, bu gizli örgütlerin eyleme geçecekleri
belirtilmektedir.
Sokak ortalarında insanların yaylım ateşiyle
öldürüldüğü bir dönemden geçiyoruz. Cumhuriyet döneminde, böylesine kanlı
günler hiç yaşanmamıştır.
işte bu son günlerde bazı çevreler, olay yaratmak
için ellerinden geleni ortaya koymaktadırlar. En son deneme, ODTÜ yurtlarında
sahneye kondu. Bir kanlı çatışma, araya giren CHP'Iİ milletvekili ve
senatörlerin çabasıyla önlenebildi.
Bu gibi gergin ortamlarda, atılan bir el bombası,
sıkılan bir kurşun, hiç umulmadık olaylara yol açabilir. Koşullar öylesine
oluşur ki, büyük patlamalar için bir küçük kıvılcım yeterlidir.
82
Almanya'da Hitler faşizmi, 1933'lerde
"Reichstag yangını" adı verilen bir olayla "devlet
terörü"ne başladı. Türkiye'de "Elrom olayı" 12 Mart faşizmine,
balyoz sallama olanağı sağladı.
Egemen güçler şimdi de, ya bir yeni "Reichstag
yangını" ya da yeni bir "Elrom olayı" arıyorlar.
Parlamento binasının solcular tarafından yakıldığını
ileri süren Hitler, bu yangından sonra ülkedeki bütün ileri aydınları,
üniversite profesörlerini, siyasal parti yöneticilerini bir gece içinde
cezaevlerine toplattırarak, Nasyonal Sosyalizmin demir ökçesini Alman halkının
başına indirmişti.
Sonradan, Reichstag yangınının Hitler yanlısı SS'ler
tarafından çıkartıldığı anlaşıldı.
Türkiye'de, Marmara vapuru ve Eminönü yolcu
gemisinin batırılışı ile Kültür Sarayının yakılışı, 12 Mart döneminde,
solculara yükletilmek istenmiş, ancak iftira silahları mahkeme önünde birer
birer geri tepmişti, israil Başkonsolosu Eirom'u kaçırıp öldürenlerden Hava
Yüzbaşısı ilyas Aydın'ın, bugün nerede olduğu ve ne yaptığı kimse tarafından
bilinmemektedir.
Bu tür olayları art arda sıralarsanız, kuşkular
büsbütün artmaktadır. istanbul'da, sokak ortasında dolaşmak artık bir cesaret
işi olmuştur. Kentin sokaklarında bir "infaz mangası" gibi dolaşan
kanlı bir çete, yaylım ateşiyle adam öldürmekte, başta içişleri Bakanı olmak
üzere, bakanı, valisi, emniyet müdürü, olup bitenleri birer "kapalı
tribün" seyircisi gibi gözlerinin ucuyla izlemekle yetinmektedirler.
Acaba devletin yasal yetkilerini aşan bir örgüt
eyleme mi geçmiştir? Acaba, böyle kanlı saldırılar düzenlendikten sonra,
solcuların karşı eylemlere geçmesi mi isteniyor? Acaba, istanbul'da eski
saraylarda ve köşklerde karargâh kurmuş, "kontrgerilla" merkezleri,
kendilerine "avcılar grubu" adı verip belli eylem planları mı
uyguluyor?
Ülkemizde barıştan ve özgürlükten yana olan bütün
ilerici güçlerin bu soruların yanıtlarını bir bir bulup çözmeleri
gerekmektedir. "Bireysel terör" yollarının, sosyalizme ve
sosyalistlere zarar vereceğini bilmek zorunda olan "sabırsız" ve
"keskin solcular'ın, öncelikle bu konu üzerinde düşünmelerinde yarar
vardır. KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ' 83
Dikkat: Birtakım güçler ülkemizde "Reichstag
yangını" arıyor. Oyuna gelmemek gerekir. Aman dikkat!..
(Cumhuriyet, 17 Mart 1977)
BÖYLE KARAR OLMAZ...
TRT Seçim Kurulunun Genel Müdür Şaban Karataş
hakkındaki kararını anlayan var mı acaba?
Kurulda iki üye, Karataş'ın görevden alınması için
oy kullanmış, öteki iki üye görevde kalmasını istemiş, bir üye de çekimser
kalmıştır.
Buna karar denir mi? Böyle karar olmaz. Bu kararın
niteliği, kararsızlıktır.
Bir Ağır Ceza Mahkemesi düşünün. Üyelerden biri,
sanığın ölüm cezasına çarptırılmasını ister, öteki üye ise aynı sanığın beraati
yönünde oy kullanırsa, üçüncü üye, "ben çekimserim" diyebilir mi? Bu
durumda, yargılanan sanık beraat mı eder, idam mı olur?
Ne beraat eder, ne de idam olur. Ama mahkeme şu ya
da bu yönde kararını belli eder. Hukuk mantığı bunu gerektirir, çünkü bir karar
ancak böyle oluşur.
Bir başka alandan örnek verelim. Diyelim ki istanbul
Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Kafalı, bir doçentlik jürisine
katıldı, iki profesör, sınava giren asistan hakkında olumsuz oy verse, öteki
iki üye de, olumlu oy kullansa, Prof, Kafalı,
- Ben çekimserim, diyebilir mi? Derse ne olur?
Üniversiteler yasasına göre, kurul üyesi profesör, olumlu ya da olumsuz oy
vermek zorundadır. "Çekimser oy" söz konusu olamaz, işin hakçası ve
özeti budur.
Bu örneklerden sonra, geliniz TRT Seçim Kurulunun
hangi koşula bağlı olarak karar alacağını, 359 sayılı TRT yasasına dayanarak
saptayalım:
359 sayılı yasada, 12 Mart döneminde yapılan
değişiklikle, TRT Seçim Kurulu öngörülmüş bulunmaktadır. Yasanın değişik 9'uncu
maddesinde şu hüküm yer almaktadır
84
- TRT'nın Anayasaya ve bu yasanın öngördüğü esaslara
aykırı olarak yaptığı ve tarafsızlık ilkesinden uzaklaştığı ve genel müdürün
göreviyle ilgili ağır bir hizmet kusuru işlediği hallerde, başbakanın ve
TBMM'de grubu bulunan siyasi partilerden birinin yazılı olarak TRT Seçim
Kuruluna başvurması ve bu kurulun olumlu görüşünü bildirmesi üzerine, genel
müdür, Bakanlar Kurulu kararnamesiyle görevinden alınır...
TRT Seçim Kurulunun hangi koşula bağlı olarak karar
alacağı, 359 ayılı yasanın 29/2/1972 tarih ve 1586 sayılı yasa ile eklenen ek
birinci maddesinde açıkça belirtilmektedir. Okuyalım:
- Kurulun toplantı ve karar yeter sayısı, üye tam
sayısının salt çoğunluğudur...
Yani, beş kişilik kurul, üç kişi ile toplantı
yapabilir. Bu kurulun karar vermesi için, çoğunluk oyunun belirmiş olması
gerekmektedir. Yasa bu koşulu açıkça tanımlıyor:
- Üye tam sayısının salt çoğunluğu...
TRT Seçim Kurulunda karar verilmemiş, oylar
dağılmıştır. Kurulun Başkanı, Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Orgeneral
Nurettin Ersin ve Ege Üniversitesi Rektörü Necati Akgün, Karataş'ın görevde
kalması yönünde oy kullanmıştır. Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tahsin
Özgüç ve Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Doğan Karan, aynı Karataş'ın
tarafız yayın yapmadığı ve hizmet kusuru işlediği gerekçeleriyle görevden
ayrılmasını istemişlerdir, istanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Prof Dr. Kemal
Kafalı ise çekimser kalmıştır. Böylece karar çoğunluğu olmamış, ortaya bir "kararsızlık
belgesi" çıkmıştır.
TRT Seçim Kurulu Başkanlığının şu bildirisine bakın!
Kurul Başkanı Orgeneral Ersin ne diyor:
- Yapılan oylamada iki olumlu, iki olumsuz, bir
çekimser oyla TRT Genel Müdürü Şaban Karataş'ın görevden alınmasına gerek
olmadığı sonucuna varılmıştır.
Kamuoyu, bu tür sudan gerekçelerle kandırılamaz.
Kurul, yasal açıdan bu konuda karar vermiş sayılamaz. Her üye bir oya sahiptir.
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneralin de oylamada tek oyu vardır.
Öteki üyeler de birer oya sahiptir. Bu oyların."aritmetik toplamı",
bir kararı değil "kararsızlığı" ortaya koymuştur, KONTRGERİLLA
ÖĞRETİLERİ 85
Bu kararsızlık belgesi, kesin hüküm niteliğinde
değildir. Kararın Danıştaya götürülmesinde zorunluluk vardır. Çünkü bu karar,
Karataş'ın görevde kalmasını gerektirici nitelikte değildir. Karar
oluşmamıştır.
(Cumhuriyet, 18 Man 1977)
YILAN HİKÂYESİ...
"Yılan hikâyesi" kavramı hangi olaydan
sonra ortaya çıkmıştır, bilmiyorum. Eğer "yılan hikâyesi", uzayıp
giden, bir türlü sonuçlanmayan işleri anlatmak için kullanılıyorsa, şu bizim
ünlü "mobilya davası", "yılan hikâyesi" kavramını
unutturacağa benzemektedir.
Belgeler... Dosyalar... Davalar... Peki sonuç ne?
Sonuç ortada, iki yıldır Millet Meclisinde dosyanın kapağı bile aralanmadı.
Kurulan komisyon, henüz kim sorumlu, kim değil, bu sonuca bile ulaşamadı. Ne
dersiniz?,. Bu dosyayı da TRT Seçim Kuruluna mı yollasak acaba?.. Belki iki
olumlu, iki olumsuz bir de çekimser oyla karar verirler, olur biter!
Mobilya yolsuzluğu ile ilgili belgelerden bıktınız,
biliyorum. Ama, yine de şu belgeye bir göz atalım; bakalım bu belgede ne
deniyor?
Gümrük ve Tekel Bakanlığı Başmüfettişi Fevzi Ertürk,
30.12.1976 gün ve 66/47 sayılı yazısında şunları yazıyor:
- 14-16 Nisan 1975 tarihleri arasında Cenova'dan
Bianchi Co. S.A., Chiasso- Switzerland adresine gönderilen söz konusu 17.650
kg. tahta mobilyanın Chiasso'da özel bir antrepoya alındıktan sonra Bianchi
firması yetkilisinin isviçre gümrük makamlarına verdiği dilekçe üzerine,
31.12.1976 günlü 3-a
parçasının (200 kg. kadar), İsviçre'den tekrar
İtalya'ya gönderildiği ve geri kalan kısmının da yakılmak suretiyle imha
edildiği öğrenilmiştir...
Yani, Yahya Demirel'in sunta mı, mobilya mı olduğu
anlaşılmayan "manevi kişiliğe" sahip, ceviz kaplama yemek ve yatak
odası takımları, gurbet ellerde yakılıp yok olmuştur.
Neden acaba? 86
Bu nedenlerin niçinlerin yanıtı, Parlamentoda bir
türlü ortaya çıkarılamamıştır. Mahkemelerde davalar sürüp duruyor. Bu yüzden,
görülmekte olan davalar hakkında hiçbir eleştiriye yer vermeyelim. Gün gelir,
Zonguldak Ağır Ceza Mahkemesinin de, Ankara Dördüncü Ağır Ceza Mahkemesinin de
kararları, birer birer kamuoyuna sunulur. Şimdilik sabırla bekleyelim.
Parlamentoda, mobilya yolsuzluğunu araştırmak için
kurulan komisyon, "türlü çeşitli" yollarla, engellenmektedir. Önce
aylarca komisyon başkan seçemedi. Sonra da, komisyonun bir AP eski milletvekili
olan MSP'Iİ üyesi, tam karar aşamasında istifa edip komisyondan ayrılıverdi. Bu
arada komisyonun görev süresi de bitti.
Geçtiğimiz çarşamba günü, mobilya komisyonunun görev
süresinin, TBMM birleşik toplantısında uzatılması gerekiyordu. Fakat Başbakan
Demirel, her nedense Antalya'daki açık hava toplantısını, tam komisyon
süresinin uzatılacağı güne rastlat-mıştı. Birçok AP milletvekili ve senatörü,
bu nedenle, birleşik toplantıya gelmedi. Böylece, komisyonun görev süresi de
uzatılmamış oldu. Türkiye'de son yıllarda hiçbir yolsuzluk, mobilya dosyası
gibi sağlam kanıtlarıyla ortaya konmadı. Buna karşın, bütün olup bitenleri
görüyorsunuz. Devletin namuslu müfettişlerinin sayfalar dolusu raporları,
yolsuzluğu bir suçüstü tutanağı gibi gözler önüne seriyor ama, atı alan
Üsküdar'ı çoktan geçmiş bile...
Demirel eğer, erken seçim önergesi verirse, MSP de
mobilya yolsuzluğu için gensoru önergesi verecek. Şimdilik "yılan hikâyesi"nin
güncelliği de bu. Görüyorsunuz, yolsuzluk, işte böyle işlere de yarıyor.
(Cumhuriyet, 19 Mart 1977) BOŞA GAYRET...
Bu gergin ortamda her gün bir olay bekliyoruz. Çünkü
artık, kaba kuvvet bütün ülkede egemenliğini ilan etmiştir. Bu ortamda saldırganların
amaçlarından biri de. ilerici basını KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 87 susturmaktır.
Cumartesi günü, gazetemiz Genel Yayın Müdürü Oktay Kurtböke'ye yapılan saldırı,
bu özlemin en ilkel belirtilerinden biridir.
Cumhuriyet gazetesi, yarım yüzyılı aşan tarih kesiti
içinde "cumhuriyet ilkelerini" savunmaktadır. Cumhuriyetimizin
ilerici ve Atatürkçü ilkeleri, bu gazetede satır satır savunulmuştur. Hemen
hemen her dönemde tutucu, çıkarcı ve gerici çevreler, Cumhuriyet gazetesiyle
uğraşmayı gericilik ve çıkarcılıklarının gereği saymışlardır.
Son günlerdeki saldırıları izliyorsunuz. Hemen hemen
her gün bir Cumhuriyet okuru dövülüyor. Cumhuriyet gazetesi satan gazete
bayileri adlarına "ülkücü" denilen sokak çeteleri tarafından
yakılıyor, yıkılıyor.
Nedir bunların anlamı?..
Bunların anlamı açıktır. Yarım yüzyıldır, onurlu
uğraşını, ilerici çizgideki kavgasını sürdüren Cumhuriyet gazetesi bir kez
yıldırılırsa, korkutulursa, ürkütülürse, bu çıkarcılar, bu genciler rahat nefes
alacaklardır.
Milyonluk tazminat davaları açıyorlar, olmuyor.
Reklamlarını kesmeye kalkıyorlar, olmuyor. Okurlarını dövüyorlar, olmuyor.
Muhabirlerine saldırıyorlar, olmuyor. Yazarlarını tutukluyorlar, olmuyor.
Cumhuriyet bir "devrim meşalesi" gibi,
gericiliğin, tutuculuğun, sömürünün, yolsuzluğun ve cinayetin üstüne gidiyor.
Durmuyor, korkmuyor, korkutulmuyor, susmuyor, susturulmuyor.
Yaklaşan seçimlerde boy hedefi yine Cumhuriyet
gazetesidir. Cumhuriyet gazetesiyle birlikte öteki ilerici yayın organlarıdır.
Devrimi gazeteciler ve yazarlardır.
Basın susarsa, susturulursa, seçim alanlarında
diledikleri gibi at oynatacaklar. Nasıl olsa, TRT bir "işgalci" ile
televizyon, bir eski zaman "gramofonu" gibi sadece "sahibinin
sesinden" konuşacaktır. Bir de basın, ilerici basın susarsa, işgal
tamamlanacaktır.
Yok, yağma yok öyle!..
Cumhuriyet gazetesi,
başyazarından genel yayın müdürüne, genel yayın müdüründen yazı işleri
müdürlerine, muhabirine, yazarına ve gazetede çalışan tüm emekçisine kadar, 88
bütün kadrosuyla gericiliğe karşı sıkılmış bir yumruk gibi kavgasına
devam edecektir.
Cumhuriyet gazetesini susturmak, "iktidar
kabadayılarının" gücünü çok aşar. Hodri meydan!.. Buyurun bakalım!
(Cumhuriyet, 22 Mart 1977) DEMEK ÖYLE!..
Başbakan Demirel'in demagojik saldırıları gün
geçtikçe artmaktadır. Kendi iktidarında, yüz binlerce işçiyi Almanya'ya göçe
zorlayan Demirel, CHP'nin önerdiği "Koy Kent Projesinin, köylüyü zorla
köyünden koparıp göç başlatacağını ileri sürmektedir.
Son günlerde, bir başka demagoji fırtınası da
CHP-TİP ilişkileri nedeniyle ortalığı kasıp kavurdu. Demirel. solun bir
"yamaç" olduğunu, CHP'nin bu yamaçta kayıp, sonunda TİP ile
birleştiğini söyleyerek, aklı sıra, CHP'nin "komünistliğini"
kanıtlayıverdi.
Demirel'e göre TİP, "bölücülük" ve
"komünistlik" nedeniyle kapatılmıştır.
Öyleyse CHP'nin komünistlik nedeniyle kapatılan bir
partiyle ilişkisi CHP'nin de komünist olduğunu göstermektedir.
Yalan ve yanlış aynı noktadan kaynaklanmaktadır. TİP
Anayasa Mahkemesi tarafından "komünistlik" nedeniyle kapatılmamıştır.
Bir Başbakanın gerçekleri bu kadar açıkça çarpıtması, artık devlet hayatımız
için alışılagelen olaylardan olmuştur. Bu nedenle, bu tutumu hiç yadırgamamak
gerekir.
Öyle amma, bazı gerçekleri de, iyice vurgulamak
gerekmez mi?
TİP, 12 Mart faşizminin tozu dumanı arasında,
"bölücülük" nedeniyle kapatılmıştır. Aynı dönemde, Necmettin
Erbakan'ın lideri bulunduğu "Milli Nizam Partisi" de, Atatürk
ilkelerine aykırı tutumu nedeniyle, TİP'in kapatılmasına karar veren aynı
Anayasa Mahkemesince kapatılmıştır.
Erbakan, kapatılan Milli Nizam Partisi yerme, Milli
Selamet Partisini kurmuş, bu partiyle de Başbakanlık merdivenlerini
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 89 tırmanmıştır. Demirel bugün, Anayasa Mahkemesinde
kapatılan bir partinin lideriyle hükümet sandalyelerini paylaşmaktadır. Anayasa
Mahkemesince kapatılan partilerle işbirliği yapmak suç sayılıyorsa, bu suçun
önce Demirel için söz konusu olması gerekmez mi?
Kaldı ki CHP. TİP ile herhangi bir seçim işbirliği
de yapmış değildir. Yalan ye yanlış burda da, birbirine karışmaktadır.
CHP'nin TİP, SDP ve TBP ile işbirliğine girişmesi
demokrasinin yaşaması için gerekli aşamalardan bindir. Fakat ne yazık ki, TİP
ve TBP'nin önerdikleri bu "güçbirliği", pek de inandırıcı olmayan
nedenlerle reddedilmiş ve CHP, kendi dışındaki sol ile "diyalog kopukluğu"nu
sürdürmek kararında olduğunu bir kez daha açıklamıştır.
işin özüne inerseniz, eleştirilmesi, karşı çıkılması
ve kınanması gereken tutum, bu ürkeklik, bu çekingenlik ve şüpheciliktir.
Sosyalist partileri suç çemberleri içine alıp
birtakım varsayımlarla demagojik sonuçlar çıkarmak, Demirel gibi politikacılara
çok yakışmaktadır. Fakat düştükleri çelişkiyi kendileri görmüyorlar mı?..
Sen kalk, kapatılan bir partinin lideriyle hükümet
kur; sonra TİP'in Anayasa Mahkemesince kapatılma gerekçesini saptırarak suç
gerekçeleri yarat... Sen kalk, 27 Mayıs ihtilaliyle kapatılan ve halkoyundan
geçmiş bir Anayasa ile mahkûm edilmiş Demokrat Partinin devamıyız de; ondan
sonra da, kapatılan partilerle ilişkiyi suç say!..
Kapatılan partilerle işbirliği yapmaktan söz
edemeyecek tek adam varsa, o da Demirel'dir!
(Cumhuriyet, 23 Mart 1977) "HAYALİ KAMYON"
Başbakan Süleyman Demirel'in kardeşi Şevket
Demirel'in büyük paylarına sahip olduğu "Orma Şirketi", Sanayi ve
Teknoloji Bakanlığından 330 milyon liralık "teşvik belgesi" almıştır.
2 Şubat 1977 gün ve 3283 sayılı "teşvik belgesi", Demirel ailesinin
nasıl bir büyüme içinde olduğunu göstermektedir. 90
Memleketimiz işte böyle büyüyecektir. Büyüme,
sermayenin büyümesine bağlıdır. Sermaye büyürse, sermaye sahipleri de büyür.
Sermaye sahipleri büyürse, Türkiye de büyür. "Büyük Türkiye" ancak
işte böyle ortaya çıkar.
Şevket Demirel, bu son teşvik belgesinde çok
alçakgönüllü davranmıştır. Çağımız, "milyon değil, trilyon" çağıdır.
Ne diyor Şevket Beyin ağabeyi: - Trilyonu telaffuz etmeye alışalım...
Trilyon çağında, milyonluk teşvik belgesinin lafı mı
olur? Demokratik Partiden Adalet Partisine "transfer" edilen
"koca reis" namlı Dr. Sadettin Bilgiç de, 1975 seçimleri arifesinde,
bir alçakgönüllülük göstererek, milyonluk teşvik belgeleriyle yetinmemiş miydi?
Ne de olsa görmüş geçirmiş adamlar...
Türkiye bu yolla büyürken, ara sıra ufak tefek
yanlışlıklar da yapılıyor. Ne bileyim ben, isviçre'de "hayali
şirketler" aracılığı ile mobilya ihracatı yapmak gibi, efendime
söyleyeyim, karşılıksız çek vermek gibi yanılgılara da rastlanmıyor denemez.
Başbakan Süleyman Demirel'in becerikli yeğeni,
Mıgırdıç Şellefyan adlı bir işadamı ile iş ilişkilerine girmişti.
Mıgırdıç-Demirel ortaklığı milliyetçi Türkiye'nin gereklerinden biriydi. Fakat
bir unutkanlık eseri, Şellefyan-Demirel ortaklığının isviçre'de varlığı
saptanamayan şirketler aracılığı ile ticaret yaptıkları ortaya konuvermişti.
Şimdi yurtdışına, bu "hayali şirketler" aracılığı ile mobilya
satıldığı ileri sürülüyor, ancak, isviçre'de bu firmalara kimse rastlamıyordu.
Üstelik, Yahya Demirel'in Antalya, istanbul ve izmir umanları dururken, neden
Ereğli'den yurtdışına mobilya gönderdiği de anlaşılmıyordu.
Yahya Demirel'in binlerce ton tuttuğu ileri sürülen
mobilyalarını kim taşımıştı? Hangi taşımacı, hangi kamyon, hangi şoför?..
Yahya Demirel, bu mobilyaların, hangi taşımacılar
tarafından taşındığını bildirmesi üzerine, gerek Maliye Bakanlığı yetkilileri,
gerekse savcılık, bu taşımacıları çağırıp ifadelerini aldılar. Ankara Birinci
Asliye Ceza Mahkemesinin 1976/384 sayılı dosyasından anlaşılıyor ki,
İsparta'dan Ereğli'ye mobilya taşıdığı ileri sürülen iki taşımacı: KONTRGERİLLA
ÖĞRETİLERİ 91 - Biz ne Yahya Demirel'i tanırız, ne de mobilya taşıdık, demezler
mi?
Bakın Allanın işine. Mobilyaları taşıyan kamyonlar
da "hayali" değil mi?
Sami Yenice, "67 AD 868" plakalı kamyonun
sahibidir. Yahya Demirel'in ilgililere sunduğu faturaya göre, 67 AD 868 plakalı
kamyon, 26.7.1974 ve 21.1 1.1974 günleri İsparta'dan Ereğli'ye mobilya
taşımıştır Kamyon sahibi Sami Yenice: -Hayır, diyor, fatura sahtedir. Benim
kamyonum o tarihlerde Yenice Orman idaresinde yük taşımaktaydı. Bu faturanın
nasıl ve kimler tarafından düzenlendiğini bilmiyorum...
Necati Düzgün, Karabük-Yenice arasında çalışan bir
taşımacı. Yahya Demirel'in kayıtlarında görünen, sahibi bulunduğu "67 AV
584" plakalı kamyonunun, Yahya Demirel'in mobilyalarını taşımadığını
söylüyor ve ekliyor:
- Faturalar sahtedir. Kamyonumun ruhsatı
16.8.1974 tarihlidir. Yahya Demirel'in düzenlediği anlaşılan faturaya göre,
benim kamyonum 26.7.1974 tarihinde Ereğli'ye mobilya taşımış gibi görünüyor.
Oysa, ben o tarihte kamyonuma
ruhsat bile almamıştım...
Yani görüyorsunuz; "hayali şirket"
aracılığı ile yapılan ticarete, "hayali kamyonlar" da karışmış
bulunuyor
Demirel demokrasisi, "Hayali Küçük Ali"nin
karagöz perdesine benzemedi mi? (Cumhuriyet, 14 Mart 1977)
ERKEN SEÇİME DOĞRU
Erken seçim olasılığı iyiden iyiye belirdi. CHP ve
AP "yetkili kurullan", erken seçim için ilk adımlarını attılar.
Hükümeti oluşturan partilerden MSP, aynı günlerde erken seçimi engelleyeceğini
açıkladı. Muhalefet partilerinden DP, yolsuzluk dosyalan Parlamentoda
görüşülmeden yapılacak erken seçime karşı olduğunu ilan etti.
Ne olacak şimdi?
MSP Genel Başkanı Erbakan, ağır sanayi
yatırımlarına başladıklarını, bunları yarım bırakamayacaklarını söylüyor.
Bununla 92 da yetinmiyor. Hükümet ortağı Demirel'i "montajcılardan emir
alarak"
erken seçime karar vermekle suçluyor. Hadi bakalım,
çıkın işin içinden.
Bu arada, yolsuzluk dosyaları da
unutulup gidiyor. DP Genel Başkanı Ferruh
Bozbeyli, yerden göğe kadar haklıdır. Mobilya
yolsuzluğu da, Lockheed olayı da, bütün kanıtlarıyla ortaya konmalı ve
sorumluları cezalandırılmalıdır. Ama nasıl?..
Önceki gün, TBMM ortak toplantısında, mobilya
konusunu inceleyen soruşturma hazırlık komisyonunun görev süresi uzatılırken,
AP Meclis ve Senato grupları ortada görünmedi. Sadece birkaç AP milletvekili ve
senatörü "grev gözcüsü" gibi boş sıralarda nöbet tuttu.
AP, ortak toplantıda çoğunluk sağlanmasına engel
olmak kararındaydı. Geçen çarşamba günü Demirel, Oymapınar Barajının temel atma
töreninde bulunmak için Ankara'dan ayrılmış, AP milletvekili ve senatörleri de
ortak toplantıya katılmamışlardı. Böylece komisyonun çalışması, hiç olmazsa,
bir hafta için ertelenmişti Demirel attık gün kazanmak istiyor, iç ve dış
ekonomik darboğazlar, hükümeti kıskıvrak yakalamıştır. Demirel'in artık bir
adım atacak gücü kalmamıştır. Öyle olmasa, iki yıl boyunca Ecevit'i hükümeti
bırakıp kaçmakla suçlayan Demirel, hükümeti bırakıp erken seçim isteyebilir
miydi?
Evet ama şimdi ne olacak? Seçime bu hükümetle mi
gidilecek? Ecevit önceki günkü basın toplantısında, bu konuda herhangi bir
açıklamada bulunmadı. Sadece bütün partilerin işbirliği ile bir güvenli seçim
ortamının yaratılmasından söz etti. Gazetecilerin bu konudaki soruları ise,
esnek yanıtlarla geçiştirildi. Sızan haberlere göre CHP, seçime Parlamentoda
grubu bulunan siyasal partilerin kuracağı bir seçim hükümeti ile gitmek
istiyor. Şimdilik bunun için koşulların oluşturulmasına çalışılıyor. Örneğin
Prof. Sadi Irmak'ın başkanlığında, Senatör Şerif Tüten'in içişleri, Hüsamettin
Çelebi'nin Ulaştırma Bakanı olacağı bir hükümet modeli üzerinde duruluyor. Eğer
AP bu modele "evet" derse, bir "seçim hükümeti"nin kurulma
olasılığı artacaktır. KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 93 Fakat işler hiç de göründüğü
gibi kolay olmayacak.
Erbakan, bütün gücüyle bu girişimleri önlemek
kararındadır, ilk engelleme, "Danışma Kurulu"nda başlayacak, iç
tüzüğe göre, seçimlerin yenilenmesi kararı önce bu kuruldan geçecektir. MSP,
Danışma Kuruluna üye göndermemeyi planlamaktadır.
Üstelik Demirel'in, kendi Başbakanlığı dışında bir
"hükümet modeli"ni benimsemesi, şimdilik zayıf bir olasılıktır.
Ortada bir de yolsuzluk dosyaları var. Eğer MSP
isterse, mobilya komisyonu işler ve Demirel, seçimlere "Yüce Divan
sanığı" olarak çıkar. Fakat Erbakan, mobilya konusunu Demirel'i yola
getirmek için bir "şantaj silahı" olarak kullanmayı düşünmektedir.
Lockheed dosyası Milli Savunma Bakanı Ferit Melen'in
e-lindedir. Eğer Melen soruşturma emri verirse dava açılacak, vermezse dosya
kapatılacaktır. Eğer Melen soruşturma emri vermezse, Lockheed konusu, Demirel
hükümeti aleyhine bir propaganda konusu olarak kullanılacaktır.
Erken seçim önergeleri işte bu koşullarda veriliyor.
Önümüzdeki günlerde renkli olaylar yaşayacağız. Az kalsın unutuyordum, eski
Cumhurbaşkanlarından Celal Bayar da Ankara'ya geldi. Demirel, Bayar'ı bazı
"operasyonlarda" kullanmaya çalışacakmış.
Çok partili hür demokratik sistemi ne güzel
işletiyoruz değil mi?.. (Cumhuriyet, 25 Mart 1977)
KIRIK ANAHTAR...
Hemen anımsayacaksınız; cephe partileri, hükümeti
oluşturmadan önce genel seçimlere "ortak liste" ile gireceklerini
açıklayan bir "protokol" imzalamışlar ve bundan sonra hükümet
pazarlığına oturmuşlardı. Bugünkü acıklı durumlarına bakınız... Birbirlerinin
gözünü oymak için fırsat kolluyorlar.
Demirel, 1973 seçim konuşmalarında, Milli Selamet
Partisinin kapatılması gerektiğini savunmuş, 1975 yılında, kapatılmasını
istediği partiyle hükümet ortaklığı kurmuştur. Bütün bunlar, Demirel'in
"seçim stratejilerine" uygun davranışlardır.
Adalet Partisinin tek başına iktidara gelebilmesi
için, DP ve MSP oylarının AP'ye aktarılması gerekmekteydi.
Demirel, iki yıllık başbakanlığı döneminde bunu
sağlamaya çalıştı. Güvenoylaması sırasında DP içinden bazı milletvekillerini
"transfer" etti, sonra da gözünü MSP'ye dikti.
DP milletvekilleri partilerinden ayrılıp AP'ye
geçerken, DP oylarını ceplerinde alıp götürmüş müdür acaba? Bunun yanıtını hep
birlikte seçimlerde göreceğiz.
Süleyman Demirel'in ikinci hedefi, MSP'dir. DP'nin
parçalandığını varsayan AP çevreleri, MSP içinde de kendilerine yakın bir grup
yaratmışlardır. Erbakan bu nedenle, dilediği gibi rahat hareket edememektedir.
MSP içindeki bu uyuşmazlığın son günlerde giderildiği söyleniyor ama, ne olacağı
yine de bilinmez.
MSP, son günlerde bir "sırat köprüsü"
üzerindedir. Erbakan'ın vereceği karar, partinin geleceğini etkileyecektir.
Acaba MSP lideri Erbakan, Demirel'in partisi hakkında çevirdiği bunca oyundan
sonra, aynı hükümette kalmanın "riskini" göze alabiliyor mu?
Oysa bu erken seçim önergeleriyle, MSP önüne çok
ö-nemli bir fırsat çıkmıştır. Anlaşılıyor ki, MSP hükümetten ayrılmayı göze
alamamaktadır. Fakat, acaba hükümette kalmanın başkaca yolu yok mudur?
MSP, Demirel'den kurtulmak zorundadır, işte ellerinde
iki konu var: Biri mobilya davası, ikincisi TRT sorunu... Bu iki sorun,
Demirel'i Başbakanlıktan uzaklaştırmaya yeterlidir.
Diyelim ki, Erbakan Demirel'i düşürmek için
girişimlerde bulunursa, Tevfık Paksu grubu parti içinde isyan bayrağı açacaktır,
Paksu bu koşullarda partiden ayrılmayı göze alacak mıdır? Göze alsa, sözgelişi,
peşinden sürükleyeceği beş on milletvekili ile AP listelerinden seçilebilecek
midir? Yeni kurulan "Nizam Partisi"nin bütün yurtta örgütlenme
olanağı da pek zayıf olduğuna göre, Paksu'nun öyle kolay kolay Demirelcilik
yapması da düşünülemez.
Görünen köy kılavuz istemez. MSP, Demirel ile
beraber olduğu zaman oy kaybetmiş, Demirel'e karşı tutum takınınca oy
kazanmıştır. Erbakan'ın ağır sanayi atılımlarına yeter zekâsı bu olguyu görmezlikten
geliyorsa, bir diyeceğimiz yok. KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 95
Evet; mobilya konusu bu arada yeniden canlanabilir.
Yani mobilyalar yeniden cilalanabilir. Altan Öymen bu arada yurtdışındadır.
Gelse de, şu mobilya belgelerini yeni baştan gözden geçirsek iyi olmaz mı?
MSP anahtarı paslanmış mıdır, kırılmış mıdır,
yitirilmiş midir; ne olmuştur Allah aşkına?!
Halep oradaysa, arşın burada... MSP bugüne kadar
mobilya yolsuzluğunda Demirel'e kol kanat germiştir, işte önlerinde bir fırsat.
Devirsinler Demirel'i... Mobilya dosyası önlerinde duruyor. Alın bir başka
fırsat. TRT sorunu gözlerinin içine bakıyor.
Kırık anahtar bir işe yaramıyorsa, bu anahtarı ne
yapmalı acaba? Bunun da ağır sanayii yok ki...
(Cumhuriyet, 26 Mart 1977)
"RUZİ NAZAR" KİMDİR?
Bu günlerde Ankara'da bir sinemada "Akbabanın
Üç Günü" adlı bir film oynuyor. Görmediyseniz, gidip görün: Filmde, CIA
ile ilgili olaylar ele alınıyor.
Filmi izlerken, "acaba Türkiye'de CIA hangi
siyasal olaylara elatmıştır" diye düşündüm. Bunları biz bilmiyoruz amma,
Dışişleri Bakanı ihsan Sabri Çağlayangil iyi biliyor. Güzel güzel de açıklıyor.
Ömür adam doğrusu.
CIA deyince aklıma geldi. Bir zamanlar Ankara'da
"Ruzi Nazar" adında bir CIA görevlisinin adı her yerde konuşulurdu.
Ben de merak edip Ruzi Nazar'ın kim
olduğunu araştırmıştım. Ruzi Nazar, jusmat adıyla
bilinen Amerikan askeri kuruluşunda çalışır görünüyordu.
Ruzi Nazar, herkesi tanırdı. Ankara'da, Bahçelievler
3'üncü Caddede karakol karşısındaki iki katlı evinde sık sık devlet adamlarını,
asker ve sivil bürokratları ağırlardı.
Ruzi Nazar, Türkistan'da doğmuş, Sovyet ordusunda
görev yapmış, ikinci Dünya Savaşı sırasında, Almanya'ya kaçmıştı. Sonradan
Amerikan uyruğuna giren Ruzi Nazar, Amerika'da gizli haberalma örgütünde önemli
görevler üstlenmişti.
96
Türkçe bilmesi, Türk kökenli olması ve Sovyetler
Birliği hakkında bilgi ve görgü sahibi bulunması Ruzi Nazara örgüt içinde
etkinlik sağlıyordu. ClA yetkilileri, belki bu nedenle Ruzi Nazarı Ankara'ya
yollamışlardı.
Ruzi Nazar, Ankara'da "Co" adıyla tanınan,
Joseph Danaho ile birlikte çalışıyordu. Bu iki ClA görevlisi, sağladıkları
kişisel dostluklarla, asker ve sivil bürokrasi üzerinde güven de kazanmışlardı.
27 Mayıs Devriminden sonra Ruzi Nazar,
ihtilalcilerle ilişki kurmaya çalıştı. 22 Şubat ve 21 Mayıs ihtilal
girişimlerinde ihtilalcilerle görüşme olanağı aradı. Bu yazdıklarımı, o günleri
yaşayan emekli askerlerin birçoğu yakından bilmektedir.
Ruzi Nazar'ın bu olaylar içindeki rolü ve etkinliği
konusunda herhangi bir bilgi sahibi değilim. Bilebildiğim sadece şu. Ruzi
Nazar, o günlerde Ankara'da Gaziosmanpaşa Mahallesinde bir eve sık sık gider ve
evde bir emekli kurmay albayla görüşürdü. Bu albay sonradan, Türkiye'de siyasal
etkinlik kazandı. Ruzi Nazar, bu emekli ihtilalci albayın kızına
"Pan-Amerikan" adlı uçak şirketinde bir iş de bulmuştu. Dostlukları
çok sıkıydı.
12 Mart öncesi, Ruzi Nazar birçok olayın içine
girdi, birçok kişiyle ilişki kurdu. Birçok olayı yönlendirmeye çalıştı. 12 Mart
1971'den sonra da, bir yüksek yargıcın kızı olan Alman asıllı karısı Linda ile
Türkiye'den ayrıldı.
Ruzi Nazar, şimdi Münih ve Bonn'da
"milliyetçi" ve "ülkücü" çevrelerle dostluklar sürdürmekte
ve özellikle Türkistan doğumlu bir Türk vatandaşı aracılığı ile etkili
çalışmalar yapmaktadır.
Dün Cumhuriyet'te Milli Savunma Bakanlığı eski Hukuk
Müşaviri emekli Albay Emin Değerin, "ClA'nın Ayaklanma Kuramı ve
Türkiye" başlıklı incelemesini okurken, "kontrgerilia" ve
"ClA" ilişkilerini yeniden düşündüm. Acaba, Milli istihbarat
Teşkilatı (MİT) ile şu Ruzi Nazar'ın bir ilişkisi olmuş mudur? CIA ile MİT
arasında, acaba hangi koşullarda işbirliği yapılmaktadır? Bu işleri kimler
yürütmektedir?
ClA eylemlerini konu alan "Akbabanın Üç
Günü" gibi, Milli istihbarat Örgütündeki olayları konu alan bir
"senaryo" yazılsa, ne olur acaba?
Devlet mi yıkılır?..
(Cumhuriyet, 27 Man 1977)
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 97
ANLAYACAĞI DİL...
Türkçemizde "sözünün eri" diye bir deyim
vardır. Toplum olarak, nedense böylesine erlikten çok yoksunuz. Siyasal parti
liderlerine baksanıza, bir dedikleri bir dediklerine uyuyor mu? Kim ne derse
desin bu çelişkiyi en iyi anlatan Başbakan Demirel'dir. Ne diyor: - Dün dündür,
bugün bugündür...
Şu TRT işine bakın: MSP Genel Başkanı Necmettin
Erbakan, Genel Müdür Şaban Karataş hakkındaki "tashihi karar" konusu
açıklığa kavuşunca, Karataş'ın görevden alınacağını açıklamamış mıydı?
Danıştay, TRT Genel Müdürü Şaban Karataş'ın yasal
Genel Müdür olmadığına çoktan karar verdi. Erbakan bu kararı görmezlikten mi
geliyor? Hükümetin bu kararın değiştirilmesi için yaptığı başvuru, kararın
uygulanıp uygulanmamasını hiç ama hiç etkilemez. Danıştay bir kez
"yürütmeyi durdurma" kararı verince, artık hükümetin bu karara uyması
gereklidir. Buna uymazsa, hükümet suç işlemiş olur. Erbakan bunları unutuyor,
ikide birde şu özrü ileri sürüyor:
- Hele bir "tashihi karar" sonucu belli
olsun... Yürütmeyi durdurma kararı belli oldu. Bu karara uyulmadı.
iptal kararı çıktı. Bu karara da uyulmadı.
"Tashihi karar" sonucunu bekliyorlar. Nedendir bilinmez, Danıştaydan
çıkan karar. Danıştay binasına bir kilometre uzaklıktaki Başbakanlığa aylardır
ulaşamadı.
Yoksa Danıştay kararları Başbakanlığa kaplumbağalar
eliyle mi tebliğ ediliyor? MSP'nin genç milletvekillerinden Şener Battal da,
geçenlerde Konya'da yaptığı açıklamada, Danıştay kararı Başbakanlığa tebliğ edildikten
sonra, TRT kapısına giderek Karataş'ı polis aracılığı ile içeri sokmayacağını
bildirmişti. Hani ne oldu bu sözler? Karar mı gelmedi, cesaretiniz mi yetmedi?
Doğrusu şu. MSP ağır sanayi yatırımı yapar ama, şu
Karataş'ın ağırlığını bir türlü üstünden çekip atamaz.
Herkes biliyor ki Karataş, Anayasayı koltuğuna
minder yaparak oturmaktadır. Yine herkes biliyor ki TRT Haber Dairesi Başkanı
Hami Tezkan, Lockheed komisyoncusunun komis-yoncusudur. Bir "işgalci"
ve bir "komisyoncu" el ele verip "milli birlik ve beraberlik
ruhu içinde" gül gibi geçinip girmektedir.
98
Karataş, kendisi Danıştay kararlarını çiğneyerek
Genel Müdürlük koltuğunu işgal ederken, TRT Genel Müdürlüğü aleyhine verilen
Danıştay kararlarını da uygulamamaktadır. Televizyon Haberleri Müdür Yardımcısı
Ayçan Giritlioğlu, programcı Selçuk Altan ve Ahmet Tümel, ellerinde Danıştay
kararlarıyla TRT kapısında beklemektedirler. Karataş, TRT Genel Müdürlüğü
koltuğunda oturmakla suç işlemektedir. Danıştay kararlarını uygulamayarak her
gün başka suçlar da işlemektedir. Öyle suçlar işlemektedir ki, gün gelecek
kendisini sevgili Başbakanı da kurtaramayacaktır.
Diyeceksiniz ki, suç işleniyor ama hiçbir Cumhuriyet
Savcısı ceza davası açmıyor; öyleyse kim yapışacak Karataş'ın yakasına?
Bu durumda, Karataş'ın kıyımına uğrayan TRT
emekçileri birer birer Danıştayda dava açsınlar Karataş yasal Genel Müdür
olmadığı için, her dava açan davasını kazanacaktır. Bundan sonra yapılacak iş
basittir; Karataş nasıl olsa bu kararları uygulamayacaktır. Kıyıma uğrayan her
TRT emekçisi, Karataş hakkında tazminat davası açmalıdır. Hukuk kuralları ve
mahkeme kararları ortadadır. Bu kuralların TRT Seçim Kurulu eliyle
değiştirilmesi olanağı da yoktur. Karataş, açılan her dava nedeniyle kendi
cebinden tazminat ödemek zorunda kalacaktır. Böylece, bir gün arabası, öbür gün
televizyonu, daha öbür gün ise buzdolabı haczedilecektir.
"Söz bir Allah bir." Ama Erbakan'ın sözü
bir değil, biz Erbakan'ı kendi günahlarıyla baş başa bırakalım da, kendi
yolumuzu kendimiz bulalım.
TRT emekçileri Karataş hakkında tazminat davaları
açmalıdır. Seçimlerden sonra ceza yargıçları önünde hesap verecek olan Karataş,
bundan önce de cebinden tazminat öderse, belki aklı başına gelir.
Bu Karataş'ın başına yakında ne taşlar yağacak,
bilir mi bunu şu tavukçuluk uzmanı? Her horoz kendi çöplüğünde öter; başkasının
sesiyle öten horozlar, çöplükte yer bulamazlar.
(Cumhuriyet, 28 Mart 1977)
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 99
OLUMLU BAŞLANGIÇ
Pazar günü Gaziantep'te CHP Genel Başkanı Ecevit'in
konuşmasını izledim. Şimdiye kadar birçok CHP toplantısına katıldım ama,
böylesine canlı ve böylesine görkemli bir topluluğa rastlamadım.
Kalabalık, sanki bir insan seliydi. Havaalanından
kente giden yolda, binlerce araba, yüzlerce traktör ve motosiklet gördük.
Köylüler, işçiler, Ecevit'in otobüsünün yanından sel gibi akıyorlardı.
Açıkça görülüyor ki, halkta cephe partilerine karşı
oldukça anlamlı tepkiler oluşmuş. Yaşadığımız olaylar içinde pek gözle
görünmeyen, ancak denizlerdeki dip dalgaları gibi köklü ve derin tepkiler,
bilinçlerde, vicdanlarda ve duygularda yer tutmuş.
Gaziantep'te, bu dip dalgalarını gözlerimizle
gördük. Eğer, halk toplulukları, ülkenin başka kentlerinde de Gaziantep'teki
gibi toplanacaksa Demirel'in işi bitik demektir.
Halk soyguna karşı... Halk cinayet çetelerine karşı...
Halk küçük ayak oyunlarına karşı. Tek kelimeyle, halk düzene karşı. Oluşan ve
gelişen tepkinin kökeninde bu yatıyor. Demirel bu bilinçli tepkiyi, komünistlik
suçlamalarıyla
bastırmak istiyor, işi gücü bu. Ama bu silah çoktan
paslanmış artık. Silah geri tepiyor belki de.
Demirel'in bu çağdışı suçlamalarını gelin bir de
Gaziantep'te şalvarlı köylü kadınlarına sorun; bakalım ne diyecekler? Sorun
bakalım kasketli Gaziantep köylüsüne. Sorun bakalım Gaziantepli işçilere. Sorun
bakalım ne yapacaklar? Halk düzene karşı, Halk toprak istiyor, iş istiyor. Halk
suntalara ve cuntalara karşı. Vergi iadelerine, teşvik belgelerine, mebus
pazarlarına, sahte dindarlara, sahte milliyetçilere karşı. Bu akımı durdurmak
kimin gücünde? Kim bu bilinç şelalesini durdurabilir? Hangi babayiğit, hangi
sabıkalı siyasal kabadayı?.. Kim?.. Kim?..
Seçim güvenliğini, üç beş komandoya dayanarak yok
etmek isteyenlerin aklına şaşarım. Ülkeyi, kanlı cuntalarla yönetmek
heveslilerinin canlarına acırım. Demokrasi, barış ve özgürlük... Türkiye'yi bu
yoldan geri döndürmek isteyenler ancak ve ancak kendi mezar taşlarını
hazırlarlar. Suları tersine akıtmak kimin gücündedir?
100
Dönüş yok bu yoldan!
CHP, 1977 seçim yarışına çok olumlu bir başlangıçla
girdi. Fakat bu görkemli kalabalık, CHP örgütünü gevşekliğe itmemelidir. Örgüt
"Nasıl olsa kazanacağız" diyerek, işleri oluruna bırakmamalı,
tarlalarda, fabrikalarda, dağ köylerinde, alabildiğine yoğun, alabildiğine
etkin çalışmalar yapmalıdır.
Çünkü bu seçim, bir ölüm kalım savaşını
vurgulamaktadır. Ya barış ya kavga, ya aydınlık ya karanlık... Böylesine
seçeneklerle karşı karşıyayız şimdi. (Cumhuriyet, 29 Mart 1977) DÜZENİN
İKİZLERİ
Çok partili yaşamımızın en kısa tanımı,
"yolsuzluk" ve "cinayet" sözcüklerinin yan yana
getirilmesiyle yapılabilir. Gençlerin art arda dizilen mezar taşları ve üs
tüste yığılan yolsuzluk dosyaları... Bunlar, artık düzenin temellerine
yerleşmiştir. Cinayet ve yolsuzluk, düzenin nedeni ve sonucu olmuştur. Bu
düzenin acı meyveleri bunlardır işte.
Önceki gün Parlamentoda, kamu alımlarıyla ilgili
yolsuzluk belgelerini inceleyen komisyon toplantısını izlemeye gittim, Türk
Hava Yollarının aldığı uçaklarda bazı yolsuzluklar yapıldığı ileri sürülmüş,
Sayıştay denetçiierince hazırlanan raporlar, bu yolsuzluk olasılıklarını
belgelere bağlamıştı. Komisyonda bu raporlar okundu ve benimsendi.
Parlamento aynı saatlerde, kulislerde ve odalarda
Meclis çaycısından Meclis Başkanına kadar hep birlikte "erken seçim"
konusunu görüşmekteydi. Hemen hemen her yerde aynı konu:
- Haziranda seçim yapılır mı?
Seçim geç ya da erken, kesinlikle yapılacak. O
anlaşılıyor, iyi hoş amma, şu yolsuzluk dosyaları ne olacak Allah aşkına? Bu
dosyalarda, düzenin kirli çamaşırları yatıyor, açmayacak mısınız?
Kimsenin niyeti yok. Hep yazıyoruz ya, yolsuzluğa
da, cinayete de alıştık artık. Eskilerin deyişi ile, "vakayı adiye"
oldu bunlar hep. Kimsenin aldırdığı yok. KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 101 - Adam
sende...
Çoğumuz böyle düşünüyoruz. Erken seçim dalgası da,
bu yolsuzlukları silip süpürecek anlaşılan. Demirel, böylece seçim alanlarına,
en azından mobilya yolsuzluğundan sıyrılarak çıkmış olacak. Ne zamandır böyle
fırsat kolluyordur herhalde.
Ya şu Feyzioğlu'na ne demeli? "Sosyal kapsamlı
kanunlar" çıkmalıymış... Vah vah!.. Daha önceleri nerelerdeydiniz? Yeni mi
aklınıza geldi bunlar? Yirmi yıl politika sahnelerinde dönüp dolaştıktan sonra,
seçime birkaç ay kala Bay Feyzioğlu "sosyal kapsamlı kanun"
çıkaracak!.. Elmaşekeri mi dağıtıyorsunuz, çocuklara balon mu satıyorsunuz?
Kimi aldatıyorsunuz?
Akılları sıra, halkı böyle kandıracaklar.
Hele "yolsuzluklarla mücadele ettiklerini"
söylemiyorlar mı... insanı çileden çıkaracaklar. Mobilya yolsuzluğu ortaya
atılalı iki yıl oluyor. Ne yaptınız bugüne kadar? Demirci'den ödünç
milletvekili alarak, Parlamentodaki
komisyonlarda hükümet partilerinin oy oranını
arttıran, ondan sonra da Demirel'e destek olan bu Feyzioğlu değil midir?
Yolsuzlukla mücadele ediyormuş!..
Ferit Melen, CGP Van Senatörüdür. Öyle mi, değil mi?
Öyle. Melen Milli Savunma Bakanıdır. Öyle mi, değil mi? Evet öyle. Genelkurmay
Askeri Savcısı, Lockheed rüşvet olayı ile ilgili olarak "kovuşturmaya yer
olmadığı karan" vermiş midir? Vermiştir. 353 Sayılı Yasa, Milli Savunma
Bakanı Melen'e Askeri Savcıya, bu kararını geri aldırıp dava açması için yetki
tanımakta mıdır? Evet tanımaktadır. Melen bugüne kadar bu emri vermiş midir?
Hayır vermemiştir.
Bunlardan sonra "yolsuzluklarla mücadele
ediyorum" çalımının arkasına gizleniyorlar, işte mobilya dosyası, işte
Lockheed belgeleri... Kimi kandırıyorsunuz, kimi?
Bu ülkede Parlamento yolsuzluk dosyalarını
görüşemezse; bu ülkede siyasal cinayet çeteleri ellerini kollarını sallayarak
dolaşırlarsa, düzenin temelleri iyice ortaya çıkmış demektir.
Devletin gücü, iki yüz lira rüşvet alan memura
yetip, Lockheed yolsuzluğuna erişemezse, bu devlete "demokratik hukuk
devleti" demek ayıptır, ayıp!!! (Cumhuriyet, 30 Mart 1977) BİR
YILDÖNÜMÜ...
Bugün cephe hükümetinin kuruluşunun ikinci
yıldönümüdür. Hepinize kutlu ve mutlu olsun. Önce Başbakan Süleyman Demirel'e
kutlu olsun, sonra Hacı Ali Demirel'e, Yahya Demirel'e ve Şevket Demirel'e
kutlu olsun. Bu dönemde ailece kutlandılar, mutlandılar.
Ne güzel bir yıldönümü değil mı?
Yurdumuzda barış ve esenlik hüküm sürüyor. Dünyadaki
saygınlığımız da iyice arttı. Kıbrıs sorunu da çözülüverdi. Türk lirasının
değeri arttı. Döviz rezervleri öylesine yükseldi ki, bu paraları, hangi yabancı
ülke yatırımlarında kullanalım diye düşünüyoruz.
Büyük kentlerimiz barajlardan üretilen elektrikle
gecelen ışıl ışıl, pırıl pırıl parlıyor. Ne de olsa "barajlar kralfndan
Başbakanımız var. Geliştik, serpildik, büyüdük, iki bin yılında Almanların
bugünkü düzeyine erişeceğiz.
Almanlar dost millettir. Bizi, onlara yetişinceye
kadar, Münih garında bekliyorlardır herhalde...
Ne derseniz deyin, göğüs kabartıcı sonuçlar aldık.
Önce "milyon" kavramını eskittik, "trilyon" sözcüğünü
kullanır olduk. Kalkınma hamlemiz, kardeşlerden yeğenlere kadar uzadı. Bir
zamanlar elimizde kılıçla dayandığımız Avrupa kapılarına, ceviz kaplama
suntalarla gittik. "Hayali şirketler" eliyle bütün Avrupa
gümrüklerini fethettik.
Herkese sosyal güvenlik sağlandı. Altmış beş yaşına
gelmiş kimsesiz ve yoksul yurttaşlarımıza beşer yüz lira bağlanırken, yirmi beş
yaşına gelmemiş çocuklara, devlet hazinesinden milyonlar bağışladık.
Dost düşman, duyun!.. Bundan sonra artık trilyona
gidiyoruz, trilyona!.. Yüksekokullarımızda, üniversitelerimizde, öğrencilere
tam öğrenim özgürlüğü sağlandı. Bunun için Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Alpaslan Türkeş neler çekti bir bilseniz!. Yemedi, içmedi, uyku uyumadı, gece
gündüz çalışarak öğrencilerin bugünkü can ve öğrenim güvenliğini sağladı.
Vatan kendisine minnettardır...
Şu iki yıl içinde öyle güzel günler yaşadık ki,
bilemezsiniz. Bütün yolsuzluklar tek tek ortaya çıkarıldı. Maliye Bakanı,
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
103
Başbakanın yeğeninin yakasına yapışarak, devletin
milyonlarının hesabını sordu. Lockheed yolsuzluğunu ortaya çıkararak, bütün
dünyaya ne kadar titiz ulus olduğumuzu kanıtladık. Bütün rüşvetçiler, birer
birer cezaevini boy I adı I ar. Okullarda, bahçelerde, sokaklarda, barış ve
özgürlük türküleri söyleniyor. Gençlerimiz birbirlerini kardeş biliyor. Sokak
ortasında bir tek kişi vurulmuyor. Şu iki yılda, ülkeye barış geldi, özgürlük
geldi.
Seçim kaybeden devlet büyüklerimize yönetim
kurullarında bol ücretli işler bulundu. Hükümet yanlısı emekli generallere
büyük bankalarda yerler ayrıldı. Kimse aç bırakılmadı, açık bırakılmadı.
Ve, şu iki yıl sonunda, hükümeti oluşturan partiler
tam bir görüş birliği içinde kalkınma hamlesine devam ediyorlar.
Biz iki yıl önce, devleti komünizm tehlikesinden
kurtarması için. bütün bu işleri çok ucuz fiyata bir Amerikan şirketi
müteahhidine "ihale" etmemiş miydik?..
(Cumhuriyet, 31 Mart 1977)
KARATAŞ'IN GELECEĞİ
Danıştaydan sonra, Yargıtay Ceza Genel Kurulu da,
Şaban Karataş'ın TRT Genel Müdürü olamayacağına karar verdi, iki yüksek
mahkemenin kararlan ortadadır. Ankara Cumhuriyet Savcısının, hiç zaman
yitirmeden Karataş hakkında kamu davası açması gerekmektedir. Fakat nedense
Ankara savcıları, bugüne dek herhangi bir dava açmamışlardır.
Dava açılsa, Karataş'ın hali nice olur? Karataş öyle
suçlar işliyor ki, bilmem bunların altından nasıl kalkacak? Danıştay ve
Yargıtay kararlarından sonra, Karataş hakkında bugünlerde tazminat davaları
açılacaktır. Hukuk açısından söylenecek söz çoktan söylenmiştir. Karataş, yasal
genel müdür değildir.
Öyleyse, Karataş'ın attığı her imza, geçersizdir,
yasadışıdır.
Peki şimdi ne olacak?
Diyelim ki, Karataş, bir TRT emekçisini, Ankara
dışına atadı. Bu atamaların tümü. siyasal nedenlere dayanmaktadır 104
Yetkisiz bir genel müdürün bu gibi yasadışı
işlemleri Danıştayca teker teker iptal edilir. TRT emekçisi hakkındaki işlem
için "yürütmeyi durdurma" kararı ister. Karar alınınca iş bitmiş
demektir.
Burada iki olasılık var; Karataş ya bu kararı
uygular, ya da eski huyunu sürdürerek Danıştay kararlarını uygulamayacağını
bildirir. Bu durumda, hakkındaki işlem, Danıştayca durdurulan TRT emekçisinin,
atandığı yere gitme zorunluluğu yoktur.
Karataş, bu karardan sonra görev yerine gitmeyen bu
TR.T emekçisini, görevine başlamadığı gerekçesiyle, "müstafi"
sayabilir, Bu işlem de yasa dışıdır.
Görevinden çekilmiş sayılan TRT emekçisi yeniden
Danıştaya başvurarak, bu işlem hakkında da yürütmeyi durdurma karan ister.
Karataş yetkisiz genel müdür olduğundan, Danıştay bu işlem hakkında da
yürütmeyi durdurma kararı verir. Artık bundan sonrası tazminat davalarına
kalmaktadır. Danıştay kararları uygulanmayan TRT emekçileri, Karataş hakkında
tazminat davaları açmalıdırlar. Bu davalar kesinleştikçe, Karataş'ın bir gün
arabası, ertesi gün televizyonu, bir gün sonra da buzdolabı mahkeme kararıyla
satışa çıkacaktır.
CHP iktidara gelirse. Karataş hakkında hemen kamu
davası açılacaktır. Çünkü, Karataş'ın yasadışı tutumu iki yüce mahkeme kararı
ile belirlenmiştir. Karataş bir hükümet değişikliğinde, "haydi
allahaısmarladık" diyerek Erzurum Üniversitesinde yeniden tavukçuluk
uzmanlığına başlayamaz.
Önce savcılığa çağrılacaktır. Sorgusu yapıldıktan
sonra, Türk Ceza Yasasının 146/3, 253 ve 240'ıncı maddelerine giren suç
işlediği savıyla, Sulh Ceza Mahkemesine gönderilecektir. Sulh Ceza Mahkemesi,
bu kadar açıkça suç işleyen Karataş'ı hemen tutuklayacaktır.
Karataş önce "tecrit hücresi' ne alınacaktır.
Burada büyük olasılıkla, üstü başı arandıktan sonra, saçları kesilecektir.
Tecrit hücresinden sonra, koğuşa alınacak olan
Karataş, birkaç kez, serbest bırakılması için dilekçeler verecektir. Avukat
odasında, kendisini savunmaya gelenlerle ateşli konuşmalar yapacaktır. Eğer
cezaevinde, tokat atmak, yüz- numara temizletmek, buz kırdırmak gibi, 12 Mart
döneminde uygulanan bazı çirkinliklerle karşılaşırsa, biz ilerici basın olarak,
bu tutumu şiddetle eleştireceğiz.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
105
O durumda bizlere bir haber göndermesi yeterlidir...
Bilmem, belki Karataş bunları düşündüğü için şu son günlerde
bir "dokunulmazlık" kapmaya çalışıyordun Yoksa şimdiden bildirelim:
Hali dumandır.
(Cumhuriyet, I Nisan 1977) KUŞKULAR ARTIYOR...
Lockheed yolsuzluğu, yeniden ilginç nitelikler
kazanıyor. Dün Cumhuriyet'te okuduğunuz haber, Lockheed şirketince Türkiye'ye
satılan F-I04-S uçaklarının, "Ordrance Corporation" adiı şirket
tarafından Türkiye'ye daha ucuz fiyata satılmak istendiğini, ancak, Lockheed'in
yaptığı baskılardan sonra, satıştan vazgeçmek zorunda kaldığını ortaya
koymaktadır.
Lockheed olayı, çokuluslu şirketlerin çarpışma
alanlarından sadece bir tanesidir. Öyle sanıyorum ki, Lockheed uçak yapım
şirketinin asıl büyük amacı, Türkiye'de uçak sanayiini kurmaktır. Kavganın
temelinde, bu amaç yatmaktadır. Basında "Lockheed Komisyonu" olarak adlandırılan
ve kamu alanlarındaki yolsuzlukları inceleyen Araştırma Komisyonu Başkanı CHP
Milletvekili Yılmaz Alparslan, Londra'da, Ordrance Corporation şirketi
temsilcisiyle yaptığı görüşmeleri tutanağa bağlamıştır, Tutanaklardan
öğreniyoruz ki, bu şirket, uçağın tanesini 3.250.000 dolara satmak için Türk
Hava Kuvvetleri ile görüşmeye başlamıştır. Şirket uçak satımında ayrıca
100.000.000 dolarlık bir "kredi teklifi" verdiklerini de
açıklamaktadır.
Ordrance Corporation
şirketi temsilcisi Süham Şevketin bu konuda söylediklerini yeniden birlikte
okuyalım: "Bildiğiniz gibi, Türk Hava Kuvvetlerine yaptığımız bu teklif,
Hava Kuvvetinizce, Lockheed'in Türkiye temsilcisine sızdırılmış, o da
Amerika'daki merkezlerine bildirmiştir. Dünyanın en büyük firmalarından biri olan
Lockheed bize büyük baskılar yapmaya başlamıştır. Üstelik uçak satışlarında
mafya metotları tatbik edildiğinden, Avrupa'da son senelerde, bu satışlarla
ilgili olarak dört kişi katledilmişti. Her an, ucuz teklifimiz sebebiyle
başımıza 106 bir bela geleceği düşüncesiyle bu işten çekilmeyi münasip
gördük."
Uçak şirketleri arasında bu "mafya
metotları" F-104-Ş u-çaklarının alımında Türkiye'de de uygulanmış mıdır
acaba? Ortada, bazı şüpheler ve giderilmesi gerekli kuşkular var. Bu
kuşkulardan biri şu noktada toplanıyor: Ordrance Corporation şirketinin, tanesi
3.250.000 dolardan satmayı önerdiği uçaklar, Lockheed Şirketi aracılığı ile
Türkiye'ye 4.297.000 dolara satılmıştır. Neden? Niçin? Nasıl?..
Üstelik, Ordrance Corporation şirketinin uçak satış
teklifi, Lockheed uçak yapım şirketi Türkiye temsilcisi Altay Şirketinin
dosyaları arasında çıkmıştır. Bu bir "sanayi casusluğu" mudur, yoksa
"mafya metodu" gereği midir?
Bu kuşku, bir başka kuşkuyla birleşmektedir.
Türkiye'nin Washington Büyükelçisi, Ordrance Corporation şirketi hakkında
araştırmayı, bir "rakip firma" olan, Lockheed şirketine yaptırmıştır.
Nasıl olur bu? Büyükelçi, buna nasıl cesaret edebilir?
Anlaşılıyor ki, Genelkurmay Savcısı Albay ilhan
Şenel'in verdiği "kovuşturmaya yer olmadığı" kararı, bu yeni suç belirtilerinden
sonra yeni baştan değerlendirilecektir. Kuşkular artmakta, bityenikleri
çoğalmaktadır. 353 sayılı yasaya göre, askeri savcının verdiği kovuşturmaya yer
olmadığına ilişkin karar, şu anda ancak Milli Savunma Bakanı Ferit Melen
tarafından geri aldırılıp Lockheed konusunda dava açılması sağlanabilir.
Dava açılmazsa Ferit Melen'in değil Parlamentoda,
memleketi olan Van sokaklarında bile dolaşması güçleşir. Buyurun Melen, dosya
önünüzdedir. Dilerseniz, dosyayı anlayacağınız dille bir kez daha sunalım: -
Bilgilerinize...
(Cumhuriyet, 2 Nisan 1977) KAŞIK VE PİLAV
Türkçemizde "işler arapsaçına döndü" diye bir deyiş vardır ya, işte
siyasal olayları ancak bu deyişle tanımlayabiliriz. Bir KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
107 yandan Lockheed ve mobilya yolsuzlukları, öte yandan erken seçim önerileri
siyasal trafiği iyice yoğunlaştırdı.
CHP, seçim tarihinin 5 Haziran olmasını istiyordu.
Eğer, seçim 5 Haziranda değil de, 12 Haziranda olursa, buna da bir diyecekleri
yoktu. Fakat seçim tarihi 12 Haziranı geçerse, bu tarih CHP için hiç de uygun
değildi.
Şimdi Parlamentoda zamanla yarışılıyor. MSP, çeşitli
yollarla erken seçim önerilerinin danışma kurulundan geçmeden görüşülmesini
sağlayacak içtüzük
değişikliğini başarıyla engelliyor. DP, bütün
hüneriyle bu engellemeyi yönetiyor.
Bugün, erken seçim önerileri için çok önemli bir gün
olacak, çünkü, engelleme sürerse, araya DP tarafından hazırlanan gensoru
önerisi girecek. Artık bundan sonra da, seçimlerin 12 Haziran günü yapılması
güçleşecek.
Güçlük şurada: 306 sayılı milletvekili seçim
yasasının 6'ncı maddesine göre, erken seçim tarihi, yenileme kararının
verildiği günden sonra gelen altmışıncı günü izleyen ilk pazar günüdür. Eğer
içtüzük değişikliği bugün görüşülemezse, seçim tarihi, ister istemez 12 Haziran
tarihini aşmaktadır. Çünkü, hafta içindeki oturumlarda DP tarafından verilen
gensoru önergesi görüşülecek ve "vuslat bir başka bahara" kalacaktır.
Bu işin bir yönü. Peki, hükümet ortakları arasındaki
bu anlaşmazlıklara ve çatışmalara ne demeli?
Mobilya yolsuzluğunu araştıran Soruşturma Hazırlık
Komisyonu Başkanı Mehmet Altmışyedioğlu, hükümeti oluşturan partilerden birinin
genel başkan yardımcısıdır.
Komisyonda, hükümeti oluşturan bir başka partinin
üyesi de, Başbakan Demirel, Maliye Bakanı Yılmaz Ergenekon ve Ticaret Balom Halil
Başol'u suçlayan karara imza atmıştır. Demire!, bundan sonra televizyon
ekranlarına çıkıp - Bu bir CHP oyunudur, diyemez. Çünkü komisyon sadece CHP'Iİ
üyelerden oluşmuş değildir. Soruşturma Hazırlık Komisyonunun AP'Iİ üyelerinin
dışındaki bütün üyeler, DP'lisi, CGP'lisi, CHP'lisi hep birlikte mobilya
yolsuzluğunun Başbakan ve iki bakan tarafından örtbas edildiği sonucuna
ulaşmışlardır.
işin özü de burada... Yahya Demirel, sahte
belgelerle vergi iadesi aldığında, amcası Süleyman Demirel, Başbakan değildi.
Bu doğru. Fakat önemli olan, bu yolsuzluk ortaya çıkarıldıktan 108
sonra, Başbakan, Maliye Bakanı ve Ticaret Bakanının,
yolsuzluğu örtbas etme çabalarıdır. Komisyon önce yolsuzluğun yapıldığını
saptamış, sonra da, bu yolsuzluğun kimler tarafından örtbas edildiğini
belirlemiştir.
içişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk de, Meclis
kürsüsüne çıkıp seçim güvenliği sağlayamayacaklarını açıklamadı mı? Bir başka
bakan, gizli oturumda, hükümetin sorumluluğunu doğuran açıklamalar yapmadı mı?
Öyleyse, hükümet partileri arasında siyasal birlik,
tutarlılık, karşılıklı güven gibi, bir hükümeti hükümet yapan koşullardan söz
etme olanağı var mıdır? Bu hükümet bitmiştir. "Oksijen çadırf'na
alınmıştır. Temeli çürümüş, çatısı çökmüştür.
Demirel, bu görüntüyü ve kendi yarattığı bu acıklı
sonu, görmezlikten geliyor ve meydan okurcasına:
- Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, diyerek hamamda
türkü söylemenin en güzel örneklerini veriyor.
Kaşık kırılsın; iyi olur. Amma şu pilavı yiyen kim?
Bu "kara taşlı" pilavı durmadan kaşıklayan kim?..
(Cumhuriyet, 4 Nisan 1977)
ACIKLI SON...
Emin olun, şu Şaban Karataş'a acımaya başladım. Sen
gel hükümetin emriyle bunca suç işlemeyi göze al, sonra aym hükümet seni kapı
dışarı ediversin... Olacak iş mi?
Danıştay, TRT Genel Müdürlüğü konusunu çoktan kesin
karara bağlamıştır. Karara göre Genel Müdür, ismail Cem'dir. Nevzat
Yalçıntaş'ın atama işlemi de, Şaban Karataş'ın atama işlemi de, iptal
edilmiştir.
- Hele bir tashihi karar gelsin...
Hükümet partileri, bir süre, bu gerekçeyle
oyalandılar. Oysa bu gerekçenin, hukuk açısından hiçbir önemi, hiçbir anlamı
yoktur. Çünkü, "kararın düzeltilmesi" anlamına gelen "tashihi
karar" istemi, düzeltilmesi istenen kararın uygulanmasına engel olmaz.
Bunu herkesten çok, idare hukuku uzmanı olan Prof. Dr. Turan Feyzioğlu bilir
amma, ne yapacaksınız?.. Bu gerçeği daha önce söylerse, "milli
bütünlük" bozulurdu.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 109
Neyse, bunca gürültü ve patırtıdan sonra, Cephe
partileri, Şaban Karataş'ı görevden almayı kararlaştırdılar. Son günlerde
oksijen çadırına alınmış bulunan hükümet, önümüzdeki günlerde Karataş'ı
görevden alırsa, bu tutum üzerinde, başta Karataş olmak üzere bellibaşlı cephe
bürokratlarının uzun uzun düşünmeleri gerekmez mi?
işte adamı böyle yalnız bırakırlar. Ne demişler:
"Her horoz kendi çöplüğünde öter." Şaban Karataş da, bir tavukçuluk
uzmanı olarak, Erzurum Atatürk Üniversitesinde görev yaparken, bu hükümetin
isteği üzerine TRT Genel Müdürlüğüne getirilmiş, arada bunca suç işledikten
sonra, bir mendil gibi fırlatılıp atılmıştır. Yazık değil mi?..
Şaban Karataş'ın hukukçu dostları varsa sorsun
öğrensin. Bugüne kadar işlediği suçlar, Türk Ceza Yasasının 146/3, 240 ve
252'nci maddeleri kapsamına girmektedir. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandığı
zaman, hakkında verilen Danıştay kararları ile kendisinin uygulamadığı Danıştay
kararları dosyaya suç belgeleri olarak konulacaktır. Mahkeme büyük olasılıkla,
bugün görevden aldığı TRT emekçilerini, bir bir tanık olarak dinleyecektir.
Dedik ya, Karataş'ın hali dumandır... Karataş, bütün
bu suçlan işlerken hükümete güveniyordu. Hükümetin kendisini yalnız
bırakmayacağına inanıyordu. Bunun içindir ki:
- Ben bu hükümetle geldim, bu hükümetle giderim,
diyordu. Bir bakıma, kendisini hükümetle özdeş sayıyordu.
Öyle amma, hesaplarında yanıldı işte. Şimdi arasın
bulsun bakalım Demirel'i. Haydi, Feyzioğlu'nun yardımını istesin. Türkeş'ten
haber beklesin. Yok, yok... Gözünün yaşına bakmazlar. Niye baksınlar? Karataş,
onlar için bir dönem gerekliydi. O dönem de bitiyor. Artık bundan sonra evli
evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine.
Ortalık tozdan dumandan geçilmiyor, herkes seçim
derdinde. Karataşmış, Hami Tezkanmış, artık kimse aldırmaz. Atı alan Üsküdar'ı,
kıratı alan da TRT'yi çoktan geçti!
"Sel gider kum kalır" derler ya, öyle
işte. Cephe seli gitmiş, geriye kum yerine "Karataş" kalmıştır.
Boyundan büyük işlere kalkan Karataş, bakalım kendisini nasıl savunacak?
Zavallıyı yalnız bıraktılar. Yakışır mı milliyetçiliğe?.. (Cumhuriyet, 5 Nisan
1977 110
"TALİMAT"
Erken seçim önerileri nedeniyle, MSP Genel Başkanı
Necmettin Erbakan ateş püskürüyor. Erbakan'a göre erken seçim, MSP'nin
çabalarıyla başlayan "ağır sanayi hamlelerini" durduracaktır. AP ve
CHP, "ağır sanayi hamlelerini" durdurmak için "dışarıdan talimat
almışlar" ve erken seçim önerilerini vermişlerdir.
"Dışarıdan talimat almak", kökü dışarıda
olan çıkar çevrelerinin emriyle karar vermek demektir. Erbakan, başlattıkları
"ağır sanayi hamlelerinin", kökü dışarıda bulunan
"montajcılar" tarafından "sabote" edildiğini ileri
sürmektedir. Bunları bir Başbakan Yardımcısı söylüyor.
"Dışarıdan talimat almak", Ceza Yasasına
göre, bir büyük suçtur. Siyasal bakımdan da bir "ihanet" sayılır. Bir
başbakan yardımcısı, yardımcısı olduğu başbakanın partisine, "dışarıdan
talimat alıyor" diyorsa, bunun kanıtlarına da sahip olması gerekmez mi?
Adalet Partisi, "dışarıdan talimat" alıyorsa, bu partinin genel
başkanının başbakan olduğu bir hükümette başbakan yardımcısı olmak en azından
onur kırıcı bir görev sayılmaz mı?
Bir başbakan yardımcısı, birlikte ortak sorumluluk
yürüttüğü başbakanı "dışarıda talimat almakla" suçlarsa, bu
hükümetin, bundan sonra birlikte ortak sorumluluk taşıması akıl alacak iş midir
Allah aşkına?
Dahası da var. Başbakan Süleyman Demirel, Maliye
Bakanı Yılmaz Ergenekon ve Ticaret Bakanı Halil Başol, TBMM Soruşturma Hazırlık
Komisyonunda, mobilya yolsuzluğunu örtbas etmekle suçlanmıştır. Bu komisyonun
başkanı, hükümeti oluşturan partilerden CGP Genel Başkan Yardımcısıdır.
Başbakan ve iki bakanın sorumlu olduklarına ilişkin komisyon kararına imza atan
üyelerden biri MSP senatörüdür.
Bir hükümet ancak, güven duygusuyla ayakta
durabilir. Birbirlerine çelme atmak, birbirlerinin kuyusunu kazmak için geceli
gündüzlü çalışan insanlar, bir hükümette ortak sorumluluk taşıyabilirler mi?
Önceki gün Millet Meclisinde olsaydınız da, olup
bitenleri izleseydiniz.
Hükümeti oluşturan AP ile ana muhalefet partisi bir
yanda, bir hükümet partisiyle bir muhalefet partisi bir KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
yanda, erken seçim kavgası yapıyorlardı. Peki ya hükümet nerede? Hükümet ne
yapıyor?
Bir Başbakan Yardımcısı, Başbakanı "dışarıdan
talimat ai-makla" suçluyor da, kimsenin kılı bile kıpırdamıyor. Bu nasıl
yönetim, bu nasıl duygu, bu nasıl düşünce?
işin özeti şu. Bundan sonra artık hükümet
"biçimsel" olarak ayaktadır. Hükümeti hükümet yapan siyasal
koşulların tümü yok edilmiştir. Ve işte bu koşullarda ve bu hükümetle seçime
gidiyoruz.
(Cumhuriyet, 6 Nisan 1977)
GİDERAYAK...
Adalet Bakanı ismail Müftüoğlu, giderayak dava
üzerine dava açtırıyor. Önce, TRT Genel Müdürü Karataş hakkında dava açılması
için savcılara emir verdi, sonra da Devlet Bakanı Seyfi Öztürk hakkında
"hükümetin manevi şahsiyetini tahkir ve tazyif suçundan dava açılması
gerektiğini bildirdi. Öztürk, erken seçim önerisinden sonra hükümet için ne
demiş biliyor musunuz?
- Bitli yorgan...
Adalet Bakanı Müftüoğlu, "Hiçbir hükümet üyesi,
hükümeti tahkir edemez" diyerek Devlet Bakanı Öztürk hakkında dava
açılmasını istiyor. Hazır davalar açılmışken, bazı hükümet partilerinin
"dışarıdan talimat aldığını" açıklayan MSP Genel Başkanı ve Başbakan
Yardımcısı Necmettin Erbakan hakkında da dava açılsın. Sonra Danıştay
kararlarını uygulamayan hükümet üyeleri için de... Ülkede can güvenliğini
sağlayamayan içişleri Bakanı hakkında da...
Şaban Karataş, Ankara Savcılığına giderek ifade
verdi. Ne yapsın adam?.. Kendisini genel müdürlük koltuğuna oturtan bu hükümet
değil mi? Şimdi aynı hükümetin Adalet Bakanı savcılara emir vererek dava
açtırıyor. Şu cephe partilerinin ipiyle kuyuya inilir mi? Adamı böyle,
cascavlak ortada bırakıp kaçıyorlar işte.
Karataş, en azından Türk Ceza Yasasının 252'nci
maddesinde yazılan "memuriyeti gasp" suçu işlemiştir. Fakat Karataş'ı
112 suç işlemeye yönelten ve bu suçu işlemesini kolaylaştıran, onu yasaya
aykırı olarak genel müdürlük koltuğuna oturtan bu hükümet değil midir? Suç
varsa, bu suçun kaynağı, Anayasaya ve yasaya aykırı Bakanlar Kurulu kararıdır.
TRT Genel Müdürlüğü koltuğu, üç beş gündür mü işgal
altındadır? Hayır. Danıştay, ismail Cem için yürütmeyi durdurma kararı verdiği
günden beri, bu koltuğa hükümet zoruyla oturtulan Prof. Nevzat Yalçıntaş da,
Prof. Şaban Karataş da suç işlemişlerdir. Fakat bu suç, neden bugün
hatırlanıyor?
Türkiye'de hukuk devleti, işte böyle oyunların
sahnesi olmuştur, iki yıl boyunca sus, her türlü yasadışı işlemi yürüt, ondan
sonra da, ceza yasasını hatırla!.. Mobilya yolsuzluğu böyle değil mi? MSP ve
CGP isteselerdi, mobilya yolsuzluğu bugüne kadar çoktan belirli kararlara
bağlanır, Başbakan ile Maliye ve Ticaret Bakanları çoktan Yüce Divana
giderlerdi. Tam erken seçim önergeleri konuşulurken, mobilya yolsuzluğunu
inceleyen soruşturma hazırlık komisyonu kararını açıklayıverdi. Ne olacak
şimdi? Hiç. Unutulup gidecek...
Nedense, bütün yolsuzluklar, bütün haksızlıklar,
bütün suçlar, tam seçime gidilirken soruşturma konusu yapılıyor. Siz hiç
Selahattin Pınarın şarkısını dinlemediniz mi?
- Daha önceleri nerelerdeydiniz?.. (Cumhuriyet, 8
Nisan 1977)
NEYİN GÜVENCESİ?
Önceki günkü gazeteler israil Başbakanı izak
Rabin'in, bir ABD bankasında parası olduğu ortaya çıkınca, görevinden istifa
ettiğini ve milletvekili seçimlerine de katılmayacağını yazıyordu. Rabın, olayı
"basit bir hata" olarak nitelemiş, ancak
yine de politikadan ayrılacağını açıklamıştır, Çünkü
İsrail yasalarına göre, dış ülke bankalarında para bulundurmak yasaklanmıştır.
Bu haberi okuyunca ne düşünürsünüz?
Demek ki başbakanlar, haklarında böyle suçlamalar
olunca görevlerinden ayrılmak gibi soylu davranışlarda bulunabiliyor-
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 113 lar. Demek ki başka
ülkelerde böyle kurallar henüz etkinliğini yitirmemiş. Böylesine suçlamalar
olunca ABD cumhurbaşkanı istifa eder, Alman başbakanı istifa eder, Japon
başbakanı istifa eder, israil başbakanı istifa eder. Eğer Türkiye'de bir
başbakana istifa gereğini hatırlatırsanız, yanıtı hazırdır: - Pilavdan dönenin
kaşığı kırılsın...
Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Bu arada
kardeşlerimize de milyonluk teşvik belgeleri verilsin. Kardeşler, yeğenler TIR
filoları kursunlar, bankalardan kredi ve vergi iadesi alsınlar. Yeter ki kaşık
kırılmasın!..
Başbakan Süleyman Demirel, bu gibi olaylara hiç
aldırmaz. Bu bakımdan tam bir "bağışıklık" sahibidir. Ne dersen de,
hangi belgeyi ortaya koyarsan koy, o ne pilavdan döner, ne kaşığını kırar.
işte böyle bir başbakanla seçime gidiyoruz. Şimdi
çoğumuz yolsuzluk dosyalarını unuttuk bile. Lockheed, mobilya... Artık bunlar
unutulacak. Tek endişe, seçim güvenliğidir. Demirel, Sayın Cumhurbaşkanına
gidip bu konuda "güvence" vermiş. Kim inanır buna?..
Şöyle serinkanlı düşünelim. Hükümet, anarşik
olayları önleyecek güce sahip midir? Bu sorunun iki yanıtı vardır. Bu soruya ya
"hayır" ya "evet" biçiminde yanıt verilebilir.
"Hükümet bu olayları önleyebilir mi" sorusunu, "evet"
biçiminde yanıtlarsanız, biz de şu soruyu sorarız: - Peki daha önce neden
önlemediniz?
Hükümet bugüne kadar ne yapmışsa, bundan sonra da
onu yapacaktır. Bugüne kadar kanlı olayları önleyemeyen, bu konuda hiçbir köklü
ve inandırıcı önlem alamayan hükümet, bundan sonra acaba hangi etkili yola
başvuracaktır?
Yok eğer hükümet bu olayları önleyemiyorsa, bu
durumda, hemen görevinden ayrılması gerekmez mi? Hem bu hükümetin içişleri
Bakanı Oğuzhan Asiltürk, Parlamento kürsüsünden, - Bu hükümet seçimde güvenlik
sağlayamaz, demedi mi? Seçim sandıkları yurttaş kanına bulanırsa, sorumlusu
şimdiden bellidir.
Şimdiye kadar on altı devlet kurduk diye övünürüz
ama şu "son bağımsız Müslüman Türk Devleti"nde, bir israil Başbakanı
izak Rabin gibisini yetiştiremedik bugüne kadar. Öyle değil mi? 114
Hani on altı devlet kurmuşuz ama, bir o kadarını da
işte böyle yıkmışız galiba. (Cumhuriyet, II Nisan 1977) LOCKHEED GÖLGESİ...
Milli Savunma Bakanı Ferit Melen, seçimlere bir
buçuk ay kala Lockheed yolsuzluğu ile ilgili olarak, Genelkurmay Askeri
Savcılığı tarafından verilen "kovuşturmaya yer olmadığı kara-rf'nın
yeniden gözden geçirilmesi için yazılı emir vermiştir. 353 sayılı Askeri
Mahkemeler Kuruluş ve Yargılama Usulü Yasasının 3. maddesi Milli Savunma
Bakanına, Genelkurmay Askeri Savcısınca verilen kovuşturmaya yer olmadığı
kararını kaldırarak kamu davası açılması ya da kovuşturmanın genişletilmesi
kararını verme yetkisi tanımaktadır. Yasa maddesinin bu bölümü aynen şöyledir:
- Milli Savunma Bakanı soruşturmaya
devam edilmesi veya kamu davası açılması hususlarında askeri savcıya emir
verebilir. Kamu davasının açılması hususunda verilecek emir üzerine askeri savcı,
soruşturma yapmaksızın iddianame
ile kamu davası açar.
Melen, Genelkurmay Askeri Savcısı Yargıç Albay ilhan
Şe-nel'e, Lockheed yolsuzluğu konusunda kamu davası açması için emir vermiş
değildir. Verilen emir, yasadaki tanım ile "soruşturmaya devam edilmesi"
kararıdır. Genelkurmay Savcısı, yeniden bir soruşturma yaparak, bilgi ve belge
toplayacaktır. Toplanan bu bilgi ve belgeden sonra, Genelkurmay Savcısı,
yeniden kovuşturmaya yer olmadığı kararı verebilecektir.
Milli Savunma Bakanı Ferit Melen, çok partili
düzenimizin demirbaş politikacılarından biridir, Bugüne kadar Maliye Bakanlığı,
Başbakanlık ve Milli Savunma Bakanlığı yapmıştır. Fakat ne çare ki, Lockheed
yolsuzluğu ortaya atılınca birbirini tutmaz demeçler vermiştir. Melen'in
Lockheed yolsuzluğu ortaya atıldığında verdiği ilk demeç şöyleydi: - Türk
makamlarının Lockheed firması ile herhangi bir ilişkisi yoktur. KONTRGERİLLA
ÖĞRETİLERİ 115
Melen, Milli Savunma Bakanı olarak bu sözleri
söylemiştir ama, gerçekler çok acı şekilde Melen'i yalanlamıştır. F-I04-S
uçaklarının Lockheed firmasından alındığı, her türlü belgeyle ortaya konmuştur.
Peki öyleyse Melen, nasıl olur da sırtındaki bunca yıllık devlet tecrübesiyle
böyle demeçler verebilmektedir? Melen, Lockheed konusundaki ilk demecini sonradan
Parlamentoda yalanlamış ve aynen şu açıklamayı yapmıştır: - Ben, bana verilen
bilgiye göre demeç verdim. Acele ile arkadaşlarımız bir not getirdiler. Onu
okuyarak bu bilgiyi arz ettim.
Son yirmi yıldır, Türk siyasal hayatında Başbakan,
Maliye Bakanı ve Milli Savunma Bakanı olarak boy gösteren Melen'i yalan yanlış
demeçler vermeye zorlayanlar kimlerdir acaba? 12 Mart döneminde sıkıyönetimin
sorunluluğunu taşıyan Melen, siyasal hayatında hep böyle, eline verilen notlan
okuyarak mı devlet yönetmiştir?
Görünen köy kılavuz istemez. Melen, yaklaşan
seçimler dolayısıyla açıkça seçim yatırımı yapmaktadır. Çünkü, Melen biliyor
ki, Lockheed yolsuzluğu ile ilgili TBMM Araştırma Komisyonu raporu ortadayken
değil Parlamentoda, seçim bölgesi olan Van sokaklarında bile dolaşması
güçleşecektir. Ve bunun içindir ki, seçimlere bir buçuk ay kala, Genelkurmay
Askeri Savcısına emir vermektedir. Amacı, seçmenlerin önüne çıkıp - Lockheed
yolsuzluğu için dava açılmasını ben istedim, diyebilmektedir. Ama kim inanır
Meien'e?..
Lockheed konusundaki karanlığın kaynağı ABD ile
yapılan "adlı yardım" anlaşmasıdır. Neden mi? Çünkü bu anlaşmaya
göre, ABD'den sağlanan Lockheed yolsuzluğu ile ilgili belgeler, Türk hükümeti
tarafından, ancak ve ancak mahkemelere verilebilecektir. Başbakan Demirel,
kendi imzaladığı bu anlaşmayı bile bile çiğneyerek ABD Adalet Bakanlığınca
yollanan belgeleri, bir "adli merci" niteliğinde bulunmayan TBMM
Araştırma Komisyonuna yollamıştır. ABD, hükümetin bu tutumundan sonra
Türkiye'ye belge ve bilgi akımını durdurmuştur. Eğer Türkiye'ye, Lockheed ile
ilgili belge ve bilgi yollan-mamışsa, bunun sorumlusu Başbakan Demirel'dir. Ve
Demirel'in başkanı olduğu Bakanlar Kuruludur. Şimdi Melen, üyesi bulunduğu
hükümetin yol açtığı bir sonuca karşı çıkar 116 gibi görünerek, Genelkurmay
Savcısına emir vermektedir. Ama dikkat ediniz; dava açılması için emir
vermiyor. Soruşturma sürsün diye emir veriyor. Bütün kaygısı, seçime kadar
geçecek sürede Lockheed gölgesinden kurtulmaktır. (Cumhuriyet, 18 Nisan 1977)
HABERCİLİK...
Bir kamu görevlisi, kendisine yasalar gereğince
verilen kamu görevini nasıl kötüye kullanır? Bunun çeşitli örnekleri vardır. Bu
örneklerin en belirginlerini, cephe hükümeti döneminde yaşıyoruz.
Gözünüzden kaçtı mı bilmem? Lockheed uçak yapımı
şirketinin Türkiye temsilcisi ve Altay Şirketi sahibi Nezih Dural, yüz bin lira
kefalet karşılığı salıverildi. TRT, Nezih Dural'ın cezaevinden çıkış anını
görüntüyle saptayarak, ekranlara yansıttı.
Buna şaşıranlar oldu, kızanlar oldu. Şaşırmaya ve
kızmaya hiçbir neden yoktur. Lockheed olayı, bir iki yıldır herkesi
ilgilendirmektedir. TRT Haber Dairesi Başkanlığının böylesine bir olayı adım
adım izlemesi gerekir. Fakat, TRT'nin bu konudaki haberciliği tek yanlıdır.
Nezih Dural'ın salıverilmesine karar verildiği gün, konuyla ilgili bir başka
haber daha vardı. Milli Savunma Bakanı Ferit Melen, Lockheed yolsuzluğu
konusunda "kovuşturmaya yer olmadığı" kararı veren Genelkurmay Askeri
Savcılığı kararının yeniden gözden geçirilmesini istiyordu.
Bu haber, en az Nezih Dural'ın salıverilme haberi
kadar günceldi ve bana sorarsanız, ondan da önemliydi. TRT Haber Dairesi
Başkanlığı, o gün ve ertesi gün bu konuya tek satır bile yer vermedi. Böyle
olunca da, TRT izleyicisi yurttaşlar şöyle düşündüler: - Baksanıza Nezih Dural
tahliye oldu. Genelkurmay Savcısı da kimseyi suçlu bulmadı. Öyleyse bu konuda
söylenenler doğru değil galiba...
Yurttaşlar büyük çoğunlukla, bu işlerin perde
arkasında nelerin olup bittiğini bilmezler. Devletin haberleşme araçlarına
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 117 inanırlar. Acaba yurttaşlar şunu biliyorlar mı? TRT
Haber Dairesi Başkanlığında bir AP eski milletvekili oturmaktadır. Bu AP eski
milletvekili, Lockheed uçak yapım şirketi komisyoncusu Nezih Dural'ın
Türkiye'deki bazı işlerinde komisyonculuk yapmıştır. Yani TRT Haber Dairesi
Başkanı, Lockheed komisyoncusunun komisyoncusudur.
Nezih Dural cezaevinden mi çıkıyor? Yolla TRT
kameralarını... Lockheed yolsuzluğu konusunda Milli Savunma Bakanı,
kovuşturmayı sürdürün, diye emir mi verdi, görmezlikten gel...
iş ilişkileri, devlet bürokrasisini böylesine
sarmıştır işte. "milli TRT" ile ne kadar övünsek azdır. Nedense,
Türkiye'de milliyetçiler hep böyle komisyoncuların arasından çıkıyor, TRT'de
habercilik işte bu koşullarla yürütülüyor. Haber namusuna sahip TRT emekçileri
de yaz kış demeden, birer birer başka illere sürülüyor.
Az kaldı. Bütün bunların hesabı
sorulacak. Başta, Danıştay kararını paspas yapan Genel Müdür Karataş, sonra
komisyoncunun komisyoncusundan Haber Dairesi Başkanı, ondan sonra da içerdeki
suç ortakları, birer birer hesap verecek. Yakında, yakında
(Cumhuriyet, 19 Nisan 1977) DOST ACI SÖYLER...
CHP Genel Yönetim Kurulu geceli gündüzlü çalışarak,
5 Haziran seçimleri için ön seçimlere girecek aday adaylarını saptamıştır. Bu
çalışmalar sonunda, bazı partililerin adaylık başvuruları reddedilmiştir.
Adına "veto" deyin ya da bunun yerine bir
başka ad bulun, sonuç değişmez. Bazı partililerin aday olmaları, parti
yönetimince uygun görülmemiştir. Adaylıkları reddedilenler arasında iki
milletvekilinin bulunuşu da oldukça şaşırtıcı olmuştur.
Diyelim ki, bu milletvekilleri parti suçu işlemişler
ve böylece CHP listelerinden aday olma niteliklerini yitirmişlerdir. Bu
varsayım doğruysa, ister istemez akıllara bazı sorular takılmaktadır. Bu
milletvekillerinin "veto" edilmelerine yol açan neden- 118 ler, parti
yönetimince ne zaman anlaşılmıştır? Eğer bu milletvekillerinin aday
olmamalarını gerektirici tutum ve davranışları varsa, bunların daha önce
saptanıp, belirlenmesi ve bu sonuçlar için parti disiplin kurullarının ceza
vermiş olması gerekmez miydi?
CHP Genel Yönetim Kurulunun bu tutumunu anlamaya
gerçekten olanak yoktur.
Seçim dönemine girilince, hesaplar çoğu kez altüst
oluyor. Ön seçim, bir can pazarıdır. Herkes parti içinde "altta kalanın
canı çıksın" dercesine, amansız ve acımasız bir savaşa girmiştir. Diyelim
ki, CHP Genel Yönetim Kurulunda, belli bir ilden ön seçimlere girecek olan aday
adayı, kendi seçim bölgesi içinde seçime katılacak bir aday adayı için: -
Efendim, bu partimize yaramaz, dedikten sonra bin bir türlü gerekçe
sıralayabilmektedir. Bunun parti içi demokrasiyle bağdaşır bir yanı yoktur. CHP
şimdi kaynayan bir kazan gibidir. Her partide olduğu gibi CHP içinde de
birbirinin kuyusunu kazmak için ev ev, otel otel, kahve kahve dolaşan
partililere rastlıyoruz. Bazılarının çalımından geçilmiyor: - Genel merkez
benden yana...
Genel merkez kimden yana, delegeler kimden yana,
seçmenler kimden yana, bunları bugünden kestirmek olanaksızdır. En doğru ve
sağlıklı yol, seçmene adaylarını doğrudan doğruya tanıma olanağı vermektir.
Fakat bu seçim sistemiyle, bu ön seçimlerle bunu sağlamaya olanak yoktur. Bunun
içindir ki, ön seçmenler
karşısında kıran kırana adaylık çekişmesine tanık
olunuyor. Bu çekişmeye, bir de Genel Yönetim Kurulu kararları karışınca, seçim
yarışında adaylar arasında sağlanması, kurulması, oluşturulması gereken denge
bozuluyor.
Bütün bunlara karşı, "parti disiplini"
gereği akla gelebilir. Akla gelmemesi gerekir amma, yine de "akla
gelebilir" demek gerekir. Parti disiplini, sol partiler için de
geçerlidir. Ama bu disiplin anlayışının istenmeyen adayların seçime bir iki ay
kala engellenmeleri-amacıyla kullanılması son derece sakıncalıdır ve
antidemokratik bir görünümü yansıtmaktadır. .
Önemli olan bazı demokratik ilkelerin
zedelenmemesidir. Biz bu günden bu uyarıyı yapmayı gerekli görüyoruz. Dost acı
söyler. CHP bu gibi yöntemleri uygularsa, saygınlığından ve KONTRGERİLLA
ÖĞRETİLERİ 119 etkinliğinden çok şeyler yitirecektir. Bu yöntemler bir kez
başarı sağlarsa, yarın partinin gelişimi bu gibi yollarla tıkanabilir;
demokratik sol görüş, amaç ve içeriğinden ayrılarak boş bir kavram gibi
boşlukta sallanıp durur. (Cumhuriyet, 21 Nisan 1977) SIZMA...
AP seçim kazanma ümidini, sağ oyların toplanıp sol
oyların parçalanmasında buluyor, hesaplarını bunun üzerine yapıyor.
Süleyman Demirei, iki aydır sağ oyları AP çatısı
altında toplamak için çaba harcayıp duruyor. CHP ise, sol oyları toplamak için
herhangi bir girişimde bulunmuyor. Üstelik parti üst kesiminde de "parti
dışı sol" olarak adlandırdıkları çevrelere karşı oldukça yoğun tepkiler
var, CHP, çok partili düzenimizin çok "doğurgan" partilerinden
biridir. Demokrat Parti, CHP içinden çıkmıştır. Yani Celal Bayan, Adnan
Menderes'i, Fuat Köprülü'yü, Refik Koraltan'ı CHP doğurmuştur. CHP içinden
üreyen Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960 yılında ancak bir ihtilal ile alaşağı
edilmiştir.
Siyasal hayatımızın en tutucu partilerinden biri
olan CGP, yine CHP içinden kopan bir grupça kurulmuştur. CGP Genel Başkanı
Turhan Feyzioğlu yıllarca, CHP'nin "ağır topu" olarak görev yapmış,
partinin en üst kademelerinde yer almıştır.
Ya 12 Mart hükümetlerinin başbakanları kimlerdir?
Bunlar da CHP'nin, "parti büyüğü" olarak tanıttığı Nihat Erim ve
Ferit Melen değil miydi? Bu dönemde birçok CHP milletvekili ve senatörü,
ortanın solu lideri Ecevit'i sırtından hançerlemek için sıraya girmemişler
miydi? Kemal Satır, Ali ihsan Göğüs, Orhan Kabibay, Sezai Orkunt... Bunlar
Ecevit'i ve CHP'yi en bunalımlı günlerde terk edip 12 Mart döneminden yana
tavır almamışlar mıydı?
Cephe hükümetinin kaç bakanı eski CHP'lidir bilir
misiniz? Sıralayalım mı?
Turhan Feyzioğlu, Orhan Öztrak, Selahattin Kılıç,
Gıyasettin Karaca ve geçenlerde bakanlıktan istifa eden Kemal Demir... TRT
Yönetim Kurulunda, Şaban Karataş'ı destekleyen Demirei hükümeti temsilcisi
kimdir bilir misiniz?
120
Yine eski CHP'Iİ Sezai Orkunt... Cephe hükümetinin
güvenoyu alacağı sırada, Hatay Milletvekili Sait Reşa ve Urfa Milletvekili
Necati Aksoy, CHP'ye ihanet etmemişler miydi?
Bütün bu örnekler gösteriyor ki, CHP için tehlike,
sağdadır. Çünkü CHP bir oluşum içindedir. CHP bundan sonraki gelişmesiyle ya
ilerici toplumcu bir parti olacaktır, ya da düzenin kurumlarıyla barışacak,
iktidar döneminde de düzenle bir ölçüde bütünleşecektir. Bu oluşum sürecinde,
CHP için gerçek tehlike, bu bozuk düzenden yana olanların, şu ya da bu yolla
partiye sızmalarıdır. işte, tehlikeli "sızma" budur. CHP içinden
çıkıp, en tutucu partilerde yer alanlar görülmüştür. Yine CHP içinden çıkıp,
Türkiye'nin gelmiş geçmiş en gerici hükümetlerinde sandalye kapanlara rastlanmıştır.
Fakat CHP içinden çıkıp da TİP, SDP ve TSİP ya da TBP gibi sol partilere girene
tanık olunmamıştır.
CHP'nin açık hava toplantılarında, bazı sorumsuz
grup-çukların olumsuz gösterilerine tanık olunuyor diye, bu tür olayları
abartarak sol ile bütün "diyalogu" koparmak CHP için ne ölçüde
yararlıdır, bilinmez. Bilinen şu ki, 1973 seçimlerinde dağlara taşlara
"Umudumuz Ecevit" diye yazılar kazıyanlar, bugün, birçok aday adayı
tarafından köy köy dolaşılıp suçlanan ilerici gençlerdir.
CHP büyük olasılıkla, 5 Haziran seçimlerinden sonra
iktidara gelecektir. CHP iktidara geldiğinde, parti programında yer alan
dönüşümleri gerçekleştirirken, parti içinde tıpkı Feyzioğlu, tıpkı Satır gibi
tutucu direniş odaklarıyla karşılaşmayacağını kim söyleyebilir?
Korkarız ki, soldan gelen sızmaları önleyeceğiz diye
bir başka sızmaya kapılar ardına kadar açılacak ve bu kapıdan girip parti
içinde köprü başı tutanlar, CHP'yi düzenle bütünleştirmek için "tarihsel
görevlerini" yapacaklardır. Tehlike solda değildir, sağdadır. Bunun
yarasını taşıyor CHP. Bu sızmalara karşı da köklü ve kalıcı önlemler alıyor mu
acaba?
(Cumhuriyet, 23 Nisan 1977) KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
121 "FAZİLET MÜCADELESİ" Bugünlerde aday adayları köy köy, mahalle
mahalle, kahve kahve dolaşarak seçim propagandaları yapıyorlar. Neyi merak
ediyorum, biliyor musunuz? AP Genel Başkanı Süleyman Demirel için en ağza
alınmayacak sözler söyleyip de sonradan AP'ye giren milletvekilleri, seçmenlere
neler söylüyorlar?
AP Sivas Milletvekili Vahit Bozatlı, CHP'den AP'ye
"transfer" olmuştur. Bozatlı 1970 yılında, Süleyman Demirel'in adının
karıştığı yolsuzluk iddiaları ile ilgili olarak şu konuşmayı yapmıştı. TBMM
birinci birleşim onuncu toplantı. Tarih 16.12.1970. Tutanak dergisinin 77
sayfası. Bir bölümü aynen aktarıyorum: - Bizim arzumuz, ne olursa olsun bir
hükümet başkanının, bir başbakanının "şaibeden" uzak kalmasıdır. Her
türlü şaibeden uzak kalmadığı taktirde bir başbakan, bunu bilesiniz, bilesiniz,
o memleket özlediği huzura hiçbir zaman kavuşamaz (CHP sıralarından bravo
sesleri). Bir hükümet başkanı şaibe altında kaldığı müddetçe, o memlekette
özlenen huzur, özlenen asayiş hiçbir zaman kurulamaz. Bunun ifadesi şudur.
"Balık baştan kokar" sözü vardır. Bu, halk için kötü bir örnek olur,
bu o ülkede hukukun hâkimiyetinin henüz tesis edilmediği anlamına gelir...
Bozatlı bu konuşmasında Demirel'in Yüce Divanda
yargılanmasını istiyordu. Demirel Yüce Divana gitmedi ama Bozatlı tıpış tıpış
gitti AP'ye kaydını yaptırdı. Bu sözlerden sonra, Demirel ile şapur şupur
öpüştü üstelik. Şimdi Sivas'ta, bu sözlerinin tam tersini söylüyor.
Bir de Ali Elverdi var, biliyor musunuz? O da,
Ankara Sıkıyönetim I no'lu Mahkeme başkanıyken, "Türk ulusu adına"
imzaladığı kararda, Demirel'i şu sözlerle suçluyordu: "Ekonomik sıkıntı,
buhran, politik tutarsızlık, 26 milyonluk birader yolsuzluğu söylenti ve
çalkantıları ve bu şayiaların gün ışığına çıkması yolundaki çabaların
baltalanması, engellenmesi yolundaki ayak oyunları..."
Ali Elverdi, Vahit Bozatlı'nın Meclis
kürsüsünden değindiği "birader yolsuzluğu" konusunu sadece mahkeme
kararına geçirmekle kalmıyor; bir de Demirel'i "ayak oyunları"
yapmak- 122 la suçluyor. Sonra, o da Demirel ile öpüşerek, koklaşarak AP'ye
giriyor. Konya Milletvekili Necati Kalaycıoğlu, Demokratik Partiden AP'ye
geçenlerden bindir. Demirel'i, Kalaycıoğlu gibi "karalayan" bir
ikinci milletvekiline rastlanmamıştı. O da AP'ye girdi. Demirel ile öpüşüp
koklaştı. Alınız size Konya "Yeni Meram" gazetesinin 26 Haziran 1970
günlü sayısından Kalaycıoğlu'nun birkaç cümlesi: - iddia ve ikrar ediyoruz ki
milletin, vatanın ve AP'nin tek kurtuluş yolu Süleyman Demirel'in şapkasını
alıp gitmesine bağlıdır. AP Genel Merkezi 1963 yılında basılıp tahrip edildiği
zaman şapkasını alıp giden bu zatın, bugün hakkındaki bu kadar ağır itham ve
isnatlar karşısında asgari manada aynı
davranışı göstermesi beklenirdi. Masonluk iddiasını
uzun süre uydurma bir belge ile saklamasını beceren bu zat hakkında yürütülen
tahkikatın, başta kaldığı müddetçe çevrilen dolaplar karşısında, ne derece
müspet ve salim bir sonuç verip vermeyeceğini aziz milletimizin yüksek
takdirine bırakıyoruz...
Biz de, Necati Kalaycıoğlu'nu "aziz
milletimizin takdirlerine" bırakalım ve DP'den ayrılıp AP'ye kapağı atan
Kubilay irmer adlı Konya milletvekilinin sözlerine göz atalım. Aynı "Yeni
Meram" gazetesine aynı gün şöyle konuşmuş imer.
- Yaptığımız fazilet mücadelesinde en
büyük endişemiz, memleketimizin,
milletimizin gelecekteki huzur ve refahı ve
kendisinin gölgelenmeğidir. Bunun müsebbipleri Demirel aile, ortaklığı ile
onların etrafında çevrelenen yeminli menfaat şirketidir. Şaibeden uzak bir
idarenin teessüsü ve idamesi için bir fazilet mücadelesine girdik. Parti içinde
başlayan ve pariamentoya da sirayet eden bu davranışın tatbikçisi ve takipçisi
yine bizler olacağız. Şimdi Konyalı seçmenler, Kubilay imer'i yakalayıp da, -
Sen de mi menfaat şirketine girdin, derlerse, ne olacaktır, acaba?..
"Milli ve manevi değerler" işte bu adamlarca savunuluyor. Siz hesap
edin artık gerisini...
(Cumhuriyet, 25 Nisan 1977)
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 123
ÖN SEÇİM VE SORUMLULUK...
Bir siyasal partinin gerek hükümette gerek
muhalefette varlık göstermesi, bir ölçüde Parlamentoya soktuğu milletvekili ve
senatörlerinin niteliklerine bağlıdır. Çünkü bir yasama dönemi içinde, siyasal
parti bu kadro ile karar verecek ve her türlü çalışmasını bu kadro ile
yürütecektir.
"iktidar olmak" bir sosyolojik olgudur,
bir hukuksal sorun değildir. "Ekonomik iktidar" kimin elindeyse,
gerçek iktidar da bu çevrelerin elindedir.
Türkiye hızlı bir gelişim süreci içindedir. Siyasal
partiler, kitle örgütleri, anayasal kurumlar, bu gelişim süreci içinde, belirli
ölçülerde değişikliklere uğramaktadırlar. Bu bir evrimdir. Siyasal partiler,
kitle örgütleri ve anayasal kuruluşlar, bu evrimin yasalarına göre, yeniden
biçimlenmektedir.
CHP bu sürece ayak uydurmaya çalışıyor. Adına
"demokratik sol" deyin ya da başka ad takın, örneğin "sosyal
demokrasi" deyin, ne derseniz deyin; CHP, toplumu bu evrime uyarak
değiştirmek istiyor.
CHP'nin sınıfsal yapısı, bir sosyalist parti olmaya
elverişli değildir. Buna bağlı olarak CHP'nin "ideolojik doğrultusu"
Marksist ideolojiyle taban tabana çelişiktir. Sınıfsal özü çelişiktir, kurmak
istedikleri toplum yapısı çelişiktir. Gözlemleri ve çözüm yollan da değişiktir.
CHP, parti yöneticilerinin korktukları
"sızmalarla" Marksist parti olmaz; fakat düzenin temelinden
kaynaklanan tutucu ayak bağlarıyla, bir süre bu değişim sürecinin dışında
tutabilir. Toplumsal gelişimin sınıfsal görüntüleri CHP içine yansımazsa,
parti, yönelmek istediği demokratik sol doğrultudan sapabilir,
"Delege" adı verilen CHP ön seçmenleri, bugünlerde milletvekili ve
senatör adaylarını saptayacaklar, I Mayıs günü, kimlerin listelerin ön
sıralarında yer aldığı, kimlerin seçilemeyecekleri belli olacak.
Pazar günü, CHP Ankara milletvekili aday adaylarından
M. Emin Değer ile birlikte, "Tuzluçayır" ve "Çalışkanlar"
mahallelerine gittik. Tuzluçayır'da Cumhuriyet Kıraathanesi, Çalışkanlarda
"Halk" Çayevi'nde CHP delegeleriyle konuştuk. Buralarda gerçekten
bilinçli ve duyarlı seçmenlere rastladık. Seçmenler, sanki aday adaylarını
sorguya çekiyorlar: 124
-141 ve 142 hakkında ne düşünüyorsunuz? Sosyalist
Enternasyonal hakkında görüşünüzü açıklar mısınız? Siyasal cinayetler nasıl
önlenecek? ikili antlaşmalar ne olacak7 NATO hakkındaki görüşünüz nedir?..
CHP, Parlamentoya güçlü, etkili ve nitelikli bir
"kadro" ile gelmelidir. Bunları belirlemek, şimdi CHP'Iİ ön
seçmenlerin elindedir. Millet Meclisinde görüşmeleri izlerken çok kez;
- Ah şimdi bir Muammer Aksoy olsaydı, diye
yakındığımız olurdu. Prof. Aksoy, şimdi istanbul'dan aday adayı. MC iktidarının
halk ve ülke çıkarlarına aykırı ekonomik kararlarına cesaretle karşı koyan DPT
Sosyal Planlama Dairesi Başkanı içen Börtücene de istanbul aday adayları
arasında savaşımı veriyor. 12 Mart günlerinin dostu, avukatım M. Emin Değer
Ankara'dan aday adaylığını koydu. Yine güç günlerin dostu Avukat Doğan Tanyer
Ankara'dan aday adayı. Sınıf arkadaşım eski il Başkanı Taylan Üner Trabzon'dan
aday adayı oldu. Ve seçmen önünde CHP'nin kadrosuna yaraşır nice dostlar var,
CHP ön seçmenleri, bir büyük sorumluluk ile karşı karşıyadır. Önümüzdeki dönem
CHP, ya programında yazılı dönüşümleri gerçekleştirecek ya da düzenin çarkları
arasında ezilip yozlaşacaktır.
Bu yol ayrımının ışıklarını yakıp söndürmek, şu
önümüzdeki beş gün içinde yalnızca CHP delegelerinin elindedir.
(Cumhuriyet, 27 Nisan 1977)
KORKU...
Son kanlı olaylar, hiç kimse için şaşırtıcı
olmamıştır, iki yıldır ne ekiidiyse, o biçiliyor. Amaçları hep bu. Korku ve
terör yaratacaklar. Herkesi ürkütüp korkutacaklar.
Niçin? Çünkü, gideceklerini anladılar. Gidecekler ve
bir daha iktidar yüzü görmeyecekler. Halk, bir kirli mendil gibi fırlatıp
atacak bunları, işte bunun için korku yaratacaklar, terör yaratacaklar...
Gidişir, korkusu, çöküşün telaşı yüreklerine bir kara bulut gibi oturmuştur
artık.
Ama öyle sessiz sedasız gitmeyecekler. Halk buna da
izin vermeyecek. Bütün suçlarının hesabını verecekler. Birbiri KONTRGERİLLA
ÖĞRETİLERİ 125 ardından vurulup vurulup öldürülen yurttaşlarımızın hesabını
verecekler; milyonluk yolsuzlukların hesabını verecekler; eşe, dosta
dağıttıkları benzin bayiliklerinin hesabını verecekler; Hazine yağmalarının da,
kanlı kefenlerin de hesabını verecekler. Bu hesap bir bir sorulacak.
Acaba korkutabilir miyiz? Acaba sindirebilir miyiz?
Korkarlar mı? Sinerler mi? Düşündükleri hep bunlar. Çünkü gidiyorlar, göç
başladı; ve artık hesap verecekleri günleri düşünüyorlar. Er geç hesap
verecekler; yarın, öbür gün.,. Ama mutlaka hesap verecekler. Bundan
korkuyorlar; hesap vermekten korkuyorlar... Korku onun korkusu, telaş onun
telaşıdır. Bu gidişi nasıl durduracaklar? Önce, bu tür olaylarla seçim
sandıklarını kana bulayacaklar, böylece ülkede bir kargaşa ortamı yaratılacak.
Sonra da devleti, "ipleri okyanus ötesinde bir kuklaya" teslim
edecekler. Peki sonra ne olacak? Sonra bir ülkenin televizyon ekranlarında:
- CIA, Türkiye'de şu şu olayları yaratmıştır, diye
programlar mı düzenlenecek? Gerçek şu. iran'da Musaddık'ı yıkan, Şili'de Devlet
Başkanı Allende'yi katleden "dünya jandarması" CIA, Türkiye'de cümle
ajanlarıyla eyleme geçmiştir.
Bu eylemleri yaşıyoruz şimdi. Niksar'da, Şiran'da,
ellerine tabanca verilen serseri sürüsü, bu ihanet eyleminin suç araçlarıdır.
Bunların arkalarında, her ulusçu ve ilerici eyleme karşı çıkan CIA var, CIA
bürokratları var, kontrgerilla var. iki yıldır vurulup vurulup öldürülen
yurttaşlarımız bir profesyonel katil çetesinin kurbanlarıdır. Ülkemizi adım
adım bu koşullara sürüklediler. Seçim doğal koşullarıyla yapılırsa, silinip
gideceklerini anladılar. Hesap vereceklerini de anladılar.
Bir ülkede her eylemi CIA örgütlemez, CIA planlamaz.
Fakat oluşan olaylara CIA yön verir, biçim verir. Bir yerde sıkılan kurşun, bir
başka yerde patlayan bomba, öyle koşullar olur ki, CIA planlarına uygun düşer.
Doğrudur; herkesi CIA yönetmez. Fakat birçok kişi bilerek ya da bilmeyerek CIA
planlarına araç olur, CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'e yapılan saldırılar,
"mahalli serserilerce" düzenlenmiş basit "zabıta vakaları"
değildir. Bunu önce, "siyasi stajını" 12 Mart hükümetlerinde tamamla-
126 yan içişleri Bakanı öğrenmelidir. Sonra da şu öteki cephe bürokratları...
Ve Mussolini'nin ayaklarından bir sokak fenerine
asıldığını, beynine kurşun sıkan Hitler'in mezarının bile bulunmadığını, Albay
Papadopulos'un ise şu anda cezaevinde olduğunu kimse unutmamalıdır.
Gidiyorlar, gidecekler ve gittikten sonra da mutlaka
hesap verecekler. Bu korkunun ecele ne yararı olacak?..
(Cumhuriyet, 29 Nisan 1977
BU KANDA BOĞULACAKLAR
"Bu hükümetle seçim yapılmaz" diyenlerin
ne kadar haklı oldukları gün geçtikçe anlaşılıyor. Gün geçtikçe, kanlı eşkıya
çetelerinin amaçları iyiden iyiye ortaya çıkıyor. Artık herkes,
"kontrgerilla eşkıyası"™ parmak izlerinden tanıyor.
Önce adım adım cinayetlere alıştırıldık. Her gün bir
yurttaşımızı öldürdüler. Ses çıkmadı. Partilere saldırdılar. Yadırganmadı.
Şimdi tırmanış, bütün gücüyle seçim sandıklarına doğru uzanıyor.
CHP Genel Başkanı Ecevit'e yönelen kanlı saldırılar,
bir planın son halkasıdır. İstanbul'un orta yerinde, güpegündüz, üç genç
kızımız, kontrgerilla eşkıyasının açtığı yaylım ateşiyle kana bulanıyorlar.
Nerede istanbul Valisi? Nerede içişleri Bakanı? Nerede Emniyet Genel Müdürü?..
Nerede istanbul Emniyet Müdürü? Yoklar, bulamazsınız. Hiçbirini... Hiçbirini
bulamazsınız. Bu tür olaylar oldu mu, hepsi mumyalar müzesinin sessiz heykeli
kesiliverirler birdenbire. Ama, iş solcu öğrenci yakalamaya gelince her biri
birer aslan gibi kükrer. Gece yarıları öğrenci yurtlarını basıp devrimci
öğrencileri birer savaş esiri gibi sorguya çekerler. Cephe aslanlarıdır bunlar.
Cephe partileri çeker giderlerse, her biri süt dökmüş kedilere dönerler. Cephe
hükümetinin içişleri eski Bakanı, Cumhuriyet Senatosunda şiddet olaylarını
araştıran komisyona gönderdiği resmi yazıda, siyasal cinayetlerin hangi
yıllarda yoğunlaştığını gösteri- KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 127
yor, 1968 yılında I kişi, 1969 yılında 9, 1970
yılında 17, 1975 yılında 26, 1976 yılının ilk dört ayında ölenlerin sayısı ise
27...
Görüyorsunuz: Demirel ne zaman başbakan olursa,
cinayetler çoğalıyor; ne zaman hükümetten ayrılırsa, ülkede dirlik düzenlik
kuruluyor.
Demirel'in Başbakanlığı döneminde nedense,
kardeşlerine, yeğenlerine dağıtılan milyonlarla, öldürülen yurttaşlarımızın
sayısı birdenbire artmaktadır. Cephe demokrasisinin özeti budur işte.
işte Türkiye bu koşullarda dolu dizgin bir belirsiz
noktaya doğru sürükleniyor. Bu çıkmazdan tek kurtuluş yolu, 5 Haziran
seçimleridir. Faşizm mi özgürlük mü, barış mı, terör mü? 5 Haziranda bu
soruların yanıtını bulacağız. Göreceksiniz, bu kan denizi önce bu kanları
akıtanları boğacaktır. Küçük ilçelerde CHP Genel Başkanına pusu kuran ilkel
faşist özentileri, ağabeyleri, şefleri, suç ortakları ile birlikte hesap
vereceklerdir. Sokak ortalarında yurttaşlarımız üzerine yaylım ateşi açan
"kontrgerilla eşkıyası", perde arkası yöneticileriyle birlikte hesap
verecektir. Her biri, bağımsız mahkemeler önünde hesap verecektir. Evet,
güdümlü yargıçlar önünde değil, bağımsız yargıçlar önünde hesap vereceklerdir,
bir bir...
27 Mayıs 1960'tan önce Uşak'ta ismet Paşanın başına
atılan taş, Demokrat Partinin mezar taşı olmuştu.
Niksar'da, Şiran'da, Erzincan'da Ecevit'e atılan
taşlar da cephe partilerinin mezar taşlan olacaktır. Ve bu kan, fidan gibi
delikanlılarımızın ve gelinlik kızlarımızın bu genç ve taze kanlan, bir gün
gelecek, bu kanı akıtanları boğacaktır...
(Cumhuriyet, 30 Nisan 1977) SORULAR...
I Mayıs günü istanbul'da Taksim Alanında yaşanan
korkunç olayları, son yıllarda Türkiye'nin yaşamakta olduğu siyasal koşullardan
soyutlamaya olanak yoktur. Sanki bir plan işliyor. Sanki görünmez bir el, bu
planı adım adım uyguluyor. Birçok kişi, birçok grup, bu plan için ya
"figüran" oluyor ya da "alet" olarak kullanılıyor.
128
Taksim olaylarını, birçoğumuzun yaptığı gibi
"Maocu-Leninci" çatışması olarak nitelersek, içinde yaşamakta
olduğumuz koşulları unutmuş oluruz. Bunca genci kim öldürdü? istanbul'da bir
hafta önce kimler, üç genç kızı otomatik tüfekle tarayıp kaçmıştı? Şişli'de yol
ortasında yürüyen iki genci kurşunlayanlar kimlerdi? Evet kimlerdi bunlar?
Bu soruların gizlendiği karanlıklar, Taksim
Alanındaki çatışmaya kadar uzamaktadır. Bazı sorumsuz gruplar, başta CHP
toplantıları olmak üzere birçok yasal toplantıyı "sabote" etmek için
"seferber" olmuşlardır. Bunlar kimlerdir? Şimdiye kadar neden bunlar
hakkında hiçbir yasal soruşturma açılmamıştır? Havada uçan kuşu komünist sanan
cephe yöneticileri, neden şimdiye kadar bu tür eylemlere başvuranları mahkeme
önüne çıkaramamıştır?
Bu, Maoculuk, Lenincilik gösterisi değildir. Bu,
Milliyetçi Cephe partileriyle el ele, gönül birliği içinde olanların düzmece
solculuğudur. San solculuktur, kışkırtıcı ajan eylemleridir.
Taksim'deki kanlı olayları "Maocu-Leninci
tartışması" düzeyine indirirsek, birçok olayın nedenini ve oluşumunu
gözden kaçırmış oluruz, istedikleri de bu
değil midir? Solu kendi içinde anlamsız ve verimsiz
bir çatışmaya sokup, bundan yararlanmak için her türlü yola başvurmuyorlar mı?
Devletin içişleri Bakanlığı var. içişleri
Bakanlığının çeşitli istihbarat örgütleri var. Milli İstihbarat Teşkilatı var.
Bu örgütün, her yerde gözü ve kulağı var. istihbarat, bütün bu olanaklarıyla,
böyle bir çatışma eğilimini önceden saptayamadı mı? Bir grubun, yasal
toplantıya katılanlarla göğüs göğüse gelmelerine kadar, neden bir tek önlem
almadı?
Yoksa, birtakım yasadışı örgütler, örneğin CIA
tarafından yönetilen "kontrgerilla" adlı örgüt, Taksim Alanı
çevresindeki büyük otellerde ve binalarda mı mevzilenmişti? Görgü tanıkları,
Intercontinental Oteli ile Sular idaresi duvarından kalabalığa yaylım ateşi
açıldığını söylüyor. Olayı yaşayanlar, biri Anadol, biri Renault marka iki
arabadan topluluğa kıyasıya ateş edildiğini anlatıyor. Kim bunlar?
Diyelim ki, "Maocu" denilen
grup, Taksim Alanına Harbiye yönünden girdi. Ya Intercontinental Oteli ile
Sular idaresinden ateş edenler, bu binalarda
otomatik tüfeklerle nasıl KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
129
mevzilendiler? Ölenler kimlerin kurşunlarıyla
öldüler? Gözaltına alınanlar kim? Türkiye'de bunca olayı yaratanların, bu olaya
karışmadıklarını söylemek kolay mıdır? istanbul'da eski köşklerde üstlenen
"kontrgerilla" ve "avcılar grubu"nun kimler oldukları bilinir
mi?
Her olayı CIA yaratmaz. CIA gelişen olaylara yön
verir, bu olayları saptırır. Böylece bir kargaşa ortamı oluşturur. Öyle
anlaşılıyor ki birtakım sorumsuz gruplar, böylesine bir ortamın yaratılmasında
"figüran" olarak seçildiler, böyle bir kanlı olaya "alet"
edildiler. Fakat bu olayların arkasında ClA'nın kanlı ellerini görmemek için
çok saf olmak gerekir.
Biliyorsunuz, CIA bu gibi olayları nasıl düzenler,
hep birlikte televizyondan öğrendik. Önce anlattılar, sonra uyguladılar.
Demokrat Parti döneminde, Rum azınlığına yönelen 6-7
Eylül saldırısının solcular tarafından düzenlendiği, hükümet çevreleri ve
hükümet yanlısı basın tarafından bütün dünyaya ilan edilmişti. Sonradan, bu
olayların o zamanki adıyla 'Milli Emniyet" tarafından düzenlendiği mahkemelerde
belgeleriyle ortaya çıkarılmıştı. Taksim olaylarını tümüyle sola mal etmek için
saldırıya geçen cephe partilerini gördükçe, 6-7 Eylül olaylarını anımsamamak
mümkün değildir.
Taksim olayı, en az, cephe hükümeti dönemindeki
siyasal cinayet olayları kadar karanlıktadır. Bu karanlıktan yararlanmak
isteyenlerin oyunlarına hep birlikte karşı çıkalım.
(Cumhuriyet, 4 Mayıs 1977) SORUŞTURMA NASIL
YAPILMALI?
I Mayıs olayı, Türk basını için bir sınav günü oldu.
Bakınız bir kısım basın olayı nasıl çarptırdı, kamuoyunu aldatmak için hangi
duygulan kullandı. Bunları acıyla izliyoruz.
Bu tür olaylarda, peşin değer yargılarından kaçınmak
gerekir. Çünkü peşin yargılar, çoğu kez gerçeğin gizlenmesine yarar. Düşüncenin
yerini duygu, soğukkanlılığın yerini öfke alır. Bu öfke ve duygu selinden
sıyrılmazsak, gerçeği gün ışığına çıkaramayız.
130
Sağ güçler, bu olaydan çıkar sağlamaya çalışıyor.
Partileri, dernekleri, TRT'si, yazar ve çizeri ile, DİSK'İ sanık sandalyesine
oturtmak, istanbul'un ilerici, namuslu ve yürekli Belediye Başkanı Ahmet
isvan'ı karalamak, bundan siyasal yarar sağlamak istiyorlar. Buna meydan
vermemek gerekir.
Türkiye'de yıllardır bir oyun oynanıyor. Bir plan
adım adım uygulanıyor. Önce, sağ kesim içinde silahlı örgütler oluşturup, sol
kesim üzerine saldırttılar. Bu yetmedi. Şimdi de solu kendi içinde parçalamak,
yok etmek ve yozlaştırmak istiyorlar.
Devrimci bilinç, işte bugünler için gereklidir.
I Mayıs öncesinde bir sürü siyasal cinayet işlendi,
istanbul'un orta yerinde genç insanları kurşun yağmuruna tutan eşkıya çetesinin
bir üyesi bile yakalanmadı. Sırtında bunca kara tabutu taşıyan istanbul valisi
nasıl gönül rahatlığı içinde koltuğunda oturmaktadır?..
ilerici basın olarak, I Mayıs öncesindeki siyasal
cinayetleri olduğu gibi, I Mayıs olayını da didik didik edip bunların suç
belirtilerini, kanıtlarını, devletin bürokratlarına, bakanına, valisine,
emniyet müdürüne, bir bir sormalıyız.
Dört beş gündür gazetelerde okuyorsunuz.
Intercontinental Otelinden kalabalığa ateş açıldığı söyleniyor. Bu konuda herhangi
bir soruşturma yapılmış mıdır? Bu otelin "güvenlik amiri", Emniyet
Genel Müdürlüğü eski Yardımcılarından ve istanbul Emniyet eski Müdür
Vekillerinden Mehmet Akzam-bak'a herhangi bir soru yöneltilmiş midir?
1955 yılının 6-7 Eylül olaylarına yol açan olay
Selanik'te Atatürk'ün doğduğu eve bomba atılmasıydı. Yassıada duruşmalarında,
bu bombanın bir güvenlik görevlisi olan, Oktay Engin tarafından konduğu
anlaşılmıştı. Yassıada duruşmalarına kadar 6-7 Eylül olaylarının
"solcular" tarafından yapıldığı ileri sürüldü, ileri sürülmek ne
kelime, birçok solcu bu gerekçeyle tutuklanmış, aylarca hücrelerde
yatırılmıştı.
Atatürk'ün Selanik'te doğduğu eve bomba koyan
güvenlik görevlisi Oktay Engin, şimdi nerededir dersiniz? Emniyet Genel
Müdürlüğü Güvenlik Dairesi Başkanlığında!.. Oktay Engin, I Mayıs toplantısı ile
ilgili önlemlerin alınmasında ve uygulanmasında en önemli görevlerden birini
üstlenmişti.
Sanırız, Oktay Engin'de bu konuda çok yararlı
bilgiler vardır. KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
131
Burada, belli kişileri suçlamak amacı gütmüyorum.
Fakat, bu olay, enine boyuna bütün ayrıntılarıyla incelenmeli ve her belirti,
her kanıt, kamuoyu önünde tartışılmalıdır.
Intercontinental Oteli ile Sular idaresi duvarından
ateş a-çanlar yakalanmış mıdır? Bunu kimden soralım? Emniyet Genel
Müdürlüğünden mi, Güvenlik Dairesi Başkanlığından mı? istanbul Valisinden mi?
Kimden?..
(Cumhuriyet, 6 Mayıs 1977)
YILGINLIK...
Türkiye'de Anayasa düzeni yürüdükte midir?
Yürürlükteyse, devletin görevi, yasal toplantı ve gösterilerde her türlü önlemi
almaktır. Devletin bu görevi, seçime yaklaştığımız şu günlerde büsbütün
artmaktadır.
CHP'nin seçim kazanma olasılığı arttıkça, kanlı
olaylar da yoğunlaşmaktadır. Birtakım güçler, halkta yılgınlık yaratarak seçim
sandıklarına şimdiden ipotek koymaya çalışıyor. Seçim gezilerinin kanlı
geçeceği, sandık başında kan akıtılacağı, kulaktan kulağa yayılıyor.
Hani Anayasa düzeni? Hani seçim yasaları? Hani temel
hak ve özgürlükler?..
Niksar, Şiran, Erzincan olaylarından sonra I Mayıs,
karanlık güçlerin ne gibi planların içinde olduklarını sergilemektedir. Birçok
ülkede ihtilaller düzenlemiş, hükümetler devirmiş, cinayetler işlemiş CIA,
birdenbire "ıslahı nefs" edip köşesine mi çekilmiştir?
istanbul'da bunca cinayetin arkasındaki güç kimin
gücüdür? Öyle bir güç ki, Emniyet Genel Müdürlüğü bu katillerin bir tekine
elini bile sürmedi. Ülkü Ocakları genel başkanlarına cinayet silahları dağıtan
subaylara tek bir soru sorulmadı, sorulamadı. ClA'nın Türkiye'de yaptıklarını,
beş on yıl sonra bir televizyon filminde görünce mi inanacağız acaba?
Belki iran'da Musaddık devrildiğinde, bazı
gazeteciler CIA' nın bu işe karışmadığını yazmışlardır. Belki Ailende
devrildiğinde, Şili'li "tarafsız" gazeteciler, ClA'ya toz
kondurmamışlardır.
132
Belki, Albay Papadopulos iktidara geldiğinde, kimse
bu ihtilalde ClA'nın izini aramamıştır.
Ankara'da, Amerikalılar ve Amerikalılara yakın
çevreler, ısrarla, son olaylarda ClA'nın parmağının olmadığını yaymaktadırlar.
Evet, her olayı CIA yaratmaz. Çok söylendi, çok
yazıldı. Fakat, her ülkede olduğu gibi, Türkiye'de de CIA vardır ve bazı devlet
kurumları ile iç içedir. CIA, belli olaylara karışır, belli olayları saptırır,
yozlaştırır. Amacı, hangi ülkede olursa olsun, solun geniş bir birlik yaratarak
iktidara gelmesini önlemektir.
Seçim yaklaştıkça, kitlelerde bir yılgınlık yaratma
planı adım adım uygulanıyor. Bu yılgınlığı önlemek, halkımızda demokratik
bilinci ayakta tutmak hepimizin görevidir.
Saltanatınız yıkılıyor, bir ay kaldı, bir ay!..
(Cumhuriyet, 7 Mayıs 1977)
OYUNA GELMEMEK...
Bugünlerde sık sık CIA ve kontrgerilla gibi
örgütlerden söz ediyoruz. Nedeni açık. Ülkemiz, seçimlere doğru, belli ki bir
kargaşa ortamına sürüklenmek isteniyor. Çok partili düzen yerine 12 Mart
dönemine benzer bir "otoriter" yönetim kurup sermaye çevrelerine güvence
sağlamak, çoktandır gündemin ilk maddesine oturtulmuş. Şimdi bunun yolu yöntemi
araştırılıyor.
"Kontrgerilla" rasgele kullandığımız bir
kavram değildir. Kontrgerilla, NATO üyesi ülkelerde, ayaklanmaları bastırma
amacıyla kurulduğu söylenen, bir gizli savunma örgütüdür. Panama Kanalında,
Pentagon generalleri tarafından özel bir eğitimden geçirilen kontrgerilla
uzmanları, ABD savaş öğretileri gereği, her ülkede eyleme geçerler.
Kontrgerillanın asker kesimi, Panama Kanalındaki bu
eğitim üssünde yetiştirilip hazırlanırlar. Örgütün sivil elemanları ise,
Washington'da "Uluslararası Polis Akademisi"nde eğitim görürler.
Ülkemizde, 12 Mart döneminin işkenceci elebaşları bu eğitimlerden geçmişlerdir.
Bu işkencecilerin adları, soyadları, bugün nerede oldukları, ne iş yaptıkları
bilinmektedir. Sözün KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 133
I
gelişi, bunların içinde Siyasal Bilgiler Fakültesi
mezunu, eski boksör, silah meraklısı bir güvenlik görevlisi, boynundaki kurşun
yarasını göstere göstere, yeni eylem planlan düzenlemektedir. Bu kontrgerilla
elemanı, şimdi çok önemli güvenlik hizmetlerinin başındadır.
Kontrgerilla, 12 Marttan bu yana MHP yanlısı
elemanlarla doldurulmaktadır. CIA etki ve güdümünde olan kontrgerilla,
istanbul'da eski saray ve köşklerde karargâh kurmuştur. Bunu ben de biliyorum,
örneğin istanbul Valisi de biliyor. Emniyet Genel Müdürü de biliyor. Bilmeyen
sadece şu "tarafsız" içişleri Bakanıdır!..
NATO üyesi ülkelerin haberalma servislerinin,
birbirleriyle yakın ilişkileri bulunmaktadır. Basınımızın bazı tarafsızları, bu
söylediklerimizi yalanlamaya çalışadursunlar. Biz yine de Dışişleri Bakanı
ihsan Sabri Çağlayangil'in şu "veciz" sözlerini anımsayalım:
- CIA girmiş benim içime...
israil gizli örgütü ile MİT arasında ne gibi
ilişkiler bulunmaktadır? iran Gizli Haberalma Örgütü ile MİT ne gibi ilişkiler
içindedir? CIA ile MİT arasındaki ilişkiler hangi noktalarda yoğunlaşmaktadır?
CIA ile kontrgerilla arasındaki ilişkileri bilmeden,
araştırmadan, "şematik" yorumlarla CIA olgusunu unutturmaya çalışmak,
bilmem kime hizmet olur? Hiç düşünülmüş müdür?..
Devrimci kesim, CIA ve kontrgerilla olgusunu
belleklerde taze tutturursa, bu oyunlara da gelinmez. Türkiye'de devrimci
kesimin bir tek güncel görevi olmalıdır. Önümüzdeki bir ay içinde, seçim
sandığına giden yollan açmak ve cephe hükümetini yurttaş oyu ile devirmek!..
Bunu engelleyen her eylem, adı sanı ne olursa olsun,
arkasında CIA ve kontrgerilla gölgesi saklamaktadır.
(Cumhuriyet, 8 Mayıs 1977)
AYNI OYUN MU?
I Mayıs olayları nedeniyle gözaltına alınanlardan
bir kısmı tutuklandı. Tutuklananlar arasında, Intercontinental Oteli ile Sular
idaresi duvarından halka ateş açanlar da var mı acaba?
134
Bilmiyoruz. Hazırlık soruşturması gizli olduğu için,
olayla ilgili sanıkları ve kanıtları yakında mahkemede göreceğiz, tanıyacağız.
Bir haftadır, kamuoyunda şu şüphe gittikçe
yoğunlaşmaktadır. Milli istihbarat Örgütü, I Mayıs olaylarından önce herhangi
bir değerlendirme yapmış mıdır? Böyle bir değerlendirme bir rapora bağlanmış
mıdır? 5 Haziran seçimlerinden sonra
toplanacak Parlamentonun ilk işi bu olaya eğilmek
olmalıdır. Yakın geçmişte yaşadığımız 12 Mart olayı, Milli istihbarat
Örgütünün, bazı "anarşik olaylara" ne ölçüde karıştığını ortaya
koymuştur.
Bir örnek verelim: 5 Mart 1971 tarihinde ODTÜ
öğrencileri, jandarma birlikleriyle silahlı çatışmaya girmiş ve bir öğrenci ile
bir jandarma eri bu çatışmada hayatlarını kaybetmişti. Olaydan sonra birçok
kişi tutuklandı. Arananlar arasında Eyüp Temeltaş adlı bir öğrenci de
bulunmaktaydı. Eyüp Temeltaş, bu çatışmada önemli görevler almıştı. Duruşmalar
sırasında, dava dosyasından şu belge çıktı. Dev-Genç dosyası, 7.klasör,
2.dosyadaki belgeyi birlikte okuyalım:
"2. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı ilgili
Askeri Savcılığına: ilgi yazınıza konu ODTÜ öğrencisi Eyüp Temeltaş,
teşkila-tımızca kendisinden uzun süre istifade edilmiş bir kimsedir. Adı
geçenin durumunun açığa vurulması, gerek kendisi gerekse teşkilatımız yönünden
birtakım sakıncalar tevlit edecektir. Bu bakımdan Eyüp Temeltaş'ın durumunun,
deşifre edilmeden, takibat dışı bırakılması yerinde bir tedbir olacaktır.
Bilgilerinize arz ederim. I Eylül 1971 Nurettin Ersin Korgeneral MİT Teşkilat
Müsteşarı"
MİT Müsteşarı Nurettin Ersin'in bu yazısından sonra,
her türlü devrimci eylem içinde görev almış bulunan Eyüp Temeltaş "takibat
dışı" bırakılmıştır. MiT'in bu yazısı, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı
Askeri Savcılığı 1971/40-45 evrak, 1971/21 I esas, 1971/153 sayılı
"kovuşturmaya yer olmadığı karan" ile Eyüp Temeltaş'ı kovuşturma dışı
bırakmıştır. Yani, MİT I Eylül 1971 günü yazı yazıyor, iki gün sonra, 3 Eylül
günü askeri savcılık kararını veriyor... KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 135
I Mayıs günü Taksim Alanında bu tür kuşku bulutlan
dolaşmıştır. Eğer şu örnekte görüldüğü gibi, birtakım kişiler yine
"takibat dışı" kalıyorsa, hiç unutulmasın, bu belge gibi, saklanan
bütün belgeler de bir gün, gün ışığına çıkarılır. Eski dosyalardan çekip
aldığımız bu belgeyi istanbul Savcılarına saygıyla sunarız...
(Cumhuriyet, 9 Mayıs 1977) YAŞANMADI MI?
Seçimlere bir ay kala yaşadığımız şu kargaşa ortamı,
ister istemez on yıl önce Yunanistan'da yaşanan siyasal koşulları
anımsatmaktadır. 21 Nisan 1967 günü Atina sokaklarını işgal eden Silahlı
Kuvvetler, yönetime el koymuştu, ihtilalin lideri, CIA ile Yunan Gizli
Haberalma Örgütü (KYP) arasında "irtibat subaylığı" yapan Albay
Papadopulos'tu. ihtilal, bir komünist ayaklanmaya karşı NATO kurmaylarınca
hazırlanan "Prometheus Planı"na göre yapılmış ve başarılmıştı. 1967
öncesinde, Yunanistan'da sağcı partilerin en çok çaba harcadıkları konulardan
biri, "milliyetçi partileri" bir araya getirecek ve solcu partilere
iktidar yolunu kapayacak olan bir seçim sistemiydi, ismet inönü'nün
liderliğindeki CHP'yi anımsatan "Merkez Birliği Partisi", bu öneriye
karşı çıktı. Merkez Birliği Partisinde, lider George Papandreu'nun oğlu Andreas
Papandreu, beş on yıl önce CHP içinde "ortanın solu" bayrağını açan
Bülent Ecevit gibi, demokratik sol doğrultuda halkı örgütlemeye, kitleleri
etkilemeye başlamıştı.
Yunanistan'daki albaylar darbesi, halkın oyu ile
iktidara gelme olasılığı en yüksek olan Merkez Birliği Partisine karşı
yapılmıştı. Bu olayları yakından izleyen Bülent Ecevit, 12 Mart muhtırasından
sonra Türkiye'de olup bitenler için, - Bu, Yunan ihtilalinden de ince bir
oyundur, demişti. Ecevit o günlerde, işte bu kuşkuya dikkat çekmek istemişti.
1967 darbesinden önce, Merkez Birliği Partisinden 49
milletvekili ayrılmış ve partilerine ihanet etmişlerdi.
Aynı günlerde Yunan kamuoyu iki siyasal dava ile
ilgilenmekteydi. Davalardan biri, solcu milletvekili Lambrakis'in 136
I
öldürülmesi olayıydı. Bu olayla ilgili olarak, bir
jandarma generali ile bazı güvenlik görevlileri tutuklanmıştı.
Bir başka dava da, Silahlı Kuvvetler içindeki solcu
subaylarla ilgiliydi. "Aspida davası" olarak bilinen bu davada, bazı
subayların, Başbakan George Papandreu'nun oğlu Andreas Papandreu'nun
liderliğinde bir ihtilalin hazırlıkları içinde oldukları ileri sürülmüş ve bu
subaylar tutuklanmıştı.
Bu iki dava kamuoyunu altüst ederken, Türkiye'deki
"Ülkü Ocakları" adlı örgüte şaşılacak derecede benzeyen
"Milliyetçi Güvenlik Gücü", büyük kentlerin sokaklarında şiddet
eylemlerine başvurmaktaydı.
1967 Nisanına gelindiğinde ülkedeki bütün güçler,
kesin bir hesaplaşmaya doğru sürükleniyorlardı.
Yunanistan'da Albay Papadopulos'un liderliğindeki
darbenin CIA tarafından gerçekleştirildiği, sonradan inanılır kanıtlarla ortaya
kondu. Albaylar Cuntası, 1974 Temmuzunda "Kıbrıs Barış Harekâtı"
sırasında, bir iskambil destesi gibi yıkılıp gitti. Albaylar teker teker,
ülkelerini işgal etmelerinin hesabını verdiler. Şimdi her biri cezaevi
duvarları arasındadır.
CIA, her ülkede değişmez bir "taktik"
izler. Sağı birleştirmek ve solun kendi arasında bir birlik yaratmasını
engellemek... Solun, on yıl önce Yunanistan'da olduğu gibi, seçim yoluyla
iktidara geleceği anlaşılırsa, buna engel olmak... Eğer sol, bütün önlemlere
karşın. Allende'nin Şili'sinde olduğu gibi iktidara gelmişse, bu iktidarı bir
ihtilal ile devirmek...
Yunanistan'da ve Şili'de oynanan oyunlar gözler
önündey-ken, üç beş lafın belini bükerek bu olasılığı yok saymak, Atatürk'ün
deyişi ile "gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde" olmaktır!
(Cumhuriyet, 12 Mayıs 1977)
GÜNDEM
Yaşadığımız bu kargaşa ortamından nasıl
kurtulacağız? Hemen hemen bütün yurttaşlarımız bu sorunun yanıtını
düşünmektedirler. Bu sorunun en kestirme yanıtını şu biçimde verebiliriz: Bu
iktidardan kurtularak!..
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 137
Nasıl kurtulacağız?
Bunun yanıtı da çok açıktır, 5 Haziran günü sandık
başına giderek. Ondan önce de seçim sandıklarına giden yolu açık tutarak, her
türlü engeli aşarak, oyunlara gelmeyerek...
Çok söylendi, çok yazıldı; üstelik acı deneyler de
yaşandı: Birtakım güçler, bir kargaşa ortamıyla iktidar boşluğu yaratıp, seçim
sandıklarına şimdiden "ipotek" koymaya çalışıyorlar. Bunu görmemek
için kör ve sağır olmak gerekir.
Bu ortamda ilerici güçlere çok büyük görevler
düşüyor. Solun, amaç ve yöntem bakımından kendi arasında çeşitli görüşlere
ayrılması doğaldır. Bu düşünce ayrılıklarının, çeşitli ideolojik doğrultularda
savaşım vermeleri de bir o kadar doğaldır. Ama doğal olmayan, olmaması gereken,
bazı yapay oluşumlara da rastlamıyor muyuz? Hiç şüphesiz rastlıyoruz.
Bal vermeyen arılar gibi, bir kovanda birbirlerini
sokan arılar örneği verimsiz ve yararsız bir çatışmaya girmiş "sol
fraksiyonlar" kime yararlı olurlar? Proletaryaya mı? Kır emekçilerine mi?
Yoksul köylülere mi? Yoksa lümpen proletaryaya mı) Kime?..
Türkiye'nin geleceği, solun derlenip toparlanmasına,
ve böylece sağlıklı yöntemleri emekçi kitlelere benimsetmesine bağlıdır. Bunun
başkaca yolu da kalmamıştır. Sol, Türkiye'nin geleceği ve umududur. Bu umudu ve
geleceği, bozuk para gibi harcamak kimin işine gelmektedir?
Öyle görünüyor ki, "terminoloji şehveti"
içinde birbirlerini suçlamakla zaman öldüren bazı "fraksiyonlar",
cephe iktidarına karşı savaşmak yerine içe dönük bir kavgayı yeğlemektedirler.
Özür dileriz amma, bu biraz kavganın kolay yanıdır, ilk aşamada savaşılması
gereken güç, iktidardadır; sağımızda, solumuzda değildir. Bu kolay kavga yolu,
hem solu yıpratmakta hem de sağın işini kolaylaştırmaktadır.
Kendi "fraksiyonları" dışındaki bütün sol
kesimleri, savcılara göz kırpacak biçimde suçlayan "sol
McCartistlere" ne demeli ya? Günün birinde, yazılan yazılar bir savcının
elinde suç kanıtları olarak kullanılırsa, o zaman bu "sol fraksiyon"
sözcüleri birer muhbir durumuna düşmeyecekler midir?
Dışadönük kavga vermeyen solcunun, içedönük bir
kavga vermeye hakkı da olamaz! 138
Dünyanın her yerinde görüldü. Her ilerici hareket,
sağdan gelen sızmalarla yozlaştırılmak, saptırılmak istendi. Devrimci
"teori" ve "pratik" bunun zengin örnekleriyle oluştu ve
gelişti. Bunları yok sayıp sol kesimler içindeki kavgalara ağırlık vermek, bir
bakıma oyuna gelmek değil de, nedir acaba?
5 Haziran gününe kadar solun her kesimine büyük
görevler düşüyor. Seçim sandığına giden yolu açık tutmak ve bu iktidarı yurttaş
oyu ile devirmek.. Gerisini, 5 Hazirandan sonra düşünürüz.
(Cumhuriyet, 14 Mayıs 1977)
GÖZDEN KAÇMASIN...
I Mayıs olayı ile ilgili şüpheler giderek
yoğunlaşıyor. Şüphelerin düğümlendiği konu, Intercontinental Oteli ile Sular
idaresi duvarından halka ateş açanların yakalanıp yakalanmadıklarıdır. Ceza
yargılaması hukukunda "hazırlık soruşturması" gizli olduğu için, bu
konuda herhangi bir yetkili açıklama yapmamaktadır.
Görgü tanıkları Intercontinental Oteli ile Sular
idaresi duvarından kalabalığa yaylım ateşi açıldığını söylemektedirler,
istanbul Belediye Başkanı Ahmet isvan ile CHP istanbul il Başkanı Aytekin
Kotil, bu yolda açıklamalar yapmışlardır. intercontinental Otelinin güvenlik
amiri, istanbul eski Emniyet Müdür Vekili Mehmet Akzambak'tır. I Mayıs günü
olay saatlerinde otele girip çıkanlar kimlerdir? Bunu en iyi bilecek olan
sorumlu Akzambak'tır. Acaba istanbul Savcılığı Mehmet Akzambak'ın ifadesine
başvurmuş mudur?
Akzambak'a çeşitli sorular yöneltilebilir. Sözün
gelişi, olay günü otelin beşinci katında kimler kalmıştır? Ne bileyim ben,
örneğin 510 ve 51 I numaralı odalarda kalanlar kimlerdi? Belki I Mayıs günü bu
odalarda kimse kalmamıştır. Öyleyse, olay sırasında bu odalarda bulunanlar
kimlerdi acaba? Bu odalara, olay günü kimsenin girmediği, beşinci kata kimsenin
çıkmadığı kolaylıkla söylenebilir mi?
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 139
Peki, ya beşinci katın oda pencerelerinde kurşun
izleri varsa? Var demiyorum. Belki vardır diye düşünüyorum. Bu pencere
camlarını Türkiye'den satın alma olanağı yoktur. Belki kurşun izi bulunan
camların yerine yenisinin alınması için Avrupa'ya siparişte bulunulmuştur.
Sonra şunu da düşünüyorum. Olaydan bir gün sonra kimliği bilinmeyen kişiler
otele bomba attılar, bazı camlar kırıldı. Hangi camlar kırılmıştı acaba?
Güvenlik kuvvetleri, bu tür olaylarda önlem almak
için girişimlerde bulunur. Bu, güvenlik kuvvetlerinin görevidir. Bazı güvenlik
elemanları, eski meslektaşları Mehmet Akzambak'tan izin alıp otelin belli
odalarına yerleşmiş olmasınlar? Belki öyledir...
Olay anında herkes can derdine düşmüştü. Fakat şimdi
yavaş yavaş geriye doğru dönerek düşünelim: Olaydan yarım saat sonra, otelden
kimler telefon görüşmeleri yaptılar? Kimler nerelere telefon ettiler?
Şehirlerarası kaç görüşme yapıldı? Kimler uluslararası telefon görüşmeleri
yaptılar?..
Belki hiç önemi yok bunların amma araştırılsa
yararlı olur diye düşünüyorum... Böyle büyük otellerde sık sık uluslararası
toplantılar düzenlenir. Bu arada böyle toplantılar düzenlenmiş midir? Olay günü
kaç yabancı uyruklu kişi otelde kalmaktaydı? Bunlar saptanmış mıdır?
Ve bir küçük soru daha...
Otelin önünde beyaz Renault arabadan ateş açanın adı
Alaattin miydi?.. Kimdi bu Alaattin?..
(Cumhuriyet, 15 Mayıs 1977) DÜN VE YARIN...
Türk ekonomisinin iflas ettiği şu günlerde,
televizyon ekranlarında "Biz Üç Kıtadayken" adlı program dizileriyle
Osmanlı imparatorluğunun bütün dünyaya nasıl "efendilik" ettiği
anlatılıyor. Aynı günlerde devletin resmi ajansının genel müdürü, ülkemizi bu
iflasın uçurumuna sürükleyen Başbakanın, MO
ABD Devlet Başkanının masasına yumruk vurduğunu
bildiriyor.
Böyle bir ülkenin başbakanı, dünyanın en büyük
devletlerinden birinin başkanının masasına yumruk mu indirir, el mi açar, o hiç
belli olmaz. Anlaşılan, geleceğimiz ne kadar kararır-sa, geçmişe dönüp
kahramanlık türküleri söyleyeceğiz. Halkımız da böyle ninnilerle uyutulacak: -
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik.
Evet öyleydik amma, şimdi ne haldeyiz? Bakınız
büyükelçilerimize aylık bile veremiyoruz.
- Viyana kapılarına kadar dayanan ecdadımız...
Doğru, Viyana kapılarına kadar dayandık. Peki bugün
ne durumdayız? ABD silah vermezse, parmağımızı bile oynatama-yacağız.
Milliyetçilik, egemen sınıflar elinde bu renklere
bürünmüştür. Geçmişe dönüp atalarımızla övüneceğiz, içeriye dönüp yurttaşlarımızı
öldüreceğiz, bu arada vergi iadesi, teşvik belgesi, benzin bayii, milletvekili
pazarı gibi alışverişlerle uğraşacağız, bunun adı da "milliyetçilik"
olacak!
- Milliyetçiler birlesiniz...
Nerede birleşsinler? Vergi iadesi kuyruklarında, teşvik
belgesi kapılarında, usulsüz kredi veznelerinde, benzin bayilerinde, parada,
pulda...
Ulusal gelir, sosyal adalet ilkeleri uyarınca
dağılsın mı? Olmaz efendim, bu komünistliktir. Yeraltı kaynaklarımız devlet
tekeline geçsin mi? Hayır efendim, yabancılarda kalsın. Petrollerimiz,
madenlerimiz millileştirilsin mi? Olur mu efendim?., Milliyetçilikle bağdaşır
mı?..
Sömürge milliyetçiliğinin bayrağı altında, yoksul
ailelerden devşirümiş, kandırılmış halk çocukları bu serüvenin fedaileri olarak
seçilmiş ve bunlara kanlı görevler verilmiştir.
Seçimlere birkaç hafta kala, bu milliyetçilik
anlayışının yeni oyunlarıyla karşılaşabiliriz. Bu oyunun en duyarlı halkası
Kıbrıs' tır, Seçimlerden önce bir yapay gerginlik yaratıp bundan yararlanmak
isteyebilirler.
Carter'ın masasını dövdüğü söylenen "hayali
yumruk", 5 Haziran seçimlerinden sonra, gerçek görüntüsü ve ağırlığı ile
seçim sandıklarını dövecektir, eğer kendi başını dövmekten yorulmazsa...
(Cumhuriyet, 16 Mayıs 1977)
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
141
piw I
ZAVALLI KARATAŞ...
Kararname hazırlanıyor, hazırlandı, istifa ediyor,
etti derken, Ankara Savcılığı, TRT Genel Müdürlüğü koltuğunu işgal eden Şaban
Karataş hakkında ceza davası açıverdi. Düzenlenen iddianameye göre Karataş,
"hükümet memuriyetinin ve unvan ve şerefinin gaspı" suçuyla
yargılanacaktır.
Biz bu Karataş'a söyledik: Yapma, etme, şu adamlara
güvenme, sonra mahalle çocuğu gibi sokakta kalırsın dedik, dedik amma bizi
dinlemedi. Şimdi çıra gibi yanıyor.
Karataş, iddianameye göre, Türk Ceza Yasasının
252'nci maddesi uyarınca yargılanacak. Vah zavallı vah... iki yıla kadar
hapsedilecek, memur olma hakkı elinden alınacak. Kısacası sürüm sürüm
sürünecek.
Amma biz söyledik; yapma, etme dedik, bizi
dinlemedi.
Danıştay, kararını çoktan vermiş. Diyor ki, Karataş
genel müdür olamaz. Ya Yargıtay ne diyor? Yargıtay da, Karataş'ın devlet memuru
olmadığına karar veriyor. Yani kısacası Karataş, Danıştay ve Yargıtayın arasına
sıkışmış kalmış. Bir adım atsa karşısına Yargıtay çıkıyor, geriye dönse, bu kez
karşısında kapı gibi Danıştay görüyor.
Dava, cephe partilerinin azgın günlerinde açılsaydı,
yine de iyiydi. Tam cephe iktidarının seçim sandıklarına kıstırıldığı günlerde,
Karataş mahkeme önüne çıkıyor. Kim koruyacak şimdi Karataş'ı?
Demirel desen, olmaz. Süleyman bey, 5 Hazirandan
sonra Yüce Divanda yapacağı savunmayı hazırlayacak. Türkeş desen, ondan da hiç
hayır yok. Bir iki ay sonra Türkeş de kendi derdine düşecek. Feyzioğlu desen...
5 Hazirandan sonra Fey- zioğlu siyasal hayatta ancak "mikroskopla"
aranacak.
Vah Karataş, vah...
En iyisi Karataş'ın kendisini yine kendi başına
savunması. Bizlerin bu konuda biraz deneylerimiz vardır, izninizle Karataş'a
biraz "hukuksal yardım" yapalım.
Karataş için bir tek kurtuluş çaresi var. O da şu:
Suç, Anayasayı ihlal suçudur. Karataş bu suçun "fer'i faili" sayılır.
Gerçek suçlular, yani Anayasayı ihlal suçunun "asli faili" Başbakan
Süleyman Demirel'in başkanlığındaki Bakanlar Kuruludur. Karataş, 142
- Ben buraya hükümet kararnamesi ile geldim, derse o
zaman hükümetin sorumlu olduğunu açıklamış olacaktır.
Bence en tutarlı yol budur. Karataş suçu hükümete
yük-lemelidir. Çünkü başka çaresi yoktur. Karataş, Demirel ile birlikte
yargılanırsa, belki bu arada paçayı kurtarır. Yoksa hali dumandır...
Düşünün: Önce saçları kesilecek, ellerine kelepçe
takılacak, tecrit hücresine yatırılacak, sonra koğuş temizleyecek. Aman canım
iki yıl ne ki?.. Bir sağ yanına yatarsın, bir sol yanına, geçer biter. Ne
demişler: Şeriatın kestiği parmak acımaz.
Öyle amma, yine de yazık oldu adama. Biz
söylemiştik: Yapma etme demiştik; fakat bir türlü sözümüzü dinleteme-miştik.
- Her horoz kendi çöplüğünde öter. Sen bir
tavukçuluk profesörüsün, ne karışırsın boyundan büyük işlere?
(Cumhuriyet, 19 Mayıs 1977)
KASKET, KALPAK VS...
AP uğraştı, didindi, en sonunda seçimi kazanacak
propaganda konusunu buldu: Kasket... CHP Genel Başkanı Ecevit'in resim
çektirmek için giydiği kasket aracılığı ile nasıl komünist olunacağı, AP'nin
"ileri zekâlı" yöneticilerince ortaya kondu: Ecevit kasket giymiş,
Lenin de kasket giyiyordu, Nazım Hikmetin de kasketi vardı. Öyleyse Ecevit
komünisttir...
AP yayımladığı seçim broşüründe Ecevit, Lenin ve
Nazım Hikmet'in kasketli fotoğraflarını yan yana koyarak, komünizm
propagandasının varlığını saptamıştır. Bir başka broşürde de, Castro ve
Ecevit'in beyaz güvercinli fotoğrafları yan yana basılarak, güvercin yoluyla
komünizm propagandası ortaya konmaktadır. Azgelişmiş ülkemizde bu derece
zekâların bulunması gerçekten sevindiricidir. NATO'ya ve CENTO'ya bu kafayla
başvurduğumuz gibi, Ortak Pazara da bu zekâ ve kültür birikimi ile girmekteyiz.
Bir zamanlar "kalpak" giyenin komünist
olduğu yolunda varsayımlar türemişti.
Bu mantıkla, neredeyse Atatürk'ün
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 143
PP
Ulusal Kurtuluş Savaşındaki kalpaklı fotoğrafları
bile yasaklanacaktı. Sıkıyönetim Mahkemelerinde,
- Atatürk'ün Lenin'e benzeyen fotoğraf, gerekçesiyle
yeni suç türleri de bulunmuştu, unuttunuz mu?
Neyse, Sayın Cumhurbaşkanımız son olarak çıktığı
Finlandiya gezisinde kalpak giyerek, açıkça kalpak giymekle komünizm arasında
en küçük bir ilişki bile bulunmadığını kanıtladı. Böylece kalpak, çok partili
yaşamımızda yasallık kazandı.
Kasket, genellikle yoksul halk kesimlerince
kullanılmaktadır, işçinin köylünün "fötr" giyecek hali yok ki!..
Gerçi bazı "duvarcı ustaları" ve adliye önündeki
"istidacılar", kasket yerine kumaştan ya da hasırdan şapka giyerlerse
de, bu tutumun hiçbir ideolojik yanı yoktur.
Şapka deyince akla, Süleyman Beyin şapkası
gelmektedir. Süleyman Bey'in şapkası, çok ünlüdür. Süleyman Beyin şapkası ile
siyasal tutumu arasında yakın ilişkiler bulunmaktadır. Süleyman Bey, zor
günlerde şapkasını alıp sıvışmakta, ortalık durulunca eline şapkasını alıp
ihale kazanmış müteahhit gibi televizyon ekranlarına sıçramaktadır.
Hüner şapkadadır.
Süleyman Bey, "Çoban Sülü" olarak anıldığı
günlerde şapka yerine kasketle dolaşmış, sonra da ailece "kıyafet
inkılabı" yaparak kasketi fırlatıp başlarına şapka geçirmişlerdir. Demirel
ailesinin köyden şehre inmesi, sosyolojide "kentleşme olgusu" olarak
adlandırılmaktadır.
Her kasket giyen komünisttir. Demirel işbu nedenle
kasket giymemektedir. Kasketli Ecevit komünisttir. Şapkalı Demirel
milliyetçidir. Beyaz güvercinli Ecevrt anarşist, kıratlı Demirel
mukaddesatçıdır.
Kasket giyenler, bir sosyal sınıfın öteki sosyal
sınıflar üzerindeki tahakkümünü kuranlar; şapka giyenler bu tahakküme karşı,
vergi iadesi, teşvik belgesi, banka kredisi alanlardır.
Ecevit kasketlidir, Nazım Hikmet kasketlidir, Lenin
kasketlidir. Kasket giyen komünisttir. Lenin komünist olmasa, kasket giyer
miydi? Nazım Hikmet komünist olmasa kasket kullanır mıydı? Her kasket giyen
komünisttir, Ecevit de komünisttir.
AP, Ecevit'in komünistliğini işte böyle
kanıtlamaktadır. Hemen tarih düşelim: Yıl 1977. Yirminci yüzyılın üçüncü
çeyreğini aşmışız. Uzay çağındayız. Bakın, adamlar Ecevit'e 144 komünistlik
bulaştırmak için bu yüzyılda ne gülünçlüklere katlanıyorlar... (Cumhuriyet, 22
Mayıs 1977) HİÇ ÇEKİNMİYORLAR
Hükümetin AP kanadı, giderayak yasadışı işlemleri
gittikçe arttırmaktadır. Bunlardan biri Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez
Birliği Genel Müdürlüğüne yapılan atama işlemi ile ortaya çıkmıştır.
Tarım Kredi Kooperatifleri, 1581 sayılı yasaya
bağlıdır. Bu yasaya göre, Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği Genel
Müdürü, Bakanlar Kurulunca atanır. Ticaret Bakanı Halil Başol, 1581 sayılı
yasanın 5'inci maddesini çiğneyerek, Bakanlar Kurulunca kullanılması gereken
atama yetkisini kullanarak, Birliğin Genel Müdür Vekilliğine Ziraat Bankası
Genel Müdürü Davut Akça'yı getirmiştir. Tarım Kredi Kooperatiflerinde, çeşitli
siyasal partiler arasındaki iktidar kavgası sürmektedir. Hükümetin iki kanadı
AP ve MSP, Tarım Kredi Kooperatiflerinde amansız bir kavgaya tutuşmuşlardır. Bu
nedenle, Bakanlar Kurulunda Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği Genel
Müdürlüğüne uzun süredir bir atama yapılamamıştır. Bunun üzerine AP'Iİ Ticaret
Bakanı, Bakanlar Kurulunun yetkisini tek başına kullanarak, Birliğin Genel
Müdür Vekilliğine Ziraat Bankası Genel Müdürü Davut Akça' yi atayı vermiştir.
Atama işlemi tümüyle yasadışıdır. Bu atama işlemi
sadece yasadışı olmakla kalsa, yine iyi. Bu işlemin getireceği bazı sonuçlar
vardır. 440 sayılı yasanın 32'nci maddesine göre, Ziraat Bankası Genel Müdürü,
genel müdürlük dışında başka hiçbir iş yapamaz, ücretsiz de olsa, sürekli ya da
geçici bir görev kabul edemez.
Ya ederse?.. Yasa diyor ki, eğer böyle bir görev
alırsa, işine son verilir. 32'nci madde şöyle son bulmaktadır:
- Bu madde hükümlerine aykırı hareketin devamı
süresince teşekkülce ödenen her türlü özlük hakları iki kat olarak geri alınır.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 145
Ya işte böyle... Yani, yasa bu kadar açık. Ne
Ticaret Bakanının tek başına atama yetkisi var, ne de Ziraat Bankası Genel
Müdürünün böyle bir görevi kabul etmeye yasal dayanağı bulunuyor.
Fakat öylesine alışmışlar ki, ne yasa dinliyorlar,
ne de hukuk. Bu son beyliğimizdir, ne yaparsak yapalım, diye düşünüyorlar.
Nasıl olsa, şimdiye kadar hiç hesap soran olmamış.
Cephe hükümetinin, iki yıldır, bürokrasinin içinde
yaptığı bir çok atama, hukukdışıdır. Tarım Kredi Kooperatifleri Birliği Genel
Müdürlüğü bunlardan sadece bir küçük örnektir.
5 Hazirandan sonraki günler, bu gibi işlemler için
hesap günleri olmalıdır. Özlemle ve sabırla bekliyoruz...
(Cumhuriyet, 23 Mayıs 1977) ECEVİT Mİ, DEMİREL Mİ?
Yaşadığımız karmaşık olaylar içinde çoğu kez,
siyasal gerçeklerin özü ile ayrıntısı birbirine karışıyor. Bu olayların
içindeki temel çelişkiyi yakalayıp, sağlıklı çözüm yolları bulmak zaman zaman
güçleşiyor. Olayların ayrıntısı ön plana geçiyor, özü unutulup gidiyor.
Şunun şurasında seçimlere iki hafta kaldı. CHP Genel
Başkanı Bülent Ecevit yurdu karış karış dolaşırken, sağcı teröristlerle sol
görüntüye bürünmüş bazı
gurupçukların saldırılarıyla karşılaşıyor. Kim
bunlar? Anladık, bir kesim adlarına "ülkücü" denilen sağcı
saldırganlar. Ya ötekileri?.. Onlar kim? Onların kim olduğunu pek bilen de yok.
Bunlara "Maocu" demekle iş çözümleniyor. Bunlar Maocu mu, yoksa Maocu
görüntüsündeki kışkırtıcılar mı? "Maocu" olarak adlandırılanlar
öylesine "fraksiyonlara" ayrılmışlardır ki, herhangi bir olayda,
bunların kimliklerini ve ideolojik doğrultularını kesinlikle saptamak hemen
hemen olanaksızdır.
işte seçimlere iki hafta kaldı. Seçenek ortada. Neye
karar vereceğiz? Ya cephe partileri, Demirel'in başkanlığında aşağı yukarı
bugünkü aritmetik toplamlarıyla iktidarlarını sürdürecekler, ya da CHP
Ecevit'in başbakanlığında tek başına iktidar olacaktır. "Seçim
formülü" bu kadar açık seçik ortadadır.
146
Bu durumda ne yapmalı?
5 Haziran seçimleri bir bakıma
"referandum" niteliğindedir. Seçenek "kara" ile
"beyaz" arasındadır. Yanıt "evet" ya da "hayır"
biçimindedir. Ya cephe iktidarı ya CHP hükümeti...
Bu koşullarda Türk solunun bir tek hedefi olmalıdır.
Cephe partilerini yurttaş oyu ile devirip yerine CHP hükümeti kurmak.,.
Bir çoğumuz CHP'yi kendi siyasal çizgimize göre,
daha sağda ya da daha solda bulabiliriz. CHP için şimdilik saklı tuttuğumuz
eleştirilerin haklılığına da inanabiliriz. Hatta CHP programında yazılı bazı
amaçları yeterince sol bulmayabiliriz. CHP içindeki "sağ sızmaların"
sakıncalarını da kuşkuyla izleyebiliriz.
Fakat çözüm nedir?
Diyelim ki, CHP toplantılarında olay çıkartanlar CHP
dışı solcuların bir kesimidir. Seçimlere iki hafta kala CHP ile çatışarak ne
elde etmiş oluyorlar? Hiç. Tersine, halktan soyutlanıyorlar, giderek bir yoz
kalabalık biçimine giriyorlar, bundan da ötesi, "ajanlık"
"kışkırtıcılık" gibi damgalarla da aşağılanıyorlar.
Sözün kısası, çözüm özgürlüktür. Düşünceler ancak
özgür ortamlarda filizlenirler. Cephe iktidarını seçim sandıklarıyla alaşağı
etmeden özgürlükten, sosyalizmden söz etme olanağı var mıdır? 12 Mart dönemini
birlikte yaşadık.
Böyle bir dönem mi bekleniyor? Böyle bir yönetim mi
özleniyor? Böyle bir dönemde mi çelişkiler artacak ve "proletaryanın
devrimci iktidarı" kurulacaktır?
işin özünü yakalamak önemli. Türk toplumu oluşum içinde.
Bu oluşum sürecinde insanları, düşünceleri "aşırı olan" "aşırı
olmayan" diye bilimdışı ölçülerle tanımlamaya hiç olanak yok. Aşırı olan
olmayan yok. Belki, gerçekçi olmayan solcu var. Gerçekçi sol toplum içindeki
sınıfsal ve siyasal güç dengesini bilip adım adım, aşama aşama gelişiyor.
Gerçekçi solcu kimlerle hangi aşamada işbirliği yapılacak, onu biliyor, onu
uyguluyor.
Bu tartışma içinde artık "demagojiye" hiç
gerek yok. "Terminoloji şehveti" ile kişisel çatışmalara ideolojik
kılıf giydirip, bilgiçlik yapmaya ise hiç, ama hiç gerek yok. işte seçimlere
iki hafta var. İşte cephe partileri ortada, işte kanlı saldırılar sokaklarda,
alanlarda.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
147
Seçim "ya Demirel, ya Ecevit" formülü ile
özetlenebilir.
Bu seçimde ya Demirel başbakan olacaktır ya Ecevit.
Namuslu ve bilinçli bir solcunun sorumluluğu bu formülün seçenekleriyle
oluşacaktır. Evet, açıkça böyle. Bundan ötesini 6 Haziranda konuşacağız.
(Cumhuriyet, 25 Mayıs 1977)
OLDU OLACAK...
Bugünlerde Turizm ve Tanıtma Bakanı Nahit Menteşe'nin
masasında Müsteşar Mukadder Sezgin tarafından hazırlanan bir dosya imza
sırasını bekliyor. Dosya, bakanlığın Akdeniz Haber Ajansının Türkiye'yi
tanıtmak için yurtdışında yapacağı reklam karşılığı olarak verilecek
milyonlarca lira parayla ilgilidir.
Akdeniz Ajansı, bugünkü cephe hükümetine yakın
gazeteciler tarafından kurulmuştur. 29 Nisan 1976 gün ve 372 sayılı Türkiye
Ticaret Sicili Gazetesinden öğrendiğimize göre, "Akdeniz Haber Ajansı
Anonim Şirketi" kurucuları arasında, Tercüman Gazetesi Ankara temsilcisi
Uğur Reyhan, Ortadoğu Gazetesi sahiplerinden
Ömer Doğan Öztürkmen, gazeteci Özcan Ergüder ve
Kemalettin Özbayraç bulunmaktadır.
Turizm ve Tanıtma Bakanlığı kuruluş yasasında,
bakanlığa bağlı beş milyon liralık döner sermayenin hangi amaçlarla kullanılacağını
gösteren bir de yönetmelik hazırlanmıştır. 17/3/1976 günlü Resmi Gazetede
yayımlanan Turizm ve Tanıtma Bakanlığı Döner Sermaye Yönetmeliğinin üçüncü
maddesinde, bu sermayenin şu amaçlarla kullanılacağı belirtilmektedir.
Okuyalım: "Döner sermayenin amaçları şunlardır: a) Her türlü baskı,
dağıtım ve reklam işleri, afişler, turistik ve tanıtıcı yayınlar yapmak,
bunlarla ilgili işletme ve tesisler kurmak, film, fotoğraf, plak ve hatıra
eşyası hazırlamak, satış yerleri açmak, sipariş ve hizmetleri yüklenmek, b)
Sergiler, özel radyo ve televizyon programlan, folklor gösterileri, festivaller
düzenlemek, c) Turizm konusunda yurtiçinde ve dışında yerli ve yabancı
müesseselerle ortaklıklar kurmak suretiyle turizmin ve turizm endüstrisinin
inkişafına yardımcı olmak." 148
Yönetmeliğin 12'nci maddesinde bu döner sermaye
kuruluşunun, "komandit ortaklıklara" katılabilmesi için Maliye
Bakanının izni aranmaktadır.
Maliye Bakanı Yılmaz Ergenekon, 18/1 1/1976 gün ve
54734 sayılı yazı ile döner sermaye kuruluşunun, Akdeniz Haber Ajansına elli
bin lira sermaye ile ortak olmasına izin vermiştir. Maliye Bakanlığının bu
yazısı, Turizm ve Tanıtma Bakanlığının 30/11/1976 gün ve 88 sayılı onayı ile
kesinlik kazanmış ve ortaklık gerçekleştirilmiştir.
Şimdi Akdeniz Haber Ajansı Anonim Şirketi ana
sözleşmesinin amaç maddesinde yer alan işlevlerin bazılarına göz atalım:
"- Türkiye'nin yurtdışında turistik, ekonomik
ve siyasal açıdan ve her bakımdan tanıtılmasını sağlayacak Türkçe ve yabancı
dillerde hazırlanmış broşür basmak ve dağıtmak, yurtdışında yapılmış olanları
tercüme veya oldukları gibi ithal ederek dağıtmak,
- Turizme açık otellerde ve toplantı olanağı mevcut
yerlerde, Türkiye'nin milli gayelerine uygun tarz ve istikamette tanıtılması
için kapalı devre televizyon yayını ile, aynı yayın kapsamı içinde ilan yapmak,
- Yurtiçinde ve dışında,
radyo-televizyon, film ve yayın or-ganiarı vasıtasıyla ilan, afiş, pankart,
reklam ve propaganda konularına ilişkin her türlü
baskı, yayın organizasyonu ile bunların
prodüktörlüğünü yapmak,
- Yurtiçinde ve dışında ulusal ve uluslararası
mahiyette düzenlenecek her türlü kongre, konferans ve bilumum gösterilerde
basın-yayın, halkla ilişkiler ve reklam faaliyetlerini yapmak ve
yaptırmak."
Görüyorsunuz, devletin üstleneceği ve yürüteceği ne
kadar görev varsa, Akdeniz Haber Ajansının amaçları arasında sayılmış. Eh artık
Turizm ve Tanıtma Bakanlığı, bu şirkete ortak olur ve arada milyonları bu
şirkete aktarırsa, devlet, turizm ve tanıtma işlerinden kurtulmuş, böylece
komünizmle ve aşırı cereyanlarla uğraşmaya zaman bulmuş olur.
Oldu olacak, devleti toptan özel sektöre devredelim,
biz de kurtulalım, onlar da rahat etsin...
(Cumhuriyet 26 Mayıs 1977) KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
149 BU OYUN SÖKMEZ...
Seçim günü yaklaştıkça azgınlıkları artıyor. Amaçları
belli değil mi? Bu tür saldırılarla halk yığınlarında yılgınlık yaratacaklarını
sanıyorlar. Nasıl olsa kanlı cinayetlere alıştırdılar. Ellerinden ne gelirse
onu yapacaklar. Çünkü, vahşi bir kedi gibi köşeye sıkıştılar.
Yılgınlık yaratırlarsa, bundan yarar
sağlayacaklarını sanıyorlar. Büyük kentlerde birkaç sandık başında bomba
patlatmakla, adam öldürmekle seçim kazanılmayacağını, bu azgelişmiş faşistlere
nasıl anlatsak acaba?
Bugünkü terörist eylemler güçlerini bazı hükümet
partilerinden almaktadır. Güvenlik kuvvetleri ve Silahlı Kuvvetler içine
yerleştirdikleri bazı "militanlar" aracılığıyla ne düşler
kuruyorlardır kim bilir?
Silahlı Kuvvetlerimiz de, güvenlik kuvvetlerimiz de
bu tür serüvenlere araç olamazlar. Bu serüvenlere girişenler er geç, gizlendikleri
yerlerden çıkarılır, tuttukları köprü başlarında yakalanırlar. Bugünlerde son
beyliklerini sürdürüyorlar.
Bakınız bugün 27 Mayıs Devriminin on yedinci yıl
dönümünü yaşıyoruz. 27 Mayıs Devrimi, kapkara 12 Mart ihanetine rağmen,
toplumsal gelişim sürecinde onurlu yerini çoktan almıştır. Evet dönekliklere,
ihanetlere rağmen yine de 27 Mayıs Devrimini Anayasadan söküp atamadılar.
Güçleri yetmedi çünkü. Bundan sonra da hiç yetmeyecek.
Cephe hükümeti, 12 Mart döneminin siyasal
yaşantımızdaki son uzantısıdır. Gidiyorlar artık, ismet Paşanın ünlü deyişi ile
"suçluların telaş ve heyecanı içinde" yeniden suç işleyerek,
işleterek gidiyorlar. Bir daha gelmeyecekler. Bu toplumsal bilinç sürüp
giderse, cephe hükümeti, belleklerimizde ancak bir acı anı olarak kalacak.
Çünkü, son sağcı hükümettir bu. Gidişin hüznü,
yıkılışın korkusu çöktü içlerine. Onun için tek dayanakları korkudur,
yılgınlıktır. Başka çareleri de çok kalmadı artık. Gidiyorlar, gidecekler...
Yaşadığımız şu son iki yıl içinde, sol kesim, bütün
kışkırtmalara rağmen yine de büyük ölçüde oyunlara kapılmamış sayılabilir. CHP
siyasal hayatımızın en güçlü partisidir. Sokak 150 ortalarında insanların
öldürüldüğü bu ülkede, CHP, eğer bu saldırılara karşılık vermemişse, bunun
anlamını çok iyi değerlendirmek gerekir.
-
Kışkırtmalara
kapılmayın...
CHP Genel Başkanı Ecevit, iki yıldır bu sözü
ağzından düşürmedi. CHP, zaman zaman haklı olarak "pasiflikle"
suçlanmasına rağmen, bu suçlamaları sinesine çekti, ancak kışkırtmalara
kapılmadı. Yoksa CHP, Edirne'den Ardahan'a kadar bütün örgütleriyle ayağa
kalksa, bu sokak serserileri kaçacak delik bile bulamazlar.
Meydanları, eğer o meydanlara çıkılmadığı için boş
sayıyorlarsa, siyaset kabadayıları çok acı şekilde yanılıyorlar demektir.
Türk halkı bugüne kadar oyunlara gelmedi. Bu
yıldırma planları da sökmeyecek. Halk bir bayram yerine gelir gibi seçim
sandıklarına koşarak, cephe hükümetini oylarıyla devirecektir.
Seçim sandığına uzanan eller öylesine kırılır ki,
bir daha alçı tutmaz... (Cumhuriyet, 27 Mayıs 1977) BİR FİLM BANYOSU...
AP Genel Başkan Yardımcısı Dr. Sadettin Bilgiç,
cephe milliyetçiliğinin "altı dokuzluk" fotoğrafı gibidir. Bugün bu
"vesikalık" fotoğrafın film banyosunda bulunmak üzere, bazı belgelere
göz atalım: Dr. Sadettin Bilgiç, merkezi Şarkikaraağaç'da bulunan Sağlık
Bankası Yönetim Kurulu üyeliği yaptığı için, birtakım işlemlerden dolayı
mahkemeye verilmiştir. Dr. Bilgiç'in hangi gerekçelerle mahkemeye verildiğini,
geliniz hep birlikte, Yargıtay I I'inci Hukuk Dairesinin 31.5.1976 gün ve
75/363 esas ve 75/2934 sayılı kararından öğrenelim:
"- Sağlık Bankasının kanun ve mevzuat hükümleri
aksine, banka merkezi haricinde açılan bürolarda, bankanın kaşe ve kâğıtlarına
intikal ettirmeden bankacılık muameleleri yaptıkları, mudilerden topladıkları
mevduatları zimmetlerine geçirdikleri, KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 151
usulsüz teminat mektubu verdikleri, diğer
davalıların yönetim kurulu başkanı ve üyeleri oldukları halde, yetkileri
haricinde bankanın mevzuatına aykırı olarak büro açtırdıkları ve iki kişiye
yetki verdikleri, zarar ve suiistimalleri genel kuruldan gizledikleri..."
Sağlık Bankası Genel Müdürlüğü, aralarında Dr. Sadettin Bilgiç'in de bulunduğu
yönetim kurulu üyeleri için işte bu gerekçelerle dava açmıştır. Şarkikaraağaç
Asliye Hukuk Mahkemesi Dr. Bilgiç ve arkadaşları aleyhine açılan davayı
reddetmiş, bu karar Yargıtay I I 'inci Hukuk Dairesince bozulmuştur.
Şarkikaraağaç Asliye Hukuk Mahkemesi, Sağlık
Bankasıyla ilgili olarak verdiği bir başka kararda, Dr. Bilgiç ve arkadaşları
aleyhine açılan davayı da
reddetmiş, bu karar da Yargıtay M'inci Hukuk
Dairesince bozulmuştur. Bozma kararından sonra yapılan yargılamalar sırasında
Dr. Bilgiç ve arkadaşları üç buçuk milyona yakın parayı, yüzde on faizi ile
ödemeye mahkûm olmuştur. Mahkemenin bu kararı usule ilişkin bir nedenle Dr.
Bilgiç yararına bozulmuştur. Şarkikaraağaç Asliye Hukuk Mahkemesi, bu karardan
sonra yeniden dosyayı inceleyerek, Dr. Bilgiç aleyhine açılan davayı
reddetmiştir. Yargıtay I I 'inci Hukuk Dairesi, Dr. Bilgiç ve arkadaşlarının
verdiği zararın bilirkişilere inceletilmesi gerektiği düşüncesiyle, Dr.
Bilgiç'in yararına olan kararı da bozmuştur. Dr. Bilgiç, bu kararın
düzeltilmesi için Yargıtaya başvurmuşsa da, bu isteği de geçen hafta
reddedilmiştir.
Dosya numarasını verelim: Yargıtay I i 'inci Hukuk
Dairesi esas: 76/430.
Bu hukuksal gezintiden başınız dönmüş ise, hemen
sonucu söyleyelim: Dr. Bilgiç, yeniden mahkeme önüne çıkarak, Sağlık Bankasının
çarçur edilen milyonlarının hesabını verecektir.
Söz buraya gelmişken soralım, cephe hükümetinin güvenoyu
alacağı günlerde Demokratik Partiden istifa edip sonradan Adalet Partisine
giren Dr. Bilgiç'in son iki yıl içinde aldığı teşvik belgelerinin tutarı ne
kadardır?
Dr. Bilgiç'in altı dokuzluk fotoğrafının negatifini
gördünüz, işbu film, 5 Haziran günü banyo edilip ilgililere sunulacaktır.
Tabii, yanmazsa... (Cumhuriyet, 29 Mayıs 1977) 152
GİZLİ ÖRGÜT AVI...
Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra Devlet
Güvenlik Mahkemeleriyle ilgili yasa önerisinin Parlamentoda görüşüldüğü
günlerde, DGM Savcısının Türkiye radyolarından okunan bir açıklaması herkesi
şaşırtmıştı. DGM Savcısı, bir gizli örgütün Türkiye'yi 10 "Halk
Cumhuriyeti"ne bölmek için hazırlıklar yaptığının saptandığını belirterek:
-
Anayasa
Mahkemesince iptal edilen DGM yasası Parlamentoda kabul edilmelidir. Bakın
Türkiye'yi ne tehlikeler bekliyor, demek istemişti.
Savcının bu açıklamasından bu yana neredeyse bir yıl
geçti fakat Türkiye'yi on halk cumhuriyetine bölmek isteyenlerle ilgili bir tek
kanıt ortaya konmadı, bu suçtan ötürü herhangi bir sanık yakalanmadı.
Ceza yargılaması hukukunda "hazırlık
soruşturması" gizlidir. Bu gizliliğin savcılar eliyle bozulabilmesi için
ne gibi olağanüstü nedenler vardır diye düşündük durduk amma, bir yanıt
bulamadık bugüne değin.
Bu sorunun yanıtını ararken, elime Ankara
Savcılığının bu konu ile ilgili bir yazısı geçti. 28.2.1977 gün ve basın
hazırlık 1976/725 sayılı yazıyı imzalayan Ankara Savıcısı Mehmet Elverenli, DGM
Savcısına, Türkiye radyolarından açıkladığı korkunç dava ile ilgili olarak şu
bilgiyi vermektedir: " I - Muhtelif elçilik, kuruluş ve şahıslara Federal
Almanya'dan 'Dışişleri Bakanlığı I. Sekreteri Cemal Tırpancı' imzasıyla bir
harita ve bildirinin gönderildiği, bildiride "ismi Türkiye Cumhuriyeti
olan faşist idare yıkılmış, yerine içişlerinde serbest, I-Berberistan,
2-Çerkezistan, 3-Gürcistan, 4- Çingenistan, 5-Ermenistan, 6-Lazistan,
7-Kürdistan, 8-Tataristan, 9- Türkmenistan, I O-Yörükistan adlı 10 halk
cumhuriyetinin Anadolu Federal Halk Cumhuriyetleri Devleti olarak 1.8.1973
tarihinde kurulduğunun" belirtildiği, yeni anayasa ve kanunların bilahare
gönderileceğinin ilave edildiği, yapılan soruşturmalarda bugüne kadar bu konuda
başkaca hiçbir çalışma ve delilin elde edilmediği, isimlerinin takma olduğu,
olayın soruşturmasının devam etmekte olduğu, 2- Bunlardan başka yine ekseriyeti
Federal Almanya'da olmak üzere çeşitli kuruluş ve şahısların yayımladıkları
gazete, KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 153 dergi ve bildirilerde mer'i mevzuatımızın
müeyyide altına aldığı bazı fiilleri oluşturdukları, herhangi bir eylemlerinin
tespit edilemediği, bu konulardaki soruşturmanın devam emekte olduğu, henüz
açılmış bir davanın veya verilmiş bir takipsizlik kararının olmadığı,
cezaevlerimizde bu soruşturma nedeniyle tutuklu kimsenin bulunmadığı..."
Evet görüyorsunuz: DGM Savcısı, elinde hiçbir kanıt
olmadan usul yasalarını zorlayıp devleti ele geçirmek üzere olan bir gizli
örgüt korkusu salarak, DGM
yasasının bir an önce çıkarılmasını istemiş/ti.
Yoksa, bu örgüt devleti ele geçirecekti, işte bu nedenle DGM görevine devam etmeliydi.
Bunları niçin anlattım? Şunun için: Son günlerde
sağda solda, birtakım "operasyonlara" rastlıyoruz. Seçimlere bir
hafta kala hükümet yeniden gizli örgüt avına girişmiştir. Neden acaba?
Sakın bunlar da DGM Savcısının suç kanıtlarına
benzemesin?.. (Cumhuriyet, 30 Mayıs 1977) ŞÜPHE...
Seçim günü yaklaştıkça olaylar yoğunlaşıyor. Olaylar
yoğunlaştıkça bazı karanlık güçlerin amaçları iyiden iyiye anlaşılıyor.
Amaçları belli; bir yılgınlık ortamı yaratarak seçmenlerin oy kullanmalarını
engellemek istiyorlar.
Sirkeci Garı ve Yeşilköy Havaalanında patlayan
bombaların ardında kimler var? Kim bu alçakça sabotajlardan yarar umuyor?
Sirkeci ve Yeşilköy olaylarını tek başlarına alıp bomba atanların kimliklerini
saptamak, belki şimdilik olanaksızdır. Fakat en azından, şu birkaç ay içinde
yaşadığımız olayları art arda sıralarsanız, bu "olaylar zinciri"
bizleri belli sonuçlara götürebilir. Anımsayacaksınız, önce birkaç uçak
kaçırıldı. Bunlar çocukça girişimlerdir. Fakat, ya bu uçaklar, acemi hava
korsanlanyla birlikte düşmüş olsaydı?.. Ya bu uçaklarda yüzlerce kişi ölmüş
olsaydı?..
154
Bunları çabuk unuttuk.
I Mayıs olayları üzerindeki şüpheler kalktı mı?
Hayır, ne gezer... I Mayıs şimdi , sağ partilerin seçim malzemesi oldu. Hani
nerede Intercontinental Otelinden halka ateş açanlar? Hani, nerede Sular
idaresi duvarından ateş edenler? I Mayıs olayının üzerinden bir ay bile
geçmeden, bu sorular da unutuldu.
Devletin bütün haber alma örgütleri, bütün güvenlik
örgütleri başbakanlara bilgi verirler. Birçok kimsenin bilmediği gerçekleri,
Başbakan bilir. Bakınız, Süleyman Demirel, geçen hafta Milliyet gazetesi
yöneticisi Abdi ipekçi'ye verdiği demeçte neler diyordu:
"- Seçim çok enteresan bir mekanizmadır.
Seçimlere üç gün kala birtakım talihsiz işler olabilir. Hiç öngörmediğimiz
talihsiz işler olabilir..."
Başbakanın dediği çıkıyor: Seçimlere üç gün var ve
bazı "talihsiz işler" oluyor. Demirel'in hiç öngörmediği
"talihsiz işler" oluyor. Başbakanın deyişine göre, "seçim çok
enteresan bir mekanizmadır", bu gibi "talihsiz işler" seçimi
etkileyebilir.
Sirkeci ve Yeşilköy'de patlayan bombalar bu
"talihsiz iş-ler"den değil midir? Devletin bütün örgütlerinden haber
alan, bunları değerlendiren Başbakan Demirel, bu sözleri ne amaçla söylemiştir?
Bunlar bir başbakan tarafından gelişigüzel söylenecek sözler midir? Bu sözlere
bakın:
- Seçime üç gün kala birtakım talihsiz işler
olabilir. Başbakanın bu açıklamaları ile seçimlere üç beş gün kala ortaya çıkan
bu "talihsiz işlere" bakınca, insan ister istemez, şüphelere,
kuşkulara düşüyor.
(Cumhuriyet, 31 Mayıs 1977)
ORGENERAL İRFAN ÖZAYDINLI VE CHP
Orgeneral irfan Özaydınlı'nın, Demirel hükümetince
neden Hava Kuvvetleri Komutanlığına atanmadığını artık herkes biliyor.
Özaydınlı, 12 Mart döneminde, Eskişehir'de sıkıyönetim komutanlığı yaptı. Hiç
şüphesiz, anlatmak istediği, söyle-
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
155
mek istediği çok şey vardı. Fakat nedense bu
konulara pek girmek istemiyor. 12 Mart ilgili sorumu şöyle yanıtlıyor:
"Özgürlükçü demokrasiye inanç, Türkiye
Cumhuriyeti devletine bağlılık, asker ocağındaki hizmetlerimle görev
anlayışımın özünü oluşturmuştur. Bu bakımdan 12 Martla ilgili sorunuz üzerinde
fazla durmak istemiyorum. Ancak tarihe mal olmuş 12 Mart olayının özgürlükçü
demokrasi açısından bir daha olmamasını, daha açık bir deyimle, 12 Mart öncesi
ortamının yaratılmamasını temenni ederim.
Şurası bir gerçektir ki, ciddi dürüst, siyaset
adamlarından yoksun kişi ve kişilerin tutumu ve davranışları, özgürlükçü
parlamenter demokratik rejime ters
düşen 12 Mart olayının Türk siyasi tarihine geçmesine
neden olmuştur,
Sözü, Eskişehir Sıkıyönetim Komutanlığına
getiriyorum. Bu dönemde kendisine yöneltilen eleştirilere değiniyorum. Bu
konudaki yorumu da şöyle: "Çağdaş bir toplumda, yasaların sağladığı
haklar, yüklediği sorumluluklar, devletle toplum, toplumla birey arasındaki
dengeyi kırar ve bu dengelenmiş düzen içinde güvenli bir devlet otoritesi
doğar.
Düzen nasıl ve neden bozulur? Otorite neden ve nasıl
sarsılır? Anarşi, siyasal cinayetler, neden, nasıl ve ne zaman başlar ve
yoğunlaşır? Güven duygusu yerin nasıl güvensizliğe bırakır? Bu gibi soruların
cevaplarını 12 Mart öncesi olaylarını hatırlamakla verebiliriz. Eskişehir'de
sıkıyönetim komutanlığım süresince, yayımladığım bildiler ve açıklamaları bir
kitap haline getirilerek, 1973 yılında Milli Kütüphaneye tarafımdan
verilmiştir. Anayasal bir kuruluş olan Eskişehir Sıkıyönetim Komu-tanlığındaki
hizmetlerimle ilgili vatandaşlarımın yargılarını saygı ile karşılarım.
Yasaların suç saydığı eylemlere karşı gösterdiğim
duyarlılığı, özellikle Anayasamızın 153'üncü maddesinde açıklanan Devrim
Kanunlarının korunmasında göstermiş olmam, bazı çevreler tarafından
yadırganmıştır. Şu hususu içtenlikle belirtmek isterim ki, Türkiye Cumhuriyeti
devletinin kurucusu, büyük önder Atatürk'ü tahrif ve tezyif edenlere karşı
mücadele ruhum ve heyecanım sonsuzdur."
irfan Özaydınlı neden CHP'yi seçti? Bir başka
partiyi seçmesine pek olanak yoktu belki. Fakat yine de bu nedenleri kendi
ağzından dinleyelim: 156
"Türk ulusunun umudu, Türk demokrasinin ve
Atatürk devrimlerinin güven kaynağı olan CHP'de hizmete devam etme olanağını
bulduğuma memnunum, inancım odur ki, son şeklini alan CHP programının
uygulanması ile bozuk düzen değişecek, Türk ulusunun özgür, hakça, insanca
yaşamı gerçekleşecek, devlet otoritesini karşılıklı sevgi ve saygı esaslarına
göre güven içinde sağlayacak, saygın devlet olma gururu ulusça duyulacaktır.
Türk ulusunun ciddi dürüst devlet adamına olan
özlemini görmezlikten gelemeyiz. Özellikle Sayın Ecevit'in, haşhaş ekimi, Ege
Kıta Sahanlığı ve Kıbrıs Barış Harekâtındaki tutum ve davranışı, gerçek
Atatürkçü, gerçek milliyetçi ve ciddi dürüst devlet adamlığının en güzel
örneğini Türk ulusuna vermiştir. Kıbrıs Barış Harekâtında, ordu millet
kaynaşmasının bilinç ve heyecanı, Sayın Ecevit'in başbakanlığındaki CHP'ye
karşı beslenen umutları kuvvetlendirmiştir." Orgeneral Özaydınlı,
özellikle eğitim sorunlarıyla ilgili. Düzeni eleştirirken, eğitim sistemindeki
aksaklıklara değiniyor ve bazı öneriler ileri sürüyor: "Bazı politikacılar
açtıkları, temelini attıkları üniversite sayısı ile övünüyorlar, bununla
avunuyorlar. Eğitim sorunu, sadece üniversitenin azlığı çokluğu sorunu
değildir. Sorunların başında sanayileşme sürecinde olan ülkemizde, kaliteli
öğrenim verebilme sorunu gelmektedir. Sanayileşme ile birlikte toplumun
yapısındaki gelişme hızı, bir yapının dokularını oluşturmak üzere hayata
hazırlanan öğrenciyi ürkütecek derecede karmaşık bir niteliğe bürünmüş
bulunmaktadır.
Sanayileşme ve çağdaş yaşam gereklerine ulaşma
yolunda gerekli ilk hızı kazanmış bütün gelişme sürecindeki ülkelerde olduğu
gibi, ülkemizde de değişim ve gelişim dinamizmi, eğitim gören gençlik açısından
aynı ürkütücü görünümdedir." Orgeneral Özaydınlı, eğitim düzeni ile
yakından ilgilenmiş. Yüksek Askeri Şûrada raporlar hazırlamış. Bu konudaki
görüşlerini de şöyle anlatıyor "Eğitimin önemli sorunlarından biri, bilim
ve teknolojinin kendi içindeki baş döndürücü gelişme ve değişiminden
doğmaktadır. Ülkemizin genel eğitim politikası ve planlaması ile bu politika ve
planları uygulama sorumluluğunu taşıyacak kuruluşlara yeni ve çağdaş gereklere
uygun bir karakter kazandırmak zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
KONTRGERILLA ÖĞRETİLERİ 157
El becerisini öğrenim görmeden kazanmak isteyenler,
çabalarının karşılığı olan otorite mevkiine hiçbir zaman ulaşamazlar. Öğrenimde
sadece teoriye bağlı kalanlar ise, cisim yerine gölgeleri ararlar. Fakat her
iki hususta bilgi sahibi olanlar, her yönü zırha bürünmüş insana benzerler.
Kısa zamanda kendilerini kabul ettirirler ve otoriteyi kendileri ile beraber
taşırlar.
Bu sözler asırlar önce söylenmiş, fakat
geçerliliğini bugüne dek sürdüren sözlerdir. Sanayide söz sahibi ingiltere,
Almanya, Japonya, Amerika, Sovyetler Birliği ve bu gibi ülkeler, öğrenim ve
öğretimde teorik çalışma ile pratiği uyumlu bir şekilde kaynaştırmışlardır.
Ülkemizde de tümleşik (entegre) üniversite eğitim uygulamasına geçilmesi zamanı
gelmiştir.
Bugün Türkiyemizde en büyük eksiklerden biri de işçi
ile mühendis arasında yetişmiş teknik insan gücü yetiştirmedeki atılım
yoksunluğudur. Gençlerimizi küçük yaştan başlayarak mühendis olmaya, nasıl
olursa olsun, bir diploma sahibi olmaya şartlandırmakla en büyük suçu
işlemektedirler." (Cumhuriyet, I Haziran 1977) ÜÇ GÜN KALDI...
Önceki gün CHP Genel Başkanı Ecevit'in Ordu ve
Giresun gezisini izlerken düşünüyordum: Eğer bu kalabalıklar, bu coşkun insan
seli, bu devrimci gençler, Ecevit'in arabasının önünü kesen bu kadınlar, bu
kasketli köylüler, CHP'nin iktidara geldiğini göstermiyorsa, o zaman ülkemizde
çok başka türden göstergeler aramak gerekir. Evet belli oluyor artık: 6 Haziran
günü CHP iktidardadır. işte bunun için saldırılar yoğunlaşıyor. Sirkeci'de,
Yeşilköy'de patlayan bombalar bunun içindir. Çünkü Almanya'daki işçiler, ya
Sirkeci Garından ya da Yeşilköy Havaalanından Türkiye'ye gelerek oy kullanacaklar.
Trenle gelenler Sirkeci Garından, uçakla gelenler Yeşilköy Havaalanından yurda
girecekler. Öyle sanıyorum ki, bu nedenle Sirkeci Garı ve Yeşilköy Havaalanını
seçtiler, işçiler seçime katılmak için yurda gelmesin diye...
1 158 Ecevit, uçağa biner binmez son şiddet
olaylarına değindi. Tercüman gazetesinde yayımlanan, solcuların "eylem
planı" ile Başbakan Demirel'in seçimlere üç gün kala bazı olaylar
olacağına ilişkin demecine değinen Ecevit,
- Başbakan bu konuda bildiklerini söylemeye
çağnlmalıdır, dedi. Gezi boyunca da bu konulan konuştu.
Seçimler yaklaşırken, şiddet olayları da arttı. Hem
bunlar öyle "amatör" işleri de değil. Bir "profesyonel"
parmak var bu işlerin içinde. Saatli bombaları bavulların içine yerleştirip
bunları istenen yerlerde ve istenen saatlerde patlatmak kolay mıdır? Bunlar
sürüp dururken Başbakan, "Seçimlere üç gün kala talihsiz işler
olabilir" derse, bu sözlerin ağızdan kaçan rasgele sözler olduğuna
inanılabilir mi?
Bir "profesyonel katil çetesi" iki yıldır,
büyük kentlerin sokaklarında cinayet işliyor. Bunların istanbul'daki adları
"avcılar grubu" olarak biliniyor. Bu grup Nişantaşı çevresinde bir
eski köşkte karargâh kuruyor.
Bunları istanbul Valisi bilmez mi? Bunları Milli
istihbarat Örgütümüz bilmez mi? istanbul'da, Ankara'da kim nerede ne yapıyor,
kim eylem düzenliyor; bunları bilmek MiT'in temel görevleri arasındadır. Acaba
Başbakan Demirel, MİT tarafından kendisine verilen bilgiye dayanarak mı, üç gün
içinde bazı "talihsiz işler" olacağını söylemiştir? Bunlar açıklanmayacak
mıdır?
I Mayıs olaylarında Intercontinental Otelinden ateş
açanlar hakkında bir soruşturma açılmış mıdır? Otelin önünde Renault araba
içinde sağa sola kurşun sıkan Alaattin adlı şahıs bir polis memuru mudur, yoksa
bir emekli astsubay mıdır? Bunları MİT bilmez mi?
Bu sorular birbirlerine düğümlenmekte ve Başbakanın
üç gün içinde "talihsiz işler" olacağına ilişkin sözleriyle
bağlanmakta, böylece bir kördüğüme dönüşmektedir.
Herkes kendi sorumluluğunu iyice tartmalıdır. 5
Haziran gününden sonra yasadışı her işlemin hesabı verilecektir. Bu makamlar,
bu görevler geçicidir. Alanlara toplanan halk, bu cinayetlerden hesap
sorulmasını istiyor.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 159
CHP, iktidara geliyor. Üç günümüz kaldı, üç
günümüz... Ey cephe milliyetçileri, ey cephe valileri, ey cephe müdürleri,
saltanatınız yıkılıyor artık!..
(Cumhuriyet, 2 Haziran 1977)
ACABA?..
Yaşadığımız olaylar zinciri, son olarak Başbakanın
CHP Genel Başkanına göndermiş olduğu ihbar mektubu ile yeni halkalara
ulaşmıştır. Aynı günlerde Kara Kuvvetlen Komutanı Namık Kemal Ersun'un
birdenbire emekliye sevk edilmesi, herkesi uzun uzun düşündürmüştür.
Orgeneral Ersun, I960 devriminden sonra Yüksek
Adalet Divanı ile Milli Birlik Komitesi arasında "irtibat subaylığı"
yapmış, bu arada, yakın siyasal tarihimizde " 15 Ekim protokolü"
olarak bilinen ihtilal bildirisine imza koymuştur. Ersun'un ihtilalci eğilimi
öteden beri bilinmekteydi. Orgeneral Ersun, 12 Mart döneminde Ankara
Sıkıyönetim Komutanlığı yapmış ve bu görevde acımasız tutumuyla ün salmıştır.
Ersun'un istifası hiç şüphesiz "sağlık
nedeniyle" değildir. Şimdilik bilemediğimiz, henüz öğrenemediğimiz bazı
siyasal nedenler Kara Kuvvetleri Komutanının emekliye şevkinde önemli rol
oynamıştır. Şimdilik sızan haberler bu kadardır.
Orgeneral Ersun'un görev süresi içinde, Ankara
Sıkıyönetim Komutanlığı emrindeki cezaevlerinden götürülen sanıklara işkence
yapıldığı bilinmektedir. Fakat Orgeneral Ersun'un kontrgerilla ile bu olayların
ötesinde bir ilişkisi olup olmadığı belli değildir.
Demirel'in mektubu ile Orgeneral Ersun'un
emekliliğinin aynı günlere rastlaması, ister istemez kontrgerilla, ihbar
mektubu ve Orgeneral Ersun arasında bir ilişki olup olmadığını
düşündürmektedir.
Çok söylendi, çok yazıldı: Kontrgerilla, devletin
yasal yetkililerince denetlenemeyen bir CIA kuruluşudur. Demirel, Ece-vit'e
yazdığı mektubunda, bir suikast planından söz etmektedir. Başbakan bu suikast
planı hakkında oldukça ayrıntılı bilgi de vermektedir. Böylesine ayrıntılı
bilgilere sahip olan bir başbakanın, bu haberi kimden aldığı gerçekten çok
önemlidir. 160
Öyle bir başbakan ki, ana muhalefet partisi liderine
yapılacak suikastın planını ele geçiriyor, fakat bu suikastçıları yakalamaya
gücü yetmiyor.
Demek oluyor ki, burada Demirel'i de. hükümeti de
aşan gelişmeler oluyor. Demirel, tam bir çaresizlik içinde, durumu Ecevit'e
bildirmekten başka yol bulamıyor. Önlem almaya gücü yetmiyor. Çünkü olaylar,
Başbakanı çoktan aşmıştır. Başbakanları, devlet başkanlarını deviren CIA
Türkiye'de eyleme mi geçmiştir yoksa? Demirel, geçen hafta seçimlere üç gün
kala bazı "talihsiz işler" olacağını belirtmedi mi? Demirel'in ihbar
mektubu bu "talihsiz işler"den en ciddisini haber vermiyor mu?
Böylece I Mayıs olaylarının, "Maocu-Leninci" çatışması olmayıp CIA
tarafından planlanan bir kanlı eylem olduğu anlaşılmıyor mu? Bunlarla birlikte
daha nice kanlı cinayetler üzerindeki sis perdeleri aralanmıyor mu?
Yarın seçim yapılacak ve bütün bu sorular, seçim
sonrasında aydınlığa kavuşacaktır. CIA, yarın Türkiye'de seçim sandığı ile
kesinlikle yenilecektir. (Cumhuriyet, 4 Haziran 1977)
AKSOY KANITLIYOR
Seçim kampanyası sırasında, biri ötekini aratmayan
sağcı partilerimiz, hep birlikte, "erkekler saz topluluğu" gibi, bir
konu üzerinde durdular: Sosyalist Enternasyonal.
Vatan topraklarının bir kısmını ikili anlaşma adı
altında ABD yönetimine sunan Bayar-Menderes mirasçıları, sabah akşam radyolarda
Sosyalist Enternasyonalin ulusal bağımsızlıkla bağdaşmadığını söyleyip
durdular. Gerizekâlı yazar özentisinden doçent eskisine kadar, tüm cephe
yardakçıları da bu konu üzerinde mürekkep harcadılar. Ne için? Sosyalist
Enternasyonale girme kararı alan CHP'nin komünist olduğunu kanıtlamak için...
Bugün gece yarısından sonra, ak koyun kara koyun
belli olacak. O zaman bu ilkel görüşlerle oluşan kaba iftiranın ne ölçüde
geçerli olduğunu hep birlikte göreceğiz.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 161
Prof. Muammer Aksoy'un "Sosyalist Enternasyonal
ve CHP" adlı belgesel yapıtını okurken, bunları düşünüyordum. Aksoy,
yarından sonra Parlamentoya giriyor. Eh,
bundan sonra Demirel'in ve AP milletvekillerinin
çekeceği var. Benden söylemesi; hazırlıklı olsunlar...
Prof. Aksoy, bu yapıtında Sosyalist Enternasyonalin
ne olduğunu, daha doğrusu ne olmadığını, özgün belgelere dayanarak kanıtlamış.
Bu kanıtlama çabasında ilginç tanıklara da rastlıyoruz. Prof. Nihat Erim, Prof.
ismet Giritli, cephe hükümetinin TRT Yönetim Kurulundaki temsilcileri Fikret
Ekinci ve Amiral Sezai Orkunt, Prof. Hüseyin Naili Kübalı, Prof. Aydın Yalçın
ve daha niceleri...
Alın size, şu ünlü balyozcu Nihat Erim'in sosyalizmi
savunan sözlerinden birkaç cümle... Aksoy'un kitabından aktarıyorum:
"- Üç kurultay sonra gelecek yeni kuşaklar,
memleketin o günkü ortamı sosyalizmi benimseme istikametinde olursa, ne
hakkınız var, onlar için şimdiden öyle handikap yaratıyorsunuz."
Erim, bu sözleri, ismet Paşaya karşı söylemiş. Fakat
bakın şu sözü ne kadar özlü, ne kadar anlamlı:
"- Şimdi sizde şu istidadı görüyorum. Komünizm,
aşın sol kâfi değil, sosyalizm ve sosyal demokrasi ile alâkamız olmadığını
beyan edelim... Böyle şey olmaz. Burası kışla değil!.."
Erim, gerçi bu sözleri söylediği 1967 yılında,
"Burası kışla değil" diye haykırmışsa da, 1971 yılında
"kışlalardan almadığı emirlerle", Türk solunu boğmak için, eline
aldığı kanlı balyozla 1961 Anayasasını ezmeye, parçalamaya çalışmıştı.
Prof. Aksoy, yapıtında Sosyalist Enternasyonali
yabancı ve yerli belgelerle incelemiş ve Türk kamuoyuna gerçekten güçlü bir
yapıt armağan etmiştir. Bu yapıtın öncelikle CHP örgütünce okunması son derece
yararlı olacaktır. Aksoy'un kitabı "Cehalet Enternasyonalinin çağdışı
sözcülerine yollanmış bir mektup gibidir. Okuyun bakalım ne belgeler
göreceksiniz...
Neler mi? Örneğin Süleyman Demirel'in Lockheed uçak
şirketinin Türkiye temsilcisi Altay Şirketi ile ilişkisini...
(Cumhuriyet, 6 Haziran 1977) 162
SOL KAZANDI...
Bu yazıyı kaleme almadan biraz önce CHP genel
merke-zindeydim. Genel merkezin önünde seçim gecesinden bu yana bekleyen
kalabalık bir yurttaş topluluğunda görülmemiş bir coşku var. Bu coşku zaman
zaman kuşkuyla gölgeleniyor. Yurttaş CHP için tek başına iktidar özlüyor. Bunun
için tek başına hükümet kuracak çoğunluğun oluşmasını istiyor. Bu yönde haber
alamayınca da üzülüyor.
Coşkulan, umutları ve kuşkuları bir yana atarak
gerçeği görelim. Bu seçim CHP için bir zaferdir. Çünkü bir solcu parti, girdiği
her seçimde oy oranını yükselterek, iktidara tırmanmaktadır. CHP şimdiden
toplumun birçok sınıf ve tabakasına kök salmıştır. 12 Mart döneminde sırtından
hançerlenen CHP, o günden bu yana, iktidara yürümektedir. Bu öylesine sağlıklı
bir yürüyüştür ki, bu gidişin yamalı cephe çadırlarıyla durdurulması artık
olanaksızdır. Bu gerçek 6 Haziran sabahı iyice anlaşılmıştır.
Çünkü CHP Türkiye'nin en güçlü partisidir. Bu bir
sosyolojik oluşumu vurgulamaktadır. Parlamento aritmetiğinin toplama çıkartma
cetveli, bu oluşum içinde yeni baştan biçimlenmek zorundadır.
Bir çoğumuz, CHP için 226 ya da daha çok
milletvekili istemiş, özlemiştir. Çoğumuzun gönlü daha yüksek sayıları arayıp
durmuştur. Fakat şu gerçek iyi bilinmeli; hiçbir parti, bu kadar kısa süre
içinde bu sıçramayı başaramamıştır, - Tek başına iktidar olamayacak mıyız?..
CHP genel merkezi önünde toplanan yurttaşlar, gelip
geçen CHP yöneticilerine ve tanıdık gazetecilere bu soruyu soruyor.
- Tek başına gelemeyecek miyiz?..
Özlemlerle kuşkuların karşılığı bu soru, "CHP
hükümeti kuracaktır" biçiminde yanıtlanabilir. Evet, CHP hükümeti
kuracaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın, iktidara adımını atan, bunu
kanıtlayan, toplumun birçok sınıf ve tabakasına kök salan CHP, bundan sonra
daha da güçlenecektir. Çünkü CHP kendisine hükümet yolunu tıkayan güç koşulları
geride bırakarak, iktidara yönelmiştir. KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 163
Düşünün ki, AP önce tek başına iktidara gelme düşü
kuruyordu. Bunun pek gerçekçi bir hesap olmadığını anlayan AP kurmayları,
AP-MHP ortaklığı için hazırlıklara girişmişlerdi. Demirel, seçim gecesi
televizyonda: - AP tek başına iktidara gelecektir, işte o kadar, deyip kestirip
atmıştı. Bu açıdan seçim sonuçları AP için hiç de istendiği gibi olmadı. Ne AP
tek başına iktidara gelebildi ne de AP-MHP ortaklığı gerçekleşti.
Seçimi "sol" kazanmıştır.
Bu seçimler bir "referandum"
niteliğindeydi. Cephe hükümetine karşı savaşan ilerici güçler, güçlerini seçim
sandığıyla ortaya koymuşlardır. Bundan sonraki görevimiz, Bülent Ecevit'in
hükümeti kurmasına ve hükümeti kurduktan sonra da ülkeye barış ve özgürlük
getirmesine destek olmaktır. (Cumhuriyet, 8 Haziran 1977) DEMİREL'İN
HESAPLARI...
Demirel, seçim sonuçlarından hiç hoşnut olmamıştır.
AP Genel Başkanı, seçim gecesi televizyonda "AP tek başına iktidar
olacaktır, işte o kadar" derken, şimdi seçimden dört partiden oluşan MC
Hükümetinin kazançlı çıktığını söylemektedir. Çünkü Demirel, başkasının kaşığı
ile pilav kaşıklamaya çoktan alışmıştır.
Seçimlerden sonra AP Genel Başkanı olarak değil de,
MC Başbakanı olarak konuşmayı yeğleyen Demirel, Ecevit'in Başbakan olacağını
duyar duymaz telaşlanmış ve bu doğal ve yasal olguyu "gülünç" olarak
nitelemiştir. Hiç merak buyurmasın. Türkiye'de hiçbir politikacı gülünç olma
konusunda Demirel ile yanşamaz... Hem 27 Mayıs ihtilalinin ipe çektiği Adnan
Menderes'in kefenine sarılıp seçim alanlarına çıkmak, hem de bu ihtilalin
spikeri Türkeş ile nikâh kıymak gibi gülünçlüğe şimdiye kadar kimse düşmedi...
Hiç merak etmesin. Gülünç diye, daha düne kadar kendisine en ağır küfürleri yağdıran
Ali Elverdiler, Vahit Bozatlılar, Necati Kalaycıoğulları, Memduh Erdemirler ve
Saadettin Bilgiçler gibilerin gölgesine sığınarak cephe kuranlara derler...
164
Önümüzdeki günlerde kimin gülünç olup kimin
olmayacağını hep birlikte göreceğiz...
Bir kez daha yineleyelim: Seçimi sol kazanmıştır.
Toplumun bütün kesimlerine kök salan parti CHP, yürürlükteki "nispi seçim
sistemine" rağmen, karşısındaki partileri yenilgiye uğratarak 213 sandalye
kazanmıştır, işte Demirel'in sinirlendiği, bir türlü içine sindiremediği sonuç
budur. Hesabı ortadadır. Ne yapıp yapacak ve cephe ortaklığını ayakta tutmaya
çalışacaktır.
Bunu başarabilir mi?
Seçim aritmetiğine bu açıdan bakarsanız, MSP yeniden
"a-nahtar" niteliğini kazanmıştır. Eğer MSP, Demirel ile birlikte
cephe hükümetine katılırsa, Demirel şimdilik kazançlı çıkacaktır. Fakat, AP ile
yaptığı ortaklıktan sonra hemen hemen yarı yarıya inen MSP, bir kez daha bu
serüveni göze alabilir mi?..
MHP, Demirel ile yaptığı ortaklıktan kazançlı
çıkmıştır, ilk aşamada Türkeş'in planı da Demirel'inkinin aynıdır. Yeniden MC
Hükümetini oluşturarak oylarını arttırmak... Fakat burada gerek Demirel'in,
gerekse Erbakan'ın hesapları, Türkeş'in hesabına uymamaktadır. Çünkü, MC
ortaklığı sonunda güçlü çıkan parti MHP'dir. MHP oyları kimin oylarıdır?.. Bu
oylar daha önce hangi partiler için kullanılmıştı?..
Demirel, yaptığı ortaklık sonunda Demokratik Partiyi
sildi. Milli Selamet Partisini yarı yarıya indirdi. Feyzioğlu'nun bir mangalık
partisini de yok etti. Demirel belki Türkeş'in partisinin bu kadar oy alacağını
hesaplamamıştı. Sonuçta, bu ortaklıktan Türkeş kazançlı çıktı; bazı AP, DP ve
MSP oyları MHP çatısı altında toplandı.,.
Yeniden kurulacak cephe ortaklığı, önce MSP'yi yok
eder, sonra da AP zararına MHP'yi güçlendirir. Feyzioğlu'nu ise Türk siyasal
hayatından silip atar,.. Bunca yolsuzluğun kamburu MC partilerinin
üzerindedir... Bunca genç ölünün tabutu MC ortaklığının sırtında asılıp
durmaktadır. Devlet bir ekonomik iflasın eşiğindedir. Bu koşullarda CHP
muhalefetine dayanmak kolaysa, buyursunlar kursunlar hükümeti... Kursunlar da
görelim...
Bu bunalımlı dönemi atlatmak için Ecevit'in
Başbakanlığında bir hükümet gereklidir. Bugünden sonra hep birlikte bu
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
165 seçenekler üzerinde duralım. Tek koşul, AP ve
MHP dışında bir hükümet oluşturmaktır. Ama nasıl?.
Sabredin ve bekleyin, Ecevit bugünlerde hükümeti
kuracak... (Cumhuriyet, 9 Haziran 1977) NE OLACAK?
Ne olacak dersiniz? Ecevit mi Başbakan olacak,
Demirel mi?.. Hangi milletvekilleri hükümetin oluşumuna katkıda bulunacaklar?
Kırık anahtarlı Erbakan ne yapacak acaba? Günlerdir bu soruların yanıtlarını
arıyoruz hep birlikte. Bakalım bu sorunlar nasıl çözümlenecek?
Ortada iki seçenek var bana sorarsanız: Ya kendi
içinde tutarlı bir hükümet kurulacak, ya da koalisyonlar devri yeniden
açılacaktır. Kendi içinde tutarlı iktidar, ancak Ecevit'in başkanlığındaki bir
CHP hükümeti olabilir.
Böyle bir çoğunluğun sağlanması için 10-15
milletvekilinin CHP hükümetini desteklemesi gerekiyor. Ancak bu koşullarda CHP
tek başına hükümeti kurabilecektir. Eğer CHP hükümeti kuramazsa, koşullar
CHP-MSP ortaklığını zorlayacaktır.
Diyelim ki, Ecevit hükümeti kuramadı. CHP-MSP
ortaklığı da oluşmadı. Bu durumda ne olacak? Bu durumda Demirel yeniden cephe
hükümetini kuracaktır. Kurdu diyelim, bütün iş hükümetin kurulmasıyla bitmiyor
ki. Nasıl çalışacak hükümet? Önce karşısında en az 213 milletvekili var. Bu
sayıya bir de bağımsızları ekleyiniz. Millet Meclisinde durum böyle. Ya
Cumhuriyet Senatosu?.. Son seçimden sonra Cumhuriyet Senatosunda çoğunluk,
cephe hükümetine karşı olanların eline geçmiştir. Eğer CHP herhangi bir yasanın
Parlamentodan geçmesini istemiyorsa, bu yasanın kabulü olanaksızdır. Bu
koşullarda hükümetin Parlamento içinde hükümet etmesi olası mıdır?
Bu aritmetik görünüş, Demirel için bir başka tehlike
çanını çalmaktadır. Başbakanların Yüce Divana gönderilmesine Türkiye Büyük
Millet Meclisi birleşik toplantısında karar verilmektedir. Demirel geçtiğimiz
yasama döneminde mobilya dosyası ile Yüce Divanın eşiğinden dönmüştür. Aynı önerge
bir kez daha işletilirse, Demirel'i Yüce Divandan kimse kurta- 166 ramaz. Çünkü
birleşik toplantının aritmetik tablosu Demirel için hiç de iç açıcı değildir.
Demirel'in telaşı da bu nedenledir, bilesiniz.
AP Genel Başkanı Demirel, seçimlerden sonra tam bir
müteahhit mantığıyla dört sağcı partinin başbakanı gibi konuşarak yeniden cephe
hükümetini kurmak istiyor. Eğer böyle bir hükümeti yeniden kurarsa
kardeşlerinin ve yeğenlerinin milyonlarının hesabı sorulmayacak. Demirel hesap
vermekten korkuyor, bu hesabı vermemek için planlar yapıyor.
işin iç yüzünü araştırırsanız, devletimiz bölünmez
bir bütün olarak son on yıldır Demirel ailesinin maddi ve manevi varlığını
geliştirmek için çalışmaktadır. Devleti Demirel ailesinden kurtarmak için
önümüzde bir yol var. Ecevit'in başbakanlığında bir hükümet kurmak, buna yardım
etmek, katkıda bulunmak.
Bu hükümet CHP hükümeti olursa, birçok sorun bir
ölçüde çözüme kavuşur. Böyle bir hükümet kurulamazsa, tek çare CHP-MSP
ortaklığını kurmaktır.
Yeniden kurulacak bir cephe hükümetinin Parlamento
i-çinde adım atması bile güçtür, işte Halep, işte arşın. BuyrunL (Cumhuriyet,
10 Haziran 1977) SORALIM DEDİK...
Demirel, Ecevit'in hükümet kurarken "utanç
verici yöntemlere başvuracağından kaygı duyduğunu açıklayarak, bazı milletvekilleri
üzerinde "manevi baskı" kurmayı tasarlamaktadır. AP Genel Başkanı,
artık partisinin genel başkanı gibi konuşmayı da bir yana atmış, cephe
hükümetinin başbakanı olarak konuşup MSP ve CGP üzerinde baskı kurmaya
kalkışmıştır.
Demirel, ismet Paşanın ünlü deyişi ile
"suçluların telaş ve heyecanı" içinde Ecevit'e hükümet kurdurmamaya
çalışmaktadır. Eğer Ecevit hükümet kurarsa, Demirel'in Yüce Divana gönderilmesi
çok kolaylaşacaktır. Çünkü, Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi üyelerinden
oluşan birleşik toplantı çoğunluğu, Demirel'i Yüce Divana gönderecek sayısal
üstünlüğü hemen hemen ele geçirmiş gibidir. Ne yapsın Demirel?
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 167
Ne yapacak? Ecevit'in sayısal üstünlük kazanmaması
için elinden geleni ardına koymayacaktır. "Utanç verici yollar"
dediği, para karşılığı ''milletvekili transferi" sağlanmasıdır. Ecevit'in
dünkü gazetelerde çıkan açıklaması, Demirel'e gereken yanıtı vermiştir. CHP'nin
bu tür transferleri sağlayacak durumu yoktur.
O bir yana, acaba Demirel Dr. Sadettin Bilgiç ve Ata
Bodurun DP'den ayrılıp cephe hükümetine güvenoyu vermesini nasıl açıklıyor
acaba? Belki bu iki "zatı şerif, gerçekten çok dürüst, çok namuslu, çok
milliyetçi ve bir o kadar da komünizme, anarşizme karşı olabilirler. Fakat
ortada acaba pek de aydınlanmayan bazı sorular yok mudur?
Örneğin, Dr. Sadettin Bilgiç Demokratik Partiden
ayrılıp Adalet Partisine girdikten sonra, cephe hükümetinden sahibi bulunduğu
şirket aracılığı ile kaç milyonluk "teşvik belgesi" almıştır?
Dr. Bilgiç, hiç şüphesiz milli ve manevi değerlere
bağlı, devletimiz ve milletimiz ile bölünmezliğimize inanmış bir politikacıdır.
Fakat ben merak ediyorum. Herhalde, başka meraklıları da vardır. Bilgiç, neden
birdenbire ticarete atılmış ve bu yolla zengin olmuştur? Dr. Bilgiç'in ruhunda
filizlenen hür teşebbüs aşkı, neden cephe hükümeti ile birlikte artmış, Sanayi
ve Teknoloji Bakanlığının teşvik belgelerine kadar uzanmıştır?
Demirel bu konuda bir küçük açıklama lütfeder mi?
Yoksa Dr. Bilgiç, şu Sağlık Bankası borçlan ile birlikte, servet beyanını,
şirketteki paylarını basına açıklar mı?
Bu açıklamalar yapılırsa, hiç olmazsa
yurttaşlarımız, "servet edinme hakkı" gibi vazgeçilmez, devredilmez
kutsal hakların niteliğini ve niceliğini iyice öğrenmiş, böylece milli ve
manevi değerlere iyice bağlanmış olurlar. Değil mi efendim?..
Ata Bodur, Dr. Sadettin Bilgiç ile birlikte cephe
hükümetine oy vermek için Demokratik Partiden ayrılan politikacılardan biridir,
iki yıl önce cephe hükümetine güvenoyu vermek için demokratik partiden ayrılan
milletvekilleri, Ata Bodurun evinde toplantılar yaparak, Demirel hükümetini
desteklemeye karar vermişlerdi.
Bir küçük hatırlatma yapalım.
Ankara'nın en işlek yerinde, Selanik Caddesinin
köşesindeki benzin istasyonu, Ata Bodurun oğlu Şükrü Bodur tarafından
işletilmektedir, istasyonun mülkiyeti Petrol Ofısinindir. Cephe hükümeti
kurulmadan önce, Şükrü Bodur Petrol Ofisine başvurarak, kira sözleşmesinin
uzatılmasını istemiştir. Bu istek 27 Mart 1975 gün ve 19/11 sayılı karar ile
reddedilmiştir. 31 Mart 1975 günü Ata Bodurun da oyu ile cephe hükümeti
güvenoyu almış ve bir süre sonra, Şükrü Bodurun kira sözleşmesini reddeden
Petrol Ofisinin iki Genel Müdürü Yardımcısı, Mustafa Özyürek ve Fikret
Büyükburç nedense görevlerinden alınmışlardır.
Sonra ne oldu bilir misiniz? Sonra, cephe hükümeti
kurulur kurulmaz bu benzin istasyonu yeniden Ata Bodurun oğlu Şükrü Bodura
kiraya verildi.
Ata Bodur da hiç şüphesiz, tıpkı Dr. Bilgiç gibi
namuslu, milliyetçi, şiddetli antikomünist politikacılardan biridir. Şu Bilgiç,
cephe hükümetinden aldığı teşvik belgelerini, Ata Bodur da oğluna verilen
benzin istasyonunu iyice anlatsa da, bizler de iftihar etsek olmaz mı?
Doğrusu, komünizmi önlemek için ne fedakârlıklara
katlanıyor şu adamlar!..
Vallahi, bravo!..
(Cumhuriyet, 14 Haziran 1977) GÖSTERİNİN
ARDINDAKİ...
Adam, Millet Meclisinin ilk toplantısına beyaz takım
elbise ile gelmiş. Boynunda bir siyah papyon kravat var. Uzaktan baktığınızda
bir büyük otelin "şef garson"una benziyor. Yemin etmek için kürsüye
çıktığında ceketinin düğmesini bile iliklemeye gerek görmüyor. Adı Gültekin
Kızılışılc AP Zonguldak Milletvekili.
- Halkların mutluluğu için değil, halkın mutluluğu
için çalışacağıma namusum üzerine yemin ederim...
Kızılışık, önceki gün Anayasaca saptanan yeminin
arasına böyle bir tümce yerleştirerek, siyasal gösteri yapmaya kalkıştı.
Aklınca, canlı yayın yapan televizyon ekranları önünde, zemzem kuyusuna
tükürerek ün sağlayacak. Millet Meclisinde böylesine ucuz kahramanlıklara
şimdiye dek çok tanık olundu, KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 169 bundan sonra da
olunacak. Bundan hiç şüphemiz yok. Olay sadece bu kadarla kalsa, belki hiç
üzerinde bile durmazdık.
Bu beceriksiz gösterinin altında, bu yolla yüzeye
çıkan temel nedenler yok mu? Kızılışık'ın şef garson görüntüsünü, iliklenmeyen
düğmesini, papyon kravatını bir yana itelim şimdilik. Fakat bir konuyu gerçek
boyutlarıyla ele alalım.
Doğu sorunu, şimdiye dek köklü yaklaşımlarla ele
alınmamış ve bu konunun üzerine yasakların tel örgüleri çekilmiştir. Doğu
illerimizde yaşayan yurttaşlarımız, bu ülkenin insanları ve bu devletin
yurttaşlarıdır. Anayasamızda, hiçbir kişiye, zümreye, sınıfa ve ırka ayrıcalık
tanınmayacağı belirtilmektedir. Anayasanın bu maddesini ülkemizde yaşayan bütün
yurttaşlara aynı eşitlikle, aynı dürüstlükle ve aynı sevecenlikle uygulamak
zorundayız.
Anayasamız, ülke içinde bir etnik grubun bir başkası
üzerinde egemenlik kurmasına izin vermez. Temel kural, ırk, cins ve sınıf
ayrımı gözetmemektir. Türkiye Cumhuriyeti, ulusal sınırlar içinde, her
yurttaşına, devletin bütün olanaklarını eşit olarak dağıtmak zorundadır.
Devletin varlık nedeni budur, yurttaşlık bağının kökeninde bu ulusal düşünce
yatar.
Türkiye Cumhuriyeti'nı yıkmak, devleti çeşitli
bölgeler arasında bölüştürmek gibi, ırkçı, feodal ve Anayasa dışı
örgütlenmelere olanca gücümüzle karşıyız. Temelinde Mustafa Kemal'in
bağımsızlık harcı bulunan cumhuriyetimiz, yurttaşlarına karşı "ırk ayrımı,
sınıf ayrımı" gözetmeden güçlenecektir. Gerçek "bölücülük",
yurttaşları yaşadıkları yurt topraklarına, içinde bulundukları ekonomik koşullara
bakarak bölüp parçalamak demektir. Bu da egemen sınıf baskısıdır.
Temel çelişki, bir etnik grupla, öteki etnik gruplar
arasında değildir. Büyük çelişki, sermaye ile emek arasındadır. Sermaye ve emek
arasındaki bu çelişkiyi gizleyip etnik çelişkileri ön plana ve üstdüzeye
çıkarmak bir egemen çevre tuzağıdır.
Birtakım karanlık çevrelerin doğu illerimizde bir
"provokasyon" hazırlığı içinde oldukları, öteden beri bilinmektedir.
Böylesine "hassas" bir konunun üzerine gidilmesi, ülke çapında
"baskıcı yönetim modelleri" oluşturanlara uygun ortam sağlamaktadır.
Eğer Ecevit hükümeti kuramaz da, yerine yeniden 170 cephe hükümetine benzer bir
hükümet kurulursa, doğu illerimizden başlayacak bir "provokasyona"
hep birlikte hazır olmalıyız.
Beyaz elbiseli, papyon kravatlı milletvekili,
milletvekili yemininin arasına sıkıştırdığı bir tümce ile gösteri yapmaya
yeltenirken, bütün AP grubu, bu ucuz kahramanlığı ayakta alkışlıyordu.
Sanırız bu davranışlar bile, AP içindeki Anayasa
dışı "ırkçı" ve "şovenist" eğilimlerin nasıl tehlikeli
boyutlara ulaştığını ortaya koymuştur. Doğu illerimizden gelen
milletvekillerinin bu beceriksiz göstericinin yarattığı ortamı iyi tanımalarını
salık veririz.
(Cumhuriyet, 15 Haziran 1977)
YETER ARTIK...
- Artık ne polis, ne adliye, ne de hükümetten hiçbir
şey beklemiyoruz. Her an öldürülme tehlikesiyle karşı karşıyayız...
Erzurum Atatürk Üniversitesi öğretim üyelerinden
Doç. Dr. Orhan Yavuz bu satırları yazdıktan bir süre sonra alçakça, hunharca ve
namussuzca kurulan bir pusuda bıçaklanarak öldürülmüştür. Devlet utansın,
devlet!..
Düşünün bir kez... Bir öğretim üyesi evinde biie
rahatça oturamıyor. Her an öldürüleceğinden korkuyor, "tek başına dışarı
çıkamıyoruz" diyor ve korktuğu da başına geliyor. Bıçaklanıyor ve
öldürülüyor. Nasıl bir ülkede yaşıyoruz biz?.. Öğrenci kanı ile beslenen
"siyasal vampirler" doymamışlar, şimdi öğretim üyelerinin kanlarını
emecekler. Adım adım bu noktaya tırmandılar. Kaç yurttaşımız öldürüldü iki
yıldır; yüz elli mi? iki yüz mü? iki yüz elli mi?..
Kaç kişi yaşamlarının en güzel yaşlarında cephe
milliyetçiliğine adanan kurbanlar gibi birer birer öldürüldüler; işkenceyle
öldürüldüler, kanlı planlarla öldürüldüler, arkalarından vurularak,
sırtlarından hançerlenerek öldürüldüler.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
171
Ve bunca tabut, kanlı kefenlerle cephe partilerinin
sırtında bir utanç yükü gibi asılıp durmaktadır. Ama kim dinler, kim aldırır
bunlara?..
- Eğer gelecek seçimde de bu hükümet gibi bir
hükümet iktidara gelirse, burada bize yaşama hakkı yok...
Doç. Dr. Orhan Yavuz sanki öldürüleceğini anlamış,
bıçaklanarak öldürüleceğini bilmiş gibi yazmış bu satırları. Bir öğretim üyesi
üniversitesinde özgürce dolaşamıyorsa, neye yarar üniversiteler, amfiler,
sınıflar, laboratuvarlar?.. Neye yarar diplomalar, doktoralar, cüppeler? Neye
yarar rektörler, dekanlar, profesör kurulları? Ne içindir bütün bunlar?..
Devlet yoksa, devlet üç buçuk eşkıyaya teslim
olmuşsa, ne yapsın rektörler, dekanlar, profesörler? Eşkıyanın kökü
üniversitenin dışındadır. Bir çete, alçak, hunhar bir çete, ellerine verilen
silahlarla bütün yurdu kana buluyor da, bunca etkili ve yetkili hep birlikte
susuyor. Ne biçim ülke olduk? Hepimizin üzerine gencecik çocukların
mezarlarından alınan bir avuç ölü toprağı mı serpildi yoksa?..
Savcılar, valiler, emniyet müdürleri, insanlık adına
konuşun hiç olmazsa.
Bunca yıl, bin bir güçlükle oku, üniversiteyi bitir,
en güzel çağında yurduna ve ulusuna en yararlı olacağın bir günde, eşkıya
çetesinin kanlı bıçaklarına hedef ol, bir pusuda vurulup öldürül!..
Yok mu, yok mu bir hesap soran?..
Biliniz artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Bu koşullar
böyle sürüp giderse, herkes artık kendi başının çaresine bakacaktır.
Orhan Yavuz'un bedeninden akan kan, gencecik bilim
a-damının kanı, ülkemizi bu koşullara sürükleyenleri bir gün boğmayacak
mıdır?..
(Cumhuriyet, 18 Haziran 1977)
BÖLÜKBAŞI...
Ömür adamdır şu Bölükbaşı! Boy pos yerinde, hoş
sohbet, eh, tecrübe desen o da derya gibi maşallah... Bir eksiği var, o da
siyasal tutarlılık. Canım o kadarı kadı kızında bile olur.
- Perde önünde evliya, arkasında eşkıya... 172
Bölükbaşı'nın cümleleri hep böyledir. Öyle güzel,
öyle hoş konuşurdu ki, adı bu yüzden "politikanın keloğlanf'na çıkmıştı.
1946 yılından beri, iki metreye yaklaşan boyu, bitmeyen konuşmalarıyla oldukça
büyük ün yapmıştı Bölükbaşı. Bugünlerde yine ortalıklarda dolaşıyor. Fakat ne
partisi var ne de milletvekilleri. Üstat, şimdi Süleyman Demirel ile Alparslan
Türkeş'in "siyasi müşaviri" oldu. Tabii, parasız.
Çok partili yaşamımızın keloğlanı, şimdi
arabuluculuk yapacak. Demirel'e gidecek yol gösterecek, Türkeş'e gidip akıl
verecek, arada iki lafın belini bükerek gazete manşetlerine geçecek.
- Bölükbaşı dün Başbakan Demirel ile görüştü.
Aman ne iyi etti.
Şu Bölükbaşı da olmasa, komünizm hemen gelecek
memlekete yerleşecek, iyi ki iki metrelik boyu, bitmez tükenmez laflarıyla
komünizmin karşısına bir kale gibi dikiliyor. Gerçi zahmet ediyor amma, ne
yapsın zavallı?
Ben onların yalancısıyım. Neyin diyeceksiniz?
Anlatayım: Bu Bölükbaşı bugünlerde önemini arttıracakmış. Nedeni şu: Celal Bayar,
AP, MHP arasında bir birlik yaratmak, sonra da MSP tabanını eritmek için
"Yeni Demokrat Parti" adıyla bir parti kurup bunun genel başkanlığına
Osman Bölükbaşı'yı getirmek istiyormuş. Böylece, AP ve MHP birleşecek, sonra da
MSP tabanı yeni kurulacak bu partiye kayacak, sonunda, Celal Bayar'ın düşleri
gerçekleşmiş olacak...
Bunlar bana biraz "fantezi" geldi amma ne
yapalım?.. Benim duyduğumu siz de öğrenin, böyle diyorlar işte.
Bayarlı Menderesli Demokrat Parti, Osman
Bölükbaşı'ya öylesine kızardı ki, bu yüzden Kırşehir'i il olmaktan çıkarıp ilçe
yapmıştı. Şimdi Bölükbaşı bunları
unuttu ki. gidip Celal Bayar'ın "fahri
başkanlığı" ile yürütülen milliyetçi partiler saz topluluğuna destek
olmaya kalkışıyor.
Canım bu Bölükbaşı işte... Sağı solu belli olmaz ki...
Belki solu belli; solunda Anayasa var. Ya sağı?..
Sağını Bölükbaşı da bilmiyor. Gerçi matematikçidir amma sağını solunu pek
ölçemiyor diyenler de var. ilkokulda karnesi hep "pekiyi" gelirmiş,
diş koruma, hal ve gidiş, aritmetik hep pekiyiymiş. Fakat parti lideri olduğu
zaman hesabı hiç iyi tutamadığı için adamları birer ikişer yanından ayrılmış.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 173
Millet Partisi Genel Başkanıyken çok değerli evrak
çantası, Seyfi Öztürk adındaki bir hayranı tarafından taşınılmış.
- Seyfi çantayı getir...
Bölükbaşı Seyfi Öztürk'ü böyle çağırırmış. Gel zaman
git zaman, Bölükbaşı'nın çantasını taşıyan Seyfi Öztürk, eline bir başka çanta
alarak, Demirel'in yanında el kavuşturup durmuş. Şimdi, Demirel ve Türkeş ile
Bölükbaşı arasında arabuluculuk yapan da bu Seyfi Öztürk'müş.
Bölükbaşı'nın şimdiye kadar kendi kurduğu partiye
yaran olmadı, koskoca partiyi eritip tüketti. Şimdi kime hayrı dokunacak? Ne
demişler?
- Kendi muhtacı himmet bir dede, kaldı ki gayrıya
himmet ede. (Cumhuriyet, 20 Haziran 1977) DEMİREL'İN KORKUSU...
Demirel'in sinirleri iyice bozuldu. Nasıl
bozulmasın?.. Ne demişler: "Mühür kimde ise Süleyman odur." Demirel
elindeki Başbakanlık mührünü kaptırmamak için direnip duruyor, ilk hedefi
Ecevit'e hükümeti kurdurmamaktır. Bunun için elinden geleni yapıyor, ikinci
hedefi ise Sayın Cumhurbaşkanını baskı altında tutarak, Ecevit tarafından
sunulacak hükümet listesinin onaylanmamasını sağlamaktır.
Demirel mantığı şu varsayıma dayanıyor. CHP tek
başına hükümeti kuracak sayıyı sağlayamamıştır. Oysa, AP, MHP ve MSP oylarının
toplamı 229 etmektedir. Öyleyse hükümeti AP kurmalıdır.
Demirel seçimin ilk gününden bu yana AP Genel
Başkanı olarak konuşmayı bir yana bırakmış, Türkeş ve Erbakan'ın da sözcülüğünü
ele almıştır. Anlaşılan Demirel, Türkeş ve Erbakan'ın oylarını "çantada
keklik" saymaktadır.
MSP, CHP ile bir ortaklık kuramayacaktır.
Görüşmelerin ilk aşamasında elde edilen sonuç budur. Peki Erbakan, Demirel ve
Türkeş ile bir ortaklık kuracağını açıklamış mıdır? Hayır açıklamamıştır.
Öyleyse Demirel hangi mantık örgüsüne dayanarak, kendisinin güvenoyu
alabileceğini ummaktadır? 174
Bana yeniden hükümeti kurma görevi verilsin, gerisi
kolay... Demirel belki böyle düşünüyor. Cephe hükümetini nasıl kurduysa, bundan
sonra da hükümeti öyle kuracağını sanıyor. Yani "utanç verici
yollara" hiç başvurmadan.
Bütün bunları bir yana bırakalım. Bugün görev
başında son günlerini, belki de son gününü yaşayan Demirel hükümeti, yeniden
bir güvenoyuna başvursa kaç oy alır acaba? Cephe ortaklığı sırasında, bir
hükümeti hükümet yapacak bütün koşullar elbirliği ile yok edilmiştir. Cephe
sorumluları şimdi birbirlerini, "kardeşlerine çıkar sağlamak" başta
olmak üzere "utanç verici" gerekçelerle suçlamaktadırlar. Kaldı ki
seçimlerle yeni bir Millet Meclisi oluşmuş, Demirel hükümetine güvenoyu vermiş
olanların büyük bir kısmı değişmiştir.
Demirel, şimdi olanca gücüyle, kendi arasında
kavgaya tutuşmuş, dağılmış, güvenini yitirmiş bir hükümeti, geçerli ve yasal
tek seçenek gibi göstermeye kalkışmaktadır.
Demirel, Erbakan'ı çantada keklik sayıp başkasının
kaşığı ile pilav kaşıklamaktadır. Erbakan belki bu kaşıkla Demirel'in yakında
gözünü oyacak, ama şimdilik bu havaya katlanmak "cephe
komisyonculuğu" için geçer akçe sayılıyor, ne yapalım? On beş gündür
Ecevit'e hükümet kurdurmamak için başvurmadığı yol kalmayan Demirel, daha dün,
on kişilik bir partiden çıkan Başbakana güvenoyu vermek için kuyruğa giren adam
değil miydi? O zaman hiç akıllarına getirmedikleri ilkeleri, neden bugün
birdenbire anımsayıverdiler?
Eğer bugün Ecevit hükümeti kurar ve Sayın Korutürk
de bu baskıları elinin tersiyle itip hükümet listesini onaylarsa, Demirel, sonu
Yüce Divana kadar varacak bir yolculuğa çıkacak demektir. Korkusu bu yüzdendir.
(Cumhuriyet, 21 Haziran 1977)
AÇIKLANMALI...
Hükümet kurma çalışmaları sırasında üzerinde
duramadığımız konulardan biri, Kara Kuvvetleri Komutanlığından ansızın emekliye
sevk edilen Orgeneral Namık Kemal Ersun ile ilgili söylentilerdir. Bir kuvvet
komutanı, birdenbire hiçbir inanılır KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 175 gerekçe
gösterilmeksizin emekliye sevk edilirse, kamuoyu ister istemez bazı kuşkulara
düşer.
Bu kuşkular yersiz midir? Hiç şüphesiz yersiz
değildir. Bir kuvvet komutanı durup dururken emekliye sevk edilemez. Bu işlemin
inanılır nedenleri olması gerekmez mı?
Emekli Orgeneral Ersun, katı ve acımasız bir
askerdir. Ersun'un bu nitelikleri, hem 27 Mayıs Devriminden sonra Yassıada'da
toplanan eski Demokrat Partililer, hem de 12 Mart döneminin cezalandırdığı
devrimciler tarafından çok yakından bilinmektedir.
Ersun'un son aylarda bir ihtilal girişimi içinde
olduğu, Türkeş ile ilişkiler sürdürdüğü söylenmektedir. Eğer böyleyse, Ersun'un
hiç geciktirilmeden mahkeme önüne çıkarılması gerekir. Yok eğer bunlar boş
söylentiler ise, o zaman emeklilik gerekçelerinin Genelkurmay Başkanlığınca
kamuoyuna açıklanması zorunluluk sayılmaz mı?
Cephe hükümeti, son iki yıldır, Silahlı Kuvvetler
içine günlük politikayı sokmuş, orgeneral rütbeleri üzerinde bazı yasadışı
işlemlere girişmiştir. Yasal nitelikleriyle Hava Kuvvetleri Komutanı olması
gereken Orgeneral irfan Özaydınlı yerine, hiçbir hukuksal nedene dayanmaksızın,
Hava Kuvvetleri Komutanlığı, iki kıdemli orgeneralin varlığına rağmen bir
korgenerale verilmiştir.
Silahlı Kuvvetler içindeki en acımasız işlemler,
bugün Askeri Yüksek idare Mahkemesine başvurarak hakkını arayan Orgeneral
Ersun'un suyun başında olduğu günlerde yürütülmemiş midir? Birçok general,
albay ve genç subay, sorgusuz sualsiz görevlerinden alınmış ve cezaevlerine
doldurulmuştur. Örneğin, Tümgeneral Celil Gürkan'ın elleri ayaklan zincire
bağlanmış, istanbul'da Ziverbey Köşkü adıyla bilinen "kontrgerilla"
karargâhında sorguya çekilmiştir. Emekli Orgeneral Ersun, acaba bir vicdan
muhasebesiyle karşı karşıya mıdır? Ersun emekliye sevk edildiği gün, elleri
ayakları bağlanarak işkence masasına yatırılsaydı, neler düşünürdü acaba?
Demokratik bir ülkede böylesine işlemlere
rastlanmaz,
Bir general emekliye ayrılırsa, emekliye ayrılma
nedenleri açıkça ortaya konmalıdır. Eğer bu general suç işlemişse, yıllarca
hizmet etmiş bir subayı, albayı, generali, üsteğmeni işkenceci- 176 lere teslim
etmenin görevle, görev sorumluluğu ile ne ilgisi vardır?
Yasalar gereğince Silahlı Kuvvetlerin günlük
politikayla ilgilenmemesi gerekir. Fakat günlük politika cephe partileri eliyle
bazı generallere bulaştırılmamış mıdır? Neden Orgeneral Özaydınlı Hava
Kuvvetleri Komutanlığına getirilmemiştir? Neden, bunca orgeneral dururken Hava
Kuvvetleri Komutanlığı bir korgeneral tarafından "vekâleten"
yürütülmektedir. Kara Kuvvetleri Komutanı Ersun neden emekliye sevk edilmiştir?
Emeklilik kararnamesini Milli Savunma Bakanı ne gerekçeyle imzalamamıştır?
Neden Üçüncü Ordu Komutanının, Demi-rel'e 12 Mart günü "şilt" verip
siyasal konuşma yapmasına göz yumulmuştur?
Cephe hükümetinin işbaşından uzaklaşması en azından
Silahlı Kuvvetlerin üst kademelerinde estirilmek istenen siyasal rüzgârları da
önleyecektir. Az iş midir bu?
(Cumhuriyet, 22 Haziran 1977) NE HAKLA?..
Bir hükümetin nasıl atanacağı Anayasada yazılıdır.
Bir hükümetin ne zaman "meşru" sayılacağı
da anayasal kurallara bağlanmıştır. Ecevit hükümeti, Anayasanın 102'nci maddesi
uyarınca Cumhurbaşkanınca atanmış ve yeni hükümet çalışmalarına başlamıştır.
Gelin, Anayasanın 102'nci maddesinin son tümcesini birlikte okuyalım:
- Bakanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri
veya milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olanlar arasından Başbakanca
seçilir ve Cumhurbaşkanınca atanır...
Cumhurbaşkanınca atanan hükümet üyeleri,
Cumhurbaşkanınca atanma tarihinden başlamak üzere bir hafta içinde, bakanlıklarıyla
ilgili programları hazırlayıp bir "hükümet programı" oluştururlar.
Bundan sonra yapılacak iş, Millet Meclisinde güvenoyuna başvurmaktır.
Hükümetin kurulması, Başbakanca belirlenen Bakanlar
Kurulu listesinin Cumhurbaşkanınca onaylanması demektir.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 177
Şimdiye değin bütün hükümetler bu yolla kurulmuştur.
Hükümet kurulur kurulmaz bakanlar, hükümet programını hazırlamak için göreve
başlarlar.
CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından
hazırlanan Bakanlar Kurulu listesi, Cumhurbaşkanınca onaylanmış ve "ikinci
Ecevit hükümeti" yasal görevine başlamıştır.
Hükümete güvenoyu verip vermemek yetkisini Millet
Meclisi kullanır. Bu yetkinin, Millet Meclisi dışında herhangi bir kuruluş,
örgüt, ya da parti grubu tarafından kullanılması "kaynağını Anayasadan
almayan devlet yetkisi kullanma" anlamına gelir.
Cumhurbaşkanı, "Bu hükümet güvenoyu
alamaz" diye, hazırlanan Bakanlar Kurulu listesini geri çeviremez. Eğer
böyle bir yola başvurursa, kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi
kullanmış olur.
- Çankaya hükümeti...
AP, bu kavramı kullanarak Sayın Cumhurbaşkanına
amansız bir saldırıya geçmiştir. "Ana muhalefet partisi"nin lideri
Demirel, Ecevit hükümetinin "Meclis hükümeti" olmadığını, bu
hükümetin Cumhurbaşkanınca oluşturulmuş "Çankaya hükümeti" olduğunu
söylemektedir.
"Çankaya hükümeti" diye, 12 Mart döneminde
birtakım "cunta" kararlarıyla kurulup eski Cumhurbaşkanı Sunay
tarafından onaylanan hükümetlere derler. O günlerde bu tür Anayasa dışı
hükümetlere destek olan Demirei, bugün ne hakla ve ne yüzle Sayın Korutürk'e
saldırmaktadır?
Bu hükümet, anayasal kurallara göre kurulup
çalışmalarına başlayan "meşru" ve yasal hükümettir. Süleyman
Demirel'in "Destek Kıtaları Komutanı" Alparslan Türkeş:
- işgalci olan bu hükümet meşru sayılamaz, demektedir.
Adamlar açıkça suç işliyor. Hükümetin "meşru" olmadığını söylemek
birtakım kişilere karanlıkta göz kırpmak değil midir? Yasal bir hükümete karşı
yasadışı eylemler planlayanlar varsa, hemen uyaralım. Başlarını hangi kayalara
vuracaklarını çok yakında görürler...
Demirel, Türkeş ve Erbakan korosu, hükümetin
"meşru" sayılmayacağını yinelerken, devletin TRT'si, "işgalci
Genel Müdürü" ve onun Haber Dairesi Başkanı ile, hükümeti "gayri 178
meşru" bir "işgal hükümeti" olarak göstermek için bütün hünerini
ortaya koydu.
Ecevit hükümeti güvenoylamasına hazırlanırken, her
türlü kışkırtmaya karşı uyanık olmak gerekiyor, ismet Paşanın ünlü deyişi ile
"suçluların telaş ve heyecanı içinde" olanların, iktidarı yitirmenin
hırsıyla ne yollara başvuracaklarını hep birlikte, olanca soğukkanlılığımızla
izleyelim. (Cumhuriyet, 24 Haziran 1977) DİKKATLİ OLALIM...
Cephe hükümetinin görev başından uzaklaşması,
ülkemizde barış ve özgürlük isteyen yurttaşlarımıza şöyle bir rahat nefes
aldırmıştır. Hiç şüphesiz, Ecevit hükümeti köklü dönüşümlerle toplumsal yapıyı
birdenbire değiştirecek bir "devrim" hükümeti değildir. Bu hükümet,
iç savaş eşiğine getirilen ülkemizde, başta can güvenliği olmak üzere, birlik
ve düzeni sağlayacak bir "demokratik hükümet" niteliğindedir.
Anayasal ilke ve kurallara göre kurulan Ecevit
hükümeti üç cephe partisinin amansız saldırısıyla karşılaşmıştır. AP, MSP ve
MHP genel başkanları, bu hükümetin "meşru" olmadığını, "işgalci
hükümet" niteliğinde bulunduğunu söylemektedirler. TRT, işgalci Genel
Müdürü Şaban Karataş görevden alınmasına rağmen, "Karataşsız Karataş
TRT'si" olarak yasadışı yayınlarına devam etmektedir. TRT bu hükümetin
Anayasa dışı bir hükümet olduğunu vurgulayan yayınlarını belli amaçla ve
ısrarla sürdürmektedir.
Üç cephe partisi güvenoyuna kadar yeni bir siyasal
hava oluşturmaya çalışmaktadır. Demirel'in amacı hükümetin "gayri
meşru" olduğunu, yani Anayasa ve yasadışı bulunduğunu yaymak ve bu
savlarla koşullandırılacak kamuoyunda bir gerginlik yaratarak, yeniden cephe
anlayışını diriltmektir. Eğer Ecevit hükümeti güvenoyu almayı başaramazsa,
hükümeti kurma görevinin Cumhurbaşkanınca kendisine verileceğini bekleyen
Demirel, şimdiden "izzeti nefis, milli irade, Çankaya hükümeti" gibi
demagojilerle, üç partiyi yeniden birleştirme eylemine girmiştir. KONTRGERİLLA
ÖĞRETİLERİ 179
TRT, Demirel'in bu taktiğini şaşmaz bir bağlılıkla
uygulamaktadır.
işte bu ortam içinde, solun her kesiminde olayları
değerlendirenlere büyük görevler düşmektedir. Bu görevlerin başkası,
"Demirel'in işini kolaylaştırmamak" biçiminde özetlenebilir.
Ülkemizde birkaç gündür "devlet otoritesi"
sağlanmış gibidir, içişleri Bakanlığında namuslu, dürüst, güvenilir bir
politikacı olan Necdet Uğur oturmaktadır. Yıllardan beri ilk kez, yasa
egemenliğini sağlayacak etkin ve yetkin bir içişleri Bakanı görev başına
getirilmiştir. Barış ortamının sağlanmasında solun her kesimine düşen görev, bu
nitelikleri taşıyan içişleri Bakanına yardımcı olmaktır.
"Nasıl", diyeceksiniz.
Ülkemizde barış ve özgürlük ortamı cephe hükümeti
eliyle yok edilmiştir.
Yıllardan beri sol kesim içinde açık ya da kapalı
kışkırtmalarla yönlendirilen çeşitli oyunlar denenmiştir. Sol, bir ölçüde kendi
doğası, bir ölçüde de bu oyunlar nedeniyle, anlamlı, anlamsız
"fraksiyonlar" adı verilen kümelenmelere, gruplaşmalara ayrılmıştır,
içişleri Bakanı Uğur. bu "fraksiyonları" birer toplumsal olgu olarak
değerlendirecek niteliktedir, içişleri Bakanı ayrıca, yıllardan beri sol kesim
üzerinde oynanan oyunları en yakından değerlendirebilecek olanların başında
gelmektedir.
CHP hükümeti henüz güvenoyu almamıştır. Bakanlar
henüz bakanlıklarına ısınmamışlardır. Güvenoyuna kadar geçecek sürede, birtakım
karanlık güçler CHP hükümetini güç koşullara sürükleyecek
"operasyonlara" girişebilirler. Bunları izleyip denetim altında
tutmak, birkaç günün işi değildir. Bu nedenle, her türlü oyuna, taktiğe karşı
son derece uyanık olmak ve kışkırtmalara kapılmamak gerekmektedir. Solun
görevi, bu kışkırtmalara karşı uyanık olmaktır.
CHP, hükümeti kurmuştur amma, başta TRT olmak üzere
devletin bir çok kesiminde cephe hükümeti egemendir.
Demirel, bir gerginlik ortamı yaratarak bundan
yararlanmak istiyor. Bugünlerde her türlü "provokasyon", biliniz ki,
180 devletin yasal kurumlarını aşan "kontrgerilla" türü yasadışı
örgütlerin gündemindedir. Dikkatli olalım!
(Cumhuriyet, 25 Haziran 1977)
DİRENİŞ ...
Her hükümet değişikliği, bir süre "iktidar
boşluğu" yaratır. Devlet bürokrasisi kabuk değiştirmektedir. Yetkiler ve
yetkililer henüz yeterince belirlenmemiştir. Boşluk bu noktadan başlar ve yeni
hükümetin iktidara iyice yerleşeceği aşamaya kadar sürer.
Demirel hükümetinden Ecevit hükümetine geçiş
döneminde de ister istemez böyle bir boşluk doğmuştur. CHP hükümeti henüz
güvenoyu almamıştır. Devlet bürokrasisi cephe bürokratlarının elindedir. Karar
odaklarında MC "militanları" egemendir. Ecevit hükümetinin bir
"işgal hükümeti" olduğu işte bugünlerde söylenmektedir. Hükümetin
kuruluşuyla birlikte "gayri meşru" nitelikler taşıdığı savı,
bugünlerde, bu boşlukta, kabadayı naraları gibi çınlayıp durmaktadır.
Ecevit hükümeti anayasal ilke ve kurallara göre
oluşturulmuştur. Böyle bir hükümete, "işgal hükümeti", "Çankaya
hükümeti" diye adlar takmak ve bundan sonra hükümete karşı direniş
çağrılarında bulunmak suçtur. MHP Genel Başkanı Türkeş, "Ülkücü Memurlar
Derneği" toplantısında devlet memurlarını direnişe çağırarak suç
işlemiştir.
Yasal bir hükümete karşı memurlar nasıl
direneceklerdir? Türkeş'in "devlet memurları" diye tanımladığı
insanlar MC döneminde devlet dairelerine yerleştirilmiş olan MHP
militanlarıdır, işte Türkeş devlet dairelerin
çöreklenmiş adamlarını direnişe çağırarak, yeni bir
eylem planını uygulamaya koymaktadır.
Bu hükümete "işgalci hükümet" demek, Türk
Ceza Yasasının 150. maddesine girer.
Bu hükümete "Çankaya hükümeti" diye ad
takmak, aynı yasanın 158. maddesine girer. Devlet memurlarını direnişe çağırmak
ise Türk Ceza Yasasının 311. maddesinde yaptırıma bağlanmıştır.
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 181
Türkeş, Ecevit hükümeti kurulduğundan bu yana, TRT
içindeki yandaşları aracılığı ile kamuoyuna yaydığı düşünceleriyle militanları
eylemli kalkışmaya "tahrik ve teşvik" etmektedir.
MHP, iki yıllık sürede devletten aldığı destekle
bugünkü sayısına ulaşmıştır. Devlet bürokrasisinde köprü başlarını tutmuş
Türkeş yandaşlarının adlarını bir bir yayımlamak bu yazının sınırlarını aşar.
Fakat bir örneği vermeden geçemeyeceğim: Milli
istihbarat Teşkilatı Başhukuk Müşaviri Şahap Homris'in oğlu, Alpaslan Türkeş'in
kızlarından biriyle evlidir. Homris, MİT Hukuk Müşavirliğine nasıl
yerleştirilmişse, asker-sivil bürokrasinin köşe başlarına, Türkeşçi eylemciler
de aynı yollarla yerleştirilmişlerdir.
Türkeş, şu günlerde yaşadığımız iktidar boşluğundan
yararlanarak, devlet bürokrasisi içindeki yandaşlarını direnişe çağırmaktadır.
Türkeş, TRT içindeki yandaşı, adıyla sanıyla
Lockheed komisyoncusunun komisyoncusu, Haber Dairesi Başkanı AP eski
milletvekili Hami Tezkan aracılığı ile "direniş emirleri"
yayımlatarak Ecevit hükümetini kuşatacağını sanmaktadır. Türkeş, I960
ihtilalinde apar topar kaptığı Başbakanlık Müsteşarlığı koltuğundan arkadaşlarının
süngüsüyle uzaklaştırılıp yurtdışına sürülmüştü. O günlerde bir "iktidar
boşluğu" içinde güç kazanmaya çalışan Türkeş, bugün de aynı yöntemleri
denemeye kalkışıyorsa, "geçmişten ders almasını" salık veririz.
Yasal bir hükümete karşı direnmek, o kadar kolaysa,
ne diyelim. Buyursunlar dirensinler.
(Cumhuriyet, 27 Haziran 1977) HEM SUÇLU HEM GÜÇLÜ...
Böylesine ne ad takılır bilmem. Adam hem suçlu hem
güçlü. Göğsüne asılmış Danıştay ve Yargıtay kararlarını bir yana iterek, TRT
aracılığı ile yayımlattığı demecinde haktan, hukuktan söz ediyor. TRT içindeki
Karataş uzantıları da bu tavukçuluk profesörünün demecini, bir siyasal parti
genel başkanının sözleriymiş gibi, haber bültenlerine koyuyor.
182
- TRT Genel Müdürlüğü görevinden
ayrılan Prof. Şaban Karataş
Karataş uzantıları, yani adıyla sanıyla,
"Lockheed şirketinin Türkiye'deki komisyoncusunun komisyoncusu, TRT Haber
Dairesi Başkanı AP eski Milletvekili" Hami Tezkan ile Haber Müdürü Samsun
AP aday adayı Cafer Demirel, Türkeş'in "direniş emirlerini" kelimesi
kelimesine uygulamaktadırlar.
Karataş görevinden ayrılmadı, görevinden atıldı.
Görevden ayrılmak, ancak görevden ayrılmak isteyen kişinin istemiyle
gerçekleşir. Karataş'ın Başbakanlık yazısıyla görevden alındığı gün
Tezkan-Demirel ikilisi bu haberi "Karataş görevden ayrıldı" biçiminde
vermeye özen göstermişlerdi. Şimdi de, Karataş'ın demeçlerini TRT haberlerinde
yayımlatarak, suç ortakları, işgalci genel müdüre hukuksal geçerlilik
kazandırmaya çalışıyorlar.
Kabataş görevinden ayrılmış...
Nasıl ayrılmış? Sağlık nedeniyle mi ayrılmış?
Siyasal görüş ayrılığı nedeniyle mi ayrılmış? Niçin ayrılmış, niçin? Karataş,
görevinden alınmıştır, görevinden atılmıştır. Karataş bir Başbakanlık yazısıyla
görevinden alınmıştır. Hukukça yapılması gereken de budur.
Bir Danıştay kararının "hükümet
kararnamesi" aracılığı ile uygulanacağını, Karataş, hangi kümeste öğrendi
acaba?
Hakçası ve hukukçası şudur: Bir Danıştay kararı,
"hükümet kararnamesi" konusu olamaz. Çünkü her kararname, bir
"takdir yetkisini" içerir. Mahkeme kararları, yasama, yürütme ve
yargı organlarıyla kişileri bağlayıcı niteliktedir. Bir mahkeme kararının
uygulanıp uygulanmayacağı, "takdir yetkisi" sınırları içinde ele
alınmaz. Çünkü Bakanlar Kurulu, bir mahkeme kararını yanlış ya da doğru, diye tartışamaz.
Yani "takdir yetkisini" kullanamaz.
TRT Genel Müdürlüğü koltuğunu işgal eden Şaban
Karataş'ın bir Başbakanlık yazısıyla görevinden alınması, idare hukuku
ilkelerine ve bu hukukun yerleşmiş kararlarına uygun bir hukuksal işlemdir. Bu
böyle olduğu gibi, ismail Cem'in bir hükümet kararnamesiyle değil, Başbakanlık
yazısıyla göreve çağrılması da aynı hukuksal gerekçelerin bir sonucudur.
"Komisyoncunun komisyoncusu" Hami Tezkan
ile yardımcısı ve destekçisi Cafer Demirel'e isterseniz bir hukuksal
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 183 gerçeği daha
açıklayalım, ismail Cem'den sonra TRT Genel Müdürlüğü koltuğuna oturtulan Prof.
Nevzat Yalçıntaş ve sonradan gelen şu Şaban Karataş'ın imzaladıkları bütün
atama işlemleri hukukça geçersizdir. Çünkü bu atamalar, hukukça "yetersiz"
genel müdürler aracılığı ile gerçekleştirilmiştir. Özetle Hami Tezkan'ın da,
Cafer Demirel'in de atama işlemleri "yetki unsuru" bakımından
sakattır.
idare hukukunda sakat idari işlemler ne yolla geri
alınırsa, bu atama işlemleri de aynı yollarla geri alınır.
Karataş, bıraksın TRT konusunu da, üniversitedeki
görevine dönebilecek mi, bunu düşünsün. Mahkeme kararlarını çiğneyenler öyle
kolay kolay kurtulamazlar. Ne savcıların pençesinden ne de kamuoyu baskısından.
..
Şimdiye kadar anlamadıysa, bundan sonra anlayacak.
Biz haber verelim; Karataş'ı kara günler bekliyor.
(Cumhuriyet, 28 Haziran 1977) SONRA NE OLUR?..
Anayasal kurallara göre kurulan hükümete karşı
"Çankaya hükümeti" diye sataşıp duruyorlar. Diyelim ki, Ecevit
hükümeti güvenoyu almadı ve hükümeti kurma görevi Demirel'e verildi: O zaman ne
olacaktır? Demirel, Türkeş ile birlikte 205 sandalye ile Çankaya Köşkünün
kapısına dayanıp hükümeti kurmayı isteyecek midir? MSP şimdilik Demirel'e pek
soğuk davrandığına göre, AP-MHP-MSP ortaklığı söz konusu değildir. Öyleyse 205
sandalyeli Demirel-Türkeş hükümetinin listesi Cumhurbaşkanlığınca onaylanırsa,
bu da kendi deyişlerine göre bir "Çankaya hükümeti" olmayacak mıdır?
Sayın Cumhurbaşkanı, bu koşullarda, "Hani siz,
bu gibi hükümet kuruluşlarına karşıydınız. Bulun 226 sandalyeyi, listenizi öyle
imzalayayım" derse, kıratın süvarisi şaha mı kalkacaktır? Ne biçim hukuk
anlayışı, ne biçim Cumhurbaşkanı saygısıdır bu? işlerine gelince "devletin
bütünlüğü", gelmeyince "Çankaya hükümeti."
"Cephe ahlakı" da budur işte.
Bir hafta on gündür, çeşitli sınıfsal kesitlerin
sözcüleri hükümetin güvenoyu almasını istediklerini ve beklediklerini 184
açıklıyorlar. Büyük işadamlarından, Devrimci işçi Sendikaları Federasyonuna,
Devrimci işçi Federasyonundan, Türk-iş'e, Türk-iş'ten meslek odalarına kadar
bütün etkin güçler Ecevit hükümetinin güvenoyu almasını istiyorlar.
Ecevit güvenoyu almazsa ne olur?
O zaman iş iyice karışır. Ya Demirel, Türkeş ile
birlikte bir azınlık hükümeti oluşturarak, hükümet üstesinin Cumhurbaşkanınca
onanmasını ister ya da AP-MSP- MHP arasında yeniden bir ortaklık kurulur.
Birinci olasılık gerçekleşince, hemen bir siyasal
bunalım başlar. Çünkü, bir azınlık hükümeti, gelmiş oturmuştur. MSP
"evet" demedikçe, böyle bir hükümetin ayakta kalması olanaksızdır.
Sonra ne olur?
Haydi, diyelim ki, Demirel, Türkeş ve Erbakan ile
birlikte cephe hükümetini yeniden diriltti, işler tıkır tıkır işleyecek midir?
Hayır, ne gezer... iş çevrelerinden devrimci işçilere, devrimci işçilerden
Türk-iş'e, Türk-iş'ten meslek kuruluşlarına kadar, ekonomide ve siyasal
yaşantıda ağırlıkları olan bunca kuruluş, hükümetin karşısına geçecektir. Buna
dayanmak kolay mıdır? Bunu bir yana bırakın, bir de Parlamento içindeki güç
dengelerini düşünün. Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisindeki yeni sandalye
dağılımını şöyle bir gözünüzün önüne getirin. Demire! hükümeti, Parlamento
içinde adım atabilecek midir? Atamayacaktır. Üstelik, Demirel'in ele geçecek
ilk fırsatta Yüce Divana
gönderilmesi işten bile değildir. Sağ, şimdi
sıkışmış kalmıştır. Tek çaresi vardır. Geçen dönem DP üzerinde oynadığı
oyunları, bu kez, daha da ivedi biçimde, MSP üzerinde denemek... Bunu
başarırsa, rahat nefes alabilir. Yoksa, işi bitiktir.
Demek şimdi bu oyunu oynuyor. Önümüzde yerel
seçimler var. Yerel seçimlerde MSP, yeniden bir geri adım atarsa, Demirel için
bundan sonrası çok kolaylaşacaktır. MSP, şimdilik geçen döneme göre,
sandalyelerinin yarısını yitirmiştir. Eğer yerel seçimlerden de yenik çıkarsa,
bundan sonra belini doğrultmak için çok bekleyecektir.
MSP bugünlerde öyle kolay kolay sakalını, Demirel'e
kaptırmaz. Çünkü Erbakan bütün olasılıkları biliyor, istediği ve KONTRGERİLLA
ÖĞRETİLERİ 185 beklediği, "MSP'siz hükümet olmaz" yargısının hem
Ecevit, hem de Demirel tarafından iyice anlaşılmasıdır. Erbakan, önce Ecevit'e "hayır"
dedi, sonra Demirel'e "olmaz" diyecektir. Öyle sanılıyor ki, Sayın
Korutürk ikinci kez Ecevit'e hükümeti kurma görevi verince, Erbakan, şimdilik
saklı tutuğu ağır koşullan Ecevit'e benimsetmeye çalışacaktır.
Yani, özetlersek, Ecevit hükümetinin güvenoyu
almaması ülkemizde yeniden sakıncalı ve tehlikeli bir dönemi başlatacaktır.
Böyle bir dönemden kimin kârlı, kimin zararlı
çıkacağı hiç belli olmaz. Ne demişler: "Papaz her zaman pilav yemez."
(Cumhuriyet, 29 Haziran 1977) BUGÜNKÜ SINAVLAR...
Bugün üniversiteye giriş sınavı yapılıyor. Binlerce
gencimiz bozuk düzenin çarklarıyla savaşa savaşa fakülte ve yüksekokullarda
kendilerine birer yer ayırmaya çalışıyor. Çünkü üniversiteye girmek aslanın
ağzındadır. Cephe hükümetinin işbaşında olduğu iki buçuk yıldır üniversite ve
yüksekokullarımızda eğitim yapılamadı. Koskoca iki buçuk yıl yok oldu gitti. Bu
iki buçuk yıl içinde iki yüzü aşkın gencimiz, sağcısıyla, solcusuyla, birer
birer vurulup vurulup öldürdüler. Kimse bu çocuklara sahip çıkmadı, kimse bu
cinayetlerin hesabını sormadı.
Bugün başımızda cephe hükümeti yok artık. "Can
güvenliği" başta olmak üzere Anayasal hak ve özgürlükleri güvence altına
almak isteyen Ecevit hükümeti, bu sınavlarda bir tek gencimizin burnunun
kanamaması için geniş güvenlik önlemlerine başvurdu. Gençlik ve Spor Bakanı
Yüksel Çakmur, büyük kentlerin girişlerinde öğrencilerin sağcı eylemcilerin
tuzaklarına düşmemeleri için bürolar kurdu, içişleri Bakanı Necdet Uğur da
öğrenci yurtlan ve sınav yerlerinde şimdiye dek görülmemiş önlemler aldırttı.
Anneler, babalar, oğullarını ve kızlarını, gönül
rahatlığı içinde okullara gönderememektedir. Birçok anne ve baba,
üniversitedeki çocuklarını okullarına göndermemektedir. Çünkü kimin nerede
vurulacağı belli değildir. Büyük kentlerin 186 sokaklarında kol gezen eşkıya
çeteleri, şimdilik sinmiş gibi görünmektedirler. Pusuda bekleyen eşkıya
çeteleri özellikle bugün, bir yılgınlık ortamı yaratmak için eyleme
geçebilirler.
Gençlerimizin bugün olup bitenleri olanca
soğukkanlılıkla-nyla izlemeleri gerekmektedir. Bugünler, sağ güçlerin
"bulanık suda balık avladıkları" günlerdir. Toplum her türlü
kışkırtmaya açıktır. Yurdun dört bir bucağından gelen gençler, büyük kentlerde
ilk kez karşı karşıya gelmektedirler. Bu koşullardan yararlanmak isteyenler,
bir kargaşa ortamı içinde eylem planlarını uygulamaya koyabilirler.
Uyanık olalım, dikkatli olalım.
Bugün "sol fraksiyonlar" için de bir sınav
günüdür.
Cephe hükümeti görev başından uzaklaşmıştır. Ecevit
hükümeti henüz güvenoyu almamıştır. Yetkiler ve yetkililer bir iktidar
boşluğunda sallanıp durmaktadır. Bu ortamda sol kesime düşen görev, oyuna
gelmemek, her türlü kışkırtmaya karşı uyanık olmaktır.
Bunca olumsuz koşula, varlığı yadsınamayan
"iktidar boşluğuma karşın, etkin ve güvenilir bakanlar görev başındadır.
Ecevit Başbakandır. Necdet Uğur İçişleri Bakanıdır, Yüksel Çakmur Gençlik ve
Spor Bakanıdır. Eğer sağcı eylemciler,
Türkeş'in direniş emrinden güç alarak bir kanlı olay
yaratmaya kalkışırlarsa, karşılarında devletin güçlerini bulacaklardır.
Toplumsal gelişmede öyle aşamalar olur ki, geçici
uzlaşmalar derin çelişkilerin önüne geçer. Hiç umulmadık güçler arasında süreli
güçbirliği doğar, toplumsal ilişkilerin temelindeki çelişkiler, her türlü
görüntüye karşın, varlıklarını sürdürürler. Sol kesim, bu uzlaşmaları ve
çelişkileri değerlendirerek sağlıklı çözüm yollan bulacaktır. Bu aşmada Ecevit
hükümetinin can güvenliğini sağlamak için atacağı adımlara hep birlikte destek
olalım.
Aman çocuklar, bugünü kavgasız, olaysız ve kansız
atlatın. (Cumhuriyet, 30 Haziran 1977) KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 187
AD DİZİNİ
A
Abdi Genel, 35 Abdi İpekçi, 155 Abdi Yazgan, 55
Abdülhamit, 16 Abdullah Baştürk, 30 Adnan Menderes, 81, 120,
161, 164, 170, 173 Ahmet Ağauğlu, 61 Ahmet Deveci,
35 Ahmet İsvan, 131, 139 Ahmet Kırbulak, 35 Ahmet Lale, 36 Ahmet Söken, 36
Ahmet Tümel, 76, 99 Alaattin, 140, 159 Albay Papadopulos, 127, 133, 136, 137
Ali Elverdi, 122, 164 Ali Fethi Esener, 81,82 Ali Fuat Okan, 36, 37 Ali Gümüş,
36 Ali Güngör, 24, 68 Ali İhsan Göğüs, 120 Ali Naci Çobanoğlu. 36 Ali Naili
Erdem, 32 Ali Rıza Yerli, 38 Ali Yıldırım, 36 Ailende, 126, 132, 137 Alpaslan
Gümüş, 35 Altan Aşar, 76 Altan Öymen, 54, 55, 96 Andreas Papandreu, 136
Asiltürk (Oğuzhan), 29, 39.
109,
114
Ata Bodur, 168, 169
Ata Yıldırım, 35
Atatürk (Mustafa Kemal), 9, 16. 18,75,77,78,88, 89,
110. 131, 137, 143, 144, 156, 157, 171
Atilla Özkan, 35, 70
Ayçan Giritlioğlu, 58, 59, 76, 99
Aydın Güler, 36
Aydın Soysal, 76
Aydın Yalçın. 159
Ayhan Alkan, 35
Aynur Sertbudak, 36
Aytekin Kotil, 139
Aytekin Taşçı, 36
B
Baki Ünal, 38
Bayar (Celal), 94,120,161,173 Behice Boran, 57, 74
Bekir Altındağ, 35 Bölükbaşı (Osman), 172, 173, 174 Bozbeyli (Ferruh), 11, 18,
72, 73,93
Burçin Öztürk, 35 Burhan Barın, 35
Cafer Demirci, 183, 184 Castro, 143 Celi! Gürkan,
176 Cemal Tırpancı, 153 Cengiz En, 36
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 189
Cengiz Pas, 35 Cezmi Yılmaz, 35 Cihat Akyol, 39, 40,
44 Cumalıoğlu (Fehmi), 18, 46
Çağlayangil (İhsan Sabri), 96, 134 D
Davut Akça, 145
Demirel (Süleyman), 11, 12, 13, 14, 17, 18, 19, 20,
27, 28, 29, 32, 38,41,44,46, 47, 48, 52, 58, 64, 72, 73, 77, 78, 79, 81, 82,
87, 89, 90,91,92,93,94,95,96, 98,100,102,103,108,109, 110, 111, 114, 116, 120,
122, 123, 128, 142, 143, 144, 146, 148, 155, 159, 160, 161, 162, 164, 165, 166,
167, 168, 173, 174, 175, 178, 179, 180, 184, 185,186 Doğan Avcıoğlu, 57 Doğan
Karan, 85 Doğan Tanyer, 125 Doğu Perinçek, 57
Durmuş Yalçın, 52, 54. 58
Dursun Akçam, 80, 82 E
Ecevit (Bülent),
13, 18, 19,20, 46,47,66,74,93,100,120, 121, 126, 127, 128, 136, 143, 144, 146,
148, 151, 157, 158, 159, 161, 164, 165, 166, 1-67, 168, 170,
190
174, 175, 177, 178, 179, 181,182,184,185,186,187
Ekrem Dikmen, 66
Ekrem Söğüt, 35
Elrom (Efraim), 70, 83
Emil Galip Sandalcı, 55
Emin Alpkaya, 79
Emin Değer, 97, 124, 125
Emnun Yumuşaklı, 36
Ensar Bingöl, 36
Enver Ulgun, 36
Erbakan (Necmeddin), 17, 18,29,33,77,78,89,
92,94,95,98,99, 111, 112, 165, 166, 174, 175, 178, 185, 186
Erdal Öz, 55
Erdoğan Yalçıngil, 36
Erim (Nihat), 65, 72, 120, 162
Ersun (Namık Kemal), 160,
175,
176,
177 Esari Oran, 35 Eyüp Özalkuş, 69 Eyüp Temeltaş, 135
Fahir Doğan, 36 Faruk Sevinç, 36 Fehmi Allmbilek,
24, 25, 26
Fevzi Ertürk, 86 Feyzi Aslansoy, 36 Feyzi Aysun, 81
Feyzioğlu (Turhan), 46, 77, 78, 102, 109, 110, 120, 121, 142, 165 Fikret
Büyükburç, 166 Fikret Ekinci, 75, 162 Fuat Köprülü, 120 Gafur Tanyıldız, 36
George Papandreu, 136, 137 Gıyasettin Karaca, 120 Gıyasettin Karahan, 36 Güler
Çetin, 36 Gültekin Gazioğlu, 59 Gültekin Kızılışık, 169 Günay Dönmez, 31
H
Hacı Ali Demirel, 20, 27, 103 Hakan Yurdakuler, 35
Hakkı Koca, 30, 31,32 Halil
Başol, 108, 111, 145 Halil Tunç, 78 Halil Yavuz, 36
Halit Pelitözü, 35 HamiTezkan, 58, 59, 71,72, 75,76,98, 110, 182, 183, 184
Hamza Gürgüç, 43 Hasan Aksay, 17 Hasan Basri
Temizel, 35 Hasan Kadıoğlu, 35 Hasan Tan, 60,61,62, 63 Hıram, 70
Hikmet Çetinkaya, 28 Hitler, 83, 127 Hüsamettin
Çelebi, 93 Hüsamettin Unsal, 76 Hüseyin Kara, 36 Hüseyin Koç, 36 Hüseyin Naili
Kübalı, 162
İbrahim Doğan, 24, 68 İbrahim Kocakarın, 35 İbrahim
Türkeş, 36 İçen Börtücene, 125
İlhamı Soysal, 57
İlhan Emre, 36
İlhan Kalaylıoğlu, 55
İlhan Selçuk, 57
İlhan Şenel, 14,51.78,79,
107,
115
İlker Akman, 35 İlyas Aydın, 70, 83 İrfan Ala, 36 İrfan Özaydınlı, 155, 156,
176 İsmail Cem, 45. 109, 113,
183,
184
İsmail Gökhan Edge, 36
İsmail Tığlı, 35
İsmail Tuncel, 36
İsmet Giritli, 162
İsmet (Paşa) İnönü, 55, 128, 136, 150, 162, 167, 179
İsmet Yücel, 35 İzak Rabin, 113, 114
K
Karataş (Şaban), 17, 18, 45, 58,70,71,75,76,81,82,
84, 85, 86, 98, 99, 104, 105, 106, 109, 110, 112, 113, 118, 120, 142, 143, 179,
183,184
Kâzım Dişçioğlu, 36
Kâzım Göktaş, 35
Kemal Demir, 120
Kemal Kafalı, 84. 85
Kemal Kayacan, 79, 80
Kemal Türkler, 57
Kenan Dayıoğlu, 35
Koray Doğan. 70
Korutürk (Fahri), 40, 41, 42, 175, 178, 186
Kubilay İmer, 123
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 191
Kudret Bayhan, 69
Lambrakis, 136 Lenin, 143, 144 M
Mahir Cayan, 80 Mahmut Göncü, 36 Mehmet Akzambak,
131, 139, 140
Mehmet Alış, 36 Mehmet Ali Aybar, 57, 74 Mehmet Ali
Özpolat, 36 Mehmet
Altmışyedioğlu, 108 Mehmet Ayaz, 36 Mehmet Aylacı,
36 Mehmet Dağbaşı, 36 Mehmet Elverenli, 153 Mehmet Emin Ece, 36 Mehmet Kocadağ,
36 Mehmet Kudai, 36 Mehmet Ömer, 35 Mehmet Pekşen, 37 Mehmet Senses, 35 Mehmet
Yılmaz, 38 Melen (Ferit), 79, 94, 102, 107, 115, 116, 117, 120 Memduh Erdemir,
162 Memduh Tağmaç, 61 Memduh Ünlütürk, 53, 61, 69
Mestan Büyükkorkmaz, 38 Mete Altan, 70 Metin Ankan,
35 Mıgırdıç Şellefyan, 67, 91 Mihri Belli, 57 Muammer Aksoy, 125, 162 Muammer
Arslan, 36 Muharrem Çetinbay, 36
Muharrem Çivikıran, 35 Muhsin Bodur, 70 Murat
Bayrak, 63 Murat Ülgen, 36 Musa Öğün, 55 Musaddık, 126. 132 Mussolini, 127
Mustafa Ertaş, 36 Mustafa Halis Tazebay, 36 Mustafa İlerisoy, 24 Mustafa
Özyürek, 169 Mustafa Şenpınar, 35 Mustafa Timisi, 75 Muzaffer Erdost, 57
Muzaffer Gücür, 55 Müftüoğlu (İsmail), 11, 12, 13, 112 Mükerrem Erdoğan, 55
Mümtaz Baykal, 56 Münir Çetinkaya, 35 N
Nail Karaçam, 68 Nail Korkmaz, 36 Nazım Hikmet, 143,
144 Necati Akgün, 85 Necati Aksoy, 121 Necati Düzgün, 92 Necati Kalaycıoğlu,
73, 123 Necdet Güçlü, 24 Necdet Salih, 36 Necdet Uğur, 180, 186, 187 Necip
Bozaoğlu, 36 Nevzat Yalçıntaş. 109, 113, 184 Nezih Dural, 20, 51,71, 117, 118
Nuray Erenler, 35 Nurettin Ersin, 76, 81,82, 85, 135
192
O
Oktay Engin, 131 Oktay Kurtböke, 88 Orhan Aydın, 35
Orhan Güven, 36 Orhan Kabibay, 120 Orhan Öztrak, 120 Orhan Seçilmiş, 36 Orhan
Yavuz, 171, 172
Ömer Çevik, 36 Ömer İnönü, 55 Ömer Naci Bozkurt, 54
Ömür Keban, 36 Özer Elmas, 35
R
Ramazan Sevindik, 36 Recep Sirran, 36 Refik
Koraltan, 120 Refik Safa, 36 Rıza Akdemir, 36 Ruzi Nazar, 96, 97
Sefahattin Kılıç Selahattin Pınar, 113 Selçuk Altan,
76, 99 Semih Erbek, 35 SeyfiÖztürk, 112; 171 Sezai Orkunt, 75, 120, 121, 162
Sıddık Sami Onar, 39, 60 Sinan Savaş, 36 Sitemkâr
Başboğa, 36 Suat Akın, 56 Şahap Homris, 44, 182
Şakir Altay, 45
Şanver Burak, 36
Şefik Özdemir, 36
Şener Battal, 98
Şerif Tüten, 54, 93
Şevket Demirel, 90, 91, 103
Şevket Kazan, 31
Şinasi Küçükusta, 36
Şükrü Bodur, 168, 169
Şükrü Bulut, 35
Sacit Onan, 76 Sadettin Bilgiç, 91, 151,
152,
162,
168 Sadi Irmak, 93 Sadun Aren, 57 SaitReşa, 121 Sami Aslan, 73 Sami Bal, 68
Sami Ovalıoğlu, 35 Sami Yenice, 92 Samim Kocagöz, 57 Sancar (Semih), 55, 79
Satır (Kemal), 120, 121
Tahsin Özgüç, 85
Tamer Benan, 36
Taner Akçam, 80
Taner Arda, 56
Taylan Üner, 125
Tevfik Paksu, 95
Timur Demir, 36
Tufan Kıhçel, 36
Turan Emeksiz, 38
Türkeş (Alparslan), 17,29, 36,44,58,67,68, 103, 110,
142, 164, 165, 173, 174, 176, 178, 179, 181, 182, 183, 184, 185, 187
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
193
Türün (Faik), 53, 69 V
Vahap Erdoğdu, 57 Vahit Bozatlı, 19,20, 122, 164
Yahya Demirel, 47, 66, 67, 86,91,92, 103,108
Yahya Soy, 56
Yakup Kese, 36
Yalçın (Durmuş), 52,53, 54,58,59, 162
Yaşar Çatalbaş, 36
Yaşar Özcivelek, 35
Yemlihan Söylemez, 36 Yılmaz Alparslan, 78, 106
Yılmaz Ergenekon, 26, 27, 66,67, 108, 111, 149 Yılmaz Keskindemir, 35 Yunus
Ceylan, 35 Yusuf Tamak, 36 Yusuf Vehbi Yılmaz, 35 Yusuf Ziya Güneş, 35 Yüksel
Çakmur, 186, 187 Yüksel Eriş, 36
Zeki Yılmaz, 35 Zühtü Pehlivanlı, 35 Zülfıkar
Uralçin, 36
KONU, OLAY, KAVRAM DİZİNİ
I
Abdülhamit'e övgü, 16 ağır sanayi (hamlesi,
yatırımları), 92, 95, 96, 98, 111
Akdeniz Ajansı, 148, 149 Altay Şirketi, 19,20,71,
107,
117,
162 6-7 Eylül olayı, 130 Aspida davası, 137 aşırı sağ, 57 aşırı sol, 57
Atatürkçülük, 75, 77, 157 avcılar grubu, 83, 130,
159 azgelişmiş faşistler, 150 B barajlar kralı, 103
Basın-Yayın Gen. Müd. AP güdümünde, 17
5 Haziran (1977) seçimleri, 108, 118,121,128, 135,
138, 139,141,142, 146, 147, 152,159, 164
bireysel terör, 48, 83
1
Mayıs
(1977) olayları, 97, 124, 128, 130, 131, 132, 134, 135, 136, 139, 155, 161
bir tarih kitabı, 15
bitli yorgan, 112
Bolşevik, 53
cephe ahlakı, 184 cephe anlayışı, 40, 179 cephe
aslanları, 127 cephe bürokratları, 110,
117,
127,
181 cephe çadırları, 163 cephe demirbaşı, 45 cephe demokrasisi, 128 cephe
hükümeti, 49, 50, 74, 77, 103,120,121, 127, 130, 134, 146, 148, 150, 151, 152,
162, 164, 165, 166, 167,168, 169, 171, 175, 176, 177, 179, 180, 185, 186, 187
cephe iktidarı (partileri), 32, 33, 35, 36, 37, 38,
39, 42, 45, 46, 48, 49, 50, 52,58,59,60,64,71, 74,77,94,100, 110, 112, 127,
128, 129, 130, 138, 142, 146, 147, 164, 172, 177, 179, 187 cephe
komisyonculuğu, 175 cephe milliyetçiliği, 35, 39, 151, 160, 171 cephe
müdürleri, 160 cephe ortaklığı, 49. 165, 175
cephe sorumluları, 175 cephe valileri, 160 cephe
yardakçıları, 161 cephe yöneticileri, 129 CHP'nin komünistliği, 89
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 195
CIA, 96, 97, 126, 129,130, 132, 133,134, 136, 137,
160,161 cinayet çeteleri, 42, 100, 102 cinayetler, 10,25,34,38,
39,40,41,61,64,65, 68,69,70,73,88, 101, 127, 128, 132, 150, 159, 161, 186
Çankaya hükümeti, 178, 179, 181, 184 D demirbaş
politikacılar, 66 demokratik sol, 120, 124, 136 destek kıtaları komutanı, 178
devlet memuriyetini gasp, 58 dışarıdan talimat, 111, 112 dünya jandarması CIA,
126 Ecevit'e saldırı, 126, 127, 128 Elrom olayı, 70, 83 faşist(ler), 46, 128,
158, 153 faşist idare (yönetim), 46 faşist tırmanma, 46 fraksiyon gaspı, 27 G
genç ölüler, 38, 61,64, 65 gerçek milliyetçi, 157
gerici dinsel örgütler, 44
gerici tarih, 16 görevi ihmal, 40
H
hayali
şirketler, 66, |
91,
103 İ |
iç
savaş, 29, 36, 42, 179 |
46,
61, |
infaz
mangası, 42, 83 |
iktidar
boşluğu, 46, 138, |
181,
182, 187 iktidar |
kabadayıları,
89 işgal hükümeti, 179, 181 işgalci hükümet |
179, 181 işgalci (müdür), 35, 45, 58,
59,75,76,77,81,88, 98,99, 113, 142, 178, 179, 183
işkence, 34, 35, 37, 38, 53, 55,69,70, 160, 171,176 işkenceci, 37, 38, 55, 69,
70, 133,176 işkence evi, 55
K
kararsızlık belgesi, 85 keskin solcular, 83 kıratlı
politika, 20 kışkırtıcı ajan, 129 kızıl bayrak, 68 Kızıldere olayı, 80
koalisyon protokolü, 17 komando işgali, 29 196 komando kampları, 43
komisyoncunun komisyoncusu, 71, 72, 75 komünizme karşı mücadele, 62
kontrgerilla, 10,39,44, 83, 97,126,127, 128, 129
130, 133, 134, 160, 176, 181 kökü içerde tehdit, 56 Köy-Kent Projesi, 89 küçük
burjuva anarşisti, 48 Leninist (Leninci), 53, 54, 129, 161
Lockheed(yolsuzluğu), 11, 12, 13, 14, 18, 19,20,
46,47,51,52,69,71, 75, 78, 79, 93, 94, 98, 102, 104, 106, 107, 108, 114, 115,
116, 117, 118, 162, 182, 183 M mafya metotları, 106, 107 Maocular/Maoistler,
53, 54,
129,
146,
161 MC hükümeti, 164, 165 mebus pazarı, 100 memuriyeti gasp, 18 Menşevik, 53
milletvekili pazarı, 141 milletvekili transferi, 168 milli birlik, 22,24, 75,
98 Milli Birlik Komitesi, 160 milli TRT, 118 milliyetçi cephe, 44, 71, 129
Milliyetçi Güvenlik Gücü, 137
milliyetçi partiler, 136, 173 milliyetçi Türkiye, 91
MiT'e sızmalar, 44 mobilya davası, 86, 95 mobilya dosyası, 77, 87. 96, 102, 166
mobilya ihracatı, 91 mobilya komisyonu,
47, 66, 87, 94 mobilya yolsuzluğu, 34, 47, 66, 67, 69, 77, 86, 87, 93.96, 102,
108, 111, 113, 114
O
ODTÜ Mütevelli Heyeti, 59,60
ODTÜ olayları, 63 15 Ekim protokolü, 160
12 Mart muhtırası(dönemi), 9, 22, 23, 26, 29, 37, 39, 50, 53, 54, 55, 57, 65,
68,70,76,81,83,84, 89.97, 105, 116, 120, 125, 126, 133, 134, 135, 136, 147,
150, 155, 156, 160,
163,
176,
177, 178 12 Mart kalyonunun gölgesi, 23 Orma Şirketi, 90 ortanın solu, 120, 136
örtülü faşizim, 74, 75 özerk üniversite, 59, 60
KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ 197
Parlamento aritmetiği, 72, 163 parti dışı sol, 120
parti komiseri, 58, 59 politika demirbaşı, 20, 78 Prometheus Planı, 136 rüşvet,
12, 19,20,46,48, 51,52,69,78, 102, 104 Sağlık Bankası, 151, 152, 168 sahte milliyetçilik,
100 seçmen geometrisi, 72 silahlı saldırı. 28 siyasal vampirler, 171 siyasi
cinayetler, 34, 37, 38, 46,48,65, 102, 125, 127, 130, 131, 156 siyasi kan
davası, 62 sokak çeteleri, 88 sola açık iktidar, 75 sol akımlar, 57 sola karşı
mücadele, 62 solcuların eylem planı, 159 sol fraksiyon, 49, 53, 138, 187 sol
McCartizm, 49, 138 sömürge milliyetçiliği, 141 şaibeli başbakan, 20 şiddet ve
şehvet edebiyatı, 16 tahrik ve teşvik, 182 taktik ve strateji, 51,57 tavukçuluk
profesörü, 143, 182 tavukçuluk uzmanı, 35, 105, 110 terminoloji şehveti, 138,
147 teşvik belgesi, 66, 91, 100, 114, 141, 144, 152, 168, 169 teşvik
tedbirleri, 28 TBMM üyelerinin aylık ve ödenekleri, 22, 27, 64, 65 TÖB-Der, 58,
59 TRT emekçisi, 58,77, 99, 104, 105, 110,118 TRTGen.Müd. İşgal, 35, 45, 58,
59, 77 TRT (Gen. Müd.) sorunu, 17, 18,35,45,58,76, 85, 88, 95, 96, 98, 99, 104,
109, 110, 112, 113, 142, 183, 184 TRT Seçim Kurulu, 70, 76, 81,82,84,85,86,99
U uçak kaçırmak, 54, 55, 56
ülkücü, 24, 88, 97, 146, 181 ülkücü gençler, 68
ülkücü katiller, 29 Ülkü Ocakları, 24, 25, 26, 29,43,44,67,68,132, 137 198
yeğen, 34,47, 66, 91, 103,
104, 114, 128, 167 Yeni Demokrat Parti, 173 yıkıcı
akımlar adlı ders, 56 yolsuzluk, 20, 34,48, 67, 69, 70, 73, 77, 78, 79,
80,87,92,93,94, 101, 102, 103, 106, 108, 113, 114, 122, 126 Yüce Divan, 94,
113, 122, 142, 166, 167, 175, 185 KONTRGERİLLA ÖĞRETİLERİ
199
"...vurulup vurulup öldürülen
yurttaşlarımız, bir profesyonel katil çetesinin kurbanlarıdır Bir ülkede her
eylemi CIA örgütlemez, CIA planlamaz. Fakat oluşan olaylara CIA yön verir,
biçim verir. Bir yerde sıkılan kurşun, bir yerde patlayan bomba, öyle koşullar
olur ki, CIA planlarına uygun düşer. Doğrudur; herkesi CIA yönetmez. Fakat bir
çok kişi, bilerek ya da bilmeyerek CIA planlarına araç olur. (Cumhuriyet, 29
Nisan 1977, Korku...)
...Her ülkede olduğu gibi Türkiye'de de CIA vardır
ve bazı devlet kurumlarıyla iç içedir. CIA belli olaylara karışır, belli
olayları saptırır, yozlaştırır. Amacı, hangi ülkede olursa olsun, solun geniş
bir birlik yaratarak iktidara gelmesini önlemektir. (Cumhuriyet. 7 Mayıs 1977,
...Kontrgeriîla, devletin yasal yetkililerince
denetlenemeyen bir CIA kuruluşudur. (Cumhuriyet, 1 Haziran 1977, Acaba.)
...CIA ile Kontrgeriîla arasındaki ilişkileri
bilmeden, araştırmadan, şematik yorumlarla CIA olgusunu unutturmaya çalışmak,
bilmem, kime hizmet Olur!.. (Cumhuriyet, 8 Mayıs 1977. Oyuna Gelmemek...) Uğur
MUMCU Uğur Mumcu _ Kontrgerilla Öğretileri www.kitapsevenler.com
Merhabalar
Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen
Kanuna İstinaden Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır
Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu
Kitapları Dinliyoruz
Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir
Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini
Tutmayacağından
Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar
Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Olduğunda
Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve
Kitapçılardan Temin Edebilirler
Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir
Şeyide Düşünmem Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı
Kullanılamaz Bilgi Paylaştıkça Çoğalır Yaşar Mutlu
Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli
Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil,
alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler
için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir
engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da
engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi
kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri
87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler
alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz,
ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca
bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve
çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web
sitesinde deneme yayınına geçilmiştir.
T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon
Dairesi Başkanlığı Ankara
Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan
zamana saydı duyarak
Lütfen Yukarıdaki ve Aşağıdaki Açıklamaları Silmeyin
Tarayan Yaşar Mutlu web sitesi
e-posta
yasarmutlu@kitapsevenler.com yasarmutlu@yasarmutlu.com mutlukitap@hotmail.com kitapsevenler@gmail.com
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar