Print Friendly and PDF

ŞEYH BEDREDDİN MESELESİ

Bunlarada Bakarsınız

 

 

ÇIĞ YAYINLARI 1


A. CERRAHOĞLU

İSTANBUL — 1966

ÖNSÖZ

Şeyh Bedreddin yaşadığı devrin en büyük şahsiyetle­rinden ve insanlık tarihinin ölümsüz simalarından biridir. Bununla beraber, bugüne kadar, hakkında yazılan — ve gerçek ilmi değer taşıyan — eserler yok denecek kadar az­dır. Gerek Türkçede ve gerekse yabancı dillerde bu konu il ilgili olarak yapılan araştırmalar henüz tatmin edici sayıl­mıyor. Bunun nedenlerini, burada, izaha girişecek değiliz. Şu kadarını söyliyebiliriz ki, gün geçtikçe önemi artan bu konuyu toplu halde inceliyebilmek için, Doğu ve Batı kül­türünü hakkile benimsemiş, sosyalizmin nazariyesine ve ta­rihine vakıf ve herşeyden önce ilmi araştırma metoduna bihakkin sahip elemanlardan mürekkep bir ekip çalışması ge­rekmektedir. Ancak bu suretledir ki, Bedreddin problemi, peşin hükümlere saplanmadan ele alınabilecek ve tam anlamile objektif açıdan aydınlanma yoluna girecektir. Şeyh Bedreddin, araştırıcılarını ve tarihçisini bekliyor.

Bu arada, yüzyılların yığdığı ve kökleştirdiği hatalı hü­kümleri birer birer sökmek ve ayıklamak, başka bir deyişle, temini tesviye etmek işi de var. Bedreddin hakkında, tarih boyunca verilen hükümler ilmi tahlil ve tenkit süzgecinden geçirilmelidir ki, mesele, esaslı şekilde, ortaya konulabilsin. Biz, Şeyh Bedreddin hâdisesine ayırdığımız ve ilk broşürünü sunduğumuz seride, bu zarureti belirtmeğe ve meselenin doğru vazedilmesini sağlamağa çalışacağız.

ABDURRAHMAN ŞEREF’E GÖRE
ŞEYH BEDREDDİN

Abdurrahman Şeref Bey, Osmanlı İmparatorluğunun son vak’anüvisi idi. Tarihçi olarak şöhret kazanmış; ve, Ta­rih Profesörü olarak saygı görmüştü. İkinci Meşrutiyetten sonra, Âyân Üyesi (Senatör) oldu. İki defa Maarif Nazırlı­ğı (Millî Eğitim Bakanlığı) koltuğuna oturdu. Osmanlı İm­paratorluğunda, bütün mülkî mertebelerden geçerek, «rütbe-i bâlâ»yı kazanmıştı. Mecidî, Osmanî ve Maarif nişanlarmı, birçok madalyaları ve yabancı Devletlerden ikisinin ni­şanını taşıyordu.

Tarihçi ve Profesör Abdurrahman Şerefin, kendisine ün sağlayan Tarih-i Devleti Osmaniyye adlı iki ciltlik eseri (1), Yüksek Okullara devam eden talebeler ve özellikle Mekteb i Mülkiye-i Şâhâne (Siyasal Bilgiler Fakültesi) öğ­rencileri için yazılmıştı. Tarihçinin esas maksadı, öğrencile­rin ahlâk eğitimi, ve Devlet hizmetinde tutulacak doğru yolu öğrenmesi idi. (2)

Yukarda adı geçen eser, bazılarınca, batı metodu ile yazılmış bir tarih kitabı olarak kabul edilmekte; ve, yazarın ilk defa İlmî bir Osmanlı Tarihi yazdığı ileri sürülmektedir. (3). Demek oluyor ki, tarihçimiz, bütün tarih fenomenle­rini ve bu arada Şeyh Bedreddin problemini İlmî ve objek­tif açıdan ele alacak ve bilgi metodu ile çözecektir.

Abdurrahman Şeref, besmele ile başlayan önsözünde, amacını şöyle açıklıyor:

«Hakîm-i zufünun İbn Haldun’un bu fende açtığı çı­ğır ki elyevm Avrupalılar nezdinde gayetle mergup ve hikmet-i tarih ismile maruftur ve havadis-i kevniyye ve tegayyürât-ı şeenniyyeyi tecarüb ve müşahedât-ı mütetabiadan münbais bir kanun-u nazarîye tâbi farz ederek vukuatın yal­nız suret-i cereyanını nakil ve hikâye ile iktifa etmeyip esbab ve netaicini dahi teharrî ve istiskâ ve ahvâl-i câriyeden suver-i âtiyeye intikal eylemektir. İşte terbiye-i tarihiyyeyi tezammun eden yalnız bu tarîk-i müstahsendir.»

Yarının Devlet memurlarına seslenen tarihçimiz, sivil bürokrasi basamaklarında yükselerek sorumlu idare mevki­lerini dolduracak olan genç kuşaklara Şeyh Bedreddin hâdi­sesini şu şekilde sunmaktadır:

«Ve Musa Çelebi’nin Kazaskeri meşâhîr-i ulemadan Şeyh Bedreddin-i Simavî dahi vazife-i tekaüddiyye ile İz­nik’ta ikamete memur buyuruldu...» (4)

İkamete memur olduğu yukarda beyan olunan fuzalây-ı müteberriîn ve ulemây-ı müteverriînden Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin talim ve tedris ile halka-i ifaza ve terbiyesine bir çok şakirdân ve müridân toplamıştı. Müşarünileyhin telâmîzinden olup Kazaskerliği hengâmında Kethüdası olan Börklüce Mustafa İzmir Mülhakatından Ka­raburun nevâhîsinde Şeyh nâmına halkı izlâi ve ifsâd ederek başına hayli haşarat biriktirmiş ve akaid-i sahîfeye makasıd-ı siyasiyye dahi ilâve ederek harekâtı isyan rengini almıştı. Şeyh bu ahvâle muttali’ oldukta havf-ü herâsa tebaiyyetle İznıktan Sinoba ve andan diyâr-ı Eflâka firar ve iltica ve ora­dan dahi Silistire tarikile Deliorman’a geçerek tehassun ve

ihtifa eyledi. Sultan Mehmed Han Hazretleri Şehzadeleri Sultan Murad ile Beyazıt Paşayı Börklüce fetretini def’a memur edip kendileri dahi Şeyhi derdest için Rumeli tara­fına güzâr eylediler.

Börklüce Mustafa Karaburun’da tutulup maiyyetile bilcümle kılıçtan geçirildi ve rufekasından ve mühtediyân-ı Yehûddan Torlak Hud Kemâl dahi Manisa’da asılarak Ana­dolu kıtası levs-i şekavetten tathir edildi.

Şeyh Bedreddin ise Deliorman’da tezyîd-i tevabi eyle­diği halde savlet i Padişâhî ile cümlesi dalığılıp Şeyh derdest edildi. Ve kendisi fezail-i müselleme ve musannafât-ı makbûle esbabından ve ulemây-ı benâmdan olmakla istintakı Meclis-i Ulemaya havale buyurulup allâme-i Teftazânî telâmizinden Reisülulema Mevlanâ Haydar Hervî fetvasile ve hurûc alessultan töhmetile ol yegâne-i faziletmedâr Serez Pazarında berdâr kılındı. Hakkında verilen fetvaya kendisi dahi vaz’-ı imza eylediği mervîdir.» (5)

Abdurrahman Şeref Bey, 1315’te, Mekteb-i Sultanî (Galatasaray) Müdürü iken, idadiye kısmı için hazırladığı muhtasar tarih kitabında, (6) aynı görüşü telkin etmekte ve verdiği malûmatı daha açık bir dille tekrarlamaktadır:

«...Şeyh Bedreddin-i Sinıavî ilim ve fazl ile gayetle meşhur idi ve pek çok şakirdân ve müridânı var idi.» Eski Kethüdası Börklüce Mustafa Şeyh adına halkı yanlış yola sürüklemiş ve ihtilâle kışkırtmıştı. Şeyh Bedreddin bu olayda kendini kabahatli sayıp kaçtı ve saklandı. Börklüce tutulup idam edildiği gibi Şeyh de yakalanmış ve darağacına çekilmiştir. Ilh.»

Görülüyor ki, Abdurrahman Şeref Bey, — kendisin­den önce gelen bütün Osmanlı tarihçileri gibi — Şeyh Bed-

leddin’in büyük bir bilgin olduğunu kabul ediyor. Ayrıca ■onu fazilet sahibi bir insan olarak alıyor. Tacüttevarib yaza­rı Hoca Sadeddin Efendinin tâbirlerini benimsiyerek, Şey­hin zühd ve takva sahibi olduğunu, fenalıklardan kaçındığı­nı da itiraftan çekinmiyor. İhtilâl suçunu ise Börklüce Mus­tafa’ya yüklemekle, bir bakıma, Şeyhi savunmak istiyor. Başka bir deyişle, tarihçimiz, Şeyh Bedreddin’in şahsiyetini ikiye bölmektedir: Bilgin Bedreddin ve ihtilâlci Bedreddin. ■Onun tarih anlayışına ve tarihçi mantığına göre, Bedreddin .çapında gerçek bir bilgin ihtilâlci karakter taşıyamazdı.


HAYRULLAH EFENDİ’YE GÖRE ŞEYH BEDREDDİN

Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi yazarı «saadetlû Hayrullah Efendi» yüksek Devlet memuru tarihçilerimizdendir. Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm ı Adliye, Meclis-i Maarif-i Umumiye ve Nafia âzası, Encümen i Dâniş İkinci Reisi idi. Babası da Meclisli Maarif-i Umumiye Reisi, Reisülulemâ Semahetlû Abdülhak Efendi Hazretleri. Tarihinin birinci ki­tabında, atalarının yüz altmış senedenberi Padişahın hizme­tinde bulunmakla övündüklerini söylüyor. Kendisi de, Pa­dişahın sayısız lutuf ve ihsanlarına gark olmuş bir kulu ol­makla övünüyor. Ve, eserini, tabiatile, Velinimetine — şe­riatın ve dinin koruyucusu Abdülmecid’e — sunuyor:

«İşbu birinci cildin atebe-i gerdûnmertebe-i Hazret-i Şahâneye lieclilistizan arz ve takdimine cesaret olundu... İnşaallahuteâla saye-i Şâhânelerinde mücelledât-ı müteakıbesinin dahi tekmil oldukça tabı’ ve neşri zımmında birer bi­rer takdîm-i pîşıgâh-ı âli-i Mülûkâneleri kılınacağı eltâf-ı samedâniyyeden me’mûl ve müsterhamdir.»

Şimdi, Hayrullah Efendi Tarihi’ni açalım ve Şeyh Bed­reddin hâdisesini ondan dinliyelim:

«...Rum müverrihlerinin beyan ve ihbarına nazaran Sultan Musa zikr olunan batakta kalıp boğulmuştur... Ka­zasker makamında olan Simavnaoğlu Şeyh Mehmedi ilim ve fazlma hörmeten öldürülmeyip yevmi yüz akçe vazife ile İznik kurâsından birine nefy olundu ki mumaileyhin bakiyye-i ahvâli ve salb olunmasının sebebi bundan sonra zikr olunacaktır■•


İlim ve fazlına hörmet olunarak yevmi yüz akçe-i Os­man! tahsisile tahtelhıfz İznıka irsal olunmuş idi. Şeyh-i mezkûrun hulefasından Börklüce Mustafa nâm şahıs Aydın tarafına geçip orada bulunan etrâk-i bîidrâki Şeyh-i mezkû­run meslek ve mezhebini tasdike davet eyledi. İşbu Yörklüce Mustafa Şeyh-i mezkûrun Kazaskerliği zamanında Ket­hüdası idi. Elhasıl Aydın havalisinde Şeyhin şöhreti şayi olup, sem’-i Hümâyûna vasıl olduğundan kurduğu dâm-ı tezvire giriftar olmamak üzere yolunu bularak İznikten fi­rar ile diyâr-ı İsfendiyar’a gelip Sinoptan kayığa binerek Kefe tarafına geçip oradan dahi dolaşarak Eflâk memalikinden ve Tuna Nehrinden aşıp Silistreye vasıl oldu.

Yörklüce Mustafa dahi Aydın memalikinde İdrîsi Bit­lisi rivayetince on bin ve Mevlânâ Neşri ve Hemdemî Tarih­lerinin hikâyetince beş bin kadar muhibbân ve bendegân namile bir takım evbâş ve kallâşı başına toplayıp karaburunda neşr-i dalâlet etmekte idügi Şehriyâr-ı Kâmkârın ma­lûmu olıcak Amasya sancağını tevcih buyurdukları Şehzade Sultan Murat Hazretlerini altı bin kadar leşkere serdar nasp ile Beyazıt Paşayı dahi maiyetine terfik ederek i’zâm eyle­diklerinden Aydın nevahisinden olan Karaburun havalisin­de Yörklüce Mustafanın tarafdârı bulunan sofilerin sufufu üzerine varılıp biraz mukatele olmakla sofiler tarafında hezi* met görülüp bilâhara kendisi dahi hengâm-ı cenkte maktul oldu.

Yine Şeyh-i mezkûrun hulefasından olup Manisa civa­rında üç bin sofi ile harp ve kitâle muntazır olan Hud Bin Kemal’in olduğu mahalle gidilip biraz mukatele vukuundan sonra anı dahi tutup vücûd-i bîsûdunu endahte-i vadî-i adem eylediler.

Mezkûr sofilerin her birini bir suretle iğfal edip alda­tan Simaven Kadısı Şeyh Bedreddin’in Rum illerinden aya-

ğını kesmek üzere hizmet-i Sultanîde bulunan Kapıcıbaşılardan Elvan Ağa bin beş yüz kadar süvari ile Edirneden kalkıp Zağra tarafına doğru Şeyhi şebihun etmeğe gönderil­dikte niyet-i hâlise-i Şâhâne iktizây-ı celîli üzere sühûletle Şeyh dahi ahz olunup Mevlânâ Burhaneddin Haydar bin Mehmed Herevî ile Mevlânâ Fahreddin Acemî fetvaları mucibince Serez pazarında salb olundu.» (7)

Tarihçimizin deyişine göre, Börklüce Mustafa — Hayrullah Efendinin idraksiz Türkler dediği — halkı Şeyh Bedreddin’in meslek ve mezhebini tasdike çağırmıştır. Bu mes­lek ve mezhep neydi? Bedreddin’in yaymak istediği doktrin’in temel çizgileri nelerdi? Hayrullah Efendi, bu hususta, izahat vermiyor. Ona göre, Şeyh Bedreddin bir tezvir tuzağı kurmuş ve bu tuzağa yakalanmamak için, yolunu bularak, ikaçmıştır.


TARİH İ EB-ÜL FARUK YAZARINA GÖRE
ŞEYH BEDREDDİN

Tarih-i Eb-ül Faruk yazarı Dağıstanlı Murat Bey, Ro­dos Kal’asından, tetkik erbabına, örnek bir Osmanlı Tarihi armağanladığını söylüyordu. (8) Murat Bey, mevcut Osmanlı Tarihlerini zaten okumuş olanları muhatap olarak al­mıştı. Osmanlı tarihçilerini tanıyanlar onu dinliyebilecekti. Esasen, Murat Bey, kendisinden önce gerçek Osmanlı Ta­rihçisinin geldiğine de inanmıyor; ve, OSMANLI TARİHİ YAZILMAMIŞTIR, diyordu.

«Mekteb-i Fünûn-u Mülkiye-i Şâhâne»de «fenn-i celîl-i tarih» tedris etmiş bulunan (9) Dağıstanlı Murat Bey, Tarih-i Eb-ül Faruk’ un mukaddemesinde, kendisinden önceki tarihçileri şiddetle tenkit ederek, Osmanlı Tarihinin henüz yazılamadığı tezini ileri sürüyor; ve — kendi görüşüne gö­re — nasıl yazılabileceğini öğretiyordu

«... Bir Devletin tarihini yazan müverrihler vukuatı ta’dat ve tafsil, yahut tabakat-ı âliyesinin ef’al ve amalini medih ve tevil etmek ile iktifa ederlerse, vazife-i asliyenin onda birini bile ikmal etmiş olamazlar.» «Tarih-i Osman! henüz yazılamamıştır. Mevcut olan tevarih — onlar da pek çok nevakısı şamil olmak şartile — vukuat cetvellerinden ibarettir. Hele ilk âsâr ve vukuat-ı tarihiyemiz bir müddet ağızdan ağıza devrolunduktan sonra Orhan Gazi’nin imamı oğlu Şeyh Yahşi bin Ilyas tarafından zaptedilmiş, Âşıkpaşazade Derviş Ahmet tarafından tevsi edildikten sonra îdris Bitlisî’nin, yani bir mültecinin zaptına uğramış, müteahhirîn


İdris’ten düzce almak ile iktifa ettikleri için öylece bize ka­dar vasıl olmuş rivayat ve hikâyattan ibarettir.

Naima ve Abdi ve Cevdet gibi vukuatı münferideyi hudud-u zatiyelerine münhasıran muhakeme etmek tarikile nakl-i vukuat etmek usulünden biraz inhiraf etmişlerdir. Fakat Tarih-i Osmanînin hikmet i asliyesini ihata edeme­mişler. Bunun iç m vak’anüvisl erin biraz mümtazları olmak­tan fazlaya varamamışlardır.

Maksat ve iddiam... vukuatı tasvirden ziyade hikmet­lerini tayine sarf-ı mesai ile müverrihlere bir zemîn-i muha­keme irae eylemektir... Maksatta isabet olunduğu halde; erbab-ı iktidara geniş bir ufk-u mesai irae edilmiş olur. Him­metlerinin inzimamı halinde dahi, müstakbelin müdekkikleri için Tarib-i Osmanî yazılmak ihtimali hasıl olmuş bulu­nur.» «Tarib-i Eb-ül Faruk, C, I, s. 3 ve 5-6)

Bundan başka, «Tarih i Osmanînin henüz erbabının enzar-ı tetkiki haricinde kaldığını» söyliyen meşhur «Mi­zan» sahibi, hemen her fasılda, münasebet düşürüp, yaltak­çı ve dalkavuk tarihçileri, kendine has üslûpla, kırbaçlama­ğa devam etmiştir:

«Müverrihlerimiz şu çirkin harekâtı göklere çıkarmak ile iktifa etmemişler. Hulûs ve tebasbuslannda iki saltanat-ı meşruayı ceffelkalem hafzetmek derecesinde vazifelerini unutmuşlardır.

Osmanlı Padişahlarının şanlı cetvelinde Sultan Birinci Süleyman Han bin Beyazıt Hân’ı evvel ile, Sultan Musa Harr İbn Beyazıt Hanın namları dahil olmalıdır. Vaktin huluskârlarına amiyâne tebaiyyet etmemize mantık ve mânâ yok­tur. Zamanın fikr-i tenkidi buna imkân bırakamaz.» (C. I, s. 188) «Müverrihler husulkârlık ilcasile... tahkirâmîz cümleyi tahrife lüzum görmüşler... kaş yapalım derken göz çıkarmış­lar.» (C. I, s. 195)»... tarihlerde mezkûrdur... lâkin bunlar

sıhhate makrun değildir. Hulûs eseridir.» (C. I, s. 198) «Bizde tarih yazanların çoğu tarihe bir ilim nazarile bakma­mışlar. Onu san’at-ı inşâya zemin ve ifsay-ı karihaya vasıta .addeylemişlerdir.» (C. II, s. 15) «Bazı müverrihîn-i müteahhiremiz gibi bunu tevile kalkışmak hilkata, tabiata, şeriata, beşeriyete şîn olan bir fiilin mes’uliyet-i asliyesini teşdid et­mek ve netâyicine iştirak etmek demek olur.» (C. II, s. 34) «Vaktin müverrihleri makam ı iftiharda şöyle muhavereyi naklediyorlar!... Bunun İsa Beyi methile kal’a muhafızını kadhetmek için ihtiyar olunduğu malûm!» (C. II. s. 38 39) «Müverrihlerimiz dahi bu gibi hilkatşikenane cinnetleri bü­yük marifetler gibi göklere çıkarmışlar, bazan Avrupa mü­verrihlerini bile geri bırakmışlardır.» (C. II, s. 89) «Şu facia_i elîmeyi nakleden müverrih-ni Osmaniye şu dudukuşunun dirayetine muadil olacak bir eser-i insaniyet göstere­memişlerdir. Medeniyet, beşeriyet, diyanet, adâb noktai na­zarlarından keyfiyeti muhakeme ile ibretâmiz netayiç çıkar­mak cihetine gitmeği akıl edememişler... nükteperdazlıklar ile iktifa eylemişlerdir.» (C. II, s. 172 173) «Vakîaniivislerimiz, Fasıla-i saltanatta yaptıkları gibi, son galibe hulus­karlıklar içinde hakikati setrediyorlar... Gayret-i cahilanele­rini o rütbe-i gaflete vardırıyorlar ki medih kasdile kadhin hududunu aşıyorlar.» (C. II, s. 240) «Şu feci levhalar mü­verrih yad olunan «meddah»ların kalemleri ile tahrir ve tas­vir olunuyor, «usul» veya «kanun-u Osmanî» nâmı altında sena ediliyor. Düşünülmiyor ki hilkatşikenane olan şu cina­yetin netâyici içinde Devletin külliyen mahv ve inkırazı ihti­mali bile mevcuttur...» (C. II, s. 252) «Şu hareket-i hunrizaneyi tahsin ve tescil etmek için ulema ve erkân-ı Dev­let ile müverrihlerimiz müttefiktirler. Bunların Allahın kulla­rı, Peygamberin ümmeti, Kitabullahın gayur salikleri oldu­ğunu unutmuşlardır. (C. II, s. 265) «... lâkin vak’anüvisler

ulemadan idiler. Cafer Çelebi ve tarikat gayretile bunu icat etmiş olmalarına ihtimal vardır.» (C. II, s. 282) «Sultan Se­lim, meddahlar için tükenmez bir sermayei takdirdir. Bir «Selimname» meydana getirmek için asla suubet çekilemez.» (C. II, s. 318) «Müverrihler müttefikan fazail-i âliyesine, muvaffakiyat-ı bahiresine hayrandırlar. Meddahlık vazifele­rini ifa edebilmelerini fi’len teshil ettiği için hareketleri ta­biidir.» (C. II, s. 319)

«Müverihhler, ne yaptıklarını bilmiyen... fuzulî iftiracı­lar» (C. V, s. 79); «Yeniçerilere hulûs ve tebasbus için Sul­tan Osman’a olan ububiyetini feda eden Naima...» (C. V, s. 114) «Zorbalara müsamahakâr olan Naima...» (C. V, s, 20ı); «muhteriz Naima...»; «Kâtip Çelebi (Fezleke)sinde vakayı tevil etmek niyetile daha ziyade mânâyı ağırlaşt yor.» (C. V, s. 20ı) Naima çekiniyor» (C. V, s. 21 «... mümtaz mütefekkirlerin seviye-i irfanları da pek sek değildi. (Naima)nın, Peçevî İbrahim’in tarihleri mey­dandadır. İkisi de mümtaz, müverrihdirler. Bazı umur hakkındaki mutalaat-ı mahsusalar! pek bayağı olmakta kalmı­yor, ikrahımızı tahrik ediyor■• Peçevi’nin haltı ise daha merdut ve mekruhtur... İlh.» (C. V, s. 226 227) «Bizim mü­verrihlerin verdiği malûmat vukuatı hakkile izah için kâfi değildir. Bilâkis zihni tağşiş etmek için medardır.» (C. V, s. 303) «Ne söyledklerini bilmiyen vakanüvislerimiz...» (C. V, 329) «Bu cinayeti marifet makamında müverrihlerimiz naklediyorlar. Bunun gibi Divanda icra ettirdiği diğer cina­yeti de tahsin eyliyorlar.» (C. V, s. 383)

«Binây-ı Orhanînin temelini sarsan esbab-ı asliyeyi keş­fe kadir olamayan satıhbîn vakaniivisler...» (C. VI, s. 56) «Kösem Valide’nin meddahı bulunan Naima...» (C. VI, s. 137) «En münevver müverrihlerimiz bile pek adî umurda fahiş falsolar işittirmekten hâli kalmıyorlar. Meselâ Naima...»

(C. VI, s. 170) pek geveze göriinen Naima bile...»(C. VI, s. 176)

«Emr-i dinde düşündüğü düzce, çıplakça ifşa edilmek ve icabında mürailik etmek caiz olduğu hakkında o sırada göya Şeyhüislâm Yahya Efendi’ye atfolunan bir kelâmı mü­verrih Naima zemin ittihaz ediyor ve bir takım mütalaalar yürütüyor. Bu mütalaaları Asar-ı atîka Müzehanesinin duvar­larına talik olunmağa sezadır.» (C. VIII, s. 67 68) «İş pek meydanda iken, bazı müverrihler, hatta pek yeniler bile, bunu hoş görmek istiyorlar. Başka sadırazamların ayni hare­kâtı «mühr-ü şerifi muhafaza edebilmek tasası» semeresi imiş!» Köprülününki ise selâmet Devlet için ihtiyar olunan hamiyet imiş!» VII, s. 118) «Vakıa müverrihler, hatla yeni yeni müdekkikler, Köprülü’yü müsebbib göstermekten kaçın­mışlar ve kaçınıyorlar. Anadolu kıyamının sırf fesat ve ha­sis emeller eseri olduğunu iddia etmişlerdir. Lâkin akH selim bunu reddeder.» (C. VII, s. 129) (Müverrihlerimiz, hatta pek yeni müdekkiklerimiz, Köprülü Mehmet Paşa’ya kaside­ler tertibi ile meşgul olabilirler. Fakat vukuat meydandadır.» (C. VII, s. 167) «Bu mektup hakkında müverrihlerimiz «hud’a üslûp» diyorlar (Raşit). Fakat nefsüTemre pek mu­vafık bir mealde idi.» (C. VIII, s. 232). «Hakikat böyle iken Encümen âzasından Ahmet Refik Bey yakında neşret­tiği (Köprülüler) tarihinde diyor ki...» (C. VII, s. 250) «Ahmet Refik Beyin şu bâlâdaki tezadı meskûtünanh bı­rakması tevil kabul etmiyor. Çünkü vehle-i ûlâda müdekkik-i cedidin dahi, kadîm vakanüvislere imtisalen, Ahmet Fazıl Paşaya toz kondurmak istemediğine hükmetti riyor-ki zaman ve bahusus vazife-i memuriyeti buna kat’iyyen müsait de­ğildir.» (C. VIII, s. 253) «... müverrihlerimiz bunu pek parlak buluyorlar. Onun pek te ehemmiyeti yoktur. Asıl ehemmiyet Fazıl Ahmet Paşanın ciddî ve parlak olmak

üzere, ve sözü sarfedecek mertebede gafil bulunmasıdır.» (C. VII, s. 291) «İş böyle olduğu halde memleketin en mu­teber müverrihi olması lâzımgelen Ahmet Refik Bey, yani Tarih-i Osmanîyi yazmak üzere tavzif buyurulan heyet-i fazılanın bir rüknü, her ne kadar yazılmakta olduğu memul bulünan Tarihin metnine değilse de, kendi nam ve hesabına olarak gazete tefrikalarına nakletmekte bulunduğu Encümen tetebbuatına istinaden şu satırları yazıyor...» (C. VII, 300) «Tarih Encümeninden ciddî ve hulus ve tebasbustan âri bir eser-i nezih matlûptur. Eğer ciddiyet bundan fazlaya vardırılamıyor ise, elde edecekleri vesaiki, hatta kendi istifade-i zatiyelerine münhasır olarak, ayrıca ve yalnızca neşretme­leri enfa’ ve ercah addolunur (... Ahmet Refik Beyde Köp­rülülerin noksanlarını örtmek, onları tahfif ve tevil etmek ■üzere bir meyil, bir kast görüyorum. Bunu tecviz edemiyo­rum. Çünkü vazife-i Tesmiyesi ile telif olunamıyor. Hatta in­hirafı, yalnız Ahmet Refik Beyin zatına değil, Encümenin şe­refine münafi görüyor ve Encümenin bu baptaki sükûtuna bir mânâ bulamıyorum).» (C. VII, s. 303) «Pek mümsik ve ihtiyatkâr olan Raşit bile...» (C. VIII, s. 349) «Otağın yağmasını müverrihler düşmana kalmamak tedbiri ile tevil etmişlerdir!» (C. VIII, s. 351) İlh...

Murat Beyin yenilik diye sunduğu tarih felsefesine ge­lince, o da, idealist bir tarih anlayışından başka bir şey de­ğildi. Böyle bir tarih anlayısile, Osmanlı Tarihinin derinliğine vardığını iddia eden tarihçimiz, Devletin çöküşünde, istib­dadı başlıca faktör sayar ve inkıraz hastalığının köklerini şe­riatı Muhammediyye düsturlarından ayrılmakta bulur. Ona göre, İmparatorluğun çöküşü, istibdadın tabiî sonucudur ve istibdadın en büyük sorumlusu «verestül’enbiya» etiketini

taşıyan ulema kılıklı dalkavuk cerrar ve müzayedeciler; özel ve hasis, miskin ve iğrenç çıkarlarından başka emelleri olma­yan ve Hazreti Peygamber-i zîşanın şeriatını irtikâp vasıtası ve kazanç aracı yapan münafık cahillerdir. O «meddah-ı Şa­hı ve Sultanî»ler ki, «emr-i bilmarûf, nehy-i anilmünker» felsefe-i asliye-i islâmiyesinin hikmetini şerh ve tefsir ede­cekleri yerde ahkâm-ı şer’iyye müzayedeciliği ile riyaseti umura çatmak cihetini tercih etmişler; «atîu... ve iiliilemr» âyet-i kerimesini müstebidane telkin ile iktifa eylemişlerdir.

Osmanlı Devleti niçin inhitata uğramış ve çökmüştür? sualine Tarihi Ebülfaruk müellifi şu cevabı veriyor: İstibda­dın galebesi yüzünden. İstibdat niçin kösteklenemedi? Tavaif-i mülûk devrinin yıkıntıları olan ulema ahlâk bozukluğu­na uğramış ve kendilerinin şeriat-i Ahmediyye memuru ol­duklarını unutmuşlardı da ondan. Şeriat-i garrânın ahkâm-ı celîlesine vakıf ve granit karaktere malik ulemanın yerini, -her türlü cinayet ve habaseti sözde âyet ve hadise dayana­rak tevil etmek sanatile geçinen ve hikmet-i ilâhiyeyi cerhetmekten utanmayanvicdansız, iz’ansız ve imansız serseri güruhu tuttuğu içindir ki, havsala yakıcı vahşet ve işkence­lerin önü alınamamış; sınırsız bir Doğu istibdadı almış yü­rümüş ve üç kıtaya dal budak salan muazzam imparatorluk, inkıraza mahkûm edilmiştir.

Geleceğin selâmetini geçmişin hakikatlerini itiraf va­disinde aramak gerektiğine inanan ve Devri hürriyet’te ka­leme aldığı Tarih’ini despotizme karşı koskoca bir ittihamname biçimine sokan Murat Beye göre, millî felâketimizin sebebi, İranı istibdada yer verişimiz, zulmün ve fesadın en şeni örneklerini görmüş bir ülke olan İranın lâyüs’elliği, Şa­hın iradesi devrine girişimizdir. Acem, Bizans ve Cengiz mi­rasını yüklenmiş, ahlâk-ı asliye-i Osmaniyeden sapmıştık. Allahlık davâsına varan müstebit Sultanlar, tıpkı Kayserler gi-

bi yanılmaz, Şehinşahlar gibi karşılannda ağız açılmaz farzediliyordu. Gökten inmiş sayılan Padişah, fiilen Tanrıya üstün tutula gelen bir yaratık sayılırdı. Kısacası, kör, yıkıcı, so­rumsuz bir istibdat ortalığı kasıp kavuruyordu. O kadar ki, L’Etat c’est moi diyecek kadar ileri giden Batı hükümdarı­nın istibdadı bile Osmanlı saltanatı önünde çocuk oyuncağı kadar küçülmüştü; menem diğer nîst diyen On dördüncü Louis’ler liberal menzilesinde ve çok geride kalmışlardı.

Halbuki, geçmişteki olayları rasyonalistlerin pek sevdi­ği açıdan temaşa eden ve tarihi şartı ve iltizamî hikâye sığalarile yapan tarih filozofumuza göre, şer’i şerifin cevazı çevresinden çıkılmayıp lâyetegayyer olan ahkâm-ı esasiye i şer’iyye vâzedilse; ahkâm-ı münife-i Kuraniyye sui istimal edilmeyip evâmiri sarihe-i ilâhiyye ayaklar altına alınmasa ve fezahatin tehakkümile şerrin hayra galebesine meydan ve­rilmeyip te zulüm ve istibdat fazileti alt etmeseydi İmpara­torluk hiç bir zaman çökmiyecekti ve... çökmez de!

Osmanlı tarihini tiyatrolaştıran ve bir piyesin kusurla­rını didikler gibi tenkit eden Murat Beyin kabuğu geçmiyen kavrayışına göre, Devleti zevale sürükleiyen illet, yenilik ve reform yapılmayışıdır. Nitekim çevre ve yardımcı bula­mayan Genç Osman’ın özlediği Reform kanlı bir facia ile kefenienmeşeydi, Osmanlı Devleti asla batmıyacak; kudret ve azametini ebediyyen muhafaza edecekti

«Hulefây-ı Raşîdinin fazilet devrini örnek alarak Dev­lete düzen vermek cmelile ortalığı tecdit ve İslaha kalkışmış olan ve Peygamberin emsalile Kuran’ın kat’î hükümlerine uyan ikinci Sultan Osman, «kadri bilinmemiş, vükelâ ve erkânın ihanetlerine kurban olmuş, Sultan Mahmud’a iki asır tekaddüm etmiş, bir dâhi, bir müceddit, bir medar-ı gurur-u Osmaniyândır. Necip ve âli olan maksadını istihsal et­miş olsaydı, Osmanlılık zeval ve tedenniye doğru gitmeğe de-

vam etmez, yeni birtakım dev adımlarile şan ve ikbale doğ­ru yürür. Bugün dahi, Süleymânı Kanunî devrinde olduğu gibi medarı müvazeneti âlem makamında kaim bulunurdu.» (C. V, s. 9)

Elindeki «hikmet-i tarihiyye» metodile, yani neticeleri sebep gibi gösteren ters bir cihazla, Osmanlı Tarihini yorum­lamağa çalışan; ve, icabında, «hâliki âlemin maksud-u saınedanîsi»ne baş vurmak suretile teolojik tarih anlayışına atlıyan Murat Beye göre, Devleti muazzamai Osmaniyenin mü­teaddit esbabı inkırazı içinde çete hesapları büyücek bir yer tutar. Zîrdcn bâlâya doğru takdim edilmesi itiyad olunan he­diyelerin de sui idaremizin esbabı asliyesir.den olduğunu ve Devletin tedenni esbabı sırasında kahtı rical illetini de unut­mamalıyız. Fakat asıl esbabı inhitat Devlet umurunun, ya­bancı tortusunun cahil eline geçişidir. Aklı kısa saray ka­dınları saltanat iplerile oynamamalı, Devlet idaresinin başına getirilen ehliyetsiz sersemler gaflet uykusuna dalmamalıydı. İstibdat, irtikâp ve tama’ dolabları ise bir düzüye dönme­mek gerekti. Filvaki, köhnepcrestlikle elele veren rüşvet ve meskenet ve bunların peşini kovalayan sefalet ve rezalet ilik­lerimize işlememiş olsaydı elbette ki izmihlâl uçurumuna o kadar hızla yuvarlanamazdık. Bundan başka, meselâ, «Köprü­lüler Devletin derdi aslîsini bilemediler, devasında isabet edemediler, ilâç addetdikleri tedbirler ile Orhan Gazi’nin binayı azîmine iadei muvazenet edecekleri yerde, yıkılmasını tacil ettiler. Yani Köprülüler islâh ve tanzimi Devlete değil felâket ve izmihlâline masumane, cahilâne riyaset etmiş ol­dular.» (C. VII, s. 354 355) «Rusya Şark ve Asya terbiye­sinde bir heyeti içtimaiyye idi. Bizde mevkiini ihataya kadir bir hükümet bulunmuş olsaydı, anı ta zuhurundanberu bize kavi rabıtalar ile bağlar ve zeval ve inkırazımızın baş âmili değil, kuvvet ve meknetimimizin tevsiine muin makamında

istihdam eylerdi.» (C. VII, s. 332)

Osmanlı tarihinin felsefesini kucaklamak davasile orta­ya atılan müellifimize göre, cellâtça bir istibdat yürüten Mu­rat IV’ te «görülecek biraz daha fazla ulviyeti hükümdarâne, bir miktar daha fazla rikkati biraderane, biraz daha fazla insafı hilkatperverane belki de (Karloviç)!erden, Kaynarca’lardan, Edirne’lerden, Baltalimanlardan, bilhassa Ayastafonoslardan Devlet ve milleti kurtarmış olurdu.» (C. V, s. 352)

Tarihin akışını çizen bir faktör olarak Devlet adamları­nın sübjektif kuvvetlerini mutlaklaştıran tarih filozofumuza göre, «Devleti muazzama ve mübeccele-i Orhaniyye döküle­rek, küçülerek tedricen gaip olup gidiyor idi. Sultan Mahmudun bir an evvel gelmesi bile bunun için kâfi değil idi. Eseri Mahmudîyi takdir edecek, hatta o bile değil, Paris Muahedesinin siyaset ve hikmetini ihata eyliyecek... (fazla ihlâsa meydan var ise, inkılâbı ahirimizin icabatı tabiiyesini kabul ve tecviz edecek diyeceğiz...) rical zuhuruna kadar Devleti Osmaniyece bu halin devam etmesi hikmeti tabiiy ye icabıdır.» (C. VII, s. 231)

Demek ki, tarihçimizin mütalaasına kalırsa, 908 İnkı­lâbı asırlarca önce gerçekleşebilir; faraza Köprülüler devrin­de, keyfî idareyi tadil edebilecek bir murakabe heyeti, daha açık bir deyişle Parlamento sistemi kabul olunabilirdi. Fil­hakika, Tarihi Ebülfaruk müellifinin masum düşünüşüne gö­re daha Beyazıt II devrinde bile, Meşrutiyet mümkündü: «Ulemada, ümerada azçok vazifeşinaslık his ve gayreti mev­cut olsaydı, idarei Osmaniyye meşrutiyetin aliyyül’alâsı ol­maktan kurtulamaz idi. Ne çare ki Kosova Gazası meydanın­da Kanunu Esasii Devletin ahkâmı asliyesine fahiş bir teca­vüz icra edilmiş, anm muhafazasile mükellef olan ulema ve ümera taraflarmdan vezaifi mevrusei mukaddese ayaklar al-

tına alınmış, Devleti meşrutei islâmiye ile cemaati cumhuriyei Osmaniye İran şehinşahlığına, Bizans Kayseriliğine inkılâb ederek çığırından çıkmıştır.» (C. II. s. 205)

Murat Beyin tarih anlayışını kısaca karakterize ettikten sonra, Şeyh Bedreddin hâdisesini nasıl açıkladığına ve olayı yorumlayış tarzına geçebiliriz. Tarihçimiz, «Dede Sultan ile Bedreddin gailesi»ni «Çelebi Mehmet Han devri»nin dör­düncü paragrafında mütalaa eder.

Tarihçimiz, «birinci eser-i intibah» başlığını taşıyan bu paragrafta, ilkin, İslâm dininin apolojisini yapıyor: Muhammed dini, aslî hikmeti ayaklar altına alınmadığı takdirde, yalnız kurtuluş çaresi değil, fikren de ilerleme ve yükselme vasıtasıdır. Ne yazık ki, bu din her zaman ve her yerde yan­lış anlaşılmak ve yanlış tatbik edilmek talihsizliğine uğra­mıştır. Cahilâne müdahale ve sui tefsirden bir türlü kurtu­lamamıştır. (10) Muhammed’in dini, böylece, safvetini kay­bediyor ve rühbaniyetin istilâsına uğrayor:

«Aslında pek basit ve sarih olan dîn-i mübîn-i Mu­hammedi, cemi zamanda ve her yerde yanlış telâkki ve tat­biklerden kurtulamamıştır.

İki üssül’esas var: biri Kuranı Kerîm, Allahın Kelâ­mı ehl-i imanın kanun-u esasileridir.

Diğeri de -herkesin akıl ve karihasıdır. Kanunu esasî ile efrat beyninde hail, yahut şarih-i resmî yoktur. Yani ke­şişlik, kâhinlik gibi sınıf-ı mahsus-u ruhanî tecviz olunma­mıştır.

Herkes içtihada mezun ve med’udur. Kelime-i şehadet inkâr ile başlayıp ikrar ile karar buluyor. Hikmet-i asliyesi taarruzdan masun kalsa, mezhebi İslâm yalnız medar-ı necat olmakta kalmaz, fikren de vasıta-i terakki ve tealidir.

Dîn-i mübîn-i Muhammedi, şüphesizdir ki hulus-i ni­yetle, fakat maatteessüf cahiiâne müdahele ve sui tefsirler­den kurtulamamıştır. İçtihat kapısının şeddi bile o cümle­den addolunabilir.

Osmanlı binây-ı medeniyeti ahkâm-ı islâmiye üzere ku­rulmuştur. Bahusus ekanîm-i selâse muammasını tevlit eden Şarkî Roma Kayserliğinin bin türlü tahriflerine uğramış olan rühbaniyet-i mesîhiyye dairesi dahilinde temeller atıl­dığı için, dîn-i muhammedînin besatet-i asliyesine her yer­den ziyade bizde, Osmanlılarda, sarılmak icap ederdi. İş ber’akis oldu. Buna da iki sebep vardır.

Sebeplerin biri -Osman Gazi’nin bir müderrise, bir fakihe, muallime değil, bir tekke şeyhine inabesi ve ilk tedabir ve müessesat-ı dîniyenin o tekke şeyhinin delâletile icra­sıdır -ki pek erkenden tekkeler, dervişler çoğaldı. Bu suret­le Bizans rühbaniyeti, ve bahusus manastır inzivaları ile esas-ı islâmın sadeliği arasında avamca mer’î olacak kadar bir fasılanın iraesine imkân kalmadı.

İkinci sebep dahi -Tavaif-i mülûk devrinin mahsul-i muzırı olan cerrar ve meddah alaylarınınezcümle tekkelerin, imaretlerin, padişah ihsanlarının çokluğu sebebi ilememâliki Osmaniyeye hücum etmesidir.

Bu sınıfı mahsus «ahkâm-ı şer’iyye müzayedecileri» namile maruftur. Mütegalliplere hulûs için türlü teviller ve tefsirler ile ahkâm-ı celîleyi tahrif etmeğe alışmışlar. Osman­lılığa iltihak edince tebdil i meslek etmediler.

Osmaıılılann İslâm ile teşerrüfleri sırasında Mihal ve Evrenos Bey gibi ümeray ı Rûmiyenin de cemaate karışıp devair-i âliyede sahibi rey olmaları tesirden hâli kalmamıştır.

Bunun için tez vakitte Osmanlı daire-i medeniyetinde ahkâm-ı islâmiyenin tesiri ile âsârı bir şekli mahsus peyda etmiştir. Yani aslından yekden bir hayli tebaüt eylemiştir.

Filhakika Bizansın inkırazı devrinde her vakitten faz­la olarak keşişlik, rühbanlık, inzivacılık, târik-i dünyalık terakki etmiş idi. Her derede bir ayazma, her mezarlıkta bir hatif, her dağda bir manastır bulunurdu. İzhar-ı mûcize, ifşayı gaip, def’i maraz, ref’i zünûp, bahş-ı saadet her tabaka-i cemiyete sirayet etmiş, medar-ı ahzüita makamına geç­miş idi.

Gaibe vukufu yalnız Cenab-ı Halika hasreden, hâtif ve müneccimleri inkâr ve tekzip eyliyen, ebnay-ı cinsine ve cemaate hüsn-ü hizmeti akdem-i ibadet sayan dîn-i mübîin-i Muhammedînin salikleri, putperestlik devrinden kalma şu köhne Bizans keşişliğinden tevahhuş etmeli, aksine olarak Hulefây-ı Râşidîn devr-i celillerinde olduğu gibi, maişet ve medeniyet-i basitenin ifratına kadar varmalı idiler.

Halbuki ilk gazalarda şehit olan erkân-ı kabilenin me­zarları, türbeleri — Rum ayazmaları gibi — derman arayan dertlilere mahall-i ziyaret ve içtima oldu. Meryem Ana kandillerile donandı, rengârenk bezlere sarıldı. Hizmet ve maişet-i cemiyetten tecerıüd eden tembellerle tekkeler, abdal münzeviler ile dağ mağaraları, şehir harabeleri dolmağa baş­ladı. Abdal Kumrallar, Gyikli Babalar, Deli Biraderler pa­dişahların lûtfunu, halkın şevk ve ihtiramını celbetmeğe başladılar. Şu illet-i Rumiye o derecede efkârı istilâ eyledi ki, İstanbul muhasaralarında meşayih-i benâmdan iki zat-ı muhterem fethin yevm ve saatini ihbar etmek cür’etine kadar maraz-ı zamanı isal ettikleri halde nass-ı Kur’an-ı Kerîm’e müsteniden şikâyet edecek ehl-i vukuf ve vazifeşinas bir müslüman zuhur etmemiş idi.

Kanun-u hilkatin azamet ve ulviyeti zaman ve ahval­den müteessir olmaksızın ayni itibarda baki ve her nevi şaz­lardan müberra olmasından müstebandır. Halbuki Bolayır’da mücahidinden bir zümre-i kalitenin metanet ve celâdeti

ile kazanılan muzafferiyet-i azîmenin şanını büyütmek iste­diler. Keşişlerin marifetlerine dest i cehaletlerini uzatan dervişler, merhum Süleyman Paşaya refakaten imdada yetiş­miş semavî süvarileri işe kattılar. Bununla muvaffakiyetin şanını küçültmüş, gaziler şanının revnakını gölgelendirmiş oldular.

Şu marifet-i rühbaniyenin mukabele-i hikmeti Muradı Sâni devrinde İstanbul muhasarasında vaki olmuştur. Emir Buharî fethin saatini ihbar etmiş idi. Saat-i muayyen hulûl etti. Fetihden eser görülmedi. Olacak şeyin olmamasına esbab arayan askerin gözlerine kal’a duvarı üzerinde Meryem Ana heykeli ile müzehhep formalı keşişler ilişti. Muhafızları teşçi için gelmelerini düşünmezden evvel «imdad-ı sevamvi» illetinden askerimizin sinirleri sarsıldı. Firarlarına sebep oldu.

Dîn-i İslâm şu suretle rühbaniyetin istilâsına hedef oluyordu. Şu tehlikeyi gören gözler eksik değildi. Lâkin or­talığın ahvalile padişahların intisapları cihetile tekkeler aley­hinde ses çıkarılamıyordu. Mümtaz ulemay-ı dinden kimi sükût içinde inzivada derdine yanmakta, kimi de Mısıra, Şama, Buharaya hicret etmekte idi.» (11)

İşte, Osmanlıların ilk devrinde, Bedreddin, İslâm dini­nin karşılaştığı bu tehlikeyi gören ve yüreği sızlayan ulu bir düşünücüdür; ve Osmanlı İnkilâbının ilk yol göstericisi o’ dur. Onun adı Osmanlı İnkilâbını hazırlayan militanlar def­terinin başında gelir:

«Sultan Musa’nın nazar-ı takdirlerini celbetmiş (12), Kazaskerliğe kadar terfi edilmiş Bedreddin Simavî bu hal­den müteessir olanlardan biridir.

Bedreddin, Keşiş Dağının cenub u garbisinde kâin Si­mav’da doğmuştur. Anadoluda tahsil i ilm ettikten sonra Mısırda ikmal eylemiştir. Meşhur (Cürcanî)nin mümtaz ta-

lebesinden idi. Ahlatlı Seyid Hüseyin ile tasavvuf mubahaselerinde bulunmuş idi.

Mısır Sultanı Berkuk zamanında oğlu Ferruh Beye muallimlik etmiş, idare-i mülkiyenin gavamızına vukuf pey­da eylemişti. Pek çok âsârı da vardır. «Meserretülkulûb», «Letaifül’işârât», «Cemiül’fusûlîn» en meşhurlarıdır.

Yeni cülus eden Sultan Mehmet biraderinin Kazaske­rini idama kıyamamış. Münasip bir maaş ile İznik’e teb’it etmekle iktifa eylemiş idi. Bedreddin İznik’te ders okutur, züvvarı kabul ederdi. Telkinat-ı mürşidanede bulunurdu.

İşte bu sırada esas-ı islâmdan tebaut edilip tanılmıyacak bir hale getirildiğinden bahseder; talebesinin efkârını tenvire çalışırdı. Meslek ve iddaları asır ulemasile müverrih­ler tarafından küfür ve irtidad ile tavsif olunmuştur. İhti­maldir k*, Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal gibi muvaze­nesiz çırakları tarafından o iddialar küfür dairesine kadar sürülmüş olsun. Lâkin bu muvazenesizlerin ef’al ve müddeiyatı bitarafane tetkik edilince esasm ulviyetini, esas-ı islâma mutabakatini inkâra mahal kalmaz.

Hele İnkilâb-ı Osmanînin ilk rehberliği rütbesini on­lardan naz’etmek caiz olmaz. İnkilâb-ı Osmanîyi istihzar eden mücahitler defterinin başına Bedreddin Simavî ve (De­de Sultan) ve (Kemal Hubüdin) isimleri tahrir olunmalı­dır.» (C.I, s. 236-237) (13)

İştirakçiliğe sempatisi olmadığım izhar eden Tarih-i Eb-ül Faruk müellifi, Bedreddin’in vaızlarındaki komünizm prensiplerinin Kuran’daki âyetlerle, kolayca, bağdaşabilece­ğine inanıyordu. Başka bir deyişle, Muhammed’in Kitabın­da, ırk ve mezhep ayrılığına rağmen mutlak eşitlik, barışse­verlik ve sarih bir emval iştiraki görebiliyordu. Zira, Bed­reddin’in esas vaızlarına göre: a) Hangi dine mensup olur­sa olsun bütün insanlar kardeştir; b) Bir yanda göz kamaş-

tırıcı servet yığınları, bir yanda kapkara bir yoksulluk ola­maz; c) Bütün insanlar — cins ve mezhep ayrılığı gözetil­meksizin.— bir tutulmalı, her şey — kadınlar müstesna — ortaya konmalıdır:

«Bedreddin kendisi meydana çıkmadı. Dede Sultan namını alan Börklüce Mustafa (ki bir müddet müdir-i umûr sıfatile Bedreddin’in hizmet i mahsusasında dahi bulunmuş idi) ile Kemal’i Anadoluya salıverdi. Esas vaızları şu idi

«Allah dünyayı yaratmış, insanlara balışetmiştir. Ser­vet ve mahsulât-ı arziye cümlenin müşterek hakkıdır. İnsan­lar müsavidir. Birinin servet cem ve idharile diğerlerinin ekmeğe bile riıuhtaç kalmaları maksud u İlâhiye münafidir. Yalnız nikâhlı kadınlardan başka dünyada her şey müşterek olmalı. Allah kanunlar vaz’etmiş. Onlardan istifade için de akıl ve iz’an vermiştir. Kendi aklının muhiti dairesinde her­kes evâmir-i ilâhiyeyi kabul eder. Birinin muhiti, itikadı diğerininkine benzememek iddiasile icbar icrası emir ve maksad-ı İlâhiye münafidir. Çünkü fikir ve vicdan bir aheng-i tabiat mahsulüdür. Cebrin tesirinden masundur. Bunun için İslâm, hıristiyan, musevî, mecusî hep Allah kuludur, birdir, kardeştir. Beyinlerinde muhabbet ve uhuvvet şarttır. îhtilât ve muhabbetleri sayesinde hak batıla galebe eder. Matlûb-u esasi gürültüsüz kendiliğinden hasıl olur.

Htkûmet ise zulüm ve tegallüp mahsulüdür. Onun tecavüzlerini hoş görmek, maksud u Hâlika münafi emirle­rine itat etmek caiz değildir. Heyet i İdare Zaman-ı Saadet de olduğu gibi millet tarafından intihap olunmalı. Saray, saltanat, muharebe, asker hep zulümdür. Tekkeler, derviş­ler, ulemâ onlar da zulüm ve tegallüp eserleridir. Herkes hürriyet-i tamme üzere fikir ve meslek i zatîde bulunmalı. Komşusunun meslek ve mezhebine hörmet etmeli...» (14)

Murat Beye göre, Bedreddin’in fikirleri, Osmanlı sos-

yetesinde, pek derin izler bırakıyordu. Çünkü, halk yığın­ları zulüm altında inlemekteydi. Müslüman olmayan unsu­run hiç bir imtiyazı olmadığı gibi, İslâm unsuru da eşitlik­ten mahrumdu. Yüksek Devlet makamları ise ,muayyen b'r aristokratik kümenin eline geçmiş bulunuyordu:

«İşte şu efkâr ve müddeiyat pek büyük tesir hasıl edi­yordu. Çünkü cemiyet-i Osmaniye o vakit kısm-ı âzami iti­bariyle zulüm altmda eziliyordu. İptida gayrimüslim unsuru h*ç bir imtiyaza malik değildi. Terakki ile kemale vusulu için ümit yoktu. İslâm unsuru bile müsavata malik değildi. Menasıb-ı Devlet zadegâna, derebeğlere, yahut «Kapı halkı» na münhasır idi. Eshabı timar, köy çocuklarmı medreseye gidip tarîk-i ilmiye sülük etmekten bile menediyorlardı. Çünkü onlara kendilerinin malikâneleri nazarile bakıyorlar­dı. Bu suretle en basit olan hukuk-u şer’iye bile gözedilemiyor idi. Bunun için avam-ı nâs cins ve mezhebe bakılmaksızm bilâtereddüd yeni mezhebe sarıldılar. Bu mezheb şim­diki Bursa, Konya, Aydın vilâyetlerine yayıldı. Sakız’la, şair adalara, Girid’e kadar sirayet etti.

Dede Sultan an’asıl İzmir civarında doğmuş idi. Kara­burun şibihceziresini merkez ittihaz etti. Kemal, Sarohan dahilinde kaldı. Dede Sultan kuvve-i külliyeye malik idi. Fenası da gazâ ve şehadet hakkında itikat tazelendiğinden müritleri gülerek ölüme gidiyorlar, şecaat ve metanetle her­kesi hayrette bırakıyorlardı.

Camilere, kiliselere, sinagoglara dokunmuyorlardı. Lâ­kin tekkeler ile manastırlara bil’akis aman vermiyorlardı.» (15)

Yeni mezhep niçin şimşek gibi yayıldı? Tarihçimiz, bunu Anadolunun tarihî durumu ile izah ediyor: Anadolu iki asırdanberi savaş alanı olmuş; ırz, mal, can emniyeti kalmamış; Timur kasırgası, şehzadelerin post kavgası, bey-

liklerin saltanatla mücadeleleri birbirini kovalanıştı. Ve Bedreddin’in mezhebi böyle kanlı bir boğuşma ve yağma toprağında alabildiğine serpiliyordu. (16)

«Şöyle bir mezhebin sür’at-i intişarını ihata edebilmek için Anadolunun o vakitki ahvaline atf-ı nazar etmek ister. İki asırdanberı ma’reke-i niza’ ve cidal olmuş idi. Muharip­ler geçtikleri halkın zararına olarak def’i ihtiyaç ederlerdi. Kimse ırzından, malından, canından emin olamıyordu. Ti­mur fırtınası henüz geçmiş idi. Beyazıtzadelerin post kav­gası onu takip etti. O bitti. İade olunmuş beylikler ile saltanat-ı Osmaniye mücadeleleri başladı. Göya matlup ve maksut idame-i mücadele imiş gibi Karamanoğlu gailesi ber­taraf edilmek ihtimali hasıl olmuş iken, manâsız surette temdit edildi.

İşte böyle bir sırada meselâ: «Yazık değil mi biçare ahal'ye? Onlar da Allahın kuludur. Yaşamak, rahat etmek, çoluk çocuğu ile, mal ve ırzile bahtiyar olmak ister. Bütün yıl rahat görmüyor. Hayvan gibi çalışıyor. Kazancını Beye diyorlar alıyorlar, beyliğe diyorlar alıyorlar. Geri kalan kıs­mını olsun rahat yiyemiyor. Tatarlar geliyorlar, yağma edi­yorlar. Onlara karşı ordu geliyor. Yine yağma ediyorlar. Derken Karamanoğlu diyorlar, Cüneyd Bey diyorlar, şu di­yorlar, bu diyorlar, geliyorlar, alıyorlar, yıkıyorlar, yakıyor­lar, karıları, çocukları, ihtiyarları kesiyorlar, doğruyorlar.

Timurlar, Osmanoğulları, Karamanîler bizim nemize lâzım? Kozlarını kendi kendilerine kırsınlar. Bizi rahat bı­raksınlar. Onların bize lüzumu yoktur. Biz kendi işimizi bilriz. Kendimiz görürüz. Allahın Kelâmı bizim dertlerimize kâfi derman olabilir. Bir kadı nerde olsa bulunur. Bize mütegalliplerin, zalimlerin, kan içicilerin lüzumu yoktur. Allah insanları hür olmak, kardeş olmak, birbirini kucaklamak, sevmek üzere yaratmıştır. Birbirini kesmek, doğramak, ma-

la ve ırza ve cana tecavüz etmek, canavar olmak üzere yarat­mamıştır. Yaşasın müsavat, yaşasın uhuvvet, var olsun hür­riyet!»

Gibi hitaplar elektrik cereyanı gibi vücutları lerzenak ederdi. Gaile hakikaten büyük idi. Padişah ile vükelâsı ilk iptida hakkile takdir etmemiş olsalar bile, gönderilen müf­rezelerin mağlûbiyetleri üzerine ziyade telâş ettiler. Cüneyd Beyin biraderi Hamza Beyden sonra İzmir Sancakbeyi tayin olunan Kıralzade Süleyman Bey ilk olarak Dede Sultan üze­rine sevk olunmuş idi. Asker ile beraber mahvedildi. Sarohan Sancakbeyi Ali Bey kuvve-i külliye ile sev kolundu. O da mağlûb oldu. Bunun üzerine Rumelide, Anadoluda kuv­ve-i külliye cemedildi. Şehzade Murat Sultan kumandası al­tına verildi. (17) Padişahın en ziyade güvendiği Beyazıt Paşa yanına terfik olundu.

Bu defa muvaffak oldular. İzmirden Çeşme yakasına kadar ne rastgeldiyse kesildi, yakıldı. Dede Sultan kahraman gibi müdafaa etti. Cüz’î bakiyye ile esir alındı. Tövbe ve is­tiğfara mecbur etmek istediler. İşkenceler, tehditler kâr et­medi. İdam olunup memleket memleket gezdirilmiş iken, birçok zaman Dede Sultan’ın sağ olup ortaya çıkacağına halkta itikat kaldı.

Torlak Kemal dahi Manisa’da avanesile esir edildi. Salbolundu.

Dede Sultan ile Kemal’in isyanları üzerine Bedreddin İznik’te duramadı. Rumeliye geçti, Dobrucadaki Deliorman’ da tehassün etti. Anadolu’da muzaffer olan ordu Bedreddin üzerine yürüdü. Bedreddin Dobruca’dan Serez taraflarına kadar gelmiş idi. Serez civarında tutuldu. Edimede ülema kendisini ilzam edemediler. İran ülemasından Saidülherâtî idamına bir fetva verdi. İcra ettiler.» (18)

Vehabî hareketini, aradaki uzun fasılaya rağmen, Bed-

reddin İhtilâlinin bir devamı sayan Murat Bey, dinî teceddünün bununla da bitmiş olmadığını söyliyerek bahsi kapa­tıyor:

«Lâkin bu muvaffakiyet şeriat ve diyanetin şirk ve da­lâlete galebesi olmaktan ziyade, tekkelerin medreselere te­fevvuku demek idi. İlk teşebbüs-ü teceddüt bu suretle ezil­di. Mahvedildi. Lâkin istikbalde ayni hal ve hareket için kapı kapanamadı. Atide emsali çok görüldü. Vehhabî mez­hebi bu gibi teşebbüslerin mühimidir. Lâkin o da son söz, son kerte olmasa gerektir.» (19)

Unutulmasın ki, Padişahı «hissiyatı islâmiye ve Osmaniyenin» mücessem timsali ve Osmanoğullarını insanlığın yüksek bir örneği sayan Murat Bey, «riyaset ve imameti islâmiye»nin siyasî ve manevî kuvvetine haddinden fazla gü­venen, «makam-ı muallâyı hilâfet ve saltanata» bağlı bir kuşağın içinden geliyor; ve, emperyalist çatışmaların orta­sında, çökmek üzere bulunan Osmanlı imparatorluğunu dinde reform yolile payandalamak istiyordu. Şeyh Bedreddin’i bu akıma maletmek kaygısile kalem yürüt üşü ve onu din reformatörü olarak kendi dâvâsına kazanmağa çalışması bundandır. Yine bundan ötürüdür ki, Bedreddin’in siması­nı — Müslüman-Türk burjuvazisi adına konuşan — meşru­tiyetçi liberal aydının idealine göre çizmiş; ve onu, tabir ca­izse Luther’leştirmiştir. Oysa, Bedreddin, Luther’e değil de, Thomas Münzer’e benzer.

Gerçekten, Münzer, iştirakçi fikirlerin uygulanması için savaşmış; mal ortaklığını, herkes için çalışma mecburi­yetini ve her çeşit otoritenin kaldırılmasını istemişti.

Bedreddin’in portresi, Münzer’in portresile karşılaştı­rılmalıdır. Bedreddin için herhangi bir mukayese şartsa, Münzer’le mukayese edilmelidir. Zira, Luther, beyzadelerle burjuvalan, Thomas Münzer ise, köylülerle plebleri temsil ediyordu.

BABA RIFKI’YA GÖRE ŞEYH BEDREDDİN

Bizde, tekke ile sosyalistliği mezcetmek ve sosyalizm akımını tarikat kaynaklarına bağlamak istiyenlerin en tipik te orijinal örneklerinden biri, İkinci Meşrutiyetin Osmanlı sosyalistlerinden, Nâkus-u Adem şairi, Baba Rıfkı,dır. (20)

Dikkate değer bir şahsiyeti olan tekkeci sosyalist Ba­ba Rıfkı, Dağıstanlı Murat Beyi tarih alanında en büyük otorite sayıyor; ve, Tarih-i Ebülfaruk yazarının Şeyh Bedreddin baklandaki görüşlerine, kayıtsız şartsız, katılıyordu. Zi­ra, ona göre, Osmanlı Tarihini en muhakemeli bir kalemle vazan Murat Bey olmuştur. Şeyh Bedreddin hâdisesini en iyi anlıyan ve en iyi anlatan tarihçi de Murat Beydir.

Baba Rıfkı’ya göre, Şeyh Bedreddin’in eserlerinde YÜKSEK FİKİRLER VE GÖRÜŞLER vardı. Şeyh Bed­reddin fedakâr bir mutasavvıf, ışık saçan ve parıldayan bir diişiinücüdür. Toplumun bağrından fışkıran ateşten bir fevvâredir. Dede Sultan ayaklanmasının kımıldatıcı ve harekete gelirjci kutbu odur.

Bektaşi dervişi Ahmet Rıfkı’ya göre, tarihçiler Şeyh Bedreddin’e ayrı açılardan bakmışlar, onu çeşitli anlayışlarla karşılamışlardır.

Baba Rıfkı, Şeyh Bedreddin’e «HAKİKAT ŞEHİTLEHl» arasında yer veriyor. «Tasavvuf Tarihi Araştırmaları» serisinde, Şeyh Bedreddin’den şöyle bahseder:

«Ankara Muharebesinin netice-i tabiiyesi olan fetret •ve fasıla-i saltanat beliyyesinden sonra zuhur eden DEDE SULTAN gaile-i uzmâsı, yahut BEDREDDÎN SİMAVÎ İHTİLÂLİ, dokuzuncu asr-ı hicride patlamış bir fevvare-i âteşîn-i İçtimaîdir ki: Müverrihlerimiz içinde onu merhum Murat Bey kadar iyi anlamış, iyi anlatmış bir kimse yoktur diyebilirim. İsyân-ı mezkûrun esbâb-ı hakikiyyesi, avâmili hakkında beyân-ı mütalaa mesleğimizden hariç olduğu için, yalnız Dede Sultan Kıyamının kutb-u muharriki olarak ta­rihlere geçen ve muhtelif müverrihler tarafından muhtelif telâkkilerle karşılanan Şeyh Bedreddin-i Simavî hakkında karilerime biraz malûmat vereceğim.»

Börklüce Mustafa’nın «tarikat»! neler va’dediyordu? Halka tam bir özgürlük ve eşit haklar verilecek; mal ve mülkte ortaklık kurulacak; bütün dinler ve mezhepler bir­leştirilecekti:

«Şeyhin isyân-ı mezkûrda muharrik olduğunu yazanlar (Dede Sultan) namile anılan Börklüce Mustafa’nın uzun müddet Şeyhe hizmet ve inabet ettiğini bildiklerinden hü­kümlerini onun üzerine ibtina ediyorlar. «Yani, mürşidinin tarikatına girdiğini bildikleri için, hükümlerini ona dayatı­yorlar.

«Serez burcunda dâıa çekilerek idam olunan Hazretin asarındaki efkâr-ı âliyenin nasıl bir tefsir ve telâkkiye uğra­dığı elhâletühâzihî devam edegelen mubahasât ve mücadelâttan anlaşılıyor. O zamanlar Börklüce Mustafa’nın neşir ve tamim ettiği ve umuma bir hürriyet-i kâmile, müsavât-ı hukuk, emval ve emlâkte iştirak ve umum diyanet ve mazehibin tevhidi gibi hususat temin edeceğini va’deylediği TARİKATın ne derecelere kadar müfit ve avamfirîb olduğu ve bunun mevsukiyeti, müverrihlerin bahşettiği ve bize bil­dirdikleri gibi mid^r? Bunun hakkında hiç bir şey söylemi-

yeceğim. Yalnız, Osmanlı Saltanatı tarihini en nâkil ve muhakemeli bir kalemle tahrir eden Murat Beyi okumalarını söyliyerek leh ve aleyhte yazmaktan iba’ ediyorum.»

Baba Rıfkı, Murat Beyle Feylezof Rıza Tevfik’in, Şeyh’ in eserlerinden ve mesleğinden bahsetmek suret ile şan ve nişanını ilân ettiklerini söyledikten sonra, Varidât’ın Türk­çe’ye çevrilmesini veyahut eldeki Türkçe tercümelerin basılmasım övütlemeği de unutmamıştı. Bunu dil bilen bilgin­lerden ve araştırıcılardan bekliyordu. Buna «gayret eyleseler en büyük bir vazifeyi ifa ederler ki; hem umuma hiz­met, hem de bir mutasavvıf ı fedakârın, bir mütefekkir-i tâbdarın bir eser-i meşhurunu neşir ve tamim olduğu için şayân-ı tebcil bir hareket olacaktır.» (21)

Görülüyor ki, tekkeci sosyalistimiz, Bedreddin’in dev­rimci şahsiyeti hakkında fazlaca söz söylemek istemiyor; Hareketin gerçek sebepleri ve tarihî faktörleri üstünde dur­muyor; doktrin bakımından lehte veya aleyhte hüküm ver­mekten çekiniyor. Bununla beraber, HAKİKAT ŞEHİDİ OLAN Bedreddin’in apolojisini yapmaktan da kendini ala­mıyor. Bir tarih fenomenini açıklama ve yorumlama husu­sunda Murat Beyin otoritesine sığınmakla da ,kendi tarih anlayışını açığa vuıuyor. Murat Bey, — daha önce izah et­tiğimiz gibi — Osmanlı tarihine, «olmuş olsalardı... bul­muş olsalardı» açısından bakmakta idi. (22)


AHMET RASİM’E GÖRE ŞEYH BEDREDDİN

Ahmet Rasim, İkinci Meşrutiyet yıllarında yayınladığı Osmanlı Tarihi’ni (23) idadi mekteplerinin (liselerin) ders programlarına uygun olarak hazırlamıştı. Bununla beraber, yazar, yalnız öğrenciler için değil, okumayı sevenler için de faydalı olacağını umuyordu. Ahmet Rasim’in sunduğu dört ciltlik Tarih kitabı, kendi deyişine göre, Osmanlı ve ecnebi tarihçilerinin bıraktıkları iki yüzden fazla yazma ve basma eserin özeti idi.

Ahmet Rasim’in eserinde, muhteviyata hâkim olan gö­rüş, mutlakıyetçi devirde yetişen tarihçilerin görüşünden farklıdır. Zira, bundan böyle, Osmanlı tarihindeki olayları MEŞRUTİYETÇİ AÇIDAN ele almak, MEŞRUTİYETİN LİBERAL HAVASINA UYGUN BİÇİMDE YORUMLA­MAK gerekiyordu. Ahmet Rasim de, kendi deyişine göre, tarih yazarı olarak, eski çığırdan ayrılmak zorunluluğunu duymuştu. Geçmişte, korku veya riyakârlık yüzünden, ger­çekler söylenmemiş, söylenememişti. Tarihî hakikatleri çe­kinmeden söylemek zamanı gelmişti. Ve, Ahmet Rasim de bunu yapacak; kendisinden önce gelenlerin yolunda yürümiyecek, onların yoluna aykırı bazı çığırlar açacaktı:

«Muhteviyat fikr-i Meşrutiyet nokta-i nazarından mu­hakeme edilerek cemedilmiştir. Mazide saika-i havf ve riya ile iyi görülmüş bir fikri ayni endam ve kıyafetle sürükleyip dere etmediğim cihetle tertibat ve mutalaatta, siyâk-ı eslâfa mugayir çığırlar da vardır.» (24)

Ahmet Rasim’in anlattığına göre:


Şeyh Bedreddin, âlim ve fazıl bir zattı. Erdem sahibi bir bilgindi. Talim ve tedris ile uğraşarak pek çok şakirt ye­tiştirmişti. Eski Kethüdası Börkliice Mustafa da onun öğre­timinden geçmişti.

Ahmet Rasim’e göre:

Halkı fesada ve isyana sürükliyen, doğrudan doğruya Bedreddin değildir; Börkliice Mustafa’dır. Şeyh Börkliice is­yanını haber almış ve başına geleceği bildiğinden kaçmıştır.

Ahmet Rasim, Şeyh Bedreddin tarikatı hakkında şun­ları yazıyor:

«Börkliice Mustafa ile Torlak Kemal’in Anadoluda neş­retmek istedikleri tarikatın esası, zevceler müstesna olmak üzere «benim evim senin evindir; evimden evin gibi istifade edersin» düsturu imiş. Bunlar İslâm uleması ile papasların vazettikleri bid'atları kaldırmak ve iki dini bir din yapmak hülyasile sadedil ehaliyi kandırmağa çalışmışlardır. Hatta, Böklüce maiyetine üç bin kadar adam toplamıştı. Şeyh Bed­reddin İznik’te bu şeylerden haberi yokmuş gibi görünür ve fakat gelen gidenlerle görüşerek ilim ve irfanı ile onları celbeyle rdi.

Börklüce Mustafa, Anadoluda, «Dede Sultan» namını almış ve her ikisinin topladığı adamlar bir rivayette on üç bine baliğ olmuştur.

Bir rivayete göre, Şeyh Bedreddin üzerine giden Şeh­zade Murat Hazretleri kendi adamlarından bazılarını göya firar ediyorlarmış gibi Şeyh tarafına geçirmiş, bunlar dahi birdenbire mumaileyhi tutup eli ayağı bağlandıktan sonra Edirne’ye gönderilmiş, orada da ulemadan bir Meclis akde­dilerek, Şeyhin batıl dâvası tetkik olunarak, idamına hük-

medilmiştir. Bunlar İslâm ve Hıristiyanlığı birleştirip yeni bir din icat etmek istediklerinden içlerinde Hıristiyanlardan papaslardan da müritler vardı.

Şeyh salbolunurken abdest almış ve tövbe eylemiştir.

Bir aralık Börklüce Mustafa, Sakız Adasına iki mürit yollamış ve orada dünyadan el çekip oturan bir rahibi yeni tarikata ithal eylemiştir. Meşhur müverrih Duka bu rahip ile görüşmüş. Rahip, Duka’ya: Bu gelen adamların aba ter­lik geydikleri halde deniz üzerinde yürüdüklerini söylemiş, hatta müverrihi bile kendi kandığı gibi kandırmağa uğraş­mış imiş.»

Ahmet Rasim’in verdiği hükümler şöyle toplanabilir:

a)    Saf ve temiz yürekli halkı kandırmağa çalışan biz­zat Bedreddin değildir. Ayaklanmayı hazırlıyan ve isyan çı­karan Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’dir. Şeyhin, şüp­hesiz, bunlardan haberi vardı. Fakat, haberi yokmuş gibi görünüyor; ve, derin bilgisi ile, tarikata adam kazanıyordu.

b)    Şeyh Bedreddin, İslâmlıkla Hıristiyanlığı birleştir­mek ve böylece ortaya yeni bir din atmak istiyordu.

c)    Şeyhin mezhebi hak değildi, batıldı. Son nefesinde de tövbe etmiştir.

Görülüyor ki, Ahmet Rasim, korkak ve dalkavuk diye damgaladığı eski Osmanlı tarihçileıinin vardığı sonuçlardan ileriye gidemiyor; onların hükümlerinden farklı hükümler vermek gücünü gösteremiyor.

AHMED REŞİD’E GÖRE ŞEYH BEDREDDİN

Ahmed Reşid’in eseri de idadi mektepleri için hazırlan­mış bir ders kitabıdır. (25) Fakat, o, Ahmet Rasim’in söy­lediklerini tekrarlamakla yetinmiyor; daha orijinal hüküm­lere varıyor.

Ahmed Reşid’in, İkinci Meşrutiyet devrinde — ve, Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli unsurları arasında geçici bir kardeşlik havasının estiği veya estirildiği sırada — ya­kılan eseri o devrin havasını yansıtmaktadır. O, Şeyh Bedreddin’i savunmak lüzumunu duyuyor; ve, ünlü musannif­lerden ve mücahede esbabından saydığı Şeyhi LİBERALLE­RİN ŞEFİ olarak görüyor ve gösteriyor.

Ahmed Reşid’e göre:

a)    Fazilet sahibi olan şeyh Bedreddin bâtın ilimlerin­de derinleşmiş; ve, birçok şakirt ve öğrenci yetiştirmiştir.

b)             Şeyh Bedreddin’in özel bir doktrini vardı.

c)    Bedreddin’in yaşadığı devrin siyasetine göre, bu doktrin yanlış yorumlanmıştır; fesat teşebbüsleri suretinde anlaşılmıştır.

Börklüce’ye gelince, o, Şeyhin özel doktrinini telkin ediyordu. Doktrine pek çok adam kazanması fesadına ham­ledilmiş ve Devletçe tedibi kararlaştırılmıştır.

O halde, Şeyh niçin kaçtı? Canından korktuğu için. Bu kaçış, MAHZA CAN KORKUSU iledir. Fakat, hareket­leri kötüye çekilmiştir.

Şeyh Bedreddin’e özgü doktrin neydi?

Tarihçimize göre, bu doktrin, unsurlar arasında özgür­lük ve eşitlik gibi LİBERAL BİR GÖRÜŞE DAYANIYOR­DU. Papaslar ve Yahudiler de bu doktrini kabul edebili­yorlardı. Şeyh Bedreddin’i OSMANLI LİBERALLERİNİN KAFİLEBAŞİ SAYMAK GEREKMEKTEDİR:

«İttihaz ettiği bir meslek-i mahsus siyaset-i zamaneye göre suitefsire uğrayarak teşebbüsât-ı fesadiye suretinde telekki olunmuştur... Dede Sultan’ın, İzmir havalisinde Şey­hin meslek-i mahsusunu telkin ile on bini mütecaviz müntesip ve derviş cemet/nesi fesadına hamledilerek Devletçe tedibi tekarrur ettiğinden...

Ve bu fiıarını mahza bîm-i cân ile ihtiyar eylemiş iken harekâtı suite’vil edilerek, evvelâ Dede Sultan cemiyeti tarumâr ve muahharen Şeyh Bedreddin dahi tutulup....

Şeyh Bedreddin’in meslek-i mahsusu beynelanâsır hür­riyet ve müsavat gibi bir fikr-i ahrarâneye müstenit oldu­ğundan müntesipleri meyanında Hıristiyanlar ve Papaslar ve Yahudiler gibi mikl-i gayr-i müslimeden de pek çok kimse­ler mevcut idi. Bu cihetle mumaileyhi SER KAFİLE-İ AHRARÂN-I OSMANİYE olarak kabul etmek lâzımdır.» (S. 91)

o

Anlaşılıyor ki, Büyük Fransız Devrimi’nin HÜRRİ­YET, EŞİTLİK ve KARDEŞLİK ideallerine âşık olan ku­şaklar, Osmanlı tarihinin önemli olaylarını İkinci Beyazıt devri Müderrislerinden Neşri Mehmet Efendi gibi, Osman­lI Hanedanını göklere çıkaran Heşt Bibişt sahibi gibi, veya Şehzadelere ders veren Şeyhülislâm Koca Hoca Efendi gibi görmüyorlar. Ahmet Vefik Paşanın veya Fatihli Mehmet Tevfik Paşa’nın kafâsile de hüküm yürütmüyorlar. Yaşa-

Hıkları devirde ağır basan düşünce akımlarının ve hesaba katılması gereken politik görüşlerin etkisi altında düşün­meye başlıyorlar. Şeyh Bedreddin olayına TAUN VE BELÂ deyip geçmiyorlar. Hâdiseyi EŞKIYALIK saymıyorlar. Bir bakıma, Şeyhi savunuyorlar.

Ahmed Reşid de böyle yapmış; ve, Şeyh Bedreddin’* KENDİ İŞİNE YARAYACAK BİÇİMDE YORUMLA­YARAK sunmağa çalışmış, KENDİ DAVASI İÇİN ELVE­RİŞLİ BİR ÇEHRE İLE BEZEYEREK sahneye çıkarmış­tır.


ŞERAFEDDİN EFENDİYE GÖRE
ŞEYH BEDREDDİN

Darülfünûn İlahiyat Fakültesi Tarih-i Kelam Müderri­si Mehmet Şerafeddin Efendi, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrüddin unvanlı risalesini, 1924 te yayınlamıştı. (26)

Daha sonra, Diyanet İşleri Reisi olan bu Üniversite Profesörünün amacı -kendi deyişine göreşuydu: Elde bu­lunan Tarih eserlerini tenkit etmek ve düzeltmek suretile, ünlü İslâm ve Türk bilgininin biyografisini yazmak ve GERÇEK ÇEHRESİNİ MEYDANA ÇIKARMAK.

Profesöre göre, «müçtehit bir fakih» olan Bedreddin’in «gerek ilmi ve gerekse tasavvuf! simasını meydana çıkar­mak», onun moral ve mistik yüzünü aydınlatmak gereki­yordu.

Bu aydınlatma işinin, tarafsız açıdan ve objektif metot­la, yapılması zarureti aşikardı. İslâm dininin ortodoksal yo­rumuna bağlı bulunan Şerafeddin Efendi’nin harcadığı bü­tün çaba ise, şu sonuça ulaşmıştı: Şeyh için, Tanrı katında gazaba uğramış diyen Sofyalı Balı Efendi’nin; Simavîlerin Kızılbaşlarla müttefik ve rafızî yani sapkın olduğunu söyliyen Aziz Mahmut Hudayî Efendi’nin; ve, Varidat şerhinin her noktasında Şeyh’e şiddetle hücum eden Nureddinzade’nin görüşüne, Kayıtsız şartsız, katılmak.

Şerafeddin Efendi, eserinin 25 inci paragrafında, Şeyh Bedreddin’in amacını araştırıyor:

Şeyhin gayesi neydi?

Müritlerden ve kendine inananlardan meydana gelen


bir Hükümet teşkil etmek ve memleketi bunların arasında bölüştürmek.

Şeyh, haramı helâl yapmakla, İslâm dini karşısında, nebîlik iddia ediyordu.

Şeyh’in doktrinine göre, toplumdaki bütün servete ka­mu tasarruf edecekti. Yiyecek, giyecek, at, inek ve öküz sü­rüleri ve toprak umumun ortak malı olacaktı.

Börklüce, YALNIZ KADINLAR MÜSTESNA, diyor­du. Şerafeddin Efendi, kadınlardaki bu istisnayı kabul et­miyor. Her şey ortaklaşa kullanıldığı halde, KADINLAR ORTAK DEĞİLDİR prensibi, kamu oyuna karşı bir mas­kelemeden başka bir şey olamazdı, kanaatına varıyor. Vari­dat’tâki felsefî görüşlere dayanarak, Şeyh’in bu gibi hare­ketleri mubah saymakta olduğu tezini savunuyor.

Sünnî bir düşünür olan Şerafeddin Efendi’nin inancı­na göre, Şeyh’in taifesi mülhitti, zındıktı, dinsiz ve iman­sızdı. Mum söndü hikâyeleri doğruydu. Şem’lara püf diyor­lar; Şeriatın şeddini yıkıp fesat ve fitne yaratıyorlar; eğlen­ceye düşkün saf yürekli, sadedil birçok insanın akidesini bozuyorlardı. Özel toplantılardaki içki ve saz âlemleri ile karışık cümbüşler gerçeğe yüzde yüz uygundu. Bunlar Yecuç Mecuç Taifesi gibiydi Asla, içlerinde şeriat ve sünnet eseri yoktu:

«Heşt Bibişt sahibinin Şeyhin lisanından naklettiği şu: «İşaret-i gaybiyye ile kendi mutekitlerimle âleme malikiyet için zuhur ve huruç edeceğim ve memaliki müritlerimin arasında taksim edeceğim ve kuvvet-i ilim ve sırr-ı tevhidin tahkikile ehl-i taklidin kavanîn-i millet ve mezhebini ibtâl ve vus’at-ı meşrebimle bazı mahremâtı istihlâl edeceğim» ifadeden pek vazıh surette anlaşıldığı vech üzere, Şeyh Bed­reddin kendi mürit ve mutekitlerinden mürekkep bir Hü-

kûmet teşkil edecek ve memleketleri bunların arasında tak­sim eyliyecek idi.

Bu kudreti kendisinde gören Şeyh, o vakit Osmanlı di­yarında mütemekkin ehali arasındaki din farkını da kaldırı­yordu. Binaberin gayr-i müslimler de, kendisinin teşkil ede­ceği Hükümette siyyânen muamele görecekler ve memleket taksimine iştirak edeceklerdi.

Şeyh, bu siyasî rolünü tedvir için bazı mahrematı istihlâl ile kalmamıştı. Adetâ, Museviyet karşısında (Isa-S) nın vaziyetini alarak, dini İslâm muvacehesinde nübüvve­tini dahi ilân etmiş idi. Yukarda, Fatih asrı müverrihlerin­den Şükrullah’ın Bebcetüttevarib’inden nakletmiş olduğu­muz vech üzere, bunun sofileri Lâilâbeillallab deyip Mubammed Resulullab demiyor ve mertebe-i Risâleti Şeyhlerine tahsis ediyorlardı. Filhakika müslim ve gayr-i müslimleri bir noktaya toplamak için her iki tarafa da kendi Peygamberle­rini feda ettirmekten daha kestirme yol yok idi.

Şeyh’in adamları Türklerden ziyade Hıristiyanlara me­yil gösteriyorlardı. Bunun sebebini kardeş muharebelerile huzur ve rahatları münselip olan ehali arasında hassaten zimmîlerin maruz kalmış oldukları elîm vaziyetlerde ara­malıdır. Müslim ehaliden ziyade huzur ve rahattan mahrum olduklarından kendilerine va’dedilen hukuk ve huzura kar­şı bunların za’fları bittabi Müslümanlardan ziyade idi. Bu­nun için, Hıristiyan unsurun kesretle bulunduğu bk sahil olmak ve aynı zamanda menaat-i mevkiiyesi bulunmak hasebile, Şeyh’in Halifesi Börklüce Mustafa Karaburun’u in­tihap etmiş... idi.

İseviyyetin ruhunda olan zühd ve tecerrüd ve dünya malına adem-i temellük ile Şeyh’in terbiye-i sofiyânesi ara­sında bir muvafakat bulunduğundan, bu yeni Peygamberin ümmeti arasında Hıristiyanların bulunabilmesine imkân

müsait olmakla bunlar aynı zamanda Cenevizlilerin elinde bulünan ada hıristiyanlarını da celb ve cezbe kalkışmışlar idi. Bunlarca emvalde tasarruf-u umumî vardı.

Erzar, melbusât, mevaşî ve erâzî gibi şeylerin umumî mâl-i müşterek addedilmesini tavsiye eden Börklüce’nin ka­dınları bunlardan istisna etmesi, bizce, efkâr-ı umumiyeye karşı ihtiyar etmiş olduğu bir takiyye ve tesettürdür. Zira, vahdet-i mevcuda kail olan Şeyhinin Mustafa’ya bunu istis­na ettirecek bir ders-i hususiyet vermediği muhakkaktır.» (27)

o

Kendi ifadesi ile sabit oluyor ki: Mehmet Şerafeddin Efendi, EHL-İ SÜNNET VELCEMAAT MEZHEBİNE MUHALİF olarak kabul ettiği Şeyh Bedreddin’e karşı, pe­şin hükümlerden sıyrılamamış, meseleyi tarafeız açıdan mü­talaa edememiş; ve, «İlmî» karakter taşıma iddiasına rağ­men, eserinin amansız bir panfle mahiyetine bürünmesini önliyem emiştir.

Bunun izahını ise, her şeyden önce, yazarın geçim kaynaklarile sosyal durumunda, sınıf görevile resmî mesleğin­de ve ideolojik formasyonile savunduğu siyasî prensiplerde aramak gerekmektedir.

BEZMİ NUSRET KAYGUSUZ’A GÖRE
ŞEYH BEDREDDİN

Tarihin çeşitli konaklannda, ayrı ayrı kuşaklara ve muhtelif fikir akımlarına mensup tarihçiler ve düşünürler, Bedreddin’in sosyal doktrinini ayrı ayrı tasavvur etmişler; Şeyh’in portresini çeşitli renklerle ve başka başka fırçalarla çizmişlerdir. Şimdi ele alacağımız eserde, Şeyh Bedreddin’in çok orijinal bir portresile karşılaşacağız.

Şerafeddin Efendi’nin broşüründen sonra, Şeyh Bed­reddin hakkında, Türkçede baş vurulacak biricik kitap, Bezmi Nusret Kaygusuz’un Şeyh Bedreddin Simavenî adlı eseridir. (28)

Tarikatla sosyalizmi amalgam halinde inceliyen yazar, tarihteki «gûnagûn fırka ve mezheplerden» kısaca bahset­tikten sonra, şöyle diyor:

«Bizim en ziyade dikkat nazarımızı Bedreddin farikası çekmiştir. Vehâbîler meselesi istisna edildiği takdirde, Os­manlI tarihinde hiç bir benzeri yoktur. Bilhassa idealinin yüksekliği ve samimiyeti itibariyle bütün Islâm âleminde eşsizdir.» (S. 23).

Türklüğe özgü temiz ahlâkı, çağdaş ümanizmin kurta­rıcı doktrinlerini, insanlığın kurtuluş ve özgürlük kaideleri­ni hep Bedreddin’de buluruz:

«Türklüğün ruhundan doğan sâf ve temiz ahlâk, asri insan iy etçil iğin rehakâr akideleri, insanlığın halâs ve serbestîsini üzerine alabilecek yüksek kaideler kâmilen Bedred-

din talikasında kaynakşamkatıdr. Onun için Bedreddin’in şahsiyet ve mesleği sairlerinden üstündür.» (S. 24)

Yazara göre, Şeyh Bedreddin KOLLEKTİVİST idi:

«Bu mezhebin en mühim kaideleri kanaat, müsavat ve mal birgeliği (collectivisme) idi. İştirakte yalnız nikâhlı kadınlar ayırd edilmişti. Sair bütün şeylerde ortaklık cari olacaktı.» (S. 78)

Şeyh Bedreddin’e anarşist denebilir mi? Yazara göre, hayır:

«Bedreddin, Hükümeti iyi bir nazarla görmüyordu. Ergeç fenalıklar Hükümetle beraber cemiyeti de sürükleyip gidecekti. Onun indinde, idare cihazı bir cebir kuvveti idi. O zamanki hükümet şekilleri kamilen istibdada dayandığı için hepsini şiddetle baltalıyordu. Şeyhin gayesi, bütün in­sanları başka bir hayata, müsavata kıymet veren mesut bir devre ulaştırmaktı. Bir anarşist gibi cemiyet kanunlarını ve İçtimaî müesseseleri kökünden yıkmak taraftarı değildi. Maamafih yeni bir medeniyet, yeni bir hayat kurabilmek için bazı değişiklikler yapmak icap ediyordu.» (S. 79)

B. N. Kaygusuz’a göre, Şeyh Bedreddin su katılmadık bir SOSYAL-DEMOKRATTIR. Tarih sahnesine dört yüz yıl önce gelmiş bir SOSYAL DEMOKRAT

«Bedreddin, o tarihten dört yüz sene sonra gelişen Sosyal Demokrasiyi daha o zamanda yaymak ve uygulamak emelinde idi.» (S. 79)

Çağımızda, GERÇEK SOSYALİSTLERİN AMACI ne ise, Bedreddin’in de amacı oydu:

«Şeyh’in mesleğinde hakikî sosyalistlerin amaçladığı İnsanî kuralların kâffesi mevcuttur.»

Kaygusuz’a göre, çağdaş komünizm, hümanist karak­terden sıyrılmış, emperyalist bir kisveye bürünmüştür; ve politik bir tuzak haline gelmiştir:

«Teessüf olunur ki, düşündüğü şeyler henüz en mede­nî memleketlerde bile kabul ve tatbike mazhar olamamış­tır. Zamanımızda görülen komünizm samimî ve İnsanî ol­maktan ziyade Emperyalizmi istihdaf eden siyasî bir tuzak­tır.»

Kaygusuz’a göre, komünizm insan haklarını ve fikir özgürlüğünü mukaddes sayar, Devletin gemlerini yurttaşın eline verir ve başkasının yurduna göz dikmez. Sovyet ida­resi ise özgürlük ve hak tanımıyor, yurttaşı köle gibi kulla­nıyor ve çevresindeki memleketleri yutmaktan başka bir şey düşünmüyor. Şeyh’in kollektivizmi ile SOVYETİZM asla karıştırılmamalıdır:

«İştirakçiliğin mümeyyiz vasfı insan haklarını ve fikir hürriyetini mukaddes tanıması, Hükümeti vatandaşın emri­ne ve iradesine münkat bilmesi ve başkasının vatanına kar­şı ihtiras beslenmemesidir. Sovyet rejimi ise hürriyet ve in­san hakkı diye hiç bir şey tanımadığı gibi, vatandaşı da Hü­kümetin esiri addetmekte ve bütün civar memleketleri yut­mak emelindedir. O itibarla Şeyhin Kollektivizme dayanan doktrinini şimdiki Sovyetizm ile karıştırmamak lâzım gelir.» (S. 80)

Yazara göre, «Bedreddin, mesleğinin esaslarun dinde aramamıştı.»

Bedreddin doktrini ile dinin münasebetleri meselesine girerken — bibliyografisinde biricik kaynak olarak göster­diği — Jeorge Turner’in otoritesine sığınan yazar, Haydar Rıfat’ın Türkçe tercümesinden naklen, şu satırları zikredi­yor: «Sosyalistlik din bahsini İçtimaî meseleden büsbütün ayrı olmak üzere telâkki eder. Hatta dinin hususî bir keyfi­yet olduğunu defalarca ilân etmiştir. Sosyalistler din aki­desine bakmazlar.»

Bedreddin, — yazara göre — servetin tesviyesi mesele-

sinde, İsa ile Muhammed’den çok daha kestirme bir yol seçmiştir:

«Isa ve Hazret-i Mııhammed, servetin kısmen tesviye­sini şefkat ve merhamet hislerini işletmekte, zekât ve sada­kada aradılar. Bedreddin’in intihap ettiği yol ise çok kes­tirmedir.» (S. 80-81)

Bedreddin mal ortaklığı doktrininde atalarının gelenek­lerinden ilham almıştır:

«Şeyh’in emval iştiraki doktrininde ecdadının gelenek­lerinden ilham almış olması akla ve mantığa daha uygun­dur.... Bedreddin’in müridlerine şarap içmek ve saz çalmak için izin vermiş olduğu hakkında İdris-i Bitlisî’nin nakleylediği rivayeti tekzip etmiyeceğiz. Ancak bunu Batıniye’den aldığını ilâve etmesini doğru bulmuyoruz. Çünki, Batıniye mezhebine ne hacet? Türkler kımız içer, kopuz çalar, ka­dınları ile birlikte eğlenti yaparlardı. Türklerde hatundan bahsetmek ayıp sayılmazdı. Hânın eşi hanım, beyin müennesi begüm idi. Türk, anasını, kızkardeşini, hatunu hakir görmezdi. Türk kadınlan evlerinde ve dışarıda kaçgöz bil­mezlerdi. Namus ve iffetlerinin muhafazası Arabın tesettü­rüne müftakır değildi. Türk Hakanları yüzlerine nikap ger­mez, Türk serdarları perde arkasında saklanmazdı. Arala­rında gizlilik yok, mertlik vardı. Bütün hayatlarını samimî bir hava içinde geçirirlerdi.» (S. 81-82)

Şeyh Bedreddin, teorisini hangi kaynaklardan aldı? Kaygusuz’a göre, ATALARINDAN VE ZEKÂSINDAN:

«Şeyhin kısmen ecdadından ve kısmen de zekâsından doğan fikir ve nazariyeleri muhit ve zamanında pek büyük tesirler hasıl etti. Halk kuvvetli bir istekle yeni mezhebe sarıldı. Tarikatının şöhreti Bursa, Konya, Aydın vilâyetle­rine, Sakız’a, Girid’e ve sair adalara kadar yayıldı. Artık sâliklerini teşkilâtlandırmak, mezhep esaslarını daha geniş

ölçüde yaymak lâzım geliyordu. Bedreddin ise bundan fazla bir şey yapamazdı. Çünki Kalabent idi. İznik’den dışarı çıka­mıyor, ancak yanına gelenleri tenvir edebiliyordu. Diğer ta­raftan olgun bir adamdı. Daha ziyade çalışamazdı. Bedreddine, hareketlerinin mesuliyetini üstüne almak ve fikren hazırlanan inkılâba yol açmak için çevik ve faal bir arkadaş lâzımdı. Bu vazifeyi Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal üzerlerine aldılar. Meşayih âdeti üzere Mustafa’ya icazet ve hilâfet verildi... İki arkadaş, çok kuvvetli emellerle, Aydın tarafına yollandılar.» (S. 82)

Şeyh Bedreddin, acaba SALTANAT DAVASINDA bulunmuş mudur? Yazar, bu soruya menfi cevap veriyor; ve Şeyh’in savaşmadığını söylüyor:

Bu rivayetlerin hepsi bize hayalî geliyor. Şeyhin ruhuna ve mesleğine nüfuz eden bir adamın, onun saltanat iddiası ile ortaya atıldığını, bilhassa nakledildiği gibi o de­rece çocukça hareketlerde bulunduğuna inanması kabil de­ğil. Söylenen sözler mantık ve muhakemeye dayanmıyor... Bizce, Şeyh Bedreddin saltanat dâvasında bulunmamış ve tenkili için de harp vaki olmamıştır... Bektaşiler derhal Bedreddin’e yanaşmış, ona muhib ve mürid olmuştur. Dobruca’da nereye gitti ise, derin bir saygı ile karşılandı... Börklüce’nin hurucundan esasen müttehemdi. Hizmetine herke­sin koşuştuğunu görünce, Hükümdara fit verdiler; ahbap toplıyarak saltanat kurmak fikrindedir, dediler... Bedred­din bir gün: Kavmi arasında Şeyh, ümmeti arasında Pey­gamber gibidir, hadîsini izah etmişti. Bundan kendisinin Peygamberlik dâvasında olduğu mânasını çıkarıp onu dahi Padişaha söylediler... Şeyh, hasetçi ve fesatçılar tarafından Hükümdarın kışkırtılmakta olduğunu nasılsa haber almış, bizzat Sultanın haşmetli eteğine yüz sürmekten başka çare kalmadığını anlıyarak....

...Müritleri karşı durmak istediler. Şeyh onları bırak­madı. Ve kendi rızası ile Elvan Ağa’ya teslim oldu...

Üç gün sonra Ulema Divanı kuruldu. Orada toplanan­ların iki gayesi vardı: Biri, Mecliste hazır bulunan Padişahı memnun bırakmak, diğeri Varidat namındaki eseri sebebile Şeyhi hırpalamaktı. Varidat’ın bir iki yerinde hocalara ya­pılan hakaret hatırdan çıkmamıştı. Şeyh’e karşı beslenen hınç en ziyade oradan geliyordu. İçtimaî mesleğini anlayıp ta ondan naşi aleyhinde bulunan kimse yoktu-.. Bedreddin bigünahtı. Bir cürüm ve kabahati yoktu ki itiraf etsin... Şeyhin ilim semasında bir yıldız gibi parladığı muhalifleri nezdinde dahi bilinen bir şeydi. Bilhassa İçtimaî müşkülleri çözmekte emsalsizdi... Başkasını kargımamak için bu dal­kavuğun (katlinin cevazına dair fetva veren Haydar Herevî’nin) adını iyice bellemek gerektir. Hükümdarın nasıl olursa olsun Şeyhi yok etmek istediğini bilen bazı namussuz­ların tazyiki ile fetva verdiği zikrediliyor...» (S. 96-101)

Bedreddin, darağacında sallanan bir güneşti. Ne için sarardın? diye sorulunca, GÜNEŞ TE BATARKEN SARA­RIR, dememiş miydi? Bezmi Nusret, bu güneşin batışını, yüzyılarca sonra, gözleri yaşla dolu seyrediyor; ve, bize hü­zünlü bir tablo sunuyor:

«Elvan Ağa’ya tesadüf ettiği gecedenberi umulmayan dereceden fazla eza ve cefaya düçar olduğu muhakkaktır. O kadar ki, işkencelerden bitkin bir halde, hayatı sönmek üzere idi.

Fetvadan sonra, çarşı içinde bir siyaset sehpası hazır­landı. Yanı başında bir nalbant dükkânı vardı. O gün sema solgundu. Halk Bedreddin’in asılacağını öğrenmiş, Sirez ka­sabasını matemler kaplamıştı. Yalnız çanak yalayıcılar veri-

len kararın icrasından memnun ve kendilerine yapılacak ih­sanların tahayyülü ile meşguldü. Bedreddin zindandan çıka­rılarak siyasetgâha getirildi. Elbisesini kamilen çıkarmışlar, mübarek vücudunu üryan ve perişan bırakmışlardı. Zulüm ve şenaatin derecesini bundan anlamalıdır. Müşarünileyh, ölümü tam bir huzur ve teslimiyet ile bekliyor ve hatta özlüyordu. Cellâtlara: «Bana az bir zaman aman verin. Abdest alıp namaz kılayım» dedi. Muvafakat ettiler. Müridleri bi­raz uzakta duruyorlar, fakat yaşlı gözlerini kendisinden ayıramıyorlardı. Dervişlerinden Mecnun’u yanma çağırdı. Yı­kanmasını ve nereye gömüleceğini kısaca vasiyet etti. Sonra müridlerine doğru baktı. Ve derhal yüzünde ulvî bir teşebsüm belirdi. Üzerinde bin ihlâs okuduğu deve yüzünden örülmüş bir ipi cellâda uzattı. Bu ip, mutlaka tîg-i bent ola­cak. Tîg-i bent tarikata ve bilhassa Bektaşîliğe girenlerde bulunur. Vefa ve teslimiyet alâmeti sayılır, iptida, Muhammed Bakır’ı şehid etmek için münafıklar tarafından hazır­lanmışken, halis bir mümin Şâh-ı Velâyet’in torunu yerine kendi boynuna koyup bekaya göçmüştür. Bedreddin’i bu tîg-i bentle salbettiler. Ve orada bulunanlar parlayan bir alevin söndüğünü hayretle gördüler.» (S. 101)

Şeyh Bedreddin, SOSYAL DOKTRİNİ HAKKINDA bir eser bırakmış mıdır? B. N. Kaygusuz, bu hususta, şun­ları yazıyor:

«Şeyh’in eserleri meyanında İçtimaî bir kitaba tesadüf olunmadı. İçtimaî mezheb (doclrine)ini de ayrıca bir kitap­ta belirtmiş olması melhuzdur. Ancak, kimbilir, o kitap hangi cahil veya garezkârın elinde heder olup gitmiştir.» (S.108)

Bezmi Nusret, yalnız AZİZ ÜSTADI’nin apolojisini

yapmakla kalmıyor; müridlerini de savunuyor. Bedreddin masum ve suçsuz olduğu gibi, Börklüce de suçsuzdu:

«Şeyhin çok yüksek bir âlim olması ve eserlerinin kıy­met bilenlerce pek makbul tutulması hasebiyle ona dil uzatamıyan eski müverrihlerin bir kısmı zavallı Börklüce’ye hücum etmektedir. Halbuki ortada bir kusur ve kabahat varsa, onu İçtimaî nizamın bozukluğunda arayıp bulmalı idi­ler. Şeyh Bedreddin ve halifeleri her türlü suçtan âri ve be­ridirler. Onlar mustarip beşeriyetin eninlerini susturmak, saadeti eşitlik dairesinde bütün insanlara dağıtmak emelinde idiler. Ve biz bu yüce ülküleriyle bihakkın kıvanç duyabili­riz. Düşünmelidir ki, 1846 senesinde Papa dokuzuncu Pie sosyalizmi taun addetti. 1891’de Papa üçüncü Leon sosya­listleri tekfir eyledi. Büyük bir Türk mütefekkiri, bir İslâm âlimi ise onlardan yüzyıllarca evvel SOSYALİZM FİKİR VE NAZARİYELERİNİ ortaya koymuş, bu ideal üzerinde yürümüş ve uygutlamasına çalışmıştır.

Şeyh’in eşsiz büyüklüğünü yadısamak imkânsızdır. O, hakikate ve insaniyete âşıktı. Bilhassa tam bir realist ve ide­alist idi. Onun indinde gizli kapaklı bir şey yoktu. Her şeyi çekinmeden söylüyordu. Mutaassıplar, onun mesleğini kü­für ve irtidat ile tavsif ettiler. Bedreddin farikasında, saliklerini âzami surette bağlıyan ve onlara kuvvet ve tahammül veren pek ulvî ve büyüliyen ilkelerin mevcudiyetini sezme­mek mümkün değildir. Taraftarlarının çektikleri ızdırap ve işkencelere bakmıyarak nevmid ve peşiman olmamaların­dan bu anlaşılmaz mı? Bedreddin’in fikir ve iman üzerinde vukua getirdiği zelzelenin sarsıntıları senelerce sürmüş, 1025 tarihine kadar memleketin her tarafında devam edegelmiştir... Onun niyeti bizce hayra mâtuftu. Çünkü dinsel ve toplumsal bir inkilâbı amaçlıyordu. Bir inkılâbı başara­bilmek için ilim ve fazilet kâfi değildir. Bedreddin’in sakin,

ihtirassız ve olgun tabiatlı olması, diğer taraftan sürgün ve azçok göz altında bulunması bütün işi halifelerinin eline bı­raktı. Bunlar fazla acele ettiler. Gizli gizli tapajsız çalışacak yerde, dâvalarını pek erken açığa döküverdiler. Ve neticede zafer Padişahta kaldı. Bu muvaffakiyet fenalığa ve dalâlete karşı bir galebe sayılamaz. Bilâkis, insaniyet ışığına ve dinin hakikî çehresine ağır bir vuruş idi. Türkün teceddüde ilk teşebbüsü o suretle söndürülmüş oldu... Müşarünileyh, dünyaya erken gelmiş ve kendisine lâyık bir muhit bula­mamış talihsiz büyüklerden sayılır. Bütün arzusu cenneti ahiretten dünyaya nakletmek idi. Halbuki Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) ın Sevâd-ı âzam Büyük Karaltı dediği ve teselli yolunda onlardan ve onlarla beraber olduğunu söylediği karal (avam) sınıfının kölelik hayatına kimbilir bu kara toprak kaç asır daha şahit olacaktır.» (S. 112-118)

«Bedreddin hem maddeci, hem maneviyatçı (Sipiritualiste) tir. Fakat, maneviyatçılığı maddeciliğine galiptir. Bedreddin’i bir materyalist veyahut tam bir panteist telâkki et­menin imkânı yoktur. Hakikatte, gerek Bedreddin’in, ge­rek diğer mutasavvıfların inanışları dinî taassuptan çok uzaktır. Tasavvuf, müsamahacı, sulhcü ve insaniyet çidir. Ta­savvufta servet ve şahsî mülkiyet pek makbul sayılmaz. Ta­savvufta mülkiyet yoktur. Feragat ve mahviyet var. Orada her şey sade, herkes kardeştir. Hayatta, ef’al ve a’malde, varlık ve yoklukta hep ORTAKLAŞACILIK (Collectivisme) carîdir.

Bedreddin — Varidat'taki fıkralarında — bedenî ve fikrî çalışmayı istihdaf ediyor; güzelim dünyayı cife olmak­tan kurtarıyor; ve, insanların kanaatkâr olmayışlarını, gü­müş ve altına tapınmalarını, bazılarının daha büyüklere ve daha kuvvetlilere boyun eğmelerini, yenilecek ve içilecek nesnelere ve onlar için başkalarına yüzsuyu dökmelerini açık

bir surette tenkit ediyor. İNSANLARI MÜSAVİ GÖR­MEK EMELİNİ besliyor.

Bedreddin çok mütevazıdır. Ne Kadrididir. Ne Ekberiyedendir. Ne de Bektaşi’dir. O, bir Üveysî’dir. Ve, kendi başına geniş, hudutsuz, engin bir âlemdir. Bedreddin yalnız mutasavvıf değildir, onun asıl mümeyyiz vasfı BÜYÜK BİR İNKİLÂPÇI olmasıdır. O, çok büyük bir inkilâpçıdır... Serbest düşünce ve inançları, henüz altmış üç yaşında iken bu büyük Türk mutasavvıfının hayatına mal olmuştur. ONUN MÜBAREK ŞAHSİYETİ VE YÜKSEK ÜLKÜLERİ ÖNÜNDE HUŞÛ VE HÜRMETLE EĞİLİRİM.» (S. 172 202)

Yeteri kadar aydınlıkla görüldü ki, Bezmi Nusret Kaygusuz, — umumiyetle sosyalizmi ve özellikle sosyal demok­rasiyi tetkik etmediği halde — Şeyh Bedreddin’i bir SOSYAL-DEMOKRAT ŞAHSİYETİNE temessül ettirmiştir. Şeyh’i, İlmî görüşle ve objektif açıdan, görmeğe ve göster­meğe çalışmamıştır. Kendi idealine göre bir Bedreddin ya­ratmıştır.

Bedreddin bir aynadır. Kaygusuz, bu aynada, kendi su­ret ve sîretini temaşa ediyor. Şeyh’i nasıl görmek istiyorsa, öyle görüyor; nasıl göstermek istiyorsa, öyle gösteriyor. Anakronistik bir benzetişle, yakası açılmadık bir BEDREDDİNİZM icad ediyor. Bedreddin’de, kendi tandansını des­tekleyici bir vasıta buluyor. Kendi siyasî inançlarını savun­mak için, Bedreddin’i silâh olarak kullanıyor. Bir kelime ile, ondan rahatça faydalanmaktan başka bir şey düşünemiyor. (29)

NOTLAR

(1)    «Mekâtib-i âliyede tedris olunmak üzere» hazırla­nan bu eserin birinci basılışı 1309; bazı tadiller ve düzelt­melerle ikinci basılış 1315 (İstanbul).

(2)    Talebelerin «terbiye-i ahlâkiyyesi ve hizmet-i Dev­lette sülük edilecek râh-ı müstakimi öğrenmesi...»

(3)    Prof. Mükrimin Halil’e göre, «bu kitap, lisanımız­da Garp usulünde yazılan eserlerdendir. Gaip müverrihleri tarzında vekayiin tahlil ve tenkidine de imkân derecesinde hasr-ı himmet eylemiş ve ilk defa İlmî bir Osmanlı Tarihi yazarak...» (Bk. Türk Tarih Encümeni Mecmuası, onbeşinci sene, No. 7)

(4)              Tarib-i Devleti Osmaniyye, ikinci basılış, s. 124

(5)              Keza, s. 128

(6)     Fezleke-ı Tarih-i Devlet-i Osmaniyye, 1315 (Dersaadet, Karabet Matbaası). Basılan her kitabın başında Pa­dişaha dua etmek âdet olduğu için, Abdurrahman Şeref bey de geleneğe uyuyor; ve Abdülhamit II nin dünyalar dur­dukça tahtında oturması için dua ederek özet tarihine başlı­yor.

(7)    Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi, C. VI, s. 74 ve 83 85 (Tabı’hâne-i Âmire, 1271)

(8)    Petrograd Üniversitesinde talebe iken Türkiyeye sığınan Murat Bey, meşhur Mizan sahibi idi. Mizan da, Ahrâr Fırkasının (Liberal Partinin) gazetesi. 31 Mart Vak’asından sonra, îstanbulda Örfî idare ilân edilmiş; Divân-ı

Harb-i Örfî kurulmuştu. Mizancı Murat Bey, müebbeden kü­reğe mahkûm edilerek, Rodos zindanına gönderildi.

Ahmet Saib’e göre, Murat Bey gençlerin fikirlerini ay­dınlatmağa pek çok çalıştığı gibi, şahsen de bu millet ve Devlet için fedakârlık ibraz etmiştir. Kendisi ilim ve fazılda yekta olup Osmanlı edebiyatında birinciliği ihraz eden zevat­tan idi. Kaleme aldığı eserler, pek büyük rağbetlerle okunur­du. Gençler arasında bizzat şahsını sevenler de pek çoktu. (Bk. Tarih-i Meşrutiyet ve Şark Mesele-i Hâztrast, s. 77, İstanbul 1328)

Beyanülhak yazarlarından Mustafa Sabri Efendinin de­yişine göre, Murat Beyin «tarih-i hayatı birçok tenkidata du­çar olmuştur.»

(9)     Murat Bey (Mehmet Murat), 1300 de basılan Ta­rih-i Umumî’sinin birinci cildinde, dört senedenberi Mülkiye’de tarih okuttuğunu söylüyor.

(10)     Bilindiği gibi, İslamcı görüş hep bu tema üzerin­de durmaktadır. Bizim de, tekrardan bıkmayarak, sormak istediğimiz ve cevabını beklediğimiz soru şu: İslâm dini, NEDEN her yerde ve her zaman, YANLIŞ ANLAŞILMIŞ VE YANLIŞ UYGULANMIŞTIR? NEDEN YANLIŞ YORUMLANMIŞTIR? Bu olayı sırf tali’ ve tesadüf unsu­ru ile izah mümkün olamıyacağma göre, gerçek faktörler nelerdir? Kanaatimizce, bu faktörleri aramayan ve bulma­yan tarihçi karanlık bir labirent içinde kalmağa mahkûm demektir.

(11)     Tarih-i Eb-ül Faruk, C. I, s. 232-236 (İstanbul, Matbaa-i Âmedî 1325)

(12)     Murat Beyin, Sultan Musa hakkında beslediği fikir çok yüksektir:

«Musa Çelebi Beyazıtzadelerin içinde belki en parlağı, en yiğidi idi.» (C. I, s. 199) «Sultan Musa Han Yıldırım,

Yavuz, Muradı Rabi’ ayarında şecere-i Osmaniyenin bir nihali celâdethasalidir.» (C. I, s. 204).

(13)     Dahî-i muazzam dediği Genç Osman’ı mücedditler zümresinin başı sayan Murat Beyin Osmanlı «hamlei teceddüt»ünü Batıdaki Reform hareketile ilgili görüşü ve şe­hit Padişahın hocası Ömer Efendi’yi, Bedreddin’den sonra en büyük cür’eti göstermiş fedakâr bir mürşit olarak tebcil edişi kayde şayandır:

«Genç Osman vak’ası tarih i Osmanînin en mühim devrelerinden biridir. Rical ve müverrihin anın ehemmiye­tini sathî surette olsun ihata edememişlerdir. Hatta meşhur Koçi Beyi (Koçubey) bile bu bapta müstesna addedemeyiz.

Vak’a birçok esbabı dahiliye ve umumiyenin mahsulü­dür.

Osmanlı Devleti müslüman bir Devlet idi. Binay-ı te­meddünümüzün temeli şeriati Muhammediyye ve anın ah­kâmı idi.

Halbuki Acem ve Rum usul ve âdâbının iptida saray­larda, sonra da devairi âliyede cereyanını temin etmek üze­re, pek fahiş surette o ahkâmı şer’iyede tahripler icra olunagelmiş idi.

Sözde içtihat kapısı kapanmış idi. Fakat bizim müftü­ler ve Kazaskerler Şeyh (Ali Bistamî)nin Bosna tabasbu­sundan beri Acem müçtehitlerinin bile cüret edemiyecekleri inhiraflara, «müzayede»lere koyulmuşlar idi. Ayni madde, ayni hal hakkında yekdiğerlerine zıt fetvalar veriliyordu. «Müracaata göre fetva verilir» darbı meseli zahiren zararsız bir özür makamında görülür. Fakat hikmetcûyâne mânâsını taharri etmek üzere, tamik i fikir edecek olursak, hissiyat-i hamiyyet ve diyanetimizi teessürden muhafaza edemeyiz.

Memlekete yabancı olan serseriler Devlet ve Hilâfeti tegallüp tarikile zaptetmişler. Bunlar her nevi alâik-i hase-

neden tecerrüd ile bütün kuvvet ve iktidarlarını ancak menafi-i maddiye-i hasîselerini temin etmeğe hasreylemişler idi. İşbu tahrib ve terzil dolabı «veresetül’enbiya» yad olan ulemây-ı dînin şikâyet ve mumanaatlerini dâi olmalı iken, ulemây-ı asır, o eser-i tahribi «meşru» addetmekle beraber emr-i tahribde sanki müsabakaya girmiş ecnebi unsurunu geçmeğe koyulmuşlar idi.

Halbuki âlem-i medeniyetin intibahı devrinde bulunu­yorlardı. Bu gibi azîm inkılâblar ise münferiden ve yalnız memleketlerin birine münhasıran husule gelmez. Sanki to­humları hahvada imiş de cereyanile her tarafa neşrolunmuş gibi, her kıtada birden asarı görülür.

Papalık makamının ahkâm-ı diniye dairesinde icrasına ciir’et ettiği su-i istimaller, intişar-ı maarif sayesinde, mey­dana çıkmış. Jan Hüs, Viklef, Çvinkeli, Melanhton, Luter meydana çıkmışlar. «Hümanistler» namile maruf olan bu münevverler ahkâm-ı diniyede irtikâb olunan tahrifatın ref’ıni, matlûb-u İlâhî dairesine muamelâtın icramı talep eyle­mişler idi.

İş büyümüş. Bütün cihan bundan dolayı sarsılmış idi. Sellerce kanlar akmış, birçok kuvvetler yerinden oynamış. Mukaddes addolunan birçok ahkâm ve kavait mübtezel ve metrûk olmuş, ufk-u âmâl ve hutut-u harekât tebeddül et­miş idi.

Berren ve bahren daima temasta bulunan Osmanlılık âlemi bu azîm inkılâbın tesiratından masun kalamaz idi. Dehây-ı Süleymanî vakanın ehemmiyetini herkesten evvel keş­fetmiş, kendisini protestanlara el uzatmağa sevkeylemiş idi. O vakitten beri Osmanlı devair-i mütefekkiresinde bu in­kılâbın safahatı takip olunmağa başlamış idi. Bunun için bizde vaki olan «hamle-i teceddüd» Genç Osman şehidinin mahsulü olmak ile beraber icab-ı hâl ve zaman idi.

Avrupada Engizisyonlar, İndeksler, Cezüvit alayları bu seyl-i inkılâbın önüne sedd-i mümanaat olamadılar. Çün­kü taraftarı da, aleyhdarı da ayni surette vatanlarına alâka­dar olan evlâd-ı memleket idiler. Fikir ve emellerini terviç etmekle beraber bu gayret-i zâtiyelerini vatanlannın mahvı­na bilerek bina edemiyorlardı.

Bizde ise kuvve-i kahriye büsbütün ecnebi idi. Kuvvei teşriiyye dahi mesleken harice mail olduğu ve müzayedecilikte kendini çoktan gaip ettiği için ondan belki daha muzır olmuş idi. Bunun için gayret-i milliye ve mahalliyenin vücut bulmasına imkân kalmıyordu.

Padişahlar bile işbu yabancıların ve cerrarların hırs ve tama’larına feciâne kurban ediliyorlardı.

Aydınlı Ömer Efendi mübeccel bir mürşid-i Osmanîdir. Simavlı Bedreddin Hocadan sonra en büyük cür’et gös­termiş bir fedakârdır.

Genç Osman ise Osmanlı İnkılâbının Şeyh-i ekberidir.

Üçüncü Mustafa, Üçüncü Selim, İkinci Mahmud Han­lardan teşekkül edecek zümre-i müceddidtnin başıdır.» (C. V. s. 60-63)

Murat Bey, bundan başka, «etrafına pek çok serseriler toplayan» ve «akıbet Denizli’de esir alınıp vahşi surette katlolunan» Cennetoğlu’nun ayaklanması gibi hâdiseleri de Bedreddin’in ekdiği teceddüt tohumu ile ilgili görmüştür:

«...Vak’a-i Osmaniye üzerine Osmanlılık kökten sar­sıldığı sırada bu veled-i zina dahi kıyam etti.... bu dahi bâlâpervazâne müddeiyata kıyam etti. Göya kendisi Padişah sulbünden hasıl olmuş. Sıhriyyet gayreti Sultan Osman’ın intikamını almağa kendini sevkediyormuş. Fazla olarak mem­leketin yabancıları bulunan yeniçerilerden milk ve milleti

kurtarmak lâzım imiş. Halkın, bilhassa reayanın insanca ya­şamalarına imkân kalmamış. Bunun için ortalığı islâh etmek üzere ilham-ı Rabbani ile kendisi memur olmuş imiş.

Bu fikir ve iddia Börkliice Mustafa ve Torlak Kemal zamanının bakıyyesi demek idi. Görülüyor ki Bedreddîn-i Simavî’nin o teceddüt tohumu henüz Anadolu toprağından izale edilememiş...» (C.V., s.176-177)

Kısacası, Luther’in hıristiyanlıkta yaptığı Refonnu Bedreddin İslâm dininde yapmak istemiş; ve, Genç Osman olsun, Cennetoğlu olsun ayni inkilâbı başarmağa çalışmış­lardır.

Şunu da katalım ki, Babıâliye ve Yeniçeri Ocağına is­yan eden milletin mümessili sıfatile, Bedestenli Ali Usta ve Saraçhane Kâhyası Ramazan Dedenin isimleri de, Murat Beyin açtığı devrim defterine, şerefle geçecektir: «İşbu Ali Usta, Ramazan Dede ile beraber inkılâbımız kahramanları­nın defter-i mahsusuna isminin kaydolunmasma istihkak kesbetmiş bir hamiyyetli Osmanlıdır.» (C.VI, s.206)

(14)     Murat Bey, Osman II devrinden bahsederken, de, şunları yazıyor: «Ortalıkta böyle manevî sıkıntı olunca, cemiyette ittıratsızlıkların envai görülür. Ezcümle o sırada zuhur eden bir fırka, kadınlara varıncaya kadar her şeyin herkes için müşterek olması lüzumunu terviç etmeğe baş­lamış idi. Çeşmeli Mehmet Efendi’nin fetvasile bunlardan on beş kişinin idamı bakiyesini susturdu.» (C.V, s.26)

(15)            C. I, S. 238-239

(16)     «Cehaletten kurtulup bir maksadı vatanperverane ve faziletcuyaneye salik olacak olan Osmanlıların ne gibi kahramanlıklara müstait olduklarının Börkliice Kıyamı gibi hadiselerle sabit olduğunu söyliyen (C.V, s,225-226)

Murat Bey, Börklüce Mustafa gailesinin şiddetlenmesinde, halkın Osmanlıları yabancı saymasını da sebep olarak gös­termektedir:

«Anadolu’da bu ahvali ruhiye ötedenberi mevcut idi. Börklüce Mustafa, Kalenderoğlu, Karayazıcı gailelerinin kesbi şiddet edebilmesi bundan idi. Birtakım halk Osman­lIları hâlâ memlekete yabancı addediyor. Hamiyyet-i kavmiye ve ırkiye, gayret-i mahalliyei vatanperverane sevkile an­lara karşı husumeti farz biliyordu.» (C.V, s.148)

(17)    Tarihi Ebüljaruk yazarına göre, «muhitini bula­mamış, kadri bilinememiş, bedbaht bir mümtâz-ı hilkat» olan ve «kimsenin idamına gitmediği malûm» bulunan Sul­tan Murat II nin — eski şehzade Murat Sultanın gayesi de tıpkı Bedreddin gibi, sosyeteyi islâh etmekti. O da( on iki yaşında bir çocukken boğazlattığı ihtilâlciler gibi, basit ve yüksek olan şeriat ahkâmını iade etmek istemiş; bundan ümidi kesince tahtım terk edip sükûn ve inzivaya çekilmiş­tir. (Bk. C.I, s.282-287)

(18)            Keza, C.I, s. 239-242

(19)    C.I, s. 242. Murat Bey, Köprülü Mehmet Paşa faslında, Vehhabîliğe tekrar temas ediyor:

«Kadızade’nin şu sakim müzayedeciliği, malûm olduğu üzere, yüz binden ziyade Osmanlı efradının kanına sebep olmuş idi. Bu vahim pürüzler bizde dahi Melanhton gibi müceddit ve mümeyizlerin ayıklama icra etmelerine ihtiyaç messettirmektedir. Çünkü taribat-ı vakıa her bir tahminin fevkindedir. Bu hal devam ederse, bugünkü vesait-i intişarın kesreti ve sühûleti itibarile Vehhabî gailesini çok geri bıra­kacak sarsıntılara kapılar açık bırakılmış olacaktır.» (C.VII, s.62)

(20)     Kendisini yakından tanıyan M.S.Çapanoğlu’nun çizdiği portreye göre: Baba Rıfkı, bütün hayatında her çeşit

istibdada, tahakküme, siyasî, fikrî ve dünyevî esaretlere, zulme, faziletsizliğe isyan eden bir insandı. Hür vicdanlı, hür fikirli, vatanendîş bir insan. Münevver bir adam. Her dem kaynıyan, taşan ve lâvlar saçan bir zekâ. Kanlı ve kor­kunç Saltanatlardan nefret ediyor, onlara karşı gayz ve kin duyuyor ve yıkılmalarını istiyor. (Bk. Yeni Yol, sayı 3, 4 Mart 1942)

(21)            Alemdar, Şubat 1327-1921, No: 3064

(22)     Tarih filozofu Murat Beye göre: XX. yüzyılın başında, Osmanlı imparatorluğu, çökmiyebilir; hatta çök­mek şöyle dursun, en büyük emperyalist Devletlerden biri olabilir, en güçlü kapitalist Devletlerin arasına yükselebilir­di: Şayet, ikinci Meşrutiyet Devriminden faydalanabilecek kadar zeki ye akıllı Devlet adamları iş başına geçse ve bun­lar Murat Beyin övütlerini dinleseydi! «İnkılâbımızın ehemmiyeti ihata olunamadı. Gönül isterdi ki, Osmanlı eshâb-ı zamanı, İnkılâbın kadrini hakkile takdir ederek akîb-i vak’adan itibaren ma’kul ve muttarit bir meslek ittihaz ey­lemeğe muvaffak olsunlar. Buna muvaffak olmuş olsalardı, bugün aziz vatanın hâl-ü şânı şimdikinden çok farklı ve pek yüksek bulunurdu... Şu hâl-i fevkalâdeden istifade etmeğe muktedir müdîrân-ı umûr riyasete geçip karar bulmuş olsa­lardı, DEVLET İ OSMANİYYE ÜÇ SENE GEÇMEDEN EMSALİNE KARŞI SENLİ BENLİ BİR DEVLET İ MU­AZZAMA HÂL-Ü ŞÂNINA İRTİKA EDERDİ.» (Tatlı Emeller, Acı Hakikatler Yahut Batn-ı Müstakbele Adâb-ı Siyasiye Talimi, İstanbul 1330, s. 4 ve 6)

(23)    Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi, 1326-1328 (İstanbul)

(24)    Ahmet Rasim, daha sonraları da, eski tarihleri­mizin İlmî olmadığı noktasında durmuştu:

«Bizde eslâfın tarih yazmakta ittihaz ettiği nehc-i ma-

rûf, İlmî olmaktan pek ziyade baittir. Bir tarihimiz yoktur ki, hikâye ettiği asırda bizi bir kaç zaman yaşatsın; o asrın efkâr ve ihtirasatını canlı tasvir etmekle beraber safahat-ı içtimaiyesinin, iktisadiyat ve terakkiyat-ı medeniyyesinin — fürûk-u cüz’iyyeye varıncaya kadar — kâffe-i ledüniyyatını göstersin. Tarihi müstakil bir ilim mertebesine is’âd edecek olan bu tarz; mukayeseler, tetebbular, tahliller, ter­kiplerle beraber vekayii sıkı mukabeleler karşısında bulun­durmak, tekerrürleri inceliklerde tesbit etmek gibi ihtisasî evsaf ve meziyyata muhtaçtır.» (İstibdattan Hâkimiyyet-i Milliyyeye, s. 6, 1924)

(25)    Haritalı ve Resimli Mükemmel Tarih-i Osmanî (1328, Dersaadet, Artin Asadoryan ve Mahdumları Matba­ası)

(26)            Evkaf-ı İslâmiye Matbaası (1340)

(27)            Bk. S. 67-68

(28)            İhsan Gümüşayak Matbaası, 1957 (İzmir)

(29)     Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları çıkan İzmir­li Bezmi Nusret, İkinci Meşrutiyette, Osmanlı Demokrat Fır­kası Kâtib i Umumîsi idi. Maarif Sermüfettişliği ve Kayma­kamlık memuriyetlerinde bulunmuş, bir ara ticaretle uğraş­mış, Maliye Vekâletinde İtiraz Komisyonu Üyesi ve Başkan Vekilliği yapmıştır. 954 te emekliye ayrıldı. Şeyh Bedreddin hakkındaki eserini, emekli iken, İzmirde yayınlamıştır.

TÜRKİYE’DE SOSYALİZM

A. CERRAHOĞLU

Tarihimizin yüz yılını kapsıyan ve sosyalizmle ilgili bü­tün konuları belgelerile inceliyen, ansiklopedik mahiyette, bir eserdir. ÇIĞ YAYINLARI’nın sunduğu bu kitapta, şu paragraflar yer almaktadır.

Şemsettin Sami Bey Sosyalizmi Nasıl Ve Niçin İdealize Et­mişti? — Şeriat Ve Sosyalizm. — Celâl Nuri’ye Göre Sosya­lizm, Aşırı Sosyalizm Ve Millî Kurtuluş Savaşından Sonra Türkiyenin Özel Durumu. — Rıfat Süreyya’nın Seçimle İl­gili iki yazısı. — Anarşizme karşı Sosyalizm. — Bir Komün Savunucusu. — «Basiret»’in Dayanışması. — Ahmet Mithat Efendi Ve Birinci Enternasyonal. — Komün Ve Birinci En­ternasyonal İle İlgili Bir Havadis Örneği. — Sakızlı Ohannes’in Bir Polemiği. — Türkiye Sosyalist Fırkası Ve Marx, Lassale, Jaures. — Baltacıoğlu, Mütareke Yıllarında, Sosya­lizm İçin Ne Düşünüyordu? — Türkiyede, Türkçe Olarak Yayınlanan, İlk Sosyalist Gazeteler Hakkında. — Bir Sosya­list Mebusun Konferansı. — Rasim Haşmet. — «Gül Bah­çesi» nde Kalem Savaşı. — Doktor Refik Nevzad’ın Cavid Bey’e Açık Mektubu.

Fiatı 5 Lira


 

 

 

 

 

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar