İsa Yazmaları
MICHAEL BAIGENT
İsa Yazmaları
Yakamoz Yayıncılık
İSA YAZMALARI
JES US PAPERS
MİCHAEL BAIGENT
1.
BASKI ŞUBAT 2007
YAKAMOZ YAYINCILIK
İçindekiler
SUNUŞ
SAKLI BELGELER
PAPAZIN HAZİNESİ
KRAL İSA
YILDIZIN OĞLU
İNANCIN İSA'SININ YARATILIŞI
ROMA'NIN EN BÜYÜK KORKUSU
ÇARMIHTAN SAĞ KURTULUŞ
İSA MISIRDA..
MISIR'IN GİZEMLERİ
YÜCELME
KAYNAĞI DENEYİMLEME
CENNETİN KRALLIĞI
İSA YAZMALARI
KÜLTÜR TİCARETİ
EK BÖLÜM
İSA YAZMALARI
Teşekkürler
Sonunda kızarmış gözler, solgun bir
ten ve elimde sayfalarla, geceden aydınlığa çıktığımı hatırlıyorum. Yardım almadan
bu işi başaramazdım doğrusu.
En başta eşim Jane'e, hayatın akışını
normal bir seyirde koruyabilme yeteneğinden ve bana verdiği destekten ötürü
teşekkür ederim. Günün yıldızı sonunda yükselmişti ve ben sadece onun takipçisiydim.
Ayrıca bana yardım etmek için
zamanlarının büyük b ö lümünü bilgİsayar karşısında harcayan ailemin tüm fertlerine
teşekkür etmeliyim; bir kez olsun benden, profesyonel yardım almamı istemediler.
Yine de profesyonel bir destekçim her
zaman vardı ve o, ajansım Jonathan Clowes Ltd.'den Ann Evans'tı. Teşekkürler, Ann.
Aldığım bir başka destek de, bugüne kadar
tanıdığım en iyi editör olan, HarperCollins-New
York'un Yönetici Editörü Hope
Inelli'den geldi.
Teşekkürler, Hope.
Ayrıca, HarperSanFrancisco'dan ortak yayıncı
Claudia Riemer BoutÖte'ye de reklam-tanıtım konusundaki yardımları için
teşekkür etmek istiyorum. Teşekkürler, Claudia.
Son olarak, özgürlüğümüzü
sınırlandıran tabulaşmış kutsiyet kavramlarını sorgulamadan kabullenmek yerine,
merak edip araştıran ve yanıt arayan tüm okurlarıma teşekkür ederim.
Zirveye ulaşmak için birçok yol vardır.
Bu yollardan hangisinin en iyisi olduğuna kim karar verebilir ki...
Michael Baigent: 1 948'de Yeni
Zelanda'da doğdu. Christchurch'deki Canterbury Üniversitesinin psikoloji bölümünden
mezun oldu ve İngiliz Kent Üniversitesi'nde mistisizm ve dinsel deneyimler üzerine
mastır yaptı. 1 976'dan beri eşi ve çocuklarıyla birlikte İngiltere’de
yaşamaktadır. Babil'in Kehanetlerinden ve Antik Takipler adlı kitapların
yazarıdır. Ayrıca uluslararası çoksatanlar Kutsal Kan, Kutsal Kase ve Mesih'in Mirası
(Henry Lincoln ve Richard Leigh ile beraber), Tapınak ve Loca, Ölü Beniz Parşömenleri
Yanılgısı, İksir ve Taş, Gizli Almanya ve Engizisyon kitaplarının ortak yazarlarındandır.
Bir din tarihçisi ve gizli ilimler alanında önde gelen bir uzman olarak, bu
kitapta sonuca bağlanan İsa ile ilgili gerçeği bulmak için yirmi yılını konuyla
ilgili araştırmalar yaparak geçirmiştir.
M.Ö 4
İsa'nın doğumu; Matta İncili'ne göre (2:1).
M.Ö. 4 Büyük Herod'un ölümü
İsa'nın doğumu; Luka İnciline göre (2:1-7).
Suriy
M.S. 6 Valisi Quirinius'un nüfus
sayımı. Celileli Yahuda'nın liderliğinde Zelot yükselişi
İsa'nın vaftizi (geleneksel M.S. 27-
tarih), İmparator Tiberius'u 28 hükümdarlığının 15. yılı
(Luka 3:1-23).
M.S. 30
İsa'nın çarmıha gerilmesi;
Katolik inancına göre.
Herod Antipas ve
Herodias'ın M.S. 34'teki
M.S. 30- evliliğini takiben,
35* Josephus'un tanıklığıyla
Vaftizci Yahya'nın idam edilişi.
Fısıh-İsa'nın çarmıha
M.S. 36 gerilişi; Matta'nın zaman
çizelgesine göre
M.S. 36- Paul'ün Sam'a gidiş yolund
37 din değiştirmesi
M.S. 44*
İsa'nın kardeşi James'in idamı.
M.S. 50- Paul, Corinth'te; ilk
52 mektubunu
yazar(Selaniklilere)
M.S. 61
Paul, Roma'da gözaltına alınır.
M.S. 65* Paul idam edilir.
Yahudiye'de savaş.
M.S. 66- Vespasian yönetimi 73 altındaki
Roma ordusu Yahudiye'yi istila eder.
M.S.55- 120*
İsa'dan bahseden Roma tarihçisi ve senatörü
Tacitus'un yaşamı.
M.S. 61- İsa'dan bahseden Genç
114* Pliny'nin
yaşamı.
Antakya piskoposu Ignatiu
Paul'ün mektuplarından
M.S. 115* alıntı
yapar. İskenderiye'de 'Yahudilerin Kralı' Lucuas liderliğinde ayaklanma.
Mısır'daki Yahudi toplumu yok edilir.
M.S.
117-138*
Romalı tarihçi Suetonius 'Hristos' adlı
bir kişiden sö eder.
Gnostik öğretmen M.S.120*Valentinus İskenderiye’
de eğitim alır.
M.S. Hıristiyan
İncilinin bilinen
125* en
eski örneği, Yuhanna
18:31-33, Rylands Papirüs Mısır'da bulunur.
M.S.
131-135*
Simon Bar Kochba, Yahudiye'deki ayaklanmaları
yönetir.
Sayıları dokuz ile on iki
M S 133 arasındaki Roma
lejyonları . . Yahudiye'yi kuzeyden istil eder
Yahudi güçleri geri çekilir. Roma
imparatoru Hadrian
M.S. 135 Yahudiye'nin ismini
Palaestina (şimdiki Filistin olarak değiştirir
M.S.
135*
M.S.
140*
M.S.
150*
M.S.
Hıristiyan teolog Justin Martyr,
Yahudi entelektüel
Trypho ile tartışır.
Marcion, Roma'ya varır ve öğretmeye
başlar. Eski Ahit'i reddeder ve sadece Luka'nın İncilini ve Paul'ü bazı
öğretilerini kabullenir
İlk Hıristiyan yazarlar Gnostikleri kınayan
yazılar yazmaya başlarlar.
Justin Martyr, Simon Magus'u, (1. yüzyıl
154 ortalarında) bütün münafıklıkların kaynağı
M.S.
180*
M.S.
195*
diye adlandırır.
Lyons piskoposu Irenaeus Gnostikler
aleyhinde yazar Kilise tarafından kabul gören Yeni Ahit'in ilk meti listelerini
üretir.
İskenderiye piskoposu Clement,
Markus'un gizli incili ve Gnostikler aleyhinde yazar; fakat İskenderiye
Hıristiyanlığı içindeki sırlara, gizemlere karşı bir sempati besler.
Tertullian Hıristiyan olur; dinsel değerlere
karşı
M.S. 197* çıkılması ve kadınların kilisede liderlik rolü oynaması
konularına sert şekilde karşı çıkar.
Paul'ün mektubunun biline
M.S. 200* en eski parçası, Chester Beatty Papirüs'ü Mısır'da bulunur.
En eski (hemen hemen)
M.S. 200* tamamlanmış İncil (Yuhanna'nınki), Bodmer Papirüs'ü Mısır'da
bulunur.
İznik Konsili, Roma İmparatoru
Konstantin
tarafından toplanır.İsa'nın
M.S. 325 tanrısallığı
3'e 217 oy
çoğunluğuyla resmi bir dogma haline
getirilir.
Hippo Konsili'nde Yeni
M.S. Ahit'in resmileştirilmesi 393-397
işine başlanır, Kartaca
Konsili'nde tamamlanır.
*Tahmi tarihl
Yedi hafta boyunca, Mısır'ın genç
Sultanı Halil el Eşref in kumandasındaki Arap orduları, önce şehrin etrafını
kuşatmış ve kuşatma sonunda da saldırıya geçmişti. Hıristiyanlığın son başkenti
bitmişti. Bir zamanlar sokaklarını savaşçıların, soyluların, tü c c arların, dilencilerin
doldurduğu bu kalabalık şehir; artık yıkılmış binalar ve cesetlerle doluydu. Şehir
düştüğü için katliam ve hırsızlığın serbestçe yapıldığı o vahşet günlerinde utanma
duygusu yoktu.
Araplar Haçlılara ait tüm izleri
ortadan
kaldırmaya kararlıydı; Haçlılar ise çaresiz
bir durumda olmalarına rağmen, umutlarını yitirmeden hayatta kalmaya en az
onlar kadar kararlıydı ve umutları krallıklarını tekrar kurabilmeleri için gerekliydi.
Ancak bu umut, Akra'nın düşmesiyle kırılmıştı. Dumanların, şehrin kanayan yıkıntılarının
ötesinde, sadece Tapınak Şövalyeleri'nin büyük deniz kulesi zarar görmeden ayakta
kalmıştı. Kulede sadece -bir zamanlar Kudüs’ün Hıristiyan Krallığı'nın büyük ve
güçlü ordusundan geriye kalan- elli ya da altmış şövalyeyle beraber o ana kadar
hayatını kurtarab ilenler vardı. Beklediler. Yapabilecekleri başka hiçbir şey yoktu.
Kimse onları kurtarmaya gelmiyordu. Birkaç gemi geri döndü, bazı şövalyeler ve
siviller kaçtı. Diğerleri sonun gelmesini beklediler ve bir hafta daha devam
eden saldırılara karşı koydular.
Tapınakçılar ümitsiz o lmalarına
rağmen, büyük bir inançla savaşmıştı. Sultan, bütün şövalyelerin ve sivillerin savaşmaktan
vazgeçip kaleyi terk etmeleri halinde, kendilerine zarar vermeden gitmelerine
izin verileceğini teklif edince,
direnişi yöneten Mareşal Tapınakçı bunu
kabul etti. Ve başında bir emir bulunan Arap savaşçılardan oluşan bir birliğin kaleye
girip, Sultan'ın sancağını dikmesine izin verdi. Fakat birlik verilen söze
uymayıp kaledekilere saldırmaya başladı. Tapınakçılar öfkeyle hep sini öldürdü ve
Sultan'ın sancağını geri indirdi.
Sultan, bunu bir ihanet olarak gördü ve
acımasızca saldırdı. Erte si gün Sultan 'güvenli çıkış' teklifini tekrarladı. Tekrar
kabul edildi. Mareşal Tapınakçı ve beraberinde birkaç şövalye ateşkes altında
şartları konuşmak için kaleden çıktı. Fakat daha Sultan'a ulaşamadan, kalenin etrafını
sarmış fedailer tarafından tutuklanıp, idam edildiler. Artık Sultan'dan gelecek
hiçbir "Teslim olun!" çağrısı, Tapınakçılar tarafından kabul
edilmeyecekti. Artık bu, ölümüne bir savaş olacaktı.
O kader gününde, Tapınakçı kalesinin duvarlarının
temeli Araplar tarafından kazıldı ve tahrip edildi; sonunda da yıkım
gerçekleşti. Araplar kıyıma başlamıştı. İki bin beyaz kaftanlı Memlûk
savaşçısı, Tapınakçı kulesinin
duvarında açılan delikten içeri hücum
etti. Yapısı, günler süren saldırıların ardından zayıflayan kale, düşmana geçit
vermişti. Hem işgalciler hem de kaleyi savunanlar, ani bir gürültüyle yıkılan kalenin
taşları altına gömülmüştü. Yıkım durup etrafa toz yağdığında; sessizlik her şeyin
bittiğini ilan etmişti. Yaklaşık iki yüz yılın ardından, kutsal topraklardaki Hıristiyan
Krallığı rüyası bitmişti.
Şimdi Tapınakçılar bile kalelerini
terk ediyor, sayıları yirmi bin kadar olan din kardeşlerine 173 yıldan daha
uzun süre vatan olmuş bu topraklardan geri çekiliyordu.
TAPINAKÇILAR BENİ HER ZAMAN BÜYÜLEMİŞTİR.
Sadece profesyonel bir ordu o larak oynadıkları rolle değil; modern dünyanın
başlangıcına yaptıkları ve dikkatlerden kaçan büyük katkılarla da... Gerçekleştirdikleri
şehirlerarası ve ülkelerarası para transferleriyle paranın kılıçtan daha güçlü o
lduğunu gösterdiler; baskın aristokrasi ve köylü sınıfı arasında bir boşluk yaratarak,
orta sınıfın doğması için yer açtılar. Ancak bu gerçeğin yanı
sıra gizemin büyüleyici etkisi her
zaman var olmuştur. Kimi Tapınakçıların Roma merkezli inançtan saptığı
yorumları yaygındır. Onlar, dinin yüksek mevkideki koruyucuları olarak görülüyor
olmalarına karşın, haklarında çok az şey bilinen kişilerdi. İşte bu konu bende
bir merak uyandırdı ve bazı yanıtlar bulmaya karar verdim. Tapınak
Şövalyeleri'nin gizemli yanlarını araştırmaya başladım.
Bir gün Londra'da bir kitapçıda otururken,
kitapçı dükkânının sahibi olan arkadaşım, Tapınakçılar hakkında ilgimi çekecek bilgilere
sahip biriyle beni tanıştırmak istediğini söyledi. Meslektaşım Richard Leigh'le
tanışmamsa bu şekilde başladı. Tanışmamızı takip eden yirmi seneden daha uzun
bir zaman dilimi içinde, birlikte yedi kitap yazdık.
Richard, kesinlikle şaşırtıcı bilgilere
sahipti. Bu bilgiler ona Henry Lincoln'den geçmişti. Richard ve ben hemen güçlerimizi
b irle ştirmemiz gerektiğinin farkına varmıştık. Birkaç ay sonra da Henry aynı karara
vardı. Bir takım oluşturduk ve çalıştık. Sonuç, altı yıl sonra, bir çoksatan
olan Kutsat Kan, Kutsal Kâse
kitabıydı.
Bizim en önemli savımız, tarihçiler
tarafından çok nadiren birbirleriyle ilişkilendirilmiş olan, Haçlı Savaşları ve
Kâse efsanelerine yeni bir bakış da getiriyordu. Her iki konunun arkasında bir
kan bağı, bir hanedan olduğunu keşfettik: Bu, Yahudilerin meşhur 'asil kan
soyu' yani Davut'un nesliydi.
Kâse efsaneleri, eski pagan Kelt
geleneklerine ait unsurları ve Hıristiyan mistisizmine ait unsurları
birleştiriyordu. Toprağın verimliliğinin devam etme sini sağlayan bir 'bereket kâsesi'
sembolü en baştan beri vardı ve Kâse tanımları mistik bir olayın anlatımında
kullanılan terimlerle yapılıyordu. Bize anlamlı gelen; efsanelerde vurgulanan
Kutsal Kâse Koruyucuları, Perceval veya Parsival terimlerinin Kudüs'teki
çarmıha kadar uzanarak, tarihin içinden geçip gelen 'en kutsal kan soyu' na işaret
ediyor olmasıydı. Belli ki bu; Davut'un nesliydi. Bu konu, tüm Kâse
yorumcularının dikkatinden kaçmış gibiydi.
Sangraal veya Sangreal yani Kâse (Grail)
teriminin üzerinde tartıştık. Bu terim, sözcük oyunuyla zekice bölünerek
üzerinde oynanmış olan, San Graal veya San Greal -Kutsal Kase (Holy Grail)- sözcüklerinden
geliyordu. Sang Real terimi ise 'Asil Kan (Blood Royal)' anlamındadır ve biz
bunun, Davut'un asil nesline işaret edebileceğini düşündük. Gerçekten de Ortaçağ
boyunca bu nesil, 'en kutsal nesil'di.
Davut'un bu kutsal neslinin, Ortaçağın
ilk dönemleri boyunca Güney Fransa'da varlığını sürdürdüğüne dair hiç bir şüphe
yoktur. Bu tarihi bir gerçektir.
Charlemagne, krallığını kurarken en yakın
yoldaşlarından biri olan Guillem (William)'i Toulouse, Barcelona ve Narbon Kontluğu'na
atayarak, Hıristiyan Krallığı ile Endülüs Emirliği, yani diğer bir deyişle
İslam İsp anya’sı arasındaki tampon bölgenin Prensliğinin başına getirdi. Bu
yeni, prens Gulliem, bir Yahudi'ydi ve ayrıca Davut'un soyundan geliyordu.
On ikinci yüzyılın Yahudi gezgini Tudelalı
Benjamin, ruhsatnamesinde İspanya’dan
Ortadoğu'ya yaptığı yolculuğu anlatırken, Narbon'un adaletli prensinin 'aile ağacında
da belirtildiği gibi, Davut'un soyundan geldiğini' açıklıyordu.' Yahudi Ansiklopedileri
bile Narbon'un bu 'Yahudi Krallarından' bahseder; fakat kan bağını yalanlar.
Elbette hiç kimse Tudelalı Benjamin'in sözünü ettiği bu kan bağının nereden geldiğini
sorgulamak istemez. Bunun yanı sıra, bizim de farkına vardığımız gibi, durum oldukça
karmaşıktır.
Davut'un Güney Fransa'daki neslinden
olan bu prenslerin soy kütüğüne baktığımızda; onların, I. Haçlı Seferinin
liderlerinden biri olan ve sonradan Kudüs Kralı olan Godfrei de Bouillon'un atalarıyla
aynı isimler olduğunu keşfettik. Bu Haçlı Savaşı'nda dört büyük soylu vardı. Peki
taht neden tek başına Godfrey de Bouillon'a sunulmuştu ve bunu, neden hüküm vermek
için Kudüs'te top lanan ve hâlâ haklarında bir şey bilinemeyen bir seçim komitesi
ona sunmuştu? Bu asil lordlar kime hangi sebepten dolayı itaat ediyor
olabilirlerdi?
Anladığımız kadarıyla, kan bağı unvanlara
üstün gelmiş ve krallığın Davut'un neslinden gelen Godfrey'in hakkı olduğuna karar
verilmiştir.
Bu kan bağı nereden kaynaklanıyordu? Tabii
ki Kudüs’ten, İsa'dan Kutsal Kan, Kutsal Kâse’de tartıştığımız -İsa ve Mecdelli
Meryem evliliğinin sonucundan- Aslında şunu da merak ediyorduk: Kana'da
evlenenler İsa ile Mecdelli Meryem değil miydi? En sonunda bu, onun neden düğüne
'davet edildiği' ve şarap üzerindeki sonradan doğan sorumluğunu açıklıyordu!
Doğal olarak, kitab ımızın yapımıyla birlikte tartışmalar da dünya genelinde patladı.
'Bay ve Bayan Mesih' diye yazarak, akıllıca
taşlıyordu bir yorumcu. Ve devam ederek büyüyen taşlamalar arasında bu, en
hafif olanlarındandı.
Bu, 1 9 82'deydi. 2002 yılında Dan
Brown, kitabımızdaki teorinin bir bölümüne Da Vinci Şifresi adlı romanında yer
verdi. Derken bir medya patlaması daha yaşandı. Hab erlerde 'Bay ve Bayan
Mesih' geri dönmüştü, insanların, İncil
efsanelerinin ardındaki gerçeklere
hâlâ aç olduğu açıkça görülüyordu. Gerçekte İsa kimdi? Ondan ne bekleniyordu? Dünya
bugün hâlâ İsa, Yahudilik, Hıristiyanlık ve iki bin yıl önce yaşanmış olan
olaylara ve bunların arkasında gizlenmiş gerçeklere duyulan merakla çalkalanıyor.
Kutsal Kan, Kutsal Kase'nin ilk yayımlandığı
günden bu yana yirmi iki yıl geçti. Bu süre boyunca, bu önemli soruları
değerlendirmeye, araştırmaya, tarihi irdelemeye devam ettim. Bu derinlemesine araştırma
için ayrılan süre göz önüne alındığında, Da Vinci Şifresi'nde anlatılanlardan daha
fazla bir bilgi zenginliğine sahip olduğum açıktır, işte bu yirmi iki yıllık
keşif seyahatimin tecrübelerini de bu kitaba yansıtarak; okurla birlikte kimi çıkmaz
sokaklarda biten, kimi sonu görünmeyen ihtimallere açılan bir yolculuğa
çıkıyoruz. Bu yolculuk, İsa hakkında daha fazla bilgi edinmemizi sağlayacak. Bunu
yaparken de din kitaplarında anlatılanlara değil; tarihsel kanıtlara
başvuracağız.
Burada sunduğum bilgileri, kendinizi
zorlamayacak bir hızda okumalısınız. Açıklamamın her bir parçasını, anlayabilmenize
yetecek bir süre içinde değerlendirmelisiniz. Bu oldukça önemli; çünkü biz,
burada olduğu gibi, ezelden beridir inanılmış şeylerin doğruluğuna karşı
çıkıldığı zaman, yol boyunca attığımız her adımın doğruluğunu kanıtlamak ve bu adımların
neden atıldığını açıklamak zorunda olduğumuzun bilinciyle hareket ediyoruz. Açıktır
ki; ancak bu şekilde yolun sonuna vardığımızda, konular üzerinde nerede durduğumuza
dair kendimizden emin o lab iliriz. Eleştirel bir okuma, yeni bulgularla yüz
yüze gelmenize neden olacaktır. Sonrasında bunlara inanmak ya da varolan eski inançlarınızı
sürdürmek sizin tercihinize kalmıştır. Şimdi eğer yolculuğa çıkmaya hazırsanız;
haydi başlayalım...
Bu do stumun, çok önemli bir şey
olmadığı sürece böyle bir ricada bulunmayacağını bildiğim için, "Elbette"
diye yanıtladım. "Beraberinde bir de foto ğraf makinesi getirir
misin?" Neler oluyordu? Arkadaşım uluslararası antika eşya satıcıları,
aracıları ve alıcılardan oluşan, küçük ve saygın bir grubun üyesiydi ve bu
grup, hepsi açık pazarda satılmasına izin verilmeyen eski yazmaların da tacirliğini
yapıyordu. Sıradan bir evrak çantasının içine bir fotoğraf makinesi, birkaç objektif,
biraz film atıp
arabama atladım ve istasyona doğru ilerlemeye
başladım.
Arkadaşımla Londra'da, ünlü bir
caddede bulunan bir re storanın önünde buluştum. Amerikalı do stumun yanında iki
Filistinli, bir Ürdünlü, bir Suudi ve önemli bir müzayede salonundan bir İngiliz
uzman vardı.
Hep si beni bekliyordu ve kısa bir tanışmanın
ardından müzayede uzmanı, sanki yaşanacak olaylara dahil olmak istemiyormuşçasına,
oradan ayrıldı. Bizler de yakındaki bir bankaya doğru yürümeye başladık.
Vardığımızda içeriye girip, b ankanın ana salonuyla bağlantılı kısa bir
koridordan geçerek, pencerelerinde buzlu camlar olan küçük, özel bir odaya
geldik.
Odanın tam ortasına yerleştirilmiş bir
masanın etrafında durup konuşurken, banka görevlileri içeri girerek,
ellerindeki iki ahşap kutuyu önümüze koydular. Her iki kutuda da üçer asma
kilit vardı. Kutuları getiren görevlilerden biri anlamlı bir şekilde, sanki söyledikleri
kayıt ediliyormuş gibi, "Bu kutuların içinde ne
olduğunu bilmiyoruz ve ne o lduğunu
öğrenmek de istemiyoruz" dedi.
Sonra odaya bir telefon getirdiler ve
dışarı ç ıkıp, kapıyı da arkalarından kilitlediler.
Ürdünlü, Amman'a telefon açtı. Arap ç
a yapılan kısa bir konuşma sonucunda, bir şeyler için izin istendiğini ve iznin
alındığını tahmin ettim.
Nitekim Ürdünlü, cebinden anahtarlar çıkarıp
kutuların kilitlerini açtı.
Kutular, karton tab akalarla doluydu.
Her tabaka üzerinde beni dehşete düşüren, küçük şeritli temiz bantlarla kabaca sabitlenmiş
yüzlerce papirüs metin vardı. Metinler, Aramice veya İbranice yazılmıştı. Metin
aralarına ise; Mısır mumya sargıları üzerine yazılmış, gö sterişli Mısır hiyeroglifleri
işlenmişti.
Bu sargıların kutsal metinleri
muhafaza etmek için sık kullanılan malzemeler olduğunu ve bunların sahiplerinin,
bir ya da iki mumyanın sargılarını çözmek zorunda kaldığını biliyordum. Bu
Aramice veya İbranice metinler, ilk bakışta
Ölü Deniz Parşömenleri ‘ne benziyordu.
Bu koleksiyon, antik belgelerden oluşan bir hazineydi. Çok ilgimi çekmişti; bunlardan,
kesinlikle ilgileneceklerinden emin olduğum akademisyenlere söz edip, görmelerini
sağlamak için can atıyordum.
Karton tabakalar kutulardan çıkarıldığı
sırada bana, bu belgelerin sahiplerinin, bunları, ismi açıklanmayan bir Avrup a
hükümetine satmaya çalıştıkları söylendi, istenilen rakam 3 milyon sterlin,
yani ortalama 5.6 milyon dolardı. Benden bu belgeleri temsil edecek foto ğraflar
çekmem istendi. Bu fotoğraflar, satış işlemi sırasında müstakbel alıcıya gö sterilecekti.
O an, bunlara en çok hangi hükümetin ilgi duyabileceğini fark e ttim. Fakat düşüncemi
kendime sakladım.
Bir süre sonra kutular boşaltıldığında,
buzlu camları olan pencereden süzülen loş ışığın altında, sandalyede oturup
bana verilen bazı sayfaların siyah-beyaz fotoğraflarını çektim. Altı rulo, otuz
beş milimetrelik film kullanarak, iki yüzün üzerinde çekim yaptım.
Bu belgeler ortaya çıkarsa, kolayca
yok edilebileceği için tedirginliğim gittikçe artıyordu. Satın alacak kişi, ‘Nag
Hammadi Metinleri' ve 'Ölü Deniz Parşömenlerinin başına geldiği gibi- bunları
yıllarca saklayarak ortaya çıkmasını engelleyebilirdi. Ya da en kötüsü;
alıcısına ulaşamayıp, tıpkı dünyanın çeşitli yerlerinde kiralık kasalara
saklanarak ortadan kaldırıldığı bilinen birçok kıymetli belge gibi, bunların da
banka kasalarının derin karanlığına geri dönerek ortadan kaybolmasından korkuyordum.
Bir an, birçok fotoğraf çektiğimi ve hiç
kimsenin çektiğim foto ğrafların sayısını bilemeyeceğini fark ettim. Fotoğrafların
olduğu film rulolarından birisini gizlice saklayabilmeyi ve en azından bu denli
önemli bir belgeye dair elimde bir kanıt bulundurmayı düşündüm. Rulolardan
birini gizlice cebime koydum.
Fotoğraf çekim işi bittiğinde, tabakalar
yeniden kutuya geri koyuldu ve sahiplerinden birine bir avuç dolusu film rulo
su verdim. Filmleri dikkatlice incelerken:
"Diğer film nerede?" dedi
birden. O an, aslında fotoğrafları saydığım anladım. Aklı başka yerde bir masum
rolü yaparak, "Diğer film mi?" dedim zayıf bir sesle ve ceplerimi aradım.
"Oo, haklısın, bendeymiş."
Böylece bende kalmasını umduğum filmi de kendi ellerimle teslim etmiştim. Çok
rahatsız olmuştum ve sinirlerim bozulmuştu. Gördüğüm şeylere ait bir kanıta sahip
olmayı gerçekten çok arzuluyordum.
O noktada arkadaşım yapmak istediğim
şeyi anladı ve ilham verici bir hareketle gelip beni kurtardı.
"Bu filmleri nerede banyo
ettireceksin?" diye sordu, masum bir ifadeyle.
"Bir fotoğrafçı dükkanında"
diye yanıtladı, filmi elinde tutan adam.
"Ama bu pek güvenli olmaz!"
dedi arkadaşım. "Bak, Michael profesyonel bir fotoğrafçıdır ve bu
resimleri sizin için banyo edip, istediğiniz
kadar kopya çoğaltabilir. Böylece siz
de hiçbir risk almamış o lursunuz."
"İyi fikir" dedi adam ve
filmleri bana geri verdi.
Doğal olarak fotoğrafların her
birinden birer kopya kendim için ayırdım. Ve işin başındaki kişi gibi görünen
Ürdünlü ile basılmış fotoğrafları ve negatifleri teslim etmek için
randevulaşıp, bir öğlen yemeğinde buluştuk. Yemek sırasında, eğer b irkaç uzmana
bu fotoğrafları göstermeme izin verirse, yazılı metinlerin ne anlama geldiğini
öğrenebileceğimizi ve bunun da koleksiyonun değerini -bir başka deyişle parasal
karşılığını- artırabileceğini anlatmaya çalıştım. Ürdünlüden, bu konu hakkında
sakınarak da olsa bir iki uzmanla konuşmak için izin istedim. Biraz düşündükten
sonra, bunun aslında iyi bir fikir olabileceğini kabul etti. Ancak bundan, ne
benim ne de uzmanların, kesinlikle başka hiç kimseye bahsetmemesi konusunda,
tehditkar bir uyarıda bulundu.
Birkaç gün sonra bütün foto ğrafları
yanıma
alarak, British Museum'un Batı Asya Bölümü'ne
g ittim. Bu dep artmanla daha önce Babil’in Kehanetlerinden (From tbe Onıen of
Babylon) adlı k itab ım için araştırma yaparken de görüşmüştüm ve uzmanların bana
bu konuda sadece bilgi vereceklerine değil; ayrıca konuyu gizli tutacaklarına da
inanıyordum.
Kendisiyle daha önce görüştüğüm uzman
orada değildi ve meslektaşlarından biri küçük bekleme odasına gelerek, benimle
onun yerine konuştu. Kendisine, ahşap kutular içindeki belgeleri ve çektiğim foto
ğraflar hakkındaki hikayeyi kısaca anlattım. Bunun, sahipleri için ticari bir iş
olduğunu da vurguladım ve büyük p aralar bazen beraberinde büyük sorunlar da getirdiği
için; beni bu konuda bilgilendirip yönlendirirse kendisine minnettar kalacağımı
ifade ettim.
Kendisinden bu fotoğraflara bakıp, belgelerin
bir değer arz edip etmediğini ortaya çıkarabilecek, bu konuda uzman birilerini bulmasını
rica ettim. Eğer değerleri varsa da, uzmanların bütün koleksiyona ulaşmaları
için elimden geleni yapacağımı söyleyip, fotoğrafları ona b ıraktım.
Haftalar geçti. British Museum'dan hiçbir
haber alamadım. Nihayet bir ay geçtiğinde bu b elirsizlikten sıkılmıştım ve merakımı
yenemeyerek, Batı Asya Bölümü'ne gittim. Orada başka bir uzmanla görüştüm.
"Bir ay önce bazı fotoğraflar
getirmiştim. Çektiğim bu fotoğraflar, çok sayıdaki papirüs metinine aitti.
Sizden herhangi bir haber alamayınca, bir uzmanın bu fotoğrafları inceleme fırsatı
bulup bulamadığını merak ettim." Uzman bana boş boş baktı.
'Ne fotoğrafları? "
Hikayeyi tekrar anlattım.
Anlattıklarıma pek inanmamış ve ilgi gö stermemiş gibi görünüyordu. Departmana
bu tarz fotoğrafların getirildiğine dair hiçbir şey duymamıştı; öyle bile olsa
bu onun alanı değildi. Görünüşe göre fotoğraflar bir zamanlar orada çalışan fakat
şimdi ayrılmış olan başka bir uzmana verilmişti. "Nereye gitti?" diye
sordum.
"Bilmiyorum" cevabını
aldım. "Sanırım Paris'e
gitti. Fotoğraflarınız için
üzgünüm."
Sonra fotoğraflarla ilgili bir şey duymadım.
Teslim ettiğime dair elimde yazılı bir belge olmadığı için, yapabileceğim
hiçbir şey yoktu. Neyse ki evde, baskısı kötü de olsa, bu koleksiyonun var olduğunu
kanıtlayabileceğim birkaç fotoğraf daha vardı; fakat koleksiyonun içinde olabilecek
konuların çeşitliliği hakkında bir fikir verebilmesi açısından yeterli değildi.
Bir uzman elimde kalan birkaç fotoğrafa bakarak, bu metinlerin çoğunun ticari işlemlere
ait kayıtlar olduğunu söyledi.
On-on iki yıl sonra, batıdaki büyük bir
şehirde pahalı mağazaların olduğu bir caddede yürürken, o gün b ankada olan
Filistinlilerden birini gördüm. Yanına gittim ve beni hatırlayıp
hatırlamadığını sordum.
"Elbette hatırladım" diye yanıtladı.
"Sen şeyin arkadaşısın..." dedi ve bir süre düşündükten sonra arkadaşımın
adını söyledi.
"Bana karşı açık olmanı istiyorum"
diye söze
başladım. "O gün bankada fotoğraflarını
çektiğim o eski metinlere ne o lduğunu hep merak ettim. Satıldılar mı?"
"Onlar hakkında hiçbir bilgi almadım"
diye aslında bana pek de inandırıcı gelmeyen bir şekilde hızlı hızlı konuştu. Sonra
da çok yoğun olduğunu ve hiç vaktinin olmadığını söyleyerek nazikçe izin
isteyip yanımdan ayrıldı.
Geçmişin karanlıkta kalmış sırlarını ortaya
çıkaracak anahtarların varlığına her zaman inanmıştım ve o anahtarların
ulaşılmaz olduğuna da... Bu nedenle, Filistinlinin tavrı beni hiç
şaşırtmamıştı; çünkü bu belgelerle dolu kutular, belki de ulaşılamayacak anahtarlardan
biriydi...
Meslek yaşantım boyunca, diğer
tarihçilerle ve kabul edilmiş tarihin ardındaki gerçekleri arayan araştırmacılarla
yazışmaktan her zaman keyif almışımdır. Ancak aldığım bazı mektuplar, dikkatimi
diğerlerinden daha fazla çekmiştir. İşte bu mektup da, kesinlikle bunlardan
biriydi.
"Sana bahsedeceğim 'hazine', altınlardan
ve kıymetli taşlardan değil; İsa'nın M.S. 45 yılında hayatta olduğunun
tartışmasız kanıtını içeren bir belgeden oluşuyor. Belge, yüksek meblağlar
karşılığında satılmış, gizlenmiş veya yok edilmiştir."
Richard Leigh, Henry Lincoln ve ben açıkçası
bu mektupla ne yapacağımızı bilmiyorduk. İngiltere'deki bir Kilisenin saygın ve
yüksek eğitimli papazı olan Dr. Douglas William Guest Bartlett'ten geliyordu.
Bartlett, Pirene eteklerindeki Rennes le Château adındaki küçük tepe köyünün
papazı olan Abbe Beranger Sauniere'den bahsediyordu.
Abbe Sauniere, köyün papazlığına 1885'te
atandı. Yıllık g eliri on dolardı. 1890'ların başlarında, gizemli kaynaklardan
ve yine aynı derecede gizemli yo llarla azımsanmayacak bir zenginlik elde
etmesinden dolayı çok kötü bir ün kazandı. Onun zenginliğinin anahtarı, 1891 yılında
kilisenin tadilatı sırasında yaptığı bir keşifti. Fakat bulduğu 'hazine'
Bartlett'e göre ilk başta akla geldiği gibi p arıldayan mücevherlerden (belki
de Kudüs'teki tapınağın kayıp hazinesi) oluşmuyordu. Ona göre bu, İsa ve Hıristiyanlığın
temellerine ilişkin bir takım sıra dışı belgelerdi. O dönem, bize, dikkate alınması
bile uzak göründüğü için mektubu 'dosyada' b ıraktık.
Tarihin karanlık koridorlarında
gerçekten çok tuhaf şeyler olduğundan şüphelenmiştik; fakat Kutsal Kan, Kutsal
Kase üzerinde çalışırken, bu mektubun konusuyla ilgili, tartışma yaratacak, umulmadık
tarzda bilgiler keşfediyorduk. Böylece gelecekteki araştırmalarımızı belirledik.
İsa'nın hayatta kalışı bizim için o dönem çok önemli değildi; çünkü
odaklandığımız konu,
onun çarmıha gerilişinden önce bir çocuğu
olduğu veya karısının hamile olduğu ihtimali üzerine kuruluydu. Bu nedenle, İsa'nın
yaşamının çarmıhta sona erip ermediğine, evliliğine, neslinin devam edip etmediğine
dair bilgilerin Avrup a tarihinde mevcut oluşu, Kutsal Kase hikayelerindeki
sembolik vurgulamalar, 1 9 82'de ilk defa yayınlanan ve çok satan kitabımız Kutsal
Kan, Kutsal Kase'nin bel kemiğini oluşturan hikayelerle ilgili yorumlarımızı etkilemedi.
Bu, yumuşak bir üslup ve büyük bir özgüvenle
yazılmış ancak haddini de fazlasıyla aşan mektup ilgimizi öyle çekmişti ki; yazılanları
tekrar tekrar ve heyecanla okuduk. Kendimize sorduğumuz sorular, İsa'nın hayatta
kaldığının ve uzun bir hayat sürdüğünün 'tartışma götürmez kanıtlarını da
etkileyecek nitelikteydiler. Peki, beyinlerimize işkence edercesine düşünüp
durduğumuz ve ortaya çıkarmaya çalıştığımız kanıtlar nelerdi?
Belgeler... Ancak nasıl bir belge insanı
şüpheden bir adım daha öteye götüreb ilirdi?
En güvenilir belgelerin, günlük
işlere ait tutulmuş kayıtlar -alışveriş listeleri vs.- gibi desteklenmesi
gereken tezler içermeyen, sıradan olduğunu düşündüğümüz, tarihten günümüze kadar
kalmış belgeler olabileceğini düşündük. Örneğin; Roma dönemine ait şu belge gibi:
'Konu: İskenderiye, Claudius'un dördüncü yılı (M.S. 45), önceden Kudüs'te Pontius
Pilate tarafından yargılanan ve beraat eden Celileli göçmen İsa bin Yusuf'un şehir
duvarlarının ötesinde bir arsanın sahibi olduğunu onaylayan bir tutanaktır.'
Ancak tüm bunlar bir uydurma gibi görünüyordu.
Kutsal Kan, Kutsal Kase ortaya çıkıp,
ortalık aydınlandıktan sonra kişisel merakın ötesinde, mektubu yazan kişiyi gidip
ziyaret etmeye karar verdik. Onun güvenilebilir biri olup olmadığını öğrenmemiz
gerekiyordu. Oxford'un üniversite kasabasının yukarısında, taş evlerle dolu şiir
tadındaki köylerden oluşan bir İngiliz kırsalında; Oxford Shire'daki
Leafield'de yaşıyordu. Bartlett'in evi, kırsalın kuzeybatısındakilerden
daha yüksekte kalan köylerden birindeydi.
"1930'larda Oxford'da yaşıyordum"
dedi Bartlett. "Aynı sokakta, İngiltere Kilisesi'nin güçlü ve önemli
kişilerinden olan Alfred Lilley adında biri vardı. Onu her gün
görüyordum." Rahip Alfred Leslie Lilley (1860-1948), 1936'da emekli olana
kadar Rahiplik ve Hereford Katedrali Başkanlığı yapmıştı. Ortaçağ
Fransızcası üzerine uzmandı ve bu
nedenle zor tercüme işlerinde sık sık kendisine başvurulurdu.
Günlük görüşmeleri ve sohbetleri
devam ettikçe Bartlett ve Lilley b irb irlerin e yakınlaşmış ve sonunda Lilley,
Bartlett'e sıra dışı bir hikaye anlatacak kadar güven duymuştu. 1890'ların
başında Lilley, eski öğrencilerinden olan genç bir adam tarafından Paris'e,
Aziz Sulpice Pap az Okulu'na, kaynağı hiç açıklanmayan garip bir belgenin
(belki de belgelerin; Bartlett daha fazlasını gerçekten hatırlamıyor) tercüme siyle
ilgili tavsiyelerde bulunması için çağrılmıştı. Aziz Sulpice'de bu belgeleri araştırmakla
görevli bir grup uzman varmış. Lilley bu görevin, bir Vatikan kardinalinin ricası
üzerine
gerçekleştirildiğinden şüphelenmişti.
Uzmanlar, tercüme konusunda yardım istemişlerdi; çünkü metni anlamakta gerçekten
çok zorlanıyorlardı. Belki de, okuduklarını bir şekilde yanlış anladıklarını
düşünüyorlardı ve bu durum sinirlerini bozmuştu.
"Aslında gerçeğin ne kadar çok
yakınında olduklarını bilmiyorlardı" diye tekrar etti Bartlett, Lilley'in açıklamasını.
"Lilley, insanların bu bilgiye sahip oldukları takdirde, uzun ve mutlu bir
yaşam süremeyeceklerini söylemişti. Çok hassas bir konuydu bu. Lilley, Fransız
papazın bundan herhangi birine söz etmesi durumunda olabilecek şeylere
gülüyordu. Onlara (belgelere) ne o lduğunu bilmiyordu; fakat büyük paralar karşılığında
el değiştirdiğini ve Roma'da son bulduğunu düşünüyordu." Aslında Lilley,
sonunda Kilisenin bu belgeleri yok edeceğine inanıyordu.
Lilley, bu belgelerin otantik olduğundan
kesinlikle emindi. Bunlar sıra dışı ve Kilise hakkındaki fikirlerimizi
temelinden sarsacak nitelikte belgelerdi. Belgelerdeki bilgilerin,
görenleri kabul edilmiş gerçeklerden
farklı bir yere götürdüğünü söyledi. Lilley bu belgelerin nereden geldiğini bilmiyordu;
fakat çok daha eski olmalarına rağmen, 12. ve 13. yüzyıllarda Fransa'nın
güneyinde yaşayan ve dini inanışlara karşı çıkan Katarlar tarafından
saklandığını düşünüyordu. Ayrıca Katarların ölümünü takib en de bu belgelerin
Fransa'ya getirilmeden önce, 14. yüzyıl savaşlarına kadar geçen süre içerisinde
İsviçre’de muhafaza edildiğinden emindi.
"Hayatının sonuna vardığında"
dedi Bartlett, "Lilley, İncil'de doğruluğundan kesinlikle emin
olunabilecek hiçbir bilgi olmadığı sonucuna varmıştı. Gerçekliğe dair bütün
inancını kaybetmişti."
Henry ve ben donup kalmıştık. Bartlett
aptal biri değildi. O sadece, Oxford kolejlerinden birinde yüksek lisans yapmış
bir kilise başkanı da değil; ayrıca elinde Galler Üniversitesinden fizik ve
kimya diploması ve Oxford’dan da tıp diploması olan olağanüstü bir kişiydi. O,
Kraliyet Cerrahlar Ko leji ve Kraliyet Fizikçiler Koleji'nin bir
üyesiydi. Onun için yüksek eğitimli demek
yetersiz bir ifade o lurdu. O, Rahip Lilley’e hayranlığını açıkça belli ediyor
ve onun bilgisine büyük saygı duyuyordu. Lilley’in, Paris'e gittiğinde görüp, daha
sonra net bir şekilde tarif ettiği belge veya belgelerin ne olduğuna dair hiçb ir
şüphe duymuyordu. Lilley üzerinde daha fazla çalışmalıydık... İsa ile ilgili olduğu
iddia edilen daha çok bilgiye ulaşıp ulaşamayacağımızı görmeli; Aziz Sulpice
Pap az Okulu ve Vatikan'da kimin bunlarla ilgilendiğini belirlemeliydik.
RAHİP LİLLEY'İ ANLAMANIN YOLU, onun
kendini Modernist o larak tanımlayışını doğru bir şekilde değerlendirmekten
geçiyordu. Lilley, 20. yüzyılın başları için fazla gelebilecek iddialı bir
kitab ın yazarıydı. Modernistler, Kilise öğretilerine ait dogmatik inançları; bilimsel
kesirlerin, arkeolojik bulguların ve eleştirel bir bilgeliğin ışığında yeniden gözden
geçirmek istiyorlardı. Birçok ilahiyatçı, Yeni Ahit'teki hikayelerin tarihsel açıdan
geçerliliğinin kalmadığını fark etmeye başlamıştı. Örneğin; St.
Paul Katedralinin başpapazı William İnge'den
İsa'nın hayatını yazması istendiğinde, İsa'nın hayatı hakkında herhangi bir şey
yazmak için yeteri kadar somut kanıt olmadığını söyleyerek, bu isteği
reddetmişti.
ON DOKUZUNCU YÜZYILA GELİNDİĞİ HÂLDE
Vatikan'ın çağdışı tutumu devam ediyordu. Roma'dan Ancona'ya, Bologna ve
Ferrara'ya kadar uzanan Papalık devletleri hâlâ varlığını sürdürmekteydi ve
Papa bir Ortaçağ hükümdarıymış gibi davranıyordu, işkence, gizli hücrelerdeki sorgulamalarda,
adsız köleler tarafından düzenli bir şekilde uygulanıyordu. Papalık mahkemelerinde
suçlu bulunanlar sürgüne gönderiliyor, hapsediliyor ya da idam ediliyordu. Her şehrin
meydanında bir darağacı duruyordu. Ajanlar her yerde pusuya yatmıştı ve baskı,
yasallaşmıştı; modernite dine aykırı kabul edilmiş, demiryolları bile seyahatin
ve insanlar arasındaki iletişimin dine zarar vereceği korkusuyla yasaklanmıştı.
Totaliter güce karşı çıkan, p arlamento yasaları için insanları cesaretlendirecek
özgürlük hareketlerinin
Avrupa'da şekillenmesi ve toplumsal değişimin
gerçekleşmeye başlaması şarttı.
Kasıtlı cehalete karşın dış dünya,
papalık topraklarının küçülen sınırlarının üzerinden atlıyordu. Değişim
kaçınılmaz görünüyordu. Demokratik siyaset düşüncesi, gelişen bir toplumsal farkındalık
ve İncil'le ilgili metinlere karşı tırmanarak artan eleştirel bakış, inanç
farklılaşmasına neden oluyordu. Kato lik muhafazakarlar ve papalığın siyasi gücü
de tehdit altındaydı. Bu gerçek bir problemdi: 1 859'da, Fransa ve Avusturya arasında
gerçekleşen ve (Avusturya) Katolik Hapsburg güçlerinin yenilgisiyle sonuçlanan
savaşın ardından, Papalık topraklarının büyük bir b ö lümü yeni kurulan İtalya
Krallığı'na dahil edilmişti. Papa IX. Pius'un etkisi azalmıştı; artık sadece
Roma ve civarındaki kırsalların bir b ö lümü üzerinde söz sahibi olabilecekti.
Sonra durum daha da kötüye gitti: 21 Eylül 1 870'te bu kez de bu küçük bölge
İtalyan birlikleri tarafından ele geçirildi. Papa ise kendini, bugün varislerinin
dünyayı yönettiği yerde; duvarlarla
çevrili bir bölge olan Vatikan şehrinde
buldu.
Romanın elden gidişinden hemen önce,
çaresiz durumda görünen papa, gücüne destek vermesi için bir Piskopos Genel
Konseyi kurmuştu. Papa bu konseyle birlikte, gücünün sınırlarını tekrar genişletmek
istemişti. Dizginleri aslında kimin elinde tuttuğu sorusu, Vatikan'da uzun bir süre
yanıtsız kalmıştır. Rahatsız edici gerçek ise papalığın, havari Aziz Peter'in
iki bin yıl önce hak ederek kazandığı gibi değil; 15. yüzyıl başlarından kalan
bir Piskoposlar Konseyi geleneği sayesinde meşruluk kazanmış olmasıydı. O dönemlerde
üç papa vardı. Bu, sanki birbirlerinden nefret etmek için bir araya gelmiş bir 'papalık
üçlemesi' gibiydi. Hepsi de Kilise üzerinde sınırsız otorite sahipliği talep
ediyordu. Sonuçta bu gülünç durum, meşru otoriteyi elinde tutmak isteyen piskoposlar
tarafından çözüldü. Papalar, piskoposların fazileti sayesinde otoritelerini ele
aldılar. Buna göre, her papa sınırlandırılmıştı. Yapacakları büyük
değişiklikler için artık onay almaları gerekiyordu.
En büyük değişiklikleri yapmak
isteyen Papa IX. Pius'tu; 'Yanılmaz' ilan edilmeye kararlıydı. Bu sayede
inananlar üzerinde eşi görülmemiş bir güce sahip olabilecekti. Fakat, bu
hedefine ulaşmak için hilekarlıklar yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Bu
nedenle, 1869 yılı sonunda Birinci Vatikan Konseyi toplandı. Bu konseyin gerçek
amacı, üçü kardinal ve hepsi engizisyon üyesi olan, güçlü adamlardan meydana gelmiş
küçük bir grup tarafından gizli tutuldu. Konseyin hiçbir belgesinde, papanın
yanılmazlığı' konusundan bahsedilmedi. Bu arada piskoposlar da toplanmış ve
kendilerini, güç taktiklerine konu olmuş vaziyette bulmuşlardı. Gizli oyların ve
karşıt fikirliliğin bedeli hemen ortaya çıktı: Karşı fikirli bir piskoposun başına
gelebilecek şeylerin arasında en iyimseri, Vatikan'dan aldığı maaşı kayb
etmekti.
İki ay sonra, papanın yanılmazlığı konusu
konseyin gündemine sunuldu. Piskop o sların çoğu şaşırdı, şoke oldu ve hatta öfkeye
kapıldı. Ayağa kalkıp, önergenin aleyhinde konuşan
Kilise liderlerinin bir kısmı
gözaltına alındı. Bir kısmı ise kaçmak zorunda kaldı. Gözdağı verilmiş olmasına
rağmen, piskoposların sadece yüzde 49'u 'papanın yanılmazlığı'nın kabulü için oy
verdi. Sonunda, 18 Temmuz 1 870'te oy çokluğu sağlandı ve papa yanılmaz' ilan
edildi. Papaya bu tanrısal unvanın verilmesinden iki ay sonra, İtalyan birlikleri
Roma'ya girdi ve papanın tanrısallığını Vatikan duvarlarıyla sınırladı.
Papa'nın yanılmazlığı'; Vatikan'ı,
özellikle İncil’le ilgili eleştiriler ve arkeolojik keşifler gibi yüzleşmek zorunda
olduğu meydan okumalara karşı koruyan bir doktrindi.
ÖTE YANDAN, MODERNİSTLERİN AMACI oldukça
farklıydı. Onlar araştıran ve akademik buluşları ışığında, Kilise dogmalarını
düzeltmek isteyen kişilerdi. Araştırmalarının ortaya çıkardığı tarihsel kanıtlar,
Kilisenin yarattığı ve sürdürdüğü gizemlerin -özellikle İsa hakkındaki gizem
gibi- açığa vurulmasına yardımcı oluyordu. Ayrıca mo dernistler, Vatikan'ın
merkezileşmesine de ciddi şekilde karşı
çıkıyorlardı. Mo dernist hareket, bu
sefer Paris'te büyük güç kazanmıştı. Paris'teki Aziz Sulpice Papaz Okulu'nda
1852'den 1884'e kadar müdürlük yapan, liberal İrlandalı ilahiyatçı John Hogan çok
seviliyor ve okuldaki modernist çalışmalar için öğrencileri cesaretlendiriyordu.
Rahip Lilley onu, modernizm üzerinde, gerçekten tek başına sözünü geçirebilen
büyük bir insan olarak görüyordu. Hogan'ın öğrencilerinin birçoğu, Paris'teki
Katolik Enstitüsü'nün direktörü ve önde gelen mo dernisti olan Asurolojist ve İbranice
uzmanı Peder Alfred Loisy'nin konferanslarına katılıyordu.
Başlangıçta, Vatikan bu konuda
umursamaz görünüyordu. Yeni papa XIII. Leo (1 878'de seçilen ve 1 903'e kadar görev
yapan), uzmanların Vatikan arşivlerine girmesine izin vermek konusunda,
kendisinden bir Roma imp arato ru kadar emindi. Fakat uzmanların bu arşivlerde neleri
keşfedeceğinin ve Kilise doktrinlerinin bunlara cevap vermek zorunda kalacağının
farkında bile değildi. Nitekim kısa
bir zaman sonra uzmanlar, Kiliseyi
temelden tehdit altında bırakacak duruma gelmişlerdi.
1
903'teki ölümünden kısa bir süre önce, Papa XIII. Leo
sebep olduğu zararı telafi etmek istedi. 1 902'de, ilahiyat uzmanlarının
çalışmalarını gözlemleyebilmek ve onların Kilisenin öğretisinden
uzaklaşmadıklarından emin olabilmek için, 'Papalık Kutsal Kitap Komisyonu'nu yarattı.
Engizisyonla yakın ilişkileri olan bu komisyon, aynı kardinal tarafından idare
edilmekteydi.
Ortaya çıkan tehlike, Peder Loisy tarafında
şöyle dile getiriliyordu: "İsa, Krallığın gelişini ilan etti; fakat gelen
Kilise oldu.'" Peder Loisy'nin inandığı şey; Kilisenin İsa tarafından
kurulduğu, onun bir bakireden doğumu, tanrısal oğul ve gerçek tanrı oluşu gibi
kabul edilebilmesi olanaksız görülen Kilise dogmalarının, tarihi bilim düzeyine
taşıyabilmiş araştırmacı kişilerin olduğu bu zamanda, varlığını daha fazla devam
ettiremeyeceğiydi.
Önde gelen İngiliz modernist George
Tyrell, Vatikan'ın hız kesmeden ilerleyen otokratik
yetki anlayışına karşı çıkıyordu. Ona
göre; 'Kilisenin, resmi bir Gerçeklik Enstitüsü olarak yapabileceği hiçbir iş yoktu.'
Elbette Kilise de kendi ro lünü oynamalıydı.
Mo dernistler, Kilise ve Pap aya rahatsızlık
verici, küstah bir soru sordular: Bilim, herhangi bir konuda Kilisenin inançlarına
aykırı bir sonuca vardığında ne yapılmaydı. Kilisenin bu direkt meydan
okumalara verdiği karşılık, dogmalarının duvarları arkasına 'saklanmak; geri çekilmek
oldu. Yine de hâlâ onlara göre, sonucu her ne olursa olsun, Kilise her zaman ve
her konuda haklıydı.
1 892'DE HOGAN'IN TAKİPÇİLERİ, Aziz
Sulpice Papaz Okulu'ndaki öğrencilere, modernist Alfred Loisy'nin seminerlerine
katılmaya son vermelerini emretti. Bir sonraki yıl Loisy, Kato lik Enstitüsü'ndeki
öğretmenlik görevinden atıldı ve sonunda aforoz edildi. Gerçekte, Vatikan birçok
mo dernisti aforoz etmiş ve kitaplarını kara listeye almıştı. 1 907'de Papa X.
Pius, mo dernizmin günah olduğunu resmen ilan etti. 1 Eylül 1910'da, artık
bütün
rahiplerin ve Katolik öğretmenlerin, modernizme
karşı çıkacaklarına dair ant içmeleri gerekiyordu. Dışarıda sürekli değişen
dünyanın, kendilerinin narin teolojik hassasiyetlerine dokunmayacağından emin
olmak için, ilahiyat fakülte ve kolejlerindeki öğrencilerin gazete okumaları da
yasaklandı.
1 892'de örtüler inmeye başlamadan
önce, Aziz Sulpice Papaz Okulu'ndaki atmo sfer o ldukça heyecan vericiydi. Bu
merkez, merak ve keşiflere açık bir öğrenim yeriydi. Yeni tercümeler ve
arkeolojik keşifler değerlendiriliyordu. Burası Paris'teki, Rahip Lilley'in İsa'nın
M.S. 45 yılında hayatta olduğuna dair tartışılmaz kanıtlar içeren belge veya
belgeleri incelemek üzere çağrıldığı yerdi. Bu seviyedeki analitik bir eğitime
şahitlik eden Lilley de, Vatikan'ın bu denli baskıcı dogmatik yapısının daha ne
kadar devam edebileceğini merak ediyor olmalıydı. Kuşkusuz bu keşifler
karşısında, kısa bir zaman sonra Vatikan'ın, bağımsız uzmanlığa kapılarını
kapatacağını da tahmin ediyordu.
Biz, İsa'nın M.S. 45 yılında hayatta olduğu
hakkındaki bu hikayeyi ilk duyduğumuzda, aklımıza Romalı tarihçi Suetonius'un
garip ifadeleri geldi. O, Roma imparatoru Claudius (M.S. 4 1 -54) hakkında
şöyle yazıyordu: "Roma'daki Yahudiler, Hristos'un (Chrestus) kışkırtmaları
yüzünden huzursuzluk yaratıyorlardı ve bu yüzden imparatorun emriyle şehirden
atıldılar."
Hakkında yazdığı konu, M.S. 45 civarında
gerçekleşmisti. Hristos, belli ki o dönem Roma'da yaşamış bir kişiydi. Merak
ettik: Bu kişi 'Hrist' (İsa) olabilir miydi? Göz önünde bulundurmamız gerekir
ki; Hristos, Grekçe bir tercümedir. Bu isim, aslında İbranice ‘de, kutsanmış kral
anlamına gelen hamashiah'dan kök alır. Fakat o dönemde, İbranice ‘den daha
fazla konuşulan Aramice ‘deki karşılığı, meshiha’dan Grekçe ’ye geçmiştir.
Peki, Roma'da böyle bir Mesihsel
karakter var mıydı ve eğer öyleyse, neden Yahudiler ayaklanıyordu?
Kışkırtıcının cesaretlendirmesiyle, Romalılara mı yoksa
kışkırtıcıya karşı mı saldırılırdı? Ya
da daha garip bir şekilde bu kışkırtıcı, Yahudileri kendi aralarında birbirlerine
karşı kışkırtıyor olabilir miydi? Yazık ki; Suetonius, bize isyancıların
amaçları ve kime karşı çıktıkları hakkında bir bilgi vermiyor. Biz yine de İsa'nın,
Paul gibi aslında Roma'da mı yaşamını sürdürdüğünü merak ettik.
Seutonius, kayıtlarını 2. yüzyılın
başlarında tutmuştu ve birkaç yıl boyunca Roma imp arato ru Hadrian'ın (117-38)
başyazıcısı olmuştu. Roma resmi arşivlerini o tutuyordu ve kütüphanelerin
kontrolü onun elindeydi. Bütün imparatorluk dokümanlarına ulaşabildiği gayet açıktı
ve bu yüzden onun raporlarına kesin gözüyle b akab iliriz. Peki, gerçekte 'Hristos'
kimdi? İşte bunu kimse bilmiyor.
BİR ZİYARETÇİ, 1890'LARIN BAŞLARINDAKİ
o provokatif günlerde Aziz Sulpice'taydı: Rennes le Chateau'nun papazı Abbe
Sauniere. Hikaye, Sauniere'nin kilisesinin onarımı sırasında keşfettiği belgelerle
bağlantılıydı. Bu belgeleri piskoposuna
göstermesinden sonra, Aziz Sulpice
Pap az Okulu'nda uzmanlarla bir randevu ayarlanarak, Paris'e gitmesi emredildi.
Bu, 1891'de oldu. Sauniere Paris te üç hafta kalmış. Geri döndüğünde, tepedeki
kasabaya bir yol yaptırmaya, kiliseyi boyatmaya ve tekrar dekore edilmesine; lüks
bir villa, gösterişli bir bahçe ve çalışmalarını içinde rahatça yapabileceği bir
kule inşa ettirmesine yetecek kadar ciddi bir zenginliğe ulaşmış.
Sauniere'nin belgeleri, Rahip Lilley tarafından
görülen ve tercüme edilenlerle aynı olabilir miydi? Ya da Sauniere'nin aniden
zengin oluşu, bu buluşu sayesinde olabilir miydi? Bartlett'in böyle düşündüğü
kuşku götürmez bir gerçek. Ve eğer bu doğruysa, Rennes le Chateau'daki
kilisenin duvarında bugün hâlâ duran garip resmin ne anlama geldiği kolayca açıklanabilir:
Bu resimde, Abbe Sauniere'nin inançlarına zıt düşen bir gariplik vardır.
Rennes le Chateau'daki köy kilisesi küçük
olmasına rağmen, içi Kral II. Lui'nin Bavyera Şato su'ndan daha öte bir gotik tarzıyla
dekore
edilmiştir, içi resimler ve renklerle
doludur. Araştırmacılar, Sauniere'in simgelere yerleştirdiği ipuçlarının
anlamlarını çözmek için yıllarını vermişlerdir. Fakat çok belirgin olan tek bir
resim vardır. Hiçbir gizem ve sembol içermeyen anlaşılır bir resim.
Bütün Katolik Kiliseleri gibi, burada
da duvarlarda kab artmalı haçlar ve İsa'nın yargılandıktan sonra, Golgota'ya
giden yol boyunca yürüyüşünü tasvir eden bir dizi resim vardır. Bunlar derin düşünceye
dalma ve ibadet amacıyla kullanılır ve inananlar için, İsa'nın dirilişine
götüren bir çeşit harita gibidir. Rennes le Chateau'daki kilisenin duvarlarındaki
standart kabartmalar, Toulouse'deki bir firma tarafından yapıldı ve aynı
firmanın başka kiliselerde de kabartma resimleri vardır. Ancak bunlar, diğerlerinden
önemli bir noktada farklılaşmaktadır. Örneğin; resimlerin birinde, İsa'nın arkasında
çocuklu bir kadın durmaktadır. Çocuk, İskoç kareli kumaşından yapılmış bir
kaftan giymektedir. Diğerleri de en az o kadar gariptir. En ilginci ise 14. bölümdedir.
Bu,
geleneksel olarak İsa'nın dirilişten
önce kabire koyulusunu resmeden sonuncu bölümdür. Rennes le Chateau'daki
resimlerde kabir ve hemen önünde üç figürün Mesih'i k ab ire koyuşu
çizilmiştir. Fakat boyalı arka plan, olayın gerçekleştiği anın gece vakti olduğunu
gö sterir. Figürlerin ötesindeki gökyüzünde dolunay yükselmiştir.
Eğer dolunay yükselmişse, Yahudilerin
Fısıh bayramı başlamış demektir. Bu anlamlıdır; çünkü hiçbir Yahudi, Fısıh
başladıktan sonra ölü bir bedeni taşımaz; çünkü bu onu dini açıdan kirletir. On
dördüncü bölümdeki bu sahne, iki önemli noktaya işaret edebilir. Bir; taşınan insan
figürü hâlâ canlıdır ve İsa çarmıhtan sağ kurtulmuştur, iki; İsa kabire götürülmemiştir,
tam tersine gecenin karanlığında gizlice kabirden çıkarılıyordu.
Rennes le Chateau'daki 14. b ö lümü tasvir
eden resimle ilgili şunu önemle belirtmek gerekir ki; Abbe Sauniere resmin başında
durup, resmi kendi talimatlarına göre çizdirmiştir. O, görünüşe göre bize, İsa'nın
çarmıhtan sağ
kurtulduğunu bildiğini -veya en azından
inandığını- söylüyor gibidir. Biz, 'Bunu Aziz Sulpice'ye gittiğinde öğrenmiş olabilir
mi?' diye merak ettik. Acaba orada, Rahip Lilley'i Paris'e çağıran uzman grup
la mı görüşmüştü? Eğer olayın bizim düşündüğümüz gibi gerçekleştiğini varsayarsak,
bu iki sorunun cevabı da evet olur.
Yanıtlar ne olursa olsun -ve henüz bunu
kanıtlayacak duruma ulaşamadık- 14. bölüm, bu kilisenin duvarında resmedildiği
şekliyle, bir zamanlar Fransa kırsalındaki bir papazın, kabul edilmiş dini
bilgilere karşı gelen anlayışına hizmet etmektedir.
Sauniere'nin inancında tek başına
olduğunu düşünmek bize pek mantıklı gelmiyor. Bu yüzden bizce, diğer kiliselerde,
belgelerde ve aynı kanaatte olanların yazdıkları yazılarda, kesinlikle başka
ipuçları da olmalı. Peki onları bulmak, bu hikayenin do ğruluğunu kanıtlamak
için yeterli mi? İsa'nın çarmıhtan hayatta kalarak kurtulabilmesi için, nasıl bir
infaz yöntemi uygulanmış olduğunu ve bunun ne anlama gelebileceğini de bilmemiz
gerekmez mi? İşte
tam bu noktada, İncil'de konuyla
ilintili anlatımlara da bakma zamanının geldiğini düşünüyoruz...
Eğer yargılanma sırasında veya infaz
yerine
doğru giderken kaçmayı denemiş
olsaydı, bu hemen bildirilirdi, İncil bize, Roma’nın onunla ilgilenmekten vazgeçtiğini
aktarıyor: "Artık ne yaparsa yapsın."
Fakat Yahudi otoriteleri, tutucu
Sadukiler vazgeçmemişti; onun ölmesini istiyorlardı, İsa'nın az sayıdaki havarilerinden
oluşan topluluk, onu koruyabilecek güce sahip değildi ve trajedinin gerçekleşmesini
ümitsizce izlemek dışında yapabilecekleri bir şey yoktu. Şu hâlde, eğer onun kurtuluşu
Romalı veya Yahudi yetkililerin işine yarayacak bir amaca da hizmet etmiyorsa,
onu kurtarabilecek güce sahip başka kim olabilirdi? Böyle bir kurtuluşun
imkânsız olduğu düşünülebilir. Ve İncil hikayelerinde durup düşünmeye yetecek
kadar imalar vardır. Durum, belirtildiği gibi açık değildir.
Öncelikli ve önemli olan konu, haça germenin
ancak siyasi olan suçlarda infaz edilen bir ceza olduğudur. İncil'e göre Pilate,
İsa'yı kalabalığa teslim etti ve halk, onun dinsel uyuşmazlığı nedeniyle idam
edilmesi gerektiğini haykırdı. Yahudilerin, bu tarz bir haddi aşmaya karşı
verdikleri ceza, taşlanarak ölüm
cezasıdır. Haça germe ise Romalıların halkı kışkırtan, isyana teşvik ederek düzeni
bozan anarşistlere karşı uyguladıkları bir cezalandırmadır. Bu çelişki bile tek
başına, İncillerin olayı doğru şekilde aktarmadığını göstermeye yetiyor. Acaba olayların
temelindeki gerçekleri mi bizden saklamak istediler? Belki de yanlış insanları
suçlamaya çalışıyorlardı.
İsa'nın, siyasi suçtan dolayı idam
edilmek istenmiş olmasından emin olabiliriz. Ayrıca İnciller ne derse desin, bu
kararı verenlerin Yahudi yetkililer değil; Romalılar olduğuna da emin o lab
iliriz. Ve İncillerin, modern Hristiyanlar tarafından siyasi hareket önerileri
hâlâ öfkeli, hatta tehlikeli ve mesaj dışı bulunan; İsa bölümünde anlatılanlar kesinlikle
uydurulmuştur. Bugün araştırmalarını İngiltere'deki Manchester Üniversitesinde
sürdüren Prof. Samuel Brandon'un, şu teolojik tahrifata dikkat çekmesinin
üzerinden elli yıl geçmiştir: "Roma Valisi tarafından idam cezasının ilan
edilip, Romalı görevliler
tarafından infazın gerçekleştirilişi konusu,
kimsenin konuşmadığı kesin bir gerçektir." Brandon devam eder:
Şurası kesindir ki; İsa ile ilgili
hareket, en azından yönetime karşı gelmeyle benzerlik gösterdiği için; bu, Romalı
yetkililerin onu hem bir devrimci olarak görmelerine hem de yargılamanın
ardından idamına karar vermelerine sebep olmaya yeterlidir.
Aslında daha sonraki yıllarda Brandon,
çok daha açık sözlü konuşmaya başladı. Kim bilir belki de, 'Tarihsel İsa'nın,
yönetime karşı gelmek suçuyla Romalılarca idam edilişi gerçeğinden yola çıkarak,
tarihin tekrar değerlendirilmesi gerektiği' savını reddedenlere öfkelenmişti. Bunun
üzerine, konu hakkında şüpheye çok az yer bırakan yazılar yazdı.
Dolayısıyla konuyu sadece dini karmaşalarla
değil; bir de siyasi entrikalarla değerlendirmek gerekecekti. Bugün bile bütün
mayınlar temizlenmiş değildir.
İDAM CEZASININ ACIMASIZ İNFAZINI bir
kenara bırakarak, İsa'nın ölümünden Romalıların sorumlu tutulduğuna ve İsa'nın Yahudilerin
öğretilerine karşı çıkmasından çok hükümete karşı suç te şkil edecek eylemler gerçekleştirdiğine
dair İncillerde bölümler olup olmadığını merak etmeye başlıyoruz.
Yanıt: Bu bölümler kesinlikle vardır.
İncil'in İngilizce tercümelerinde, İsa'nın 'hırsız' o larak tanımlanan diğer iki
adamın arasında çarmıha gerildiği anlatılır. Ancak orijinal Grekçe metne bakıldığında,
onlara hırsız değil; -kanunsuz, haydut, eşkıya gibi anlamlara gelen- Lestai denildiği
görülür. Bu sözcük aynı zamanda, kendilerini Yahudiye’yi Roma işgalinden kurtarmaya
adamış, Yahudiyeli Özgürlük Savaşçıları 'Zelotlar' için de kullanılıyordu (Matta:
27:38). Romalılar ise onları terörist o larak görüyordu.
Zelotların tek hedefi sadece siyasi
yer kapmak değildi. Gizli bir hedefleri daha vardı: Süleyman Tapınağı'nda hizmet
veren din adamlarının ve özellikle o dönem Herod takipçisi idareciler
tarafından belirlenen Yüksek Rahibin meşrutiyetini
engellemek." Onlar, Musa'nın kardeşi, 'Harun'un oğulları' olan rahipler
istiyordu. Bu rahipler, İsrail'in ruhb an sınıfını kuran ve ilk yüksek rahip
olan Levi'nin kavminden olmalıydı. 'Harun'un oğulları', eski İsrail’de meşru haham
neslini tanımlamak için kullanılan bir terim haline gelmişti.
İsa'nın, Golgota'da iki Zelot
mahkumun arasına yerleştirilmesi, görüldüğü gibi, Romalı otoritelerin aslında
İsa'yı bir Zelot olarak kabul ettikleri gerçeğine işaret eder. Tıpkı, Pilate tarafından
ilan edilen bir b ayram affı sonrası salıverilen, mahkûm Barabas gibi. Bu
mahkum İncil’de Grekçe estes sözcüğüyle tanımlanıyor (Yuhanna 1 8:40). Gerçekten
İsa'nın etrafında birçok Zelot varmış gibi görünüyor.
Bu gözlem, aynı zamanda İsa'nın havarileri
için de geçerlidir: İncil'de geçen havarilerden biri Simon Zelot olarak anılıyor
(Simon Zeloten); Zelot (olan) Simon (Luka 6:15). Ayrıca, Zelot hareketinin içinde
muhaliflerini öldürmek için hançer -a sica- taşıyan ve adına Sicarii denilen
pis bir suikastçı gurubundan
bahsedilir: Yahuda İskaryot aslında bir Sicarii'dir. İsa'nın Gethsemane'nin bahçesinde
tutuklanışının öncesindeki olaylar düşünüldüğü zaman, onun aslında bir Zelot militanı
olduğuna dair işaretler de daha anlamlı hâle gelecektir. Luka'nın İnciline
göre, İsa ve havariler bir araya geldiğinde. İsa onlara savaşmak için hazır
olmalarını söyler: "kılıcı olmayan kıyafetini satıp bir tane alsın." Ona,
iki kılıçları o lduğunu söylerler. "Bu yeterli!" diye karşılık verir İsa
(Luka 22:36-38). Burada İsa, Roma yönetiminden kurtulup özgür olmak isteyen, hiddetlenmiş
Yahudiyelilerin sözleriyle tarif edilmektedir. Eğer bunun bir anlamı olmadığı
düşünülürse, daha bunun gibi birçok metni de görmezden gelmek gerekecektir.
Bütün bunlar, Roma karşıtlarına bir
ibret olsun diye, İsa'nın çarmıha gönderildiğine işaret etmektedir, iddialara göre;
Pilate bu işten elini eteğini çekmişti. Ancak, çarmıhın üzerine YAHUDİLERİN KRALI
diye yazılması için ısrar etmesi, bu konuda çok net hükümleri bulunan
Roma yasalarından da açıkça
yararlandığını göstermektedir. Pilate'nin görevi açıktır: İsa'yı çarmıha germek
ve bunu yapmak zorundadır. Pilate, bunu yaptığı yere haç işaretini
yerleştirerek de, olayların kontrolü altında olduğunu herkese gö stermiştir.
O hâlde şu soruya yanıt vermek
gerekiyor. Eğer İsa, başkasıyla yer değiştirilerek ya da kurtarılarak, bir şekilde
çarmıhtan sağ indirilmişse, bunu kimin yardımıyla başarmış o lab ilir? Romalıların
mı? Kesinlikle hayır! Romalılar neden Yahudiye üzerindeki hakimiyetlerine karşı
çıkan birini kurtarmış olsunlar ki? Tapınağın başrahipleri mi? Onlar da
olamazlar, çünkü İsa onların otoritelerini çok eleştirmişti. Bu durumda, yardım
sadece Zelotlardan gelebilirdi.
M.Ö. 37, HEROD Kudüs'ü ele geçirmişti.
Yahudiye'nin yerlisi değildi; ancak Idumaea denen, Yahudiye'nin güneyindeki bir
bölgeden geliyordu. Çok yetenekli bir asker ve yönetici olmasının yanı sıra Herod,
bir caniydi. Arkadaşı Markus Antonyus, Kudüs'e götürmesi için ona
büyük bir Roma ordusu vermişti; ancak
bu koca orduyla bile, şehrin direnişini kırmak için beş ay sürecek uzun bir kuşatma
yapması gerekecekti. Üstünlüğü kazanır kazanmaz Herod, kırk beş Hahamlar Yüksek
Meclisi üyesini idam ettirmiş ve böylece onların tüm etkisini yok etmişti.
Ayrıca Yahudi kralların sonuncusu olan Antigonus'u da tutukladı ve Marku s
Antonyus'un yanına, Antakya'ya gönderdi. Böylece, orada Yahudi Kralın uygun bir
biçimde kafası uçuruldu. Herod, onun yerine kral oldu ve 'Büyük Herod' unvanını
aldı.
Herod, Yahudi kraliyet soyunun bütün
üyelerine karşı derin bir düşmanlık beslemişti, içindeki öfke öyle büyüktü ki;
bir kraliyet prensesiyle evlenmesine rağmen, onun kardeşi olan yüksek rahibi,
Eriha'daki sarayının yüzme havuzunda boğdurabilmişti. Herod, sonradan kraliyet
soyundan olan karısını da öldürttü. Ayrıca, bu evliliğinden olan iki oğlunu da
idam ettirdi. Aslında hükümdarlığı sırasında, İsrail kraliyet hanedanlığının kalan
tüm aile fertlerini, zamanı geldikçe sırasıyla idam ettirmişti. Yahudiler için
yaptığı belki de en önemli iyilik sayılabilecek,
Kudüs Tapınağını inşa ettirmek bile, Herod'un içindeki nefreti gizleyememişti.
M.Ö. 4 yılındaki ölümünden önce yaptığı en son iş, iki Ferisi'nin diri diri yakılma
emrini vermek olmuştur - Ferisiler, Herod'un talimatıyla tapınağın duvarı
üzerine yerleştirilmiş olan altın Roma Kartalı'nı oradan indirmişlerdi-.
Bu dönemin o laylarını tek kaydeden kişi
Yahudi tarihçi Jo sephus'tur. Onun aktardığına göre, Herod'un ö lümünü takiben
'halk' Kudüs'teki tapınağın Herod’un tayin ettiği- en yüksek rahibinin görevden
alınmasını ve daha dindar, daha saf birinin yüksek rahip olmasını talep etti.
Bu, Yahudi halkının büyük bir çoğunluğunun olaylarla derin bir ilgilileri olduğunun
ilk b elirtisidir. Bu husus, o dönemin bütününü anlayabilmemiz açısından da oldukça
önemlidir. Ancak bu 'ilgili insanlar' gerçekte kimlerdir?..
Josephus, o dönem Yahudilikte üç
farklı bölünme olduğunu söylüyor: Ferisiler, Sadukiler ve Esseniler. Sadukiler Tapınaktaki
faaliyetler için maddi destek sağlıyor ve rahiplerin günlük
masraflarını karşılıyorlardı. Yüksek rahip
onların safındaydı. Ferisiler, Yahudi geleneklerine çok bağlıydılar. Eski
bilgeler tarafından hazırlanmış yasaları topluyor, gündelik işlere ise çok önem
vermiyorlardı. Komünal bir yaşam süren Esseniler, Josephus'un çalışmalarının kimi
yerlerinde Herod yanlısı kimi yerlerinde Herod karşıtı; bazı bölümlerde savaş
yanlısı bazılarındaysa barış yanlısı olarak anılıyordu. Bunlar modern uzmanların
kafasını oldukça karıştırmıştır. Esseniler, Yahudi yasalarına bağlılığın tip ik
bir örneği olsalar da Josephus'un belirttiğine göre; Romalıların büyük
işkenceleri altında bile Musa'ya küfretmeyi ve yasalarının prensiplerine karşı
çıkmayı reddetmişlerdir. Onlar ayrıca Jo sephus'un yazdığına göre;
'Greece'in (Yunan) Oğulları'na çok benzeyen
bir doktrini savunuyordu: Pisagorcular ve sonradan çıkan Platoncular, insan görünümündeki
ölümlü bedenlere yerleşmiş ölümsüz ruhlar olduklarına inanıyorlardı.
Sonraki çalışması olan Antiquities of
the Jews (Yahudilerin Kalıntıları)'nda. Josephus bunlara
dördüncü bir grup ekledi: Zelotlar.
Yeni bir yüksek rahip isteyenler,
sadece entelektüel bir karşı çıkış sergilemiyorlardı. Değişimin gürültüsü, Herod'un
hafta boyunca süren yasının bitiminde duyuldu. Oğlu Archelaus yeni kral olma
beklentisi içindeydi. Fakat bu karar, Agustus Sezar'ın elindeydi.
Archelaus, taleplerini dile getiren dışarıdaki
öfkeli kalabalığın gürültüsünü duyduğunda, Roma'ya gidişinden önce geldiği
Tapınaktaki büyük cenaze ziyafetinin tam ortasındaydı. Bu yaygaraların ana odağındaki
'yüksek rahip' de ziyafette hazır bulunuyordu. Bu gürültülü gö steri
Archelaus'u kızdırmıştı; fakat ateşi körüklemek istemiyordu. Bu yüzden, ordu kumandanını
Tapınakta toplanan kalabalığı yatıştırmak için görevlendirdi. Yaklaşan Fısıh
Bayramı için şehir dışından gelen birçok insanın da aralarına katılmasıyla giderek
büyüyen bu kalab alık, yetkilinin konuşmasına bile fırsat vermeden onu taşlamaya
başladılar. O da hemen oradan kaçtı.
Archelaus, kendi hayatı için endişe ederek,
hemen paniklemiş olmalı; çünkü o
andan sonra işler büyük bir hızla kötüleşmeye başlamıştı. Archelaus, hızlı davranarak,
bir kohent birliğinin Tapınağa girmesi ve değişim isteyen bu kalabalığın liderlerini
tutuklaması için emir verdi. Bu oldukça büyük bir kuvvetti: Kohent, Roma ordusundan
tam bin iki yüz asker demekti. Büyük bir belanın kapıda olduğu açıktı ve
Archelaus o anda yapabilecek fazla bir şey olmadığını anlamıştı. Nitekim planı da
işe yaramamıştı. Kalabalık birdenbire ortaya çıkan silahlı kuvvetleri görünce, daha
da öfkelenip, onlara taşlarla saldırdı. Josephus bize, askerlerin çoğunun
öldürüldüğünü ve komutanın bile ağır yaralandığını hatta ölümden döndüğünü bildiriyor.
Belli ki; bu, o 'topluluğun' sadece 'daha dindar ve daha saf bir yüksek rahip isteğiyle
ayaklanmadığına; aynı zamanda gayet ciddi, organize olmuş, savaşmaya ve inançları
için ölmeye hazır o lduklarına işaret eden büyük bir savaştı.
Kalab alık askerleri bozguna uğrattıktan
sonra ibadet için Tapınağa yöneldi. Bunu fırsat bilen
Archelaus, bütün ordusunu harekete geçirmek
için emir verdi. Piyadeleri Kudüs sokaklarına saldırırken, süvarileri de şehir merkezinin
dışındaki yerleşim birimlerine saldırdı. Öyle görünüyor ki; bu durum,
Josephus'un bizlere kabul ettirmeye çalıştığı gibi, sadece bir yüksek rahip ataması
için öfkeli bir kalabalığın yarattığı bir isyan değildi. Nedense Josephus, Tapınakta
başlayıp Kudüs sokaklarında büyük ve kanlı bir savaşa dönüşen bu isyanı pek önemsemiyordu.
Burada Jo sephus'un olaylara hangi açıdan baktığı oldukça açıktır. Artık onun olayları
anlatırken kullandığı kötüleyici terimleri de göz önünde bulundurarak,
Archelaus'un ve Romalıların tarafını tuttuğundan emin o lab iliriz.
Savaş, büyük çoğunluğu
Tapınaktakilerden oluşan birkaç bin sivilin ölümüyle son bulmuştu. Hayatta
kalanlar, kaçarak komşu tepelere iltica ettiler. Cenaze ziyafetinin bu şekilde
sonlanmasının ardından, Archelaus vakit kaybetmeden Roma’ya doğru yola çıktı. Bu
arada kardeşi Antipas yönetimi ele aldı ve tahta çıktı.
Archelaus Roma'da kendi meselesini
imparatora anlatırken, Yahudiye'de çok daha büyük bir isyan çıkmıştı. Hamursuz Bayramı'nın
arefe gününde (Şavuot; Hamursuz Bayramı Yani Fısıh'ın on beşinci günü) büyük bir
kalabalık. Roma üslerini kuşatma altına aldı. Savaş, bütün Kudüs'e yayılmıştı. Kraliyet
cephanelerini ele geçirip silah gücünü artıran Celileli lider Yahuda'nın ilk
ortaya çıktığı M.Ö. 4 yılında Celile, Yahudiye'deki olayları da b aşlatan grup
gibi ciddi şekilde örgütlenen isyancı grupların yetişme yeri gibi görünüyordu.
Aynı tarihlerde Herod'un, Jericho'daki sarayı da ateşe verilmişti. Bu siyasi
hareket, suda boğulan eski yüksek rahibin intikamının alınması olabilir miydi?
Bu fikir akla çok yatkın görünmektedir. Mümkün olan en hızlı şekilde hareket
eden Romalılar üç lejyon, dört alay süvari ve beraberinde birçok yardımcı kuvvet
top layarak karşı atağa başladı. Sonunda en az iki bin Yahudi ve direnişin
bütün liderleri çarmıha gerildi -tabii ki yönetime karşı çıkmaktan dolayı-.
Bu arada aynı yıl imparator Agustus
Sezar,
Yahudiyeyi, Herod'un o ğulları
arasında p aylaştırmaya karar verdi. Oğulları kendilerine verilen topraklan
Sezar'a bağlı o larak ancak geniş yetkilerle yöneteceklerdi. Krallığın Yahudiye
ve Samaria'yı içine alan en zengin yarısını vali unvanıyla Archelaus'a verdi.
Kalan toprağı da ikiye bölerek, oğulları Philip ve Herod Antipas arasında
paylaştırdı. Herod Antipas Celile'yi aldı, Philip'e ise, Celile'nin kuzeyindeki
ve doğusundaki topraklar verildi.
Burada belirtilmesi gereken iki nokta
var: Birincisi; Josephus saf ve dindar bir yüksek rahip talebinin başıboş,
Fısıh için şehre inen gruplardan geldiğini söylüyordu. Oysa çarpışmanın ve Kudüs'teki
muhalefetin b oyutları dikkate alındığında bunun iyi örgütlenmiş, iyi yönetilen
bir topluluk olduğu açıktır. Oraya kasten gelmiş ve bela çıkarmak için Tapınağı
özellikle seçmiş görünüyorlar. Bu, akla iki soru getiriyor; Kimdi bu insanlar
ve böylesi bir derin tutkuyla saf ve dindar bir yüksek rahip istemeleri neyin göstergesiydi?
Görülen odur ki; İsa aslında tüm bu olayların,
toplumsal ko şulların içinde olunduğu
bir zamanda -M.Ö. 4 yılında- dünyaya gelmiştir. Çoğu kaynağa göre; Herod ö
ldüğünde. İsa aşağı yukarı iki yaşındadır. Bu durumda emin o lab iliriz ki; o,
Herod'un nefret edilen hanedanlığından kaynaklanan ıstırapların oluşturduğu bir
alt yapının ve yozlaşmanın tam ortasında doğmuştur. Doğum yeri Yahudiye'deki Beytüllahim
olsa da Matta (2:22-23), İsa'nın çocukken Celile'deki Nazaret'e götürüldüğünü kaydeder.
İncil kaydında geçen uzun süreli sessizliğin ardından, İsa'nın Celile'den çıkıp
Vaftizci Yahya'ya gittiği ve vaftiz olduğu söylenir. Ve en az iki tanesi Zelot
olan havarilerini Celile'den toplar. Anlaşılan o ki; Celile bir isyancı
yatağıdır ve büyük asi grupların lideri Yahuda da buralıdır. Peki, İsa'nın bu
siyasi başkaldırı gruplarıyla, isyan için bir araya gelen kalabalıklarla ilgisi
nereden gelmektedir? O, ileride onların lideri mi olacaktı? İpuçları bir kez
daha Jo sephus'tan geliyor.
JOSEPHUS'UN TARİF ETTİĞİ MUHALEFET,
onun için rahatsızlık verici bir
gruptu ve aslında 'eylem' diye küçümsediği hareket, giderek daha geniş bir ölçek
kazanmaya başlamıştı. Josephus, aynı zamanda bu muhalefetin Kudüs'te yapılan
kıyımdan sonra bile ortadan kalkmadığını belirtir. Zamanla da daha kötüye
gittiğini söyler. Tapınak isyanını büyük bir orduyla bastırmaya çalışan Archelaus
öyle acımasızca hükmediyordu ki; Sezar on yıl sonra onu Fransa'daki Viyana'ya sürdü.
Archelaus'un toprakları da, Yahudiye
eyaleti o larak direkt Roma tarafından yönetilmeye başlandı. Philip ve Herod
Antipas kendi tetrarşilerini yönetmeye devam ederlerken; Coponius, Archelaus'un
topraklarını yönetmek için atanarak, Roma'dan bir kıyı şehri olan başkent Sezarya'ya
gönderildi. Seyahati sırasında yanında Suriye Valisi Ouirinius da vardı. Roma, bölgeler
hakkında net bir bilgi sahibi olmak istiyordu. Ouirinius, tüm ülke genelinde yapılacak
bir nüfus sayımını üstlendi. Bu nüfus sayımı hiç de hoş karşılanacak bir durum değildi.
Tarih M.S. 6 idi. Sorun çıkması
kaçınılmazdı.
Celileli Yahuda bir ayaklanma başlattı.
Romaya vergi veren herkesi korkaklıkla suçladı. O, Yahudilerin, imp arato ru
bir efendi olarak kabul etmeye karşı çıkmalarını istiyordu ve tek bir efendi olduğunu,
onun da tanrı olduğunu söylüyordu. Bu vergi sorunu, kimin Yahuda'ya karşı kimin
de yanında olduğunu da bir bakıma ortaya çıkaracaktı. Aynı zamanda Josephus, düşünmeden
ilk hareket edenlerin sicariiler olduğunu kaydediyordu. Onlar Josephus'a göre
bütün şiddetin ardındaki ayrılıkçılardı. Josephus, Celileli Yahuda'nın bu grubu
kurduğunu veya onlara liderlik ettiğini ima ediyordu ve kayıtlarından
anlaşılıyor ki; onlardan açıkça nefret ediyordu. Onları, politikalarını 'b arb arlık
ve açgözlülüklerini' gizlemek için kullanmakla suçluyordu.
İnanılmaz bir şekilde. Yeni Ahit'te
Yahuda hakkındaki bir söylem bu profili doğrulamaktadır: "Ayağa kalktı Celileli
Yahuda vergi günlerinde ve çekti peşinden herkesi; mahvoldu da..." (Elçilerin
İşleri 5:37). Josephus
ayrıca Yahudayı ve başka bir savaşçı olan
Ferisi Zadok'u, Yahudiliğe; Sadukiler, Ferisiler ve Essenilerden sonra dördüncü
bir grup daha eklenmesinden sorumlu tutar. Zelotlar, sadece Jo sephus'un tarih kayıtlarında
ortaya çıkar; başka hiçbir Romalı yazar onlardan bahsetmez ve Jo sephus bile
onlardan isteksizce bahseder. Onları Lestai (kanunsuzlar)diye anmak yerine,
Sicarii (hançer adamlar) olarak anmayı tercih eder.
Bu da Yeni Ahit'teki Elçilerin İşleri
Kitabında belirtilir. Paul, Yunanistan'da ve Roma şehirleri Tarsus, Antakya,
Corinth ve Efes'te yıllarca vaaz verdikten sonra geri dönmüş; Kudüs'te James
ile görüşürken yaptığı bir konuşmada 'yasanın destekçisi' olan binlerce
Yahudiden söz etmiştir (Elçilerin İşleri 2 1,20). Yine aynı kitapta (Elçilerin
İşleri 21-38), başka bir dikkat çekici ifade kullanılır. Kitapta anlatıldığı
üzere Paul, Romalılar tarafından 'dört bin katil'e liderlik etmekle suçlanır ve
sonra da tutuklanır. Ancak orijinal Grekçe metne baktığımızda, 'katiller'
terimi hiç de metnin söylediği şey değildir.
Aslında Paul dört bin sicarion'a
-sicarii- liderlik etmekle suçlanmaktadır.
'Zelotlar' ve 'katiller' tanımlamalarına
karşın ve hatta belki bunlar yüzünden geriye, sormamız gereken bir soru daha kalıyor:
Romalılara hizmet etmektense ölmeyi tercih eden bu Yahudiler kimlerdi? Tekrar
Josephus, bizi bunların düşünmeden hareket eden b ireylerden oluşan küçük eylemci
bir grup olduğuna inandırmaya çalışır. Başkaldırılarıyla ilgili tuttuğu
kayıtlara göreyse; onlar öfke, kuvvet ve azımsanamaz bir insan gücüyle
savaşmıştır. Doğal olarak tersini söylemesi, bizlere bu çelişki yüzünden onun doğru
söylemediğini gö sterir. Bunlar, belli ki onun kabullenmek istediğinden çok daha
ciddi oluşumlardır. Bunlar, bizim hikayemizin anlaşılabilirliği açısından
oldukça önemlidir.
O hâlde Josephus'un, Zelotlardan bu
kadar çok nefret etme sinin temelinde ne yatıyor o lab ilirdi? Onun kariyerine
bir bakış, bunu kolayca anlayabilmemizi sağlar: Josephus gerçekten kariyerine
bir Zelot o larak başladı. Hatta o, bir Zelot militanıydı. Çok ilginçtir ki;
Roma'ya karşı
savaşın başlangıcında bütün Celile'den
sorumluydu -Zelot-ların anavatanı-. Fakat kendisine verilen destek azalmaya başlayınca,
Roma tarafına iltica etti. İmparator Vespasian'ın ve ordu kumandanı olan oğlu Titus'un
yakın bir dostu oldu. Sonunda Josephus, sarayda maaş karşılığı İmparator adına
çalışan bir Roma vatandaşı olmuştu. Öte yandan kendi insanlarına karşı olan bu hainliği,
ona pahalıya mal olabilirdi. Yaşamı boyunca ardını kollayarak dolaşacaktı;
çünkü Roma'da yaşayan Yahudiler bile ondan nefret ediyordu.
İlk k itab ı Yahudi Savaşı (The
Jewish War)'nda - Romalı ve Romalılaşmış okuyucular için M.S. 75-79 yıllarında
yazdığı kitap - Josephus, Zelotları Tapınağın yıkımıyla suçlar.
Jo sephus'un yağmalamalardan ve Tapınak
yangınından kurtulan bütün Yahudi kayıtlarına ve Roma kayıtlarına ulaşma
olanağı olmasına karşın, söylediklerinin tamamına inanamayacağımızı belirtmeliyim.
Elinde muazzam malzeme kaynağı olsa da, düşmana katılmış ve düşman için
yazmıştı -Yahudi
olmayan Romalılar-. Josephus'un
Yahudi Savaşı’nı yazması, 1939 istilasını haklı çıkarmaya çalışan bir Nazi'nin,
Polonya'nın tarihini yazışından tamamen farksızdı. Bir kişiye göre terörist
olanın, diğer bir kişiye göre kahraman olması fikrini göz önünde bulundurarak
Josephus'un çalışmalarını incelemek ve bu şekilde değerlendirmek, gerçeğe
yaklaşmak adına yerinde bir hareket olacaktır.
ŞİMDİ DİKKATİMİZİ, 1947 yılında
yaşanan o sıra dışı olaya yönlendirelim. Muhammed Ed Dib adında bir bedevi çoban,
Ölü Deniz'in kuzey ucunda dolaşıyor ve kayıp keçilerini arıyordu. Keçilerinin
içine kaçmış olabileceğini düşündüğü bir mağara gördü ve onları k o rkutup, dışarı
kaçırmak için içeriye bir taş attı. Kaçışan keçilerin melemeleri yerine; kırılan
çömlek sesleri duydu. Merakla, içeride ne olduğunu görmek için, mağaranın küçük
oyuğundan emekleyerek geçti ve mağaradan içeri girdi. Bazı büyük kil çömlekler –bir
tanesi şimdi kırık- buldu ve buldukları 'Ölü Deniz Parşömenleri'
o larak ünlenen belgelerin ilk
koleksiyonuydu.
Onları, ilgilenebilecek kişilere pazarlayacak
olan, Beytülahim'deki bir antika satıcısına götürdü. Bulunan rulo ların kesin sayısı
üzerinde bir gizem vardı. Yedi tanesi ortaya konmuş ve sonunda da akademik enstitülere
satılmıştı. Fakat birkaç tane daha bulunmuş olması gerektiği ve bunların elde tutulduğu
ya da diğer satıcı veya özel koleksiyoncuların eline geçtiği düşünülmüştü. Ve
en az bir tanesi, Şam'daki Birleşik Devletler Merkezi istihbarat Ajansı'nın (CIA)
eline geçti.
O zaman, CIA'in Şam bölge şefi bir
Ortado ğu uzmanı olan Miles Copeland'dı. Bir gün 'Mısırlı kurnaz bir tüccar'ın gelip
binasının kapısı önünde durduğunu ve kendisine, bugün 'Ölü Deniz Parşömenleri' diye
bildiğimiz rulolar gibi, rulolanmış tarihi bir metin teklif ettiğini, bana
kendisi anlattı. O, Aramice ve İbranice okuyamıyordu; fakat Beyrut'taki CIA'in Ortadoğu
şefi Kermit Roosevelt'in eski diller üzerine bir uzman olduğunu ve onun okuyabileceğini
de çok iyi biliyordu. Ruloları,
Şam'daki binanın çatısına çıkardı ve fotoğraflamak
için açtığı rulo dan sayfalar rüzgardan uçarak, aşağıdaki sokaklara saçıldı. Otuz
fotoğraf çektiğini söyledi ve fotoğrafları Beyrut'taki CIA büro suna gönderdi."
Fotoğraflar esrarengiz bir biçimde kayboldular. CIA'in, Birleşik Devletler
Bilgi Hareketi Özgürlüğü'nün (FIA) tedarikleriyle yaptığı aramalar da bir sonuç
vermedi. Copeland bu metnin Danyal hakkında olduğunu duyduğunu anımsıyor; ancak
bunun standart bir Eski Ahit veya pesher metni olduğunun kanıtlanıp
kanıtlanmadığını bilmiyordu. Ayrıca aynı mağarada, eksik olan diğer ruloların da
daha sonra bulunduğu yorumları yapılıyordu. Dışarılarda bir yerlerde, gizli antikaların
yeraltı dünyasında, bu kıymetli metinlerin saklı durduğu şüphe götürmez bir gerçek
gibi görünüyordu.
ÜZERİNDE ÇALIŞTIĞIMIZ ÖLÜ DENİZ
PARŞÖMENLERİ bize, burada araştırdığımız bu büyük ve geniş alana dağılmış grubu
anlamada yardımcı oluyordu. Yabancı egemenliğinden nefret eden, yüksek rahibin
-ve kralın saflığıyla
ilgilenen ve kendilerini tamamıyla Yahudi
yasalarına adayan grubun aslında kendilerine verdikleri birçok unvandan biri de
Oseh ha Torah yani Yasa'nın Uygulayıcılarıydı.
Ölü Deniz Parşömenleri görünüşe göre,
Zelotlardan orijinal belgeler sunmaktaydılar. Çünkü bunlar, onların içinden
çıktığı toplum tarafından yazılmıştı, ilginç olan diğer bir olay ise şudur ki;
arkeolojik kanıtlara göre, birçok belgenin bulunduğu, ilk bakışta bir Zelot
merkezi gibi görünen Kumran bölgesi, sadece birkaç kilometre ötedeki Jericho'daki
saray Büyük Herod döneminde terk edilmişti. Aynı saray Herod'un ölümünden sonra
'Zelotlar' tarafından yakıldı. Ardından Kumran işgali başladı.
Ölü Deniz Parşömenleri, direkt olarak
onları kullananlar tarafından yazılmıştı ve dini belgelerde pek alışkın
olmadığımız bir şekilde sonradan editörler ve düzenlemeciler tarafından hiç dokunulmadan
kalmayı başarabilmişti. Bu yüzden onların bize anlattıklarına inanabiliriz.
Bize anlattıkları ise gerçekten çok ilginçtir. Her
şeyden önce yabancı egemenliğine
karşı duyulan derin nefretin göstergesidir. Bu nefret, Kittim diye adlandırdıkları
düşmanın, Yahudiliğe uyguladığı katliamın, sömürünün ve aşağılamaların
intikamını alma arzusundan besleniyordu. (Kittim terimi genel olabilir, fakat
M.S. 1. yüzyılda Romalılar için kullanılırdı). Parşömenler savaşı anlatıyor:
Kittim kampının karşısında
konumlandıkları bütün bu yasaya göre, bugün de hareket etmeliler. Ardından, rahip
onlar için savaş borularını üfleyecek...ve savaş kapıları açılacak... Rahip üfleyecek...
saldırı için. Kittim hattı tarafında, fırlatma mesafesinde olduklarında, her kişi
savaşmak için silahını çekecek. Altı rahip kıyım borusunu keskin bir sesle,
kesik kesik üfleyerek savaşı yönetecek. Koçboynuzuna üflenecek ve kulakları
sağır edici gürültü, bütün kalab alıkları savaşa çağıracak. Ve ses bittiğinde, ellerini
Kittim'in yaralılarına son ölüm darbesini vurmak için kaldıracaklar.
Böyle istemişti, Romalılara kin kusan
Zelotlar:
Kittime hizmet etmektense, yakında
öleceklerdi. Tek bir gün için yaşadılar. Mesih'in, Yahudi halkının içinden
çıkıp, Romalılara, kendi kukla krallarına ve yüksek rah ib e karşı muzaffer olacakları
ve hep sini dünya yüzünden silecekleri savaşta onlara liderlik edeceği gün için
beklediler. Böylece ardından da yeniden İsrail’de Davut'un kraliyet neslinden
olan saf ve dindar yüksek rahip ve krallar dönemi başlayacaktı. Aslında iki
Mesih b ekliyorlardı: Biri Yüksek rahip, diğeri ise kral. Halkın Yasası,
geleceğin ‘Harun'dan ve İsrail’den olan Me sihlerinden’ bahseder. Harun'un
Mesih'i yüksek rahibi kasteder; İsrail'in Mesih'i ise Davut'un soyundan olan
kral anlamına gelir. Diğer rulo larda da aynı figürler belirtilir. Bizim bakış
açımıza göre, Şam belgesi gibi bazı rulolar, bu ikisini bir araya getirerek tek
bir Mesih'ten, yani 'Harun'un ve İsrail'in Mesih'inden bahseder. ' Bu durumda, İsrail'in
hem yüksek rahibi hem de kralı olan tek bir figür ortaya çıkar.
Bütün bu metinler, kralların
zürriyeti, yüksek
rahibin 'saf oluşu’ gibi
gerekliliklerden bahseder. Tapınak rulosu şöyle der: "Kardeşleriniz
arasından üzerinize bir kral çıkaracaksınız, kardeşiniz olmayanlar arasından bir
yabancı değil.” Hem kral hem de rahip kutsal yağla yağlanmıştı ve Meshiha yani
Mesih'ti. Aslında M.Ö. 2. yüzyılda 'Mesih' terimi; Davut'un soyundan gelip, İsrail’in
yönetimini ele alması için beklenen bir kralı tarif etmekte kullanılırdı. Bu
beklenti sadece Zelotlara özgü değildi. Eski Ahit yorumcuları da bu fikre katılıyorlardı
ve bu beklenti, ikinci Tapınak dönemindeki Yahudi inancında da mevcuttu. Bu bir
kişinin düşüneceğinden daha yaygın bir inanıştı: 'Eski Ahit öyle düzenlenmiştir
ki; çok farklı açılardan bile Mesihsel bir belge olarak tanımlanabilir' görüşü hakimdir.
Konu şudur ki; muhakkak Yahudiye'deki
Yahudi nüfusu Davut'un soyundan gelecek bir Mesih beklentisi içindeydi. Herod'un
zulmünden kaynaklanan sıkıntı ve korkular, ardından da Roma yönetimi yüzünden, Mesih'in
çıkış zamanının gelmiş olması gerektiği
düşünülüyordu. Mesih'in çıkış zamanı
gelmişti ve bu yüzden Celileli Yahuda ve Ferisi Zadok'un asi Zelot hareketinin aslında
Mesihsel bir hareket olduğunu keşfettiğimiz zaman şaşırmamamız gerekir. Peki,
Mesih olarak akıllarında kim vardı?
ÖLÜ DENİZ PARŞÖMENLERİ, İsa'nın
rolünü ve onun doğumunun, evliliğinin ve Zelotların zafer tutkuları üzerindeki aktif
ro lünün ardında şekillenen siyasi entrikaları anlayabilmemizi sağlayacak genel
bir durum değerlendirmesi resmeder. İncillere göre. İsa babasından dolayı Davut'un
soyundan; annesinden dolayı da yüksek rahip Harun'un soyundan geliyordu (Matta
1:1, 16; Luka 1:5, 36; 2:4). Onun her iki neslin de varisi olduğunu fark ettiğimizde,
aniden kendisinin Zelot davası için önemini anladık. O beklenenden iki kat daha
fazla Mesih'ti; her iki asil ve bilge neslin mirasçısı olarak, 'Harun'un ve İsrail'in
Mesih'i' yani Ölü Deniz Parşömenlerinde açıkça tarif edilen figürdü. Burada,
Pilate'nin haçın ayağına, alaycı bir şekilde, 'BU YAHUDİLERİN KRALI
İSADIR' yazdırdığını vurgulayab
iliriz (Matta 27, 37).
Bir yüksek rahip ve kral o larak -İsrail’in
çocuklarının Mesih'i (İbranice‘de Bani Masiak o larak anılır) olarak İsa'nın,
Zelotları zafere götürmesi bekleniyordu. Onun her adımda Romalılara karşı
çıkması ve Zelotlar için çok önemli olan ruhsal saflık kavramına sıkı sarılması
bekleniyordu. Zelot lideri olarak oynaması gereken dinsel ve politik bir rolü
vardı ve bu olduğunda tanınmak için yapacağı bir iş vardı: Eski Ahit'te
peygamber Zekeriya, kralın Kudüs'e bir eşek sırtında gireceğini söylemişti (Zekeriya
9:9-10). İsa, halk tarafından kabul görebilmek için bunu ve diğer kehanetleri
de yerine getirmenin gerekliliğini hissetti; Zekeriya'nın kehaneti Yeni Ahit'te
de yer alır (Matta 2 1:5). Bu nedenle İsa, Kudüs'e bir eşek üzerinde girdi. Bu
nokta onun gelişinde, karşılayan kalabalık tarafından gözden kaçırılmadı: O
yolda rahat gitsin diye yol kenarındaki ağaç dallarına yerleşmiş olanlar alkışlayarak
ve el sallayarak, "Davut'un oğluna
Hosanna (hamdolsun)!" diye bağırdılar.
İsa yolunu bilerek seçmişti. Ve Kudüs'teki
kalabalıklar tarafından Davut'un soyundan gelen kral olarak tanındı. Ölüm bir
oyundu. Ya da öyle görünüyordu.
Eski Ahit kehanetiyle ilgili bu bilinçli
hareket Hugh Schonfield'in ilk kez 1965'te yayınlanan The Passover Plot (Fısıh
Entrikası) adlı kitabında masaya yatırılıyordu; kitap birçok baskı yaparak on
sekiz dilde 60 milyonun üzerinde sattı. En çok-satan niteliğine karşılık bugün neredeyse
tamamen unutuldu. Artık yeni çıkan kitaplar, Schonfield'in çalışmasını
anmıyorlar bile.
Schonfield'in dikkat çektiği konular kuşkusuz
kabul gören fikirleri reddedici ancak çok önemli niteliktedir. Ortodoks
hikayesinin savunucuları, bu alternatif fikirleri, paradigmalarını sarsmasın;
İnciller, İsa figürü ve tarih gibi konulardaki düşüncelerimiz değişmesin diye,
azimle geçersiz kılmaya çalıştılar. Gerçekte, Schonfield'inki gibi dersler
nesilden nesile tekrar edilmelidir; ta ki tarihimize çok farklı bir açıdan
bakmamıza
neden olan paradigmanın, toplanarak
artan sağlam belge ve kaynakla desteklenerek ortadan kaldırılmasına dek...
İsa'nın yaşamındaki birçok faktör -Zelot
ayaklanması, Davut'un ve Harun'un soyundan olan ana-babadan doğması, eylemlerindeki
Zelot üyeleri, Kudüs'e bir kral o larak bilinçli bir şekilde girişi- kesinlikle
İsa'nın Yahudi milletinin Kralı olarak tarihteki yerini doğrulamalıdır.
Fakat öyle olmamıştır. Peki, yanlış olan
nedir?
Romalıların sayıca Yahudilerden fazla
olduğu kesindi ve Romalıların gücü, disiplinli ve iyi eğitimli askerlerden oluşan
ordular üzerinde merkezlenmişti. Bütün bu kuvvetler, birlikleri ve cephaneleri
istenilen yerlere zamanında ulaştırabilmeye imkan sağlayan limanlar ve gemilere
sahip, organize bir komuta sistemi tarafından idare ediliyordu
M.Ö. 6'da Zelot isyancılarının aşikar
belirişinden dolayı bazı idareciler, Roma valileri ve Yahudi
yüksek rahipleri gibi- Yahudiye'nin devamlılığını
sağlamak için yollar aradılar. Her iki tarafın da barışa ve buradan yükselecek olan
zenginliğe -kargaşanın olduğu yerde asla tohum ekilmez, ekin yetiştirilmez ve
ekilmeyen toprak çiftçiler için yiyecek ve para, dolayısıyla da yöneticiler
için vergi üretmez- ihtiyacı vardı ve Roma her yıl hazinesine 40 talent ödeyen Yahudiye'ye
güvenip, destek verdi. (Kırk talentin ortalama değeri, 1700 kg. gümüşe denk
gelir.)
Akıllıca yürütülen politikalarla bu
sabit olmayan denge, 1. yüzyılın ortalarına kadar sürdü ve aniden çöktü.
Kudüs'teki Tapınakta bir grup Roma karşıtı
haham, Yahudi olmayanların, bağışlarını kabul etmemeye karar verdi. Sezar ve
Roma için tapınağa adaklar verilmesi alışılagelmiş günlük bir olaydı ve bunu
kabul etmemek, imparatora küstahça meydan okumaktı. Artık geri dönüş yoktu.
Zelotlar ve Roma karşıtı hahamlar, insanlarını cehennem kapısının eşiğine doğru
sürdüler. Josephus'un aktardığı gibi, bu hareket
yüzünden Roma'ya karşı savaş
kaçınılmaz olmuştu. Amaçlarını şaşırmış Zelotlar, milletlerinin ko ntro lünü ele
alabilecekken, çok büyük kayıp verecekleri bir işe kalkıştılar ve yaklaşık iki
bin yıllığına bu şanslarını kayb ettiler.
Savaş, ilk olarak kıyı kenti
Sezarya'da M.S. 66 yılında patlak verdi. Savaşı körükleyen nefret ortamında,
olayları yatıştırma girişimleri boşunaydı. Zelotlar bugünü beklemişti ve artık istediklerini
elde edebileceklerdi. Onlar için yarın olmuştu sonunda. Binlerce insan ö
ldürüldü: Zelotlar, Ölü Deniz'deki Masada Kalesi'ni aldı; diğerleri Kudüs'ü ve tapınağı
ele geçirdiler. Kral Agrippa'nın ve yükksek rahibin sarayını yaktılar. Ayrıca resmi
kayıtlar ofisini de yakmışlardı.
Aralarından liderler çıkardılar:
Kudüs'te yüksek rahibin oğlu yetkiliydi. Sonra Celileli Yahuda'nın oğlu, Masada'da
ortaya çıktı ve silah deposunu yağmaladı. Sonra sarayı almak için, soylu kıyafetleri
içinde Kudüs'e bir kral olarak döndü. Resmi görevli yüksek rahip ö ldürüldü.
İlk önce, böyle nefret dolu ve planlanmış
bir saldırıya hazırlıksız yakalanan ve şaşkına uğrayan Romalılar kolayca mağlup
edilmişti. Suriye Valisi Cestius Gallus, askerleriyle Yahudiye'ye yöneldi.
Birçok toplumu ve şehri yok ettikten sonra, ordusuyla Kudüs'ü sardı. Fakat ağır
kayıplar vermişti. Kayıp ların arasında Altıncı Lejyon'un kumandanı ve bir Romalı
hakim bile vardı ve Cestius, ancak geri çekilirse kurtu lab ilir gibi görünüyordu.
Bu bozgunda Zelotlar, ciddi ölçüde silah ve para elde etmişti. Bu güç
gösterisine rağmen, birçok Yahudi durumun sadece daha kötüye gideceğini
öngörerek, Yahudiye'ye kaçtı.
Yahudiler haklıydı: Romalılar geri çekilmişlerdi;
fakat sadece toplanıp geri dönmek için...
Romalılar intikam ve vahşet duygusuyla
dolu o larak geri döneceklerdi... Bu arada, Romalıların yokluğundan istifade
eden Zelotlar tekrar gruplaşmıştı. Çeşitli bölgeler için kumandanlar seçtiler, birlikler
çıkardılar ve onları Roma teknikleriyle eğitmeye başladılar, ilk çarpışma, Jo
sephus'un Zelot kuvvetlerine kumandanlık
yaptığı yer olan Celile'de gerçekleşecekti.
Roma imparatoru Nero, Yahudiye'deki
isyan p atlamalarından ötürü çok öfkelenmişti ve saygın bir ordu kıdemlisi olan
Vespian'a, yeniden ele geçirilecek olan ülkenin kontrolünü alması için emir
verdi. Vespian, oğlu Titus'u On Beşinci Lejyonu alması için İskenderiye'ye
gönderdi. Kendisi de Beşinci, Onuncu Lejyonlar ve yirmi üç yardımcı birlikle -yaklaşık
on sekiz bin süvari ve piyade- Suriye'den aşağı doğru yola çıktı.
Vespian ve Titus, Suriye'de Ptolemais
(bugünkü Akka) limanında buluştular. Güçlerini birleştirdiler ve Celile'ye doğru
harekete geçtiler. Josephus, Hayfa ve Celile Denizi arasında bulunan
Jotapa'daki (bugünkü Yodefat) üssünde yakalandı. Kırk yedi günlük kuşatmanın
ardından Celile düştü. Josephus kaçtı ve sonra tekrar yakalandığında, yüksek
rütbeli bir Roma memuruna, yani Nicanor isimli bir hakime teslim oldu. Josephus
onu eski bir dost o larak tanımlıyor ve onun için 'rahiplerin neslinden bir
rahip diyordu. Diğer bir değişle Josephus,
kesinlikle düşünmeden hareket eden
bir Celileli değildi. O, Kudüs aristokrasisinin Roma yönetimi ile güçlü bağları
olan bir üyesiydi. Yakalanmasının hemen ardından Josephus, kumandan Vespasian tarafından
hapsedildi. Fakat Josephus, Romalılarla üst düzey ilişkilerini açığa vuran bir
hareketle özel bir görüşme talep etti. Vespasian, Titus ve iki arkadaşı onunla görüştü.
Bu iki kişiden biri muhtemelen Titus'un askeri personel şefi Tiberius İskender'di
-o bir Yahudi ve ünlü filozof İskenderiyeli Philo'nun yeğeniydi-." Tiberius
İskender'in bu görüşme için -ileride göreceğimiz- özel nedenleri vardı.
Ardından gelen olay, iyi oynanmış bir tiyatro oyunuydu. Josephus ve Tiberius İskender,
bu oyunda kendilerine düşen rolleri oynadılar.
"SİZ SANIYORSUNUZ Kİ
EFENDİM" diyerek Josephus, Vespasian'ı işaret ettiğinde bu anın, hayatı
için son derece önemli olduğunun ve takip eden birkaç dakikanın geleceğini
belirleyeceğinin farkında olarak, "Beni yakalayarak, sadece bir mahkûmun
güvenliğini sağladınız fakat ben sizi bekleyen ululuğun
habercisi olarak geldim" dedi. Sözcüklerine
çok dikkat ediyordu; çünkü tanrı tarafından gönderildiğine inanmalarını istiyordu:
Siz Vespasian, Sezar ve imp
aratorsunuz... Siz sadece benim değil; karanın, denizin ve bütün insan ırkının da
efendisisiniz ve Tanrının adını gereksiz yere anıyorsam daha ağır bir cezaya çarptırılayım.
Tabii ki Nero hâlâ Roma'yı
yönetirken, Jo sephus'un önerisi bir ihanet teklifi sayılırdı. Fakat Josephus'a
göre -ve hatırlamalıyız ki; o bunları Roma'da Vespasian'ın sarayında, bu
olaylardan çok sonra yazıyordu- Vespasian, bu tehlikeli konuları zaten düşünüyordu.
Jo sephus'un söyledikleri
Vespasian'ın dikkatini çekti ve aynca onu sinirlendirdi de. Çünkü ona,
imparatora resmen ihanet etmesini gerektiğini söylüyordu ve bu yüzden onun idam
emrini hemen vermesi gerekirdi. Fakat bunu yapmadı. Kitabında, Jo sephus bir
sebep sunuyor: "Tanrı, zaten onun imp aratorluk amaçlarını uyandırıyor ve bazı
belirtilerle ona bir asa müjdeliyordu."
Kraliyet statüsü anlamındaki 'asa'
ile ilgili bu konuşma, daha önce de belirttiğimiz gibi, savaşı hızlandıran g
arip 'yıldız' kehanetine -beklenen Mesihsel lider- ilişkin bir bağlantıyı açığa
çıkarıyordu. 'Yıldız' ve 'asa' Eski Ahit'te belirtildiği gibi, kahin Balaam'm
kehanetinde geçiyordu.
Balaam kehanetini şöyle ilan eder:
Onu görüyorum... Onu seyrediyorum; fakat yakından değil. Yakup'un bir yıldızı
liderliği alıyor. İsrail'den bir asa yükseliyor. (Sayılar 24:17)
Bu 'Yakup'un yıldızı', Davut'un
soyundan beklenen Mesihsel liderdir. Josephus, bu kehanetin, yaşanan şiddet
olaylarının zamanlamasını etkilediğini açıkça belirtiyor:
Onları savaşa gitmek için en çok isteklendiren
şey; aynı anda iki anlama gelebilen, dinsel metinlerinde geçen, kendi ülkelerinden
bir adamın bir dünya kralı olacağı kehanetidir.
Bu, Josephus'un Vespasian'a söylediği
kehanetti. Hiç şüphesiz Kudüs'teki Zelotların bunu, 'kendi
ırklarının zaferi anlamında'
algıladıklarını ekledi -fakat Romalı kumandan ile yaptığı görüşmeye aktarırken,
bunu açığa vurmadı. Onlar bu dini kehanetten dolayı, Romalılara karşı olan savaşlarını
kazanacaklarından emindiler. Fakat Josephus, daha sonra kitabında onların,
'aslında çok büyük bir yorumlama hatası yaptığını' ve 'Yahudiye'de olduğu ve
imparator olduğu için, aslında kehanetin Vespasian'ın tahta çıkışına işaret
ettiğini' kaleme alacaktı."
Romalı tarihçilerin de bu öngörüden hab
erleri vardı. Suetonius şöyle yazar: "Eski bir batıl inanış doğuda gerçek oluyordu;
dünyanın hakimleri Yahudiye'den çıkacaktı. Bu öngörü, sonradan doğrulanacağı gibi,
bu haberi kendilerine yoran itaatsiz Yahudilerden değil, bir Roma
imparatorundan bahsediyordu."
Tacitus da bunu belirtiyor ve şu
şekilde açıklıyordu:
Çoğunluk, hahamların eski yazılarının;
Doğu'nun zafer kazanacağı ve
Yahudiye'den dünyayı yönetmekle mukadder kılınmış
adamların çıkacağı zamandan
bahsederken, şimdiki zamana işaret edildiğine ikna olmuştur. Bu gizemli kehanet
gerçekten de Vespasian ve Titus'tan bahsetmektedir, fakat birçok insan bu
kaderin onlar için belirlenmiş olmasına rağmen, yaşadıkları felaketler bile, gözlerini
açıp gerçeği görmelerine yetmiyor.
SONRA NERO ÖLDÜRÜLDÜ. Ondan sonra iki
imparator geldi ve fazla kalamadan gittiler.
Sonunda M.S. 69'da Vespasian, ordusu tarafından
imparator ilan edildi. Gücünün merkezi olan yere yoğunlaşmak için, Kudüs
kuşatmasını durdurdu, hepsinden çok Mısır'a egemen olmak istiyordu. Destekçisi ve
arkadaşı olan Yahudi general Tiberius İskender, Mısır valisiydi ve orada
bulunan iki lejyonun sorumlusuydu. Vespasian, Tiberius İskender'e imparatorluk tahtı
için duyduğu ihtirası açıklayan bir mektup yazdı. Tiberius İskender mektubu
herkese yüksek sesle okudu, sonra birlikleri ve sivilleri Vespasian için ant içmeye
çağırdı. Kehanetler, Vespasian’ın hükümdarlığını önceden haber veriyordu ve
'Nero hâlâ hayattayken kendisinin
imparator olacağını söylemeye cesaret eden Josephus'un sözlerini hatırladı.' Josephus'un
tutsaklığına hemen son verildi. Vespasian, oğlu Titus'u ordunun başına geçirdi ve
Titus, Tiberius İskender'i başyardımcılığına atadı.
Jo sephus'un tutsaklığına hemen son
verildi. Vespasian, oğlu Titus'u ordunun başına geçirdi ve Titus, Tiberius İskender'i
başyardımcılığına atadı.
Bir Yahudi olarak Tiberius İskender
'yıldız' kehanetinin ne olduğunu iyi biliyordu. Bu yüzden, bunu Vespasian için
geçerliymiş gibi göstermeyi planlamış olması akla yatkındır. Romalı tarihçi Dio
Cassius'un bildirdiğine göre; Vespasian, İskenderiye’deyken bir kör ve bir de
eli sakat bir adamı iyileştirdiği söyleniyordu; ikisine de rüyasında Vespasian'a
yaklaşmaları söylenmişti. Uzun süre önce büyük uzman Robert Eishler, sadece
Yahudi kehanetleri bilgisine ve Vespasian’ın zaferini görme tutkusuna sahip
olan Tiberius İskender'in ko şulları ayarlayıp, İşaya'nın kehanetini
gerçekleştirmiş olabileceği fikrini önerdi.
Kehanet, tanrının dünyayı iyile ştirdiği günden, 'körlerin gözlerinin
açılacağı, sağ ırların kulaklarındaki mührün kaldırılacağı sonra top alların bir
geyik gibi sıçrayacağı' günden bahsediyordu (İşaya 35:5-6). Sadece, Tiberius İskender’in
Vespasian'a bir kör ve bir sakat göndermeyi tezgahlayabileceğinden bahsetmişti Eisler.
Ve böylece 'Mesihsel mucize' canlandırılacaktı.
Tiberius İskender, İşaya'nın kehanetlerinin
diğer bölümleri hakkında da bilgi sahibi olmalıydı. Örneğin; Kudüs'teki
tapınağın yıkılışı. İşaya, Tanrının, "Size üzüm bağımı ne yapacağımı
söyleyeceğim... Üzerine basılması için duvarını yıkacağım" dediğini
yazıyordu. Ve iki bölüm sonra şöyle açıklar: "Evet, üzüm bağı... Davut'un
evidir." (İşaya 5:5, 7). Tiberius İskender için, Vespasian bir Mesih'ti.
Josephus, "Aslında kehanet, Vespasian’ın göreve gelişine işaret ediyor"
diye yazarak da bunu gösteriyordu. Bu iki Romalılaşmış Yahudiye göre; Vespasian,
eski dini metinlerde, geleceği önceden bildirilen
Mesih'ti. Her ikisi için de Davut'un
soyu, yakında yok olacak Tapınak gibi yok olmuştu. Bununla birlikte Vespasian,
kehanetin doğru olduğunu hissetmiş bile olsa, başta kesinlikle 'Yakup' soyundan
olmadığı için tanımlamalara uymuyordu. Damarlarında 'Davut' nesline ait bir kan
dolaşmıyordu. Bu yüzden savaşı kazanıp Kudüs'ü yıktıktan sonra, Davut neslinin bütün
üyelerini toplayıp idam ettirdi. Vespasian, kehanete riayet ediyordu ve işini
şansa bırakmak istemiyordu. Yahudiler arasında, kraliyet neslinin hiçbir
üyesinin hayatta kalmadığından da emin olmak istiyordu. Fakat tarihin sonradan açığa
çıkaracağı gibi, eski soylu neslin bazı üyeleri, onun pençelerinden
kurtulacaktı.
YILDIZLA İLGİLİ BÜTÜN BU
ANLATILANLARDAN sonra, Beytüllahim'in Yıldız ından bahsetmememiz mümkün değil.
Aslında Beytüllahim'in Yıldızı, 'Beytüllahim'in Mesihi' diye de adlandırılabilir.
Bu, Mecusilerin, Davut neslinin bir kalesi olan Beytüllahim'e gelişini
açıklamak için, uzaydaki süpernova veya yıldızsal birleşmelere bakmamız
gerektiği
anlamına elbette gelmez. Bu bir
astronomi meselesinden öte, bir hanedanlık meselesi gibi görünmektedir. Mecusiler,
krallarını bulmak için nereye gitmeleri gerektiğini artık bileceklerdir.
Fakat Matta'nın söylediği gibi; Yusuf
ve Meryem'in, bebek İsa'yı Herod'dan kurtarmak için Mısır'a götürmeleri hikayesi
üzerinde hep bir gizem kalmıştır. Luka, İsa'nın Beytüllahim'de doğduğunu ve nüfus
sayımı için Davut neslinin bir üyesi olarak, oradan götürüldüğünden bahseder. Bildiğimiz
tek nüfus sayımı M.S. 6 yılında; Roma, Yahudiye yönetimini aldıktan sonra,
Ouirinius tarafından yapılan sayımdır. Fakat bunun İsa'nın doğumu için çok geç bir
tarih olduğu düşünülür. Çünkü İnciller onun haça gerildiği sırada otuzlu yaşlarda
olduğunu söylemektedir.
Bu hesaplamalar, İncillerde verilen
bilgilere p aralellik göstermez. Hugh Schonfield çok kışkırtıcı bir alternatif önermiştir:
Vatikan'ın, çarmıha gerilme olayı
için verdiği tarih, Kudüs İncilinin sonunda yer alan tarih
çizelgesindeki gibi M.S. 30 yılının
Fısıh arefesi, yani 8 Nisan günüdür. Sebebi şudur: Yuhanna'nın İncili, İsa'nın M.S.
28 yılında, vaftiz edilişini takip eden ilk Fısıh'tan bahsederek, daha kesin
tarihler içerir (Yuhanna 2:13,20). Yuhanna iki tane daha Fısıhtan bahseder. Üçüncüsü
ise; çarmıha gerilişi görür, bu nedenle M.S. 30 yılından önce olmuş olması gerekir.
Peki bu ne kadar doğrudur?
Yeni Ahit'ten başka bilgi alabileceğimiz
sadece iki sağlam kaynak vardır. Birincisi; Tacitus, Mesih'in Tiberius yönetiminde
Vali Pontius Pilate tarafından idam ettirildiğini söyler.
Pilate'nin M.S. 26 ve 36 tarihleri arasında
Yahudiye'de valilik yaptığını biliyoruz ve bu bilgi bize, üzerinde durmamız gereken
tarih aralığını veriyor. İkincisi; Jo sephus'un aynı olaydan bahsetmesine rağmen,
onun Mesih hakkındaki pasajlarının, sonradan Hıristiyan editörlerin eklemeler yaptığı
metinler mi, yoksa orijinal metinler mi olduğu konusunda genel bir görüş
birliği yoktur. Luka'nın İncili, (3:1, 23) İsa'nın Yahya tarafından vaftiz edildiğinde
otuz
yaşlarında olduğundan ve bunun Tib
erius'un hükümdarlığının on beşinci yılına denk geldiğinden bahseder;
(Suriye'de hesaplandığı gibi) M.S. 27. Fakat İsa, Vaftizci Yahya'nın idam
edilmesinden kısa bir süre önce vaftiz olmuştur ve Yahya'nın ö lümünden sonra
Matta İncili (14:13), İsa'nın, hayatından endişe ediyor olabileceği için çölde
sığınacak bir yer aradığını anlatır. O hâlde İsa'nın idam tarihi tam olarak
nedir? M.S. 27 olamaz; çünkü Matta ve Markus'un anlattıklarına göre Vaftizci
Yahya, Herodias ile evliliği yüzünden, Herod Antip a s tarafından
tutuklanmıştır. Herodias, onun kardeşinin boşanmış karısıdır ve bu evlilik
Yahudi yasaları tarafından yasaklanmıştır. Ayrıca bu yasaklama Ölü Deniz Parşömenleri'nden
olan, Tapınak Parşömeni'ndeki bir metinde de geçer. Sonuç olarak, Yahya bu suçundan
dolayı idam edilir. Şimdiye dek araştırdığımız kadarıyla Herod Antipas ve Herodias'ın
evliliği M.S. 35 yılında gerçekleşmiştir. O hâlde Vaftizci Yahya'nın idam
tarihi de M.S. 35'tir. Eğer tüm bunlar doğru ise; İsa, o tarihte hâlâ yaşıyor demektir.
Pilate'nin bulunduğu son Fısıh, M.S.
3 6'dakiydi. Diğer bir deyişle İncillerde İsa'nın idam kararının, Vaftizci Yahya'nın
ölümünden sonra Pilate tarafından verildiği söylendiği için, İsa'nın çarmıha
gerildiği Fısıh bayramının M.S. 36'daki b ayram olması gerekir. Bu, birçok
uzmanın belirlediği tarihten daha geç bir zamandır fakat İsa, Luka'nın b elirttiğ
i gibi (2:2) M.S. 6'daki nüfus sayımı zamanında doğmuştur ve idam edildiğinde otuz
yaşlarında ise; M.S. 36 çarmıha gerilişin -'Beytüllahim'in Yıldız'ının' çarmıha
gerilişi- doğru tarihidir.
Aslında ilk Hıristiyanlar, Mesihsel 'Beytüllahim
Yıldızı' ile Saydar Balaam tarafından anlatılan 'Yıldız' kehaneti arasındaki
bağlantının ve bunların İsa olduğunu iyi biliyorlardı. Roma'da düşünmüş, yazmış
ve de M.S. 165'te ölmüş olan Hıristiyan yazar Justin, Yahudi öğretmen Trjrpho
ile yaptığı bir tartışmada; Beytüllahim Yıldız’ının, Balaam'ın kehanet ettiği
yükselen yıldız olduğunu açıklamıştı; bir kez daha bu yıldızın astronomik değil,
Mesihsel olduğunu görmekteyiz.
TOPLU KATLİAMIN KAÇINILMAZLIĞIYLA
yüzleşen birçok insan Yahudiye'yj terk etti. Kilise tarihçisi Eusebius ilk Hıristiyan
toplumunun Mesihsel toplum James'in idam edildiği M.S. 44'lerde savaşın patlak
vermesinden önce Kudüs'ü terk edip, Roma kontrolündeki Suriye'de bulunan Ürdün
yakınlarındaki Pella'ya kaçtığını bildiriyor. Fakat bu, muhtemelen kuzeye,
Eusebius'un 'ilk Hıristiyan olan ülke' dediği, krallığın başkenti Edessa'ya
kadar sürecek daha uzun bir yolculuğun ilk bölümüydü. M.S. 2. yüzyılda Edessa'nm
önemli bir Hıristiyan merkezi olduğu kesinlikle doğrudur, ikinci yüzyılın
başlarında Edessa kralının, Mesihsel Yahudilik davasına yakınlığı bulunan bir
kraliyet soyunun parçası olan Abiadene (biraz doğuya uzanan bir ülke) kralının
oğlu olması bir tesadüf olamaz. Aslında, Abiadene Kraliçesi Helen ve oğlu
Yahudiliğe geçmişlerdi."Üstelik oğlunun Mesihsel Yahudiliğe, diğer bir değişle
Zelot davasına geçtiğini kesin olarak biliyoruz. Bu ittifak, diğerleri
tarafından da desteklendi. En azından Abiadene Kralı'nın iki akrabası M.S.
66'da
Romalılara karşı başlatılan isyan savaşlarındaki
önde gelen Zelotlardı.
Yahudiye'de ise hâlâ Zelotlara karşı olan
Yahudiler vardı. Kudüs'te Zelot gruplar, diğer Yahudi gruplarla savaşmaya
başladı. Birçokları Roma tarafına gönülden bağlıydılar. En azından Josephus'a göre;
çünkü o, bu gerçeği vurgulamak için, savaştan ve tapınağın yıkılmasından
Zelotların sorumlu olduğuna inanarak kendince önemli bir neden bulmuştu. O,
taraf tutuyor olmasına rağmen, Zelotların acımasızca savaştıkları konusunda haklı
olabilir. O kadar şiddetle savaşıyorlardı ki; Jo sephus bundan oldukça rahatsız
oluyordu. Zelotlar bazı durumlarda kendilerini bile ö ldürmekten
çekinmiyorlardı.
Jo sephus'un kayıtlarından çıkan
sonuçlar Zelotların, Romalıların eline düşmektense, intihar etmeyi seçtiklerini
gösteriyor. Bunlardan en ünlü olanı, 960 kişinin kendini öldürdüğü Masada'daki
toplu intihar olayıdır. Bu ideoloji çok geniş çapta bir ün kazanmıştı; Roma
hakimiyetine karşı silahlı direniş doğal bir
tepkiydi. Josephus bile bir intihar anlaşmasına
dahildi fakat ihaneti sayesinde hayatta kaldı. Fakat daha başka olaylar da vardı,
tıpkı beş bin kişinin kendini öldürdüğü Gamala'daki gibi. Kendinizi öldürmeniz
büyük bir şeydir. Fakat karınızı, çocuklarınızı ve en son kendinizi öldürmeniz ise;
daha büyük bir şeydir. Burada neler oluyordu böyle?
Zelotlar dinsel açıdan saflık
barındıran bir durumda, öldükleri zaman tekrar beraber dirileceklerine inanıyorlardı;
Ezekiel'in kehanetinde olduğu gibi: "Sizlere mezarlarınızdan
yükseltileceğinizi söylüyorum... ve tekrar İsrail toprağına getirileceksiniz"
(Ezekiel 37:12-14). Üstelik beraber ölenlerin beraber dirileceğine
inanıyorlardı. Bu yüzden Zelot savaşçılar sadece ölmeyi değil, aileleri ile
beraber ölmeyi tercih ettiler. Eğer yakalansalardı; birbirlerinden ayrılacaklar,
kadınlar ve erkek çocuklar genelevlere g önderilip, ruhsal saflıklarını kaybedeceklerdi.
Böylece yeniden dirilme ümitleri yok olacaktı.
KUDÜS TITUS'UN ORDULARI tarafından
kuşatıldı. Esir alınan bütün
savaşçılar çarmıha gerildi. Bu o kadar sıradan hâle gelmişti ki; askerler b irb
irlerini eğlendirmek için, kurbanları çeşitli ve değişik şekillerde çivilemeye
başlamışlardı. O kadar çok kişi idam edilmişti ki; Romalılara haç yetmiyordu.
Hatta yeni haçlar yapmak için tahtalar bile yetmiyordu artık.
29 Ağustos M.S. 70'te, İşaya'nın kehanetindeki
gibi. Tapınak gözler önünde, engellenmeden yok edildi. Takip eden günlerde,
şehrin geri kalanı da alındı. Romalılar Kudüs'ü almış, bütün evleri yakmış ve bütün
surları yıkmıştı. Esir alınan bütün savaşçılar idam edilecek, on yedi binin üzerinde
sivil Mısır'a çalışmaya gönderilecek ve aralarında genç olanları orada satılacaktı.
Çok sayıda savaşçı, Roma arenalarındaki ölümleri için ayrıldı. Birçoğu, aylak kalabalıkların
eğlenmesi için Roma eyaletlerine, bir gladyatör olarak ölmek veya vahşi hayvanlar
tarafından parçalanmak üzere belli yerlere gönderildi. Diğerleri Titus tarafından
kıyı şeridine götürülerek, bütün kasabalarda eğlence için seyirciler önünde
hayvanlara öldürüldü veya
birbirlerini öldürmeye zorlandılar.
Kudüs kuşatması sırasında Vespasian,
etrafta gezip kendini imp arato r olarak tanıtıyor, gövde gösterisi yapıyordu.
Şehrin düşmesinden ve kardeşinin doğum gününü, arenadaki 2,500'ün üzerinde Yahudi
e sirin ölümüyle sonuçlanan kutlamasından kısa bir süre sonra geri döndü. Daha
sonra, babasının doğum gününü daha fazla ölümle kutladı. Bu arada sürekli,
taşıdığı hazineler ve idam edeceği isyan liderlerinin de dahil olduğu esirlerle
birlikte Roma'ya zaferle girişini planlıyordu.
Yahudi milleti için, bu büyük bir faciaydı.
Tapınağın yıkıntıları arasında kalmış ve neler olduğunu bile anlayamamışlardı. Dini
açıdan bu ikinci bir sürgün demekti; Tapınak, Tanrının Evi; dinlerinin ana
kaleleri elden gitmişti. Kudüs de kaybedilmişti; Yahudilerin, ismi Aeliona
Capitolina o larak değiştirilen şehre artık girmelerine bile izin
verilmeyecekti. Tanrı onları terk etmiş gibi görünüyordu. Bütün dünyada Yahudi karşıtlığı
tırmanmıştı, isyan ve
cinayetler, Yahudi tüccar, filozof ve
politikacıların bir zamanlar ellerinde tuttuğu nüfuz, güç ve saygıyı alıp
götürmüştü. Sağlam temelli ortaklıklar bile, binlerce insanın öldüğü ve hayatta
kalmaya çalışanların ise boynunun bükük kaldığı çatışmaların ardından, ayakta
durmakta zorlanıyordu. Bazı Sicariiler, Roma karşıtlığını aptalca diriltmeye çalıştıkları
İskenderiye'ye kaçmayı başarabilmiştiler. Gittikleri yerde kendilerine katılmayı
reddedip, bu fikre karşı çıkan diğer Yahudi grupların önde gelen bazı üyelerini
öldürmekten çekinmediler. Misilleme olarak, diğer Yahudiler de Sicariileri
toplayarak, onlara ölene kadar işkence yapacak olan Romalılara verdiler.
Yahudiye'nin kıyılarından olan
Jabneh'te küçük bir kıvılcım parıldadı. Orada, Kudüs'ten kaçmayı başaran ve
Vespasian'dan şehrin yönetimini isteyen, Ferisilerin bir önde geleni Johanan
ben Zakki'nin idaresinde Yahudi konseyi tekrardan oluşturuldu ve bir okul
kuruldu. Hahamsal Yahudiliğin doğuşu da işte böyle oldu.
İmp arato run bu büyük iyiliği,
Johanan'ın,
Jo sephus gibi istilacılarla
Zelotların yapmayı reddettikleri anlaşmaya varmak için hazır olduğunu ortaya çıkarıyor.
Üstelik Johanan'ın, 'yıldız' kehanetindeki Mesih'in, Vespasian olduğunu ilan ettiği
bildirilmiştir.
Jabneh'deki Tapınaksız ruhbanlar,
Yahudilikteki en önemli konu olan Halakhah'ı -Sina Dağı'nda Musa'ya verilen
yasadan ve çağlar boyunca yapılan yasa yorumlarından oluşan Yahudiliğin yasal tarafı-
yeniden canlandırdılar. M.S. 70 ve 132 yılları arasında, Kudüs'teki tapınağın
yıkılmasının ardından Jabneh, Yahudi yönetiminin başkenti ve Yahudi dinsel
merkezi o larak hizmet vermiştir. Kitab-ı Mukaddes metinlerindeki yasalar orada
düzenlenmiştir. Bu dini merkezleşme, korkunç yıkımlara sebep olan savaştan sonra,
milli birliğin kurulmasına yardımcı olmuştur.
Direniş küçük fakat önemli yollarla
devam ettiriliyordu. Yahudi esirler; işçilikte, yapı işlerinde, ordu için silah
yapımında, yönetim için madeni paraların imalatında köle olarak çalıştırılıyorlardı.
Bu sefer, Yahudiye'nin küçük
düşüşünü vurgulayan paralar basılıyordu.
Bazılarının bir tarafında iudaea capta -Yahudiye fethedildi- yazıyordu ve diğer
tarafında bir asker, bir palmiye ağacı ve Yahudiye'yi temsil eden üzgün bir
insan resmi vardı. Diğer paralar Vespasian'ı, P.M. yani Yüksek Rahip anlamına gelen,
(Pontifex Maximus) unvanı dahil olmak üzere, çeşitli imp arato rluk unvanlarıyla
tanımlıyordu. Ve üzerlerinde 'Kutsal imparatorun Zaferi' anlamın gelen,
Victoria augustus yazıyordu. Bunlar Yahudi nüfusunun boyun eğişinin sürekli
hatırlatıcılarıydı. Fakat Roma darphanelerinde çalışan güçlü Yahudi bir köle
böyle düşünmüyordu.
Bir keresinde bir Ortado ğu
antikaları satıcısını ziyaret ettiğimde, bana hatifçe gülümseyerek, "Şuna bak!"
dedi ve camlı dolabından madeni bir para çıkarıp bana uzattı. Bu, Vespasian’ın Roma
darphanelerinde bastırdığı madeni bir paraydı fakat parada bir farklılık vardı;
Palmiye ağaçlı tarafta iudaea august yani Kutsal Yahudiye yazıyordu. Cesur veya
aptal bir Yahudi köle baskıları karıştırmıştı. Parayı
çevirdim; normal olarak Vespasian'ın
kafası vardı. Fakat o tarafta da bir farklılık (Vespasian'ın şakağında, yuvarlak
bir delgi ile vurulmuş, göze çarpan bir çentik) vardı. Sade ve anlamlı bir şekilde
yapılmıştı.
Bu, o şekilde bulunmuş tek paradır.
Şu anda özel bir koleksiyonda duruyor.
M.S. 115 YAZINDA YAHUDİYE'NİN dışındaki
Yahudiler -özellikle Cyrene, Libya ve İskenderiye, Mısır'dakiler- yeni isyanlar
b aşlattılar. Bu ayaklanmalar Nil'e, Mısır'daki birçok şehre kadar yayıldı. Vespasian,
Davut'un neslinin bütün üyelerini yok etmeyi denemiş o lab ilirdi fakat bunu başaramamıştı.
Bu neslin başka bir üyesi Mısır'da ortaya çıktı. Adı Lucuas'tı ve Yahudilerin kralı
olarak tanımlanıyordu. O, isyana liderlik eden adamdı. ' Bu isyan da kesinlikle
Mesihsel yönlüydü. Bu, Lucuas'ın Davut'un kanını taşıdığı anlamına gelir fakat
olanlar hakkında çok az bilgimiz vardır; çünkü onlar hakkında yazacak,
Josephus'a eşdeğer bir tarihçi yoktu. Sadece sonuçlarını bildiğimiz, vahşet dolu
iki yıl yaşanmıştı. Bu
isyan, Mısır'daki Yahudilerin
durumunu tamamen mahvetmişti. O zamandan sonra artık hiç güç ve nüfuz sahibi olamadılar,
hatta dirliklerini bile sağlayamadılar. Daha da ötesi Romalılar, bu isyana çok ciddi
bakıyordu; çünkü Mısır, imp arato rluk için inanılmaz öneme sahipti ve buradaki
başarılı bir isyan hareketi, Roma'yı çok zor durumda bırakabilirdi. Mısır'dan
İtalya’ya giden tahıl yüklü gemiler durdurulursa, İtalyan halkı açlıktan
ölebilirdi. Roma böyle bir tehlikenin var olmasına asla izin veremezdi.
Misilleme olarak isyan acımasızca b astırıldı. Sonunda Ağustos 117'de Yahudi halkı
İskenderiye’de büyük bir yıkım yaşadı. Ve Mısır'ın bütün geri kalanında
Yahudiliğin bedeli pahalılaştı.
FAKAT YAHUDİLER, GİZLİ ASKERİ
FAALİYETLER veya tanrısal bir müdahale - veya her ikisi- ile bağımsızlıklarını tekrar
kazanacaklarına dair umutlarını kaybetmemişti. Tapınağın yıkılışından hemen
hemen altmış yıl sonra, imparator Hadrian hükümdarlığı sırasında Roma
otoritesine karşı ikinci bir girişimde daha
bulunuldu.
Bu girişim, çok uzun bir zaman içinde
iyice planlanmıştı. Strateji büyük bir gizlilik içinde geliştirilmeliydi. Bu
nedenle yeraltındaki doğal ve insan yapımı mağaralarda gizli üsler kuruldu.
Yahudiye'nin dağ yamaçlarında, yine bunlar gibi en az altı merkez kuruldu;
Ceme'de Ailabo'daki bir tanesi, yerin altmış beş metre derinine kadar kazılmış,
çatısında hava ve ışık girmesi için delikler olan bir yeraltı mağarasıydı. Bunun
gibi yerler, planlama ve eğitim yeri olarak kullanılıyordu. Yetkililer savaş
başlamadan önce hata yapmamaları gerektiğini iyi biliyorlardı. Ne de olsa hataların
bedelini, Romalıların nasıl ö dettiğini Zelotlar sayesinde herkes öğrenmişti. Bu
sefer Romalılara hızlı ve sert bir şekilde saldırmaya ve sonra çabucak
yeraltındaki üslerine dönüp, saklanmaya niyetleri vardı; değişkenli harekatı (bu
gerilla savaş taktiğidir), zaferin anahtarı olarak görüyorlardı.
Şunu da belirtmek gerekir ki; bu
sefer Yahudi savaşçılar, Simon Bar Kochba adında -daha sonra 'Yıldız'ın Oğlu' Bar
Kochba olarak
tanınacaktı ve bu da onun Mesihsel statüsünü
açığa çıkarmaktadır- tek ve güçlü bir lider altında birleştiler. O da, Sayılar 24'teki
kehanete uyuyordu (Yakup'un Yıldızı liderliği alır, İsrail’den bir mesaj yükselir)
Ve bu yüzden onun da damarlarında Davut'un kanı akıyor olmalıydı. Simon'un,
Yahudiye'deki erken Mesihsel liderleriyle sadece 'tasvirsel değil; aynı zamanda
fiziksel' bağlantası olma ihtimali, bir Ölü Deniz Parşömenleri araştırmacısı olan
Profesör Robert Eiseman'ın ilgisini çekti.
Bar Kochba, denizaşırı yerlerden
askeri uzmanları kendi askerlerine katmıştı, isimlerin Grekçe listesi bulunmuştur.
Bu listede her bir isim, adelphos yani 'kardeş' unvanıyla yazılmıştır, tıpkı sonraki
şövalyeler, St. John'un Şövalyeleri veya Tapınakçıları gibi." Bunlar, artık
Arami veya İbranice'nin bilinmediği, bunun yerine Grekçe'nin konuşulduğu Yahudiye'nin
ötesinde, Yahudi diasporalarından (Yahudilerin anavatanlarını terk edip
gittikleri yerler) gelen ve askeri deneyime sahip olan adamlardı. Bu adamlar,
personel planlamada hizmet ediyor
veya Roma kuvvetlerindeki
deneyimlerinin avantajları ile gizli Yahudi ordusunun eğitimine yardımcı oluyordu.
Bar Kochba bu adamların, kendilerinden
çok daha büyük insan gücüne sahip, dünyadaki en disiplinli orduyla yüzleşeceğini
biliyordu; Roma ordusu 575,000'den fazla iyi eğitimli askerden oluşuyordu. Yahudiye'de
iki lejyon vardı, altıncı ve onuncu lejyonlar. Bunlar toplam 12,000 adamdan oluşuyordu
ve bir o kadar da yardımcı kuvvet vardı. Ek olarak, civardaki Suriye, Arabistan
ve Mısır gibi Roma eyaletlerinde de beş ile yedi arasında lejyon ve bir o kadar
da yardımcı kuvvet vardı. Yahudiler ise en fazla - hiçbirinin askeri deneyimi
olmayan- 60,000 adam toplayabilirdi. Eğitim gerekliydi ve Bar Kochba bunun için
çok zaman ve çaba harcadı.
O ve adamlarının silaha ihtiyacı
vardı. Bu yüzden, M.S. 194'ten 216'ya kadar yazan Romalı tarihçi Dio Cassius'un
anlattığı gibi, kendilerine silah teminini garantileyen yaratıcı bir plan yaptılar.
Yahudiye'de silah endüstrisinde çalışan işçilerin çoğu Yahudi'ydi ve
kendilerinden istenen silahları kasten
defolu üretiyorlardı ve böylece Romalılar bu silahları kabul etmeyecek ve onlar
da kendileri için kullanacaklardı. “Savaş M.S. 131'de başlatıldı ve hemen başarı
elde edildi.
Romalı siviller Kudüs'ten kaçtı ve
onuncu lejyon geri çekildi. Mısır'ın yirmi ikinci lejyonu o zamanın askeri kayıtlarına
geçmemiştir. Fakat bu konudaki varsayımlar, bu lejyonun Mısır'daki görevinden Yahudiye'ye
çekildiği fakat orada yenildiği ve tamamen yok edildiği yönündedir. Kudüs,
Romalılardan geri alındı, surları onarıldı ve bir Yahudi sivil yönetimi kuruldu.
Neredeyse iki yıl boyunca Kudüs, Romalılardan kurtu lmu ştu. Fakat tabii ki Romalılar,
ezici kuvvetleriyle geri dönmek için asker topluyordu.
Bu sefer Hadrian'ın kendisi komutadaydı.
Yanında, generallerinin en iyisi
olarak gördüğü Britanya'nın eski valisi Julius Severus vardı. M.S. 133'te,
dokuz belki de on iki Roma lejyonu ve yardımcı kuvvetleri ile -altmış bin,
seksen bin arası asker- uzaklardaki Britanya'dan ilerleyerek, Celile'yi b atıdan
ve doğudaki Ürdün Nehri'nin
karşısından istila etti. Fakat bu zor
oldu. Yahudi savaşçılar çok esnek bir savunma kurdular. Eski yüksek rütbeli bir
ordu personeli olan Profesör Mordechai Gichon, Bar Kochba'nın uzun vadeli savaş
stratejisini kaleme aldı: 'Yahudilerin en büyük umudu, savaşı mümkün olduğu kadar
uzatmak, düşmanı dışarıda yorgun ve perişan hâle getirmek ve sonunda bedeli ne
olursa olsun saldırıp, Romalılara galip gelmekti." Fakat kayb ettiler.
Simon Bar Kochba M.S. 135 yazında, Bethar kentini savunurken ö ldürüldü. Büyük
mücadelesi böylece sona erdi.
Yahudiye'yi hafızalardan tamamen
silmek isteyen Hadrian, Yahudiye'nin ismini Palaestina (şu an Filistin) o larak
değiştirdi. Fakat iki nesil sonra, oradaki nüfusa tanınır bir özerklik verildi.
Bu özerkliğin içinde, 'dinlerinin kurallarına ve inançlarına uymayan davranışlarda
bulunma halinde affedilebilme' imkanı da vardı.
Anlaşılan Romalılar, tekrardan
fethettikleri Yahudiye için kan nehirleri olarak ödedikleri bedeli hatırlıyorlardı.
Ve bu hâlâ acı veriyordu.
LONG BEACH'TEKİ KALİFORNİYA DEVLET ÜNİVERSİTESİ'NDEN
Robert Eisenman ve ekibi ile beraber katıldığım, İsrail'deki arkeolojik çalışma
sırasında Mordechai Gichon ile arkadaş oldum. Gichon'un, Bar Kochba hakkındaki engin
bilgisi beni çok etkiledi ve o da okumuş olduğu Kutsal Kan, Kutsal Kase tezi
ile ilgileniyordu. Beni bir keresinde -Ölü Deniz'de kazı çalışmalarımıza yardım
eden öğrenciler ve gönüllülerle b erab er- Bar Kochba'nın, Roma birlikleri tarafından
alınan son komuta merkezlerinden birini ziyaret etmeye götürdü. Bu, Kudüs ve
deniz kıyısının ortasında kalan Yahudiye dağ yamaçlarındaki Emmaus yakınlarında
terkedilmiş bir kalıntıydı. Daha önce hiç kazılmamıştı ve Profesör Gichon bunu
yapmak istiyordu. Kısa süre sonra sebebini öğrendim.
Buranın taş zemininin altında birçok
tünel vardı. Romalılar burayı ele geçirdikten sonra müdafaacılar kaçarak, ellerimiz
ve dizlerimiz üzerinde emekleyerek ilerlediğimiz bu tünellere sığınmışlardı.
Ayrıca, sadece birkaç metre
yukarılarındaki Romalıların
konuşmalarını da duyabiliyorlardı. Sitenin ilginç taraflarından biri, su kanallarının
tasarımında göze çarpıyordu; su, bu kanallara yukarıdaki taş zemin platformunun
üzerindeki deliklerden giriyordu. Fakat bu yuvarlak kanallara su, deliklerin
ortalama bir metre ötesinden, taş blokların altından geçerek geliyordu. Ayrıca
aşağıdaki tüneller müdafaacıların, Romalılara görünmeden yuvarlak kanalların
içine girip, haftalarca kalabilmesine olanak tanıyordu. Ana sığınak, tepenin
daha derinlerindeki tünellerden geçerek, tek bir giriş kapısından girilen bir
yerdeydi.
Romalılar, sonunda ayaklarının
altında neler gerçekleştiğini keşfettiler ve kanallarını taşlarla do ldurup, su
kaynaklarını kestiler. Tünellere girip emekleyerek, daha alt seviyelere kaçan Bar
Kochba savaşçılarını bulup yok etmek için aramaya başladılar.
Gichon, korkutucu tünellerde ilerleyerek,
benden kendişini takip etmemi istedi. Sonunda, aşağılarda, kayalıklı dağ
yamacının derinlerine giden dik açılı bir tünele vardık. Giriş, taş ve
harç ile mühürlenmişti.
"Romalılar burayı kap atmış." diye açıkladı. Bir an durdu. "Tünel
hiç açılmamış. Bütün müdafaacılar hâlâ burada."
Söylediği şeyin önemini fark
edebilmek birkaç saniyemi aldı. Ve sonra, orada yaşanan trajediyi daha derin
hissederek içim ürp erdi. Ayrıca o tünellerde emekleyip ilerledikten sonra, taş
mührü açacak ilk arkeologun duyabileceği, ardında kendisini neyin beklediğini bilmeme
korkusunu da hissettim. Neredeyse 1900 yıl önce, birkaç dakika içinde
mühürlenmiş, bir canlı mezarına dönüştürülen sığınağın, o küçük ve kapalı
girişini hiç unutmuyorum.
BU, İSA'NIN TAKİPÇİLERİNİN ve en azından
onun sonradan yaşam öyküsünü ilk yazanların dünyasıydı. Ayrıca bu, Hıristiyanlığın
doğduğu yerden de başka bir dünyaydı. Ve bu çekişmelerle dolu dünyanın, bu iki bölümü
arasındaki bağlantıydı. Bu gördüğümüz gibi inancın her şey olduğu ve yanlış
bağlamdaki yanlış inançların, hem Romalıların haçından hem de Sicariilerin hançerlerinden
ani ölümler getirebildiği bir zamandı.
Bu olayların çok azı İncil'de yer aldı.
Tarihin yerine. Yeni Ahit'imiz bizlere sansürlü, yönlendirilmiş ve yanlış bakış
açısıyla geçmişi anlatıyor. Yeni Ahit'i bizlere bırakanlar bile, dünyada olup
bitenleri tamamen gizleyip herkesi anlattıklarına inandıramazdı. İsa, erken
Zelot hareketinin yaşandığı yıllarda doğdu ve yaşadı. Otuz yaşlarında görevine
başladığında, en yakın takipçilerinden bazıları Mesihsel hareketin üyeleri olarak
biliniyorlardı; Yahudilerin b aşlattığı ve devam ettirdiği bir hareketin. Yeni
Ahit'te Romalılar aleyhindeki anlatımlar ve o çağda yaygın olan körleşmiş bir şiddet
duygusu görebiliriz. Tabii ki İsa'nın, hikayenin sonunda çarmıha gerilmesiyle keskinleşen
bir şiddet duygusu.
Fakat onların anlatımında, bu çarmıha
gerilmenin politik yanları iyi düşünülerek kitaptan çıkarılmıştır. Bu, sonraki sansürlerin
İsa'yı ve hayatını, doğup yaşadığı ve öldüğü tarihsel zamanlardan ayrı
göstermek için girilmiş bir çaba olduğunun kanıtıdır. Bu şekilde, bu sansürlerle
çok daha zararlı bir şey yapmışlardır:
İsa'yı Yahudi değilmiş gibi gö
stermişlerdir. Ve bugün çok büyük sayıda Hıristiyan, İsa'nın aslında hiçbir zaman
Hıristiyan olmadığını, onun bir Yahudi olarak doğup yaşadığını bile
bilmemektedir.
İsa'nın çarmıha gerilişinden bir
nesil sonra -veya en azından onun sahneden çekilişinin ardından- Kudüs ve Tapınak,
Yahudilik için bir kayıp olmuştu. Bu inanç, onun yerine Jabneh'teki haham
okulunda merkezlenmişti. Aynı zamanda, sonuç o larak tanrı üzerine merkezlenmek
yerine, İsa üzerine merkezlenmiş kendi geleneklerini yaratan 'İsa hikayesi' yayılmaya
başladı. Bu, birçok eski tarih kaydedicisinin kabul etmediği bir konuydu. İsa'nın
Yahudi kökeni, Yunanlılar ve Romalılar tarafından giderek Hıristiyanlığa
dönüştürülen pagan inanışı içinde sınıflandırılır oldu. Pagan etkisi, geçen
yüzyıllar içinde Hıristiyanlığı ve İsa'ya bakış açısını, Yahudilikten çok uzak
yerlere getirdi.
Hıristiyan mesajı açıkça
değiştirildi: Artık Yahudiler için değil; paganlar Mithras,
Dionysius, Isis ve Demeter gibi tanrılar
ve tanrıçalara inananlar için tasarlanmış hâldeydi ve sunulmak için yeni bir
pakete ihtiyacı vardı. Ve bu da Yahudi karşıtlığıydı. Meydan, tarihin yeniden yorumlanması
için müsait hâle gelmişti ve yapay 'inanç İsa'sının zaferi, gerçek 'Tarihsel İsa'nın
-tanrının mesajını ileten, tanrının sözleriyle konuşan fakat kendini tanrının yerine
koymayan bir adam- üzerinde yerini buluyordu.
Muhtemelen gerçek bir mucize olan şey,
İncillerin birinde, İsa ve Yahudilik kavramı birbirinden böyle ayırılırken,
hâlâ Tarihsel İsa'ya ve tanrısal mesajına ait unsurların kalmış olmasıdır:
Yahudiler onu taşlamak için taşlar
topladılar, böylece İsa onlara, "Sizlere görmeniz için birçok iyi iş
yaptım... Bunlardan hangisi için beni taşlıyorsunuz? " dedi. Yahudiler,
"Seni iyi bir iş yaptığın için değil, tanrıya karşı saygısızlığından
dolayı taşlıyoruz. Sen sadece bir insansın ve tanrı olduğunu söylüyorsun."
diye cevapladılar. "Bu sizin yasanızda yazılı değil mi? Ben sizin tanrılar
olduğunuzu söyledim. Yasa tanrılar
sözcüğünü, tanrının işaret ettikleri için
kullanıyor." (Yuhanna 10:31-35)
Bu sözlerin söylendiği ve yazıya
geçirilmeye başlandığı zaman -muhtemelen 1. yüzyılın sonları- aralığında. İsa bir
Hıristiyan yapılmıştı. Ve bir Hıristiyan olmak, Yahudilikten uzaklaştırılan ö
ğretilerin peşinden gitmek anlamına geliyordu. Bu, bir 2. yüzyıl kilisesi
rahibi Justin Martyr ile Trypho adlı bir Yahudi öğretmen arasında geçen diyalogun
kaydında geçen, açık bir gerçektir. Bu mektup, 'İsa'nın bir insan ve kutsanmış bir
Mesih olduğunu doğrulayan' oldukça anlamlı bir noktaya dikkat çeker. Ayrıca Justin'e
karşı çıkarak şunları ekler: "Cevap ver bana, önce, her şeyin
yaratıcısından başka bir tanrı nasıl gösterebilirsin? Ve sonra, onun bir
bakireden doğduğunu nasıl kabul edebilirsin?" Bu tartışmanın temaları ve
Justin'in, Tvypho'ya göre zayıf ve anlamı b elirsiz yanıtları bir yana, iki din
arasındaki mesafenin ne kadar uzak ve araya köprü kurulamaz olduğu açık bir gerçektir.
Hıristiyan Ortodoksluğuna dönüşecek olan, bu ufukta kararlılıkla ilerleyenlerin
arasında bir uzlaşma noktası vardı. Justin'e
göre, İsa'nın teb liğ ettiği inanç, herkese kurtuluş getirebilirdi, 'dini
tatillere inanmasalar, sünnet olmasalar veya yortulara katılmasalar bile.'
Görebildiğimiz gibi Yahudi yasası çok
geride bırakılmıştı, İsa'nın gerçek tarihi boyunca.
Mo dern Hıristiyan resimlerinde, eski
İsrail'de dolaşıp duran İsa'nın popüler imajı betimlenir. Açık tenini hiç
bronzlaştırmayan güneş, altın sarısı saçlarına yansır ve parıldatır. O, tanrının
kutsal sözlerini kaydederek İncilleri yazan havarilerin eşlik ettiği bir Hıristiyan
misyoner o larak resmedilir.
Bu resimdeki belirgin hataya zaten
dikkat çekmiştik: İsa bir Yahudi'ydi. Sarışın bir Kuzey Avrupalı değil; esmer
bir Filistinliydi. Fakat bu resimde, önemli olduğu kadar az bilinen belirgin
bir yanlış daha vardır: O zamanlar İncil diye bir şey yoktu; Hıristiyanlık yoktu.
İsa ve havarilerinin kullandığı dini kitaplar, İncil'de betimlenen olayların
gerçekten doğru olduğunu kabul eden Yahudiliğe aitti -Yeni Ahit' i okuyan
herkes, İsa'nın Yahudi kutsal kitaplarından alıntılar yaparak konuştuğunu hemen
fark edebilir-.
Bizlere çeşitli İncillerin, M.S. 1.yüzyılın
sonlarında yazıldığı söylenmişken; M.S. 2. yüzyılın başlarında bile. Yeni
Ahit'in var olmadığını keşfetmek şaşırtıcı olabilir. Ve hatta, teologların neyin
doğru olduğuna karar veremedikleri ve bu yüzden kendi doğrularını yaratmaya giriştikleri
o yüzyılın sonlarına doğru bile henüz yazılmamıştı diyebiliriz. Teologların
bütün ç ab alarına rağmen, Hıristiyanlar, üzerinde fikir birliği edilmiş bir
metin için yaklaşık iki yüzyıl daha beklemek zorundaydılar. Peki, bu kadar
zaman neyi beklemişlerdi?
Resmi o larak kabul edilmiş
Hıristiyan metinlerinden oluşan bir derlemenin oluşturulmasındaki bu gecikme, doğal
olarak. Yeni Ahit'teki her kelimenin tanrının kendisinden gelen iletiler olduğu
fikrinin temelsizliğini akla getirir. Tarafsız bir gözlemciye göre Yeni Ahit, tanrı
tarafından özenle düzenlenmiş ve insanların kurtuluşu için gerekli öğretilerin yer
aldığı bir kitap gibi değil, tam tersine; dinsel baskıyı kendi çıkar ve amaçları
doğrultusunda kontrol etmek isteyen
bir grup insan tarafından özenle
düzenlenmiş ve kabul ettirilmeye zorlanmış bir kitap gibi görülebilir.
Bu gecikme devam ederken teoloji, merkezleşmiş
bir Orto doksluk talebiyle karşı karşıya kaldı, İsa'nın tanrısallığı hakkında kritik
kararlar verilene kadar, kilise liderleri, yeni yaratılacak olan bu dine hizmet
etmesi için tasarlanmış metinlerden hangilerini seçeceklerine dair güvenilir kaynak
ve bilgiden yoksundular.
Daha da ilginç olan, bugün birçok
insanın Yeni Ahit'i gerçekten kutsal bir kitap zannediyor olmasıdır. Onun, kurtuluşumuz
için tanrı tarafından söylenmiş, değiştirilemez ve bütünlüğüne dokunulamaz
kutsal sözler olduğuna inanılmaktadır. Bunun, İsa'dan çok sonra derlemeciler tarafından
düzenlenen bir kitap olduğunu kimse onlara anlatmamıştır. Aslında Hıristiyan
geleneğinin ilk 150 yılı boyunca, referans alınan metinlerin hepsi bugün 'Eski
Akit’ dediğimiz kitapları meydana getiren metinlerdir.
Eski kutsal metinlerin durumuyla
ilgili güzel bir örneği Justin Martyr veriyor. Ona göre, bizim sözde
İncillerimiz, havarilerin kiliselerde okunacak ve inancımızı destekleyecek;
fakat asla bir 'Kutsal Kitap' o larak değerlendirilemeyecek anılarıdır. 'Kutsal
Kitap' terimi, yasa ve peygamberlerin kitapları için kullanılır. Bu, Eski
Ahit'tir. Justin Martyr, asla İncilleri veya Havarilerin Anılarını vahiy yazıları
o larak değerlendirmez. Justin, Aziz olarak kabul edilir. Ancak, bugünkü
Hıristiyan Kilisesi'nin üyeleri tarafından bakılacak olursa, onun konumu oldukça
radikal görünecektir.
M.S. 1. yüzyılın sonlarında ve 2. yüzyılın
tamamında, İsa ile ilgili geleneklerin kaydedildiği, kesinlikle doğrudur. Onun yaşamına
ait olaylarla ilintili söylenceler ve öyküler toplanmış; ancak hiçbiri o dönem resmi
bir koleksiyon hâline getirilmemiştir. Bunun yanı sıra, Yeni Ahit'imizdeki
metinlerin, bu kapsamda yazıldığı da doğrudur. M.S. 1. yüzyıl sonu ve 2. yüzyılda
'Hıristiyanlık' kavramı, Mesihsel Yahudilik anlayışının dışında
şekillendirilmiş, bu da bizi bir
meydan okumaya yönlendirmiştir.
Merak uyandırıcı bir fenomen M.Ö. 2. yüzyılda
başladı: Aramice meshiha -mesih- kelimesi, İsrail’in gerçek yöneticisini
adlandırmak için kullanılmaya başlandı. Özellikle, Davut'un kraliyet soyundan
gelmesi beklenen kralın unvanıydı." Kral Davut'un neslinden olan kişinin
geleceğine dair genel bir umut. Eski Ahit'teki kitaplarda vardır. Aramice meshihanın
Grekçe çevirisi olan Hristo s veya Hrist' ve Grekçe yazılışı Messias -şimdi Mesih-
teriminin Hıristiyanlarca kullanımı, aslında Yahudi anlamasından gelir ve anlamı
İsa'nın döneminde gayet iyi bilinmektedir.
En radikal karşı çıkış, son 150 yıldan
fazla süredir üzerinde durulan bir konuyu açıklığa kavuşturur: İsa, hiç var olmamıştır
ve onun hakkındaki hikayeler, çeşitli Mesihsel lider masallarıdır. Bu masallar
bir araya gelerek, adaletle hükmedecek liderlerden biri olan Yahudi Mesih in tanrısal
bir imparatora dönüştürüldüğü Roma merkezli bir gelenekten
bahseder. Cambridge Üniversitesinde, Yahudilik
ve Erken Dönem Hıristiyanlık uzmanı olarak çalışmalarını yürüten William Horbuıy,
"Meleklere tapma anlayışı, İsa'ya tapma geleneğinin ilerleyişini destekledi"
diyor."
PEKİ İSA'NIN YAŞADIĞINDAN GERÇEKTEN
EMİN OLABİLİR MİYİZ? Onun gerçekliği hakkında Yeni Ahit'in ötesinde bir kanıt var
mıdır? Eğer yoksa ve eğer Yeni Ahit onun zamanından uzun bir süre sonra oluşturulduysa.
İsa Mesih kavramının sadece yeniden canlandırılmış eski bir efsane olmadığını
nasıl bilebiliriz? Belki de bu, Adonis Efsanesi'nin, Osiris Efsanesi'nin veya
Mithras Efsanesi'nin yeni bir düzenlemesiydi: Bunların üçü de bir bakireden doğmuş
ve ölüden yükseltilmişti ki bunlar da Hıristiyanlarınkine benzer hikayelerdir.
Horbury'ye göre, erken dönem
Hıristiyanlıkta, 'Grekoromen kahramanlarına, ulu krallarına ve kutsallarına tapmayla
kıyaslanabilecek olan İsa'ya tapma' fikrini görmemizin dikkate değer bir sebebi
vardır. Önce de b e lirttiğ imiz gibi bu
kült, meleklere tapma fikriyle desteklenmiştir.
Horbury, İsa'nın, kendisine verilen 'İnsan Oğlu' unvanıyla 'melek gibi bir
Mesih' kavramıyla ilişkilendirildiğini düşünüyor. Aslında İsa'nın Mesihlik
kapasitesi, meleksel bir ruh olarak düşünülebilir... Mesih ideolojisi,
angelolojinin (melek bilimi) etkisi altında oluşmaya başlayan Hıristiyanlığın prensiplerini
şekillendirmiştir ve İsa, bir melek olarak kabul edilmiştir. O hâlde,
Hıristiyanlığı yaratmak için tekrar başvurulan eski bir efsaneden mi
bahsediyoruz?
İsa'nın Aramice ismi olan Yeshua,
'teslim eden' ve 'kurtaran' anlamlarına gelir. Bu yüzden, bu sadece bir unvan
da olabilir. Ayrıca Hrist'in (Christ), Aramice kutsal yağla yağlanmış,
kutsanmış anlamına gelen meshiha’nın Grekçe tercümesi Hristo s'tan (Christos) geldiğini
söylemiştik. Bu yüzden çift unvanı tartışıyoruz: 'Teslim eden (veya kurtarıc
ı), kutsanmış kişi.' O hâlde onun adı neydi? 'Bin Davut' o larak kabul edebileceğimiz
birini tanımıyoruz; edinebildiğimiz bilgiler bu kadar.
Kanıt için Yeni Ahit'e başvuramayız;
çünkü
metinlerin ne kadarının tarih ve ne kadarının
fantezi olduğunu bilmiyoruz. Zaten elimizdeki en eski b ö lümler de M.S 2. yüzyıldan
- Yuhanna'nın İncilinin bazı bölümlerine göre, yaklaşık M.S. 125 civarından-
kalmadır. Peki Paul'ün mektuplarına ne o lmu ştur? Hepsinden öte bunlar, Romalılara
karşı ilk savaştan önce yazılmışlardı. En eskisi -Paul'ün Selaniklilere ilk
mektubu- M.S. 50 kışından 52 yazına kadar oturduğu Corinth'te yazılmıştır.
Mektuplarının geri kalanı M.S. 56 ve 60 yılları arasında, belki daha da sonra,
Roma'dayken yazılmıştı ve M.S. 65'te Paul'ün idam edildiği söylenir Paul'ün Roma'da
tutuklanmasıyla sona eren seyahatinin detayları için tek kaynağımız olan, 'Elçilerin
İşleri’nden beri bu konudaki gerçeği kimsenin bilmemesine rağmen.
Yeni Ahit'teki, Paul'ün mektuplarının
doğruluğundan, elimizdeki en eski kopyaların M.S. 3. yüzyıla ait olması nedeniyle
maalesef emin olamıyoruz. M.S. 115'te İgnatius tarafından yazılan mektuplarda,
Antakya Piskoposu Roma'ya giderken Paul'ün mektuplarından çeşitli
alıntılar yaptığı için, o tarihte mektupların
b azılarının mevcut olduğunu biliyoruz; fakat onlara da o tarihten önce veya
sonra editörler tarafından dokunulup dokunulmadığını bilmiyoruz. Ne olursa
olsun, Paul İsa'yı tanımıyordu ve İncillerdeki İsa yaklaşımının tersine, o, İsa'nın
ne dediğine ve ne yaptığına fazla ilgi gö stermiyordu. İncili oluşturan Paul'ün
mektuplarından, İsa hakkında hiçbir bilgi edinemiyoruz.
İsa'nın çarmıha gerilme ve
dirilmesinin, Yahudi yasasının sonunun ve dünya tarihinde yeni bir çağın
başlangıcının işareti olduğu söylencelerine karşılık, İsa'nın 'Dağdaki Vaaz'da söylediği
şu sözler, dogmatik Hıristiyanlık aleyhinde işleyen bir çelişkiyi ortaya koyar:
"Yasayı ve p eyg amb erleri yok etmek için geldiğimi düşünmeyin: Yok etmek
için değil, tamamlamak için geldim." (Matta 5:17)
PİLATE'DEN HİÇBİR KAYIT GÜNÜMÜZE KADAR
KALMADI; ayrıca Herod'dan ve Roma askeri veya idari kurumlardan da hiçbir kayıt
kalmadı. Zaten Kudüs'te Herod takipçisi
kralların resmi kayıtları savaş
esnasında yakılmışken, bu hiç de şaşırtıcı değildir. O dönemde resmi Roma kayıtları,
idari başkent Sezarya'da toplanıyordu ve orası da savaştan nasibini almıştı.
Nüshalar ve raporlar, oradan Roma'ya götürüldüyse ve hatta daha sonraları Domitian
gibi imp arato rların yıkımlarından da kurtulabildiyse bile, M.S. 405 yılında
Gotların Roma'yı talan ettiği ve resmi arşivlerin yok edildiği sırada kaybolmuş
olmalıydılar. O dönemlerde Roma Hıristiyan'dı. Dolayısıyla İsa'nın hikayesini
anlatan belgelerin yok edilmiş olduğundan emin olabiliriz. Pilate'nin rap orlarının
da yok edilen bu belgeler arasında yer alması çok mantıklıdır.
Fakat her şey kayıp değildir: Josephus,
Roma kayıtlarına girebiliyordu ve eğer İsa'dan bahsedildiyse, bunu okuyabilecek
durumdaydı. Aslında Josephus gerçekten İsa’dan söz eder; fakat bunu, okuyanlara
bunların Hıristiyanlarca sonradan eklendiğini düşündürecek bir tarzda yapar.
Josephus, kendisinin güvenilmez bir şahit ve tarihçi olduğunu kanıtladığı için,
bize
tamamen yardımcı olamıyor. Diğer bir
Yahudi filozof ve tarihçimiz, M.S. 50 civarında ölen İskenderiyeli Philo, İsa'dan
bahsetmiyor bile. Bu oldukça ilginçtir; çünkü bunun, İsa'nın gerçekte
varolmadığı veya İskenderiye'de yaşayan eğitimli Yahudiler açısından bir önem
taşımadığı dışında bir anlamı olamaz.
Yine de Roma kayıtlarına ulaşabilen ve
Hıristiyan kilisesi'nde gelişen Ortodoksluktan uzun zaman önce, Hıristiyanları
araştırma fırsatına sahip olan iki Roma tarihçisinin çalışmaları günümüze kadar
varlığını korumuştur. Bu yüzden onların tanıklıkları çok önemlidir. Kayıtları referans
alınırsa, Roma arşivlerinde Hıristiyanların anıldığı resmi rap orların var olduğu
gerçeği inkar edilemez. Bu tarihçilerin ilki, bu kanıtları gördüğünü iddia eden
erken dönem kilise yazarı Tertullian'dır (M.S. 1 60-225). Ancak görünüşe göre, bu
belgelerin herhangi birisine ulaşamamıştır.
Tarihçi Tacitus (M.S. 55-120),
Domitian döneminde bir Roma senatörüydü ve sonra Türkiye'deki Batı Anadolu'nun
valisi olduğunda
eline Hıristiyanları sorguya çekmek
için gereğinden fazla fırsat geçti. Nero Hükümdarlığı döneminde, Roma'nın
yakılmasıyla ilgili olarak şunları yazıyordu: Nero, suçu atacak birilerini
buldu ve adı kötüye çıkmış, ahlaksız Hıristiyanları her türlü cezayla cezalandırdı.
Onların ortaya çıkmasına sebep olan Hrist, Tiberius Hükümdarlığı döneminde, Yahudiye
Valisi Pontius Pilate tarafından idam edildi. Fakat bu geçici yenilgisine rağmen,
ölümcül batıl inanç, sadece ilk başladığı yer olan Yahudiye'de değil; Roma'da
bile yeniden ortaya çıktı.
Ve küçümseyici bir üslupla şunları ekliyor,
"Bütün küçük düşürücü ve utandırıcı işler b aşkentte yapılır oldu."
Tacitus'un arkadaşı ve öğrencisi Genç
Pliny de Hıristiyanlardan bahsediyor. “Yasal olarak onları sorguya çekebilme
imkanı vardı ve onların, 'Hristos'tan tanrıymış gibi bahseden ilahiler söylediklerini
Roma'ya bildirmişti."'
İkinci yüzyıl pagan yazarları Lucian
ve Celsus,
İsa'yı bir büyücü ve 'isyana teşvik eden
bir fesatçı' olarak portrelendiriyor. Bunların her ikisi de Roma yasalarına
göre suçtur ve cezası ölümdür. 117-38 arasında yazan tarihçi Suetonius,
Claudius yönetimi döneminde Yahudilerin Roma'da Hristos önderliğinde ayaklanma başlattığından
bahsediyor.
Bu durumda, İsa Hristos -yani İsa Mesih-
diye birinin, bir zamanlar gerçekten yaşadığına dair çok az şüphe kalıyor. Hatta
Romalı yazarlar, bu Mesih'in siyasi hareketlerinden dolayı yargılanıp idam edildiğini
gösteren kayıtlar üzerinde de hemfikirdirler.
Fakat yazarların bildiği şeyin ne olduğundan
çok fazla emin olamayız. Kimden bahsediyorlardı? Belki Mesih Hristos'tan, fakat
hâlâ adını bilmiyoruz. Emin olabileceğimiz tek şey; Pontius Pilate'nin Tiberius
döneminde, Roma'ya karşı siyasi bir isyancı olan ve bu yüzden çarmıha gerilmeyi
hak eden Yahudi bir Mesih'i idam ettirdiğidir. Sonuç olarak; liderleri bu Mesih
kabul edilen ve yüzyılın sonlarına doğru da adına 'Hıristiyanlık' denilen bir
hareket
gelişmiştir.
İSA'YA TAPMA FELSEFESİNİN kaydedilmeye
başlandığı M.S. 2. yüzyılın önemini göz ardı edemeyiz. Yeni Ahit'in elimizde
bulunan en eski bölümleri, M.S. 125 yılında Mısır'da yazılan Yuhanna İncili'dir
(şu anda, İngiltere, Manchester'deki John Rylands Kütüphanesi'nde bulunmaktadır).
Fakat metinler, yazıldığı zamandan daha önceki dönemleri anlatır. O yüzyılın sonunda,
İncil'den farklı metinleri temsil eden yüzlerce doküman birikmişti. Harvard Üniversitesi
Profesörü Helmut Koester, Ancient Christian Gospels (Eski Hıristiyan İncilleri)
adlı kitabında, bu çalışmaların b azılarını analiz eder. Bunlar şaşırtıcı
şekilde fazladır; Peter'in İncili, Thomas'ın İncili, Markus'un Gizli İncili,
Mısırlılara göre İncil, Clement'in Mektupları, Roma Piskoposu, Peter'in diğerleri,
Yuhanna'nın Gizli Kitab ı (Apocryphon), Kurtarıcının Diyalogu, British
Museum'daki 2 No'lu Egerton Papirüsü'nde kaydedilmiş bilinmeyen metinler ve birçok
başlangıç dönemi hikayeleri gibi. Bunların hep si
ve İsa hakkında ağızdan ağza dolaşan bilgiler
veya söylenceler, M.S. 2. yüzyılda mevcuttu.
İsa'nın Anıları'nın böyle çeşitli
şekillerde kaydedilmesinden dolayı bazı farklı yaklaşımların gelişmesi
şaşırtıcı değildir. Daha ötesi, bunların arasından bir tanesinin kabul görür
hâle getirilmesi girişiminde bulunulması da şaşırtıcı değildir: Bu yaklaşımlar,
Yahudilikten çok, pagan bir alt yapıya sahip Hıristiyanlar tarafından desteklenen
Paul'ün çalışmaları üzerinde temellenmiştir.
Paul'ün Yeni Ahit'teki mektup ları, tek
bir sebepten dolayı İncillerden çok farklıdır. Paul, İsa hikayeleri anlatmaz.
Paul, sadece Paul hikayeleri anlatır. Paul, İsa'yı kişisel olarak tanımıyordu
-bildiğimiz kadarıyla- ve onun öğretileri Hıristiyanlığa geçme potansiyeli taşıyan
paganlara yönelikti. Kudüs'te, İsa'nın kardeşi James'in liderlik ettiği Yahudi Hıristiyanların
Paul'ü İsrail'den çıkarıp, Antakya ve diğer yerlere göndermiş olması önemli bir
bilgidir. Onun kendi taraflarında yer almadığını biliyor olmalıydılar. Paul,
yasada bazı
değişiklikler
yapmayı önerirken -böylece Yahudi o lmayanlar, yasanın tamamını kabul etmeden Hıristiyan
olabilecekti- James ve diğerleri Yahudi yasasının korunması konusuna çok önem
veriyorlardı. Bu, James'e göre lanetlenmiş bir fikirdi ve daha sonraları bunu şu
şekilde anlatacaktı: "Her kim yasanın tamamını kabul eder de sadece bir
konuya karşı çıkarsa, o tamamından suçlu olur." (James 2:10) Paul'ün
yaklaşımı tam tersine, 'dünyasal işler değil, ruhun arınması' yönündeydi
(Romalılar 2:29). Yahudi yasasına esnek bakıyordu. Paul, "Bir insan inançla
yargılanır, yasayla değil" diyordu. "İnanç aracılığıyla yasayı
hükümsüz mü kılıyoruz?" diye soruyor, sonra da "Tanrı yasakladı, bizim yasayı kurmamızı."
(Romalılar 3:28-31) diye cevaplıyordu.
Bu bizi, M.S. 2. yüzyılda
Hıristiyanlığı iki farklı geleneğe ayıran kırılma noktasına getirir: Bir
tarafta bilgi arayanlar, diğer tarafta ise inananlar vardı. Bu bölünme,
Hıristiyan Orto doks mezhebini ortaya çıkaran en büyük etkenlerden biri olmasından
dolayı, bu ayırımı yapmamız
gerçekten Önemlidir.
"İnanç, umut edilen şeylerin özüdür,
burada kanıtlar görünmez." Böyle yazmıştı Paul, İbranilere mektubunda
(II:I). Fakat inanç, bilgiden daha aşağıdadır. İnsanın, kanıtlan kendi gözüyle
görmek istemesine her zaman saygı duymuşumdur. Bunu bir örnekle açıklayayım.
Ateşten korkabilirsiniz; çünkü elinizi
ateşe koyarsanız, elinizin yanacağına ve sonuç o larak acı duyacağınıza
inanırsınız. Bunun doğru olduğuna inanabilirsiniz; fakat elinizi gerçekten
ateşe koyana kadar, bu acının ne olduğunu bilemezsiniz. Deneysel bilgiye
-burada bahsedilen, iki kere ikinin dört olduğunu bilmekten farklıdır-
Grekçe'de gnosis denir. Bu önemli sebepten dolayı, Hıristiyanlığın içindeki
tanrıyı deneyim etmek isteyen mistik gruplar, kendilerine Gno stikler demişlerdir.
Bu görüşün Hıristiyanlık içinde ne zaman başladığı bilinmiyor; fakat bu tarz
bir yaklaşım uzun süreden beri pagan dinlerde mevcuttu. M.S. 2. yüzyılda bu yaklaşımın,
Hıristiyan Kilisesi içerisinde popülerliği hızla arttı.
Gno stikler, ortaya koydukları fikirlerin
karmaşıklığına rağmen, İsa ve Tanrı hakkındaki gerçeklerle ve Kutsal
metinlerdeki inançlarla çok az ilgileniyorlardı. Onların asıl ilgilendikleri, tanrının
ne olduğunu kendi deneyimleriyle direkt olarak bilmekti. İsa'nın sözlerindeki
inançla ilgilenmiyorlardı; onun gibi olup tanrıyı bilmek istiyorlardı. Nag
Hammadi'de bulunan Gnostik metinlerden biri gibi, Thomas'ın İncili de şunu vurgular:
"Ne zaman kendinizi bilirseniz, o zaman bilineceksiniz ve yaşayan Babanın
ORTAYA ÇIKAN SAYISIZ GÖRÜŞÜN ARASINDAN
seçilen, teolojik kriterler göz önünde bulundurularak yapıldığı pek de söylenemez:
Birileri oturup, kendi bakış açılarına ve anlayışlarına göre; 'Bu gerçektir, kabul
edilmeli ya da bu yanlıştır, kabul edilmemeli; doğrusu şu şekilde inanmaktır,
böyle bir inanç yanlıştır, kafirliktir...' diye kararlar verdiler. İnsanın
üstünlüğü kavramı üzerine temellendirilmiş insancıl kararlar alınmışsa da çoğu ko
ntro l ve güce ilişkindir.
Ko e ster'in yazdığı gibi, "Hıristiyanlığın
ilk zamanlarında 'kafir' ve 'inanan' sıfatları anlamsızdır." Daha da anlamsız
olanı, Yeni Ahit'imizdeki kitaplarda, İsa hakkında yalnızca gerçek geleneklerin
yazılı olduğunu düşünmektir. Bir kez daha Koester, yaptığı yorumda sözünü esirgemez:
"Ancak dogmatik bir peşin hükümle, papaz yazılarının havari kökenli ve sonuçta
tarihsel önceliğe sahip olduğu iddia edilebilir." Gerçekte Yeni
Ahit'imize, M.S. 393 ve 397'de Hippo ve Kartaca Konsillerine gelinceye dek bir
nokta koyulamadı. Yani kitaplar, konu aldıkları olayların yaşanmasının
üzerinden 360 yıl geçtikten sonra tamamlanabilmişti.
M.S. 140'LI YILLARDA HIRİSTİYANLIĞA
GEÇMİŞ zengin bir armatör olan Marcion, Pontus'taki evinden çıkıp, kendi topluluğunu
kurduğu yer olan Roma'ya gitti ve yarattığı topluluk bütün Roma İmp arato rlu ğ
u’nu etkiledi. Onun tüm yazıları kayboldu. Ancak eleştirmenlerine göre; sadece Paul'ün
gerçeği bildiğini iddia ediyordu. Üstelik Yahudilikten
etkilenen diğer havarilere de saygı
gö steriyordu. Eski Ahit'i tamamen reddediyordu ve sadece, İncil' olarak kabul ettiği
Paul ve Luka'nın yazılarını kullanıyordu. Görünen o ki; İncil terimini ilk kez
Marcion 'kullanmıştı. Onun örgütü, kendi kutsal kitabına sahip ilk Hıristiyan kilisesiydi.
Marcion, Kilise için en büyük tehlikelerden biriydi ve M.S. 144 yılında Roma'daki
Kilise tarafından resmen aforoz edildi.
Her şeye rağmen Marcion'un yazılı metinler
kullanmasının bıraktığı etkiler; büyüyen Hıristiyanlık geleneğinin, sözlü gelenekleri
geride bırakmasına ve 'İnciller' temeli üzerine oturtulmuş yazılı geleneğe
başlamasına bir zemin oluşturmuştur. Bunun, kabul edilebilir resmi bir ruhb an yönetim
sınıfı kurmak amacıyla, yazarlığı havarilere atfedilen kutsal 'Yeni Ahit' edebiyatı
yaratılmasına katkısı yadsınamaz. Metinlerin resmi bir listesini oluşturma tutkusu
ise; ilk kez. Roma Fransa'sının başkenti Lyons'un Piskoposu Irenaeus tarafından
biçimlendirilmiştir.
O ve Ortodoksluğun sadık koruyucuları
'gerçekler' diye ellerinde tuttuklarından hiçbir sapma göstermeyeceklerdi. Onlar,
Marcion'un takıntılı Paulcülügünden hoşlanmıyorlardı. Bütün inançlara göre,
insanı aşan bir iş olduğu düşünülen tanrının direkt o larak bilme konusuyla
ilgilenen Gno stikler de onları etkileyememişti. Bunlara karşı çıkmak amacıyla Irenaeus,
M.S. 180 yılı civarında, Gno stiklere saldıran ve beş kitaplık anıtsal bir çalışma
olan, ünlü Against Heresies’i (Kafirlere Karşı) kaleme aldı.
Bu yüzden Irenaeus'un başı, Gno
stiklerle ciddi şekilde beladaydı. Onların kendilerini sözüm ona insanüstü bilgilere
sahipmiş gibi gösterdiklerini, rol yaparak zavallı beyinleri saptırdıklarını
söylüyordu. Onların, kendisine argümanlarla, kıssalarla ve maksatlı sorularla saldırmalarından
şikayet ediyordu. Gno stiklerin yazılarını okuyarak çeşitli Gno stiklerle inançları
hakkında konuştuktan sonra öğretilerine saldırmanın bir yolunu bulmuştu. Kafirlere
Karşı'daki uzun açıklamalarında Irenaeus,
Gno stikler ve M.S. 2. yüzyıl
sonlarında ortaya çıkan Ortodoksluk hakkında bize birçok bilgi vermektedir.
Irenaeus, Gno stiklerin bazı sırlara sahip olduklarını iddia ettiklerini
biliyordu: "Onlar, 'İsa, havarileriyle özellikle gizemli konuşuyordu' diye
iddia ediyorlar" diyordu. Ayrıca bu önerinin, geçmiş yüzyıllardan kalan ve
bir şekilde ölünün dirilmesiyle bağlantılı ezoterik bir anlayışa ait olduğuna
işaret ediyordu. Irenaeus'a göre, Gno stikler, dirilme inanışını tam olarak
kabul etmez; kutsal kitaplardaki anlatımların çoğunlukla aslında sembolik olduğuna
inanırlardı. Hikayelerin altında yatan asıl mesajı alabilmek için yorum yapmak şarttı.
Onlara göre ölüden dirilme, bir kişinin ancak Gn o stizm ile öğrenilebilecek bir
'gerçeği' deneyim etme si gibi, sembolik bir anlama sahiptir.
Gariptir ki; Irenaeus bunu, Gno
stiklerin -fakat Kilisenin de kabul ettiği ölüden dirilme- iddialarını çürütmek
için bir araç olarak kullanır. O, ölü bir adamın hayata geri döndürülmesi
olayını iyi biliyormuş gibi görünür. Bu durumda
ona göre, ölü adam artık hep diri kalmaktadır.
Bu, etkileyici ancak detaylandırılmamış bir hikayedir. Irenaeus'un konuyu tam
olarak anlayamadığının da açık bir kanıtıdır.
Irenaeus anlasa da anlamasa da, Gno
stiklerin Kiliseyi her an ele geçirebileceği o hassas dönemde, Ortodoksluğa
önderlik ettiği bir gerçektir. Hangi İncillerin kullanılacağını ve hangilerinin
reddedilmesi gerektiğini de b elirlemiştir. Önce dört İncili; yani Matta,
Markus, Luka ve Yuhanna'yı bir araya getirmiş, en sonunda da hem oğul hem de
sonsuz yaratıcı olan. Tek Tanrı İsa kimliğini yaratmıştır. Ayrıca ona göre tek
merkezli kilise örgütlenmesi; evrensel hukukun, doğanın ve hakikatin bir ölçüsüdür.
Merkezleşme sağlanmış ve Ortodoksluk güçlendirilmiştir. Ortaya çıkan bu
maddesel güç de, tanrısal desteğin kanıtlarından birisidir. Bir merkez etrafında
toplanmak yerine; dağınık bağımsız olmak, yanlış bir karar o lurdu ve gücün
dağınıklığı zayıflık anlamına gelirdi. Ne de olsa tek bir tanrı Vardı ve dolayısıyla
tek bir kilise olmalıydı. Bu basit fakat yanlış
argüman, birçoğunu doğruluğuna ikna etmiştir.
Ve hatta bugün bile bu iddianın savunucuları Vatikan'da mevcuttur. Başları ise
tabii ki Papa'dır.
TEOLOGLAR, MERKEZLEŞMİŞ BİR ORTODOKS inanç
sistemi meydana getirmeye çabalarken, diğerleri de Kilisenin fiziksel yapısını
merkezleştirmeye çalışıyordu; çünkü insanları yönetmek, merkezleşmiş bir güçle
mümkün olabilirdi. O dönemlerde Kilise, büyük bir zulüm uyguluyordu. Bu zulmün
doğurduğu siyasi sorunlar ise Hıristiyanlığın şekillenmesinde rol oynamıştır.
Önceleri yerel kiliseler, bir grup
insan - presbiteryen, yani resmi olarak atanmış piskoposlar- tarafından idare
ediliyordu; ancak bu idari yapılar yavaş yavaş merkezleşmeye başladı. İlk önce piskoposluk
bölgeleri oluşturuldu ve her biri için, birer bölge piskoposu belirlendi.
Bunlar, kendi bölgelerindeki diğer bütün din görevlilerinin amiri sayılıyordu. Bu
süreç, Roma'da 2. yüzyılın ortalarında başladı ve 3. yüzyılın başlarında
tamamlandı. Tabii ki Roma
piskoposunun, bunlar arasındaki en önemli piskopos olmasına şaşırmamak gerekir.
Roma piskoposu, dünya üzerindeki en büyük kilise yöneticisi ve Mesih'in
temsilcisi o larak tanınmak istiyordu. Roma'nın ilk piskoposu olan Papa I. Stephen
(254-57), havari Peter'in yerine geçip, bütün piskoposlar arasında üstünlük sahibi
olma isteğindeydi. Bu isteğini ise Matta'nın İnciline dayandırıyordu (16:18):
"Peter ile beraber bu kayanın üstüne kilisemi inşa edeceğim." Ayrıca Roma'ya
gelen Peter, şehirdeki ilk Hıristiyan din görevlisi o larak tanımlanmaktaydı.
258 yılında imp arato r Valerian tüm
Hıristiyan rahiplerin bir an önce idam edilmesini emretti. Birçoğu öldürüldü. Ancak
kurtulanlar da oldu. Hıristiyan Kilisesinin liderleri merkezi otoritenin avantajlarına
somut bir şekilde tanık olmuş, fırsat buldukları anda bu gücü ellerine geçirmeleri
gerektiğini anlamıştılar.
İlk fırsat, Konstantin hükümdarlığı
döneminde geldi. Ölüm döşeğine yatana kadar hiç vaftiz edilmemiş olmasına
rağmen, onun iktidarı
döneminde Hıristiyanlık gelişme
fırsatı bulmuştu. Konstantin birlik istiyordu; İznik Konsili'ni toplayarak,
kafir Arius'un fikirlerine karşı çıkılmasını istedi. Amaç, Arius ve diğerlerinin
itiraz ettiği, İsa'nın Baba Tanrı ile bir olduğu fikrinin desteklenmesiydi.
Arius ve taraftarlarına göre İsa Tanrı değildi. Princeton Üniversitesi
Profesörü Elaine Pagels, bu ifadeye karşı çıkanların ne kutsal kitaplarda ne de
Hıristiyan geleneğinde böyle bir şey olmadığını savunduğunu belirtir. Ancak bu itirazların
İznik’e önyargılı bir şekilde giden teologlar üzerinde bir etkisi olmadı.
Konsil kesinlikle Arius'a karşıt
görüşlerle doluydu; fakat onun destekçilerinin varlığı, öfke dolu toplantılar ve
ateşli tartışmaların yapılmasına neden olmuştu. Aslında, bunlardan biri sırasında,
geleneksel dava resimlerinde gösterildiği gibi, Demre piskoposunun zayıf ve
kendini dünyevi işlerden çekmiş olan Arius'a fiziksel bir saldırıda bulunmuş
olması mümkün gibi görünüyor. Tartışmalar konsilin dışına taşmıştı, İznik sokaklarında
konuşuluyordu: Bu
çekişmeleri konu alan p aro diler,
halk tiyatrolarında oynanıp kahkahalar topluyordu ve şehrin her yanında
pazarcılar, esnaflar, sarraflar vs. tarafından tartışılıyordu. "Ekmeğin
fiyatını sor, sana söylesinler, 'Oğul, Baba'nın emrine tabidir.' Sor, banyo hazırsa
sana söylesinler, 'Oğul, yokluktan yükseldi.'
Sonunda oylama yapıldı. Gerçek rakamlar
kuşkulu olsa da Arius ve iki yandaşının hükme karşı oy kullandıkları bilinir. İktidarın
iddiasına göre; öneri, 3'e karşı 217 oyla kabul edildi.
Oylamanın ardından Arius ve iki yandaşı
Uanube (Tuna) bölgesine sürgüne gönderildi.
Gariptir ki; bu olaya ek olarak,
Konstantin ölüm döşeğinde vaftiz edildi ve bu tören kafir Aryan Kilisesi'nin
bir üyesi tarafından gerçekleştirildi. Bu durum, Konstantin'in, birliği ve
mukavemeti sağlayabilecek her türlü görüşe, teolojiden daha fazla önem
verdiğini açığa çıkarır.
Bu kararla birlikte İznik Konsili, inancın
hayal ürünü İsa'sını yarattı ve bunu tarihsel olarak benimsedi. Konsilin çalışmaları,
ileride Yeni
Ahit kitaplarının seçilmesi için dikkate
alınacak ölçütlere de bir zemin oluşturmuştur. İznik Konsili, inancın bilgiye
tercih edildiği Hıristiyan dünyasını yarattı. Farklı olan her düşünce, kafirlik
sayılıp reddedildi ve hatta mümkünse de toptan yok edildi.
Bugün hâlâ bunun acısını çekiyoruz. Gno
stik metinler üzerinde uzman olan Pagels, bir akademisyen için alışılmadık bir davranışta
bulunarak, Beyorıd Belief: The Secret Gospel of Thomas (İnancın Öte sinde:
Thomas İncil’inin Sırları) adlı kitabında kişisel bir not sunar. Bu not, uzun
vadeli sonuçlar doğuran kritik bir noktaya değinmektedir: Kilisede hoşuna gitmeyen
şey 'Hıristiyanlığın, tek bir inanç otoritesine ait olarak tanımlanma eğilimi ve
bu inancın tanrıya ulaşmanın tek yoluymuş gibi gösterilme çabasıdır'.
Sonradan ortaya çıkmış olan Roma piskoposları,
gücü ellerinde tutmak için zalim p o litikalar sürdürdüler. Ancak hiçbirisi, bir
katil grubu kiralayarak, aleyhtarlarını üç gün süren bir işkence sonrası ortadan
kaldıran Papa I.
Damasus (3 66~84) kadar ileri gitmemişti.
Damasus kontrolü tekrar sağladığında
Roma'yı 'havarilik merkezi' olarak adlandırdı; diğer bir deyişle Roma, bütün kilise
merkezleri arasında, havarilerin varisi olarak miras aldığı otoriteyi devam
ettirebilecek tek merkez oldu. Bu hak talebi, Kudüs'te hiç olmamıştı. Ne de
olsa İsa'nın her bir Zelot yoldaşı, böyle bir hak talebini gereksiz ve mantıksız
bulacaktı.
Damasus kendisine yapılan suçlamalara
hiç aldırmadan, kendisini havari Peter'in tek varisi o larak ilan etti ve İsa
tarafından kurulmuş olan kilisenin kendisine miras kaldığını, dolayısıyla kilisenin
de sahibinin kendisi olduğunu söyledi. Dünya üzerindeki en yüksek otorite
olarak Damasus, dini bir bilginin doğru olup olmadığını belirlemenin tek ölçüsünün,
Papalık tarafından onaylanmış olması şartını öngören prensiplerin de
kurucusudur. Havari veraseti talebi böyle arsızca bir tutum içinde sunulmuş ve
sonunda zorlamayla ele geçirilmişti.
Bir sonraki Papa Siricius (3 84-99),
emrin yorumlanmasını yasaklayan ve emre hemen itaat
edilmesini şart koşan yasalar çıkartarak,
yüce mahkemenin uygulamalarını devam ettirdi ve kendisinden önceki anlayışı
sürdürdü. Dogmatik otoritesi altında Yeni Ahit yasası, M. S. 393'te Hippo
Konsili ve M.S. 397'de Kartaca Konsili'nde karara bağlandı.
Gücü ele geçirme ve merkezleştirme
amaçlı bu aleni süreç, Papa I. Innocent (401-17) döneminde de devam etti. Bugün
dahi dinin merkezi olarak görülen Roma'yı, en yüksek kilise otoritesi olarak
ilan etti. Ancak en büyük güce ulaşan Papa I. Leo oldu (440-6 1). O, sonunda büyük
bir cüretkarlıkla, bugün bile karşı gelinemeyen iddiayı ortaya atacaktı: Ona göre
İsa, Peter'e Hıristiyan Kilisesi üzerinde sınırsız bir yetki vermişti ve bu
yetki Peter'den sonra Roma piskoposları tarafından devralınacaktı. Roma piskoposu
yani Papa, bütün piskoposların başı olup, Peter'in ruhunun bedenleşmiş hâli gibi
hareket edecekti. Onun ardından en cüretkar çıkışı yapan Papa I.
Gelasius (492-52 1) oldu; imparatora
bir mektup göndererek, dünyanın sadece iki büyük güç
tarafından yönetilebileceğini belirtti:
Bunlardan biri papanın sahip olduğu ruhsal otorite diğeri ise imp arato run
sahip olduğu maddi otoriteydi. Papanın yetkisi sınırsız olmalıydı; çünkü maddi olanın
ruhsal kurtuluşu onun elindeydi. 13 Mayıs 495'te Roma'da yapılan Kilise Meclisi
toplantısında alınan kararla Gelasius, 'İsa'nın Vekili' unvanını alan ilk papa
oldu.
kutlanmaktadır.1 Kilisenin mantığı M.S. 601'de Papa I. Gregory
(509-604) tarafından, Britanya'dan yola çıkmak üzere olan bir başrahibe verilen
talimatlarda vurgulanmıştı. "Putların tapınaklarının yıkılmasına gerek olmadığı
konusunda karara vardık" diye başlıyordu Papa yazısına.
Putlar yok edilmelidir fakat tapınaklar
kutsal su ile temizlenecek, içlerine minberler kurulacak ve
emanetler yerleştirilecektir. Bu tapınaklar
iyi inşa edildiği için şeytanlara kulluktan arındırılacak ve gerçek tanrının hizmetine
adanacaktır. Bu yolla, insanların tapınaklarının yıkılmadığını görmelerini,
hatalarından dönmelerini, kiliselere çevrilen bu yerlere gelerek cemaatleşmelerini
ve gerçek tanrıyı bularak ona ibadet etmelerini umuyoruz. Şeytanlara hayvan
kurb an etmek gibi geleneklerinin yerini, bu yerlerde yapılacak Adanma Günü veya
Kutsal Şehitler Bayramı kutlamaları gibi dini faaliyetler almalıdır.
Gelişen dogmaların desteğini arkasına
alan Kilise, minb erleri bozulmamış hâlde bırakmasına rağmen, belge yok etmek
ve sahte belge üretmek konularında hiç de çekingen bir tavır sergilememiştir.
DAHA İYİ ANLAMAK İÇİN dikkatimizi
Eunapius'a çevirelim. Eunapius, tahmini M.S. 345- 420 yılları arasında yaşamış
Yunanlı bir retorik öğretmeniydi. Retorik, ikna edici ve etkileyici bir şekilde
sözlü veya yazılı ifade etme sanatıdır.
Bu modern akıl hocamız, e skilerin mükemmelleştirdiği
teknikleri kullanıyordu. On altı yaşında eğitim için Atina'ya gitti. Orada
Elosis efsaneleri üzerinde çalıştı ve Emolpid Kolejinde rahip oldu. Emolpid
denen rahipler ailesi, hem kadın hem de erkeklerden oluşan ve öğrenmeye hazır
olduklarını kanıtlamış az sayıdaki seçkin kişiye, Dimitri ve Persefon'un
Elosis'deki efsanelerini öğretiyordu.
Eunapius kendi döneminde yaşamış
filozofların biyografilerini kaleme almıştı. Ayrıca genel tarihi derinlemesine araştırmış
ve başka bir yazar
tarafından yayınlanan bir tarih kitabı
için katkı yazıları yazmıştı. Bu k itab a M.S. 270 ve M.S. 404 arasında geçen
döneme ilişkin detaylar eklemişti. Bu çalışmayı M.S. 414'te bitirdi. Maalesef
bu tarihin sadece küçük bölümleri varlığını koruyabilmiştir. Fakat bu kayıpla ilgili
bir gizem her zaman varolacaktır.
İznik Konsili'nin toplanarak İsa'yı
'Tanrı' ilan etmesi, M.S 306'dan 337'ye kadar hüküm süren imparator
Konstantin'in dönemine rastlar.
Hıristiyanlığın, çoğu kişinin karşı
çıkışlarına rağmen Roma'nın resmi dini hâline gelmesi de aynı dönemde o lmu ştur,
imp aratorluğu tek bir bütün hâline getirme tutkusuyla Konstantin, dini politik
bir araç olarak kullanmış gibi görünmektedir. Gerçekten de, görüldüğü gibi
kendisi ölüm dö şeğindeyken Hıristiyan olmuştur.
Hristiyanlar tarafından pagan o larak
görülen Eunapius'un bu değişimleri ve Hıristiyanlığı sevmediğinden emin o lab
iliriz. Konstantin tarihi hakkında yazdıklarının çok eleştirildiğinden, öfke ve
düşmanlıkla karşılandığından da emin
o lab iliriz. Bu, 5. yüzyılda ortaya çıkmaya
başlayan Hıristiyan Ortodoksluğuna zarar verebilirdi. Eunapius'un imparator
Julian hakkında da anlatacağı ilginç şeyler olmalıydı. Julian (M.S. 361-63) imp
arato rlu ğ a paganizmi, özellikle de klasik çağın en büyük filozoflarından
Apamealı Lamblichus'un (tahminen; M.S. 240-325) öğretilerini geri getirmeye çalışıyordu.
Eunapius'un tarihi, bugün elimize alabileceğimiz
çok ilginç bir metin olabilirdi. Ne yazık ki Vatikan'ın, kendine özgü İsa ve Hıristiyanlık
doktrinlerini koruyabilmek amacıyla bu tarz belgelerin yok edilmesi veya 16. yüzyıldan
beri içine girilemeyen Vatikan Kütüphanesi'nde gizli tutulması gereğine
inandığı için, bu metnin bir kopyasına şu an sahip değiliz.
Bu, 1563'te Roma Üniversite sinde hocalık
yapan akademisyen Marci Vntoine de Muret tarafından aktarılmıştır. O, Vatikan Kütüphanesi'nde
Eunapius'un Tarihinin bir kopyasını görmüştü. Bunu o kadar ilginç bulmuştu ki; Vatikan'ın
önde gelenlerinden Kardinal Sirlet'ten kendisi
için bir kopya çıkarmasını rica etmişti.
Fakat Sirlet bunu reddetti ve papanın desteğiyle bu kitabı 'din dışı ve sakıncalı'
addetti. Bu çalışmaya bir kez dikkat çekilince, yetkililer bu soruna bir çözüm
aradılar. Çözüm çok basitti: Bilgili bir Cizvit papazı, Eunapius'un Tarihinin
'ilahi takdiri ile çürüdüğünü' kaydetti." Şüphesiz ki bu takdir, tanrının insan
vekillerine aitti.
Vatikan'ın tarihinde bilgiyi gizlemek
veya yok etmek konusundaki örnekler bir hayli çoktur. Fakat ne kadar sayıda tarihsel
belgeyi yok ettiklerini ve ne kadarının da ellerinden kurtu lmu ş olabileceğini
kimse tam olarak bilemez.
M.S. 5. YÜZYILDA 'İnancın İsa'sının zaferi,
tarihsel İsa'nın üzerinde yükselmişti. Her ikisinin de aynı o lduğu masalı, teolojik
olarak gerçekmiş gibi gösterildi. Bu dogmatik fikirleri savunanlar, elbette ki hiçbir
zaman rahat edemezdi; çünkü yanlış hesabın eninde sonunda tekrar karşınıza bir
sorun olarak çıkması gibi, yüzlerine ç arp ılan tarihsel kaynaklar yüzünden zor
duruma düşme tehlikesi her zaman bir ihtimaldi. Diğer
Hıristiyanlara, Pagan imparatorların daha
önce yaptıklarının aynılarını yaparak amansızca inançlarını savundular. M.S.
386'da Avila piskoposu Priscillian'ı kafirlikle suçlayıp idam ettiler. Bu,
Kilisenin, durumunu kurtarmak için verdiği ilk idam emriydi.
Takip eden yüzyıllarda, kilisenin döktüğü
kanın hesabı artık yapılamıyordu bile. Teolojik birliğin bedeli sadece altınla
değil, insan hayatlarıyla da ödeniyordu.
İsa'nın, barışı öğütleyen Yahudi bir
Mesih olduğuna inanan Priscillian'ın ölümü unutulmaması gereken dramatik bir örnektir.
İnanç kendilerini Mesih'in varisleri ilan edenlerin nasıl olduda eline düştü?
Roma'nın p ap aları daha sonra bunu kullanarak, -sanki bir Mesih yaratabilme gücüne
sahipmiş gibi- imp arato rları taç giyme törenleri sırasında yüceltilmiş
makamlarında kutsadılar. Sanki gerçeğe giden yol kendi tekellerindeymiş gibi.
5 Ağu sto s 1234'tü. Zavallı bir kadın,
Toulouse kentinde damadına ait bir evde, ölüm döşeğinde yatıyordu. O zamanlar Fransa'nın
güneyinde yayılmaya başlayan, gizemli bir Hıristiyanlık akımına mensuptu.
Bunlar Katarlardı. Katarlar, Roma’yı hem küçümsüyor hem de Roma'dan korkuyorlardı.
Birçok Katar'a göre Papa, Deccal'ın ta kendisiydi ve Roma Kilisesi'ne 'kıyametin
alameti veya 'kurtların kilisesi' diyorlardı. O gün, bazı Katar rahipleri inançlarına
göre teselli töreni adı verilen en önemli görevi yerine getirmek için kadını ziyaret
etmişlerdi. Fakat bu olay, onların dinine karşı düşmanlık besleyen biri tarafından
ihbar edildi. Görünen o ki; kadının bir Katar ve damadının da Toulouse'deki Katarların
habercisi olduğu bilindiğinden, ev gizlice gözetleniyordu.
Muhbir, bu haberi hemen engizisyon
mahkemesi başkanına ulaştırmak için harekete geçti.
Dominiken (Dominik tarikatı üyesi) engizisyon
üyeleri, Toulouse piskoposunun yanındaydılar. O gün, tarikatlarının kurucusu
olan Dominic de Guzman, Toulouse'de aziz ilan edilecekti. Papazlar kutlama yemeği
yemek üzerelerdi. Sonra 'ilahi takdir' ile engizisyon başkanına, ölüm
döşeğindeki bir kafirin, bir Katar törenini kabul etrnekte olduğu haberi ulaştı.
Başkan hemen piskoposu bilgilendirdi. Bu olayı öğrenen piskopos ve engizisyon üyeleri,
yaşlı kadını ölmeden önce gerçek dine döndürmek için yemeği bırakarak, aceleyle
eve doğru yola koyuldular. Vardıklarında içeri öyle hızlı girdiler ki; gelmekte
o lduklarını görüp endişelenen bir arkadaşları onları uyarmak ve yaşanmak üzere
olan trajediye engel olmak için biraz geç kalmıştı.
Piskopos, hasta kadının yanına oturdu
ve onunla sakin bir şekilde inançları hakkında konuşmaya başladı. Kadın
olanların farkında değildi.
Herhalde kendisini ziyarete gelenin
kim olduğundan bile habersizdi. Belki de onun Roma'yı temsil eden biri değil de,
bir Katar ileri
geleni olduğunu düşünmüştü. Sonunda kadın,
yakında gerçekleşecek olan ölümünden dolayı dini bir görevi yerine getirmek için
orada bulunduğunu düşündüğü kişinin bir dost olduğuna kanaat getirdi ve onunla serbestçe
konuştu. Diğer yandan kadının ölümü düşündüğünden de yakınmış gibi görünüyordu.
Piskopos onu yönlendiriyor ve konuşması
için cesaretlendiriyordu: "Yalan söylememelisin" dedi, sevecen görünmeye
çalışarak, "inancına ters olan ve kalbinde sımsıkı tuttuğun şeyi dile
getirir ve günah çıkarırsan; elde edeceğin şey, ölüm korkusu yerine dini tekamül
olacaktır."
Ölmek üzere olan kadın ağırbaşlı ve soğukkanlı
bir şekilde Katar inancına mensup olduğu için mutlu ve tanrıya minnettar olduğunu
söyledi ve devam etti: "Lordum, söyleyeceğim şudur ki; ben inananlardanım ve
hayatımın geri kalan bu son ıstıraplı saatlerinde, inandıklarımdan
vazgeçmeyeceğim.
Piskopos buna çok sinirlenmişti. "O
hâlde sen kafirsin !" diye bağırdı odanın içinde. "Günah
çıkarmak istemediğin konular,
kafirlerin inancıdır... Roma'nın ve Katolik Kilisesi'nin inandıklarına iman
et!"
Ölmek üzere olan kadın büyük bir
cesaretle bunu reddetti. Böylece piskopos İsa'ya yakardı ve resmi yetkisini
kullanarak kadını kafir ilan etti. Dolayısıyla da ölüm emri verilmiş oldu.
Hemen oradan alınıp şehir dışında bulunan Toulouse Kontu'nun sahip olduğu bir otlağa
götürüldü ve orada diri diri yakılarak idam edildi.
Piskopos ve onun Dominiken arkadaşları,
neşe içinde Toulouse'deki manastırlarına geri dönüp, tanrıya ve Aziz Dominic'e teşekkür
ettikten sonra, kendileri için hazırlanan yemekleri afiyetle yediler. Bu olayı aktaran
Dominiken papaz, odada bulunanlardan biriydi ve şu sonuca varmıştı: "Kutsal
Dominic'in ilk ziyafet gününde yaşanan bu olayı tanrı düzenledi, adının şanı ve
yüceliği için... inancın coşkusu ve kafirlerin utanması için."
'Kutsal Dominic' bir zalim ve fanatik
bir
İspanyol rah ib i olan Dominic de Guzman'dı.
Katarlara karşı sürekli bir haçlı savaşı yürüttüğü için ün kazanmış ve Papa tarafından,
1216'da Dominiken sınıfı kurdurulmuştu. Amaçları kafirliğin sonsuza dek yok olmasını
sağlamaktı. Dominic, 1221'de öldü ve 1234 ise; Toulouseli kadının diri diri yakıldığı
ve kendisinin, önceki yıl papa seçilen bir arkadaşı tarafından aziz ilan edildiği
yıl oldu.
ON İKİNCİ YÜZYİLDA, özellikle
Fransa'nın güneyinde Kilise yolsuzluklara karışmıştı. Tek uğraşları mallarını idare
etmek ve gelirlerini arttırmak olan p ap azlar ve piskoposlar, dindar gibi görünmüyor
olmalarını önemsemiyorlardı. Metres tutma, kumar, avlanma gibi dünyevi
eğlenceler ve Kilise hizmetleri karşılığında para alma veya borçlandırma;
yasadışı evliliklere izin verme, avukatlık yapma gibi dünyevi işler çok
yaygındı ve rahatlıkla bunu uluorta yapabiliyorlardı. Öyle ki; sonunda Papa
III. Innocent, seçiminin yapıldığı 1198'de, kendini kilise uygulamalarından
dolayı eleştirilerin tam ortasında bulmuştu. 13. yüzyıla girilmek
üzereyken, Languedoc'un önde, gelen
din adamı Narbonne başpiskoposu, papaya göre tek bir tanrıya: 'paraya' tapıyordu.
Piskoposları kutsamak için ciddi ücretler alıyordu ve kilise üzerinden gelir
elde ediyordu; rahiplerin evlenmelerine izin veriyordu ve kilise yasasına
aykırı diğer davranışları bağışlıyordu. Papa onu, bir başka başpiskopos ve yedi
piskoposla beraber ihraç etti. Bu Katolik ruhbanların b azılarının aileleri
bile Roma'dan kovuldular. 1 209'dan 1212'ye kadar, bir Kato lik o larak görevini
sürdüren Carcassonne piskoposunun annesi, kız kardeşi ve üç erkek kardeşi teselli
törenleriyle Katar inancına geçmişti.
Soylular, mülk ve gelir gibi
konularda Kiliseyle sürekli anlaşmazlık halindeydiler ve Katarlarla ilişkilerini
geliştirdiler. Bazı soylular daha da ileri gidip, teselli olarak alenen Katarlığa
geçtiler. Örneğin; 12. yüzyılda Foix Kontu’nun karısı, kocasının ö lümünün
ardından. Kont'un kız kardeşi Esclamonde gibi Katar olmuştu.
Katarlar fedakarlık, ruhaniyet ve
sadelik dolu bir hayata kucak açmış, kutsal erkekler ve
kadınlardan oluşan bir gruptu; Lesi
Bonhommes ve kendilerini ‘İyi İnsanlar' veya İyi Hıristiyanlar' diye adlandırıyorlardı.
Dinsel deneyimler kazanmayı çok istedikleri hâlde; ruhani işleri bir kenara atıp,
para hırsına kapılan Kiliseden beklentilerini bulamıyorlardı.
Katarların dünyevi armağanları reddetmesi
tehdit ettikleri gücün kendilerine yönelik muhalefetini artırdı.
Aleyhtarları, Katarların kafirlik
konusunda mükemmelleştiklerini öne sürerek, onları 'Mükemmeller' diye adlandırmıştı.
Bu inancın tüm üyeleri teselli töreninden geçmişti. Teselli töreni; Katarların 'hem
vaftiz, hem kiliseye üye olma, hem din adamlığına atanma hem de ölüm anında uygulanan
törenleriydi."
Teselli edildikten sonra kendilerini dünyevi
işlerden uzaklaştırıyorlardı. Böylece dualar ve dini öğrenimle -eğitimleri Latince
değil, kendi dillerinde yapıyorlardı- geçirilen basit bir yaşam
sürdürüyorlardı. Vejeteryandılar; çiftler hâlinde dolaşırlar, bilgiye ve ruhsal
huzura önem verirlerdi. Yalancıların ve hilekarların karşısında
dürüstlüğün ve do ğruluğun temsilcisiydiler.
Pratikte, kişinin büyük
sorumluluklarını yerine getirmemiş olması ve yaşam tarzını değiştirmesi, teselli
töreni gerektirirdi. Ancak bu tören, en çok ölüm dö şeğindekiler için
yapılırdı. Ve kadın- erkek herkes bu törene katılabilirdi. Kato lik kilisesinin
tersine, bu oluşumda erkek egemenliği yoktu. Her iki cinsten olan Mükemmeller
arasında, hiyerarşi veya örgütlenme de yoktu.
Kilise, iyilikçi ruhani vaizlerin
meydan okuyuşunu dikkate almıştı ve buna karşı ilk tepki veren ise, manastır
hayatı yaşayan, Cistercian keşiş sınıfının parlayan yıldızı Clairvauxlu Bernard
olmuştu. O ve keşişler, Katarlar gibi sade bir yaşamı tercih ettiler. Bernard,
Katar Mükemmeller ile kent meydanlarında görüşmeler yapmak üzere, 1145'te, Fransa'nın
güneyine birçok seyahat yaptı. Onların dindarlıklarını gören ve dürüstlüklerine
hayran kalan -aynı zamanda kafirliklerini lanetleyen- Bernard, sürekli
genişleyen ve kuvvetlenen bu hareketi
durduramayacağını anlamıştı. Sonuçta kamuoyu
tartışmalarının da etkisiyle Katar Mükemmelleri 12. yüzyılın sonlarında artık resmi
bir organizasyon hâline gelmişti.
Birçok soylu, bu hareketin Kilise
merkezi olan Roma yerine, Languedoc'ta, yani kendi topraklarında
merkezileştiğini görünce. Katarları destekledi. Kuşkusuz, Roma bu durumdan hiç de
hoşnut değildi.
1 209'da Katarlara karşı bir Haçlı
Savaşı başlatıldı ve bunu kaos takip etti. Kuzeyli şövalye orduları Languedoc'a
hücum ederek, büyük bir yıkım gerçekleştirdiler. Binlerce Katar'ı diri diri yaktılar.
Hatta kimi zaman öyle büyük ateşler yaktılar ki; yüzlerce insanı tek seferde içine
atabiliyorlardı. Kayalık tep elerin zirvesinde, erişilmez bir yapı gibi görünen,
köhne durumdaki Montsegur Kalesi, o dönem bir Katar kilisesi o larak yeniden inşa
edilmişti. Daha alçak vadilerde yaşanan bu yıkımlardan sonra, 1 232'de inancın merkezi
ve bir Katar piskoposunun konağı olmuştu. Kuzeye ve kaleye bakan yüksek sarp yamaçlar
arasında.
Katar Mükemmelleri için küçük bir köy
kuruldu. Bu köyün kalıntıları, yamaçlardan bugün bile görülebilir.
Genç İspanyol rahip Dominic de
Guzman, kuzeyli ordulara eşlik ediyordu. Savaşın ilk yıllarında, onun. Katarları
toplu kurb an etme eylemlerinin ne kadar içinde olduğu konusunda çok şey bilinmese
de, olayların uzağında olmadığı da açıktır. O sıralar, bu şeytani kafirler örgütüne
karşı savaşacak yeni bir örgüt -yeni bir yaklaşıma sahip, yeni bir rahip ler topluluğu-
olması gerekir diye düşünüyordu. Sonunda düşüncesini hayata geçirerek, Dominiken
Keşişler tarikatını kurdu ve beraberce, bugün iyi bildiğimiz rezil Engizisyonu yarattılar.
Dominic yakıyor yıkıyor ve işkence ediyordu; Dominikenler de onu örnek aldılar:
Güney Fransa'yı kırıp geçirdiler. Kilisenin, Roma'yı görmezden gelen bu
kafirler üzerinde disip lin ve kontrol sağlamaya çok ihtiyacı vardı. Ülkede derin
bir korku hakimdi. Dominic'in Engizisyoncularından herkes korkuyor ve aynı zamanda
onlardan nefret ediyordu. Karşılıklı
kayıplara rağmen; Engizisyoncular acımasız
eylemlerini. Katarlar ise kafirliklerini sürdürdü.
Engizisyonculann yöntemi basitti:
Kafirliklerinden şüphe edilenler; sorguya alınıyor ve kötü şöhretli Gestapo'nun
bile imreneceği, işkenceyle bilgi alma süreci başlatılıyordu. Şüpheli, itirafta
bulunduğu veya verdiği cevaplar sorgucuları tatmin etmediği taktirde tutuklanıyordu.
İnsan psikolojisinden anlayan
Dominikenler, hapsetmenin ve korkutmanın kendi işlerini ne kadar kolaylaştıracağını
bildikleri için, olayları sonuca bağlamak konusunda hiç aceleci davranmıyordu. Bu
süreçte değişmeyen tek uygulama, işkenceydi. Kana susamış cellat başlıklı
işkenceciler tarafından kullanılan kor hâldeki çeşitli aletler, şüpheliler
üzerinde oldukça korkutucu etki yaratıyor olmalıydı. Kilise tarafından
düzenlenen, kemiklerin kırıldığı ve etlerin parçalandığı bu işte o denli uzmanlaşılmıştı
ki; işkence sırasında bir damla kan bile yanlışlıkla akıtılmıyordu.
Kurban itiraf etmeye karar verdiği anda,
-yeter ki kabus b itsin diyerek- Dominiken avukatlar ifadelerini alıyor ve
katip ler de bunu kayıtlara geçiyordu. Tuttukları kayıtların çoğunda tanık
oldukları işkenceleri de detaylarıyla anlatmışlardır. Sonra kurb an başka bir
odaya alınıyor ve itirafını 'hür irade' ile yaptığını onaylaması isteniyordu. Eğer
itirafçı ölüme mahkum edilirse, idam cezasını infaz etmeleri için kraliyet görevlilerine
teslim ediliyordu.
Dominikenler, bu sorgulamalar
sayesinde birçok bilgi içeren geniş arşivler ve kurumsal bir bellek yarattı. Engizisyonun
ardından kafir ilan edilen binlerce insanı yakarlarken, yaptıklarından biri de
buydu. Güçlerine güç katan bu belleğe sürekli sahip olmak ve daha da genişletmek
istiyorlardı. Bu nedenle kendilerine ihanet edecek bir döneğin, kızarmış bir
cesetten daha faydalı olduğuna inanıyorlardı."
Engizisyon, 13. yüzyılın kapsamlı ve
sofistike bir veritabanına sahip olan istihbarat ajansıydı. Şüpheli kafirler sorgulanıyor,
karmaşık detaylar içeren, suçlu bulma ve İtiraf ettirme konulu
tutanaklar tutuluyordu. Saklanan
belgelerden, üzerinden çok uzun zaman geçtikten sonra bile tekrar yararlanmalarına
olanak tanıyan arşivler hazırlamışlardı. Örneğin; 1316'da dine aykırılık
suçundan tutuklanan bir kadının, bu kayıtlar sayesinde kırk sekiz yıl önce, 1
268'de tutuklandığını görebilmişlerdi. Bu çeşit bir bilgi havuzu, başa belaydı.
Bilgi, Kilisenin egemen gücünün hizmetinde ve kötü niyetle kullanılıyordu.
Engizisyoncular, Kilisenin katilleri hâline
geldiler. Gizli ajan orduları, acımasız sorgucu ve yargıçları, İsa'nın adıyla hareket
ediyordu. Tarihsel Mesih çoktan unutulmuştu. İşte bu, Vatikan'ın İsa'sıydı.
Çarmıha gerilmiş bu dokunaklı figür, her yaşamı ve yaşamın her b ö lümünü etkileyen
kural ve düzenlemelerin tanzim edilmesinin gerekçesi olarak kullanılmıştı.
İLK BÜYÜK SAVAŞI KAZANAN ENGİZİSYONUN,
sonunda Katar Kilisesi'nin kalb ini söküp kanını akıtışı. Yeni Dünya'daki Azteklerin
insan kurb an etme ayinlerinin bir
Günümüze kadar da orada kaldı. Ancak kuşku
yok ki, kendini temize çıkartması gerekirdi. Öyle de oldu: 1 908'de Engizisyon
yeniden adlandırıldı ve ismi Kutsal Büronun Dinsel Topluluğu (Sacret
CongregatLon of the Holly Office) şeklinde değiştirildi. Daha sonra 1965'te İnancın
Doktrini Topluluğu (Congregatlon for the Doctrine of the Falth) adını aldı: Kilise
içinde hâlâ aynı role sahip, dogmatik ve fikrinden dönmeyen bir topluluğa unvan
olarak seçilen bu sözcükler, onları tanımayanlara kendilerinin sakin ve yumuşak
başlı bir topluluk olduğunu düşündürtse bile durum hiç de görüldüğü gibi
değildir.
Benedict-. Ratzinger, Kilisenin
doktrini hakkında oldukça açık konuşur: "Temel prensipler konusunda hiçbir
esneklik söz konusu olamaz."
"Vahiy, İsa ile birlikte son
buldu" diye açıklıyor Ratzinger net bir şekilde. Böylece, gerçeğin bugün bile
keşfedilmeyi beklediğini düşünenlere bir gönderme yapıyor. Oysa İsa'nın, İznik Konsili'ndeki
oylarla tanrısallaştığını unutuyor. Kilisenin, tanrısal bir yapıdan başka her şey
olabileceğini düşünen insanları hafife alıyor: "Bazı teologlar bile.
Kilisenin insan yapımı olduğunu düşünüyor" diyerek, küstahça yakınıyor. Fakat
insan yapımı Kilisenin, kendi
teolojisini, fikirleri oylamaya
koyarak yarattığını o da iyi biliyor. "Gerçekler oylamayla yaratılamaz"
diyen Ratzinger, tarihsel dayanakları göz ardı ederek, gerçek olduğunu iddia
ettiklerinin aslında bir oylama sonucu belirlendiğini görmezden geliyor.
Dogmatizmine şunları ekliyor: "Kişi, çözüm üreterek gerçeği yaratamaz
fakat sadece onu tanır ve kabul eder." Ratzinger şöyle devam ediyor: "inancın
taşıyıcısı olan Kilise günah işlemez." Açıktır ki tarih, Ratzinger'in söylediklerini
onaylamıyor.
Ratzinger'in açıklamalarında,
Vatikan'ın politikasından geri adım atacağına dair hiçbir işaret
görülmemektedir. Öte yandan açıktır ki; Vatikan, geçmişten bugüne hiç
değişmeden gerçeğe giden tek yolun sahibinin kendisi olduğunu düşünmüştür.
(Seçtiği yol ise, güç ve idare ihtirasıyla inşa edilmiş; Pontius Pilate tarafından
bir siyasi suçlu olarak çarmıha gerilen tarihsel İsa Mesih yerine, masalsı İsa Mesih
figürü üzerine kurulmuş bir yoldur.)
İnancın Doktrini Topluluğu, ataları olan
Engizisyoncuların felsefesini akıllıca devam
ettirmektedir, inanca sınırlar getirip,
gerçeği keşfetmenin önüne engeller koyarak, başarılı bir şekilde Vatikan'ın komuta
merkezi ve kontrol departmanı o larak hizmet vermektedir.
Bu dep artmanın varlığının tek
nedeni, Vatikan'ın en büyük ve en gizli korkusunu gidermektir. Bu korku,
'tarihsel İsa' ile 'inancın İsa'sı' arasındaki farkın kanıtlandığı taktirde, Vatikan'ın
tüm yapısının sahtekarlık üzerine kurulu olduğunun anlaşılacak olmasıdır,
İsa'nın, İznik Konsili'nde de ilan edildiği gibi, bir tanrı değil; gerçekte bir
insan olduğuna dair kanıtların ortaya çıkmasından korkmaktadırlar.
KATARLAR YOK EDİLDİĞİNDE Engizisyon, savaşmak
için kendine yeni kafirler aradı.
Tapınak Şövalyeleri'nin, Engizisyon rehberliğine
ihtiyaç duyduğunu fark ettiler. Engizisyon işkencecileri, Hıristiyan milletlere
neredeyse iki yüz yıldır hizmet eden askeri düzeni yok etmek amacıyla, onları Avrup
a'nın her yerine gönderdiler.
On dördüncü yüzyılın başlarında dikkatlerini
bu
kez, sadelik ve fakirlik anlayışlarına
kafirliğin bulaştığı ileri sürülen Fransiskanlara yönlendirdiler. Birçoğu ateşe
atıldı. Yüz yıl sonra Engizisyon, İspanya’daki Müslümanları ve Yahudileri hedef
aldı; özellikle de aralarında Katolikliğe geçip, sonra eski dinlerine gizlice
geri döndüklerinden şüphelendiklerine... Yakma olayları iyice artmıştı. 1481 Şub
at ve Kasım ayları arasında, Seville'de 288 masum diri diri yakılarak kurb an
edildi. Bu ise, Hıristiyanlık adına sayısız insanın kurb an edileceği yeni çağın
yalnızca bir başlangıcıydı. Ağır bedellerine rağmen, bu zulüm iktidarına karşı
çıkışlar devam etti. 1485'te Saragossa'da bir Engizisyoncu, katedralde diz çökmüş
dua ederken ö ldürüldü. Bu ve benzeri girişimler, daha fazla can kayıplarına sebebiyet
vererek devam etti.
Katliamlar, potansiyel kurb anların
sayısı azalana kadar yavaşlamadı. On beşinci yüzyılda yaratılan büyücülük
takıntısı. Engizisyona yeni kurbanlar sundu. Bu, düzenb az Kilise tarafından vurulan
büyük bir darbeydi. Kilise, büyücülüğü hep bir hilekarlık ve aldatmaca olarak gördü.
Büyüye inanmayı da; uzun süre boyunca,
bir günah o larak değerlendirdi. Fakat, 1484'te, Kilisenin bu konudaki tavrı beklenmedik
şekilde değişti: Papa bir bildiri yayınlayarak, büyücülüğün kınanması
gerektiğini; bunun tanınması gereken bir gerçeklik ve bu şeytani gerçeği
inkarın da kafirlik olduğunu açıkladı. Ayrıca, büyüyü inkar eden kafirlerin,
kilise tarafından belirlenecek her türlü cezayı hak edeceğini de ekledi. Bu saçmalık
Engizisyonun zulüm alanını daha da genişletti. Dominikenlerin harekete geçmek
için biraz cesaretlendirilmeye ihtiyacı vardı.
Ne gariptir ki; büyünün inkar edildiğini
düşündükleri yer olan İspanya hariç, Avrup a'nın her yerinde, Dominikenler tarafından
sürdürülecek bir av başlatıldı. Dominikenlerin yakacak büyücüler bulma çabası, kendi
büyücülerini üreten bir histeriye dönüştü.
Kadınlar cadılık suçlamasıyla
tutuklandı, işkence gördü ve yakıldı. Kilise için, 150 yıl içinde ortalama otuz
bin kadını yakmak bir övünç Kaynağı oldu. Bunların hepsi. Kilise onaylı
patolojik bir fantezinin masum kurb anlarıydı.
Dominikenler, kendilerini büyücülük konusunu
tartışır vaziyette bulan Engizisyon ve sivil otoriteler için bir kitap hazırladı.
Bu tarihin en rezil kitaplarından biridir: Malleus Maleficarum (Cadıların
Çekici), deliliğin en uç noktasındaki yüksek bir bilgeliğin en önemli
örneğidir. 1486 yılında, yüksek eğitimli iki Alman Dominiken tarafından
yazılmıştır. Bu rahiplere göre; şeytan bir kadındır ve kadınsı olan her şey
kötüdür.
Onlara göre; dünyadaki bütün
şeytanlıkların kaynağının kadınlar olduğuna hiç şüphe yoktur. Kadınlar
düzeltilemeyecek kadar bozuktur ve her an kötülük için hazırdırlar. Erkeklerden
güçsüzdürler ve dolayısıyla yoldan çıkarılmaları kolay olduğu gibi, kendileri
de yoldan çıkarırlar. Disiplinsizdirler ve onlara bakmak güzel olduğu için;
insanın b akışlarına bulaşıp ruhunu zehirlerler. Bu iki azimli Engizisyon
memuru, 'cadılığın, kadınların doymak bilmez şehvetinden kaynaklandığı' sonucuna
varmıştır.
Neden Kilise kadınları yıkıcı,
şeytani ve insanlık
dışı görmüştür? Neden kadınlar konusunda
dehşete kapılmıştır? Onların bu sıra dışı tepkiyi vermelerine neden olan nedir?
Bu, cinsellikle ilgili olmalıydı. Kilisenin
bundan ödü patlıyordu. "Cinsel tatmin asla günahsız olamaz" diye
belirtiyor Responsum Gregorii, Papa I. Gregory'ye atfederek. Beşinci yüzyıl
başlarında, kilise rahibi John Chrysostom, tehlikenin nerede yattığı konusundaki
düşüncesini çok net ifade ediyor:
Bu dünyada, ruhun saflığının
bozulmasına neden olan çok fazla durum vardır. Birincisi ve en önemlisi
kadınlarla münasebettir... Kadının gözü dokunarak ruhumuzu rahatsız eder ve bu göz
sadece azgın kadına değil; terbiyeli kadına da ait olabilir.
Böylesine durmak bilmeyen bir düşmanlıkla
yüzleşen modern kadın teologlar, skolastik bir üslupla bu tür açıklamaların
önünü kesmiştir. Essen Üniversitesinde din tarihi profesörü olan Uta Ranke
Heinemann, akademik çevrelerde nadir görülecek kadar açık bir dil kullanarak,
şöyle belirtiyor: "Dar görüşlü erkeksi
zorba zihniyetin; kilise tarihi boyunca kadına yönelik bastırma, karalama ye şeytan
gibi gö sterme çabaları ortaya koyduğunu görebiliriz. Ve bu despotluk, bugün de
kesintisiz devam etmektedir."
Kesinlikle bu konuda haklıdır.
Kadınların da papaz olabilecekleri öne sürüldüğü zaman kopan gürültüleri ve hiddetlenmeleri
buna bir örnek olarak kabul edebiliriz.
Bu korku ve cinsel despotluk nereden kaynaklanmaktadır?
Bu, Kilisenin ebedi bekaret ve ömür boyu
bekaret takıntısıyla ilgili bir şey olsa gerek.
KİLİSENİN SEVDİĞİ TEK KADIN, sözde bakire
Meryem'dir. Tanrının sınırsız gücüyle İsa'yı doğurmuştur. Buradan, tanrının bir
çeşit insan olduğu anlamı çıkmaktadır. Daha da ötesi, merhum Papa, II. John
Paul, 1987'de Kato lik piskoposlara gönderdiği Redemptoria Mater başlıklı genelgede,
Meryem'in kızlık zarının
bozulmamış olduğunu söylemişti. Bu
bir mucizeydi.
Eğer bu doğruysa, gerçekten de bir
mucize söz konusudur. Ancak maalesef, inancın İsa'sına atfedilen birçok şey gibi,
bu hikayenin de tarihsel İsa de uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Tarihsel bilgiler içerdiği varsayılan
dört İncilimizden sadece ikisi, yani Matta ve Luka, 'Bakire Doğumu'ndan bahsediyor.
Ve Luka (2:48) teolojik anlayıştan uzaklaşmayı tercih ederek; Meryem ve
Yusuf'u, İsa'nın ebeveyinleri o larak tanıtıyor ve net bir şekilde Yusuf'un, İsa'nın
babası olduğu vurgulanıyor. Yuhanna (1:45, 6:42) ise; kendi İncilinde İsa'nın, Yusuf'un
oğlu olduğunu belirtiyor (ayrıca Matta 13:55'e de bakınız).
En eski Yeni Ahit yazıları, Paul'ün
mektuplarıdır; fakat orada da 'Bakire Doğumu'na ilişkin hiçbir iz görülmez. Aslında
Paul, Romalılara mektubunda (1:3), "İsa, Davut'un neslindendir"
diyerek, bunu açıkça reddeder. En eski İncil, böyle bir mucizeyi belirtmeyi
unutan
ve genelde İsa'nın doğumundan daha çok,
Yahya tarafından vaftiz edilişiyle ilgilenen Markus'unki olarak kabul edilir.
Bir bakireden doğma fikri, M.S. 3. yüzyılda
İbranice olan Tevrat -Hıristiyanların Eski Ahit'i- Grekçe'ye tercüme
edildiğinde ortaya çıktı.
Yeşaya (7:14), 'genç kadın'ın bir oğul
doğuracağını ve bu oğula Emanuel deneceğini kehanet etmişti. 'Genç kadın'
anlamındaki alma kelimesi, Grekçe'ye 'bakire' anlamındaki parthenos olarak çevrildi.
Matta, İsa'nın doğumundan ilk bahsederken, onun 'peygamberin' -yani Yeşaya'nın-
kehanetini gerçekleştirdiğini vurgular. Ve hamile kalıp bir oğlan doğuran bakireden
-parthenos- bahseder. Aslında Matta'nın hikayesi (1:22, 23) oldukça mecazi bir anlatıma
sahiptir." Ve bütün bu fikirlere kaynak olmuştur.
Kilise, bekaret söylemini sürdürdü. Bu
söylem en hafif ifadeyle 'hasta' olarak nitelendirilebilecek birçok erkek tarafından
benimsendi. Bunlar arasında daha mükemmel bir Hıristiyan olabilmek amacıyla on
sekiz
yaşındayken kendini hadım ettiren
Origen Kilisesi Rahibi ve başta seks olmak üzere her türlü hazdan nefret eden
Augustine gibi isimler vardı. Bu adamların takipçileri, tüm inanç
öğreticilerinin bakir olması zorunluluğu için mücadele verdi. 1139 yılında da tüm
rahiplerin evlenmesi ve seks yapmasının yasaklanmasıyla amaçlarına ulaştılar.
İsa hiçbir zaman, dinsel nedenlerden dolayı
bekar kalmak gereğinden bahsetmemiştir ve Paul, bu konuya ilişkin yazıya
geçirilmemiş sözlü bir ifade bile olmadığını söyler ve 'el değmemişlere ilişkin
hiçbir emir almadım' diye yazar (Korintliler 7:25).
Üstelik, Katolik Kilisesi'nin
kurucusu ve ilk papa olduğuna inanılan havari Peter'in evli olduğu ve karısıyla
seyahat ettiği kesin bir bilgidir. Paul'ün Korintlilere ilk mektubu (9:5)
kendisinin, diğer havarilerin ve İsa'nın kardeşlerinin evlilik hâllerini açıkça
ortaya koyar. Paul'ün evli olduğuyla ilgili bilgiler, en son M.S. 2. yüzyılın
sonlarında, İskenderiyeli piskopos Clement tarafından belirtildiği zamana kadar
süregelmiştir. Daha sonra Paul dini
nedenlerle bekar kalan kişi statüsüne taşındı. Bakir erkekler inancı ele geçirdikleri
zaman, kadınları da anlatımların dışında tuttular.
İSA'NIN YAŞAMINA ve dönemine ait kalıntılara
tarafsız bir açıdan bakıldığında, İsa'nın da evli olduğu görülür. Ben ve meslektaşlarım
tarafından Kutsal Kan, Kutsal Kase'de tartışılan konular; İsa'nın, Mecdelli
Meryem ile evli olduğu', 'Yeni Ahitte aktarılan Kana'daki düğünle ilgili İsa'nın
bazı sorumluluklar taşıdığı' ve bunun aslında İsa'nın düğünü olduğuna dairdi.
M.S. 1. yüzyılda, Yahudiliğin
içindeki en büyük mezhep grubu olan Ferisilere göre evlenmek, bir erkeğin mutlak
göreviydi. O dönemde yaşamış olan haham Eliezer inançla şöyle diyor:
"Evlenmeyen biri, kan döken biri gibidir." İsa, Kilisenin bizi inandırmaya
çalıştığı gibi bekardı da, neden o hâlde onun Ferisi aleyhtarları -ki
kendilerinden Yeni Ahitte birçok yerde bahsedilir- İsa'yı ve öğretilerini
şiddetle eleştirirlerken, evli olmama durumunu hiç öne
sürmemişlerdi? Neden evli olan
havariler, İsa'ya evlenmeme hatasının sebebini hiç sormamışlardı?
Paul, Hıristiyan olmadan önce bir
Ferisiydi. Madem, İsa evli değil de, dini nedenlerden dolayı bekar kalan
birisiydi, peki neden Paul bunu hiç ifade etmemişti? Ranke Heinemann önemli bir
noktaya dikkat çekiyor: Paul b ekârlıkla ilgili yazarken, İsa'dan bu konuyla
ilgili hiçbir emir almadığını söylüyordu. Dolayısıyla bu konuda söyleyecekleri,
onun sadece kişisel görüşü olabilirdi ve Paul ün, İsa'nın gerçekleştirdiği bekar
kalmak gibi sıra dışı bir eylemi anlatmaması kesinlikle olanaklı görünmüyordu; tabii
eğer İsa evlendiyse başka. Elaine Pagels, 2005 yılında bir televizyon programına
katılarak, şu yorumda bulunmuştu: "Başta hahamlar olmak üzere, Yahudi
erkeklerin çoğunun evli olduğu kesinlikle doğrudur.
Fakat bir bakireden doğma ve bakir
bir yaşam, özellikle Yahudilikteki köklerini terk ederek kendi içine katacak,
Yahudi olmayan kişiler arayışında büyütülen dogmatik bir Hıristiyanlık
için gerekliydi. Bekarlık, tabii ki
pagan dünyasındaki, başta Stoikler o lmak üzere, birçok filozof tarafından benimsenen
bir kavramdı. Pagan egemen bir dünyada kendine yer arayan ve kendi inananlarının
da pagan filozoflar gibi ahlaki erdemlere sahip olabileceğini göstermek isteyen
Hıristiyanlığın, sahip olduğu b ekarlık anlayışının köklerini nereden aldığını anlamak
pek de zor değildir. Hıristiyanlık, pagan dünyasındaki aradığı yere kesinlikle ulaşmıştı.
Marcus Aurelius'un doktoru Galen, 2. yüzyılın
sonlarında cinsel yaşamlarını yalnız geçiren Hıristiyan erkekler ve kadınlar
hakkında şöyle yazmıştı: Sadece erkekleri değil, kadınları da tüm yaşamları boyunca
cinsellikten uzak duruyor. Onlar, gerçek filozoflardan hiç de geri kalmayacak
kadar disiplinli ve iradeli bireylerden oluşuyorlar.
Fakat M.S.11O yıllarında, Romalıları
eğlendirmek için arenada vahşi hayvanlara p arç alatılarak öldürülen Antakya
Piskoposu Ignatius, İzmir piskoposuna yazdığı mektuptaki öngörü içeren bir
yorumunda, 'tanrının bedenini
onurlandırmak için, el değmemişliğini
ömür boyu koruyan Hıristiyanların' var olduğunu ve onların bu davranışlarını kabul
etmediğini ifade eder. Aslında onun dikkat çektiği ve üzüntü duyduğu konu, onların
küstahlıklarıdır. Ve el değmemişlikleri konusunda övünmeye devam ederlerse; yitirilmiş
olacaklarını söyleyerek, uyarıda bulunmaktadır."Yazık ki Hıristiyan
düşüncesini yaratmak konusunda başarılı olanlar ve İsa'nın tanrılaştırılmasına sebep
olanlar, Kilise yöneticilerinin el değmemişliğinin baki kalması gerektiği fikrini
ilk ortaya atan ve kadınları önemli rollerden tek kalemde ihraç eden kişilerle
aynıdır. Kadının, öğretmenlik yapması fikrine karşı bir öfke geliştirip
yaydılar. Paul'ün, kadının Kilisedeki öğretmenlik rolünden bahsettiğini - hatta
bunu desteklediğini- bile unuttular,
Romalılara mektubunda Paul (16:1-12),
İsa Mesih'e hizmet eden sekiz kadın diyakozu (kilise işlerinde papaza yardımcı olan
kimse) yüceltiyor: Pheobe, Priscilla, Aquila, Meryem, Junia, Tıyphena, Tıyphosa
ve Persis. Ayrıca Korintlilere ilk mektubunda (11:5), kilisede dua
ve kehanette bulunan hem erkek hem de
kadınlardan bahsediyor. Ranke Heinemann, 'kehanette bulunmanın' resmi bir
bildiri işi veya 'vaaz verme' olduğuna dikkat çekiyor."" Paul, aynı zamanda
'cemaatlerdeki kadınların, toplantılarda kendilerine konuşma izni verilene
kadar sessiz kalmaları gerektiğini' de yazar. "Eğer soracak bir soruları varsa
da evde kocalarına sormaları gerekir." (I Korintliler 14:34-35)
M.S. 2. yüzyılın sonlarında,
kadınların Hıristiyanlık ö ğretiminde görev almaları artık mazide kalmıştı. M.S.1
97'de, Hıristiyanlığa geçmeden önce Kartaca'da eğitim görmüş olan Tertullian, kadınlara
karşı ateşli konuşmalar yapıyordu: "Siz şeytanın geçiş köprüsüsünüz: Siz o
(yasak) ağacın meyvesini koparanlarsınız: Siz, ilahi yasaya ilk karşı gelenlersiniz...
Karşı gelişinizin bedeli olarak tanrının oğlu ölmek zorunda kaldı. "***
Ç.N: Hıristiyanlar Hz. İsa'nın
çarmıhta ölerek, bütün insanların günahını üstlendiğine ve insanlığı
kurtardığına inanır. 'Karşı gelişin
bedeli'nden kasıt budur.
Doğal olarak, bütün insanlığın suçu
kadınlara yıkılmıştır ve kadınlar İsa'nın ölümünün sorumlusu olarak kabul edilmişlerdir.
Eğer kiliselerde dini görevlerde bulunacak olsalardı, Tertullian zihniyeti yüzünden
bu biraz zor olurdu. Zaten, kadına (sözde) öğrenme hakkı bile vermeyen Paul'ün,
öğretme ve vaftiz etme yetkisi vermiş olabileceği de inanılır görünmüyordu.
Çünkü o, "Onlar sessiz kalsın ve evde kocalarına danışsın" diyordu.
Şimdi, burada durup sormalıyız: Bütün
bunlar ne anlama geliyordu? Aslında anlamı şuydu: Hıristiyan Kilisesi'nde -Tertullian'ın
bildiği- bir yerlerde kadınlar, Paul tarafından tanımlanan rollerini çalışıyorlardı.
Yani kadınlar; rahipler gibi hareket ediyor, vaaz veriyor ve dine yeni
girenleri vaftiz ediyorlardı. Fakat bu nerede gerçekleşiyor olabilirdi? Bu ne
kadar yaygın o lab ilirdi? Tertullian bu konuda sessiz kalır.
Kilise ve rahiplerin çoğu gibi, o da
genel kabule aykırı görüşlere acımasızca saldırıyordu. Fakat eleştirilerinde
kadınları erkeğe eşit görüp,
rahiplik makamında görev yapmalarına izin
veren bir topluluktan hiç bahsetmiyordu. Şu hâlde, birinin çıkıp, sessiz kalan
Tertullian'a sorması gerekir: Neden?
Söz konusu olan şey, bu dönem için
büyük önem taşıyordu. Roma kendini kabul ettirmeye çalışıyordu. Bu amaçla da
'apostolic succession' (havarilik vekaleti) kavramını oturtmaya çabalıyordu.
Matta'nın İncil’ine (16:18) göre Peter,
İsa'nın Kilisesi'nin üzerine inşa edildiği kayaydı. "İyi bir Yahudi neden
bir kilise kurmak istesin?" gibi zor bir soruyu görmezden gelerek, Vatikan
geleneği, İsa'nın Peter'e Hıristiyan kilisesi üzerinde sınırsız yetki verdiğine
dair açıklamasında -bundan diğer İncillerde hiç söz edilmediği hâlde- ısrar eder.
Roma'nın sonradan gelen piskoposları, bu yetkiyi b irb irlerine sırayla aktarmaya
başladılar. Bu geleneğe göre; Peter ilk Roma piskoposuydu ve belirttiğimiz gibi,
Roma piskoposu M.S. 440 yılında seçildi. Papa I. Leo, Hıristiyanlığı yönetme yetkisinin
Roma'ya miras kaldığını iddia etti. Bu iddia olmasaydı, bugün Vatikan ve
p ap alık diye bir kavram olmayacaktı.
Katolik Kilisesi, 'kendisinin gerçeğe giden tek yol olduğu' ve 'papanın İsa'nın
-tanrının- dünyadaki vekili olduğu' şeklindeki akıl almaz iddialar üzerine kuruludur.
Tarihsel İsa kendi adıyla yapılan işleri bilseydi, kesinlikle şoke olurdu...
MANTIKLI BÎR SEBEPLE İSA'NIN
EVLENDİĞİ ve Mecdelli Meryem'in onun eşi olduğu konusunu tartışabiliriz. Fakat
elimizde az kanıt vardır ve elimizdeki kanıtların hepsi ikincil önemdedir. Dikkatimizi
Roma'nın ve İsa'nın kadınlara karşı tutumları arasındaki farka çevirdiğimizde, daha
sağlam bir zemin oluşturmuş oluruz. İsa, İncillerde anlatıldığı kadarıyla kadın
takip ç ilerine karşı samimi ve yakın davranıyordu. O kadar samimi ve yakındı ki;
erkek takipçileri bundan yakınıyorlardı. Yuhanna'nın İncili, İsa'nın Samarya yolculuğu
sırasında yaşadığı bir olaydan bahseder. Bütün havarileri et satın almak için
ayrılmıştır ve İsa tek başınadır. Uzun yolculuğundan dolayı yorgundur ve bir
kuyunun başucunda oturmuştur. Evli olmayan bir kadın, su almak
için oraya gelir. Sonra İsa ve kadın
konuşmaya başlarlar. Havariler geri döndüğünde, onu kadınla konuşurken
gördükleri için çok şaşırırlar. Burada Yuhanna, havarilerin hiçbirinin İsa'ya
karşı çıkmadığını belirtir (Yuhanna 4:27). Şu çok açıktı; İsa'nın sözleri herkes
içindi.
Nag Hammadi metinlerinin 1 977'de yayınlanışından
bu yana, İsa ve Mecdelli Meryem'in yakın ilişkileri, akademik çevrelerde ve popüler
müzakerelerde tartışma konusu olmuştur. Philip'in İncilindeki -tercümesinde parantezler
eklenmiş olan- dikkat çekici bir metin, ikisi arasındaki özel ilişkiyi açık bir
dille ifade ediyordu.
(Kurtarıcının) yoldaşı Mecdelli
Meryem'dir. (Fakat İsa) onu diğer (bütün) havarilerden daha çok (seviyordu ve sık
sık ağzından) öpüyordu. Diğer (havariler) bu yüzden (güceniyordu ve ho şnutsuzluklarını
dile getiriyorlardı) ."
Fakat duygusal veya cinsel bir ilişkiden
daha fazlası söz konusuydu. Bu İncili ve Kilisenin kabul etmediği, M.S. 2. yüzyılda
yazılmış diğer
İncilleri biraz daha incelersek,
Mecdelli Meryem'in İsa'nın öğretileri hakkında özel bilgilerin sahibi olduğunu
görürüz; diğer havarilerle paylaşılması gerekmeyen bir anlayış. Philip'in İncilinde
İsa'nın Meryem'le ilişkilerinden söz edildikten sonra İsa'nın havarileriyle ilişkileri
hakkında şunlar söylenir:
Ona dediler ki; 'Neden onu hepimizden
çok seviyorsun? '. Kurtarıcı cevapladı ve onlara dedi ki; 'Neden sizi onun
kadar sevmiyorum?'. Kör bir adamla gören bir adam, beraber karanlık bir odada bulundukları
zaman birbirlerinden farklı değildirler. Işık geldiğinde, görebilen ışığı görür
ve kör olan karanlıkta kalır."
İsa, diğer havarilerin göremediği
ışığı Mecdelli Meryem'in görebildiğini ima ediyor. O, diğer bir deyişle İsa'nın
öğrettiklerini tamamen anlıyordu; diğerleri ise anlamıyordu.
Bu nokta, ayrıca Mısır'da bulunan
daha eski metinlerde, yani Meryem'in İncilinde de vurgulanmıştır. Burada,
havariler öğrenmek ister; Peter, Mecdelli Meryem'e soruyor ve kayda
geçiriyor, "Hemşire,
Kurtarıcının seni diğer bütün kadınlardan daha çok sevdiğini biliyoruz. Bize Kurtarıcıya
ait hatırladığın sözlerini söyle; senin bilip bizim bilmediklerimizi".
Ve Meryem cevaplar, "Size,
sizden gizleneni öğreteceğim." Fakat bunu yaptıktan sonra erkek havariler
onun açıklamasından şikayet ederler ve Andrew der ki; "Ben kurtarıcının bu
sözleri söylediğine inanmıyorum, gerçekten bu öğretiler garip
fikirlerdir". Peter da yakınmayı tercih eder; "O, bizim haberimiz
olmadan bir kadınla özel mi konuştu? Durup Meryem'i mi dinleyeceğiz? İsa onu
bize mi tercih etti?"
Sorunun ana kaynağı odur ki; İsa ve
Meryem arasındaki ilişki, İsa'nın ona verdiği sırlarla doludur. Bu sırlar, gizli
tutulması gereken ve Kiliseye ait olan acıların tam da kaynağını oluşturur. Meryem'in
İncilinde ise havarilerin bu sırları inatla yalanlayıp, karşı çıktıkları dile
getirilir.
Peki bu sırlar gerçekte nedir ve İsa tam
olarak kimdir?
Daha keskin sorular sormak ve şu ana
kadar elde ettiğimiz tatmin edici yanıtlardan daha iyilerine ulaşabilmek için,
Romalıların ve bölünmüş Yahudiye sakinlerinin dünyasını tekrar ziyaret
etmeliyiz.
Şimdi Kudüs'e geri dönelim.
İsa, Kudüs'e bir eşek sırtında girdi.
Bu, sıradan bir bilgi gibi görünebilir. Daha öncesinde, Fısıh bayramı nedeniyle
Eriha'dan Kudüs'e yaptığı yolculuk sırasında İsa, Zeytin Dağı'nda durup mola
verdi. Takipçilerinden ikisine, gidip bu eşeği bulmalarını söyledi. Bu, onun için
önemliydi ve Matta (2 1:4) sebebini şöyle açıklar: "Böylece kehanet yerine
geliyordu." Maalesef Matta'nın yalın ifadeleri göründüğünden daha fazla
anlam taşımaktadır. Bunu biraz daha açmaya çalışalım.
Eski Ahit, peygamberleri Mesih ile çok
yakından ilgiliydi. Onun nasıl Kudüs'e girip kral olacağını ve halkını
özgürleştireceğini detaylar vererek anlatmıştı. Hatta neler yapacağına da:
Peygamber Zekeriya (9:9), İsrail'in muzaffer fakat mütevazı kralının eşek gibi
basit bir hayvana binerek geleceğini öngörmüştü. İsa, bu öngörüyü izleyecekti. İsa'nın
Kudüs'e geldiği
gün; kalabalıklar, onun şehre
girişini ve halkın arasından geçerek, tapınağa gidişini izlemek için bir araya toplanmıştı.
Şehre girdiğinde "Davut'un oğluna hamdolsun!" sözleriyle şarkı
söylemeye başladılar. İsa'nın şehre girişi, hemen kamusal bir harekete dönüştü.
Kalabalık gruplar onun önünde sokakları dolduruyor, başka kalabalık gruplar da
bu geçit törenini izliyordu. Şehirde büyük bir curcuna oluyordu. Belli ki hem
halk hem de idareciler neler olup bittiğinden haberdardı. Ve ayrıca bunun öneminin
de farkındaydılar, İsrail’in vaat edilen özgürleştiricisi gözlerinin önündeydi ve
kalabalık Kudüs sokaklarında, idareyi alacağını bildikleri -belki de umdukları-
yer olan tapınağa doğru ilerliyordu.
Bu olaydan haberdar olmaları için, bu
kalabalıkların önceden bilgilendirilmiş olması gerekirdi. Ancak Yeni Ahit'te,
bunun nasıl gerçekleştiğine dair hiçbir bilgi yoktur. Buradaki anlatımlar,
halkın sevgi gösterisinin içten gelen bir tepki o lduğunu düşünmemizi
sağlayacak niteliktedir ve kesin olan şudur ki; halk, İsa'nın
gelişi hakkında önceden
bilgilendirilmiş ve ona coşkulu bir karşılama hazırlamak için
cesaretlendirilmişti.
Bu konuda, önemsiz görünen bir ima Yuhanna'nın
İncilinde (1 1:56-57) yer alıyor. O, Kudüs'e Fısıh bayramı için gelen birçok
insanın, İsa'nın Fısıh için tapınağa gelip gelmeyeceğini merak ettiğini ve İsa'yı
aradığını yazar. Genel olarak, İsa'nın tutuklama emrinin önde gelen hahamlar tarafından
verildiği bilinir. Açıktır ki, o, kurum için bir tehdit olarak görülüyordu. Yuhanna
(12:12-13) daha fazla bilgi vererek, şehirdekilerin İsa'nın Kudüs'e gelmek üzere
olduğunu işittiklerini gö sterir. Çünkü ellerinde hurma dallarıyla onu karşılamaya
gitmişlerdi. Bu durumda bela elbette kaçınılmazdı.
Çevresindeki kalab alık giderek büyüyor
ve tapınağa giden yol üzerindeki sokakları dolduruyordu. İsa tapınağa
vardığında, hepimizin bildiği 'sarrafları kovma' olayını gerçekleştirdi. Bu
hareket de İsrail’in kralına, yani Meshiha'ya ait, eski peygamberlerin bildirdiği
işaretlerden biri o larak gerçekleşti:
Yeşaya (56:7), Tapınaktan, arı 'bir
ibadethane' o larak bahseder ve Yaremya (7:11), tanrının sözleriyle "Benim
adımın anıldığı bu Tapınağı bir soyguncu ini o larak mı kabul
ediyorsunuz?" der. Bu kehanet, Matta (21:13) tarafından yapılan açıklamalarda
da net bir şekilde göze çarpar. Çok açıktır ki İsa'nın, eski p eyg amb erlerin sözünü
ettiği İsrail’in seçilmiş Mesih'i olduğunu gösteren işaretlerle b irlikte, Kudüs'e
girişi, iyi planlanmış bir organizasyondur.
Bunu biliyordu. Bu konuda açıktı. Ancak
bütün Mesihlerin kutsal yağla kutsandığı bilinir. O hâlde, İsa ne zaman yağlanmıştı?
Matta'nın, Markus'un ve Luka'nın İncillerinde; İsa'nın Kudüs'e girişinden önce
yağlandığına dair bir ifade yoktur. Halk tarafından tanınma ve desteklenmeye ihtiyacı
olduğu için kehanetinin son parçalarını da yerine yerleştirmek amacındaydı. Bu yüzden,
o noktada İncil kayıtlarına göre de henüz teknik olarak bir Mesih değildi.
İsa'nın sarrafları tapınaktan
atmasından sonra,
körün ve topalın yanına gelerek bizi iyileştir
dediği, çocukların, Davut'un oğluna hamdolsun !" diye bağırdığı söylenir. Mesihsel
liderliğin gereklerini üçüncü kez yerine getirmiş, sakatları iyile ştirmiş,
çocukların övgüsünü kazanmıştı. ("Majesteniz, çocukların ağzıyla okunan
ilahiyle övüldü." [İlahi 8:1-2] ve "Bilgelik için dilsizin ağzını
açtı ve bebeklerin diline sözler söyletti." [Bilgelik 10:21]). Matta Vl:1
6), İsa'nın, kendisine karşı gelindiği zaman bu iki metni hatırlattığını vurgular.
Ardından, önceden belirlenmiş rolüne ait bu üçüncü gösteriyi takib en, İsa,
Kudüs'ten ayrıldı ve geceyi geçireceği Bethany'e gitti.
Sabah olduğunda Kudüs'e geri döndü. Bu
kez, kendisini dinlemeye gelen kalabalıklara, Tapınakta vaaz vermeye başladı ve
bu durum onun faaliyetlerini gözleyen düşman rahipleri kuşkusuz çok rahatsız
etmişti, ikinci gün, ilginç bir olay oldu ve kendisine, Yahudiye'de çok önemli bir
soruna ilişkin soru soruldu: Sezar'a vergi ödeme meselesi.
İsa, Roma egemenliği altında bulunan
Yahudiye'deki politik durum gerçeğini
iyi biliyordu. Sonradan gelen İncil yazarları da bu durumun hassaslığını fark etmiştir.
Matta'nın kayıtlarına (22:17) göre, Ferisiler ve Herod taraftarları -her iki
taraf da Roma öncesindeki yapının destekçileriydi- gelip İsa'ya dolaysız yoldan
sordular:
"Sezar'a vergi vermeli miyiz,
vermemeli miyiz?"
Açıkçası bu çok ağır bir soruydu. O dönem
bu, ülkedeki en önemli sorundu ve patlamaya hazır bir bomba niteliğindeydi.
Aynı vergi sorusu ve ödenmemesi gerektiği cevabı, M.S. 6 yılında, Celileli Yahuda'nın
liderliğinde Romalılara karşı başlatılan isyanın çıkış sebebi olmuştu ve söz konusu
isyan, yarım yüzyıl boyunca sürekli kan dökülmesine neden olmuştu. Zelotlara
-ve bazı adanmış Yahudilere- göre vergi. Roma ile ilgili hatalı olan her şeyin
sembolüydü. Şundan emin o lab iliriz ki; İsa, vereceği yanıtın sonuçta neler doğuracağını
çok iyi biliyordu. İsa dikkatli davranmak zorundaydı; çünkü vereceği yanıt,
başının taraflardan biri veya her ikisiyle belaya girmesine sebep o lu şturab ilirdi.
Evet yanıtı, onu
Zelotlarla karşı karşıya getirecek; hayır
yanıtı ise, Romalılar ve onların hahamlar arasındaki destekçileri tarafından kendisi
için çıkabilecek bir tutuklama kararma ve kınanmasına sebebiyet verecekti.
Peki İsa ne dedi? Yanıtı hepimiz
biliyoruz. Kendisine bir sikke vermelerini istedi ve ona bir Roma dinarı verdiler.
İsa, madeni paraya b aktı ve sordu; "Bu kimin başı? Kimin adı?"
"Sezar'ın!" diye cevapladılar.
"Güzel!" dedi İsa. "Sezar'a
ait olanı, Sezar'a geri verin ve tanrıya ait olanı ise tanrıya." (Matta
22:19-22).
O zamanda, o yerde İsa'nın söylediği bu
söz, yalnız zekice düşünülmüş sevimli bir yanıt değil; aynı zamanda Zelotlara karşı
verilmiş öfke dolu ve kışkırtıcı bir yanıt olarak da algılanacaktı.
Sorunu hayalinizde bir canlandırın: Roma
egemenliğinin Yahudiye'den gönderilmesi veya yok edilmesi konusuna o daklanmış olan
Zelotlar, Davut'un soyundan gelen bir
asil olan, Yusuf ile Harun'un soyundan gelen Meryem arasında bir hanedan evliliği
organize ederek, hem adil kral hem de yüksek rahip olabilecek İsa'nın doğup,
İsrail’i kurtarmasını ummuşlardı.
İsa ro lünü oynadı ve Kudüs'e bir
Mesih olarak girdi. Bütün kehanetlere uygun o larak hareket ederek, kendisinden
beklenen her şeyi yerine getirdi (ta ki bu kritik noktaya kadar). Şimdiye dek
Zelotlar, bütün olanlardan memnundu. Fakat sonra beklenmedik bir şekilde, Mesihleri
vite si geri takmıştı: "Vergiyi ödeyin" diyerek... "Bunun hiçb ir
anlamı yok." Onun adil krallığı, bu dünya için değildi; sık sık
vurguladığı gibi.
İsa'nın Zelot destekçileri, işlerin
böyle ani bir şekilde tersine döndüğünü görünce, sinirden çılgına dönmüş
olmalıydılar. Özenle yarattıkları Mesih, onları bir kenara atmış, onlara ihanet
etmişti.
Tapınaktaki bu ikinci günün ardından
İsa, gece için Bethany'e geri döndü; Matta'nın İnciline (26:6) göre, Fısıh'a iki
gece kalmıştı ve İsa
'Cüzzamlı Simon'un evinde kalıyordu. Fakat
Yuhanna'nın İncili (11:1-2, 12:3), onun Meryem, Martha ve Lazarus'un evinde kaldığını
söyler.
Bu İncillerden biri yanlıştır; ancak İsa
kimin evinde kalmış olursa olsun, orada sıra dışı bir olay yaşandı: İsa
yağlanarak kutsandı. Bu, onun İsrail'in Mesih'i o larak tanınma ve onaylanması
mıydı? Görünüşe göre öyleydi.
Matta'nın İncili (26:7) bir kadının
İsa'nın başına, kaymak taşından yapılmış bir kutudan -o dönemde çok değerli olan
bir eşya- çıkardığı 'kıymetli bir merhem' sürdügünden bahseder.' Bu merhem ve içinde
saklandığı kutu, sıradan bir çiftçi veya esnafın evinde bulunacak türden
eşyalar değildi. Bütün bunlar, İsa'ya yakın olanların arkasındaki gizli bir zenginlik
kaynağına işaret eder. Markus (14:3) aynı olayı anlatırken söz konusu pahalı
yağın, Hint sümbülü yağı olduğunu ekler ki bu, aynı zamanda Tapınak
tütsülerinde kullanılan bir malzemedir. En ilginç detayı Yuhanna (11:2) aktarır
ve bu kadının adını verir: Lazarus'un kız
kardeşi Bethanyli Meryem.
Bugünkü İncil okuyucuları, o dönemin politik
durumu ve uygulamaları hakkında fazla bilgiye sahip değildir ve bu yüzden
yağlanma olayı kendilerine sıradan gibi görünür. Bazı kilise yorumcularına göre
ise bu, değerli bir misafiri onurlandırmak için yapılan süslü bir törendir. Belki
de denildiği gibidir; ancak bu açıklama pek de ikna edici görünmüyor. M.S. 1. yüzyıl
insanları için, böyle bir olayı anlatmak kaçınılmazdı: Bu, bir kraliyet töreniydi.
Geleneksel olarak İsrail’in kralları ve hahamları, pahalı yağlarla kutsanırdı.
Kralların başının etrafına, bir taç sembolize edecek şekilde; hahamların başına
ise, çarpı işareti şeklinde dökülürdü.
Ayrıca belirtmeliyiz ki; Matta, Yahuda'nın
bu törenin ardından hemen hahambaşılara olanları yetiştirdiğinden ve İsa'ya ihanet
ettiğinden bahseder. Bu olay ve kutsama töreni arasında çok kısa bir zaman olduğuna
göre, ikisi arasında ilişki kurmalıyız. İsa'ya yakın olan bir kadın tarafından
gerçekleştirilen bu kutsama, verilen
resmi alarmı tetiklemişti. Şimdi
İncilin nerede saçmaladığını görebiliriz: Matta, kararsız bir şekilde, İsa'nın Mesih
olarak tanındığını ve ilan edildiğini belirtiyor.
1 988'de, Ölü Deniz yakınındaki Kumran'da,
Herod zamanından kalma, ağaç lifleriyle sarılarak paketlenmiş küçük bir testi
bulundu ve testinin içinde, ne olduğu hâlâ anlaşılamayan esrarengiz bir yağ
vardı. Arkeologlar, bunun antik zamanlarda kullanılan ve asillerin kutsandığı
çok kıyrnetli -gramajı gümüşle kıyaslandığında iki kat daha değerli- kınaçiçeği
yağı olabileceğini öne sürdüler. Kudüs'ten getirilerek orada saklanan veyahut
da Kumran'a ait olan bu testi, alternatif bir yüksek rah ib i kutsamak için
kullanılacaktı. Tapınak parşömeni, Kumran toplumunun Tapınağa dair özel bir ilgi
beslediklerini gö steriyordu ve bu parşömenin tamamı, kutsal yerdeki bu yağlama
esnasında yapılan işleri, karmaşık detaylarıyla birlikte anlatıyordu.
Fakat yağlama metotlarının önünde derin
bir sır perdesi vardı (sanki İsa hakkında yeterince sır
Ancak olaylar bu şekilde
gelişmemişti. İsa, Matta'nm kayıtlarına göre bir 'kadın' - Yuhanna'nın
İncilinde (12:3) Bethanyli Meryem o larak tanıtılıyor- tarafından, basit bir şekilde
yağlanarak kutsanmıştı. Ayrıca olay, kız kardeşi ve kısa süre önce 'ölüyken diriltilen'
erkek kardeşi Lazarus'la beraber paylaştığı evinde olmuştu. Krallığa geçiş ve rahipliğe
geçiş konularında erkek egemen örgütler tarafından tutulan tarih kayıtlarında, bir
kadının 'yağla kutsanma törenini' yürütmesi, örneği olmayan bir olaydır,
İsa'nın Mesihliğini onaylayan ve ilan eden bir kadın mı? Bu ne çeşit bir törendi
ki; kara bulutlar yüzünden, görünmeyen bir kuyrukluyıldız misali İncillerde
geçiyordu?
Bu olay, açıklanmadan günümüze kadar gelmiştir;
fakat görmezlikten gelinebilecek türde değildir. Hıristiyan hareketinde büyük
öneme sahip olan bu bilgi, birçokları tarafından bilindiği için daha sonradan kayıttan
silinememiş ve böylece İncil olarak yazılmış bu anılar arasındaki yerini
muhafaza etmeye devam etmiştir, indirgenmiş ve çarptırılmış bu hikaye, günümüze
kadar gelmeyi başardığı hâlde, hiç araştırılmadığı için gizemli kalmıştır,
ilginç olan diğer bir nokta da bu törenin, havariler arasında daha belirgin bir
kadın olan Mecdelli Meryem yerine, Bethanyli Meryem tarafından yürütü lmü ş
olmasıdır.
Yeni Ahit'te ikisinin arasında fark
var gibi görülebilir fakat ikisini birleştiren bir gelenek hep var olmuştur. Bu
gelenek 6. yüzyılda Papa I. Evidence tarafından dine eklenmiştir. Ancak daha
sonra bu tanımlama her nedense, Vatikan tarafından hiç desteklenmemiştir. Ve göreceğimiz
gibi, bu konu burada kapanmamıştır.
Çok ilginç -ve inandırıcı- bir bakış
açısı,
Margaret Starb ird tarafından 1993'teki
çalışması. Kaymak Taşı Sürahili Kadın'da (The Woman with the ALab o ster Jar) yayınlanmışti.
Keşfettiğimiz kadarıyla, İsa'nın çarmıha gerilmeden önceki birkaç gün içinde
gerçekleştirdiği önemli olayların tamamı, Eski Ahit kehanetine uygun olarak yap
ılmıştı, İsa'nın yağlanma töreni bile, gelişi önceden b ildirilen Yahudi
meshiha kehanetlerine uyacak şekilde yapılmıştı. Starbird, bu kehanetlerin
birinde, Mecdelli Meryem'in kökenlerini bulabileceğimiz önermesinde bulunuyor.
Starbird, şu sözleri yazan, Eski Ahit peygamberi Mika'ya (4:8) dikkat çeker: "Ve
sen. Sürünün Kulesi, Siyon'un kızının Upal'ı, sana eski bağımsızlık ve İsrail Ailesi
üzerindeki asil kuvvet geri verilecek."
'Sürünün Kulesi' ifadesi, çobanın
sürüsünü izlediği yüksek yer anlamına gelir. Burada, resmi Vatikan tercümesine
(Kudüs İncili) rağmen, Kudüs kastedilir.' 'Sürü' tanrının bağlıları
anlamındadır. 'Upal' sözcüğü ise bu açıklamayı güçlendirir; çünkü 'Upal' Kudüs'te
kralın ikametgahının bulunduğu bölgedir. Kudüs
İncili; 'Sürünün Kulesi ifadesinin İbranice
aslının, Migdaleder olduğunu açıklar. Migdal, 'kule' anlamına gelir ancak aynı zamanda
'yüce' anlamını da taşır. Starb ird, gayet mantıklı bir açıklamayla burada aslında
'Mecdelli' lakabının kökenlerini gördüğümüzü öne sürer. Yani sözü edilen yer,
Mecdel adında bir kasaba değildir. Eğer bu açıklama doğru ise; Mesih'in eşi,
aslında Bethanyli Yüce yani Mecdel Meryem olur, ki kendisi zaten 'Yüce Meryem'
olarak bilinir.
Tıpkı İsa'nın Kudüs'e girdiğinde. Eski
Ahit p eyg amb erlerinin Mesih'in gelişi hakkında yaptıkları açıklamaları
değerlendirerek hareket etmesi gibi, 'Mecdel' Meryem de bizi, asil gücün geri alınması
hakkındaki bir Eski Ahit Mesihsel kehanetine götürür.
İsa'nın, eşi tarafından yağlanarak,
kutsanmış bir Mesih olduğu önermesinde bulunulur!
Bazı nedenlerden, bu onun yetkisi
dahilindeydi. Bu, Kilise dogmalarından biri olan erkek havari üstünlüğü
düşüncesine ters düşen bir durumdur. Görünen odur ki; İsa'nın hareketindeki
yetkiler,
sadece erkek havarilere verilmiş
değildir.
Bu yağlama töreninin, kutsal bir evliliği
ortaya çıkardığı iddia edilir. Ancak bu yağlama klasik gizemli geleneklere ait
bir uygulama değildir. Mezopotamya dinlerine de ait değildir. Bölgede Yahudilikten
başka, kutsal yağla meshetmenin önemli olduğu, daha eski olan tek bir gelenek vardır
ve bu da Antik Mısır geleneğidir. Orada rahipler, başlarına kutsal yağ
dökülerek kutsanıyorlardı.
YENİ AHİT KESİNLİKLE KÖTÜ BİR TARİH
KİTABIDIR. Bunu inkar etmek olanaksızdır. Metinler tutarsız, eksik, yanlış ve eğilimlidir.
Yeni Ahit'teki dogmatik Hıristiyan mitolojisi; İsa'nın, halkı Roma'ya vergi ödemeye
teşvik etmesi örneğinde de açıkça görülebileceği gibi, sonradan Hıristiyanlığa
geçmiş olan Greko - Romenler tarafından, bu yeni dinde hiçbir şeyin politik olmadığını
gö stermek; dolayısıyla Roma'nın gücüne karşı politik bir tehdit unsuru oluşmasını
engellemek amacıyla düzenlenmiştir.
Öte yandan, eğer bu hikayelerin, bozulmuş
dahi
olsa biraz tarih içerdiğini kabul
edersek, sonradan yaratılan bu mitolojik yapı içerisinde hayatta kalmayı
başarabilmiş olmasından dolayı muhtemel bazı gerçeklik kırıntılarını aramamız gerekmektedir.
Daha önce de belirtildiği gibi, özellikle Tacitus ve Genç Pliny gibi pagan tarihçiler,
Yahudi bir Mesih'in, Yahudiye Valisi Pontius Pilate döneminde çarmıha
gerildiğini ve bu özel Mesih üzerine odaklanan dinsel bir hareketin M.S. 1. yüzyılın
sonlarında var olduğunu aktarıyor. Sonuç olarak, İncil’de bazı tarih bilgileri olduğunu
kabul etmek zorundayız; ancak ne kadarı oradadır? İncillerdeki gerçekliğin
kapsamı hakkında ne kadar doğru değerlendirme yapabileceğimiz, bunlara getirdiğimiz
bakış açılarına bağlıdır.
İncillerdeki çelişkilerin önemli bir hâle
geldiği nokta işte burasıdır. Özellikle bir tanesi gerçekten de çok ilginçtir.
İsa'nın Kudüs'e girişinin ikinci gününde,
Bethany'deki evde Lazarus'un kız kardeşi Meryem tarafından çok pahalı bir
merhem olan Hint sümbülü yağıyla meshedilerek kutsandığını
söylemiştik. Dolayısıyla İsa, bir
Mesih olarak Fısıh için Kudüs'e girdiğinde henüz kutsanmamıştı. Teknik olarak
bir Mesih değildi, olmak üzereydi.
Fakat Yuhanna'nın İncili (12:1-3)
bizlere çok farklı bir hikaye anlatır. Burada İsa; Fısıh'tan altı gün önce, yani
Kudüs'e henüz girmemişken yağlanır. Dolayısıyla Yuhanna'nın İncilinde İsa,
Kudüs'e girip Mesihlik tezahüratı aldığı zaman, önceden yağlanmış olduğu için bunlar
yerinde tezahüratlardı. Peki kim doğruyu söylemektedir? Yuhanna mı, yoksa diğer
üç evanjelist mi? Bunu bilebilmek kolay değil. Bütün söyleyebileceğimiz, Yuhanna'nın
İncilinde anlatılan İsa'nın Kudüs'e görkemli girişi hikayesinin diğerlerinden daha
mantıklı olduğudur. Yuhanna'nın da, Mesih'i yağlayan kadını, Lazarus'un kız
kardeşi Meryem olarak tanımlayan tek kişi olması, bu açıklamayı ilginç ama daha
akla yatkın göstermektedir.
BURADA ORTAYA KOYDUĞUMUZ
HİPÖTEZİ derinlemesine irdelemek
gerekir:
Zelotların, İsa'nın Mesihsel yağlama
törenini
kabul edişi ve kendisi için belirlenen
politik rolü reddedişi nedeniyle öfkelenmiş o lmalarını hayal etmek, pek de zor
görünmemektedir, İsa'dan kurtulmaları gerekiyordu ve böylece daha uygun bir
lider onun yerine geçebilecekti. Belki de politik tutkuları bakımından Zelotlara
daha çok benzeyen kardeşi James... İsa sahneden çekildikten sonra, kardeşi James'in
Kudüs'teki Mesih takipçisi Yahudi halkın liderliğini yaptığı kesindir.
Ayrıca, İsa'yı hazırlayanların Zelotlar
o lduğunu düşünmek de zor değildir. Eğer bir lider edinemiyorlarsa, en azından bir
şehit edinebilirlerdi. İsa, kendisine ihanet etmeleri gerektiğini biliyordu (ve
sicarii bir Zelot olan Yahuda Iskaryot'un, kayıtlara geçen hain olması da ilginçtir)
.Onun, İsa için bir hain, Zelotlar için ise kahraman o lduğu öne sürülebilir. O,
aslında kendinden isteneni yapmıştı. Tutuklama için gelen silahlı muhafızlara,
İsa'yı işaret etmişti. Getsemani Bahçesi'nde tutuklandığında, İsa şöyle der:
(Orijinal Grekçe metinde anlatıldığı gibi; çünkü çevirilerde Zelot yerine,
haydut
yazmaktadır.) "Ben bir Zelot
muyum ki kılıçlar ve sopalarla beni yakalamaya geldiniz?"(Matta 26:55).
Burada, İsa'nın -ve elbette ki bu İncilin yazarı Matta'nın- o dönemin politik
durumunu bildiğini açıkça görüyoruz.
Belki de Saduki ruhb anları, İsa'yı bir
Mesih ve güçlerine karşı bir tehdit olarak görüp, ondan kurtulmak istedikleri için
(aynı şekilde Zelotlar da; tabii ki farklı nedenlerden dolayı), bu bilgiyi
Pilate'ye ulaştırmışlardır. Ve bu istihbarat, İsa'yı zor bir duruma sokmuş
olmalıydı. Pilate, Roma'nın Yahudiye'deki resmi temsilcisiydi ve Roma'nın Yahudiye
ile ilgili en önemli sıkıntısı, oradaki halkın Sezar'a vergi ödemeye karşı
çıkıyor olmasıydı. Bu durumda halka vergi ödemesini söyleyen Yahudi bir lider
varken, nasıl olurda Pilate, Roma politikasını destekleyen böyle bir adamı muhaliflerinin
eline bırakırdı? Bunun tam tersine Pilate'nin kendisi ona destek vermeliydi.
Yeni Ahit, Yahudileri İsa'nın kanı
için haykıran kişiler olarak tanımlar ve Yahudiler, neredeyse iki bin yıl boyunca
bu suçlamayla yüz yüze
kalmıştır. Bu, Vatikan tarafından
yaratılan bir inanıştır ve 1960 gibi yakın bir tarihe kadar öğretilerden
çıkarılmamıştır. Açık olunması gereken konu şudur ki; İsa'nın tutuklanmasını isteyenlerin
çoğunluğunu, Roma'dan nefret eden ve politik amaçları doğrultusunda, kendi içlerinden
birini bile kurb an verebilecek olan Zelotlar oluşturuyordu. Burada sunulan
senaryoda, Pilate'nin kendisini ciddi bir ikilem içinde bulması gerekir: Barışı
devam ettirebilmek için; Roma'yı destekleyen fakat aynı zamanda varlığı, Zelotlar
tarafından kışkırtılan toplumsal kargaşalara neden olan bir Yahudi'yi yargılaması,
suçlu bulması ve idam etmesi gerekiyordu. Pilate bir çözüm bulmak zorundaydı; bir
anlaşmaya ihtiyacı vardı.
Benim önerdiğim anlaşma şudur: İsa'yı
yargılar, siyasi tahrik suçundan dolayı mahkum eder ve böylece kargaşanın
büyümesi konusunda bir tehdit unsuru olan Zelotları yatıştırır. Böyle bir kargaşa.
Roma otoriteleriyle karşı karşıya gelmekten çekinen Pilate'nin en son isteyeceği
şeydir. Eğer İsa'yı yargıladıktan sonra çarmıha
gerdirse bile, Roma'ya onun gerçekten
öldüğünü bildirmeye cesaret edemeyecektir. Bu nedenle Pilate, İsa'nın hayatta kalmasını
sağlamak için bazı adımlar atar. İsa'nın bir arkadaşı olan Sanhedrin üyesi
Aramatyalı Yusuf ile konuşur.
Çarmıha gerilişin nasıl sahtesi yapılabilirdi?
İsa nasıl kurtulabilirdi ? Çarmıha gerilişten sağ kurtu lmu ş birisi hiç olmuş muydu?
Çarmıh, bir idamdan çok, ölene kadar yapılan
bir işkenceye benziyordu. Süreç basitti: Kurban bağlanarak, haça asılırdı ve ayakları
haçın alt kısmındaki çıkıntılı yerden destek alırdı. Arkeologların, çarmıha gerilerek
ayak bileklerinden çivilenmiş bir ceset keşfetmiş olmasına rağmen, genelde
ayaklar çıkıntıdan destek alırdı." Asılı bedenin ağırlığı, nefes almayı
güçleştirirdi ve kurb an bu yüzden sürekli ayaklarıyla kendini yukarı iterdi
ki, göğsündeki baskı hafiflesin. Hiç kuşku yok ki, yorgunluk ve zayıflık, itme gücüne
üstün gelecekti. Bu olduğunda vücut yığılacak, nefes almak olanaksız hâle gelecek
ve en sonunda çarmıha gerilen kişi ölecekti. Bunun, ortalama üç gün
sürdüğü hesaplanmıştır.
Bir merhamet göstergesi olarak
-sadece zalim Romalılar böyle bir tarif yapabilirdi- kurbanın bacakları
kırılır, dolayısıyla vücudunu yukarı itme si engellenirdi. Böylece vücut,
ağırlığı nedeniyle aşağı doğru kayar; göğsü sıkışan kurb an ise kısa sürede havasızlıktan
boğularak ölürdü.
Bu örneği Yeni Ahit'te görebiliriz. Yuhanna,
İsa ile beraber çarmıha gerilen iki Zelot'un bacaklarını kırdıklarını ancak tam
İsa'nın bacaklarını kırmaya geldiklerinde, onun ölmüş olduğunu görüp,
vazgeçtiklerini kaydeder (Yuhanna 19:31-33).
Çarmıhtan sağ kurtulmanın zor olduğu bir
gerçektir; ancak bu olanaksız da değildir. Örneğin; Josephus, çarmıha gerilmiş tutsaklardan
oluşan geniş bir grubun içinde, üç eski arkadaşını gördüğünden bahseder. Gidip
Titus'a aşağı indirilmeleri için yalvarır ve merhamet etmesini ister. Titus
bunu kabul eder ve üç adam haçtan indirilir. Yapılan tıbbi
müdahaleye rağmen, ikisi ölür fakat üçüncüsü
hayatta kalır.
İsa, Josephus'un kaydında geçen kişi gibi
hayatta kalmış olabilir miydi? İslam'da böyle olduğuna inanılır.
Kur'an'da "Onu çarmıha germediler"
denerek, İsa'nın haç üzerinde öldürülmemiş olduğundan bahsedilir. Fakat Kur'an,
çok eski olaylar ve geleneklerden bahseden bir kitap olmasına rağmen, İsa'nın
zamanıyla kıyaslandığında, yeni bir metin sayılır.
Belki de konuyla daha yakından ilgisi
olan açıklamalar, 2. yüzyılın sonlarında Irenaeus'tan gelenlerdir. İrenaeus,
Mısırlı Gn o stiklerin ve asilzadelerin inandıkları. İsa ve İsa yerine çarmıha gerilen
Sireneli Simon ile temsil edilen kafirce fikirler hakkındaki yakınışını dile
getirir.
Yine de eğer İsa'nın yerine çarmıha gerilen
başka biri olmadığını farz edersek, bu nasıl gerçekleşmiş olabilir? Fiugh
Schonfield, The Passover Plot (Fısıh Entrikası) isimli
çalışmasında, İsa'nın uyuşturulduğunu
öne sürüyor. Ona göre İsa, haç üzerinde uyutularak ölü gibi gö sterilmiş ve haçtan
indirildiğinde tekrar ayıltılmış olabilirdi. ' Anlamsız ve çılgınca gelen bu
fikir, ilginç bir tepki almıştı. BBC televizyonu, 2004 yılında ‘İsa öldü mü?’
adında, çarmıha geriliş üzerine bir program yayınladı. Elaine Pagels,
Schonfield'in kitabına atıfta bulunarak, İsa'nın haç üzerinde uyuşturulmuş vaziyette
durduğu önermesinde bulunuyordu. Bu yüzden haçtan erken indirilmiş ve hayatta kalmış
olabilirdi. Pagels, 'bunun kesinlikle mümkün olduğu' sonucuna varıyordu.
İncillerde, belki sadece hipotezlerle
açıklanabilecek, merak uyandırıcı bir olay vardır: haç üzerindeyken, susuzluktan
dolayı şikayet etmişti. Sirkeye batırılmış bir sünger, uzun bir çubuğun ucuna takılarak
kendisine uzatıldı. Fakat İsa, bunu içince kendine geleceği yerde ölüverdi. Bu ilginç
bir tepkidir ve süngerin İsa'yı kendine getirecek bir madde olan sirkeye değil;
bilincini kaybetmesine neden olacak başka bir maddeye, örneğin, bir çeşit
uyuşturucuya batırıldığını
düşündürtür. Bu çeşit uyuşturucular ise Ortadoğu'da mevcuttu.
Bir süngeri afyon karışımına, belladon,
haşhaş gibi başka karışımlara b atırarak iyi birer anestezik elde edilebileceği
bilinen bir şeydi. Bu süngerler karışıma batırıldıktan sonra kurutularak
istenilen yere götürülürdü. Birini uyutmak gerektiğindeyse -örneğin ameliyat için-
sünger suya b atırılarak içindeki uyuşturucu aktive ediliyor ve bilincini
kaybetmesi gereken kişinin burnuna veya ağzına koyuluyordu. İsa haç
üzerindeyken geçen olaylar ve ani ölümü hakkındaki açıklamalar dikkatlice değerlendirildiğinde,
onun aslında sünger metoduyla uyuşturulmuş olduğu fikri çok mantıklı
görülmektedir. Çarmıha geriliş, 'İsa'nın hayatta kalması amacıyla' ne kadar
dikkatlice 'sahnelenmiş' olursa olsun, yaşanacak şokun üzerindeki etkisini
tahmin etmek mümkün değildi. Çarmıha geriliş her şeyden öte, hem fiziksel hem
de ruhsal açıdan travmatik bir deneyimdi. Uyuşturulmak, travmanın etkisini
azaltarak hayatta kalma şansını arttıracak ve
böylece uyuşturucu iyi bir amaç için
kullanılmış olacaktı.
Bu konuda çok çarpıcı başka noktalar
da vardır: Yuhanna'nın İncili, İsa'nın yan tarafına saplanmış bir mızraktan ve
bundan dolayı kaynaklanan bir kanamadan bahseder. Burada anlatılanları
değerlendirerek, iki sonuç çıkarabiliriz: Birincisi, mızrak beynine veya
kalbine saplı değildi ve bu nedenle acil bir hayati müdahale yapılması gerekmiyordu.
Ve ikincisi; kanama olduğuna göre İsa hâlâ hayattaydı.
Görünüşte ölü gerçekte ise bilinçsiz durumda
olan İsa'yı kurtarmak için geriye kalan, sadece onu haçtan indirmek ve ilaç vererek
tekrar ayıltılacağı özel mezarına götürmekti. Sonra sahneden çekilecekti ve bu
kesinlikle İncillerde anlatılan şeydir: Luka (23:53) ve Marku s (15:46) İsa'nın
yakındaki mezara yerleştirildiğini kaydeder. Matta (27:6) bu mezarın, zengin ve
nüfuzlu Aramatyalı Yusuf'a ait olduğunu ekler. Bizlere genelde daha fazla detaylı
bilgi veren Yuhanna (19:41-42) ise; bu mezarın etrafında
bir bahçe olduğunu söyler. Bu bahçe muhtemelen
Aramatyalı Yusuf'a aittir.
Yuhanna ayrıca, İsa'nın aceleyle haçtan
indirildiğini ve mezara götürüldüğünü vurgular. Sonra Aramatyalı Yusuf ve arkadaşı
Nikodim'in, yanlarına çeşitli baharatlar alarak, gece mezarı ziyaret
ettiklerini kaydeder: Mürrü safi ve sarısabır (Yuhanna 19:39). Bunların esans o
larak kullanılabildikleri doğrudur; ancak bir o kadar mantıklı başka bir açıklama
daha vardır. Her iki madde de medikal kullanıma sahiptir. Özellikle mürrüsafi
kanamayı durdurmak için kullanılır. Bu ilaçların, ölü bedenleri mumyalamak için
kullanılmadığı bilinir. Markus (16:1) ve Luka (23:56) da bu ilginç mezar
konusuna değinerek, cumartesinin bitiminde kadınların -Mecdelli Meryem ve
James'in annesi, Meryem- beraberlerinde baharatlar ve merhemler getirerek,
mezara geldiklerini anlatır.
İsa'nın, Aramatyalı Yusuf'a ait bir mezarın
ve bahçenin çok yakınında çarmıha gerilmiş olması da dikkat çekici bir
bilgidir. Bu çarmıha geriliş de kişiye özel olabilir miydi? Kim bilir, belki de
gerçekleşen olayın şahitlerini kontrol
altında tutmak istiyorlardı. Luka (23:49), izleyicilerin uzak bir mesafede durduğunu
bildirir. Belki de uzakta durmuyor; uzakta tutuluyorlardı. Golgota olayları
hakkındaki tanımlamalar; çarmıha gerilmenin gerçekleştiği yerin, aslında bugün dahi
kaya mezarların bulunduğu ve muhtemelen İsa'nın arkadaşlarından birine ait olan
Gethsemane Bahçesi'nin de içinde yer aldığı Kidron Vadisi olduğunu bizlere gö sterir.
Belirtmemiz gereken başka bir
gariplik daha vardır: Markus'un İncilinde, Aramatyalı Yusuf'un, Pilateyi
ziyaret edip İsa'nın cesedini istediğinden bahsedilir. Pilate, İsa'nın ölüp
ölmediğini sorar ve öldüğünü duyunca, nasıl bu kadar çabuk öldü diye şaşırır. Fakat
sonuçta İsa öldüğü için Pilate, Yusuf un cesedi haçtan indirmesine izin verir. Eğer
orijinal Grekçe metne dikkatlice bakarsak, önemli bir noktayı fark ederiz:
Yusuf'un, Pilate'den İsa'nın cesedini istemesi anlatılırken, ceset o larak tercüme
edilen soma kelimesi kullanılır. Bu, Grekçe'de yaşayan vücut anlamına gelir.
Pilate'nin, Yusuf'a cesedi
haçtan indirmesi için izin verdiği
anlatılırken de, yine ceset olarak tercüme edilen ptoma kelimesi kullanılır (Markus
1 5:43-45). Bu sözcük de, et yığını, ceset ve leş gibi anlamlara gelir. Diğer bir
deyişle, Markus'un Grekçe metninden anlaşılan odur ki; Yusuf, İsa'nın canlı bedenini
istedi ve Pilate de ona ceset olduğunu düşündüğü şeyi verdi, İsa'nın hayatta kaldığı,
işte tam burada açığa çıkar; gerçek İncil metninde.
Eğer bu İncilin yazarı gerçeği saklamak
istemiş olsaydı, her iki açıklamada da aynı sözcüğü kullanması yeterli o lurdu.
Yani hem Yusuf'un hem de Pilate'nin konuşmalarını yazarken, ceset anlamındaki ptoma
sözcüğünü kullanabilirdi. Fakat yazar, tutarlı olmayı tercih etmemiştir. Acaba
bunun nedeni; bu durumun herkesçe bilinen bir gerçek olması ve manipülasyona olanak
tanımaması olabilir miydi? Bunun için Yeni Ahit'in, Grekçe'den Latince'ye çevrilişinin
beklenmesi gerekiyordu: Vulgate yani Latince İncil’de corpus sözcüğü hem Pilate
hem de Aramatyalı Yusuf tarafından kullanılan sözcüktür ve ceset anlamına
geldiği gibi, beden
anlamına da gelir. Ve çarmıha gerilmeyle
ilgili sır artık saklı kalmıştır.
Teolojik dogmadan sıyrılıp, bakış
açısında tekrar küçük bir değişiklik yaparak, çarmıha gerilişi farklı bir yolla
değerlendirelim ve İsa'nın nasıl kolayca hayatta kaldığını görelim.
"BENİM KRALLIĞIM BU DÜNYADA
DEĞİLDİR" diyordu İsa, Pontius Pilate'ye sorgu esnasında (Yuhanna 18:36). Eğer
benim krallığım bu dünyaya ait olsaydı, hizmetkarlarım savaşırdı." İsa'nın
bu sözlerinin de, tıpkı vergi vermelerini önermesi gibi, uzlaşmaz Zelotlan öfkelendirdiği
kesindi.
Peki bu açıklama gerçekte ne anlama
geliyordu? Daha da önemlisi, siyasi arkadaşlarının ve çağdaşlarınınkinden çok
farklı olan bu yaklaşım tarzını nerede öğrenmişti?
İsa, bu işi Celile'de öğrenmiş
olamazdı; çünkü orası Zelotların anavatanıydı. Zelotlar kendisi için belirli
bir kader planlamışken, onun çalışmalarına ve öğretilerine müdahale ederlerdi.
Ve her şeye rağmen, bazı nedenlerden dolayı
böyle mistik bir bakış açısına odaklanmış olsaydı bile; Zelot öğretmenleri onun
kalbindeki bu değişimi görür ve Kudüs'e beklenen Mesih o larak girişine engel olurlardı.
Bütün bunlar, İsa'nın kendi planını
hazırladığını gösterir. Öyle bir plandı ki; sadece, kendisine yakın bir kadın
tarafından yağlanarak meshedilişini içerecek, ancak Zelotların da, zamanı gelinceye
kadar kendisinden şüphelenmemelerini sağlayacaktı. Sonuç olarak, İsa'nın bu işi
başka bir yerde öğrendiği sonucuna varabiliriz.
Önemli bir ipucu, İsa'nın,
İncillerden birinde geçen şu sözlerinde görülür: "Gözün tek olduğu zaman,
bedenin ışıkla dolar." (Luka 1 1:34).
Bu, Yeni Ahit'te pek göremeyeceğiniz saf
mistisizmdir; bunun örneğine Ölü Deniz Parşömenleri'nde vurgulanan Zelot öğretilerinde
de rastlanmaz. Bu çeşit bir yaklaşım, Yahudiye'de tektir. Bunlar bizi, İsa'nın
başka bir yerde benimsendiği sonucuna varmaya
yönlendirir. O, mistiklerin çağlar boyunca
anlattıkları Tanrısal Işığı tecrübe etmişti.
Bu açıklama çok önemli olduğu için
üzerinde daha fazla düşünmemiz gerekir. Bu, İsa'nın ekseni etrafında dolaştığı
gerçeğin ta kendisidir. Eğer bu açıklamayı anlayabilirsek, İsa'yı anlayabiliriz.
Zelotlarla neden anlaşmazlığa düştüğünü ve Kilisenin, onun hakkında neden sürekli
yalanlar söylediğini de... Kilise bu tür yalanları devam ettirmek zorundadır;
çünkü, eğer İsa hakkındaki gerçek öğrenilirse, kendisinin yok olup gideceğini bilmektedir,
işte bu, gerçekten bu kadar önemlidir.
İsa'nın bu yaklaşımı öğrenmiş
olabileceği tek bir yer vardı. Yahudi yerleşkeleri arasında, bu tür mistik kavramların
düşünüldüğü ve istişare edildiği, Yahudiye'deki politik saplantıların söz konusu
olmadığı tek bir yer: Bu yer Mısır'dı.
Mısır'daki Yahudi tecrübesini
anlamadıkça; İsa'yı, öğretilerini ve 1. yüzyılda Yahudiye'de yaşanan olayları anlamak
olanaklı değildir.
Bu kesinlik, İncillerin mantığına
bakıldığında anlaşılır: İsa Yahudiye'de, Celile'de veya Samarya'da yaşamış
olsaydı, bu gerçek de Matta, Markus, Luka ve Yuhanna tarafından, İsa'nın
gençliğinde ve vaftizinden sonra yaşadıklarının anlatıldığı şekilde,
yüceliğinin sıra dışı hatta mucizevi göstergeleri o larak anılırdı.
İncillerin, öncelikle İsa'nın vaftizinden
sonra edindiği misyonuna, ilişkin o lduğu doğrudur; ama onun doğumu, ailesinin
seyahatleri ve özellikle on iki yaşındayken tapınakta
hahamlarla yaptığı tartışma hakkında da
detaylar sunulur (Luka 2:4 1 -47). İncillerden en az biri, İsa'nın özellikle
ergenliğe geçişi sırasında yaşanan bu tür olaylardan bahsederek, onun dinsel anlayışına
dair kanıtlan ortaya koyar. Eğer böyle olaylar anlatılmış olmasaydı, durum oldukça
şüpheli o lurdu. Ancak durum tam o larak şöyledir: "Yeni Ahit ile ilgili
bir araştırma sonucunda, İncillerin, İsa'nın hayatındaki en önemli on sekiz yıllık
süreç hakkında hiçbir bilgi içermediği görülmüştür. "
Bir g arip lik daha vardır: Matta,
Markus ve Luka İsa'nın, Celile'de Nasıra kasabasında yaşadığını söyler. Luka, İsa'nın
ergenliğe orada girdiğini ve anne babasının Fısıh'ı kutlamak amacıyla her yıl
Kudüs'e gittiğini de ekleyerek, diğerlerinden biraz daha fazla bilgi verir. Bu
ziyaretlerin birinde, İsa'nın tapınakta bilgili din adamlarıyla oturup, onlara
dini konularda sorular sorduğu ve sohbet ettiği görülür. Ne yazık ki; Nasıra diye
bir yerin İsa'nın zamanında var olduğunu bile kanıtlayamayız. Nasıra'nın ilk
telaffuz edildiği zaman, M.S. 3. yüzyıldan daha erken değildir.
Tapınakta geçen bu olay, İncil'e,
İsa'nın yaşamındaki pek dikkate alınmamış bir dönemi anlatmak amacıyla
yerleştirilmiş o lab ilir miydi?
İncillerin aktardığı kadarıyla,
İsa'nın gençlik döneminde ve yetişkinlik döneminin başlarında gözden kaybolduğu
bir sürecin varlığından bahsedebiliriz. Bu süreç onun, fikirleri, inançları ve
daha sonra öğretmeye başlayacağı bilgileri öğrendiği zamana denk gelir. O hâlde
İsa tam o larak neredeydi ve bulunduğu yerler neden gizli tutulmuştu? Yeteneği
bazı rahipler ve hahamlar tarafından keşfedilmişti de yirmi yıla yakın bir süre
boyunca uzak yerlerde mi saklanmıştı? Havariler bu konuda muhakkak bilgi sahibi
olmalıydılar. Peki, bu bilginin paylaşılmaması gerektiğini düşündüren sorun ne
o lab ilirdi? İncil yazarlarının gizliliği korumak konusundaki amaçları neydi?
İsa'nın hayatındaki bu belirsiz dönem,
birçok uzman tarafından yıllarca araştırılarak, spekülasyonlar yaratılmasına sebebiyet
vermiştir. İsa'nın, Roma adaletinden uzaklardaki doğuya, Parthia'ya, Fars topraklarına
(Iran) ya da
daha ötesi Afganistan'a veya
Hindistan'a yapmış olabileceği seyahati hakkında, kendine has yorum ve gerekçeleriyle
mantıklı görünen birçok iddia öne sürülmüştür. Bugün bile, Keşmir'de türbesi bulunan
Yuz Asaf'ın, aslında çarmıhtan sağ kurtulduktan sonra doğuya, evine dönen ve
burada yaşamını geçirip sonunda vefat eden İsa'nın ta kendisi olduğuna inanan birçok
insan vardır. Ayrıca, onun çocukken Budistlerden ders aldığı iddiası da ortaya atılmıştır.
Bu iddianın, İsa'nın öğretileri ve Buda öğretileri arasındaki benzerlikleri açıklayabileceği
söylenir. Ayrıca Hindistan'ın batı kıyılarındaki Malab ar'da merkezlenmiş ve
Havari Thomas tarafından kurulduğu iddia edilen çok eski bir Hıristiyan topluluk
görürüz, İsa'nın gittiği -ve şüphesiz ki Thomas'ın da onu takip ettiği- yer
neresi olabilirdi?
İsa'nın doğuya gittiğine dair çeşitli
iddiaların çıkış noktası olan argümanlar, çok önemli ve bir o kadar da isp atlanması
güç konuları içerir. Hugh Schonfield, Ke şmir inançlarını ilk kez 1984'te yayınlanan,
The Essene Odyssey (Esseni
Serüveni) adlı çalışmasında derinden
inceler. Keşfettiği şey, bir Mesihsel Yahudi topluluğunun -Zelot topluluğu- lideri
veya lider vekilinin Roma kontrolü altında bulunan bölgelerden kaçıp,
kuzeydoğuya gittiği ve sonuçta Hindistan'a vardığıdır.
Schonfield, bu hicretin yaşandığını destekleyecek
belgelerin var olduğuna kesin bir şekilde inanıyordu. 1988'deki ölümünden kısa bir
süre önce yaptığımız bir görüşmede bana, Irak'ın Musul yöresindeki bir Nesturi Manastırında
bulunan kanıtlara çok yaklaştığını anlatmıştı; ancak oradaki Süryani keşişler, bu
belgeleri incelemesine kesinlikle izin vermiyorlarmış. Bu manastırın hangi manastır
ve bu belgelerin de neyin belgeleri olduğunu bana söylemedi. İnanıyorum ki; o
belgeleri ele geçirmeyi hâlâ umuyordu ve içerdiği bilgilerin ne o lduğunu da
zaten kendisi biliyordu. Öte yandan, M.S. 6. veya 7. yüzyıldan kalma Yahudi ve Hıristiyan
belgelerine sahip olduğu düşünülen Arap tarihçi Abdülcabbar'dan söz ettiği Esseni
Serüveni isimli kitabında; bunlara
dair bir ipucu bulunur. Bu belgeler anlaşıldığı
kadarıyla Musul bölgesindeki Nesturi Manastırı'na yerleştirilmişti." Tabii
ki bu. Iraklı Saddam Hüseyin 'e karşı yapılan iki savaştan da önceydi. Artık
manastırlardan veya belgelerden geriye bir şey kalıp kalmadığını tahmin etmek çok
güç gibi görünmektedir.
Schonfield ve diğerlerine göre; Filistin'i
terk eden bu Mesihsel Yahudilerin göç nedeni, 1. yüzyılda yetkililerden gelen zulüm
ve şiddetin iyice artmış olmasıydı. Bu topluluğun, engellerle karşılaşmadan
inançlarını sürdürebileceği, barış ve huzur dolu bir yere göç etmek istemiş
olmaları anlaşılabilir bir sebeptir; her ne kadar İsa, bu resimde kolayca görülemese
de,.. İsa, vaftiz edilip görevine başlamadan önce Romalılarında Roma yandaşı Yahudi
otoritelerin de dikkatini henüz çekmemişti. Yine de, özellikle Romalılar
Kudüs'teki Tapınağa imparatorun resimlerini koydukları zaman, bela çıkarmaktan
hoşlanan birçok Zelot vardı. Bu hareketlerden dolayı Yahudilerin direnişleri bize
Roma taleplerine karşı duyarlılıklarının hiç
azalmadığını gö stermektedir. O sırada
İsa ne yapıyor olursa olsun, Zelotların damgasını vurdukları bu direnişlere
katıldığına dair hiçbir kayıt bulunmaz. O hâlde İsa'nın Roma yargısından
kaçması için de hiçbir sebep bulunmamaktadır. Dolayısıyla İsa'nın Yahudiye ve
Celile dışına yapacağı herhangi bir yolculuk, zorlamayla değil; kendi isteğiyle
olacaktır. Şimdi sorulması gereken soru şudur: O hâlde İsa neden bir maceraya atılmıştır?
Bu sorunun yanıtına dair İncil’de bulunan
bir ipucu, kendisine kaynak olan Eski Ahit'ten Yeni Ahit'e yansımıştır.
Görüldüğü üzere Eski Ahit peygamberlerinin, gelecek olan Mesih hakkındaki kehanetlerini
iletirken anlattıkları detaylar, İsa için çok önemliydi ve bunları harfi
harfine uyguluyordu. Bunun örneklerini, Mesihsel iddialarla halkın karşısına
çıkmak için Kudüs'e girişi esnasında yaptığı işleri incelerken görmüştük. O hâlde.
Eski Ahit'teki Mesihsel kehanetlerde anlatılan tüm bu eylemlerin. İsa
tarafından hayata geçirildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Aslında peygamberlerin bu
kehanetleri, İsa'yı kısıtlamıştı. Mesihsel görevinin açığa çıkması için
sınırlar koymuşlardı. Özellikle ilginç bir kehanet, peygamber Hoşea (11:1) tarafından
iletiliyordu: "İsrail bir çocukken onu çok severdim ve oğlumu Mısır'dan
çağırdım." Matta (2:15), bu eski peygamber kehanetini alır ve yanlış bir
tarihsel hesapla kaydederek, Kutsal Ailenin Mısır'a, İsa bebekken kaçtığını
söyler: "Bu, Tanrının peygamber aracılığıyla bildirdiği şu sözün yerine
gelmesi içindir: 'Oğlumu Mısır'dan çağırdım.' "
BU NOKTADA, BİR ŞEY SÖYLEYEMEYİZ ama
'Neden Mısır?' diye so rab iliriz. Bu Matta'nın İncilindeki küçük bir detaydır ve
Roma Kilisesi bunu dikkate almaz. Fakat M.S. 451 yılında, Kalkedon Konsili'ni
takiben. Roma Kilisesi'nden ayrılan Kıpti Mısır Kilisesi için bu gerçekten
önemli bir detaydır. Kıpti Mısır Kilisesi neredeyse iki bin yıldır, Kutsal
Ailenin Mısır'a yaptığı yolculuk, orada ziyaret ettikleri veya kaldıkları yerler
ve İsa'nın mucizeleriyle ilgili bir efsaneyi savunmaktadır. Bu efsaneye
'Theophilus Tasavvuru' denir.
Theophilus, İskenderiye patriğiydi ve M.S. 385'ten 412'ye kadar Mısır Kilisesi'nin
liderliğini yaptı. Ancak bu Tasavvurun, 11. veya 12. yüzyıla kadar yazıya
dökülmediği düşünülür.
Hikayenin dindar yapısı ve İsa'nın
tanrısallığını haklı çıkarmak için kullanılan argümanları dikkate alırsak,
Mısır'daki Yahudi toplumunun - İsa'nın ailesini arasına kabul eden toplum- inançlarından
çok uzak bir teolojiye sahip olduğunu görürüz. Bu yüzden, böyle bir yolculuk hakkında
tutu lmu ş bir raporun, yolculuğa ait bazı doğru bilgileri içermesine rağmen,
aktardığı bilgilerin tamamıyla doğru olduğu söylenemez. O hâlde, hikayenin neye
hizmet ettiğini sormalıyız. Kim bundan bir fayda elde edebilirdi?
Katı Hıristiyan içeriğine rağmen. Tasavvur;
Mısır'ın birkaç yüzyıl boyunca Müslüman yönetimi altında kaldığı bir zamanda,
yani Haçlı döneminde, İsa'nın Mısır'a ait olduğunu savunan insanların var olduğunu
ortaya koyar. Bu, Haçlıları cesaretlendirip, Mısır'ı ele geçirmeleri
ve Kıpti Hıristiyan Kilisesi'ni İslam'dan
kurtarmak için yaratılmış bir hikaye olabilir miydi? Belki de öyledir; ancak bu
argümanlar daha derinden incelendiğinde, elle tutulur yanları pek kalmamaktadır:
Kıpti Kilisesi, Roma ile altı yüzyıldan uzun bir süre anlaşmazlık içinde oldu
ve inançları en azından Müslüman yöneticiler tarafından engellenmiyordu. O hâlde
bu işten en büyük yararı Matta'nın İncil’i görmüştür: Hikaye, Matta'nın
İncilinin Kutsal Ailenin kaçışı hakkındaki ifadelerini destekler niteliktedir.
Ancak bu işin dolaylı yollardan Kıpti Kilisesi'ne de yararı dokunmuştur. Çünkü
Matta'nın İncilinin kabul görmesi durumunda hikayede adı geçen Mısır'daki kutsal
mekanlar da değer kazanacak, bu sayede Mısır'ı da kapsayan yeni bir hac yolu açılacaktır.
Hacılar da elbette altın getirecek, ticareti canlandıracaktır. Kutsal Ailenin
Matta İncilinde anlatılan kaçış hikayesi, ağızdan ağıza dolaşan yerel gelenek
veya efsanelerin bir araya toplanmasından ortaya çıkmış bir masala çok benzemektedir.
Mısır'da, çok eski ve hikayenin etkisini İslami zamanlara kadar sürdürmesini
sağlayacak kadar geniş çaplı bir
Yahudi dönemi yaşandığı kesindir.
MISIR'DAKİ YAHUDİ TOPLUMU sadece büyük
değil; aynı zamanda oldukça nüfuzluydu da. Yunan fatihlerin müttefikleri o
larak Ptolemiler, fetihten sonra kendi ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş yerine
konan yerli Mısırlılardan daha yüksek bir so syal statüye sahiptiler.
Ptolemiler, Mısır dilini bile öğrenmeye çalışmamışlardı. Son hükümdar Kleopatra,
yönettiği ülkenin anadilini konuşabilen tek insandı. Bu istilanın ve takip eden
sürecin kaçınılmaz sonucu, büyük bir halk isyanıydı. M.Ö. 3. yüzyılın
sonlarından beri sayısız ayaklanmanın yapıldığı ve M.Ö. 2. yüzyıl boyunca birçok
başarılı isyan girişiminin olduğu Teb'de, (şimdiki Luksor) bu milliyetçi hareket
kısa zamanda bastırıldı.
İşgalciler, sayıca az olmakla b
irlikte, psikolojik baskı, aşağılama ve utandırma yöntemlerini kullanarak, özgüven
ve toplumsal değerlerini yok ettikleri kalab alık yerli halklara hükmedebilir. Bu
teknik, daha sonraları
İngilizler tarafından Hindistan'da ustalık
ve başarıyla uygulanmıştır.
Yahudileri, Mısır'a yaptıkları büyük
göç için cesaretlendiren unsurlardan biri de, İsrail ve Mısır arasındaki
sınırların kaldırılması olmuştu; serbest geçişin yapılabildiği M.Ö. 302'den
I98'e kadar olan dönemde İsrail, Ptolemi krallığına geçmişti. Bu göçmenler,
kısa zamanda Yunan kültürünün içine çekildi; Grekçe öğrendiler, Grek isimleri aldılar
ve hem aile hem de iş yaşamlarında, toplantıları sinagoglarda y ap ılan ticaret
birlikleri benzeri Grek ticari ve toplumsal geleneklerini benimsediler. İbranice
büyük ölçüde unutuldu ve Grekçe, Mısırlı Yahudilerin günlük hayatlarında
kullanmayı tercih ettikleri dil hâline geldi. Birçok sinagogda ibadetler bile Grekçe
yapılır oldu.
Bütün bunların sebebini Büyük
İskender'e bağlayabiliriz. M.Ö. 332'de Mısır'ı ele geçirdi ve Siva Vahası'ndaki
Amon Tapınağına yaptığı gizli bir ziyaretin ardından, 'Tanrının Oğlu' ve
Firavun ilan edildi. M.Ö. 331'de Mısır'da, Helenistik bir şehir olarak İskenderiye'yi
kurdu.
Buranın, Helenistik dünyada en önemli
Yunan şehri olma başarısını yakaladığını asla göremeyecekti; burası Atina'dan
bile daha büyük ve daha önemli bir yer olacaktı.
İskender, M.Ö. 323'te Babil'deyken,
gizemli bir şekilde öldü. Sonra onun Yunanlı generalleri, imparatorluğu
aralarında paylaştılar. General Seleucis, Suriye'yi alıp Antakya'ya yerleşti.
Ptolemi ise Mısır'ı alarak, kendi adını
verdiği hanedanlığı kurdu ve bu hanedanlık M.Ö. 60 yılında ünlü kraliçe Kleop atra'nın
ölümüyle son buldu.
Yunanlı Ptolemilerin yönetimi
altındaki Mısır, çok büyük bir ticaret hacmine sahipti. Bunun sebebi ise; Roma'nın
bütün buğday ve tahıl ihtiyacını buradan temin etmesiydi. Hiç abartısız,
imparatorların kaderi, Mısır'daki bu ticaretin devam etmesine bağlıydı. Böyle bir
ticaret hacmi Ptolemilerin güçlü bir ordu ve donanma kuvvetleri kurabilmesine
olanak sağlamıştır. Bölge çok zengin olmuştu; hükümetin yıllık geliri, ortalama
288 ton altına eşitti, İskenderiye'de kurulan bir kraliyet bankası
mevduat alıyor, ip otekler düzenliyor
ve parayı yönetiyordu. Bölgede bulunan, dünyadaki en büyük ve olağanüstü
kütüphane sayesinde kültürel yaşam da zenginleşmişti. İskenderiye'ye demir atan
gemilerin tüm yolcularının üzerlerindeki kitaplar alınıyor, birer kopyası
çıkarılıyordu. Kitabın orijinali kütüphanede kalıyor, kopyası ise sahibine
teslim ediliyordu. Ayrıca dünyanın her yerindeki kütüphanelerden kitaplar satın
alınarak, İskenderiye'ye getiriliyordu. Anlatıldığına göre; İskenderiye
Kütüphanesi, sonunda yedi yüz bin tomara sahip olmuştu. Bunların çoğu ana kütüphane
Mouseion'un yedi büyük salonundaki raflarda; kırk bin adetlik küçük bir bölümü de
Serapis Tapınağındaki daha küçük bir kütüphanede duruyordu.
Bu hareketliliğin bir sonucu olarak, Mısır'da
yeni şehirler kuruluyor ve varolanlar da genişletiliyordu. İskenderiye, Roma İmp
aratorluğu içerisinde İsrail'den sonra en büyük Yahudi nüfusuna sahip şehirdi.
Mısır'da ortalama üç yüz bin Yahudi yaşıyordu: Yarısı
taşra kentleri veya kırsal alanlarda
toprak sahibi o larak ikamet ediyor ve diğer yarısı da İskenderiye’de
yaşıyordu.
Şüphesiz Yahudilerin o zamanın
öncesinde de, Mısır'la temaslarının uzun bir tarihi vardı; Yusuf ve Musa'nın hikayelerini
saymasak bile... Firavunlara hizmet eden Yahudi askerlerin, muhtemelen M.Ö. 7. yüzyılda
başta Nubia'ya
olmak üzere güneye birçok sefer yaptıkları
bilgisini zikredersek, daha sağlam bir zeminde tartışabiliriz. Yaremya (44:1) M.Ö.
7. yüzyılda Mısır'da yaşayan Yahudi kolonileri hakkında öfkeli açıklamalarda bulunarak;
başta o dönemde Mısır'ın başkenti olan ve bu seferlerden birine maruz kalan
Memfis olmak üzere. Mısır'daki birçok bölgenin adını anar.
Papirüs belgelere göre; M.Ö.
5.yüzyılda, Nil'deki Elephantine Adasında Mısır'ın güney sınırındaki askeri üs bir
Yahudi askeri kolonisi kuruldu. Bu koloni; bir kaleye, bir gümrük muhafazaya ve
aktif görevden emekli olmuş asker ve ailelerinin yaşadıkları bir kasabaya
sahipti.
Adada, Mısırlılara ait Tanrı Khnum Tapınağı
bulunuyordu; Yahudi halkı için bir de Yehova Tapınağı vardı, iki tapınak birbirine
yakındı. M.Ö. 6. yüzyılın başlarında, Kudüs'teki tapınağın yıkılmasından ve içindekilerin
Babil'e esir olarak götürülmesinden sonra; Elephantine Adasındaki tapınak, hizmet
veren tek Yahudi tapınağı oldu ve özveriyle yapılan işler sayesinde, dini
ayakta tutmaya devam etti.
Yazık ki; Mısır'ın Perslerin kontrolü
altında bulunduğu Dariu s döneminde (M.Ö. 522-486), Yahudiler ile Mısırlılar
arasındaki gerilim giderek yükseldi ve sonunda Elephantin Mısırlıları, Yehova Tapınağını
yıktı. Yeniden inşası için imparatorluk onayı M.Ö. 406'ya kadar verilmedi; M.Ö.
401 'de tekrar inşa edildi. Ancak kısa süre sonra tekrar yıkıldı ve o tarihten
itibaren tapınağa, ve askeri koloniye dair hiçbir bilgi alınamadı. M.Ö. 400 civarında
Mısırlılar işgalcileri kovdu ve yeni bir Firavun tahta çıktı. Mısır'da milliyetçiliğin
dirilişi, Yahudi kolonisinin yok olmasındaki en önemli faktörlerden biridir.
Bugün, geniş Yahudi kitlesine ait kalıntıların
bulunduğu yerde, Kahire'deki Alman arkeoloji okulunun kazı çalışmaları devam
etmektedir. Keşifleri, resmi yetkililer tarafından hafife alınsa da
-Elephantine Adasindaki küçük müze, yerleşim alanındaki Yahudi doğallığını dikkate
almaz- arkeologlar kazılarını, hevesle yapmaktadır.
Bölgeye yaptığım bir gezide, Yahudi
kasabasının büyük ve etkileyici kalıntılarına
hayran kalmıştım: Dar sokaklarla birbirinden ayrılan çok katlı taş binaların
kararmış yıkıntıları, adanın güney ucundaki bir tepeden, altın kum tepelerinin yükseldiği
çorak batı sahili arasından geçen, martı kanadı gibi bembeyaz yelkenleri olan
teknelerin gezindiği Nil Nehri'ne bakıyordu.
Sitede çalışan arkeologlar, bana, üzerinde
Aramice yazılar bulunan ve Yahudi adlarının kayıtlı olduğu bir o straka (yazı malzemesi
olarak kullanılan kırık çömlek p arç aları) bulduklarından söz ettiler. Kalıntılar,
bütün evlerin yakılarak yok edildiğini ve Yahudi halkının sonunu getirdiğini
gösteriyordu. Aynı kaderi Yehova Tapınağı da paylaşmıştı.
Ptolemiler zamanından kalan ve şu anda
harabe hâlinde olan Khnum Tapınağı'nın, eski Yahudi yapısının bulunduğu yerin üzerine
inşa edildiği düşünülüyor. Burası, Yahudi kasabasının yıkıntılarının içindedir ve
dolayısıyla Yahudilere ait olmayan bir tapınağın burada olması garip görünmektedir.
Fakat yine de Elephantine
Adası'ndaki Yehova Tapınağı, Mısır'da
Yahudilere ait sonuncu kutsal mekan olmadı.
BU TAMAMIYLA BİR SIRDI. İsa'nın
yaşadığı süre boyunca, Mısır'da faaliyet gö steren bir Yahudi tapınağı olmuştu.
Buradaki hahamlar, tıpkı Kudüs'teki tapınakta olduğu gibi görevlerini icra ediyorlardı.
Bu tapınak, Yahudi dünyasında meşru hahamlar tarafından idare edilen tek yer
olarak görülüyordu ve Kudüs'teki tapınağın yıkılmasının ardından birkaç yıl daha
ayakta kaldı.
Hahamların, buranın gerçek Yahudi inancına
göre idare edilen tek tap ın ak olduğuna dair iddiası, Yahudi halkı tarafından da
kabul görmüştü. Hemen bütün kaynaklar buradaki hahamların, Kudüs'tekilerin aksine,
gerçek Sadokite hahamları olduğunu doğrular. Sadokite hahamları, 'Sadok'un oğulları'
olan Levili kahinlerin torunları ve varisleridir. Hezekiel (44:15-16) onların, hizmet
etmek ve tapınmak için tanrının huzuruna çıkacaklarından bahseder. Bu mirasın,
Ölü Deniz Parşömenleri'ni yazan grubun üyeleri için hayati öneme sahip
olduğunu görürüz: Kendilerini tanımlamak
için kullandıkları terimlerden biri, benei Zadok yani Sadok'un oğullarıydı; bu sorumluluğu
ciddi şekilde üstlendiler. Parşömenlerden biri olan Şam Belgesi, eski adıyla Sadokite
Yapıtı şöyle yazar: "Sadok'un oğulları, İsrail’in seçilmişleridir."
Bu tapınak üzerine çalışmalar yapmış
birkaç mo dern kurumdan biri olan. Yeni Zelanda'daki Waikato Üniversitesi'nden
Profesör Joan Taylor, buranın kesinlikle bir Sadokite kurumu o larak değerlendirilmesi
gerektiğini dile getirmiştir. Bu durum, tapınağı Ölü Deniz Parşömenleri ile ilişkilendirir
ve hikayemizin konusuna bizi daha da yakınlaştırır.
Ölü Deniz Parşömenleri'ni kuşatmış
sırlardan biri, Kumran'daki 7 numaralı mağaraya ilişkindir: Bu mağarada bulunan
tüm metinler - Mısır'dan Çıkışın bölümleri, Yaremya'nın Mektup bölümü ve tanımlanamayan
on yedi küçük bölüm- papirüsler üzerine Grekçe yazılmıştır. Kumran'daki tarikatın,
yabancılara şiddetle karşı çıktığını kabul edersek, grubun
herhangi bir üyesinin Yunanlı olması
olanaksızdır. Burada mantıklı olabilecek tek açıklama, bu Zelotların ana
dilinin Grekçe olduğu ve İbranice ya da Aramice'yi bilmedikleridir. Peki birer
Zelot olan bu Yahudiler nerede yaşamışlardır? Bildiğimiz tek şey, Mısır'da
yaşamış olabilecekleridir.
Tapınakla ilgili aktarılan her
bilginin, bugün bile hassas bir zemin üzerinde oturduğunu görmek gerçekten de inanılmazdır.
Uzun zaman önce tarihçi Josephus, kendine göre sebeplerden dolayı, bu tapınağın
aslında Yahudi yasasına aykırı davranan, hizipleşmiş bir kurum olduğunu iddia
eder. Bu hüküm, Kudüs'teki tapınağın meşru olmadığını gö stermek için
verilmiştir. Bunun yanı sıra modern Yahudi Ansiklopedisi’nin bile aynı tavrı sergilemesi
ilginçtir: Tapınak, Kudüs'teki tapınağa gönülden bağlı olan Mısırlı Yahudi halkına
dinsel hizmet sunmuyordu. Akademik çevreler de bu görüşü destekler
niteliktedir: Oxford tarih Profesörü Geza Vermes, tapınağı, 'kutsal kitap yasalarına
aykırı hareket eden gayri meşru bir yapı' olarak
tanımlar. Devamında da hiçbir Filistinli
muhafazakarın, bu Kurumun yönetiminden -her ne kadar hahamları Sadok hanedanlığı'nın
üyesi veya müttefiki olarak bilinse de-ho şlanmadığını ekler."
Mısır'daki Yahudi tapınağının
kuruluşunun ardındaki hikaye basittir: Önceleri Ptolemi Hanedanlığı, Mısır'ı ve
İsrail'i birlikte yönetiyordu. Vergiler ödendiği sürece, Mısır'daki
yöneticiler, İsrail’in idare yetkisini yüksek rahip ve konseyinin eline bırakmaktan
hoşnuttu. Yüksek rahip bir çeşit vali statüsündeydi ve Ptolemilerin
hizmetindeki Yahudi ordusunu kumanda etme yetkisine sahipti.
M.Ö. 200 civarında Suriye'nin yöneticisi
Seleucid Hanedanlığı, İsrail'i fethetti. M.Ö. 175 yılında, Antiochus Epiphanes hükümdar
olduktan sonra, Yahudiye ve Mısır'daki etkilerini artırmak için, M.Ö. 170'te Kudüs
ve Mısır'a saldırdı. VI. Ptolemi'nin yakın dostu, Sadokite Yüksek Rah ib i III.
Onias, emrindeki Yahudi ordularını Seleucidlerin üzerine sürdü. Ancak
Suriye kuvvetleri üstün geldi ve
Onias beraberindeki birçok hahamla Mısır'a kaçmak zorunda kaldı. Bu sırada,
Kudüs'teki tapınak, Suriye yandaşı ve Sadok Hanedanı'ndan da olmayan hahamların
eline geçti.
M.Ö. I69'da Antiochus, bir saldırı daha
yaptı ve tapınaktaki hazinelere el koydu. Bir sonraki yıl, Mısır'a tekrar
girdi; ancak bu kez güçlü Romalılar, Antiochus'a oradan çıkmasını emretti. Amaçları;
Roma'nın tahıl tedariklerini güvence altına almaktı. Antiochus 1 67'de,
Yahudilerin tapınakta ibadet etmelerini de yasakladı ve tapınağı Zeus'a adadı. Bu,
İsrail'de, Makabiler önderliğindeki Yahudileri isyana sürükleyen sonuncu
hareket oldu.
Onias sürgündeyken, meşru tapınak hizmetleri
vermenin yollarını arıyordu. Mısır deltasında harabe hâlindeki Bubastis Tapınağı'nı
yeniden inşa edip bir Yahudi tapınağı olarak kullanmak için Ptolemi'den izin
istedi; Ptolemi bu talebi onayladı. Bu tapınak, Kudüs'teki ile aynı tasarımda
inşa edildi. Hizmete girdikten sonra burası, Sadok Hanedanı'ndan olan meşru
hahamların hizmet ettiği tek tapınak oldu.
Aynı zamanda tek meşru tapınak olarak kabul edildi. Ama Yahudiye'nin dışında
olduğu için, statüsü her zaman tartışılmıştır. Aslında, görünüşe göre, bu tapınak
inşa edilirken, Sadokitelerin amacı; zamanı gelip Kudüs'teki tapınağa geri dönene
kadar, burada meşru din hizmetleri verebilmekti. Hahamlar fırsatını buldukları anda
burayı b ırakıp, eski tapınaklarına geri döneceklerdi; fakat maalesef bu hiç
gerçekleşmedi. Tapınak ve Sadokiteler burada ortalama iki yüzyıl daha kalıp, din
hizmetlerini sürdürdüler.
Bu yüzden, Mısır'daki bu kurumun gayrı
meşru ve Yahudi yasasına karşı olduğunu düşünmek anlamsızdır. Hahamsal gelenek,
o dönem bu iki tapınaktan -belirtilen nedenlerden dolayı- hangisinin meşru
sayılması gerektiği konusunda yapılan tartışmaları kaydeder. Bu tartışmaların en
önemli konusu; Mısır'daki tapınakta edilen yeminlerin, Kudüs'tekilerin yerine geçip
geçmeyeceği ve bir din görevlisinin hizmet etmek için Mısır tapınağından Kudüs
tapınağına gitmesinin mümkün olup olmayacağıdır. Ayrıca,
Çok az insanın hakkında bilgi sahibi olduğu
bu tapınağın neden bu kadar hassas bir konu olarak değerlendirildiğini anlayabilmek
için, tapınağın tarihine bir göz atmalıyız. Bu, diğer bazı sorulara yanıt
bulmamızı da kolaylaştıracaktır; "Neden 1 929'dan beri hiçbir arkeolog bu
siteye ilgi g ö stermemiştir?" 'Sitede, eski İbranice dilinde yazılmış kitab
elerin bulunmasına rağmen, neden hiçb ir zaman sistemli bir kazı çalışması
yapılmamıştır? "Arkeolog Flinders Petrie burada Yahudi mezar taşları ve İbrahim
adının anıldığı metinler bulduğunu söylemiştir.
Akla gelen ilk olasılık; sitenin,
siyasi nedenlerden dolayı, Egiptoloji araştırmalarına eklenmesinin istenmemiş
olabileceğidir. Ne yazık ki bu durum, siteyi bir sır dünyasının içine gömen ve
sonsuza dek öyle kalmasını isteyenlerin amacına hizmet etmektedir.
Kahire'den ortalama 32 km. uzaklıkta olan
Tel el
Yahudiye (Yahudiye Tepesi) denilen bu
site, ağır tahrib at görmüştür ve yakın bir gelecekte, büyümekte olan Shibin al
Qanatir kentinin varoşları, bu bölgeye yayılacaktır. Harekete geçmek için zaman
hızla azalmaktadır.
Bu tapınağın öyküsü, Yahudi tarihçi Josephus
tarafından anlatılır, ilk kitabı olan Yahudi Savaşı'nda Mısır'daki tapınağın, kendinden
önceki haham Simon'un oğlu ve VI. Ptolemi'nin arkadaşı olan yüksek rahip Onias tarafından
inşa edildiğini yazar. Bu rah ip, tarihte III. Onias o larak bilinen, Sadok Hanedanı'ndan
gelmiş bir yüksek rahiptir.
Ortalama on beş yıl sonra Josephus,
Yahudilerin Kalıntıları’nı (Antiquitie s of the Jews’i) yazdı. Fakat bu çalışmasında
hikayenin ayrıntılarında değişikliğe gitti: Mısır'daki tapınağı, III. Onias'in oğlu
olan IV. Onias'e atfetti. Bu durum sadece, tapınağın inşa edişinin daha sonraki
bir tarihte olması gerektiği anlamına gelmiyor; aynı zamanda tapınağın kurucusunun
Sadok Hanedanı’ndan bir yüksek rahip olmadığı sonucunu da doğuruyordu. Ortaya çıkan
bu
sonuç, Josephus'un amacına hizmet
eder. IV. Onias, Mısır Ordusu'nda bir kumandandı ve kendisinden sonra iki oğlu da,
orduda kumandanlık yaptı. Josephus, hikayenin niteliğini değiştirerek,
Mısır'daki Yahudi tapınağının meşruluğunu geçersiz kılmıştı. Peki böyle bir şey
yapmak istemesinin ardında yatan neydi?
Bu hata, günümüze dek süregelmiştir. Oxford'dan
Geza Vermes, Mısır Tapınağı kurucusunun, IV Onias olduğunu açıkça ifade eder ve
dolayısıyla bu tapınağın kurumsal olarak tanınma statüsünden çıkarılmasını destekler.
Bu örnekteki çözüm basittir: Eğer tarih, III. Onias'ı kurucu olarak kabul
etmeyi tercih ederse; bu tap ın ak meşru, Kudüs'teki tapınak da g ayrime şru olur.
Eğer tarih, IV. Onias'ı kurucu olarak kabul etmeği tercih ederse, Mısır'daki tap
ın ak g ayrıme şru olur. Josephus'un Yahudi Savaşlarında. sunduğu kanıta ve ilginç
şekilde eski hahamsal geleneğe göre güneşi temsil ettiğini belirtir. Ve
Josephus'a göre, Onias'ın Tapınagı'nda yedi kollu şamdan yoktur. Bunun
yerine 'parlak bir ışık saçan,
yukarıdan asılı tek bir meşale' vardır. Büyük bir ihtimalle, bu meşale güneşi temsil
etmekte ; dolasıyla da Onias'ın Tapınağı'nda, güneş takvimi kullanıldığı
anlamına gelmektedir. Eğer öyleyse, bu, sanıldığından daha büyük olan Zelot dünyasına
ait önemli bir bilgidir.
Şimdi, bu karmaşık parçaları bir
araya getirmenin ve bu tapınağın neden bu kadar düşmanlık kazandığını -ve neden
bugüne kadar böylesine hassas bir durum o larak kaldığını- görmenin zamanı geldi.
Bu, ilk b akışta önemsiz bir konu gibi görünebilir. Ancak, en az daha önce
belirttiğimiz -önemsiz gibi görünen- İsa'nın Hint sümbülü yağıyla meshedilmesi
veya Aramatyalı Yusuf ile Nikodim'in, beraberlerinde tıbbi yağlar ve baharatlar
götürerek, İsa'nın mezarına yaptıkları gece ziyareti konuları kadar önemlidir.
Bölgeye dair edindiğimiz bu bilgileri aklımızda tutarak, hiç açıklanmamış bu
olaylara tamamen farklı bir açıyla bakan bir değerlendirme yapmaya artık
hazırız.
JOSEPHUS, ROMA'DAKİ İMPARATORLUK
SARAYINDA hatırı sayılır bir lüks
içinde yaşayıp, Kudüs'teki tapınağın yakılmasını ve binlerce yurttaşının
uğradığı katliamı kaydeden tarihi yazarken, Zelotları ve uğrunda mücadele ettikleri
şeyleri kötülemek için pek çok nedeni vardı. Yeni p atro n ları olan Roma
imparatorluk ailesi için, en azından Zelotları karalayabilirdi.
Hatırlayalım ki; Zelotları, çok büyük
kayıpların verildiği yıkıcı bir savaşa yol açmakla suçluyordu. Oysa geçmişte kendisi
de bir Zelot kumandanıydı. Belli ki; Josephus, kendini aklayıp temize çıkarmaya
çalışıyor ve geçmişin bilinemezliğini akıllıca kullanıyordu. Yahudi milletini günahsız
olarak resmederken acı duyuyordu: Mısır'daki ptolemi ve Yahudiye'deki Romalı efendilerinin
sadık kulları, tahrikçi ve katil Zelotlara uyup yoldan çıkmıştı, işte konunun
en önemli noktası burasıdır: Anlaşılacağı gibi, Mısır'da bulunan Yahudi tapınağındaki
rahiplik anlayışı Sadokite hahamlığıydı; ayrıca Yahudiye ve Celile'deki
Zelotlar da Sadokite taraftarıydı ve onlar, Ölü Deniz Parşömenleri'ni yazan
Sadokite taraftarı
Zelotlardı. Bu feci savaş, Yahudi yasasına
sadık Sadokite taraftarlarınca tetiklenmiş ve icra edilmişti. Josephus, Mısır
deltasındaki, Sadok'un sojomdan gelen meşru hahamların hizmet verdiği Yahudi tapınağını,
elbette ki küçümsemek zorundaydı. Roma'nın aristokrasisinin merkezindeki ayrıcalıklı
pozisyonunu yitirmemek için başka bir seçeneği yoktu.
Özellikle İskenderiye şehrinde büyük
nüfusa sahip olan Mısır Yahudi toplumu, belayı uzak tutmak için savaştan kısa bir
süre önce, Yahudiye'deki kardeşlerini ziyarete gitmişti. Kaçan Zelotlar, İskenderiye'ye
gelip orada halkı kışkırtmaya ve kendilerine karşı çıkan önde gelen Yahudileri öldürmeye
başlayınca, Yahudi nüfus onları hemen Romalıların eline verdi ve işkenceyle
öldürüldüler. Belli ki İskenderiyeli Yahudiler, kendi toplumlarıyla Sadokite
hareketinin arasındaki mesafenin mümkün olduğunca uzak olmasını istemişlerdi.
Şunu da b e lirtelim ki; deltadaki
Yahudi tapınağının varlığına rağmen, İskenderiye'nin
önde gelen zengin ve güçlü Yahudileri,
Kudüs'teki tapınağın en büyük destekçileriydi. Orada Sadok soyundan olan, meşru
bir yüksek rahibin eksikliği, onlar için fazla bir önem teşkil etmiyordu. Mısır'ın
finansal idarecisi olan Yahudi soylusu İskender Lysimachus, Kudüs'teki
tapınağın en büyük bağışçılarındandı. Tapınakta bulunan 15 metre yüksekliğindeki
çift kap ının kalın, altın ve gümüş plakayla kaplanması için gereken parayı kendi
cebinden vermişti. oğlu, M.S.46'dan 48'e kadar Mısır valiliği yapan General
Tiberius İskender; daha önce de belirttiğimiz gibi Titus'un yakın arkadaşı ve
M.S. 70'te tapınağı yıkan Roma ordusunun askeri personel şefiydi. Ne baba ne de
oğul, Sadokite taraftarı olan Zelotlardan hoşlanmıyordu. Ve yine daha önce
belirttiğimiz gibi General Tiberius İskender, Jo sephus'un yakın bir arkadaşıydı.
İskender Lysimachus'un ünlü bir kardeşi
vardı: Filozof İskenderiyeli Philo. Philo, Yahudi düşüncesine mistik bir yaklaşımla
bakarak, Platon felsefesini ve Yahudiliği beraber
resmetme girişiminde bulunmu ştu.
Günümüze kadar gelmeyi başaran çalışmalarında, önemli olduğunu düşündüğü birçok
Yahudi dinsel gruptan bahseder. Mistik, hatta ezoterik yapıları olan bu
gruplara kişisel ilgi besler. Yahudi dinine dahil olan bu gruplar, ona göre Platonculuk
ve Pisagorculuk gibi hayranlık duyduğu Yunan felsefe geleneklerine eşdeğerde olan
gruplardır. Yahudilik hakkında yaptığı çeşitli incelemelerin hiçbirisinde, Onias
tarafından deltada yaptırılmış bir tapınaktan bahsetmez.
Onun bu konudaki sessizliği merak uyandırıcıdır;
ama okuyabildiğimiz kadarıyla, onun bir sebeple buranın varlığını görmezden gelmeye
karar verdiği sonucunu çıkarıyoruz. Bu durum, kendi içinde bazı bilgileri açığa
çıkarır. İskenderiye'deki önemli Yahudilerin çoğunun, Mısır'da böyle önemli bir
nesil tarafından idare edilen bir Yahudi tapınağının varlığından dolayı mutluluk
duymuş olmaları gerektiğini düşünebilirsiniz. Ama öyle olmadı ve onlar
Philo'nun kardeşi gibi, Kudüs'teki tapınağı -
Zelotların şiddetle karşı çıktıkları hahamlar
tarafından yönetilen tapınağı-desteklemeye devam ettiler. Philo'un bu sessizliğinin
sebebi, deltadaki tapınakta hizmet veren hahamlarla Zelotların aynı görüşleri
paylaşıyor olması o lab ilir miydi? Zelotların p o litik amaçlarını biliyor ve
bunlara karşı çıkıyor olabilir miydi? Bu, Philo'nun garip dışlayışını anlayabilmek
açısından, ortaya konabilecek mantıklı bir önermedir.
Bu tapınak, Yahudiye'den, bugünkü Kahire
havaalanının içinde bulunduğu bölgede yer alan önemli Mısır kenti, Heliopolis'e
gelen yol üzerinde bulunuyordu. Karayoluyla Yahudiye'den Mısır'a gelen
herkesin, Heliopolis'e giden yolu kullanması gerekirdi. Grek şehirleri olan
Naucratis ve İskenderiye'ye giden yol çatallaşıp batıya doğru döndüğü zaman, bu
yol değil de diğer yol takip edilirse, tapmağa, Heliopolis ve Memfis'e
gidilebilirdi. Eğer İsa ve ailesi Mısır'a seyahat ettiler ve iyi Zelotlar gibi,
Grek etkisi altındaki Yahudi toplumlarından uzak durmak istediler ise;
Onias'ın tapınağından geçen bu yola
devam etmiş olmalıydılar. Bunu görmezden gelmek olanaksızdır.
Sadok soyundan gelen hahamların,
Kudüs'teki tapınakta eski mevkilerini geri kazanmalarını uman ve bunun için dua
eden Zelotlar arasında yer alan İsa ve ailesinin yolculukları sırasında Mısır Yahudi
tapınağının yanından geçip gitmeleri hiç ihtimal dahilinde görünmez. Bütün bu gözlemler
bizi, Onias'ın Tapınağı'nın, İsa'nın ilk eğitim yeri olduğu fikrine götürür.
Burası belki de onun, Zelotların politik dünyasına giriş yaptığı yerdi.
Bir anlamda bu tapınağı, Grekçe
konuşan Zelotların sanatlarını öğrenmiş olabilecekleri yer olan Celile'nin denizaşırı
şubesi olarak görebiliriz. Ayrıca burası, ailesinin İsa'yı getirmesi için iyi
bir yerdi. Böylece İsa, İsrail'in Mesih'i olmanın ne anlama gelebileceğini
öğrenecekti. Çünkü Mesih'in rolü üzerine aktarılmış bütün metinler ve yorumlar
burada mevcut olmalıydı. Böylece, artık elimizde Kutsal Ailenin Mısır seyahati için
iyi bir sebep olmuş
oldu. Tabii Matta'nın, 'Herod'un
bebek katliamları nedeniyle doğan tehlikelerden kaçmak için' diye kamufle ettiği
kısa yorumu için de... Aslında bunu bir kaçış olarak görmemek gerek. Bunun
yerine, İsa'nın büyümesi, eğitim alması ve Yahudiye veya Celile'deki belalardan
uzak, öğretilerini aktarması için yapılmış o lumlu bir hareket de diyebiliriz.
Zelot ilkeleriyle yetişmesine rağmen. İsa gördüğümüz kadarıyla bazı konularda
gizlice başka bir rota izler. Bunlardan biri, yağlanarak Mesih olmasının hemen ardından,
yani herhangi birinin kendisine karşı gelmesi için artık çok geç olduğu zaman açığa
çıkıyor. Bu rota, daha mistik bir rotaydı. Peki, Mısır'ın Yahudi dünyasında,
böyle bir rotayı nerede öğrenmiş o lab ilirdi? Bu soruyu yanıtlamak için, o dönemin
mistik gruplarından birine; İskenderiyeli Philo tarafından tarif edilen bir
gruba bakmalıyız.
MAYRUT GÖLÜ, İSKENDERİYE'NİN
güneybatısına uzanır. Göl ve deniz arasında, şehir duvarlarından ortalama on
sekiz kilometre
uzakta, kalker yapılı alçak bir tepe
bulunur, İskenderiyeli Philo zamanında, bu tepenin her iki tarafındaki daha alçak
yerlerde, İskenderiyeli zenginlere ait yazlık villalar, küçük köy ve kasabalar vardı.
Hem göle hem de denize yakınlığı nedeniyle bu kalker taşları, şehirdeki havadan
daha serin ve temiz olan meltem esintileri tarafından süpürülüyordu. Bu tepede,
doğanın verdiği huzurdan, civardaki villa ve kasabaların sağladığı güvenlikten,
temiz deniz havasından istifade eden; kendilerini derin düşünceye adamış Yahudi
filozo flardan oluşan, küçük bir topluluk yaşıyordu. "
Therap eutae adı yerilen bu topluluk,
Philo'nun anlattığına göre, hem bedeni hem de ruhu güçlendirme ile ibadet konularına
yoğunlaşmıştı. Therapeutae'nin ibadetleri 'Öz Varlık' kavramı - yaratılmamış ve
sonsuz olan Tek Tanrısal Gerçeklik inancı- üzerine merkezlenmişti. Bu, sözcüklerle
tarif edilmesi olanaksız olan bir tanrısallık kavramıydı.
Therapeutae, önemli bir noktada,
Philo'nun tarif ettiği Esseniler gibi, diğer adanmış gruplardan
farklılıklar gösteriyordu. Therap
eutae grubu içinde kadınlar, diğer üyelerle eşit görülüyor ve top lumun ruhsal
faaliyetlerine erkeklerden aşağıya kalmayacak bir bütünlükte katılıyorlardı. Philo,
Josephus ve Pliny ye göre Esseniler, tam tersine kadını dışlamaktan gurur duyuyorlardı;
onların inancına göre kadınlar, insanın dikkatini dağıtan, gereksiz birer eğlencelik
eşyaydı. İsa'yı, Esseniler ile özdeşleştirmek konusunda birçok girişim
bulunduğu için, burada tekrar hatırlatmamız gereken, İsa'nın çevresindeki
kadınlara verdiği değerdir. Öyle ki, bazı erkek havarilerinin bundan dolayı
yakınıp şikayette bulunduğu İncillerde belirtilir.
Therapeutae, göründüğü kadarıyla soylu
sınıfını oluşturan, iyi eğitimli ve zengin İskenderiyeliler arasından, dünyevi zenginlikten
vazgeçip, basit bir komün hayat yaşamayı seçen ve kendisini ibadete adayan kişilerden
oluşmuş seçkin bir top luluktu. Philo'nun, kişisel deneyimi karakteri içeren
yorumlarından da anlaşılmaktadır ki; kendisi de bu grubu ziyaret etmiş ve ib
adetlerine katılmıştır.
Fakat bu grup tek değildi: Philo,
kendisini bir çeşit derin düşünceye adamış ve Mısır'ın bütün bölgelerine
dağılmış diğer gruplardan da bahseder. Philo, bu tarz grup ların dünyanın
farklı yerlerindeki çeşitli dinsel gelenekler kapsamında var olduğunu belirterek,
Therapeutae'nin, her ülkeye yayılan bu mistik geleneğinin 'Yahudi versiyonunu'
temsil ettiğini açıklar.
Therapeutae'nin, kadınları dışlamak yerine,
kabullenmekle asıl göstermek istediği; bir grubun kendini, ruhun en yüksek deneyimini
kazanmak için -doğruyu ve yanlışı kalp gözüyle görmek- tekamüle adamasında, cinsiyetin
konu dışı bir kavram olduğudur. Bugün, bizim 'kendini bilmek' olarak tanıdığımız
bu kavram, Philo ve İsa'nın dünyası (o zamanın ko şulları) göz önüne
alındığında, gerçekten de büyük bir devrim sayılır.
Therap eutae b ireyleri, mistik bir düş
gücüne sahiptiler: Görme gücünü kullanmanın, öğrenilmesi gereken ilk ders olduğunu
düşünen bir toplum olan Therapeutae'nin, mutlak varlığı
görüp, algıların güneşine ulaşmayı
arzulaması çok hoş bir şey" diye yazar Philo.
Therap eutae üyeleri, gerçeğin tasavvurunu
- Philo'nun değişiyle "Öz-Varlığı"-, geçici yaşama ait bu madde dünyasının
ardında gerçekten varolanı deneyim ederek, dolaysız bir şekilde görmek
istiyorlardı. Bu ise, klasik dünyada, özellikle 'gizemciler' diye adlandırılmış
büyük ve gizli mezheplere mensup bazı mistik grupların ana hedefiydi. Şimdi, mistiklerle
aynı sonu arayan ama Yahudi geleneklerine göre davranmış olan bir grupla karşı
karşıyayız...
Therapeutaeler şafakta ve gün
batımmda dua ederdi. Gün boyu da kutsal metinleri okurlardı. Ancak bu metinleri
Yahudi ulusunun tarihi o larak değerlendirmez, birer alegori olarak görürlerdi.
Philo'nun ifadesine göre; bu metinlerde, ancak dikkatle incelendiğinde
anlaşılabilen gizli anlamlar olduğuna inanırlardı.
Aralarından kıdemli bir üye
tarafından yapılan konuşmayı dinlemek için, her yedi günde bir bir araya geliyorlardı.
Her elli günde bir de beyaz
cübbeler giyinerek, büyük
toplantılarını yapıyorlar, kutsal ama sade yemeklerini yiyorlar; bir aradaki
erkek ve kadınlardan oluşturdukları korolarıyla karmaşık ritimli ilahiler söylüyorlardı.
Bu şenlik, gece boyu, şafak sökene değin devam ediyordu. Güneşin etkisi, onların
ibadetlerinde belirleyici bir unsurdu: "Güneş doğarken, yüzleri ve
bedenleri doğuya dönük vaziyette ayakta durup; kollarını yukarı, cennete doğru
kaldırıyorlar, p arlak günler ve gerçekliğin bilgisine kavuşmak için dua ediyorlardı."
Açıktır ki bu, tap ın ak ib
adetlerine hiç de bağlı olmayan, çok farklı bir Yahudilik anlayışıydı. Kudüs ve
Mısır tapınaklarındaki hahamların inandığı Yahudilik anlayışında çok önemli olan
unsurlar, Pisagorculuğunkine çok benzeyen Therap eutae ib adetlerinde görülmüyordu.
Dine hizmet eden bir yüksek rah ip, Zelotların mücadeleleri veya Davut'un
neslinden bir Mesih'in gelişi gibi konularla ilgilenmiyordu. Therapeutae'nin
erkek ve kadından oluşan üyeleri için, sadece tanrısal deneyime ulaşabilme
arzusu vardı.
Onların krallığı gerçekten bu dünya
için değildi: İsa da bunu onaylayacaktı.
Therap eutae hakkında belirtilmesi
gereken bir konu da onların. Eski Ahit'in tamamının sembolik olduğuna inanmış
olmalarıdır. Onlar, Peyg amb erlerin Mesih hakkındaki kehanetlerini, sembolik söylevlermiş
gibi görerek okuyorlardı. Akıllarında, Mesih'in gelip, İsrail'i
özgürleştireceğine dair hiçbir düşünce yoktu; İsa'nın adil kral ve yüksek rahip
olması için bir sebep yoktu; Mesih hakkında bildirilmiş kehanetler, daha derin
ve gizemli bir şeyin sembolüydü. Daha önce Yıldız'ın nasıl bir Mesih sembol olduğunu
görmüştük. Peki bu kavram biraz daha ileri götürülemez mi? Peter'in, Yeni
Ahit'teki sözlerini, bu çeşit bir düşüncenin yansıması olarak görebilir miyiz? "Gün
Yıldızı'nı kalplerinizde yükseltin." (2 Peter 19) sözleri, 'kalplerinizdeki
gizemli ışığı yükseltin' şeklinde yorumlanamaz mı?
Sonradan gelen Hıristiyanlığı ilk şekillendiren
kavram, Mısır'daki Yahudilik anlayışında
gördüğümüz, bu kendine has nitelikteki mistik görüştür: Hıristiyan manastır felsefesinin
doğduğu yer, Mısır'dadır; bir çöl manastırında kullanılan Gnostik Hıristiyan metinlerinin
- içlerinde Plato'ya ait bir metnin ve Hermes Trismegistus metinlerinde geçen Aselepius'un
da dahil olduğu metinler-saklandığı Nag Hammadi, Mısır'dadır.
Mısır'daki Hıristiyan Kilisesi 3. yüzyılın
sonlarında bile mistik düşünceli din adamlarına sahipti; İskenderiyeli Clement
ve Origen gibi. Daha ilk günlerden -Yusuf ve Musa'nın dönemlerinde- Yahudiliğe
işleyen Mısır geleneklerini, daha sonra Philo'nun yazılarında görüyoruz. Hepsinin
ortasında ise; mistik türde bir Yahudilik anlayışını benimsemiş, Therap eutae
gibi grupları ve Sadokite hahamlığını benimsemiş Onias'in Tapınağını fark
ediyoruz.
Bu noktada şu sorular akıllara gelecektir:
"Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa mistisizm katan Mısır'ın sırrı neydi? Bu yabancı
dinler, ne tür
topraklarda büyüyorlardı? "
Bu sorulardaki ironi, bu inançları besleyenin
topraktan öte, yaşamsal nimetlerini yukarıdan akıtan güneş olmasıdır. Aynı ipucu,
hem Therap eutae hem de Yahudi Sadokite taraftarlarının kullandıkları güneş takvimlerini,
en büyük tanrıları Ra -bir yaşam kaynağı, bütün yaratılışın kaynağı olan güneş betimlemesi-
olan Mısırlılardan aldıkları gerçeğinde yatar. Metinler, Firavun'un, 'insan-tanrı
kişiliğinin en derin eylemi' olarak, Ra ile mistik bir birlik kurmayı
amaçladığını gö sterir."
Gerçeğin Mısırlılar tarafından deneyim
edilişinin kalbinde yatan derin mistisizm, açıktır ki bu yerde kurulan bütün
inanç sistemlerini etkilemiştir. Kutsal gizem okumaları ve yeraltı
tapınaklarında gerçekleştirilen özel ayinleri bünyesinde barındıran bu Mısır mistisizmi,
bu dünya ve öte dünya arasında bir bağ kurmaya çalışmıştır.
Mısırlıların yaklaşımı; bir çeşit felsefe
değil, tanrısallık ihtimalleri üzerine tahminler veya
ölüm sonrasında daha iyi bir yaşama sahip
olma ümidi üzerine kurulu bir inanç sistemiydi.
Cennet hakkında konuşmak yerine,
oraya bizzat gidip görmek ve geri dönmek istiyorlardı. Tıpkı Lazarus gibi.
Şimdi, Mısır'ın gizemlerine göz atma zamanı.
Başlangıçta, eski Mısırlılara göre her
şey mükemmeldi. Ma'at adı verilen bu sonsuz uyum durumundan kopuş, ancak
temelinde açgözlülüğün yattığı, insani eksiklik ve kusurlar sebebiyle
olabilirdi.
Bu mükemmelliği desteklemek ve içindeki
dengesizlikleri bertaraf etmek, önemli veya sıradan her insanın göreviydi. Ancak
en büyük sorumluluk, bütün Mısır'ı kaplayan tapınaklar ağıyla desteklenen
firavuna düşüyordu.
Her sabah, güneşin doğuş anında
kapıları açılan tapınaklarda, tanrıların uyanış törenleri gerçekleşiyordu. Londra'daki
Petrie Müzesi müdürü Dr. Stephen Quirke, Mısır tapınağını, şakayla karışık,
yaşamsal görevin eksiksiz yerine getirilmesi için yapılan... bir evren koruma
makinesine ya da uzman personel veya bilgi gerektiren bir teknik operasyona'
benzetiyordu.
Tapınak, aynı zamanda öteye açılan bir
geçiş kapısı gibiydi: Burası yerin ve göğün ufukta göründüğü gibi birleştiği yerdi
ve bu nedenden, birçok metin tapınaktan 'göksel ufuk' o larak bahseder. 'Ufuk' sözcüğünün
eski Mısır dilindeki karşılığı olan akhet'in başka önemli anlamları da vardır. Bu
sözcük, sadece gök ve yerin birleşimi değil; ayrıca Öte Dünya Duat'tan akşam geri
dönmek üzere her sabah gelen güneş tanrısının yükseldiği ufkun özel bir b ö
lümü için de kullanılır. Açıktır ki Mısırlılara göre ufuk, Öte Dünyaya geçiş
noktasıydı.
Bu anlayış piramitlere de yansıtılmıştı:
Firavun Kufu'nun Giza'daki Büyük Piramiti, 'Kufu'nun akheti' olarak adlandırılıyordu.
Ayrıca akhet'in sözcük kökünün anlamı, 'p arlamak, ışık saçmak'ti." Bu
terim, güneşin doğarken veya b atarken saçtığı ışığın parlaklığından bahsediyordu.
Ancak birazdan göreceğimiz gibi, bu sözcüğün gizli bir anlamı daha vardı.
Firavunun başlıca rolü, Ma'at'ın kefili
olarak hizmet etmekti, insanlıktan istenen tek -ve en büyük- şey, kozmos ve
fiziksel dünyayı
birbirine uyumlu hâle getirerek,
Ma'at içinde yaşamaktı. Bu mükemmel denge ve uyum, saçlarına devekuşu tüyü
takmış bir kadın olarak resmedilmiş Tanrıça Ma'at ile simgelenmişti. Bu simge,
uyumun meyveleri olan doğruluk ve adaleti bu dünyaya taşıyordu.
Bu evrensel mükemmelliğin içinde de,
bir arada varolmuş iki dünya vardı: içine doğup yaşadığımız fiziksel dünya ve öldüğümüz
zaman gittiğimiz Öte Dünya ya da Duat. Öte Dünya, cennet ve cehennem diye ayrılmış
veya bu dünyadan çok uzak, iletişim kuramadığımız bir yer olarak görülmezdi.
Öte Dünya her an mevcuttu. Hermes'in asasının çevresine dolanmış iki yılan
figürü gibi, fiziksel dünyayla birlikte var olduğuna inanılırdı. Orası, her
zaman bizimle beraberdi; fakat ölene değin görülemez ve gidilemezdi.
Zamanın içinde olan fiziksel dünya ve
ötesinde olan Öte Dünya, gizemli bir biçimde aynı alanı paylaşıyordu. Tek fark;
fiziksel dünyanın zaman içerisinde, Öte Dünya'nın ise zamanın ötesinde yer almasıydı.
Zaman, yaratılışla başlamıştı; Öte
Dünya ise ebediydi. Ancak bu
ebediyet, sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe uzanma anlamında değil; zamanın tamamen
dışında yer almak anlamındaydı. Öte Dünyanın hakimi, Tanrı Osiris, ölülerin rehb
eri ise onları tanrıların krallığına götüren Thoth'tu.
Öte Dünyanın, daha öte bir başka yönü
de, görünür evrendeki her şey sonsuz alt yapısını oluşturuyor olmasıydı. Bu,
her şeyin tanrısal kaynağı olarak kabul ediliyordu. Bütün gücün ve diriliğin
kaynağı. Yaşamın geldiği yer fiziksel dünyaya sızıp, kendini çevremizde
gördüğümüz tüm şekiller olarek açığa çıkaran Öte Dünya olduğuna inanılıyordu.
Eski Mısırlılara göre, ölülerin
dünyasıyla yaşayanların dünyası birbirine çok yakındı; iç içe geçmişlerdi.
Ölülerin dünyası, canlıların dünyasının yaşam kaynağıydı. Bu anlamda, asıl
yaşayanların ölüler olduğuna inanılıyordu.
Yeni Krallık döneminden (yaklaşık
M.Ö. 1550 ve M.Ö. 1070 arası) kalma lahit yazıtı bizlere, yaşamın değersiz
kısmının bu dünyada ve
sonsuzluğun ölüler krallığında
olduğunu' hatırlatır. Bir Orta Krallık (yaklaşık M.Ö. 2040 M.Ö. 1650 arası)
döneminden kalma rahip Neferhotep'e ait Teb'deki -şimdiki Luksor- lahit ise; bazı
beyitler içerir ve bunlardan birinde şöyle denir:
Dünyada geçirilen ömür, rüyanın bir anıdır.
Batı'ya ulaşanlara derler ki; "Hoş geldin, sağ salim olarak".
'Batı,' Mısırlılar için ölüler
diyarıydı. Lahitler ve piramitler hep öte Dünyaya gitmek için, güneşin gece b atıp
kaybolduğu yer olan Nil'in batı yakasına işaret edilirdi.
Bunu anlamak için, dönemin Mısır konseptine
bir göz atmak faydalı olacak Birbirine paralel iki çeşit zamanın birlikte işlediğini
düşünüyorlardı. Bunlardan biri dedikleri, doğal desenlerini - mevsimler, yıldızların
hareketleri vs. gibi- içeren döngüsel bir zaman ve diğeri ise djet diye bilinen
zamansız bir zamandı; yani tamamıyla zaman dışı olma durumu. Sadece nenehteki
zaman hareket ediyordu; djet askıdaki zamanı
Bu çiftli bakış açısı, bizim, mükemmel
olmasını sadece umabileceğimiz bir geleceğe doğru içinde sürüklenip gittiğimiz modern
zaman anlayışımızdan çok farklıdır. Birçok dinde var olan bir umut, bir
Mesih'in bir gün gelip kötülüğün kuvvetlerine karşı son savaşı kazanacağı ve mükemmel
bir dünya kuracağı vaadinin gerçekleşmesine bağlanmıştır. Siyaset felsefemiz de
geçmişten geleceğe ilerleyen doğrusal bir zaman anlayışıyla
şekillendirilmiştir. Eğer yasalarımızı adilce düzenleyebilirsek; gelecekte bütün
vatandaşların tatminkar olmalarını sağlayabiliriz, tabii eğer sadece yasa
yapmak, çatlakların üzerindeki sıvadan daha fazla bir işe yarıyorsa.
Bugün bizim kültürümüzdeki, zamanın
ötesine adım atmış olan insanlar -mistikler-, eski Mısırlılar gibi, her zaman
mevcut ve yakın olan ölüler diyarının, aslında yaşayanların diyarı
olduğunu söylerler. Kültür ve dil farklılıklarım
bir yana bırakırsak, ölümsüz dünyaya yakınlık hissini, mistik bir
"haz" içerisinde ölümsüz krallığa dalan 16. yüzyıl mistiği Avilah
Azize Teresa'nın anlatılarında da bulabiliriz. Azize Teresa tanrı hakkında
şunları söyler: Başlangıçta, hakkında bilgim olmayan bir şey vardı. Tanrının her
şeyin içinde var o lduğunu ve bana bu kadar yakın görünebileceğini gerçekten bilmiyordum.
Bunun olanaksız olduğuna inanıyordum.
Ma'at'a hizmet edenlerin en önemli
destekçisi, büyük tanrı Tehutiydi. Yunanlılar tarafından Thoth olarak adlandırılırdı
ve Hermes'le beraber anılırdı. Ma'at'ın en büyük sırlarına vakıftı ve bilgeliğiyle
hem ölülerin hem de yaşayanların dünyasına girip çıkabilirdi. Thoth 'gecenin sırlarını'
biliyordu. Öte Dünya, mükemmelliğin hüküm sürdüğü bir yerdi ve Thoth'un yardımı
- bu doğru tekniklerle yapılan bir eğitimdi- sayesinde insanlar orayı ziyaret
edebilirdi. Tanrıların Krallığına gidip, sonra da geri dönebilirlerdi.
İlk kayıtların tutulmaya başlandığı zamandan
beri, bütün tapınak ibadetlerinin evrensel uyumu sağlamak üzere tasarlandığını
görebiliriz. Hem erkekler hem de kadınlar bu tapınaklara sırlara ermek için kabul
ediliyorlardı. Fakat onlara, gördükleri konusunda hiç kimseye bir şey
anlatmamaları da öğütleniyordu. Tapınak sırları hakkındaki her şey korunuyordu.
Edfu'daki Horus Tapınağı’nın duvarlarındaki yazıların arasında çok açık bir uyarı
vardır: "Tapınakların gizemleri arasında gördüğünüz hiçbir şeyi açığa
vurmayın."
Peki biz, bu gizemlerin neler olduğunu
bulabilir miyiz? Acaba birileri sözünden dönüp de hiç sırları açığa vurmuş olabilir
miydi?
ÇEŞİTLİ ESKİ KÜLTÜRLERE AİT dini uygulamaları
anlamaya çalışırken karşılaştığımız problemlerden birisi de, bizden öncekilerin,
sadece yazının icat edildiği zamana kadar olan dönemde değil; fikirlerin ve inançların
kaydedilmesi konusunda ileri tekniklere sahip olunan dönemlerde bile, tam
olarak neye inandıklarını bilmememizdir.
M-Ö. 8000 yılı dolaylarında, kil
tabletler kullanarak, yapılan ticari işlemler hakkında sembolik kayıtların tutulmaya
başlanmış olmasına rağmen, bu yöntem M.Ö. 3000'e kadar gelişip, yazıya
dönüşmemiştir.
Titizlikle sürdürülen kazı
çalışmalarının yardımıyla, zigurattan daha derinde ve farklı seviyelerde
birbiri ardınca uzanan, eski dönemlere ait yirmi üç tapınağın daha kalıntıları bulundu.
Bunlardan en eskisi, en geç M.Ö. 5000'de, basit bir ibadethane olarak eski kum
tep eleri üzerine yapılmıştı. Bu tapınağın, yazının icadından önce gelen, sözde
Ubaid döneminden kalma on sekiz katı ortaya çıkarılmıştı.
Zigurat; Enki'ye adanmıştı; fakat buranın
erken
dönemlerdeki durumu neydi? Tapınak
aynı tap ın ak olduğuna göre, en başından beri Enki inancının devam etmiş
olması gerektiğini söyleyebilir miyiz? Tabii ki hayır. Mesela; bir istilacı kendi
inancını getirip, dayatma uygulayarak, eski mevcut inancı sindirmiş o lab
ilirdi ve bu aslında çok sık yaşanmış bir olaydır. Öyle olmasa bile bir inanç,
halkın başka bir bölgeye göç etme siyle mekan değiştirmiş ve böylece terk
edilen tapınak başka inançlara sahip olanlar tarafından doldurulmuş olabilir. Tapınakların,
inşa edilirken, hizmet etmeleri amaçlanan inançların dışında farklı amaçlarla
kullanılışlarının birçok örneği mevcuttur. Mısır deltasında, ilk olarak
Bubastis'e tapınmak için yapılan fakat terk edildikten sonra, yeniden elden geçip
bir Yahudi tapınağı olarak kullanılan Onias Tapınağı olayını görmüştük. Tapınak
binaları, sadece organize olmuş bir inanç sisteminin varlığını kanıtlamaya yeter;
hizmet ettiği inançlar hakkında daha fazla bir bilgi vermez.
Sembolizmin var olması bile çok fazla
işe
yaramaz. Metinler olmadan;
sembollerin, kendilerini kullananlara göre ne anlam ifade ettiklerini
bilemeyiz. Büyük piramidin garip o dalarının sade taş duvarları, Giza
platosundaki diğer örneklerinden çok farklıdır ve yapının başlıca kullanım
amacı konusunda hiçbir fikir vermez. Tam aksine, yakın doğuda b ilinen en büyük
Neolitik yerleşim alanı olan, Türkiye'deki Çatalhöyük, yaklaşık sekiz bin yıllıktır
ve farklı dönemlere ait sembollerle dolu kırkın üzerinde tap ın ak vardır.
Bazılarının içlerine renkli resimler çizilmiştir; bunlardan birinde, oturma
yerlerinde bir dizi, nesli tükenmiş vahşi arok boğası boynuzu; diğerinde bir sıva
işi olan boğa başları ve boynuzları; bir diğerinde ise kadın göğüsleri ve boğa
boynuzlarını b irleştiren çizimler ve çok sayıda geometrik çizim vardır. Her
bir tapınak, bu b akımdan diğerinden farklıdır; hepsi boğa b oynuzlarını
şaşırtıcı şekillerde kendine has b etimlemelerle kullanır ve ne anlam ifade
ettikleri konusunda hiçbir ipucu vermez. Tapınakların dışında küçük tanrıça heykelleri
bulunmuştur. Peki, neden bu heykeller tapınakların içinde değildir? Bölgenin,
sembolizm açısından oldukça zengin olmasına
rağmen, metinler olmadan bunların anlamları konusunda neden hiçbir ipucuna ulaşamıyoruz.
Ancak zor da olsa, yöredeki genel eğilimlere
dair bir fikir sahibi olabiliriz: Bu dünya ile diğeri, yani 'Öte Dünya'
arasındaki bağlantı konusuna karşı, derin bir ilginin varlığını görebiliyoruz. Bu
dikkate değer bir çıkarımdır. Fakat bu kavramın kökenlerine ait kanıtlar için
çok daha eski zamanlara bakmalıyız: İlk insanların ölülerini gömerken cenaze törenleri
düzenlemeye başladıkları andan itibaren, bu dünya ve diğeri arasındaki ayırım ortaya
konmaktadır; ikisinin varlığı da bilinir ve birinden diğerine geçen kişi
yolculuğuna uğurlanmış olur.
Bu uğurlama törenlerinin bilinen en
eski örneği, Neandertallar zamanından kalmadır: Yüz bin yıl önce, Orta Asya'da genç
bir adam gömülmüştü. Rus arkeologlar, onu etrafı keçi boynuzlarıyla sarılmış
şekilde gömülmüş olarak buldular. Başka bir Neandertal iskeleti, Fransa'da, Le
Moustier'de bulunmuş ve yetmiş beş bin yıl
öncesinden kaldığı belirlenmişti. Bu
defin için de cenaze töreni yapılmıştı. Ölü adam kırmızı aşı boyasıyla
kaplanmıştı, başının altına çakmak taşları koyulmuştu ve adamın etrafına yanmış
sığır kemikleri saçılmıştı. Daha sonraki dönemlere ait, ortalama altmış bin yıllık
definler; Irak, Shanidar'daki büyük bir mağarada bulundu. Bir tanesi, her biri tıbbi
ilaç yapımında kullanılan çiçekler bir araya yığılarak, üzerine yatırılmıştı.
Diğer 36 civarındaki törensel defin, geçtiğimiz milenyumda, Avrup a ve Asya'nın
çeşitli yerlerinde bulunmuştur. Emin olabiliriz ki; on binlerce yıldır -en az-,
insanlar Öte Dünya konusuyla ilgilenmektedir. Aslında, hep süregelmiş olan, hayatın
ve insan bilincinin kaynağının ne olduğu sorusu bile, bu konuda tek başına bir kanıt
olmaya yetecek niteliktedir.
Fakat hâlâ, ne Büyük Piramit'in ne de
Giza'daki diğer piramitlerin içinde, yazılı metinler olmamasından kaynaklanan açmazlarla
karşı karşıyayız. Bunların hepsi IV. Hanedanlık firavunları tarafından, M.Ö. 2500
dolaylarında inşa edildi. En erken metinler, V. Hanedanlık
sonlarında ve VI. Hanedanlık
esnasında ortaya çıkar, yani M.Ö. 2300 dolayları. En eski yazılar Unas
Piramiti'nin yeraltı o dalarının duvarlarına yazılanlardır ve bunlar da V. Hanedanlığın
son firavununun zamanında yazılmıştır. Sonra, izleyen ortalama iki yüzyıl
içinde beş piramit daha yapıldı. Benzer şekilde, bu p iramitlerin de duvarlarında
metinler vardı. Bu metinlerin bizlere çok önemli bilgiler sağlamalarına rağmen,
beraberinde daha derin bir e srar perdesi yarattıkları ise bir gerçektir.
Bunların iyi tercüme edildikleri görülmektedir; ancak kötü anlaşılmışlardır.
Yanlış anlaşılmış olmaları şaşırtıcı
değildir; çünkü arkeologlar, sınırlarını o danın dışına genişletmeye daha yeni
yeni başlıyorlar. Rahatsızlık duyuyorlar; oluşmaya başlamak üzere olan şeylerin,
gerçekten tuhaf şeyler olduğunu biliyorlar.
Bu sadece bir zaman meselesi.
BAZI PİRAMİTLERDE BULUNAN
METİNLERİN, tamamen ölüm ve
cenazelere,
dolayısıyla da ölülere ilişkin o lduğu
kabul görmüştür. Böylesi bir görüş, bu piramitlerin yeraltı o dalarının
duvarlarına kazınmış yazıların arasında bulunan bir ifadeyle de desteklenir:
"Ruhun sınırı gök, cesedin sınırı dünyadır."
Yine de incelememiz gereken bazı gariplikler
vardır: "Ey kral, yola ölü olarak değil; canlı o larak çıktın" diye
yazar piramit metinlerinde. 'Bunun anlamı kesinlikle muğlaktır: 'Kral ö ldüğü
için sonsuz yaşama doğru yola çıkar ve böylece göksel dünyaya göre canlı
sayılır' şeklinde anlaşılacağı gibi, 'Kral Öte Dünyaya doğru yola çıktığı zaman,
hâlâ buraya göre canlıdır' şeklinde de anlaşılabilir.
Eğer öyleyse, yaptığı seyahatin ardından
geri dönmesi beklenebilir. Yoksa bunu çok mu abartıyoruz? Böyle bir fikir
metinlerle destekleniyor olabilir miydi?
Piramit metinlerindeki başka bir satır
da şöyle yazar: "Gittim ve geri döndüm... Bugün, yaşayan bir ruhun gerçek
şeklinde dışarı çıkıyorum." Burada, Öte Dünyaya yapılan ölüm
öncesi seyahat fikrinin açıkça
desteklendiğini görmek pek de zor olmaz.
Ayrıca, mezarlarda bulunan cenaze yazılarındaki
ölüye ait ruh tasviri -Eski Mısır'daki adıyla Ba- diğer birçok yerde de görülebilir.
Ba bir kuş o larak resmedilmiştir; fakat bu kuşun başı, ölü bir insanın
başıdır. Bu kuş, genellikle pençeleriyle shen işareti taşırken görülür. Shen sonsuzluğun
sembolüdür; yaşadığı dünyadan, beraberinde götürdüğü bir hediye olarak anlaşılır.
Ba, genellikle 'ruh' olarak tercüme edilir;
ama içerisinde daha çok anlam barındırır. Ölen bir insanın içindeki gizli
yerinden açığa ç ıkıp, ölü bedenden bağımsız hareket eden ve tanrısal kaynağına
geri dönmek için uçarak yol alan bir güç olarak tanımlanab ilir.
Ancak içerdiği anlam bundan da fazladır:
Ba hep vardır; onun varoluşu ölümün gelişiyle değildir. Mısırlı rahiplere göre,
insana has bütün özelliklerin yapı taşıdır. Eğer bu doğruysa, bir insanın
Ba'sını ölümünden önce deneyim
edememesi için hiçbir neden yoktur.
Mısır metinlerinde vurgulanan derin
gizemler üzerine araştırmalar yapan Dr. Jeremy Naydler, bu eski dinsel
metinlerin deneysel doğasını asla göz ardı etmememiz gerektiğine dikkat çeker.
Ba'nın bedensizlik durumu içerisinde, başlı başına bir birey olarak tanımlanabileceğinden
bahseder. O, bu durumun ölüm anında 'kendiliğinden gerçekleştiğini' ancak yaşarken
de 'bu beden dışı farkındalığın uyarılması gerektiği'ni açıklar. Uyarılması gerekir,
yani diğer bir deyişle ibadet ve diğer özel yöntemlerle açığa çıkarılmalıdır. Naydler'in
çözümlemeleri. Eski Mısırlıların, Öte Dünyanın bilgilerine ulaşmayı ve dolayısıyla
oraya gidip gelebilmeyi sağlayacak, bazı sıra dışı tekamül teknikleri uyguladıkları
konusunda bir önermeyi ortaya koyar.
Uzmanların tam olarak anlayamadığı
Mısır tap ın ak ritüelleri, gerçekten bazı çok tuhaf yanlara sahiptir: Bulduğumuz
metinlere göre, görev yapan rahip ler sessiz sakin bir yerde oturup,
hiyerogliflerde ged diye adlandırılan bir
duruma geçiş yapmak için özel teknikler
uyguluyorlardı. Normal şartlarda bu durum, uyku hâli olarak algılanabilir; ama
burada özel bir ritüel söz konusu olduğu için, daha çok trans veya meditasyon
durumu olarak anlaşılır. Uzmanlar bunun, kutsal heykellerin içine tanrısal ruhun
girip yerleşmesi için yaptıkları ve 'Ağzın Açılışı' adını verdikleri bir ritüel
olduğunu düşünmektedirler. Bu ritüel, aynı zamanda cenazelerin bir bölümünde de
icra edilir. En azından ikinci örnekte anlaşılır ki; bu ritüel durumunda rahip,
bir şekilde ölüler dünyası olan Öte Dünyaya gider ve dönüşünde ölü bir insan
olarak deneyim ettiklerini tarif edebilecek durumda olur. Bu ciddiye almamız gereken
bir konudur; çünkü bu metinler, ritüeller sırasında düzenli olarak yapılan bu
uygulamadan bahseder.
Şurası bir gerçektir ki; bu ruhsal
yolculuk, sadece entelektüel bir keşif, bir çeşit ruhsal drama veya 'dinsel bir
sahtekarlık' değil; gerçek bir tutkuydu. M.S. 3. yüzyılın sonlan ve 4. yüzyıl
başlarında, dönemin önde gelen Platoncu
felsefecilerinden biri olan Mudanyalı
Lamblichus, bugünkü Lübnan'da dersler veriyordu. Onun öğretisi, daha önce de kısaca
değindiğimiz teurji -tanrısal işlerle uğraşmak- denen kavram üzerine
merkezlenmişti. O, teolojiye -tanrısal işlerden bahsetmek- karşıydı. Teorik
meselelerden çok, pratik uygulamalarla ilgileniyordu. Öğrencilerinin sadece inanmalarını
değil; bilmelerini de istiyordu.
Lamblichus, Mısır'ın gizli öğretileriyle
de yakından ilgilenmişti. On the Mysteries of the Egyptians (Mısırlıların Gizemleri
Üzerine) başlıklı çalışmasında, tapınakların içsel bilgilerinden bahseder. Mısırlı
rahiplerin, bedenleriyle b ilinçlerini birbirinden ayırarak, Öte Dünyaya seyahat
edebilme yetenekleri olabileceği konusuna gayet iyimser yaklaşır. Rahiplerin ruhlarının,
henüz bedendeyken tanrılar tarafından yukarı çekilerek, bedenden ayrıldığını ve
sonsuz kaynağa götürüldüğünü söyler.
Lamblichus yine aynı çalışmasında,
popüler Aristo yaklaşımına açıkça meydan okurcasına,
rahiplerin tanrısal krallık konusundaki
bilgilerini sadece akılları sayesinde artırmadıklarını söyler ve ardından,
onların evrensel gerçekliğe ve yüceliğe ulaşmak için hazır olduklarını, aslında
teurji sayesinde bildirilerek (beyan edilerek- ederek) kabul edildiklerini açık
bir şekilde dile getirir. Sorulması gereken asıl sorular şunlardır: Buna neden şaşıralım
ki? Ve modern şüphecilik anlayışımızın sonucunda bir şey mi kazandık, yoksa kayıp
mı ettik?
M.Ö. İKİNCİ BİN YIL DOLAYLARINDA,
tahta tabutlar içinde metinler görünmeye başlar. Bu metinler, daha eski olan
piramit metinlerinden türemiştir; ama ruhsal kavramlar hakkında daha çok bilgi açığa
çıkarır. Odaklandıkları şeyin ne olduğu, 'Göğe yükseliş ve Akh oluş' ifade
sinin geçtiği 76 numaralı sözde ortaya çıkar.
Akh, 'parlayan' yani bir çeşit 'ışık benlik'tir
ve ufuk anlamına gelen akhet kelimesinin köküdür. Ba tarafından, ruhsal aydınlığa
dönüşebilmek amacıyla aranan sonu tanımlar. Bu terim, ölümden sonra bedeninden
kurtulup Ba formuna geçen, böylece yücelik durumuna geçiş yapmak
için nazır hâle gelip, ardından her şeyin
ışık saçan kaynağıyla birleşen kişiye ad olur. Stephen Ouirke, akh'm şeklini
değiştirip, yücelmiş ve ışıkla bir olmuş ruh olduğunu açıklar. Metinlerde, bu süreci
tanımlamak için kullanılan kelime sakhu’dur, anlamı '[ölü] ışığın b enlik kazanması'.
Bu metinlerle ilgili M.Ö. 15. yüzyıla
ait bir gelişme Ölüler Kitabı'nın sunulması olmuştur. Fakat bu, söz konusu
metin koleksiyonunun orijinal adı 'Günle Gelen Uzaklık Kitabı'dır. Aslında bunun
yerine 'Işıkla Gelen uzaklık Talimatnamesi' demek, belki daha iyi bir sunum
olabilirdi. M.Ö. 2. bin yılın sonlarında bu başlığın yerine kullanılan cümlenin
içerisinde, 'şekil değiştirip yücelme' anlamında kullanılan sakha kelimesi de geçiyordu.
Böylece bunların, 'kişinin akh'a dönüşmek için kullanacağı metinler' olduğu
anlaşılır.
Bu kavram daha eskiye gidildiğinde de
görülebilir: Abidos'taki Osiris Tapınağının kütüphanesinde saklanan, Piramit ve
Tabut metinlerinden oluşan koleksiyonlar, M.Ö. 4.
yüzyılda, bin beş yüz yıl öncesinde
yazıldıkları aynı sırayı takib en papirüsler üzerine kopyalanmıştı. Bunların
başlığına da yine jakhu denmişti. Modern tercümanlar anlamasa bile, tap ın ak
rahipleri bu yazılanların bilincindeydi.
YUNAN TARİHÇİ VE YAZAR PLUTARCH, M.Ö.
70'te Kudüs'teki tapınak sonunda Roma kuvvetlerinin eline düştüğü zaman,
yirmili yaşlarının başlarında ve muhtemelen Atina'da bir öğrenciydi. Delhi
mistisizmine girdi ve 1. yüzyılın sonlarından itib aren mistik bir rahip o
larak hizmet verdi; dolayısıyla dinin gizemli yönleri konusunda bir şey -veya
iki şey- biliyordu. Mısırlı rahipler arasındaki gizliliğin korunması prensibinden
dolayı, bu gizemler tarihsel kayıtlara alınmamıştır. Plutarch'ın kaleme aldığı,
İsis ve Osiris hikayesi, bu konuda bilinen en ayrıntılı metindir. Bu metinde
enteresan bir yorumu yer alır: Mısır tapınaklarının odalarından ve koridorlarından
bahsederek, şöyle yazar: "Diğer bir bölümde, [tapınakların] yeraltında,
hücreler ve ibadethaneler gibi gizli ve karanlık rahip atama
o daları vardır.
Plutarch, daha fazla bilgi vermez ve
bu açıklamayı burada keserek, boşa heveslenmemizi sağlar. Kesinlikle birçok
Mısır tapınağının yeraltı oda ve dehlizleri vardır. Örneğin; Danderah'takiler
on tanedir; üç seviye derinlikte, uzun dehlizler, tek kişilik odalar,
koridorlar gibi. Edfu'daki Horus Tapınağı'nda, Öte Dünyanın efendisi Osiris'e
ait şapelin duvarında bir giriş vardır ve bu, içinde kendi duvarları olan bir tünelin
girişidir. Bu tünel de iki yeraltı odasına gider. Bu karanlık ve sessiz
odalarda birkaç kez meditasyon yapmak amacıyla bulunmuştum. Bu tünelin kapısı
şu anda kilitli tutulmaktadır.
Arkeologlar çoğunlukla bu o daların dini
objeleri veya yüksek değerdeki eşyaları depolamak amacıyla kullanıldığını iddia
ederler. Fakat Plutarch, bunların varlıklarının arkasında yatan ve daha büyük gizemlere
işaret eden bir fikri ortaya koyar. Örneğin; Danderah'taki gizli yerlere
hiyeroglifler ve sembolik figürler kazınmıştır ve bu nedenden depolama yeri
o larak kullanıldıklarını düşünmek zordur.
M.S. 3. yüzyılda yazan Emesalı Heliodorus,
Isis ve Osiris gizemlerindeki gelenekler hakkında bazı bilgiler ekler: Bu iki tanrının
hikayelerinin, kutsallara karşı saygısız insanlar yüzünden açıklanmamış sırlar
içerdiğini ve bu sırların; doğanın gizemleri konusunda kendini aşıp,
tapınaklarda bu özel konuları öğrenme tutkusuyla çabalayanlar için olduğunu belirtir.
Çok az Ejiptolog (Mısır bilimci), bu
meselelerin peşinden gider. Mistik konulardan çekinen uzmanların çoğu, arkeolojilerini
'bilimsel' tutmak isterler ve bazen öyle olur ki; sanki şişme bir oyuncağı
şişirdikten sonra orijinal paketine geri koymaya çalışırcasına, buldukları
şeyler hakkında görünüşte akla uygun açıklamalar getirmeye çalışırlar."
Kendine güvenen ve Mısır ib
adetlerinin gizemli yönleri hakkında konuşma cesareti gösteren çok az uzman vardır:
Amsterdam Üniversitesi'nde, Din Tarihi konusunda bir uzman olan Profesör Claas
Bleeker, bugün sadece b aşlıkları bilinen
Eski Alışır dinsel gizemlerinin
kesinlikle var olduğunu açıkça dile getirir. Bu gizli ritüellere katılan bir mistiğin,
gururla, "Oraya kabul edildim; fakat bunun hakkında bilgi vermem" dediğini
iletir."'
Ejiptolog Walter Federn de Mısır dinsel
yazılarının ezoterik bir altyapıya sahip olduğunun farkındadır ve Piramit ile
tabut metinlerinde bulunan büyü sözlerinden b azılarının, 'yaşayanlar için de geçerli
olduğunu' açıklar.
HENÜZ İNCELEMEDİĞİMİZ SIRA DIŞI BİR
METİN daha vardır: The Amduat-The Book of What is in the Far-World (Amduat-Öte
Dünyada Olanın Kitab ı). Bu metnin ilk kopyaları, M.Ö. 1470 yılına aittir ve
orijinal başlığı 'Gizli Odalar Tezidir. Güneş tanrısı Ra'nın bir gece, göksel gemisi
içinde, Öte Dünyaya yaptığı on iki saatlik yolculuğu kaydeder ve yolculuk esnasındaki
tehlikeler ve zorlukların içinden nasıl geçtiğine dair bilgiler verir. Bu, sözde
ölen firavunun, ölüm sonrası yapacağı yolculuğunu kolaylaştıracak bir
talimatnamedir. Fakat bu
metinle ilgili ilginç olan konu;
metindeki bilgilerin, hâlâ yaşıyor olanlar için de faydalı olduğunun açıkça b
elirtilme sidir: "Bu bilgiye sahip olmak, ölü için iyidir ama sadece onun için
değil; dünyada olan kişi için de.
Konunun fiziksel dünyayla olan ilişkisi
metinde düzenli bir şekilde vurgulanır. Öte Dünyaya hem ölülerin hem de yaşayanların
seyahat edebilecekleri konusunda az bir şüphe kalır. Ve kitap şöyle biter:
"Her kim bu gizemli görüntüleri bilirse, onun Akh-ruhu iyileştirilir. [Bu kişi]
Her zaman alt dünyaya girip çıkabilir. Her zaman yaşayanlarla konuşur. Bu, bir
milyon kere kanıtlanmıştır." Bundan daha açık olamazdı... Bu yolculuk
deneyseldir ve kabul edilmeyi gerektirir.
Bu nokta, bazı uzmanların gözünden
kaçmaz: Chicago Üniversitesinde Mısır bilimci Profesör Edward Wente, Amduat ve 'Geçişler
Kitabı'nın da dahil olduğu bazı metinlerin, sadece mezarlarda cenazelere dair kullanım
için değil; bu dünyadakilerin kullanımı için de yazıldığı sonucunu çıkarır. O,
bu çeşit çalışmaların,
yaşayan ve kendilerini 'çeşitli durum
ve pozisyonlarda alt dünyada yaşayanlar' olarak tanımlayan ve güzelliklere
ulaşmak için ölümü beklemek istemeyenlerin 'uygulamalı teolojisine birer örnek
olduğunu belirtir. " Bu tanımlama dinseldir. Wente ekler:
Benim fikrime göre, Amduat Kitabı'nın
ve aynı şekilde Geçişler Kitab ın ın, tıpkı diğer dünyadaki kullanım için
olduğu gibi, aynı zamanda bu dünya üzerindeki kullanım için de tasarlanmış
olduğunu; bu metinlerin kral cenazelerinde kullanımının bir uyarlama ve ikincil
önemde bir uygulama olduğunu görmek hiç de zor değildir.
Amduat, kendisinin gizli tutulması
gerektiğini ve içeriğinin sadece izin verilen birkaç kişi tarafından
görülebileceğini söyler. Wente şu sonucu çıkarır: .
Bu iki harika kompozisyonun, farklı
yöntemler sunarak b irb irlerini tamamladığını ve alt dünyaya girip, ölüm ve
yenilenme sürecine iştirak edebilmek için 'iki yol' önerdiğini düşünebiliriz.
Şundan emin o lab iliriz ki; Mısır
tapınaklarının gizli inziva ve ibadet odalarında ezoterik ve gizemli
uygulamalar düzenli olarak icra ediliyordu ve bu adamlar -ve tabii İsis rahibesi
kadınlar da- tanrıların krallığının gizemlerine kabul edilmişler ve yıldız
parlaklığına kavuşacakları yere doğru yapacakları yolculukta, kendisinde büyük tehlikeleri
barındıran sonsuz gecenin içinden nasıl güvenle geçip gidecekleri konusunda bilgilendirilmişlerdi.
SON BİRKAÇ YILDIR MISIR'DA,
yirmi-otuz kişilik turist gruplarına rehb erlik yapıyorum. Normalde tapınakların
etrafında toplanan kalabalık turist kafilelerine, bu yerlerin savaşlar ve
istilalarla dolu tarihi ve yapıların mimari özelliklerinden bahsedilir. Fakat
genelde verilmeyen bilgiler ise; bu tapınakların amaçları, içlerinde yapılan
ritüeller ve bunların Eski Mısırlılar için ne ifade ettiğidir. Bu turların
diğer bir dezavantajı ise; ziyaretçi kalab alığı ve gezi planlarının tasarısı -daha
çok tur düzenleyicilerin tanıdıklarına ait restoranların arasında dolaşma
planı- yüzünden, bu sit alanlarını gerçekten
hissetme şansınızın fazla olmamasıdır.
Tapınakları kimin inşa ettiğinin benim
için bir önemi yok. Asıl önemli olan, içlerinde ne yapıldığıdır. Biz, gruplarımızın
sit alanlarını kendi kendilerine deneyim etmelerini sağlamaya çalışıyoruz. Bunun
sonucunda, çoğunlukla önemli bir şey gerçekleşiyor; geçmişin uzaklığı kadar
derin ve beklenmeyen bir duygu patlaması yaşanıyor. Bu anların, bölgenin
sunduğu deneyimin bir parçası olmasını sürekli ümit ederek, bunları içimizde, derinlerde
bir yerde var olan ve açığa çıkmak için doğru anı bekleyen eski anıların
varlığına kanıt o larak kabul etmeyi öğreniyoruz. Gruplarımızdaki
ziyaretçilerin kendilerini birdenbire gözyaşları içinde bulmaları veya basitçe
boşlukta yüzüyor hissetmeleri çok sık yaşanan bir olaydır.
Abido s'taki Osireion Tapınağı'nda, sanki
bir rüyadaymış gibi kendinden geçmiş bir şekilde dolanıp duran ve 'bu gerçek, bu
gerçek' diye, kendi kendine mırıldanan bir adamı hiç unutmuyorum.
Tabii ki haklıydı... Dönüşte onun otobüse
binip binmediğini ko ntro l etmek zorunda kalmıştım.
Mısır'ın güney ucunda yer alan Ebu
Simbal'a yaptığımız gezilerden birinde yaşanan bir olayı da hiç unutmam. Turu b
itirmiş oradan ayrılırken, iki tapınağın -girişinde dört büyük oturan figür bulunan
II. Ramses'in tapınağı ve kızı Nefertari'nin daha sade olan tapınağı- önünde,
Nasser Gölü'nde gezi teknemiz olduğu yerde
yavaşça dönüş yaptı. Hafifçe sallanarak dönerken, üst güvertedeki
hoparlörlerden Aida ve Nabucco op eralarının melodileri duyuldu ve sesler, o
hafif meltem esintisine karıştı; hepimiz bir garip olduk.
Bu sanki tiyatral bir gösteri gibiydi.
Teknenin, bu iki tapınak ve eski tanrıların önünde müzik eşliğinde yaptığı zarif
dansı öyle inanılmaz buldum ki; tüylerim ürp erdi. Olduğum yerde durup, bu
etkileyici gö sterinin tadını çıkarmaya çalıştım. O anın sonsuza dek sürmesini
istemiştim. En azında hafızalarımızda öyle kalacaktı ve o güneşli salı
sabahında
yaşadıklarımızdan dolayı, grubumun üyeleri
bana ağlayacak kadar duygulandıklarını söylediler.
Üvey kızımı krallar Vadisi'ne ilk götürdüğüm
zamanı çok iyi hatırlıyorum. Kendisi, otuz yaş altı gençlere hitap eden, önemli
bir İngiliz moda dergisinde editördür. Yaşamı genellikle çağdaş moda, gezi ve tasarım
konularına odaklıdır; geçmişe bakmak için fazla zamanı olmayan biridir. Sabahın
erken saatleriydi. Otobüsümüz vadinin dar girişine saptığında, gün yeni doğuyordu
ve güneşin ağarttığı susuz taş vadi, mezarları ve etrafındaki yüksek tepeleriyle
karşımıza çıktı, içinde bir duygu seli koptu ve "Daha önce burada olduğumu
hissettim" diyerek ağlamaya başladı. Bu yeterliydi.
Bunlar sadece kişisel anılar değildi.
Dolanıp duran, birdenbire ortaya çıkıveren başka anılar da vardı. Bölgenin ve taşların
içinde hâlâ canlı duran anılar... Sanki geçmiş zaman ince bir örtüyle şu andan ayrılmış
ve yer eşelendiğinde örtü kalkacak, içindeki gerçeklerle beraber tekrar belirecekmiş
gibiydi. Geceleri sit alanında
devriye gezen, oralarda uyuyan,
sessiz yerleri ve sessiz anları iyi bilen bekçilerle konuşmayı çok seviyorum.
Kendilerini sit alanlarına kaptıran ve ayrıca, sakin yerleri bilen
Ejiptologlarla da konuşmayı seviyorum. Eski ritüellere ait aniden beliren görüntülere,
tanrıların kutsal göllerde bir araya geldiklerine veya tapınakların
koridorlarında dolaştıklarına dair hikayeler duymuştum. Büyük sit alanlarının uzak
bölümlerindeki bazı ibadethanelere götürülmüştüm ve buralarda çok özel bir şey
olduğunu söyleyebilirim; deneyim edilmesi gereken özel bir şey.
Yine de bu yerlerden bazıları her
zaman gizli kalmalıdır. Sadece, onlara nasıl yaklaşacağını bilen, hak ettikleri
saygıyı gö steren ve oradan alacağı hediyeyi anlayabilecek kişiler gitmelidir. Mısır'da
bu deneyimleri arayan ve elde eden küçük ziyaretçi gruplarını -hacıları- her gün
görmek alışıldık bir durum değildir. Onlar, bu inanılmaz ülkenin yaşayan
geçmişini tanımayı öğrenirler. .
BU HACILAR, PİRAMİTLERİN, BİZE
ÖĞRETİLDİĞİ GİBİ sadece aşırı
gösterişli mezarlardan ibaret olmadığının kanıtıdır. Stepken Quirke,
piramitlerin ve zaman içinde yıpranan diğer birçok binanın, Firavun'un tanrısallığı
inancına adanmış büyük bir yapının p arç alarını şekillendirdiğini açıkça ifade
eder ve "Mezar olarak kullanmak, onların yapılış amaçlarının sadece
ikincil önemde olanıdır" diye ekler."Ouirke, Djoser Piramiti ve
Sakkara'daki kompleksteki diğer binaların ayinsel kullanımlarına dair belirgin kanıtlar
olmadığını söyler. Bu kompleks, sed festivalinin, yani firavunun gücünü yenilemesi
için, otuz yılda bir yapılan büyük festivalin kutlandığı yerdir.
Firavun inancı hakkında yapılan en önemli
inceleme, kısa bir süre önce Dr. Jeremy Naydler tarafından tamamlandı ve
Piramit Metinlerindeki Şaman Zekası (Shamanic Wisdom in the Pyramid Texts) adlı
kitabında sunuldu. O, sed festivalinin, firavunun fiziksel dünyayla Öte Dünyaya
uyumlu hâle getirmesi; sonuç olarak da bunun Mısır'a faydalı olması için
düzenlendiğini açıklıyor. Adına Sed festivali
denilmiş olan bu temel dini geleneğe
göre; kral, normalde saklı kalan ruhsal güçlerle dolaysız temas kurmak amacıyla
iki dünya arasındaki bilinç eşiğinden geçiyordu. Bunu gerçekleştirebilmek için,
dinsel törenin gizli bölümleri sırasında kral, 'kendinden geçtiği düşsel bir
deneyim' yaşıyordu. Bu deneyime, töreni yöneten ve firavunun iki dünya
arasındaki bağlantısını ve aradaki irtibat noktası olarak yerine getirdiği
önemli görevi anlayabilen kişiler refakat ediyordu.
Naydler açık sözlüdür; Piramit
Metinleri üzerine yaptığı incelemelerinden çıkardığı sonuç şöyledir; "Bu
metinler, cenaze metinlerinden öte, aslında yaşayan kralın, sed festivalindeki
gizli ayinler sırasında deneyimlediği türden mistik deneyimlere dairdir.
Metinlerin, bu dünyayla ruh dünyası arasındaki geçiş noktasında bulunan insan
deneyimlerinden bahsettikleri açıktır."
Elbette birçok uzman, metinler ve ritüellerdeki
bu deneysellik yaklaşımına karşı çıkacaktır. Öte Dünyayı tanımlayan çok
sayıdaki Eski Mısır edebiyatı örneğinin, bilgiye değil; hissiyata
dayalı do ğrular olduğu kabul edilmiştir.
Bu düşünceye göre, mistik metinlerde anlatılanlar, bin yıllar boyu süregelmiş rahiplerin
ürettiği hayal gücüne dayalı tahminlerdir ve bunları üreten kişilerin,
yazdıklarına sadece inanıp, hakkında kesin bilgi sahibi olmanın olanaksız
olduğu bir şeyi açıklamaya çalışan 'mistikler' oldukları düşünülür. "Ama"
der Naydler, "bu bilgiler, hâlâ canlı olan kişinin, ölümün bilinç
eşiğinden geçme deneyimini içinde barındıran mistisizmin yardımıyla, bir dış kaynaktan
gelmektedir."
BURADA, FİRAVUN KHUFU'NUN, Giza'daki Büyük
Piramiti'ni tanımlamak için kullanılan, bu b ö lümün başında bahsettiğim 'Khufu'nun
ahket'i terimini tekrar hatırlatmak istiyorum. 'Parlayan, ışık saçan' anlamına gelen
ve ufuktaki Öte Dünyaya giriş noktasını adlandırmak için kullanılan ahket
terimi; aynı zamanda piramide, Khufu'nun Öte Dünyaya geçiş noktası anlamında
verilmiş bir isim o lab ilir miydi? Tabii bir de dönüş noktası...
Ma'at'ı sürdürme sorumluluğunu
üstlenen
Khufu, bu dünyadaki uyumu sağlayabilmek
için krallığının ötesindeki ruhsal varlıklardan yardım istemiş olabilir miydi? Eğer
gerçekten tanrıların krallığının bilinç eşiğinden geçtiyse, bunu nasıl
yapmıştı? Khufu'yu ve ondan önceki ve sonraki kralları destekleyen rahipler, ne
çeşit özel teknikler biliyor olabilirlerdi?
Eski dünyanın başka bir yerinde
ortaya çıkan kendini aşma ayinlerine yakından bakmamızın, araştırmamızda kesinlikle
bize yararı olacaktır; ancak, bu yolculuğumuzun bir sonraki durağı...
Taş bir duvarın üzerine dikkatlice tırmanıp,
arkasındaki metal merdivenden dört buçuk metre aşağı indim ve muhtemelen 2600 yıl
önce volkanik kayaya oyulmuş dar geçide ulaştım. Aşağıda, eski çağ teknolojileri
konusunda bir uzman olan yazar ve akademisyen arkadaşım Robert Temple beni
bekliyordu, İtalyan arkeoloji otoriteleri, Robert'in yıllar süren ısrarlarının sonucunda
sit alanına girişine izin vermişlerdi;
yeraltı keşifleri ve fotoğrafçılık konusundaki
deneyimlerimin faydası olacağını düşünerek, beni de beraberinde götürmüştü. Tarih
24 Mayıs 2001 ve günlerden Perşembeydi.
Önümüzde, yerin altındaki bu esrarengiz
yapıya ait dar bir geçit duruyordu. Bizim için heyecan verici bir andı; çünkü o
güne kadar bizden önce oraya giren hiç kimse artık hayatta değildi. Baretlerimizi
başımıza taktık, lamb alarını yaktık ve p arlak güneş ışığından uzaklaşarak, zifiri
karanlığa doğru yol almaya başladık. Bu ani değişim rahatsızlık vericiydi.
Aslında, en başında devam etmeye
biraz çekinmiştik; çünkü içeride, daha derinlerdeki ko şulların neye benzediği konusunda
hiçbir fikrimiz yoktu. Daha ileride karşılaşabileceğimiz şeyler hakkında
yaptığımız tahminler de pek iç açıcı değildi. İtalyan yetkililer uzun süre, bu yeraltı
geçitlerinin zehirli gazlarla dolu olduğu konusunda ısrar etmiş ve bu yüzden,
içeri giriş için izin vermeden önce, başımıza gelecek ölümcül kazalardan dolayı
herhangi bir sorumluluk taşımadıklarına dair bize bir anlaşma
imzalatmışlardı.
Giriş tünelinin tavan yüksekliği; ortalama
180 cm. fakat genişliği sadece 53 cm. di; yani aynı anda iki kişinin yan yana yürümesi
olanaksızdı. Tünelin duvarlarında, meşale takmak için belirli aralıklarla,
sağlı sollu küçük delikler açıldığını görebiliyorduk. Aşağılara uzanan bu tünel,
şaşırtıcı şekilde doğudan b atıy a doğru ilerleyen bir eksen üzerindeydi.
Arkamızda kalan girişteki ışık gözden kaybolduğunda, kendimizi kötü kokulu
sessiz bir ortamın içinde bulduk.
Çok fazla olmasa da sıcaktı ve çok rutub
etliydi; fazla geçmeden kıyafetlerimiz terden sırılsıklam oldu. Tünel, binlerce
büyük sivrisinekle doluydu; fakat şansımız varmış ki, pek saldırgan değildiler.
Zehirli gaz riskine karşı, kimyasal filtreli toz maskelerimizi taktık. Fenerlerimizin
ışığı önümüzde parlıyordu. Tünel, düz bir hat üzerinde devam etti. Bastığımız zeminin
sağlam olmadığını fark ettik. Ortam, inanılmaz bir yalnızlık ve boşluk hissi
vermeye başlamıştı. Her şeye rağmen, yürümeye devam ettik.
Ortalama yüz yirmi metre kadar
ilerledikten sonra tünel değişti. Kendimizi garip bir yapının içinde bulduk.
Sol tarafta, tuğla örülerek kapatılmış bir kapı eşiği vardı; sağa doğru
dönüldüğünde ise, tünel daha dik bir açıyla aşağı devam ediyordu. Biz de devam
ettik. Kırk beş metre kadar ilerledikten sonra aniden durmak zorunda kaldık:
Önümüzde bir su kitle si vardı. Tünelin devamı, daha derinlere doğru giderek, içini
dolduran su yüzünden gözden kayboluyordu. Fakat bu yeraltı su yolu da, tıpkı
tünel gibi yapay o larak oluşturulmuştu. Suyun içinde atılan birkaç adımdan sonra
derinlik artıyor ve ilerledikçe, aşağı yöndeki tünelin tavanına kadar ulaşıyordu.
Belliydi ki; eski çağlardan bu yana, suyun yüksekliği epeyce artmıştı. Buradan geçmemiz
mümkün değildi.
Bu sualtı yoluna varmadan az önce,
tünelin sağ tarafındaki duvarda bir delik görmüştük; geri döndük ve içine girdik.
Buradan geçtikten sonra kendimizi başka bir tünelin içinde bulduk. Bu tünel sola
keskin bir dönüş yaparak, dik bir açıyla yukarı doğru çıkıyordu; bu tünelde bizden
önce başkalarının da yürüdüğü çok
açıktı; ancak şimdi burası molozlarla kaplanmıştı. Zorlanarak yukarı çıktık.
Altı metre kadar ilerledikten sonra,
kendimizi oldukça sıra dışı bir şeyin önünde bulduk. Bu, tuğla örülerek kap atılmış
başka bir girişti ve muhtemelen bir yeraltı odasına, dehlizine ya da tapınağına
aitti. Burada, tünel sağa ve sola ayrılıyordu. Sağa döndük. Altı metre kadar
sonra, tünelin molozla kapatılmış olduğunu gördük; ama tünelin, yeraltı su
yolunun bittiği yerle birleştiğini orijinal araştırmalardan biliyorduk.
Sonra mühürlü girişin olduğu yere
geri emekledik ve soldaki tünele girdik. Bu tünel, bizi iki ayrı tünelin önüne getirdi.
Bunlardan biri, kompleksin içine ilk girdiğimiz giriş yönünün zıt istikametinde
ve yukarı meyille devam ediyordu.
Bu tünel de, hemen sol yanındaki
aşağı meyilli diğer tünel gibi, molozla doldurulmuştu; ama aradan iki bin yıldan
fazla bir süre geçtiğinden,
moloz biraz çökmüş, tavanla moloz arasında
45 cm.lik bir boşluk oluşmuştu. Fenerlerimizin ışığının gittiği yere kadar b o şluğun
devam ettiğini görebiliyorduk. Diğer ucunun nereye çıktığı konusunda ise hiçbir
fikrimiz yoktu. Ben, bunu keşfetmeye karar verdim.
Her ne kadar, geçmişte Ortadoğu'da arkeolojik
sitelerdeki tünel ve mağara keşiflerinde bulunduysam; normalde, insanı kendini mezarının
içinde hissettiren derin ve kapalı yerlerde o rtay a çıkan panik duygusuyla başa
çıkmayı biliyorsam da durumun klostrofobik olduğunu söylemek, yetersiz bir açıklama
olur.
Ben tünele girmeye hazırlanırken, Rob
ert bana katılmayı reddetti, İtalyan arkeoloji işçileri, Gino ve Pepe de başka tarafa
bakarak, anlamsızca sırt çantaları ve halatlarıyla oynamaya başladılar. Sonra bacağıma
ip bağlamam gerektiğini söylediler. Amaçlarının, eğer ben tüneldeyken kalp
krizi geçirirsem, hemen beni dışarı çekebilmek olmasını umdum. Sonra bu umudun anlamsız
olduğunu düşündüm; çünkü bu hiçbir işe yaramazdı.
Tünelin tavanı okadar yakındı ki; başımı
yukarıdaki tırtıklı taşlardan koruyacak olan b aretimle, karnımın üzerinde
sürünerek, ayaklarımla iterek ve ellerimle kendimi çekerek ilerlemek zorundaydım.
Başımı fazla kaldıramadığım için, gittiğim yeri yeterince görmem olanaksızdı.
Eğer tünel hep aynı genişlikte -ortalama 50 cm.- devam ediyorsa, geri dönmem de
mümkün olmayacaktı. Bunun bir yere çıkmasını ve dönüş yaparak geri gidebileceğim
durumda olmasını ümit ettim. Aksi takdirde, geri geri sürünmek zorunda kalacaktım.
Bunun zor bir iş olduğu doğruydu; ama yine de başarabilirdim. Bu yüzden fazla endişelenmeme
de gerek yoktu. Yüzüm toprağa değecek kadar yakın bir durumda ve sürünerek ilerledim.
O anda toz maskem, kendisi için ödenen paranın hakkını veriyordu. İlerlerken,
içinde fotoğraf makinelerimin olduğu çantayı önümde itmek zorundaydım; çünkü
sırtıma takmak için yeterli boşluk yoktu.
Tünelin içinde sürünerek ilerlerken,
elimden geldiğince hızlı gitmeye çalışıyordum ve aynı
zamanda, katettiğim mesafeyi tahmini
olarak ölçmeye çalışıyordum. Bir ara durup, arkadaşlarımın bana çok uzak olup olmadıklarını
anlayabilmek için ıslık çaldım ve ardından tünelin aşağısından onların da ıslık
seslerinin geldiğini duydum. Biraz daha ilerleyince ip bitti. Ben de ipi ayağımdan
çözdüm ve yola ipsiz devam ettim.
Yerin derinliklerinde, daracık bir tünelde
yalnızdım ve hiç ses yoktu. Birkaç kez durmak zorunda kalmıştım. Bu tarz düşüncelerden
zihnimi arındırmak için gösterdiğim çabaya rağmen, sırtımın üzerinde duran tavanın
inanılmaz ağırlığını düşünmeden de edemiyordum. Başım tavana sürtüyor, dirseklerim
çeperlere değiyor ve bedenim iki bin yıllık moloz yığını üzerinde yatıyordu. Arkamda
uzun bir tünel uzanıyor; önümde ise tam anlamıyla bir gizem duruyordu. Ansızın bu
durum bana tam bir delilik gibi göründü.
Eğer o anda tavan çökseydi; kimse
beni almaya gelemezdi: Klo stro fob ik panik başladı ve tüm zihnimi sardı.
Vücut ısım yüksek olmasına
rağmen, sırtım ürperdi ve kaskatı kesildim;
duygularım kontrolden çıktı ve kendimi, mezarımda durup toprakla kaplanacağım
anı bekliyormuşum gibi hissettim. Sakinleşmek zorundaydım; tünel çok uzun zamandır
orada duruyordu ve çökmek için benim geleceğim anı beklemiş olamazdı.
Birkaç kez derin nefes aldım ve
sonunda sakinleştim. Fotoğraf makinesi çantamı iterek ilerlemeye devam ettim.
Ortalama otuz metre kadar ilerlemiştim ve tünel hâlâ volkanik kayaya doğru, düz
bir yönde devam ediyordu.
Kırk metreye kadar geldiğimde, tünel bir
kez daha değişti: Tavanı biraz yükseldi ve eni iki katına çıktı. Yaklaşık her metrede
bir, 30 cm. kadar alçalıyordum. Ferahlamıştım; çünkü gerekirse, dönüş yapabilecektim.
Bir süre sonra önümde tünelin ikiye ayrıldığını gördüm. Bu ikili giriş,
karşımda çifteli tüfek namlusu gibi duruyordu. Önce sağdaki tünele girmeyi seçtim
ve emekleyerek içeri girdim.
Ancak bu tünel çok kısaydı; garip bir
şekilde,
girişten ortalama elli metre sonra
bitiverdi. Bu anlamsızdı. Mühürlenmiş olabilir miydi? Üstünkörü bir tetkikle,
durumun böyle olduğuna dair herhangi bir kanıt bulamadım. Solumdaki kayanın
içinde bir delik gördüm. Aşağıdaki bir başka tünele doğru gidiyordu. Delikten geçtim.
Çok tuhaf bir şekilde, kendimi soldaki tünelin sonunda buldum. Bu ilginç ve karmaşık
yapı çok anlamsızdı. Birileri neden aynı yere çıkan iki ayrı tünel yapmış olabilir
ki? Ve tam önümde, taş bloklar ve harçla mühürlenmiş bir kapı eşiği gördüm. Bunun
solunda, başka bir duvar vardı ve kırılarak delinmişti. Başımı delikten soktum
ve başka bir tünel daha gördüm. Ancak bu da az ilerisinde molozla mühürlenmişti.
Sonra yeri tekmeledim ve çıkan sesten aşağıda bir tünel daha olabileceğini
düşündüm. Çantamda sürekli bir mala taşıyordum; fakat kazmaya başlamanın zamanı
değildi.
Yine de çantamdan çıkardım ve mühürlü
kapı eşiğindeki taşlara vurdum. Aynı anda sesimin çıktığı kadar bağırıyordum. Ben
bir yankı
duymadım; fakat Rob ert Temple beni duyabilmişti.
İlk başta, aşağı inerken kullandığımız ana tünelin sonunda, önünden geçtiğimiz
tuğlalarla örülmüş duvarın diğer tarafında duruyordum. ( Şu anda bulunduğum yer,
aşağı inerken kullandığımız ana tünelin sonundaki tuğlalarla örülmüş duvarın
öte yanıydı.)
Bu tünelin, derinlerdeki yeraltı
tapınağına giden geçit olduğunu düşündüm; çünkü diğer tünelden daha yüksek bir
seviyede ilerliyordu, dolayısıyla altındaki yapay olarak inşa edilmiş su yoluna
uğramadan devam ediyordu. Şimdi, bu yerin mantığını çözmeye b aşlamıştım: Bu
tuhaf yapı, aslında Rob ert Temple'nin şüphelendiği gibi, insanların Öte
Dünyanın sırlarının kendilerine verilmesi için geldikleri bir yerdi. Bu
adaylar, yapıya girecekler; sağa dönecekler -eski metinlerde her zaman önerildiği
gibi- ve yapay nehirden geçerek alt dünyayla tanrıların krallığı arasında bir geçiş
noktası o larak hizmet veren tapınağa ulaşacaklardı. Aynı zamanda, alternatif
olan diğer tünel ise; rahiplerin kullanımına ait
olacak ve adayların varmalarını bekleyecekleri
tapınağa, direkt giriş yapmalarını sağlayacaktı.
Bütün bunlar, klasik yazarların tarif
ettiği alt dünya seyahatlerini hatırlatır. Bu hikayeler sessiz kayıkçı Charon'un,
Styx Nehri boyunca şeytani yerlerde gezdirdiği ziyaretçilerin anılarıyla
başlardı. Sonra, kutsal krallığa girişin ardından ziyaretçiler, Virgil'in şu
sözlerle tarif ettiği bir deneyim yaşar: "Mutluluk diyarı, yeşillik
ülkesi. Kutsanmış Ağaçların arasında ruhların huzur bulduğu yer."
Çantamdan, en sevdiğim Leica fotoğraf
makinelerimden birini, birkaç objektif ve bir de flaş çıkardım. Sonra, görebildiğim
her şeyi kapsamlı bir şekilde fotoğraflamaya başladım. Çeşitli keşiflerde bulunup
deneyim kazanmış biri olarak, bir yere girerken hep bir daha dışarı
çıkamayacakmışım gibi düşünerek davranırım. 'Kafese girmek' benim ana
prensibimdir ve işe yarar. Çünkü dışarı çıkamasanız bile, en azından bu bir sürpriz
olmayacaktır.
Bir saat kadar sonra tünelin
aşağısına geri
dönmüştüm. Gino ve Pepe oradaydı ve oldukça
gergindiler. İp gevşediğinde çekmişler ve ucunda benim olmadığımı görünce
endişelenmişlerdi. Dahası sesimi de duyamamışlardı; ben de onları duyamadığım
için, çağrılarına bir yanıt verememiştim. Duydukları korkuyu yetkililere anlatmış
olmalılar ki; bu komplekse daha sonraki her gelişimde, tünele girişim engellendi.
Bundan emin de olamazdım; çünkü bana hiçbir şey söylenmemişti. Ancak birinin sürekli
yakınımda durduğunu ve dar tünelin girişine yaklaştığımda, kapının önüne oturup
önümü kesmeye çalıştığını görebiliyordum. Emir aldıkları belliydi. Bu tünele
giriş çok tehlikeliydi. Öyle ki; fotoğraf çekimi yaptığım yerlere, şimdiye kadar
hiç kimse gidememişti.
BU YERALTI YAPISINI KİMİN inşa ettiği
bilinmiyor. M.Ö. 7. yüzyılda Yunanlılar tarafından kazılmış olabilir. Ne için
kullanıldığını, şu anda kimse kesin olarak söyleyemiyor. Ayrıca ne zaman mühürlendiğini
ve neden gizli tutulduğu da bir sır. Bu konudaki
en iyi tahmin; Augustus Sezar zamanında
önemli bir Roma Amirali ve imp arato r Nero'nun dedesi olan Marcus Vipsanius Agrippa'nın,
bugün bilinmeyen bazı nedenlerden dolayı, buranın çok tehlikeli bir yer olduğuna
ve yeryüzünden yok edilmesi gerektiğine karar verdiği ve dolayısıyla, yakınlardaki
filo sunun inşa edilmekte olduğu ve denizcilerinin Roma'nın son muzaffer deniz savaşı
olan Sicilya Savaşı'na hazırlık amacıyla Avernus ve Lucrina göllerinde talim yaptığı
M.Ö. 37-36 yıllarında, buranın molozla doldurulmasını emrettiğidir.
Bunun sorumlusu her kim olursa olsun,
bu yapıyı sonsuza dek ortadan kaldırma azminde ve bunu yapabilecek güçte olduğu
kesin; çünkü bu sanıldığı gibi kolay bir iş değildir. Bu molozla kapama işini tek
başınıza yapmaya kalkışsaydınız, tünellere ortalama otuz bin kere girip çıkmanız
gerekirdi. Eğer Agrippa yaptıysa, onu korkutan ne olmuştu? Eğer Agrippa değilse,
o hâlde kimdi ve neden yapmıştı?
Bu ortalama iki bin yıl önceydi. Kompleksin
dış girişi, 1958 yılındaki arkeolojik kazılar sırasında
keşfedildi; ancak o zamanlarda tünelin
içinde çok kısa bir mesafe ilerlenebildi. Sit alanının karmaşık yapısının
tamamı, ancak emekli bir kimya mühendisi olan Robert Paget'in, 1 962'de yaptığı
kazılarla ortaya çıkarılab ildi. Paget'in çabalarından sonra, İtalyan Hükümeti
burayı temizletti ve girişi mühürleyerek, gizliliğini sürdürdü. Ve buraya bir
daha hiç kimse girmedi; ta ki kırk yıl sonra Robert Temple ve ben -ve
beraberimizde Gino ile Pepe- bu tehlikeyi göze alana kadar. Bu sebeplerden dolayı,
sit alanı arkeolojik çalışmaların dışında kaldı. Burası hakkında soru
soranlara. Roma döneminde termal banyo olarak kullanılan ve bir sıcak su kaynağına
giden sıradan bir tünel olduğu söylendi. Birçok uzman ilgisini kaybetti. Sadece
Robert Temple bu siteyi ciddiye aldı.
21 EYLÜL 1 962'de Robert Paget ve bir
meslektaşı, ilk kez sit alanına girdi. İki bin yıldır bunu hiç kimse yapmamıştı.
Acaba neyi keşfetmişti ki; İtalyan Hükümeti böyle bir tepki vermişti?
Bölgede bir 'Ölüler Kahini' olma
ihtimali
Paget'in aklını uzun süredir
kurcalıyordu. O, Virgil'in anlattığı, alt dünyayı ziyaret eden Aeneas
hikayesinin, aslında gerçek bir olaydan alındığına, yani deneyimsel olarak bu ünlü
kahinin gerçekten ziyaret edildiğine inanıyordu. Garip bir şekilde Virgil'in anlatımları,
Cuma'daki kahine Sybil'in, Cumaya bir kilometre ve Baia'ya (eski adıyla Baiae)
ise bir-iki kilometre uzaklıktaki vo lkanik bir kraterin içine yağmur sularının
dolmasıyla oluşan Avernus Gölü civarında bir yerde olduğu söylenen ö lüler kahininden
farklı biri olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Virgil'in Aeneid şiirinde, Aeneas, Cumalı
Sybil'i ziyaret eder ve alt dünyaya nasıl gidebileceğini sorar. Sybil,
"Avernus'tan aşağı gitmek kolaydır" diye cevaplar. Diğer bir deyişle Virgil,
alt dünyanın girişinin yakınlarda olduğunu belirtir. Görüldüğü gibi, Sybil'in sözünü
ettiği yer, yaklaşık bir kilometrelik bir mesafededir.
Bu, sadece edebi bir eser miydi,
yoksa aynı zamanda Virgil'in, hakkında bilgi sahibi olduğu gerçek bir yerde, yaşadığı
deneyimleri aktaran
bir rapor muydu? Paget, yazılanların
gerçek olduğuna inanıyordu. Virgil'in, bir dönem bu bölgede yaşadığı bilindiği
için, bu ihtimal göz ardı edilemez.' Paget bu kahinin Cuma'daki kahine gibi gerçekten
var olduğundan emindi. Onun bu konuda haklı olduğuna hiç şüphe yoktur.
Hannibal, M.Ö. 209'da bölgeyi yağmaladığı zaman, Avernus Gölü yakınlarında
olduğu söylenen bir bölgedeki kutsal mekanda kahin için kurb an vermişti. Tabii
ki kuşkucular, bunun Virgil'in yazılarına kaynak olduğunu ve dolayısıyla da
Virgil'in, kahini kendisinin görmesine gerek kalmadığını söyleyebilir.
Teorisini kanıtlamak için Paget, 1
960'ta eşiyle beraber Baia'ya taşındı. Keith Jones ve Napoli'deki NATO üssünde A.B.D.
Deniz Kuvvetleri için çalışan, arkeoloji meraklısı arkadaşlarıyla birlikte
sistemli bir keşif araştırması başlatarak, kahine ait izleri bulmak için
kararlı girişimlerde bulundu.
Aramaya, Baia'nın yaklaşık 3 km. kuzeybatısında
bulunan Eski Yunan şehri Cuma'da başladı. Bölgede, birçok tünel ve
mağara keşfetti. 1 932'de keşfedilen Kahine
Sybil'in tünellerini de araştırdı. Ancak ölüler kahinine ait herhangi bir iz bulamadılar.
Paget ve Jones, daha sonra
dikkatlerini, birçok geleneğe göre kahinin yeri olarak kabul edilen Avernus Gölü'ne
çevirdi. Agripp a'nın tersanelerine ve askeri yapılarına dair buldukları dikkate
değer kanıtların arasında, iki de tünel vardı. Bunlardan birisi 1 km. uzunluğundaydı
ve Avernus Gölü'nden Cuma'ya kadar uzanıyordu. Sonrasında pek çok tünel ve mağara
daha keşfetseler de, bir ölüler kahini fikriyle eşleştirilebilecek herhangi bir
şeye henüz rastlamamışlardı. Aramaya devam ettiler.
Eski Baia şehri, Avernus Gölü'nün ortalama
3 km. güneyinde yer alan bir kıyı kentidir. Kıyının büyük bölümü, bölgenin hareketli
jeolojik yapısından dolayı denizin altında kalmıştır. Burası bir zamanlar çok
önemli bir Roma şehriydi. İsa'nın vaftiz edilişinden kısa bir süre önce, M.S.
24 yılı dolaylarında ölen Romalı coğrafyacı ve tarihçi Strab o, Baia'dan
bahseder ve kaplıcalarını, 'dertlere derman, popüler bir su
yeri' diye anlatır. Burası, Romalı
seçkinlerin tatillerini geçirmek için geldikleri şık bir dinlence yeriydi. Ayrıca
imparator ve diğer soyluların büyük villalarının bulunduğu bir yerdi. Bunların
yıkıntıları hâlâ yamaçlarda veya denizin altında görülebilir. Yer kaymasından
dolayı, bugün kıyının Pozzuoli Körfezi civarlarındaki ortalama bir kilometrelik
b ö lümü sular altında olduğundan, altı cam bir tekneyle denizdeki birçok
yıkıntıyı yukarıdan seyredebilirsiniz. Kaplıca hamamlarının yıkıntılarının
bulunduğu Baia tepelerinde, üç tapınağın kalıntıları vardır: Diana, Merkür ve Venüs.
Modern Baia, şimdi sadece küçük bir balıkçı limanıdır ve burada birçok küçük ama
hoş restaurant -İtalyan iş adamlarının, gönül rahatlığıyla güzel arkadaşlarını
öğlen yemeyi için getirdiği yerler- bulunur.
Baia'da 1956 ve 1958 yılları arasında
yapılan kazılar. Roma hamamlarından oluşan bir kompleksi gün ışığına çıkardı; fakat
bunlar, birçok kez onarılmış veya yeniden inşa edilmiş yapılardı. Bunun sebebi
ise, muhtemelen
bölgede depremlerin çok sık
yaşanmasıydı. M.Ö. 63 yılında çok büyük bir deprem yaşanmış, toprak kaymalarına
ve birçok yapının yeraltında kalmasına sebep olmuştu.
Paget ve Jones, Cuma ve Avernus'ta yaptıkları
gibi, bu bölgedeki bütün tünelleri araştırmaya başladılar. Çalışmalarının
başlangıcından o ana kadar en az yüz tane tünele girip çıkmış olduklarını
gördüler. Sonunda bu sitenin özel bir bölümüne yöneldiler: Ortalama M.Ö. 5. yüzyıla
ait eski yunan tapınaklarının kalıntılarının bulunduğu bir p latfo rm. Bu
platformun altında birçok tünel ve yeraltı odası bulunuyordu.
Paget, Ephorus'un, 'hiç gün ışığını
görmeyen ve yeraltı tünelleri aracılığıyla iletişim kuranlar' diye tarif ettiği
ölüler kahini rahiplerinin yaşadığı yerlere ulaştığı sonucuna vardı. Baia
sitesinin direktörü, Paget ve Jones'a, tapınağın altında, görmedikleri bir tünel
olduğunu söyledi. Daha aşağıda olan tünelin zehirli havasından dolayı tehlikeli
olduğunu öne sürdü. Bunu keşfeden kazıcılar, içeri çok az bir mesafe girip,
geri çıkmışlardı. Paget, tarihi eserler polisinin, daha
fazla keşif yaparak risk almamalarını
emrettiğini bildirir. Sonunda bu tünelden ayrılmaya karar verdiler.
Aynı zamanda, diğer bütün tünelleri
aradılar. Bunlardan birinde, dönecek hiçbir yer olmadığını fark edene kadar kırk
beş metre boyunca süründüler. Sonunda geri dönmek zorunda kaldılar. Ve en
sonunda, tehlikeli olduğu söylenen tünele bakma zamanı gelmişti. Paget'in
grubundan bir gönüllü, yedi buçuk metrelik bir ipin ucuna bağlandı. Yöntem tamamen
askeriydi; "Şöyle düşündük: İpin bittiği yere kadar yürüyecekti. Eğer ayakta
duruyorsa, iyi olduğunu anlayacaktık... Eğer düşerse, onu güvenli bir yere geri
çekecektik." Düşmedi.
Paget ve Jones, tünele kendileri de
girmeye karar verdiler. Girişi dikkatle geçtiler:
Yerdeki tozun üzerinde, 1 95 8'de tünele
giren kazıcıların ayak izlerini görebiliyorduk. Bunlar bitti ve önümüzde
karanlık tünelin derinliklerine doğru ilerleyen dokunulmamış bir toz tabakası
gördük.
Devam ettikçe korkuları da giderek artıyordu
ve yüz yirmi metreden sonra, artan sıcaklığın da etkisiyle yeterince
ilerlediklerine karar verdiler ve çabucak yüzeye, temiz havaya çıktılar.
Tünelin hâlâ zehirli dumanlarla dolu olduğunu düşünen İtalyan yetkililere, yaptıkları
şey hakkında hiçbir şey anlatmamaya karar verdiler.
Kısa bir süre sonra Paget ve Jones,
tekrar tünele girdi. Bu kez aşağıya doğru 170 m. kadar ilerlediler ve önlerine
çıkan bir yeraltı su deposu yüzünden durmak zorunda kaldılar. Tünelin sonuna
geldiklerini düşündüler. Tünelin içi aşırı derecede rutub etli ve sıcaktı; oksijen
azlığından yakınıyorlardı. Suyun yanında, bir seferde sadece on beş dakika durabiliyorlardı.
Negatif filmler üzerine birçok renkli fotoğraf çektiler. Böylece, çektikleri
görüntüleri perdeye yansıtıp, üzerinde çalışabileceklerdi. Perde üzerinde inceleme
yaparken, su yolunun tavanında bir kiremit set olduğunu keşfettiler.
Tekrar geri döndüklerinde kiremidi
ittiler. Yerinden oynadı. Kaydırıp, Keith Jones'un içinden geçebileceği kadar boşluk
açmayı
başardılar. Jones diğer tarafa geçtiğinde,
kendini dik bir açıyla yukarı doğru giden bir tünelde buldu. Bu tünel direkt
olarak, daha sonradan uçurum kenarından 182 m. ve yer yüzeyinden 42 m. derinde olduğunu
hesaplayacakları, yeraltı tapınağının mühürlü girişine doğru gidiyordu. O ana
kadar girdikleri en gizemli yeraltı kompleksindeydiler ve burayla ilgili keşfedecekleri
bir şey daha vardı.'"
Paget, tüneldeki havanın sıcaklığının
49, suyun ise 30 derece olduğunu aktarır. Mayıs 1965'te. Birleşik Devletler ordusunda
bir dalgıç olan Colonel David Levis ve oğlu, suyun altında bir keşif yaptı; ortalama
24 m.lik su yolunun diğer ucunda, sudan çıkış ve yeni bir tünele giriş olduğunu
gördüler. Bu tünel, bir yeraltı tapınağına çıkıyordu. Lewis, yaklaşık dokuz
metre daha derinde, içinde sıcak su kaynağı bulunan, yapay olarak oyulmuş odalar
buldu. Buradaki suyun sıcaklığı çok daha fazlaydı: 49 derece. Daha öteye
gittikçe suyun sıcaklığı öyle çok artmıştı ki; geri dönmek zorunda kaldı. O günden
bu yana suyun sıcaklığı, en azından su
yolunun geçilebilen kısmında büyük oranda
düştü. Biz sitede keşfe çıktığımızda, su sıcaklığının 28,5 derece ve tüneldeki hava
sıcaklığının da bir derece daha aşağı olduğunu görmüştük.
Görüldüğü gibi Robert Paget ve Rob
ert Temple, birçok ortak ilgi alanına sahipti. 1 984'te Robert Temple,
Sonsuzluk ile Sohbetler (Conversations with Eternity) adında, eski dünyadaki kahinleri
ve kehanetleri inceleyen, büyüleyici bir kitap yazdı. Kitapta, Baia'daki
esrarengiz yeraltı kompleksinden bahsediyordu. Kitabı ilk çıktığında alıp okudum
ve bu yerin sıra dışı doğası beni çok etkiledi. Ve de bu etki, hep üzerimde
kaldı. Özellikle burada bir mühendislik harikası söz konusuydu. Uzun giriş
tünelinin başlangıç noktası, yaz gündönümündeki güneşin doğuş noktasına;
tapınak ise güneşin aynı gündeki batış noktasına yönlendirilmişti.
Diğer derin bir gizem, bu tanımlamalarla
ortaya çıkıyordu: Bu yapıyı inşa edenler, tünelden aşağı doğru 182 metrede ve
tepenin yüzeyinin 42 m. altında bir yeraltı nehri veya su kaynağı
olduğunu nereden biliyorlardı?
Temple'ın belirttiği gibi:
Bölgede bir keşif yapıldığına dair
veya rasgele yapılmış geçitlere ya da yanlış girişlere ait hiçbir iz yoktur. Buranın
yapısını oluşturan sert sünger kayalar, doğal yollardan yeraltı su kaynaklarının
tespitinin yapılmasını sağlayacak mağaralar, tüneller veya kanallar oluşturmaz.
Bu gariplikle ilgili olarak Rob ert
Paget ise; gözlemlerine dayanarak, burada birçok mühendislik problemiyle karşılaşılmış
olması gerektiğini, ancak bunların nasıl çözüldüğü konusunun bir muamma olduğunu
söyler.
ROBERT VE OLIVIA TEMPLE ÎLE 1998
YILINDA, Kahire'de bir takside tanıştık. Graham Hancock ile birlikteydik ve Mısır'ın
gizemlerini derinlemesine ele alan Yaratılışın Bekçisi (Keeper of Genesis) adlı
kitabın yazarı, arkadaşım Rob ert Bauval tarafından düzenlenmiş bir Mısır gezisindeki
yazarların arasındaydık.
Temple'a ilk sorum, "Kitabınızda
bahsettiğiniz şu g arip yeraltı tapınağına nasıl gidip, g öreb ilirim? "
oldu. On dört yıl önce yazdığı kitabının konusuna ilgi duymamdan ötürü mutlu olduğunu
görebiliyordum; ancak Jâne de biraz mahcup olmuş gibiydi. Bana, 1970'lerde İtalyan
Hükümeti tarafından burası taş ve molozlarla mühürlenerek kap atıldığı için,
içeri bile giremediğini söyledi. Kimsenin girmesine izin verilmiyordu.
"Fakat" dedi, "açılması için onlardan izin almaya çalışıyorum. "
Neredeyse yirmi yıldır bunun için uğraşıyordu; ve hâlâ bir sonuç alamamıştı. Roma'daki
British School bile ona tünelin 'güvenlik nedeniyle kesinlikle girilemez' olduğunu
söylemişti, İtalyan yetkililer de tünellerin 'zehirli gazlarla dolu' olduğunu
söylüyordu.'
ÜÇ YIL SONRA, 2001 YILINDA, ilk karşılaşmamızdan
bu yana düzenli olarak görüştüğüm Rob ert Temple, bana telefon açtı ve heyecan
verici haberler iletti: italyan yetkililer, ona Baia kompleksine girmek için gerekli
izni vermişlerdi. Gelip, sitenin kap samlı bir kaydını
çıkarmak için, fotoğrafçılık deneyimimi
kullanabilir miyim?" Bu söz hiç düşünmeden ağzımdan çıkmıştı. O mayıs,
eşim Jane ve ben, Robert ve eşi Olivia ile beraber, Napoli'ye gidip bir araba kiraladık
ve Baia'ya gittik. Kalacağımız süre için, alt katı re sto ran olan rıhtımdaki bir
apartmandan daire kiraladık.
Güzel bir öğle yemeyi yedikten sonra,
siteye girdiğimiz ilk günün öğleninde Rob ert ve ben, kompleksin
derinliklerinde çalışırken yankılı sesler duyduk; kadın sesleri. 'Eski kahin dünyaya
mı döndü' diye merak ettik. Dönüp b aktığımızda onların eşlerimiz o lduğunu ve
korkusuzca tünelden aşağı, su yoluna doğru geldiklerini gördük. Kapalı yerlerden
korkan iki kadın için bu bir marifet sayılırdı. Belliydi ki, kimse günün
keşiflerini kaçırmak istemiyordu. 'Alt dünyaya giden nehrin başında durduğumuz o
an, hep birlikte paylaştığımız bir anıdır.
O gün, ayrıca İtalyan yetkililerin bu
siteye karşı tutumlarına dair bir anlayış geliştirdik. Yetkili arkeolog Dr.
Paola Miniero, tünelin sadece Romalıların termal hamamlarına sıcak hava
sağlamak için yapıldığı görüşündeydi.
Bölge bu tür hamamlarıyla meşhurdu ve tepe yamacında bu amaçla kazılmış bazı
tüneller vardı. Fakat bu tüneller basit ve kabaydı; bizimkiler ise, düz ve pürüzsüz
kesilmişti. Buna rağmen, resmi görüş böyleydi. Bu yüzden gecikmenin,
ilgisizlikten değil de burada araştırma yapılmasının istenmemesinden kaynaklanmış
olabileceğini düşündük.
Buranın diğerlerinden farklı bir yapı
olduğuna Dr. Miniero'yı ikna etmeye çalıştık ve onu sitenin aşağısına götürdük.
Yapının karmaşıklığını görünce çok şaşırdı. Tünelin civardaki diğer sıcak su tüneli
örneklerinden gerçekten farklı olduğunu itiraf etti ve bütün bunların ne anlama
geliyor olabileceği konusunda düşünmesi gerektiğini söyledi. Hatta, konuya karşı
tutumunun değiştiğini ve bizim burayla neden ilgilendiğimizi anlamaya başladığını
da görebiliyorduk.
Aynı zamanda Robert ve ben de,
sistematik bir kazı çalışması organize edilmesinin gerektiğini fark etmiştik. Birilerinin
bu yerin varlığından,
yapının molozla doldurulması emrini
verecek kadar rahatsızlık duyduğunu görebiliyorduk ve dolayısıyla da bu kişilerin,
tapınaktan herhangi bir şey almış olmaları bize pek muhtemel görünmüyordu. Bize
göre akla en yatkın senaryo, bu kişilerin içeri girdikleri, buldukları her şeyi
kırıp parçaladıkları ve sonra da b o şlukları molozlarla doldurduğuydu. Büyük ihtimalle
eğer bir şey almış olsalardı, kızgın ruhların lanetinin p e şlerini
bırakmayacağını düşüneceklerdi. Bu senaryoya göre; bir zamanlar burada kullanılan
tüm dini e şyaların şu an bile sit alanının altında yatıyor olması gerekirdi. .
İtalyan yetkililere, sitede kazı izni
almak için başvurduk ve gelecek yanıtı beklerken, 2002 Haziran'ında, Cuma'da
Erken Yunan inançları konusunda uzman akademisyenlerin vereceği bir konferansa,
iki kısa bildiri ilettik. Oradayken, uzmanlardan birkaçını, görmeleri için
tünellere götürdük; yerin önemine ikna olmuşlardı. Konferansta Robert, Baia ve Baia'nın
kahinler hakkındaki klasik eserlerle bağlantısı hakkında
konuştu. Ben de sadece sitenin mimari
özelliklerinin mantığı konusunda kısa bir sunum yaptım: Bunun, aslında basit
bir su tüneli değil; arkeolojik açıdan kazılmaya değer, dinsel bir yapı
olduğunu ortaya koyan kanıtları sunmaya çalıştım.
Tünelin, titizlik ve ustalıkla, belli
amaçlar doğrultusunda inşa edilmiş olduğunu ve buranın, eğer sadece su tüneli olarak
tasarlandığı düşünülürse; ab artılı ve gereksiz bir mühendislik çalışmasının
yapıldığından söz edilmesi gerekeceğini vurguladım. Ana tünel, doğu-batı eksenindeydi
ve dinsel mekanlarda bulunan yönleri çağrıştırıyordu; yapı, boyutları bilinmeyen
bir yeraltı odasında sonlanıyordu Ve birbirleriyle bağlantılı tünellerden
oluşan karmaşık bir sistem içeriyordu. Kanıtlamaya çalıştığım, buranın bir çeşit
yolculuğun gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla tasarlandığıydı. Sözü edilen;
ölüler dünyasına girişi konu alan ve klasik edebiyattaki mitolojik motiflerle tutarlı
özellikler b arındıran tekamül yerlerine bir yolculuktu. Bu tünel, içinde seyahat
eden kişiye b irtakım deneyimler
sunuyordu. Vardığım sonuç; bu sit alanının bulmaca gibi esrarengiz bir yer olduğu
ve kazılıp, hakkında daha fazla bilgi edinilmesi gerektiğiydi.
Aldığımız tepkiler, kendimizi
yeterince iyi ifade edebilmiş olduğumuzu gö steriyordu ve hatta birkaç uzman,
sitede bir kazı organize edebilmek için ellerinden geleni yapacaklarına dair
bize söz verdiler.
İtalyan yetkililer tarafından, sitede
çalışma izni henüz verilmemiş olmasına rağmen umutluyuz: En azından, bu
yetkililerle, kazı harcamaları ve süresinin ne kadar olacağı gibi konularda görüşmelerimiz
oldu. Robert ve ben, çok geçmeden bu iş için izin ve fon alabileceğimize
inanıyoruz. Bu arada Robert, Baia'daki keşiflerimizden bahseden, kahinler ve
kehanetlerle ilgili. Ait Dünya (Netherworld) adlı son kitabını yazdı ve 2002'de
yayınladı. Kitapta, kompleksin içinde çektiğimiz birçok fotoğraf da yer alıyor.
Geriye son bir gizem kaldı: Virgil,
alt dünyadan Aeneid destanında bahsediyordu: Aeneas aşağı
iner ve Styx Nehri'ni geçer; fakat 'Kutsanmış
Ağaçlığa' girmeden önce, girişin önüne adak o larak bir ökseotu bırakması gerekmektedir.
Aeneas girişin önünde durur ve dalı bir yere sabitleyerek bırakır. Bu,
destandaki önemsiz bir detaydır. Fakat keşif sırasında, Baia'daki yeraltı
tapınağının tuğlalanmış girişinin, bununla ilgili olabilecek çok ilginç bir özelliğini
fark etmiştik. Kapının olduğu duvarın sağ aşağı kısmında, içine bir hediye bırakılabilecek,
zemini düz, küçük ve bombeli bir oyuk vardı. Bu çok önemli bir anlama
geliyordu: Virgil'in, alt dünyaya yapılan seyahat hakkında anlattıkları
yazınsal bir fantezi değil; gerçekten var olan bir mekanda - Baia'daki yeraltı kompleksi-,
gerçekten yaşanmış bir olaydan alıntıdır.
Virgil'i bilen ve duvardaki oyoığa dikkat
çeken Robert Paget, Aeneas'ın, yolculuğunu gerçekleştirdiği yerin burası
olduğuna ikna olmuş; yeraltı nehrini ise 'Styx' diye adlandırmıştır. Su yolunun
diğer ucunda, sudan çıkıp, yeraltı tapınağına götüren tünele geçmeyi sağlayan
basamakların bulunması, şiirin
'nehirdeki sandal yolculuğu' bölümüne
bütünüyle uymaktadır.
Strab o, Homeros tarafından anılan 'sise
yakalanmış' dumanlı dehşet diyarının, eski Baia yöresi olduğunu savunan çok eski
bir inanıştan bahseder; söz konusu yerin bir zamanlar 'kükürt,
ateş -ortalama on sekiz kilometre ötedeki
Vezüv Yanardağı'nınkiyle aynı tektonik kuvvetlere bağlı olarak oluşan, korkutucu
ve tehlikeli volkanik aktivite-, sıcak pınarlar ve vahşi ormanlarla kaplı, korkulan
bir yer' olduğunu söyler.
Strab o, M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış bir
tarihçi olan Ephorus tarafından verilen ayrıntıları nakleder. Lîphorus, eski
Baia yakınlarında bir yeraltı kahin diyarı olduğunu söyler. Kahinin ve ona
hizmet eden uzman rahiplerin yeraltında yaşadıklarından, asla gün ışığına
çıkmadıklarından ve ziyarete gelen insanların yer yüzeyinin çok derinlerinde inşa
edilmiş tünellerden geçerek, kendilerine ulaştığından bahseder. Strabo
hikayeleri anlatırken, bunun bir masal olduğunu da belirtir.
Bazı modern uzmanlar, bu kahinin
Avernus Gölü yakınında olduğunu düşünmektedir. Diğerleri ise; kahinin önemini vurgulayarak,
eski kaynaklardaki bilgilerin yetersiz olduğunu, Avernus hakkındaki
referansların eski Baia'yı işaret ediyor olabileceğini kabul eder. Ama bu
tünellere giren ve kalıntıları kendi gözleriyle
görenlerin çok az şüphesi vardır. Gün ışığını hiç görmeyen rahipler tarafından
kullanılan - Ephorus'a inanılırsa- Baia'daki bu büyük yeraltı kompleksi, meşhur
ölüler kahinin eviydi. Bölgede buna aday olabilecek başka bir yer yoktur.
ESKİ DÜNYADA YAYGIN OLAN KAHİN TAPINAKLARI,
kralların ve liderlerin politik tavsiyeler almak amacıyla ziyaret ettikleri
yerlerdi. Ayrıca bu yerlere sıradan insanlar da - veya en azından gerekli
bedelleri ödeyebilecek kişiler-, vermek üzere oldukları önemli kararlarla
ilgili soruların yanıtlarını bulmak için gidiyorlardı. İşte bu kahin
merkezlerinin bazıları, 'ölüler tapınakları' gibi, ün kazanmış özel yerlerdi.
Ölülerle irtib at kurulan dört büyük site
vardı: Bunlardan biri, incelemekte olduğumuz, İtalya’daki Napoli Körfezi'nin
kuzeybatı bölümünde bulunan eski Baia'daydı (Baiae); bu site bazen Avernus
olarak da adlandırılır, ikincisi; Yunanistan'ın kuzeybatısında,
Thesprotia'daki eski Ephira yakınlarında
bulunan Acheron'daydı. Üçüncüsü; Türkiye'nin kuzeyinde, Karadeniz kıyısındaki Zonguldak'ta
bulunan Ereğli'deydi. Ve dördüncüsü ise; Yunanistan'ın güneyinde, Lakonya'daki,
Tainaron'daydı. Bugün, en azından bunlardan son ikisine ait hiçbir iz kalmamıştır;
Acheron'daki tapınakla ilgili
1950'lerin sonlarında yapılan kazı çalışmalarında yıkıntıların, sit alanının
üzerine inşa edilmiş bir Hıristiyan kilisesinin altında olduğu keşfedildi. Bu
durumda, bu yıkıntılar da yok sayılır denebilir; bazıları ise yıkıntıların bir çiftlik
evinin altında olduğunu ve hâlâ ortaya çıkarılmayı beklediğini söylerler. Yani kısacası,
Baia'daki kompleks, antik zamanlardan günümüze kadar kalmayı başarabilmiş tek
kahin tapınağıdır ve bu da siteyi en önemli arkeolojik alanlardan birisi yapar.
Antik dünyaya ait tüm kahin
merkezleri, gizemliydi; ancak ölü kahini merkezleri diğer hepsinden daha özel bir
yere sahipti: Alt dünyaya giriş kapıları vardı ve burada tanrılarla
görüşülüyordu. Bu nedenle, en azından
b azılarına, giriş için özel izin de gerekiyordu. Öte Dünyanın sırlarının bildirilmesi,
bu iznin verilmesi anlamına geliyordu.
Dr. Peter Kingsley, Ancient
Philosophy, Mystery and Maglc (Antik Felsefe, Gizem ve Büyü) adlı kitabında, bazı
ilginç konulara dikkat çeker. Ona göre; çok eski dönemlere ait Öte Dünya seyahatleri
kavramı, cehenneme gitmeden cennete gitmenin olanaksızlığına inanan, eğitim seviyeleri
gelişmemiş Şamanist toplumlarda varlığını devam ettirmiştir. Bu toplumların
inancına göre; tanrılar dünyasına gitmek için önce rahatsızlık verici ölüm
diyarlarından geçmeyi gerektiren bir seyahat yapmak gerekir ve yolcu, hedefine vardığı
an, kendisini alt ve üst dünyalar arasında anlık geçişlerin yapılabildiği bir
noktada bulur. Bu kavramı, M.S. 2. yüzyılda Roma'da yaşamış. Yunan yazar Lucius
Apuleius'un notlarında da görebiliriz. Gizemli bir dille İsis inancına girişini
tarif eder:
Ölümün sınırına yaklaştım, Persephone'un
eşiğinde durdum, her şeyin içinden geçerek
seyahat ettim ve geri geldim, gece yarısı
güneşin beyaz ışıkta parıldadığını gördüm, alt ve üst dünyaların tanrılarına
yaklaştım ve onları çok sevdim.
Ölü kahini tap ınaklarının varlığını ve
ölüler dünyasına yapılan seyahat kavramının yaygınlığını reddetmek zordur; ama
bunlar arasında bağlantı kurmak için gereken kanıtlar da azdır. Fakat,
Baia'daki ölü kahini tapınağıyla, izmir'de, Colophon (bugünkü Değirmendere)
yakınlarındaki Claros'ta (bugünkü Ahmetb eyli) bulunan Apollo kahin tapınağı
arasındaki b enzerlik çok açıktır. Ayrıca bu b enzerlikten dolayı, Ahmetbeyli'deki
kahin tapınağının da bir geçiş mekanı olarak kabul edildiği sonucunu çıkarabiliriz.
Buraya gelen yolcu, Hades'e -ölüler dünyası veya Öte Dünya anlamında
Yunanlıların kullandığı terim- indiği zaman tanrılarla buluşurdu ve böylece
onların tanrısallık sırları kendisine verilmiş o lurdu; tıpkı Apuleius'a verildiği
gibi.
Eski Yunanlılara göre; ölüm, hem bir geçiş
hem de bir başlangıçtı. Bu duruma, kendi dillerinde;
son, mükemmellik ve tamamlama gibi anlamlara
gelen telos diyorlardı. Telos, tamamlayış ve yok oluş -ölüm- kavramlarını aynı anda
içinde barındıran, tekamül geleneklerinin genel adı o larak kullanılan telea sözcüğünün
çoğuludur. Bu sözcüğün çeşitli varyasyonları, bütün tekamül geleneklerinde bulunmaktadır:
Telein 'tekamül etmek', 'başlamak', 'kabul edilmek' demektir; telesterion,
kendini aşma ayinlerinin gerçekleştirildiği salondur; tetestes başlangıç rahibidir;
telete, bu ayinlerin adıdır ve son olarak teloumenoi ermiş olanlar demektir.
Yunanlı filozof Sokrates, Atina'nın
tanrılarına saygı duymadığından dolayı ölüme mahkum edildiğinde, kendisine
verilen zehri içerek intihar etmesi istenmişti. Platon, Phaedo adlı eserinde,
Sokrates'in öldüğü gün yaptığı konuşmayı aktarır. Bu konuşma, Platon'un tanık
olduğu bir konuşma değildir. Ancak Platon, Sokrates'in inançlarını çok iyi bildiği
için, hayali de olsa onun söylediklerini betimleyebilmiştir.
Doğaldır ki konuşma, bir noktadan
sonra ölüm ve filozofun bu konuyla ilgili düşünceleri
üzerine o daklanır. Platon, sözcükleri
Sokrates'in diline yerleştirerek bir açıklama yap ar. Çoğu kişi farkına varmasa
da, filozo fların yaptığı şeyin, 'ölmeyi ve ölü olmayı pratik etmekten başka bir
şey olmadığını' ifade eder. Sonrasında da filozofların asıl işinin, ruhu bedenden
bağımsız kılmak ve özgürleştirmek olduğunu vurgular. Sokrates, "Felsefeyi gerçek
anlamda pratik edenler, ölümü terbiye ederler" der."
Aristo'nun, 'Ruh Üzerine' başlıklı yorumunda,
Themistius'a atfedilen (fakat muhtemelen Plutarch'a ait olan tanımlamada, gizli
bir öğretiden bahsedilir. Bu öğretiye göre; tekamül, ölümle elde edilen bilgiyi
tecrübe etme anlamına gelir ve ancak ö lümün sırrına erebilen kişi bu dünyaya geri
dönebilir.
Ölümden söz ederken, Themistius,
"[ruh] büyük sırlara erdirilenlerin yaşadığı deneyimlerin aynısını
yaşar" diye bildirir.
Bu eksiksiz açıklama, büyük sırlara
erdirilmiş birinin yaptığı bir anlatım olarak kabul edilebilir. Bu, sadece entelektüel
bir inanç değil; aynı
zamanda Öte Dünyaya yapılan seyahatlere
katılarak öğrenilen bir bilgiydi.
Themistius devam eder:
Önce kişi doğru yoldan sapar ve bezmiş
bir hâlde her şey için acele eder; tekamül edememiş bir kişi olarak karanlıkta
şüpheyle dolaşır. Devamında ise, sonuncu aşamaya gelmeden bütün korkular ortaya
çıkar. Kişi ürperir; titrer, terler ve dehşet duyar: Sonra, olağanüstü
güzellikte bir ışıkla çarpılır, saf yerlere ve çayırlara alınır. Sesler duyar
ve danslar görür. Kutsal seslerin ve şekillerin efendisine varır. Tekamülü tamamlayan
kişi azat edilir ve bunların arasında özgürce dolanır. Tacını giyerek, tanrısal
topluma katılır. Kendisine saf ve kutsal insanlar eşlik eder.
Themistius, sonra, tekamülü hiç
aramamış olan insanların aşağılayıcı ve küçük düşürücü durumlarından söz eder:
"Burada tekamülü aramadan yaşayanlar... ölüm korkusu yüzünden sefaletlerine
katlanırlar ve oradaki kutsallıklara inanmazlar."
M.S. 1. yüzyılda yaşamış bir Romalı devlet
adamı ve entelektüel olan Seneca, tekamül konusunun önemini kavramıştı. "Bilgelik
ve tekamül yerel bir tapınağın gizemlerinden değil; bütün tanrılara ait büyük bir
tapınak olan dünyanın gizemlerindendir." Platon ise; ölmenin, tekamül etmek
olduğunu söyler. Chicago Üniversitesi'nde din tarihi Profesörü olan Mircea
Eliade, tekamülün, aslında kutsalın karşısına çıkmak o lduğunu söyler.
Tıpkı Mısır'da olduğu gibi, ruhsal yaşama
dair Eski Yunan kayıtlarında da bulunan, ancak sonradan unutulup giden tekamül konusunun,
bu kültürün temelini o luşturduğu görülür.
Platon'dan önce, Homeros'tan sonra
Eski Yunan'da çok gizemli bir dönem yaşanmıştır. Bu öyle bir dönemdi ki; filozo
flar, sadece oturup konuşmak, şarap içip tartışmalar yapmaktansa, birçok faaliyette
bulunuyorlardı: insanlara yardım ediyor, ilim öğretiyor, şarkılar ve ilahiler söylüyor,
dini şiirler okuyor, kutsal ayin ve meditasyon yapıyorlardı. Gerçekliğin kutsal
kaynağına ulaşmak için bildikleri tüm teknikleri
kullanıyorlardı. Hep sinden öte,
ruhlarını özgür kılmaya çalışıyorlardı. Felsefe hakkında konuşmaktan öte, felsefeyi
deneyimlemek istiyorlardı; inzivaya çekilmiş entelektüel seçkinlerin ideal dünyasında
yaşamaktansa; gerçek dünyada yaşamayı yeğliyorlardı. Bugün, bu eski din öğretmenlerine
Presokratik (Sokrates dönemi öncesi) filozo flar diyoruz; ancak bu, sadece
bizim sınıflandırma takıntımızdan kaynaklanan, anlamsız bir mo dern addır.
Bu öğretmenlerin bazılarının adları
günümüze kadar gelmiştir: Parmenides, Empedokles, Herakleito s ve Pisagor bu
gruba dahil olan filozoflardır. Platon, onların öğretilerini çalıştı. Bir dönem,
onların takipçilerinin yaşadığı Sicilya ve İtalya'nın diğer bölgelerinde
yaşadı. Onların çalışmalarını alıp, içlerinden tüm deneyimsel nitelikleri çıkararak,
kendi felsefesine uyarladı. Platon'un öğrencisi Aristotales ise; varolan her şeyi
düşünce ve mantık yoluyla bulup öğrenebileceğimizi, dolayısıyla da, gerçeğe
ulaşmanın tek yolunun beyinden geçtiğini belirterek; insan zihnini ilahlaştırdı
ve bu
uyarlama sürecini tamamladı. Deneyim
yoluyla öğrenme yanlısı olmasına rağmen, deneyimle öğrenme konusunu ölçütler koyarak
sınırlandırdı. Presokratikler, Aristo'yu tanımış olsalardı, herhalde ona gülerlerdi.
Aslında biz de gülmeliyiz. Çünkü
gördüğümüz gibi gerçek, zihinde aranacak bir şey değil; direkt olarak deneyim
edilmesi gereken bir şeydir. Daha önce belirttiğimiz gibi, ateşin acı
vereceğine inanılabilir; ancak yine de elinizi ateşe koymadan acıyı bilemezsiniz.
Bilmenin, inanmaktan her zaman daha değerli olduğunu söylemeden geçemeyiz.
Bu konular, hem eski hem de modern
siyaset yüzünden iyi bilinmemektedir. Platon ve Aristotales Atinalıydı; Parmenides,
Pisagor ve diğerleri ise; güney İtalya ve Sicilya'da kurulmuş diğer Yunan
kentlerinde yaşıyorlardı ve bu kentler Atina ile sık sık savaş halindeydiler. Ayrıca
Asya'dan Ege'ye ulaşan mistik ve Şamanist akımlarla yakın temastaydılar.
Hep sinin ötesinde, bu şehirlerin Eski
Mısırlılarla da yakın temasları vardı ve önde gelen
filozoflar, genellikle Mısır
tapınaklarında öğrenim görürlerdi. Pisagor yirmi iki yaşındayken, ö ğrenim için
Mısır'a gitti ve Pers istilacılar tarafından alınarak Babil'e götürülene kadar,
ortalama on üç yıl oradaki tapınaklarda kaldı.
Mo dern üniversiteler, antik felsefe
ve tarih yaklaşımlarında Atina odaklıdırlar, yani eski Atina kökenli bir
siyaset ve düşünce mantığına sahiptirler. Bu yaklaşım tarzının kabul görmesinin
sebebi, değerli olmasından da öte, günümüzde insan zihninin yetilerine çok
güvenilmesidir. Böylece Atina felsefesine yapay bir yücelik atfedilmekte ve bu
felsefeye asla itiraz edilmemektedir. Bu konuda yapılacak eleştiriler dahi
radikal, hatta devrimci nitelikte sayılmaktadır. Ancak gerçek şudur ki; antik dönemlerde,
Presokratik filozo flar üzerine uzman olan Peter Kingsley'in dediği gibi, "Birçok
Yunan kültür merkezi Atinalıların yanında yer almaktansa, Perslerin yanında yer
almayı tercih etmişlerdir ve onları daha uygar o larak bulmuşlardır'.
Ve Kingsley ekler: "Antik
felsefedeki tümdengelim ve tümevarım. Platon ve Aristotales'in tekelinde değildir
ve doğruya giden bütün yo lların Atina'dan geçmesi gerekmez.
Kingsley'in, Oxford'daki Ali Souls Koleji'nde,
hepsi klasik felsefe konusunda birer uzman, yirmi üniversite hocasından oluşan bir
grubun karşısında yaptığı konuşmayı hatırlıyorum. Parmenides'i anlatıyordu: "Parmenides'in
çalışmalarındaki deneyselliği inkar edemezsiniz dedi nazik dinleyicilerine.
Sonra yumruğunu masaya vurdu ve "Ne cesaretle Parmenides'in çalışmalarındaki
deneyselliği inkar edersiniz!" diye bağırdı Dinleyicilerine meydan
okuyarak. Hep si ağzı açık bakakaldılar; bir Oxford kolejinde böyle bir şey hiç
olmamalıydı. Yine de Kingsley'in dikkat çektiği nokta önemliydi: Parmenides,
kendini beğenmiş bir tavırla, kavramların sadece doğruluğunu kabul etmekle
yetinen Atinalılar ve onların bugünkü taklitçileri gibi, sıradan bir filozof değildi;
o sadece, felsefe adı verilen akıl oyunlarında önde koşan biri
olmamıştı.
Parmenides önemliydi; çünkü Öte
Dünyaya gitmiş ve geri dönmüştü. Yazdığı bir şiirde de bu konudan bahsetmiştir.
Kingsley şöyle der:
"Parmenides'in yazılarında, onun ölülerin dünyasına gittiği ve kendisine
bilgelik verildiği açıkça görülür. Bunu, 'ölmeden önce ölerek', kendi arzu ve
iradesiyle g erç ekle ştirmiştir."
Parmenides, şiirine şöyle başlar: "Arzunun
ulaşabileceği en öte noktaya beni taşıyan kısraklar..." Parmenides'in,
'arzuya verdiği ruhani önemi vurgulamak gerekir; bunu, gerçek evimize gidip
geri dönme ihtiyacı anlamında kullanır.
Parmenides devam eder: "[Kısraklar]
beni, büyük ve karanlık bilinmeze dokunanları taşıyan, tanrısallığın efsanevi
yoluna getirdiler."
Parmenides, Öte Dünyaya giden yoldaydı.
1 879'DA BİR İTALYAN ARKEOLOG, M.Ö. 444
yılı dolaylarında Yunan kolonicilerce İtalya’da kurulmuş, Thurii antik kenti yakınındaki
çok sayıdaki mezarı konu alan bir araştırmayı yönetiyordu. Özellikle mezarlardan
dördü büyüktü ve böylece onları araştırmaya başladı, ikisinin içine, ö lünün
yanına birkaç ince altın plaka yerleştirilmişti. Bunlar, klasik dünyanın başka yerlerinde
bulunan muskalar gibi kıvrılarak katlanmıştı. Kıvrımlar açıldığında,
üzerlerinde eski Grek dilinde yazılmış bazı metinler olduğu görüldü. ilginç olan
ise; bu metinlerin sadece ölü kişiye Öte Dünyaya seyahati sırasında yardım etmesi
için hazırlanmış olması değil; ayrıca bu yazıların Mısır'ın Ölüler Kitab ı ve
iki dünya arasında seyahat etmenin mümkün olduğuna işaret eden diğer Mısır metinleri
ile büyük paralellik gö steriyor olmasıydı. Bu metinlerde belirtilen ve özellikle
İtalya’da yaygın olan Eski Yunan inanışları, Eski Mısır tapınak inanışlarına ait
unsurlardan oluşmaktadır.
M.Ö. 3. veya 4. yüzyıl olarak
tarihlendirilen bir
Thurii plakasının üzerinde, ölüye hitaben,
"Ey talihli ve kutsanmış olan, sen artık bir ölümlü değil; bir tanrısın"
diye yazar. Bu, kendisinden iki bin yıl daha eski olan Piramit Metinlerindeki
ifadelerle aynıdır.
Güney İtalya’daki Petelia'da bulunan,
aynı döneme ait başka bir altın plaka ise o ldukça dokunaklı bir metin içerir. Kutsal
bir pınarın önündeki koruyucuların karşısına çıktığında kendisine, kim olduğu sorulacak
olan Öte Dünya yolcusuna hitab en şöyle der:
De ki; "Ben cennetin ve yıldızlı
gökyüzünün çocuğuyum; Fakat benim neslim (sadece) cennettendir.”
Daha yakın bir zamanda, Yunanistan,
Teselya'da yer alan Pelinna'daki bir mezarda bulunan altın plakaya yazılı metin,
'kutsanmış kişiler' tarafından yeraltında yapılan bir ayin veya kutlamadan
bahseder: "Ve yerin altına gidersin, diğer kutsanmış kişilerin [yaptığını]
yaparsın." 'Kutsanmış kişilerin' anılması müstehcendir: M.Ö. 5. yüzyıldan 4.
yüzyıla kadar mesleğini
sürdürmüş olan Yunan oyun yazarı Aristophanes,
The Frogs (Kurb ağalar) adlı oyununda, Herakles'in alt dünya ziyaretinden
bahseder ve büyük 'Kutsanma' şölenini tarif eder. Dionysius ona sorar,
"Onlar kim? " Herakles cevap verir, "Gizemleri anlayan Kutsal Kişiler."
Eski Yunan'da Öte Dünya seyahatleri kavramının
varlığını inkar edemeyiz: Yeraltı odalarında yapılan bu eylemleri ve bunları yapan
gizli bilgi sahiplerini ciddiye almamız gerekir. Modern bir insan için bunları ciddiye
alma fikri garip görünse bile, eskileri, kendilerini tanımladıkları şekilde
değerlendirmeliyiz: Onlar, olanları bu şekilde açıklıyordu ve anlattıkları çok az
belirsizlik veya şüphe içerir. Çünkü, anlatılanlara inanmanın bize zor gelmesi onların,
olayları yanlış anlattığını veya daha kötüsü bütün bunları uyduran dindar
sahtekarlar olduklarını düşünmemiz gerektiği anlamına gelmez. Elimizin altındaki
tüm kanıtlar bizi, tekamül törenlerine katılan bu insanların kendilerini Öte
Dünya seyahati yapmış gibi
hissettikleri sonucuna ulaştırır.
Belki, artık rahiplerin bunu nasıl
yaptıklarına göz atmanın zamanı gelmiştir; aynı şekilde öğrencilerine bedenden ayrılıp,
Öte Dünyaya seyahat etmeyi nasıl öğrettiklerine de...
Bu konular, asıl hikayemizden çok uzak
gibi görünüyor olsa da, aslında İsa'nın öğretilerinin kaynağını teşkil etmesi açısından,
birebir İsa'yla ilgilidir. İsa, daha ileride göreceğimiz gibi, mistisizmine karşı
deneyimsel bir yaklaşım sergiliyordu. Parmenides gibi insanlar, İsa'nın
zamanındaki klasik dünyaya fikirlerini aktarmış o lab ilirler miydi? Büyük
İskenderiye kentinde merkezlenen Yahudileri ve Philo'nun şehir dışında yaşamış bir
toplum olarak tarif ettiği Therapeutaeli grubun Pisagor etkisi altındaki Yahudilik
anlayışını etkilemiş olabilirler miydi?
Arkeologlar, I958'te İtalya’da
şaşırtıcı bir keşif yaptılar: Presokratik felsefeci Parmenides'in memleketi
antik Velia’nın yıkıntılarında kazı yaparken, antik bir binada bir zamanlar
gizli olan bir salon buldular. Orada üç tane taş heykel
altlığı vardı. Heykeller yerinde
yoktu; fakat altlıkların üzerlerinde yazılar bulunuyordu. Bunlar, Apollo’nun şifacı
rahiplerinin uzun dönemler Velia'da var olduğunun kanıtıydı ve onların ilki,
Parmenides'ten başkası değildi. Taşlarda yazılı olan en geç tarih,
Parmenides'in ölümünden 446 yıl sonrasına aitti; Hıristiyan döneminin başladığı
zamanlar. Ve daha sonraki tarihlerde de bu rahiplerin varlığını sürdürmüş
olması muhtemeldir; çünkü bulunan bu taş altlıkların, dönemlerinin sonuncu örnekleri
olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur.
Bu şifacı rahipler önemliydi: Onlardan
birinin unvanı, Pholarchos’tu; 'Mağaraların Efendisi'. Bu durum, şifacı rahiplerin
eski dünyada kuluçka tekniği olarak bilinen, 'ruhu bedenden kurtarma' tekniği konusunda
uzman olduklarını açığa çıkarmaktadır.
Eski çağlarda, alt dünyanın
kutsallıklarıyla bir bağ kurmanın en iyi yolu, 'kuluçkaya yatmaktı':
Yeraltındaki toprak üzerinde uyurken, bir rüya veya görüntü gelmesini
beklemek..."
Bu ibadet sırasında, kişinin tamamen
sessiz ve sakin bir yeraltı odasında veya mağarada, vahiysel bir rüya görme niyetiyle
yere yatması ve uykuyla uyanıklık arası bir bilinç durumuna geçmesi gerekiyordu.
Şifacıların, her şeyin kaynağı olan tanrıdan bir görüntü alabildikleri yer olan
Öte Dünyaya geçip, deneyim elde etmek amacıyla kullandıkları kapalı ve karanlık
alanlar, işte bu kuluçka odalarıydı. Kuluçka tanrısı Apollo'ydu.
Agrippa'nın, gemilerinde kullanmak için
ağaçlarını kestiği, Avernus Gölü civarında bulunan kutsal ağaçlığın tanrısı da
Apollo'ydu; dolayısıyla kuluçkanın, bu bölgede bir yerlerde yapılmış olduğunu
düşünebiliriz. Bu da bizi, Baia'nın yeraltı tünellerine geri getirecektir.
Bu kutsal yolculuk, iyileşmek veya
vahiysel bir deneyim elde etmek için yapılıyordu.
Ap o llo'nun bu şifacı rahipleri aynı
zamanda bir kuluçka uzmanıydılar ve Kingsley'in dediği gibi, "Diğer bilinç
durumuna geçebilmek için, büyü sözleri kullanıyorlardı".
Baia'da bulunan yeraltı yapılarını, derin
mağaraları, Velia'da olması gereken yeraltı sitelerini veya bu tarzdaki diğer
yapıları kullanarak gerçekleştirilen eski Yunan uygulamalarının, eski Mısır'daki
yeraltı tapınaklarında yapılan uygulamalardan çok farklı olmadığını
görebiliriz. Böyle karanlık inziva mekanları, bazı hazırlıkların ardından niyet
eden, sessizliğin içinde yatan ve başka bir bilinç durumuna geçmeyi bekleyen ermiş
adayları tarafından seçiliyordu. Onların, gerçekten Ba hâlinde (Mısırlılara
göre) veya bir ruh o larak bedenlerinden ayrıldıklarını ve Öte Dünyaya seyahat
ettiklerini düşünmekten başka bir seçeneğimiz kalmamaktadır.
Ayrıca, İsa'nın döneminde bu iki geleneğin
birbirine daha da yaklaştığını görebiliriz. Aslında, Grek ve Roma egemenliği
altında oldukları dönemde Mısırlılar, kutsal kurtuluştan umutlarını
kesmişlerdi. M.S. 1. veya 2. yüzyıla ait Hermetik bir metinde, Aselepius şöyle bir
ağıt yakar:
Gün gelecek. Mısırlıların
tanrısallığa ve inanca
saygı gösterdiği görülecek. Onların
bütün kutsal ibadetleri hayal kırıklığı olacak ve yok olacaklar; çünkü
tanrısallık, dünyadan cennete geri dönecek ve Mısır terk edilecek...Yabancılar
ülkeyi işgal ettiğinde... Saygıya, sadakate ve ibadete karşı [sözde] yasa tarafından
ceza emri verilmişti. Sonra bu kutsal ülke, bu kabir ve tap ın ak diyarı, mezarlar
ve cesetlerle doldurulacak... Sizin inançlı işlerinizi, sadece taşlara kazınan
sözcükler yaşamını sürdürerek anlatabilecek.
Mısırlılar, sırlarını korumak için
adımlar atmıştı: Filozof Iamblichus, Mısırlı rahiplerin, daha önce de belirttiğimiz
'Hermes adı altında toplanmış' ve temelini Mısır geleneğinden almış bilgelik
metinlerinden oluşan bir koleksiyonu ortaya koyarak, kendilerini, Grek felsefi sözleriyle
ifade etmeyi öğrendiklerini bildirir. İnanması güçtür ki; bu koleksiyon.
Piramit metinleri. Tabut metinleri ve Ölüler Kitab ı gibi, en eski metinlerin
bile özüne sahiptir. Ancak eski Mısır kozmolojisiyle çoğu yerde çelişir.
Bu edebi koleksiyon, eski Alışır
tanrısı Thot'a
atfedilmiştir; klasik dünyada, 'üç kere
en büyük Hermes' anlamındaki Hermes Trismegistus adıyla bilinen tanrı. Bu
metinlerin sayısı çoktur; ancak ilk -ve asıl- metin, 'Kutsal Pymander' veya
orijinal adıyla Poimandres'dir.
Başlığı, kendine kaynak olan Mısır mistisizmine
ihanet ediyor olsa bile: 'Poimandres', eski Mısır dilinde Güneş Tanrısı olan 'Ra'nın
bilgisi' anlamına gelen Peimentere 'nin üzerinde oynanarak, Grek diline çevrilmiş
hâlidir. Bu metinde betimlenen yaratılışın, orijinali olan Mısır metinlerinden alındığı
görülebilir.
Mısırlıların, heykellere ve diğer
tanrı temsillerine büyüyle hayat verme geleneği, Hermetik metinlerde de yerini almıştır.
Hepsinden önemlisi ve araştırmamızla yakın ilgisi olan şey ise; Hermetik anlayışın,
insanı 'dünyevilikten öte kozmik bir varlık' olarak kabul etmesidir.
Grekçe yazılmış altın plaka bunu iyi örneklemektedir:
"Benim neslim [sadece] Cennettendir."
Bu Hermetik edebiyatı, bize göre özel
yapan şey; geç dönem bir akım olmasına rağmen,
eskilerin gizemlerinin ilk kaynaklarından
gelmesi ve dolayısıyla da kendisinden eski metinlerin konularını daha iyi anlamamızı
sağlayacak bir mercek olarak kullanılabilir olmasıdır. Hermetik metinlerin
temelinde, mistik tekamül kavramı yatar: "Sonra o [Poimandres] beni öteye
gönderdi, güçlendirdi, evrenin doğası ve yüce görü hakkında bilgilendirdi."
Bu Herme s kitaplarının, İsa'nın
yaşadığı ve sonrasında Hıristiyanlığın yükselişe geçtiği dönemlerde yazılmaya
başlanması daha da ilginçtir. M.S. 2. yüzyılın sonlarında İskenderiye'nin
Hıristiyan piskoposu Clement, bu kitaplara atıfta bulunarak, "Mısırlıların
bütün felsefesini içlerinde barındırıyorlar" demiştir. Kısa bir dönem sonra
yazmaya başlayan pagan filozof Iamblichus da, bu konunun öneminin farkındadır:
"Atalarımız kendilerini, tanrısal bilgeliklerini keşfetmeye adadılar ve
kendilerine ait tüm yazıları Hermes adıyla kaleme aldılar."
Hermes Trismegistus'a atfedilen bu
metin koleksiyonu, batı zihniyeti üzerinde çok büyük ve çok derin etkiler yarattı.
Öyle ki; bunlar
olmasaydı, batı dünyası çok daha farklı
bir şekilde gelişirdi, demek yanlış olmaz. Bu çalışmalar, ona hayranı kalmış erkekler
ve kadınlar tarafından teşvik edilmeseydi; bilim bile asla gelişemezdi.
Bunların, Rönesans döneminde yeniden keşfedilmesi ve Floransalı zengin bankacı Cosimo
de Medici'nin talimatıyla Marsilio Ficino tarafından, 1463 yılı dolaylarında
tercüme edilmesi, batı tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. Cosimo, bu
metinleri içeren yazmaları elde ettiğinde, ölmeden önce bunları okumaya karar vermişti.
Ficino'yıı çağırdı ve elindeki diğer bütün tercüme işlerini rafa kaldırarak, Hermes'in
çalışmalarına konsantre olmasını istedi. Onların ün kazanmasının başlangıcı budur.
Rönesans döneminde, bu metinler kısmi
o larak var olmasına karşın, bugün bunlara ek, birçok metin keşfedilmiştir.
Ayrıca, bu Rönesans metinlerinin sansürlendiği de anlaşılmıştır; büyü ve
ayinler çıkarılarak, daha 'felsefi' bir görüntü oluşturulmaya çalışılmıştır. Fakat
bunun fazla bir önemi yoktur; sonuçta özleri sabit kalmıştır. Ve
bunlardan öğrenebileceğimiz çok şey
vardır.
Po imandres’in. başlangıcında açığa
çıkan en önemli bilgi; tekamüle ulaşmak isteyen kişiye önce doğru olanı görme
gücü verilmesi, sonrasında ise o kişinin kendini, çoğunluk tarafından uykuda
veya sarho şlara benzetilen ermişlerden biri olarak görmesidir. Metnin sonunda,
her birini bekleyen görev açıklanır. Bu, 'kutsallaştırma' görevidir: Ruhu, dünyaya
geri getirme ve diğerlerine Öte Dünyaya nasıl gidileceğini öğretme görevi.
Şimdi göreceğimiz gibi, bu, tam
olarak İsa'nın kendine biçtiği bir görevdir.
Kutsal mekanları ziyaret etmeyi, o
yerleri hissetmeyi ve anlamaya çalışmayı çok severim. İlahi bir huzur ve sükunetle
dolu bu yerlere, her zaman hayran kalmışımdır: Sina Dağının tepesi; kutsal
emanetlerin saklandığı bazı Roma Kato lik şapelleri; kilise ve tapınak
yıkıntıları; içlerindeki çömlekleri günümüze kadar muhafaza etmiş ve kanlı tarihi
olaylara tanık olmuş kayalıklar arasındaki karanlık mağaralar gibi...
Böyle yerler gerçekten kutsal mıdır, yoksa
onları biz mi kutsallaştırıyoruz? Belki, her ikisi de doğrudur. Kutsal
mekanlar, ziyaretçilerin gelip ibadet edeceği ve deneyim yaşayacağı yerlerdir. Dolayısıyla,
bir turistin ziyaretiyle bir hacının ziyareti arasında fark vardır.
Gerçek, hiçbir bireyin, hiçbir
kültürün ve hiçbir uygarlığın tekelinde değildir. Bu nedenle, Öte Dünyaya
ulaşma tekniklerinin, sadece Yunanlılar ve Mısırlılar tarafından bilinebileceği
yanılgısına düşmemek gerekir. Öte Dünyanın
kapıları, bu dünyadan sıkılmış ve tanrısal
lığa özlem duyup, ulaşmak isteyen herkes için hep açık olmuştur.
Ürdün Nehri'ne, Vaftizci Yahya tarafından
vaftiz edilmek için gelenler arasında da, bu dünyadan sıkılmış bazı insanlar vardı.
Kudüs İncilinin Kato lik editörleri bile, bir Öte Dünya geçişine işaret ederler.
Vaftizci Yahya'nın, Matta 3:2'de aktarılan, "Cennetin Krallığı
yaklaştı" sözüyle kastettiği şey belki de buydu.
İsa'nın yeteneklerini Mısır'daki Yahudi
grup ların arasında kazandığı bilgisi net olmasına rağmen, oradaki öğretiler ve
teknikler, daha eski geleneklere ait mistisizmi de içinde barındırıyordu. Bunun
en belirgin örneği;
Yakup'un 'cennete giden merdiveni' hakkında
Eski Ahit'te anlatılan hikayedir.
Yakup Beerşeba'dan, Harran'a doğru yola
çıkar. Güneş batınca geceyi geçirmek için durur.
Oradaki taşlardan birini alır ve yastık
niyetine başının altına koyarak uykuya dalar. Sonra bir rüya görür: Karşısına
ayağı yerde, başı ise
göklere erişen bir merdiven çıkmıştır.
'Tanrının meleklerinin merdivenden inip çıktığını görür.' Yukarıda Tanrı
durmaktadır; üzerinde uyumakta olduğu toprakları, ona ve nesline bağışlayacağını
vaat eder. Sonra Yakup uyanır ve kutsal bir yerde olduğunu fark ederek, "Burası
Rab'bın evinden başka bir yer değildir ve burası göklerin kapısıdır" der.
Sabah erkenden kalkarak, yastık olarak kullandığı taşı, anıt olarak diker ve üzerine
zeytin yağı döker. Ve o yere Beyt-el, yani tanrının evi adını verir (Yaratılış 28:10-19).
Bu tür Eski Ahit hikayeleri elbette
ki tarih değildir; fakat mitolojik çalışmalar içerisinde değerlendirilebilecek
'kahramanlık destanları'dır; daha önce gördüğümüz, ölüler dünyasına giden Uruk Kralı
Gılgamış'ın destanı gibi.
Önemli olan, bu hikayelerin tarihsel kesinliği
değil; onları üreten kültürlerin, bize dinlerinin derin ilgi alanları ve inanışları
hakkında bilgiler veriyor olmasıdır. Gılgamış'ın gerçekten var olup olmamasının
da, aslında bu anlamda bir önemi yoktur; önemli olan, o zamanın
insanlarının, varoluşa ait kavrayışlarının
gelişmesini sağlayan Öte Dünya seyahatleri yapılmasının mümkün olduğunu
düşünmüş olmalarıdır. Tarihimizi anlamak, belge toplama ve sıraya dizmeden
ibaret, basit bir konu değildir; atalarımıza yön veren inançları da anlamak zorundayız.
Çünkü inançlar, kayıtlarını bulduğumuz birçok tarihsel olayın yaratıcısı
olmuştur.
katkı sağladığını düşündüğü açıkça
görülmektedir. Belli ki bu hikaye, Yakup'un yaşadığı olayla ilgili ifadelerin anlamını
kolayca kavrayabilecek bir kitle için yazılmıştır. Eski İsrailliler,
Kenanlıların dinine yabancı değillerdi. Konuyu sadece biz mo dern toplumlar anlayamamaktadır.
Daha ilginci, Yakup'un 'rüyası
aslında rüyadan öte bir görüdür ve bize birçok şey öğretir. Belki de bu
hikayedeki en önemli anlam, 'inip çıkmak' ifadesinde yatar. Bu açıkça, cennet
ve dünya arasındaki b ağlantının dinamik olduğunu ve tanrısallığın iki dünya
arasındaki akışkanlığını anlatan sembolik bir sunumdur. Bu da Mısır'da
gördüğümüz, Öte Dünya ile maddi dünyanın birbirine kopmaz -ve dinamik- bir bağla
bağlı olduğu fikrini ortaya koyar. Yakup'un gördükleri, bugün yaşayan 'vaat edilmiş
topraklar' geleneğinin konusu olan ülkenin bir anlık görüntüsüdür.
Eski Ahit'in ailenin çöküşü, zina, günah,
şiddet ve anlaşılması güç bazı savaşlardaki ö lümler konusundaki takıntısının
asıl nedeninin,
maddesel dünya ve tanrısal dünya
arasında ilişki kuran eski bir öğreti olduğundan emin olabiliriz. Ancak bu
gelenekte -bilinmeyen bazı eski yazarlar tarafından anlatıldığı şekliyle- iki dünya
arasındaki bağlantı kopmuş gibi betimlenir: Ateşten kılıçları olan ruhani varlıklar,
Aden Bahçesi'nin girişini tutmuşlardır; Yakup cennetin merdivenine tırmanmaya cesaret
edemez. Dini liderler geleneği ele geçirmiş ve Öte Dünyaya giden yolla ilgili mesajını
sınırlamışlardır; tıpkı sonradan Vatikan'ın, İsa'nın öğretisi üzerinde yaptıkları
gibi.
Görüldüğü gibi Eski Ahit'i doğru anlamak,
son iki yüzyıldır birçok arkeologun yaptığı gibi, yeri kazıp olaylara ait
fiziksel kanıtlar bulmaya çalışmakla değil; hikayeleri okurken ifadeleri
sembolik olarak değerlendirmeyle mümkün o lab ilir; tıpkı Mısırlı Yahudi grup Therapeutae'nın
yaptığı gibi. Philo, onların; Kutsal Metinlerdeki sözlerin gizli kalmış
doğasının, sadece altında yatan anlamın araştırılmasıyla ortaya çıkarılabileceğine
inandıklarını ve bu yazıları okurken, içlerindeki
imaları çözmeye çalışarak, bilgelik aradıklarından
söz eder.
Yakup'un merdiveni, aynı zamanda henüz
görmediğimiz farklı bir kavramı sembolize eden kutsal bir mekanda ve yerin üzerinde
kurulmuştu: Öte Dünya ile maddesel dünya arasında bağlantı kurulan, kendine has
özellikte mekanlar, iki dünya arasındaki kanallar olarak kullanılan yerler o lduğu
fikri.
Ne yazık ki bu hikaye, Yakup'un
merdivene tırmanarak, bu dünyadan ötekine geçmesinden bahsetmediği için; orada edineceği
ve geri döndüğünde anlatacağı bilgilerin ne olduğunu öğrenemiyoruz. Eğer öyle
olsaydı; Ortado ğu tarihi, son 2500 yıldır toplumların bu tür hikayelerin derin
etkisi altında kalmalarından dolayı, çok daha farklı bir biçimde gelişebilirdi.
YAHUDİLİK ÜZERİNDE MİSTİK İZLER BIRAKAN
daha eski gelenekleri yakından görebilmek için, bu gelişimin üzerindeki en güçlü
etkilerden iki tanesine b akmamız gerekir: Bunlardan ilki; Yusuf ve Musa'nın hikayelerinde
vurgulanan yer olan ve yüzyıllar boyunca
Yahudi asker, tüccar, çiftçi ve yöneticilerin yaşadığı Mısır'ın etkileridir,
ikincisi ise; M.Ö. 6. yüzyılda yaşanan, 'Babil Sürgünü' nedeniyle Mezopotamya'nın
etkileridir: Nebukadnezar o larak tanıdığımız Babil Kralı Nabukudurriusur M.Ö. 587'de
Kudüs'ü kuşatıp ele geçirdiğinde, Yahudilerin kralını b erab erinde binlerce
Yahudi ile birlikte yurdundan sürdü. Diğer birçok Yahudi de Mısır'a kaçtı.
İslam’da görülen tek tanrı inancının bile,
eski Mezopotamya'dan türediği bazı uzmanlar tarafından görülmüştür: Asurluların
tanrısının ismi olan Ashur (Assur), 'Bir', Tek', 'Evrensel Tanrı' anlamlarına gelir.
Mezopotamya etkisi, başta Hezekiel'inki
olmak üzere, p eygamb erlerin kitaplarında bulunan mistik imgelerde de görülebilir.
Metninin başında, Hezekiel (1:26-27), tanrıyı gördüğünü ve onun safirden,
kehribar renginde ışık saçan bir taht üzerinde, insan suretinde oturduğunu
söyler. Aslında bu taht safirden yapılmamıştı. Burada bir tercüme hatası
vardır: Taht, Babilliler için çok değerli olan, lacivert taşından yapılmıştı. Ancak
önemli olan nokta; bunun, var olan bir gelenekten oluşmuş, çok özel bir görüntü
olmasıdır.
Babil'de yaşayan Hezekiel bu rüyayı,
M.Ö. 593'te, Babil'e çok yakın olan Dicle ve Fırat nehirlerinin Büyük Kanal ile
birbirine bağlı olduğunu gördü. Açıktır ki; Hezekiel'in gördüğü rüya, Büyük Babil
Tanrısı Marduk'un kehribar gibi parıldayan lacivert taşından yapılmış bir taht
üzerinde oturuşunu tasvir eden, eski
bir Babil metninden türemiştir. Bu, Hezekiel'in, ezoterik Babil gizemleri içindeki
bir ermiş olduğunu göstermesi açısından da önemlidir. Bunu biliyoruz; çünkü bu
Babil metni sert bir uyarıyla sonlanır: "Büyük tanrıların sırları:
Ermişler onları ermişlere göstersin; ancak ermiş olmayanların bunları görmesine
izin vermesin."
Bu metin, sadece Babilliler ve Yahudi
ruhbanlar arasında bağlantı olduğunu göstermekle kalmaz, bu bağlantıların
sanıldığından çok daha güçlü olduğunu da gö sterir. Yahudi hahamlarının, Babil inançlarının
en derin sırlarına erebilecekleri ortadadır.
Kingsley, "Yahudilikteki,
Hezekiel'in gördüğü görüntülerin ana detaylarına ilişkin hahamsal gelenek
ezoterik olarak kalmıştır ve Babil rahip geleneklerindeki sırları içinde
barındırır" der. Diğer bir deyişle, bu iki kültür arasında semb o llerin
veya kavramların ortak kullanımı, geleneklerinin arasında canlı bir bağ
olduğunu açıkça gösterir. Buradan anlaşılır ki; 'Hezekiel, Yahudi mistisizminin
kaynağının başında durur.
Ve kendisinden yüzyıllar öncesine kadar
uzanan mistik ve kozmolojik doktrinde çok geniş bir yer kaplar.'
Mezopotamya etkisi, Kabala olarak
bilinen ve mistik Yahudi pratiğinin bel kemiğini oluşturan Hayat Ağacı'nın
kökenlerinde de görülür. Asur ve Babil imparatorluklarına ait ezoterik
metinleri tercüme etmek için önemli bir çaba harcamış olan, büyük Finli uzman Profesör
Simo Parpola, antik Asur ve Babil saraylarında bulunan oyma resimlerin gizemli yanlarıyla
ilgilenmiştir. Çevresine bazısı balık gibi pullu, bazısı kanatlı, bazısı kartal
başlı, g arip görünümlü rahiplerin toplandığı yüzlerce gizemli kutsal hayat ağacı
betimlemesi vardır. Bu rahiplerin tamamının bir elinde su kovası, diğer elinde
ise bir çam kozalağı bulunmaktadır. Antik metinlerin yazıldığı kil tabletlerde
bu resimlere dair herhangi bir bilgiye rastlanmamış ve bu konu bir sır o larak kalmıştır.
Parpola, kutsal ağaç doktrinlerinin yazılmasına
izin verilmediğine ve seçilmiş erenlerden oluşmuş küçük bir topluluğun arasında
korunan
bir sır olarak kaldığına dikkat çeker.
Arkeologlar da M.Ö. 2. bin yıl kadar eski dönemlerde, Mezopotamya imparatorluklarında
gizli öğretilerin mevcut o lduğunu bilmektedir.
Parpola, bu gizli ö ğretilerin çok daha
eski dönemlere dayandığına inanır. Ona göre Kutsal Ağaçla ilgili öğretiler, en
az M.Ö. 3. bin yıla kadar uzanır.
Bu yorum, önümüzdeki materyallerin, yazının
icadından önceki bir döneme ait o lduğu ihtimalini artırır. Belki de bu hayat ağacı,
ilk insanların gizli sözlü öğretilerinin önemli bir b ö lümünü oluşturan, binlerce
yıllık bir doktrindi. Kutsal Hayat Ağacı'nın, en erken dönem kültürlerin mitolojisiyle
bağlantılı olduğunu görebiliriz. Bu ağaç, Aden Bahçesi'ndeki 'İyiliğin ve Kötülüğün
Bilgisi Ağacı'nı çağrıştırır. Burada olası olan nokta, kutsal ağaç anlayışının,
insanlığın kendisi kadar eski olduğudur.
Şimdi, daha önce de sözünü ettiğimiz,
törenle defin işlemleri yapan, en eski kültürlerin sahip oldukları inançlara uzaktan
da olsa değinmiş oluyoruz. Elimizde kalıntıları bulunan kutsal
ağaç öğretilerine ait köklerin,
sonraları Mezopotamya diye adlandırılacak olan bir bölgenin kuzey doğusunda bulunan
Shanidar'daki bir mağarada, altmış bin yıl önce aralarından birinin mezarı
etrafında top lanan Neandertallerin bilgilerinin izlerini taşıdığı ihtimalini
reddetmek bence mantıklı değildir.
Ağaç sembolüne dair temel anlayış, 'Asur
kralı tarafından sürdürülen tanrısal dünya düzeni' ve kralın 'Mükemmel İnsan' olarak
bu düzenin merkezine oturmasıyla ilgili betimlemelerdi. "Asur Kutsal Ağacı'na
ve Kab ala Hayat Ağacı'na ait sayısal sembolizmler karşılaştırıldığında inanılmaz
benzerlikler göze çarpar. Parpola, bu Kabalistik ağacın, kendisinden daha yaşlı
olan Asur Ağacı örnek alınarak oluşturulduğu sonucuna varır.
Kab aladaki ağaç, yaratılışın tüm
çeşitliliğinde Tek tanrının görünüş şeklini sembolize eder. Şekillenmemiş Tek'ten
oluşmuş kutsal bir ışık p arıltısı o larak görüntülenen yaratıcı güç, dünyaya
yansıyarak varlığın her şekline girer. Bu ağaç, kutsal ilkelerin sembolleri
olan on
Gövdelerin üzerinde sefiralar
dizilidir.
Yanlardaki gövdelerin üzerinde dizili
sefiralar, acımasızlık ve merhamet, disiplin ve to leran s, teori ve pratik, dişilik
ve erkeklik gibi, bu dünyadaki zıtlıkları temsil eder; ana gövde ise, adlarında
vurgulandığı gibi, bunların arasındaki dengeyi temsil eder; kutsallık gövdesi. Bilgi
Yolu. Ağaç, aynı zamanda insanların maddi dünyadan ayrılıp, tanrısal dünyaya geri
dönmelerine yarayan bir yöntemi de simgeler; ruhsal bir yol' için, bir harita
ve metot içerir. Bu bakımdan, Yakup'un merdiveni imgesiyle aynı özelliktedir.
ESKİ MİSTİK GELENEKLERİN, Yahudilik üzerindeki
etkilerine dair örnekler devam eder: 1 768'de İskoç kaşif James Bruce, kaynağını
keşfetmek amacıyla Nil'den yukarı doğru bir yolculuk yaptı. Bu zor bir
yolculuktu ve altın bulmadan veya gerektiğinde tabanca ve tüfek kullanmadan sürdürülemezdi.
Yolculuk, kirli su
ve çürük yiyeceklerden kaynaklanan hastalıklar
olmasa bile, tehlikeli bir işti. İki yıl sonra iç savaş hâlinde bulunan
Etiyopya'ya vardı. Hayatta kalıp Avrupa'ya geri döndü.
Berab erinde ise; içinde 'Hanok Kitabı'
denen antik Yahudi metninin Etiyopya versiyonunun üç kopyasının da bulunduğu hazineler
getirmişti.
Bu metin, İskenderiyeli Clement ve
Tertullian gibi ikinci -ve üçüncü- yüzyıl kiliselerinin rahipleri tarafından kabul
edilmişti. Ancak sonrasında, 'Yahudi kutsal metinleri resmi listesine' dahil
edilip edilmediği kesin değildir; Tertullian bazı hahamların bunu kabul etmediğinden
bahseder. O dönemki Hıristiyanlar ise; sadece biraz kuşkuluydu. Sonra bu metni,
b ö lümlerinin İsa'nın gelişini öngörmesinden ve Yeni Ahit'te bulunan Yahuda'nın
mektubunda (14) anılmasından dolayı, geçerli olarak kabul ettiler. Fakat İznik Konsili'ni
takib en M.S. 325'de geçersiz sayıldı. Sonunda, Jerome ve Augustine gibi 4. yüzyıl
sonu ve 5. yüzyıl başı teologları tarafından yasaklandı.
Hanok Kitabının, tek bir kompozisyon
olarak
sunulmasına rağmen, tek bir yazar tarafından
yazılmadığı hemen anlaşılır. Bu kitap aslında birçok yazarın yazılarının toplanarak
bir araya getirilmiş ve Hanok adı altında sunulmuş hâlidir. Ancak iç
çelişkilerine rağmen, sıra dışı bir çalışmadır.
Bugün bize çok tanıdık gelen birçok motifi
kullanır: Hanok, düşsel bir görüntü görür (13:8); Hayat Ağacı'na dair bir açıklama
arar (25:1-3); yıldızların doğu ufkuna geçiş yaptığı doğudaki üç kapıdan bahseder
(36:3) ve bunlar ortalama M.Ö. 1100 yıllarından beri yapılan, Babil ve Asur
usturlap 1 4 hesaplarıyla uyumludur. Ayrıca, Mısır'da görülen
ö lümden sonraki yargılamada olduğu gibi, insan eylemlerinin terazide tartılmasından
bahseder (41:1).
Yine tanıdık bir zemindeyiz: Bir
erene öğretilen ezoterik konular. Öte Dünyanın düşsel görüntüsü olarak karşımıza
çıkıyor; üstelik bir Yahudi anlayışında Gördüğümüz gibi, bu düşsel
görüntüler bir tekamül eyleminin parçasını
oluşturuyor ve rüyayı gören kişi bir mağara veya yeraltı tapınağı gibi sessiz, karanlık
bir yere gidiyor ve Öte Dünyaya girebilmek için kendisine öğretilen teknikleri kullanıyor.
O hâlde, Hanok Kitabı'nın bir yerinde deneyimsel bir Öte Dünya ziyaretine ilişkin
referanslar bulmayı bekleyebiliriz. Hayal kırıklığına uğramıyoruz.
"Ve gerçekleşti" diye yazar
metinde, "ruhum nakledilerek göklere yükseldi: Ve tanrının kutsal oğullarını
gördüm' (Hanok 71:1). Bu açıklamayla yazar başından geçen bir olayı aktarır;
Yahudiliğin ezoterik geleneğinde tekamül arayan bir kişinin yaşayabileceği mistik
bir deneyim.
çünkü metinde, Hanok'un göğe
yükseltildiği esnada yaşadıkları anlatılır:
Ve melek Mikail beni sağ elimden
tutarak, yukarı kaldırdı ve sırlara doğru ilerledi ve bana iyiliğin bütün
sırlarını gösterdi. Ve bana göğün sonlarının sırlarını gösterdi (Hanok 71:3-4).
Antik anonim yazar, olanları anlatmaya
devam eder: "Ve yüzümde ve tüm vücudumda rahatlama hissettim ve ruhum şekil
değiştirerek yüceldi" (71:11).
Bu tam olarak, Therapeutae'de bulmayı
umabileceğimiz türden bir deneyimdir. Ve önemlidir ki; bu metinde anlatılan
göklere yükseliş sırasında, Hanok hayattaydı. Bu, Mısır'daki Piramit
Metinleri'nde geçen, 'Kral ölü o larak değil; canlı olarak yola çıktı' açıklamasına
eşdeğerdir. Bu açıklamalarda, iki dünya arası seyahatten bahsedildiğini anlamak
zor değildir.
Bu düşsel metinler, birer Öte Dünya seyahati
kayıtlarından başka bir şey olamaz; Mısır'da Hermes Trismegistus'a atfedilerek
bir araya
getirilen Hermes Kitabı gibi, Hanok adıyla
bir araya toplanmış kayıtlar.
Bu metnin düşsel doğası dikkate alındığında,
Hanok Kitabı'nın yedi b ö lümünün. Ölü Deniz Parşömenleri'nin bölümleriyle
uyuştuğunu keşfetmek ilk bakışta tuhaf gelebilir. Bu bölümler, 1 952'de 4 numaralı
Kumran mağarasında bulundu. Belli ki; Ölü Deniz Parşömenlerini yazan ve Hıristiyanlığa
yön veren İsa'nın siyasi arkadaşları Mesihsel Yahudi Zelotlar, Hanok Kitabı'ndan
hab erdardılar. Bunun üzerinde yapılan bir analiz, garip bir gerçeği ortaya çıkarır.
Hanok Kitabı, söylediğimiz gibi farklı
yazarlara ait metinlerin bir derlemesidir. Uzmanlar, kitabı her biri bir diğerinden
farklı beş parçaya ayırırlar. Mistik yükseliş ve şekil değiştiriş konusunu içeren
bölüm, 'Meseller' diye de bilinen ikinci kısımdadır. Bu mistik tekamül bölümü, Kumran
'da bulanan metinlerde tam anlamıyla eksiktir.
Aramice yazılmış Ölü Deniz Parşömenleri'nin,
sadece birinci, dördüncü ve beşinci
kısımlarında Hanok Kitabı'ndan söz edilir. Yalnız mistik kısımlar değil; takip
eden astronomi ve takvim konularına da yer verilmemiştir; özellikle Mısır
Deltası'ndaki Onias'ın Yahudi Tapınağı'nda kullanıldığını hatırlayacağımız
güneş takvimini esas alan kısım.
Burada, İsa'nın imparatora vergi ödemek
konusunda, Zelotlara karşı geldiği zaman ortaya çıkan fikir ayrılığının
aynısını görebiliriz. İsa mistik, Zelotlar ise dünyevi bir yaklaşım içindeydi.
Zelotların Hanok Kitabı net bir şekilde mistik yaklaşımı reddeder. Bu, İsa'nın
öğretilerini Celileli Zelotlar arasında öğrenmiş olamayacağının ayrı bir kanıtıdır.
Hanok Kitab ı gibi mistik metinler,
sadece Therapeutae'nin değil; İsa'yı eğitenlerin de hoşuna gitmiş olmalıydı. Ve
sonunda Hanok Kitabı'nda, İsa'nın içlerinde yetiştiği, göğe yükselmek ve tanrısal
ışığı deneyim etmek gibi gizli öğretilerle ilgilenen Yahudi gruba ilişkin bir söz
buluyoruz. "Parlak bir ışık sizi aydınlatacak" (96:3).
Şimdilik bu kadar uzağa yolculuk
etmek yeter; her şeyi bir araya getirmeden önce, taşıyabileceğimiz kadarını
toplayalım.
Yahudiye'ye, Mısır'a ve İsa meshiha
-Mesih- diye tanıdığımız adama geri dönmenin zamanı geldi.
Yahudilik ve Hıristiyanlıkta sırlar her
zaman var olmuştur; bize hissettirilen - hatta bazen açıkça önümüze koyulan-
fakat bugün elimizde bulunan Hıristiyan Yeni Ahiti'nin metinlerini o lu şturan mektuplarda
asla yazılı olmayan sırlar. Bu sırlar, sözlü bir gelenekle taşındı. Erken
kilise rahipleri bu gizli öğretileri iyi biliyorlardı; en azından bu öğretileri
kendileri kullanmasalar bile, İncillerdeki varlığını kabul ediyorlardı.
Vaftizci Yahya'nın idam edilişinden
önceki cumartesi günü. İsa Celile Denizi kıyısında vaaz ediyordu; onu dinlemeye
gelenler o kadar kalabalıktı ki; bir teknede oturup, oradan seslenmek zorunda kalmıştı.
Onu izlemekte ve dinlemekte olan kalabalığa, kendi yaşamları için dersler çıkarabilecekleri
kıssalar anlatıyor ve onları eğitiyordu. Sonra havarileriyle yalnız kaldığında,
havariler ona neden hep bu şekilde öğrettiğini sordular. O da onlara şaşırtıcı bir
açıklama yaptı: "Kıssalar kalab alıklar için tasarlanmıştır." Fakat
havarilerine anlatacağı
daha derin gerçekler vardı. "Cennetin
Krallığının gizemlerini bilme ayrıcalığı size verildi" (Matta 13:11;
Markus 4:11; Luka 8:9-10).
İsa'nın verdiği yalın yanıttan, onun
iki seviyeli bir eğitim yöntemine sahip olduğunu anlayabiliriz: içsel sırları
yakın dostlarına ve yüzeysel öğretileri ise halka açıklıyordu. Bu içsel öğreti,
'Cennetin Krallığı'nın gizemleri' ile ilgiliydi.
Aynı diyalogu aktaran Markus'un İncili,
biraz farklı bir terminoloji kullanarak, 'Tanrının Krallığı' der. Luka da bu kavramı
başka bir şekilde adlandıran Yuhanna'nın yaptığını yapar ve 'Krallık' der. Krallık
kavramı; Thomas'ın İncil'i gibi. Yeni Ahit'te yer bulamayan başka metinlerde de
yer alır. Bu metinlerin tamamında, 'Krallık', 'Cennet Krallığ ı', 'Tanrının
Krallığ ı', 'Baba'nın Krallığı' gibi ufak tefek değişikliklerle, hep aynı kavrama
rastlarız. Ancak bütün bunların aynı anlama geldiğine dair hiç şüphe yoktur.
Peki, bu cennetin krallığı, tam
olarak ne anlama
geliyor olabilirdi?
Fakat yine de Yeni Ahit'te, krallıkla
temas konusunu daha önce bahsettiğimiz şekilde anlayabileceğimize dair. Eski Mısır
ve Eski Yunan'ın gizemli geleneklerine benzer tarzda imalar vardır.
Bu, her zaman varolmuş bir krallıktır.
Bu krallık, belirsiz bir gelecekte kurulacak bir egemenlik değil; Mısırlılann djet
diye adlandırdıkları kavrama benzer bir şey gibi görünmektedir, yani zamanın
ötesindeki zaman. Daha da ötesi,
Vaftizci Yahya'nın bunun her an, her
yerde mevcut olan bir durum olduğunu düşünmemize sebep olan şu sözünü daha önce
de belirtmiştik: "Tanrının Krallığı yakındır" (Markus 1:15). Bunu,
bir ay içinde, bir yıl içinde veya on yıl içinde gelecek şeklinde anlamaktansa,
her an ulaşılabilir şeklinde yorumlayabiliriz. Ancak bu ifade, her zaman, İsa'nın
İsrail’deki tebliğ görevini gerçekleştirmesi için belirlenmiş anın gelmesi şeklinde
yorumlanmıştır. Öte yandan, yolu bilenlere göre kavurmak için, beklemenin gereği
yoktur.
Bu cesaret isteyen bir iştir: Cennetin
Krallığı'na girebilmek için doğru bir odaklanma, sağlam sinirler ve mutlak bir
niyet gerekir. "Sab anı tutup da geriye bakan. Tanrının Krallığı'na layık
değildir" demişti İsa (Luka 9:62). Ayrıca, Cennetin Krallığının kapılarını
kapatıp, girmek isteyenleri engelleyen ruhb anlara şöyle diyerek yakınmıştı: "Vay
hâlinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Cennetin Krallığı'nın
kapısını insanların yüzüne kapıyorsunuz; ne kendiniz içeri giriyor ne de girmek
isteyenleri
bırakıyorsunuz!" (Matta 23:13).
Bu, gelecekte kurulacak bir egemenliğe
ait bir tanımlama değildir. İsa, Cennetin Krallığı'nın ulaşıp girebileceğimiz bir
yer olduğunu anlamamızı istiyor.
Luka ise bu konuya biraz daha bilgi
ekler: Ferisiler, İsa'ya Cennetin, Krallığının ne zaman geleceğini sordular.
Belliki onlar da, bağımsız bir Yahudiye yönetimi kurup, başına İsa'yı bir yüksek
rahip ve adil kral olarak oturtmak isteyen ancak İsa, üzerinde imp arato run
resmi olan parayı g ö sterip vergi ödenmesi gerektiğini söylediğinde ise; bütün
hayalleri yıkılan Zelotlar gibi, bunun dünyada şekillenecek bir krallık
olduğunu düşünüyorlardı. Ferisiler, İsa'ya - muhtemelen alaycı bir şekilde- Cennetin
Krallığı'nın gelişini sorduklarında, şu cevabı almışlardı:
Tanrının Krallığı gözle görülür
şekilde gelmez. İnsanlar, 'İşte burada!' veya 'İşte şurada!' demeyecekler; çünkü
Tanrının Krallığı içinizdedir (Luka 17:20-21).
Krallığı göremeyiz; onu fiziksel gözlem
veya aramayla bulamayız. Fakat orası, İsa'nın dediği gibi, ulaşıp görmenin
mümkün olduğu bir yerdir. İsa bu krallığın içimizde olduğunu söylüyor. Peki,
bir insan nasıl kendi içine gidebilir? Şu kadarını biliyoruz: Sessizliğe girerek.
İsa bizi kuluçka kavramına, ölülerin yaşadığı yeri -Öte Dünyayı- bulmak için erenlerin
gittikleri sessiz, sakin, karanlık yeraltı mezar odaları ve mağaralarına
döndürüyor.
'Cennetin Krallığı', Öte Dünyanın İsa
tarafından kullanılan ismi miydi? Öyle görünüyor. Fakat daha fazla veri bulmalıyız.
1941 yılı Ocak ayında, İngiliz
şehirleri Alman uçakları tarafından bombalanırken, 2. Dünya Savaşı Hitler'in istediği
gibi devam ederken (o sırada henüz Rusya'ya girmemişti) ve Birle şik Devletler
resmi o larak henüz tarafsızken (daha Pearl Harbor'un yaşanmasına on bir ay vardı)
Morton Smith adında Amerikalı doktora öğrencisi bir genç, Kudüs'te öğrenim
görmekteydi.
Smith, Kudüs'te Kutsal Kab ir
Kilisesi'nin yanındaki bir Yunan öğrenci yurdunda kalıyordu. Bu yurtta, aynı zamanda
İsrail'deki Yunan Ortodoks Kilisesi'nin üst yetkililerinden biri olan Peder
Kyriako s Spyridonides de kalıyordu. O ve Smith arkadaş oldular. Peder Kyriako
s, Smith'e Noel'den sonra, Mar Saba çöl manastırına beraberce gidip, birkaç gün
kalmayı teklif etti. Bugün faaliyetine devam eden en eski manastırlardan biri
olan Mar Saba'nın burçları ve kalın duvarları, neredeyse bin beş yüz yıldır
Kudüs'ü Ölü Deniz'le bağlayan bir vadinin derinliklerinde uzanmaktadır.
Yunan Ortodoks dinsel ib adetleri, şafaktan
altı saat önce başlıyordu ve Smith bunları çok etkileyici ve bir o kadar da zor
bulmuştu: "İbadetler uzun değildi; sonsuzdu." Tanrı için yapılan ayinler,
Mısır tapınaklarında Kutsalların Kutsalı için yapılan günlük ibadetlere benzer
bir tarzdaydı. Smith'e göre bu ib adetler, tam anlamıyla tanrıyla iletişim kurmak
gibiydi: "ibadet sona ermiyor, sonsuza dek sürecekmiş gibi devam ediyordu.
Eğer duracak olsaydınız,
kendinizi mutlak bir boşluk içinde hissederdiniz."
Başınnı kaldırıp yukarı baktığı zaman,
kilisenin tavanında asılı duran mumlar ona yıldızlar gibi görünüyordu. Duvarlardaki
aziz ve keşiş betimlemeleri ise, 'bu yıldızlar arasında bulunan mekanı ve zamanın
ötesinde ölümsüz tanrıya hiç durmadan ibadet edilen göksel krallığı'
düşündürüyordu.
Görünüşe göre, Mar Saba'daki
deneyimleri Smith'i derinden etkilemişti. Ama ayinlere katılırken, buranın kendisine
göre olmadığını fark etti; bu ibadetler keşişlere göre bir görevken, ona göre
hoş bir deneyimdi. Ayinlerin özel sözler söylenerek ve özel hareketler yapılarak
icra edilmesi gerekiyordu; Smith bunun aslında bir büyü ayini olduğunu fark
etti. Bu onu, Yahudilik ve erken dönem Hıristiyanlıktaki büyü tekniklerini ve
mistik öğretileri araştırmaya sevk etti.
Altı hafta sonra manastırdan ayrıldı;
fakat gitmeden önce, orada 1500 yıl önce yaşamış
keşişlerin, bu manastırdan önceki
sığınakları olan mağaraları görmek için zamanı olmuştu ilk kilise, bu mağaraların
en büyüğünün içindeydi. Orada ayrıca kutsal kişilere ait resimler çizilmiş
olduğunu gördü. Ancak bunlar, 8. yüzyılda çıkan büyük bir yangında çok zarar görmüş,
hatta bazdan yok olmuştu. Yangın ayrıca birçok antik el yazmasına da büyük zararlar
vermişti; yangından kurtulan bu yazmaların büyük bölümü, korunması amacıyla,
Kudüs'teki Ermeni Patrikliği Kütüphanesi'ne götürüldü. Bu yer değişimine
rağmen, iki kütüphanede de çok sayıda kitap kalmıştır. Yeni kilisedeki ana kütüphane
ve büyük burcun içindeki bir odada bulunan, rafları tozlu küçük kütüphane. Bu kütüphane
daha sonra, Smith'in yaşamını etkileyen önemli keşfini yaptığı yer olacaktı.
Smith, Kudüs'te doktorasını tamamladı
ve ikinci doktorasına başlayacağı Harvard'a geri döndü. Peder Kyriako s ile irtibatını
kesmedi.
Doktorasını bitirdi ve New York'taki
Columbia Üniversitesi'nde ilahiyatçı olarak öğretmenlik ve araştırmacılık kariyerine
başladı. 1958'de bir ara
vererek, Mar Saba'daki sessizliğe ve
huzura geri dönmeye karar verdi. Burçtaki kütüphanede bulunan gelişigüzel
yığılmış eski el yazmalarını ve kitapları kataloglamayı da istiyordu. Her sabah
şafak vakti yirmi veya daha fazla kat merdiven çıkarak, kuledeki odaya gidecek,
burada kitapları ve el yazmalarını toparlayacak ve b azılarını manastırdaki
odasında inceleyecek ve kayda geçecekti.
Birçok kitabın, daha eski metinlerden
kopya edilmiş uzun el yazısı pasajlar içerdiğini ve bunların kitaptaki boş sayfalara,
hatta paragraf arası boşluklara sıkıştırılarak yazılmış olduğunu gördü. Bu yazılar
18. ve 19. yüzyıllarda yazılmıştı ve bunları yazanlar için kağıt bulmanın ne
kadar zor olduğunu gö steriyordu. Ayrıca eski el yazmalarının ciltlenmesinde kullanılan
malzemeler buldu. Fakat bu tozlu kütüphanenin kitapları ve el yazmalarının
arasında gerçek bir hazine bulmak üzereydi.
Bir öğlen vakti odasında oturmuş kitaplara
göz atarken, Aziz Ignatius'un mektup larından oluşan 17. yüzyıl baskısı bir kitabın
boş sayfalarına
kaydedilmiş bir metin buldu.
Bu, 2. yüzyılın sonlarındaki
İskenderiye piskoposu Clement'in bir mektubuna ait bir kopyaydı. Smith,
Clement'in hiçbiri bugün ortada olmayan birçok mektup yazdığını biliyordu. Bu
nedenle keşfi tek örnekti ve önemliydi. Metnin fotoğrafını çekti. Böylece
bunları çoğaltacak ve hazırlayacağı tercümeyle birlikte diğer uzmanlara gö sterebilecekti.
Bu tercüme, çok sıra dışı bir şeyi ortaya koydu.
YAKLAŞIK M.S. 195 YILLARINDA CLEMENT,
rahiplerinden biri olan Theodore'ye çok hassas bir konuda yazıyordu. Markus'un
gizli bir İncilinden bahsediyordu: Clement, dine aykırı davranan Karpokratlar adlı
azgın bir grubun, ellerindeki bu gizli İncil'den yanlış anlamlar çıkardığını ve
bu metni tam olarak kabul etmenin olanaksız olduğunu söylüyordu. Böylece Clement,
bu gizli İncilin varlığını onaylamış oluyordu. Aynı zamanda, din dışı gördüğü
böyle bir topluluğun elinde olduğu sürece ne kendisinin ne de Theodore'nin, bu
metnin halk için uygunluğunu
onaylayamayacağını öne sürüyordu.
Clement, Theodore'den doğruluğa hizmet
etmek için yalan söylemesini istiyordu. Ondan, yemin altında bile olsa bu İncilin
Markus'a ait olduğunu inkar etmesini istiyordu.
Clement, Markus'un Roma'da Peter ile
beraber bir süre kaldığını, orada İsa'nın yaptığı işler hakkında yazmaya başladığını
ve sonunda bu yazıların İncil’e dönüştüğünü açıklıyordu. Peter de gelecek kuşaklar
için bir şeyler yazıyordu. Peter'in ö lümünden sonra, Markus İskenderiye’ye
taşındı ve beraberinde hem kendi hem de Peter'in yazılarını getirdi. Orada
kendi İncilini yazdı; ama bazı hikayeleri bu İncil'e koymayıp, özel 'gizli' bir
İncil için ayırdı. Sonra gizli İncilini İskenderiye'deki kiliseye verdi. Bu İncil,
Clement'in zamanında da hâlâ dikkatle korunuyordu ve 'sadece büyük gizemlerin
bilgisine erenlerin' bu İncili okumasına izin veriliyordu.
Büyük Gizemler mi? Hıristiyanlıkta
mı? Clement neden bahsediyor böyle? Clement, iki dünya
arası seyahat ve gizemcilik konularından
kesinlikle haberdardı. İyi bir klasik felsefe eğitimi almıştı. Yazıları, Platon,
Parmenides, Empedokles, Herakleito s, Pisagor, Homero s ve diğer birçok büyük filozoftan
yaptığı alıntılarla doluydu. Görülmektedir ki; 2. yüzyılın sonlarında
Hıristiyanlığa geçmeden önce, döneminin felsefelerini incelemiş ve öğrenmişti. Hatta
Mısırlıların, sembolizmlerinde gizli bilgiler sakladıklarını biliyordu;
hermetik metinleri biliyordu; mistik anlamların sayılar ve oranlarda gizlendiğini
biliyordu; bir önceki yüzyılın mistik Therapeutae'yi biliyordu. Eski Ahit
hikayelerinin gizli mistik anlamlarını biliyordu. Emin olabiliriz ki; element, hiç
de aptal bir adam değildi.
Onun kelimeleri kullanış şekli,
İskenderiye'deki Hıristiyan dünyasının karmaşık yapısını ve çeşitliliğini resmeder.
Bu yapının, mistik tarzda bazı törensel uygulamalar içerdiğini düşünebiliriz;
çünkü unutmamalıyız ki, Basüides ve Valentinus gibi ilk gnostik öğretmenler
İskenderiye’den çıkmıştır. Gno stisizm, erken dönem Hıristiyanlıkta bilinen
gizli gelenekleri
korumuş ve geliştirmiştir. Üçüncü
yüzyıl teologu Hippolitus'un okuduğu bir ilahinin sonunda şöyle bir iddia vardır:
Kutsal yolun Gnosis adı verilen sırları
Kuşaktan kuşağa geçer.
Gno stikler, gerçek Hıristiyanlığın sahipleri
olduklarım düşünürler: Onların sisteminin kalbinde, tanrısallığın gerçek bilgisine
erme arzusu yatar.
Clement, Gno stiklerin öğretilerine sempati
duymasına rağmen, onlara karşı çıkar. Gizemler ve tören öğretileri ne olursa
olsun, İskenderiyeli Hıristiyanlarca önem verilen bir konuydu; ama çoğunlukla bu
Öğretiler kaleme alınmazdı.
Bunun yerine sözlü bir gelenek sürdürürlerdi.
Clement, bu konudan Derlemeler adlı kitabının başlarında bahseder: "Gizli şeyler
yazıyla değil; ancak sözle aktarılır.”
Theodore'yi sessiz kalması konusunda uyardıktan
sonra Clement, gizli İncil hakkında dikkate değer bir açıklamada bulunur. İki
parça
vardır; bunların en önemlisi Markus'un
İncil'inin 10:34 ve 3 5'inci kısımlarına uyar ikinci ve daha kısa olan ek ise,
sonradan değiştirilen 46.
kısmına uyar. Markus'un gizli İncil metninin
ana konusu, bir gencin İsa tarafından, 'Tanrının Krallığı'na' erdirildiğidir.
İlginçtir ki; bu olay Bethany'de gerçekleşmiştir;
yani Lazarus'un dirilişinin gerçekleştiği yerde (Yuhanna 11:1-44). Peki, bu iki
olay, aslında aynı olay o lab ilir miydi? Sonuçta, Lazarus'un 'ölüden diriltilmesi'nin
gerçekte ne anlama gelebileceğini düşünmemiz gerektiğini görüyoruz. Gerçekten
ölüler diyarından mı; yoksa İncil'de ağzının taşla kapatılmış olduğu belirtilen
mağarada karanlık ve sessizlik içinde yaptığı kuluçka ritüelinin ardından Öte
Dünyadan mı geri getirilmişti? (Yuhanna 11:38) Yoksa, İsa'nın deyimiyle
Cennetin Krallığı'na yaptığı ziyaretten mi geri dönmüştü?
Bu metin, Markus'un İncilindeki başka
bir gizemli olayı mı tarif ediyordu? İsa Gethsemane bahçesinde tutuklandığında
çıkan, yüksek rahibin adamlarından birinin kulağının kesildiği
Ancak Smith'in dikkat çektiği gibi,
"Akla yatkınlık kanıt değildir". Smith, yine de, "Tarih, süregelmiş
fenomenlerin en olası açıklamalarını arayarak... anlaşılabilir" diye
ekler.
SMİTH, MEKTUBU BULMUŞTU, ama ilk önce
bunun gerçekten Clement'in mektubu olup olmadığını kanıtlaması gerekiyordu. Bu
mektup, 1646 basım tarihli bir kitabın sayfalarına sahtekarlık amacıyla
yazılmış bir metin olabilirdi. Veya sahtekarlık amacıyla yazılmamış ve gerçekten
eski bir mektubun doğru bir kopyası olabilirdi. Ancak kopya edilen mektup
sahteyse; yine bir anlamı olmayacaktı. Belki de tamamen gerçekti. Bilmek zorundaydı.
İskenderiyeli Clement tarafından
yazılmış en az yirmi bir mektuptan oluşan bir koleksiyonun;
18.
yüzyılın sonlarında Mar Saba Manastırı'nda bulunduğu biliniyordu;
çünkü içlerinden üç tanesi, o dönem manastırda kalan Şamlı John tarafından
zikredilmişti. Bu, Clement'in mektuplarına ait, bilinen tek koleksiyondur.
Smith, bu mektup koleksiyonunun büyük b ö lümünün 18. yüzyılda çıkan ve büyük tahrib
ata neden olan yangında zarar gördüğüne ve kurtulan mektuplardan bir tanesinin
bulunup, Ignatius'un mektup larının yazılı olduğu kitabın sayfalarındaki b o şluklara
kaydedildiğine inanır.
Smith'in yaptığı ilk iş, metnin fotoğraflarını
bu konudaki uzmanlara gö stermek oldu. Görüştüğü on dört kişiden sadece ikisi,
mektubun Clement'e ait olamayacağını düşünüyordu.
Smith,. bu mektubun gerçek olup olmadığını
çözmek için kararlıydı ve bir tez hazırlamaya başladı. Yazı tarzının ayrıntılı bir
analizini yaptı. Sonra bunu Clement'in diğer yazılarıyla karşılaştırdı. Ayrıca,
gizli İncil'e ait olduğu söylenen bilgileri Markus'un İnciliyle
karşılaştırdı. Yıllarını harcadığı bu
incelemelerin ardından elde ettiği verilerin, mektubu doğruladığı sonucuna vardı.
Yazık ki, Smith'in, Clement'in
mektubunun bu elyazması kopyasının orijinalini diğer uzmanlara gösterme veya
adli inceleme yaptırma fırsatı olmadı. Bu yüzden çok eleştiri aldı. Ancak ben, birçok
kişinin bu yöndeki taleplerine rağmen, görülen her metnin test edilmesi ve
incelenmesi amacıyla diğer akademisyenlere verilmediğini çok iyi biliyorum. Bu
durum -özellikle ticari değeri olan- metni elinde bulunduran grup tarafından fazla
tartışmalı ve utanç verici bulunduğu için gizlenen metinler için geçerlidir.
Ancak Smith'in orijinal metni ortaya çıkarmamasına
rağmen, orijinal mektubu gören akademisyenler olduğunu da belirtmek gerekir.
Metnin fotoğraflarından başka orijinalini gören iki uzman olmuştu. Bunlardan
biri, Hebrew Üniversitesinden, dinleri mukayese konusunda uzman profesör Guy
Stroumsa, diğeri ise; erken dönem Yahudilik ve Hıristiyan kökenleri konusunda
uzman profesör David Flusser'di. Bu
uzmanlar, söz konusu metne bir göz atmak
için, 1 976'da Mar Saba'daki kütüphaneyi ziyaret ettiler.
Kısa bir aramanın sonunda, hâlâ Smith
tarafından yerleştirildiği rafta durmakta olan kitabı buldular. Kitab ı
Kudüs'e, Rum Orto doks Patrikliğine götürmek için izin aldılar. Niyetleri, yazının
yazıldığı tarihi tespit etmek için mürekkep üzerinde kimyasal analiz yaptırmaktı.
Ancak kitabı Kudüs'e getirdiklerinde, bu tür bir analizi yapabilecek tek
kurumun İsrail polisi olduğunu öğrendiler. Rum Ortodoks otoriteleri, kitab ın polisin
eline teslim edilmesine karşı çıktılar ve böylece inceleme yapılması mümkün
olmadı.
Stroumsa, daha sonraları mektubun
patrikhane tarafından kitaptan çıkarıldığı ve güvenli bir yerde koruma altına
alındığını öğrendi.
EĞER BU METİNDE YAZILANLAR DOĞRU İSE 'Cennetin
Krallığı' ne anlama gelmektedir ve oraya nasıl gidebiliriz? Mektup elimizde
olmasa bile, bazı bilgilere sahibiz.
İsa, Luka'nın İncilinde (1 1:34) şöyle
der: "Gözün tek ise; bedenin ışıkla dolar." Bu açıklama tam o larak
bir Budistin veya uzak doğulu Taocunun mistisizmini tanımlar. İsa bununla ne
demek istemişti? Aslında, görüşümüz Tek'in görüşü ise; tanrısal ışık içimizi doldurur
denmek isteniyordu. On altıncı yüzyıl Kato lik mistiği, Avilalı Aziz Teresa'nın
söylediği gibi: Tanrıya doğru çekiliriz.
Aziz Teresa, sıklıkla 'coşku' diye tanımladığı
şeyi deneyim ediyordu; bütün ruha bir anda nüfuz eden ve onu bütün yaratılışın
üzerine yükselten, arzu dolu bir ruhsal durum. Ve ruh, tanrıya kısa bir süreliğine
kavuşmak için yükselir. Bu sırada dujmlar olanları algılayamaz. Fakat ruh, coşku
durumuna ulaştığı anda tamamen kör olur ve emilir. Teresa, ruhun, tanrısal
güneşe baktığında onun parlaklığından kamaştığını söyler."
Ayrıca, bu bilgi deneyimiyle ölüm
arasındaki benzerliği de fark eden Aziz Teresa, şöyle yazar:
Beni hep dehşete düşürmüş olan ölüm
korkumun neredeyse tamamını kaybettim.
Şimdi bu bana çok basit bir şey gibi geliyor; çünkü ruhumu dünya hapishanesinden
kurtarıp; tanrının bir hizmetkarı o ldum. Tanrının ruhu yüceltip, üstün
güzellikleri gö stermek için nakletmesi, bana ruhun bedenden ayrılması gibi görünüyor.
O hâlde, neden tüm bunlar bize baştan
öğretilmiyor. Bunun yanıtı; kısmen mistisizmin vaat ettiği özgürlükten, kilisenin
rahatsız olmasıdır.
ateş vardı. Kilise, mistisizmden öyle
nefret ediyordu ki; Luka'nın mistik açıklamasını bile zorlama yorumlarla ç arp ıtarak,
mistik değilmiş gibi göstermeye çalışıyordu. Kilise, ruhu gerçekten hadım
etmişti. Bu metinle ilgili resmi Kato lik yorum şu satırlarla Luka'nın
sözlerindeki bütün anlamı yok ediyordu:
Burada ima edilen, insanın İsa'nın
ışığını görmesi gerektiğidir... Bu şu anlama gelir: "Bir kişinin gözleri
sağlamsa; ışığı görür ve onda karanlıktan (kötülükten) iz kalmaz ve İsa'nın
tanrısal ışığı onu tamamen aydınlatır.
Hatta Yeni Kato lik Yorum bile, bunun
ne anlama geldiğinden emin değildir; anlatılmak istenen şey neye benziyorsa,
ondan memnun olmak zorundadır.
Biz şimdi bundan daha iyisini
biliyoruz. Ne anlama geldiğinden emin o lab iliriz: Bu kesinlikle mistik bir duruş
sergiler ve Tanrısal Kaynağın nasıl deneyim edileceğine -Cennetin Krallığı'na
nasıl gidileceğine- dair nasihatte bulunur.
CENNETİN KRALLIĞI HAKKINDA
bulunabilecek diğer bilgiler, Thomas'ın İncilinde yer alır. Harvardlı Profesör Helmut
Koester bu İncilin, Yeni Ahit'e dahil edilmesi gerektiğine inanır ve diğer
birçok uzman onunla aynı fikirdedir. Bu kitap, Mısır Hıristiyanlarının
hazırladığı, çok verimli bir dönem olan 2. yüzyıldan kalma bir üründür.
M.S. 3 67'deki Paskalya yortusunda İskenderiye
piskoposu Athanasius, Mısır'daki kilise yasasına aykırı bütün kitapların yok
edilmesi gerektiğini beyan etti. Çok az metin kurtulabilmişti. Nag Hammadi yakınındaki
manastırda bulunan keşişler, yakılmasını istemedikleri kutsal metinlerini
saklamaya karar vermiş olmalıydılar ve bunları bir kavanozun içine koyup, Nil yakınlarındaki
bir çöle götürüp gömdüler. 1945 yılı Aralık ayında bu kavanoz, gübreleme için
kazı yapan bir işçi tarafından bulundu, içinde on iki papirüs kitabı, bir de
sekiz sayfalık bir tomar vardı ve bütün bunlar, toplam kırk altı farklı metin içeriyordu.
Sayfaların b azıları yanmıştı. Sonunda papirüs kitaplar, bugün bâlâ
korunmakta oldukları Kahire'deki Kıpti
Müzesi'ne satıldı.
Uzmanlar bunları incelediler. Yazılanlar,
UNESCO'nun organize ettiği uluslararası akademisyenlerden oluşan bir ekip tarafından
tercüme edilip yayınlanana kadar, sadece onları daha önceleri incelemiş, küçük bir
uzman grubu tarafından biliniyordu. UNESCO ekibinin başındaki Profesör James
Robinson, bunların yayınlanmasıyla ilgili gecikmeden ve uzmanların bu ve bunun
gibi -örneğin Ölü Deniz Parşömenleri- koleksiyonlara ulaşma konusunda çektikleri
zorluklardan üzüntüyle bahseder.
Nag Hammadi'de bulunan bu koleksiyona
şimdi Gnostik İnciller denmektedir ve Princetonh Elaine Pagels, bu metinleri
yorumlama konusunda en çok tanınan uzmandır. Bu koleksiyonun ilginç bir yanı, ruhsal
olarak kabul edilen metinlerin çeşitliliğidir; bunların arasında sadece farklı Gnostik
metinler değil; Platon'un çalışmaları ve Hermetik metinler de mevcuttur. Papirüslerde,
o dönemin ruhsal kavramlarının bağnaz olmayan bir yaklaşımla ele alındığı
görülür.
Nag Hammadi'de bulunan metinlerin arasında
Thomas'ın İncili de vardı. Açıkça görülür ki; bu İncilin içerdiği bilgi, az sayıdaki
özel kişiler tarafından nesilden nesile aktarılarak sürdürülen gizli bir
gelenekten gelir; bu İncilin açılış cümlesi şöyle der: "Bunlar, yaşayan
İsa'nın konuştuğu ve Didimus Yahuda Thomas'ın yazdığı gizli söylevlerdir."
Bu İncil bazı durumlarda, kilise yasasına
en yakın İncil gibi görünür. Diğer Gnostik metinlerin tersine. Yeni Ahit İncillerine
paralel birçok hikaye ve kıssa anlatır. Fakat daha fazlasını da içerir.
'Krallık' -veya 'Babanın Krallığı'-hakkında taze bilgiler verir. İsa'nın havarileri
sorarlar; "Yenidünya ne zaman gelecek?" İsa yanıtlar,
"Beklediğiniz zaten gelmiştir; fakat siz bunu fark edemiyorsunuz." İncil
bu 'Cennetin Krallığı'nın nerede bulunacağını açıklar: "O sizin içinizde ve
dışınızdadır."
Krallık, görünür dünyadaki gerçekliğin
yansıması değil; gerçekliğin ta
kendisidir. "Babanın Krallığı dünyaya yayılmıştır ve insanlar onu görmez"
diye belirtilir bu İncil'de.
Peki ona nasıl yaklaşabiliriz? Bu
sorunun yanıtında, İsa'nın daha önce de belirttiğimiz sözlerine -gözün tek olursa-
paralel bir söylevle karşılaşırız. "İsa dedi ki; 'İkiyi bir yaparsanız,
insanın oğulları o lursunuz.'"
Dünyadaki çeşitliliği, gerçeğin
Tekliği olarak görmekten bahsederek, şöyle denir:
İsa onlara dedi ki; 'İkiyi bir yaptığınız
zaman, içinizi dışınız gibi yaptığınız, dışınızı da içiniz gibi yaptığınız zaman,
yukarıyı aşağı gibi yaptığınız zaman, erkeği ve dişiyi tek ve aynı yaptığınız zaman...
[Krallığa] gireceksiniz.
Ve ayrıca Matta'nın İncilindeki bir açıklamaya
benzer iradelerle İsa şöyle diyordu: "Ferisiler ve din adamları, bilginin anahtarlarını
alıp sakladılar. Ne kendileri girdiler ne "içeri girmek isteyenlere izin
verdiler. "*
Paul, her sözünde dile getirdiği kabul
edilmiş dini bilgiler nedeniyle, tekrar yazılabilecek yeni inanç hakkında bilgi
sahibi olanların oluşturduğu halkanın dışında değildi: "Mükemmel olanlar arasında,
bilgece sözler söylüyoruz" diye yazıyor Paul. "Gerçi olgun kişiler
arasında bilgece sözler söylüyoruz ama bu bilgelik, ne şimdiki çağın ne de bu çağın
gelip geçici önderlerinin bilgeliğidir. Tanrının bilgeliğinden, hatta gizli
bilgelikten söz ediyoruz. Zamanın başlangıcından önce tanrının bizim yüceliğimiz
için belirlediği bu bilgeliği, bu çağın önderlerinden hiçbiri anlamadı." (1.
Korintliler 2,6-7).
'Gizli bilgelik' tanımı, 'gizemdeki
bilgelik' anlamına gelen, Grekçe sophian en nusterio sözünden tercüme
edilmiştir: Sır olan bilgi. Paul, bu bilgeliğin sadece teleioise yani 'mükemmel
insanlar'a verildiğini söyler. Bu sözcük, ruhu bedenden ayırmak için yapılan ayin
anlamına gelen tetesteler kelimesinden türemiştir. Aynı zamanda teleteler, bu
ajanleri yöneten rahiplerdir. Paul, klasik mistisizm geleneğine ait
bir terminoloji kullanmaktadır.
Öte yandan Paul, İsa'yı hiç
tanımamıştı. Onu görmemişti bile. Kudüs'teki Mesihsel Yahudi topluluğuna da katılmamıştı.
Onun liderlik rolünü, zalim kuvvetlerin ele geçirmiş olması şaşırtıcı değildir.
Kudüs toplumu Paul'e güvenmiyordu. Elçilerin İşleri Kitab ı kesin bir dille
onun Türkiye'nin güneyinde yer alan Tarsus'a gönderildiğini aktarır. Bunun
kendi güvenliği için olduğu iddia edilir (Elçilerin İşleri 9:30). Konu, Paul'ün
Yahudiye'den gönderilmesidir. Zelotlar, onun yoldan çekilmesini istiyordu. Açıktır
ki, Paul'ün ortadan kalkmasına sevinecek çok kişi vardı.
Onun bilgisi, Hıristiyanlıktaki ezoterik
ve mistik öğretinin gizlice aktarılarak sürdürüldüğüne dair diğer birçok
göstergeden biridir. İkinci yüzyılın sonlarına doğru bu öğreti, küçük görülmeye
ve reddedilmeye başlanmıştı. Stroumsa, bunun iki ana nedeni olduğundan söz eder:
Birincisi, toplum tarafından kabul görmüş dogmalara aykırı görüşler kınandığı
için, din adamları aykırı ezoterik öğretileri reddetmişlerdi, ikinci
ise; Hıristiyanlığın yükselişe
geçerek evrensel olabilmesi için, kitlelerin inançlarına uzak olan doktrinlerin
ortadan kaldırılması gerektiğini fark etmeleri oldu. Aynı zamanda, yazılı
İncillerin çoğalmasıyla, gizli gelenekleri taşıyan en önemli araç olan sözlü gelenek
önemini kaybetti.
ENGEBELİ YOLLARDA YAPTIĞIMIZ BU
YOLCULUK sırasında, sarsıcı ancak dağınık bir görüntü çizen bu konuları top
arlayab ilmek için, b elirtmemiz gereken bir metin daha vardır.
1 896'da, Kahire'de Kıpti dilinde yazılmış,
bir 5. yüzyıl papirüs kitabı keşfedildi. Bu, dört yeni metin -bunlardan biri
daha sonra Nag Hammadi'de de bulunacaktı- içeriyordu ve hepsi çok eski
metinlerdi. Metinlerden biri, sadece Mısır Kilisesi tarafından bilinen ama hiç kimsenin
görmediği Mecdelli Meryem'in İnciliydi. M.S. 2. yüzyıl başlarına aitti. Bu yüzden,
Yeni Ahit İncillerine dahil edilmesi gereken bir İncil’di; Thomas'ın İncil’i gibi.
Bu İncil’in iki b ö lümü daha bulunduğunda, orijinalinin ancak yarısı
tamamlanabilmişti. Buna rağmen, birçok önemli bilgi içermektedir.
Kendini savun ki; kimse seni, 'Buraya
bak!' veya 'Şuray a bak!' diyerek aldatamasın. Çünkü gerçek insanlığın çocuğu senin
içindedir. Onu izle! Onu arayanlar bulur! Sonra tanrının ülke hakkındaki haberlerini
vaaz eder" diyor İsa.
Bu İncil'de, havariler İsa'nın ne
demek istediği konusunda tartışırken; Peter, Mecdelli Meryem'e şöyle der:
Hemşire, Kurtarıcının seni diğer
bütün kadınlardan daha çok sevdiğini biliyoruz. Bize
Kurtarıcının sözlerinden
hatırladıklarını söyle. Senin bilip, bizim bilmediklerimizi. Çünkü biz onları
duymadık.
Görülür ki; Mecdelli Meryem'e, diğerlerine
bildirilmeyen gizli ö ğretiler anlatılmıştır. O, Peter'e şöyle cevap verir:
"Size, sizden gizleneni öğreteceğim."
Bazı havariler, Meryem'in bilgisinden
rahatsız olurlar. İsa'nın ona anlattıklarını kendilerine de anlatmadığı için huzursuzluk
çıkarırlar. Peter şöyle der: "O bizim haberimiz olmadan bir kadına mı
anlatıyor? Durup, bu kadını mı dinleyeceğiz? İsa onu bize tercih mi etti?"
Fakat havarilerden biri Mecdelli
Meryem'i savunur: "Kesinlikle Kurtarıc ının onun hakkındaki bilgisi
tamamen doğrudur. Bu yüzden onu bizden daha çok seviyor."
Emin o lab iliriz ki; sadece
Meryem'in İncil'inde, Thomas'ın İncil'inde ve Smith'in, Markus'un gizli İncilinden
çıkarımlarında değil ayrıca Yeni Ahit'te de belirtildiği gibi İsa, Cennetin
Krallığı'na ulaşmak için gizli doktrinler
öğretiyordu. Bu doktrinler daha önce de açıkladığımız gibi, antik Mısırlılar
tarafından Öte Dünya ve Yunanlılar tarafından Kutsanmışlar Ülkesi veya Alt Dünya
diye tanımlanan kavrama ulaşma yolunu öğretiyordu. Tüm bunlar tanrısal dünyayı betimler.
İsa'nın öğretilerini en iyi anlayan havari Mecdelli Meryem'di. O, İsa'nın hepsinden
çok sevdiği ve Philip'in İncil'ine göre sık sık öptüğü havariydi.
İsa, Bethany'de yağlanarak
kutsandığında - kutsanarak Mesih olduğunda- tören bir kadın tarafından
gerçekleştirilmişti. Bu kadın ise; ölüden diriltilen Lazarus'un kız kardeşi, Bethanyli
Meryem'di. Ve ölüden dirilme, Öte Dünyanın sırlarına erme kavramını
çağrıştırmaktaydı. Şimdi bütün bu konular arasındaki b ağlantılar daha belirgin
bir hâle gelmektedir.
Ayrıca Bethanyli Meryem'in, Mecdelli
Meryem - İsa'nın eşi- ile aynı kişi olduğu konusu üzerinde durmuştuk. O, İsa'nın
yoldaşıydı; Cennetin Krallığı'na giden yolda, İsa'nın yanındaki tek
kişiydi.
Cennetin Krallığı'nın sırlarını herkesten
daha iyi anlayan, vaat edilmiş ülkenin yeşil çayırlarında duran ve Öte Dünyanın
bütün anahtarlarına sahip olan kişi Meryem'di. İsa'nın Mesihlik görevinin
başlangıcında yapılması gereken yağlamayı yapacak olan kişi de elbette ki
Meryem'di. Böyle önemli bir yağlama töreninin, yapılan şeyin farkında olan ve
Mesih'i tanıyabilecek bir kişi tarafından gerçekleştirilmesi gerekirdi; Yağlama,
İncillerde detaylarından bahsedilmeyen uzun bir sürecin son âşamasıydı.
Hiç şüphesiz, Roma'nın güç simsarları
hem kutsal yolun bilgisinin hem de ek İncillerde söz edilen bilgilerin yok sayılmasını
istiyorlardı. Ancak maalesef Yeni Ahit'i oluşturacak İncillere müdahale etme şansları
yoktu. Tek yapabilecekleri metinlerin yorumunu kontrol edebilmekti. Burada
elbette ki; yüzlerce, hatta bin, iki bin yıl sonra, yazarların anlatmak istediği
şeyleri kendilerinden daha doğru yorumlayacak, doğru bir yaklaşım sergileyecek teologların
ortaya çıkamayacağına güveniyorlardı.
Neden bunca zaman bunlara inandık ki?
Bu oyunu gören uzmanlar ve yorumcular
her dönemde var olmasına rağmen, yapılan yanlışlar ancak son dönemde kamuoyuna
duyurulmaya başlandı. Fakat buna rağmen, bizi bu kadar uzun zamandır kandıran
Vatikan'ın süslü salonlarında değişen bir şey olmadı. Güç o dakları gerçeğin
çarpıtılmasını istiyor.
O Ocak gününde, Kibbutz20 Kalia sıcak ve sakindi . O dönem, Long Beach'teki
California Devlet Üniversitesinde Dini Araştırmalar Bölüm Başkanı olan Profesör
Rob ert Eisenman ve ekib iyle b irlikte, her yıl bir kere Ölü Deniz kenarındaki
bu tarımsal kibbutza gidip, bir süre kalıyorduk. Amacımız; başka Ölü Deniz Parşömenleri
bulmaktı; ama öncelikle deniz seviyesinden 370 metre yükseklikteki dik yamaç ve
uçurumlarda, kilometreler boyunca uzanan mağaraların hep sini sistemli bir şekilde
kontrol etmemiz gerekiyordu.
Kumran'ın antik taş yıkıntılarından
dolayı, buraya sürekli bir turist akını olduğu için kibbutz, moteller inşa
etmişti ve biz de onlardan birinde kalıyorduk. Bu yıkıntılar 1 947'de Ölü Deniz
Parşömenleri'nin keşfedilmesiyle ünlenmişti. Kalia'nın üyeleri, sit alanının b akımını
yapıyordu ve girişin olduğu yere bir restaurant ve kitapçı açmışlardı. Bu yerin
atmosferi kesinlikle her ziyaretçiyi etkisi
altına alıyordu.
Günümüz erken başlıyor ve işimiz
öğleyin bitiyordu. Çünkü hava sıcaklığı, kışın bile öğlen saatlerinden itib
aren bunaltıcı hâle geliyordu. Kibbutza geri dönüyor ve ortak kullanılan büyük yemek
salonunda, kibbutzun üyeleriyle birlikte öğle yemeğine iniyorduk. Sonra motelle
dönüyor, sabah elde ettiğimiz bulguları analiz ediyor, ekipmanlarımızı temizleyip
hazırlıyorduk. Sıcak geçtikten sonra taş kalıntıların, kırık çömleklerin, küçük
hayvanlar ve kuşların büyüleyici bir güzellik kattığı çölde dolaşıyorduk. Güneş
b attıktan sonra, güvenlik tedb irlerinden dolayı, koruma çitleri ve kibbutzun silahlı
devriyelerinin o lduğu yere geri dönüyorduk. Burada her sezon, en az bir kere güvenlikle
ilgili bir acil durum yaşandığını görmüşüzdür. Bu özel ziyaretimizde, görevli
olduğumuz bir konferans sırasında bir nöbetçi hızla salona girip, "Bütün
ışıkları söndürün ! Yere yatın!" diye emretmişti; bazı davetsiz misafirler
tespit etmişler. Ölü Deniz'in
karşısından gelen bir tekne olduğunu
görenler olmuş... Önceki gün, komşu kibbutzun üyelerinden biri mayın yüzünden
bacağını kaybetmiş...
1992'nin 17 Ocak günü, turumuzun
lideri Robert Eisenman İsrailli bir arkeologla görüşmek için - arab ayla yaklaşık
kırk beş dakika uzaklıktaki- Kudüs'e gitmişti. Charlotte'deki Kuzey Caroline Üniversitesinden
Yeni Ahit üzerine uzman olan profesör James Tabor ve ekipteki Californialı doktora
öğrencisi Dennis Walker ile birlikte, alçak bir duvarın üzerine oturmuş
konuşuyorduk. Ekibin diğer üyelerinin bir kısmı dinleniyor, bir kısmı da küçük gruplar
hâlinde sohbet ediyorlardı. O sırada iyi giyimli iki İsraillinin geldiğini
gördüm. Ellerinde bazı dosyalar vardı. Ne olduğunu merak etmiştim, İsrail’de paranoya
çok normaldir. Resmi kağıtlar taşıyan adamlar, her zaman bela anlamına gelir.
Sonra, yapılan kısa bir konuşmaya kulak misafiri oldum. "Profesör Eisenman
buralarda mı?"
"Hayır" dendi, "burada
değil."
"Ne zaman döner?"
"Sonra."
Sorun mu vardı? Neden?
İki ay öncesinde Huntington Kütüphanesi,
Ölü Deniz Parşömenlerine ait bir fotoğraf seti hazırlamaya karar verdiğinde hepimiz,
kırk yılı aşkın bir süredir parşömenler üzerinde süren tekelciliğin sonunda bitmiş
olduğunu düşünmüştük. O zamana kadar parşömenleri incelemesine izin verilen çok
az sayıda uzman vardı. Eisenman, o gün bu uzmanlardan biriyle görüşmüştü. Ancak
yaşanan olaylardan anlaşılıyordu ki; hem Yahudileri hem de Hıristiyanları
rahatsız eden ve uzun süredir çok az sayıda uzman tarafından bilinen gizli
bilgileri açığa çıkaran, iki bin yıllık Ölü Deniz Parşömenleri üzerindeki bütün
haklar hâlâ tekelde tutulmaya çalışılıyordu.
ÖLÜ DENİZ PARŞÖMENLERİ, ilk olarak
1947 yılının başlarında keşfedildi. Bu keşfin hikayesi hiçb ir zaman tam o
larak doğrulanamadı; çünkü
genç bedevi çoban Muhammed Eddib, çobanlıktan
başka bir işle uğraşıyor olabilirdi; onu Kumran bölgesine getiren olayları
kuşatan bazı gariplikler var. Fakat önce de belirttiğimiz gibi, hikaye çok
basitmiş gibi aktarıldı. Çoban, yamaçlarda ve vadilerde kayıp keçisini ararken,
küçük bir mağara girişi görür. Keçinin içeride olup olmadığını anlamak için
içeri bir taş atar. Bir keçi melemesi yerine, çömleklerin kırılma sesini duyar.
Ne olduğunu anlamak için emekleyerek mağaraya girer.
Her biri 60 cm. boyunda olan ve bazıları
kırılmış bir grup ağzı mühürlü çömlek görür. Mağarada bu testilerden en az
sekiz tane olduğu düşünülse bile kimse bu konuda emin değildir. Her bir
testinin içinde, antik metinlerin yazılı olduğu deri tomarlar vardı. Bedevi, içlerinden
yedi tomar aldığını söylemişti. Diğer tomarların yetkililerin eline geçtiğini biliyoruz;
ama ilk bulundukları anda, gerçekte kaç tane tomar olduğu konusunda hiçbir fikrimiz
yoktur. Arkeologlar, mağaranın içinde bulunan kırık testi parçalarından en az kırk
tane te sti olması
gerektiğini belirlediler. Fakat bu antikaların
yeni mi, yoksa çok eskiden mi kırıldığını ya da her birinin içinde
parşömenlerin olup olmadığını bilemiyoruz.
Bu ilk buluştan -Ölü Deniz Parşömenleri
keşfinin yapıldığı 1 no'lu mağara- yedi veya daha fazla sayıda tomar elimize
eksik geçti. Ve elde edilen metinler arasında, yirmi farklı metne ait parşömen
parçalanmıştı. Neden bazı tomarlar zarar görmüşken, bazıları sağlam duruyordu
bilinmez. Tabii ki bunun, tavandan düşen taşlar yüzünden bazı te stilerin kırıldığı
ve içlerindeki tomarların vahşi hayvanlar tarafından parçalandığı gibi basit
bir açıklaması da olabilir. Bölgede yüzlerce mağaraya girip çıktım. Tavandan taş
düşmesinin yaygın olduğunu ve çevrede çakal gibi avcı hayvanların gezdiğini biliyorum.
Bedevi çoban parşömenleri, 'Kando'
olarak da tanınan, Halil İskender Şahin isimli Hıristiyan bir antikacıya
götürdü. Onun Kudüs'te bir dükkanı vardı ve aynı zamanda tecrübeli bir karaborsacıydı.
Bu olayın üzerine, Kando'nun
bir meslektaşıyla birlikte mağaraya gidip,
başka metinler aldıklarına dair söylentiler vardır. Nisan 1 947'de tomarlardan
biri, Kudüs'teki St. Markus Manastın'nda bulunan Suriyeli Yakubi Kilisesi'nin başpiskoposuna
getirildi.
Başpiskopos metinleri okuyamasa da ne
kadar eski ve önemli olduklarının farkındaydı. Üç tanesi daha önce satıldığı
için, başpiskopos sadece geriye kalan dört tomarı satın alabildi.
Bunları, Kudüs'teki, 1945'ten beri
Peder Roland de Vaux idaresinde bulunan Dominiken İncil Araştırmaları ve
Arkeoloji Okulu'nun (Dominiken Ecole Biblique et Archeologique) Antikalar bölümünden
iki uzmana gösterdi. İkisi de ona, parşömenlerin yakın zamanda yazılmış
olduğunu düşündüklerini söyledi. Okulda başka bir uzman onu, çevrede sözde antika
satıcılarının elinde bulunan çok sayıdaki sahte antikalar konusunda uyardı.
Tomarlarla ilgili haberler, Kudüs'teki
Hebrew (İbrani) Üniversitesi'nde arkeoloji bölüm başkanı olan Profesör Eleazar
Sukenik'in kulağına gitti ve bu tomarları görme şansı oldu. Satın almak
için birkaç başarısız girişimde
bulunmasının ardından, sonunda başpiskoposun eline geçmeyen diğer üç tomarı alabilmeyi
başardı. Profesör Sukenik, Yeşaya Parşömenleri, Savaş Parşömenleri ve İlahi
Parşömenlerini aldığında 1947 yılının sonlarıydı. Fakat başpiskoposun elindeki dört
tomarı -başka bir Yeşaya Metni, Hab akkuk'un Yorumu, Havarinin El kitabı ve
Başpiskopos, ayrıca Kudüs'teki
Amerikan Arkeoloji Okuluyla da irtib at kurmuştu ve 1948'de elindeki tomarları
bu kuruma teklif etti. Aynı zamanda Amerikan Okulu'na üç tomarın resimlerini
çekmesi için izin vermişti.
Fotoğraflama Mart 1948'de tamamlandı.
1 949'da İsrail ilk savaşından
çıkmıştı ve ateşkes şartların a göre, Kumran Filistin'in bir parçası olmuştu.
24 Nisan 1 950'de Filistin resmen Ürdün'e dahil edildi. Burada yapılacak yeni
keşifler konusunda yetkili otorite, artık
Ürdün Tarihi Eserler Kurumu'nun müdürü Gerald Lankester Harding'di. Ancak başpiskopos
metinleri, 1949 yılının sonunda sergiye sunulacakları A.B.D.'ye götürmüştü.
Aynı zamanda satışa da sunulacaklardı.
Sonunda 1 954'te bu tomarlar
Sukenik'in oğlu Yigael Yadin'in gayretleri sayesinde İsrail hükümetine satıldı.
Bugün Kudüs'teki Shrine of the Book (Tapınak Kitabı)'nda sekizinci bir metinle
birlikte -1 967'de elde edilen Tapınak Parşömeni- sergilenmektedirler.
AKADEMİSYENLER BAŞLANGIÇTA
parşömenlere fazla ilgi göstermediler. Bunları taklit ve sahte zanneden
uzmanlar olduğu gibi, çok eski o lduklarını anlayan önemli uzmanlar da olmuştu.
1 949'da Oxfordlu önemli bir akademisyen olan Profesör Godfrey Driver, bunları M.S.
6. veya 7. yüzyıl olarak tarihlendirdi. Bir sonraki sene bu fikrini M.S.
200-500 (hâlâ Yahudi-Hristiyan döneminden sonra) o larak değiştirdi. Manchester
Üniversitesi'nden başka bir uzman bunların çok
daha yeni olduğunu düşünüyordu ve ona
göre bunlar M.S. 11. yüzyıl ürünüy dü. Ecole Biblique'in müdürü Peder Roland de
Vaux, bunları Hıristiyan döneminden çok daha eski o larak görüyordu. Testileri
ve içlerindeki tomarları, Roma'nın Yahudiye ve Mısır egemenliğinden önceki Helenistik
dönemi o larak tarihlendirmişti; bu dönem M.Ö. 1. yüzyıl başlarına kadar sürmüştür.
1949 Ocak ayı sonunda, iki Ürdünlü askeri
görevli tomarların geldiği mağarayı buldu. Aynı yıl 5 Martta Roland de Vaux ve
Gerald Lankester Harding burada kazı yaptı. İki parça keten kumaş, kırık çömlek
parçaları ve yirmi bir farklı çalışmaya ait küçük metin p arç aları buldular.
Olaylar yavaş gelişiyordu. Kazı heyecan vericiydi ve kiliseyi rahatsız edici şeyler
olabilirdi. Her şey değişmek üzereydi.
1949 yılının sonlarında, tüm metinler
kısmen İsraillilerin kısmen de ABD'nin elindeydi. Fakat olaylar kendi
devinimlerine sahipti ve kısa süre sonra kontrolden çıkmaya başladılar. 1950 yılı
başlarında, Amerikan Doğu Araştırmaları Okulu
tarafından yapılan yayınların ilk sayısı
geldi. Başlığı Aziz Markus Manastırı'nın Ölü Deniz Parşömenleri'ydi. Bu kitap Yeşaya
elyazmasının ve Habbakuk yorumunun -şimdi Habb akuk peşeri olarak bilinir- fotoğraflarını
ve çeviri yazılarını içeriyordu. Peşer, Ölü Deniz Parşömenleri'nde eski
metinleri tanımlamak için kullanılıyordu. Bu eski metinler ise; Kumran topluluğunun,
düşmanın yenilgiye uğrayıp, İsrail’in Davut soyundan bir kral tarafından
yönetileceği günlere işaret ediyor olarak yorumladıkları dini metinlerdi.
Uzmanlar, bu grubun Eski Ahit
metinlerini nasıl yorumladıklarını dikkate alarak, bu konuda önemli anlayışlar ve
fikirler elde edebilirdi.
Bütün dünyadan uzmanlar, başta
peşerler olmak üzere, bu metinlerin içeriklerine odaklanmaya ve bu metinleri yazanların
inançları hakkında bazı sonuçlar çıkarmaya başladılar. Bu metinlerde anlatılanlarla
Hıristiyanlık arasında paralellikler bulunuyordu.
İlk şok, 26 Mayıs 1950'de Paris'teki
Sorbonne Universitesi'nde, Sami dilleri ve uygarlıkları
konusunda bir uzman olan profesör Andre
Dupont Sommer, Academie des Inscriptions et Belles Lettres'de Hab akkuk pesheri
konusunda bir konferans verdiği zaman yaşandı. Dupond Sommer, yasak bölgeye
girmişti: Parşömenlerin çok belirgin bir şekilde Hıristiyanlıkla bağlantılı
olduğunu açıkladı. Onun söyledikleri, inançları tehlikeye düşen birçok kişiyi huzursuz
etti.
Dupont Sommer'in tezi şöyleydi: Habakkuk
peşeri, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde yazılmıştı; parşömenler, M.S. 66-70 savaşı
sırasında Kumran'da yaşayan topluluk -peşerde, mevcut dini yapıya karşı
çıktıkları görülenler'- tarafından gizlenmişti. Bu, Josephus tarafından Esseniler
olarak tanıtılan topluluktu; bu topluluğun adı hiç belirtilmeyip, sadece 'İyilik
Öğretmeni' unvanıyla anılan ve kutsal olduğuna inanılan lideri düşmanları
tarafından ölüme mahkum edilmiş ve ölüden dirilmesi beklenmişti. Dupont Sommer,
İsa ile iyilik Öğretmeni arasındaki paralelliğe dikkat çekerek, İsa'nın bu kişiyi
kendisine örnek aldığını belirtiyordu.
Dupont Sommer, İsa'nın tanrısallığı
inancına saldırıda bulunuyor gibi görünüyordu. O, aynı yıl yayınlanan kitabında
vardığı sonuçları özetleyerek, şöyle yazıyordu:
Şu kesindir ki; -Ve Ölü Deniz Parşömenleri'nin
keşfiyle gün yüzüne çıkan bilgilerin en önemlisi- Yahudi tarihi, M. O. 1. yüzyılda,
[İyilik Öğretmeni'nin] halkının çevresinde şekillenen dünyayı günahtan
arındıracak bir Mesih beklentisine sahne olmuştur.
Dupont Sommer, sadece İsa'nın
tanrılığı inancını tehlikeye sokmakla kalmıyor, bir de Hıristiyanlığın, zaten
var olan Yahudilikten çıkmış bir din olduğunu öne sürüyordu:
Kumran'da bulunan belgeler açıkça
göstermektedir ki; ilkel Hıristiyan Kilisesi'nin
kökü, Yahudiliğin Yeni Antlaşma mezhebidir.
Bu mezhebin üyeleri ise Essenilerdir.
Hıristiyanlığın ritüellerini, doktrinlerini,
mistik ve etik ideallerini Essenilerden aldığına şüphe yoktur.
Tüm bunlar, Vatikan'ı alarma geçirmek
için yeterliydi ve elbette ki Vatikan, güçlerini harekete geçirdi. Bu güçler
çok büyüktü. Artık Engizisyon, insanları kazığa bağlayıp yakamıyordu belki ama
Kutsal Büro ne pahasına olursa olsun Kilisenin dogmasını korumak amacıyla hâlâ
varlığını sürdürüyordu.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, 1
902'de Papa XIII. Leo, Katolik teoloji akademilerini denetim ve yönetim altında
tutmak için, bir Pap alık Kutsal Kitap Komisyonunu oluşturdu. Bu komisyon özellikle
modernizme muhalefet ediyordu. Bu akademisyenlerin şu an Paris'teki Saint
Sulpice Ruhb an Okulu'nda bulunan eserleri, 19. yüzyılın sonlarında kınanmıştı.
Papalık Kutsal Kitap Komisyonu, Kutsal Büroya uzman -danışman- sağlıyordu. Bu, inanç
saldırılarına karşı birinci savunma hattıydı. Komisyonun temel görevlerinden biri
-ki hâlâ öyle- Kitab -ı Mukaddesin doğru öğretilmesini sağlamaktı. Özetle,
Vatikan'ın gerçekleri saptırma merkezi olarak işlev görüyordu.
Kutsal Büro ve Komisyon, iki ayrı organizasyon
gibi görülse de durum öyle değildir. Bu
iki organizasyonun idarecileri aynı zamanda bir diğerinin önemli konumlardaki üyeleri
olmuştur, ikisi arasındaki yakınlık, 1971'de Papalık Kutsal Kitap Komisyonu'nun
idaresi Engizisyona - bugünkü adıyla inancın Doktrini Topluluğu'na-
verildiğinde resmi hâle gelmiştir. Her iki örgüt, Roma'da aynı binada faaliyet göstermektedir.
1981'de Kardinal Ratzinger, yetkili kardinal, yani 'Büyük Engizisyoncu' oldu;
2005'te de hepimizin bildiği gibi Papa oldu.
1951’DE ÖLÜ DENİZ PARŞÖMENLERİ'Nİ
Hıristiyanlıkla ilişkilendirenlere karşı muhalefet sertleşmeye başladı; çünkü
İsa'nın tanrılığı inancını koruması gerekenler için tehlike büyüktü. O yılın
Şubatında önde gelen bir Cizvit akademisyen, Cizvit akademik gazetesi Etudes'te
saldırgan bir yazı yazdı. Diğer akademisyenler, onun, İsa'nın tanrılığı
inancının tehdit altında olduğunu görüp, alarma geçtiğini hemen anlamışlardı.
Aynı dönemlerde Katolik akademisyenleri daha fazla endişelendirecek bir rüzgar daha
esti. 1 no'lu mağarada bulunan
keten kumaş parçaları ABD'ye gönderilerek,
'karbon yaş belirleme testine' tabi tutuldu: Sonuç, M.S. 33 tarihi, artı-eksi iki
yüz yıldı- M.Ö. 2. yüzyıl ile M.S. 3. yüzyılın başları arası bir dönem. Bu, parşömenlerin
Hıristiyan döneminde üretilmiş olmasının mümkün olduğu anlamına geliyordu. Bu
bilgi, kilisenin sürekli yüzleşmek ve katlanmak zorunda kaldığı bir bilgiydi.
Sonra Mart 1951'de, kendini parşömenler
üzerinde kontrol sahibi konuma getirmek için dolaplar çeviren Peder de Vaux,
Duppont Sommer'in Revue Biblique'deki konuşması ve kitabı hakkında oldukça olumsuz
bir eleştiri yayınladı. De Vaux, alaycılığında çekingenlik göstermedi: "Onun
tezi, coşkulu ve o ldukça baştan çıkarıcı bir tarzda sunulmuştur. Çalışması,
çok bilimsel ve zekice hazırlanmıştır."
Fakat Peder de Vaux hata yapmaya eğilimliydi
ve bu eleştirisinde büyük bir hata yapmıştı. Onun, Duppont Sommer'in tezine karşı
sunduğu kanıtlardan biri; 'uzman arkeologların, içinde yazmaların saklandığı bu
testilerin, Filistin'deki
Roma dönemi öncesi Helenistik dönemin
sonlarına ait olduğunu tespit ettikleri bilgisiydi. Peder de Vaux, diğer birçok
iddiasında olduğu gibi bu konuda da yanılıyordu. Sonradan yanıldığını da itiraf
etti. Fakat bu sayede, büyük savaşa yol açan bu küçük çatışmada avantaj sağlamıştı.
1951 sonlarında Peder de Vaux ve
Gerald Lankester Harding, Kumran yıkıntılarında kazı yapmaya başladılar. Sonra üzerlerine
yeni bir rüzgar daha esti: Buldukları tanımlanabilen madeni p aralar; Hıristiyan
döneminin başlangıcından, M.S. 70 yılındaki Yahudi savaşına kadar olan döneme aitti.
Ayrıca yıkıntıların içinde, 1 no'lu mağarada bulunan ve içine yazmaların
saklandığı testilerin aynısından bir tane buldular. Bu durum, hem Kumran yıkıntılarının
hem de parşömenlerin Hıristiyan döneminde kullanılmakta olduğunu gösteriyordu.
Sonra 1 952'de Bedevi, elinde ufalanmış
parşömenlerle dolu bir karton koliyle ortaya çıktı. Bedevi 4 no'lu mağarayı
bulmuştu.
Buradan, sekiz yüz farklı tomara ait
binlerce parça gelmişti. Fakat parçalar çok küçüktü, hatta bazıları minicikti.
Burada bütün hâlde olan hiçb ir metin yoktu. Parçaların bir araya getirilerek tercüme
edilmesi gerekiyordu; ama hiçb ir uzman, tek başına bu işin üstesinden gelemezdi.
Yapılması gereken bunları bir araya getirip, tercüme edebilecek uzmanlardan oluşan
bir ekip kurmaktı. Bu durum. Peder de Vaux'a metinler üzerinde bir ölçüde hakimiyet
kurabilme fırsatı sağlamıştı.
1953'te metinleri sahiplenmesi ve üzerinde
çalışması için, yedi akademisyenden oluşan küçük bir uluslararası ekip toparlandı.
Bu ekip. Peder de Vaux'un idaresi ve Ecole Biblique'nin egemenliği altındaydı. Bu
ekipte dört tane Kato lik papaz vardı. Bunlardan biri; Washington'daki Amerika
Kato lik Üniversitesi'nde hocalık yapan ve daha sonra da Amerikan Doğu
Araştırmaları Okulu'nda direktör olan, Papalık Kutsal Kitap Komisyonu üyesi Monsignor
Patrick Skehan'di. O, "Eski Ahit uzmanlarının en önemli görevlerinden biri,
Mesih'in geldiğinde tanınmasını
sağlayacak gelişmelerin, din tarihi üzerindeki izlerini sürmektir" diyordu.
Görülmektedir ki; Skehan objektif akademisyenliğin güçlü bir savunucusu değildi.
Parşömenler, adı sonradan Rockefeller
Müzesi o larak değişen, Filistin Arkeoloji Müzesi'nde korunuyordu,
Rockefeller'in yönetiminde Peder Ronald de Vaux vardı.
Peder de Vaux, 1955'te Papalık Kutsal
Kitap Komisyonu nun bir üyesi oldu. Ayrıca Ecole Biblique'nin başkanı olarak
kutsal metin arkeolojisinin ön saflanndaki bir isimdi. Onun zamandan itibaren
gelen bütün Exole Biblique başkanları, Pap alık Kutsal Kitap Komisyonu üyesi
olmuştur.
Peder de Vaux, Ecole'nin kutsal kitap
konusundaki akademik ve arkeolojik keşiflere adanmış gazetesi Revue Biblique'i yayınladı.
Revue ayrıca Ölü Deniz Parşömenleri'ne adanmış bir dergi olan Revue de Qumran’ı
çıkardı. Ve 1956'da Kitab'ı Mukaddes'in Katolik
tercümesi yapıldığında -bu kitap daha
sonra 'La Bible de Jerusalem' adını alacaktı-. Peder de Vaux baş editörü oldu. Ayrıca
eski İsrail tarihi ve Ölü Deniz Parşömenleri hakkında önemli çalışmalar yaptı ve
Kumran'da kazılar gerçekleştirdi. Peder de Vaux, bu alanda gerçekten etkili bir
adamdı.
Seçilmiş akademisyenler, parşömenleri
ellerinde bulunduruyordu: Onlardan başka hiç kimsenin parşömenlere ulaşmasına izin
verilmiyordu.
Ancak bir skandal yaşandı: Başta John
Allegro olmak üzere, bazı uzmanlar metinlerini beklenenden daha çabuk
yalanlandı.
Diğerlerininki ise çok uzun sürdü.
Kırk yıl geçmiş ve bazı önemli parşömenler hâlâ yayınlanmamıştı. Kato lik uzmanların,
İsa'nın tanrılığı inancına zarar verecek belgeleri gizlediğine dair şüpheler
arttı.
Ekibin İngiliz üyesi John Allegro'nun
bazı kuşkuları vardı. Mart 1956'da Peder de Vaux ve uluslararası ekibin, 'The
Times of London’a. kendisinin parşömenler hakkındaki yorumlarını kınayan bir
mektup göndermek üzere
olduklarını duyduğunda Allegro, Peder
de
Vaux'a mektup yazarak bir uyarıda bulundu:
Parşömenler üzerine verdiğim her
konferansta aynı soruyla karşılaşıyorum: "Kilisenin kutsal olduğu doğru mu?
Her şeyin yayınlanacağından emin olabilir misiniz?" Göndermeyi
planladığınız mektubun altında. Roma rahiplerine ait üç imzanın ne sonuçlar
doğuracağını düşünmenizi isterim.
Fakat Peder de Vaux ve diğerleri bu uyarıya
aldırmayıp, Allegro'yu gözden düşürmek için bildiklerini okudular. Onun bağımsız
hareket etmesine izin vermeye niyetleri yoktu. Ölü Deniz Parşömenleri sahasında
kontrol, her şey demekti.
Onların bakış açısına göre, aslında bu
mantıklıydı. Bunu anlamak için, 'Tanrının Oğlu' metnine sadece bir göz atmamız yeterli
olacaktır.
1958 TEMMUZ'UNDA, SICAK BİR ÖĞLEN
VAKTİ yeni bir parça metin satın alındı;
Aramice yazılmıştı ve 4 no'lu mağaradan
gelmişti.
Bugün Amerika Katolik Üniversitesinde
kutsal kitap incelemeleri profesörü ve Papalık Kutsal Kitap Komisyonu üyesi olan
Cizvit Peder Joseph Fitzmyer, bana metni ertesi sabah okuma fırsatı
bulduklarını söyledi. 10 Temmuz 1 95 8'de, uluslararası ekipteki uzmanlar,
ellerinde 'tanrının oğlu olarak adlandırılacak' bir kişiden bahseden bir metin olduğunun
farkındaydılar. Bu kişinin Kumran Sadokite Rahipliği'nin destekçisi mi, yoksa
muhalifi mi olduğu konusundaki tartışmalar hâlâ devam etmektedir; ancak asıl konu
bu değildir: Önemli olan şey; Yahudilerin dünyasında sadece İsa için
kullanıldığı düşünülen 'tanrının oğlu' unvanının, daha önceden de kullanıldığının
burada görülmesidir.
Doğaldır ki bu, tartışmalı bir
konudur. Kato lik akademisyenler, hıristiyanlık ve parşömenler arasında mümkün
olduğu kadar uzak bir mesafe kurmaya karar verdiler; bu metnin açığa çıkması,
iddialarının anlamsızlığım gö sterecekti. Bu yüzden metnin varlığını yıllarca gizli
tuttular. Sonunda metinden sorumlu uzman Peder Jo seph
Milik, 1 972'de bir dersinde ondan
bahsetti.
1 990'da haber, popüler bir bülten olan
Biblical Archaeology Review'a. sızdı ve metin yayınlandı. Fakat metnin bulunup,
tercüme edilmesinden itibaren otuz iki yıl geçmişti. Metnin ortadan kaldırılması
gibi kalıcı bir çözüm bulunamadığına göre, yapılabilecek en iyi şey zamana oynamaktı.
Elbette ki bütün bu bekletme
taktikleri, 1991'de Ölü Deniz Parşömenleri'nin tam bir fotoğraf setinin yayımlanmasıyla
son buldu.
California'daki Huntington Kütüphanesi'nin
yaptığı bu yayından kısa bir süre sonra, dünya genelindeki enstitüler kendilerine
korumaları için verilen fotoğrafları da yayınladılar.
Hammadde üzerindeki fiziki
kontrollerini kayb etmiş olmalarına karşın, Ölü Deniz Parşömenleri'ni hâlâ
kontrolü altında tutmak isteyenler, artık bu parşömenler hakkında yapılan
yorumları kontrol altında tutmayı sağlayacak girişimlere odaklanmaya başlamışlardı.
Bu mücadele günümüze değin sürmüştür.
Hata yapmayın: Vatikan dikkatlidir, İsa'nın
tanrılığını reddetmek, hiç de basit bir iş değildir.
Dolaylı o larak Vatikan'ın bu
belgeler üzerindeki eski hakimiyeti, bazılarımızı uzlaşmayı başka yerde aramaya
teşvik eder. Ancak öncelikle, de Vaux'un vardığı bazı sonuçların hatalı
olduğunu kanıtlamak gerekir. Örneğin; onun, metinler üzerinde tekeli olduğu
dönemde, Kumran'ın, içinde bir ‘yemekhanesi’ ve Essenilerin parşömen yazdığı bir
‘yazı yazma odası' olan bir çeşit manastır olduğu sonucuna varması gibi. Bu manastır
modeli, sonraki bütün yorumlarına ve kazılarına yön vermiştir. Daha yakın zamanda
yapılan incelemeler, parşömenlerin Kumran'da yazıldığına dair bile ciddi şüpheler
içermektedir. Bunların Kudüs'ten getirilip, mağaralarda saklandığı görüşü ön plana
çıkmaktadır.
Site hakkında hiçbir zaman bir final
rap o ru yayınlamamış olan Peder de Vaux'un notlarını da inceleyen arkeologlar,
Kumran'ın izole edilmiş bir manastır değil; esans yağı üretimi yapan ticari bir
çiftlik olduğu sonucuna varmışlardır. Peder de Vaux, toprak içindeki
dikey kesitlerin kerpiç duvarlar o lduğunu
ve yapının bu şekilde odalara bölündüğünü ilan etmiştir; ancak bu kesitleri
kazmak konusunda başarısız olmuştu. Bu tür hatalar nedeniyle bir manastır tezi geliştirmişti.
Mezopotamya konusunda deneyimli, kerpiç
yapılar konusunda uzman olan bir arkeologu duvarları görmesi amacıyla Kumran'a götürdüm.
Tek bir duvara b aktı ve sadece güldü. Sonra da bunların duvar değil;
kazılmamış yer olduğunu söyledi. Bu söylediğinin doğru olduğu kanıtlandı: 1991 Aralık
ayı ortalarında, Kumran'da aralıklı fakat sağanak bir yağmur yağdı. Peder de
Vaux'un 'kerpiç duvarlarından' biri sel suları sayesinde topraktan temizlendi
ve çıkıntılı yüzey üzerinde bir kil çömlek ortaya çıktı, İsrail Tarihi Eserler
Kurumu'nda bir işçi olan rehberim, bana, buna ait renkli bir fotoğraf gösterdi ve
o da güldü.
Fakat sonunda, Peder de Vaux'un Ölü Deniz
grubu hakkındaki teorisini bilimsel olarak çürütme fırsatı bulduk: Onun iddiasına
göre; site, M.Ö. 31 yılındaki depremde yıkılmış ve
ardından çıkan yangında yanmıştı. Yıkıntıların
arasından geçen, depremden dolayı oluşmuş bir çatlak olduğunu iddia ediyordu.
Sitenin terk edilme nedeninin bu olduğunu iddia ediyordu. 1 992'de Kumran'a yeraltı
radar ekipmanları ve bunları kullanacak iki uzman götürdük. Deprem fay hattının
var olmadığını ve deprem yüzünden olduğunu iddia ettiği hasarın, sıradan bir
toprak çökmesinden kaynaklanmasının daha muhtemel olduğunu her ikisi de bu tür
keşif çalışmalarında deneyimli olan uzmanlara göre bulduk.
BU İNİŞLİ ÇIKIŞLI KEŞİF YOLCULUĞUMUZ
açısından tüm bunların önemi; Ölü Deniz Parşömenleri'nin gerçek bir dünyada
-İsa'nın yükselişine ve Hıristiyanlığın gelişimine sahne olan bir dünyada-
yaşamış, gerçek bir Mesihsel Yahudi topluluğu tarafından yazılmış olmasından
kaynaklanır. Bu doğrultuda, söz konusu yazmalar bizlere; o insanların
inançlarını, değerlerini, tarihlerini ve kendi dönemleri üzerindeki etkilerini
kavramak açısından eşsiz bir fırsat sunar. Bu belgeler, erken dönem
Hıristiyanlıkta popüler olan ve
Yeni Ahit'te vurgulananlarla
paralellik gösteren temalar içerir. Fakat unutmamalıyız ki; belirgin farklılıklar
da vardır. Hıristiyanlık, Yahudilikten ve yasadan kopup uzaklaşmıştır.
Bu parşömenler orijinal belgelerdir;
o dönemden kalma çoğu belgeler gibi, sonradan tercüme edilmiş veya düzeltmeler
yapılmış metinler değildir. Bununla birlikte, onları mo dern inanç sistemlerimizin
perspektifinden bakarak anlayabilmemiz çok zordur.
Kutsal kitap biliminin en önemli sorunu,
bu sahadaki çoğu akademisyenin ilahiyatçı veya kutsal kitap tarihçisi olarak yetiştirilmesidir.
Bu sahada, saf tarihçilere çok nadir rastlanır ve onlar. Kilisenin öğretisine ters
düşen sonuçlara ulaşan verileri genellikle tarafsız bir tutumla değerlendirebildikleri
için, kendilerini sık sık ilahiyatçıların saldırılarının odağında bulurlar.
BU PARŞÖMENLERİN HRİSTİYANLIĞA DİREKT
ETKİSİ VARDIR. Hıristiyan teolojisinin savunucuları -İsa'yı tanrılaştıran İznik
Konsili'nin teolojisini sorgulamadan
destekleyenler- için iki problem
ortaya koyarlar.
Birincisi, bu parşömenlerin Yeni
Ahit'in ve İsa'nın, önceden varolan Mesihsel Yahudi inancı içinden çıktığını
gösteren bol miktarda kanıt sunmasıdır. Bu, şu anlama gelir: Hıristiyanlık, tarihte
gerçekleşen spesifik bir olay üzerine kurulmuş değil; zaten var olan ve 'Tanrının
Oğlu’ terimini kullanan bir oluşumun devamıdır.
İkincisi ise, parşömenlerin,
İncillerin teolojik birliğini sorguluyor olmasıdır. Parşömenler, James -İsa'nın
kardeşi ve Kudüs Mesihsel toplumunun lideri- ile İsa'yı hiç tanımamış olan Paul
arasındaki derin çatışmanın nedenine ışık tutuyordu. Bu çatışma, Yeni Ahit'te23 derin
ve onarılamaz çatlaklar oluşmasına neden olmuştu. Örneğin; Paul'ün, yasadan
muaf olma konusunu dile getirdiği yazılarıyla James'in yasaya sadık olmayı
vurguladığı yazıları kıyaslandığında ortaya çıkan bölünme gibi.
Ancak bizlere alternatif bir bakış
için nedenler sunan, sadece parşömenler değildir: İncillerin
kendileri bile, İznik'te yapılan teolojik
düzenlemeleri desteklemek konusunda başarısız kalır. İsa gerçekten tanrı
olduğunu iddia etmiş miydi? Görünüşe göre hayır. Joseph Fitzmyer, dikkate değer
bir itirafta bulunur: "İnciller bu iddiayı direkt o larak ortaya
koymaz."
BÜTÜN BUNLAR ÖNEMLİ MADDELERDİR:
Hıristiyanlığın temelinde İsa'nın tanrılığı inancı yatar. Fakat İnciller böyle bir
iddiada bulunmaz ve Ölü Deniz Parşömenleri; Hıristiyanlığı, içinde tanrısal bir
Mesih kavramı bulunmayan Mesihsel Yahudilikten ayrı tutamayacağımızı kanıtlar. Bu
nedenle, Vatikan'ın bu parşömenleri elinden geldiğince uzun süre gizlemekten başka
seçeneği kalmamıştır. Hıristiyanlıkla bu metinleri yazan topluluk arasına
mümkün olduğunca uzak bir mesafe koymak için, her fırsatı değerlendirmekten
başka yapabileceği bir şey yoktur. Daha da ötesi, Vatikan'ın tek seçeneği;
artık gün yüzüne çıkmış olan bu metinler üzerinde yapılan yorumlan ko ntro l altında
tutmaya çalışmaktır.
Temel sorun; California'daki
Claremont ilahiyat
Okulunda Yeni Ahit profesörü olan
Burton Mack'in açıkladığı gibi, gerçek İsa hareketinin, bir İsa mitolojisi tarafından
geçilip geride bırakılmış olmasıdır. Bu, 'Hıristiyan efsanelerinin gerçek tarih
olduğunu iddia eden ve sadıklarından buna inanmasını isteyen' Kilise için dengesiz
bir durum oluşturmuştur. O, bu mitoloji ve tarih karışımı için alternatif açıklamalar
bulunmaya çalışıldığı zaman, 'Hıristiyanlık inancının başının büyük belaya gireceğini'
ve İncillerin 'Hıristiyan Mitinin' ürünü olmasından dolayı, bu dinin, ciddi şekilde
değişime uğramak zorunda kalacağını açıklar. Mack, eleştirisinde oldukça açık
sözlüdür: "Hıristiyan miti. İsa geleneklerinde karşılaştıklarımızdan çok daha
fantastik bir hayal dünyası yaratmıştır." İsa gelenekleri Yahudiliktir; İsa
efsanesi ise değildir. Şimdi, anlaşılmış olmalı ki; tarihsel İsa ile inancın
İsa'sı arasında büyük bir uçurum vardır, Hıristiyan teolojisinin bu baskıcı
muhafızları, ikisinin de aynı olduğu konusunda ısrar etseler bile, verileri dürüstçe
değerlendiren her tarihçi, bunun böyle olmadığını kolaylıkla görebilir.
Vatikan'ın,
zaptetme ve ko ntro l altında tutma
konusundaki başarılarını nasıl sürdürdüğünü yeterince gördük. Ancak bu sabit görüşlü
tutumunu sürdürmesi, artık giderek zorlaşmaktadır.
Birikmiş yalanlar, dogmalar ve aldatmacaların
ağırlığından dolayı, bir aşamada baskının fazla gelip, bütün bu yapının
çökmesine neden olması kaçınılmaz görünmektedir.
Ölü Deniz topluluğuyla, Kudüs'te James
liderliğindeki erken Hıristiyan toplumunun - Elçilerin işleri kitabında bahsedilen-
eşleştirilmesi konusuyla ilgili ayrıntıları belirtmek faydalı olacaktır. Ölü Deniz
Parşömenleri, erken Hıristiyan belgeleridir ve bize bugünkü mito lojileri nasıl
değerlendireceğimize dair bir bakış açısı kazandırır. Fakat bu yolla anlatmaya çalıştığımız
hikaye, bütünün sadece küçük bir parçasıdır.
Bununla birlikte şunu da söyleyebiliriz
ki; İsa'nın gidişiyle James, Romalılara karşı çıkan ve Yahudi yasasını bedeli
ne olursa olsun destekleyen Zelot ideallerine sadık kaldı. Mesajı sürdüren ve
Yahudi olmayanlar için
Hıristiyanlığı yaratan kişi Paul'dü. James,
sadece Yahudiliği ve Yahudiye'yi önemsiyordu. Paul, tüm kişisel özelliklerinden
ötürü, Yahudilere uzak bir mesafeden baktı. İsa'yı, uzun zamandır içine
batırıldığı dogmadan kurtarabilir miyiz?
BU KİTAPTA İSA'NIN BAZI YAKIN ARKADAŞLARININ
yardımı ve Roma Valisi Pontius Pilate'nin kurduğu tezgahla ç armıhtan sağ o
larak kurtulduğu önermesinde bulundum. Aramatyalı Yusuf, İsa'nın bedenini
istemeye gittiği zaman, Pilate planın başarısız olduğunu ve İsa'nın gerçekten
öldüğünü düşündü; Markus'un; İncilinde, İsa'nın bedeni için 'ceset' anlamına gelen
Grekçe ptoma kelimesini kullandığından da anlaşılacağı gibi.
İsa ölmemişti; ama görünüşe göre acil
tıbbi müdahaleye ihtiyacı vardı. Haçtan indirildi ve boş bir mezara yerleştirildi.
Sonra gece olduğunda, Yuhanna'nın İnciline göre Aramatyalı Yusuf ve Nicodemus, yanlarında
ilaçlarla geri geldiler. Tehlikenin geçtiğini düşündükleri anda onu mezardan çıkarıp,
iyileşebileceği güvenli bir yere götürdüler. Bu
olay, -yaşayan İsa'yı mezardan taşıma-
Rennes le Chateau Kilisesi'ndeki 14 numaralı tasvirde betimlendi.
Ya sonra ne oldu? Bilemiyoruz...
Ancak dünyadan yok olmadı; kendisi hakkında yaratılan mitolojiye göre öyle olmasa
da... Bir yere gitti.
Tarih araştırmalarının bir kuralı, bilinen
gerçekleri değerlendirmeye çalışmaktır. Fakat maalesef burada b ilinen hiçbir
gerçek yoktur ve yaptıklarımız bir eleştiriden öteye gidememektedir. İsa
hakkında hiçbir metin, hiçb ir Roma kaydı, aile kağıtları veya el yazmaları yoktur.
Elimizdeki tek şey, Dr. Douglas William Guest Bartlett'in ikinci elden aktardığı,
İsa'nın M.S. 45 yılında ‘hayatta o lduğu’ ve sağ kurtuluşunun 'aşırı dinciler'
sayesinde gerçekleştiği bilgisidir.
Bartlett bunu, orijinal belgeyi tercüme
eden ve söz konusu bilginin doğru o lduğunu öne süren arkadaşı ve akıl hocası Rahip
Alfred Lilley'den duymuştu. Bartlett, bilginin doğruluğundan
şüphe etmiyordu. Lilley'in okuduğu ve
kırk-elli yıl sonra, yaşamının sonlarında hâlâ hatırlamakta olduğu bu bilgiden
Bartlett'e sözünü ettiği ve bir kırk-elli yıl daha sonra da Bartlet'in bize bahsettiği
bir elyazmasını tartışıyoruz. Bunun ne kadar doğru olabileceğini merak etme hakkına
sahibiz.
'Aşırı dinciler' kulağa, bir belgede
yer alacak türden değil de, görüş bildiren bir ifade gibi gelmektedir. Herhangi
bir grubu 'aşırı' diye tanımlamak, onlar hakkında bir yargıda bulunmak anlamına
gelir; o hâlde burada kim yargıda bulunuyor? Belki de Rahip Lilley. Daha önemlisi,
gördüğümüz gibi Zelotlar, Roma'ya vergi ödenmesine karşı çıkışı desteklemediği
için İsa'dan nefret etmiş olmalıydılar. O hâlde bu bilgiyi desteklemek zordur
ve dediğim gibi, sadece bir görüşten ibaret olmalıdır.
Fakat önemli olan bilgi; İsa'nın hayatta
olduğu iddia edilen M.S. 45 yılıydı. Bu önemlidir; çünkü tarihler yoruma açık
değildir: M.S. 45 üstünden yıllar geçse bile hatırlanması kolay bir tarihtir.
Bu, Bartlett'in mektubunda tartışmasız
kabul edeceğim ve gerçekle yorumun b
irb irin e karışmadığına dair şüphe duymayacağım tek bölümdür.
Peki İsa'ya sonra ne olmuştu? Yaşamak
için nereye gitmiş olabilirdi? O belgedeki tarihte, yani M.S. 45'te nerede
olabilirdi? Gerçekten Roma'da bulunmuş ve Suetonius tarafından kaydedilen,
Yahudi toplumu arasındaki diğer huzursuzluklara sebep olmuş o lab ilir miydi?
Bu noktada tek yapabileceğim tahmin yürütmektir.
O dönem hakkında b ilinenlerin sınırlarından çıkmadan bunu deneyebiliriz. Görünüşe
göre; İsa'nın gitmiş olabileceği tek bir yer vardı: Mısır. Eğer Romalılardan
gerçekten gizli yardım aldıysa -çıkar amaçlarından ötürü- yapılacak en kolay iş,
gizlice Sezarya Limanı'na gitmek ve oradan denize açılmak olurdu. Yanına da karısı
olduğunu ileri sürdüğüm Mecdelli Meryem'i alırdı. Meryem gerçekten de çarmıha
gerilişi takip eden birkaç gün içinde ortadan kaybolmuştur. Elçilerin
İşleri'nde de ondan hiç bahsedilmez.
Fakat İsa, Mısır'da nereye gitmiş olabilirdi
ki? Yahudi bir Roma generali olan Tiberius İskender'in, Philo'nun ailesiyle b
irlikte yönettiği İskenderiye'ye gitmiş olması ihtimali zayıftır. İsa ne kadar
mistik olursa olsun, onların, Yahudi bir Mesih'i hoş karşılamaları beklenemezdi.
Buna ek o larak; İskenderiye'de birçok Zelot sempatizanı yaşamasına rağmen,
bunların binlercesi, Yahudiye'de Romalılara karşı açılan yıkıcı savaşın
başladığı yıl olan M.S. 66'da kışkırtmalara başladıkları zaman, Tib eriu s İskender
tarafından katledilmişti. Zelot sempatizanları kesinlikle İsa'nın hayatta kalışından
haberdar olur ve karşısına dikilirlerdi. İskenderiye'den uzak durmak, o ve
ailesi için akıllıca bir davranış o lurdu.
Ayrıca İsa ve Meryem'in, Mısır'a
vardıklarını kabul ettiğimiz tarihte. Yunanlılar ile İskenderiyeli Yahudiler arasındaki
tansiyon yükseliyordu. Şüphe yoktur ki; bu gerilime, diğer büyük bir Yahudi
merkezi olan Yidfu ve Güney Mısır da dahil olmuştur. Bu kıvılcımlar Roma valisi
tarafından körükleniyordu ve
olaylar M.S. 38 Ağusto sunda p atlak vermişti.
İskenderiye'deki bütün Yahudiler yurtlarını terk etmeye zorlandı, saldırılara
uğradı ve malları yağmalandı; birçoğu hayatını kaybetti. Bu, çarmıha gerilişten
sadece iki yıl sonraydı; eğer Hugh Schonfield'in Fısıh'ı tarihlemesi (M.S. 36) doğru
ise...
Benim kişisel düşüncem, İsa ve
Meryem'in, Onias'ın Tapınağına veya yakınlarında bir yere sığındığı yönündedir,
çünkü orası, Zelotların politik kaygılarına değer verilmeyen, mistik ve Sadok rahipliği
anlayışının hakim olduğu bir yere benziyordu. Bu tapınağa bağlı olanlar, Philo
ve İskenderiye asilleri tarafından yok sanılıyor ve görmezden geliniyordu, İskenderiyeli
Zelot sempatizanları dikkatlerini, Onias'ın Tapınağı'ndan çok, Yahudiye ve Kudüs'teki
tapınağa çevirmiş olmalıydılar ve elbette ki Yahudiyeli Zelotlar da, dünyevi politik
planları olmayan bu tapınağı bir rakip olarak görmemiş ve umursamamış
olmalıydılar.
Orası güvenli bir yer gibi görünüyordu;
en azından bir süre için. İsa ve Mecdelli Meryem
hakkındaki mistik geleneklerin tanınarak
kulaktan kulağa yayılmasına yetecek kadar uzun bir süre için...
Belki İsa orada öğretilerini yaymaya
sessizce devam etmişti. Belki de, çoğu Gnostik hareketinin müttefikleri olan Hıristiyan
grupların, M.S. 2. yüzyılda Mısır'da ortaya çıkmalarının nedeni buydu. Onlar İsa'nın
öğretilerini mi yaşatıyorlardı? Bu soru, bizi, Mısır kaynaklı olan fakat Paul'ün
etkisi altındaki Kilise tarafından reddedilen metinleri daha yakından incelemeye
yöneltmelidir. Çünkü İsa'nın otantik sözlerini bulma olasılığının en güçlü
olduğu metinler bunlardır.
Ya sonra ne oldu? Yahudiye'deki savaştan
sonra, Onias'ın Yahudi Tapınağı kapatıldıktan sonra İsa nereye gitti? İsa ve
ailesi bu olaylardan uzun süre önce oradan ayrılmış olmalıydı. Yine tamamen spekülasyon
yaparak. İsa ve ailesinin M.S. 38'deki karmaşaya dek kalmış olmasının da mümkün
olduğunu belirtmeliyim. Bu tarihte, Mısır ve Yahudiye'den uzak bir yere
gitmenin çok daha makul olacağı anlaşılmış olmalıydı.
Yunanlılarla sorunları olmayan Yahudi
bir toplumunun yaşadığı yere.
Fransa'daki Aude Nehri'nin geçtiği
büyük bir Roma ticaret limanı olan Narbonne'da, bölgenin en eski Yahudi nüfusu
yaşıyordu. Burası bir Roma şehriydi ve Marsilya, Lyon ve Rhöne Vadisi'nden farklı
olarak; bu bölgenin Hristiyanlığa geçmesi uzun zaman almıştı. Burada Hıristiyan
misyonerlik faaliyetleri yoktu veya varsa da etkili değildi. Ayrıca Narbonne,
Fransa'da Yahudi toplumuna ait en eski belgelerin bulunduğu yerdir. Narbonne ve
Marsilya, Mecdelli Meryem'in bir gemiyle Orta Doğu'dan ayrılarak gelişi
hakkındaki efsanelerin anlatıldığı bölgede bulunan iki önemli kenttir.
Ayrıca Fransa'nın güneyinde yaşayan bu
Yahudi toplumunun, İsa'nın M.S. 45'te hayatta olduğunu gösteren belgenin -Rahip
Lilley'in gördüğü belge-kaynağı olması da akla yatkındır. Rahip Lilley, bildirdiğimiz
gibi, bu elyazmasının bir zamanlar güney Fransalı Gnostik Katarların elinde bulunduğuna
inanıyordu. Bu olasılık, söz konusu belgenin, Güney Fransa kaynaklı o lduğu
önermesini do ğurur.
Ortaçağ sonlarına dek, Narbonne'da
Davut'un neslinden geldiğini iddia eden ailelerce korunmuş bir soy kütüğü metni
olabilir miydi? Ünlü Yahudi gezgin ve yazar Tudelalı Benjamin, 1166 yılı
dolaylarında Narbonne'u ziyaret etti ve oranın, 'aile ağacında Davut'un
neslinden geldiği görülen bir lider' tarafından yönetilen Yahudi toplumunun yaşadığı
bir yer olduğunu yazdı. "Burada, M.S. 1. yüzyıl tarihli ve Kudüs'ten gelme
bir belgenin daha sonradan Fransızca'ya tercüme edilmiş bir kopyasından bahsediyor
olabilir miyiz? Göreceğimiz gibi bu oldukça mümkündür; çünkü böyle belgeler bulunmuştur.
OLAĞAN DIŞI ORTADOĞU ANTİKALARI
piyasasında çoğu zaman söylentiler; yeni, değerli buluşlar ve yapılacak p azarlıklar
olur. İsa'ya ilişkin ve Vatikan için tehlikeli bazı belgelerin varlığına dair söylentiler
sürüp gider. Kimse detaylar hakkında yeterince bilgi sahibi değildir. Ben de
hep bu belgelerin izini sürdüm.
Kutsal Kan, Kutsat Kase'nin yayınlanışından
sekiz yıla yakın bir süre sonra, piyasadaki b ağlantılarımın yardımıyla, bu söylentilere
konu olan belgeleri elinde tutan kişiye ulaştım.
O, büyük bir Avrup a şehrinde uzun yıllar
yaşamış bir İsrailliydi. Zengin bir iş adamıydı; ancak gerçek tutkusu, fiyatına
bakmaksızın, dini anlamları olan antik nesneler toplamaktı. Sebebini bana şöyle
açıklıyordu: "Tüm insanoğlu, kutsalla direkt iletişim kurmaya çalışır ve
biz, sembolizmi, ona ulaşmada yardımcı bir unsur olarak kullanabiliriz."
Çok kültürlü, kendinden emin, yüksek
zekalı ve önsezi sahibi bir insandı. Sadece cesur bir adam, onu antika pazarlığında
kandırmayı deneyebilirdi. Beni evinde hoş bir şekilde karşıladı ve kahve ikram
etti. Kanepede oturmuş, önümdeki alçak sehpaya bakıyordum. Tablası, şeffaf
camdı. Sehp anın alt kısmı ise büyük ve gri seramik bir tabloydu. Bu tam anlamıyla
tarihin derinliklerinde kalmış bir 'Kenanlı Tapınak' ritüelini betimliyordu.
Kutsal mekanın bir ucuna kutsal taşlar yerleştirilmişti ve
her biri farklı bir eylem icra eden, birçok
seramik figür ayine iştirak ediyordu. Bunun, sıra dışı bir parça olduğunun
farkına varıp, bir süre b akakaldım. Bu tabloya bakıldığında ritüelin nasıl
işlediği anlaşılabilirdi. Ancak bildiğim kadarıyla hiçbir akademisyen, o güne kadar
o parçayı görmemişti.
Ev, dünyadaki her müzenin sahip olmak
isteyeceği türden özel bir hava -içinde türünün tek örneği olan nesnelerin
muhafaza edildiği, ısı ve nem kontrollü özel kabinlerdeki gibi- ile doldurulmuştu.
Bana etrafı gezdirdi ve kanepeye geri dönmeden önce birkaç özel hazine gösterdi.
Sonra eşi bize birer kahve daha getirdi ve o bana geçmişinden bahsetti.
Geçmişte, Ölü Deniz Parşömenleri'ni satan
Kando'nun arkadaşı olduğunu söyledi. Bir zamanlar Kando ile İsrailliler
arasında aracılık yapıyormuş ve Tapınak Parşömeni'nin p azarlıklarına dahil olmuş.
Arkadaşım, Kando'dan parşömenin bir parçasını alarak kendisine, bedeli ne
olursa olsun satın almak istediğini söyleyen Yigael Yadin'e götürmüş.
Görüşmeler sürerken, 'Altı Gün
Savaşı' p atlak vermiş; 1967 Haziranında Batı Şeriya'nın İsrail kuvvetleri tarafından
işgal edilmesinden sonra Yadin, parşömene el koymak için Kando'nun Beytüllahim'deki
evine gitmiş. Orada bir yerde saklı olduğunu biliyormuş. Kando alınıp, dört gün
sorguya çekilmiş. Parşömen, sonunda bacanın içine saklandığı yerden çıkarılmış.
Kando, başına gelenlerden dolayı
çılgına dönmüş ve İsraillilerle artık çalışmamaya karar vermiş; fakat arkadaşıma,
elinde büyük parşömen koleksiyonu olduğunu ve hepsini Şam'a naklettiğini
söylemiş. Ayrıca bedevinin daha fazla tomarlar bulduğu başka mağaralarında
olduğunu ve bunların arkeologlar tarafından bilinmediğini de eklemiş. Ne yazık ki
bedevi, metinleri kesip parça parça satıyormuş. Çünkü bu şekilde daha çok para
kazanab iliyormuş. Arkadaşım, bana, bir önceki sene kendisine bir parşömen rulo
sundan 20 cm.lik bir kesitin -kutsal kitap değil; tarikat parşömeni olarak tanıtılan-
geldiğini ve bunun için 500.000 dolar fiyat istendiğini söyledi.
Rulonun tamamı için istenen fiyat ise
10 milyon dolarmış. Fiyat elbette ki pazarlığa açık.
Sonra arkadaşım bana, başkalarından da
duyduğum Yigael Yadin hakkında bir hikaye anlattı. Yadin, Masada'da kazı yaparken
birçok metin bulmuş. Bir kısmını tercüme etmiş, diğerlerini de Londra'ya götürüp,
sahte adlarla birkaç farklı b ankanın kiralık kasalarına koyarak koruma altına
almış. Arkadaşım bana, Yadin'e uzun bir parşömen rulo su sattığını ve onun bunu
da Londra'daki bir bankanın kasasında sakladığını söyledi.
Maalesef Yadin, 1984'te öldü ve bu bankaların
hangi bankalar, kasa kiralamak için kullandığı sahte adların da hangi adlar olduğuna
dair hiçb ir kayıt bırakmadı. Bu nedenle, bu b ankalar kasaları açıp
içindekileri keşfedene dek, metinler kayıp olarak kalacak ve akademik hizmete sunulamayacaktır.
Sonra b ağlantım 'İsa Yazmaları' konusunu
açtı. O anda karısı çılgına döndü ve ellerini havaya kaldırıp sallayarak, bağıra
bağıra bir şeyler
söyledi ve sinirli bir şekilde odadan
çıktı. Onun dilini bilmediğim için dediklerinden bir şey anlamadım; ancak
belliydi ki, bu yazmalardan bahsedilmesini istemiyordu.
Arkadaşım bana hikayeyi anlattı.
1960'ların başında antika araştırması sırasında Kudüs'teki Eski Şehir'de bir ev
satın almış. Evin mahzeninden dışa doğru kazarak, taş yatağına ulaşmış ve erken
dönem Hıristiyan tapınak bölgesinde daha da derine inmiş. Bir sene sonra, üzerlerinde
Aramice metinlerin yazılı o lduğu iki tane papirüs ve beraberinde bazı objeler bulmuş.
Sonra bunların ait olduğu dönem olarak, ortalama M.S. 34 yılı tespitini yapmış.
Papirüs metinler, Yahudi Mahkemesi
Sanhedrin'e Aramice olarak yazılmış mektup larmış. Yazarı, arkadaşımın
açıkladığına göre, kendisini bani meshiha olarak tanıtıyormuş; İsrail'in
Çocuklarının Mesih'i. Afallamıştım. Kulaklarım beni yanıltıyor muydu yoksa? Söylediklerini
dikkatle dinledim.
Açıklamaya devam etti:
Bu kişi, yani İsrail'in Ço cuklarının
Mesih'i kendisini Sanhedrin tarafından yapılan bir ithama karşı savunuyormuş; metinde
kendisini 'Tanrının Oğlu' olarak adlandırmakla suçlandığı görülüyor ve bu suçlamaya
karşı kendini savunması isteniyormuş. Birinci mektupta Mesih; anlatmak istediğinin,
kendisinin 'Tanrı' olduğu değil; kendisinde 'Tanrının Ruhu' olduğunu
söylüyormuş -fiziksel olarak tanrının oğlu değil; ruhsal olarak tanrıya adanmış
bir oğul-. Ve kendini 'ruhsal olarak' bu şekilde hisseden herkesin, bir 'Tanrı
oğlu' olduğunu ekliyormuş.
Diğer bir deyişle, Mesih -İsa
olduğunu düşündüğümüz kişi- bu mektuplarda açık bir şekilde tanrı olmadığını
belirtiyormuş, en azından herhangi birinden daha fazla. Bunun, Vatikan'ın
yayınlanmasını istemeyeceği bir şey olduğu kesindir.
Bu hikayeyi dinlerken, Yuhanna'nın
İncilinde (10:33-35) anlatılan benzer bir olay aklıma geldi: Kısa bir pasajda,
Yahudilerin İsa'yı dine aykırı davrandığı gerekçesiyle taşladıkları
anlatılır. Onu, "Sen sadece bir insansın,
ama Tanrı olduğunu iddia ediyorsun" diyerek suçlarlar. İsa, sakin bir şekilde
Eski Ahit'ten (İlahi: 82) alıntı y ap arak karşılık verir: "Yasanızda 'siz
ilahlarsınız dedim' diye yazılı değil mi? O hâlde Yasa, tanrılar sözünü tanrıya
işaret edenler anlamında kullanır." İncil'in aktardığı bu olayın, Sanhedrin
tarafından incelemeye alınan meshihanın olayıyla bir bağlantısı var mıydı?
Bu iki papirüs mektubu keşfeden
arkadaşım, mektupları arkeolog Yiagel Yadin ve Nahman Avagid'e gö stererek
fikirlerini sormuştu. Her ikisi de bu mektupların gerçek ve çok önemli olduğunu
belirtmişti.
Yazık ki, Papa XXIII. John'a
bildirmeleri için, bazı Kato lik akademisyenlere -tahminen Ecole Biblique üyeleri
ve Papalık Kutsal Kitap Komisyonu danışmanları- bu mektuplardan bahsetmişler. Papa,
İsrailli uzmanlara haber göndererek, bu belgelerin yok edilmesini istemiş.
Onunla görüştüğüm zaman bu olayın
üzerinden yirmi beş yıl geçmişti. Ancak arkadaşım metinleri yayınlamayı hâlâ reddediyordu;
çünkü bunların yayınlamasının, sadece Vatikan ve İsrail arasında sorun yaratacağına
ve antisemitizmi körükleyeceğine inanıyordu.
Eşinin neden öyle davrandığını şimdi
anlamıştım.
Doğal olarak 'İsa Yazmalarını'
görmekten umudum yoktu. Onların gerçekten var olduğundan emin olmak ve Evet, gerçekten
varlar, onları gördüm' diyebilmek istiyordum. Bunu arkadaşıma söylediğimde reddetti;
bana şu anda gösteremeyeceğini söyledi. Fakat inanılmaz ilgimi çeken diğer
birçok hazinesi vardı ve bu yüzden takip eden aylar içinde sohbet etmek ve yeni
satın aldığı şeyleri görmek için birkaç kere daha onu yerinde ziyaret ettim.
Sonra bir gün, yanına geldiğimde, hemen kapıya çıkıp montunu giydi.
"Benimle gel" dedi. "Zamanın
var mı?"
"Evet var" dedim ve arabaya
bindik. Beni şehrin diğer bir bölümüne götürdü. Gittiğimiz yerde büyük bir kasa
vardı. Öyle büyüktü ki; içine girip yürümeye başladık. Burası da ısı ve nem kontrollü
bir yerdi. Onu izledim. Sonra bana camlı çerçevelere konulmuş iki papirüs metin
gösterdi. Her biri ortalama 45 cm. boyunda ve 22 cm. enindeydi. Onları elime aldım.
Bunlar İsa Yazmaları, yani İsa'nın Sanhedrin'e gönderdiği mektuplardı.
Vardılar. Ellerimdeydiler. O anı hiç unutamıyorum.
Bu, aynı zamanda, tanıdığım bazı uzmanlar
gibi, antik dilleri bilmediğim için inanılmaz üzüntü duyduğum anlardan biriydi.
O an bunlar bana, içinde hazine o lduğunu bildiğiniz ama anahtarınız olmadığı
için açamadığınız birer kasa gibi geldiler. Ne yazık ki; yapabileceğim hiçb ir şey
yoktu. El yazması malzemeler konusunda uzun yıllar içinde kazandığım deneyimlerime
rağmen, ellerimde tuttuğum şeyler yüzünden duygularımı kontrol edemiyordum. Bunların
yayınlandığı zaman, tarihi değiştirebileceğini düşündüm ve ürperdim.
İyi ki güvendeydiler. Sonra yazmaları
ona geri verdim. Gülümsedi. Beraber yemeğe gittik.
O gün, ne yediğimiz hakkında hiçbir fikrim
yok; çünkü gördüklerim yüzünden beynim durmuş gibiydi. Herkesin bu yazmalardan
haberi olmasını istiyordum. Sokağın ortasında durup bağırarak, geçen herkese onların
var olduğunu, onları gördüğümü ve dokunduğumu söylemek istiyordum. O gün, bu mektupların
kontrol ve tercüme edilmeleri amacıyla deneyimli bir akademisyene ulaştırılması
için elimden gelen çabayı göstermeye karar verdim. Ve bu uzmanı tanıyordum.
DURUM, DR. DOUGLAS BARTLETT'İN BİZE,
İsa'nın M.S. 45 yılında hayatta olduğuna dair açık kanıtlar içeren bir el yazmasından
bahsettiği zamankinden farklı değildi. Bence buradaki en önemli kanıt, mektubun
İncilsel bir dille değil de dünyevi bir dille yazılmış olması olabilirdi. Bu tür
belgeleri inandırıcı yapan sadelikleridir. Sonuçta bu mektuplar kendini
savunmak için mahkemeye ifade vermiş bir adamın açıklamalarını içeriyordu. Daha
önce de
açıkladığım gibi; eğer tarihsel İsa'yı
tam olarak anlamak istiyorsak, bizi gerçeğe ulaştıracak en önemli ipuçlarının, bu
tür dünyevi belgelerde olduğunu bilmemiz gerekir.
Dünyadaki tüm arşivler tam olarak incelenmiş
değildir; Vatikan'da, İstanbul’da, Kahire'de, Londra'da, Paris'te, Berlin'de ve
diğer birçok büyük kentte bulunan büyük kütüphane ve arşivlerde tonlarca
orijinal belge bulunmaktadır. Bilinmeyen veya uzun süredir kayıp olan
belgelerin keşifleri, genelde bu koleksiyonlar sayesinde yapılır. Ortaçağ
başlarında birçok Müslüman akademisyen, daha eski metinleri incelediği ve yazılarında
bunlardan alıntı yaptıkları için; İslami kütüphanelerdeki birçok metin keşfedilmeyi
bekliyor olabilir. Söz konusu metinlerin çoğu eski Süryanice -İsa'nın lisanı olan
Aramice'nin bir versiyonu-çalışmalardan - muhtemelen Nesturi Hıristiyan
toplumlarından- ve 5. yüzyıldan itib aren kurulan ancak daha eski metinleri
saklayan manastırlardan gelir. Bu yüzden İsa'nın yaşamına ve dönemine ışık tutan
bazı eski metinlerin bu koleksiyonlar arasında
bulunabileceğini düşünebiliriz.
Ayrıca belirttiğimiz gibi, parasal güce
sahip birçok bireysel koleksiyoncu vardır ve onlar, antik kütüphanelerden
götürülen, gizli odalarda keşfedilen veya kumların altındaki yıkıntıların
içinde bulunan malzemelerin teklif edildikleri ilk adreslerdir.
Göreceğimiz gibi daha başka keşifler de
olacaktır...
Akşamın erken saatleriydi. Çalışma odamdaki
ışık zayıflamaya başlıyordu. İngiltere'de gökyüzü kendini geceye teslim etmek için
hazırlanıyordu. Profesör Eisenman ve ben, oturmuş sakince konuşuyorduk; ama aslında
ikimiz de telaşlıydık. Sonra beklenen an geldi: Faks makinesi çaldı ve mesaj
gelmeye başladı.
Durup heyecan ve merakla gönderimin bitmesini
beklemeye başladık, İsviçre'de bir Otelden, iki bin yıllık Ölü Deniz Parşömenleri
ne ait bir b ö lümün gönderilmesini bekliyorduk. Ve faks satır satır geliyordu...
İlk sayfa göründüğünde Eisenman
sabredemeden kağıdı faks makinesinden çekip aldı. Kısaca bir göz atıp, hayal kırıklığına
uğramış bir şekilde kağıdı bana verdi.
Heyecanlanmamızın boşuna olduğunu
anladım. Bu, yüz veya iki yüz yıllık bir Yahudi Torası (Tevrat) metnine ait bir
kopyaydı. Sahip olunacak hoş bir nesneydi; fakat Ölü Deniz
Parşömenleri'yle bir ilgisi yoktu. Bu
metnin Müslüman sahiplerinin, bu iki metin arasında ne fark olduğuna dair hiçbir
fikirleri olmadığını görüyorduk. Buna pek de şaşırmadık. Bu iş için uzun süre
uğraşmıştık; ama aramaya devam etmek zorundaydık. Çünkü, gerçekten önemli olan
bir metnin ne zaman karşımıza çıkacağını bilemezdik. Nitekim bu tür fırsatlar, hep
en umulmadık anlarda karşıma çıkmıştı.
BU OLAYI TAKİBEN BİR BAHAR GÜNÜ eşimle
beraber, Akdeniz'deki Mayorka Adası'nda yaşayan Amerikalı bir do stumuzun
evinde öğle yemeğindeydik. Başka misafirler de vardı ve içlerinden biri daha önce
bir veya iki kere karşılaşmış olduğum bir işadamıydı.
"Ölü Deniz Parşömenleri üzerine
yazdığınız kitabı okudum" dedi, bana doğru eğilerek. Şaşırmıştım. Onu,
hukuki konularla alakalı bir girişimci olarak tanıyordum ve Ölü Deniz Parşömenleri’nin
konusuyla ilgilenecek birine benzemiyordu. Sonuncu eşiyle birlikte Arap körfez
ülkelerinden birinde yaşıyordu.
"Diğer parşömenlerin nerede olduğunu
biliyorum."
"Diğer Ölü Deniz Parşömenleri mi?"
diye sordum şaşırarak.
"Evet" diye cevapladı. "Kuveyt'te.
Çok para ederler mi?" diye ekledi.
"Evet" dedim. "Elb
etteki, doğru türdenseler. Tarikat Parşömenleri! Bu metinler, kendilerini yazan
ve Tapınak hakkındaki tutumları doğrultusunda detaylandıran Yahudi topluluğuna
özeldir ve kıymetlidirler. Peşer denilen metinler de öyle. Bunlar da kutsal
kitap hakkında yorumlarıdır. Standart kutsal kitap metinleri ise en az değerli o
lanlardır."
Bir dakika boyunca cevap vermeden
durdu. Bekledim. Sanırım nefesimi tutuyordum. "Bir arkadaşımla
konuşmalısın" dedi sonunda. "O, istihbarattandır." Sonra o körfez
ülkesinin adını vererek ekledi, "İyi b ağlantıları vardır. Ama ilk önce onunla
ben bir konuşayım."
"Peki" dedim soğukkanlılığımı
koruyarak. "Hazır olduğunda bana haber ver. "
Birkaç gün geçti ve hiçbir haber alamadım.
Ben de İngiltere'deki evime geri döndüm. Fakat bir süre sonra bir faks aldım.
"Saad'ı ara" diyordu ve bazı telefon numaraları vardı. Fakat sonunda,
"Parşömenlerin İsraillilerin eline geçmesini istemiyor" diye belirtmişti.
Hemen Saad'ı aradım. Parşömenleri nereden
bulacağını sordum. Onun ailesi, orijinal parşömenlerin tedarikçisi olan ve elinde
daha başka parşömenler de olduğundan şüphe edilen, Beytüllahim'deki antika satıcısı
Kando'yu - hayattayken- tanıyordu. Saad bildiğim bir şeyi tekrarladı: Söz konusu
parşömenler Kuveyt’te bir akrab asının elindeymiş.
"Bana bu parşömenleri iyice
tarif edebilir misin?" diye sordum. Çünkü Eisenman ile beraber yaşadığımız
Tora deneyiminden sonra, daha dikkatli davranıyordum. Saad, bana döneceğini
söyledi.
Birkaç hafta sonra beni aradı ve sorduğum
sorunun yanıtını verdi: İki farklı rulo olduğunu ve bu ikisinin de ince deri üzerine
kaydedilmiş, el yazmaları olduğunu söyledi. Çok heyecanlanmıştım: Bu kulağa
gerçekçi geliyordu. Yine de süreci başlatmak için daha fazla bilgiye ihtiyacım
vardı.
"Saad" dedim, "bu
metinleri satın almak için para bulabilirim; ama fiyatta pazarlığa başlamak
için bunların ne tür parşömenler ve ne kadar değerli olabileceklerini bilmem
gerekiyor. Parşömenlerin, üzerlerindeki metinlerin birer b ö lümünü gösteren
fotoğraflar çekip, bana gönderebilir misin?"
Saad, tekrar bana döneceğini söyledi;
fakat telefonu kapatmadan önce kaygısını tekrarladı. Benden parşömenlerin
İsraillilerin eline geçmeyeceğine dair söz vermemi istiyordu.
Satışın ardından parşömenlere ne olacağı
hakkında hiçbir fikrim olmadığı için, bu sözü vermemin olanaksız olacağını
söyledim. Fakat bu İş için devreye sokmayı planladığım
kaynağın, Amerikalı olduğunu belirttim.
Bu cevabı duyduğuna memnun olmuş gibiydi.
Finansmanı organize etmek için hemen işe
koyuldum, istenilecek rakamın 1-2 milyon dolar olacağını tahmin ediyordum. Birkaç
yıl öncesinde bir grup Amerikalı finansör b enimle irtib ata geçmişti. Mal ve
hisselerden çok, antik metinlere yatırım yaptıklarını söylemiş ve eğer bu tür
parçalara ulaşırsam -özellikle Ölü Deniz Parşömenleri- kendileriyle irtibata geçmemi
istemiştiler. Onlara, kendileriyle tek bir ko şulda anlaşabileceğimi
söylemiştim: Akademisyenlere, bu belgeleri incelemeleri ve tercüme etmeleri için
izin verilecekti. Eğer yatırımcılar bu tek şartı kabul ederse; tüm yayın
haklarına sahip olacaktı. Bu şartımı uygun bulmuş ve zaten böyle olması
gerektiğini söylemiştiler.
Yatırımcıları aradım ve tahmin ettiğim
gibi ilgilendiler. Parşömenlerin fotoğraflarını görüp, türlerini tam olarak
tespit ettiğim zaman kendilerini tekrar arayacağımı söyledim. Sonra Saad'ın bana
fotoğrafları göndermesini bekledim. Maalesef hâlâ bekliyorum: Daha
sonra ondan hiçbir haber alamadım.
Yatırımcıların kim o lduğunu ve parşömenlerin nereye gideceğini bilmediği için korkup
vazgeçmiş olmalı.
Artık bu tür parşömenlerin Kuveyt'te,
Saad'ın ailesinin ve diğerlerinin elinde bulunduğunu biliyoruz. Sonuç olarak
para el değiştirecek ve uzmanlar onlara ulaşacak ama bunun için belki de bir
nesil geçmesi bile gerekebilir. Öte yandan, bu tür parşömenlerin uzman olmayan kişilerin
elinde zarar görmesi de çok olasıdır.
Açıktır ki; bu iki parşömen, dışarıda
bir yerlerde varolan çok sayıdaki parşömenin sadece bir parçasıdır. Kudüs'teki
İsrail Müzesi'nin, Ölü Deniz Parşömenleri'nin sergilendiği 'Shrin e of tbe
Book' bölümünün önceki müdürü Magen Brosehi, bana diğer parşömenlerin kesinlikle
var olduğunu ancak uzmanlar tarafından görülmediğini söylemişti. Ona, Ölü Deniz
Parşömenleri'nin, CIA'nın Şam büro sunun şefi Miles Copeland'a teklif edilişinden
söz ettim. Bana ilginç bir teklifte bulundu. "Eğer bana bu konuda bilgi
getirirsen, ben de sana eksik
parşömenlerle ilgili ek bilgiler
veririm."
Daha yakın geçmişte, güvenilir kaynaklardan
yeni Gnostik metinlerin satışa çıktığı söylentileri gelmeye başladı. Bu
metinler, 1945'te Gnostik metinlerin bulunduğu Nag Hammadi bölgesinden
geliyormuş ve aynı manastır kütüphanesinden çıkmaymış; bugüne dek hiç duyulmayan
metinlermiş. Kısacası, akademisyenler için gerçek bir hazineymiş. Bu metinlerin
ortaya çıkmasını dört gözle bekliyorum.
BU DÜZENSİZ PAZARIN ESRARENGİZ
çalışma tarzı, memurları ve akademisyenleri çoğu zaman çeşitli şekillerde düş
kırıklığına uğratmış olsa bile, birçok nedenden dolayı materyallere ulaşabilmenin
tek yolu olduğu için buna katlanırlar.
İşlemler sakınarak, dikkat ve
gizlilik içinde gerçekleştirilir. El değiştiren şeyin ve değerinin ne o lduğunu
belirleyip anlaşmak çok zordur. Her şey sözle yapılır. Kişisel anlaşmalar bir
kere yapıldı mı, artık asla verilen sözlerin dışına
çıkılamaz. Bu resmi olmayan pazarlıklar
sırasında, satıcılar kârlarını en üst seviyede tutmaya çalışırken, hiçbiri saf
olmayan koleksiyoncularsa, işi mümkün o lduğu kadar ucuza bitirmeye çalışırlar.
Para hazır olduğunda antikalar ortaya
çıkarılır ve dünyanın kültürel mirasına katılır ve bu piyasaya giren herkes,
bir şekilde bu amaca hizmet etmiş olur.
Bu piyasaya dahil olarak geçirdiğim
yıllar içinde bazı hikayeler duydum ve bu hikayelerde adı geçen bazı adamlarla tanıştım.
Beni heyecanlandıran bir hikaye, Arabistan'daki, Medine'ye yaklaşık 140 km. uzaklıktaki
antik Yahudi kenti Hayber'le ilgiliydi. Muhammed'in zamanında burası sağlam
duvarları ve savunma kaleleri olan, zengin bir ticaret merkeziydi. Fakat Hayber
ordusu Muhammed'e karşı savaş açtığında, o da karşılık verdi ve burayı ele geçirdi.
Muhammed'in ölümünden sonra Yahudilerin büyük bölümü buradan kovuldu ve çoğu Eriha'ya
gitti.
1980'li yıllarda, Suudi Arabistan hükümeti
bölgede bir yol yapıyordu. Bir buldozerin kepçesi, bir zamanlar zengin bir
bilgine ait olan evin kalıntılarına takıldı. Evin kütüphanesinde yüzlerce kitap
ve el yazması vardı. Bunların arasında, duyduğuma göre Grek ve Romalı
yazarların oyunlar da vardı. En önemlisi ise Jo sephus'un Yahudi tarihlerinin
ilk baskısı olan bir papirüs kitabı varmış. Josephus'a ait elimizdeki bütün mevcut
kopyalar, Ortaçağ'dan kalmadır ve içlerine Hıristiyan pasajları eklenmiştir.
Üstelik kim bilir neler eksiltilmiştir. Bu kodeks, daha önce belirttiğimiz siyasi
sorunlardan söz ediyormuş ve şu anda bir Yahudi entelektüelin elindeymiş. Josephus'un
bugüne kalan diğer bütün yayınlarından çıkartılmış olan, Zaddikini yani
'iyiler' - anlaşıldığı üzere Ölü Deniz Parşömenleri'ni yazan grup- ile ilgili bütün
orijinal bilgileri içerdiğini duymuştum.
İslam ülkelerinde bulunan Yahudi kalıntılarının
çoğu, modern politikalara ve bu ülkelerdeki eski Yahudi varlığının gizli
tutulmak istenmesine
rağmen, bazı materyaller kurtarılıp, gizlice
satışa sunulmaktadır. Bu metinlerin sahibiyle tanıştığımda elinde altı valiz
dolusu metin vardı. Bunları belki bugün satmak, belki de geleceğe yatırım yapmak
için elinde tutuyordu. Maalesef hem onları görme isteğimi hem de kataloglama yapmaları
için uzmanlar ayarlama teklifimi reddetti.
Bu tutkum, bir keresinde soruna bile
neden olmuştu: Tanıdığım bir akademisyene bu metinlerin varlığından söz etmiştim.
Anlaşarak, uzman metinleri tercüme edip yayınlarlar umuduyla, bu iki adamı b
irb irleriyle tanıştırdım. Bir sonraki hafta -bana hiç haber vermeden- uzman ve
çalıştığı üniversitenin dekanı benim bağlantıda olduğum kişiyi ziyaret edip,
bir teklifte bulunmuşlar. Eğer metinler üniversiteye geçerse; bu metinlerin korunacağı
akademik bir kuruluş oluşturacaklarmış ve burası milyar dolarlar kazanan bir
yer olacakmış. Kendisi de bu oluşumun içinde çok para kazanacakmış vs. vs.
Bağlantım aynı gün öfkeyle beni arayıp,
bu iki
akademisyeni evinden attığını ve
kendisini bir daha böyle bir duruma düşürürsem, benimle asla konuşmayacağını
söyledi. Bu azarlanmayı hak etmiştim. Bir o kadar da akademisyenin arkamdan böyle
bir iş çevirmesine üzülmüştüm. Fakat fazla da şaşıramıyordum; çünkü akademisyenin
bakış açısına göre, bunun denenmeye değer bir şey olduğunu kabul etmek zorundaydım.
Bildiğim kadarıyla elyazmalarını hâlâ elinde tutuyor.
Uzmanlar, satıcılar ve
koleksiyoncular arasındaki bu çatışmalar, daha ne kadar devam edecek bilinmez.
Akademik dünyanın bilgisine sunulmasını umduğum, daha bunlar gibi çok sayıda buluntu
vardır.
1 970'te UNESCO, ülkelerin kültürel
mirasını korumak amacıyla, yasadışı antika ticaretini durdurmanın yollarını bulmak
için bir zirve düzenledi. Sonucunda, yağmalanmış ve yurtdışına çıkarılmış
antikaların, UNESCO üyesi ülkeler tarafından yurtlarına iade edilmesi önerisi
yapıldı. Maalesef birçok ülke bu anlaşmayı imzalamayı reddetti veya kabul
etmesi yıllar
sürdü.
1995'te UNIDROIT -ülkeler arasındaki
yasaları düzenleme konusunda uzmanlaşmış, Roma'da bulunan bir uluslararası yasa
enstitüsü- 1970 UNESCO anlaşmasını içeren bir Avrup a konvansiyonu düzenledi. Bu
konvansiyon özellikle yağma edilmiş kültürel varlıkların iadesine yönelikti. Eski
anlaşma; müzelerden, kiliselerden veya diğer enstitülerden çalınmış eserler üzerinde
duruyordu. Ancak bu anlaşma; yasa uygun bulmadığı hâlde koleksiyoncuların ellerinde
bulundurdukları kültürel varlıkların, resmi bir kazı sırasında bulunmuş olsalar
da, çalıntı sayılacağını ilan ediyordu. Bu eserler masumane bir şekilde satın
alınmış bile olsa, anavatanlarına geri gönderileceklerdi. Yasa, alıcının -eğer masum
ise- maddi zararının tazmin edilmesini de öngörüyordu. Masum alıcıların p aralarının
geri ödenmesi zorunluluğu, fakir ülkeleri av antajsız durumda bırakıyordu ve sonuç
olarak bazı ülkeler bu anlaşmayı imzalamadılar.
Bu yasaların sunumu, imzalansın ya da
imzalanmasın, riskli antikaları toplayan
koleksiyoncuların, bunları daha gizli tutmasına neden oldu. Belirttiğimiz gibi;
bazı Ortadoğu ülkeleri, kendi topraklarındaki Yahudi varlığının bütün tarihsel kanıtlarını
yok etmek istemektedir. Bu türden kanıtlar içeren her çeşit antikanın bulunduğu
zaman yok edilmesi beklenir. Doğal o larak çoğu kaçırılıp, koleksiyonculara satılmak
yerine yok edilmiştir. UNESCO veya UNIDROIT prensipleri tavizsiz uygulansaydı, eserler
yok edilecekleri yer olan anavatanlarına gönderilirlerdi. Bu nedenle,
koleksiyoncular, önemli kültür varlıklarını korumaktadırlar. Sorun şudur ki;
koleksiyoncular bunları UNESCO ve UNIDROIT işin içine karışacağından dolayı uzmanlara,
akademisyenlere veya müzelere resmi yoldan gö sterememektedirler.
Bir keresinde biri bana Yahudi-Hıristiyan
sembolü olan ve kolları eşit uzunluktaki bir haçın üzerinde duran yedi kollu
mumluk - menorah- figürünün bulunduğu büyük bir taş oyması göstermişti. Ortalama
bir metre kare büyüklügünde bir parçaydı. Sonra bu
koleksiyoncu bana, eski bir kitapta
bulunan bir resim gösterdi. Resimde, Suriye'deki bir sinagogun duvarında aynı sembol
görünüyordu. Dikkatle b aktım ve şaşırdım. "Aynı gibi görünüyorlar..."
dedim. "Evet" dedi, "bu aynı parça. Suriyeliler binayı yıktılar ve
üzerine bir yol inşa ettiler; fakat bu oymayı satın almayı başardım."
Şimdi, bu parçayı Suriye'ye geri göndermek
mi gerekiyor?
Yine de böyle örnekler, el altı
piyasasında yapılan işlerin çoğuna mazeret olamaz; çünkü bu varlıklar -yazılı tablet
veya oyma- bazı ülkelerin kültürü için, size göre olandan daha değerli olabilir.
Uzmanlar için en önemlisi, bu eserlerin bulunduğu çevredir; çünkü çevre sayesinde
geçmiş hakkında bilgilere ulaşılabilir. Maalesef el altı piyasası, neredeyse
tamamen gizlilik içinde çalışır. Bir parça, bulunduğu yer hakkında bir bilgi
olmadan piyasaya çıktığı zaman kültürel miras değerini büyük ölçüde kaybeder.
El altı pazarında yığınla
elyazmaları, papirüs kitaplar ve re smi belgeler vardır; bundan hiç şüphe yoktur.
Ve bu materyallerin çoğunun, zamanı gelince onları tercüme edebilecek uzmanların
eline düşmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle, her an önemli keşiflerin yapılmasını bekleyebiliriz.
Fakat gördüğümüz gibi, bir metni tercüme etmek daha önemli bir sürecin sadece başlangıcıdır:
Yorum yapmamız ve metinlerin, onları yazan insanlar için ne ifade ettiğini
anlamamız gerekmektedir. Bunun için çevre her şey demektir: Gerçekler hakkında
birçok ipucu sağlayabilir, ilginçtir ki; İsa'nın, 'beni tanrı o larak görün' veya
'bana tapın' dediğine dair hiçbir kanıt bulunmadığını keşfettik. Tam tersine öğretileri,
onun, herkesin Öte Dünyaya seyahat ederek, tanrıyı kendisinin bulmasını -veya
onun deyişiyle; Cennetin Krallığı'na gidip, 'Tanrının Ruhu' ile dolmasını-
istediğini gö stermektedir.
BU KİTABI YAZARKEN en çok özel bir döneme
dair bilgilere başvurdum; modern çağların 1. yüzyılının Mısır ve Yahudiye'sine
dair, günümüzde hiçbir kısımdan kesin o larak
emin olamayacağımız bilgilere. Bu döneme
dair bilgilerin gerçek olmadığı kesin bir hikayeyi destekleyecek şekilde
değiştirilmiş olduğunu görmüştük. Tarihsel İsa ile dinlerin anlattığı İsa aynı
kişi olamazdı.
Yolculuğumuz sırasında İsa'nın Zelot destekçilerinin
siyasi faaliyetlerine onay vermediğini keşfettik. Bu, önemli bilgi genellikle
dikkatlerden kaçar, İsa'nın çarmıhta can verdiğine dair bir kanıt bulunmadığını
da keşfettik: Hatta kanıtlar, hayatta kaldığını gösteriyor. Çarmıhta can vermediğine
göre dirilişi ne anlama geliyor? Kutsallığını mı gösteriyor? Ruhül Kudüs'e
eşdeğer olduğunu mu? Gerçekler çarp ıtılmaktan vazgeçildiğinde bütün bu
iddialar da çökecektir.
İsa hakkındaki tüm iddiaların sonradan,
tarihsel olayların din adamlarının hedeflerine hizmet edecek şekilde
çarpıtılmasına bir kılıf olarak ortaya atıldığını keşfettik. Bunların en önemlilerinden
biri de İsa'nın havarilerinin sadece erkeklerden oluştuğu, dolayısıyla kadınların
rahiplik, piskoposluk ve papalık
yapamayacağıdır. Bu keşif, papalığın erkeklerin
ve Roma'nın tekelinde olduğu görüşünü çökertecek niteliktedir.
İlginçtir; İsa'nın, 'beni Tanrı olarak
görün' veya 'bana tap ın' dediğine dair hiçbir kanıt bulunmadığını keşfettik. Tam
tersine öğretileri, onun, herkesin Öte Dünyaya seyahat ederek, Tanrıyı kendisinin
bulmasını -veya onun deyişiyle:; Cennetin Krallığı'na gidip, 'Tanrının Ruhu'
ile dolmasını- istediğini gö stermektedir.
İsa, bütün bunları nerede öğrenmiş olabilirdi?
Celile'de olmadığı sonucuna vardık. Bunun için en olası yer, Filistin'deki
Yahudi toplumuna hiç benzemeyen ve dine karşı mistik bir yaklaşım sergileyen diğer
bir Yahudi toplumunun yaşadığı Mısır'dır.
Daha ötesi, bulgularımızdan
hiçbirisi, İsa'nın yeni bir din başlatmaya hazırlandığını göstermiyor. Ayrıca
diğerlerini, söylediği sözleri yazmak ve bunları re smi bir koleksiyona dönüştürmek
konusunda görevlendirdiğini de göstermiyor. Bence İsa, insanların kendisini
unutmalarına aldırmazdı; onun için
önemli olan insanların Cennetin Krallığı'na giden yolu unutmamalarıydı. Bu, Hıristiyanlık
veya Yahudilikle sınırlandırılacak bir fikir değildi: "Tanrıdan gafil (hab
ersiz) olmak, en kötü şeydir" deniyor Mısırlı bilge Hermes Trismegistus'a
atfedilen metinde.
Tarihle ilgili bilinen bazı gerçekler
olsa bile elimizi kalbimize koyup, bütün dürüstlüğümüzle, "Evet, neler yaşandığını
tam o larak biliyoruz" diyebilmek için, asla yeteri kadar veriye sahip olamayız.
Tarih bir efsane; bilemeyeceğimiz olayları anlamak için yarattığımız
hikâyelerdir. Geçmiş, mevcudu açıklamak ve doğrulamak için inşa edilmiş bir
hipotezdir.
Bazı durumlarda bunun önemi yoktur; çünkü
efsaneler tarihi değil; anlamları açıklamak için vardır. Fakat bu bilim çağında
bize aktarılan efsanelerin, doğru değilse bile, en azından gerçekle ilgili
tahminler olduğunu bilmek isteriz. İsa'nın gerçekten çarmıha gerildiğini,
Sezar'ın gerçekten Brütüs tarafından öldürüldüğünü,
Paul'ün Şam'a giderken yolda mistik
bir deneyim yaşadığını b iliriz. Bütün bu olaylar akla yatkındır ve olmaması
için de bir neden yoktur.
Peki, İsa'nın suyun üstünde yürümesi,
öldükten sonra tekrar dirilmesi; yanılmaz p ap aların yönetimindeki Roma
Kilisesi'nin, Peter tarafından kurulmuş olması gibi inançları ne yapacağız? Bu inançların
hiçbiri akla yatkın değildir ve olmaları için hiçbir neden yoktur. Yine de bu
iddialara inanan birçok insan vardır.
Mo dern dünyamız, 'kitap dinlerinin'
- Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslam- egemenliği altındadır. Gerçeği, yazılı
sözler üzerine oturtmak; onu, yorum ve tercümeden kaynaklanan sorunlar yüzünden
din saptırmalarına karşı savunmasız bırakır. Tehlike şudur ki; kitaplar
bilmekten çok, inanmaya teşvik eder. Bu yolculuğumuz sırasında altı çizilecek tek
bir tema olacaksa, o da şudur ki; yolda kendi başımıza ilerlemeli ve yolun verdiği
zorlukları, zevkleri ve kavrayışları ikinci elden veya vekaleten değil; direkt
olarak deneyim etmeliyiz.
Şimdi artık yolculuğumuzu
sonlandırmanın zamanı geldi. Ancak kuşkusuz bu, asıl yolculuğun sonuna geldik, anlamına
gelmez. Şimdi yapmamız gereken, durup ne kadar yol katettiğimizi düşünmeye ve
anlamaya çalışmaktır.
Bitirmeden önce yapmam gereken son
bir alıntı kaldı. Her zaman meselelerin özüne inen Mevlana Celaleddin Rumi şöyle
der: "Yetmiyor su testileri artık. Daldır bizi ırmağa!
Irmağın suyundan içmek, doğuştan gelen
hakkımızdır. Kimsenin bizi, bu özgürlüğümüzden mahrum bırakmasına izin
vermeyelim
Doğal olarak mahkeme tarihi bildirildiğinde,
duruşmanın, yeni yayıncım Harper Collins'ten çıkaracağım yeni kitab ım İsa
Yazmaları’nın tanıtım çalışmalarına gölge düşüreceğinden kaygılandım. Metni
2005 yazında bitirmiştim ve kitab ın 28 Mart 2006'da ABD'de piyasaya çıkmasını bekliyordum
bu tarih Harper Collins tarafından en başta belirlenmişti.
Ancak endişelenmek yersizdi: Mahkeme beklediğimden
daha geç başladı ve beklediğimden daha uzun sürdü. İfade vermeler, kitab ın
yayınlanışından sadece sekiz gün önce bitti. Bu arada, internette dolaşırken -garip
bir
rastlantı sonucu- Random House'un, Da
Vinci Şifresi'ni beş milyon adet basarak, yeni kitabımın yayınlanacağı gün
satışa sunacağını öğrenmiştim.
Medyaya verdiğim tüm röportajlar dava
hakkındaki sorularla başlıyordu. Bu, kaçınılmaz ama kolayca üstesinden gelinebilecek
bir durumdu. Hiç değişmeyecek soru ise; Da Vinci Şifresi'nin neden bu kadar popüler
olduğuydu. Sanki yanıtını biliyormuşum gibi! Dan Brown'ın önceki kitapları fazla
satmamıştı; peki son kitabını bu kadar popüler yapan neydi? Şu ana kadar herkes,
gerçek nedeninin Brown'ın tarzını değiştirmesi olduğunu söyleyebilirdi.
Açıktır ki, basındaki tüm yorumlar ve
Kilisenin açıklamaları, bunun nedeninin, başta ABD olmak üzere tüm dünya kamuoyunun
ilgisini çeken -lehte veya aleyhte- Da Vinci Şifresi kitabında yer alan dini
sorular olduğu yönündeydi. Gerçekte neler oluyordu?
Bir süre buna yanıt aradım. Kutsal
Kan, Katsal Kase'nin sorguladığı konular; doğru veya yanlış
olsun İsa, Mecdelli Meryem ve Hıristiyanlığın
yükselişi hakkında her iki kitabın içerdiği bazı radikal fikirler ve ortaya attıkları
sorular dünya kamuoyunu sarsacak nitelikteydi. Tanıtım çalışmalarında ön plana çıkansa;
bu çalışmalara Amerika'da ağırlık veren ve b aşarılı olan Da Vinci Şifresi
yayıncıları oldu. Sonunda aynı ilgi tüm dünyaya yayılacaktı.
Bana göre de bu ilginin nedeni;
kendini üç büyük dinden birine bağlı gören ve dinleri içinde orta yolda duran insanların,
kendilerine ruhani açıdan dayatılan sınırların ötesini merak etmiş olmasıdır.
Birçok Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman'ın
orta yolda durması pek de şaşırtıcı değildir. İnançlarını çevreleyen ılımlı
tutumları, kendilerini bir parçası olarak hissettikleri kültürü yansıtır ve inançlarını
yaşamak için din adamlarına ihtiyaç duymamalarını sağlar. Bir o kadar önemli olanda,
orta yoldaki Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanların akla uygun, esnek ve
genelde b irb irlerine karşı hoşgörülü olabilmeleridir.
Bu ılımlı duruş egemen olduğu sürece,
insanlar kendilerine yetecektir. Büyük dinlerin bölücü güçlere alet olacağını kimse
düşünmemiştir; ama bu güçler, bugün kendilerini gö stermektedirler. Çok az kişi
kendi inançlarını ciddi şekilde -veya biraz- sorgulama gereğini kendinde
hissediyordu. Herhangi bir dine bağlı olmak, bir tatmin duygusu veriyordu.
Ancak daha sonra, geçtiğimiz on veya yirmi
yıl içinde bu üç büyük dinin aşırı uçları kendilerini çok fazla göstermeye
başladılar; katı dinsel duruşlar sergilediler. Dinin tümü adına konuşma hakkına
sahip olduklarını iddia ettiler ve uzlaşmacılıktan uzak sert tavırlarla orta
yolda duran ve kendi kendilerine yeten bu kişileri de aralarına katılmaya
çağırdılar.
Üstüne üstlük, bu despot din öğretmenleri,
dinsel mesajlarını politikayla harmanlamaya başladı: Hıristiyan kökten dinciler,
seçilmiş metinlerini ve aykırı yorumlarını referans alarak; Bush ve Blair'in yürüttüğü
Ortadoğu savaşlarının, Tanrısal bir planın parçası olduğunu ve bu planın da İsa'nın
geri dönüp
güçlü bir ordunun başına geçişine hizmet
ettiğini iddia ettiler. Yahudi kökten dinciler ise; eski metinlerinin kendilerine,
İsrail ile çevresini sahiplenme ve Mesih'in gelişine hizmet etmek için, Mescid-i
Aksa'yı yıkıp, yerine Süleyman Tapınağını yeniden inşa etme hakkını verdiğini savundular.
İslamcı kökten dinciler de, kutsal metinlerinin kendilerini, çoğu Müslüman olan
masum insanları otobüslerde ve kafelerde havaya uçurarak yaşamlarına kastetmelerinde
haklı çıkardığını söylediler. Onlar da Mesihsel ruhani bir kişiliğin yani
Mehdinin gelişini beklediler. İsa, Mesih ve Mehdinin aslında aynı figür olup olmadığı
konusu ise; bu tartışmalar içinde kendine hiçbir yer bulamadı. Bu grupların
dışındakilere göre; bu üç figürün aslında aynı ruhsal noktaya işaret ettiği
açıktı; eğer başarılırsa da bu bir üçleme mucizesi olacaktır.
Ancak tüm bu katı doktrinler haklı
görülebilir mi? Kendi dinleriyle ilgili basit yaklaşımlara karşı yapılan bu amansız
saldırıların mimarları, acaba bir kez olsun inançlarını ilgilendiren ilkeleri sorgulamayı
akıllarından
geçirmemişlermiydi ? Zaten,
bilmedikleri bu temel ilkeleri sorgulamak gerektiği kendilerine öğretilmediği
için de; ne soracaklarını ya da en azından yanıtlarını nerede arayacaklarını da
bilmemektedirler. Bu katı doktrinleri sorgulamadan kabul etmek insanlara kolay gelmiştir.
Zaten bu doktrinler çok soru sormayıda yasaklamıştır.
Yine de kuşkusuz sorular yok olmadı. Da
Vinci Şifresi ile birtakım yasak bölgelere girildi. Kutsal Kan, Kutsal Kase'de
ele aldığımız ve bu kitapta da görülen; İsa, Hıristiyanlığın yayılışı, tarihsel
İsa ve inancın İsa'sının birbirlerinden ne kadar farklı olduğu gibi konular hakkında
çeşitli fikirler konuşulmaya başlandı. Tüm bu sorular ve yanıtları son derece anlamlıydı.
Çoğu kez "İsa'nın Mecdelli Meryem ile evli olduğuna inanıyor musun?"
sorusuyla karşılaştım. Bu soruya verebileceğim tek yanıt, durumun böyle olduğuna
veya olmadığına dair çok sağlam verilerin mevcut olmadığı; dolayısıyla ne
inanabilecek ne de inanamayacak durumda olmamdır. O hâlde yanıtım, bu iki fikir
arasında
akla en yatkın olanıdır: "Neden olmasın?"
Sıkça sorulan diğer bir soruysa şöyleydi:
"Bu evlilik iddiası, Hıristiyanların kutsallarına hakaret etmek değil midir?"
Belki... Ama, bu soru konumuzla ilgili değildir: Bu tür bir suçlama, kendisi hakkında
teoriler uyduran ilahiyatçılardan uzun yıllar önce yaşamış tarihsel İsa meselesinde
konu dışıdır.
İsa'nın Yahudi olduğunu ne çok unutuyoruz.
Bizim söylediğimiz şundan fazlası değildir: "Yahudi bir erkek, evlenir ve çocuk
sahibi olur." Sonraki dönemlerde gelen teologlar, nasıl olurda böyle
olağan, beşeri bir eylemin gerçekleşme olasılığını yok sayarlar? Bu, öyle bir
eylemdir ki; yerine getirilmesi, İbrani metinlerindeki -Eski Ahit- öğretilere ve
hatta bugünkü toplumsal yapıya göre bile bir görev addedilmiştir.
Kutsallara hakaret mi? Hiç sanmıyorum...
Bu tür fikirleri ortaya koyanlara karşı
en sert tepkilerin verilmesi, bu tepkileri verenlerin kaybetmeye mahkum olduğunu
gö sterir. Bu kişilerin dini inanışları; inançlar arasındaki
uyumun aranması yerine, inançlar
arasındaki farklılıkların sürdürülmesine adanmıştır. Bu eleştirileri sürdüreb iliriz
ve sürdürmeliyiz de: "Bu tür fikirler sizi neden bu kadar çok korkutuyor?
"
Kitab ın başında da belirttiğim gibi,
doğruyu bulmaya yarayan birçok farklı yöntem olabilir. Ancak bunlardan
hangisinin 'en iyisi' o lduğunu kim söyleyebilir ki? Tek bir yöntem olduğunu iddia
etmek, kanımca ruhaniyet anlayışından uzaklaşmak ve çevremizi kuşatmış
bağnazlara boyun eğmektir.
Elbette ki, burada, Hıristiyanlık
üzerine odaklanıyorum; çünkü bu benim geleneğimdir. Ancak benim asıl vurgulamak
istediğim Yahudi ve İslam geleneklerini de keşfetmemiz gerektiğidir. Yine de Hıristiyanlıkta,
İsa'nın sözleri sevgiyi, merhameti, şefkati yüceltir ve bütün bu kavramlar,
teolojik farklılıklar arasında uzlaşma ve insanların tekrar bir araya gelme sürecini
başlatan birer sıçrama tahtasıdır.
Doğaldır ki; bu tür girişimler, suistimalin
ve
düşmanlığın o lu şturduğu tehlikelere
açıktır. Ancak yine de, hiç kimse bir araya gelmenin kutsal metinlerdeki öğretilerde
vurgulanmadığını söyleyemez ve bu söylediğim; 2. yüzyıl Sonlarında teologlarca
binlercesi arasından dikkatle seçilen metinler için bile geçerlidir.
Ölü Deniz Parşömenleri bulunduğu zaman
hep si atılab ilir hatta yok edilebilirdi; ama bu piyasanın onlara maddi bir değer
biçmesinden dolayı böyle olmadı. Bedevi, tomarları bulduğunda Beytüllahim'deki
antikacıya getirdi. Onun, şimdi dünya için ne kadar değerli olduklarına bir bakın.
Nag Hammadi metinleri, gübrelemek
için topraklarını kazan iki fakir çiftçi tarafından bulunmuştu. Çiftçiler
onları eve getirip bir kısmını sobada yaktılar. Bu yaptıkları onlar için
sıradan bir işken; bizler için tam bir trajedidir. Aileleri, onlara bu acayip
el yazmalarının gizli
antika piyasasındaki alıcıların ilgisini
çekebileceğini ve dolayısıyla para edebileceğini söylemesi üzerine, metinlerin
geri kalanını Kahire'ye götürüp aracılara sattılar. Onlar da akademik dünya
için olağanüstü bir değere sahiptiler.
Bu piyasanın öneminin aşikar olmasına
rağmen, onun ciddiye alınmasını sağlamak için bazı tanımlamalar yapmaya çalıştım
ve gördüğüm ama yazık ki gö steremediğim -her ne kadar bir hata olsa da-
metinler hakkında yazdım. Yine de, eğer bunları görmezden gelseydim; işte asıl hata
bu olacaktı...
ABD'de yürüttüğüm tanıtım kampanyası
sırasında Yahuda’nın İncili, National Geographic Society tarafından yayınlanmış
ve büyük ilgi görmüştü. Bu durum beni iki ana nedenden ötürü oldukça cesaretlendirdi.
Birincisi; bu metin, benim sözünü ettiğim ve artık ciddiye alındığını
gözlemlediğim gizli antika piyasasının yardımıyla alınmıştı ve bu metin; daha önce
iki kez satılmış, bir kere çalınmış, bir b ankanın kasasında yıllarca
b eklemiş; ancak sonunda gün ışığına
çıkabilmişti. İkincisi, bazı değerli akademisyenler, ilginç ve hatta radikal
bir biçimde dikkatlerini bu metne, öğretilerine ve Hıristiyanlığın 2. yüzyıldan
itibaren gelişimine çeviriyorlardı. Olaylara yaklaşımları ise İsa Yazmalarında
sunduğum argümanları destekliyordu.
Chapel Hill, North Carolina Üniversitesi'nde
Dini Araştırmalar Profesörü Bart Ehrman, bu İncil hakkında bir yorumda
bulunarak; birçok erken Hıristiyan metninin var olduğu dönemde, İsa'nın ve
erken Hıristiyanların kullandığı orijinal kutsal metinlerin aslında Yahudi
metinleri olduğunu açıklıyordu. Daha sonradan ortaya çıkan çeşitli metinler, Hıristiyanlığı
farklı bir dille anlattı ve her grup, İsa'nın gerçek mesajının kendi
metinlerinde yazılı olduğunu iddia etti. Ehrman bu durumu şöyle açıklar:
Kısacası, Hıristiyanlık içinde birbirleriyle
rekabet hâlinde olan gruplardan biri vardır ki, diğer hepsini b astırmayı b aşarmıştır.
Bu, aleyhtarları arasından kendi dinine en çok kişiyi katmayı
başarabilmiş gruptur ve sonunda tüm rakiplerine
üstün gelmiş, onları bir kenara atmıştır. Kilisenin örgütsel yapısının nasıl
olacağına karar veren de yine bu grup olmuştur. Hıristiyanların hangi inançları
ezberleyeceğine ve hangi metinlerin kutsal kitap olacağının kararını da yine
onlar vermiştir. Bu, akademisyenlerin, ikinci -ve üçüncü- yüzyıl din adamları Justin
Martyr ve Tertullian kadar iyi tanıdığı Irenaeus'un ait olduğu gruptu.
Bu erken dönem teologlar -özellikle de
kadınların kiliseye dahil edilmelerine karşı ateşli çıkışlar yapan ve verdiği
zararların etkisi son bin sekiz yüz yıldır devam eden Tertullian- sizler tarafından
takdir edilecektir. Ehrman devam eder:
Bu grup, diğer tüm rakiplerine karşı zafer
kazandı ve din tarihini yeniden yazdı. Bunu yaparken de gerçek Hıristiyanlığın kendi
Hıristiyanlıkları olduğunu, yetki ve görüşlerini havarilerden devraldıklarını ve
bize zoraki kabul ettirdikleri inançların da, İsa'nın öğretileri olduğunu iddia
ettiler.
Bu süreci artık tanıdınız. Bart
Ehrman'm makalesini okurken, Kutsal Kan, Kutsal Kase 'deki modern yaklaşımın bir
benzerini görmek beni çok etkiledi. Görülüyordu ki; belli tutucu sınırlarla
çevrelenmiş akademisyenler için artık bir şeyler değişmeye başlamıştı.
Yahuda’nın İncili ile bazı sınırlar ortadan kalkmaya başlamıştı; akademisyenler,
anormallikler ve Hıristiyanlıkta özellikle M.S. 2. 301 yüzyılda yaşanan entrikalar
hakkında konuşma cesareti bulmuşlardı.
Yahuda'nın İncili diğerlerinden
farklı bir teolojik konuma sahipti: Bu İncil, birçok Gnostik metin - özellikle Nag
Hammadi'de bulunanlar- gibi yaratıcı tanrının O olmadığını ve dünyanın kötü bir
yer olduğu için ölümle terk edilmesinin en iyisi olduğunu belirtiyordu. Ona göre
kurtuluş, İsa'nın ö lümü veya dirilmesiyle değil; ancak İsa'nın açığa vurduğu gizli
bilgiyle gelebilirdi."Bu Hıristiyanlara göre inançlarının geçerli olması
için Paskalya yortusuna (Diriliş kutlamaları) gerek yoktur. Bu durum, İsa'nın
konulduğu mezarın boş hâlde bulunmasıyla ilgili
hikayelerin ve bu olayı İsa'nın
dirilişinin kanıtı sayan anlayışın M.S. 2. yüzyılda ne kadar yaygın ve geçerli o
lduğu sorusunu doğurur; diriliş olayı, (sanki tarihsel bir kayıtmış gibi) bugün
bile ön plana çıkan bir düşüncedir.
Bu da Markus'un İncilinin önemine
ilişkin yeni sorular doğurur iyi bilinir ve kabul edilir ki; 'Markus, bölüm 16,
bap 9-20' en eski elyazmaları arasında bulunmamaktadır. Bu nedenle M.S. 2. yüzyıldan
sonra eklenmiş olmalıdır. Bu Baplar, İsa'nın çarmıha gerilişi sonrasında, Mecdelli
Meryem'e ve sonra da havarilere görünüşünden bahseder. Bu durum, İsa'nın ç
armıhtan sağ kurtulduktan sonra, henüz güvenli bir yere kaçmamışken havarileriyle
iletişime geçtiği şeklinde değerlendirilebileceği gibi; aynı zamanda, yükselmiş
bir İsa'nın cennete yapacağı son yolculuğun öncesinde dünyaya geri dönüşünü betimlemesinden
dolayı bugün Gnostik diye adlandırdığımız Hıristiyanların iddialarına ters düşen
açıklamalar o larak da değerlendirilebilir. Çünkü gnostikler, dirilmeyi ruhsal
bir uyanış o larak görürler. Fakat
burada eski Kilisenin, bedensel
dirilme inancını bizlere sunmak için İncil’e böyle bir pasaj ekleme gerekliliği
hissettiğini görüyoruz.
Bu sorular, kitabımızda uzunca incelediğimiz
bir konuyla yakından ilgilidir. Bu İsa'nın 'Cennetin Krallığı' derken ne
anlatmak istediği konusu Yahuda’nın İncili'nde şu şekilde betimleniyor:
Yahuda'nın yüce bir şeyi yansıttığını
bilen İsa, ona 'Diğerlerinden uzaklaş. Sana krallığın sırlarını öğreteceğim. Sen
ona ulaşabilirsin...' dedi.
Daha önce gördüğümüz diğer metinlerle,
bu tanrısal dünyaya –Öte Dünya- deneyimsel seyahatler yapılabileceği fikrini incelemiştik.
Bu İncilin, bu konuya verdiği önem, tarihsel
İsa ve teolojik İsa arasındaki çatışmaları daha da arttırmakta ve kavramları tekrar
gözden geçirme gerekliliğini ortaya koymaktadır. Ve gözden geçirilmesi gerekenlerden
biri de elbette ki M.S. 1. yüzyılın tarihsel olaylarıdır. USA Today gazetesi Ehrman'ın
şu yorumuna yer verdi:
Antik dünyada Hıristiyanlık, bugün
olduğundan bile daha çeşitliydi. Sonraki yüzyıllarda. Yeni Ahit o larak bildiğimiz,
standart hâle getirilmiş dini metinler, Hıristiyan inancının ortak temeline dönüşmüştür.
Düzinelerce alternatif İncil ise bu süreç içinde kaybolmuştur."
Bu İncil'e en soğuk bakanın Vatikan olduğunu
düşünürseniz, yanılmazsınız: Ocak 2006'da Yahuda İncili henüz yayınlanmamış ancak
yayına hazırlandığı herkes tarafından biliniyorken; Vatikan teologu Monsignor
Giovanni D'Ercole İngiliz The Times gazetesinde yayınlanan şu sözleriyle
yaklaşan tehlikeye karşı uyarı yapıyordu:
Yahuda'yı yeniden değerlendirmek
İncili bulandırmaktır. Bu, inananların aklını karıştırmaktan başka hiç bir işe yaramaz."
Vatikan, bildiğimiz gibi, inananların
inançlarını yeniden değerlendirmelerine neden olacak soruları sevmez.
Kitab ın başında. Pirene
eteklerindeki Fransız
köyü Rennes le Château'daki küçük yerel
kilisenin duvarına çizilmiş o ldukça garip resimlerden bahsetmiştik.
İsa Yazmaları'nın yayınlanmasından
önce, NBC Dateline yapımcısı Stacy Reiss, bu kitapta ele alınan konularla
ilgili bir film hazırladı. O ve muhabir Sara James, çok yetenekli bir NBC ekib
iyle beraber beni İngiltere ve Fransa'daki sitelere götürdüler. Filmde, Rennes
le Châeteau'da, 14. bölümde, İsa'nın, ayın doğduğu sırada canlı olarak mezardan
çıkarılışını betimleyen resim hakkında bilgi verdim.
Kitab ın ve filmin bu b ö lümü bir
hayli tartışmaya neden oldu. Rennes le Château'da hiç bulunmamış kişiler, 14. bölümdeki
resimde bulunan şeklin ay değil de kötü çizilmiş bir güneş olduğunu iddia
edebilir. Bu durumda resmin İsa'yı çarmıhtan canlı kurtulmuş olarak betimlediği
fikri yanlış sayılır. Fakat 13. bölümdeki resim, İsa'nın haçtan indirilişini b
etimlerken; arka planda güneşin battığı çok açık bir şekilde görülmektedir. O hâlde
14.
bölümdeki resimde ayın betimlenişi
tartışılamaz bile... Burada tartışılabilecek tek konu, bu garipliğin ne anlama
geliyor olabileceğidir.
O gün Rennes le Chateau'da çektiğimiz
filmde başka ilginç birşey daha açığa çıktı. Öğleden sonra, Rennes le Chateau..
Le Secret de Sauniere'nin Fransız yazarı Jean-Luc Robin röportaj için sete
geldi. Rennes le Chateau hakkında inanılmaz bilgi sahibiydi; bu köyde yıllarca
yaşamış ve yerli bir ailenin elindeki papaz Berenger Sauniere'ye ait olan
belgelerin varlığını keşfetmişti; bunlar daha önce hiç bir araştırmacı
tarafından incelenmemiş kişisel kağıtlardı.
M. Robin 14. bölüm hakkında bilgi
verirken kilisedeydim ve ekrana bakıyordum. "Yükselen ay bu mu?" diye
sordu Sara James. Robin ise hiç tereddüt etmeden "elbette" diye yanıtladı.
Sonra da bu ayı muhtemelen papazın kendisinin çizdiğini söyledi.
Şaşırmıştım. Bunu bilmiyordum. Bu, papazın
resimlerini daha önemli ve özel kılan bir
durumdu. Bu rastgele çizilmiş veya anlamsız
bir resim değil; papazın kendi düşüncelerini kattığı, sanatsal bir çalışmaydı.
Artık papazın, öğrendiği büyük bir sırrı anlatıyor olduğuna dair bir şüphe
olamazdı. Bu öyle bir sırdı ki; bundan -İsa'nın çarmıhtan sağ kurtulduğundan-
açıkça bahsedemezdi.
Yaygın inançları sorgulamak, dini
kanaatin gücünü gö stermek ve sonsuz olan ruhsallıkla, yanılmaz insanlarca yaratılan
din arasındaki ayrımı yapmak, İsa Yazmaları'ndaki incelemelerimiz açısından da önemli
konulardı. Dinlerin varoluş amacı, ruhsallığı kuşatmak ve vurgulamaktır ama tüm
ruhban kurumlar dinlere sınırlar getirmiştir.
Bu nedenden dolayı, herhangi bir
dinin diğerinden daha iyi olduğu düşüncesinden sakınmalıyız: Bütün dinler kendi
yöntemleriyle, tüm varlığın alt yapısını oluşturan ruhsal sonsuzluğu vurgulamaya
çalışır. Öte yandan da din, siyasete karıştığında; artık en kötü şeylerin
olacağını bekleyebiliriz.
İsa figürü, İbrahim Peygamber'den
gelen geleneklere saygı gösteren üç dinde de ortak bir figürdür; ancak
teolojinin sonradan yarattığı İsa figürü, bu üç dinin birbirine uzak kalmasına hizmet
eden bölücü bir faktördür. Her bir bireyin sahip olabileceği ruhsallık, Yeni
Ahit'te sadece İsa'ya atfedilmiştir; fakat gördüğümüz gibi 'Tanrının Krallığı' hepimizin
sonsuzla ilişkilerine derinlik ve anlam katabilir elbette ki böyle bir şeyin
peşine düşmekle ilgilenirsek. Ve bu ilişkiyi yakalamak üç dinin de amacıdır.
Gürül gürül akan nehri seyretmek,
oraya giden farklı yolları seyretmekten daha iyidir.
SUNUŞ
1.
Zuckerman, A Jewish Princedom in Feudal France,
pp. 372 - 74.
2.
Baigent, Leigh, and Lincoln, Holy Blood, Holy Gra
il, pp. 349 - 55.
3.
Zuckerman, A Jewish Princedom in Feudal France,
p. 58.
4.
EncyclopediaJudaica, vol. 12, p.
827.
5.
Baigent, Leigh, and Lincoln, Holy Blood, Holy Gra
il, pp. 224 - 33.
6.
Runciman, A History of the Crusades, vol.
1, p. 292. Runciman "Seçiciler kurulunu
kimin belirlediğinin bilinmediği" yorumunu yapar.
7.
Baigent, Leigh, and Lincoln, Holy Blood, Holy
Grail, pp. 290 - 98.
BÖLÜM İKİ: PAPAZIN HAZİNESİ
1.
Baigent, Leigh ve Lincoln, Holy Blood, Holy Grad, s.
3-18'de Beranger Sauniere'nin hikayesinden ve esrarengiz zenginliğinden b ahsedilmektedir.Şimdi
biliyoruz ki; parasının iki kAynağı vardı: Birincisi, 19. yüzyılda Fransa tahtı
üzerinde hak iddia eden Henri de Chambord'un karısı Hapsburg. Bu para
Sauniere'ye üstlendiği özel bir görev için verilmişti. Zenginliğin tadını alan
Sauniere daha sonra, para karşılığında din adamlarına rütbe satmaya başladı. 1980'lerde
Fransız iç güvenlik örgütü DGSE'nin bazı üyeleri, bir zamanlar Sauniere'ye ait
olan ve finansal kayıtlarını tuttuğu belgeleri içinde saklandığı ahşap kutuya ulaşmamızı
sağladılar. Gördüğümüz kağıtlar onun bu işi en erken 1890'ların sonlarından 1900'lerin
başlarına kadar yaptığını gösteriyordu.
2.
Lilley, Mo dern ism, p. 35.
3.
Quoted in Hasler, How the Pope Became Infa llib le,
p. 246.
4.
How the Pope Became Infallible, p. 247.
5.
How the Pope Became Infallible, p. 247.
6.
Suetonius, The Twelve Caesars, p. 202.
BÖLÜM ÜÇ: KRAL İSA
1.
Kur'anı Kerim, Nisa Suresi, 157. Ayet. Ayrıca bkz.
Parrinder, Kuran'daki İsa, S.108.
2.
Brandon, The Fall of Jerusalem, p. 102.
3.
The Fall of Jerusalem, p. 102.
4.
Brandon, Jesus and the Zealots, p. 328.
5.
Bütün Kitab ı Mukaddes alıntıları, Kudüs incili veya
Kral James versiyonundan yapılmıştır.
6.
Eisenman, "Maccabees, Zadokites, Christians, and
Qumran,"
in "Makabiler, Sadokiteler, Hıristiyanlar
ve
Kumran" bölümü, s. 29.
7.
Böyle bir genel affın var olduğunu kanıtlayan ve günümüze
kadar kalan hiçbir Roma.ve Yahudi kaydı yoktur.
8.
Josephus, The Jewish War, pp. 113 -14.
9.
The Jewish War, p. 128.
10.
Josephus, The An tiq u ities of the Jews,
XVIII, I, p. 375.
11.
Josephus, The Jewish War, p. 380.
12.
Josephus, Wars of the Jews, IV III, P-109.
13.
Interviews with Miles Copeland, IO April 1990 and I
May 1990.
14.
De Vaux'un, tarihlendirmelerini yap arken baz aldığı madeni
paranın tarifi için bkz. De Vaux, Archaeology and the Dead Sea Scrolls,
s.
33-41. De Vaux'un bu madeni para hakkında
yaptığı yorumun eleştirel analizi için bkz. Eisenman, The Dead Sea Scrolls
and the First Christians, "Makabiler. Sadokiteler,Hıristiyanlar ve
Kumran " bölümü, s.-47; s.44, n. 88. Özet için bkz. Baigent ve Leigh, The
Dcad Sea Scrolb Deceplion, s. 1 56-59.
15.
Garcia Martin ez, The War Scroll, XVI, 3 - 8,
p. III.
16.
Garcia Martin ez, The Rule of the Community,
IX, 11, pp. 13 -14.
17.
Garcia Martin ez, The Damascus Document, XX, 1,
p. 46.
18.
Garcia Martin ez, The Temple Scroll, LVI,
14-15, p. 173.
19.
Horbury Jewish Messia n ism and the Cult of Christ,
p. 11.
20.
Jewish Messia n ism and the Cult of Christ, p.
37.
21.
Eisenman, "Makabiler, Sadokiteler, Hıristiyanlar ve
Kumran ", s. 107. "M.Ö. 4'te yenı olan şey; bu 'Zelot Hareketinin'
'Mesihsel versiyonunun görülmesiydi" diye yazar Eisenman.
22.
Markus'un, Luka'nın ve Yuhanna'nın İncilleri terminolojide
küçük farklılıklar gösterir.
23.
Schonfield, The Passover Plot, pp. 118 - 24.
BÖLÜM DÖRT: YILDIZIN OĞLU
1.
Josephus, The Jewish War, p. 154.
2.
The Jewish War, p. 208.
3.
Eisler, The Messiahjesus and John the Bap tist,
p. 557. The other friend present was probably Mucianus, military governor of
Syria.
4.
Josephus, The Jewish War, p. 212.
5.
The Jewish War, p. 350.
6.
Suetonius, The Twelve Caesars, Vespasian, IV,
p. 281.
7.
Tacitus, The Histories, V XI11, p. 279.
8.
Josephus, The Jewish War, p. 272.
9.
Dio Cassius, Roman History, Xiphilini, LXVI, 8;
cited in Eisler, The Messia h Jesus and John the Bap tist, p. 556.
10.
Eisler, The Messiahjesus and John the Bap tist,
pp. 556 - 57.
11.
Josephus, The Jewish War, p. 350.
12.
Eusebius, The History of the Church, III, XII,
p. 124, quoting Hegesippus.
13.
Jones, ed., The Jerusalem Bib le, The New
Testament, p. 467.
14.
With the Passover at hand, Jesus visits
Jerusalem. He is told that the
building of the Temple took forty-six years. The Temple was commenced in the p
erio d 20-19 B.C.; hence, forty-six years later would be A.D. 27-28.
15.
Tacitus, Annals, p. 365.
16.
Garcia Martin ez, The Temple Scroll, col. 66,
p. 179.
17.
Schonfield, The Pentecost Revo lu tio n, pp.
46-47.
18.
Justin Martyr, Dialogue with Trypho, CVI, p.
233.
19.
Eusebius, The History of the Church, III, V p-
HI.
20.
The History of the Ch u rch, I, I, p. 73.
Eusebius places this conversion during the lifetime of Jesus, which is more
likely a confusion with the family member who converted to messianic Judaism.
21.
Josephus, The An tiq u ities of the Jews, XX,
II, p. 416.
22.
Eisenman, James the Bro th er of Jesus, pp.
892-95, 902.
23.
Josephus, TheJewishWar, p. 166.
24.
.Arkeologlar tarafından Masada kalesindeki sinegogda,
yerin altında Hezekiel'in 37.
b ö lümünün bir kopyası bulundu
25.
Zelot intiharlarının ardındaki ideolojinin Eisenman tarafından
yapılan detaylı bir yorumu için bkz. Baigent ve Leigh, The Dead Sea Scroll
Deception, s. 21 1-17. Ayrıca bkz. Eisenman The Dead Sea Scroll and the First
Christians, "Makabiler,
Sadokiteler, Hıristiyanlar ve Kumran " bölümü, s. 62. Burada, "Dindar
bir son'un Zelotlar için ne kadar önemli olduğu açıklanır."
26.
Eisenman, "Maccabees, Zadokites, Christians and
Qumran," in The Dead Sea Scrolls and the First Christians, p. 31,
n. 54,
quoting the source as Abot de
Rabbi Nathan, 4.$.
27.
Eusebius, The History of the Church, IV, II,
pp. 154-55.
28.
Modrzejewski, The Jews of Egyp t, pp. 204 - 5.
29.
The Jews of Egypt,p. 199.
30.
Gichon, "The Bar Kochba War," p. 88.
31.
Eisenman, "Maccabees, Zadokites, Christians and
Qumran," in The Dead Sea Scrolls and the First Christians, p. 108;
see also p. 108, n. 180.
32.
Gichon, "The Bar Kochba War," p. 92.
33.
Dio Cassius, Roman Histo ry, LXIX, 12, 23.
34.
Gichon, "The Bar Kochba War," p. 94.
35.
"The Bar Kochba War", s. 97, n. 41, Roma İmp
arato ru Septimus Severus hükümdarlığmdaki yasalardan bir alıntı, 193-211
36.
Justin Martyr, Dialogue with Trypho, XLIX, p.
149.
37.
Dialogue with Trypho, L, p. 151.
38.
Dialogue with Trypho, XXVI, p. 119.
BÖLÜM BEŞ: İNANCIN İSA'SININ
YARATILIŞI
1.
Koester, Ancient Ch ristia n Gospels, p. 31.
2.
Ancient Ch ristia n Gospels, p. 41.
3.
Horbury, Jewish Messianism and the Cult of Christ,
p. 11.
4.
Jewish Messianism and the Cult of Ch rist, pp. 8,12.
5.
Jewish Messianism and the Cult of Ch rist, pp. 121-22.
6.
Jewish Messianism and the Cult of Ch rist, pp. no -11.
7.
Jewish Messianism and the Cult of Ch rist, p. 124.
8.
Jewish Messianism and the Cult of Ch rist, p. 126.
9.
Paul'ün mektubunu Galatyalılara, Elçilerin İşleri 15'te
belirtilen Kudüs'teki konsülden önce yazdığı tartışılan bir konudur; dolayısıyla
M.Ö.
48.
yılında yazılmış olması mümkündür. Bkz. Bruce, The Neu
Te stament Documantes, s.
14.
n. 1
10.
Chester Beatty İncil Pap irü sü No. 9, Paul'ün seksen altı
sayfalık mektubunu içerir. Mısır'da bulunmuştur. Üçüncü yüzyılın başlarından kalma
bir belgedir.
11.
Tertullian, Ap o logeticus, 21,1, p.
95: "Pilate'nin isa'ya bütün bu yaptıkları...Onun
sözünü o dönemin Sezarı olan Tiberius'a gönderdi."
12.
Tacitus, The Annals of Imperial Rome, XV, 44,
p. 365.
13.
Pliny, Epistles, XCVI.
14.
Eisler, The Messiah Jesus and John the Bap tist,
pp. 9 -10.
15.
Suetonius, The Twelve Caesars, Claudius, XXV,
p. 202.
16.
Gospel of Thomas, II, 32:25-33:5, in Robinson, The
Nag Hammadi Library in English, p. 118.
17.
Ko e ster, Ancient Ch ristia n Gospels, p. xxx.
18.
Ancient Ch ristia n Gospels, p. xxx.
19.
Ancient Ch ristia n Gospels, p. 36.
20.
Irenaeus, Against Heresies, 1,1,1, vol. 1, p.
1.
21.
Against Heresies, II, XL, 2,
vol. 1, p. 147
22.
Against Heresies, 1,1,2, vol. 1,
p. 2.
23.
Against Heresies, I, XXV, 5,
vol. 1, p. 96.
24.
Against Heresies, I, VIII, 2-3,
vol. 1, pp. 32 — 35.
25.
Against Heresies, II, XXXI, 2,
vol. 1, p. 241.
26.
Against Heresies, II, XXXI, 2,
and XXXII, 4, vol. 1, pp. 241, 246.
27.
Pagels, Beyond Belief, pp. 1 50-53.
28.
Authority for this claim derives from I Peter 5:13.
29.
Pagels, Beyond Belief p. 173.
30.
Stanley, Lectures on the History of the
Eastern Church, p. 86, quoting
Gregory of Nyassa.
31.
Bede, A History ofthe English Church and People,
I, 30, pp. 86-87.
32.
"Teurji" terimi ilk defa son dönem klasik
felsefecilerinden Lamblichus tarafından kullanıldı. Bu, onun savunucusu olduğu bir
çeşit dinsel ritüelin adıydı. Konuyla ilgili günümüzde yapılan bir inceleme için
bkz. Shavv, Theurgy and the Soul.
33.
Cousin, Fragmentsphilosophiques, pp. 186-87.
BÖLÜM ALTI: ROMA'NIN EN BÜYÜK KORKUSU
1.
O'Shea, The Perfect Heresy, p. 25.
2.
The Chronicle of William Pelhisson, p. 216, cited
in Wakefield, Heresy, Crusade, and
Inquisition in Southern France, pp. 207 - 36.
3.
The Chronicle of William Pelhisson, p. 216.
4.
The Chronicle of William Pelhisson, p. 216.
5.
Wakefield, Heresy, Crusade, and Inquisition in
Southern France, pp. 65 - 66.
6.
O'Shea, The Perfect Heresy, p. 77.
7.
The Perfect Heresy, p. 23.
8.
Lea, A History ofthe Inquisition ofthe Middle Ages,
I, p. 541.
9.
Messori, The Ra tzinger Report, p. 111.
10.
The Ratzinger Report, p. 45.
11.
The Ratzinger Report, p. 61.
12.
Ratzinger, Church, Ecumenism, and
Po litics, p. 58.
13.
Messori, The Ratzinger Report, p. 52.
14.
Baigent and Leigh, T/ie Inquisition, pp. 64 -
67.
15.
The Inquisition, pp. 1 04-6. The text of the
bull is given in Kramer and Sprenger, Malleus Ma lefic a ru m, xix-xxi.
16.
Kramer and Sprenger, Malleus Maleficarum, pt.
1, question 6, pp. 41-48.
17.
Malleus Ma leficarum, pt. 1,
question 6, p. 47.
18.
Ranke-Heinemann, Eunuchs for the Kingdom of Heaven,
p. 141, quoting Responsum Gregorii.
19.
Eunuchs for the Kingdom of Heaven, p.
121,
quoting John Chryso stom, On Priesth o o d, VI,
8.
20.
Eunuchs for the Kingdom of Heaven, p. 135.
21.
Eunuchs for the Kingdom of Heaven, p. 32.
22.
Eunuchs for the Kingdom of Heaven, p. 347.
23.
For a discussion on these points, see Eunuchs for
the Kingdom of Heaven, pp. 2930.
24.
Cephas, mentioned in this letter, is, of course, a
surname given to Peter; see John 1.42.
25.
Clement of Alexandria, Stromateis, III, 53, p.
289.
26.
For a review of the arguments, see Baigent, Leigh, and
Lincoln, Holy Blood, Holy Gra il, pp. 290 - 97.
27.
Ranke-Heinemann, Eunuchs for the Kingdom of Heaven,
p. 40.
28.
Eunuchs for the Kingdom of Heaven, p. 40.
29.
Eunuchs for the Kingdom of Heaven, pp.
45 - 46.
30.
Elaine Pagels interviewed in Secrets Behind
"The Da Vinci Code," Dateline NBC, 2005.
31.
Quoted in Eunuchs for the Kingdom of Heaven, p.
9.
32.
Quoted in Eunuchs for the Kingdom of Heaven, p.
46.
33.
Eunuchs for the Kingdom of Heaven, p. 126.
34.
Tertullian, The Writings of Tertullian, vol.
I, On Female Dress, I, i, p.
304.
35.
The Writings of Tertullian, vol. 1, On
Baptism, xvi, p. 252.
36.
Neither Mark, Luke, nor John mentions this statement,
even though both Mark and Luke describe the same conversation with Peter.
37.
Gospel of Philip 63, in Robinson, The Nag Hammadi
Library in English, p. 138 (translated by Wesley W Isenberg).
38.
Gospel of Philip 64, The Nag Hammadi Library in
English, p. 138.
39.
King, The Gospel of Mary of Magda la, 6, p. 15.
40.
The Gospel of Mary of Magda la, 10, p. 17.
BÖLÜM YEDi: ÇARMIHTAN SAĞ
KURTULUŞ
1.
Kudüs İncili, İsa'nın alıntı yaptığı iki kaynak aktarır.
2.
Luka'nın İncili (7:3 7-3 8) İsa'nın ayaklarını
yağlayan bir kadından bahseder.
3.
Patrich ve Arubas, "Kumran Yakınlarında Bulunan
ve İçinde Kınaçiçeği Yağı olan Kap".
4.
Garcia Martinez, The Temple Scroll, pp. I54f.
5.
Yuhanna'nın İncili, kadının, İsa'nın ayaklarını değil de
başını
yağladığından bahseder. Bunu, Matta
ve Markus tarafından tarif edilen törenin yanlış aktarılmış bir örneği olarak
kabul ediyorum.
6.
Starb ird, The Woman with the Alabaster Jar,
pp. 50-51.
7.
The Jerusalem Bible, p. 1503, note f.
8.
Starb ird, The Woman with the Alabaster
Jar, p. 51.
9.
Burkert, Ancient Mystery Cu lts, p. 102.
10.
Hastings, Encyclopedia of Religion and Eth ics,
vol. I, p. 557.
11.
See Acts 15:13, 21:18. See also
Eisenman, The Dead Sea Scrolls and
the First Ch ristia n s, pp. 118-19.
12.
Orjinal Grekçe metinde "lejten" olarak geçen
kelime, Kudüs İncilinde "haydut",Kral
James İncilinde de "thief"
olarak tercüme edilmiştir. Fakat lejten (tekil), Zelotlar için kullanılan latai
(çoğul) kelimesini anımsatır.
13.
Zias and Sekeles, "The Crucified Man from Giv'at
ha-Mivtar," pp. 26-27.
14.
Cohn, The Trial and Death of Jesus, p. 230.
15.
Josephus, The Life of Flavius Josephus, pp.
xxiii-xxiv.
16.
Parrinder, Jesus in the Quran, p. 108.
17.
Schonfield, The Passover Plot, pp. 166 - 67.
18.
Denton, Did Jesus Die?
BÖLÜM SEKİZ: İSA MISIR'DA
1.
See Encyclopaedia Juda ica, 12, col. 900,
and Baigent, Leigh, and Lincoln, Holy
Blood, Holy Gra il, pp. 363 - 64.
2.
"Aziz Thomas'ın Hıristiyanları", Nesturi
misyonerleri tarafından bulundu.; Bkz Schonfield, The Essene Odyssey, p.
126.
3.
The Essene Odyssey, p. 88.
4.
Modrzejewski, The Jews of Egyp t, pp. 73 - 74.
5.
Fraser, Pto lema ic Alexandria, I, p. 83.
6.
Modrzejewski, The Jews of Egyp t, pp. 26ff
7.
The Jews of Egypf, pp. 41 -43.
8.
The Damascus Document, col. IV 3 -4, in Garcia
Martin ez, The Dead Sea Scrolls Translated, p. 35.
9.
Taylor, "A Second Temple in Egypt," p. 310.
10.
Encyclopaediajudaica, 12, p. 1403.
11.
Vermes, The Dead Sea Scrolls, p. 140.
12.
Taylor, "A Second Temple in Egypt," pp.
308-9.
13.
Chester, "A Journey to the Biblical Sites in
Lower Egypt," p. 137.
14.
Petrie, Hyksos and Israelite Cities, p. 20,
plate XXVII.
15.
Josephus, The Jewish War, pp. 27 393.
16.
Vermes, The Dead Sea Scrolls, p. 140.
17.
Taylor, "A Second Temple in Egypt," p. 309.
18.
Driver, The Judaean Scrolls, pp. 326 - 27.
19.
Hayward, "The Jewish Temple at Leontopolis,"
pp. 434-36.
20.
Taylor, "A Second Temple in Egypt," p. 312.
21.
Josephus, The Jewish War, p. 392.
22.
The Jewish War, p. 292.
23.
Philo, On the Contemplative Life, pp. 125
27.
See also Taylor and Davies, "The So-called Therap
eutae of De Vita Contemplativa," pp. 1012.
24.
Philo, On the Contemplative Life, p. 115.
25.
Taylor and Davies, "The So-called Therap eutae of
De Vita Contemplativa," p. 14, quoting Philo, Hypothetica,
11.14-18;
Josephus, The Antiquities of the
Jews, XVIII, I;
Pliny, Natural History, V, XV
26.
Taylor and Davies, "The So-called
Therap eutae of De Vita
Contemplativa," pp. 1819.
27.
Philo, On the Contemplative Life, p. 12s.
28.
On the Contemplative Life, p. 119.
29.
On the Contemplative Life, p. 129.
30.
On the Contemplative Life, pp. 1 67-69.
31.
Naydler, Shamanic Wisdom in the Pyramid Texts,
p. 319.
BÖLÜM DOKUZ: MISIR'IN GİZEMLERİ
1.
Quirke, Ancient Egyp tia n Religion, p. 70.
2.
Assmann, The Mind of Egyp t, p. 58.
3.
The Mind of Egyp t, p. 58.
4.
Bu kelime, bazı çevirmenler taralından Alt- dünya o
larak da tercüme edilmiştir
5.
Assmann, The Mind of Egyp t, p. 66.
6.
Szpakowska, Behind Closed Eyes, p. 191.
7.
Assmann, The Mind of Egyp t, pp. 18 -19.
8.
The Mind of Egyp t, p. 61, quoting
the Berlin Leather Roll (Berlin Papyrus 3029), dating from the Middle Kingdom.
9.
Saint Teresa, The Life of Saint Teresa of Avila, by
Herself, p. 127.
10.
Bleeker, Hathor and Thoth, p. 147.
11.
Bleeker, "Initiation in Ancient Egypt," p.
56.
12.
The story of the development from tokens to writing is
given in Schmandt-Besserat, Befo re Writing, vol. 1, From Counting to
Cuneiform.
13.
Lloyd, The Archaeology of
Mesopotamia, p. 39. Georges
Roux claims in Ancient Iraq (p. 68) that an "inescapable conclusion
was that the same religious tradition had been handed down from century to
century." His confidence cannot be supported by the evidence.
14.
Mellaart, Earliest Civilisations of the Near
East, pp. 89 -101.
15.
Shreeve, The Neanderthal Enigma, p. 53.
16.
Faulkner, The Ancient Egyp tia n Pyramid Texts,
Utterance 305, p. 94.
17.
The Ancient Egyp tia n Pyramid Texts, Utterance 213,
p. 40.
18.
The Ancient Egyp tia n Pyramid Texts, Utterance 260,
p. 69.
19.
Naydler, Temple of the Cosmos, pp. 202, 203.
20.
Szpakowska, Behind Closed Eyes, pp. 150 - 51;
for translations of text from the tombs of Rekhmire and Seti I, see p. 190.
21.
Iamblichus, On the Mysteries of the Egyp tia n s,
1:12, pp. 37-38.
22.
On the Mysteries of the Egyp tia n s, 8:4, p. 139-
23.
Quirke, Ancient Egyp tia n Religion, p. 159.
24.
Bleeker, Egyp tia n Festiva ls, p. 136.
25.
Quirke, Ancient Egyp tia n Religion, p. 159.
26.
Ancient Egyp tia n Religion, p. 159.
27.
Plutarch, Isis and Osiris, cap. xx, p. 51.
28.
See, for example, Cauville, Les Cryp ts du temple
d'Hathor, for detailed plans of the ten crypts at Denderah.
29.
Heliodorus, An Aethiopian Histo ry, p.
29.1
have modernized the sixteenth-century language.
30.
For a detailed discussion of this academic attitude,
see Naydler, Shamanic Wisdom in the Pyramid Texts, ch. 5, especially pp.
140-45.
31.
Bleeker, "Initiation in Ancient Egypt," p.
55.
32.
Federn, reported by Wente, "Mysticism in
Pharaonic Egyp t?" p. 161.
33.
Abt and Hornung, Knowledge for the Afterlife,
p. 9.
34.
Knowledge for the Afterlife, p. 144.
35.
Wente, "Mysticism in Pharaonic Egypt?" p.
174.
36.
"Mysticism in Pharaonic Egypt? " p. 175.
37.
"Mysticism in Pharaonic Egypt? " pp. 17576.
38.
"Mysticism in Pharaonic Egypt? " pp. 17778.
39.
Quirke, The Cult ofRa, p. 122.
40.
The Cult ofRa, p. 118.
41.
Naydler, Shamanic Wisdom in the Pyramid Texts,
p. 85.
42.
Shamanic Wisdom in the Pyramid Texts, p. 202.
43.
Shamanic Wisdom in the Pyramid Texts, p. 21.
BÖLÜM ON: YÜCELME
1.
Vergil, TheAeneid, VI, 855-56,
p. 182.
2.
Suetonius, The Twelve Caesars,
Augustus, 16, p. 61; Temple, Ne th erwo rld (S. 2 8),Agrippa'nın,
bütün ağaçlan kestiğini söyleyen Strab o'dan söz ediyor. Rob ert Paget, yok
edilen ormanın içinde Ap o llo için kutsal olan koruluğun da yer aldığına ve
kutsal ağaçların Agrippa'nın gemilerinin inşasında kullanıldığına dikkat çekiyor.
Bu olay M.Ö.36'daki savaştan önce olmuştu. Paget, Baia'daki yeraltı tapınağının
aynı zamanda mühürlendiğine inanıyor.
Newfoundland Memorial
Universitesi'nden Raymond Clark, kişisel
bir
görüşmemizde (Temmuz 2002) Strabo tarafından
Avernu Gölü çevresini değiştirdiğini söylenen Agrippa'dan bahsederek,sitenin mühürlenmesi
hakkındaki düşüncelerini aktardı: "Agrippa'nın göl kıyısında donanma işleriyle
meşgul olmasından dolayı, Baia'daki tapınakla ilgilenmiş olması gerekmez.
Agripp a bir din karşıtı değildi. Onun, Roma'daki Pantheon binası inşa ettirmesi
bunun kanıtıdır. Ama yine de buranın kap anma tarihle ilgili fikirleri değerlendirmeye
açığım."
3.
Paget, In the Footsteps of
Orpheus, p. 136; Temple, in Ne th e rwo rld (p. 31), extrapolating
from Paget's figures, suggests that this filling took around two years.
4.
Paget, In the Footsteps of
Orpheus, p. 19.
5.
Vergil, TheAeneid, VI, 149-87,
pp. 163-64; see also Clark, "Vergil, Aeneid, 6,40 ff., and the Cumaean
Sibyl's Cave," p. 485.
6.
Vergil, TheAeneid, VI, 187, p.
164.
7.
Vergil, The Georgics, 4, 563 -
65, p. 143. "Parthenop e " is a poetic term to denote Naples (see p.
1 60).
8.
Livius, The History of Rome,
24,12-13.
9.
Strab o, Geography, V 4, 5
10.
Paget, In the Footsteps of
Orpheus, p. 106.
11.
Strab o, Geography, V 4, 5
12.
Paget, In the Footsteps of Orpheus,
p. 102.
13.
In the Footsteps of Orpheus, p.m.
14.
In the Footsteps of Orpheus, p. in.
15.
In the Footsteps of Orpheus, p. 113.
16.
In the Footsteps of Orpheus, pp. 127 - 30.
17.
Temple, Conversations with
Eternity, pp. 12-13, quoting from Paget, In the Footsteps of Orph eus,
p. 137.
18.
Temple, Conversations with
Eternity, p. 17.
19.
Paget, In the Footsteps of
Orpheus, p. 135.
20.
Temple, Neth erwo rld, p. 10.
21.
Netherworld, p. 10.
22.
"The Cults of Magna
Graecia," symp o sium held by the Vergilian Society at the Villa
Vergiliana, Cuma, 19-22 June 2002.
23.
Vergil, TheAeneid, VI, 850-53,
p. 182.
24.
Homer, The Odyssey, book XI,
p. 171.
25.
Strab o, Geography, V 4, 6.
26.
Geography, V, 4, 5.
27.
See, for example, Ogden, Greek and
Roman Necromancy (p. 22), who claims that because the literary tradition
seems to locate the oracle on the shores of Lake Avernus, that is where it must
be. There is no need to come to
this conclusion, however, given the
imprecision of the traditions he cites. Others, such as Burkert, Lore and
Science in Ancient Pythagoreanism (p. 155), are open but cautious. Both
approaches simp ly reinforce the need for systematic excavation of the site at
Baia.
28.
See, for example, Hardie, "The
Crater of Avernus as a Cult-Site," p. 284.
29.
Ogden, Greek and Roman Necromancy,
pp. 19 - 21.
30.
King sley Ancient Ph ilosophy,
Mystery, andMagic, p. 252, n. 6.
31.
Apuleius, Metamorphoses, XI,
23, p. 340. The translation cited here is from
Burkert, Ancient Mystery Cu lts,
p. 97. A popular translation by Robert Graves is entitled The Golden Ass.
32.
Burkert, Lore and Science in
Ancient Pythagoreanism, p. 155; Robert, Archaeological Reports for 1
959-1 960, pp. 42-43.
33.
Peter Kingsley, personal
communication (March 2002).
34.
Burkert, Ancient Mystery Cults,
p. 174.
35.
Plato, Phaedo, 64a, p. 9.
36.
Phaedo, 67c p. 14.
37.
Burkert (Ancient Myste ry Cults,
p. 162, n.
n) considers that this extract is
from Plutarch, not Themistius, as stated by Stobaeus.
38.
Quoted in Farnell, The Cults of
the Greek States, 111, p. 179.
39.
Seneca, Epistles, p. 327.
40.
Quoted by Eliade, Rites and
Symbols of Initiation, p. in.
41.
Rites and Symbols of Initiation, pp. 112 - 13.
42.
Gorman, Pythagoras, pp. 48-49.
43.
Kingsley, In the Dark Pla c es of
Wisdom, p. 198. See also Kingsley Ancient Ph ilosophy, Mystery, and
Magic, pp. 340—41.
44.
Kingsley, Ancient Ph ilosophy,
Mystery, and Magic, p. 341.
45.
Interview with Peter Kingsley,
"Piloting the Ship of Life," Freemasonry Today 28 (Spring
2004), p. 24.
46.
Parmenides' poem is translated by
Kingsley in Reality, p. 26.
47.
Zuntz, Persephone, pp. 370-76;
Kingsley, "From Pythagoras to the Turba
Philosophorum, pp. 3-4.
48.
Cole, "New Evidence for the
Mysteries of Dionysos," pp. 233-34.
49.
Guthrie, Orpheus and Greek
Religion, p. 173.
50.
Prof. Dr. Walter Burkert, personal
communication (May 2005). Burkert
explains that this is a difficult text and that two variant readings are
possible. The alternative reading is: "And for you are waiting beneath the
earth the celebrations, which also other blessed ones [are performing]."
51.
Aristophanes, The Frogs, p.
308.
52.
Kingsley, In the Dark Pla c es of
Wisdo m, pp. 78 - 79.
53.
In the Dark Places of Wisdo m, p. 284.
54.
In the Dark Places of Wisdo m, p. 83.
55.
In the Dark Places of Wisdo m, p. 141.
56.
Asclepius, 24, in
Copenhaver, Hermetica, p. 81.
57.
Iamblichus, On the Mysteries of
the Egyp tia n s, VI11, IV, pp. 138 — 39.
58.
Iverson, Egyp tia n and Hermetic
Doctrine, p. 43. Iverson
also explains: "Thus considered, as reflections of corresponding
divergencies in Egyptian cosmology, the seeming inconsistencies in the Hermetic
conception of creator and demiurge find a natural explanation, which at the
same time will be seen to throw unexpected light on the problem of the mutual
relations of the two traditions, and the dependence of the corpus [that is, the
Hermetic texts] on Egyptian sources" (p. 40).
59.
Kingsley, "Poimandres," p.
5.
60.
Iverson, Egyp tia n and Hermetic
Doctrine, p. 30.
61.
Egyp tia n and Hermetic Doctrine, pp. 37— 38,
referring in p articular to the Hermetic Asclepius, 38, in Copenhaver, Hermetica,p.
90.
62.
Iverson, Egyp tia n and Hermetic
Doctrine, p. 41.
63.
See note 49.
64.
Iverson, in Egyp tia n and
Hermetic Doctrine (pp. 35-36), discusses how the explanation of the
Egyptian concept of "the b re ath of life" can be augmented by means
of the Hermetic texts.
65.
Clement of Alexandria, The
Miscellanies, VI, VI, p. 324.
66.
Iamblichus, On the Mysteries of
the Egyp tia n s, I, I, p. 21.
BOLUM ON BİR: KAYNAĞI DENEYİMLEME
1.
The Jerusalem Bible, The New Testament, p.
19, note d.
2.
Philo, On the Contemplative Life, 28, p. 129.
3.
Caplice, The Akkadian Namburbu Texts, p.
10.
4.
Parpola, "The Assyrian Tree of Life," p.
174, n. 64.
5.
. "Asur Hayat Ağacı" s. 1 85,206. Parpola şöyle
yazar: Yahudi tek tanrı inancında, tıpkı atası olan Asur dinindeki gibi teklik
diye bir şey bulamazsınız.Aynı şey, üçleme doktrininden ötürü Hıristiyanlık
için de geçerlidir. Asur dini ve felsefesi, kavramlarını bu dinlere aktarmıştır
(s. 190, n. 1 07).
6.
Kingsley, "Ezekiel by the Grand Canal," p.
339.
7.
"Ezekiel by the Grand Canal," p. 342.
8.
"Ezekiel by
the Grand Canal," p. 341,
quoting from VA (Vorderasiatisches Museum), Berlin.
9.
"Ezekiel by the Grand Canal," p. 345.
10.
"Ezekiel by the Grand Canal," p. 345.
11.
Parpola, "The Assyrian Tree of Life," p.
169.
12.
"The Assyrian Tree of Life," p. 190, n. 106.
13.
"The Assyrian Tree of Life," p. 168.
14.
"The Assyrian Tree of Life," pp. 174,189.
15.
Halevi, The Way of Kabbalah, p. 98, fig.
16.
16.
Tertullian, OnFema leDress, III, vol. I, p.
307.
17.
Charles, The Book of Enoch, pp. 196, 204, 208,
and 212; on the eastern portals, see also Baigent, From the Omens of
Babylon, pp. 74-75, and Reiner, Enuma Anu Enlil Tablets 50 -
51, pp. 2 - 3.
18.
Charles, The Book of Enoch, p. 235.
19.
The Book of Enoch, p. 235.
20.
The Book of Enoch, p. 236.
21.
The Book of Enoch, p. 236.
22.
Faulkner, The Ancient Egyp tia n Pyramid Texts,
Utterance 213, p. 40.
23.
Cave 4 texts: 4Q201, 4Q202, 4Q204, 4Q205, 4Q206, 4Q207
4Q212. See Garcia Martinez, The Dead Sea Scrolls Translated, pp. 246-59.
24.
Charles, The Book of Enoch, pp. 168 - 69.
25.
The Book of Enoch, p. 267.
BÖLÜM ON İKİ: CENNETİN KRALLIĞI
1.
Smith's story is given in his autobiographical account
in The Secret Gospel, pp. if.
2.
The Secret Gospel, p. 5.
3.
The Secret Gospel, p. 5.
4.
The Secret Gospel, p. 6.
5.
The Secret Gospel, p. 15.
6.
See Clement of
Alexandria, Miscellanies, Vvi
and viii. Was
Clement in contact with some residual
Therap eutae group? No one knows.
7.
Stroumsa, Hidden Wisdom, p. 5.
8.
Hippolytus, Philosophumena, V 10.
9.
Clement of Alexandria, The Miscellanies, I, I.
10.
Smith, The Secret Gospel, p. 148.
11.
The Secret Gospel, p. 144.
12.
The Secret Gospel, pp. 27-30.
13.
Ehrman, Lost Ch ristia n ities, pp. 83 - 84.
14.
Saint Teresa, The Life of Saint Teresa
ofAvila, p. 139.
15.
The Life of Saint Teresa ofAvila, p. 146.
16.
The Life of Saint Teresa ofAvila, p. 285.
17.
Fuller, A New Catholic Commentary on Holy Scrip
ture, p. 1009. The last sentence is attrib ute d to J. Schmid in
Wikenhauser and Kuss, Regensberger New Testament, p. 209.
18.
James B. Robinson, personal communication (November 1
989).
19.
Gospel of Thomas, in Robinson, The Nag Hammadi
Library in English, p. 51.
20.
The Nag Hammadi Library in English, p. 3.
21.
The Nag Hammadi Library in English, p. 113.
22.
The Nag Hammadi Library in English, p. 106.
23.
The Nag Hammadi Library in English, p.
22.
24.
The Nag Hammadi Library in English, p. 39.
25.
Baigent and Leigh, The Dead Sea Scrolls Deception,
pp. 180 - 87.
26.
Stroumsa, in Hidden Wisdom (pp. 34-3 8), gives
a summary of Patristic sources.
27.
Hidden Wisdo m, p. 6.
28.
King, The Gospel of Mary ofMagdala, p. 3.
29.
The Gospel of Mary ofMagda la, 43-8. 3
o. The Gospel of Mary ofMagdala,
6:1-2.
31.
The Gospel of Mary ofMagda la, 6:3.
32.
The Gospel of Mary ofMagda la, 1 0:3-4.
33.
The Gospel of Mary ofMagda la, 10:10.
34.
Philip'in İncili, 63, s. 138. İlginçtir
ki; Robinson, The NagHammadi
Library in English (1 977), İngilizce'nin ilk baskısında (1 977) metin,
"[Fakat İsa] onu
[bütün] havarilerden daha çok [severdi
ve onu sık sık ağzından] öp [erdi]" şeklinde tercüme ediliyordu. Fakat İsa'nın
gizli evliliği üzerine yapılan tartışmaların artmasının ardından, 1988'deki üçüncü
baskıda ve 1 990'daki ciltsiz baskısında metnin tercümesi değişti: "onu [bütün]
havarilerden daha çok [severdi] ve sık sık [...]dan öp [erdi]" (s. 148).
BÖLÜM ON ÜÇ: İSA YAZMALARI
1.
Specifically, to the reign of Alexander Jannaeus, 1 03
-76 B.C.; see de Vaux, "Observations sur le Commentaire d'Habacuc
decouvert pres de la Mer Morte," Revue Biblique, LVIII, 1951, pp.
438 and 443.
2.
Hab akkuk Pesher, iQpHab, II 3, in Garcia Martinez, The
Dead Sea Scrolls Translated, p.
198.
3.
Dupont-Sommer, The Dead Sea Scrolls, pp. 95-96.
This is an English translation of his 1950 publication Apercuspreliminaries
sur les manuscrits de la mer Morte. His term for the Teacher of
Righteousness is translated as "Master of Justice" in the English
edition.
4.
The Dead Sea Scrolls, p. 373.
5.
Catholic University of America, New Catholic
Encyclopedia, vol. XI, p. 551.
6.
Burrows, The Dead Sea Scro lls, p. 51.
7.
The Dead Sea Scrolls, p. 52.
8.
De Vaux, "Observations sur le Commentaire
d'Habacuc decouvert pres de la Mer Morte," Revue Biblique, LVIII,
1951, p. 438.
9.
"Observations sur le Commentaire d'Habacuc
decouvert pres de la Mer Morte," p. 93.
10.
"Observations sur le Commentaire d'Habacuc
decouvert pres de la Mer Morte," p. 94.
11.
Murphy, Lagrange and Biblical Ren ewa l, p. 60.
12.
John Allegro, letter to Father Roland de Vaux, 7 March
1956. For an account of the disputes between John Allegro and the other members
of the international team, see Baigent and Leigh, The Dead Sea Scrolls
Deception, pp. 45 - 60.
13.
Baigent and Leigh, The
Inquisition, p. 230,
translation from Garcia Martinez, The Dead Sea Scrolls Translated, p.
138; see also Eisenman and Wise, The Dead Sea Scrolls Uncovered, pp.
68-7 1.
14.
De Vaux, Archaeology and the Dead Sea Scrolls,
p. 20.
15.
Baigent and Eisenman, "A Ground- Penetrating
Radar Survey Testing the Claim for
Earthquake Damage of the Second
Temple Ruins at Khirbet Qumran," pp. 136-37 and maps on pp. 134-35.
16.
For the attacks on Oxfords Professor Godfrey Driver
and Reader in Jewish Studies Cecil Roth, see Baigent and Leigh, The Dead Sea
Scrolls Deception, pp. 152, 1 63-64; see also Mack, The Lost Gospel
(pp. 248-49), on the problem of theologians trying to investigate Christian
origins; for similar problems with the events of the Old Testament, see
Thompson, The Bible in Histo ry (p. xv), in which Thompson describes how
his removal of the history of Israel from the mythology of the Old Te stament
lost him tenure at his American university. Happily, he was appointed professor
of the Old Testament at the University of Copenhagen.
17.
For example, compare James 2:io with Romans 3:28.
18.
The Atlantic Monthly, December 1986,
p. 39.
19.
Mack, The Lost Gospel, p. 237.
20.
The Lost Gospel, p. 238.
21.
The Lost Gospel, p. 219.
22.
Baigent and Leigh, The Dead Sea Scrolls Deception,
pp. 1 32-36. Eisenman and Wise, in The Dead Sea Scrolls Uncovered (p.69),
write: "It is impossible to distinguish ideas and terminology associated
with the Jerusalem Community of James the Just from materials found in this
corpus" — the "corpus" being the Dead Sea Scrolls.
23.
Zuckerman, A Jewish Prin cedom in Feudal France
768-900, p. 58.
BÖLÜM ON DÖRT: KÜLTÜR TİCARETİ
1.
Interview with Magen Bro schi, 21 May 1990.
2.
Copenhaver, Hermetica, tractate XI, 21, p.
42.
3.
Rumi, "Jars of Springwater," in The
Glance, p. I.
EK BÖLÜM
1.
Ehrman, Kasser, Mayer ve Wurst, Yahuda incili, s. 118
2.
Ibid
3.
Ehrman, op cit, s. 102
4.
Yahuda İncili, 35 (Kasser, Mayer ve Wurst, s. 23)
5.
Vergano, Dan ve Gro ssman, Cathy Lynn, "Yeni ışıkta
haini oynayan Yahuda'nın uzun süredir kayıp olan İncili", USA Today, Nisan
79, 2006, s. 2A.
6.
Owen, Richard, "Yanlış Anla^ııUm Yahuda",
The Times, 12 Ocak 2006, s. 3
7.
Onun araştırmaları, Rennes le Château. Le jecret ie
Sauniere adlı kitabında yer almaktadır. Bu değerli araştırma, papazın bu
sermayeyi nasıl elde ettiği ve kaynaklarının ne o lduğu konusunu derinlemesine
ele alan özel
bir çalışmadır. Suniere'nin
1890'larda küçük bir hazine keşfettikten sonra rüşvet alıp vererek, din adamlarına
rütbe sattığı ve para karşılığı ayinler düzenlediği iyi bilinen bir gerçektir. Bu
yolla elde ettiği gelirini detaylarıyla gö steren kişisel mali kayıtlarının
garipliği, kendi rahipleri olan Kato lik kurumların onunla işbirliği
yapmasından kaynaklanır. Sauniere'nin yardımına neden ihtiyaç duymuşlardı? Bunu
cevabı şudur: Bu büyük ölçekli bir para aklama operasyonuydu ve aklanan paranın
kaynağı Hapsburgs'du (Robin, J-L., kişisel görüşme, 14 Ocak 2006).
1
Çeviren Notu: Mitras Pagan inancında
güneş tanrısıdır. Onun doğum tarihi olan 25 Aralık ise bugün Hıristiyan aleminde
İsa'nın doğum günü o larak kutlanır.
Çeviren Notu: Sardis bugünkü Manisa,
Salihli'de bulunan Şart Antik Kenti'dir.
Çeviren Notu: 16. yy'da Avrup alılar,
Amerika kıtasını ilk keşfettiklerinde orayı Yeni Dünya o larak adlandırdılar.
Yazarın bu terimle kastettiği Amerika kıtasıdır.
4
Çeviren Notu: "Prefect"
eski Roma valilerinin unvanı olarak kullanılan terimdir.
6
Çeviren Notu: Mısır'ın son kraliçesi
yedinci
Kleopatra'dır. Kendinden öncekiler
pek
Çeviren Notu: Tora, Yahudilerin yasa kitabıdır;
Eski Ahit'in ilk beş bölümünü o lu şturan kitap.
Çeviren Notu: Nenehin burada
bahsedilen 'sonsuz o lab ilme durumu' aslında az önce bahsedilen döngüsellikten
kaynaklanan bir sonsuzluğa işaret eder. Yani bu cümlede geçen 'nenehin sonsuz
olabilme durumu'ndan kasıt, ezeli ve ebedi olma durumu değildir.
11
Çeviren Notu: Kenanlılar, Hz. Nuh'un oğlu
Ham'dan olan torunu Kenan'ın neslinin kavmidir. Ve Kenan diyarı, bugünkü Filistin
toprakları üzerindedir
Çeviren Notu: Talmud adı verilen
derleme yasa kitabı, Yahudilerin Eski Ahit'ten sonra gelen en önemli kitabıdır.
arab alardan hatırlayın.
18
Çeviren Notu: Cizvitler mistik bir Hıristiyan
tarikatı mensuplarıdır.
Çeviren Notu: Burada Yeni Antlaşmadan
- New Covenant- kasıt Yeni Ahittir- New Testament.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar